-Resûlullah
(S.A.V.)'ın Yaptığı İlk Savaş-
2-
Beni Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara
İlk Hıyaneti
-Gayr-i
Müslimleri Dost Edinmek -
4-
Yevmü'r-Racr Ve Biri Maüne
Olayları
a-
Racî' Olayı (Hicretin Üçüncü Yılı)
b-
Bi'r-İ Maûne Olayı: (Hicri Dördüncü Yılı)
5-
Benî Nadir Yahudilerinin Medine'den
Sürgün Edilmesi (Rebiülevvel Ayı, Hicretin 4. Yılı)
7-
Benî Mustauk Gazvesi (Buna 'Müreysi'
Gazası da Denir)
Müslümanların
Harbe Hazırlanışı:
Hendek
Kazanımda Müslumanların Halinden Görüntülen
Hendek
Gününde Münafıkların Durumu:
Benî
Kurayza'nın Ahdini Bozması:
Bu
Esnada Müslümanların Tavrı Ne İdi
Düşmanın
Savaşsız Hezimete Uğrayışı
«Savunma Harbi Dönemi»
başlığı altında sunduğumuz savaşlar, tiilen savunma harbleridir. Bu savaşların
tümü -görüleceği gibi- puta tapıcılann başlattığı düşmanlıklara veya
müslumanların aleyhine yaptıkları ittifaklara karşı koymaktır. Bundan dolayı
Asr-ı Saâdet'tekî tslâmi da'vet dönemlerinden sadece bir tanesini temsil eder
bu savaşlar. Daha sonra İslâm'daki cihad hükmünün aldığı son şekli açıklamaktan
uzaktır bu savaşlar. Zira bu savaşlar, yukarıda sadece bir bölümünden söz
ettiğimiz, da'vet dönemlerinden biridir. Meselâ: Gizlice da'vet dönemi, sonra
açıktan barışçı bir da'vet dönemi gibi...
Biz tslâmî hükmün
tümünü, mâkabliyle birlikte teşekkül eden son merhale şeklini, Hudeybiye
anlaşmasını takib eden olaylarda göreceğiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu
merhaleye, Benî Kurayza savaşından dönerken buyurduğu ve Buhâri'nln rivayet
ettiği: «Şimdi biz onlara savaş açıyoruz, artık onlar bize savaş açamıyacak»
hadisinde İşaret etmişti.
Şimdi biz, İslâm
da'vetinin ilk yıllarındaki savunma dönemi olaylarını sunacağız. Onları
sunarken konuyu uzatacak ihtilaflara veya lüzumsuz açıklamalara girmeksizin,
ilgili hükmü veya gerekli öğüdü ve dersi belirtmekle yetineceğiz. [1]
önceki konularda
demiştik ki, eser ve hadislerin delâlet ettiği en sahih görüşe göre savaşın
meşru kılınmaya başlaması, ancak Hicret'ten sonra olmuştu. Bu meşruiyet,
Resûlullah'ın Medine'ye hicretinden on iki ay sonra Safer ayının başlarında
konuşulmuştu. Resû-lullah (s.a.v.) ilk defa, o zaman savaşmak gayesiyle
çıkmıştı. O va-kitki Gaza, «Veddan Gazvesi» idi. Resûlullah (s.a.v.} Kureyş ve
Ham-za oğulları oymağıyla savaşmayı aklına koymuştu. Fakat Resûlullah savaşa
gerek görmedi. Hamza oğulları, onunla anlaşma imzaladı. Hz. Peygamber ve Ashabı
da savaşmaksızın Medine'ye geri döndüler. [2]
Resûlullah (s.a.v.),
Ebû Süfyan bin Harb'in başkanlığında Şam'dan gelmekte olan, Kuroyş'in bir
ticaret kervanının haberini almıg-tı. Resûlullah (s.a.v.) müslumanları,
Mekke'de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye
da'vet etti.
Mü'minlerin bir kısmı
bunu hafif bulurken, diğerleri ise ağır buldular. Çünkü onlar bu konuda savaşı
akıllarından bile geçirmiyorlardı.
Ebû Süfyan Mekke
yolunda iken durumu araştırdı. Ona, müs-lümanların kervanı ele geçirmek için
yola çıktıkları haberi ulaşmıştı. Bunun üzerine o, hemen Zamzam bin Amr
el-Gıffâri'yi, Ku-reyş'e durumu bildirmek ve kendi mallarına sahip çıkmaları
için adam hazırlamalarım haber vermek üzere, elçi olarak gönderdi.
Haber, Kureyş'e
ulaşmıştı. Onlar da hemen sür'atle savaş hazırlığı yaptılar. Hepsi savaşmak
maksadıyla dışarı çıktı. Hattâ Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bir tek kişi bile
geride kalmadı. Sayılan bin savaşçıya yakındı.
. Resûlullah (s.a.v.)
da, Ramazan ayından birkaç gece geçmişti ki, ashâbıyla birlikte çıktı. İbn
tshâk'ın rivayetine göre sayıları üç-yüz ondört kişi idi. Yetmiş tane de
develeri vardı. Ashâb-ı Kiram'-dan, her deveye ikişer üçer kişi nöbetleşe
biniyordu. Onlar Kureyş'-in durumunu ve savaşa çıktıklarını bilmiyorlardı. Ama,
Ebû Süf-yân kervanım kurtarmayı başarmıştı. Çünkü o. Bedir suyunu solda
bırakarak Mekke'ye giden sah;i yolunu tutmuş; kervanını ve ticaretini
tehlikeden kurtanncaya kadar koşmuştu.
Kureyş'in, müslümanlar
üzerine yürüyüş haberi de Hz. Peygam-tter'e gelmişti. Bu haber üzerine Hz.
Peygamber (s.a.vj, hemen beraberindeki Sahâbe-i Kiram ile istişare etti.
Muhacirler güzel söz söylediler. Muhâc-rlerden Mikdâd bin Amr söz alarak şöyle
konuştu: «Yâ Resûlâllah! Allah sana, ne emrefcüyse, yerine getir. Biz seninle
beraberiz...» Fakat Hz. Peygamber devamlı, E^sâr'a doğru bakıyor ve onlara:
«Ey nâs; siz de bana bir işaretle bmlununuz!» diyordu. Bunun üzerine de Ensâr'dan
Sa'd bin Muâz ayağa kalkıp, «Yâ
Resülâllah! Vallahi
galiba bizi kasdediyorsun,» dedi. Peygamberimiz de: «Evet» buyuranca, Sa'd bin
Muâz:
«— Biz sana iman ve
seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak ve gerçek olduğuna şehadet
ettik. Biz, bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere, sana kesin söz verdik.
Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Seni, Hak din ve Kitab ile
gönderene andolsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, mutlaka biz de
seninle birlikte dalarız...» dedi.
Resûlullah (s.a.v.),
Sa'd'ın sözünden çok hoşlandı. Sonra şöyle buyurdu: Haydi yürüyünüz. Yüce Allah
iki taifeden birini muzaffer kılacağını bana va'detti. Vallahi şimdi ben
sanki, Kureyş kavminin, harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor,
onları görüyor gibiyim...»
Sonra Resûlullah
(s.a.v.) etrafa gönderdiği gözcüler kanalıyla, Kureyş'in sayısını ve durumunu
araştırmaya başladı. Sonunda müs-lümanlar, Kureyş'in sayısının dokuzyüzle bin
arasında olduğunu, müşriklerin liderlerinin tümünün aralarında bulunduğunu
öğrendiler.
Ebû Süfyan da kervanı
kurtarmayı başardığından, Kureyş'in Mekke'ye geri dönmesi için haberci
göndermişti. Fakat Ebû Cehil: «Vallahi Bedir'e (her yıl burada panayırlar
kurar, toplanırlardı) varıp, orada üç gün kalarak, develer boğazlayıp,
yemekler yiyip, şarap içip, cariyelere şarkı söyleterek eğlenmedikçe geri
dönmeyeceğiz. Başımıza birikecek olan Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bundan
sonra artık, hep bizden çekinirler...» diyerek yürümeye ısrar etti.
Nihayet müşrikler
yürüyerek, vadinin en uzak bir kıyısına gelip karargâh kurdular. Hz. Peygamber
(s.a.v.' ise, Bedir suyunun en yakın bir yerinde konakladı. Habbâb bin Münzir,
Peygamberimize-. «Ey Allah'ın elçisi! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah'ın
inmeni emrettiği; bizim için, ileri gidilmesi veya geri çekilmesi caiz olmayan
bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi, bir harb ve harb tedbiri olarak
mı seçtin?- diye sordu. Hz. Peygamber de: «Hayır, şahsî bir görüş neticesi
harb tedbiri icabı olarak seçildi» buyurdu. Bu sefer Habbâb: «Yâ Resülâllah, o
haldf burası karargâh olarak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan
hemen kaldır. Kureyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip
konalım. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz yapıp, onu
su ile dolduralım. Sonra müşriklerle çarpışalım. Biz susadıkça havuzdan su
içeriz. Onlar İse su bulup içemezler ve müşkil duruma düşerler...»
dedi. Bu sözler üzerine,
Peygamberimiz (s.a. v.) kalktı
ve Habbâb'ın tavsiye ettiği yere gidip,
oraya karargah kurdular[3].
Sa'd bin Muaz,
Resûlullah'a, Medine'de kalan müslümanlann yanına sağ salim olarak dönmesi ve
onu kaybetme bahtsızlığına uğramamalah için; kendisine, içinde emniyetle
oturacağı bir gölgelik yapmasını teklif etti. Resûhıllah (s.a.v.) da bunu
uygun buldular. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ashabını, Allah'ın kendisini
destek-liyeceğine ve yardım edeceğine ikna etmeye çalıştı. Hattâ O şöyle
buyuruyordu: «Falanın vurulup düşeceği yer şurasıdır, falan vurulup düşeceği
yer burasıdır (yâni müşriklerden!..) Resûlullah bunu derken elini gösterdiği
yerlere koyuyordu. Onlardan hiçbirisi de Resûlullaah'ın elini koyduğu yerlerin
ne ilerisine, ne de gerisine, tam gösterdiği yerlere düştüler...[4]
Resûl-i Ekrem (s.a.v.)
Bedir savaşında, Ramazan ayının onye-disinde. Cuma gecesi akşamleyin dua
ederek, Allah'a yalvarmaya başladı. Duasında şöyle diyordu: «Allah'ım! Kibir ve
böbürlenmekle gelen şu Kureyş'tir, sana meydan okuyor. Resulünü
yalanlıyorlar!.. Allah'ım! Bana yapmış olduğun yardım va'dini yerine getir.
Allahım! Onları sabahleyin helak eyle...»
Hz. Peygamber (s.a.v.)
devamlı, ellerini semaya açmış, huşu Ünde tazarru ederek Allah'a yalvarıyordu.
Nihayet Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber'e acıyarak, arkasma sokulup şöyle
dedi: «Ya Resûlâllah! Rabbına niyaz ettiğin yetişir. Nefsi myed-i kudretinde
olan Allah'a yemin ederim ki; O, sana olan va'dini muhakkak yerine
getirecektir».
Müslümanlar da
Allah'tan yardım istiyorlar, zafere ulaştırmasını diliyorlar, yalvarışlarında
samimi olduklarını belirtiyorlardı.[5]
Müslümanlarla
müşrikler arasında çarpışma, Hicret'in İkinci yılının Ramazan'ının 17. günü,
Cuma sabahı başladı. Peygamberimiz eline bir avuç ince kum alıp Kureyş
müşriklerine karşı dönerek: Kara olsun, yüzleri!» deyip etrafa saçtı. Saçtığı
ince kumdan gözlerine ve yüzlerine dolmayan hiçbir müşrik kalmadı. Yüce Allah
da müslümanlar tarafım, savaşan meleklerle takviye etti[6].
Savaş müslümanların lehine büyük bir zaferle sonuçlandı. Bu çarpışmada,
müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kadarı da esir
alındı. Müslümanlardan da ondört kişi şehid oldu.
Bu savaşta öldürülen
müşriklerin cesedleri -onların arasında, Kureyş-in liderleri de bulunmaktaydı-
Bedir kuyusuna atıldı. Resû-lullah (s.a.v.) kuyunun kenarında durup: «Ey falan
oğlu filân! Ey falan oğlu filân!..» diye babalarının ve kendilerinin adları ile
çağırarak; «...Biz, Rabbimizin bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de
putlarınızın size va'dettiği şeyi hak olarak buldunuz mu?» diye sordu. Bunun
üzerine Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimize: «Ey Allah'ın elçisi! Şu cansız
cesedlere ne diye seslenir, söz söylersin?» deyince, Peygamberimiz (s.a.v.),
«Muhammed'in hayatı kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, benim
söylediğim sözleri, siz onlardan daha iyi işitir değilsiniz[7]» buyurdu.
Resûlullah (s.a.v.)
esirlerin durumunu ashâbıyla istişarede bulundu. Hz. Ebû Bekir (r.a.),
onlardan fidye olarak para alınmasını teklif etti ki; müsümanlara güç
kazandırsın. Ve onlar da salıverilsin ki, belki onlara Allah hidâyetini nasib
eder. Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) da, hepsinin boynunun vurulmasını teklif
etti. Çünkü onlar küfrün önderleri ve liderleriydi. Ama Hz Peygamber (s.a. v.)
onlara merhametinden dolayı Hz. Ebû Bekir'in görüşü olan, «fid-ye»ye meyletti.
Esirler hakkında da böyle karar verdi. Ancak Kur'-an âyetleri, bu konuda;
Eesûlullah'ı azarlar mahiyette ve Hz. Ömer'in görüşü olan -esirleri öldürme-
fikrini destekler mahiyette inmişti. Bu âyetler: «Hiçbir peygamberin
yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar (muharib
düşmandan) esirler alması (vâki) olmamıştır...» âyetinden, «...Artık elde
ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin, Allah'tan korkun, şübhesiz ki
Allah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir[8]»
âyetine kadardır. [9]
Büyük Bedir Gazvesi,
dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere
sımsıkı bağlı olan mü'minlere; Yüce Allah'ın yardım ve desteğini gösteren büyük
mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva ediyor.
Biz bu dersleri ve
işaretleri aşağıdaki şekilde özetliyoruz:
1- Bedir
Gazvesi'nin ilk sebebi bize gösteriyor ki, müslümanlan Resûlullah ile birlikte
çıkmaza zorlayan asıl faktör, savaş ve harb olmayıp, ancak Ebû Süfyan
başkanlığında, Şam'dan gelmekte olan Kureyş kervanım ele geçirme arzusudur. Şu
kadar var ki; şanı yüce olan Allah, kendi kulları için daha büyük bir ganimeti,
üstün bir zaferi, bir müslümanm tüm hayatında hedef edinmesi gereken gaye ile
en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de,
ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzaklaştırıp, onun yerine hiç
beklemedikleri bir orduyu karşılarına çıkardı. Bunda, iki hususa işaret
vardır:
Birinci Husus Müslümanlarla savaşan harbilerin malları, müslümanlara
göre haram olmayan mallar sayılır. Müslümanların, o malları yağma etmeleri,
ellerinin yetiştiklerini almaları haklarıdır. Ellerine geçen bu mallar
kendilerinin mülkü sayılır. Tüm fukahâ nezdinde, mütte-fekun aleyh olan hüküm
budur. Mekke'deki evlerinden, barklarından dışarı atılmış olan Muhacirler,
Kureyş'in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun
sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke'de bıraktığı, onların hemen ardından da
müşriklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.
İkinsi Husus: Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah,
mü'-min kulları için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine daha layık
olan bir vazifeyi murad etmişti. Zaten onlar bu vazife için yaratılmışlardı.
Bilelim ki bu vazife, Allah'ın dinine da'vet bu uğurda cihad, i'lâ-i
kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmektir. Ebû Süfyan'm ticaretini
kurtarmadaki başarısı ne kadar büyük idiyse, Kureyş'le müslümanlar arasında
yapılan savaşta Kureyş'in yenilgisi de o kadar mühimdi. Müslümanların
nefislerine verilen bu ilâhi terbiye, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde en açık bir
şekilde kendisini gösteriyor: «Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak
sizin olduğunu va'd ediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulunmayanın,
kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk'ı açığa
vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu[10]
2- Kureyş
kervanının, müslümanlardan uzaklaşmasından sonra, karşılarına baştan aşağı
silâhlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Resûlullah'm, bu durumu,
ashâbıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz
vakit, iki şer'i işareti öğreniyoruz. İkisinin de önemi pek büyük:
Birinci işaret:
Resûlullah'm ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edînmesidir. O'nun
hayatının hangi dönemine bakarsak bakalım; siyasetti şer'iyye ve tedbirle
alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur'an'dan bir nass bulunmayan her işte, bu
prensibe sarıldığını görüyoruz. Bunun iç!n müslümanlar, teşrii bir esas olarak,
hakkında kitab veya sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, şûranın kaçınılmazlığı
üzerinde ittifak etmişlerdir. Hakkında Kitab'tan bir nass veya hükmünü
Resûlullah'm te'kid ettiği, sünnetinden bir hadis bulunan konulara gelince; o
konuda şûra caiz değildir. Ayrıca onun üzerinde herhangi bir karar verilmesi de
gereksizdir.
İkinci işaret:
Müslümanlarla, gayr-i müslimler arasında meydana gelen anlaşma, barış ve savaş
gibi konuların «Siyâset-i Şer'iyye» denilen veya bazılarının «Hükmü 1-İmamet»
adını verdiği bölüme girdiğine işaret. Bunun açıklaması şudur: Asıl olması
yönünden, cihad farzının meşruiyeti; herhangi bir neshe veya tebdile imkân
tanımayan, tebliği bir hükümdür. Nitekim sulh ve anlaşmaların meşruiyetinin
aslı sabittir ki; iptali veya tslâm şeriatı hükümlerinden tecrid edilmesi caiz
olmaz. Şu kadar var ki, bunun çeşitli tatbik şekilleri zaman, mekân ve
şartlara, müsîümanlann ve düşmanlarının durumlarına göre değişebilir. Bu
konuda en sağlam ölçü, yalnızca âdil ve dini bütün bir imamın fliderin)
basireti, dindeki samimiyeti ve ihlâsı ile birlikte dini hükümlerde derin
bilgisine bağlı siyâseti, özel garazının bulunmaması, müslümanlarla müşavereye
ve onların değişik görüşlerinden ve bilgilerinden istifade etmeye önem
vermesidir...
islâm Devlet başkanı;
düşmanlarla savaşmamayı müslümanîar için daha hayırlı görüp; görüşünün
doğruluğunu müzakere ve müşavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar
gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu
barışın şer'i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başkanı,
uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse halkını savaşa ve
savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.
Resûlullah (s.a.v.)'ın
hayatından birçok olayların delâlet ettiği ve bütün fakihlerin de üzerinde
ittifak ettiği görüş budur. Çok nadir de olsa, müslümanlara kendi yurtlarında
ve memleketlerinde, düşman aniden saldırıya geçtiği takdirde, şartlar ve
vasıtalar ne olursa olsun, müslümanların kuvvet kullanarak savunmaya geçmeleri
farzdır. Bu konudaki farziyet ve mükellefiyet, bütün müslüman erkek ve kadınlara
şâmildir...
Fukahânın tümünün
üzerinde ittifak ettiği gerçek şudur ki, şûra meşrudur. Fakat şart değildir.
Yâni müslüman bir hâkimin (komutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan
yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile,
ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir. Kurtubî bu konuda diyor
ki: «İstişare eden kişi, görüşlerin
ihtilâfında bakar; eğer mümkün-ise onlardan Kitab ve Sünnet*e en yakın olanını
araştırır. Bunun üzerine, onu Allahü Teâlâ o görüşlerden beğendiği birine
iletirse;-hemen ona kararım verir ve Allah'a tevekkül ederek, o görüşü uygular[11]».
3- Şübhe
yoktur ki araştırmacı şunu soracaktır: Niçin Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve
Hz. Mikdâd'ın (r.â.) cevabı Resûlullah'ın gönlünde yeter miktarda
itmi'nan uyandırmadı? Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı Ensâr'm yüzüne
bakıyordu? Nihayet Sa'd b'n Muâz konuşunca, Resûlullah'ın gönlü rahatladı ve
huzura kavuştu?..
Cevab:
Gerçekten Resûlullah (s.a.v.) bu konuda özellikle Ensâr'm fikrini öğrenmek
istiyordu. Bakıyordu ki, onlar hüküm ve kararlarında; Resûlullah ile kendi
aralarında yapılmış olan anlaşmadan ayrılacaklar mı? Çünkü o anlaşma, uyulması
gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı
gibi Medine'nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve
kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu. Yoksa onlar Cenâb-ı Hak'la birlikte
yaptıkları büyük anlaşmadan ve îslâmî hükümlerden ayrılacaklar mı? Bu takdirde
de, bu anlaşmaya göre onlardan emin olması Hz. Peygamberin hakkıydı. Bu
muahedenin hukukuna riâyet etmeleri ve tüm sorumluluklarını yerine getirmeleri
de onların ödeviydi.
Sa'd b. Muaz'ın
verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr'ın Hicret'ten önce,
Mekke'de Resûlullah ile yaptıkları sözleşme, Allah ile yapılan sözleşmeden
başkası değildir. Ensâr-ı Kiram, Resûlullah kendi yanlarına hicret ettiği zaman
onu korumayı kendilerine ödev kabul ederlerken, Allah'ın dinini ve şeriatını
savunmayı da düşündüler. Buradaki problem, onların Resûlullah ile birlikte
üzerinde anlaştıkları muayyen maddeler mes'elesi değildir. Halbuki onlar bundan
ötesini üstlenmeyi istemiyorlar. Ama asıl mes'-ele şudur: Onlar bundan dolayı.,
Yüce Allah'ın sözünü de içirte alan büyük bir riskin altına girmişlerdi. Ayet
şöyle: «Şübhesiz kî Allah, hak yolunda (muharebe ederek, düşmanları) öldürmekte
ve kendileri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını -kendilerine
Cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır[12]».
Bunun için Sa'd bin
Muâz (r.a.)'ın cevabi: «Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin
şeyin de Hak ve gerçek olfluğuna şehadet ettik. Biz bu hususta, dinlemek ve
itaat etmek üzerfe, sana kesin sözler de verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz
seninle beraberiz...» Yâni biz seninle birlikte yürüyoruz. Akabe blatmda hep
bir-. Hkte üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerden daha büyük olan muahedeye
uyacağız, şeklinde olmuştu.
4- Devlet
başkanı ve komutanın cihad'da ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri
karakollardan yararlanması, müslüm ani arın da düşmanlarının stratejisini ve
durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için,
düşmanların arasına casuslar salması caizdir. Yine bu hususta daha başka
yollan ve vasıtaları bulup kullanması da onlar için caiz olur. Ancak şu şartla
ki, bu yol ve vasıta, düşmanın durumunu öğrenme maslahatından daha önemli olan
bir başka maslahata zarar verecek şekilde olmasın... Belki bu vasıta ve yol sır
saklamayı veya tuzak kurma türlerinden birini ya da hiyle yapmayı gerekli
kılabilir. Bunların hepsi, müslüman-lann maslahatı ve korunması için elzem
vasıta olması hasebiyle, güzel ve meşrudur...
Siyret kitablarında
şöyle bir rivayet bulunmaktadır:
Resûlullah Efendimiz,
Bedir yakınında konakladıkları vakit, ashabından bir adamla birlikte etrafı
dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed, Ashabı
ve Kureyş hakkında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu
bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine,
Resûlullah (s.a.v.): «Sen bize soracaklarımız hakkında bilgi ver. Biz de sana
kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu, thtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?»
dey.nce, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar
müşriklerin durumunu, duyduğu kadar da Hz. Peygamber'in ve ashabının durumunu
haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye
sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»damz» deyip adamdan uzaklaşırken, ihtiyar:
«Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.
5- Resûlullah'ın
tasarruflarının kısımları Resûlullah
(s.a.v.), konakladığı yerin durumu hakkında, Hab-bâb bin Münzir'le
arasında geçen konuşma (gördüğüm gibi, o isnadı sahih bir hadîstir) bize gösteriyor ki, Hz.
Peygamber'in tasarruflarının
hepsi teşri nev'inden değildir. Aksine Resûlullah da birçok zamanlarda herkesin
düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir beşer olması hasebiyle, birtakım
tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla
yükümlü değiliz. Bu savaşta kendisinin seçtiği yere konaklaması da bu tür bir
tasarruftur. Ama Habbâb bin Münzir'in orduyu başka bir yere nakletmesini nasıl
tavsiye ettiğini ve Resûlullah
(s.a.v.)'in da buna nasıl muvafakat ettiğini görmüştük, tşte bu,
Resûlullah'ın bu yeri seçişinin Allah katından gelen bir vahiy sebebiyle olmadığını,
Habbâb (r.a.) kesin olarak
öğrendikten sonra olmuştur. Resûlullah'ın siyâset-i şer'-iyye grubuna giren
tasarrufları çoktur. Resûlullah'ın yaptığı bu tasarruflar, kendisinin
Allah'tan aldıklarını tebliğ eden bir peygamber olması cihetinden değil de,
imam ve devlet başkanı olması yönün-dendir. Onun askeri tedbirleri, bağış ve
ihsanları da çoktur. Bu konunun, enine boyuna açıklamasını fukahâ yapmıştır.
Onları burada sayıp dökmeye imkân yoktur.
6- Allah'a
yalvarıp, yakarmanın önemi ve Ondan çokça yardım isteme: Resûlullah'ın
ashabını, zaferin kendilerine âit olduğuna nasıl inandırdığım görmüştük. Halka
Peygamberimiz (s.a.v.) : «Burası falanın vurulup düşeceği yer.» diye
buyurarak, arazide çeşitli yerleri işaret etmişti. Hakikaten bu durum onun
haber verdiği gibi gerçekleşmişti. Sahih hadîs-i şerifte de vârid olduğu gibi
onlardan hiçbiri; Peygamberimizin elini koyduğu yerin ne ilerisinde, ne de
gerisinde; fakat tam gösterdiği yerlere düştüler...
Bununla beraber biz
Hz. Peygamber'in; kendisi için yapılmış
gölgeliğin içinde Cuma
gecesi boyunca duâ edip; yalvararak Allah'a sığındığını; avuçlarım semaya
açarak Allah'ın kendisine va'dettiği zaferi vermesini istediğini, (ellerini
fazla kaldırdığından) sırtından ridâsının düştüğünü; Hz. Ebû Bekir'in kendisine
acıyarak yanına sokulup: «Yâ Hesûlâllah! Rab bina niyaz ettiğin yetişir artık!
Hakikaten Allah sana olan va'dini yerine getirecektir»» dediğini ve yanından
hiç ayrılmadığını görmüştük. Resûlullah (s.a.v.), bazılarının vurulup
düşecekleri yerleri eliyle gösterdiği ve: «Vallahi ben sanki Kureyş
müşriklerinin harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları
görüyor gibiyim» diyecek derecede emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve
yakarışlar da niçin?
Cevab: Hz.
Peygamber'in zafere olan imanı ve itmi'nanı, ancak Allah'ın, Resulüne yaptığı
va'dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Allah'ın kendi va'dmden dönmeyeceğinde
şübhe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.
Duâ ve yalvarıştaki
istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan
o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.
Zafer - sebebler ve
vasıtalar ne kadar bol olursa olsun - ancak^ Allah katındandır ve O'nun
tevfikiyledir. Halbuki Allah CAzze ve Celle) bizden istek ve arzumuzla kul
olmamızdan başka birşey istemiyor. Allah'a yaklaşmış olan hiçbir kul, kulluk
sıfatından daha büyük bir sıfatla Allah'a yaklaşmamıştır. Hiçbir insan da,
hiçbir vasıtayla Allah indinde duasının kabulü ve kendisinin makbuliyet kazanmasını,
tezellül ve tazarru ile Allah'a yakarışı kadar sağlam bir yolla elde etmiş
olamaz.
Şu dünya hayatında
insant tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler,
insanın Allah'a yönelmesi, zayıflığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun
önünde itiraf etmesi her türlü belâ ve fitnelerden O'na sığınmasını
gerektirir. Kendisine kulluğunu hatırlatan, düşünce ve umutlarını Allah'ın
yüceliğine ve kudretinin enginliğine çeviren bu sebeb ve âmillerdir... în-san
kendi hayatında bu hakıkata karşı uyanık olduğu ve gidişatını onunla
renklendirdiği zaman Allah'ın kendi kullarına ta'yin ettiği sınıra ve hedefe
varmış olur.
Resûlullah'ın, zafer
vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz
örneğini gördüğümüz bu ubû-diyyet (kulluk'un) karşılığı, bu savaştaki ilâhî
desteğin hak edilmesidir. Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak
şöyle buyuruyor ;
«Hani Rabbinizin
yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size birbiri peşinden bin tane melekle
yardım ederim[13]» diye cevab vermişti.»
Hz. Peygamber (s.a.v.)
bu ubûdiyyet sebebiyle, zafere inanıyordu ve sonucun müslümanlarm lehine
olacağından emin idi. Resû-lullah'm, gölgelikteki duruşunda tecelli eden bu
ubûdiyyeti ve bunun neticesini; Ebû Cehil'in: «Vallahi, Bedir'e varıp, orada
üç gün-kalarak develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip cariyelere şarkı
söyleterek eğlen m edikçe, geri dönmeyeceğiz. Başımıza birikecek olan Araplar,
bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık böylece hep bizden çekinirler»
deyişinde kendini gösteren şu azgınlık ve böbürlenme ile mukayese et.
Gerçekten, Allah'a kul
olmanın ve O'nun huzurunda eğilmenin sonucu, üstün haysiyet ve yüce bir şeref
olduğundandır ki, dünyanın tüm mağrur adamları o izzet ve şerefe boyun eğdiler.
Kibirlenme ve azgınlığın neticesi de, zillet ve helak oldu. Ehline .hazırlanmış
bir mezardı sonucu... Çünkü onlar, kendilerine mezar olan o yerde, şarap
içecekler ve şarkıcılar şarkı söyleyip onları eğ-lendirecekti... Sırf Allah
için yapılan kulluk, her ne zaman, azgınlık ve gururla çarpıştıysa, sürme tu
İlah böyle tecelli etmişti zaten...
7- Bedir
Gazvesinde Allah'ın melekleri yardıma göndermesi: Bedir Savaşı, sadık
mü'minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva
ediyor. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, müslümanlarm yardımına
gönderdi. Bu hakikat, sahih hadîslerin ve Kur'an'ın açık delaletiyle sabittir.
İbn Hişâm, Hz. Peygamber'in gölgelikte bir miktar uykuya daldığını ve sonra
uyanıp; «Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah'ın nusreti geldi. İşte Ceb-, râil, atının
yularından tutmuş, Nakve[14]'ye
doğru çekiypr» diye buyurduğunu rivayet ediyor. Buhârl bu hadisi buna yakın
bir lâfızla, rivayet etmiştir[15].
Meleklerin,
müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, onların kalblerini mücerred
tatminden ve Allah'tan fazlaca yardım istemelerine karşı,
moral vermekten ibarettir.
Onların, Allah yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla
birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan
insanların karşısına dikilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah
katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur. Bu hakikati
belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöyle
buyurmuştur: «Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kaîbleri-nizin yatışması
için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür,
hakîmdir[16]
8- Ölülerin
kabir hayatı:
Resûlullah (s.a.v.)'ın
kuyunun ağzında durup, müşriklerin ce-sedlerine seslenmesinde, canları çıktığı
halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer (r.a.)'e verdiği cevabta, ölü
için hakikatim ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına,
ölülerin ruhlarının kendi cesedleri etrafında devamlı döndüğüne açık İşaret ve
delil vardır. Kabir azabının ve ni'metinin mânâsı da buradan anlaşılabilir. Şu
kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünyevi idrâklerimiz ve akıllarımızla
tesbit edilemeyen ölçülere göre yaratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve
maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye
isimlendirilen şeylerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve
kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır.
9- Esirler
mes'elesi:
Resûlullah (s.a.v.)'ın
esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest
bırakılmalarına karar vermesi, daha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı
Resûlullah'ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi mes'elelerinden yürüyerek
denir ki; bütün bunlarda çok önemli hikmetler vardır :
a) Esirler
ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteriyor ki, Resûlullah'm içtihad
etme hakkı vardır. Bu görüşü benimseyenler -onlar usûl âlimlerinin cumhurudur-
Bedir esirleri mes'e-lesini buna delil göstermişlerdir. Resûlullah'ın içtihad
etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih
olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içti-hadlarını
tashih eden, Kur'an'dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet
inmemiş ise, bu durum Resûlullah'ın içtihadının Allah'ın ilmindeki gerçek
üzere vuku bulduğuna delil teşkil eder.
b) Bedir
savaşı, müslumanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda
savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın
ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet
ve mal çıkarılmak suretiyle denenmişlerdi. Yukarıda söylediğimiz gibi, Allah
müs-lümanları, zayıf hallerine rağmen savaş tecrübesine tâbi tutarak, hikmeti
gereği zaferi apaçık taddırarak gönüllerini yatıştırıp başarıya ulaştırmıştır.
Daha sonra da ilâhî hikmet, münasib bir vakit gelince, fakr ve ihtiyaçla
beraber mal ve ganimet de göstererek, ince terbiye metodlanyla onları denedi.
Bu savaşın peşinden, bu tecrübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti.
Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları
bırakıp kaçınca; bazı müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve
öbür-leriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Neredeyse
bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında ganimetin dağıtılması
hükmü henüz gelmemişti. Resûlullah'a bu durumu soruyorlar ve bu konuda
anlaşmazlıklarını Resûlullah'a kadar götürüyorlardı. îşte o zaman şu âyet-i
kerimeler indi: «Ey Resulüm! Sana ganimetlere dair soru soruyorlar. De ki,
«Ganimetler, Allah'a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah'tan sakının.
Aranızdaki münâsebetleri düzeltin. Allah'a ve Peygamberine itaat edin.
tnanan-lar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalbleri titrer»
âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabîerine
güvenirler...[17]».
Okuyucu da görüyor ki,
bu iki âyette, onların sorularının cevabını taşımıyor. Bilâkis bu âyetler,
onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü enfâl (ganimetler) onlardan birine âit
değildir. Aksine o, Allah'a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey
aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah'a
itaat, yasaklarından da sakınmaktır, tşte onların ödevi budur. Ama mal ve dünya
konusuna gelince; her ikisinde de Allah'a güvenmelidirler. Müslümanlar, şu iki
âyetin işaretine yönelip, kavgaya düştükleri konudan dikkatlerini
uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâfa düştükleri ganimetlerin savaşçılar
arasında nasıl taksim edileceği mes'elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı
âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarmın en
çarpıcısıdır.
İkinci olay da şudur:
Resûlullah (s.a.v.) esirler konusunu as-hâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri,
esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara
karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te'min umuduydu.
Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke'de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile
dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bii nov'i tazminat almış olacaklardı.
Resûlullah'm gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne
kadar şefkatli olduğunu gösterir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine
giderken, Resûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya
kaldırmıştı. Muhacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri
gözüküyordu. îş-te o vakit Resûlullah, Allah'a şöyle niyazda bulundu:
«Allah'ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları
giydir. Açtırlar, sen onları doyur[18]».
Fakat ilâhî kader, şartlar ve durum nasıl
olursa olsun, yalnızca dini düşünce esasına dayanan yüce dâvadaki karar için,
müs-lümanların mala ve paraya bakışlarını bir ölçü veya ölçünün bir parçası
yapmalarına izin vermedi. Çünkü onlar bu tür bir tecrübe ile ilk defa karşı
karşıya geldiklerinden; bu görüş üzere bırakılmış olsalardı, bu görüş sürekli
bir kaide haline gelirdi. Böyle olunca da, çeşitli dünyevi maksadlardan
herhangi birşeyin ulaşamayacağı bir yücelikte kalması gereken bu gibi hüküm ve
kararlan, maddî nazarla görme alışkanlığı sürer giderdi. Dünyanın arkasından
koşarak giden ve dünyanın zevkine ve tadına dalan kişilerin, artık ondan
vazgeçmesi ve nefsini onun zevkinden alıkoyması çok zor olurdu...
Müslim, Hz. Öber bin
el-Hattâb (r.a.î'ın şöyle dediğini nakleder:
Bedir esirlerinin
kurtuluş fidyesi ödemeleri kararlaştırıldıktan sonra, Resûlullah'ın huzuruna
girdim. Bir de ne göreyim; Resûlullah (s.a.v.), Ebû Bekir'le birlikte oturmuş
ağlıyorlar. «Yâ Resûlal-lah, seni ve arkadaşını ağlatan hâl nedir, bana haber
ver de, ağlanacak bir durum bulursam, ben de ağlarım. Ağlanacak bir durum
bulamazsam, ikinizin ağlamasına katılırım» dedim. Resûlullah (s.a.v.): «Senin
arkadaşların esirlerden fidye alınmasını bana tavsiye ettiklerinden ötürü,
uğrayacağınız azabın, şu ağaç (Resûlullah'ın yanıbaşında bulunan bir ağaç) tan
daha yakın olduğu bana gösterildi. Yüce Allah, «Hiçbir peygamberin, bulunduğu
yerde düşmanlarını ağır bir mağlûbiyete uğratıp, kımıldanamaz bir hale getirmedikçe
onlardan esirler alması lâyık ve vâki değildir» âyetinden, «...Artık,
aldığınız o ganimetlerden helâl ve temiz olarak yiyiniz. Allah'tan korkunuz.
Şübhe yok ki, Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir» âyetine kadar indirdiği
âyetlerde buna işaret buyurdu[19]»
dedi[20]...
İbn tshâk naklediyor:
Benî Kaynuka olayı
şöyle olmuştur: Re sulu Hah (s.a.v.) onları, Kaynuka oğulları pazarında
topladı. Sonra onlara: «Ey Yahudi topluluğu! Siz, Allah tarafından Kureyş'in
uğradığı azab gibi bir azaba uğramaktan korkunuz ve Müslüman olunuz! İyi
bilirsiniz ki, ben Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bunu da kitabınız
(Tevrat)'ta ve Allah'ın size olan ahdinde buluyorsunuz» dedi. Bunun üzerine
Kaynuka yahucLleri:
«—Yâ Muhammedi
Çarpışmayı bilmez, dağınık görüşlü bir kavimle karşılaşıp onları ezmek fırsatını
bulman seni aldatmasın! Sen bizi kendi kavmin gibi mi görüyorsun? Eğer bizimle
çarpışacak olursan, nasıl adamlar olduğumuzu o zaman anlarsın» dediler.
İbn Hişâm'ın Abdullah
bin Ca'fer'den, onun da Ebû Avâne'den rivayetine göre:
Bir Müslüman Arap kadını
bazı şeyler satmak üzere, Kaynuka oğullan pazarına gidip, satacağını sattıktan
sonra, bir kuyumcunun dükkânına oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadının
yüzünü açmak istedilerse de, kadın buna diretti. Kuyumcu, kadıncağızın elbisesinin
arka eteğini sırtına iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca edeb yeri göründü.
Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın feryâd etti. O sırada oralarda bulunan
müslümanlardan birisi, Yahudi kuyumcunun üzerine atılıp, onu öldürdü.
Yahudiler de toplanıp müslüma-nı öldürdüler. Öldürülen müslümamn ailesi de,
yahudilere karşı, müslümanlardan imdad istedi. Müslümanlar yahudilere karşı öfkelendiler.
Bu yüzden Kaynuka oğulları yahudileri ile Müslümanlar arasında husûmet başladı.
Resûlullah ile aralarında bulunan anlaşmayı bozan yahudilerin ilki bunlar oldu[21].
Taberi ile Vâkıdi'nin
rivayetlerine göre, bu olay Hicret'in ikinci yılında, Şevval ayının ortasında
oldu[22].
Bunun üzerine,
Resûlullah (s.a.v.), Kaynuka oğullarını bir müddet kuşatma altında tuttu.
Sonunda Resûlullah'ın kararına boyun eğdiler. O sırada Abdullah bin Ubey bin
Selûl, Resûlullah'a baş vurarak: «Yâ Muhammedi Benim müttefiklerime Ve
dostlarıma iyilikte bulun!» dedi. Peygamberimiz ona yüz vermedi. Abdullah bin
Ubey bin Selûl, elini Resûlullah'ın gömleğinin yakasından içeri soktu. Hz.
Peygamber (s.a.v.) öfkelendi ve orada bulunanlar, Resûlullah'ın yüzünde
kızgınlık belirtilerini gördüler. Peygamberimiz, onun bu küstahça davranışına
karşı: «Yazıklar olsun sana, bırak yakamı» dedi. O da: Bırakmam vallahi! Beni
Kızıl ve Karalara karşı koruyan şu üçyüz zırhlı, dörtyüz zırhsız kişileri, bir
sabahta kılıçtan mı geçirmek istiyorsun? Vallahi ben bu kadar insanların
yüzünden felâketin aleyhe dönebileceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah da:
«Onları sana bağışladım. Onlara, Medine'den çıkmalarını ve civarında bile
kalmamalarını söyle!» diye buyurdu. Bunun üzerine yahudiler çıkıp, Şam
Ezraatı'na gittiler. Çoğunluğu orada helak oldu.
Abdullah bin Ubey
gibi, Ubâde bin Sâmit de bu yahudüer ile müttefik idi. Hemen Resûlullah'a koşup: «Yâ Resûlâllah! Ben, Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri dost
edindim, Şu kâfirlerin ittifakından ve dostluğundan uzaklaştım», dedi.
Abdullah bin Ubey bin
Selûl ile Ubâde bin Sâmit hakkında şu aşağıdaki âyetler indi:
«Ey iman edenler!
Yahudileri de, hıristiyanları da kendinize dost edinmeyiniz! Onlar ancak
birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o onlardan
olur. Şübhe yok ki Allah, o zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz.
Yüreklerinde hastalık
bulunan kimselerin (devrin aleyhimize dönmesinden ve başımıza bir felâket
gelmesinden korkuyoruz!) diyerek, onların arasında (yardakçılık edip)
konuştuklarını görürsün. Umulur ki, Allah yakında o fethi veya kendi tarafından
bir emri ihsan ediverir de, onlar yüreklerinde gizledikleri şeye pişman olurlar.[23]
Bu olay, baştan sonuna
kadar, Yahudilerde bulunan, hıyanet ve döneklik huyunu sergiliyor. Etraflarında
komşu olan veya aralarına karışmış olan insanlara kötülük etmeden veya
hıyanette bulunmadan onlarla birlikte yaşamak, yahudilerin hoşuna gitmez. Yahudiler,
hıyanet için bütün yolları ve metodları kullanmakta en mükemmel istidada
sahiptirler. Biz, bu olayın genişçe açıklamasını araştırırken birçok dersleri
ve prensipleri çıkaracağız. Onları aşağıda şöyle özetliyoruz:
1- Müslüman
kadının örtüsü:
Gördük ki bu hâdisenin
sebebi, yahudilerin, Müslüman Arap kadınının yüzünü açmak istemeleri idi. Bu
olay, Müslüman kadının kendi özel bir işini görmek için Yahudi çarşısına
girdiği vakit olmuştu. İbn Hişâm'ın naklettiği bu sebeb ile diğer seyircilerin
rivayeti arasında tezad yoktur. Çünkü bu ikincilere göre, müslüman-lann Bedir
savaşında kazandıkları zaferi, yahudiler çekemediğinden bu tür taşkınlıklara
girişmişlerdi. Yahudilerin, Peygamberimize: «Eğer bizimle çarpışacak olursan,
bizim nasıl adamlar olduğumuzu sen o zaman anlarsın» diye sarfettiklen sözler,
onların kinini ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, iki sebeb de birlikte
vukubulmuş-tur. Onlardan biri
diğerini tamamlıyor. Çünkü,
yahudilerin sadece kinlerini
kelimelerde ve yüzlerinde açığa vurmasından dolayı, Resûlullah'ın aralarındaki
anlaşmayı bozması çok uzak bir düşüncedir. İbn Hişâm'm rivayetine göre,
bilâkis yahudilerin müslüman-lara karşı kötü davranmış olmaları gerekir...
Bu olay gösteriyor ki,
İslâm'ın kadına farz kıldığı örtünme, kadının yüzünü de içine almaktadır. Yok
eğer böyle olmasaydı, kadının yüzünü örterek yolda yürümesine herhangi bir
ihtiyaç kalmazdı. Müslüman kadının yüzünü örtmesi, kendisine emredilen dini
bir hükmü yerine getirme duygusuyla olmamış olsaydı, elbette yahudi-ler,
kendilerini bunu yapmaya iten birşey bulamazlardı. Çünkü ya-hudiler bununla,
kadındaki, açıkça görülen dini şuuru rencide etmek istediler.
Denilebilir ki, îbn
Hişâm'ın rivayetinde tek kaldığı bu olayda biraz zayıflık vardır. Bu gibi bir
hükme, delil teşkil edecek kuvvette de değildir. Ancak buna şehadet edecek
diğer sahih hadîsler çoktur. Onları tenkid etmeye de imkân yoktur.
Buhârİ'nin Hz. Âişe
(r.aJ'den, ihrama giren kişinin giyeceği elbise bahsinde rivayet ettiği şu söz
bunlardan biridir. Hz. Âişe şöyle demiştir: «îhrama giren kadın ağzını burnunu
örtemez, yüzünü peçe vs. ile örtemez, Za'feran veya Vers sürülmüş elbise de
giyemez.» Bunun bir benzerini de tmam Mâlik; Muvatta'ında Vâfi'den, o da
Abdullah bin Ömer'den rivayet etmiştir ki, ihramlı kadın yüzünü peçe ile
örtemez, eldiven giyemez[24]..
Kadının, hacda ihram
esnasında yüzünü yaşmaklaması veya peçe takmasının yasaklanmasının anlamı
nedir? Bu yasak, erkeğe değil de, niçin özellikle kdına konulmuştur? Bu
yasağın, o zaman Müslüman kadının yüzünü peçe ile kapamasından ve
yaşmaklamasından dolayı meydana geldiğinde şübhe yoktur. Öyle ise var olan bu
hüküm, hacda bu istisnayı gerekli kıldı.
Müslim'in ve diğer
hadis imamlarının rivayet ettiği Fâtıma bin-ti Kays hadîsi de yine bunlardan
biridir. Fâtıma binti Kays'ı kocası boşamıştı. Boşama işi kesinleşince,
Resûlullah (s.a.v.) ona; Ümmü Şerîk'in evinde, iddetini beklemesini emretmişti.
Sonra Resûlullah (s.a.v.) ona haber göndererek; Ümmü Şerik'in evini ashabının
sık sık ziyaret ettiğini ona bildirdi. Ve ona, şöyle emretti: «Sen amcanın
oğlu İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddetini bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir
adamdır. Sen, başörtünü bıraktığın zaman o, seni görmez», buyurdu.
Bu hadîs, kadının
yüzünü ve vücudunun diğer kısımlarını, yabancı erkeklere karşı, setretmesinin
farz olduğuna delâlet etmesi cihetiyle vârid olmuştur.
Erkeğin, kadının
yüzüne bakmasının haram olmasına delâlet yönüne gelince; bu hususta da, birçok
hadis-i şerifler vârld olmuştur :
imam Ahmed'in, Ebû
Dâvud ve Tirmizî'nin de Berire'den rivayet ettiği hadis-i şerif bunlardandır.
Berire demiştir ki; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: -— Yâ Ali!
Bir bakıştan sonra tekrar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de,
ikincisi değildir.» Yine Buhâri bu konuda İbn Abbâs'tan şunu rivayet eder:
«Resûlullah (s.a.v.) kurban gününde, Minâ'da Fadl bin Abbas'ı bineğinin
arkasına almıştı. Bu esnada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın
Resûlullah'a fetva sormak için gelmişti. Fadl bin Abbas bu kadına bakmaya
başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Fadl'ın çenesinden tutup, kadına
bakmasın diye yüzünü başka tarafa çevirdi».
Oukuyucu, bu
hadislerde iki yasağın biraraya geldiğini görüyor: Biri, kadının yabancı
erkekler karşısında yüzünü veya vücudunun bir başka yerini açmasının yasak
oluşu. Diğeri ise; erkeğin kadına bakmasının yasak oluşu... Bu hadislerde,
kadının yüzünün yabancı erkekler karşısında avret (kapanması gereken yer)
olduğuna delâlet vardır. Ancak, öğrenme, şahidlik, tedavi zarureti g bi özel
durumlar bundan müstesnadır.
Kadının yüzünün ve
ellerim avret olmadığı görüşüne sahib olan mezheb imamlarına göre, onları
örtmek vâcib değildir. O imamlar, bunun aksine delâlet eden yukarıdaki hadis-i
şeriflerin, vücûb değil de mendûb olduğuna hamlettiler. Şu kadar var ki; bütün
imamlar, kadının vücudundan herhangi bir yere şehvetle bakmanın caiz
olmadığında, günah işlemenin yaygınlaşıp, kadına bakan fûsık-ların ve kötü
niyetlilerin çoğunluğu teşkil ettiği zaman ve zuminde, kadının yüzünü
örtmesinin vâcib olduğunda ittifak etm şlerdir.
Bugünkü müslümanların
durumu : Fısk u fücurun, kötü ahlâk ve terbiyenin yaygınlaştığı gözönündc
bulundurulunca; bu durumda, kadının yüzünü açmasının caiz olduğunu söylemeye
imkân bulunmadığı anlaşılmış olur... Hakikaten bugün İslâm toplumunun gösterdiği
bu tehlikeli düşüş karşısında müslümanlara şu yaraşın Bu tehlikeli dönemi
atlatıncaya, dizginleri kend: ellerine alıncaya kadar, daha dikkatli
yürümeleri, daha tedbiri elmaları,..
Kısa bir ifadeyle
deriz ki, genel bir Islâmi program dahilinde tutacak, meşru hududu aşmaktan ve
ölçüyü kaçırmaktan alıkoyacak, dun ve içt mai bir akım icad edilmediği sürece;
dinî ruhsatlara yönelmek k'^uun ayağını kaydırır, vacibleri terk ve herşeyi
mubah görmeye goturur
Bir kısım insanların
şu anlayışı ne kadar da tuhaftır: Bunlar koylaştırma ve hafifletme makamında,
«zamanın değişmesiyle hükümler de değişir» kaidesine tutunarak vacibleri mubah
kılmaktadırlar. Fakat bunun aksine b.r durum olunca da, bu kaidenin mutlak
olduğunu düşünmüyorlar. Halbuki ben, içinde bulnuduğumuz dönemin gereklerine
bakarak yürürken, daha çok sakınmayı ve Allah müslumanlara, istenilen Islâmî
toplumu hazırlayıncaya kadar, çok daha ölçülü yürümenin gerektiğine inanıyorum.
Sürçmenin çok olduğu bu döneme bakarak kadının yüzünü örtme zaruretinde, zamanın
değişmesiyle hükümleri değiştiren zarureti gösterecek b!r örnek de
bulamıyorum...
2- Benî
Kaynuka yahudileri yüzünden çıkan bu hâdise, onların müslumanlara karşı
kalblerinde bulunan gizli kine işaret ediyor. Fakat yahudilerin, müslumanlara
karşı olan kinlerini gzleme-yi ve hilelerini saklamayı başardıkları bu üç yıl
süresince, neden bu kinin belirtileri ortaya çıkmakta gecikti?
Cevab:
Onların duygularını alevlendiren, içlerinde bulunan gizli kini ortaya çıkaran
asıl sebeb müslümanların Bedir savaşında elde ettikleri zaferdir. Bu zafer
yahudilerin hiç beklemedikleri bir sonuçtu. Böyle olunca da, içlerinde
taşıdıkları kin ve öfke onları sıkmaya başladı ve başvurdukları bu gibi şeylerle
hasetlerini ortaya koymaktan başka bir yol bulamadılar. Nihayet onların kinleri,
müslümanların Bedir'de elde ettikleri parlak zaferi müteakip ortaya attıkları
sözlerde ve yorumlarda açık bir şekilde kendini gösterdi...
îbn Cerîr, Medine
yahudilerinden biri olan Mâlik bin Sayf'ın Bedir dönüşünde, bir kısım
müslumanlara şöyle dediğini rivayet eder: «Savaşmayı bilmeyen bir Kureyş
topluluğu ile karşılaşmanız sizi aldatmasın. Şayet biz, sizin aleyhinize
aldığımız kararı uygulama alanına koysak, bizimle savaşmaya gücünüz yetmez.»
Eğer yahudiler,
müslümanlarla kendileri aralarında bulunan anlaşma ve sözleşmelere saygı
gösterselerdi, elbette müslümanlardan onlara bir kötülük gelmez, onları
evlerinde ve yurtlarında rahatsız edecek bir kimse de çıkmazdı. Ancak onlar,
şerre rızâ gösterdiler. Böylece de şer, dönüp dolaştı kendi başlarına geldi.
3- İslâm'da
münâfık'a yapılan muamele :
Bu olay ve bunun
ardından, Abdullah bin Ubey'in gördüğümüz şekliyle yahudileri savunması olayı,
bu adamın münafıklık halinden hiçbir şeyi hemen hemen gizli bırakmıyor. Onun
bu durumundan anlaşılıyor ki, bu adam, islâm'a nifak sokmak istiyor, kalbinin
derinliklerinde İslâm'a ve müslümanlara yalnızca kötülük besliyordu.
Ancak Resûlullah
ts.a.v.) buna rağmen ona bir Müslüman muamelesi yapıyordu. Onun hukukunu
çiğnemiyor, ona verdiği sözden asla caymıyordu. Resûlullah (s.a.v.) hiçbir
zaman ona bir müşrik veya bir mürted ya da müslümanhğında yalancı bir kişi
muamelesi yapmadı. Israr ettiği ve çok yalvardığı hususlarda Resûlullah, onun bu
arzularını yerine getirdi.
Bu olay - bütün
âlimlerin ittifak ettiği gibi - bir münafığa, şu dünyada müslümanlann bir
müslümanmış gibi davranmaları gerektiğine işaret ediyor. Bir münafığın
münafıklığı kesin olsa bile yine de böyle muamele görür. Bunun sebebi, îslâmî
hükümlerin iki yönden oluşmasıdır. Biri bu dünyada uygulanma yönü. Müslümanlar,
kendi aralarında ve kendi toplumlarında bunu tatbik etmekle mükelleftirler.
Bunun denetiminin, halife veya devlet başkanı üzerine alır. Diğer yönü ise
âhirette tatbik edilenidir ki, o da sadece Allah'a kalmıştır.
Birincisi dünyevi
olup, maddi ve duyularla anlaşılabilen kazi deliller üzerine kurulur. Çünkü bu
hükümlerin neticelerinden yalnızca zahirin icabı ne ise o yapılır. Bu işte
vicdani delillerin ve istintaç edilen karinelerin hiçbiri etkisi yoktur.
İkincisi ise, vicdani
kanaatlere dayanır. Bu konudaki karar Allah'a havale edilir. Bu kaideyi
belirtmek maksadıyla Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Şimdi biz,
amellerinizin bize görünen yanıyla sizi değeıiend'riyoruz.» Bu hadisi Buharı
rivayet etmiştir. Yine Resûlullah (s.a.v.), Buhârİ ile Müslim'in rivayet
ettiği hadîste şöyle buyurur: «Sizler dâvalarınızı bana arzediyorsunuz. Bazınız
(haksız iken) hüccetini daha düzgün ifadelere göre (doğru zannederek) onun
lehine hükmedebilirim. Binâenaleyh kimin lehine, bir Müslüman kardeşinin hakkı
ile hükmetmiş isem, sakın bu hakkı üzerine almasın. Ancak o, ateşten bir
parçadır.»
Bu kaidenin meşru
kılımşındaki hikmet; insanlar arasında, adaletin, tam bir güven içinde,
oyuncak haline getirilmeden ve haklar ihlâl edilmeden icra edilmesidir. Çünkü,
bazan bir kısım hâkimler,
nefsanî ve şahsî
içtihadlarına kapılarak, bazı kişilere
haksız yere zarar verme yolunu tutabilirler.
Bu şer'i kaidenin
uygulaması olarak; Resûlullah (s.a.v.), münafıkların içlerinde gizledikleri ve
görünürde bulunan birçok hallerini bilmesine ve Allah katından kendisine
vahiyle bildirilmesine rağmen, münafıklara ahkâm-ı şeY'iyyede hiçbir ayırım
yapmadan; müs-lümanlara yaptığı muamelenin aynisini yapıyordu...
Bu durum,
müslümanlann, münafıklara karşı daima dikkatli olmalarına ve onların
davranışları karşısında tam b.r uyanıklık içinde bulunmalarına aykırı değildir.
Bu, her yerde ve her zamanda müslümanlann başta gelen ödevlerindendir. [25]
Biz bu hâdisenin
teşriî sonucu hakkında (ki, o da, bu olayı açıklamak için inen Kur'an
âyetleridir) düşündüğümüz zaman; herhangi bir Müslümanın, bir gayr-â müslimi
kendisine dost (yâni aralannda yardımlaşma ve dostluk mes'ûliyetinin müşterek
olduğu) bir arkadaş edinmesinin caiz olmadığını anlamış oluyoruz.
Müslümanlar arasında,
üzerinde ihtilâfa düşülmemiş İslâmİ hükümlerden biri de budur. Çünkü bu
konudaki sarih Kur'an âyetleri birçok yerde tekrar edilmiştir. Ayrıca bunları
tavzih eden hadis-i şerifler de mânevi tevatür derecesine ulaşıyor. Bu
delilleri burada serdetmeye imkân yoktur. Zaten onlar, herkes tarafından
bilinen, araştırmacıya gizli kalmayan şeylerdir.
Bu hükümden yalnızca
bir durum istisna edilmiştir. O da, müs-lümanların çok zayıf oluşları
sebebiyle, bu dostluğa mecbur bırakıldıkları
zamandır. Çok zayıf olmaları, jstemiyerek onları buna sev-keder. Cenâb-ı Hak,
bu konuda şöyle buyurarak izin vermiştir: «Mü'-minler, mü'minleri bırakıp da
kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah katında bir değeri
yoktur. Ancak onlardan gelebilecek bir
tehlikeden dolayı sakınmanız müstesnadır. Allah size asıl kendisinden korkmanızı
emreder. Nihayet gidiş
de ancak Allah'adır[26]».
Şurasını bilmemiz
gerekir ki, gayr-i müslimleri dost edinmeyi yasaklamak, onlara karşı kin
gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Zaten Müslümanın, insanlardan herhangi birine
karşı kin taşıması yasaklanmıştır. Yalnız burada, insanın herhangi bir kişiye
Allah için buğz etmesi Ue kin tutması arasında büyük bir farkın olduğunu bilmek
gerekir. Birincisinin kaynağı Allah'ın razı olmadığı bir mün-kerdir ki; Yüce
Allah'ın bir Müslümandan, onu işleyene karşı buğz etmesini istemesi kendi
hakkıdır. Ama ikincisinin kaynağı, kişinin amellerine ve davranışlarına
bakılmaksızın, bizzat kendi şahsıdır. İşte tsîâm bunu yasaklıyor.
Allah için
öfkelenmenin temelinde, öfkeyi hak etmiş bir kâÇi-re veya isyankâra karşı
acımanın etkisi vardır. Çünkü kendi nefsi için istediği şeyi bütün insanlığa da
istemesi, mü'minin şiarıdır. Bir mü'min, sadece kendi nefsini kıyamet azabından
kurtarma ve kendi nefsi için ebedi saadeti garanti etme gayret ve düşüncesinde
olmaz. Çünkü, mü'minin kâtirlere ve âsilere karşı öfkelenmesindeki etken,
yalnızca onlara acıması, onların nefislerini ebedi azaba; âhi-rette Allah'ın
azabına atmalarından duyduğu üzüntüsüdür. Aşikârdır ki, bu öfke herhangi bir
husustaki kinden dolayı olmamaktadır. Böyle olsa, mutluluğu ve iyiliği için,
babanın oğluna veya kardeşe kızması kin olurdu.
Bu durum, birçok
zamanlarda kâfirlere karşı muamelede katı davranmanın meşruiyetine aykırı
düşmez. Çok kerre, bu tür bir katı davranış, biricik ıslâh vesilesi olur, o da
şefkat ve merhamet için gerekli olan neticedir. Nitekim şâir şöyle diyor:
«Islâh olmaları için
sert davranmıştı.
O halde merhametli
kimse,
Acıdığı kişiye bazen
sert davransın.»
Böylece şunu da bilmek
gerekir ki; kâfirlerle dostluğun yasaklanması; onlarla müslümanların arasında
çıkan anlaşmazlıklar da, adalet prensibini uygulamada veya müslümanlarla
onların arasında yapılan anlaşmalara riayet hususunda, ihlâl edici davranışın
cevazını gerektirmez. Çünkü sürekli olarak adaletin uygulanması gerekir.
Allah için öfkelenme ve nefretin, adalet prensibinin uygulanması karşısında,
asla engel olarak dikilmemesi gerekir. Bu konuda, Ce-nâb-ı Hak : «Ey iman
edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahldHk edenler olunuz!
Bir topluluğa karşı olan öfkeniz, sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın!
Adaletli davranın ki, O, takvaya daha çok yakın olandır. Allah'tan korkun.
Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır[27]»
buyuruyor. Asıl
maksad, müslümanların gayr-i müslimlere karşı bir tek ümmet olduklarını
bilmektir. Nitekim önceki konularda açıklamasını yaptığımız
(BELGE: Hz. Peygamber'in Anayasası) bu hususu kaideleştirmişlir. Durum böyle
olunca, gayr-i müslimlerle dostluk ve kardeşliğin sınırlı olması gerekir. Ama
bütün insanlarla birlikte, gayr-i müslimlerle olan muamelelerde de, adalet
prensibinin hassas bir şekilde uygulanması gerekir. Ayrıca bütün insanlığın
hayrım istemek, tüm İnsanlara, kurtuluşa ermeleri ve doğru yolu bulmaları için
duâ etmek icabeder... [28]
Bedir savaşında sağ
kalan Kureyş ululan Bedir'de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar.
Resûlullah (s.a.v.)'a karşı savaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için
Ebû Süfyan'ın kervanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu
konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap kabileleri de
kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit,
erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlardan da büyük bir kalabalığın
yardımını istediler. Sayıları üç bin savaşçıya varan bir ordu ile Mekke'den
hareket ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) bu
haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve
savaşmak için Medine'nin dışına çıkmakla, Medine'de kalmak arasında muhayyer
bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine'ye girerse, orada savaşacaklardı.
Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine'den çıkmamaktı.
Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görüşün sahiplerinden idi.
Ancak Bedir'de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm'dan birçokları da
ikinci bir görüş olarak şehrin dışına çıkmayı arzu ettiler ve onlar
Resûlullah'a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar
ki, onlar bizim kendilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu
görüşün sahipleri Resûluîlah'i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun yanından
ayrılmadılar. Bunun 'üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine
girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah'a Medine'nin dışına çıkmak
için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini
zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına
gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoşlanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik!
Halbuki bu konuda bize herhangi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine'de kal!»
dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra
düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[29]»
dedi.
Sonra Resûlullah
Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Medine'den dışarı çıktı. Bu
hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl'in yedinci günü Cumartesi
olmuştu[30]. Hz.
Peygamber'in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların
başı Abdullah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte ordunun
üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah'ı kasde-dlyor) re'y ve
görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta
biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri
döndü.
Abdullah bin Haram
onların arkasından yetişerek, «Allah'ı severseniz, Resûlullah'ı yardımsız
bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de,
«Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit
(r.a.)'den şunu naklediyor:
Müslümanlar
kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler.
Bir grup, -onlarla savaşalım» derken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları»
diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk'ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar
hakkında - Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşağı
getirdiği halde - iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah'ın saptırdığını siz mi
doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için
hiçbir yol bulamazsın[31]».
Sahâbe-i Kirâm'dan
bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaşma sözleşmesi bulunduğu için
onlardan yardım istemeyi teklif ettiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk
ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[32]»
buyurdu.
Resûlullah ve Ashabı -
yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı - Uhud'da Şı'b vadisinde karargâh kurdu.
Müslümanlar Medine'yi karşılarına alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah
Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu
grubunu yerleştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr'i komutan ta'yin etti.
Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerinizi alınız.
Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görseniz de sakın, bize
katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini görseniz de, yine gelip bize
yardımcı olmayınız[33]»
dedi.
Râfi bin Hadx Semûre
bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki,
yaşları henüz onbeş idi. Resûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle
onları kabul etmedi. Resûlullah'a: «Ey Allah'ın Elçisi! Râfi gerçekten bir
okçudur» denilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar
Resûlullah'm yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi'yi yenerim» dedi. Bu sefer
Resûlullah (s.a.v.) ona da izin verdi.
Resûlullah (s.a.v.)
elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?»
diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlullah'm yanına gelerek: «Onun hakkını vermek
üzere ben alırım» dedi. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı
bir sarık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle
yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Allah onu bu gibi yerlerin
dışında sevmez[34]» buyurdu. Sonra Resûlullah
(s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Müşriklerin sağ kanadına
Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü'in oğlu tkrime kumanda ediyordu.
Artık insanlar
savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı.
Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başladıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle
karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin
Abdülmuttalib ve Mus'ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi.
Mus'ab bin Umeyr
(r.a.), Resûlullah (s.a.v.) 'in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin
Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen
müşriklerin saflarında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz
oldular ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. Onların
arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiriyorlar, mallarını da
yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın tepesindeki nöbetçi okçular, aşağı
inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu
savaşın sona erdiğini zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde
kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm'dan beş kişi ile birlikte şehid
oldu. îbn Hişâm'ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin
Seken idi. O da Resûlullah'm önünde yaralanıp yere düşünceye kadar savaştı.
Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız»
buyurarak, mübarek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah'm
ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti.
Sonra savaş iki taraf
arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar.
Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu.
Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus'ab bin
Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid
edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı
yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h'dlerden iki
kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur'an'dan en çok ezbere
bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber
(s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların
üzerlerine cenaze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle
defnedilmelerini emretti[35].
Yahudiler ve
münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinçlerini göstermeye başladılar.
Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşları, müslümanlara:
«Eğer siz beni
dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde
vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlullah ile ashabının arasını açmak için
çeşitli yolları denemeye başladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin
ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud
savaşında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân
süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü'minleri
savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erkenden evinden ve ailenden
ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor,
«Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi
öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü iseniz,
ölümü kendinizden savın[36]» âyetiyle
sona eriyor.
Resûlullah (sa.v.)
Cumartesi akşamı Uhud'dan geri döndü. As-hâbıyla birlikte geceyi Medine'de
geçirdi. Müslümanlar da geceyi, yaralarını tedavi etmekle geçirdiler.
Resûlullah (s.a.v.) Pazar günü sabah namazını kıldırınca Hz. Bılâl'e, bağırarak
şöyle söylemesini emretti: «Resûlullah (s.a.v.) size düşmanı takib etmenizi ve
dün savaşta bulunanların dışında kimsenin bizimle birlikte çıkmamasını
emrediyor1» Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz bağı çözülmemiş sancağını istedi. Onu
Hz. Ali'ye verdi. Müslümanlar aralarında yaralılar ve düşkünler olduğu halde
yola çıktılar. Ta, Hamrâu'l-Esed'e kadar gelip karargâhı kurdular Burası, Medine'ye on mil uzaklıktaki bir
yerdi. Müslümanlar burada büyük büyük ateşler yaktılar. Ta uzak yerlerden
görülsün ve sayılarının çok kalabalık olduğu sanılsın diye böyle yaptılar.
Ma'bed bin Ma'bed
el-Huzaî, - henüz o gün Huzaa müşriklerinden biri idi - yanlarından geçti.
Sonra onlardan uzaklaşıp aşarak müşriklerin yanına geldi. Müşrikler Uhud'da
kazandıkları başarının gururu, sevinci ve şamatası içinde idiler.
Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine'ye dönmeyi müzakere
ediyorlardı. Saf-van bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû
Süfyan, Ma'bed'I görünce: «Ey Ma'bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?»
diye sordu. O da: «Yazık size! Muhammed ile ashabı, şimdiye kadar bir benzeri
daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan
kızgınlıklarından dolayı ateş püskürü-yorlar! Onlarda size karşı bir benzeri
daha görülmemiş bir kızgınlık var!» dedi. Yüce Allah da bu sözlerle
müşriklerin kalblerine büyük b'.r korku düşürdü. Onlar da hemen Mekke'nin
yolunu tutarak, sür'atle kaçtılar. Resûlullah (s.a.v.), Hamrau'l-Esed'de
pazartesi, salı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine'ye döndü[37].
Uhud savaşı her
asırdaki müslümanlar için önemli dersleri ih tiva ediyor. Uhud savaşının,
açıkladığımız şekil üzere vuku bulmasının hikmeti şudur: Orada müslümanlara,
düşmanla yaptıkları savaşlarında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezjmet ve
dağılma tehlikelerinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler veriliyor.
Şimdi biz, bu büyük derslerin üzerinde durup sırayla düşünelim:
1- Yine
burada Resûlullâh'ın kendisi için edindiği bir prensip ortaya çıkıyor. O da
müşavere ve araştırmayı gerektiren her işte, ashâbıyla müşavereye
başvurmasıdır. Fakat biz burada, Bedir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede
göremediğimiz ayrı bir özellik üzerinde duracağız. Hz. Peygamber (s.a.v.),
Ashabın, görüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdirde
Medine'de kalmasını rica etmelerine rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını
giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dışına çıkmadan geri dönme
fikrine katılmadığını gördük. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) müşavere ânında
Medine'de kalma fikrine meylediyordu ve öyle görünüyordu.
Bundaki açık hikmet,
belki de; savaş için gerekli hazırlığı yaptıktan ve Resûlullah silâhını alıp
zırhını giymiş bir vaziyette, ashabının ve kavminin içinde göründükten sonra,
artık iş; yeniden münakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını gösteriyordu.
Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş kararlarında,
yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak onların yanına çıktıktan sonra
Resûlullah'ın, Medine dışına çıkmayı' ertelemesinden, bir irade zaafı ve
bocalama anlamı çıkacaktı. Bu ise çok kere anlamsız korku ve endişeden
kaynaklanıyor. Bunun i.in, Hz. Peygamber (s.a.v.) kavminin şamatasına ve kendi
aralarındaki ithamlara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile
onların sözüne: «Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan
onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[38] diye
cevab verdi...
2- Bu
savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı. Bu da tabiîdir. Hani bu savaş,
birçok gaye ve hikmetleri ihtiva etmektedir. En önemlilerinden biri de
mü'minleri, aralarına katılmış bulunan münafıklardan arındırmaktır. Bunun
arkasında da müslüman-lar için büyült faydalar vardır. Nitekim sonunda durum
onların yararına tecelli etmişti.
Abdullah bin Ubey bin
Selûl'ün, Medine'den çıktıktan sonra üç-yüz kişilik taraftarıyla birlikte,
Resûlullah ve ashabından nasıl ayrılıp gittiğini görmüştük. Kendi itirafına
göre bunun zahirdeki sebebi; Resûlullah (s.a.v.)'in, yalnızca toy
delikanlıların görüşünü alıp, kendi gibi yaşlılardan, düşünce ve kanaat sahibi
kişilerin görüşünü almayışıdır. Ancak için hakikatında kendisinin, mü'minlerin
yanında savaşmayı istememesi var. Çünkü o kendisini, tehlikeli ve meçhul
işlere atmayı arzu etmiyor... Münafıkların en bariz özelliklerinden biri de
işte bu: İslâm'ın helâl kıldığı ganimetleri almayı ama, bu uğurdaki zarar ve
yorgunluklardan uzak durmayı isterler!... Onların islâm'dan beklediği yalnızca
iki şeyden birisidir: Bekledikleri ganimeti almak, çekindikleri zorluk ve
meşakkattan kaçmak.
3- Hz.
Peygamber (s.a.v.), bu savaşta müslümanların sayısının azlığına rağmen, gayr-i
müsümlerden yardım istemeye razı olmadı. İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki rivayetine
göre, Resûlullah (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i şirkten birine karşı,
diğer ehl-i şirkten yardım istemeyiz[39]».
Müslim de şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlnilullah ts.a.v.) Bedir günü,
kendisiyle birlikte savaşmak için arkasından gelen bir adama: «Sen Allah'a
inanıyor musun?» diye sordu. O da: «Hayır», deyince, Resûlullah (s.a.v.) :
«Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem» buyurdu.
Ulemadan büyük bir
çoğunluk, buna binâen, savaşta kâfirlerden yardım istemenin caiz olmadığı
görüşünü benimsemişlerdir. Bu hususta Imâm-ı Şafii, bir ayırım yaparak şöyle
demiştir: «Devlet başkanı, kâfirin müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet
sahibi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç kâfirden yardım istemeyi
de gerekli kılıyorsa, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz'».
Bu görüşün bütün
deliller ve kaidelerle ittifak halinde olduğu muhtemeldir. Zira Hz.
Peygamber'in Huneyn günü, Safvan bin Ümey-ye'nin yardımını kabul ettiği rivayet
edilmiştir. Bu duruma göre, bu mes'ele, siyaset-i şer'iyye diye isimlendirilen
şeyler çerçevesine girmektedir. Resûlullah'ın Bedir ve Uhud'da yaptığıyla
Huneyn'de yaptığının arasındaki farkı, inşâallah münasip yerinde
açıklayacağız.
4- Üzerinde
düşünmeye değer hususlardan biri de Semûre bin Cündeb ile Râfi bin Hâdic'in
durumlarıdır. Halbuki her ikisi de henüz onbeş yaşlarım aşmamış çocuklardı.
Savaşa katılmak için, kendilerine izin vermesi için nasıl da gelip
Resûlullah'a yalvarıyorlar. Hangi savaşa? Ölümün kol gezdiği savaşa. Taraflar
arasında muvazenenin bulunmadığı bir savaşa. Müslümanların sayıları yediyü-zü
ğeçmiyorken kâfirlerin üç bin kişiyi aşan bir güce sahip olduğu savaşa...
Hakikaten, İslâm'a
fikri saldırıda bulunanların bazısı bu gibi olaylar üzerinde dururken-,
Arapların ardı arkası kesilmeyen harb-lerin gölgesinde yaşayan bir millet, yâni
savaş ortamında gelişmiş, varlığını sürdürmüş millet olduklarını sanmış; bunun
için de o savaşlara, onlara göre korkudan uzak ve bütünüyle benimsenen bir
durum olarak bakmışlardır. Bu son derece garib bir görüştür.
Şübhe yok ki bu
tahlili yapan kişiler; bu sözleri söylerken, hayret verici bir ısrar içinde-,
Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaşlarından üçyüz kişinin, sırf rahatları
ve savaşın doğuracağı tehlikelerden uzak kalmak niyeti, yâni korkudan ötürü
geri döndüklerini görmezlikten geliyorlar!.. Ve yine bu tahlilin sahipleri:
yaz sıcağının ortasında Medine'nin gölgesini, meyvalarını ve sularını tatmak
isteyen, «bu sıcakta savaşa çıkmayınız!» diyerek, Resûlullah'ın savaşa çıkma
çağrısından yüz çeviren bu münafıkların savaştan kaçışlarını da görmezler.
Müşriklerin sayılan kabarık, müslümanla-rın sayıları az ve kalblerine de korku
düşmüş olduğu halde, Bedir savaşında müşriklerin yenilgilerini de görmemezlikten
gelirler... Halbuki müşrikler de savaşların gölgesinde doğmuş, o çilelerle
bes-lenmş ve onların zorluklarını küçümsemiş olması gereken aynı Arap soyundan
idiler.
Apaçık bir olayın
vereceği hükmü kabulîenmcyip kaçırmak, insaflı bir kişi için oldukça zordur.
Şöyle ki: Bu gibi çocukların, ölümün üzerine doğru koşmalarındaki sır,
yalnızca kalbe kök salmış, üzerine de şiddetli bir peygamber sevgisi yerleşmiş
yüce bir iman duygusudur. Bu iman ve bu sevgi' nerede bulunursa; böyle yiğitlik
ve ölümün üzerine yürüme, orada kendini gösterir. Nerede, kalb-deki muhabbet
azalır, iman da zayıflarsa; hemen orada atılganlık tembelliğe ve çekingenliğe,
ölümün üzerine doğru yürüme de, korku ve ürkekliğe dönüşür...
5-
Resûlullah'ın, ashabının saflarını düzene korken, onlara savaş vaziyeti
aldırırken, müslümanların arkalarına gerekli muhafızları yerleştirirken ve
okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler;
kendisinden bir emir almadıkça kesinlikle yerlerini terketmemelerini
emrederkenki halini düşünerek diyoruz ki; bâris bir hakikat ortaya çıkar ve
arkasından da diğer birçok önemli olaylar aydınlığa kavuşur!
O bariz hakikat, onun
savaş ânında gösterdiği askeri meha-retidir. Resûlullah (s.a.v.) savaş
plânlarını ve taktiğini tensipte, kurmaylıkta önde gelmektedir. Şübhesiz ki
Allahü Teâlâ onu bu sahada nâdir bir dehâ ile mücehhez kılmıştır Fakat biz
diyoruz ki, bu dehâ ve meharet, ancak onun semavî risâlet ve nübüvvetinin arkasından
gelir. Resûlullah'ın savaş tekniğinde ve diğer hususlarda mahir ve dâhi
olmasını gerekli kılan şey, Nübüvvet ve Risâlet merkezidir. Nitekim aynı
merkez onun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerekli
kılmıştı. Biz bu hususu bu kitabın birinci bölümünde açıkladık. Artık
tekrarına gerek yoktur.
Resûlullah (s.a.v.)'in
özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı şu güzel
tavsiyelerin arasından çıkacak bir ibret de, okçuların bir kısmının
Resûlullah'm direktiflerinden çıkmaları sonucu tahakkuk eden sonuçta görülür.
Sanki Resûlullah (s. a.v.), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde
arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah'tan
gelen bir vahiyle görmüştü de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhâr
ediyordu. Sanki Hz. Peygamber, ashâbıyla birlikte nefişlerindeki düşmana,
nefislerinin arzularına veya nefislerinde bulunan ganimet ve mal isteğine
karşı canlı bir manevra veriyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra büyük
bir fayda ifade ediyor. Bazan menfî bir netice müsbet neticeden daha fazla
yarar sağlıyor...
6- Hakkını
vermek üzere, Resûlullah'm elinden kılıcı alan Ebû Dücâne, saflar arasında çalımlı
çalımlı dolaşıyordu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu halini ayıplayıp yasaklamadı.
Ancak şöyle buyurdu: *Bu öyle,bir yürüyüştür ki, Allah bu gibi yerlerin
dışında ondan hoşlanmaz», fiu hadis-i şerif, basit hallerde haram kılman kibirli
davranışların, savaş halinde haramlığmın ortadan kalktığına delâlet ediyor. Bir
müslümanın yeryüzünde kibirlenerek, çalım atarak yürümesi, yasaklanan
davranışlardandır. Fakat bu davranış savaş alanında haram değil, güzel bir
iştir. Evleri veya kapları ve bardak bibi şeyleri, altm ya da gümüşle süslemek
gibi haram kılınan kibirli davranışlardandır. Ancak savaş âletlerini ve
silâhları gümüşle süslemek yasak değildir. Buradaki kibirli davranış, ancak
hakikatta düşmanlara karşı
İslâm'ın şerefiyle övünmektir.
Zaten bu, müslümanlarca önemini yitirmemesi gereken nefisle savaşın mânâsını
ifade eder.
7- İyi
düşününce müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede
sürdüğünü görürüz.
Birinci Devre:
Bu bölümde müslümanlar yerlerine ve komutanlarından aldıkları emirlere sahip
çıktılar. O halde bunun semeresi ne olmuştur? Olan şu: Müslümanlar zafere doğru
ilerlerken müşriklerin saflarında hezimet belirdi. Üçbin kişinin kalbini korku
sarınca, hemen yerlerini terkedip, arkalarına dönüp kaçmaya başladılar. Şu
âyet-i kerime işte bunu açıklar: «An d olsun ki Allah size verdiği sözde durdu.
O'nun izniyle kâfirleri kmp biçiyordunuz,..[40]».
İkinci Devre:
Bu devrede de müslümanlar, yakaladıkları düşmanların işini bitirmek, bırakılan
eşyaları ve malları ganimet olarak almak için müşriklerin arkasından koşmaya
başladılar, işte o zaman okçular üstlendikleri dağın tepesinden;
arkadaşlarının, kaçmaya yeltenen düşmanlarına, kılıç çalmak yerine silâhlarını
bırakıp mal ve ganimet peşine düştüklerini gördüler. Bu sefer okçuların bir
kısmı ganimet almak için savaş alanındaki arkadaşlarına katılmak istediler...
Bu İstek onları şöyle düşündürdü: Demek ki, Resûlullah'tan aldıklan emirler
sona ermiş. Bu anlayışla da, onlar yerlerini terketmek için Resûlullah'tan
izin gelmesini bekleme ihtiyacım duymadan, tepeden inmeye karar verdiler. Bu
onların bir içtihadıydı. Başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç
arkadaşı onların bu içtihadına karşı çıktı. Fakat bu içtihadın sahipleri inip
ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya gittiler. Peki, bunun neticesi ne
oldu?
Müşriklerin kalblerlni
saran bu korku, yeni bir atılıma dönüştü. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid
de; birdenbire hile ve tuzak yolları açılınca, düşünerek etrafına baktı. Daha
önce tahkim edilmiş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış buldu.
Kafasında aniden askeri bir fikir şimşek gibi parladı. Yanındaki müşrik
askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya in-meyip tepede
kalanları hemen şehid ettiler. Müslümanları arkalarından ok atarak bozguna
uğrattılar!.. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku müslümanların gönlünü
kuşatmaya başladı. Şu âyet-i kerîme de savaşın bu bölümüne işaret etmektedir:
«Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip, bu
hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti
istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andolsun
ki Allah sizi bağışladı. Allah'ın inananlara ni'meti boldur[41]».
Bakınız, bu hatânın
vebali ne kadar büyük, neticesi de ne kadar genel oldu:
islâm ordusunda az
sayıdaki kişilerin hatâsı, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getirdi. Hattâ o
vebalin neticesinden, Resûlullah (s.a.v.) bile kurtulamadı... Kâinatta Allah'ın
kanunu budur. Bu ordunun içinde Resûlullah'ın bulunması bile, o kanunun
işlemesine engel olamadı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) yaratıklar içinde, Allah'ın
en çok sevdiği varlıktır. Bu okçuların hatâları ile bugün hususi ve umumi
hayatımızın çeşitli yönlerinde etkili, müslümanların muhtelif hatâları
arasındaki ilgiyi düşününüz. Bir de Allah'ın müslü-manlara olan sonsuz lütfunu
düşününüz ki Allah, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek ödevini edâ etmedikleri,
tek fikirde birleş-medikleri, elleriyle kazandıkları cezayı hakettikleri halde,
müslü-manları cezalandırmıyor. Bu hususu düşündüğümüz takdirde, bazılarının :
«Bu gün Müslüman milletlerin diğer emperyalist devletler karşısında mağlûb bir
şekilde yaşamalarının hikmeti nedir? Halbuki bunlar Müslüman, öbürleri kâfir
ya!..» sorusuna karşılık verilerek cevabı anlaşılmış olur.
8- Bu
savaşta, Resûlullah'ın birçok eziyetlere uğradığını, başının yaralandığını,
kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz yaparak aşağıya doğru aktığını ve
birçok meşakkatlere düştüğünü görmüştük. Bunların her biri, müslümanların,
komutanlarının emirlerinin dışına çıkmalarından dolayı meydana gelen hatânın
sonuçlarından birer parçadır. Fakat Müslüman ordunun saflarında Re-sûlullah'ın öldürüldüğü
haberinin yayılmasındaki hikmet
nedir?
Cevab:
Müslümanların Resûlullah'a ve onun kendi aralarında bulunmasına olan
düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kaynağıydı. Öyle ki onlar,
Resûlullah'ın ayrılığını bile tasavvur edemiyor-lardı ve ondan sonra kendileri
için bağlanacak bir kudreti akıllarından bile geç irem iyorlardı. Böyle olunca
da Resûlullah'ın vefat işi, onlar için akla gelmeyen birşeydi. Sanki onlar,
akıllarından bu-'nun hesabını siliyorlardı. Şübhesiz ki onlar, Resûlullah'ın
gerçek ölüm haberi ile, bu uykularından uyanmış olsalardı, elbette ki bu haber
onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğratır ve
birçoklarının gönlünde onun yüceliğini yıkardı.
Bu savaştaki büyük
askeri dersler arasında bir de bu yalan haberin yayılması, müslümanların inanç
ve iradesini deneme olması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ifade
eder. Çünkü bu müslümanların tâ baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken
bir konuda denenmesidir. Yâni Resûlullah aralarından çekilince, tabanları
üzerine geri dönmemelerinin gerektiği ilkesidir bu. Bu gerçeğe alışıp
ulaşsınlar böylece... Müslümanların çoğunun, Resûlullah'ın öldüğü şeklindeki
haberi duyunca gösterdikleri yılgınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu âyet-i
kerime nazil olmuştu: «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice
peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o, eceliyle ölür veya öldürülür-se, siz
ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böyle ökçeleri
üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle zarar vermiş
olamaz. Allah şükredenleri
mükâfatİandıracaktır[42]
Resûlullah, fiili
olarak Refik-i A'lâ'ya kavuştuğu gün bu dersin müsbet neticesi ortaya
çıkmıştı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kuran âyeti ile birlikte, müslümanları
uyandırmış ve onların dikkatini asıl hakikata çekmişti. Müslümanlar bu şuura
ererek, üzüntülü kalbleriyle, Resûlullah'ı ebedî yolculuğa uğurladılar. Sonra,
kendilerine bırakılan emânete döndüler: O emânet, Allah uğrunda cihad ve
İslâm'a da'vettir. Müslümanlar inançlarında daha güçlü, Allah'a olan
tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağlılıkla cihad ve da'vet
emânetini yerine getirdiler.
9- Ölümün,
Resûlullah'ın ashabı üzerine üşüştüğünü düşünelim. Bu durumda onlar
Resûlullah'ın etrafına kümelenmiş müşriklerin oklarına ve darbelerine karşılık
kendi vücutlarıyla onu koruyorlar. Ok yağmurunun altında birinin ardından
diğerine iş düşüyor. Halbuki onlar bu durumda büyük bir neş'e içinde ve Resûlullah'ın
hayatını korumaya çok istekli bir halde idiler. Bunun dışında hiçbir şeye
aldırmıyorlar... Bu hayret verici fedakârlığın kaynağı nedir?
Şübhesiz ki onun
kaynağı, önce Allah'a ve Resûlü'ne iman, ikinci olarak da Resûlullah
sevgisidir. Bunların her ikisi birlikte, bu eşsiz ve hayret verici fedakârlığın
sebebidir. Müslüman ikisine birlikte muhtaçtır. Bir müslümanın kalbi, Allah ve
Peygamber sevgisi ile dolmadıkça, inanılması gerekene iman ettiğini iddia
etmesi yeterli değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Hiçbiriniz, ben kendisine, babasından, evlâdından ve bütün insanlardan daha
sevgili olmadıkça, hakkıyla iman etmiş olmaz[43]-.
Bu demektir ki,
Allahti Teâlâ insanda aklı ve kalbi yaratmıştır ki, birincisiyle düşünsün ve
inanılması gereken hususlara iman etsin. İkincisini de Allah'ın sevmesini
emrettiklerini sevmekte, buğ-zedilmesini emrettiklerine buğzetmekte kullansın.
Kalb, Allah, peygamber ve sâlih kullan sevmekle meşgul olmazsa, mutlaka
şehvet, heva, heves ve haramların sevgisi ile dolacaktır Kalb, şehvet, heva ve
heves ile dolup taştığı takdirde de; itikadın tek başına sahibini bu tür
fedakârlıklara sevketmesi çok uzaktır.
Bu hakikat ahlâk ve
terbiye âlimlerinin kabul ettiği asıl gerçeklerdendir. Aklın reddedemiyeceği
tecrübeler bunu göstermektedir. Bu konuda Jan Jack Rousseau'nun «Emil»
adındaki kitabında söylediklerine bakalım:
Faziletleri yalnızca
aklın üzerine kurma isteği hakkında çok söz söylendi ve tekrar edildi. Onun
için de (yâni akıl için) sağlam bir esas gerekmektedir. Bu hangi esas olacak?
Söyledikleri gibi fazilet nizamın tâ kendisidir. Nizama inanmak, benim hususi
mutluluğumu kuşatmaya yetecek mi? Bu savunulan esas, kelimelerle oynamaktan
başka birşey değildir. Bu duruma göre fazilet, çeşitli şekillerle nizam
sevgisinin tâ kendisidir[44]».
Bu gerçekten dolayı
Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 1933 yılında toplantı salonlarında ve
kulüplerde içkiyi, içkinin alını-satı-mınm yasaklandığını ilân etti ise de,
faydasını kabul edip inandığı bu şeyi gerçekleştirmeye gücü yetmedi. Çünkü kısa
bir müddet geçmemişti ki, kanun yapıcıları izlerinin üzerine geri döndüler. Yasaklama
üzüntüsünden dolayı sendeleyerek vazgeçtiler. Koydukları kanunu yürürlükten
kaldırınca, yeniden kadehlerini bir yudumda boşaltmaya başladılar.
Halbuki Resûlullah'ın
ashabı (belki onJar bugünkü Amerikalılara nisbetle, fayda ve zararları bilme,
medeniyet ve kültür yönünden daha zayıf yetişmişlerdi) yalnızca Allah'ın
kendilerine içkiden vazgeçmeleri hususundaki emrini duymakla yetinmişlerdi.
Onlar hemen kadehlerini kırıp, şarap fıçılarını etrafa döktüler ve sesleri
«Vazgeçtik yâ Rabbi, vazgeçtik» diye yükseldi.
Bu iki olay, iki şekil
arasındaki fark şudur: Onların kalbine iman iyice yerleşmiştir. Böyle olunca da
kalbin arzusu Allah'ın emrine ve hükümlerine tâbi olmuştur.
Bu sevgidir.
Resûlullah'ın ashabının kalbine kök salmış olan bu arzu, onlara, göğüslerini
Resûlullah'a siper ettiriyor. Ve onun hayatını koruma uğrunda ölümle kucak
kucağa getiriyor onları. Uhud savaşında bu muhabbetin eseri olarak ortaya çıkan
nice eşsiz sahneler vardır. Çünkü bu, muhabbet sahibinin kalbini iyice kaplamıştır
artık...
İbn Hişâm şunu nakleder:
Uhud günü Resûlullah
(s.a.v.) ashabına-. «Sa'd bin Rebi'nin ne yaptığını-, onun canlılar arasında
mı, yoksa ölüler arasında mı bulunduğunu görüp, bana kim haber getirir?» diye
sordu. Ensâr'dan bir zât: «Yâ Resûlâllah! Ben Sa'd'm ne yaptığını görüp, sana
bir haber getireyim» dedi. Ensâri sağa sola bakındı. Bir de ne görsün, Sa'd
yaralı olarak, ölüler arasında henüz ruhunu teslim etmemiş... Ensâri ona:
«Resûlullah senin sağlar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bulunduğunu
görüp kendisine haber götürmemi bana emretti» .dedi. Bunun üzerine Sa'd: «Ben
artık ölüler arasındayım! Resûlullah'a selâmımı ilet ve de ki: Sa'd bin Rebi':
Senin için-, ümmetlerini doğru yola kılavuzlayan peygamberlerin alacakları
mükâfatların en hayırlısı ile Allah seni bizden dolayı mükâfatlandırsın» diyor.
Kavmine de selâmımı ilet ve de ki: «Sa'd bin Rebi', vallahi gözleriniz
kımıldarken Peygamber Aleyhisselâm'ı düşmanlardan korumazsınız da, ona bir
musibet erişirse; sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret
yoktur» diyor. Ensârî: «Ben onun yanından henüz ayrılmamıştım ki o ruhunu
teslim etti» dedi.
tddia ediyorum ki; şu
asrımızda müslümanları, şehvetlerinden ve enâniyetlerinden birazcık
uzaklaştıracak olan bu gibi muhabbet onların gönüllerini doldurduğu ve
ruhlarını kapladığı gün, onlar yeniden başka bir halk olurlar. Ve ölümün
pençesinden kurtulmaya yönelebilirler. Önlerinde ne kadar yokuş ve engel
olursa olsun, düşmanlarını bozguna uğratabilirler!..
«Bu muhabbetin yolu
nedir?» diye sorulduğu zaman bilmeli ki, onun yolu zikri çoğaltmak,
Resûlullah'a salâvatları arttırmak, Allah'ın sana olan ni'metleri ve bereketi
hususunda düşünmek ve tefekküre dalmak, bir de Resûlullah'ın siyretini,
ahlâkını ve yaşayışını öğrenip, benimsemektir. Ama bunların hepsi; huzur ve
huşu içinde, ibâdetleri dosdoğru yaptıktan ve her saniye kendini Allah'a ve
ibâdete adadıktan sonradır.
10-
Buhari'nin rivayetinde, Hz. Peygamber'in, şehidlerin üzerine namaz kılmadığı
halde, kanlarıyla gömülmesini emrettiği ve iki kişiyi bir kabre koyduğunu
görmüştük.
Ulema bundan, cîhad
hengâmesinde şehid düşen kişinin yıkanmayacağı, üzerine namaz kılınmayacağı,
bilâkis kanıyla gömüleceği hükmünü çıkarmışlardır, tmam Şafiî (r.a.) bu
hususta şöyle der: «Resûlullah'ın Uhud şehidleri üzerine namaz kılmadığı
mütevatir yollardan birçok hadîste geçmiştir. Ama Resûlullah'ın, onlardan onar
kişilik gruplar halinde, üzerlerine namaz kıldığı ve her defasında Hz. Hamza'nm
da içinde bulunduğu, sonunda onun üzerine yetmiş kere namaz kılmış olduğu
ifadesiyle rivayet edilen hadîs zayıftır ve hatâdır[45]».
Nitekim ulema, yine bunu zaruret ânında birden fazla kişilerin bir kabre
konmasının caiz olduğu, zaruret yoksa caiz olmadığı yönünde delil kabul
etmişlerdir.
11- Resûlullah'ın, ashâbıyla birlikte Medine'ye döner dönmez
tekrar düşmanı takib etmek için Medine'den çıkmaya kalkışmasını düşündüğümüz
vakit, Uhud savaşının tam bir açıklıkla bize vereceği ders ortaya çıkar. Savaşın
müsbet ve menfî neticeleri bizim için aydınlanmış olur. Ve yine zaferin ancak
sabırla, mükemmel gayeyi hedef edinmekle elde edileceği gerçeği de şübheye
imkân kılmayacak ekilde açığa çıkar:
Resûlullah Cs.a.v.),
daha -dün savaşta kendisiyle birlikte bulunanlara; yara aldıkları, acılar ve
yaralarla bitkin hale geldikleri, sonra henüz evlerinde dinlenmemiş, kendi
haline ve vücuduna ba-kamamış oldukları halde; toplanıp düşmanı takib etmeden
onların dağılmasına izin vermeyecekti. Onlar bu vaziyette iken hemen
Re-sûlullah'ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan
müşrikleri takibe çıktılar. Tabiî ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî
bir maksad taşıyan kişiler bulunmam aktaydi... Ancak onlar Allah yolunda şehid
olma veya zaıerie kavuşma arzusunu taşıyorlardı. Ve onlar bunun yanında,
kanadan ve acı veren yaralarını düşünmüyorlardı bile...
Bunun neticesi ne
oldu?
Ne başarı sarhoşluğu,
ne de galibiyet zevki hasımların! ezmek için müşriklerin kalblerini
bütünleştirdi, ne de müslümatılörı, yaralarının izdırabı, kahramanlıktan ve
zafer arzusundan vazgeçmeye iletebildi....
Bu nasıl oldu? Bu,
müslümanlara ders ve ibret olacak mucize ve hârika ile gerçekleşti. Yâni;
müşriklerin kalbine aniden bir korku düştü. Uzaktan müslümanları görmüş olan
dostlarından birinin onlara haber verdiği gibi; müşrikler, Hz. Muhammed'in
arkadaşlarının, bu defa ölümü göze alarak gelmiş olduklarını tasavvur ettiler.
Bu korku ve tasavvur üzerine, Medine'ye doğru yönlerini çevirmiş iken
izlerinin üzerine geri döndüler ve artık sağa sola bakmaksızın seri bir
şekilde Mekke'ye doğru gittiler.
Müslümanlardan dolayı
müşriklerin kalbine bu garip korku nasıl düşmüştü? Halbuki birkaç saat önce
müslümanlar silâhlarım ellerinden bırakmışlardı ve onların şevketi kırılmıştı.
Bu durumu, savaştan dolayı müslümanlara güzel bir ders veren ilâhî iradeye havale
etmek gerekir. Bu ders, hem müsbet, hem de menfi yönü, her ikisini birden, bir
anda biraraya getirdi.
Cenâb-ı Hakk'ın şu
kavli, Uhud dersini tamamlayan o son an hakkında indi: «Yara aldıktan sonra
yine Allah ve Resûlü'nün da'-vetine uyanlar, iyilik yapıp takva ile davrananlar
için büyük mükâfat vardır. Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size
karşı toplandılar, aman sakının dediklerinde, bu onların imanlarım bir kat
daha arttırmıştı. Allah en iyi vekildir ve bize y.eter, dediler. Bunun üzerine
kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah'ın ni'-met ve keremiyle geri
döndüler. O'nun rızâsına uymuş oldular. Allah büyüktür, kerem sahibidir[46]».
Udal ve Kare
kabilelerinden bir hey'et Resûlullah'ın yanına gelerek; îslâm haberinin
kendilerine ulaştığım ve bu dinin hükümlerini kendilerine öğretecek muallimlere
ihtiyaçları olduğunu söylediler.
Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), ashabından bir grubu gönderdi. Onların
arasında, Mersed bin Ebî Mersed, Hal!d bin Bükeyr, Âsim bin Sabit, Hubeyb bin
Adiyy, Zeyd bin Dessine ve Abdullah ' bin Tarık bulunmaktaydı. Resûlullah, Âsim
bin Sâbit'i onlara başkan ta'yin etti.
Buhâri, senediyle Ebû
Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Ashâb-ı Kirâm'dan olan bu da'vetçi
grup, Usfan ile Mekke arasında bir yere kadar yürüdüler. Onların bu mevklye
geldikleri haberi, Hüzeyl kabilesinden Lihyân oğulları denilen bir oymağa
bildirildi. Lihyân oğullarından yüze yakın bir okçu grubu da hemen onların
peşine düşüp izlerini sürerek, İslâm daVetçilerinin daha önce konakladıkları
yere geldiler. Orada İslâm da'vetçilerinin Medine'den azık olarak yanlarına
aldıkları hurmaların çekirdeklerini gördüler. Kendi aralarında hemen: «îşte
Medine hurmasının çekirdekleri» dediler. Bunun üzerine İslâm da'vetçilerinin
izlerini sürerek gelip onlara ulaştılar. Onlar Âsım'ın ve arkadaşlarının yanma
varınca; Âsim ve arkadaşları da dağın tepesine sığındılar. Lihyân oğulları okçuları
gelip onların etrafını kuşattılar ve onlara: «Eğer yanımıza inerseniz
hiçbirinizi öldürmeyeceğimize dair kesin söz veriyoruz» diye bağırdılar. İslâm
da'vetçilerinin başkanı Âsim bin Sabit:
«Ben bir kâfirin zimmetine güvenip de asla aşağı jnmem. Allah'ım! Peygamberini
durumumuzdan haberdar et!» diye dud etti. Bunun üzerine savaşmaya başladılar.
Sonunda Âsim bin Sabit de aralarında olmak üzere yedi kişiyi ok atarak şehid
ettiler Geriye Hubeyb bin Adiyy, Zeyd
bin Dessine ve diğer bir başka kişi kaldı. Onlara da öldürmeyeceklerine dair
kesin söz verdiler. Bu söz üzerine onlar da dağdan inerek gelip teslim
oldular. Lihyân oğulları onları yakalayınca; kendi yaylarının kirişlerini
çözüp, onlarla üçünü de bağladılar. Bunun üzerine üçüncü adam: «İşte ahde
vefasızlığın, verilen sözü tutmamanın bir başlangıcı bu!» diyerek gitmemek
için diretti. Onlara karşı koyması üzerine pnlar da onun saçlarından yakalayıp
sürüklediler. O bunlara karşı koyunca hemen şehid ettiler.
Lihyân oğullan
azgınları, Hubeyb ve Zeyd'i Mekke'ye götürüp sattılar. Hubeyb'i, Hâris'in
oğulları satın aldı. Çünkü Hubeyb, Bedir savaşında Hâris'i öldüren kişiydi.
Hubeyb onların yanında toplanıp kendisini öldürecekleri güne kadar esir olarak
kaldı. Öldürülmesine karar verdikleri vakit, Hubeyb, Hâris'in kızlarından traş
olmak üzere bir ustura istedi. Olayın bundan sonrasını, ustura isted ği kadın
şöyle anlatır: «Ben dikkatsizce
davranarak çocuğa usturayı verip
onun yanına gönderdim.
Çocuk onun yanma girip usturayı verdi.
O da çocuğu alıp
dizine oturttu. Ben bu durumu görünce feryâd ettim. Elinde ustura olduğu halde
benim bu feryadımı anlayınca: «Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? înşâallahü
Teâlâ ben öyle birşeyi asla yapmam» dedi. Yine aynı kadın anlatıyor: «Ben,
Hu-beyb'den daha hayırlı bir esir görmedim. O zaman, Mekke'de üzüm bulunmadığı
ve kendisi de zincirle bağlı olduğu halde onun üzüm salkımından üzüm yediğini
gördüm. Herhalde, bunu ona rızık olarak Allah veriyordu!..»
Müşrikler Hubeyb'i
öldürmek için, Harem'den dışarı çıkardılar. Hubeyb de: «Beni bırakınız da iki
rek'at namaz kılayım» dedi. Namazını bitirdikten sonra yanlarına gelip: «Eğer
namazı ölümden korkarak uzattığımı zannetmiyecek olsaydınız, namazı uzatır ve
çoğal-tırdım» dedi. Böylece öldürüleceği sırada iki rek'at namaz kılmayı ilk
önce âdet ve sünnet edinen kişi Hubeyb bin Adiyy olmuştu. Hubeyb idam
sehpasında şu şiiri söyledi:
«Müslüman olarak
öldürülecek olunca,
Vurulup hangi yanım
üzere düşersem düşeyim.
Vallahi aldırmam arük
hiçbir şeye,
Çünkü bunların hepsi o
ilâhî Zât'ın uğrunadır.
Şu dağılıp târümâr
olan cismimi,
Eğer dilerse O,
kurtuluşa erdirir...»
Ukbe bin Haris kalkıp,
Hubeyb'in yanına gitti ve onu şehid etti.
Kureyş müşrikleri,
Âsını'ııı cesedinden bir parça kesip getirmek için onu tanıyan adamlar
gönderdiler. Çünkü Âsim, Bedir'de Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bazılarını
öldürmüştü. Yüce Allah da onun cesedinin üzerine bulut karaltısını andıran arı
sürüsü gönderdi. Bu arı sürüsü onu, Kureyş'in adamlarından korudu. Onlar onun
cesedinden hiçbir şey alamadılar[47].
Taberî fazla olarak şu
olayı naklediyor: Taberi Ebi Küreyb'den, o da Ca'fer bin Avn'dan, o da İbrahim
bin İsmail'den, o da Ca'fer bin Amr bin Ümeyye'den, o da babasından, babası da
dedesinden şöyle dediğini rivayet eder: Resûlullah (s.a.v.) beni tek başıma
Ku-reyş'e gözcü olarak göndermişti. Ben de, beni görmelerinden korkarak,
Hubeyb'in asıldığı ağacın yanına geldim. Ağaca çıkıp Hubeyb'i çözdüm, o da
yere düştü. Birazcık geri çekildim. Sonra tekrar yanına geldim. Hubeyb'in
cesedini göremedim. Sanki onu yer yutmuştu. Bu âna kadar Hubeyb'in iskeleti hiç
görülmedi.
tbn îshâk anlatıyor:
Zeyd bin Dessine'yi de
Safvân bin Ümeyye satın almıştı, öldürmek için onu Harem'den dışarı
çıkardıkları vakit, Ebû Süfyân ona şöyle sordu: «Ey Zeyd! Allah aşkına doğru
söyle! Şimdi yanımızda, senin yerine Muhammed'in boynunu vurmamızı, senin ise
ailenin içinde sağ salim yaşamayı arzu etmez miydin?» O da: «Vallahi, ben
ailem içinde sağ salim oturup da, Muhammed Aleyh'.sse-lâm'ın değil benim
yerimde olmasına, hattâ onun bulunduğu yerde bile bir dikenin batıp incitmesine
gönlüm asla razı olmaz» diye ce-vab verdi. Bu söz üzerine Ebû Süfyan: «Ben
insanlardan, Muhammed'in ashabının Muhammed'i sevdiği gibi hiçbir insanın bir
başkasını sevdiğini görmedim[48]»
dedi. [49]
Resûlullah (s.a.v.)'ın
yanına, Medine'ye «Mülâıbü'l-Esinne» lakabıyla meşhur Âmir bin Mâlik gelmişti.
Resûlullah ona Müslüman olmasını teklif etti. Fakat o ne Müslüman oldu, ne de
Müslümanlıktan uzak kaldı. Aksine Resûlullah'a: «Yâ Muhammed! Eğer ashabından
seçkin kişileri, Necid ahalisine gönderecek olursan, onlar senin tebliğ ettiğin
dine çağrıda bulunurlarsa; umarım ki onlar sana tâbi olurlar» dedi. Hz. Peygamber
(s.a.v.) de: «Göndereceğim kişiler hakkında Necid halkından korkarım» buyurdu.
Âmir bin Mâlik de, «Sakın korkun olmasın. Onları benim himayemde gönder de
halkı İslâmiyet'e da'vet etsinler» dedi.
Bunun üzerine
Resûlullah (s.a.v.), Sahâbe-i Kiram'dan seçkin yetmiş kişiyi da'vetçi olarak
gönderdi. Bu olay Ibn Ishâk ve îbn Kesîr'in rivayetine göre, Uhud savaşından
ondört ay sonra, Safer ayında olmuştu. îslâm da'vetçileri Maûne kuyusunun
bulunduğu yere konaklayıncaya kadar yürüdüler. Orada konaklayınca içlerinden,
Haram bin Milhân'ı Resûlullah'ın mektubuyla birlikte, Âmir bin Tufeyl'e elçi
olarak gönderdiler. Haram bin Milhân, Âmir bin Tufeyl'in yanına gelince; Âmir
mektubu açıp okumadan, hemen Haram bin Milhân'ın üzerine çullanarak onu şehid
etti. Buhâri, Enes bin Mâlikten şöyle rivayet eder: «Haram bin MUhân mızrakla
delik deşik edilip yüzünden aşağı kan akınca: «Kabe'nin Rabbi-ne and olsun ki
kazandım gitti[50]» diye bağırdı.
Amir bin Tufeyl, geri
kalan îslâm da'vetçilerinin işini bitirmek için Âmir oğullarından yardım
istedi. Onlar da onun bu teklifini kabul etmeyip, «Biz, hiçbir zaman Ebû
Berrâ'nın, Âmir bin Mâlikin taahhüdünü bozamayız» diyerek direttiler. Bu sefer
Amir bin Tu-feyl, Süleym oğullarından Usayye, Ri'İ ve Zekvan kabilelerinden
yardım istedi. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Hemen harekete geçip, İslâm
da'vetçilerini konak yerlerinde kuşattılar. îslâm da'vetçi-Jeri etraflarının
sarıldığını görünce; kılıçlarına sarılıp, savaşmaya bağladılar. îslâm
da'vetçileri, düşmanları tarafından kılıçtan geçirilerek şehid edildiler.
islâm da'vetçilerinin
develerini güden iki kişi vardı ki onlar bu üzücü olayda bulunmamışlardı. O iki
kişiden biri de Amr bin Umeyye ed-Damrî idi. O daha sonra bu haberi öğrendi.
Arkadaşlarını savunmak için geldiler. Amr bin Umeyye ed-Damri'nin arkadaşı da
onlarla birlikte şehid edildi. Kendisi canım kurtarıp Medine'ye döndü. Yolda
müşriklerden iki kişiye rastladı. Onları, Âmir oğullarından zannederek ikisini
de öldürdü. Sonra Resûlullah'ın yanına gelip bu durumu haber verince, o iki
kişinin Kilâb oğullarından olduğu ve Resûlullah'ın onlara dokunulmazlık
belgesi verdiği anlaşıldı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Amr'a: «Demek ki iki kişiyi
öldürdün ha, ben onların diyetini öderim» buyurdu!..
Resûlullah (s.a.v.),
ashabından bu seçkin da'vetçilerin şehid edilmesi olayına son derece üzüldü.
Bir ay süresince şfibah namazında Süleym kabilelerinden Ri'l, Zekvan, Benî
Lihyân ve Usayye oymaklarına beddua etmeye devam etti[51]
Bu üzücü iki olayda da
önemli işaretler vardır. Biz onları aşağıya özetliyoruz:
1- Raci' ve
Bi'r-i Maûne hâdisesi, her ikisi birden bütün müs-lümanların, İslâm'a da'vet ve
İslâm'ın hakikati ile ahkâmım insanlara gösterme sorumluluğunda müşterek
olduklarına işaret ediyor. İslâm'a da'vet işi diğer insanları bırakıp yalnızca
Nebilere ve Resullere veya onların halifelerine ya da âlimlere emânet edilmiş
bir iş değildir.
Hakikaten, bu da'vet
ödevini yerine getirmenin ne kadar önemli olduğunu, Resûlullah'ın kendi
ashabının en seçkinlerinden sayılan yetmiş k'şiye varan bu Kur'an hafızlarını
göndermesinden anlıyoruz. Halbuki yine bu uğurda göndermiş olduğu altı kişilik
hey'e-tin şehid edilmesi üzerinden çok uzun bir zaman bile geçmemişti. Gerçi
Resûlullah (s.a.v.), bu yetmiş kişinin durumundan endişe duymuştu. Bu
endişesini de, Âmir bin Mâük'e; Necd halkım dine da': vet için bir hey'et
göndermesi hususunda fazlaca ısrar ettiği zaman açıklamıştı. Fakat Hz.
Peygamber (s.a.v,) tebliğ yükünü taşımayı herşeyden daha önemli görüyordu. Eğer
da'vctin sorumluluğunu yüklenmiş ve bu sorumluluğu yerine getirmek, ancak bu
gibi tehlikelere girmekle ve bu tehlikelerin sonucuna razı olmakla mümkün
oluyorsa, varsın bu tehlikeler oluversin. Allah'ın emrini yerine getirme ve
O'nun dâvasını tebliğ etme yolunda Allah'ın murad ettiği şeyler de varsın
olsun!
2- Hakikaten
biz, bu kitabın birinci bölümünde demiştik ki; eğer bir Müslümanın dininin
emirlerini yerine getirme imkânı varsa, Dâr-ı Harb'te ikamet etmesi mubah
olur. Yoksa caiz olmaz. Re-sûlullah'm siyretinden buna delâlet eden bu sahne;
bir Müslümanın Diyâr-ı Küfr'de îslâm da'veti ödevini yerine getirmeyi umud
ederek orada ikamet etmesi bundan istisna edilmiştir. Çünkü bu bir cihad
türüdür ki, farz-ı kifâye olduğundan sorumluluğu tüm müslüman-ları
ilgilendirir. Zira; farz-ı
kifâyeyi, bir kısım müslümanlar tam olarak yerine getirirlerse,
sorumluluk diğerlerinin üzerinden kalkar Aksi halde, hepsi günahkâr olur[52]
3- Biz
müşriklerin kalblerinin müslümanlara karşı kin ve öfkeyle ne kadar dolup
taştığına, hattâ müslümanlara karşı içlerindeki gizli kini körüklemek
maksadıyla hıyanet ve zulmün en şümullüsünü seçtiklerine açıkça delâlet eden
Yevmü'r-R&cî' ve Bi'r-i Maûne hâdiselerinin muhtevalarını inceleyince; bu
hıyanet ve kinin kurbanı olmuş şu müslümanlarda bu karakterin tamamen aksine
eşsiz bir örneğe rastlıyoruz. Hubeyb (r.a.)'in, Haris oğullarının evinde, ölüm
saatini beklerken; esir olarak, nasıl tutulduğunu görmüştük. Hubeyb (r.a.),
Haris oğullarının evinde ölüm hazırlığı yapmak için temizlenmek maksadıyla
bir ustura istemişti. O
sırada evde bulunan küçük bir
çocuk, annesinin dalgınlığından istifade ederek emekliyerek Hubeyb'in odasına
girdi, intikam almayı düşünen ve hayatla
ilgilenen bir kişinin hesabında bu an pazarlık etmek veya haksızlığa haksızlıkla
mukabelede bulunmak için eşsiz bir fırsattır. Ev halkının tümünün düşüncesi de
budur. Çocuğun annesi, yavrusunun,
Hubeyb'in yanına gidişini farkeder etmez dehşete kapılarak, yavrusunu
muhakkak bir ölümün pençesinden kurtarmak için sağa sola koşuştu. Fakat kadın,
Hubeyb'in kendi hücresinde çocuğu dizine oturtmuş şefkatli bir baba gibi onunla
şakalaştığmı gördüğü vakit dehşet içerisinde durakladı. Hubeyb ise kadına baktı
ve kadının içine düştüğü korkuyu anladı. Ağırbaşlı bir nıü'minin sükûneti
içinde: «Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Ben inşâallah bunu asla yapmam»
dedi.
islâm terbiyesinin
jnsani eğitimdeki mucizesine bakınız! îşte Hubeyb ve onu zulüm ve düşmanlıkla
öldürmeye uğraşan kindar müşrikler! Her ikisi de aynı coğrafyanın yetiştirdiği
ve aynı an'anele-rin, aynı tabiatların bürüdüğü Araplardır. Fakat Hubeyb
İslâm'a boyun eğdi, îslâm da onu başka bir insan olarak ortaya çıkardı. Ama
diğerleri ise kendi sapıklıkları üzere, devam edip gittiler. Böyle olunca da,
kendi sapıklıkları onları zalim ve vahşi tabiatları içinde mahkûm etti. Bu
duruma göre, İslâm'ın insan tabiatında yaptığı değişiklik ne kadar da
büyüktür...
4- Yukarıda
zikri geçen olaydan şu istidlal edilir:
Düşman elindeki bir
esirin; üzerinde kâfir hâkimiyetinin. cereyan etmesini -öldürülse bile -
önleyemeyecek durumda ise, teslim olmaktan kaçınması hakkıdır. Nitekm
Âsim böyle yapmıştır.
Eğer düşman elinde
bulunan esir, ruhsattan yararlanmak isterse; Hubeyb ve Zeyd'in yaptığı gibi
kurtulmayı umut ederek ve fırsat kollayarak, emân isteme hakkına sahiptir.
Ama, esir düşmanların
arasında dinini açığa vurma imkânına sahip olsa bile, kaçmaya gücü yettiği
takdirde, en doğru görüşe göre bunu yapması vâclb olur. Çünkü kâfir elinde
bulunan esir, tüm hakları elinden alınmış ve önemini yitirmiş bir kişi haline
gelmiştir. Böyle olunca da bir esirin, kendini esaret ve kölelik zilletinden
kurtarması, onun başta gelen ödevlerinden biridir[53].
5- Öldürülmeden önce
Zeyd bin Dessine'nin
Ebû Süfyan'a verdiği cevabı
düşündüğümüz takdirde, Sahâbe-i Kirâmm
kalblerinin Resûlullah'a karşı taşıdığı muhabbetin ne kadar olduğunu öğrenmiş
oluruz. Bu muhabbetin Resûlullah'ı korumayı, Allah'ın dini uğrunda herşeyi
harcamayı ve her fedakârlığa katlanmayı, onların gönüllerine sevdiren
sebeblerin en önemi ilerinden, olduğunda şübhe yoktur. Bir müslüman imanında ne
kadar yükselirse yükselsin, yine de
Resûlullah'a karşı bu
gibi bir sevgi" olmadan, onun
imanına nakıs iman gözüyle bakılır. Bu husus, Resûlullah'ın açıkladığı
bir gerçektir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.): «Hiçbiriniz, ben ona ana-baba-sından,
evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçekten iman etmiş
olmaz[54]»
buyurdu.
6- Hubeyb'in
Mekke'de esir olarak kaldığı günlerde başından geçen olaylardan zikretmiş
olduğumuz üzüm yeme hâdisesi delâlet ediyor ki; her peygambere ait bir
mucizenin olması nasıl mümkün ise, aralarında temel fark bulunmakla birlikte
her veliye âit bir kerametin olması da cazdır. O fark da şudur ki; Peygamber
mucizesi, peygamberlik iddiası ve herkese meydan okumakla birlikte olur. Ama
evliyanın ve salın kişilerin kerameti ise, meydan okuma türünden herhangi bir
durum bulunmadan, yalnızca bir lütuf olarak gelir. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâatın
üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Yüce Allah'ın Hubeyb'e, şehid edilmeden
önce ikram buyurduğu bu kerametten ötürü, bu husus üzerinde fazlaca delil beyân
etmekten kaçınıyorum. Çünkü bu olay, görüldüğü gibi, Buhâri ve diğerlerinin
rivayet ettiği sahih hadisle sabittir..!
7- Bazıları
şöyle sorabilirler: Yalnızca Allah'ın ve peygamberinin emrine uyarak yolan
çıkan bu genç mü'minlere zulüm ve hıyanet elinin uzanmasındaki hikmet
nedir? Allah onlara düşmanlarını
altetmek için güç veremez miydi?
Cevab:
Birçok defalar belirtmiştik ki; Yüce Allah kullarına iki şeyi gerçekleştirmeyi
emretmiştir: Bunlardan biri, îslâm toplumunu kurmak, diğeri ise zillete
düşmeksizin dikenli yolda buna doğru koşmaktır. Bunun hikmeti de, insanın
Allah'a karşı kulluğunun tahakkuk etmesi, sadıkların münafıklardan ayrılması,
Allah'ın onlardan şahidler edinmesi, Allah ile mü'mln kullar arasında cereyan
eden ve Yüce Allah'ın şu âyetinde: -Allah yolunda savaşıp, düşmanları öldüren
ve öldürülen mü'minlerin canlarım ve mallarım Allah Cennet karşılığında satın
almıştır...[55]» açıkladığı sözleşmenin
pratik anlamının ortaya çıkmasıdır. îçinde bulunanların hepsi gerçekleşemeyecek
bir vehimden ibaret olsa bile, bu sözleşme senedinin altına imza atmak için
hangi mânâ geri kalıyor? Bilâkis bu imza için o vakit hangi kıymet geri kalıyor
ki, o imzanın sahibi onunla Cen-net'i ve ebedî mutluluğu kazansın.
Temeldeki problem,
ancak şu dünya hayatına gerçek değerinden daha çok ve gereken öneminden daha
fazla önem veren; buna karşılık âhiret hayatıyla alâkası daha az olan kişilerin
kafasında dönüp dolaşıyor, tşte bu Allah'a imanın yokluğunun işaretidir. Bu
gibi insanlardan can ve mal ile tehlikelere atılmaları beklenemez. Gerçek
mü'minlere gelince; onlarda temelden bu problem tasavvur dışıdır. Çünkü onlar
kesinlikle inanıyorlar ki, şu dünya hayatının lezzeti, bir Müslümam kendisiyle
Allah'a yaklaştığı en küçük bir tâatı yerine getirmesini önlemesi kadar önemli
değil. Yine onlar kesinlikle inanıyorlar ki; ruhu feda etmek, şu dünya
zindanından kurtulup, âhiret ni'metleVine kavuşmaktan başka birşey değildir.
Âhiret ni'raetleri bir gayeden dolayı veriliyor ki, o gaye bir Müslümanm
yaşadığı hayatta tek umududur.
Bu şuur Hubeyb'in
şehid edildiği sırada söylediği beyitlerde, hele özellikle son beyitte en açık
bir şekliyle ortaya çıkıyor. O şöyle diyor:
«Korkaklık göstererek
ve çekinerek düşmana
Boyun eğmem aslat
benim dönüşüm Allah'a olduktan sonra.» [56]
İbn-i Sa'd rivayet
ediyor :
Resûlullah (s.a.v.)
cumartesi günü Medine'den ayrılıp, Küba mescidine gelerek namaz kıldı.
Beraberinde de Ensâr ve Muhacirlerden bir grup Sahâbe-i Kiram bulunmaktaydı.
Resûlullah (s.a.v.) sonra, Nadir oğullan yahudilerinin yanına geldi. Onlarla;
kendisi tarafından dokunulmazlık belgesi verilmiş bulunan fakat yanlışlıkla
Amr bin Umeyye ed-Damri'nin öldürdüğü Kilâb oğullarından iki kişinin diyetini
konuştu. Yardımcı olmaları gerektiğini bildirdi. Zaten Nadir oğulları ile Âmir
oğulları arasında öteden beri anlaşma ve ittifak bulunmaktaydı. Bu husus tbn
İshâk ve diğerlerinin rivayetine göredir. Resûlullah'm bu sözlerine karşılık
onlar da: «Olur, yâ Ebâ Kasım! îtz sana istediğin yardımı yaparız...» dediler.
Bu sırada bir kısım yahudıler tenhaya çekilip, Resûlullah'a suikast yapmayı
plânladılar. İçlerinden Amr bin Cahhaş en-Naddari adındaki lahudi; «Ben evin
damına çıkar, onun üzerine bir kaya bırakırım»
diyerek işi üzerine
aldı. Çünkü Resûlullah, Yahudi evlerinden birinin duvarının dibinde
duruyordu...
îbn Sa'd rivayetinde
şunu da ekliyor:
Beni Nadir
yahudilerinden Sellâm bin Müşkem onlara: «Sakın bunu yapmayın. Vallahi, sizin
bu plânladığınız suikast ona haber verilir. Ayrıca bu iş, onunla bizim aramızda
bulunan sözleşmeyi bozmak demek olur[57]»
dedi.
Yahudilerin
plânladıkları suikast haberi, Cebrail aracılığı ile Resûlullah'a gelince, hemen
bir ihtiyacını gidermek için kalkıyormuş gibi davranarak yerinden kalkıp
Medine yolunu tuttu. Ashâ-bıyla karşılaştığında: «Yâ Resûlâllah, kalkıp
gittiniz, sebebini anlayamadık» d^ye sordular. O da: «Yahudiler, beni
öldürmeyi tasarladılar. Allah bana bu durumu haber verince, hemen kalkıp
gittim» buyurdu.
Bu olay üzerine
Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Yurdumdan çıkınız! Siz bana suikast etmeyi, beni
öldürmeyi plânladınız. Size on gün mühlet veriyorum. Bu süreden sonra buralarda
sizden kim görülürse boynunu vururum...» diye bir elçi gönderdi.
Bu haber üzerine
yahudiler Medine'den çıkmak için hazırlığa başladılar. Fakat münafıkların başı
Abdullah bin Ubey bin Selûl onlara : «Sakın yurdunuzu bırakıp gitmeyin.
Kalenizde oturun. Benimle birlikte kavmimden ve diğer Arap kabilelerinden
sizinle beraber çarpışacak iki bin kişi var..» demek üzere adamlarından bir
haberci gönderdi. Onlar da çıkmak için verdikleri karardan vazgeçtiler.
Kalelerine sığınıp beklediler. Resûlullah (s.a.v.î da onlarla savaşmak ve
üzerlerine yürümek için hazırlık yapmasını emretti.
Sonra Resûlullah
(s.a.v.>, Nadir oğulları yahudilerinin bölgesine doğru hareket etti.
Yahudiler yanlarına oklarını ve taşları alarak kalelerine sığındılar. Fakat
Abdullah bin Ubey bin Selûl onlara yardım etmedi ve verdiği sözü yerine
getirmedi. Hz. Peygamber, (s.a.v.) de onların etrafını kuşattı. Hurmalıklarının
kesilmesini ve yakılmasını emretti[58].
Bunun üzerine yahudiler: «Yâ Muhammedi Sen bozgunculuğu ve fesadı meneder,
bunu yapanları ayıplardın. Şimdi yaş hurma ağaçlarını ne diye kestiriyor ve
yaktırıyorsun?» diyerek bağırıştılar. Bu konuda Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi
indirdi: «Siz herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üzerinde
dikili bıraktuıızsa bu hareketiniz (fesad için değil), hep, Allah'ın
izniyledir ve fasıkları perişan etmek içindir[59]».
Nadir oğullan
yahudileri, Resûluîlah'a kendi istediği gibi, Medine'den çıkmalarını teklif
ettiler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) Bugün ben, sadece başınızı alıp gitmenizi
kabul ederim. Savaş araç ve gereçleri hariç, bir devenin taşıyabileceği
eşyalarınız size aittir. Diğer mallarınız, artık size ait değildir» buyurdu.
Yahudiler de bunu kabul ettiler ve develerinin taşıyabileceği kadar mallarını
yükleyip gittiler. İbn Hişâm, yahudilerden bir adamın yıktığı evinin kapısını
devesine yükleyip götürdüğünü nakleder. Nadir oğullarından bir kısmı Hayber'e,
bir kısmı da Şam'a gittiler. Onlardan iki kişi hariç hiçbirisi Müslüman olmadı.
Müslüman olanlar, Yâmin bin Umery bin Kâ'b bin Amri bin Cahş ile Ebû Sa'd bin
Vahb idi. İkisi de mallarını aldılar[60].. ı
Resûlullah (s.a.v.),
Nadir oğullarının mallarını Ensâr'a değil de, ilk muhacirler arasında taksim
etti. Ensâr'dan da fakir oldukları bildirildiği için iki kişiye de mal verildi.
Onlar da, Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne Semmak bin Harşe idi. Nadir
oğullarının malları sadece Resûlullah'a âit idi., Belâzuri «Fütûhu'l-Büldân»
adlı kitabında, Resûlullah'ın, hurmaların altındaki araziyi ektirip, hanımlarının
ve ehlinin bir yıllık geçimini oradan sağladığını; fazla kalanını ise savaş
araç ve gereçleriyle silâh te'minine ayırdığını kaydediyor[61].
Haşr sûresi baştan sona kadar, Nadir oğulları yahudileri hakkında indi. Şu
âyet-i kerime de, Resûlullah'ın Nadir oğullarının mallarını taksim etme
hususundaki politikasını açıklar mahiyette indi: «Allah'ın onların mallarından
«Fey» olarak peygamberlerine verdiği mala gelince; siz ona ne at, ne de deve
koşturdunuz. (O yakın yere yürüyerek gittiniz) Fakat Allah, Resullerini
dilediği kimselere, hakim kılar. Onların gönüllerine korku düşürür, onlar Üzerinde
hükmünü yürütür. Allah herşeye hakkıyle kadirdir. Allah'ın peygamberine (kafir)
memleketler ahalisinden verdiği ganimet (Fey) Allah için (Kabe ve diğer
mescidlerin tamiri için) peygamber İçin, ona yakın olan akraba için, yetimler,
yoksullar ve yolda kalmış kimseler içindir. Tâ ki o mal sizden yalnız
zenginler arasında dolaşan bir servet (devlet) olmasın. Peygamber size ne verdi
ise onu alın; size neyi yasak etti ise onu da almayan. Allah'tan korkun,
çünküAllah çok şiddetli azab sahibidir[62]».[63]
Bu olay, Yahudinin
içine iyice kök salmış hıyanet ve ahde vefasızlık huyunun ikinci tablosudur.
Biz bundan önce de, Kaynuka oğulları yahudilerinin başvurdukları hıyanetlerden
diğer bir şeklini görmüştük. Bu husus sayılamayacak kadar olayların doğruladığı
tarihi bir hakikattir. Onlara isabet eden ilâhi lanetin sırrı da işte budur. Bu
ilâhi laneti Cenâb-ı Hakk'ın şu kavli tescil etmiştir: «İsrail oğullarından kâfir
olanlara hem Davud'un, hem de Meryem oğlu İsa'nın dili ile lanet olundu. Bunun
sebebi, onların isyan etmeleri ve hakkın sınırını asmış olmalarıydı[64]».
Sonra, bu olayda güzel
dersler ve İslâm şeriatının hükümlerinden birçoğuyla ilgili önemli işaretler
bulunmaktaydı. Biz onları aşağıdaki şekilde özetliyoruz:
1-Yahudilerin
Resûhıllah için tertipledikleri suikastı ortaya çıkarmak için Allahü Teâlâ'dan
Resûlullah'a gelen bu haber, Yüce Allah'ın kendi elçisini bi'setinden önce ve
bi'seti esnasında ikram buyurduğu birçok hârikalardan ve mucizelerden biri
sayılır. Bu mucize de Resûlullah'ın peygamber sıfatının, öbür şahsî
özelliklerinden önce geldiğini ortaya koyar. Mes'ele bizim dikkatimizi bu yöne
çek-memizdir. Onun peygamberliğine imanımız da böyle artar...
Siyret ve
Fıkhu's-Siyre konusunda eser veren bir kısım yazarlar; yahudilerin
niyyetlerini açığa çıkarmak maksadıyla, Resûlullah'a inen şu «İlâhî Haber»den
söz ederlerken; bununla yahudilerin tertipledikleri suikastın kendisine ilham
edildiğini açıklamak isterler. Halbuki ilham kelimesi, bütün insanlara âit
müşterek bir mânâya delâlet ediyor. Karineler ve işaretler yolundan ibaret olan
ilham duyusu tabii bir duyudur. Bu duyu sadece bir grup insana âit olamaz.
«İlâhî Haber» kavramı ise, Siyret âlimlerinin (Allah onlara rahmet eylesin) de
kullandığı gibi; yalnızca Nübüvvetin hususiyetlerinden ve özelliklerinden olan
bir tek mânâya delâlet eder. Biz biliyoruz ki, başkası değil de, bu mânâ Hz.
Peygamber'e tuzağı hissettirdi. O da, Allahü Teâlâ'nın Resûlullah'a, «Allah
seni diğer insanlara karşı koruyacak...» diye verdiği kesin sözü yerine
getirmesidir.
Durum böyle olduğuna
göre, ifadeyi değiştirme de, ne oluyor? Ama hakikaten bu tutum, mucizeleri
inkâr etme niyyetinden başka birşey değildir. Önceki konulardan da okuyucu
biliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in mucizelerini -mütevâtir kesinlikle sabit
olduktan sonra- inkâr etmek ancak, Hz. Peygamber'in peygamberliğine iman
etmedeki zayıflıktan kaynaklanır.
2- Nadir
oğullarının hurma ağaçlarını kesme ve yakma işi ittifakla sabittir.
Resûlullah'ın bu ağaçlardan kesip yaktırdığı sadece bir kısımdır. Sonra geri
kalanlarını olduğu gibi bırakmıştı. Resûlullah'ın bir kısmını kesip, bir
kısmını bırakmasını Kur'an âyetleri tasvib eder bir şekilde inmişti. Bu konudaki
âyet şudur: «Siz (kâfirlerin kinini artırmak için) herhangi bir hurma ağacını
kestiniz, yahut kökleri üzerine dikili bıraktmızsa, bu hareketiniz hep
Allah'ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir...[65]»
îslâm âlimlerinin
tümü, buradan yürüyerek, düşman" ağaçlarını yok etme konusundaki şer'i
hükmün, düşman: yenmek için komutanın yarar görüp uygulamasına bağlı olduğu
görüşünde birleştiler. Bu duruma göre mes'ele, siyaset-i şer'lyye ta'birine
giren şeylerden olmaktadır. Âlimler ftesûiullah'ın bu, hurmalar konusundaki
tasarrufunun (kesmek veya bırakmak şeklinde) asıl maksadının, maslahatı ve onun
yolunu araştırmak ve kendmden sonraki liderlerine göstermek ve öğretmek
olduğunu söylemişlerdir.
İmam Şafiî yine bu
konuyla ilgili olarak, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in şu aşağıdaki olayda «kesmek ve
yakmakla ilgili emrini» delil kabul etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Halid bin
Velid'i, Tülâyha ve Temim oğullarına gönderirken; Şam savaşlarında ağaçları
kesip yakmaktan onu nehyetmesine rağmen, bu sefer de yakıp kesmesini emretmiştir.
İmam Şafii (Rahimehullah) bu konuda şöyle diyor: «Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in meyva
veren ağaçları kesmemelerini emretmesi muhtemeldir. Çünkü o, Resûlullah'ın Şam
beldelerinin müslüman-lar tarafından fethedileceği haberini duyduğu için böyle
emir vermişti. Hz. Ebû Bekir'in ağaçlan kesmesi veya bırakması kendisine mubah
olduğu için, o da müslumanların yararını düşünerek, bırakmayı tercih etti[66]».
Maslahat iktiza ettiği
zaman, kâfirlerin ağaçlarını kesmenin ve yakmanın mubah olduğunu söylediğimiz
bu görüş, İmam Nafi'nin, imam Sevri'nin, Ebû Hanlfe'nin, Şafiî'nin, İmam
Ahmed'in, îmam îshâk'ın ve tüm fukahânın görüşüdür.
Leys bin Sa'd'dan, Ebî
Sevrî'den ve Evzâî'den bunun caiz olmadığı rivayet edilmiştir[67].
3- İmamlar,
müslümanlann düşmanlarından savaş etmeden aldıkları ganimetlerin «fey» olduğu
üzerinde ittifak etmişlerdir. Fey-' in tasarrufu ve gözetimi, müslümanlann
menfaatinin koruyucusu tmam'a ait olduğu ve savaştan sonra aldıkları
ganimetleri orduya taksim ettiği gibi, onu da taksim etmesin'.n üzerine vâcib
olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. İmamlar, bu görüşlerine, Resûlullah
(s.a.v.)'ın Nadir oğulları mallarının taksimindeki siyâsetim delil
göstermişlerdir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) -yukarıda da gördüğümüz gibi -;
Nadir oğullarının mallarını yalnızca muhacirlere tahsis etmişti. Kur'ân-ı
Kerîm'de, yukarıda belirttiğimiz İki âyet de, Resûlullah'ın bu davranışını
tasvip ederek inmişti.
İslâm âlimleri,
müslümanlann savaş yoluyla ele geçirdikleri topraklar hususunda ihtilâf etmişlerdir.
İmam Mâl.k, arazinin mutlak olarak taksim edilemiyeceğini, oranın haracının
(vergisinin) yalnızca müslümanlann yaran için vâkıf olacağım-, ancak devlet
başkanı, maslahatın taksim gerektirdiği görüşüne sahip olursa, bunu yapabileceğini
kabul etmiştir. Hanefiler de bu görüşe yakın bir görüşü benimsemişlerdir.
imam Şafii'ye gelince
o, zorla alınmış düşman topraklannın diğer ganimetlerin taksimi vâcib olduğu
gibi, bunun taksiminin, de vâcib olduğu görüşünü savunmaktadır. İmam Ahmed'in
mezhebinin zahiri de budur.
İmam Şafii'nin sahip
olduğu görüşün delili; Resûlullah'ın Nadir oğullan mallanndaki tasarrufudur.
Resûlullah'in, savaşta alınan ganimetlerin savaşçılar arasında taksiminin
gerekli oluşunun hilâfına, Nadir oğullanmn mallannda yaptığı tasarrufun
sebebi, bu ganimetleri elde etmeye medar olacak herhangi bir çarpışmanın olmayışıdır.
Resûlullah'ın Nadir oğullar: ganimetindeki karannın sebebini açıklamadaki
muğlaklığı şu âyet-i kerime giderir: «Allah'ın, Nadir oğullanmn mallanndan
peygamberine verdiği ganimete «Fey»e gelince: Siz ona ne at koşturdunuz, ne
deve...[68]».
Fey arazisinin
bölünmemesinin sebebi bu olunca, bir hükmün illeti kalktığı zaman, onunla
birlikte hükmün de kalkacağı ve ganimetler hakkında ta'yin edilmiş olan hüküm
tekrar geri geleceği gayet açıktır. Bu konuda arazi ve diğer şeyler eşittir...
İmam Mâlik ve Ebû
Hanife'nin sahib olduğu görüşün delilleriyle ilgili olaylar çoktur. Onlardan
en önemlisi Hz. Ömer (r.a.)'in Irak havalisini taksim etmekten çekinip; orayı
müslümanlara fazladan bir gelir sağlayan vâkıf yapma şeklindeki uygulamasıdır.
Yaptığımız bu açıklamadan daha
fazlasını burada yapmaya
mahal yotur.
Yine, dikkat etmemiz
gereken bir husus da, Nadir oğullan ganimetinin taksiminde Resûlullah'ın
siyâsetini açıklayan her iki âyet de Yüce Allah'ın zikrettiği sebeb (illet)
tir. Hani Resûlullah (s.a.v.), Nadir oğullarının mallarını başkalarına değil de
yalnızca bir grup insana vermişti. Allahü Teâlâ bunun sebebini açıklamada şöyle
buyurmuştu: «...Tâ ki, o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir
servet (devlet) olmasın...» Yâni bu servet, sizden yalnızca zengin tabaka
arasında sınırlı olarak elden ele dolaşmasın.
Bu gayenin sebebini
açıklamak şunu ilân ediyor: îslâm Şeri-atı'nın mâlî işlerdeki politikası;,
baştan başa bu prensibi (yâni servetin belirli kesimin elinde bulunmaması)
gerçekleştirmek üzere kurulmuştur, îslâm Şeriatı kitablarının mâli ve iktisadî
işlerle ilgili hükümlerle dolup taşmasından insan topluluklarım ve sınıflarını
bi-nbirine yaklaştıran âdil bir toplumun kurulması amaçlanır. Bu iktisadi
sistemle, halk arasında meydana gelen ve adaletin işleyişi ile tatbikatına etki
eden darboğazlar önlenir.
Zekât hükümlerine
işlerlik kazandırılarak, faiz yasaklanarak ve çeşitli ihtikâr kaynakları
kurutularak; İslâm şeriatının hükümleri ve mali işlerle ilgili özel nizamı
uygulama alanına konulmuş olsa, elbette tüm insanlar bolluk ve refah içinde
yaşayacaklardır. Belki bazan nzık konusunda aynı eşitlik içinde olmayabilirler,
ama tümü de yine ellerinde bulunanla yetinirler. Eğer bu toplumda herkes
birbiriyle yardımlaşma içinde olursa, onların içinde diğerini ezen bir grup
bulunmaz.
Daha da önemlisi; Yüce
Allah'ın şu dünyada şeriat koymasının gayesi îslâm toplumunu kurmak olduğuna
göre, bunun içinde kalmak ve dışına çıkmamakla yükümlü olduğumuz belirli
sebebler ve yollar koyduğunu bilmemiz gerekir. Yâni Yüce Allah bizi hem gaye
ve hem de vasıtaya uymaya çağırıyor. İslâm'dan maksad, içtimaî adaleti
kurmaktır. Bunu gerçekleştirmek için istediğimiz yolu ve vasıtayı kullanalım,
demek doğru olmaz.. Bilâkis bu gaye ve vasıtanın dışına çıkmak sayılır.
Allah'ın bize gerçekleştirmeyi emrettiği bu gaye, bizim için bu gayeye giden
yol olarak konulan sebebe sarılmanın dışında gerçekleşemiyecek. Tarih bunun en
büyük delili, hâdiseler bunun en büyük şahididir.
Kur'ân-i Kerim'in bu
hâdise üzerine ve bu hâdisenin umumî münâsebeti üzerine getirdiği açıklamayı
anlayabilmek için yâni; ya-hudllerle münafıkların münâsebetini, Resûlullah'ın
mal ve savaş konusundaki siyâsetini v.s. kavrayabilmek için Haşr sûresinin
tümünü okumak uygun olur. Bu sûre Nadir oğulları olayının ders ve öğütlerini
öğrenmeye imkân tanıyan hususların en önemlisidir. [69]
Bu gazve, siyer ve
meğâzi müelliflerinin müşterek kanaatince, Hicretin IV. yılı ve Beni Nadir'in
sürgün edilişinden birbuçuk ay kadar sonra vuku bulmuştur. Buhârİ ve bazı
muhaddisler ise bunun, Hayber gavzesinden sonra olduğunu benimserler.
Sebebi de, Necid
bölgesi kabilelerinin müslümanlara yaptıkları kötülüklerdi. Mes'ele, şu yedi
da'vetçinin öldürülme olayıydı. Onlar kabileleri İslâm'a da'vete gitmiş de
suikaste uğramışlardı. Re-sûlullah da buna karşı o bölge kabilelerine,
özellikle Beni Sa'lebe'-ye karşı harbe çıkmış, Medine'ye de Ebü Zerr el-Gıffâri
(r.a.)'yi vali olarak bırakmıştı.
Resûlullah (s.a.v.)
ordugâhını, Necid'de, Gatafan arazisinde «Nahl» diye anılan yere kurdu.
Hikmet-i ilâhi, kabilelerin gönlüne bir korku düştü. Herbiri bir yana
dağıldılar. Halbuki İbn Hişâm'm haberine göre, oldukça da kalabalıklardı.
Müslümanlardan kaçmaları sonucu çatışma çıkmadı.
Ancak, bu gazvenin
naklinde birtakım tesbitler müşahede ediliyor, yine de: Yâni iyi bakılırsa,
savaş olmamasına rağmen, biz olayı ayrıntılarıyla nakletmeye başlayınca,
görülecek ki, hayatımız için birçok ibret ve düstur var.[70]
1-
Sahihayn'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayeti: Diyor ki, «Biz Resûlullah (s.a.v.)
ile gazveye çıktığımızda, altr kişi
bir gruptuk, bir tek devemiz vardı. Benim tırnaklarım söküldü...
Ayaklarımızı eski çapıtlarla sarıyorduk.
Bunun üzerine ben buna
(yamalı savaşı anlamına) «Zâtü'r-Rika' Gazvesi» dedim. Ayaklarımızı
yamalamışız gibisine bir nükteydi bu... Ravî diyor ki: Ebû Mûsâ böyle söylüyor
ama, söylediğinden de pek hoşlanmıyor. Sanki bir sırrını ifşa etmiş gibi
söylediğinden rahatsız görünüyordu.
2- Buharı ve
Müslim'deki nakil: «Resûlullah (s.a.v.)
Zâtü'r-Rika' Gazvesi'nde salât-ı havf
(korku namazı) kıldı. Bir
grup saf tutup namaz kılıyor, bir grup
ise düşmanı gözetliyordu. Birinci grup-
la bir rek'at kıldı.
Ama o ikinciye kalktı, ayakta iken, cemaat ikinci rek'atı tamamlayıp acele
düşman karşısına koştular. Bu sefer ikinci grup geldi (ve Resûlullah ikinci
rek'atta iken ona uydular), onlarla da ikinci rek'atı kılınca oturdu. O
otururken, bu cemaat da kalkıp kalan birinci rek'atı tamamladılar ve Resûlullah
bunlarla birlikte selâm verip namazı tamamladı[71].
3- Yine
Buhârî'nin Câbir'den nakli şöyle: Resûlullah yola çıkınca o da berabermiş.
İhtiyaç molası vakti gelmiş ve bir vadide, od ağaçlarından bir koruluğa
inmişler. Herkes bir ağacın altına çekilmiş gölgelenmişler. Resûlullah (s.a.v.)
da bir sakız ağacının altına oturmuş ve kılıcını da dala asmış. Câbir sözüne
şöyle devam ediyor: «Biz bir müddet uyuya kalmıştık. Birden Resûlullah
(s.a.v.)'-in yanında bir yabancı oturuyor. Resûlullah bize: Şu adamı görüyorsunuz! Gelmiş
kılıcımı çekmiş, -ben
tabiî uyuyorum.- uyandım. Onun elinde yalın kılıç: «Seni benim elimden kim kurtarır?» diye
meydan okuyor... Ben de var gücümle, «ALLAH...» dedim. İşte bakın (kuzu kuzu)
oturuyor!..» Ve Resûlullah o adamı cezalandırmadı da, salıverdi[72]»...
4- îbn tshâk
ve Ahmed'in Câbir'den (r.a.) rivayeti: «Biz Resûlullah (s.a.v.)
ile Zâtü'r-Rika' Gazvesi'ne çıktığımızda;
önce bir müşrike kadına ok isabet
etmişti. Resûlullah (s.a.v.) oradan ayrılıp kafileyle yürüdü. Ama kafile
ilerlerken, bu sefer ortalarda olmayan kocası çıkageldi ve yemin ediyordu; Muhammed'in adamlarından birinin kanını
dökmeden peşinizi bırakmayacağım diye. Ve başladı Resûlullah'ın izini
takibe. Resûlullah bir yerde konakladı ve buyurdu ki, «Bu gece bizi bekleyecek
kişi kimdir?» Hemen, Muhacirlerden bir ve Ensâr'dan bir kişi[73]
fırladı. «Biz bekleriz ey Allah'ın Resulü!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da,
bir dere boğazına konaklamıştı. Onlara: «Geçidin ağzını tutun» diye emir
verdi.
Adamlar geçidin ağzına
gelince; Ensâr'lı, Muhacire dedi ki: Gece nöbetini nasıl arzu edersin? îlk
yarı mı, gece yarısı mı? O da, yandan sonrası daha iyi dedi ve Muhacir nöbetçi
yatıp uyudu. En-sâri ise başladı namaz kılmaya. Birden o adam çıkageldi ve
Ensâ-ri'yi görünce, ordugâhın nöbetçisi olduğunu anladı. Okunu yöneltti ve
nöbetçiyi vurdu. Ama Ensâri yiğit, oku çıkarıp attı, namaza devam etti. Adam
tekrar nişan aldı ve vurdu. Nöbetçi yine (vücuduna saplanan) oku çıkarıp attı
ve namaza devam etti. Üçüncü kez de aynı durum tekrarlandı ve nöbetçi rükûa,
secdeye vardı. Nihayet arkadaşını uyandırdı: Kalk ben vuruldum dedi. Uyanan,
«Vuruldun mu?» diye haykırınca, adam onların kendisini farkettiklerini anladı
ve hemen kaçtı. O sırada Muhacir, Ensârİ'nin kan revan içinde olduğunu görünce,
Allah Allah, insan daha ilk anda beni uyandırmaz mı yahu dedi. Ensârî ise;
«Ben bir sûre okuyordum, onu kesmek gönlüme zor geldi. Oklar ardı ardına
gelince, artık o zaman seni uyardım. Vallahi bana Resûlullah (s.a.v.) bir
geçidi koruma görevi vermişti. Oonu kaybetmiyeceğimi bilsem, ya o sûre ile namazı
tamamlardım ya da öylece son nefesimi verirdim[74]»
cevabını verdi.
5- Buhâri ve
Müslim (sahihlerinde); İbn Sa'd, Tabakat'ında; Ibn Hişâm, Siyer'inde... Câblr
îbn Abdullah'tan naklettiler
Der ki: «Resûlullah
(s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı.
Resûlullah'm ordusu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gitti, ben gerilerde
kaldım. Arkadan Ftesûlul-lah <s.a.v.) yetişti. Ne o Câbir? diye seslendi.
Ben de; işte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resûlâllah, dedim. Bana, yık şunu
dedi. Yıktım devemi, o da yıktı. Sonra; ver şu elindeki sopayı dedi. Verdim.
Aldı sopayla hayvanı birkaç tane okşadı. Sonra bin dedi, bindim ve yürüdük. Onu
Hak Nizam ile gönderene yemin olsun ki; benim devem onun devesiyle yarışmaya ve
nerdeyse geçmeye başladı.
Ve bu esnada
Resûlullah ile aramızda şöyle bir muhavere geçti:
Resûlullah (s.a.v.):
Câbir, bu deveyi bana s at sana!., dedi.
Ben: Ey Allah'ın
Resulü, ne hacet, sana bağışlarım, deyince;
Resûlullah (s.a.v.):
Hayır, bedeliyle ver, dedi.
Ben: O halde bir fiyat
ver yâ Resûlâllah!...
Resûlullah (s.a.v.): Bir dirheme alırım, buyurdu.
Beri: Hayır yâ
Resûlâllah! O zaman beni aldatmış olursun, dedim.
Resûlullah (s.a.v.): Peki iki dirhem olsun.
Ben: Hayır, dedim. Ve
Resûlullah bana fiyatı sürekli yükseltiyordu. Nihayet bir «Ukiyye»ye vardı[75]. O
zaman ben: Razı mısın yâ Resûlâllah? deyince
Resûlullah: Evet,
dedi.
Ben: Senin oldu,
dedim.
Resûlullah (s.a.v.}:
«Aldım» dedi...
Sonra Resûlullah sözü
değiştirdi:
— Câbir, evlendin mi artık? dedi.
— Evet yâ Resûlâllah, dedim.
— Dul mu, kız mı? dedi.
— Hayır dul kadın, dedim.
— Bir kız alamadın mı, birbirinizle
oynaşırdınız, dedi.
— Biliyorsun yâ Resûlâllah! Babam
Uhud'da öldü. Yedi tane kız çocuğu kaldı. Onları başına
toplayacak, onlara bakacak, eğitecek bir kadın almayı uygun buldum.
— İnşâallah
isabet etmişsindir, buyurdu.
Ve devamla «Biz
Sırar'a[76]
varınca bir deve yavrusu keseriz. Orada böylece bir günümüz geçer. Aile halkı
duysun da, bize evi hazırlar yastıkları dizerler» gibisine birşey söyledi. Ben
ona: Bizde minder yastık ne gezer? dedim. O da: Olur inşâallah. Sen varınca
iyi işler yap, dedi.
Câbir der ki: Sırar'a
gelince Resûlullah (s.a.v.), kesme emri verdi ve deve kesildi. O gün orada
kaldık. Akşamleyin de Resûlullah ile birlikte Medine'ye girdik.»
Yine Câbir devam
ediyor: Sabah olunca devenin yularından tutup, götürdüm. Onu Resûlullah'ın
kapısına çöktürdüm. Ve gidip mescldde Resûlullah'ın yanına oturdum. Resûlullah
(s.a.v.) çıktı, deveyi görünce sordu: Bu nedir? Dediler ki, bu deveyi Câbir getirdi
yâ Resûlâllah!.. Câbir nerede dedi? Ve beni çağırdılar. Tut devenin yularını
yeğenim, o deve senindir, dedi. Bilâl'i de çağırıp ona; Câbir'le git de ,ona
ukıyyeyi ver, diye emir verdi. Gittik. Bilâl ile. Parayı verdikten başka biraz
da fazlasını verdi. Vallahi .o para bitmek bilmedi ve evimizdeki etkisi belli
idi hep!..[77] [78]
Meğâzi ve siyer
bilginlerinden elde ettiğimiz müşterek kanaate göre, bu gazve Hayber gazasından
öncedir. Ama bir kısım meşhur araştırmacılar, Beni Nadir olayını müteakip ve
Hicretin dördüncü yılda olduğu görüşünü tercih ediyor. İbn Sa'd ve tbn Hibbân
gibiler ise, beşinci yılda vukubulduğunu savunur. Ne var ki, İmam Buhâri
Sahİh'inde, Hayber'den sonra olduğuna sened gösterirken; kitaptaki sıralayışta
Hayber'den önce saymıştır. Hafız îbn Hâcer de, Buhâri'nin delilini, havf
namazının «Zâtü'r-Rika'»da meşru kılındığına, «Hendek» savaşında ise
Resûlullah'ın havf namazı kılmayıp namazı geçirdiği ve kaza ettiği karinesine
dayanarak tercih ediyor. Tıpkı bunun gibi; Ebû Müsâ el-Eş'ari'nin sahihaynin
naklini de, irdeliyerek; ayaklarının patlaması ile çapıtla sarmaları ve sefere
de bu yüzden «Zâtü'r-Rika'» denmesinin esas ve isbat sayarak; Hayber'den sonra
olduğunu vurguluyor. Çünkü Ebû Mûsâ Habeşistan'dan, Hayber'den sonra dönmüştü[79].
Nihayet İbn Kayyım, bu delillerin ışığında durumu inceleyerek, bu gazvenin (G.
Zatü'r-Rika') Hendek savaşından sonra olduğunu söylüyor.
Bize gelince: Bu
gazvenin Hendek olayından önce olduğu apaçıktır deriz. Çünkü Sahîh-i Buhâri'de
kesin olarak belli ki; Câbir (r.a.) Hendek savaşı sırasında Resûlullah'tan izin
alarak evine gitmiş ve ResûluIIah'ın açlığından sözetmiş, Resûlullah'ı ve
Ashabını yemeğe da'vet etmiş olduğu ve Resûlullah'ın da, Câbir'in hanımına;
«Bundan sen de ye, halka da yedir, çünkü açlık umumidir» dediği bilinirken;
Zâtü'r-Rika'da ise Câbir'e, «Peki evlendin mi?» diye sorduğu, onun da evet
dediği sahîkayn'de tafsilatıyla geçti. Yâni o zaman Câbir'in evliliğini
Resûlullah bilmiyordu demektir. O halde bu Zâtü'r-Rika', Hayber bir yana
Hendek'ten bile önce olmuştu. Durum buna açıkça delâlet eder.
Ben, Hendek savaşını
Zâtü'r-Rika' gazasından sonraya alacak, bundan daha geçerli isbat göremedim.
Aksi de öyle tabii... Fakat her hâlü
kârda, isbatımızm kat'iyyet
derecesine vardığını söyleyebilirim.
Hafız İbn Hâcer'in;
Resûlullah (s.a.v.)'ın, Hendek savaşında «Havf Namazı» kılmayıp, namazı kaza
ettiğine dair yürüttüğü îsba-ta gelince; cna şöyle cevab verilebilir: O gün
namazın kazaya bırakılmasi; Müslüman ve müşriklerarası çarpışma ve saldırılann
sü-rekliliğindendi. Hani ya, namaz için hiçbir fırsat yoktu. Aynı zamanda
düşman kıble yönündeydi de. Halbuki Zâtü'r-Rika' gazasında kılınış tarzına
bakınca, kıblenin düşman tarafında olmadığı belli. Bu bir gereklilik olduğu
gibi; Hendek'te namazın (sıkışık durum yüzünden) kazaya bırakılması, belki,
kaçırılan namazların kazasının meşruiyetini açıklamak için de Peygamberi ve
maksadlı bir işlemdir. Tıpkı böyle de, Ebû Mûsâ hadîsini açıklaması cevablandm-lır;
çünkü o birçok siyer ve meğâzi müellifinin naklettiği Ebû Musa'nın; «Biz
Resûlullah (s.a.v.) ile gazaya çıktık. Biz altı kişiydik, bir devemiz vardı»
sözünü, Zatü'r-Rika' gazasında cemaatın kalabalık olduğu nedeniyle başka bir
olayı böyle adlandırmış olacağı şeklindeki yorumu olan tbn Hâcer, bu görüşü
reddetmeye kalkıyor. Halbuki; onun iddiasına hiçbir emare yok. Aksine meğâzî
müelliflerinin iddiası kesin isbathdır. Câbir'den serdettiğimiz hadîste durum
açıktır...
Yine bu gazada
müslümanların bir müşrik ile savaştığı kesindir. Özünü yukarıda arzettik. Ama
yine de bazı araştırma ve inceleme, bazı ibret noktaları, delâlet ve
müşahedeler koyabilir ortaya. Şimdi bunları anladığımız ölçüde beş madde
halinde sıralayacağız:
1-
Şeyhayn'in Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den rivayetinde, Zâtü'r-Rika' adının verilmesi
bize, Resûlullah'in arkadaşlarının ödevlerini, dini tebliğ sorumluluklarını ve
cihad dâvasını ne derece çilelere katlanarak yerine getirdikleri ifadesinde
apaçık görülür ki; onlar mâli imkânsızlık içindedir. Savaşlarında
kullanacakları en zarurî ihtiyaçlara hattâ bir bineğe bile sahip değil. Altı,
yedi kişi bir deveye değişerek biniyor, uzun ve meşakkatli yollan katediyorlar.
Ama buna rağmen yokluk ve imkânsızlık onları, vazifelerini yapmaktan alıkoyamıyor.
Allah yoluna da'vet ve o uğurda savaşmaktır bu... Onlar bu yolda her sonuca ve
renk renk çilelere göğüs geriyorlar. Ayaklan yol yürümekten, taş ve kayalara
çarparak parçalanıyor. Tırnaklan sökülüyor. Ve bu çıplak ayaklanna giyecek bir
ayakkbı, (çarık v.s.) bulamadıklarından eski elbise parçalanyla sanyorlar...
Bütün bunlar
karşısında porsuyup sinmiyor, gevşemiyorlar. Müslüman oldukları andan itibaren
yüklendikleri ilâhi sorumluluğun büyüklüğünü asla unutmuyor ve bundan
yunuyorlar... Ve hep şu ilâhi fermanı zihinlerinde canlandırıyorlar: -Allah
mü'minlerden, nefislerini ve mallarını; Allah yolunda savaşmalan, ölmeleri
veya öldürmeleri sonucu olarak Cennet karşılığı, satın almıştır...[80]
Bu ise, canlarını feda
etmek üzere verdikleri ahd ve mîsâk şeklinde yaptıkları bey'atın delilidir.
Burada görebilirsiniz
ki; Ebû Mûsâ el-Eş'ari (r.a.) bu haberi yaymakta nefsini serbest görmüyor.
Ağzından kaçırdığı şeyden tiksiniyor. Gazveye (Zâtü'r-Rika') adı verilmesinin
sebebi sorulduğunda verdiği bu cevabla, Allah indinde ecir beklemesi gereken
bir hususu ifşa etmekten nedamet duyuyor.
Bu da, tmam Nevevi'nin
dediği gibi, Sahâbe-i Kirâm'm yaptıkları sâlih amelleri gizli tutmak, Allah'a
itaat sadedinde çektikleri çileyi ifşa etmemekte titizlik gösterdiklerini anlatır.
Ancak, blrşeyin anlatılması ve bir maksadın tahakkuku için mecbur olurlarsa
anlatabiliyorlar. Meselâ, ibret alınsın, uyulup amel edilsin diye... Ancak
böyle bir hayır niyeti ve bir ulvi gayenin tahakkuku için selef-i sâ-lihin
kendi faziletinden bahseder. Güzel amellerinden söz açtığı olur....[81]
2-
Resûlullah (s.a.v.)'ın bu gazvedeki tutumu ve cemaatın ona uyması, namaz
kılışları, aynı zamanda «Korku Namazı»nın meşruiyeti ve esasları için de bir
dayanak teşkil ediyor. Ve böylece «Havf Namazı» nın iki durumu ortaya çıkıyor.
Birisi, düşmanın kıble cihe-t'.nde bulunmasına göredir. Öbürü ise, düşmanın
başka bir yönde bulunuşuna göre. îkinci durum, Resûlullah (s.a.v.)'ın
Zâtü'r-Rika' gazasında kıldığı namazın mahiyetini tesbit eder. Yâni, namaz vakti
daralmıştır. Sadece kıbleden değil, çeşitli yönden düşman gelmiştir. Ve yine
müslümanların takip edilmesi, namazla meşgul olduklarını görünce saldırmaları
ihtimalinden korkulmaktadır. Onların toptan namaza durduklarını görürlerse,
toptan saldırıp kılıçtan geçirebilirler.
Bu durumda Resûlullah
(s.a.v.) bir grup sahâbesiyle namaza başlamıştır. Kalanı ise çok yönlü bir
gözetlemede kalmış, düşmanı kontrol ediyorlardır. Resûlullah namazı
yarılayınca, yâni birinci rek'-atı bitirip ikinciye kalkınca; arkasında namaz kılanlar,
ferden kılmaya başlıyor ve ikinci rek'atı çarçabuk kılıp selâm vererek ayrılıyor.
Koşup nöbeti devr alıyorlar. Bu sefer de öbür arkadaşları koşup, daha
Resûlullah (s.a.v.) ikinci rek'attayken yetişiyor, ona uyuyorlar. Kalan rek'atı
onunla birlikte kılıyorlar. Daha sonra da (Resûlullah selâm verince) tabii
olarak kalkıp, kaçırmış oldukları rek'atı ferden tamamlıyorlar. Resûlullah da
oturduğu halde bekliyor ve ona yetişip selâm veriyorlar.
Namazın anlatıldığı
şekilde iki cemaat halinde kılınmasını gerektiren ve imkân veren duruma
gelince, bu iki sebebe bağlı gözüküyor:
a) Hepsinin
Resûlullah (s.a.v.)'a uyarak namaz kılmış olma kastı. Ki, bu şartlar aynen
tahakkuk etse bile başkası için düşünülemez[82].
b) En zor
şartlarda bile cemaat ve birliğin, bütünlüğün önemini gösterir. Yâni halkın
bölük bölük olup ardı ardına cemaatler halinde namaz kılmaları, zaruret
olmadıkça mekruh olur.
Ama Hanefilerin
büyükleri bu konuda birinci sebebi esas almışlar ve «Korku Namazı»nın,
Resûlullah (s.a.v.) vefat ettikten sonra meşruiyetini (anlatılan tarzıyla) kaybettiğine hükmetmişlerdir..:
3-
Resûlullah (s.a.v.) ağaç altında uyurken, onun kılıcını alan müşrik hikâyesine
gelince: Okuduğunuz gibi cereyan etmiş hakiki bir olaydır. Bu da apaçık,
Cenâb-ı Hakk'ın Nebi (s.a.v.)'sini koruduğunu, kolladığını gösterir.
Ve bu, Cenâb-ı
Hakk'ın, Resulüne verdiği harikulade hallerden birisi olarak, sana büyük ibret
ve gözünü açıcı, kesin olarak o yüce şahsiyeti tanıtıcı bir durumdur. Malûmdur
ve kolay kavranır ki, o derin uykuya dalmışken, gelip kılıcım alan müşrikin ona
saldırıp öldürmesi işten bile değildi.
Yine, kılıcını
indireceği anda, düşmanına karşı bu bulunmaz fırsatı kaçırtan ve müşriki o
anda, «Benim elimden seni kim kurtaracak?» dediği halde, kararından ve azminden
vazgeçirten kimdi, neydi? Ha, işte bu müşrikin de hesab edemediği birşeydi:
Onun aklından geçiremiyeceği yardım, Allah'ın inayeti, Resulünü himayesi... Bu
inayet ve himaye yetmişti müşrikin kalbinin korkuyla dolmasına, bedeninin
zangır zangır titremesine ve kılıcın elinden düşmesine, nihayet mahcup bir
halde Resûlullah'ın huzurunda oturmasına yarayan buydu.
Rine bu hâdiseden
Öğreneceğimiz en önemli birşey de şu âyet-i celilenin Hak bildirisi: -Allah
mutlaka seni insanlardan koruyacaktır[83].
Âyette düz anlamda bir koruma frldirilmiyor. Çünkü eza ve cefa olarak Resûlullah
kavminden epey çekmiştir.
Malûmdur ki, bu
sünnetullahtandır. Ama buradaki koruma, onu kimse yakalayıp hapsedemez ve
öldüremez, onun risâletini, tebliğini ortadan kaldıramaz demektir.
4- Yukarıda
Câbir tbn Abdullah kıssasını anlatmıştık. Ve onun, Resûlullah, Medine'ye dönüş
sırasında, yol boyunca konuşmalarını nakletmiştik. Görüldüğü üzere orada, gaza
ile ilgili pek birşey yoktu. Ama Resûlullah (s.a.v.)'ın huy ve ahlâkını
yansıtan unsurlar tesbit ediyor, o muhavere. Sahabesine karşı ince bir ruh ve
zarif nükteleriyle, ne derece derinden ilgi duyduğunu okuyoruz. Ne üstün bir
ahlâk! Ne lâtif bir insanî ilişki. Nükte ve latifede incelik... Arkadaşlarına
ne derin muhabbet var O'nda...
Serdettiğimiz kıssayı
iyi düşününce, görecek insan, Câbir gibi sıradan bir sahabesinin bile evindeki
problemlerine kadar ilgileniyor: Onun babası Uhud savaşında şehid olmuşmuş, ö
da ailenin en büyük erkek çocuğu olduğundan, ailenin bütün yükü onun omuzlarına
kalmış. Babasının arkada bıraktığı bir sürü kız çocuğunu yetiştirme işine
kadar... Üstelik mali imkânı da kısıtlı olduğundan durumu çok naziktir... Ve
sanki Resûlullah (s.a.v.)'a o bir işaret olmuş, Câbir'in kafileden geri
kalışı, yokluk yüzünden bir zayıf deveye binmek zorunda kalmış olduğunu
konuşmaya başlamakla, bütün perişanlıklarını dile getirmesine vesile olması...
Nitekim O'nun (s.a.v.)
âdetidir arkadaşlarıyla yol yürümesi halinde, onları tek tek yoklayıp
durumlarını tanımak isterdi.
Bu sefer de sanki,
öyle bir fırsat icadetmek istemiş, geriye kalmış da, onunla yürümeyi plânlamış
ve gördüğün gibi tatlı nüktelerle, kendine has mizahlarıyla, üçüncü kişi
olmaksızın onunla yol boyu konuşmuştur.
Önce ona, devesini
satmasını teklif ediyor. Ve bunu, Câbir'e yardım etmek için, onun müşküllerini
ortaya çıkarıp çare bulmak için, bir bahane ediyor. Hemen de evinden ve
^ailesinden soruyor. Ama çok ince nüktelerle... Yeni evliliğinden ötürü onu
takviye ve gönlüne destek oluyor. Nihayet Medine yakınına varınca orada birkaç
saat te'hir ediyorlar. Medine halkının, onların gazadan döndüğünü
öğrenmelerini bekliyor. Câbir'in hanımı da işitsin istiyor. Durumunu
düzeltsin, evini nizama sokup süslesin istiyor... Câbir ise uygun bir üslûpla
burukluğunu dile getiriyor: «Yâ Resûlâllah, bizde yastık, minder gibi şey
nerede?» diye. Resûlullah (s.a.v.) ise, olacak olacak diye, onu teselli edici
cevab veriyor...
Onun insanlarla
muaşeretindeki tatlılığın hârika tablosudur bu. Sözünün üstünlüğü,
nüktesinin tatlılığı, ashâbiyle
olan söyleşisin de apaçık
görülüyor. Evet bize onu görmek, onun meclisinden nasiplenmek, gaza ve
seferinde eşlik etmek mukadder değilmiş, ama biz onun slyretinden ve ondan
gelen haberlerden, kokusunu alıp, şevkten titriyoruz. Sanki görmekten ve
katılmaktan mahrum olduğumuz meclislerini haberlerde tanıyarak görmüşten daha
çok etkileniyoruz. Katılamadığımız savaşlarında heyecanlanıyoruz. Yâ Rab, bize
ebedi Cenneti'nde onunla buluşmak ve bütün bunları müşahede etmek nasibet!..
Ve bize gayret ver;
onun tebliği ve hidâyetine uyalım, senin şeriatının tatbik ve icrası için her
çile ve zulme dayanabilelim.
5- Müslüman,
bu iki sahabenin taşıdığı güzel haber önünde durup uzun ve ciddî bir tefekkürde
bulunmalıdır. Yâni şu bir geçitte nöbetçi olarak kalmalarını Resûlullah'ın
emrettiği kişilerin se-rencamı. Böylece cihadın karakterini ve aynı zamanda
sahabenin buradaki uygulamasını kavramış olur... Cihad sadece maddi güçle
düşmana karşı çıkma eyleminden ibaret değildir. Ve hiçbir sahabe ' de asla bu işi
bu kötü tarzda anlamamıştır.
Çünkü cihad,
Resûlullah'ın ta'lim ettiği, sahabenin de tatbik ettiği üzere; Müslümamn bütün
benliği ile giriştiği, huşu, teslimiyet ve iffetle uyguladığı en büyük
ibâdettir. Mü'minin bu anda Rabbi-ne yakınlığı o derecedir ki, artık tüm bir
dünya hayatını geriye atmış, hep ölüm ve şehadeti karşılama tasasındadır...
Bunun için de
gerçekten, Ensâr'dan Abbâd Ibn Bişr (r.a.î'in gece nöbetinde, İçendi sırası
gelince, namaza durduğu anda, ilâhî huzurda başladığı sûreyi bitirmeden namazdan
ayrılmayışı tabiidir. Çünkü o bütün benliği ile kendisini o sûre-i celilenin
ilhamına kaptırmıştır. Sahabenin ciddiyeti gereğidir bu. Artık bu haldeyken
kendisine atılan ve vücuduna saplanan oka bile aldırmayışı da normal davranış
demektir. Hattâ ikinci oka da aldırmaz... Çünkü o an beşeriyetini Rabbinin
ulûhiyyeti önünde yok bilir. Ruhuyla, cismiyle topyekûn bir işe vermiş ki,
ilâhî şuur onu sarmış, o kendisiyle de, çevresiyle de irtibatsızdır. Artık,
yalnız Hâlik'ından ebedi hayat dilemede. Fânî hayat akla mı gelir?..
Nihayet, ibâdetinin
ana çizgisi ve ekseni saydığı sûre bitince, rükû' ve secde düğümleri
tamamlanınca, tekrar beşeriyetine döndüğü an vücudundaki oku hissediyor. Bu da
acısını çektiğinden değil de, l^ndi hayatını kaybedince, asıl üzerine aldığı
ödevin gayesini kaybetme ve bu sükûtu yüzünden ağır bir sorumluluk altına düşme
endişesinden ötürü... Budur onu, üçüncü ok değince, namazdan
ayrılmaya ve de
arkadaşını uyarmaya zorlayan. Böylece geçidin korunma eylemini arkadaşına
devretmiş oluyordu.
Müslüman kardeşler
düşünsün o zâtın şu sözünü: «Vallahi, Re-sûlullah'ın emrettiği koruma görevimi
aksatmaktan korkmasam, ya namazı bitirir, ya da o halde can verirdim.»
Cihadın karakteri işte
budur. Yâni Allah'ın has kullarından, zafer ve kurtuluş va'dettiği kimselerden
beklediği cihad biçimi... Bütün yönlerden, tüm "maddi güçler üzerine
çullansa bile, bu tavrı taşır Ehhıllah!..
Şimdi kıyasla; seni
esef ve özlemle yakacak, bu cihadla, günün dedikodusunu yapıp kurduğu cihadı.
Boş övünç ve ayran kabartma cihadım (!)
Allah'ın yeryüzünde
tecelli eden adlini düşün ve durumu kıyasla. Göreceksin ki, Allah kimselere
zulmetmiyor, insanlar kendi kendilerine zulmediyorlar.
Ve sonra, ellerini
açıp yalvar da, saçma sapan işlere girişenler yüzünden Allah'ın bizi helak
etmemesini iste. Sıcak, yakıcı göz yaşlarını dök. Allah huzurunda kulluğun
derecesini bil ve sadık kulluğa ermeye çalış. Hatalı davranış ve kusurlarından
ötürü bizi cezalandırmaması için yalvar... [84]
îbn tshâk ve bazı
siyer âlimleri, bu savaşın altıncı Hicret sene-s'nde olduğunu bildiriyor.
Muhakkik ulemanın müşterek görüşlerine göre ise, beşinci senenin Şa'ban ayında
olmuştur. Bunun açık delillerinden biri, Sa'd îbn Muâz'ın bu savaşta sağ
olmasıdır. Nitek.'m, inşâailah aşağıdaki tafsilâtını göreceğin'z İfk olayında
da ismi geçecek!... Ve esasen Sa'd îbn Muâz, Hendek harbinde aldığj yaranın
etkisiyle, Benî Kurayza olayı sırasında vefat etm:şti. Benî Kurayza olayının
ise az sonra açıklanacağı üzere, Hicretin beşinci yılında olduğu belli. Sa'd
vefatından bir yıl sonra nasıl sağ olacaktı?[85].
Bu savaşın sebebine
gelince; Resûlullah'a bu kabilenin kend'si-ne karşı Haris İbn Dırâr komutasında
bir ordu hazırlamakta olduğu haberinin ulaşmasıdır. Resûlullah (s.a.v.) onların
tutumunu haber alınca; onlara karşı harekâta geçti ve n;hayet -Müreysî» denilen
bir su başında karşılaştılar. Çatışma başladı. Kan döküldü. Sonunda Benî
Mustalık'tan ölenler oldu. Alınan ganimetleri de Resûlullah savaşan mü'minler
arasında paylaştırdı. Beşte dördünü muhariplere pay ederken, yayalara bir pay,
atlılara iki pay verdi[86].
Bu savaşa,
müslümanlarla birlikte bir hayli de münafık katılmıştı. Halbuki daha önceki
savaşlarda hep geri geri asılırlardı. Ama müslümanlarin sürekli zaferini
görünce, ganimete konma iştihalan onları zorlamıştı savaşa katılmaya.
Buhârî ve Müslim'in
değişik kanallardan nakillerine göre yine bu savaş esnasında, Resûlullah
(s.a.v.) esir kadınları gaziler arasında paylaştırınca sahabelerden bazısı
ondan «azl»in hükmünü sormuşlar. O da şöyle buyurmuştur: -Azli yapmazsanız
fena olmaz. Kıyamete kadar hangi canlı takdir edilmişse, mutlaka o hayat bulur
zira!..»
Yine İbn Sa'd
«Tabakalında, îbn Hişâm Siyretinde şunu nakleder: Ömer tbn Hattâb (r.a.)'ın kölesi Cehcah bin Said el-Gifârİ,
Sin'an bin Vebr el-Cüheni ile kavga etti. Olay, Müreysi kuyusunun yanında ve
Resûlullah'ın karargâhının bulunduğu yerde toplanmış bir kalabalık arasında
çıktı. Nerdeyse birbirini öldüreceklerdi. Üstelik Cühenî, -Ey Ensâr grubu»
diye bağırırken; Cehcah da, -Hey Muhacirler» diye onları yardımına çağırıyor,
kavgaya da'vet ediyordu. Durumu, Abdullah îbn Ubey îbn Selûl[87]
öğrenince kızdı ve yanındaki ekibe; öyle mi yaptı (muhacirler) diye çıkıştı.
Ve devam etti: «Bize sığındılar, şimdi çoğaldılar ülkemizde. Vallahi bu Kureyş
artıklarıyla[88] «Besle kargayı oysun
gözünü» dedikleri duruma düştük. Eh Medine'ye dönünce göreceksiniz, efendi
olan, sığıntı olanı oradan sürecektir.»
Orada bulunan Zeyd bin
Erkanı bu sözü duyuyor ve hemen Re-sûlullah (s.a.v.)'a haber veriyor. Ömer
(r.a.) de oradadır. »Yâ Re-sûlâllah, izin ver de; Abbâd Îbn Bişr o herifin
başını uçursun» diye teklif ediyor. Ama Resülullah (s.a.v.) uyarıyor onu: »Peki
Ömer, ya halk Muhammed artık arkadaşlarını öldürüyor diye lâf etmez mi? Hayır
hayır. Sadece çağır, halk yürüyüşe başlasın.»
Bu saat, onun yola
çıkma âdeti olmayan bir vakit olmasa da yürüyor ve orduda yürüyüp gidiyor. Ve
Resûlullah bu yürüyüşe o gün, o gece devam ediyor. Ta ertesi sabaha kadar
sürdürüyor. Güneş iyice kızdırıncaya kadar da yürüyorlar ve nihayet konaklama
emri verildiğinde, halk o derece yorulmuştur ki, daha toprağa değerken derin
uykuya dalıyorlar. Böylece de, ne dünkü olaydan, ne de îbn Selûl'ün lâfından
söz etmeye kimse fırsat ve imkân bulamıyor. Resûlullah (s.a.v.) böylece
alıkoyuyor onları.
O sırada «Sûre-i
Münâfikûn» nazil oluyor. Zeyd Îbn Erkam'ınt Ubey Îbn Selûl'den naklettiğini de
doğrulamış oluyor: «Diyorlar ki; Medine'ye dönersek, şerefliler şerefsizleri
sürüp çıkaracak oradan. Halbuki izzet ve şeref Allah'a, Resulüne ve müminlere
mahsustur. Ama münafıklar bunu anlayamazlar...[89] ».
îbn Sa'd da bundan alıyor. Beyhaki ise Câbir'den, Ahmed ve îbn Cerh, Zeyd Îbn
Erkanı'-dan, Îbn Hâtib Amr bin Sabit el-Ensârl'den, naklediyor. Bütün bu rivayetler,
anlatımda birbirine yakın, özde ise müttefiktir. Sened yönünden de îbn Ishâk
dışında hepsi muttasıldır.
Medine'ye dönüşte ise:
Abdullah îbn Ubey îbn Selûl'ün oğlu Abdullah[90],
Resûlullah'a müracaat ederek dedi ki; «Senin, babamı idam ettireceğine dair
kararını öğrendim. Bunu ben yapmak isterim. Emir ver onun başını getireyim.
Çünkü bildiğim kadarıyla Hazrec kabilesi içinde ebeveynine benden daha
hürmetli kimse yoktur. Bu yüzden korkarım ki; benim dışımda birine emir
verirsiniz, o idam eder. Sonra da ortalıkta, Abdullah Îbn Ubey'i öldüren kişi
olarak dolaşınca, nefsim bana galib gelebilir. Ben de faraza onu öldürürsem
bir kafir uğruna bir mü'minin katili olmak felâketine düşerim...»
Resûlullah (s.a.v.)
ise; «Hayır, biz ona merhametle davranacağız ve bizimle iyi geçindiği müddetçe
de onunla iyi ilişkilerimize devam edeceğiz...» buyurdu.
Ve bundan sonra da,
Abdullah îbn Ubey ne söylese çevresi sözünü ağzına tıkamaya ve onu azarlamaya
başladı. îşte o zaman da Resûlullah (s.a.v.), Ömer (r.a.)'e şöyle dedi: «Ömer!
Hani bana ,onu öldüreyim dediğin gün öldürmüş olsan, onu birden yüceltmiş
olacaktın. Ama bugün emretsem onu hemen öldürmen mümkün değil mi?...» [91]
Bu savaştan
müslümanların dönüşü amndanydi; îfk olayı yânı Hz. Aişe hakkında, münafıkların
uydurduğu dedikodu vukubuldu. Şimdi size bu mes'eleyi (Buhâri ve Müslim)
sahihlerinde geçtiği şekilde özetle sunacağız:
Hazret-i Âİşe (r.a.)
bu gazaya, Resûlullah ile birlikte nasıl çıktığını anlattıktan sonra sözüne
şöyle devam ediyor: «Resûlullah bu savaşı bitirip Medine'ye dönüyordu. Konak
yerinde orduya geceleyin yürüyüş emri verdiği sırada ben, ihtiyacım için
(hevdecimden) çıkmıştım. Bineğime döndüğüm anda ise göğsüme dokundum.
Ger-danlığımin kopup düşmüş olduğunu anladım. Tekrar geriye dönüp (gittiğim
-yerde) onu aramaya koyuldum. Bu arayış beni çok oyalamış ve alıkoymuş oldu.»
Ve devam ederek diyor ki: «Bu esnada benim hevdecimi deveye yükleyenler gelmiş
yüklemiş. - Bu da Hi-câb âyetinin nazil olup, kadınlara mutlak setr
emredildikten sonradır -. Benim içerde olup olmadığımın farkına da
varamamışlar. Ben içindeyim sanarak çekip gitmişler...[92]
Nihayet ben
gerdanlığımı bulup döndüm ama hay_li zaman geçmişti. Ordu yürüdükten sonra
oraya ulaşmışım. Tabii gelen giden, arayan soran yok... Çaresiz, eski yerime
çömelip bekledim. Benim yokluğumun farkına varıp, dönerek beni anyacaklannı
ummuştum.
Ordunun arkasında -
yerini kontrol için - Saffan îbn Muattal bırakılmışmış. Sabah olunca, insan
karaltısı görmüş ve bulunduğum yere doğru yaklaşmış. Yaklaşıp görünce de beni
tanımış. Çünkü hi-câbdan önce bu zât beni görmüştü. Bense, uyku basmış uyuya
kalmışım. O beni tanıyıp da istirca'da[93]
bulununca uyanabildim. Hemen cilbâbımla yüzümü örttüm. Vallahi hiçbir kelime
konuşmadık ve ondan da istirca'mdan başka bir söz işitmedim. Hemen arkasından
da devesini çöktürdü bineyim diye. Ben kalkıp deveye bindim. O da çekip yedmeye
başladı. Böylece orduya öğle sıcağında bir konak mahallinde ulaşmış olduk. İşte
orada da olan olmuş (iftiracılar günaha batmış) benim hakkımda. Bana iftirayı
meğer Abdullah îbn Ubey îbn Selûl orada başlatmış.»
Hz. Âişe devamla
buyurur ki:
«Medine'ye dönünce ben
bir ay hasta yatmıştım. Meğer halk, bana yapılan iftiradan kaymyormuş, dedikodu
almış yürümüş. Benim birşeyden haberim yok. Ancak, bu hastalık boyunca
Resûlul-lah'ın bana karşı tutumundan birşey anlamıyordum. Çünkü daha önce bana
gösterdiği sevgi ve iltifatı şimdi hiç göremlyordum. Sadece yanıma girip selâm
veriyor, «Rahatsızlığın nasıl?» deyip çıkıyordu...
Nihayet biraz iyiliğe
dönünce, bir gece Mıstah'ın anasıyla te-nezzühe çıkmıştık. Ki o zamanlar henüz
yakında tuvalet yoktu (geceleyin araziye çıkardık). Dönerken -Ümmü Mıstah'ın
ayağı çarşaf fına dolaşınca, *Mıstah kahrolsun» diye hakaret etti[94].
Benim tuhafıma gitti. Ne fena söyledin dedim, kadına: Bedir'de bulunmuş bir
zâta lanet mi ediyorsun?... O da; sen onun neler söylediğini duyma-iın mı? diye
karşıladı.»
Hz. Âişe diyor ki:
«işte o anda kadın, iftiracıları ve mel'anetle-rini bana baştan sona anlattı.
Bunun üzerine hastalığım iki kat oldu... O gece boyunca ağladım. Gözüme uyku
girmiyor ve gözyaşım da dinmek bilmiyordu. Bir de ne göreyim, Resûlullah durumu
müzakere için bazı yakınlarını çağırıp istişare ediyormuş. Hattâ helâlinden
ayrılma konusunu danışmış. Eh bazıları, «Yâ Resûlâllah, o senin ailendir, biz
onun hakkında bir fenalık bilmiyor, iyi tanıyoruz, demiş. Bazısı da: Bu senin
için çıkmaz değil, dünyada kadın çok... diye cevab vermiş. Ayrıca cariyeye
(Berire'ye) de sorun, o size doğrusunu söyler, demişler...
Resûlullah (s.a.v.)
de, Berire'yi çağırıp ona şöyle sormuş: «Sen Aişe'den, seni şübhelendiren bir
duruma şahid oldun mu hiç?. O da, ondan hayırdan başka birşey görmedim, diye
cevab vermiş. Bundan sonra Resûlullah minbere çıkıp, şöyle seslendi: «Ey
müslüman csmaat!... Şu ev halkımla ilgili, bana kötülük eden kişiye karşı bana
yardımcı olacak kimse yok mu?... Halbuki; Allah'a yemin olsun, ben ehlimde bir
çirkin durum görmedim, göremiyorum. Üstelik bir adamın ismini de
karıştırıyorlar ki; onu da iyi halleriyle tanırım ancak...»
Bunun üzerine Sa'd bin
Muâz kalkıp: «Yâ Resûlâllah, o kişiden ben intikamını alacağım» dedi. Eğer
Evs'ten ise boynunu vururuz. Eğer Hazredi kardeşlerimizden ise, ne emredersen
onu yaparız... Bunun üzerine halk mescid içinde tartışmaya başladı. Ama Resûlullah ts.a.v.)
onları yatıştırdı.
Daha sonra Resûlullah
(s.a.v.) benim yanıma girdi. Anam, babam da yanımdaydı. Onlar belki de
ağlamaktan ciğerlerimin parçalandığını zannediyorlardı.
Bu dedikodular
çıkalıdan beri, O da yanıma hiç oturmamıştı. Bir aydan beri de, benim mes'elemi
çözümleyecek bir vahiy de gelmemişti O'na...»
Hz. Âişe yine devam
ediyor: «Bu sefer yanımda otururken çe-hadet getiriyordu. Sonra şöyle konuştu:
«Peki, ey Aişe, biliyorsun senin hakkında şöyle şöyle söylentiler geldi bana.
Eğer günahsız-san, Allah seni çok yakında tebriye eder. Ama şayet böyle bir günaha
bulaştınsa artık Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunmaktan başka çıkar yolun
yok...»
Hz. Âişe diyor ki:
«Resûlullah (s.a.v) sözünü bitirince, aniden gözümün yaşı kurudu. Artık bir
damla yaş gelmiyordu. Çaresiz, babama dedim ki; «Benim yanımda Resûlullah'a
cevab verir misin?» O, «Ben, vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Bu sefer
anneme dedim, sen cevab ver. O da aynı şekilde, «Ne diyeceğimi bilemiyorum»
dedi. Yine çaresiz dedim ki, «Vallahi benim anladığıma göre; siz birşeyler
duymuş ve bunu içinize sindirmiş, doğru olarak kabul etmişsiniz. Artık ben,
kalkıp günahsızım desem de, - ki ben Allah hakkı için günahsızım - bu hususta
bana inanmıyacaksiniz. Yok kalkıp da -Allah'ın benim suçum olmadığını bildiği
bir hususta- evet öyle oldu desem, belki de o zaman beni tasdik edeceksiniz...
Artık ben bir izah yolu, bir misâl bulamam. Ama size, Hz. Yûsuf'un babasının,
«Artık en güzel şey sabırdır. Onların nitelendirdiklerine karşı sığınacağım
sadece Allah'tır» dediğini örnek olarak hatırlatabilirim, dedim ve yüzümü
dönüp yatağıma kapandım.»
Hz. Âişe devam ediyor:
«Vallahi, daha Resûlullah o meclisi ter-ketmeden ve ev halkından bir ferd de
çıkmadan Cenâb-ı Hak ona vahyini ulaştırdı, Her vahiy geldiğinde onu saran
sıkılma hali tuttu. Kış günü bile vahiy şiddetinden buram buram terlerdi, tşte
o hal geçip Resûlullah başını kaldırdı, sevincinden gülüyordu. Ve ilk sözü şu
oldu bana: «Müjdeler olsun ya Âişe, Allah seni tebriye etti.» Bunun üzerine
annem: Kalk ona teşekkür et, dedi. Ben de-, hayır vallahi olmaz. Allah'tan
başkasına hamdetmem, dedim. Çünkü âyet indirip beni temize çıkaran O'dur...»
Hz. Âişe der ki: O an Cenâb-ı Hak Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu: «Size bir
iftirayla gelenler, bir avuç kişidir. Siz bu iftirayı size bir şer sanmayın.
Belki de si zin için hayırdır. Onların herbirine ise yaptıkları kötülüğün karşılığı
var. Onlar arasından bu büyük cinayete girişenlere ise büyük bir azab vardır[95]».
(Buradan itibaren on âyet)
Hz. Âişe yine devam
ediyor: «Öteden beri babam, Mıstah denilen kişiye, akrabalığı ve yoksulluğu
yüzünden nafaka vermekteydi. Bu olay üzerine; «Vallahi Âişe'ye bu iftirayı
yaptı ya artık ona kat'iyyen birşey vermem» demişti. Bunun üzerine de Cenâb-ı
Hak: «Ey mü'minler, sizden servet ve imkân sahipleri; akrabalara, miskinlere,
Allah yolunda hicret edenlere vergisini vermekte kusur etmesinler. Afvedip,
hoş görsün. Allah'ın sizi mağfiret etmesini istemez misiniz?... Allah Gafur ve
Rahİm'dir» mealindeki âyetini indirdi. Ebû Bekir (r.a.) bunun, üzerine:
Vallahi ben Allah'ın beni mağfiret etmesini elbette isterim, deyip yemininden
döndü. Daha önceki nafakayı Mıstah'a ödemeye devam etti.»
Resûlullah da, bu
vahyi müteakip halka hitab etti. Nâz'.l olan âyetleri okuduktan sonra, Mıstah
bin Esâse, Hassan bin Sabit, Ham-netü binti Cahş bu işte çok ileri
gittiklerinden onlara had vuruldu. [96]
Bu gazadan şu esasları
elde etmekteyiz:
1- «Seİeb»
ve «Humus»u istisna ettikten sonra ganimetlerin
savaşçılar arasında taksim edilebileceği... Seleb ise (öldürülenin silâh ve benzeri şahsi
eşyasıdır) Resûlullah (s.a.v.)'ın şu kavline göre öldüren gazi tarafından
alınması caizdir: «Bir müşrik savaşçıyı
öldürene onun eşyasını alması bir haktır. Humus
(Beşte bir ganimet) ise, Allah'ın kitabında zikrettiği kimselere
aittir.» Ayette ise: «Dikkat edin, elinize geçen ganimetin beşte biri; Allah'a,
Resûlü'ne, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara mahsustur[97]».
Kalan beşte dördü ise, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)'ın yaptığı gibi savaşçılara
pay edilir.
Bunda, yâni menkul
malların taksimindeki bu ölçüde bütün imamlar müttefiktir.
Arazilerin taksimi
mes'elesinde ise; Beni Nadir olayı sırasında arzett:.ğimiz gibi, ihtilâf
vardır...
2- Cima'
ânında, «Azl»in (veya doğum kontrolü)nün hükmü: Nutfe'nin ve Alaka'nm, daha ruh
üflenmeden önce düşürülmesi de buna bağlanabilir. Tıpkı bugün genel olarak,
«Nüfus plânlaması» özel olarak, doğum kontrol veya sınırlaması adı verdikleri
İşlemin durumu gibi.
îmd:, bu konuda
zikredilen hadiste «Azl'in cevazı» açıktır. Nitekim bu hususta kendisinden
fetva isteyenlere: «Yapmamanızı gerektiren birşey yok.» (Başka bir rivayette
de «Yapmanıza engel yok. Çünkü kıyamete kadar ne takdir edilmişse o canlı,
vücuda geKr...» buyurulmuş). Yâni, sizin, azil işinden vazgeçmeniz gerekmez.
Çünkü şübhesiz Allah ne takdir ettiyse o olur. Sizin çabanızla o önlenmiş
olamaz, demektir.
Bu hadisten daha açık
olarak da, Şeyhayn'in Câbir (r.a.)'den yaptığı rivayettir. O diyor ki, «Resûlullah
zamanında biz Azl yapardık. Kur'an da inmeye devam ediyordu...»
İşte buna dayanaraktır
ki, cumhûr-u ulemâ, azl'in uygulanmasını caiz görmüşlerdir. Ancak, zevcenin
muvafakatini da şart koşmuşlardır. Çünkü bu uygulama bazen kadına zararlı
olabilir. Ama, azl'in sebebi, nafaka darlığı, işsizlik ve bakımsızlık endişesi
ise bunu hoş görmemişlerdir.
İbn Hazm ise cumhurun
görüşünün aksine mutlak mânâda azlin haram olduğu kanaatindedir. Delil
ise Müslim'in rivayetidir:
Besûlullah'tan azl
hakkında sual sorulunca buyurmuştur ki; -Bu do layisıyla diri diri gömmektir.»
îbn Hazm'ın buna dayanak olarak getirdiği diğer hadislerin hepsi de mevkuf
hadîstir. Bunlardan bir ta nesi Nâfi tarikiyla îbn Ömer'den gelen rivayettir:
Îbn Ömer azl yapmaz ve «Evlâdlarımdan birinin azl yaptığım bilsem onu sürgün
ederim» derdi. Başka bir rivayeti de Haccâc bin Minhâl tarüuyla Hz. Ali'dendir.
Rivayete göre de o da azli hoş görmezmiş...
îbn Hazm, cumhurun
delil olarak aldığı Câbir hadîsinin mensuh olduğunu söylüyor[98].
Îbn Hâcer de
Fethü'1-Bârî kitabında îbn HaznVın görüşünü zikrettikten sonra şöyle diyor:
«Bu görüş, şu iki hadîse ters düşer. Birincisi: Câbir'den, îbn Kesir, Yahya,
Ma'mer tarikıyla Tlrmizî ve Nesai'nin sahihlerinde tahric ettikleri şu
hadistir.» «Bizim cariyelerimiz vardı ve biz azl yapardık. Yahudiler de bu
diri diri gömmenin küçük örneğidir derlerdi. Resûlullah (s.a.v.)'dan sorulunca
buyurdu ki: «Yahudiler yalan söylüyor. Allah yaratmak istedikten sonra O'na
mâni olamazsınız.» İkinci hadîs ise Ebû Hüreyre'den Ebi Seleme ve Muhammed bin
Amr tarikıyla yine Nesaî'nin tahric ettiğidir[99].
Bence Resûlullah
(s.a.v.)'m azl hakkındaki «Bu bir gizli diri gömmektir» ifadesinde yasaklama
kastedilmediği açıktır. Hattâ bu sözün, öbür hadisler ışığında tenzihi bir nehye
yorumlanması daha uygundur. Zâten, cumhur da bu kanaate varmıştır.
Îbn Hazm'ın, azli
mubah gören hadisin mensuh olduğunu iddiası ise; Ebû Dâvud hariç Kütüb-i Sitte
sahiplerinin rivayet ettiği Câbir hadîsiyle reddedilir: «Biz Resûlullah
(s.a.v.) zamanında, Kur'anV da nazil olup dururken azl yapardık.» Müslim jse
buna şunu ziyade kılmıştır: «Bu mes'ele Resûlullah (s.a.v.î'a ulaşınca bizi
menetme-di.» Eğer azlin mubah olması hükmü, Resûlullah'ın vefatına kadar devam
etmiş olmasa, Câbir bunu söylemez. Ve takarrür eden son şer'I hükmü de
açıklardı.
Rûh üflenmeden önce
nutfenin düşürülmesinin hükmü ise, azl için açıkladığımız hükme tâbidir.
Bununla beraber ulemadan bazısı, azle fetva verirken nutfenin ıskatını haram
görmüşlerdir. Öyle gözüküyor ki, zoraki olarak kıyastan kaçınmışlar. Ve henüz
«alaka» haline gelmemiş olan nutfe'ye nazaran mudga'yı insan zât ve hilkatine
daha yakın addetmişlerdir.
Bu, sebebi anlaşılmaz
bir kaçınmadır. Kimbilir, belki, hamileye önemli zarar vermesi bakımındandır.
Burası anlaşılınca,
nüfus plânlaması ile ilgili şer'i hüküm de anlaşılmış olur. Azl yerine ilâçla
hamileliğe engel olmak diye anlaşılırsa, bu caizdir. Tabiî, cumhurun, azli
caiz görmesine esas olan sebeb-lere bağlı olarak... Ama, kadına herhangi bir
zarar gelmemesi ve karı -kocanın ittifak etmesi şartıyla bu böyle...
Ben fakih
imamlarımızdan (Allah rahmet etsin) hiçbirinden bu hükme muhalefet işitmedim.
Sadece Hafız Veliyyüddin el-Irâki,-nin; Şeyh tmâdüddin bin Yûsuf ve Şeyh
İzzeddin bin AbdüsselânV-dan naklettiği' bir husus var. O bu iki zâttan kadının
herhangi bir ilâç kullanmasının haram olduğuna dair görüş nakletmiştir. Yâni
hamileliği önlemek için. îbn-i Yûnus ise, kocası razı olsa bile böyledir diyor[100].
Bize gelince, deriz
ki: Bu görüş sünnetteki işaret gereği olarak alınmıştır. Cumhurun kanaati de
buna dayanır.
Şu kadar var ki bu
konuda bilinmesi gereken en önemli şeylerden birisi; azl veya bugün kullanılan
genel terimiyle doğum kontrolünün mubah olmasına dair hüküm gerçek mânâda kan
ve kocanın müşterek rızasına bağlıdır. Dışardan herhangi bir baskı veya telkin
olmadan, zorlanmadan buna karar vermiş olmalıdırlar. Çünkü ihtiyacına binâen
bir ferdin uygulaması caiz olan şey bazen cemaat için meşru sayılmayabilir. Bu
herkesin kabul ettiği bir fıkıh kai-desidir.
Meselâ : Talâk evli
bir kişi için ihtiyaç ve maslahata binâen ferd için câ'z görülürse de: Hâkim
hiçbir zaman halka bunu emrede-mez. Ne zorlama, ne tavsiye, ne de tecziye için
bunu yapamaz. Yâni böyle bir tevcih ve tavsiye ile olacak şey değildir. Nesli
tahdid etmek tamamen talâka benzer. Bu mühim kaideyi iyi düşünüp güzel anlamalı,
günümüzde rastgele fetva vermeyi kendisine san'at edinmiş kimselerin şu tür
sözlerine aldanmamah: Sünnet doğum kontrolünü mubah kılmıştır. Bu da devletin
halka uygun gördüğü şekilde bu hususta direktif vermesine delil teşkil eder[101].
Gerçek şu ki; bu
delille, o mes'ele arasında hiçbir bağlantı yoktur. Sadece terse çekme ve
demagojiden ibaret bir tutumdur.
Özet olarak azl veya
doğum kontrolü mes'elesi: Karı-koca arasında karşılıklı alâka, bağlılık, sevgi
ve ikisini biraraya getiren ihtiyaç açısından iyi incelenince anlaşılır ki; hiç
de çözülmez bir mes'e-le değildir. Yukarıda geçtiği üzere...
Fakat ona belli bir
ideoloji istikametinde halkı, birtakım se-bebler göstererek aldatıp saptırmak
için bir prensip olarak bakılınca son derece tehlikeli ve önemli bir nıes'ele
olduğu anlaşılır... Ve bu durumda da müslümanların savaş açması gereken ve
şuurlu olarak karşı çakacağı bir husus olur. Bu da önce İslâm düşmanlarının
onları yok etmek için hazırladıkları hile ve tuzakları iyi kavramaya bağlıdır.
Onlara aldanmamaları, abarttıkları ve durmadan yaydıkları iktisadi problemlere
kulak asmamaları ve açlık problemi gibi şeylerin bu hilenin bir parçası
olduğunu anlamaları yakışır...
3- Abdullah
îbn Ubey îbn Selûl'ün, yukarıda gördüğümüz şekilde çıkardığı fitneye karşı
Resûlullah (s.a.vj'm aldığı tedbir. Bu hârika tedbir ona Allah'ın parlak bir
lûtfudur. işlerin yürütülmesinde halkın eğitimiyle müşkillerin üstesinden
gelmede üstün bîr siyaset. Hanlya, Resûlullah Cs.a.v.î'ın İbn Selûl hakkında
işittikleri zahiri durumu ile onu katlettirmesine fazlasıyla yetecek bir sebeb
idi. Fakat O, aksine mes'eleyi çok geniş kalblilikle karşılayıp, cereyan eden
münakaşalar ve anarşik davranışları görmezlikten geldi. Çünkü o gün orduda çok
sayıda münafık vardı, öyle bir bahane arıyorlar idi ki; yeri yerinden
oynatsınlar. O da mes'eleye önem vermemek, üzerine gitmemek ve aynı zamanda
.çok değişik ve hikmetli bir tedbir almak yolunu seçti. Hiç de âdeti olmayan
bir zamanda orduya yürüyüş emri verdi. Böylece onlar da yürümeden fırsat bulup
bira-raya gelemediler ve işin dedikodusunu yapamadılar. Ve bu yürüyüş bütün gün
ve gece sürdü. İkinci gün oldu, artık kimsede, münafıkların aradığı fitneye
katılacak mecal kalmadı. Mola verilince de kimse bir çift söz etmeye fırsat
bulamadan, yerlere serilip derin uykuya daldı gitti...
Bütün bunlara rağmen
halk Resûîullah (s.a.v.)'dan, Medine'ye varınca münafıklara karşı sert bir
tavır almasını bekliyordu. Şüb-hesiz ki bu da Abdullah Îbn Ubey Îbn Selûl'ün
boynunun vurulma-sıyla başlayacak idi. Bu yüzdendir ki onun oğlu Abdullah
(r.a.), Resûlullah (s.a.v.)'a müracaat ederek, eğer babasının katline hükmederse
bu işe kendisinin vazifelendirilmesini istiyordu. Ama o, Resû-lullah'dan
beklediğinin tamamen aksine bir tavır gördü. Çünkü o, «Hayır, onunla dost
olacağız ve bizimle beraber olduğu müddetçe de iy: geçineceğiz» diyordu. Bunun
sebebi olarak da Hz. Ömer (r.a.)'e yaptığı şu açıklamayı görürüz: «Nasıl olur
yâ Ömer! Halk bu sefer
Muhammed (Sallâllahü
Aleyhi ve Sellem) kendi arkadaşlarım öldürüyor mu desin?»
Bu büyük hikmetin
sonucu olarak da Abdullah tbn Ubey kendi ekibinin gözünden düştü ve onu herkes
azarlayıp ayıplamaya başladı. Ne zaman konuşmak istede susturuyorlardı...
Ayrıca bilirsiniz ki, zâhir-i ahkâma göre münafıklar ihtiyati tedbir olarak
müslümaıx sayılmışlardır.
Resûlullah (s.a.v.Vm
göstermiş olduğu bu parlak hikmet ve siyaset ve mes'eleler için aldığı tedbir
üzerine değişik yorumlara dalmadan önce şunu tekrar hatırlatmamız gerekiyor.
Bütün bu tecelliler onun peygamberlik sıfatından doğmaktadır. Yâni onun gösterdiği
bunca hikmet ve hârikalar tamamiyle insanlara gönderilmiş Nebi ve Resul
olmasının sonuçlarıdır. Bu bakımdan diyoruz ki; o ilk esası düşünmeden; yâni
onun Nübüvvet ve Risâletini düşünmeden önce bu fer'i tecellileri tahlil etmek
ve bunları esas almak, bunlardan yürüyerek onun büyüklüğüne ulaşmaya çalışmak,
büyük bir hatâdır. Çünkü bu türlü gidiş -yukarıda açıkladığımız
gibl-müslümanlan, onun Nübüvvetini düşünmekten alıkoymak isteyenlerin işgalci
fikirleridir ve böylece körükörüne maymun iştahı ile taklid etmeye alıştırırlar
mü'minleri!.. Mes'eleyi de Peygamberin beşerî dehâsına bağlamak, böylece
Nübüvveti örtmek hedefinde-dirler.
4- Ifk
olayına gelince: Bu hâdise Resûlullah (s.a.v.) 'm karşılaştığı, düşman eziyet
ve hilelerinin en çetin halkalarından birisidir. Ve bu eziyet daha öncekilerin
hepsini unutturacak derecede ağır gelmişti nefsine. Bu da yine münafıkların
kötü karakterinin eseri olmuştu. Zira münafıklar öbür bütün düşmanlardan çok
daha âdi, hiy-leleri daha ustaca ve zararlıdır. Çünkü fırsatlar ve imkânlar
onlara daha çok elvermektedirler. îşte îfk haberi de münafıklara özgü hıyanetlerden
birisidir.
îşte bu olay da
Resûlullah'ı ötekilerden daha değişik bir derecede üzmüştü. Çünkü daha önce
geçenleri -ondan gelen nakillerle öğrendiğimiz üzere-, olağan çileler olarak
göğüslemiş ve onlara tahammül için nefsini hazme zorlamıştı. Haniya, çıktığı
büyük da'-vet yolunda bu çileler sürpriz değildi, zaten beklenecek cinstendi...
Ama bu umulmadık bir fecaat, geçiştirilmesi ve hazmi mümkün olmayan şeydi.
Bugün başka bir gündü. Bir şayia ki; eğer doğru çıksa, insan haysiyet ve
şerefi için onulmaz bir yara, mânevi ve ailevi bir leke olacaktı.
Ama aslı olmasa da, bu
şayia insan ruh ve vicdanına ettiği etki bakımından, öbür eza ve cefa ile
kıyaslananı azdı. Hiçbir ilâcı bulunmaz, ruha ve nefse yüklenen ezadır bu.
Bunu insanların
açıklaması ve hakikati ortaya koyup şayiayı silmesi mümfcün olmadığına göre,
gerçeği aydınlatacak tek çare, vahyin gelmesi ve münafıkların tezgâhladığı
iftirayı kökünden kazıması gerekmez miydi? Bu ızdırap ve tereddüdü silmeli
değil miydi? Ama vahiy de bir aydır gecikmiş, bu da ayrı bir karışıklık ve
bocalama sebebi olmuştu.
Bütün bunlarla
birlikte, îfk olayı bile, Resûlullah (s.a.v.)'ın üstün şahsiyetini bir kere
daha belirginleştirmek için, ilâhî hikmet ve hedefe bağlı olarak zuhur etti.
Onu örtüp ters gösterebilecek hiçbir gücün, hiçbir hiyle ve iftiranın
bulunamayacağını vurgulamak için... Yâni Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatında,
nübüvvetinin yeri ile beşeriyetinin mevkii, böyle bir olay zuhur etmese, gerek
mü'minler, gerek kafirler tarafından kavranamaz, karıştırılıp gidebilirdi. Bu
beşerî şahsiyetini şiddetle sarsan olay insaniyetiyle nübüvvetini seçilir hâle
getirdi. Onun Peygamberliğinin anlamı net olarak, vahyin yeri de kesin
çizgilerle, gözler önüne serilip açıklanmış oldu. Artık onun peygamberlik yönü
ile beşeriyet yönünü karıştırmaya mahal bırakılmamış oldu. (Çünkü çoğu kimse
onun vahiyle sunduğu hârikaları, onun kişiliğine atfederek, nübüvvet
müessesesini unutuyor veya örtmek istiyorlardı).
Nitekim Resûlullah,
aniden patlayan bu olay karşısında normal insan haliyle düşünüyor, araştırıyor;
Nübüvvetinin ve Risâletinin masumiyet çemberine rağmen, rastgele bir beşer
gibi karşılıyordu olayı. O gaybı bilemiyor, meçhule nüfuz edemiyordu. Bu tavır,
asla yapmacık değil, tamamen tabiî ve normal idi. Normal biri gibi üzüntü
çekiyor, endişe gösteriyor, çeşitli görüş alıp veriyor, güvendiği arkadaşlarıyla
istişare edip görüşlerine başvuruyordu...
Bütün bu sıkıntılı
anlara rağmen de, O'nun (s.a.v.) insanî yönünü net olarak akıllara kavratmak
hikmetine bağlı olarak da vahiy hayli uzun sayılacak derecede kesiliyor ve
bununla da iki gerçeğin halka önemle belirtilmesi hedef alınıyordu:
Biri: Nebi
(s.a.v.)'nin Resul ve Nebî olmasına rağmen beşer olmaktan çıkmadığı,
ilâhlaşmadığı gerçeğidir. Yâni O'na inanan kimse bilmelidir ki; Nübüvvet asla
beşeriyet sınırını tecâvüz etmez. Allah'a nisbet edilemeyen birçok etki ve iş,
O'nu da etkiler, O'na da bu şeyler nisbet edilir...
ikincisi ise: Vahiy,
olayı ilâhîdir, asla peygamberin şuur ve nefsinden doğan, ondan kaynaklanan bir
hâl değildir: Yine vahiy O'-nun isteğine tâbi, O'nun dilemesi ve (zevki
istikametinde, istediği anda gerçekleşecek blrşey de değildir. Haniya böyle
olsa, o zaman, hâdisenin zuhur ettiği anda nefsini kurtarması, olayın
ilerisinde tü-reyecek şeyleri önlemesi, yâni mes'eleyi bir anda bertaraf etmesi
kolaydı. Ve o hangi yönde hayır varsa, vahyi öylece işletir, samimî ashabına,
Kur'ani bir güvence verip ikna eder, onlar da öbürlerini susturup, ağızlarım
kapatırdı. Ama bunu yapamadı. Çünkü bu onun elinde değildi...
Şimdi size, bu gerçeğe
dair, Dr. Muhammed Abdullah Dıraz'ın «en-Nebeü'1-Azim» adlı eserinde görüşü
naklediyoruz:
«îfk olayını
münafıklar onun temiz zevcesi Hz. Âişe (r.a.) hakkında tertib etmişlerdi.
Vahiy gecikmiş, halk bunalmıştı. Gönüller derinden yaralanmıştı. Ama o bütün
dikkat ve sabnyla: «Ben ondan böyle b;r kötülük ummuyorum-» diyebiliyordu.
Yine bütün gücüyle söyletinin kökenini arıyor, soruyor, ashâbıyla danışıp konuşuyor
ve bunun üzerine tam bir ay geçiyor. Sonunda da herkes, «Ondan böyle bir
kötülük ummadığını söylerken, o da hepsinin sonucunda sadece «Âişe!.. Bana şu
şu tarzda bir haber ulaşmış bulunuyor. Eh, sen günahsızsın, Allah seni temize
çıkaracaktır, ergeç... Ama şayet hatâen bir suç işledinse, artık Allah'a sığın»
demekle yetiniyordu.
Bu onun içinden doğan
şeydi. Bu ise, görüldüğü gibi, gaybı bilmeyen bir beşerin sözüdür. Zan ile
hareket etmeyen, sabit karakterli, dürüst bir kişiye yakışan ifadedir.
Bilmediği şey hususunda rastgele söz etmeyen bir hüviyyetin ıladesi. Şöyle ki;
bu sözleri söylerken de daha yerinden ayrılmadan, o şerefli hanımının beratını
veren, temizliğine dair hükmü getiren Nur sûresinin başındaki âyetler nazil
oluyor.
Eğer Kur'an'ı indirmek
elinde olsa, bu kurtarıcı kelâmı tâ baştan söyleylvermesine engel ne
olabilirdi? îşin başında ırzını koruyup, aile şerefini ve eşinin problemini
semavi vahye bağlayıverirdi. O gözü dönmüşlerin de dilleri dibinden
kesilirdi... Ama O, ne Allah'a, ne de insanlar üzerinde yalana tevessül
etmezdi.
«Eğer O, bazı sözleri
bize karşı kendinden uydurmuş olsaydı O'nun sağ elini ahverirdik. Sonra
şübhesiz kalb damarını koparırdık. O vakit sizden bir kimse de buna mâni
olamazdı».
Böylece de, Hz. Âişe
(r.a.) hakkında iki gerçeğin tahakkuk ettiği hanımların ilki oldu. Öyle ki, o
sadece Allah'a ibâdet ve O'nu birlemede kendine has bir mezhebin öncüsü oldu.
Bu anlayışta Allah'tan başka ve Allah'a denk hiçbir varlık tanınmıyor. İşte
bunun için, anası ona, Resûlullah'ın önünden kalkıp ona teşekkür etmesini
tavsiye ettiği zaman; «Ne ona kıyam ederim, ne de Allah'tan başkasına teşekkür
ederim. Çünkü beni tebriye için vahyeden Allahü Teâlâ'dır!,.» dedi.
Hz. Aişe (r.a.)'nin bu
sözlerinde Resûlullah (s.a.v.)'a yönelen bir tariz görülür gibi ise de; durum
ve şartlara dikkat edersek, bu sözü söyleten onlardır.
Ve esasen, mü'minlerin
akidesini ortaya vurdurmak için hik-met-i ilâhinin oluşturup yönelttiği bir
hâlet-i ruhiyyenin eseri olduğunu kavrarız. Aynı zamanda da iftiracı
münafıkların ve nıülhidle-rin imkânını kesmek, tevhid ve ubûdiyyetin de, bütün
mânâ ve şümulüyle yalnız Allah'a mahsus olduğunu açıklamak...
işte böylece «îfk
olayı» da, İslâm akidesini pekiştirmek hedefiyle tecelli eden, anlaşılması
oldukça zor, bir ilâhî hikmet sonucu tahakkuk etti. Yönelecek her şübheyi de
böylece bertaraf ederek, Ce-nâb-ı Hakk'ın isimlendirdiği bir tür hayır oldu:
«Onu siz, sizin için şer zannetmeyin, aksine sizin için hayırdır o.»
5- Şu İfk
olayında, ayrıca: «Haddi- Kazf» yâni iftiraya verilen cezanın meşruiyetini de
öğrendik, Zira, Nebi (s.a.v.) açıkça iftirayı yapan, ağızlarıyla söyleyenlere
had vurulmasını emretti. Ve kesinlikle seksener değnek vurulduğu belli. Ancak
baş tahrikçi Abdullah İbn Selûl'ün bu cezadan kurtuluşunu anlamak müşkil
olabilir. Zira bu fitnenin ağırlığı onun omuzundadır. Ama îbn Kayyını'ın dediği
gibi burada da çok önemli bir sebeb ve hikmet var: Evet bütün mel'anet ve
iftiranın kaynağı o ama, o bunu bizzat ağzıyla söylemek yerine fitnesini şöyle
yürütüyordu; dedikoduları topluyor, biçimlendiriyor ve etrafa, başkasından
naklen yayıyor. Böylece çuval kendisi, ağız başkası oluyordu[102].
Halbuki iyi bilinir ki, hadd-i kazf ancak bizzat kendi diliyle iftira edene
uygulanır. Bunu da açık kelâmla söylemiş olması şarttır... İfk olayına da!r
hadisin tahlilini, Âişe validemizin berâetüıi bildirmek ve münafıklarla onların
yanılttığı kimseleri yalanlamak için nazil olan on âyeti zikrederek noktalayalım
:
«Sizden bir zümre
iftiracılık yaptılar. Onların bu eylemini, sizin için şer telâkki etmeyin,
aksine sizin için hayırdır o. Onların her biri için de kazanç olarak günah
hisseleri var. Onun en büyüğünü taşıyana ise azabın da en büyüğü var!,..
Keşke öyle yapmayıp
(lâfı taşıyıp üreteceğine) daha ilk an duyar duymaz erkek-kadın tüm mü'minler,
kendilerine iyi zanda bulunup; «Bu apaçık bir iftiradır» deyip kestirselerdi.
İftiracıların buna
dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? Onlar, şahit bulamadıklarına göre Allah
indinde kesinlikle yalancıdırlar. Eğer dünya ve âhirette Allah'ın rahmeti
üzerinize olmasaydı, o daldığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir
azab dokunurdu. O dönemde siz, bu iftirayı ağızdan ağıza birbirinize aktarıp
duruyordunuz, Hakkında kesin bilginiz yokken bunu kolay iş sanıp dilinize
doladınız. Ama Allah katında çok çetin bir husustu. Onu işittiğiniz zaman bunu
söylemek bile caiz olmaz, demeli değil miydiniz de, tenzih ederiz bu büyük bir
iftiradır deseydiniz ya. Eğer inanıp tasdik ediyorsanız böyle birşeye dönmeyi,
Allah (c.c.) size kat'-iyyetle yasaklıyor. Allah (c.c.) size âyetlerini böyle
açıklıyor. Allah (c.c.) Halim'dir ve Hakim'dir. Mü'minler içinde edebsizliğin
yayılmasını arzu edenler için muhakkak dünyada ve âhirette acıklı bir azab
vardır. Allah (c.c.) bilir. Ama siz bilemezsiniz. Eğer Allah'ın üzerinizde fazl
ve rahmeti olmasaydı... Ama gerçekten Allah Rauf ve Rahim'dir.[103]
Ahzab savaşı diye de
anılır. Ibn îshâk, Urve bin Zübeyr, Ka-tâde, Beyhakî ve Siyer ulemasının
cumhurunun kesin kanaatma göre Hicretin beşinci yılı Şevval ayında cereyan
etmiştir. Hicretin dördüncü yılında diyenler de vardır. Ama bu görüşte Musa
bin Ukbe'-den nakil ile Buhâri ve buna uyan Mâlik yalnız kalır[104].
Sebebi: Benî
Nadir Yahudilerinin ileri gelenlerinden bir hey'et Mekke'ye gidip, Kureyşllleri
Resûlullah (s.a.v.)'a karşı harbe da'vet ediyor. Kureyşliler ise; O'nün işini
bitirinceye kadar sizinleyiz, diyorlar. Yahudilerin onlara siz Muhammed'den
daha hayırlı bir din üzeresiniz demeleri üzerine de; Cenâb-ı Hak şu âyetleri
inzal buyuruyor: «Şu kendilerine vahiyden bir nasip verilenlere bak, kâfirlere
inanıyor da; siz o inananlardan daha doğru yoldasınız diyebiliyorlar. Bunlar
Allah (c.c.)'m lanetlediği kimselerdir. Allah (c.c.)'ın lanetlediği kimselere
ise asla yardımcı bulunamaz.»
Ve böylece Kureyş ile,
müslümanlara karşı savaşmak üzere anlaşıp vaktini tesbit ettiler.
Daha sonra bu Yahudi
hey'eti yola çıkıp Gatafan'a vardılar. Onlara da, aynen Kureyş'e yaptıkları
teklifte bulundular. Onlarla da hemence anlaşıverdiler. Oradan da. Beni Ferâze
ve Beni Hürre'ye uğradılar. Böylece anlaşmalar tamamlandı. Resûlullah'a karşı
girişecekleri savaşın yer ve zamanı da tesbit edildi.[105]
Resûlullah durumu
öğrenip, Mekke'den hareketin başladığını işitince, halkı uyardı. Düşmanların
niyetini haber verdi. Mes'eleyi müşavere etti. Selmân-ı Fârisî, tedbir olarak,
hendek kazılmasını telif etti. Bu, müslümanların çok hoşuna gitti. (Daha önce
Arap, harb vasıtası olarak hendek usulünü bilmezdi zira). Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) Medine'den çıkıp şehir dışında, ordugâhı kurdu. Ordugâh, Sa' dağı
arkada kalacak şekilde,
tepenin önündeki meydanda
kuruldu O gün için müslüman ordusu üç
bin kişi idi. Amâ Kureyş ve müttefiki bulunan kabilelerin toplam ordusu on bini
buluyordu[106].
Buhârî'nin, Bera
(r.a.)'dan rivayetine göre, şöyle anlatıyor: Ah-zab günü idi. Yâni Resûlullah
(s.a.v.)'m hendek kazdığı olay. Onun hendekten toprak taşımasını seyrettim.
Öyle ki topraktan, kıllıca olan karnı görünmez olmuştu.
Yine Enes (r.a.)'ten
naklediyor: Ensâr ve Muhacir hendek kazıp toprak çekerken bir yandan da şöyle
mâniler söylüyorlardı:
«Biz Muhammed'e bey'at
eden erleriz, sağ oldukça islâm yolundan dönmeyiz.»
Resûlullah (s.a.v.) da
şöyle karşılık veriyordu:
«Allah'ım, âhiret
ni'metinden başkası ni'met değil, Ensâr ve Muhaciri hep mübarek kıl.»
Yine Buhârî,
Sahih'inde aynı tarzda Câbir (ra)'den şu nakli yapıyor: Câbir diyor k:; «Biz
Hendek günü kazı yaparken, birden çprt bir kayaya rastladık Resûlullah (sav)'a
hemen haber verdiler. Bize sert bir kaya rastladı hendekte dediler. O, ben bir
inip bakayım, dedi. Çünkü bizle o gün üçüncü gündü, ağzımıza birşey almamıştık.
Aç idik. Resûlullah kazmayı aldı ve vurunca kaya kum gibi dağılıp gitti.
Ben, yâ Resûlâllah,
müsaadenizle eve gideceğim dedim. Karıma, Resûlullah (s.a.v.)'in müthiş, sabır
ve tahammül edilemez derecede, aç olduğunu anlatıp, evde yiyecek olup
olmadığını sordum. O da biraz arpa unu ile bir oğlak var dedi. Oğlağı kestim.
Arpayı öğüttüm, eti kazana koydum, hamuru da yoğurup fırına koydum. Ekmek
fırında, et kazanda pişedursun, ben Resûlullah'a dönüp, haydin bize, yemeğe
gidelim. Seninle bir veya iki kişi olabilir dedim. Resûlullah, yemeğin ne kadar
olduğunu sordu. Ben de izah ettim. «Çokmuş, güzelmiş» dedi Hanımına söyle, biz
gelinceye kadar, ekmeği fırından, eti kazandan çıkarmasın diye tenbih etti:
Ardından, Ensâr ve Muhacir hepsini çağırıp - başka bir rivayete göre de «Ehl-İ
hendek» diye seslenerek - «Kalkın, Câbir size ziyafet hazırlamış. Haydin
gidelim-- dedi.
Câbir de karısına
dönünce, haydi gör şimdi Resûlullah bütün Ensâr ve Muhacir kim varsa topladı
geliyorlar. Karısı, «Peki sana Resûlullah yemeğin miktarını sormadı mı?» dedi.
O da evet deyince: «Eh Allah ve Resulü daha iyi bilir» dedi. Câbir devam
ediyor: Resûlullah Hendek cemaatıyla eve gelince: «Girin ama birbirinizi sıkıştırmadan
rahat oturun» d«di. Sonra Resûlullah fırın ve çömleği bizzat açıp ekmeği
kesiyor, üzerine et koyup sahabeye dağıtıyor ve her defasında da kazanı
kapatıyor, ekmeği fırına sürüyordu. Nihayet da'vetliler doydular. Bir miktar
da yemek artmıştı. Resûlullah, Câbir'in hanımına: Sen de bundan ye ve halka
dağıt. Çünkü halk tamamen açlık içinde, dedi. Bir rivayete göre ise: Câbir,
Allah'a yemin olsun, onlar yediler, doyup bıraktılar. Kazanımız yine dopdoluydu.
Ekmek hamurumuz da olduğu gibi arttı"[107]
İbn Hişâm'ın
rivayetine göre, o günlerde münafıklardan bir grup, Resûlullah ve mü'minlere
göre çok ağırdan alıyor, işlerini ihmâl ediyorlardı. Hasta görünerek,
güçsüzlüklerini söyleyerek işten kaçıyor, ya da Resûlullah'ın haberi olmadan
evlerine gidiyorlardı. Halbuki o gün için mü'minlerden kimin ihtiyacı olursa
izin alıyor ve nöbetleşe gidip ihtiyaçlarını görüyor, İzin bitince, ihtiyacı
giderilince de hemen dönüyorlar işlerine koyuluyorlardı. Bunun üzerineydi ki
şu kavl-i kerîm nazil oldu: «Allah'a ve Resulüne gerçekten inanan kişiler,
toplu bir iştelerse, izinsiz ayrılmazlardı. O senden izin isteyenler
samimiyetle Allah'a ve Resulüne inananlardır. O halde senden mazeret bildirip
izin isteyenlere o işleri için izin ver. Ve onlar için mağfiret dile. Çünkü
AUah Gafur ve Rahîm'dir.[108]
Benî Nadir yahudisi
Huyey bin Ahtab, çıkıp Kurayza reisi Kâab bin Esed'e geldi. Ona, Resûlullah ile
olan anlaşmalarım bozmasını teklif etti ve şöyle özetledi durumu: «Kureyş'i,
liderleri ve komutanları başlarında topyekûn getirip Rume vadisinde dereler
kavşağına indirdim. Gatafan'ı da tüm ileri gelenleri ile birlikte, Zenb-i Nakbî
'le Uhud arasına yerleştirdim. Bana Muhammed ve adamlarının kökünü kazımadan
dönmeyeceklerine de ahdedip söz vermiş durumdalar.»
Kâab ona: «Vallahi sen
bana çağın en büyük kötülüğünü müjdeliyorsun! . Yazıklar olsun sana Huyey,
benim yakamı bırak, ben ahdimde durayım... Çünkü ben Muhammed'den hep iyilik ve
dürüstlük gördüm.»
Ama Huyey çok
gecikmeden Kâab'ı hıyanete ve ahdini bozmaya razı edivermişti. Ve bu haber de
Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O da hemen Sa'd bin Muâz'ı durumun tahkiki için
gönderdi. Ve bir de parola söyledi. Haber doğru ise, kendisinin anlayacağı
kapalı bir ifade ile bildireceklerdi... Sa'd oraya varıp haberin doğruluğunu
tes-blt itti ve Resûlullah (s.a.v.)'a döndü: «Adal ve Kare» dedi.
Bununla Adal ve Kare
kabilelerinin, (Hubeyb ve arkadaşlarına olan) hıyaneti gibi bir durum, demek
istiyordu. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitince, «Allahü Ekber, ey Müslüman
cemaat, müjdeler olsun size!..[109]»
buyurdu. [110]
Beni Kurayza'nın
anlaşmayı bozduğu haberi muslümanlara erişti. Münafıklar fiskosa başladı.
Düşman her yandan kuşatmıştı. Münafıkların fitnelen de onların moralini
bozuyordu. Ve Medine içinde pervasız lâflara bile koyuldular. Birisi de şöyle
diyordu: -Mu-hammed bize Kisrâ ve Kayser'in hazinelerini va'dediyordu. Halbuki
şu gün tuvalete bile gitmeye mecali olan yok.» Resûlullah durumun bu merkezde
olduğunu ve belâ çemberinin müslümanlar üzerinde daraldığını görünce, Sa'd bin
Muâz ile Sa'd bin Ubâde'yi çağırdı. Onlarla bir barış plânı istişare etmek
istedi. Gatafan'a Medine'nin arazi mahsulünün üçte birini vererek savaştan
çekilmesini teklif edeceklerdi. Ama bu iki zât: «Yâ Resûlâllah! Bu senin
hoşuna giden şahsî görüşün mü? Allah'ın sana talimatı gereği mi? Yoksa bizim
için bulduğun bir çare midir?» diye sordular. «Hayır, tamamen sizin Medine
halkının fayda ve izzeti için düşündüğüm bir çaredir», buyurdu. Sa'd bin Muâz
bunun üzerine: «Vallahi buna ihtiyacımız yok. Biz bunu ödemeyiz, kılıç aramızda
hakem olur ancak.» Resûlullah'ın yüzü güldü ve «Canınız ne isterse» buyurdu.
İbn Ishâk'ın Âsim bin
Amr bin Katâde, Muhammed bin Mes-leme bin Şihâbü'z-Zühri kanalıyla rivayetine
göre: Bunun akabinde ne savaş oldu, ne de barış kararı (Gatafan oğullarıyla
müslümanlar arasında), sadece bu mealde bazı teşebbüsler oldu.
Düşman ise, Hendek
önüne varınca şaşkına dönmüştü. -Bu, şimdiye kadar Arapların denemediği bir
harb hiyle ve taktiğidir». Ve hendek çevresine inip müslümanları kuşatma altına
aldılar. Ama belli bir çarpışma olmadı. Ancak hendeğin bazı dar yerlerinden
geçmeye teşebbüs eden bazı müşrikler oralardan iz açtı ise de hemen müslümanlar
buraları tıkadılar. Müşriklerin bazısı geriye kaçtı, bazısı ise öldürüldü.
Öldürülenlerden biri de Amr bin Ve'd idi ki: Haz-ret-i Ali (r.a.) onu
katletmişti. [111]
Allah (c.c.) m üstüm
anlara bu savaşta öyle aşikâre inayet etti ki; müslümanların dahli olmadan iki
sebeble bütün müşrikler dağılıp gitti. Birincisi şu: O anda Nuaym bin Mes'ûd
adındaki kişi müs-lüman oluyor ve Resûlullah onu huzuruna kabul ediyor. O zat
Re-sûlullah'a yapılacak bir vazife vermesini teklif ediyor. O da: «Sen aramızda
yalnız bir kişisin. Ama gücün yeterse, onların bize karşı savaşmamaları için
propaganda yap, çünkü harb hiyledir» buyurdu.
Bunun üzerine Nuaym,
Benî Kurayza'ya vardı. Yahudiler onu hâlâ nrüşrik sanıyordu. Onları, Kureyş'ten
rehineler teslim almadan onlarla birlik olup, müslümanlara karşı savaşmamaları
için ikna etti. Böylece Kureyş'in kuşatmayı bırakıp dönmesini önlemiş olacaklardı!..
Çünkü öyle yapmazlarsa, yahudileri Muhammed ve arkadaşlarının insafına
bırakmış olacaklarmış... Yahudiler; bu hârika bir fikir dediler. Nuaym oradan
ayrıldı, doğru Kureyş'e vardı: Onlara da, Kurayza yahudllerinin ahdini
bozmaktan pişmanlık duyduğunu, gizlice müslümanlarla yeniden anlaştıklarını;
Kureyş'ten ve Gatafan'dan rehin adı ile bir takım kimseleri isteyip, müslümanlara
teslim edeceklerini ve öldürteceklerini nakletti. Ve onlara, Yahudilerden,
rehin isteği gelirse, bunu yapmaktan sakınmalarını da tenbih etti.
Sonra Gatafan'a vardı.
Onlara da tıpkı Kureyş'e anlattıklarını ulaştırdı. Böylece onları birbiri
aleyhine şübheye şevketti. Aralarındaki güveni sarstı. Ve artık her grup bir
ötekini, hıyanet ve sahtekârlıkla itham etmeye başladı.
İkinci sebebe gelince:
Bu da, karanlık ve soğuk bir gecede bastıran fırtınaydı. Çadırlarını fırlatıp,
ocaklarım târümâr etti müşriklerin. Öyle ki çadır direkleri bile söküldü. Bu
aşağı yukarı on gün kadar sonraydı; müşriklerin müslümanları basıp kuşatmalarından.
..
Müslim'in, Huzeyfe bin
Yemân'dan senediyle naklettiği şu habere bakın:
Ahzab gecesi,
Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte oluşumuzu anıyorum. Müthiş bir soğuk ve açlık
sarmıştı bizi. Nihayet, kesilince, Resûlullah (s.a.v.) bize, «Şu Allah'ın
kıyamet günü benimle olacak bir kişi yok mu, şu kavimden haber getirsin?» diye
seslendi. Kimse ses çıkarmadı. Daha sonra ikinci ve üçüncü kez aynı teklifi tekrarladı
Resûlullah, ama ses veren olmadı. Bunun ardından: Kalk Huzeyfe, bize kavmin
durumunu öğren gel, dedi. Hiçbir şey diyemedim. Çünkü beni ismimle, «Kalk»
diye çağırmıştı. Ve «Git onlardan haber getir ama onları ürkütüp kışkırtma.»
Onun yanından ayrılırken zangır zangır titriyordum, öyle heyecanlanmıştım.
Müşfiklere yaklaştığımda, Ebû Süfyan'ın sırtını ateşte ısıtmakta olduğunu
gördüm. Yayıma bir ok yerleştirdim. Atmak isterken, Resûlullah (s.a.v.)'in
tenb!hini hatırladım: «Onları üstümüze kışkırtma» demişti. Ama atsam onu
vururdum. Yine heyecanla geriye döndüm. Gelip durumu anlatınca, Resûlullah
üzerinde namaz kılmakta olduğu kilimi üzerime örttü. Ve iltifatta bulundu. Ve
sabaha kadar uyuya kalmıştım. Resûlullah: «Kalk, uykucu»[112]
diye beni uyardı.
İbn Ishâk ise şu
ziyâdeyle rivayet ediyor: «Halkın arasına girdim. Fırtına ve Allah'ın gizli
orduları onlara yapacağını yapmıştı. Ne çadır, ne ocak, ne kab, ne kaçakları
kalmıştı. Ebû Süfyan kalkıp; Kureyş ordusu!. Herkes yanındakini tanısın dedi.
Ben de ya-mmdakinin elini tutup sen kimsin dedim. Ben falan oğlu filân dedi.
Ve Ebû Süfyan devam
etti: Kureyşliîer, gerçekten son derece kritik ve elverişsiz bir konumdasınız.
Kıtlık başladı, hayvanlar kırılmaya başladı. Benî Kurayzahlar da bize ters
gitmeye başladı. Onlardan nahoş haberler gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi
fırtına da bize aman vermiyor. Artık göçe hazırlanın, işte ben yola çıkıyorum[113].
ikinci gün sabahı ise,
düşman kabilelerinin hepsi yüzgeri dönüp gitmişti. Resûlullah (s.a.v.) ve
Sahabeleri de Medine'ye döndüler.
Bu uzun gün ve geceler
boyunca, Resûlullah (s.a.v.), Allah'a sığınıp yalvararak müslümanlan zafere
erdirmesi için O'na duâ etmekten de bir an gefi kalmadı.
Onun (s.a.v.} duaları
arasında şunlar vardı: «Ey Kitab'ı indiren, hesabı seri Allah'ım, kavimleri
hezimete uğrat. Yâ Rab, onları târü-mâr edip güçlerini dağıt[114]».
Yine bu savaştaydı,
Resûlullah (s.a.v.) namaz vaktini kaçırmıştı. Bunları vakit çıktıktan sonra
kaza etti. Sahihayn'de rivayet edildiğine göre: Ömer îbn Hattâb (r.a.î Hendek
günü, güneşin battığını görünce, Kureyş küffârına soğuyordu. Resûlullah'ın
yanına varıp, yâ Resûlâllah! Nerdeyse güneş batacak da namazımı
kılamaya-caktun, dedi.
Resûlullah, da,
vallahi ben de kılamadım, buyurdu. Buthan'a gittik, o da biz de abdest aldık
Güneş batmış olduğu halde ikindi namazım kıldık. Ardından da akşamı kıldık[115].
Müslim bunun üzerine
başka bir hadis ilâve ediyor. Şöyle ki; Resûlullah (s.a v ) Ahzab günü
buyurmuştur ki; Bizi orta namazdan yân: ikindi namazından alıkoydular. Allah
onların evlerini ve kabirlerini ateşle doldursun!.. Sonra onu akşamla yatsı
arasında kıldı. [116]
Geçmiş örneklerde
olduğu gibi, bu gaza da Yahudilerin hile ve hıyânetiyle başlamıştır. Onlardı
komplo hazırlayan, kabileleri da'-vet edip toparlayan.
Bu faaliyetlerde, daha
önce Medine'den çıkarılmış bulunan Beni Nadir kabilesi de tek başına değildi.
Aksine hâlen müslümanlarla ahd ve m'sâk içinde bulunan Beni Kurayza'nın payı
büyüktü. Halbuki müslümanlardan herhangi bir kötülük veya bu ahdi bozmaya
sebeb olacak davranış görmemişlerdi.
Biz ötedenberi bu tür
olayları söyleyip geçer, onlardan ibretler ve dersler çıkarmaya lüzum
görmezdik. Halbuki bu her devirde, her yerde takib edilen tarihi metod olup en
verimli bir iştir.
Onun için şu anda biz
de, yukarıda arzettiğimiz gazve ve içinde geçen öbür olaylar üzerinde durarak
onların taşıdığı dersler, öğütler ve dini hükümleri süzüp çıkararak aşağıya
sıralıyoruz:
1- Bu
savaşta müslüm anların ilk defa bir harb vasıtası olarak hendek"
kazdıklarını görüyoruz. İslâm tarihinde olduğu gibi Arap tarihinde de bu harb
vasıtası ilk defa bu Ahzab savaşında denenmiş oldu. Ama öbür milletlerce bu
bilinirdi. Nitekim Ahzab savaşında bu işlemi,
İran asıllı olan sahabeden Selmân-ı Farisî teklif ve tarif etmişti.
Resûlullah'ın da fevkalâde hoşuna gitmiş bu teklif ve hemen de sahabesine bunu
gerçekleştirmelerini emretmişti. İşte bu da daha nice örnekleriyle birlikte
bize gösteriyor ki, «Hikmet mti'-minin yitik meta'ıdir, nerede bulursa alır...»
Ve mü'min, bu buluşlar için öbür sınıf insanlardan daha lâyıktır buna. Ve
îslâm şeriatı, müslumanların başka milletleri taklid etmesini ne derece kötü görüp
men etmişse, mü'minleri üstün kılacak güzel buluşları ve faydalı işleri de
nefsinde toplamasını o derece teşvik etmektedir. Nerede gözüne ilişir, nerede
bulursa... İslâm'ın külli kaidesi böyledir. Yâni müslüman hür akıl ve ince
tefekkürünü bütün dünya işlerinde eşya ve hâdiseler üzerinde çalıştırmaktan
geri kalmayacaktır. Eşyayı fethetmekte ve hayra kullanmakta onun için bir
engel yoktur. Öyleyse; hiçbir zaman körükörüne araştırmadan başkasına uymak
yerine kendi öz emeği ile, öz aklı ile en yeni keşiflere doğru yürüyecektir.
Pek tabii yapacağı en ileri araştırmalarda bile tslâm ile bağıntıyı sürdürecek
ve şeriatın prensiplerine tecâvüz etmeden keşif ve icadlarından en geniş çapta
faydalanacaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın
müslümanlara meşru kıldığı bu yetKı muhakkak ki ona verdiği üstün yaratılıştan
kaynaklanır. Zira o insanı en üstün varlık olarak binlerce çeşit kabiliyet ile
donatmıştır. Eşya ve hâdiseleri idaresi altına alırken, yâni bir yandan maddeyi
fethederken, öbür yandan ona bu yetenekleri bahşeden Rabbin gönderdiği şeriata
da hakkıyle uyarak hilkattaki üstünlüğünü ve şerefini korumasını bilecektir.
2- Yine
yukarıda arzettiğimiz müşahedelerden birisi de Re-sûlullah (s.a.v.)'ın
sahâbeierıyle beraber hendek kazmasıydı. Son derece ibret verici bir husustur.
Bir kere gerçek mânâda eşitliğin, müslüman fertler arasında uygulamasını
görüyoruz. Adalet ve eşitlik böylece tecelli ediyor. Bu iki mefhum yâni adalet
ve eşitlik; İslâm'da itibari olarak kalmıyor; şuurlarda yerleşen bu iki
prensip en parlak örnekleriyle îslâm cemiyet hayatına yansıyor. Ve esasen adalet
ve eşitlik İslâm'ın her prensibinde ferde ve cemiyete âit her müessesede en
başta gerçekleştirilen ilkelerdendir.
Görüyorsunuz ki;
Resûlullah Cs.a.v.) hendek kazmayı sadece müslümanlara yüklemiyor. Böyle yapıp
mutantan köşkünde istirahat edip, işleri uzaktan takip etmiyor. Veya muntazam
bir törenle alkışlar ve naralar arasında gelip birisinin elinden aldığı kazmayı
elinin ucuyla tutarak yere bir darbe vurmak suretiyle çalışır görünmüyor ve
onlara göstermelik bir şekilde günümüzde olduğu gibi katıldığını sergilemiyor
ve arkalarından onları idare ediyormuş gibi kazmayı atıp eteğine tesadüfen
bulaşan tozları çırparak geriye çekilmiyor... Aksine o sahabelerden herbiri
gibi gerçek mânâda işe katılıyor, üstü başı toz toprak içinde kalıyor. Öyle ki;
onu görenler kat'iyyen öbür çalışanlardan ayırdedemiyorlar. Onlar gibi çalışıyor,
onlar gibi sırtında toprak çekiyor, kazma vuruyor, onların iş heyecanına
katılıyor, söyledikleri şiir ve şarkılara karşılık veriyor. Yâni: Çilelerine
katıldığı gibi neş'elerine de katılıyor. Yoruluyor, hepsinden çok da acıkıyor.
îşte, îslâm şeriatının kurduğu eşitliğin gerçeği bu. Hâkimle mahkûm, zenginle
fakir, halk ile hükümdar arasındaki eşitlik. Didik didik etsen, şeriat
ahkâmının en teferruatında bile bu gerçeği ve bu prensibi bulursun, aksini
göremezsin. Dikkatini çekerim, hatâen bu sisteme demokrasi gibi bir ad vermeye
kalkışmayasın. Çünkü gerek nazari, gerek amelî yönden aralarında dağlar kadar
fark vardır. Bir kere bu adalet ve eşitliğin kaynak ve ölçüsü İslâm'ın
kendisindedir. O da Allah'a kulluktur. Ve bu esas bütün insanlığı kuşatıcı bir
özelliğe sahiptir. Yâni onlar mevki ve şöhreti ne olursa olsun, Hak önünde tek
safa dizilirler. Halbuki demokrasi dediğiniz şeyin kaynağı çoğunluğun
hâkimiyetine dayanır. Görüşün ve hedefin mahiyeti ne olursa olsun, ekseriyetin
azınlığa tahakkümünden ibarettir.
îşte bu yüzdendir ki;
îslâm şeriatı, hiçbir sınıf ve gruba imtiyaz tanımaz ve bu tür şeye asla
fırsat da vermez. Hiçbir topluluğa veya topluma da, dokunulmazlık sağlayacak
sebeb ve mevzuat ve şartlan da tanımaz. Çünkü Allah'a kulluğun gerçek yüzü, bütün
bu itibarlı ki arı ortadan kaldırmakla ortaya çıkar.
3- Yine bu
müşahede bizzat, başka bir ibret örneğini de sana sunmakta. O da Resul
Aleyhisselânım kişiliğinde Nübüvvetin aldığı görünümdür. Aynı zamanda gözünün
önüne, onun ashabına karşı taşıdığı şefkat ve sevgiyi; Allah'ın o esnada Resul
(s.a.v.)'üne ikram ettiği hârika ve mucizelerden bir başkasını
sergilemektedir... Bu temaşamızda, Nebi (s.a.v.)'nin kişiliğinden fışkıran şeyi
şöylece özetliyelimr Başta, ashâbıyla birlikte çalışıp didinirken çektiği açlık
meşakkatinde onun büyüklüğü net olarak beliriyor. Açlığını hissetmemek için,
onun karnına taş bağlamasına dikkat edelim. Boş midesini böylece bastırıp
korunmak istiyordu, açlık duygusundan. Hangi maksad ve gayeydi acaba onu bunca
şahsi meşakkat ve çileyp zorlayan? Devlet başkanı falan mı olacaktı?.. İleride
mal-mülk sahibi mi olmak isterdi?.. Yoksa, çevresine insanları halkalandınp
kendisine raptetmek mi?.. Bütün bunlar onun çektiği bunca işkenceye değmez ve
hiç kimse de böyle istekler için böylesi zor metodu denemezdi!.. Esasen bu bir
tenakuz olurdu. O mânâda; mevki, makam
ve mala tama eden bir
kişinin en uzak kalacağı, asla göz alamayacağı eziyetlerdi bunlar çünkü...
Bütün bunlara onu
dayandıran, dayanmaya zorlayan sadece R'sâlet sorumluluğu ve emânetti. Tebliğle
mükellef olduğu şey, halka bu metodla ulaştıracağı ilâhi ve insanî en üstün
mesaj!..
İşte, ashâbıyla hendek
kazma faaliyetinde ortaya vuran onun peygamberi hüviyyetidir.
Onun, bu meyanda,
ashabına gösterdiği şefkat ve taşıdığı derin sevginin görüntüsüne gelince onu
bütün açıklığıyla, Câbir'in da've-tine icabetinde, kendisi için hazırladığı az
bir yemeği yalnız yemek yerine, ashabını toplayıp gidişinde görebilirsin.
Câbir'i, Resûlullah
(s.a.v.)'ı yemeğe çağırmaya sevkeden ise; onun mübarek karnına taş bağlamış
olduğunu görmesi ve bundan onun aşırı derecede aç olduğunu anlamasıydı. Ancak
evinde de sadece birkaç kişiye yetebilecek az bir yiyecek vardı. Yâni o yemeği
kadar insanı da'vet etmek zorundaydı...
Ama, Resûlullah
(s.a.v.)'ın, kendisi gibi açlıktan kıvrana kıvra-na ve durmadan çalışan
arkadaşlarını bırakıp da sadece birkaç arkadaşıyla giderek yiyip - içip
istirahat etmesi nasıl düşünülebilirdi ki? O, ashabına, b'r ananın evlâdlarına
şefkatinden daha şefkatliydi...
Gerçi Câbir bunu böyle
yapmak zorundaydı. Bu da normaldi elbet. Çünkü o halktan bir kişi olarak
elindeki maddî imkândan başkasını yapamaz ve maddi sebeblerin ötesine akıl
erdiremezdi. Beşerin alıştığına göre de, onun evindeki yiyecek ancak böyle bir
avuç insana yeterdi. Eh o da elbette, Resûlullah (s.a.v.) ile en asgarî Seviyede
onun seçeceği arkadaşlarından bir grubu çağıracaktı.
Ama Resul
aleyhısselâmm, Câbir'in kanaatiyle davranması gerekmezdi. Çünkü, bir kere,
onun herhangi bir rahat ve ni'met konusunda ashabı arasında ayırım yapması,
âdeti değildi. İkinci olarak da, tabii sebeblerin ve maddi sınırların
etkisinde kalmaz ve beşerin alışageldiği şeylere şartlanamazdı. Zira
sebeblerin sebebi ve on-larm da yaratıcısı Allah'tır. O'nun için, az yemeği çok
yapmak, en basit bir iştir. O'nun az bir şey', çoğaltıp, bütün bir cemaate
yetiştirmesi de O'nun yüce katında çok basittir.
Herşeye rağmen,
Resûlullah (s.a.v.), ashabının; külfet ve çileyi ne kadar büyük, ne denli çok
olsa da aralarında paylaştıkları gibi, ni'met de ne kadar az olsa da
paylaşmakta birbirine tıpatıp benzediklerini görmüştü hep.
Bu yüzdendir ki
Câbir'i, hepsi için yemek hazırlamak üzere evine gönderdi. Ve kendisi de dönüp
bütün ashabını çağırdı. Câbir'in evinde büyük bir ziyafete da'vet etti.
Bu olayda gördüğün
müthiş mu'cizeye gelince: Bu Câbir'in küçücük oğlağının bol bir yemeğe
dönüşmesidir. Yüzlerce sahabe bundan doyduktan başka, kalanını ev halkına
emanet edip, halka ta-sadduk edilmesini emretti. Resûlullah (s.a.v.): Bu müthiş
olay; onun sahabesine olan derin muhabbetini tatmin için ilâhi vergi olup, onun
maddi sebeblerden âzâde olduğunu, ancak, Allah'ın kudret ve saltanatı altında
hereket ettiğini açık seçik görüyoruz.
Okuyucuma şunu
anlatmak isterim: Kalb gözünü açıp böyle hallerle, Cenâb-ı Hakk'ın, zahir
sebebler ötesinde Nebî'sini destekleyip, maddî sebeblerin üstesinden
getireceğini görsün.
Araştırıcının,
karşılaşınca çarpılacağı, peygamberi şahsiyetin belirtileridir bunlar, işte
okuyucumun zihnim ve tefekkürünü bu gerçeklere hazır ve uyanık tutmasını
istiyorum. Tabii bu, herkesin anlama gücüne göre olacaktır. Ve artık bu
bahiste yüzyüze getirebilirsem açık isbatla; böylece şek ve şübheye mahal
kalmayacak, karşı da ge-lemiyecek.
4-
Resûlullah (s.a.v.)'in, Gatafan ile sulh konusunda bazı sahâbesiyle istişare
etmesindeki hikmet neydi acaba? Bu barış teklifinde, onlara Medine'nin o yılki
mahsulünün üçte birinin verilmesi; onların da buna karşı, Kurcyş ve
beraberindekilerin! desteklemekten, müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmeleri
istenecekti. Ama onu böyle bir istişareye zorlayan şer'î etken neydi? Veya
hangi şer'i Ölçüyü kurmak hedefindeydi?
Birinci derecedeki
hikmet, O'nun (s.a.v.) sahabesini denemesiydi. En güvenilir sahabesinin böyle
kritik andaki metaneti; kuvve-i mâneviyesi ve Allah'ın er-geç zafer
bahşedeceğine dair itimad ve teslimiyetlerini ölçüp görmek istiyordu. Hani o
gün bir sürü müşrik kavim toplanmış ve aniden çullanmışlardı Medine'deki bir
avuç müslüman üzerine. Üstelik Kurayza oğulları da önceki söz ve anlaşmadan
dönüp, büyük bir iç tehlike oluşturmuşlardı... Böyle anda bile ilâhî başarıya
itimadlarını ölçmek!..
Zaten Resûlullah
aleyhisselâmm âdetiydi, daha önce de gördüğünüz gibi[117], O
ashabını nefislerine tam güvenleri ve savaşın sonucuna dair kanaatleri hâsıl
olmadan, onları bir mücadeleye rastgele sürmekten asla hoşlanmazdı. Esasen bu,
O'nun sahabesini eğitmekte izlediği açık bir metoddu. İşte bunun için, bu
görüşü sahabelerinin müzakeresine sundu. Ve bunun Allah'tan vahy ile bir tebliğ
ve talimat olmadığını; ancak müşriklerin baskısını kırmak için bulduğu bir
çare olduğunu da eklemişti. Eğer nefislerinde dayanacak bir güç bulamıyorlarsa,
bu bir çareydi...
Bu istişaredeki şer'i
delâlete gelince: O da hakkında nass bulunmayan her durum için başlangıçta
«şûra prensibinin» meşru ve dini bir kaide olduğudur. Aynı zamanda da
müslümanlar için; ülkelerine saldıran düşmana, çıkarlarından veya
topraklarından taviz vermelerinin caiz olabileceğine de hiçbir işaret
olmadığıdır.
Çünkü üzerinde ittifak
edilen şer'i esas şudur: ResûhıUah'm uygulamalarından birşeyin delil olarak
kullanılabilmesi; onun sözlü beyanı veya bizzat tatbikatına bağlıdır. Tabiî
bunun da Allah'ın kitabıyla çatışmaması şarttır. Bu olaydaki görüş ve teklif ve
hattâ istişare ise bu haliyle delil teşkil etmez. Çünkü bu istişareden gaye,
birinci olarak; yukarıda arzettiğimiz üzere; onların görüşlerini öğrenmek
isteğidir. Bu da sadece eğitme gayesiyle olmuştur. İkinci olarak da; istişareye
göıe amel olunsa da, sonunda Kitabullah'tan bir itiraz zuhur etti mi; artık
İstişarenin hukukî ve şer'î bir dayanak olmayacağı gerçeğidir...
Zaten, siyer uleması
da; Resûlullah'ın bu esnada sahabesini Ga-tafan'la barışa zorlamadığım, bir
karara da varılmadığını; teklif ve müşaverenin sadece bir yoklama ve fikir alış
verişi ile, çareler üzerinde tartışma safhasında kaldığını açıkça ifâde
etmektedir.
Sözü şuraya getirmek
istiyorum: Çağımızda bir garip zümre türemiş. Ve son derece bâtıl bir kanaatle
yürüyorlar: Onlara göre günümüzde müslümanlar gerektiğinde gayr-i müslimlere
cizye vere-bilirmiş!.. Delil olarak da Resûlullah'ın bu olaydaki istişaresini
gösteriyorlar, yâni Resûlullah Ahzab gazasında, istişare ile cizye vermek
istedi diyorlarmış...
Halbuki kesin olarak
görüyorsunuz ki, izah ettiğimiz gibi buradaki istişare sade ve yüzeyde olup,
görüş arzetmekten ibaret olup, teşrii bir delil sayılamaz. Esasen, cizye
vermekle, iki savaşan kavmin barış teklifi arasında bir ilgi kurmak nasıl
mümkün olur, bunu anlayamıyoruz?
«Şayet herhangi yönden
güçsüz olmaları sebebiyle, mecbur olurlarsa; hayatlarını korumak, namus ve
şereflerinin heder olmasını önlemek için mallarının bir Kısmını gözden çıkarmak
gerekirse, bunu yapmasınlar mı?» diye bir soru yöneltilirse cevabımız şöyle
olur:
Öyle hallerde çok
değişik durumlar çıkar ortaya. Müslümanların malları ellerinden gidip
düşmanlarına ganimet olur. Kâfirler, İslâm ülkesine saldırır, gelir
kaynaklarına el koyup onlara tahakküm eder. Ama bilinen birşeydir ki; ne olursa
olsun, bütün bu durumlarda müslüman isteyerek veya fetva yoluyla tecviz ederek
itaat edip boyun eğmez. Ama böyle bir ortama zorla itilmiş ve istemeye istemeye
baskı altında kalmış olabilir. Fakat müslüman hep bu boyunduruktan kurtulma
fırsatı aramak durumundadır.
Ve okuyucum iyi
bilirsin ki, îslâm şeriatı zaten zor altında olanı, mülteciyi, çocukları ve
delileri muhatab almaz. (Böyle olmayanlar mes'uldür...)
Öyleyse, sorumluluğun
dışında kalan bu durumlarda tartışma abes olur. Çünkü, re'y, maslahat ve
danışma şeklindeki ihtiyarî şeyler üzerine teklifi bir hükmün kurulması mümkün
olmaz.
«- Nasıl ve hangi
vasıtayla müslümanlar muzaffer olurken, bu savaş sonunda, müşrikler hezimete
uğradı pekiyi?
Yukarıda görmüştük ki;
Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı Bedir gazasında hangi vasıtaya sığındılarsa,
aynı sebeb ve vasıtalara yine Hendek savaşında da sığınmışlardı. Bu baş vasıta
ve destek, Allah'a yakarış, ondan üstün gelmek hususunda hesaba gelmez derecede
inayet talebinde ve sürekli duada bulunmalarıydı. Esasen bu, Resû-lullah'ın
sürekli ve değişmez tavrı ve onlara aşıladığı tutumdu: Ne zaman bir düşmanla
karşılaşsa veya cihada niyetlense, baş dayanağı ve bütün hazırlıkların her
türlü maddî vasıtaların en etkilisi Yüce Rabbe sığınmaktı. Bu öyle bir harb
âletiydi ki, müslümanlar bunu tam yerine getirmeden, hiçbir hallerini
düzeltemezlerdi.
Yalnız, müşrikler
bunca kalabalığına rağmen nasıl olmuş da bozulup dağılmışlardı? Evet,
mü'minlerin sabırla sebatla, Allah'a samimi olarak güvenip iltica
etmeleriyle... Nitekim Cenâb-ı Hak Ki-tab-ı Kerîm'inde bunu şöyle açıklıyor: «O
gün, orduların üzerinize çullandığı sırada, Allah'ın size ni'metîni indirişini
hatırlayın ey -mü'minler: Hani düşmanın suratına karşı bir rüzgâr estirmiş,
sizin göremediğiniz ordular göndermiştik üstlerine... Çünkü Allah onların ve
sizin ne yaptığınızı hep görüp duruyordu. Hani altınızdan, üstünüzden belâ
gelirken, gözler yerinden oynamış, yürekler ağızlara gelmişti. Siz de Allah
hakkında değişik zanlara sapıyordunuz.»
Buradan devam edelim,
(25.) âyete: «Allah kafirleri içleri kin dolu, yüzgeri etti. Hiçbir sonuç elde
edemediler. Allah bu savaşta da mü'minleri mükafatlandırdı. Allah kavi ve
azizdir[118]».
Resûlullah'ın bütün
gazalarında tekrarladığı bu tutumu; mü'minleri hiçbir hazırlık ve eğitim ve
plân edinmeden cihada ve çarpışmaya sürdüğü anlamına gelmez tabii. Belki, şunu
izah içindir: Müslümana yaraşan, her türlü sebeb ve hazırlığın önünde zafere
ulaşabilmek için, Allah'a tam bir güven ve samimi kulluktur. Bu şart tam
olmazsa, öbür maddî hazırlıkların hepsi özsüz ve dayanaksızdır[119]. Bu
dayanak ise kâmil mânâda müslümanlar arasında ger-çekleştiyse, artık hiç
tereddüd etmeden, zaferin mucize olarak tecellisinden söz edebilirsin!..
Yoksa, düşman
karargâhlarını alt üst eden, başka bir yerde de hasar yapmayan bu kasırga
nereden gelmişti? Müslümanlar bunu görmüş fakat asla müteessir olmamışlardı. Bu
fırtına, ocaklarını söndürüp, çadırlarını kazıklarıyla birlikte söküp
uçurmuştu; korkudan yürekleri titremişti müşriklerin. Onlara dondurucu soğuk
berikilere hiçbir etkisi yok1 'Bu Hakk'a sığınmanın ni'metiydi ancak!..)
6- Bu
esnada, yukarıda gördüğünüz gibi,- Resülullah (s.a.v.) ikindi namazım da
kaçırmıştı Aşırı meşguliyetti sebebi. Ve tabii güneş battıktan sonra kaza
etmişti bu naına/i Maamafih, sahih olmayan bir başka rivayete göre ise, Uırdm
fazla namazı geçirmiş. İmkân bulunca da bunları peşipeşine edâ etmişti, vakit
çıktığı halde... Her neyse, bu da, vaktinde kılınamayan namazın, kazasının caiz
ve meşru olacağını gösterir Ama bu delnMIr bazı kimselerin zannettiği gibi, bu
türlü büyük meşguliyetler yüzünden namazlarını te'hirin caiz olduğu görüşüyle
bir çatışma da olmaz. Çünkü bu daha sonra Havf Namazı»nın meşru kılınmasıyla
neshedümıştır. Yâni savaşın kızılma anında bile müşriklerle çarpışırken,
binili veya yaya (şartına uygun) namaz kılınır. Çünkü nesh, kazanın meşruiyeti
üstüne vuku bulmadı. Belki, meşguliyet yüzünden namazın te'-hirinin sıhhati
üzerine oldu Yâni, namazı te'hirin caiz olduğunun neshi, kayanın meşruiyetinin
sabit olduğu üzerine nesh demek değildir. Çunku bunu kesin delil ortaya koyuyor: Bu da korku namazının bu gazadan <jnce
meşru kılındığına dair delildir: Nitekim Zâtü'r-Rika'» gazasına dair hadisin
tahkikmda bunu ortaya koymuştuk[120].
Yine bu deliller
cümlesinden, Sahih-i Buhâri'deki şu hadis-i şerif var: Nebt (s.a.v.) Hendek
savaşından şehre dönerken şöyle buyurmuştu: «Hiçbiriniz Benî Kurayza yurduna
varmadan ikindi namazım (veya öğle) kılamaz!.. Bunun üzerine bazısı daha
yoldayken namaz vakti girmişti. Bir kısım kimseler: «B!z oraya varmadan namazı
kılamayız » derken, bazıları -Hayır, kılmalıyız, bizden istenen bu değil..»
diyorlardı. Ve birinci grup, Benî Kurayza'ya vardıktan sonra o vakti kaza
olarak kılmışlardı.
Öyle ise, farz bir
namazı kaçırmakla kazasının farz olduğu sabit olunca; namazı geçirmenin meşru
mazereti de uyuya kalmak veya unutmak olabileceği gibi, ihmâl ve kasden terk
halleri de olabilir. Çünkü genel olarak kaçırılan namazın kazasının vücûbu üzerine
umumî delil sabit olduktan sonra, kazanın meşruiyetinin ferde arız olabilecek
birçok halden bazılarının seç-lip hükmün onlara bağlandığına dair bir delil
gösterilmedi.
Beni Kurayza'ya
varıncaya dek namazı kılmayanlara gelince, uykuda veya unutmuş falan
değillerdi, liutun bunlara rağmen; kaçırılan farz bir namazın kazasının meşru
oluşunu, kasten geçirmiş olmanın dışına tahsis etmek hatâ olur. Bu şer'i bir
tahsis (ölçü ve delil) olmaksızın bazı farzları bazısına tercih etmek anlamına
gelir.
Bazı kimseler, şu
hadisin mefhüm-u muhalifi olarak, kaza için umumî meşruiyet delilinin tahsis
edildiğine dair bir delilin sabit olduğu vahmine kapılmış olabilirler. Evet,
bu vehimden öteye gidemez, çünkü hadîste: «Uyuyakalan veya namazı unutan kişi
hatırlayınca hemen onu kılsın» buyuruluyor. Buradan öyle bir zanna kapılmak uyanık
bir araştırıcı için yakışık almaz. Zira hadiste sadece unutan veya uyuyakalıp
namazı geçiren hedef alınarak öbür durumlar pas geçilmiyor. Aksine bir tespit
ve dikkat çekme var: -Hatırlayınca» denir. Bunun tenbihidir kasıt. Yâni «Bir
k:mse, herhangi bir sebepten (unutma, uyuyakalma gibi ..) namazını geçirdi ise,
hatırladığı an hemen kılsın veya kaza etsin demektir. Artık ikinci gün aynı
vakit olsun da kaçırdığı o vakte âıt namazı kaza etsin diye fuzuli beklemesin,
hatırladığı an kaza etsin...» demek oluyor. Kasıt sadece -hatırlama»ya
bağlıdır.
Hadîsin siyakından da
anlaşılacağı gibi, hadis ulemasının ve sarihlerinin de anlattığı üzere[121],
Resûlullah (s.a.v.)'m kastının bu mânada olduğunu kavrayınca; artık, hadiste
mefhûm-u muhalifiyle kaza, meşruiyetinin uyku hali veya unutma gibi
mazeretlere tahsis edilmediğini de kavramış olursunuz... [122]
Sahihayn'de
nakledildiğine göre; Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gazvesinden dönünce silâhını
bırakıp boy abdesti aldı ki, hemen Cebrail (a.s.) geldi. Ona: «Silâhını
bıraktın mı? Vallahi biz bırakmadık. Yürü onların üzerine, diyor ve Resûlullah
da, kimin üzerine deyince; şunlar işte diyor ve Beni Kurayza yurdunu
gösteriyordu.» Ve Resûlullah (s.a.v.) derhal onlara doğru yola çıktı[123].
Bütün müslüman-lara da şöyle çağrıda bulundu: «Benî Kurayza'ya varmadan kimse
ikindi namazını kılmasın!..» Halk yürüdü.
Ama bazısı daha
yoldayken ikindi vakti girmişti. Bir takımları, namaz kılamayız, oraya varmadan
derken, bir kısmı da hayır kılmalıyız. Çünkü bizden bunu istemedi, dediler. Bu
durumu daha sonra Nebi (s.a.v.)'ye anlattılar. O da, hiçbirini tenkid
edebilecek birşey söylemedi o anda[124].
Onlar kalelerine
sığınıp savunmaya geçmişlerdi. Resûlullah (s.a v.) da onları yirmi beş gece
süreyle, bir rivayete göre ise, on beş gün kuşattı[125].
Nihayet kuşatmadan
sıkıldılar ve Yahudilerin gönlüne korku düştü.
İbn Hişâm'ın
rivayetine göre, Yahudilerin liderlerinden Kâab bin Esed, Resûlullah
(s.a.v.)'in bırakıp gitmediğini görünce: Ey ya-hudi cemaatı, başımıza şu gördüğünüz
hal geldi işte. Ama ben size uç tane çıkış yolu teklif edeceğim. Hangisini
isterseniz onu uygulayın... Onlar; neymiş o dediler. O da; ya bu adama uyar ve
onun peygamberliğini tasdik ederiz. Zaten doğrusu, onun Allah elçisi bir peygamber
olduğu apaçık anlaşılıyor. Ona dair belirtiler aynen kitabınızda da var.
Böylece de kanlarınızı, evlâd ve namusunuzu korumuş olursunuz, onlara: Hayır,
biz Tevrat Ahkâmından asla sap-mıyacağız deyince, o da: İyi öyleyse devam edin. Gelin evlâd ve
kadınlarımızı toptan öldürelim önce; sonra da yalın kılıç Muhammed ve
yandaşlarının üstüne yürüyelim. Böylece, arkada gözümüz kalmaz. Allah onunla
bizim aramızda hükmünü verir. Bakalım Allah, ya Muhammed'e, ya bize verir.
Yenilir ölürsek arkada endişe edeceğimiz birşey bırakmamış oluruz bari.
Peki, bu zavallıların
günahı ne ki (öldüreceğiz) diye çıkıştılar... O da: Eh bundan da çek
iniyorsanız, o halde bu gece Cumartesi ge-cesidir. Zannımca Muhammed ve
arkadaşları da, böyle anda bizden saldın beklemezler. Haydin inip saldn^alım.
Umarım ki, gafil basıp başarı elde ederiz... Ama onlar buna da razı olmadılar.
Nihayet, onlar
Resûlullah (s.a.v.)'m kendileri hakkında vereceği karara boyun eğmek zorunda
kaldılar. Benî Kurayza ötedenberi Evs kab:iesiyle dostluk içinde olduğundan,
Resûlullah (s.a.v.) onlar hakkında Evs'li liderlerden birinin hüküm vermesi
için vekil tâyin etmek istedi. Sa'd bin Muâz'ın hüküm vermesine yahudiler de
razı oldular ve o işe vekil kılındı... Sa'd ise Hendek savaşında aldığı ok
yarasından ötürü ağır hasta olup, orada bir çadırda tedavi görmekteydi.
Resûlullah onu, Beni Kurayza hakkında hakem tâyin edince, oraya çağırttı. O da
bir merkeb üstünde hasta halde geldi. Oradaki Mescide yaklaşınca[126].
Ensâr'a hitaben Resûlullah (s.a.v.) : «Efendiniz ve en hayırlınız için kıyam
edin» buyurdu. Sonra da Sa'd îbn Mu âz'a dönüp, bu adamlar (yahudiler) senin
hükmüne razı oldular, deyince: Sa'd, «O halde erkeklerini idam edin, kadın ve
çocuklarını da esir alın» diye cevab verdi. Bunun üzerine Resûlullah tam da
Allah'ın hükmü ile karar verdin[127]
dedi. Daha sonra Sa'd îbn Mu âz (r.a.) şöyle duâ etti: «Allah'ım, sen bilirsin
ki, senin Resulüne karşı yalancılık yapan ve onu yurdundan çıkaran bir
milletle yine senin yolunda savaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur.
Allah'ım, benim kanaatimce sen onlarla bizim aramızda harbi meşru kıldın, o
halde Kureyş ile savaşmak hususunda hâlâ bir yol varsa beni bunun için yaşat ve
savaşmayı nasib et. Harbi sona erdirdinse, o zaman bu yara ile bana şehadeti
nasib et...» Bu esnada yarası yeniden açıldı, kan akmaya başladı. Yandaki
çadırda bulunan Gıfar oğullarından bazı kimseler, kendilerine doğru kan akıp
geldiğini görünce; «Komşu ça-dırdakiler, nedir sizden bu yana akan?» diye
seslendiler. Sa'd Îbn Muâz bu seferinde fazla kan kaybetmeden dolayı vefat
etmiştir. Allah rahmet eylesin[128].
Ahmed'in rivayetinde ise yarası patladığında esasen ufacık halka kadar bir
arıza kalmıştı, iyileşmeye yüz tutmuştu, deniyor...
Daha sonra yahudiler
kalelerinden indirilip Medine'deki Hendek kıyısına getirildiler. Savaşabilecek
erkekleri idam edildi, kalanları ise esir alındı. Bu meyanda katledilenler
arasında Beni Kurayza kabilesini ahdini bozup hıyanet etmeye razı etmek için
en çok gayret sarfeden Hudey bin Ahtab da vardı. îbn tshâk'ın rivayetine göre;
bu adam elleri boynuna iple bağlı olarak Resûlullah'm huzuruna getirildi.
Resûlullah'm yüzüne bakınca; vallahi sana düşmanlığımdan ötürü hiç de pişman
değilim ve kendimi ayıplamam. Fakat ne var ki Allah kimi yendirmek isterse o
yenilir dedi ve hemen yere çöktü, boynu vuruldu. [129]
Hadis ve Siyret
âlimleri Beni Kurayza olayından şu mühim hükümleri çıkarmaktadırlar:
1- Ahdini
bozanların idamının caiz olduğu:
Nitekim, îmam Müslim de «Beni
Kurayza Gazası» 'nı bu başlık altında işlemiştir. Demek oluyor ki; barış,
mütareke veya emân verme işlemleri; müslü-manların kendi arasında dat
öbürleriyle de olsa, rnüslümana,
bu sözleşmelere riayet ve saygı göstermesi yakışır. İster sulh, ister muahede,
ister emân tanıma olsun, karşı tarafa rağmen bunlardan dön-memeli, ahdini
bozmamalıdır. Yine bu olay, müslümanlarm ne halde, hangi zaruretle savaşa
girişebileceklerini de belirtmektedir.
2- Müslümanların
bazı meselelerde ve lüzumu halinde hakem tâyin edebileceği îmam Nevevî
(Rahimehullah). «Bu olay ve sünnet-i Resûl'den anlaşılıyor ki: Müslümanların
fevkalâde önemli özel durumlarında; yine müslüman, âdil, sâlih ve hüküm vermeye
ehil kimseyi hakem tâyin etmesi, hakem usulüne başvurması caizdir. Nitekim,
Haricîlerin haksızlığında ulemâ icrna' yapmıştır. Çünkü onlar, Hz. Ali'yi
hakem tâyin etti diye (Sıffîn savaşı sırasında) itham edip yaptığı işi boykot
etmişlerdi.
Yine bu olaydan; bir
köy halkı veya bir kalede oturan halk ile; müslüman, âdil ve öyle önemli bir
işte hakemlik yapabilecek ehliyet ve güvenli kişinin hakemliğinde anlaşma
yapmanın caiz olacağını da anlıyoruz. Ve tabiî müslümanların maslahatına uyacak
bir karar verebilecek kimse... Hüküm verilince de, o hükmün ilzam edici
olduğu; ne îslâm reisinin, ne de karşı tarafın bu hükümden dö-nemiyeceğl;
dönüşün ancak hükümden önce olabileceği, prensipleri de anlaşılıyor[130].
3- Fer'i
mes'elelerde içtihadın caiz, böyle hallerde ihtilâfın ise kaçınılmaz olduğu:
Nitekim sahabe, Resûlullah (s.a.v.)'ın, «Beni Ku-rayza yurduna varmadan hiç
kimse ikindiyi kılmayacak!..» sözünü anlamakta ihtilâfa düşmüş, (yukarıda bunun
tafsilâtı geçti) Resûlullah (s.a.v.) da hiçbirini ayıplayıp, muahaze
etmemişti. Bu da, şeriatın en önemli ve büyük prensibine işaret ediyordu: Bu
da, fer'i mes'elelerde ihtilâfın ilke olarak benimsenmesidir. Aynı zamanda
muhalefet edenin de, edilenin de sevaba lâyık olduğunu anlatıyor. Tıpkı şer'î
ahkâmı içtihadla çıkarırken konulan prensip gibi; isterse isabetli hüküm veren
tek kişi olsun veya çok sayıda olsun!
Yine burada, zanni
delâletlerden kaynaklanan fer'i mes'eleler deki ihtilâfın, tamamiyle
giderilmesinin, mümkün olmadığına işaret vardır. O durumda Hak Teâlâ hazretleri
kulunu iki tür tekliften biriyle karşı karşıya bırakır. Birisi; itikad ve
amelle ilgili; açık, kesin emirleri uygulamak. İkincisi: Muhtelif umumi
delillerden fer'î hüküm ve prensipleri sezip çıkarmak için gayret ve dikkatle
araştırmak.
O halde çöide namaz
vakti girince, bir kimsenin kıbleyi şaşırması halinde, ondan beklenen, Allahü
Teâlâ'ya kulluktan başka bir-şey değildir. Elindeki (aklî ve maddi) İmkânları
ve bütün gücünü harcadıktan sonra kıblenin ne yönde olduğu hususunda edindiği
kanaate göre dönüp namazını kılar, tşte burada; kafi olmayan, şer'i
nass'lardan edinilen zanni delillerden çıkacak birçok çarpıcı hikmetler var.
Çok belli bir şey; değişik içtihadların var oluşu. Bu içti-hadların hepsi de
aynı veya değişik, ama önemli olan meşru ve şer'an muteber delillere bağlı
olması. Bunların da birçok mcs'eleyi hallet-nvş olması... Böylece, müslümanın
şartlar ve ihtiyaçlar hangisini almayı gerektiriyorsa, ona uymakta muhayyer
bulunması İşte Allah'ın kullarına her asır ve dönemde rahmetinin apaçık ortaya
vur-masıdır bu!..
Şimdi bunu iyi
düşünelim : Biliyorsunuz ki, fer'i mes'elelerde ihtilâfı kaldırmaya teşebbüs,
kanun koymada ilâhi tedbir ve Rabbani hikmetlere karşı bir direnme, daha
doğrusu bâtıl ve abes iş-t;r. Çünkü, delil zannî olduğu müddetçe
mes'eledek". ihtilâfın giderilmesi söz konusu olmaz...
Eğer bu mümkün olsa,
daha başlangıç dönemi olan ResûluIIahin çağında tamamlanırdı. Ve yine dinin ilk
muhatabları olan sahabe ihtilâf etmezdi. Peki onlara ne oldu da gördüğünüz
gibi, bütün bunlara rağmen ihtilâfa düştüler?.. (Demek yukarıdaki işaretimizle,
mü'mine rahmettir bul.
4-
Yahudilerin Muhammed (s.a.v.l'in Peygamberliğini te'kid etmeleri: Kâab bin
Esed'in, Yahudi ırkdaşı (ve dindaş)larıyla konuşması sırasında, Muhammed
(s.a.v.)'in nübüvvetine kesinlikle inandığı, Tevrat'ın bu konuda verdiği haber
ve delillere muttali olduğu, O'nun bi'setinin belirtilerini açıkça tanıdığı,
yukarıdaki nakillerde görülmüştü. Ama onlar kendi taassub ve kibirlerinde
esirdi Zaten birçok kimsenin imansız ve idraksiz kalmasının sebebi bu
hallerdir. Yine bu gösteriyor ki, İslâm gerek akidesinde, gerek ahkâmında, beşeriyetin
fıtratına tam uyan asıl dindir. Akidesinde akılla bağdaşır, Ahkâmı ise
tamamiyle insanın ihtiyaç ve faydasını karşılayacak biçimdedir.
Bu haliyle bir ferdi
düşünülemez ki; akl-ı selim sahibi olsun da, İslâm'ı duyup asliyyet ve özüyle
tanısın da, ciddi ve akli mânâda onu inkâr etmiş olsun. Mutlaka iki ihtimâlden
biri vardır, bir inkârda. Ya İslâm'ı alelade ağızlardan sığ bir şekilde duymuş
veya onun aleyhinde sözlerle tanımıştır. Yahut müslümanlara düşmanlığı, kini
yüzünden nefsaniyetçl bir tutumla veya dünyevi imkânlarını kaybetme
endişesiyle onu reddetmiştir.
5- Gelen
kimseye karşı ayağa kalkmanın hükmü: Sa'd bin Mu-m hayvanı ü?ennde gelirken
Resûlullah (sa.v.), ona saygı anlamında Unsâr'ın ayağa kalkmasını istemiştir.
Bunu da onun, efendiniz için veya hayırlınız için sözü göstermektedir. İşte bu
ve benzeri nakillere dayanarak, bütün ulema; sâlih kimselere ve âlimlere karşı,
alelade ilişkilerde, âdet halinde, ayağa kalkmanın meşru olduğunu istidlal
etmiştir.
îmam Nevevî, bu hadis
üzerine yaptığı tâlikde şunları söyler: Burada faziletli kişilerin yüceltilmesi
ve bir yere geldiklerinde onlara kıyam tavsiyesi vardır. Bu yüzden de,
Cumhûr-u ulema böyle kıyamı müstehab görmüşlerdir. Kazi şöyle der: Şu
yasaklanan kıyam bu değildir. O, kendisi otururken çevresindekilerin sürekli
ayakta durmaları şeklidir. Bence, gelen faziletli kişi için ayağa kalkmak
müstehabdır. Nitekim
bu konu hadîslerde nakledilmiştir. Hadîslerde bunu nehyeden hiçbir sarih ifade
de yoktur[131].
Yine bu konuya işaret
eden bazı sahih hadislere bakalım. Kâ'b bin Mâlik'ten ittifakla nakledilen bir
hadiste o, Tebük gazvesinden geri kalışının hikâyesini yaparken, şunları
söylüyor: Ben Resûlul-lah ile yeniden bey'at için gidiyordum. Grup grup halka
rastlıyorum, onlar da beni hep, tevbemin kabulünden ötürü tebrik ediyorlar;
«Allah'ın tevbeni kabulünden ötürü seni kutlarız» diyorlardı. Nihayet mescide
varınca Resûlullah'ın çevresinde insanlarla oturduğunu gördüm. Onlardan Talha
bin Ubeydullah (r.a.) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti.
Vallahi muhacirlerden başka kimse kalkmadı. (Burada Kâ'b, Talha'nm yaptığını
unutamıyor).
Yine Tirmizi, Ebû
Dâvud ve Buhârî'nin Edebü'l-Müfred'de Hz. Âişe (r.a.)'den naklettiği de bu
cinstendir: «Ben halk içinde Resû-lullah (s.a.v.)'a söz, sohbet ve oturuş
kalkışta Fâtıma (r.a.) kadar benzeyen kimseye rastlamadım. Nebi sallâllahü
aleyhi ve sellem O'nun (r.a.) geldiğini görünce ona merhaba der ayağa kalkıp
onu alnından öperdi. Elinden tutar getirir kendi yerine oturturdu. Aynı şekilde
Nebi aleyhisselâm da ona gittiğinde o da selâmlar, ayağa kalkıp onu öperdi[132]».
Anlarsınız ki, bütün
bunlar, Resûlullah'ın sahih hadîsinde: -Kim kendisini karşılamak için önünden
kalkılmasını taleb ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın» buyurmasına ters
düşmez. Çünkü, fazilet sahibi kimselere saygı sadedinde ayağa kalkmanın meşru
olması, onların gönlünde bunu arzu etmesini isbat edecek bir yoruma yol
vermez. Aksine öyle faziletli ve sâlih kişiler zaten alçak gönüllü ve
arkadaşlarına karşı bu tür şeyleri taslamaktan uzaktır... Muhtaç fukaraya
baksana: İslâm terbiyesi ona; dilencilikten uzak olmayı; halka boyun eğip,
ihtiyaçlarını belirtmeyi meneder. Ama aynı İslâm terbiyesi; böyle iffetli
fakirleri arayıp bulmayı, ikramda bulunmayı, malının fazlasını onlara vermeyi
öğütler zenginlere...
O halde bunları
birbirine karıştırmadan ve birini öbürüyle ortadan kaldırmaksızın; herkesin
vazifesi ve bu vazifenin ölçüsü vardır. Aksi halde, cehalet ve aceleciliğin en
çirkin örneğini sergilemek olur bu.
Şurasını da çok iyi
bilmek gerek ki, bu ikramın meşruiyeti de bir ölçüye bağlıdır ve bir sınırı
vardır. Bu husus aşıldı mı, iş haram noktasına varır. Ve artık onu benimseyen
de, menetmeyip susan da günahtan pay alır!..
Bu türden bazı
tutumları, bazı tarikatçılarda görürsünüz. Bir kısmı oturur, öbürleri ayakta
intizar ederler. Meselâ şeyhin önünde bir mürid boynu bükük ve sefil vaziyette
himmet bekler, ona oturma izni verilmesini bile beklemez. Bazıları da şeyhin
dizlerine secde eder nerdeyse. Ya da meclise gelişinde elini taparcasına öper.
Ya da mecliste bir coşku oluşunca ona sürünerek yaklaşır... Bunun bir terbiye
metod ve üslûbundan ibaret olduğunu söyleyen, cevaz verenlerin yorumu seni
aldatmasın. Çünkü İslâm, eğitiminin metodunu da, ölçüsünü de belirtmiştir.
Onun ötesine geçmekten de men etmiştir. Artık Resûlullah (s.a.v.)'m eğitim
üslûbu dışında herhangi bir usûl kurmak ve ona teşvik doğru olamaz.
6- Sa'd İbn
Muâz'ın Özel meziyetleri: Bu olayda dikkat edilirse, en çok Hz. Sa'd bin Muâz
(-r.a.) Efendimizin büyük meziyetleridir göze çarpan. Tabii bu meziyetlerin
başında, Resûîullah Cs.a.v.)'-m ona Beni Kurayza hakkında karar verme yetkisini
vermesini de göreceksiniz. Ki O, Allah'ın Resulü olduğu halde, (düşmana karar
biçme) mevkiine onu çıkarıyor. Hani ya, risâlet öyle makam üstü bir makam ki;
her hüküm desteğini ondan alıyor... Tabiî ikinci olarak da Sa'd (Radıyallahü
anh)'ın meziyetlerinden; Resûlullah'm En-sâra, kudümü sırasında, onun için
kıyam emretmesini gördünüz.
Eh, bu kudüm ve emir
Resûlullah'tan sâdır olduğuna göre, bu meziyet de paha biçilmez b>
seviyedir...
Bundan sonra da tabii,
Hendek gazvesinde kolundan aldığı yara mes'elesini bulursunuz. Ve ardından da
elini kaldırıp böyle bir yara alışından ötürü Allah'a şöyle dua edişini: «Yâ
Rabbi!.. Bilirsin ki, senin Resulünü yalanlayıp, onu yurdundan çıkaran milletle
savaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Yâ Rabbi! Eğer bundan sonra
da Kureyş ile bir hesaplaşma olacaksa, benim hayatımı devam ett'r de onlarla
çarpışayım, senin yolunda.» Ve Sa'd'm duası da makbul olup, yarası iyiliğe
döndü. Nihayet Benî Kurayza gazası da oldu. Resûlullah (s.a.v.) O'nu, onlar
hakkında hakem seçti. Allah böylece Yahudi belâsını mü'minlerden kaldırıp,
onların pisliğini de Medine'den giderdi. Ve Sa'd ikinci kez ellerini açıp duâ
etti. «Yâ Rabbi! Kanaatımca, bizimle onlar (müşrikler ve Kureyş) arasında
savaşı sen meşru kıldın. O savaşı sen takdir ettiğine göre, oradan aldığım
yarayı azdır da o yaradan ölmüş olayım». Ve duâası yi-
ne kabul görüp, yarası
o gece aniden patladı. Ve Hakk'ın rahmetine kavuştu.
îbn Hâcer «Fethü'İ-Bâri» isimli eserinde şöyle
yazar: Bana öyle geliyor ki: Sa'd bu
olayda yaptığı duada isabet etmiştir. Ve bu , yüzden de duası makbul olmuştur
ve nitekim de Hendek savaşından sonra, Kureyş'in kendi teşebbüsüyle
müslümanlar ve müşrikler arası bir çatışma olmamıştır.
Arkasından da
Resûlullah, Mekke'ye umre için hazırlanıp gitmiş, Mekke'ye girmek isteyince de
neredeyse savaş çıkacakken, yatışmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın beyânı üzere : «Sizin
onlara galebenizden hemen sonra; Mekke'nin göbeğinde çıkacak arbedede, sizi
onlardan, onları sizden alıkoyan O'dur!» Sonra bir anlaşma olmuş, Resûlullah
öbür yıl umre yapmıştı. Bu anlaşma da, ta Mekkelılerin bozmasına kadar sürmüş.
Onlar ters gidince de, O da üzerlerine yürümüş, böylece de Mekke
fetholunmuştu.
Yine Resûlullah
Cs.a.v.) Hendek gazasından dönerken, Buhâri'-nin rivayetine göre şöyle
buyurmuştu : «Şimdi artık biz onlara savaş açabiliriz ama onlar açamaz. Biz
onlar üzerine yürüyeceğiz». Bezzâr da, hasen senedle Câbir'den şu hadîsi
nakletti: «Resûlullah Ahzab günü bir topluluğa şöyle seslendi: «Artık onlar
bundan sonra asla bize s al d ıram azlar. Ama siz onlara savaş
açabileceksiniz».
Nihayet: Sa'd İbn
Muâz'ın bu kıssası, ona bağlı olarak anlattıklarımız; şunları hissettîrse
gerektir: Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, savunma harbi îslâm'da, islâm'a
da'vctın bir devresidir. Resûlullah (s.a.v ) buna böyle teşebbüs etmiştir. Ve
tabii hemen ardından topyekûn insanlığı İslâm'a da'vet devresi gelir. Çünkü îslâm'da
şirk ve dinsizlik asla tasvip edilmez. Sonuçta sadece İslâm'a teslimiyet
istenir. Ehl~i kitabdan, mutlaka İslâm'a girmesi beklenmez. Sadece ehl-i
kitaba, genel ahkâma itaat şartıyla kendi dininde kalma yetkisi tanınır.
Bunlardan hiçbirine
yanaşmayana ise savaş açılır. Tabii bu mümkün olduğu takdirde... ve artık
mâruf şekliyle islâm'a boyun eğmeleri için zorlanır. Son devirlerde bazı
araştırmacıların diline doladığı «savunma harbi» tabiri ne
ifade edebilir? islâm'ın tekâmülü
döneminde «cihad ve da'vot» neyi anlatır? Resûlullah'ın: «Fakat siz savaş
acaraksmız» sö/ü boşa mı çıkacaktır;..
Demek ki; cihad sürekli ve tslâm d umumidir'.. [133]
[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 223.
[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi:
223.
[3] Habbâb bin Münzir'in rivayet ettiği bu hadisi, îbn
ttlşâm. Slyret'lnde; tbn tshâfc'tan, o da Seleme oğullarından baz kişilerden
rivayet etmiştir, tbn Hi-şam'ın bu rivayeti, meçhul kişilerden yapılan bir
rivayettir. Hafız Îbn Hacer bu hadisi, «el-tsâbe»'de zikretmiştir. Yalnız onu
tbn îshâk'tan, o da Yezld bin Ruman'dan, o da Urve bin Zübeyr'den, o da Bedir
kıssasını anlatan birçok kişiden rivayet etmiştir. Bu sened sahih bir
senettir. Hafız tbn Hacer, rivayetinde ve nakillerinde sika (güvenilir) dır.
(Bkz: el-tsâbe; 1/302).
[4] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 6/180.
[5] îbn Hişâm. Siyret: 1/205; tbn Kayyım, ZadÜ'1-Meâd:
3/87. Resûlullah'ın. Bedir Gazvesinde Rabbi'nden yardım dilemesi hadisi
müttefekun aleyhdlr.
[6] Bedir'de mü'minleri, Allah'ın meleklerle te'ykll
hadîsi: Müttefekun aleyhdir.
[7] Buharî: 5/8; Müslim: 8/163. (Benzeri).
[8] Müslim:
5/157-158.
[9] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 224-227.
[10] Enfâl sûresi, âvt: 7.
[11] Kurtubi, el-Câmİ 11 Ahkâmİ'l-Kur'ftn: 4/252.
[12] Tevbe sûresi, âyet: 111.
[13] Enfâl sûresi, âyet: 9.
[14] En-Nakve: Mekke yakınında bir mahallin adı. (Mütercim)
[15] Bu hadîsin Buhâri'deki lâfzı şöyledir: «Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir KÜnÜ şöyle
buyurmuştur: «Bu Cibril'dir. Atının gemini tutmuş, üzerinde de harb âleti var.»
[16] Enlâl sûresi, âyet: 10.
[17] Enfâl sûresi, âyet: 1-2.
[18] Ebû Dâvud, el-CemYl-Fevâid: 2/90.
[19] Müslim: 5/158. Yukarıya meallerini aldığımız âyetler,
Enfal sûresinin 67 11& 69. âyetleridir.
[20] Ne hikmetse müellif, Bedir Gazvesi sonunda alınan esirlerden
ve İstenen fidyelerden bahsettiği halde; «Okuma - yazma öğreterek fidyelerini
edft edenlerden» söz etmemiş.
Halbuki bu İşlem,
üzerine yorum yapılacak bir husustu. Siyer ve SIyret kltablarında var olan bu
mes'ele, muteber kaynaklarda da geçmektedir.
Hâdise şudur :
Esirlerden parası
olmayan ve fldye-i necat Ödeyemeyen fakat okur-yazar olanlara; Medlnell (10)
çocuğa okuma-yazma öğretmek şartıyla, hürriyetinin verileceği bildirildi. Ve
bunlar Medine'ye getirilip vazifelendirildi. Onlar da, formül olarak
gösterilen bu İşi tamamlayıp; herblri on çocuğa okuma-yazma öğrettikten sonra,
hürriyetlerine kavuştular. Bu olayı kısaca tesbit eden en yakındaki
müelliflerden: M. Asım Koksal, îslâm Tarihi: Cilt 2, sahife 189-190'da (İbn
tshâk ve tbn Hİşâm, es-Siyer: 1/160; V&kıdl, Meftazî: S. 98; İbn Sa'd,
Tabakat: 2/18-22) atıflarla veriyor.
Muhammed Hamidullah da
olayı tesbit İçin (tbn Sa'd, Tabakat: 1/14 -17; Ebû Ubeyd, KitâbÜ'l-Emvâl
Haşiyesi: 309. Müşrik öğretmen konusundaki tartışmaları ve o müşrik
öğretmenlerin talebeyi dövdüğünü tesbltte de tbn Hanbel: 1/247, 2216. hadise
atıfta bulunur.)
M. Zekâl Konrapa İse,
«Peygamberimiz» eserinde («Asr-ı Saadet»: 1/346) atıfta bulunuyor. Zeyd bin
Sabit gibi meşhur sahabe, sonra vahiy kâtibi, sonra da Kur'ân'm cem'İnde hey'et
başkanı olan zât da yazıyı bu muallimlerden öğrendi diye kaydediyor. Olay,
medeniyet dünyasında eşine az rastlanan türdendir. Esirlerden, müşrik
kimselerden öğretmen olarak yararlanma fikri!... tik vahiy, «Okuma» emri İle
gelmişti. İlk savaş da, yazı öğrenmede çarpıcı bir eğitim formülünü
uygulamakla bitiyor... Biz bu olaydan (müellifin metoduna uyarak) bazı
işaretler görelim :
a) Okuma -
yazmaya verilen önem: Bunu uzun anlatmaya gerek yok. Çünkü bunu herkes
kabulleniyor. Ancak sadece yazı öğrenmek eğitimin başlangıcı ve bir
vasıtasıdır. Gayeler bundan sonra başlar. Yazıyı tanıyanın, bir gayesi olsa
gerek. Yoksa yazıyı Öğrenmek, sanıldığı gibi cehaletten kurtulma değildir.
Tersine belki kör cahilliğe de, aydınlığa da götürecek bir başlangıçtır... Günümüzde
örneklerini gördüğümüz, okuma - yazma öğrenenlerin hali şahit: Sadece ŞEYTAN
gazeteleri ve benzeri yayınlara okuyucu çoğalmış oluyor... Aslolan, okumayı
öğretince, neyi okuyacağını da aşılamaktır. îste burada öğretmen problemi
çıkar.
b) Nitekim bu
olayı yorumlayan ulema da, o gün Medlnell çocuklara yazı öğreten müşriklerin
durumuna dikkat çekmiş ve daha sonrasına ışık tutmuşlardır.
Burada önce; müşrikten
muallim olur mu? Sonra da; hangi konuda olur? gibi İki husus gelir akla. Üçüncü
olarak da şartlar dikkat çeker...
Birincisi; evet, olur
diye cevablanır. Çünkü bunu Resûlullah uygulamıştır.
Konusunu da, o
uygulamayla tanımlayabiliriz: Okuma - yazma, teknik bir. konudur. Herkes İçin
aynıdır. İdeolojik ve fikri İş değildir... öyleyse; İnanç, fikir ve ahl&k
konuları dışında; İslâm nizamına dil uzatılamıyacak ve (ta'bir caizse) yan
te'siri olmayacak ilim ve tenikte, yabancılar öğretmen olabilir. Müşrik de
olsa. çalıştırılabilir. Ancak bazı tedbirlere bağlı:
1- Teknik konu
olmalı.
2- Talebe
önce, fikren korunabilecek kıvama ulaştırılmalı.
3- Öğretmen
olarak çalıştırılan kişi mahkûm olmalı, hakim değil... Yani İpi İslam
otoritesinin elinde olmalı.
4- Sadece
çizilen plân ve programı vermekte mecbur ve murakaben olmalı...
Bu açıdan, müşriklerin,
İslâm ülkelerinde veya yabancı iklimlerde; müs-lüman gençlere; din ve dünya
konusunda hocalık yapması değerlendirmeye tâbi tutulursa, fecaat sezilebilir!..
c) Ancak,
öğretmenin, sınırlı konuda talebeyi yetlştirebllmesi için belli ölçüde otorite
kurması gerekli olur. Fakat, o gün Medlneli çocuklara yazı Öğretenlerin, dayak
attığı rivayeti var. Ve bunun düşmanlık duygusuyla yapıldığı da
kaydediliyor...
O bakımdan gayr-i
mUsllm öğretmene hayranlık ve mutlak İtaate fırsat verilemez. (Mütercimler)
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti,
Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 228-238.
[21] İbn Hişâm, 2/47.
[22] Taberî: 2/480,
Tabakat: 3/67.
[23] Mâide sûresi, ftyef
51-52.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 239-241.
[24] Buhârî: 3/146, Muvatta': 1/328.
[25] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 241-246.
[26] Âl-i îmrân sûresi, âyet: 28.
[27] Nisa sûresi, âyet:
135.
[28] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 246-248.
[29] Bu hâdiseyi tbn İshâk, îmam Ahmed ve buna yakın bir
lâfızla da Taberl rivayet etmiştir. Bkz. : İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62; Taberİ,
Tarih: 2/500; İmam Ahmed, Müsned: 22/52.
[30] İbn Sa'd. Tabakat. 3/87, İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62.
[31] Buhârî, Sahih: 5/31; Nisa sûresi, âyet: 88.
[32] tbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ: 3/80: İbn Hişâm, es-Siyre:
2/65.
[33] İbn Sa'd, Tabakat: 3/80. İbn Hişâm da buna yakın
lâfızlarla rivayet etti. Bir benzerini de Buhârî rivayet etmiştir: 5/28.
[34] Sahth-İ Müslim:
7/150.
[35] Buhari: 5/49.
[36] Al-1 İmrân sûresi, âyet; 121 -168.
[37] Bkz. : tbn Sa'd: Tabakat, îbn Hişâm: Siyrct, Taberî: Tarih.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 249-253.
[38] Bazan şöyle denilebilir: Müslümanlarla birlikle savaşa
katılmaları teklif edilen bu kişiler, ehl-İ kitab olan yahudilerdır. O halde
Rtsûlullah (s.a.v.) onları ehl-i şirk
olarak nasıl İsimlendirmiştir? Cevab.
Onlara şirk ta'birinin izafe edilmesi,
puta tapan araplara
kullanılan ıstılahı mânânın
dışındaki bir mânâ iledir. Şirk kelimesinin umumi bir mânâsı vardır.
Kâfirlerin tümü için kullanılması doğrudur.
[39] Bkz. : Mufcnil-Muhtâc: 4/221.
[40] Âl-i tmrân sûresi, âyet: 152.
[41] Al-i İmrân sûresi, âyet: 152.
[42] Âl-İ İmrân sûresi, âyet: 144.
[43] Mütefekun aleyhtir.
[44] Bu konuda daha fazla bilgi İçin;
«Tecrübetü't-Terbiyeti'l-îslâmiyye» adlı kitabımıza bakılmalıdır.
[45] Bakınız, Muğniye'l-Muhtâc: 1/349.
[46] Al-l tmrân sûresi, âyet: 172-174.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 253-263.
[47] Sahih-I BuhârI: 5/41.
[48] îbn Hişâm, es-Sİyre: 2/172.
[49] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 263-266.
[50] Buhâri: 5/43.
[51] Bkz.: tbn
Hişâm, es-Siyre: 2/173. Kunut hadîsi ile Resûlullah'ın Süleym kabilelerine
bedduasını, BuhârI İle Müslim rivayet etmiştir.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 266-267.
[52] Bak: Muğnl'l-Muhtâc: 4/239.
[53] Bkz.: er-Remli, Nihâyetü'l-Muhtâc: 8/78.
[54] Bu hadisi Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.
[55] Tevbe sûresi, âyet: 111.
[56] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 267-271.
[57] İbn Sa'd, Tabakat:
3/99.
[58] Bu hadisi Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.
[59] Haşr sûresi, âyet: 5.
[60] Bkz. : İbn Sa'd: Tabakat, îbn Hlgâm: es-Siyre, Taberi:
Tarih, İbn Kesir: Tefsir.
[61] UyûnlH-Eser: 2/51.
[62] Haşr süresi, âyet:
6-7.
[63] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 271-274.
[64] Mûıdo sûresi, âyet; 78
[65] Haşr süresi, âyet: 5.
[66] İmam Şafii, el-Ümm: 7/324. Bu konuda daha (azla bilgi
İçtn bu kitabın yazarının «Zevâbıtü'l-MaslahaU adlı kitabına basvuıunuz.
[67] Nevevî Şerhi, Sahih-i MOsIİm: 12/50.
[68] Haşr sûresi, âyet: 7.
[69] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 274-278.
[70] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 279.
[71] Bu hadis. Buhârİ'nfn: 5/53. Gazvetü Zâtİ'r-RIka'
bâtındadır. Müslim'de İse. 2/214 Salâtü'1-Havf bâbınba. Ancak Müslim, Câbir'den
naklen şu değişikliği almış: Resûlullah halkı namaza çağırmış ve bir grubla iki
rek'at kılmış, biraz beklemiş ve iki rek'at da ikinci grubla kılmış, yâni
diyor; Resûlullah dört, halk ikişer ikişer rek'at kılmış oldu. Bana kalırsa
Resûlullah, birkaç kere böyle «Havf Namazı» kılmıştır. Bir zaman birinci
tarzda, başka birinde de ikinci tarzda kılmış olabilir. Müslim hadîsi ise,
seferde namazın, İki veya dört kılınacağına delâlettir ki, üç mezhebin görüşü
buna uygundur. (Müellif).
[72] Sahih-i Buhâri, 5/52, 53, 54.
[73] İbn İshâk'ın rivayetinde bu zâtların, Abbâd İbn Bişr
ile Ammâd tbn Yâsir olduğuna dair ek vardır.
[74] Bunu; Ahmed, Tabert ve Ebü Dâvud birlikte; tbn
tshâk'tan, Sadaka bin Ye-sâr'dan, Ukayl bin Câbij'den ve Câbir İbn Abdullah/dan
gelen zincirle naklettiler.
[75] Ukıyye: 40 dirhemdir... (mütercimler)
[76] Medine yakınında bir yer.
[77] Hikâyenin bu tarzı, îbn İshâk'a aittir, tbn Hişâm
Siyer'inde, Buharı ve Müslim de sahihlerinde buna benzer tarzda nakletti
[78] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 279-282.
[79] Habeşistan muhacirlerinden olup, ancak o zaman geri
dönmüş. (Mütercimler).
[80] Tevbe sûresi, âyet: 111.
[81] Nevevi'nin Müslim Şerhi'ne bak: 12/197, 193.
[82] Sadece Peygamber'e uymak için bu tarz meşru olmuş
olur. Rastgele bir imam için bu tür namaz gerekmez. (Mütercimler)
[83] Mâide sûresi, âyet: 67.
[84] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 283-289.
[85] Bu konuda daha
açıklık isteyen, Fethu'1-Bârî: 7/304,
Zâdü'1-Meâd: 2/112,
Uyûnü'1-Eser: 2/93Fe baksın.
[86] İbn Sa'd, Tabakat: 3/106 ve tbn Hişâm, Siyret: 2/290.
[87] Meşhur münafık başıdır. (Mütercimler)
[88] Muhacir mtisîümanları kasdedlyor.
[89] Îbn Jshâk bu tarzı mürsel olarak nakleder. İbn Sa' da
ondan almış. Beyha-kî ise Câbir'den, Ahmed bin Cerir de Zeyd bin Erkam'dan, tbn
Ebî Tâlib ise Ömer İbn Sabit el-Ensârî'den... Ve bütün nakiller birbirine
tafsilâtta ya-' kındır. Özde ise aynıdır. İbn tshâk'ınki farklı... İbn-i
Kesîr'in TefsSr'l: 4/370, İbn Ceririn Tarihi: 2/606, Fethür-Rabbani: 21-70. İbn
Hlşâm'ın Slyer'İ: 2/291'lere bakınız.
[90] Babasının münafıklığının aksine oğlu - onun da adı
Abdullah'tır - son derece samimi mü'raindır!... (M.NJ
[91] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 290-292.
[92] Hevdec: Deve üstünde taşman kapalı bir mekân. Hanımlar
içinde oturup gider. Yükleyenler farkına varmıyor. Çünkü o devirde hanımlar çok
zalf ve hafifti. (Mütercimler)
[93] tstlrca: Uyuyana, tnnâ lillâh ve innâ lleyhi râciûn:
«Biz Allah'a âldiz. O'na döneceğiz» diye seslenmek. Uyuyan böyle uyandırılır.
(Mütercimler)
[94] Oğlu da İftiracılar arasında olduğu için, eskiden
kalma bu âdet üzere aksilik anında ona lanet etmiş. (Mütercimler)
[95] NÛr sûresi, âyet: 15 - 24.
[96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 292-295.
[97] Enfâl sûresi, âyet: 41.
[98] Bak: el-Mahlâ, tbn Hazm: 10/87.
[99] Fethü'1-Bârî: 2/245.
[100] Târhu't-Teşrife ve Şerhuhu Hafız el-Iraki: 8/62.
[101] Târhu't-Teşrife ve Şerhuhu Hafız el-Iraki: 8/62.
[102] İbn Kayyım, Zâdü'1-Meâd: 2/115.
[103] Nûr sûresi, âyet: 11-20.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 296-304.
[104] Bak: Fethu'1-Bârî: 7/275 ve Fethü'r-Rabbânî, tmam
Ahmed tertibi" 21/67.
[105] Siyfetü Ibn Hİşâm, Tabakat-ı Ibn Sa'd.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 305.
[106] Tabakat-ı tbn Sa'd, Siyer-i tbn Htşâm.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 305-306.
[107] Buharı: 6/46,
Fethu'1-Bârİ: 7/279-280.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 306-307.
[108] Nûr sûresi, âyet: 1.
Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 307.
[109] Tabakat~ı îbn Sa'd, SIyer-i İbn Hİşâm.
[110] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 307-308.
[111] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 308-309.
[112] Müslim: 5/177. Buhâri'nin rivayetinde İse bu gidenin
Ztibeyr olduğu. Başka bir hadîste ise Zübeyr'in, Kurayzahlara gönderildiği var.
Ahzâb'a gönderilenin Huzeyfe olduğu hususunda ise siyer ulemasının ittifakı
vardır. İbn Sey-yidü'n-Nâs'ın Uyûnü'1-Eser ve İbn Hâcer'ln Fethu'1-Bârl
kitablarına bakınız.
[113] îbn Hişâm: Siyret: 2/231.
[114] Buhari rivayeti.
[115] Müttefekun aleyh. Lâfzı Buhârl'ye fttttlr.
[116] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 309-311.
[117] Bedlr'de ve Uhud'da olduğu gibi. (Mütercim)
[118] Ahzâb sûresi, âyet: 9-25.
[119] Günümüzde buna moral
gücü denmekte ki; zafere
inanmayan, gelecekten Umidslz
ordunun maddî güçle savaşmasına kimse ihtimal vermemektedir.
[120] Bu kitabın 280 sayfası dipnotu.
[121] Fethu'l-Bârî:
2/47, Neylü'l-Evtâr: 2/27.
[122] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 311-320.
[123] Müttefekun aleyh olup, hadis metni Buhâri'ye aittir.
[124] BuhârI böyle nakletmİştir.
[125] İbn Hışam 25, tbn Sa'd ise 15 diyor. (Tabakat)
[126] Bu, Medine'deki Mescid-i Nebi değil. Hadîs sarihlerinin de dediği gibi; o an için ResûluIIah'ın mescid ittihaz
ettiği yerdir.
[127] Müttefekun aleyh.
[128] Müttefekun aleyh. Lâfzı İse Buhârî'ye aittir.
[129] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 321-323.
[130] Nevevfnin Müslim üzerine şerhi, 12/92.
[131] Nevevi'nin Müslim şerhi: 12/93.
[132] B. M. ve ötekilerin rivayeti. Metin Buhârl'ye âit.
öbürleri de sadece lâfızlarda ve az fazlalıkla ayrılıyorlar...
[133] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca
Yayınevi: 323-328.