BEŞÎNCÎ BÖLÜM... 1

SAVUNMA HARBİ DÖNEMİ. 1

Giriş. 1

Savaşa Başlama. 2

-Resûlullah (S.A.V.)'ın Yaptığı İlk Savaş- 2

1- Büyük Bedir Gazvesi 2

Savaşın Sebebi: 2

İbretler Ve Öğütler. 5

2- Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti 12

İbretler Ve Öğütler. 13

-Gayr-i Müslimleri Dost Edinmek - 17

3- Uhud  Savaşı 18

Savaşın Sebebi: 18

İbretler Ve Öğütler. 21

4- Yevmü'r-Racr  Ve  Biri Maüne  Olayları 28

a- Racî' Olayı  (Hicretin Üçüncü Yılı) 28

b- Bi'r-İ Maûne Olayı: (Hicri Dördüncü Yılı) 30

İbretler Ve Öğütler. 31

5- Benî Nadir Yahudilerinin  Medine'den Sürgün Edilmesi (Rebiülevvel Ayı, Hicretin 4. Yılı) 33

İbretler Ve Öğütler. 35

6- Zatü'r-Rika' Gazvesi 38

Hâdise Haberlerde Şöyledir: 38

Dersler Ve İbretler. 41

Bu Gazvenin Tarihi Kritiği: 41

7- Benî Mustauk Gazvesi  (Buna 'Müreysi' Gazası da Denir) 45

8- İfk Olayı 47

Dersler Ve İşaretler. 49

9- Hendek Savaşı 55

Müslümanların Harbe Hazırlanışı: 55

Hendek Kazanımda Müslumanların Halinden Görüntülen. 56

Hendek Gününde Münafıkların Durumu: 57

Benî Kurayza'nın Ahdini Bozması: 57

Bu Esnada Müslümanların Tavrı Ne İdi 57

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı 58

Bu Olaydan Alınacak Dersler. 59

10- Benî Kurayza Kuşatması 65

Dersler Ve İbretler. 67

 

 

 

 

 

 

BEŞÎNCÎ BÖLÜM

 

SAVUNMA HARBİ DÖNEMİ

 

Giriş

 

«Savunma Harbi Dönemi» başlığı altında sunduğumuz savaş­lar, tiilen savunma harbleridir. Bu savaşların tümü -görüleceği gi­bi- puta tapıcılann başlattığı düşmanlıklara veya müslumanların aleyhine yaptıkları ittifaklara karşı koymaktır. Bundan dolayı Asr-ı Saâdet'tekî tslâmi da'vet dönemlerinden sadece bir tanesini temsil eder bu savaşlar. Daha sonra İslâm'daki cihad hükmünün aldığı son şekli açıklamaktan uzaktır bu savaşlar. Zira bu savaşlar, yuka­rıda sadece bir bölümünden söz ettiğimiz, da'vet dönemlerinden bi­ridir. Meselâ: Gizlice da'vet dönemi, sonra açıktan barışçı bir da'vet dönemi gibi...

Biz tslâmî hükmün tümünü, mâkabliyle birlikte teşekkül eden son merhale şeklini, Hudeybiye anlaşmasını takib eden olaylarda göreceğiz. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu merhaleye, Benî Kurayza sa­vaşından dönerken buyurduğu ve Buhâri'nln rivayet ettiği: «Şimdi biz onlara savaş açıyoruz, artık onlar bize savaş açamıyacak» hadi­sinde İşaret etmişti.

Şimdi biz, İslâm da'vetinin ilk yıllarındaki savunma dönemi olaylarını sunacağız. Onları sunarken konuyu uzatacak ihtilaflara veya lüzumsuz açıklamalara girmeksizin, ilgili hükmü veya gerekli öğüdü ve dersi belirtmekle yetineceğiz. [1]

 

Savaşa Başlama

 

-Resûlullah (S.A.V.)'ın Yaptığı İlk Savaş-

 

önceki konularda demiştik ki, eser ve hadislerin delâlet ettiği en sahih görüşe göre savaşın meşru kılınmaya başlaması, ancak Hicret'ten sonra olmuştu. Bu meşruiyet, Resûlullah'ın Medine'ye hic­retinden on iki ay sonra Safer ayının başlarında konuşulmuştu. Resû-lullah (s.a.v.) ilk defa, o zaman savaşmak gayesiyle çıkmıştı. O va-kitki Gaza, «Veddan Gazvesi» idi. Resûlullah (s.a.v.} Kureyş ve Ham-za oğulları oymağıyla savaşmayı aklına koymuştu. Fakat Resûlullah savaşa gerek görmedi. Hamza oğulları, onunla anlaşma imzaladı. Hz. Peygamber ve Ashabı da savaşmaksızın Medine'ye geri döndüler. [2]

 

1- Büyük Bedir Gazvesi

 

Savaşın Sebebi:

 

Resûlullah (s.a.v.), Ebû Süfyan bin Harb'in başkanlığında Şam'­dan gelmekte olan, Kuroyş'in bir ticaret kervanının haberini almıg-tı. Resûlullah (s.a.v.) müslumanları, Mekke'de bıraktıkları mallarına karşılık bu kervanın mallarını ele geçirmeye da'vet etti.

Mü'minlerin bir kısmı bunu hafif bulurken, diğerleri ise ağır buldular. Çünkü onlar bu konuda savaşı akıllarından bile geçirmiyorlardı.

Ebû Süfyan Mekke yolunda iken durumu araştırdı. Ona, müs-lümanların kervanı ele geçirmek için yola çıktıkları haberi ulaş­mıştı. Bunun üzerine o, hemen Zamzam bin Amr el-Gıffâri'yi, Ku-reyş'e durumu bildirmek ve kendi mallarına sahip çıkmaları için adam hazırlamalarım haber vermek üzere, elçi olarak gönderdi.

Haber, Kureyş'e ulaşmıştı. Onlar da hemen sür'atle savaş ha­zırlığı yaptılar. Hepsi savaşmak maksadıyla dışarı çıktı. Hattâ Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bir tek kişi bile geride kalmadı. Sayılan bin savaşçıya yakındı.

. Resûlullah (s.a.v.) da, Ramazan ayından birkaç gece geçmişti ki, ashâbıyla birlikte çıktı. İbn tshâk'ın rivayetine göre sayıları üç-yüz ondört kişi idi. Yetmiş tane de develeri vardı. Ashâb-ı Kiram'-dan, her deveye ikişer üçer kişi nöbetleşe biniyordu. Onlar Kureyş'-in durumunu ve savaşa çıktıklarını bilmiyorlardı. Ama, Ebû Süf-yân kervanım kurtarmayı başarmıştı. Çünkü o. Bedir suyunu sol­da bırakarak Mekke'ye giden sah;i yolunu tutmuş; kervanını ve ti­caretini tehlikeden kurtanncaya kadar koşmuştu.

Kureyş'in, müslümanlar üzerine yürüyüş haberi de Hz. Peygam-tter'e gelmişti. Bu haber üzerine Hz. Peygamber (s.a.vj, hemen be­raberindeki Sahâbe-i Kiram ile istişare etti. Muhacirler güzel söz söylediler. Muhâc-rlerden Mikdâd bin Amr söz alarak şöyle konuş­tu: «Yâ Resûlâllah! Allah sana, ne emrefcüyse, yerine getir. Biz se­ninle beraberiz...» Fakat Hz. Peygamber devamlı, E^sâr'a doğru ba­kıyor ve onlara: «Ey nâs; siz de bana bir işaretle bmlununuz!» diyor­du. Bunun üzerine de Ensâr'dan Sa'd bin Muâz ayağa kalkıp,  «Yâ

Resülâllah! Vallahi galiba bizi kasdediyorsun,» dedi. Peygamberimiz de: «Evet» buyuranca, Sa'd bin Muâz:

«— Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de hak ve gerçek olduğuna şehadet ettik. Biz, bu hususta dinlemek ve itaat etmek üzere, sana kesin söz verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle beraberiz. Seni, Hak din ve Kitab ile gönderene andolsun ki, sen bize şu denizi gösterip dalarsan, mutlaka biz de seninle bir­likte dalarız...» dedi.

Resûlullah (s.a.v.), Sa'd'ın sözünden çok hoşlandı. Sonra şöyle buyurdu: Haydi yürüyünüz. Yüce Allah iki taifeden birini muzaf­fer kılacağını bana va'detti. Vallahi şimdi ben sanki, Kureyş kav­minin, harb meydanında vurulup düşecekleri yerlere bakıyor, onları görüyor gibiyim...»

Sonra Resûlullah (s.a.v.) etrafa gönderdiği gözcüler kanalıyla, Kureyş'in sayısını ve durumunu araştırmaya başladı. Sonunda müs-lümanlar, Kureyş'in sayısının dokuzyüzle bin arasında olduğunu, müşriklerin liderlerinin tümünün aralarında bulunduğunu öğren­diler.

Ebû Süfyan da kervanı kurtarmayı başardığından, Kureyş'in Mekke'ye geri dönmesi için haberci göndermişti. Fakat Ebû Cehil: «Vallahi Bedir'e (her yıl burada panayırlar kurar, toplanırlardı) va­rıp, orada üç gün kalarak, develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şa­rap içip, cariyelere şarkı söyleterek eğlenmedikçe geri dönmeyece­ğiz. Başımıza birikecek olan Araplar bizi dinler ve seyrederler. Bun­dan sonra artık, hep bizden çekinirler...» diyerek yürümeye ısrar etti.

Nihayet müşrikler yürüyerek, vadinin en uzak bir kıyısına ge­lip karargâh kurdular. Hz. Peygamber (s.a.v.' ise, Bedir suyunun en yakın bir yerinde konakladı. Habbâb bin Münzir, Peygamberi­mize-. «Ey Allah'ın elçisi! Bu karargâh yaptığın yer sana Allah'ın inmeni emrettiği; bizim için, ileri gidilmesi veya geri çekilmesi ca­iz olmayan bir yer midir? Yoksa şahsî bir görüş neticesi, bir harb ve harb tedbiri olarak mı seçtin?- diye sordu. Hz. Peygamber de: «Ha­yır, şahsî bir görüş neticesi harb tedbiri icabı olarak seçildi» buyur­du. Bu sefer Habbâb: «Yâ Resülâllah, o haldf burası karargâh ola­rak inilecek bir yer değildir. Sen halkı buradan hemen kaldır. Ku­reyş kavminin konacağı yerin yakınındaki su başına gidip konalım. Onun gerisindeki bütün kuyuları kapatalım. Sonra bir havuz ya­pıp, onu su ile dolduralım. Sonra müşriklerle çarpışalım. Biz susa­dıkça havuzdan su içeriz. Onlar İse su bulup içemezler ve müşkil duruma  düşerler...»   dedi.  Bu sözler  üzerine,  Peygamberimiz   (s.a. v.) kalktı ve Habbâb'ın tavsiye ettiği yere gidip,  oraya karargah kurdular[3].

Sa'd bin Muaz, Resûlullah'a, Medine'de kalan müslümanlann yanına sağ salim olarak dönmesi ve onu kaybetme bahtsızlığına uğramamalah için; kendisine, içinde emniyetle oturacağı bir gölge­lik yapmasını teklif etti. Resûhıllah (s.a.v.) da bunu uygun bul­dular. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ashabını, Allah'ın kendisini destek-liyeceğine ve yardım edeceğine ikna etmeye çalıştı. Hattâ O şöyle buyuruyordu: «Falanın vurulup düşeceği yer şurasıdır, falan vu­rulup düşeceği yer burasıdır (yâni müşriklerden!..) Resûlullah bu­nu derken elini gösterdiği yerlere koyuyordu. Onlardan hiçbirisi de Resûlullaah'ın elini koyduğu yerlerin ne ilerisine, ne de gerisine, tam gösterdiği yerlere düştüler...[4]

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Bedir savaşında, Ramazan ayının onye-disinde. Cuma gecesi akşamleyin dua ederek, Allah'a yalvarmaya başladı. Duasında şöyle diyordu: «Allah'ım! Kibir ve böbürlenmekle gelen şu Kureyş'tir, sana meydan okuyor. Resulünü yalanlıyorlar!.. Allah'ım! Bana yapmış olduğun yardım va'dini yerine getir. Allahım! Onları sabahleyin helak eyle...»

Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı, ellerini semaya açmış, huşu Ünde tazarru ederek Allah'a yalvarıyordu. Nihayet Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Peygamber'e acıyarak, arkasma sokulup şöyle dedi: «Ya Resûlâllah! Rabbına niyaz ettiğin yetişir. Nefsi myed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki; O, sana olan va'dini muhakkak yerine getirecektir».

Müslümanlar da Allah'tan yardım istiyorlar, zafere ulaştırma­sını diliyorlar, yalvarışlarında samimi olduklarını belirtiyorlardı.[5]

Müslümanlarla müşrikler arasında çarpışma, Hicret'in İkinci yı­lının Ramazan'ının 17. günü, Cuma sabahı başladı. Peygamberimiz eline bir avuç ince kum alıp Kureyş müşriklerine karşı dönerek: Kara olsun, yüzleri!» deyip etrafa saçtı. Saçtığı ince kumdan göz­lerine ve yüzlerine dolmayan hiçbir müşrik kalmadı. Yüce Allah da müslümanlar tarafım, savaşan meleklerle takviye etti[6]. Savaş müslümanların lehine büyük bir zaferle sonuçlandı. Bu çarpışmada, müşriklerin ileri gelenlerinden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kada­rı da esir alındı. Müslümanlardan da ondört kişi şehid oldu.

Bu savaşta öldürülen müşriklerin cesedleri -onların arasında, Kureyş-in liderleri de bulunmaktaydı- Bedir kuyusuna atıldı. Resû-lullah (s.a.v.) kuyunun kenarında durup: «Ey falan oğlu filân! Ey falan oğlu filân!..» diye babalarının ve kendilerinin adları ile ça­ğırarak; «...Biz, Rabbimizin bize va'dettiğini gerçek olarak bulduk. Siz de putlarınızın size va'dettiği şeyi hak olarak buldunuz mu?» diye sordu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.), Peygamberimize: «Ey Allah'ın elçisi! Şu cansız cesedlere ne diye seslenir, söz söylersin?» deyince, Peygamberimiz (s.a.v.), «Muhammed'in hayatı kudret elin­de olan Allah'a yemin ederim ki, benim söylediğim sözleri, siz on­lardan daha iyi işitir değilsiniz[7]» buyurdu.

Resûlullah (s.a.v.) esirlerin durumunu ashâbıyla istişarede bu­lundu. Hz. Ebû Bekir (r.a.), onlardan fidye olarak para alınmasını teklif etti ki; müsümanlara güç kazandırsın. Ve onlar da salıveril­sin ki, belki onlara Allah hidâyetini nasib eder. Hz. Ömer bin el-Hattâb (r.a.) da, hepsinin boynunun vurulmasını teklif etti. Çün­kü onlar küfrün önderleri ve liderleriydi. Ama Hz Peygamber (s.a. v.) onlara merhametinden dolayı Hz. Ebû Bekir'in görüşü olan, «fid-ye»ye meyletti. Esirler hakkında da böyle karar verdi. Ancak Kur'-an âyetleri, bu konuda; Eesûlullah'ı azarlar mahiyette ve Hz. Ömer'­in görüşü olan -esirleri öldürme- fikrini destekler mahiyette inmiş­ti. Bu âyetler: «Hiçbir peygamberin yeryüzünde ağır basıp (harb edip) zaferler kazanıncaya kadar (muharib düşmandan) esirler al­ması (vâki) olmamıştır...» âyetinden, «...Artık elde ettiğiniz gani­metten helâl ve hoş olarak yiyin, Allah'tan korkun, şübhesiz ki Al­lah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir[8]» âyetine kadardır. [9]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Büyük Bedir Gazvesi, dinî sorumluluklarını yerine getirmede samimî ve inandıkları prensiplere sımsıkı bağlı olan mü'minlere; Yüce Allah'ın yardım ve desteğini gösteren büyük mucizeleri olduğu kadar, kıymetli öğütleri ve dersleri de ihtiva ediyor.

Biz bu dersleri ve işaretleri aşağıdaki şekilde özetliyoruz:

1- Bedir Gazvesi'nin ilk sebebi bize gösteriyor ki, müslümanlan Resûlullah ile birlikte çıkmaza zorlayan asıl faktör, savaş ve harb olmayıp, ancak Ebû Süfyan başkanlığında, Şam'dan gelmek­te olan Kureyş kervanım ele geçirme arzusudur. Şu kadar var ki; şanı yüce olan Allah, kendi kulları için daha büyük bir ganimeti, üstün bir zaferi, bir müslümanm tüm hayatında hedef edinmesi ge­reken gaye ile en çok uygun düşen daha şerefli bir hareketi murad etmişti. Bunun için de, ardına düştükleri kervanı kendilerinden uzak­laştırıp, onun yerine hiç beklemedikleri bir orduyu karşılarına çı­kardı. Bunda, iki hususa işaret vardır:

Birinci Husus Müslümanlarla savaşan harbilerin malları, müslümanlara gö­re haram olmayan mallar sayılır. Müslümanların, o malları yağma etmeleri, ellerinin yetiştiklerini almaları haklarıdır. Ellerine geçen bu mallar kendilerinin mülkü sayılır. Tüm fukahâ nezdinde, mütte-fekun aleyh olan hüküm budur. Mekke'deki evlerinden, barkların­dan dışarı atılmış olan Muhacirler, Kureyş'in kervanını yakalama ve ona el koyma arzusunda, haklıydılar. Bunun sebebi ise şudur: Müslümanların Mekke'de bıraktığı, onların hemen ardından da müş­riklerin yağmaladıkları mallara karşılık bir misillemedir bu.

İkinsi Husus: Bu maksadın meşru oluşuna rağmen yine de Yüce Allah, mü'-min kulları için bundan daha üstün bir gayeyi ve kendilerine da­ha layık olan bir vazifeyi murad etmişti. Zaten onlar bu vazife için yaratılmışlardı. Bilelim ki bu vazife, Allah'ın dinine da'vet bu uğurda cihad, i'lâ-i kelimetullah uğrunda malı ve canı feda etmek­tir. Ebû Süfyan'm ticaretini kurtarmadaki başarısı ne kadar büyük idiyse, Kureyş'le müslümanlar arasında yapılan savaşta Kureyş'in yenilgisi de o kadar mühimdi. Müslümanların nefislerine verilen bu ilâhi terbiye, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetinde en açık bir şekilde kendisini gösteriyor: «Hani Allah size, iki taifeden birinin muhakkak sizin olduğunu va'd ediyordu. Siz ise, kuvvetli ve silâhı bulun­mayanın, kendinizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da emirleriyle Hakk'ı açığa vurmayı, kâfirlerin arkasını kesmeyi irade buyuruyordu[10]

2- Kureyş kervanının, müslümanlardan uzaklaşmasından son­ra, karşılarına baştan aşağı silâhlanmış büyük bir ordunun çıkması üzerine, Resûlullah'm, bu durumu, ashâbıyla müşavere etmek için nasıl bir oturum düzenlediğini düşündüğümüz vakit, iki şer'i işareti öğreniyoruz. İkisinin de önemi pek büyük:

Birinci işaret: Resûlullah'm ashâbıyla müşavereyi kendisine prensip edînmesidir. O'nun hayatının hangi dönemine bakarsak ba­kalım; siyasetti şer'iyye ve tedbirle alâkalı; aynı zamanda hakkında Kur'an'dan bir nass bulunmayan her işte, bu prensibe sarıldığını görüyoruz. Bunun iç!n müslümanlar, teşrii bir esas olarak, hakkın­da kitab veya sünnetten bir nass bulunmayan hususlarda, şûranın kaçınılmazlığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Hakkında Kitab'tan bir nass veya hükmünü Resûlullah'm te'kid ettiği, sünnetinden bir ha­dis bulunan konulara gelince; o konuda şûra caiz değildir. Ayrıca onun üzerinde herhangi bir karar verilmesi de gereksizdir.

İkinci işaret: Müslümanlarla, gayr-i müslimler arasında mey­dana gelen anlaşma, barış ve savaş gibi konuların «Siyâset-i Şer'iy­ye» denilen veya bazılarının «Hükmü 1-İmamet» adını verdiği bölüme girdiğine işaret. Bunun açıklaması şudur: Asıl olması yönünden, cihad farzının meşruiyeti; herhangi bir neshe veya tebdile imkân tanımayan, tebliği bir hükümdür. Nitekim sulh ve anlaşmaların meş­ruiyetinin aslı sabittir ki; iptali veya tslâm şeriatı hükümlerinden tecrid edilmesi caiz olmaz. Şu kadar var ki, bunun çeşitli tatbik şekilleri zaman, mekân ve şartlara, müsîümanlann ve düşmanları­nın durumlarına göre değişebilir. Bu konuda en sağlam ölçü, yalnız­ca âdil ve dini bütün bir imamın fliderin) basireti, dindeki sami­miyeti ve ihlâsı ile birlikte dini hükümlerde derin bilgisine bağlı siyâseti, özel garazının bulunmaması, müslümanlarla müşavereye ve onların değişik görüşlerinden ve bilgilerinden istifade etmeye önem vermesidir...

islâm Devlet başkanı; düşmanlarla savaşmamayı müslümanîar için daha hayırlı görüp; görüşünün doğruluğunu müzakere ve mü­şavere ile tesbit ederse; cihad için uygun şartlar gelinceye kadar düşmanla barış imzalaması üzerine vazife olur. Yalnız bu barışın şer'i nasslardan biriyle tezat teşkil etmemesi gerekir. Devlet başka­nı, uygun zamanı gözetir. Bu yönde maslahat ve fayda görürse hal­kını savaşa ve savunmaya teşvik etmesi yine ona vazife olur.

Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatından birçok olayların delâlet ettiği ve bütün fakihlerin de üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Çok na­dir de olsa, müslümanlara kendi yurtlarında ve memleketlerinde, düşman aniden saldırıya geçtiği takdirde, şartlar ve vasıtalar ne olur­sa olsun, müslümanların kuvvet kullanarak savunmaya geçmeleri farzdır. Bu konudaki farziyet ve mükellefiyet, bütün müslüman er­kek ve kadınlara şâmildir...

Fukahânın tümünün üzerinde ittifak ettiği gerçek şudur ki, şû­ra meşrudur. Fakat şart değildir. Yâni müslüman bir hâkimin (ko­mutanın) kanaatinde ve fikrinde şûradan yararlanması uygun olur. Fakat kendi görüşüne şûra üyeleri karşı çıksalar bile, ekseriyetin görüşünü alması, üzerine vâcib değildir. Kurtubî bu konuda diyor ki:   «İstişare eden kişi, görüşlerin ihtilâfında bakar; eğer mümkün-ise onlardan Kitab ve Sünnet*e en yakın olanını araştırır. Bunun üzerine, onu Allahü Teâlâ o görüşlerden beğendiği birine iletirse;-hemen ona kararım verir ve Allah'a tevekkül ederek, o görüşü uy­gular[11]».

3- Şübhe yoktur ki araştırmacı şunu soracaktır: Niçin Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Ömer'in ve Hz. Mikdâd'ın  (r.â.)   cevabı Resûlullah'ın gönlünde yeter miktarda itmi'nan uyandırmadı? Ve Hz. Peygamber (s.a.v.) devamlı Ensâr'm yüzüne bakıyordu? Nihayet Sa'd b'n Muâz konuşunca, Resûlullah'ın gönlü rahatladı ve huzura kavuştu?..

Cevab: Gerçekten Resûlullah (s.a.v.) bu konuda özellikle Ensâr'm fikrini öğrenmek istiyordu. Bakıyordu ki, onlar hüküm ve ka­rarlarında; Resûlullah ile kendi aralarında yapılmış olan anlaşma­dan ayrılacaklar mı? Çünkü o anlaşma, uyulması gereken özel bir anlaşmaydı. Böyle olunca da, bu anlaşmada kararlaştırıldığı gibi Medine'nin sınırları dışında, onları kendisiyle birlikte savaşmaya ve kendisini savunmaya zorlama hakkı yoktu. Yoksa onlar Cenâb-ı Hak'la birlikte yaptıkları büyük anlaşmadan ve îslâmî hükümlerden ayrılacaklar mı? Bu takdirde de, bu anlaşmaya göre onlardan emin olması Hz. Peygamberin hakkıydı. Bu muahedenin hukukuna riâyet etmeleri ve tüm sorumluluklarını yerine getirmeleri de onların öde­viydi.

Sa'd b. Muaz'ın verdiği cevab iyice düşünülünce, görülecek ki; Ensâr'ın Hicret'ten önce, Mekke'de Resûlullah ile yaptıkları sözleş­me, Allah ile yapılan sözleşmeden başkası değildir. Ensâr-ı Kiram, Resûlullah kendi yanlarına hicret ettiği zaman onu korumayı ken­dilerine ödev kabul ederlerken, Allah'ın dinini ve şeriatını savun­mayı da düşündüler. Buradaki problem, onların Resûlullah ile bir­likte üzerinde anlaştıkları muayyen maddeler mes'elesi değildir. Halbuki onlar bundan ötesini üstlenmeyi istemiyorlar. Ama asıl mes'-ele şudur: Onlar bundan dolayı., Yüce Allah'ın sözünü de içirte alan büyük bir riskin altına girmişlerdi. Ayet şöyle: «Şübhesiz kî Allah, hak yolunda (muharebe ederek, düşmanları) öldürmekte ve kendile­ri de öldürülmekte olan mü'minlerin canlarını ve mallarını -ken­dilerine Cennet (vermek) mukabilinde- satın almıştır[12]».

Bunun için Sa'd bin Muâz (r.a.)'ın cevabi: «Biz sana iman ve seni tasdik ettik. Bize getirdiğin şeyin de Hak ve gerçek olfluğuna şehadet ettik. Biz bu hususta, dinlemek ve itaat etmek üzerfe, sana kesin sözler de verdik. Nasıl istersen öyle yap, biz seninle berabe­riz...» Yâni biz seninle birlikte yürüyoruz. Akabe blatmda hep bir-. Hkte üzerinde ittifak ettiğimiz şeylerden daha büyük olan muahe­deye uyacağız, şeklinde olmuştu.

4- Devlet başkanı ve komutanın cihad'da ve diğer durumlarda gözcüler ve ileri karakollardan yararlanması, müslüm ani arın da düş­manlarının stratejisini ve durumunu keşfetmek, sayı, teçhizat ve mühimmatı ortaya çıkarmak için, düşmanların arasına casuslar sal­ması caizdir. Yine bu hususta daha başka yollan ve vasıtaları bu­lup kullanması da onlar için caiz olur. Ancak şu şartla ki, bu yol ve vasıta, düşmanın durumunu öğrenme maslahatından daha önem­li olan bir başka maslahata zarar verecek şekilde olmasın... Belki bu vasıta ve yol sır saklamayı veya tuzak kurma türlerinden birini ya da hiyle yapmayı gerekli kılabilir. Bunların hepsi, müslüman-lann maslahatı ve korunması için elzem vasıta olması hasebiyle, güzel ve meşrudur...

Siyret kitablarında şöyle bir rivayet bulunmaktadır:

Resûlullah Efendimiz, Bedir yakınında konakladıkları vakit, as­habından bir adamla birlikte etrafı dolaşırken, ihtiyar bir Arapla karşılaştı. Peygamberimiz ona, Muhammed, Ashabı ve Kureyş hak­kında bildiklerini sordu. İhtiyar Arap da: «Kimlerden olduğunuzu bana bildirmediğiniz sürece, size hiçbir bilgi veremem» dedi. Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.): «Sen bize soracaklarımız hakkında bil­gi ver. Biz de sana kim olduğumuzu bildirelim» buyurdu, thtiyar da: Şu şöyle, bu böyle mi?» dey.nce, Peygamberimiz: «Evet» diye buyurdu. Böylece ihtiyar bildiği kadar müşriklerin durumunu, duy­duğu kadar da Hz. Peygamber'in ve ashabının durumunu haber verdi. Nihayet sözünü bitirince: «Peki, ya siz kimlerdensiniz?» diye sordu. Resûl-i Ekrem de: «Biz «Su»damz» deyip adamdan uzaklaşır­ken, ihtiyar: «Hangi sudan, Irak suyundan mı?» diye konuşuyordu.

5- Resûlullah'ın tasarruflarının kısımları Resûlullah  (s.a.v.), konakladığı yerin durumu hakkında, Hab-bâb bin Münzir'le arasında geçen konuşma (gördüğüm gibi, o isnadı sahih bir hadîstir)   bize gösteriyor ki,  Hz.  Peygamber'in  tasarruf­larının hepsi teşri nev'inden değildir. Aksine Resûlullah da birçok zamanlarda herkesin düşündüğü gibi düşünen, akıl yürüten bir be­şer olması hasebiyle, birtakım tasarruflarda bulunur. Şübhesiz ki, biz bu gibi tasarruflarında ona uymakla yükümlü değiliz. Bu savaş­ta kendisinin seçtiği yere konaklaması da bu tür bir tasarruftur. Ama Habbâb bin Münzir'in orduyu başka bir yere nakletmesini na­sıl tavsiye ettiğini ve Resûlullah  (s.a.v.)'in da buna nasıl muvafa­kat ettiğini görmüştük, tşte bu, Resûlullah'ın bu yeri seçişinin Al­lah katından gelen bir vahiy sebebiyle  olmadığını,  Habbâb   (r.a.) kesin olarak öğrendikten sonra olmuştur. Resûlullah'ın siyâset-i şer'-iyye grubuna giren tasarrufları çoktur. Resûlullah'ın yaptığı bu ta­sarruflar, kendisinin Allah'tan aldıklarını tebliğ eden bir peygamber olması cihetinden değil de, imam ve devlet başkanı olması yönün-dendir. Onun askeri tedbirleri, bağış ve ihsanları da çoktur. Bu ko­nunun, enine boyuna açıklamasını fukahâ yapmıştır. Onları burada sayıp dökmeye imkân yoktur.

6- Allah'a yalvarıp, yakarmanın önemi ve Ondan çokça yardım isteme: Resûlullah'ın ashabını, zaferin kendilerine âit olduğuna nasıl inandırdığım görmüştük. Halka Peygamberimiz (s.a.v.) : «Burası fa­lanın vurulup düşeceği yer.» diye buyurarak, arazide çeşitli yerleri işaret etmişti. Hakikaten bu durum onun haber verdiği gibi ger­çekleşmişti. Sahih hadîs-i şerifte de vârid olduğu gibi onlardan hiç­biri; Peygamberimizin elini koyduğu yerin ne ilerisinde, ne de geri­sinde; fakat tam gösterdiği yerlere düştüler...

Bununla beraber biz Hz. Peygamber'in; kendisi için yapılmış

gölgeliğin içinde Cuma gecesi boyunca duâ edip; yalvararak Allah'a sığındığını; avuçlarım semaya açarak Allah'ın kendisine va'dettiği zaferi vermesini istediğini, (ellerini fazla kaldırdığından) sırtından ridâsının düştüğünü; Hz. Ebû Bekir'in kendisine acıyarak yanına sokulup: «Yâ Hesûlâllah! Rab bina niyaz ettiğin yetişir artık! Haki­katen Allah sana olan va'dini yerine getirecektir»» dediğini ve yanın­dan hiç ayrılmadığını görmüştük. Resûlullah (s.a.v.), bazılarının vurulup düşecekleri yerleri eliyle gösterdiği ve: «Vallahi ben sanki Kureyş müşriklerinin harb meydanında vurulup düşecekleri yerle­re bakıyor, onları görüyor gibiyim» diyecek derecede emin olduğu halde, bu kadar yalvarış ve yakarışlar da niçin?

Cevab: Hz. Peygamber'in zafere olan imanı ve itmi'nanı, ancak Allah'ın, Resulüne yaptığı va'dini tasdik mahiyetinde olmuştu. Al­lah'ın kendi va'dmden dönmeyeceğinde şübhe yoktur. Çünkü bu savaştaki zafer müjdesi kendisine vahyedilmişti.

Duâ ve yalvarıştaki istiğrakla, elin semaya açılmasına gelince; işte o kulluk vazifesidir ki, insan o vazife için yaratılmıştır. Bu da, her durumda zaferin bedelidir.

Zafer - sebebler ve vasıtalar ne kadar bol olursa olsun - ancak^ Allah katındandır ve O'nun tevfikiyledir. Halbuki Allah CAzze ve Celle) bizden istek ve arzumuzla kul olmamızdan başka birşey is­temiyor. Allah'a yaklaşmış olan hiçbir kul, kulluk sıfatından daha büyük bir sıfatla Allah'a yaklaşmamıştır. Hiçbir insan da, hiçbir va­sıtayla Allah indinde duasının kabulü ve kendisinin makbuliyet ka­zanmasını, tezellül ve tazarru ile Allah'a yakarışı kadar sağlam bir yolla elde etmiş olamaz.

Şu dünya hayatında insant tehdit eden, başına üşüşen çeşitli meşakkatler ve çeşitli musibetler, insanın Allah'a yönelmesi, zayıf­lığını ve kulluğunu hatırlatan düşünceyle onun önünde itiraf etme­si her türlü belâ ve fitnelerden O'na sığınmasını gerektirir. Kendi­sine kulluğunu hatırlatan, düşünce ve umutlarını Allah'ın yüceliği­ne ve kudretinin enginliğine çeviren bu sebeb ve âmillerdir... în-san kendi hayatında bu hakıkata karşı uyanık olduğu ve gidişatını onunla renklendirdiği zaman Allah'ın kendi kullarına ta'yin ettiği sınıra ve hedefe varmış olur.

Resûlullah'ın, zafer vermesi için Rabbine yalvarmasında, içten yakarışında ve uzunca duasında eşsiz örneğini gördüğümüz bu ubû-diyyet (kulluk'un) karşılığı, bu savaştaki ilâhî desteğin hak edil­mesidir. Şu âyet-i kerime bunu belirtmiştir. Cenâb-ı Hak şöyle bu­yuruyor ;

«Hani Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz da; O, «Ben size bir­biri peşinden bin tane melekle yardım ederim[13]» diye cevab ver­mişti.»

Hz. Peygamber (s.a.v.) bu ubûdiyyet sebebiyle, zafere inanıyor­du ve sonucun müslümanlarm lehine olacağından emin idi. Resû-lullah'm, gölgelikteki duruşunda tecelli eden bu ubûdiyyeti ve bu­nun neticesini; Ebû Cehil'in: «Vallahi, Bedir'e varıp, orada üç gün-kalarak develer boğazlayıp, yemekler yiyip, şarap içip cariyelere şarkı söyleterek eğlen m edikçe, geri dönmeyeceğiz. Başımıza birike­cek olan Araplar, bizi dinler ve seyrederler. Bundan sonra artık böylece hep bizden çekinirler» deyişinde kendini gösteren şu azgın­lık ve böbürlenme ile mukayese et.

Gerçekten, Allah'a kul olmanın ve O'nun huzurunda eğilme­nin sonucu, üstün haysiyet ve yüce bir şeref olduğundandır ki, dünyanın tüm mağrur adamları o izzet ve şerefe boyun eğdiler. Ki­birlenme ve azgınlığın neticesi de, zillet ve helak oldu. Ehline .ha­zırlanmış bir mezardı sonucu... Çünkü onlar, kendilerine mezar olan o yerde, şarap içecekler ve şarkıcılar şarkı söyleyip onları eğ-lendirecekti... Sırf Allah için yapılan kulluk, her ne zaman, az­gınlık ve gururla çarpıştıysa, sürme tu İlah böyle tecelli etmişti za­ten...

7- Bedir Gazvesinde Allah'ın melekleri yardıma göndermesi: Bedir Savaşı, sadık mü'minleri destekleyen ve onlara yardım eden mucizelerin en büyüğünü ihtiva ediyor. Yüce Allah o savaşta, melekleri savaşmak üzere, müslümanlarm yardımına gönderdi. Bu hakikat, sahih hadîslerin ve Kur'an'ın açık delaletiyle sabittir. İbn Hişâm, Hz. Peygamber'in gölgelikte bir miktar uykuya daldığını ve sonra uyanıp; «Müjde yâ Ebâ Bekir! Allah'ın nusreti geldi. İşte Ceb-, râil, atının yularından tutmuş, Nakve[14]'ye doğru çekiypr» diye bu­yurduğunu rivayet ediyor. Buhârl bu hadisi buna yakın bir lâfızla, rivayet etmiştir[15].

Meleklerin, müslümanlarla beraber savaşmak için inmeleri, on­ların kalblerini mücerred tatminden ve Allah'tan fazlaca yardım is­temelerine  karşı,  moral  vermekten  ibarettir.   Onların,   Allah  yolunda ilk savaş tecrübeleri olmasıyla birlikte, kendilerinden sayı ve malzemece üç kat üstünlükleri bulunan insanların karşısına di­kilmeleri bu durumu gerektirmişti. Yoksa zafer Allah katındandır. Meleklerin, bunda doğrudan herhangi bir etkisi yoktur. Bu hakikati belirtmek için, Yüce Allah, meleklerin iniş sebebini açıklayarak şöy­le buyurmuştur: «Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kaîbleri-nizin yatışması için yapmıştı. Zafer ancak, Allah katındandır. Doğ­rusu Allah güçlüdür, hakîmdir[16]

8- Ölülerin kabir hayatı:

Resûlullah (s.a.v.)'ın kuyunun ağzında durup, müşriklerin ce-sedlerine seslenmesinde, canları çıktığı halde onlarla konuşmasında; bu esnada da Hz. Ömer (r.a.)'e verdiği cevabta, ölü için hakikatim ve keyfiyetini anlayamadığımız özel ruhi bir hayatın varlığına, ölü­lerin ruhlarının kendi cesedleri etrafında devamlı döndüğüne açık İşaret ve delil vardır. Kabir azabının ve ni'metinin mânâsı da bu­radan anlaşılabilir. Şu kadar var ki; bunların hepsi, şu bizim dünye­vi idrâklerimiz ve akıllarımızla tesbit edilemeyen ölçülere göre ya­ratılmıştır. Çünkü bu husus, bizim akli ve maddi tecrübelerimiz ve müşahedelerimiz ötesinde, «Melekût Alemi» diye isimlendirilen şey­lerdendir. Bunlara inanma yolu ise, bize haberi sağlam ve kesin yolla ulaştıktan sonra onlara teslim olmaktır.

9- Esirler mes'elesi:

Resûlullah (s.a.v.)'ın esirler hakkındaki müşaveresi sonunda da fidye ödemeleri şartıyla serbest bırakılmalarına karar vermesi, da­ha sonra bu hükmü vermelerinden dolayı Resûlullah'ı ve ashabını kınayan âyetlerin inmesi mes'elelerinden yürüyerek denir ki; bütün bunlarda çok önemli hikmetler vardır :

a) Esirler ve Peygamberimizin içtihadı: Bu olay bize gösteri­yor ki, Resûlullah'm içtihad etme hakkı vardır. Bu görüşü benim­seyenler -onlar usûl âlimlerinin cumhurudur- Bedir esirleri mes'e-lesini buna delil göstermişlerdir. Resûlullah'ın içtihad etmesi sahih olunca, buna binâen içtihadında isabet veya hatâ etmesi de sahih olur. Şu kadar var ki, hatâ sürekli devam etmez. Bilâkis, onun içti-hadlarını tashih eden, Kur'an'dan bir âyetin inmesi gerekir. Bu hususta herhangi bir âyet inmemiş ise, bu durum Resûlullah'ın iç­tihadının Allah'ın ilmindeki gerçek üzere vuku bulduğuna delil teş­kil eder.

b) Bedir savaşı, müslumanların sayıca az ve güçsüz oldukları bir dönemde, Allah yolunda savaşmak ve fedakârlık etme yönünden ilk denenmeleri oldu. Ayrıca, savaşın ardından da, fakr ve ihtiyaç içinde bulundukları bir halde; karşılarına ganimet ve mal çıkarıl­mak suretiyle denenmişlerdi. Yukarıda söylediğimiz gibi, Allah müs-lümanları, zayıf hallerine rağmen savaş tecrübesine tâbi tutarak, hikmeti gereği zaferi apaçık taddırarak gönüllerini yatıştırıp ba­şarıya ulaştırmıştır. Daha sonra da ilâhî hikmet, münasib bir vakit gelince, fakr ve ihtiyaçla beraber mal ve ganimet de göstererek, ince terbiye metodlanyla onları denedi. Bu savaşın peşinden, bu tec­rübenin eseri, iki olay da kendini göstermişti. Birinci olay şudur: Müşrikler, yenilgiye uğrayıp, arkalarında çeşitli malları bırakıp ka­çınca; bazı müslümanlar ganimet almakta yarışa girdiler. Ve öbür-leriyle ganimetin kimin hakkı olduğunda ihtilâfa düştüler. Nere­deyse bunun üzerine kavga ediyorlardı. Savaşçılar arasında gani­metin dağıtılması hükmü henüz gelmemişti. Resûlullah'a bu duru­mu soruyorlar ve bu konuda anlaşmazlıklarını Resûlullah'a kadar götürüyorlardı. îşte o zaman şu âyet-i kerimeler indi: «Ey Resulüm! Sana ganimetlere dair soru soruyorlar. De ki, «Ganimetler, Allah'a ve Peygamberine aittir. İnanıyorsanız, Allah'tan sakının. Aranızdaki münâsebetleri düzeltin. Allah'a ve Peygamberine itaat edin. tnanan-lar ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman, kalbleri titrer» âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır ve Rabîerine güvenirler...[17]».

Okuyucu da görüyor ki, bu iki âyette, onların sorularının ceva­bını taşımıyor. Bilâkis bu âyetler, onları konudan uzaklaştırıyorlar. Çünkü enfâl (ganimetler) onlardan birine âit değildir. Aksine o, Allah'a ve Resulüne aittir. Ama onlara yaraşan şey aralarındaki vuku bulan bu anlaşmazlığı düzeltmek, emrettiği hususta Allah'a itaat, yasaklarından da sakınmaktır, tşte onların ödevi budur. Ama mal ve dünya konusuna gelince; her ikisinde de Allah'a güvenme­lidirler. Müslümanlar, şu iki âyetin işaretine yönelip, kavgaya düş­tükleri konudan dikkatlerini uzaklaştırınca, hemen ardından ihtilâ­fa düştükleri ganimetlerin savaşçılar arasında nasıl taksim edileceği mes'elesini açıklığa kavuşturan yeni bazı âyetler geldi. Görüldüğü gibi bu durum, üstün terbiye metodlarmın en çarpıcısıdır.

İkinci olay da şudur: Resûlullah (s.a.v.) esirler konusunu as-hâbıyla görüşürken, ashabın gönülleri, esirlerin fidye ödemelerine daha yatkındı. Bu konudaki mülâhaza ise; onlara karşı şefkat ve merhametle muamele sonucunda hidâyetlerinin te'min umuduydu. Aynı zamanda Muhacirlerin Mekke'de bıraktıkları mallara karşılık bu fidye ile dünya işlerini birazcık olsun düzeltmiş, bii nov'i tazmi­nat almış olacaklardı. Resûlullah'm gönlünün de yattığı bu durum, onun kendi arkadaşlarına karşı ne kadar şefkatli olduğunu göste­rir. Bu şefkat ile Muhacirler Bedir gazvesine giderken, Resûlullah onların durumunu görünce, elini onlar için duaya kaldırmıştı. Mu­hacirlerin üzerinde fakirlik ve yoksulluk belirtileri gözüküyordu. îş-te o vakit Resûlullah, Allah'a şöyle niyazda bulundu: «Allah'ım! Onlar yayadır, sen onları binekli kıl. Çıplaktırlar, sen onları giydir. Açtırlar, sen onları doyur[18]».

 Fakat ilâhî kader, şartlar ve durum nasıl olursa olsun, yalnız­ca dini düşünce esasına dayanan yüce dâvadaki karar için, müs-lümanların mala ve paraya bakışlarını bir ölçü veya ölçünün bir parçası yapmalarına izin vermedi. Çünkü onlar bu tür bir tecrübe ile ilk defa karşı karşıya geldiklerinden; bu görüş üzere bırakılmış olsalardı, bu görüş sürekli bir kaide haline gelirdi. Böyle olunca da, çeşitli dünyevi maksadlardan herhangi birşeyin ulaşamayacağı bir yücelikte kalması gereken bu gibi hüküm ve kararlan, maddî na­zarla görme alışkanlığı sürer giderdi. Dünyanın arkasından koşarak giden ve dünyanın zevkine ve tadına dalan kişilerin, artık ondan vazgeçmesi ve nefsini onun zevkinden alıkoyması çok zor olurdu...

Müslim, Hz. Öber bin el-Hattâb (r.a.î'ın şöyle dediğini nakle­der:

Bedir esirlerinin kurtuluş fidyesi ödemeleri kararlaştırıldıktan sonra, Resûlullah'ın huzuruna girdim. Bir de ne göreyim; Resûlul­lah (s.a.v.), Ebû Bekir'le birlikte oturmuş ağlıyorlar. «Yâ Resûlal-lah, seni ve arkadaşını ağlatan hâl nedir, bana haber ver de, ağla­nacak bir durum bulursam, ben de ağlarım. Ağlanacak bir durum bulamazsam, ikinizin ağlamasına katılırım» dedim. Resûlullah (s.a.v.): «Senin arkadaşların esirlerden fidye alınmasını bana tavsi­ye ettiklerinden ötürü, uğrayacağınız azabın, şu ağaç (Resûlullah'ın yanıbaşında bulunan bir ağaç) tan daha yakın olduğu bana göste­rildi. Yüce Allah, «Hiçbir peygamberin, bulunduğu yerde düşman­larını ağır bir mağlûbiyete uğratıp, kımıldanamaz bir hale ge­tirmedikçe onlardan esirler alması lâyık ve vâki değildir» âyetin­den, «...Artık, aldığınız o ganimetlerden helâl ve temiz olarak yi­yiniz. Allah'tan korkunuz. Şübhe yok ki, Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir» âyetine kadar indirdiği âyetlerde buna işaret buyur­du[19]» dedi[20]...

 

2- Beni  Kaynuka Ve Yahudiliğin Müslümanlara İlk Hıyaneti

 

İbn tshâk naklediyor:

Benî Kaynuka olayı şöyle olmuştur: Re sulu Hah (s.a.v.) onları, Kaynuka oğulları pazarında topladı. Sonra onlara: «Ey Yahudi top­luluğu! Siz, Allah tarafından Kureyş'in uğradığı azab gibi bir aza­ba uğramaktan korkunuz ve Müslüman olunuz! İyi bilirsiniz ki, ben Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Bunu da kitabı­nız (Tevrat)'ta ve Allah'ın size olan ahdinde buluyorsunuz» dedi. Bunun üzerine Kaynuka yahucLleri:

«—Yâ Muhammedi Çarpışmayı bilmez, dağınık görüşlü bir kavimle karşılaşıp onları ezmek fırsatını bulman seni aldatmasın! Sen bizi kendi kavmin gibi mi görüyorsun? Eğer bizimle çarpışacak olur­san, nasıl adamlar olduğumuzu o zaman anlarsın» dediler.

İbn Hişâm'ın Abdullah bin Ca'fer'den, onun da Ebû Avâne'den rivayetine göre:

Bir Müslüman Arap kadını bazı şeyler satmak üzere, Kaynuka oğullan pazarına gidip, satacağını sattıktan sonra, bir kuyumcunun dükkânına oturmuştu. Orada bulunan yahudiler, kadının yüzünü açmak istedilerse de, kadın buna diretti. Kuyumcu, kadıncağızın el­bisesinin arka eteğini sırtına iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca edeb yeri göründü. Yahudiler gülüşmeye başladılar. Kadın feryâd etti. O sırada oralarda bulunan müslümanlardan birisi, Yahudi kuyum­cunun üzerine atılıp, onu öldürdü. Yahudiler de toplanıp müslüma-nı öldürdüler. Öldürülen müslümamn ailesi de, yahudilere karşı, müslümanlardan imdad istedi. Müslümanlar yahudilere karşı öf­kelendiler. Bu yüzden Kaynuka oğulları yahudileri ile Müslümanlar arasında husûmet başladı. Resûlullah ile aralarında bulunan anlaş­mayı bozan yahudilerin ilki bunlar oldu[21].

Taberi ile Vâkıdi'nin rivayetlerine göre, bu olay Hicret'in ikin­ci yılında, Şevval ayının ortasında oldu[22].

Bunun üzerine, Resûlullah (s.a.v.), Kaynuka oğullarını bir müd­det kuşatma altında tuttu. Sonunda Resûlullah'ın kararına boyun eğdiler. O sırada Abdullah bin Ubey bin Selûl, Resûlullah'a baş vurarak: «Yâ Muhammedi Benim müttefiklerime Ve dostlarıma iyi­likte bulun!» dedi. Peygamberimiz ona yüz vermedi. Abdullah bin Ubey bin Selûl, elini Resûlullah'ın gömleğinin yakasından içeri sok­tu. Hz. Peygamber (s.a.v.) öfkelendi ve orada bulunanlar, Resûlul­lah'ın yüzünde kızgınlık belirtilerini gördüler. Peygamberimiz, onun bu küstahça davranışına karşı: «Yazıklar olsun sana, bırak yakamı» dedi. O da: Bırakmam vallahi! Beni Kızıl ve Karalara karşı koru­yan şu üçyüz zırhlı, dörtyüz zırhsız kişileri, bir sabahta kılıçtan mı geçirmek istiyorsun? Vallahi ben bu kadar insanların yüzünden fe­lâketin aleyhe dönebileceğinden korkuyorum, dedi. Resûlullah da: «Onları sana bağışladım. Onlara, Medine'den çıkmalarını ve civa­rında bile kalmamalarını söyle!» diye buyurdu. Bunun üzerine ya­hudiler çıkıp, Şam Ezraatı'na gittiler. Çoğunluğu orada helak oldu.

Abdullah bin Ubey gibi, Ubâde bin Sâmit de bu yahudüer ile müttefik idi. Hemen Resûlullah'a koşup:  «Yâ Resûlâllah!  Ben, Allah'ı, Peygamberini ve mü'minleri dost edindim, Şu kâfirlerin itti­fakından ve dostluğundan uzaklaştım», dedi.

Abdullah bin Ubey bin Selûl ile Ubâde bin Sâmit hakkında şu aşağıdaki âyetler indi:

«Ey iman edenler! Yahudileri de, hıristiyanları da kendinize dost edinmeyiniz! Onlar ancak birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o onlardan olur. Şübhe yok ki Allah, o zalimler güruhunu doğru yola çıkarmaz.

Yüreklerinde hastalık bulunan kimselerin (devrin aleyhimize dönmesinden ve başımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz!) di­yerek, onların arasında (yardakçılık edip) konuştuklarını görürsün. Umulur ki, Allah yakında o fethi veya kendi tarafından bir emri ih­san ediverir de, onlar yüreklerinde gizledikleri şeye pişman olur­lar.[23]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Bu olay, baştan sonuna kadar, Yahudilerde bulunan, hıyanet ve döneklik huyunu sergiliyor. Etraflarında komşu olan veya araları­na karışmış olan insanlara kötülük etmeden veya hıyanette bulun­madan onlarla birlikte yaşamak, yahudilerin hoşuna gitmez. Yahu­diler, hıyanet için bütün yolları ve metodları kullanmakta en mü­kemmel istidada sahiptirler. Biz, bu olayın genişçe açıklamasını araş­tırırken birçok dersleri ve prensipleri çıkaracağız. Onları aşağıda şöy­le özetliyoruz:

1- Müslüman kadının örtüsü:

Gördük ki bu hâdisenin sebebi, yahudilerin, Müslüman Arap ka­dınının yüzünü açmak istemeleri idi. Bu olay, Müslüman kadının kendi özel bir işini görmek için Yahudi çarşısına girdiği vakit ol­muştu. İbn Hişâm'ın naklettiği bu sebeb ile diğer seyircilerin ri­vayeti arasında tezad yoktur. Çünkü bu ikincilere göre, müslüman-lann Bedir savaşında kazandıkları zaferi, yahudiler çekemediğin­den bu tür taşkınlıklara girişmişlerdi. Yahudilerin, Peygamberimi­ze: «Eğer bizimle çarpışacak olursan, bizim nasıl adamlar olduğu­muzu sen o zaman anlarsın» diye sarfettiklen sözler, onların kinini ortaya koyuyor. Öyle görünüyor ki, iki sebeb de birlikte vukubulmuş-tur.  Onlardan biri diğerini  tamamlıyor.  Çünkü,  yahudilerin  sadece kinlerini kelimelerde ve yüzlerinde açığa vurmasından dolayı, Resûlullah'ın aralarındaki anlaşmayı bozması çok uzak bir düşün­cedir. İbn Hişâm'm rivayetine göre, bilâkis yahudilerin müslüman-lara karşı kötü davranmış olmaları gerekir...

Bu olay gösteriyor ki, İslâm'ın kadına farz kıldığı örtünme, ka­dının yüzünü de içine almaktadır. Yok eğer böyle olmasaydı, kadı­nın yüzünü örterek yolda yürümesine herhangi bir ihtiyaç kalmaz­dı. Müslüman kadının yüzünü örtmesi, kendisine emredilen dini bir hükmü yerine getirme duygusuyla olmamış olsaydı, elbette yahudi-ler, kendilerini bunu yapmaya iten birşey bulamazlardı. Çünkü ya-hudiler bununla, kadındaki, açıkça görülen dini şuuru rencide et­mek istediler.

Denilebilir ki, îbn Hişâm'ın rivayetinde tek kaldığı bu olayda biraz zayıflık vardır. Bu gibi bir hükme, delil teşkil edecek kuvvet­te de değildir. Ancak buna şehadet edecek diğer sahih hadîsler çok­tur. Onları tenkid etmeye de imkân yoktur.

Buhârİ'nin Hz. Âişe (r.aJ'den, ihrama giren kişinin giyeceği el­bise bahsinde rivayet ettiği şu söz bunlardan biridir. Hz. Âişe şöy­le demiştir: «îhrama giren kadın ağzını burnunu örtemez, yüzünü peçe vs. ile örtemez, Za'feran veya Vers sürülmüş elbise de giye­mez.» Bunun bir benzerini de tmam Mâlik; Muvatta'ında Vâfi'den, o da Abdullah bin Ömer'den rivayet etmiştir ki, ihramlı kadın yü­zünü peçe ile örtemez, eldiven giyemez[24]..

Kadının, hacda ihram esnasında yüzünü yaşmaklaması veya pe­çe takmasının yasaklanmasının anlamı nedir? Bu yasak, erkeğe de­ğil de, niçin özellikle kdına konulmuştur? Bu yasağın, o zaman Müs­lüman kadının yüzünü peçe ile kapamasından ve yaşmaklamasından dolayı meydana geldiğinde şübhe yoktur. Öyle ise var olan bu hü­küm, hacda bu istisnayı gerekli kıldı.

Müslim'in ve diğer hadis imamlarının rivayet ettiği Fâtıma bin-ti Kays hadîsi de yine bunlardan biridir. Fâtıma binti Kays'ı kocası boşamıştı. Boşama işi kesinleşince, Resûlullah (s.a.v.) ona; Ümmü Şerîk'in evinde, iddetini beklemesini emretmişti. Sonra Resûlullah (s.a.v.) ona haber göndererek; Ümmü Şerik'in evini ashabının sık sık ziyaret ettiğini ona bildirdi. Ve ona, şöyle emretti: «Sen amca­nın oğlu İbn Ümmü Mektûm'un yanında iddetini bekle. Çünkü o, gözleri görmeyen bir adamdır. Sen, başörtünü bıraktığın zaman o, seni görmez», buyurdu.

Bu hadîs, kadının yüzünü ve vücudunun diğer kısımlarını, yaban­cı erkeklere karşı, setretmesinin farz olduğuna delâlet etmesi cihetiyle vârid olmuştur.

Erkeğin, kadının yüzüne bakmasının haram olmasına delâlet yönüne gelince; bu hususta da, birçok hadis-i şerifler vârld olmuş­tur :

imam Ahmed'in, Ebû Dâvud ve Tirmizî'nin de Berire'den riva­yet ettiği hadis-i şerif bunlardandır. Berire demiştir ki; Resûlullah (s.a.v.), Hz. Ali'ye şöyle buyurdu: -— Yâ Ali! Bir bakıştan sonra tek­rar bakma. Zira birinci bakış senin için caiz ise de, ikincisi değildir.» Yine Buhâri bu konuda İbn Abbâs'tan şunu rivayet eder: «Resû­lullah (s.a.v.) kurban gününde, Minâ'da Fadl bin Abbas'ı bineğinin arkasına almıştı. Bu esnada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın Resûlullah'a fetva sormak için gelmişti. Fadl bin Abbas bu kadına bakmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Fadl'ın çenesinden tutup, kadına bakmasın diye yüzünü başka tarafa çe­virdi».

Oukuyucu, bu hadislerde iki yasağın biraraya geldiğini görüyor: Biri, kadının yabancı erkekler karşısında yüzünü veya vücudunun bir başka yerini açmasının yasak oluşu. Diğeri ise; erkeğin kadına bakmasının yasak oluşu... Bu hadislerde, kadının yüzünün yabancı erkekler karşısında avret (kapanması gereken yer) olduğuna de­lâlet vardır. Ancak, öğrenme, şahidlik, tedavi zarureti g bi özel durum­lar bundan müstesnadır.

Kadının yüzünün ve ellerim avret olmadığı görüşüne sahib olan mezheb imamlarına göre, onları örtmek vâcib değildir. O imam­lar, bunun aksine delâlet eden yukarıdaki hadis-i şeriflerin, vücûb değil de mendûb olduğuna hamlettiler. Şu kadar var ki; bütün imam­lar, kadının vücudundan herhangi bir yere şehvetle bakmanın ca­iz olmadığında, günah işlemenin yaygınlaşıp, kadına bakan fûsık-ların ve kötü niyetlilerin çoğunluğu teşkil ettiği zaman ve zuminde, kadının yüzünü örtmesinin vâcib olduğunda ittifak etm şlerdir.

Bugünkü müslümanların durumu : Fısk u fücurun, kötü ahlâk ve terbiyenin yaygınlaştığı gözönündc bulundurulunca; bu durum­da, kadının yüzünü açmasının caiz olduğunu söylemeye imkân bu­lunmadığı anlaşılmış olur... Hakikaten bugün İslâm toplumunun gös­terdiği bu tehlikeli düşüş karşısında müslümanlara şu yaraşın Bu tehlikeli dönemi atlatıncaya, dizginleri kend: ellerine alıncaya ka­dar, daha dikkatli yürümeleri, daha tedbiri   elmaları,..

Kısa bir ifadeyle deriz ki, genel bir Islâmi program dahilinde tutacak, meşru hududu aşmaktan ve ölçüyü kaçırmaktan alıkoya­cak, dun ve içt mai bir akım icad edilmediği sürece; dinî ruhsatlara yönelmek k'^uun ayağını kaydırır, vacibleri terk ve herşeyi mubah görmeye goturur

Bir kısım insanların şu anlayışı ne kadar da tuhaftır: Bunlar koylaştırma ve hafifletme makamında, «zamanın değişmesiyle hü­kümler de değişir» kaidesine tutunarak vacibleri mubah kılmakta­dırlar. Fakat bunun aksine b.r durum olunca da, bu kaidenin mut­lak olduğunu düşünmüyorlar. Halbuki ben, içinde bulnuduğumuz dönemin gereklerine bakarak yürürken, daha çok sakınmayı ve Al­lah müslumanlara, istenilen Islâmî toplumu hazırlayıncaya kadar, çok daha ölçülü yürümenin gerektiğine inanıyorum. Sürçmenin çok olduğu bu döneme bakarak kadının yüzünü örtme zaruretinde, za­manın değişmesiyle hükümleri değiştiren zarureti gösterecek b!r ör­nek de bulamıyorum...

2- Benî Kaynuka yahudileri yüzünden çıkan bu hâdise, on­ların müslumanlara karşı kalblerinde bulunan gizli kine işaret edi­yor. Fakat yahudilerin, müslumanlara karşı olan kinlerini gzleme-yi ve hilelerini saklamayı başardıkları bu üç yıl süresince, neden bu kinin belirtileri ortaya çıkmakta gecikti?

Cevab: Onların duygularını alevlendiren, içlerinde bulunan giz­li kini ortaya çıkaran asıl sebeb müslümanların Bedir savaşında elde ettikleri zaferdir. Bu zafer yahudilerin hiç beklemedikleri bir sonuçtu. Böyle olunca da, içlerinde taşıdıkları kin ve öfke onları sıkmaya başladı ve başvurdukları bu gibi şeylerle hasetlerini or­taya koymaktan başka bir yol bulamadılar. Nihayet onların kinle­ri, müslümanların Bedir'de elde ettikleri parlak zaferi müteakip or­taya attıkları sözlerde ve yorumlarda açık bir şekilde kendini gös­terdi...

îbn Cerîr, Medine yahudilerinden biri olan Mâlik bin Sayf'ın Bedir dönüşünde, bir kısım müslumanlara şöyle dediğini rivayet eder: «Savaşmayı bilmeyen bir Kureyş topluluğu ile karşılaşmanız sizi aldatmasın. Şayet biz, sizin aleyhinize aldığımız kararı uygula­ma alanına koysak, bizimle savaşmaya gücünüz yetmez.»

Eğer yahudiler, müslümanlarla kendileri aralarında bulunan an­laşma ve sözleşmelere saygı gösterselerdi, elbette müslümanlardan onlara bir kötülük gelmez, onları evlerinde ve yurtlarında rahatsız edecek bir kimse de çıkmazdı. Ancak onlar, şerre rızâ gösterdiler. Böylece de şer, dönüp dolaştı kendi başlarına geldi.

3- İslâm'da münâfık'a yapılan muamele :

Bu olay ve bunun ardından, Abdullah bin Ubey'in gördüğümüz şekliyle yahudileri savunması olayı, bu adamın münafıklık halin­den hiçbir şeyi hemen hemen gizli bırakmıyor. Onun bu durumun­dan anlaşılıyor ki, bu adam, islâm'a nifak sokmak istiyor, kalbinin derinliklerinde İslâm'a ve müslümanlara yalnızca kötülük besli­yordu.

Ancak Resûlullah ts.a.v.) buna rağmen ona bir Müslüman mu­amelesi yapıyordu. Onun hukukunu çiğnemiyor, ona verdiği sözden asla caymıyordu. Resûlullah (s.a.v.) hiçbir zaman ona bir müşrik veya bir mürted ya da müslümanhğında yalancı bir kişi muame­lesi yapmadı. Israr ettiği ve çok yalvardığı hususlarda Resûlullah, onun bu arzularını yerine getirdi.

Bu olay - bütün âlimlerin ittifak ettiği gibi - bir münafığa, şu dünyada müslümanlann bir müslümanmış gibi davranmaları ge­rektiğine işaret ediyor. Bir münafığın münafıklığı kesin olsa bile yine de böyle muamele görür. Bunun sebebi, îslâmî hükümlerin iki yönden oluşmasıdır. Biri bu dünyada uygulanma yönü. Müslü­manlar, kendi aralarında ve kendi toplumlarında bunu tatbik et­mekle mükelleftirler. Bunun denetiminin, halife veya devlet başkanı üzerine alır. Diğer yönü ise âhirette tatbik edilenidir ki, o da sadece Allah'a kalmıştır.

Birincisi dünyevi olup, maddi ve duyularla anlaşılabilen kazi deliller üzerine kurulur. Çünkü bu hükümlerin neticelerinden yal­nızca zahirin icabı ne ise o yapılır. Bu işte vicdani delillerin ve istin­taç edilen karinelerin hiçbiri etkisi yoktur.

İkincisi ise, vicdani kanaatlere dayanır. Bu konudaki karar Al­lah'a havale edilir. Bu kaideyi belirtmek maksadıyla Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Şimdi biz, amellerinizin bize görünen ya­nıyla sizi değeıiend'riyoruz.» Bu hadisi Buharı rivayet etmiştir. Yi­ne Resûlullah (s.a.v.), Buhârİ ile Müslim'in rivayet ettiği hadîste şöyle buyurur: «Sizler dâvalarınızı bana arzediyorsunuz. Bazınız (hak­sız iken) hüccetini daha düzgün ifadelere göre (doğru zannederek) onun lehine hükmedebilirim. Binâenaleyh kimin lehine, bir Müslü­man kardeşinin hakkı ile hükmetmiş isem, sakın bu hakkı üzerine almasın. Ancak o, ateşten bir parçadır.»

Bu kaidenin meşru kılımşındaki hikmet; insanlar arasında, ada­letin, tam bir güven içinde, oyuncak haline getirilmeden ve haklar ihlâl edilmeden icra edilmesidir. Çünkü, bazan bir kısım hâkimler,

nefsanî ve şahsî içtihadlarına kapılarak,  bazı kişilere haksız yere zarar verme yolunu tutabilirler.

Bu şer'i kaidenin uygulaması olarak; Resûlullah (s.a.v.), müna­fıkların içlerinde gizledikleri ve görünürde bulunan birçok halleri­ni bilmesine ve Allah katından kendisine vahiyle bildirilmesine rağ­men, münafıklara ahkâm-ı şeY'iyyede hiçbir ayırım yapmadan; müs-lümanlara yaptığı muamelenin aynisini yapıyordu...

Bu durum, müslümanlann, münafıklara karşı daima dikkatli ol­malarına ve onların davranışları karşısında tam b.r uyanıklık içinde bulunmalarına aykırı değildir. Bu, her yerde ve her zamanda müs­lümanlann başta gelen ödevlerindendir. [25]

 

-Gayr-i Müslimleri Dost Edinmek -

 

Biz bu hâdisenin teşriî sonucu hakkında (ki, o da, bu olayı açık­lamak için inen Kur'an âyetleridir) düşündüğümüz zaman; herhangi bir Müslümanın, bir gayr-â müslimi kendisine dost (yâni aralannda yardımlaşma ve dostluk mes'ûliyetinin müşterek olduğu) bir arka­daş edinmesinin caiz olmadığını anlamış oluyoruz.

Müslümanlar arasında, üzerinde ihtilâfa düşülmemiş İslâmİ hü­kümlerden biri de budur. Çünkü bu konudaki sarih Kur'an âyetle­ri birçok yerde tekrar edilmiştir. Ayrıca bunları tavzih eden hadis-i şerifler de mânevi tevatür derecesine ulaşıyor. Bu delilleri burada serdetmeye imkân yoktur. Zaten onlar, herkes tarafından bilinen, araştırmacıya gizli kalmayan şeylerdir.

Bu hükümden yalnızca bir durum istisna edilmiştir. O da, müs-lümanların çok zayıf oluşları sebebiyle,  bu dostluğa mecbur bıra­kıldıkları zamandır. Çok zayıf olmaları, jstemiyerek onları buna sev-keder. Cenâb-ı Hak, bu konuda şöyle buyurarak izin vermiştir: «Mü'-minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böy­le yaparsa, Allah katında bir değeri yoktur. Ancak onlardan gelebile­cek  bir tehlikeden dolayı sakınmanız müstesnadır. Allah size asıl kendisinden   korkmanızı    emreder.    Nihayet   gidiş   de   ancak   Al­lah'adır[26]».

Şurasını bilmemiz gerekir ki, gayr-i müslimleri dost edinmeyi yasaklamak, onlara karşı kin gütmeyi emretmek anlamına gelmez. Zaten Müslümanın, insanlardan herhangi birine karşı kin taşıması yasaklanmıştır. Yalnız burada, insanın herhangi bir kişiye Allah için buğz etmesi Ue kin tutması arasında büyük bir farkın olduğunu bilmek gerekir. Birincisinin kaynağı Allah'ın razı olmadığı bir mün-kerdir ki; Yüce Allah'ın bir Müslümandan, onu işleyene karşı buğz etmesini istemesi kendi hakkıdır. Ama ikincisinin kaynağı, kişinin amellerine ve davranışlarına bakılmaksızın, bizzat kendi şahsıdır. İş­te tsîâm bunu yasaklıyor.

Allah için öfkelenmenin temelinde, öfkeyi hak etmiş bir kâÇi-re veya isyankâra karşı acımanın etkisi vardır. Çünkü kendi nefsi için istediği şeyi bütün insanlığa da istemesi, mü'minin şiarıdır. Bir mü'min, sadece kendi nefsini kıyamet azabından kurtarma ve ken­di nefsi için ebedi saadeti garanti etme gayret ve düşüncesinde ol­maz. Çünkü, mü'minin kâtirlere ve âsilere karşı öfkelenmesindeki etken, yalnızca onlara acıması, onların nefislerini ebedi azaba; âhi-rette Allah'ın azabına atmalarından duyduğu üzüntüsüdür. Aşikâr­dır ki, bu öfke herhangi bir husustaki kinden dolayı olmamakta­dır. Böyle olsa, mutluluğu ve iyiliği için, babanın oğluna veya kar­deşe kızması kin olurdu.

Bu durum, birçok zamanlarda kâfirlere karşı muamelede katı dav­ranmanın meşruiyetine aykırı düşmez. Çok kerre, bu tür bir katı davranış, biricik ıslâh vesilesi olur, o da şefkat ve merhamet için ge­rekli olan neticedir. Nitekim şâir şöyle diyor:

«Islâh olmaları için sert davranmıştı.

O halde merhametli kimse,

Acıdığı kişiye bazen sert davransın.»

Böylece şunu da bilmek gerekir ki; kâfirlerle dostluğun yasak­lanması; onlarla müslümanların arasında çıkan anlaşmazlıklar da, adalet prensibini uygulamada veya müslümanlarla onların arasında yapılan anlaşmalara riayet hususunda, ihlâl edici davranışın ceva­zını gerektirmez. Çünkü sürekli olarak adaletin uygulanması gere­kir. Allah için öfkelenme ve nefretin, adalet prensibinin uygulanma­sı karşısında, asla engel olarak dikilmemesi gerekir. Bu konuda, Ce-nâb-ı Hak : «Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutanlar ve adaletle şahldHk edenler olunuz! Bir topluluğa karşı olan öfkeniz, sizi adaletli davranmaktan alıkoymasın! Adaletli davranın ki, O, tak­vaya daha çok yakın olandır. Allah'tan korkun. Şübhesiz ki, Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır[27]» buyuruyor.                           Asıl maksad, müslümanların gayr-i müslimlere karşı bir tek ümmet olduklarını bilmektir.   Nitekim   önceki konularda açıklamasını yaptığımız (BELGE: Hz. Peygamber'in Anayasası) bu hususu kaideleştirmişlir. Durum böyle olunca, gayr-i müslimlerle dostluk ve kardeşliğin sınırlı olması gerekir. Ama bütün insanlarla birlikte, gayr-i müslimlerle olan muamelelerde de, adalet prensibinin hassas bir şekilde uygulanması gerekir. Ayrıca bütün insanlığın hayrım istemek, tüm İnsanlara, kurtuluşa ermeleri ve doğru yolu bulmaları için duâ etmek icabeder... [28]

 

3- Uhud  Savaşı

 

Savaşın Sebebi:

 

Bedir savaşında sağ kalan Kureyş ululan Bedir'de öldürülenlerin intikamını almayı kararlaştırdılar. Resûlullah (s.a.v.)'a karşı sa­vaşmak üzere kuvvetli bir ordu hazırlamak için Ebû Süfyan'ın ker­vanından ve kervandaki mallardan yararlanmayı plânladılar. Bu konuda Kureyş sözbirliği etmişti. Ayrıca «Ehâfrş» denilen Arap ka­bileleri de kendilerine katıldı. Savaş sırasında müslümanlar onları kuşattığı vakit, erkeklerin bırakıp kaçmasını önlemek için kadınlar­dan da büyük bir kalabalığın yardımını istediler. Sayıları üç bin sa­vaşçıya varan bir ordu ile Mekke'den hareket ettiler.

Resûlullah (s.a.v.) bu haberi duyunca hemen ashâbıyla istişare etti. Onları, düşmanı karşılamak ve savaşmak için Medine'nin dışı­na çıkmakla, Medine'de kalmak arasında muhayyer bıraktı. Buna göre, eğer Kureyş ordusu Medine'ye girerse, orada savaşacaklardı. Müslümanların yaşlılarının bir kısmının fikri, Medine'den çıkma­maktı. Münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl de bu görü­şün sahiplerinden idi. Ancak Bedir'de savaşma şerefine eremenvş Sahâbe-i Kirâm'dan birçokları da ikinci bir görüş olarak şehrin dı­şına çıkmayı arzu ettiler ve onlar Resûlullah'a şöyle dediler: «Yâ Resûlâllah! Sen bizi düşmanlarımıza karşı çıkar ki, onlar bizim ken­dilerinden korkmadığımızı ve sinmediğimizi görsünler.» Bu görüşün sahipleri Resûluîlah'i kendi görüşlerine razı edinceye kadar onun ya­nından ayrılmadılar. Bunun 'üzerine, Resûlullah (s.a.v.î hemen hâ-ne-i şeriflerine girip zırhını g^ydi ve silâhını aldı. Resûlullah'a Medi­ne'nin dışına çıkmak için ısrar eden kişiler, arzu etmediği şeyi ona zorla kabul ettirdiklerini zannederek yaptıklarına pişman oldular. Resûlullah (s.a.v.) çıkıp yanlarına gelince: «Yâ Resûlâllah, senin hoş­lanmadığın şeyi biz sana ısrar ettik! Halbuki bu konuda bize herhan­gi bir şey düşmez. Sen istersen, Medine'de kal!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da: «Bir peygambere, zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaşmadan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[29]» dedi.

Sonra Resûlullah Cs.a.v.) ashabından bin kişilik bir orduyla Me­dine'den dışarı çıktı. Bu hareket hicretten iki yıl sekiz ay sonra, Şev-vâl'in yedinci günü Cumartesi olmuştu[30]. Hz. Peygamber'in ordusu Medine ile Uhud arasında bir yere gelince, münafıkların başı Abdul­lah bin Ubey bin Selûl kendi adamları ve taraftarlarıyla birlikte or­dunun üçte biri kadar bir toplulukla ayrılıp; «O (Resûlullah'ı kasde-dlyor) re'y ve görüş sahibi olmayan delikanlıların sözünü dinledi de beni dinlemedi. Şuracıkta biz, kendimizi ne diye öldüreceğimizi bir türlü anlıyamadım?» diyerek geri döndü.

Abdullah bin Haram onların arkasından yetişerek, «Allah'ı se­verseniz, Resûlullah'ı yardımsız bırakmayınız» diyerek yalvarıyor-du. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl de, «Bllsek ki savaş olacak, mutlaka sizinle gelirdik» dedi. Buharı, Zeyd bin Sabit (r.a.)'den şu­nu naklediyor:

Müslümanlar kendilerinden ayrılıp giden bu kişilerin durumu hakkında anlaşmazlığa düştüler. Bir grup, -onlarla savaşalım» der­ken, diğer bir grup da; «Bırakalım onları» diyordu. Bu konuda Ce-nâb-ı Hakk'ın şu kelâmı indi: -Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında - Allah onları kazandıkları bunca günahlar yüzünden tepesi aşa­ğı getirdiği halde - iki zümre (bölük) oluyorsunuz? Allah'ın saptır­dığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz? Allah kimi saptı-rırsa, artık onun için hiçbir yol bulamazsın[31]».

Sahâbe-i Kirâm'dan bazıları, yahudilerle aralarında yardımlaş­ma sözleşmesi bulunduğu için onlardan yardım istemeyi teklif et­tiler. Resûlullah (s.av.) da: «Bir şirk ehlinden birine karşı diğer şirk ehlinden yardım isteyemeyiz[32]» buyurdu.

Resûlullah ve Ashabı - yediyüz savaşıçyı aşmıyorlardı - Uhud'da Şı'b vadisinde karargâh kurdu. Müslümanlar Medine'yi karşıları­na alarak arkalarını dağa verdiler. Resûlullah Cs.a.v.) müslüman-ların arkasındaki dağın tepesine elli kişilik bir okçu grubunu yer­leştirdi ve onların başına Abdullah bin Cübeyr'i komutan ta'yin et­ti. Ayrıca onlara şöyle emir verdi: «Haydi kalkınız, şurada yerlerini­zi alınız. Bizi arkamızdan koruyunuz! Düşmanı yendiğimizi görse­niz de sakın, bize katılmayınız! Düşmanların bizi öldürdüklerini gör­seniz de, yine gelip bize yardımcı olmayınız[33]» dedi.

Râfi bin Hadx Semûre bin Cündeb, Resûlullah ile beraber savaşa katılmaya ısrar ettiler. Halbuki, yaşları henüz onbeş idi. Re­sûlullah (s.a.v.î yaşlarının küçüklüğü sebebiyle onları kabul etme­di. Resûlullah'a: «Ey Allah'ın Elçisi! Râfi gerçekten bir okçudur» de­nilince, ona izin verdi. Bunun üzerine Semûre bin Cündeb tekrar Resûlullah'm yanına sokularak: «Vallahi ben Râfi'yi yenerim» de­di. Bu sefer Resûlullah (s.a.v.)  ona da izin verdi.

Resûlullah (s.a.v.) elinde tuttuğu kılıcını göstererek: «Bu kılıcı, hakkını vermek üzere kim alır?» diye sordu. Ebû Dücâne, Resûlul­lah'm yanına gelerek: «Onun hakkını vermek üzere ben alırım» de­di. Hz. Peygamber de kılıcı ona verdi. Ebû Dücâne kırmızı bir sa­rık çıkarıp başına sardı. Ölesiye savaşmayı istediği vakit, o böyle yapardı. Sonra saflar arasında çalımlı çalımlı yürümeye başladı. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.): «Bu öyle bir yürüyüştür ki, Al­lah onu bu gibi yerlerin dışında sevmez[34]» buyurdu. Sonra Resû­lullah (s.a.v.) sancak-ı şerifi Mus'ab bin Umeyr'e verdi. Müşriklerin sağ kanadına Halid bin Velid, sol kanadına ise, Ebû Cehü'in oğlu tkrime kumanda ediyordu.

Artık insanlar savaşmaya ve birbirini öldürmeye başladılar. Savaş iyice kızışmıştı. Müslümanlar, müşriklerin bozulmaya başla­dıklarını anlıyorlardı. Müşriklerle karşı karşıya meydan okuyarak savaşanların başında Ebû Dücâne, Hamza bin Abdülmuttalib ve Mus'ab bin Umeyr (r.a.) gelmekteydi.

Mus'ab bin Umeyr (r.a.), Resûlullah (s.a.v.) 'in önünde şehid edilince sancak-ı şerifi Ali bin Ebi Tâlib kaptı. Allah (c.c.) müslü-manlara yardımını gönderir göndermez, hemen müşriklerin safla­rında yenilgi görüldü. Artık müşrikler hiçbir şeye bakamaz oldu­lar ve kadınları «yazıklar olsun» diye bağrışmaya başladılar. On­ların arkasından da, müslümanlar önlerine geleni kılıçtan geçiri­yorlar, mallarını da yağma ediyorlardı. Bu durumu gören dağın te­pesindeki nöbetçi okçular, aşağı inmeyi tartışmaya başladılar ve aralarında anlaşmazlık çıktı. Okçuların çoğu savaşın sona erdiği­ni zannederek, hemen aşağı indiler. Arkadaşlarıyla yerinde kalan Abdullah bin Cübeyr de Sahâbe-i Klrâm'dan beş kişi ile birlikte şe­hid oldu. îbn Hişâm'ın rivayetine göre, o beş kişinin sonuncusu Umâre bin Yezid bin Seken idi. O da Resûlullah'm önünde yarala­nıp yere düşünceye kadar savaştı. Resûlullah (s.a.v.î, onun yere düşmesi üzerine: «Onu bana doğru yaklaştırınız» buyurarak, mü­barek ayaklarım onun başına yastık yaptı. Yanağı Resûlullah'm ayağı üzerinde iken ruhunu teslim etti.

Sonra savaş iki taraf arasında sakinleşti ve müşrikler savaş alanım bırakarak dağıldılar. Kazandıkları zaferle gururlandılar Müslümanlar şehidleri için feryâd ediyordu. Şehidlerin arasında, Hamza bin Abdülmuttalib, Yemân, Enes bin Nadr, Mus'ab bin Umeyr ve daha birçokları vardı. Hz. Peygamber (s.a.v.), amcasının şehid edilişine son derece üzüldü. Hz. Hamza'ya müsle yapılmıştı. Yâni karnı yarılmış, burnu ve kulakları kesilmişti. Resûlullah (s.a.v.) şe-h'dlerden iki kişiyi bir elbiseye koyuyor ve soruyordu: «Onların Kur'an'dan en çok ezbere bileni hangisi? Kendisine gösterileni daha önce kabre koyuyordu. Hz. Peygamber (s.a.v.): «Kıyamet günü bu kişilere şahidlik edecek benim» buyurdu. Onların üzerlerine cena­ze namazı kılınmadan ve yıkanmadan kanlı elbiseleriyle defnedilme­lerini emretti[35].

Yahudiler ve münafıklar müslümanlann başına gelenlere sevinç­lerini göstermeye başladılar. Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arka­daşları, müslümanlara:

«Eğer siz beni dinleseydiniz, sizden öldürülen kişiler öldürül-mezdi» diyorlardı. Üzerinde vehme kapıldıkları zaferi ve Resûlul­lah ile ashabının arasını açmak için çeşitli yolları denemeye baş­ladılar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, yahudilerin ve münafıkların uydurdukları yalan haberlerin asılsızlığını açıklamak, Uhud sava­şında meydana gelen olayların hikmetini beyân etmek için Âl-i İm-rân süresindeki şu âyet-i kerimeleri indirdi. O âyetler: «Hani sen, mü'minleri savaş için duracakları yerlere yerleştirmek üzere erken­den evinden ve ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işiten, herşeyi bilendir» âyetiyle başlıyor, «Kendiler, evlerine oturup kardeşlerine: (Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi)» dediler. De ki, «Eğer doğru sözlü  iseniz,  ölümü kendinizden savın[36]»   âyetiyle  sona eriyor.

Resûlullah (sa.v.) Cumartesi akşamı Uhud'dan geri döndü. As-hâbıyla birlikte geceyi Medine'de geçirdi. Müslümanlar da geceyi, yaralarını tedavi etmekle geçirdiler. Resûlullah (s.a.v.) Pazar günü sabah namazını kıldırınca Hz. Bılâl'e, bağırarak şöyle söylemesini emretti: «Resûlullah (s.a.v.) size düşmanı takib etmenizi ve dün savaşta bulunanların dışında kimsenin bizimle birlikte çıkmamasını emrediyor1» Hz. Peygamber (s.a.v.) henüz bağı çözülmemiş sanca­ğını istedi. Onu Hz. Ali'ye verdi. Müslümanlar aralarında yaralılar ve düşkünler olduğu halde yola çıktılar. Ta, Hamrâu'l-Esed'e kadar gelip karargâhı kurdular  Burası, Medine'ye on mil uzaklıktaki bir yerdi. Müslümanlar burada büyük büyük ateşler yaktılar. Ta uzak yerlerden görülsün ve sayılarının çok kalabalık olduğu sanılsın di­ye böyle yaptılar.

Ma'bed bin Ma'bed el-Huzaî, - henüz o gün Huzaa müşriklerin­den biri idi - yanlarından geçti. Sonra onlardan uzaklaşıp aşarak müşriklerin yanına geldi. Müşrikler Uhud'da kazandıkları başarı­nın gururu, sevinci ve şamatası içinde idiler. Müslümanların işini bitirmek için tekrar Medine'ye dönmeyi müzakere ediyorlardı. Saf-van bin Ümeyye ise onları bundan vazgeçirmeye uğraşıyordu. Ebû Süfyan, Ma'bed'I görünce: «Ey Ma'bed! Geriden, geldiğin yerden ne haber var?» diye sordu. O da: «Yazık size! Muhammed ile ashabı, şimdiye kadar bir benzeri daha görülmemiş sayıda asker toplayıp peşinize çıktılar. Size olan kızgınlıklarından dolayı ateş püskürü-yorlar! Onlarda size karşı bir benzeri daha görülmemiş bir kızgın­lık var!» dedi. Yüce Allah da bu sözlerle müşriklerin kalblerine bü­yük b'.r korku düşürdü. Onlar da hemen Mekke'nin yolunu tutarak, sür'atle kaçtılar. Resûlullah (s.a.v.), Hamrau'l-Esed'de pazartesi, sa­lı ve çarşamba günlerini geçirip sonra Medine'ye döndü[37].

 

İbretler Ve Öğütler

 

Uhud savaşı her asırdaki müslümanlar için önemli dersleri ih tiva ediyor. Uhud savaşının, açıkladığımız şekil üzere vuku bulma­sının hikmeti şudur: Orada müslümanlara, düşmanla yaptıkları sa­vaşlarında, zafere nasıl ulaşılacağını, hezjmet ve dağılma tehlikele­rinden nasıl korunulacağını öğreten pratik dersler veriliyor. Şimdi biz, bu büyük derslerin üzerinde durup sırayla düşünelim:

1- Yine burada Resûlullâh'ın kendisi için edindiği bir pren­sip ortaya çıkıyor. O da müşavere ve araştırmayı gerektiren her işte, ashâbıyla müşavereye başvurmasıdır. Fakat biz burada, Be­dir Savaşı öncesinde vuku bulan müşaverede göremediğimiz ayrı bir özellik üzerinde duracağız. Hz. Peygamber (s.a.v.), Ashabın, gö­rüşlerinden vazgeçip, pişman olmalarına ve uygun gördüğü takdir­de Medine'de kalmasını rica etmelerine rağmen; savaş hazırlığını bitirip, zırhını giydikten sonra, düşmanı karşılamak için Medine dı­şına çıkmadan geri dönme fikrine katılmadığını gördük. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) müşavere ânında Medine'de kalma fikrine mey­lediyordu ve öyle görünüyordu.

Bundaki açık hikmet, belki de; savaş için gerekli hazırlığı yap­tıktan ve Resûlullah silâhını alıp zırhını giymiş bir vaziyette, asha­bının ve kavminin içinde göründükten sonra, artık iş; yeniden mü­nakaşa etmenin, istişare ölçülerini aştığını gösteriyordu. Özellikle de, müşavereyle birlikte, o kadar büyük bir sebat isteyen savaş ka­rarlarında, yine savaş için gerekli hazırlığı yaparak onların yanına çıktıktan sonra Resûlullah'ın, Medine dışına çıkmayı' ertelemesin­den, bir irade zaafı ve bocalama anlamı çıkacaktı. Bu ise çok kere anlamsız korku ve endişeden kaynaklanıyor. Bunun i.in, Hz. Pey­gamber (s.a.v.) kavminin şamatasına ve kendi aralarındaki itham­lara aldırmaksızın kesin tutumunu belirten bir ifade ile onların sö­züne: «Bir peygambere zırhını giydikten sonra düşmanlarıyla savaş­madan onu çıkarıp yerine koyması yaraşmaz[38] diye cevab verdi...

2- Bu savaşta münafıkların hali iyice açığa çıkmıştı. Bu da tabiîdir. Hani bu savaş, birçok gaye ve hikmetleri ihtiva etmekte­dir. En önemlilerinden biri de mü'minleri, aralarına katılmış bulu­nan münafıklardan arındırmaktır. Bunun arkasında da müslüman-lar için büyült faydalar vardır. Nitekim sonunda durum onların ya­rarına tecelli etmişti.

Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün, Medine'den çıktıktan sonra üç-yüz kişilik taraftarıyla birlikte, Resûlullah ve ashabından nasıl ay­rılıp gittiğini görmüştük. Kendi itirafına göre bunun zahirdeki sebe­bi; Resûlullah (s.a.v.)'in, yalnızca toy delikanlıların görüşünü alıp, kendi gibi yaşlılardan, düşünce ve kanaat sahibi kişilerin görüşü­nü almayışıdır. Ancak için hakikatında kendisinin, mü'minlerin ya­nında savaşmayı istememesi var. Çünkü o kendisini, tehlikeli ve meçhul işlere atmayı arzu etmiyor... Münafıkların en bariz özellik­lerinden biri de işte bu: İslâm'ın helâl kıldığı ganimetleri almayı ama, bu uğurdaki zarar ve yorgunluklardan uzak durmayı ister­ler!... Onların islâm'dan beklediği yalnızca iki şeyden birisidir: Bek­ledikleri ganimeti almak, çekindikleri zorluk ve meşakkattan kaç­mak.

3- Hz. Peygamber (s.a.v.), bu savaşta müslümanların sayısı­nın azlığına rağmen, gayr-i müsümlerden yardım istemeye razı ol­madı. İbn Sa'd'ın Tabakat'ındaki rivayetine göre, Resûlullah (s.a. v.) şöyle buyurmuştur: «Ehl-i şirkten birine karşı, diğer ehl-i şirk­ten yardım istemeyiz[39]». Müslim de şu hadîsi rivayet etmiştir: Resûlnilullah ts.a.v.) Bedir günü, kendisiyle birlikte savaşmak için arka­sından gelen bir adama: «Sen Allah'a inanıyor musun?» diye sor­du. O da: «Hayır», deyince, Resûlullah (s.a.v.) : «Öyle ise hemen geri dön. Ben ebediyyen bir müşrikten yardım istemem» buyurdu.

Ulemadan büyük bir çoğunluk, buna binâen, savaşta kâfirler­den yardım istemenin caiz olmadığı görüşünü benimsemişlerdir. Bu hususta Imâm-ı Şafii, bir ayırım yaparak şöyle demiştir: «Devlet başkanı, kâfirin müslümanlar hakkında iyi niyetli ve emanet sahi­bi olduğuna kanaat getirirse ve o andaki ihtiyaç kâfirden yardım istemeyi de gerekli kılıyorsa, yardım istenebilir. Aksi halde olmaz'».

Bu görüşün bütün deliller ve kaidelerle ittifak halinde olduğu muhtemeldir. Zira Hz. Peygamber'in Huneyn günü, Safvan bin Ümey-ye'nin yardımını kabul ettiği rivayet edilmiştir. Bu duruma göre, bu mes'ele, siyaset-i şer'iyye diye isimlendirilen şeyler çerçevesine gir­mektedir. Resûlullah'ın Bedir ve Uhud'da yaptığıyla Huneyn'de yap­tığının arasındaki farkı, inşâallah münasip yerinde açıklayacağız.

4- Üzerinde düşünmeye değer hususlardan biri de Semûre bin Cündeb ile Râfi bin Hâdic'in durumlarıdır. Halbuki her ikisi de he­nüz onbeş yaşlarım aşmamış çocuklardı. Savaşa katılmak için, ken­dilerine izin vermesi için nasıl da gelip Resûlullah'a yalvarıyorlar. Hangi savaşa? Ölümün kol gezdiği savaşa. Taraflar arasında mu­vazenenin bulunmadığı bir savaşa. Müslümanların sayıları yediyü-zü ğeçmiyorken kâfirlerin üç bin kişiyi aşan bir güce sahip olduğu savaşa...

Hakikaten, İslâm'a fikri saldırıda bulunanların bazısı bu gibi olaylar üzerinde dururken-, Arapların ardı arkası kesilmeyen harb-lerin gölgesinde yaşayan bir millet, yâni savaş ortamında gelişmiş, varlığını sürdürmüş millet olduklarını sanmış; bunun için de o sa­vaşlara, onlara göre korkudan uzak ve bütünüyle benimsenen bir durum olarak bakmışlardır. Bu son derece garib bir görüştür.

Şübhe yok ki bu tahlili yapan kişiler; bu sözleri söylerken, hay­ret verici bir ısrar içinde-, Abdullah bin Ubey bin Selûl ve arkadaş­larından üçyüz kişinin, sırf rahatları ve savaşın doğuracağı tehli­kelerden uzak kalmak niyeti, yâni korkudan ötürü geri döndükle­rini görmezlikten geliyorlar!.. Ve yine bu tahlilin sahipleri: yaz sıcağının ortasında Medine'nin gölgesini, meyvalarını ve sularını tat­mak isteyen, «bu sıcakta savaşa çıkmayınız!» diyerek, Resûlullah'ın savaşa çıkma çağrısından yüz çeviren bu münafıkların savaştan ka­çışlarını da görmezler. Müşriklerin sayılan kabarık, müslümanla-rın sayıları az ve kalblerine de korku düşmüş olduğu halde, Bedir savaşında müşriklerin yenilgilerini de görmemezlikten gelirler... Halbuki müşrikler de savaşların gölgesinde doğmuş, o çilelerle bes-lenmş ve onların zorluklarını küçümsemiş olması gereken aynı Arap soyundan idiler.

Apaçık bir olayın vereceği hükmü kabulîenmcyip kaçırmak, in­saflı bir kişi için oldukça zordur. Şöyle ki: Bu gibi çocukların, ölü­mün üzerine doğru koşmalarındaki sır, yalnızca kalbe kök salmış, üzerine de şiddetli bir peygamber sevgisi yerleşmiş yüce bir iman duygusudur. Bu iman ve bu sevgi' nerede bulunursa; böyle yiğitlik ve ölümün üzerine yürüme, orada kendini gösterir. Nerede, kalb-deki muhabbet azalır, iman da zayıflarsa; hemen orada atılganlık tembelliğe ve çekingenliğe, ölümün üzerine doğru yürüme de, kor­ku ve ürkekliğe dönüşür...

5- Resûlullah'ın, ashabının saflarını düzene korken, onlara sa­vaş vaziyeti aldırırken, müslümanların arkalarına gerekli muhafız­ları yerleştirirken ve okçulara savaş meydanındaki arkadaşlarının durumunu nasıl görürlerse görsünler; kendisinden bir emir alma­dıkça kesinlikle yerlerini terketmemelerini emrederkenki halini dü­şünerek diyoruz ki; bâris bir hakikat ortaya çıkar ve arkasından da diğer birçok önemli olaylar aydınlığa kavuşur!

O bariz hakikat, onun savaş ânında gösterdiği askeri meha-retidir. Resûlullah (s.a.v.) savaş plânlarını ve taktiğini tensipte, kur­maylıkta önde gelmektedir. Şübhesiz ki Allahü Teâlâ onu bu saha­da nâdir bir dehâ ile mücehhez kılmıştır Fakat biz diyoruz ki, bu dehâ ve meharet, ancak onun semavî risâlet ve nübüvvetinin ar­kasından gelir. Resûlullah'ın savaş tekniğinde ve diğer hususlarda mahir ve dâhi olmasını gerekli kılan şey, Nübüvvet ve Risâlet mer­kezidir. Nitekim aynı merkez onun her türlü zelle ve sapmadan uzak ve masum olmasını gerekli kılmıştı. Biz bu hususu bu kitabın bi­rinci bölümünde açıkladık. Artık tekrarına gerek yoktur.

Resûlullah (s.a.v.)'in özel olarak okçular için, genel olarak da ashabı için yaptığı şu güzel tavsiyelerin arasından çıkacak bir ib­ret de, okçuların bir kısmının Resûlullah'm direktiflerinden çıkma­ları sonucu tahakkuk eden sonuçta görülür. Sanki Resûlullah (s. a.v.), daha sonra meydana gelecek olan bu olayın perde arkasını, Nübüvvet feraseti veya Allah'tan  gelen  bir vahiyle görmüştü  de, birtakım tavsiye ve emirlerle onu izhâr ediyordu. Sanki Hz. Pey­gamber, ashâbıyla birlikte nefişlerindeki düşmana, nefislerinin arzu­larına veya nefislerinde bulunan ganimet ve mal isteğine karşı can­lı bir manevra veriyordu. Neticesi ne olursa olsun, bu manevra bü­yük bir fayda ifade ediyor. Bazan menfî bir netice müsbet netice­den daha fazla yarar sağlıyor...

6- Hakkını vermek üzere,   Resûlullah'm   elinden kılıcı   alan Ebû Dücâne, saflar arasında çalımlı çalımlı dolaşıyordu. Resûlullah (s.a.v.) onun bu halini ayıplayıp yasaklamadı. Ancak şöyle buyur­du: *Bu öyle,bir yürüyüştür ki, Allah bu gibi yerlerin dışında on­dan hoşlanmaz», fiu hadis-i şerif, basit hallerde haram kılman ki­birli davranışların, savaş halinde haramlığmın ortadan kalktığına delâlet ediyor. Bir müslümanın yeryüzünde kibirlenerek, çalım ata­rak yürümesi, yasaklanan davranışlardandır. Fakat bu davranış sa­vaş alanında haram değil, güzel bir iştir. Evleri veya kapları ve bardak bibi şeyleri, altm ya da gümüşle süslemek gibi haram kı­lınan kibirli davranışlardandır. Ancak savaş âletlerini ve silâhları gümüşle süslemek yasak değildir. Buradaki kibirli davranış, ancak hakikatta  düşmanlara  karşı  İslâm'ın  şerefiyle  övünmektir.  Zaten bu, müslümanlarca önemini yitirmemesi gereken nefisle savaşın mâ­nâsını ifade eder.

7- İyi düşününce müslümanlarla düşmanları arasında devam eden bu savaşın iki devrede sürdüğünü görürüz.

Birinci Devre: Bu bölümde müslümanlar yerlerine ve komutan­larından aldıkları emirlere sahip çıktılar. O halde bunun semeresi ne olmuştur? Olan şu: Müslümanlar zafere doğru ilerlerken müş­riklerin saflarında hezimet belirdi. Üçbin kişinin kalbini korku sa­rınca, hemen yerlerini terkedip, arkalarına dönüp kaçmaya başla­dılar. Şu âyet-i kerime işte bunu açıklar: «An d olsun ki Allah size verdiği sözde durdu. O'nun izniyle kâfirleri kmp biçiyordunuz,..[40]».

İkinci Devre: Bu devrede de müslümanlar, yakaladıkları düş­manların işini bitirmek, bırakılan eşyaları ve malları ganimet ola­rak almak için müşriklerin arkasından koşmaya başladılar, işte o zaman okçular üstlendikleri dağın tepesinden; arkadaşlarının, kaç­maya yeltenen düşmanlarına, kılıç çalmak yerine silâhlarını bıra­kıp mal ve ganimet peşine düştüklerini gördüler. Bu sefer okçuların bir kısmı ganimet almak için savaş alanındaki arkadaşlarına katıl­mak istediler... Bu İstek onları şöyle düşündürdü: Demek ki, Resûlullah'tan aldıklan emirler sona ermiş. Bu anlayışla da, onlar yer­lerini terketmek için Resûlullah'tan izin gelmesini bekleme ihtiya­cım duymadan, tepeden inmeye karar verdiler. Bu onların bir iç­tihadıydı. Başlarındaki komutan Abdullah bin Cübeyr ile birkaç ar­kadaşı onların bu içtihadına karşı çıktı. Fakat bu içtihadın sahip­leri inip ganimet almak için arkadaşlarına katılmaya gittiler. Peki, bunun neticesi ne oldu?

Müşriklerin kalblerlni saran bu korku, yeni bir atılıma dönüş­tü. Kaçmak üzere olan Halid bin Velid de; birdenbire hile ve tuzak yolları açılınca, düşünerek etrafına baktı. Daha önce tahkim edil­miş olan tepeyi muhafızlardan ve nöbetçilerden boşalmış buldu. Ka­fasında aniden askeri bir fikir şimşek gibi parladı. Yanındaki müş­rik askerlerle birlikte dağın arkasını dolaşır dolaşmaz, aşağıya in-meyip tepede kalanları hemen şehid ettiler. Müslümanları arkala­rından ok atarak bozguna uğrattılar!.. Gördüğünüz gibi, bu sefer de korku müslümanların gönlünü kuşatmaya başladı. Şu âyet-i kerîme de savaşın bu bölümüne işaret etmektedir: «Andolsun ki Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip, bu hususta çekiş­tiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi âhireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. Andol­sun ki Allah sizi bağışladı. Allah'ın inananlara ni'meti boldur[41]».

Bakınız, bu hatânın vebali ne kadar büyük, neticesi de ne ka­dar genel oldu:

islâm ordusunda az sayıdaki kişilerin hatâsı, hepsinin başına ne kötü bir akıbet getirdi. Hattâ o vebalin neticesinden, Resûlullah (s.a.v.) bile kurtulamadı... Kâinatta Allah'ın kanunu budur. Bu or­dunun içinde Resûlullah'ın bulunması bile, o kanunun işlemesine engel olamadı. Halbuki Resûlullah (s.a.v.) yaratıklar içinde, Allah'­ın en çok sevdiği varlıktır. Bu okçuların hatâları ile bugün hususi ve umumi hayatımızın çeşitli yönlerinde etkili, müslümanların muh­telif hatâları arasındaki ilgiyi düşününüz. Bir de Allah'ın müslü-manlara olan sonsuz lütfunu düşününüz ki Allah, iyiliği emretmek, kötülükten vazgeçirmek ödevini edâ etmedikleri, tek fikirde birleş-medikleri, elleriyle kazandıkları cezayı hakettikleri halde, müslü-manları cezalandırmıyor. Bu hususu düşündüğümüz takdirde, bazı­larının : «Bu gün Müslüman milletlerin diğer emperyalist devletler karşısında mağlûb bir şekilde yaşamalarının hikmeti nedir? Halbu­ki bunlar Müslüman, öbürleri kâfir ya!..» sorusuna karşılık verile­rek cevabı anlaşılmış olur.

8- Bu savaşta, Resûlullah'ın birçok eziyetlere uğradığını, ba­şının yaralandığını, kesici dişinin kırıldığını, kanın yüzünde iz ya­parak aşağıya doğru aktığını ve birçok meşakkatlere düştüğünü görmüştük. Bunların her biri, müslümanların, komutanlarının emir­lerinin dışına çıkmalarından dolayı meydana gelen hatânın sonuç­larından birer parçadır. Fakat Müslüman ordunun saflarında Re-sûlullah'ın  öldürüldüğü  haberinin  yayılmasındaki  hikmet  nedir?

Cevab: Müslümanların Resûlullah'a ve onun kendi aralarında bulunmasına olan düşkünlükleri, kendileri için bir kuvvet kayna­ğıydı. Öyle ki onlar, Resûlullah'ın ayrılığını bile tasavvur edemiyor-lardı ve ondan sonra kendileri için bağlanacak bir kudreti akıl­larından bile geç irem iyorlardı. Böyle olunca da Resûlullah'ın vefat işi, onlar için akla gelmeyen birşeydi. Sanki onlar, akıllarından bu-'nun hesabını siliyorlardı. Şübhesiz ki onlar, Resûlullah'ın gerçek ölüm haberi ile, bu uykularından uyanmış olsalardı, elbette ki bu haber onların yüreklerini hoplatır, inanç dünyalarını sarsıntıya uğ­ratır ve birçoklarının gönlünde onun yüceliğini yıkardı.

Bu savaştaki büyük askeri dersler arasında bir de bu yalan haberin yayılması, müslümanların inanç ve iradesini deneme ol­ması bakımından insanı dehşete düşüren bir hikmet ifade eder. Çünkü bu müslümanların tâ baştan beri nefislerini alıştırmaları gereken bir konuda denenmesidir. Yâni Resûlullah aralarından çe­kilince, tabanları üzerine geri dönmemelerinin gerektiği ilkesidir bu. Bu gerçeğe alışıp ulaşsınlar böylece... Müslümanların çoğunun, Resûlullah'ın öldüğü şeklindeki haberi duyunca gösterdikleri yıl­gınlık ve şaşkınlığı açıklamak için de şu âyet-i kerime nazil olmuş­tu: «Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce daha nice peygamberler gelip geçmişti. Şimdi o, eceliyle ölür veya öldürülür-se, siz ökçelerinizin üzerine gerisin geri mi döneceksiniz? Kim böy­le ökçeleri üzerinde arkaya dönerse, elbette Allah'a hiçbir şeyle za­rar vermiş olamaz.  Allah  şükredenleri  mükâfatİandıracaktır[42]

Resûlullah, fiili olarak Refik-i A'lâ'ya kavuştuğu gün bu der­sin müsbet neticesi ortaya çıkmıştı. Şu Uhud şayiası hakkında inen Kuran âyeti ile birlikte, müslümanları uyandırmış ve onların dik­katini asıl hakikata çekmişti. Müslümanlar bu şuura ererek, üzün­tülü kalbleriyle, Resûlullah'ı ebedî yolculuğa uğurladılar. Sonra, kendilerine bırakılan emânete döndüler: O emânet, Allah uğrunda cihad ve İslâm'a da'vettir. Müslümanlar inançlarında daha güçlü, Allah'a olan tevekküllerinde ve akidelerinde daha sağlam bir bağ­lılıkla cihad ve da'vet emânetini yerine getirdiler.

9- Ölümün, Resûlullah'ın ashabı üzerine üşüştüğünü düşüne­lim. Bu durumda onlar Resûlullah'ın etrafına kümelenmiş müşrik­lerin oklarına ve darbelerine karşılık kendi vücutlarıyla onu koru­yorlar. Ok yağmurunun altında birinin ardından diğerine iş düşü­yor. Halbuki onlar bu durumda büyük bir neş'e içinde ve Resû­lullah'ın hayatını korumaya çok istekli bir halde idiler. Bunun dı­şında hiçbir şeye aldırmıyorlar... Bu hayret verici fedakârlığın kay­nağı nedir?

Şübhesiz ki onun kaynağı, önce Allah'a ve Resûlü'ne iman, ikin­ci olarak da Resûlullah sevgisidir. Bunların her ikisi birlikte, bu eşsiz ve hayret verici fedakârlığın sebebidir. Müslüman ikisine bir­likte muhtaçtır. Bir müslümanın kalbi, Allah ve Peygamber sevgi­si ile dolmadıkça, inanılması gerekene iman ettiğini iddia etmesi yeterli değildir. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuş­tur: «Hiçbiriniz, ben kendisine, babasından, evlâdından ve bütün in­sanlardan daha sevgili olmadıkça, hakkıyla iman etmiş olmaz[43]-.

Bu demektir ki, Allahti Teâlâ insanda aklı ve kalbi yaratmıştır ki, birincisiyle düşünsün ve inanılması gereken hususlara iman et­sin. İkincisini de Allah'ın sevmesini emrettiklerini sevmekte, buğ-zedilmesini emrettiklerine buğzetmekte kullansın. Kalb, Allah, pey­gamber ve sâlih kullan sevmekle meşgul olmazsa, mutlaka şehvet, heva, heves ve haramların sevgisi ile dolacaktır Kalb, şehvet, heva ve heves ile dolup taştığı takdirde de; itikadın tek başına sahibini bu tür fedakârlıklara sevketmesi çok uzaktır.

Bu hakikat ahlâk ve terbiye âlimlerinin kabul ettiği asıl ger­çeklerdendir. Aklın reddedemiyeceği tecrübeler bunu göstermekte­dir. Bu konuda Jan Jack Rousseau'nun «Emil» adındaki kitabında söylediklerine bakalım:

Faziletleri yalnızca aklın üzerine kurma isteği hakkında çok söz söylendi ve tekrar edildi. Onun için de (yâni akıl için) sağlam bir esas gerekmektedir. Bu hangi esas olacak? Söyledikleri gibi fazilet nizamın tâ kendisidir. Nizama inanmak, benim hususi mutluluğu­mu kuşatmaya yetecek mi? Bu savunulan esas, kelimelerle oynamak­tan başka birşey değildir. Bu duruma göre fazilet, çeşitli şekillerle nizam sevgisinin tâ kendisidir[44]».

Bu gerçekten dolayı Amerika Birleşik Devletleri Hükümeti 1933 yılında toplantı salonlarında ve kulüplerde içkiyi, içkinin alını-satı-mınm yasaklandığını ilân etti ise de, faydasını kabul edip inandığı bu şeyi gerçekleştirmeye gücü yetmedi. Çünkü kısa bir müddet geç­memişti ki, kanun yapıcıları izlerinin üzerine geri döndüler. Ya­saklama üzüntüsünden dolayı sendeleyerek vazgeçtiler. Koydukları kanunu yürürlükten kaldırınca, yeniden kadehlerini bir yudumda boşaltmaya başladılar.

Halbuki Resûlullah'ın ashabı (belki onJar bugünkü Amerikalı­lara nisbetle, fayda ve zararları bilme, medeniyet ve kültür yönün­den daha zayıf yetişmişlerdi) yalnızca Allah'ın kendilerine içkiden vazgeçmeleri hususundaki emrini duymakla yetinmişlerdi. Onlar he­men kadehlerini kırıp, şarap fıçılarını etrafa döktüler ve sesleri «Vazgeçtik yâ Rabbi, vazgeçtik» diye yükseldi.

Bu iki olay, iki şekil arasındaki fark şudur: Onların kalbine iman iyice yerleşmiştir. Böyle olunca da kalbin arzusu Allah'ın em­rine ve hükümlerine tâbi olmuştur.

Bu sevgidir. Resûlullah'ın ashabının kalbine kök salmış olan bu arzu, onlara, göğüslerini Resûlullah'a siper ettiriyor. Ve onun ha­yatını koruma uğrunda ölümle kucak kucağa getiriyor onları. Uhud savaşında bu muhabbetin eseri olarak ortaya çıkan nice eşsiz sah­neler vardır. Çünkü bu, muhabbet sahibinin kalbini iyice kapla­mıştır artık...

İbn Hişâm  şunu nakleder:

Uhud günü Resûlullah (s.a.v.) ashabına-. «Sa'd bin Rebi'nin ne yaptığını-, onun canlılar arasında mı, yoksa ölüler arasında mı bu­lunduğunu görüp, bana kim haber getirir?» diye sordu. Ensâr'dan bir zât: «Yâ Resûlâllah! Ben Sa'd'm ne yaptığını görüp, sana bir haber getireyim» dedi. Ensâri sağa sola bakındı. Bir de ne görsün, Sa'd yaralı olarak, ölüler arasında henüz ruhunu teslim etmemiş... Ensâri ona: «Resûlullah senin sağlar arasında mı, yoksa ölüler ara­sında mı bulunduğunu görüp kendisine haber götürmemi bana em­retti» .dedi. Bunun üzerine Sa'd: «Ben artık ölüler arasındayım! Re­sûlullah'a selâmımı ilet ve de ki: Sa'd bin Rebi': Senin için-, ümmet­lerini doğru yola kılavuzlayan peygamberlerin alacakları mükâfat­ların en hayırlısı ile Allah seni bizden dolayı mükâfatlandırsın» di­yor. Kavmine de selâmımı ilet ve de ki: «Sa'd bin Rebi', vallahi göz­leriniz kımıldarken Peygamber Aleyhisselâm'ı düşmanlardan koru­mazsınız da, ona bir musibet erişirse; sizin için Allah katında ileri sürülebilecek hiçbir mazeret yoktur» diyor. Ensârî: «Ben onun ya­nından henüz ayrılmamıştım ki o ruhunu teslim etti» dedi.

tddia ediyorum ki; şu asrımızda müslümanları, şehvetlerinden ve enâniyetlerinden birazcık uzaklaştıracak olan bu gibi muhabbet onların gönüllerini doldurduğu ve ruhlarını kapladığı gün, onlar yeniden başka bir halk olurlar. Ve ölümün pençesinden kurtulma­ya yönelebilirler. Önlerinde ne kadar yokuş ve engel olursa olsun, düşmanlarını bozguna uğratabilirler!..

«Bu muhabbetin yolu nedir?» diye sorulduğu zaman bilmeli ki, onun yolu zikri çoğaltmak, Resûlullah'a salâvatları arttırmak, Al­lah'ın sana olan ni'metleri ve bereketi hususunda düşünmek ve te­fekküre dalmak, bir de Resûlullah'ın siyretini, ahlâkını ve yaşayı­şını öğrenip, benimsemektir. Ama bunların hepsi; huzur ve huşu içinde, ibâdetleri dosdoğru yaptıktan ve her saniye kendini Allah'a ve ibâdete adadıktan sonradır.

10- Buhari'nin rivayetinde, Hz. Peygamber'in, şehidlerin üze­rine namaz kılmadığı halde, kanlarıyla gömülmesini emrettiği ve iki kişiyi bir kabre koyduğunu görmüştük.

Ulema bundan, cîhad hengâmesinde şehid düşen kişinin yıkan­mayacağı, üzerine namaz kılınmayacağı, bilâkis kanıyla gömüle­ceği hükmünü çıkarmışlardır, tmam Şafiî (r.a.) bu hususta şöyle der: «Resûlullah'ın Uhud şehidleri üzerine namaz kılmadığı mütevatir yollardan birçok hadîste geçmiştir. Ama Resûlullah'ın, onlardan onar kişilik gruplar halinde, üzerlerine namaz kıldığı ve her defasında Hz. Hamza'nm da içinde bulunduğu, sonunda onun üzerine yetmiş kere namaz kılmış olduğu ifadesiyle rivayet edilen hadîs zayıftır ve hatâdır[45]». Nitekim ulema, yine bunu zaruret ânında birden fazla kişilerin bir kabre konmasının caiz olduğu, zaruret yoksa ca­iz olmadığı yönünde delil kabul etmişlerdir.

11- Resûlullah'ın,  ashâbıyla birlikte Medine'ye döner dönmez tekrar düşmanı takib etmek için Medine'den çıkmaya kalkışmasını düşündüğümüz vakit, Uhud savaşının tam bir açıklıkla bize vere­ceği ders ortaya çıkar. Savaşın müsbet ve menfî neticeleri bizim için aydınlanmış olur. Ve yine zaferin ancak sabırla, mükemmel ga­yeyi hedef edinmekle elde edileceği gerçeği de şübheye imkân kıl­mayacak ekilde açığa çıkar:

Resûlullah Cs.a.v.), daha -dün savaşta kendisiyle birlikte bulu­nanlara; yara aldıkları, acılar ve yaralarla bitkin hale geldikleri, sonra henüz evlerinde dinlenmemiş, kendi haline ve vücuduna ba-kamamış oldukları halde; toplanıp düşmanı takib etmeden onların dağılmasına izin vermeyecekti. Onlar bu vaziyette iken hemen Re-sûlullah'ın ardına düşüp, henüz kafalarında zafer sarhoşluğunun ateşi yanan müşrikleri takibe çıktılar. Tabiî ki bu sefer aralarında ganimet veya dünyevî bir maksad taşıyan kişiler bulunmam aktaydi... Ancak onlar Allah yolunda şehid olma veya zaıerie kavuşma arzusunu taşıyorlardı. Ve onlar bunun yanında, kanadan ve acı veren yaralarını düşünmüyorlardı bile...

Bunun neticesi ne oldu?

Ne başarı sarhoşluğu, ne de galibiyet zevki hasımların! ezmek için müşriklerin kalblerini bütünleştirdi, ne de müslümatılörı, ya­ralarının izdırabı, kahramanlıktan ve zafer arzusundan vazgeçme­ye iletebildi....

Bu nasıl oldu? Bu, müslümanlara ders ve ibret olacak mucize ve hârika ile gerçekleşti. Yâni; müşriklerin kalbine aniden bir kor­ku düştü. Uzaktan müslümanları görmüş olan dostlarından birinin onlara haber verdiği gibi; müşrikler, Hz. Muhammed'in arkadaş­larının, bu defa ölümü göze alarak gelmiş olduklarını tasavvur et­tiler. Bu korku ve tasavvur üzerine, Medine'ye doğru yönlerini çe­virmiş iken izlerinin üzerine geri döndüler ve artık sağa sola bak­maksızın seri bir şekilde Mekke'ye doğru gittiler.

Müslümanlardan dolayı müşriklerin kalbine bu garip korku na­sıl düşmüştü? Halbuki birkaç saat önce müslümanlar silâhlarım el­lerinden bırakmışlardı ve onların şevketi kırılmıştı. Bu durumu, sa­vaştan dolayı müslümanlara güzel bir ders veren ilâhî iradeye ha­vale etmek gerekir. Bu ders, hem müsbet, hem de menfi yönü, her ikisini birden, bir anda biraraya getirdi.

Cenâb-ı Hakk'ın şu kavli, Uhud dersini tamamlayan o son an hakkında indi: «Yara aldıktan sonra yine Allah ve Resûlü'nün da'-vetine uyanlar, iyilik yapıp takva ile davrananlar için büyük mü­kâfat vardır. Bir kısım insanlar mü'minlere, düşmanlarınız size kar­şı toplandılar, aman sakının dediklerinde, bu onların imanlarım bir kat daha arttırmıştı. Allah en iyi vekildir ve bize y.eter, dediler. Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenalık dokunmadan Allah'ın ni'-met ve keremiyle geri döndüler. O'nun rızâsına uymuş oldular. Al­lah büyüktür, kerem sahibidir[46]». 

 

4- Yevmü'r-Racr  Ve  Biri Maüne  Olayları

 

a- Racî' Olayı  (Hicretin Üçüncü Yılı)

 

Udal ve Kare kabilelerinden bir hey'et Resûlullah'ın yanına ge­lerek; îslâm haberinin kendilerine ulaştığım ve bu dinin hükümle­rini kendilerine öğretecek  muallimlere  ihtiyaçları olduğunu  söylediler. Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), ashabından bir grubu gön­derdi. Onların arasında, Mersed bin Ebî Mersed, Hal!d bin Bükeyr, Âsim bin Sabit, Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Dessine ve Abdullah ' bin Tarık bulunmaktaydı. Resûlullah, Âsim bin Sâbit'i onlara başkan ta'yin etti.

Buhâri, senediyle Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Ashâb-ı Kirâm'dan olan bu da'vetçi grup, Usfan ile Mekke arasın­da bir yere kadar yürüdüler. Onların bu mevklye geldikleri haberi, Hüzeyl kabilesinden Lihyân oğulları denilen bir oymağa bildirildi. Lihyân oğullarından yüze yakın bir okçu grubu da hemen onların peşine düşüp izlerini sürerek, İslâm daVetçilerinin daha önce ko­nakladıkları yere geldiler. Orada İslâm da'vetçilerinin Medine'den azık olarak yanlarına aldıkları hurmaların çekirdeklerini gördüler. Kendi aralarında hemen: «îşte Medine hurmasının çekirdekleri» de­diler. Bunun üzerine İslâm da'vetçilerinin izlerini sürerek gelip on­lara ulaştılar. Onlar Âsım'ın ve arkadaşlarının yanma varınca; Âsim ve arkadaşları da dağın tepesine sığındılar. Lihyân oğulları okçu­ları gelip onların etrafını kuşattılar ve onlara: «Eğer yanımıza iner­seniz hiçbirinizi öldürmeyeceğimize dair kesin söz veriyoruz» diye bağırdılar. İslâm da'vetçilerinin başkanı Âsim bin Sabit:  «Ben bir kâfirin zimmetine güvenip de asla aşağı jnmem. Allah'ım! Peygam­berini durumumuzdan haberdar et!» diye dud etti. Bunun üzerine savaşmaya başladılar. Sonunda Âsim bin Sabit de aralarında olmak üzere yedi kişiyi ok atarak şehid ettiler  Geriye Hubeyb bin Adiyy, Zeyd bin Dessine ve diğer bir başka kişi kaldı. Onlara da öldürme­yeceklerine dair kesin söz verdiler. Bu söz üzerine onlar da dağ­dan inerek gelip teslim oldular. Lihyân oğulları onları yakalayınca; kendi yaylarının kirişlerini çözüp, onlarla üçünü de bağladılar. Bu­nun üzerine üçüncü adam: «İşte ahde vefasızlığın, verilen sözü tut­mamanın bir başlangıcı bu!» diyerek gitmemek için diretti. Onlara karşı koyması üzerine pnlar da onun saçlarından yakalayıp sürük­lediler. O bunlara karşı koyunca hemen şehid ettiler.

Lihyân oğullan azgınları, Hubeyb ve Zeyd'i Mekke'ye götürüp sattılar. Hubeyb'i, Hâris'in oğulları satın aldı. Çünkü Hubeyb, Bedir savaşında Hâris'i öldüren kişiydi. Hubeyb onların yanında toplanıp kendisini öldürecekleri güne kadar esir olarak kaldı. Öldürülmesine karar verdikleri vakit, Hubeyb, Hâris'in kızlarından traş olmak üze­re bir ustura istedi. Olayın bundan sonrasını, ustura isted ği kadın şöyle anlatır:  «Ben dikkatsizce davranarak  çocuğa usturayı  verip

onun yanına gönderdim. Çocuk onun yanma girip usturayı verdi.

O da çocuğu alıp dizine oturttu. Ben bu durumu görünce feryâd ettim. Elinde ustura olduğu halde benim bu feryadımı anlayınca: «Çocuğu öldüreceğimden mi korkuyorsun? înşâallahü Teâlâ ben öy­le birşeyi asla yapmam» dedi. Yine aynı kadın anlatıyor: «Ben, Hu-beyb'den daha hayırlı bir esir görmedim. O zaman, Mekke'de üzüm bulunmadığı ve kendisi de zincirle bağlı olduğu halde onun üzüm salkımından üzüm yediğini gördüm. Herhalde, bunu ona rızık ola­rak Allah veriyordu!..»

Müşrikler Hubeyb'i öldürmek için, Harem'den dışarı çıkardılar. Hubeyb de: «Beni bırakınız da iki rek'at namaz kılayım» dedi. Na­mazını bitirdikten sonra yanlarına gelip: «Eğer namazı ölümden kor­karak uzattığımı zannetmiyecek olsaydınız, namazı uzatır ve çoğal-tırdım» dedi. Böylece öldürüleceği sırada iki rek'at namaz kılmayı ilk önce âdet ve sünnet edinen kişi Hubeyb bin Adiyy olmuştu. Hu­beyb idam sehpasında şu şiiri söyledi:

«Müslüman olarak öldürülecek olunca,

Vurulup hangi yanım üzere düşersem düşeyim.

Vallahi aldırmam arük hiçbir şeye,

Çünkü bunların hepsi o ilâhî Zât'ın uğrunadır.

Şu dağılıp târümâr olan cismimi,

Eğer dilerse O, kurtuluşa erdirir...»

Ukbe bin Haris kalkıp, Hubeyb'in yanına gitti ve onu şehid etti.

Kureyş müşrikleri, Âsını'ııı cesedinden bir parça kesip getirmek için onu tanıyan adamlar gönderdiler. Çünkü Âsim, Bedir'de Ku-reyş'in ileri gelenlerinden bazılarını öldürmüştü. Yüce Allah da onun cesedinin üzerine bulut karaltısını andıran arı sürüsü gönderdi. Bu arı sürüsü onu, Kureyş'in adamlarından korudu. Onlar onun cesedin­den hiçbir şey alamadılar[47].

Taberî fazla olarak şu olayı naklediyor: Taberi Ebi Küreyb'den, o da Ca'fer bin Avn'dan, o da İbrahim bin İsmail'den, o da Ca'fer bin Amr bin Ümeyye'den, o da babasından, babası da dedesinden şöyle dediğini rivayet eder: Resûlullah (s.a.v.) beni tek başıma Ku-reyş'e gözcü olarak göndermişti. Ben de, beni görmelerinden kor­karak, Hubeyb'in asıldığı ağacın yanına geldim. Ağaca çıkıp Hu­beyb'i çözdüm, o da yere düştü. Birazcık geri çekildim. Sonra tek­rar yanına geldim. Hubeyb'in cesedini göremedim. Sanki onu yer yutmuştu. Bu âna kadar Hubeyb'in iskeleti hiç görülmedi.

tbn îshâk anlatıyor:

Zeyd bin Dessine'yi de Safvân bin Ümeyye satın almıştı, öl­dürmek için onu Harem'den dışarı çıkardıkları vakit, Ebû Süfyân ona şöyle sordu: «Ey Zeyd! Allah aşkına doğru söyle! Şimdi yanı­mızda, senin yerine Muhammed'in boynunu vurmamızı, senin ise ailenin içinde sağ salim yaşamayı arzu etmez miydin?» O da: «Val­lahi, ben ailem içinde sağ salim oturup da, Muhammed Aleyh'.sse-lâm'ın değil benim yerimde olmasına, hattâ onun bulunduğu yerde bile bir dikenin batıp incitmesine gönlüm asla razı olmaz» diye ce-vab verdi. Bu söz üzerine Ebû Süfyan: «Ben insanlardan, Muham­med'in ashabının Muhammed'i sevdiği gibi hiçbir insanın bir baş­kasını sevdiğini görmedim[48]» dedi. [49]

 

b- Bi'r-İ Maûne Olayı: (Hicri Dördüncü Yılı)

 

Resûlullah (s.a.v.)'ın yanına, Medine'ye «Mülâıbü'l-Esinne» la­kabıyla meşhur Âmir bin Mâlik gelmişti. Resûlullah ona Müslüman olmasını teklif etti. Fakat o ne Müslüman oldu, ne de Müslüman­lıktan uzak kaldı. Aksine Resûlullah'a: «Yâ Muhammed! Eğer as­habından seçkin kişileri, Necid ahalisine gönderecek olursan, onlar senin tebliğ ettiğin dine çağrıda bulunurlarsa; umarım ki onlar sa­na tâbi olurlar» dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de: «Göndereceğim ki­şiler hakkında Necid halkından korkarım» buyurdu. Âmir bin Mâ­lik de, «Sakın korkun olmasın. Onları benim himayemde gönder de halkı İslâmiyet'e da'vet etsinler» dedi.

Bunun üzerine Resûlullah (s.a.v.), Sahâbe-i Kiram'dan seçkin yetmiş kişiyi da'vetçi olarak gönderdi. Bu olay Ibn Ishâk ve îbn Kesîr'in rivayetine göre, Uhud savaşından ondört ay sonra, Safer ayında olmuştu. îslâm da'vetçileri Maûne kuyusunun bulunduğu yere konaklayıncaya kadar yürüdüler. Orada konaklayınca içlerin­den, Haram bin Milhân'ı Resûlullah'ın mektubuyla birlikte, Âmir bin Tufeyl'e elçi olarak gönderdiler. Haram bin Milhân, Âmir bin Tufeyl'in yanına gelince; Âmir mektubu açıp okumadan, hemen Haram bin Milhân'ın üzerine çullanarak onu şehid etti. Buhâri, Enes bin Mâlikten şöyle rivayet eder: «Haram bin MUhân mızrak­la delik deşik edilip yüzünden aşağı kan akınca: «Kabe'nin Rabbi-ne and olsun ki kazandım gitti[50]» diye bağırdı.

Amir bin Tufeyl, geri kalan îslâm da'vetçilerinin işini bitirmek için Âmir oğullarından yardım istedi. Onlar da onun bu teklifini kabul etmeyip, «Biz, hiçbir zaman Ebû Berrâ'nın, Âmir bin Mâlikin taahhüdünü bozamayız» diyerek direttiler. Bu sefer Amir bin Tu-feyl, Süleym oğullarından Usayye, Ri'İ ve Zekvan kabilelerinden yardım istedi. Onlar da bu teklifi kabul ettiler. Hemen harekete ge­çip, İslâm da'vetçilerini konak yerlerinde kuşattılar. îslâm da'vetçi-Jeri etraflarının sarıldığını görünce; kılıçlarına sarılıp, savaşmaya bağladılar. îslâm da'vetçileri, düşmanları tarafından kılıçtan geçi­rilerek şehid edildiler.

islâm da'vetçilerinin develerini güden iki kişi vardı ki onlar bu üzücü olayda bulunmamışlardı. O iki kişiden biri de Amr bin Umeyye ed-Damrî idi. O daha sonra bu haberi öğrendi. Arkadaşla­rını savunmak için geldiler. Amr bin Umeyye ed-Damri'nin arka­daşı da onlarla birlikte şehid edildi. Kendisi canım kurtarıp Medi­ne'ye döndü. Yolda müşriklerden iki kişiye rastladı. Onları, Âmir oğullarından zannederek ikisini de öldürdü. Sonra Resûlullah'ın ya­nına gelip bu durumu haber verince, o iki kişinin Kilâb oğulların­dan olduğu ve Resûlullah'ın onlara dokunulmazlık belgesi verdiği anlaşıldı. Hz. Peygamber (s.a.v.), Amr'a: «Demek ki iki kişiyi öldür­dün ha, ben onların diyetini öderim» buyurdu!..

Resûlullah (s.a.v.), ashabından bu seçkin da'vetçilerin şehid edil­mesi olayına son derece üzüldü. Bir ay süresince şfibah namazında Süleym kabilelerinden Ri'l, Zekvan, Benî Lihyân ve Usayye oymak­larına beddua etmeye devam etti[51]   

 

İbretler Ve Öğütler

 

Bu üzücü iki olayda da önemli işaretler vardır. Biz onları aşa­ğıya özetliyoruz:

1- Raci' ve Bi'r-i Maûne hâdisesi, her ikisi birden bütün müs-lümanların, İslâm'a da'vet ve İslâm'ın hakikati ile ahkâmım insan­lara gösterme sorumluluğunda müşterek olduklarına işaret ediyor. İslâm'a da'vet işi diğer insanları bırakıp yalnızca Nebilere ve Re­sullere veya onların halifelerine ya da âlimlere emânet edilmiş bir iş değildir.

Hakikaten, bu da'vet ödevini yerine getirmenin ne kadar önem­li olduğunu, Resûlullah'ın kendi ashabının en seçkinlerinden sayılan yetmiş k'şiye varan bu Kur'an hafızlarını göndermesinden an­lıyoruz. Halbuki yine bu uğurda göndermiş olduğu altı kişilik hey'e-tin şehid edilmesi üzerinden çok uzun bir zaman bile geçmemişti. Gerçi Resûlullah (s.a.v.), bu yetmiş kişinin durumundan endişe duy­muştu. Bu endişesini de, Âmir bin Mâük'e; Necd halkım dine da': vet için bir hey'et göndermesi hususunda fazlaca ısrar ettiği zaman açıklamıştı. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v,) tebliğ yükünü taşımayı herşeyden daha önemli görüyordu. Eğer da'vctin sorumluluğunu yüklenmiş ve bu sorumluluğu yerine getirmek, ancak bu gibi teh­likelere girmekle ve bu tehlikelerin sonucuna razı olmakla mümkün oluyorsa, varsın bu tehlikeler oluversin. Allah'ın emrini yerine ge­tirme ve O'nun dâvasını tebliğ etme yolunda Allah'ın murad ettiği şeyler de varsın olsun!

2- Hakikaten biz, bu kitabın birinci bölümünde demiştik ki; eğer bir Müslümanın dininin emirlerini yerine getirme imkânı var­sa, Dâr-ı Harb'te ikamet etmesi mubah olur. Yoksa caiz olmaz. Re-sûlullah'm siyretinden buna delâlet eden bu sahne; bir Müslümanın Diyâr-ı Küfr'de îslâm da'veti ödevini yerine getirmeyi umud ederek orada ikamet etmesi bundan istisna edilmiştir. Çünkü bu bir cihad türüdür ki, farz-ı kifâye olduğundan sorumluluğu tüm müslüman-ları ilgilendirir.  Zira; farz-ı kifâyeyi,  bir kısım  müslümanlar tam olarak yerine getirirlerse, sorumluluk diğerlerinin üzerinden kalkar Aksi halde, hepsi günahkâr olur[52]

3- Biz müşriklerin kalblerinin müslümanlara karşı kin ve öf­keyle ne kadar dolup taştığına, hattâ müslümanlara karşı içlerin­deki gizli kini körüklemek maksadıyla hıyanet ve zulmün en şü­mullüsünü seçtiklerine açıkça delâlet eden Yevmü'r-R&cî' ve Bi'r-i Maûne hâdiselerinin muhtevalarını inceleyince; bu hıyanet ve kinin kurbanı olmuş şu müslümanlarda bu karakterin tamamen aksine eşsiz bir örneğe rastlıyoruz. Hubeyb (r.a.)'in, Haris oğullarının evin­de, ölüm saatini beklerken; esir olarak, nasıl tutulduğunu görmüş­tük. Hubeyb (r.a.), Haris oğullarının evinde ölüm hazırlığı yapmak için temizlenmek  maksadıyla  bir ustura  istemişti.  O  sırada  evde bulunan küçük bir çocuk, annesinin dalgınlığından istifade ederek emekliyerek Hubeyb'in odasına girdi,  intikam almayı düşünen ve hayatla ilgilenen bir kişinin hesabında bu an pazarlık etmek veya haksızlığa haksızlıkla mukabelede bulunmak için eşsiz bir fırsat­tır. Ev halkının tümünün düşüncesi de budur. Çocuğun annesi, yav­rusunun,  Hubeyb'in yanına gidişini farkeder etmez dehşete kapılarak, yavrusunu muhakkak bir ölümün pençesinden kurtarmak için sağa sola koşuştu. Fakat kadın, Hubeyb'in kendi hücresinde çocuğu dizine oturtmuş şefkatli bir baba gibi onunla şakalaştığmı gördüğü vakit dehşet içerisinde durakladı. Hubeyb ise kadına baktı ve kadı­nın içine düştüğü korkuyu anladı. Ağırbaşlı bir nıü'minin sükûneti içinde: «Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Ben inşâallah bunu asla yapmam» dedi.

islâm terbiyesinin jnsani eğitimdeki mucizesine bakınız! îşte Hu­beyb ve onu zulüm ve düşmanlıkla öldürmeye uğraşan kindar müş­rikler! Her ikisi de aynı coğrafyanın yetiştirdiği ve aynı an'anele-rin, aynı tabiatların bürüdüğü Araplardır. Fakat Hubeyb İslâm'a boyun eğdi, îslâm da onu başka bir insan olarak ortaya çıkardı. Ama diğerleri ise kendi sapıklıkları üzere, devam edip gittiler. Böy­le olunca da, kendi sapıklıkları onları zalim ve vahşi tabiatları için­de mahkûm etti. Bu duruma göre, İslâm'ın insan tabiatında yaptığı değişiklik ne kadar da büyüktür...

4- Yukarıda zikri geçen olaydan şu istidlal edilir:

Düşman elindeki bir esirin; üzerinde kâfir hâkimiyetinin. cere­yan etmesini -öldürülse bile - önleyemeyecek durumda ise, teslim olmaktan kaçınması hakkıdır.  Nitekm  Âsim  böyle yapmıştır.

Eğer düşman elinde bulunan esir, ruhsattan yararlanmak ister­se; Hubeyb ve Zeyd'in yaptığı gibi kurtulmayı umut ederek ve fır­sat kollayarak, emân isteme hakkına sahiptir.

Ama, esir düşmanların arasında dinini açığa vurma imkânına sahip olsa bile, kaçmaya gücü yettiği takdirde, en doğru görüşe göre bunu yapması vâclb olur. Çünkü kâfir elinde bulunan esir, tüm hakları elinden alınmış ve önemini yitirmiş bir kişi haline gelmiştir. Böyle olunca da bir esirin, kendini esaret ve kölelik zil­letinden kurtarması, onun başta gelen ödevlerinden biridir[53].

5- Öldürülmeden  önce  Zeyd  bin  Dessine'nin  Ebû  Süfyan'a verdiği cevabı düşündüğümüz takdirde,  Sahâbe-i Kirâmm kalblerinin Resûlullah'a karşı taşıdığı muhabbetin ne kadar olduğunu öğ­renmiş oluruz. Bu muhabbetin Resûlullah'ı korumayı, Allah'ın dini uğrunda herşeyi harcamayı ve her fedakârlığa katlanmayı, onların gönüllerine sevdiren sebeblerin en önemi ilerinden, olduğunda şübhe yoktur. Bir müslüman imanında ne kadar yükselirse yükselsin, yine de  Resûlullah'a  karşı  bu  gibi  bir  sevgi" olmadan,  onun  imanına nakıs iman gözüyle bakılır. Bu husus, Resûlullah'ın açıkladığı bir gerçektir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.): «Hiçbiriniz, ben ona ana-baba-sından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça gerçekten iman etmiş olmaz[54]» buyurdu.

6- Hubeyb'in Mekke'de esir olarak kaldığı günlerde başından geçen olaylardan zikretmiş olduğumuz üzüm yeme hâdisesi delâlet ediyor ki; her peygambere ait bir mucizenin olması nasıl mümkün ise, aralarında temel fark bulunmakla birlikte her veliye âit bir ke­rametin olması da cazdır. O fark da şudur ki; Peygamber mucize­si, peygamberlik iddiası ve herkese meydan okumakla birlikte olur. Ama evliyanın ve salın kişilerin kerameti ise, meydan okuma türün­den herhangi bir durum bulunmadan, yalnızca bir lütuf olarak ge­lir. Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâatın üzerinde ittifak ettiği görüş budur. Yüce Allah'ın Hubeyb'e, şehid edilmeden önce ikram buyurduğu bu kerametten ötürü, bu husus üzerinde fazlaca delil beyân etmekten kaçınıyorum. Çünkü bu olay, görüldüğü gibi, Buhâri ve diğerlerinin rivayet ettiği sahih hadisle sabittir..!

7- Bazıları şöyle sorabilirler: Yalnızca Allah'ın ve peygambe­rinin emrine uyarak yolan çıkan bu genç mü'minlere zulüm ve hı­yanet elinin uzanmasındaki hikmet nedir?  Allah onlara düşman­larını altetmek için güç veremez miydi?

Cevab: Birçok defalar belirtmiştik ki; Yüce Allah kullarına iki şeyi gerçekleştirmeyi emretmiştir: Bunlardan biri, îslâm toplumunu kurmak, diğeri ise zillete düşmeksizin dikenli yolda buna doğru koş­maktır. Bunun hikmeti de, insanın Allah'a karşı kulluğunun tahak­kuk etmesi, sadıkların münafıklardan ayrılması, Allah'ın onlardan şahidler edinmesi, Allah ile mü'mln kullar arasında cereyan eden ve Yüce Allah'ın şu âyetinde: -Allah yolunda savaşıp, düşmanları öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarım ve mallarım Allah Cen­net karşılığında satın almıştır...[55]» açıkladığı sözleşmenin pratik anlamının ortaya çıkmasıdır. îçinde bulunanların hepsi gerçekleşe­meyecek bir vehimden ibaret olsa bile, bu sözleşme senedinin altına imza atmak için hangi mânâ geri kalıyor? Bilâkis bu imza için o vakit hangi kıymet geri kalıyor ki, o imzanın sahibi onunla Cen-net'i ve ebedî mutluluğu kazansın.

Temeldeki problem, ancak şu dünya hayatına gerçek değerin­den daha çok ve gereken öneminden daha fazla önem veren; buna karşılık âhiret hayatıyla alâkası daha az olan kişilerin kafasında dönüp dolaşıyor, tşte bu Allah'a imanın yokluğunun işaretidir. Bu gibi insanlardan can ve mal ile tehlikelere atılmaları beklenemez. Gerçek mü'minlere gelince; onlarda temelden bu problem tasavvur dışıdır. Çünkü onlar kesinlikle inanıyorlar ki, şu dünya hayatının lezzeti, bir Müslümam kendisiyle Allah'a yaklaştığı en küçük bir tâatı yerine getirmesini önlemesi kadar önemli değil. Yine onlar ke­sinlikle inanıyorlar ki; ruhu feda etmek, şu dünya zindanından kur­tulup, âhiret ni'metleVine kavuşmaktan başka birşey değildir. Âhi­ret ni'raetleri bir gayeden dolayı veriliyor ki, o gaye bir Müslümanm yaşadığı hayatta tek umududur.

Bu şuur Hubeyb'in şehid edildiği sırada söylediği beyitlerde, hele özellikle son beyitte en açık bir şekliyle ortaya çıkıyor. O şöy­le diyor:

«Korkaklık göstererek ve çekinerek düşmana

Boyun eğmem aslat benim dönüşüm Allah'a olduktan sonra.» [56]

 

5- Benî Nadir Yahudilerinin  Medine'den Sürgün Edilmesi (Rebiülevvel Ayı, Hicretin 4. Yılı)

 

İbn-i Sa'd rivayet ediyor :

Resûlullah (s.a.v.) cumartesi günü Medine'den ayrılıp, Küba mescidine gelerek namaz kıldı. Beraberinde de Ensâr ve Muhacir­lerden bir grup Sahâbe-i Kiram bulunmaktaydı. Resûlullah (s.a.v.) sonra, Nadir oğullan yahudilerinin yanına geldi. Onlarla; kendisi tarafından dokunulmazlık belgesi verilmiş bulunan fakat yanlışlık­la Amr bin Umeyye ed-Damri'nin öldürdüğü Kilâb oğullarından iki kişinin diyetini konuştu. Yardımcı olmaları gerektiğini bildirdi. Za­ten Nadir oğulları ile Âmir oğulları arasında öteden beri anlaşma ve ittifak bulunmaktaydı. Bu husus tbn İshâk ve diğerlerinin riva­yetine göredir. Resûlullah'm bu sözlerine karşılık onlar da: «Olur, yâ Ebâ Kasım! îtz sana istediğin yardımı yaparız...» dediler. Bu sı­rada bir kısım yahudıler tenhaya çekilip, Resûlullah'a suikast yap­mayı plânladılar. İçlerinden Amr bin Cahhaş en-Naddari adındaki lahudi; «Ben evin damına çıkar, onun üzerine bir kaya bırakırım»

diyerek işi üzerine aldı. Çünkü Resûlullah, Yahudi evlerinden biri­nin duvarının dibinde duruyordu...

îbn Sa'd rivayetinde şunu da ekliyor:

Beni Nadir yahudilerinden Sellâm bin Müşkem onlara: «Sakın bunu yapmayın. Vallahi, sizin bu plânladığınız suikast ona haber verilir. Ayrıca bu iş, onunla bizim aramızda bulunan sözleşmeyi boz­mak demek olur[57]» dedi.

Yahudilerin plânladıkları suikast haberi, Cebrail aracılığı ile Resûlullah'a gelince, hemen bir ihtiyacını gidermek için kalkıyor­muş gibi davranarak yerinden kalkıp Medine yolunu tuttu. Ashâ-bıyla karşılaştığında: «Yâ Resûlâllah, kalkıp gittiniz, sebebini an­layamadık» d^ye sordular. O da: «Yahudiler, beni öldürmeyi tasarla­dılar. Allah bana bu durumu haber verince, hemen kalkıp gittim» buyurdu.

Bu olay üzerine Resûlullah (s.a.v.) onlara: «Yurdumdan çıkı­nız! Siz bana suikast etmeyi, beni öldürmeyi plânladınız. Size on gün mühlet veriyorum. Bu süreden sonra buralarda sizden kim görülürse boynunu vururum...» diye bir elçi gönderdi.

Bu haber üzerine yahudiler Medine'den çıkmak için hazırlığa başladılar. Fakat münafıkların başı Abdullah bin Ubey bin Selûl on­lara : «Sakın yurdunuzu bırakıp gitmeyin. Kalenizde oturun. Be­nimle birlikte kavmimden ve diğer Arap kabilelerinden sizinle be­raber çarpışacak iki bin kişi var..» demek üzere adamlarından bir haberci gönderdi. Onlar da çıkmak için verdikleri karardan vaz­geçtiler. Kalelerine sığınıp beklediler. Resûlullah (s.a.v.î da on­larla savaşmak ve üzerlerine yürümek için hazırlık yapmasını em­retti.

Sonra Resûlullah (s.a.v.>, Nadir oğulları yahudilerinin bölge­sine doğru hareket etti. Yahudiler yanlarına oklarını ve taşları ala­rak kalelerine sığındılar. Fakat Abdullah bin Ubey bin Selûl onlara yardım etmedi ve verdiği sözü yerine getirmedi. Hz. Peygamber, (s.a.v.) de onların etrafını kuşattı. Hurmalıklarının kesilmesini ve yakılmasını emretti[58]. Bunun üzerine yahudiler: «Yâ Muham­medi Sen bozgunculuğu ve fesadı meneder, bunu yapanları ayıp­lardın. Şimdi yaş hurma ağaçlarını ne diye kestiriyor ve yaktırıyor­sun?» diyerek bağırıştılar. Bu konuda Cenâb-ı Hak şu âyet-i kerîmeyi indirdi: «Siz herhangi bir hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üze­rinde dikili bıraktuıızsa bu hareketiniz (fesad için değil), hep, Al­lah'ın izniyledir ve fasıkları perişan etmek içindir[59]».

Nadir oğullan yahudileri, Resûluîlah'a kendi istediği gibi, Me­dine'den çıkmalarını teklif ettiler. Fakat Resûlullah (s.a.v.) Bugün ben, sadece başınızı alıp gitmenizi kabul ederim. Savaş araç ve gereçleri hariç, bir devenin taşıyabileceği eşyalarınız size aittir. Di­ğer mallarınız, artık size ait değildir» buyurdu. Yahudiler de bunu kabul ettiler ve develerinin taşıyabileceği kadar mallarını yükleyip gittiler. İbn Hişâm, yahudilerden bir adamın yıktığı evinin kapı­sını devesine yükleyip götürdüğünü nakleder. Nadir oğullarından bir kısmı Hayber'e, bir kısmı da Şam'a gittiler. Onlardan iki kişi hariç hiçbirisi Müslüman olmadı. Müslüman olanlar, Yâmin bin Umery bin Kâ'b bin Amri bin Cahş ile Ebû Sa'd bin Vahb idi. İki­si de mallarını aldılar[60]..                                        ı

Resûlullah (s.a.v.), Nadir oğullarının mallarını Ensâr'a değil de, ilk muhacirler arasında taksim etti. Ensâr'dan da fakir oldukları bildirildiği için iki kişiye de mal verildi. Onlar da, Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne Semmak bin Harşe idi. Nadir oğullarının malları sadece Resûlullah'a âit idi., Belâzuri «Fütûhu'l-Büldân» adlı kita­bında, Resûlullah'ın, hurmaların altındaki araziyi ektirip, hanımla­rının ve ehlinin bir yıllık geçimini oradan sağladığını; fazla kalanı­nı ise savaş araç ve gereçleriyle silâh te'minine ayırdığını kayde­diyor[61]. Haşr sûresi baştan sona kadar, Nadir oğulları yahudileri hakkında indi. Şu âyet-i kerime de, Resûlullah'ın Nadir oğullarının mallarını taksim etme hususundaki politikasını açıklar mahiyette indi: «Allah'ın onların mallarından «Fey» olarak peygamberlerine verdiği mala gelince; siz ona ne at, ne de deve koşturdunuz. (O ya­kın yere yürüyerek gittiniz) Fakat Allah, Resullerini dilediği kim­selere, hakim kılar. Onların gönüllerine korku düşürür, onlar Üze­rinde hükmünü yürütür. Allah herşeye hakkıyle kadirdir. Allah'ın peygamberine (kafir) memleketler ahalisinden verdiği ganimet (Fey) Allah için (Kabe ve diğer mescidlerin tamiri için) peygamber İçin, ona yakın olan akraba için, yetimler, yoksullar ve yolda kal­mış kimseler içindir. Tâ ki o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (devlet) olmasın. Peygamber size ne verdi ise onu alın; size neyi yasak etti ise onu da almayan. Allah'tan korkun, çünküAllah çok şiddetli azab sahibidir[62]».[63]

 

İbretler Ve Öğütler

 

Bu olay, Yahudinin içine iyice kök salmış hıyanet ve ahde ve­fasızlık huyunun ikinci tablosudur. Biz bundan önce de, Kaynuka oğulları yahudilerinin başvurdukları hıyanetlerden diğer bir şekli­ni görmüştük. Bu husus sayılamayacak kadar olayların doğruladı­ğı tarihi bir hakikattir. Onlara isabet eden ilâhi lanetin sırrı da işte budur. Bu ilâhi laneti Cenâb-ı Hakk'ın şu kavli tescil etmiştir: «İsrail oğullarından kâfir olanlara hem Davud'un, hem de Meryem oğlu İsa'nın dili ile lanet olundu. Bunun sebebi, onların isyan et­meleri ve hakkın sınırını asmış olmalarıydı[64]».

Sonra, bu olayda güzel dersler ve İslâm şeriatının hükümlerin­den birçoğuyla ilgili önemli işaretler bulunmaktaydı. Biz onları aşa­ğıdaki şekilde özetliyoruz:

1-Yahudilerin Resûhıllah için tertipledikleri suikastı ortaya çıkarmak için Allahü Teâlâ'dan Resûlullah'a gelen bu haber, Yüce Allah'ın kendi elçisini bi'setinden önce ve bi'seti esnasında ikram buyurduğu birçok hârikalardan ve mucizelerden biri sayılır. Bu mu­cize de Resûlullah'ın peygamber sıfatının, öbür şahsî özelliklerinden önce geldiğini ortaya koyar. Mes'ele bizim dikkatimizi bu yöne çek-memizdir. Onun peygamberliğine imanımız da böyle artar...

Siyret ve Fıkhu's-Siyre konusunda eser veren bir kısım yazar­lar; yahudilerin niyyetlerini açığa çıkarmak maksadıyla, Resûlul­lah'a inen şu «İlâhî Haber»den söz ederlerken; bununla yahudile­rin tertipledikleri suikastın kendisine ilham edildiğini açıklamak isterler. Halbuki ilham kelimesi, bütün insanlara âit müşterek bir mânâya delâlet ediyor. Karineler ve işaretler yolundan ibaret olan ilham duyusu tabii bir duyudur. Bu duyu sadece bir grup insana âit olamaz. «İlâhî Haber» kavramı ise, Siyret âlimlerinin (Allah on­lara rahmet eylesin) de kullandığı gibi; yalnızca Nübüvvetin husu­siyetlerinden ve özelliklerinden olan bir tek mânâya delâlet eder. Biz biliyoruz ki, başkası değil de, bu mânâ Hz. Peygamber'e tuzağı hissettirdi. O da, Allahü Teâlâ'nın Resûlullah'a,  «Allah  seni diğer insanlara karşı koruyacak...» diye verdiği kesin sözü yerine getir­mesidir.

Durum böyle olduğuna göre, ifadeyi değiştirme de, ne oluyor? Ama hakikaten bu tutum, mucizeleri inkâr etme niyyetinden başka birşey değildir. Önceki konulardan da okuyucu biliyor ki, Hz. Pey­gamber (s.a.v.)'in mucizelerini -mütevâtir kesinlikle sabit olduktan sonra- inkâr etmek ancak, Hz. Peygamber'in peygamberliğine iman etmedeki zayıflıktan kaynaklanır.

2- Nadir oğullarının hurma ağaçlarını kesme ve yakma işi ittifakla sabittir. Resûlullah'ın bu ağaçlardan kesip yaktırdığı sade­ce bir kısımdır. Sonra geri kalanlarını olduğu gibi bırakmıştı. Resû­lullah'ın bir kısmını kesip, bir kısmını bırakmasını Kur'an âyetleri tasvib eder bir şekilde inmişti. Bu konudaki âyet şudur: «Siz (kâfir­lerin kinini artırmak için) herhangi bir hurma ağacını kestiniz, ya­hut kökleri üzerine dikili bıraktmızsa, bu hareketiniz hep Allah'ın izniyledir ve fâsıkları perişan etmek içindir...[65]»

îslâm âlimlerinin tümü, buradan yürüyerek, düşman" ağaçlarını yok etme konusundaki şer'i hükmün, düşman: yenmek için komu­tanın yarar görüp uygulamasına bağlı olduğu görüşünde birleşti­ler. Bu duruma göre mes'ele, siyaset-i şer'lyye ta'birine giren şey­lerden olmaktadır. Âlimler ftesûiullah'ın bu, hurmalar konusunda­ki tasarrufunun (kesmek veya bırakmak şeklinde) asıl maksadının, maslahatı ve onun yolunu araştırmak ve kendmden sonraki lider­lerine göstermek ve öğretmek olduğunu söylemişlerdir.

İmam Şafiî yine bu konuyla ilgili olarak, Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in şu aşağıdaki olayda «kesmek ve yakmakla ilgili emrini» delil ka­bul etmiştir. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Halid bin Velid'i, Tülâyha ve Te­mim oğullarına gönderirken; Şam savaşlarında ağaçları kesip yak­maktan onu nehyetmesine rağmen, bu sefer de yakıp kesmesini em­retmiştir. İmam Şafii (Rahimehullah) bu konuda şöyle diyor: «Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in meyva veren ağaçları kesmemelerini emretmesi muhtemeldir. Çünkü o, Resûlullah'ın Şam beldelerinin müslüman-lar tarafından fethedileceği haberini duyduğu için böyle emir ver­mişti. Hz. Ebû Bekir'in ağaçlan kesmesi veya bırakması kendisine mubah olduğu için, o da müslumanların yararını düşünerek, bırak­mayı tercih etti[66]».

Maslahat iktiza ettiği zaman, kâfirlerin ağaçlarını kesmenin ve yakmanın mubah olduğunu söylediğimiz bu görüş, İmam Nafi'nin, imam Sevri'nin, Ebû Hanlfe'nin, Şafiî'nin, İmam Ahmed'in, îmam îshâk'ın ve tüm fukahânın görüşüdür.

Leys bin Sa'd'dan, Ebî Sevrî'den ve Evzâî'den bunun caiz olma­dığı rivayet edilmiştir[67].

3- İmamlar, müslümanlann düşmanlarından savaş etmeden aldıkları ganimetlerin «fey» olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Fey-' in tasarrufu ve gözetimi, müslümanlann menfaatinin koruyucusu tmam'a ait olduğu ve savaştan sonra aldıkları ganimetleri orduya taksim ettiği gibi, onu da taksim etmesin'.n üzerine vâcib olmadı­ğı üzerinde ittifak etmişlerdir. İmamlar, bu görüşlerine, Resûlullah (s.a.v.)'ın Nadir oğulları mallarının taksimindeki siyâsetim delil göstermişlerdir. Çünkü Resûlullah (s.a.v.) -yukarıda da gördüğü­müz gibi -; Nadir oğullarının mallarını yalnızca muhacirlere tah­sis etmişti. Kur'ân-ı Kerîm'de, yukarıda belirttiğimiz İki âyet de, Resûlullah'ın bu davranışını tasvip ederek inmişti.

İslâm âlimleri, müslümanlann savaş yoluyla ele geçirdikleri top­raklar hususunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Mâl.k, arazinin mutlak olarak taksim edilemiyeceğini, oranın haracının (vergisinin) yalnız­ca müslümanlann yaran için vâkıf olacağım-, ancak devlet başka­nı, maslahatın taksim gerektirdiği görüşüne sahip olursa, bunu ya­pabileceğini kabul etmiştir. Hanefiler de bu görüşe yakın bir görü­şü benimsemişlerdir.

imam Şafii'ye gelince o, zorla alınmış düşman topraklannın di­ğer ganimetlerin taksimi vâcib olduğu gibi, bunun taksiminin, de vâcib olduğu görüşünü savunmaktadır. İmam Ahmed'in mezhebinin zahiri de budur.

İmam Şafii'nin sahip olduğu görüşün delili; Resûlullah'ın Nadir oğullan mallanndaki tasarrufudur. Resûlullah'in, savaşta alınan ga­nimetlerin savaşçılar arasında taksiminin gerekli oluşunun hilâfı­na, Nadir oğullanmn mallannda yaptığı tasarrufun sebebi, bu ga­nimetleri elde etmeye medar olacak herhangi bir çarpışmanın ol­mayışıdır. Resûlullah'ın Nadir oğullar: ganimetindeki karannın se­bebini açıklamadaki muğlaklığı şu âyet-i kerime giderir: «Allah'ın, Nadir oğullanmn mallanndan peygamberine verdiği ganimete «Fey»e gelince: Siz ona ne at koşturdunuz, ne deve...[68]».

Fey arazisinin bölünmemesinin sebebi bu olunca, bir hükmün illeti kalktığı zaman, onunla birlikte hükmün de kalkacağı ve ga­nimetler hakkında ta'yin edilmiş olan hüküm tekrar geri geleceği gayet açıktır. Bu konuda arazi ve diğer şeyler eşittir...

İmam Mâlik ve Ebû Hanife'nin sahib olduğu görüşün delilleriy­le ilgili olaylar çoktur. Onlardan en önemlisi Hz. Ömer (r.a.)'in Irak havalisini taksim etmekten çekinip; orayı müslümanlara fazladan bir gelir sağlayan vâkıf yapma şeklindeki uygulamasıdır. Yaptığımız bu  açıklamadan  daha  fazlasını  burada  yapmaya  mahal  yotur.

Yine, dikkat etmemiz gereken bir husus da, Nadir oğullan gani­metinin taksiminde Resûlullah'ın siyâsetini açıklayan her iki âyet de Yüce Allah'ın zikrettiği sebeb (illet) tir. Hani Resûlullah (s.a.v.), Nadir oğullarının mallarını başkalarına değil de yalnızca bir grup insana vermişti. Allahü Teâlâ bunun sebebini açıklamada şöyle bu­yurmuştu: «...Tâ ki, o mal sizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir servet (devlet) olmasın...» Yâni bu servet, sizden yalnızca zen­gin tabaka arasında sınırlı olarak elden ele dolaşmasın.

Bu gayenin sebebini açıklamak şunu ilân ediyor: îslâm Şeri-atı'nın mâlî işlerdeki politikası;, baştan başa bu prensibi (yâni ser­vetin belirli kesimin elinde bulunmaması) gerçekleştirmek üzere ku­rulmuştur, îslâm Şeriatı kitablarının mâli ve iktisadî işlerle ilgili hükümlerle dolup taşmasından insan topluluklarım ve sınıflarını bi-nbirine yaklaştıran âdil bir toplumun kurulması amaçlanır. Bu ik­tisadi sistemle, halk arasında meydana gelen ve adaletin işleyişi ile tatbikatına etki eden darboğazlar önlenir.

Zekât hükümlerine işlerlik kazandırılarak, faiz yasaklanarak ve çeşitli ihtikâr kaynakları kurutularak; İslâm şeriatının hüküm­leri ve mali işlerle ilgili özel nizamı uygulama alanına konulmuş olsa, elbette tüm insanlar bolluk ve refah içinde yaşayacaklardır. Belki bazan nzık konusunda aynı eşitlik içinde olmayabilirler, ama tümü de yine ellerinde bulunanla yetinirler. Eğer bu toplumda her­kes birbiriyle yardımlaşma içinde olursa, onların içinde diğerini ezen bir grup bulunmaz.

Daha da önemlisi; Yüce Allah'ın şu dünyada şeriat koymasının gayesi îslâm toplumunu kurmak olduğuna göre, bunun içinde kal­mak ve dışına çıkmamakla yükümlü olduğumuz belirli sebebler ve yollar koyduğunu bilmemiz gerekir. Yâni Yüce Allah bizi hem ga­ye ve hem de vasıtaya uymaya çağırıyor. İslâm'dan maksad, içti­maî adaleti kurmaktır. Bunu gerçekleştirmek için istediğimiz yolu ve vasıtayı kullanalım, demek doğru olmaz.. Bilâkis bu gaye ve vasıtanın dışına çıkmak sayılır. Allah'ın bize gerçekleştirmeyi em­rettiği bu gaye, bizim için bu gayeye giden yol olarak konulan se­bebe sarılmanın dışında gerçekleşemiyecek. Tarih bunun en büyük delili, hâdiseler bunun en büyük şahididir.

Kur'ân-i Kerim'in bu hâdise üzerine ve bu hâdisenin umumî münâsebeti üzerine getirdiği açıklamayı anlayabilmek için yâni; ya-hudllerle münafıkların münâsebetini, Resûlullah'ın mal ve savaş ko­nusundaki siyâsetini v.s. kavrayabilmek için Haşr sûresinin tümü­nü okumak uygun olur. Bu sûre Nadir oğulları olayının ders ve öğütlerini öğrenmeye imkân tanıyan hususların en önemlisidir. [69]

 

6- Zatü'r-Rika' Gazvesi

 

Bu gazve, siyer ve meğâzi müelliflerinin müşterek kanaatince, Hicretin IV. yılı ve Beni Nadir'in sürgün edilişinden birbuçuk ay kadar sonra vuku bulmuştur. Buhârİ ve bazı muhaddisler ise bu­nun, Hayber gavzesinden sonra olduğunu benimserler.

Sebebi de, Necid bölgesi kabilelerinin müslümanlara yaptıkları kötülüklerdi. Mes'ele, şu yedi da'vetçinin öldürülme olayıydı. On­lar kabileleri İslâm'a da'vete gitmiş de suikaste uğramışlardı. Re-sûlullah da buna karşı o bölge kabilelerine, özellikle Beni Sa'lebe'-ye karşı harbe çıkmış, Medine'ye de Ebü Zerr el-Gıffâri (r.a.)'yi vali olarak bırakmıştı.

Resûlullah (s.a.v.) ordugâhını, Necid'de, Gatafan arazisinde «Nahl» diye anılan yere kurdu. Hikmet-i ilâhi, kabilelerin gönlüne bir korku düştü. Herbiri bir yana dağıldılar. Halbuki İbn Hişâm'm haberine göre, oldukça da kalabalıklardı. Müslümanlardan kaçma­ları sonucu çatışma çıkmadı.

Ancak, bu gazvenin naklinde birtakım tesbitler müşahede edi­liyor, yine de: Yâni iyi bakılırsa, savaş olmamasına rağmen, biz olayı ayrıntılarıyla nakletmeye başlayınca, görülecek ki, hayatımız için birçok ibret ve düstur var.[70]

 

Hâdise Haberlerde Şöyledir:

 

1- Sahihayn'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayeti: Diyor ki, «Biz Resûlullah   (s.a.v.)   ile gazveye  çıktığımızda,  altr kişi  bir gruptuk, bir tek devemiz vardı. Benim tırnaklarım söküldü... Ayaklarımızı es­ki çapıtlarla sarıyorduk.  Bunun üzerine  ben  buna   (yamalı  savaşı anlamına)   «Zâtü'r-Rika' Gazvesi» dedim. Ayaklarımızı yamalamışız gibisine bir nükteydi bu... Ravî diyor ki: Ebû Mûsâ böyle söylüyor ama, söylediğinden de pek hoşlanmıyor. Sanki bir sırrını ifşa et­miş gibi söylediğinden rahatsız görünüyordu.

2- Buharı ve Müslim'deki nakil:   «Resûlullah  (s.a.v.)  Zâtü'r-Rika' Gazvesi'nde salât-ı havf  (korku namazı)   kıldı. Bir grup  saf tutup namaz kılıyor, bir grup ise düşmanı gözetliyordu. Birinci grup-

la bir rek'at kıldı. Ama o ikinciye kalktı, ayakta iken, cemaat ikin­ci rek'atı tamamlayıp acele düşman karşısına koştular. Bu sefer ikinci grup geldi (ve Resûlullah ikinci rek'atta iken ona uydular), onlarla da ikinci rek'atı kılınca oturdu. O otururken, bu cemaat da kalkıp kalan birinci rek'atı tamamladılar ve Resûlullah bunlarla birlikte selâm verip namazı tamamladı[71].

3- Yine Buhârî'nin Câbir'den nakli şöyle: Resûlullah yola çı­kınca o da berabermiş. İhtiyaç molası vakti gelmiş ve bir vadide, od ağaçlarından bir koruluğa inmişler. Herkes bir ağacın altına çekilmiş gölgelenmişler. Resûlullah (s.a.v.) da bir sakız ağacının al­tına oturmuş ve kılıcını da dala asmış. Câbir sözüne şöyle devam ediyor: «Biz bir müddet uyuya kalmıştık. Birden Resûlullah (s.a.v.)'-in yanında bir yabancı oturuyor. Resûlullah bize: Şu adamı görüyor­sunuz!   Gelmiş  kılıcımı  çekmiş,   -ben  tabiî   uyuyorum.-  uyandım. Onun elinde yalın kılıç:  «Seni benim elimden kim kurtarır?» diye meydan okuyor... Ben de var gücümle, «ALLAH...» dedim. İşte ba­kın (kuzu kuzu) oturuyor!..» Ve Resûlullah o adamı cezalandırma­dı da, salıverdi[72]»...

4- îbn tshâk ve Ahmed'in Câbir'den (r.a.)  rivayeti:  «Biz Re­sûlullah   (s.a.v.)   ile Zâtü'r-Rika'  Gazvesi'ne  çıktığımızda;  önce  bir müşrike kadına ok isabet etmişti. Resûlullah  (s.a.v.)   oradan ayrı­lıp kafileyle yürüdü. Ama kafile ilerlerken, bu sefer ortalarda ol­mayan kocası çıkageldi ve yemin ediyordu;  Muhammed'in adam­larından birinin   kanını   dökmeden peşinizi bırakmayacağım diye. Ve başladı Resûlullah'ın izini takibe. Resûlullah bir yerde konakladı ve buyurdu ki, «Bu gece bizi bekleyecek kişi kimdir?» Hemen, Mu­hacirlerden bir ve Ensâr'dan bir kişi[73] fırladı. «Biz bekleriz ey Al­lah'ın Resulü!» dediler. Resûlullah (s.a.v.) da, bir dere boğazına ko­naklamıştı. Onlara: «Geçidin ağzını tutun» diye emir verdi.

Adamlar geçidin ağzına gelince; Ensâr'lı, Muhacire dedi ki: Ge­ce nöbetini nasıl arzu edersin? îlk yarı mı, gece yarısı mı? O da, yandan sonrası daha iyi dedi ve Muhacir nöbetçi yatıp uyudu. En-sâri ise başladı namaz kılmaya. Birden o adam çıkageldi ve Ensâ-ri'yi görünce, ordugâhın nöbetçisi olduğunu anladı. Okunu yönelt­ti ve nöbetçiyi vurdu. Ama Ensâri yiğit, oku çıkarıp attı, namaza devam etti. Adam tekrar nişan aldı ve vurdu. Nöbetçi yine (vücu­duna saplanan) oku çıkarıp attı ve namaza devam etti. Üçüncü kez de aynı durum tekrarlandı ve nöbetçi rükûa, secdeye vardı. Nihayet arkadaşını uyandırdı: Kalk ben vuruldum dedi. Uyanan, «Vuruldun mu?» diye haykırınca, adam onların kendisini farkettiklerini anla­dı ve hemen kaçtı. O sırada Muhacir, Ensârİ'nin kan revan içinde olduğunu görünce, Allah Allah, insan daha ilk anda beni uyandır­maz mı yahu dedi. Ensârî ise; «Ben bir sûre okuyordum, onu kes­mek gönlüme zor geldi. Oklar ardı ardına gelince, artık o zaman seni uyardım. Vallahi bana Resûlullah (s.a.v.) bir geçidi koruma görevi vermişti. Oonu kaybetmiyeceğimi bilsem, ya o sûre ile na­mazı tamamlardım ya da öylece son nefesimi verirdim[74]» cevabını verdi.

5- Buhâri ve Müslim (sahihlerinde); İbn Sa'd, Tabakat'ında; Ibn Hişâm, Siyer'inde... Câblr îbn Abdullah'tan naklettiler

Der ki: «Resûlullah (s.a.v.) ile Zâtü'r-Rika seferine çıkmıştık. Benim çok zayıf bir devem vardı. Resûlullah'm ordusu yürüyünce, arkadaşlarım ilerleyip gitti, ben gerilerde kaldım. Arkadan Ftesûlul-lah <s.a.v.) yetişti. Ne o Câbir? diye seslendi. Ben de; işte şu deve ile ağır ağır gidiyorum yâ Resûlâllah, dedim. Bana, yık şunu de­di. Yıktım devemi, o da yıktı. Sonra; ver şu elindeki sopayı dedi. Verdim. Aldı sopayla hayvanı birkaç tane okşadı. Sonra bin dedi, bindim ve yürüdük. Onu Hak Nizam ile gönderene yemin olsun ki; benim devem onun devesiyle yarışmaya ve nerdeyse geçmeye baş­ladı.

Ve bu esnada Resûlullah ile aramızda şöyle bir muhavere geçti:

Resûlullah (s.a.v.): Câbir, bu deveyi bana s at sana!., dedi.

Ben: Ey Allah'ın Resulü, ne hacet, sana bağışlarım, deyince;

Resûlullah (s.a.v.): Hayır, bedeliyle ver, dedi.

Ben: O halde bir fiyat ver yâ Resûlâllah!...

Resûlullah  (s.a.v.): Bir dirheme alırım, buyurdu.

Beri: Hayır yâ Resûlâllah! O zaman beni aldatmış olursun, de­dim.

Resûlullah  (s.a.v.): Peki iki dirhem olsun.

Ben: Hayır, dedim. Ve Resûlullah bana fiyatı sürekli yükselti­yordu. Nihayet bir «Ukiyye»ye vardı[75]. O zaman ben: Razı mısın yâ Resûlâllah? deyince

Resûlullah: Evet, dedi.

Ben: Senin oldu, dedim.

Resûlullah  (s.a.v.}:   «Aldım»  dedi...

Sonra Resûlullah sözü değiştirdi:

  Câbir, evlendin mi artık? dedi.

  Evet yâ Resûlâllah, dedim.

  Dul mu, kız mı? dedi.

  Hayır dul kadın, dedim.

  Bir kız alamadın mı, birbirinizle oynaşırdınız, dedi.

  Biliyorsun yâ Resûlâllah!  Babam  Uhud'da öldü.  Yedi  tane kız çocuğu kaldı. Onları başına toplayacak, onlara bakacak, eğite­cek bir kadın almayı uygun buldum.

  İnşâallah  isabet  etmişsindir,  buyurdu.

Ve devamla «Biz Sırar'a[76] varınca bir deve yavrusu keseriz. Orada böylece bir günümüz geçer. Aile halkı duysun da, bize evi hazırlar yastıkları dizerler» gibisine birşey söyledi. Ben ona: Biz­de minder yastık ne gezer? dedim. O da: Olur inşâallah. Sen varınca iyi işler yap, dedi.

Câbir der ki: Sırar'a gelince Resûlullah (s.a.v.), kesme emri ver­di ve deve kesildi. O gün orada kaldık. Akşamleyin de Resûlullah ile birlikte Medine'ye girdik.»

Yine Câbir devam ediyor: Sabah olunca devenin yularından tutup, götürdüm. Onu Resûlullah'ın kapısına çöktürdüm. Ve gidip mescldde Resûlullah'ın yanına oturdum. Resûlullah (s.a.v.) çıktı, deveyi görünce sordu: Bu nedir? Dediler ki, bu deveyi Câbir getirdi yâ Resûlâllah!.. Câbir nerede dedi? Ve beni çağırdılar. Tut deve­nin yularını yeğenim, o deve senindir, dedi. Bilâl'i de çağırıp ona; Câbir'le git de ,ona ukıyyeyi ver, diye emir verdi. Gittik. Bilâl ile. Parayı verdikten başka biraz da fazlasını verdi. Vallahi .o para bit­mek bilmedi ve evimizdeki etkisi belli idi hep!..[77] [78]

 

Dersler Ve İbretler

 

Bu Gazvenin Tarihi Kritiği:

 

Meğâzi ve siyer bilginlerinden elde ettiğimiz müşterek kanaate göre, bu gazve Hayber gazasından öncedir. Ama bir kısım meşhur araştırmacılar, Beni Nadir olayını müteakip ve Hicretin dördüncü yılda olduğu görüşünü tercih ediyor. İbn Sa'd ve tbn Hibbân gi­biler ise, beşinci yılda vukubulduğunu savunur. Ne var ki, İmam Buhâri Sahİh'inde, Hayber'den sonra olduğuna sened gösterirken; kitaptaki sıralayışta Hayber'den önce saymıştır. Hafız îbn Hâcer de, Buhâri'nin delilini, havf namazının «Zâtü'r-Rika'»da meşru kılındı­ğına, «Hendek» savaşında ise Resûlullah'ın havf namazı kılmayıp namazı geçirdiği ve kaza ettiği karinesine dayanarak tercih edi­yor. Tıpkı bunun gibi; Ebû Müsâ el-Eş'ari'nin sahihaynin naklini de, irdeliyerek; ayaklarının patlaması ile çapıtla sarmaları ve se­fere de bu yüzden «Zâtü'r-Rika'» denmesinin esas ve isbat sayarak; Hayber'den sonra olduğunu vurguluyor. Çünkü Ebû Mûsâ Habeşis­tan'dan, Hayber'den sonra dönmüştü[79]. Nihayet İbn Kayyım, bu de­lillerin ışığında durumu inceleyerek, bu gazvenin (G. Zatü'r-Rika') Hendek savaşından sonra olduğunu söylüyor.

Bize gelince: Bu gazvenin Hendek olayından önce olduğu apa­çıktır deriz. Çünkü Sahîh-i Buhâri'de kesin olarak belli ki; Câbir (r.a.) Hendek savaşı sırasında Resûlullah'tan izin alarak evine git­miş ve ResûluIIah'ın açlığından sözetmiş, Resûlullah'ı ve Ashabını yemeğe da'vet etmiş olduğu ve Resûlullah'ın da, Câbir'in hanımına; «Bundan sen de ye, halka da yedir, çünkü açlık umumidir» dediği bilinirken; Zâtü'r-Rika'da ise Câbir'e, «Peki evlendin mi?» diye sor­duğu, onun da evet dediği sahîkayn'de tafsilatıyla geçti. Yâni o za­man Câbir'in evliliğini Resûlullah bilmiyordu demektir. O halde bu Zâtü'r-Rika', Hayber bir yana Hendek'ten bile önce olmuştu. Du­rum buna açıkça delâlet eder.

Ben, Hendek savaşını Zâtü'r-Rika' gazasından sonraya alacak, bundan daha geçerli isbat göremedim. Aksi de öyle tabii... Fakat her hâlü  kârda,  isbatımızm kat'iyyet derecesine  vardığını söyleyebili­rim.

Hafız İbn Hâcer'in; Resûlullah (s.a.v.)'ın, Hendek savaşında «Havf Namazı» kılmayıp, namazı kaza ettiğine dair yürüttüğü îsba-ta gelince; cna şöyle cevab verilebilir: O gün namazın kazaya bırakılmasi; Müslüman ve müşriklerarası çarpışma ve saldırılann sü-rekliliğindendi. Hani ya, namaz için hiçbir fırsat yoktu. Aynı za­manda düşman kıble yönündeydi de. Halbuki Zâtü'r-Rika' gazasın­da kılınış tarzına bakınca, kıblenin düşman tarafında olmadığı bel­li. Bu bir gereklilik olduğu gibi; Hendek'te namazın (sıkışık durum yüzünden) kazaya bırakılması, belki, kaçırılan namazların kazası­nın meşruiyetini açıklamak için de Peygamberi ve maksadlı bir iş­lemdir. Tıpkı böyle de, Ebû Mûsâ hadîsini açıklaması cevablandm-lır; çünkü o birçok siyer ve meğâzi müellifinin naklettiği Ebû Mu­sa'nın; «Biz Resûlullah (s.a.v.) ile gazaya çıktık. Biz altı kişiydik, bir devemiz vardı» sözünü, Zatü'r-Rika' gazasında cemaatın kala­balık olduğu nedeniyle başka bir olayı böyle adlandırmış olacağı şeklindeki yorumu olan tbn Hâcer, bu görüşü reddetmeye kalkı­yor. Halbuki; onun iddiasına hiçbir emare yok. Aksine meğâzî mü­elliflerinin iddiası kesin isbathdır. Câbir'den serdettiğimiz hadîs­te durum açıktır...

Yine bu gazada müslümanların bir müşrik ile savaştığı kesin­dir. Özünü yukarıda arzettik. Ama yine de bazı araştırma ve ince­leme, bazı ibret noktaları, delâlet ve müşahedeler koyabilir ortaya. Şimdi bunları anladığımız ölçüde beş madde halinde sıralayacağız:

1- Şeyhayn'in Ebû Mûsâ el-Eş'ari'den rivayetinde, Zâtü'r-Rika' adının verilmesi bize, Resûlullah'in arkadaşlarının ödevlerini, dini tebliğ sorumluluklarını ve cihad dâvasını ne derece çilelere katla­narak yerine getirdikleri ifadesinde apaçık görülür ki; onlar mâli imkânsızlık içindedir. Savaşlarında kullanacakları en zarurî ihti­yaçlara hattâ bir bineğe bile sahip değil. Altı, yedi kişi bir deveye değişerek biniyor, uzun ve meşakkatli yollan katediyorlar. Ama bu­na rağmen yokluk ve imkânsızlık onları, vazifelerini yapmaktan alı­koyamıyor. Allah yoluna da'vet ve o uğurda savaşmaktır bu... On­lar bu yolda her sonuca ve renk renk çilelere göğüs geriyorlar. Ayaklan yol yürümekten, taş ve kayalara çarparak parçalanıyor. Tırnaklan sökülüyor. Ve bu çıplak ayaklanna giyecek bir ayakkbı, (çarık v.s.) bulamadıklarından eski elbise parçalanyla sanyorlar...

Bütün bunlar karşısında porsuyup sinmiyor, gevşemiyorlar. Müs­lüman oldukları andan itibaren yüklendikleri ilâhi sorumluluğun büyüklüğünü asla unutmuyor ve bundan yunuyorlar... Ve hep şu ilâ­hi fermanı zihinlerinde canlandırıyorlar: -Allah mü'minlerden, nefis­lerini ve mallarını; Allah yolunda savaşmalan, ölmeleri veya öldür­meleri sonucu olarak Cennet karşılığı, satın almıştır...[80]

Bu ise, canlarını feda etmek üzere verdikleri ahd ve mîsâk şek­linde yaptıkları bey'atın delilidir.

Burada görebilirsiniz ki; Ebû Mûsâ el-Eş'ari (r.a.) bu haberi yaymakta nefsini serbest görmüyor. Ağzından kaçırdığı şeyden tiksiniyor. Gazveye (Zâtü'r-Rika') adı verilmesinin sebebi soruldu­ğunda verdiği bu cevabla, Allah indinde ecir beklemesi gereken bir hususu ifşa etmekten nedamet duyuyor.

Bu da, tmam Nevevi'nin dediği gibi, Sahâbe-i Kirâm'm yaptık­ları sâlih amelleri gizli tutmak, Allah'a itaat sadedinde çektikleri çileyi ifşa etmemekte titizlik gösterdiklerini anlatır. Ancak, blrşeyin anlatılması ve bir maksadın tahakkuku için mecbur olurlarsa anla­tabiliyorlar. Meselâ, ibret alınsın, uyulup amel edilsin diye... Ancak böyle bir hayır niyeti ve bir ulvi gayenin tahakkuku için selef-i sâ-lihin kendi faziletinden bahseder. Güzel amellerinden söz açtığı olur....[81]

2- Resûlullah (s.a.v.)'ın bu gazvedeki tutumu ve cemaatın ona uyması, namaz kılışları, aynı zamanda «Korku Namazı»nın meşru­iyeti ve esasları için de bir dayanak teşkil ediyor. Ve böylece «Havf Namazı» nın iki durumu ortaya çıkıyor. Birisi, düşmanın kıble cihe-t'.nde bulunmasına göredir. Öbürü ise, düşmanın başka bir yönde bulunuşuna göre. îkinci durum, Resûlullah (s.a.v.)'ın Zâtü'r-Rika' gazasında kıldığı namazın mahiyetini tesbit eder. Yâni, namaz vak­ti daralmıştır. Sadece kıbleden değil, çeşitli yönden düşman gelmiş­tir. Ve yine müslümanların takip edilmesi, namazla meşgul olduk­larını görünce saldırmaları ihtimalinden korkulmaktadır. Onların toptan namaza durduklarını görürlerse, toptan saldırıp kılıçtan ge­çirebilirler.

Bu durumda Resûlullah (s.a.v.) bir grup sahâbesiyle namaza başlamıştır. Kalanı ise çok yönlü bir gözetlemede kalmış, düşmanı kontrol ediyorlardır. Resûlullah namazı yarılayınca, yâni birinci rek'-atı bitirip ikinciye kalkınca; arkasında namaz kılanlar, ferden kıl­maya başlıyor ve ikinci rek'atı çarçabuk kılıp selâm vererek ay­rılıyor. Koşup nöbeti devr alıyorlar. Bu sefer de öbür arkadaşları koşup, daha Resûlullah (s.a.v.) ikinci rek'attayken yetişiyor, ona uyuyorlar. Kalan rek'atı onunla birlikte kılıyorlar. Daha sonra da (Resûlullah selâm verince) tabii olarak kalkıp, kaçırmış oldukları rek'atı ferden tamamlıyorlar. Resûlullah da oturduğu halde bekli­yor ve ona yetişip selâm veriyorlar.

Namazın anlatıldığı şekilde iki cemaat halinde kılınmasını ge­rektiren ve imkân veren duruma gelince, bu iki sebebe bağlı gözü­küyor:

a) Hepsinin Resûlullah (s.a.v.)'a uyarak namaz kılmış olma kastı. Ki, bu şartlar aynen tahakkuk etse bile başkası için düşünü­lemez[82].

b) En zor şartlarda bile cemaat ve birliğin, bütünlüğün öne­mini gösterir. Yâni halkın bölük bölük olup ardı ardına cemaatler halinde namaz kılmaları, zaruret olmadıkça mekruh olur.

Ama Hanefilerin büyükleri bu konuda birinci sebebi esas al­mışlar ve «Korku Namazı»nın, Resûlullah (s.a.v.) vefat ettikten son­ra meşruiyetini  (anlatılan tarzıyla)  kaybettiğine hükmetmişlerdir..:

3- Resûlullah (s.a.v.) ağaç altında uyurken, onun kılıcını alan müşrik hikâyesine gelince: Okuduğunuz gibi cereyan etmiş hakiki bir olaydır. Bu da apaçık, Cenâb-ı Hakk'ın Nebi (s.a.v.)'sini korudu­ğunu, kolladığını gösterir.

Ve bu, Cenâb-ı Hakk'ın, Resulüne verdiği harikulade hallerden birisi olarak, sana büyük ibret ve gözünü açıcı, kesin olarak o yü­ce şahsiyeti tanıtıcı bir durumdur. Malûmdur ve kolay kavranır ki, o derin uykuya dalmışken, gelip kılıcım alan müşrikin ona sal­dırıp öldürmesi işten bile değildi.

Yine, kılıcını indireceği anda, düşmanına karşı bu bulunmaz fır­satı kaçırtan ve müşriki o anda, «Benim elimden seni kim kurtara­cak?» dediği halde, kararından ve azminden vazgeçirten kimdi, ney­di? Ha, işte bu müşrikin de hesab edemediği birşeydi: Onun aklın­dan geçiremiyeceği yardım, Allah'ın inayeti, Resulünü himayesi... Bu inayet ve himaye yetmişti müşrikin kalbinin korkuyla dolması­na, bedeninin zangır zangır titremesine ve kılıcın elinden düşmesi­ne, nihayet mahcup bir halde Resûlullah'ın huzurunda oturmasına yarayan buydu.

Rine bu hâdiseden Öğreneceğimiz en önemli birşey de şu âyet-i celilenin Hak bildirisi: -Allah mutlaka seni insanlardan koruyacak­tır[83]. Âyette düz anlamda bir koruma frldirilmiyor. Çünkü eza ve cefa olarak  Resûlullah  kavminden  epey  çekmiştir.  Malûmdur  ki, bu sünnetullahtandır. Ama buradaki koruma, onu kimse yakalayıp hapsedemez ve öldüremez, onun risâletini, tebliğini ortadan kaldıra­maz demektir.

4- Yukarıda Câbir tbn Abdullah kıssasını anlatmıştık. Ve onun, Resûlullah, Medine'ye dönüş sırasında, yol boyunca konuşmalarını nakletmiştik. Görüldüğü üzere orada, gaza ile ilgili pek birşey yok­tu. Ama Resûlullah (s.a.v.)'ın huy ve ahlâkını yansıtan unsurlar tesbit ediyor, o muhavere. Sahabesine karşı ince bir ruh ve zarif nükteleriyle, ne derece derinden ilgi duyduğunu okuyoruz. Ne üs­tün bir ahlâk! Ne lâtif bir insanî ilişki. Nükte ve latifede incelik... Arkadaşlarına ne derin muhabbet var O'nda...

Serdettiğimiz kıssayı iyi düşününce, görecek insan, Câbir gibi sıradan bir sahabesinin bile evindeki problemlerine kadar ilgileni­yor: Onun babası Uhud savaşında şehid olmuşmuş, ö da ailenin en büyük erkek çocuğu olduğundan, ailenin bütün yükü onun omuz­larına kalmış. Babasının arkada bıraktığı bir sürü kız çocuğunu yetiştirme işine kadar... Üstelik mali imkânı da kısıtlı olduğundan durumu çok naziktir... Ve sanki Resûlullah (s.a.v.)'a o bir işaret ol­muş, Câbir'in kafileden geri kalışı, yokluk yüzünden bir zayıf de­veye binmek zorunda kalmış olduğunu konuşmaya başlamakla, bü­tün perişanlıklarını dile getirmesine vesile olması...

Nitekim O'nun (s.a.v.) âdetidir arkadaşlarıyla yol yürümesi ha­linde, onları tek tek yoklayıp durumlarını tanımak isterdi.

Bu sefer de sanki, öyle bir fırsat icadetmek istemiş, geriye kal­mış da, onunla yürümeyi plânlamış ve gördüğün gibi tatlı nükte­lerle, kendine has mizahlarıyla, üçüncü kişi olmaksızın onunla yol boyu konuşmuştur.

Önce ona, devesini satmasını teklif ediyor. Ve bunu, Câbir'e yardım etmek için, onun müşküllerini ortaya çıkarıp çare bulmak için, bir bahane ediyor. Hemen de evinden ve ^ailesinden soruyor. Ama çok ince nüktelerle... Yeni evliliğinden ötürü onu takviye ve gönlüne destek oluyor. Nihayet Medine yakınına varınca orada bir­kaç saat te'hir ediyorlar. Medine halkının, onların gazadan döndü­ğünü öğrenmelerini bekliyor. Câbir'in hanımı da işitsin istiyor. Du­rumunu düzeltsin, evini nizama sokup süslesin istiyor... Câbir ise uygun bir üslûpla burukluğunu dile getiriyor: «Yâ Resûlâllah, bizde yastık, minder gibi şey nerede?» diye. Resûlullah (s.a.v.) ise, olacak olacak diye, onu teselli edici cevab veriyor...

Onun insanlarla muaşeretindeki tatlılığın hârika tablosudur bu. Sözünün  üstünlüğü,  nüktesinin  tatlılığı,  ashâbiyle  olan  söyleşisin de apaçık görülüyor. Evet bize onu görmek, onun meclisinden na­siplenmek, gaza ve seferinde eşlik etmek mukadder değilmiş, ama biz onun slyretinden ve ondan gelen haberlerden, kokusunu alıp, şevkten titriyoruz. Sanki görmekten ve katılmaktan mahrum oldu­ğumuz meclislerini haberlerde tanıyarak görmüşten daha çok etki­leniyoruz. Katılamadığımız savaşlarında heyecanlanıyoruz. Yâ Rab, bize ebedi Cenneti'nde onunla buluşmak ve bütün bunları müşahe­de etmek nasibet!..

Ve bize gayret ver; onun tebliği ve hidâyetine uyalım, senin şe­riatının tatbik ve icrası için her çile ve zulme dayanabilelim.

5- Müslüman, bu iki sahabenin taşıdığı güzel haber önünde durup uzun ve ciddî bir tefekkürde bulunmalıdır. Yâni şu bir ge­çitte nöbetçi olarak kalmalarını Resûlullah'ın emrettiği kişilerin se-rencamı. Böylece cihadın karakterini ve aynı zamanda sahabenin buradaki uygulamasını kavramış olur... Cihad sadece maddi güçle düşmana karşı çıkma eyleminden ibaret değildir. Ve hiçbir sahabe ' de asla bu işi bu kötü tarzda anlamamıştır.

Çünkü cihad, Resûlullah'ın ta'lim ettiği, sahabenin de tatbik et­tiği üzere; Müslümamn bütün benliği ile giriştiği, huşu, teslimiyet ve iffetle uyguladığı en büyük ibâdettir. Mü'minin bu anda Rabbi-ne yakınlığı o derecedir ki, artık tüm bir dünya hayatını geriye at­mış, hep ölüm ve şehadeti karşılama tasasındadır...

Bunun için de gerçekten, Ensâr'dan Abbâd Ibn Bişr (r.a.î'in ge­ce nöbetinde, İçendi sırası gelince, namaza durduğu anda, ilâhî hu­zurda başladığı sûreyi bitirmeden namazdan ayrılmayışı tabiidir. Çünkü o bütün benliği ile kendisini o sûre-i celilenin ilhamına kap­tırmıştır. Sahabenin ciddiyeti gereğidir bu. Artık bu haldeyken ken­disine atılan ve vücuduna saplanan oka bile aldırmayışı da normal davranış demektir. Hattâ ikinci oka da aldırmaz... Çünkü o an be­şeriyetini Rabbinin ulûhiyyeti önünde yok bilir. Ruhuyla, cismiyle topyekûn bir işe vermiş ki, ilâhî şuur onu sarmış, o kendisiyle de, çevresiyle de irtibatsızdır. Artık, yalnız Hâlik'ından ebedi hayat di­lemede. Fânî hayat akla mı gelir?..

Nihayet, ibâdetinin ana çizgisi ve ekseni saydığı sûre bitince, rükû' ve secde düğümleri tamamlanınca, tekrar beşeriyetine döndü­ğü an vücudundaki oku hissediyor. Bu da acısını çektiğinden değil de, l^ndi hayatını kaybedince, asıl üzerine aldığı ödevin gayesini kaybetme ve bu sükûtu yüzünden ağır bir sorumluluk altına düş­me endişesinden ötürü... Budur onu, üçüncü ok değince, namazdan

ayrılmaya ve de arkadaşını uyarmaya zorlayan. Böylece geçidin ko­runma eylemini arkadaşına devretmiş oluyordu.

Müslüman kardeşler düşünsün o zâtın şu sözünü: «Vallahi, Re-sûlullah'ın emrettiği koruma görevimi aksatmaktan korkmasam, ya namazı bitirir, ya da o halde can verirdim.»

Cihadın karakteri işte budur. Yâni Allah'ın has kullarından, za­fer ve kurtuluş va'dettiği kimselerden beklediği cihad biçimi... Bü­tün yönlerden, tüm "maddi güçler üzerine çullansa bile, bu tavrı taşır Ehhıllah!..

Şimdi kıyasla; seni esef ve özlemle yakacak, bu cihadla, günün dedikodusunu yapıp kurduğu cihadı. Boş övünç ve ayran kabartma cihadım (!)

Allah'ın yeryüzünde tecelli eden adlini düşün ve durumu kıyas­la. Göreceksin ki, Allah kimselere zulmetmiyor, insanlar kendi ken­dilerine zulmediyorlar.

Ve sonra, ellerini açıp yalvar da, saçma sapan işlere girişenler yüzünden Allah'ın bizi helak etmemesini iste. Sıcak, yakıcı göz yaş­larını dök. Allah huzurunda kulluğun derecesini bil ve sadık kul­luğa ermeye çalış. Hatalı davranış ve kusurlarından ötürü bizi ce­zalandırmaması için yalvar... [84]

 

7- Benî Mustauk Gazvesi  (Buna 'Müreysi' Gazası da Denir)

 

îbn tshâk ve bazı siyer âlimleri, bu savaşın altıncı Hicret sene-s'nde olduğunu bildiriyor. Muhakkik ulemanın müşterek görüşleri­ne göre ise, beşinci senenin Şa'ban ayında olmuştur. Bunun açık de­lillerinden biri, Sa'd îbn Muâz'ın bu savaşta sağ olmasıdır. Nitek.'m, inşâailah aşağıdaki tafsilâtını göreceğin'z İfk olayında da ismi ge­çecek!... Ve esasen Sa'd îbn Muâz, Hendek harbinde aldığj yaranın etkisiyle, Benî Kurayza olayı sırasında vefat etm:şti. Benî Kurayza olayının ise az sonra açıklanacağı üzere, Hicretin beşinci yılında ol­duğu belli. Sa'd vefatından bir yıl sonra nasıl sağ olacaktı?[85].

Bu savaşın sebebine gelince; Resûlullah'a bu kabilenin kend'si-ne karşı Haris İbn Dırâr komutasında bir ordu hazırlamakta olduğu haberinin ulaşmasıdır. Resûlullah (s.a.v.) onların tutumunu haber alınca; onlara karşı harekâta geçti ve n;hayet -Müreysî» denilen bir su başında karşılaştılar. Çatışma başladı. Kan döküldü. Sonunda Be­nî Mustalık'tan ölenler oldu. Alınan ganimetleri de Resûlullah sa­vaşan mü'minler arasında paylaştırdı. Beşte dördünü muhariplere pay ederken, yayalara bir pay, atlılara iki pay verdi[86].

Bu savaşa, müslümanlarla birlikte bir hayli de münafık katıl­mıştı. Halbuki daha önceki savaşlarda hep geri geri asılırlardı. Ama müslümanlarin sürekli zaferini görünce, ganimete konma iştihalan onları zorlamıştı savaşa katılmaya.

Buhârî ve Müslim'in değişik kanallardan nakillerine göre yine bu savaş esnasında, Resûlullah (s.a.v.) esir kadınları gaziler arasın­da paylaştırınca sahabelerden bazısı ondan «azl»in hükmünü sor­muşlar. O da şöyle buyurmuştur: -Azli yapmazsanız fena olmaz. Kı­yamete kadar hangi canlı takdir edilmişse, mutlaka o hayat bulur zira!..»

Yine İbn Sa'd «Tabakalında, îbn Hişâm Siyretinde şunu nak­leder: Ömer tbn Hattâb  (r.a.)'ın kölesi Cehcah bin Said el-Gifârİ, Sin'an bin Vebr el-Cüheni ile kavga etti. Olay, Müreysi kuyusunun yanında ve Resûlullah'ın karargâhının bulunduğu yerde toplanmış bir kalabalık arasında çıktı. Nerdeyse birbirini öldüreceklerdi. Üs­telik Cühenî, -Ey Ensâr grubu» diye bağırırken; Cehcah da, -Hey Muhacirler» diye onları yardımına çağırıyor, kavgaya da'vet ediyor­du. Durumu, Abdullah îbn Ubey îbn Selûl[87] öğrenince kızdı ve ya­nındaki ekibe; öyle mi yaptı (muhacirler) diye çıkıştı. Ve devam et­ti: «Bize sığındılar, şimdi çoğaldılar ülkemizde. Vallahi bu Kureyş artıklarıyla[88] «Besle kargayı oysun gözünü» dedikleri duruma düş­tük. Eh Medine'ye dönünce göreceksiniz, efendi olan, sığıntı olanı ora­dan sürecektir.»

Orada bulunan Zeyd bin Erkanı bu sözü duyuyor ve hemen Re-sûlullah (s.a.v.)'a haber veriyor. Ömer (r.a.) de oradadır. »Yâ Re-sûlâllah, izin ver de; Abbâd Îbn Bişr o herifin başını uçursun» diye teklif ediyor. Ama Resülullah (s.a.v.) uyarıyor onu: »Peki Ömer, ya halk Muhammed artık arkadaşlarını öldürüyor diye lâf etmez mi? Hayır hayır. Sadece çağır, halk yürüyüşe başlasın.»

Bu saat, onun yola çıkma âdeti olmayan bir vakit olmasa da yürüyor ve orduda yürüyüp gidiyor. Ve Resûlullah bu yürüyüşe o gün, o gece devam ediyor. Ta ertesi sabaha kadar sürdürüyor. Gü­neş iyice kızdırıncaya kadar da yürüyorlar ve nihayet konaklama emri verildiğinde, halk o derece yorulmuştur ki, daha toprağa de­ğerken derin uykuya dalıyorlar. Böylece de, ne dünkü olaydan, ne de îbn Selûl'ün lâfından söz etmeye kimse fırsat ve imkân bula­mıyor. Resûlullah (s.a.v.) böylece alıkoyuyor onları.

O sırada «Sûre-i Münâfikûn» nazil oluyor. Zeyd Îbn Erkam'ınt Ubey Îbn Selûl'den naklettiğini de doğrulamış oluyor: «Diyorlar ki; Medine'ye dönersek, şerefliler şerefsizleri sürüp çıkaracak oradan. Halbuki izzet ve şeref Allah'a, Resulüne ve müminlere mahsustur. Ama münafıklar bunu anlayamazlar...[89] ». îbn Sa'd da bundan alı­yor. Beyhaki ise Câbir'den, Ahmed ve îbn Cerh, Zeyd Îbn Erkanı'-dan, Îbn Hâtib Amr bin Sabit el-Ensârl'den, naklediyor. Bütün bu rivayetler, anlatımda birbirine yakın, özde ise müttefiktir. Sened yö­nünden de îbn Ishâk dışında hepsi muttasıldır.

Medine'ye dönüşte ise: Abdullah îbn Ubey îbn Selûl'ün oğlu Ab­dullah[90], Resûlullah'a müracaat ederek dedi ki; «Senin, babamı idam ettireceğine dair kararını öğrendim. Bunu ben yapmak isterim. Emir ver onun başını getireyim. Çünkü bildiğim kadarıyla Hazrec kabi­lesi içinde ebeveynine benden daha hürmetli kimse yoktur. Bu yüz­den korkarım ki; benim dışımda birine emir verirsiniz, o idam eder. Sonra da ortalıkta, Abdullah Îbn Ubey'i öldüren kişi olarak dolaşın­ca, nefsim bana galib gelebilir. Ben de faraza onu öldürürsem bir kafir uğruna bir mü'minin katili olmak felâketine düşerim...»

Resûlullah (s.a.v.) ise; «Hayır, biz ona merhametle davranaca­ğız ve bizimle iyi geçindiği müddetçe de onunla iyi ilişkilerimize de­vam edeceğiz...» buyurdu.

Ve bundan sonra da, Abdullah îbn Ubey ne söylese çevresi sö­zünü ağzına tıkamaya ve onu azarlamaya başladı. îşte o zaman da Resûlullah (s.a.v.), Ömer (r.a.)'e şöyle dedi: «Ömer! Hani bana ,onu öldüreyim dediğin gün öldürmüş olsan, onu birden yüceltmiş olacak­tın. Ama bugün emretsem onu hemen öldürmen mümkün değil mi?...» [91]

 

8- İfk Olayı

 

Bu savaştan müslümanların dönüşü amndanydi; îfk olayı yânı Hz. Aişe hakkında, münafıkların uydurduğu dedikodu vukubuldu. Şimdi size bu mes'eleyi (Buhâri ve Müslim) sahihlerinde geçtiği şekilde özetle sunacağız:

Hazret-i Âİşe (r.a.) bu gazaya, Resûlullah ile birlikte nasıl çık­tığını anlattıktan sonra sözüne şöyle devam ediyor: «Resûlullah bu savaşı bitirip Medine'ye dönüyordu. Konak yerinde orduya gecele­yin yürüyüş emri verdiği sırada ben, ihtiyacım için (hevdecimden) çıkmıştım. Bineğime döndüğüm anda ise göğsüme dokundum. Ger-danlığımin kopup düşmüş olduğunu anladım. Tekrar geriye dönüp (gittiğim -yerde) onu aramaya koyuldum. Bu arayış beni çok oya­lamış ve alıkoymuş oldu.» Ve devam ederek diyor ki: «Bu esnada benim hevdecimi deveye yükleyenler gelmiş yüklemiş. - Bu da Hi-câb âyetinin nazil olup, kadınlara mutlak setr emredildikten sonradır -. Benim içerde olup olmadığımın farkına da varamamışlar. Ben içindeyim sanarak çekip gitmişler...[92]

Nihayet ben gerdanlığımı bulup döndüm ama hay_li zaman geç­mişti. Ordu yürüdükten sonra oraya ulaşmışım. Tabii gelen giden, arayan soran yok... Çaresiz, eski yerime çömelip bekledim. Benim yokluğumun farkına varıp, dönerek beni anyacaklannı ummuş­tum.

Ordunun arkasında - yerini kontrol için - Saffan îbn Muattal bırakılmışmış. Sabah olunca, insan karaltısı görmüş ve bulunduğum yere doğru yaklaşmış. Yaklaşıp görünce de beni tanımış. Çünkü hi-câbdan önce bu zât beni görmüştü. Bense, uyku basmış uyuya kal­mışım. O beni tanıyıp da istirca'da[93] bulununca uyanabildim. Hemen cilbâbımla yüzümü örttüm. Vallahi hiçbir kelime konuşmadık ve ondan da istirca'mdan başka bir söz işitmedim. Hemen arkasından da devesini çöktürdü bineyim diye. Ben kalkıp deveye bindim. O da çekip yedmeye başladı. Böylece orduya öğle sıcağında bir konak mahallinde ulaşmış olduk. İşte orada da olan olmuş (iftiracılar gü­naha batmış) benim hakkımda. Bana iftirayı meğer Abdullah îbn Ubey îbn Selûl orada başlatmış.»

Hz. Âişe devamla buyurur ki:

«Medine'ye dönünce ben bir ay hasta yatmıştım. Meğer halk, bana yapılan iftiradan kaymyormuş, dedikodu almış yürümüş. Be­nim birşeyden haberim yok. Ancak, bu hastalık boyunca Resûlul-lah'ın bana karşı tutumundan birşey anlamıyordum. Çünkü daha önce bana gösterdiği sevgi ve iltifatı şimdi hiç göremlyordum. Sa­dece yanıma girip selâm veriyor, «Rahatsızlığın nasıl?» deyip çıkı­yordu...

Nihayet biraz iyiliğe dönünce, bir gece Mıstah'ın anasıyla te-nezzühe çıkmıştık. Ki o zamanlar henüz yakında tuvalet yoktu (ge­celeyin araziye çıkardık). Dönerken -Ümmü Mıstah'ın ayağı çarşaf fına dolaşınca, *Mıstah kahrolsun» diye hakaret etti[94]. Benim tuha­fıma gitti. Ne fena söyledin dedim, kadına: Bedir'de bulunmuş bir zâta lanet mi ediyorsun?... O da; sen onun neler söylediğini duyma-iın mı? diye karşıladı.»

Hz. Âişe diyor ki: «işte o anda kadın, iftiracıları ve mel'anetle-rini bana baştan sona anlattı. Bunun üzerine hastalığım iki kat oldu... O gece boyunca ağladım. Gözüme uyku girmiyor ve gözyaşım da dinmek bilmiyordu. Bir de ne göreyim, Resûlullah durumu müza­kere için bazı yakınlarını çağırıp istişare ediyormuş. Hattâ helâlin­den ayrılma konusunu danışmış. Eh bazıları, «Yâ Resûlâllah, o se­nin ailendir, biz onun hakkında bir fenalık bilmiyor, iyi tanıyoruz, demiş. Bazısı da: Bu senin için çıkmaz değil, dünyada kadın çok... diye cevab vermiş. Ayrıca cariyeye (Berire'ye) de sorun, o size doğ­rusunu söyler, demişler...

Resûlullah (s.a.v.) de, Berire'yi çağırıp ona şöyle sormuş: «Sen Aişe'den, seni şübhelendiren bir duruma şahid oldun mu hiç?. O da, ondan hayırdan başka birşey görmedim, diye cevab vermiş. Bun­dan sonra Resûlullah minbere çıkıp, şöyle seslendi: «Ey müslüman csmaat!... Şu ev halkımla ilgili, bana kötülük eden kişiye karşı ba­na yardımcı olacak kimse yok mu?... Halbuki; Allah'a yemin olsun, ben ehlimde bir çirkin durum görmedim, göremiyorum. Üstelik bir adamın ismini de karıştırıyorlar ki; onu da iyi halleriyle tanırım an­cak...»

Bunun üzerine Sa'd bin Muâz kalkıp: «Yâ Resûlâllah, o kişiden ben intikamını alacağım» dedi. Eğer Evs'ten ise boynunu vururuz. Eğer Hazredi kardeşlerimizden ise, ne emredersen onu yaparız... Bunun üzerine halk mescid içinde tartışmaya başladı. Ama Resûlul­lah  ts.a.v.)  onları yatıştırdı.

Daha sonra Resûlullah (s.a.v.) benim yanıma girdi. Anam, ba­bam da yanımdaydı. Onlar belki de ağlamaktan ciğerlerimin parça­landığını zannediyorlardı.

Bu dedikodular çıkalıdan beri, O da yanıma hiç oturmamıştı. Bir aydan beri de, benim mes'elemi çözümleyecek bir vahiy de gelme­mişti O'na...»

Hz. Âişe yine devam ediyor: «Bu sefer yanımda otururken çe-hadet getiriyordu. Sonra şöyle konuştu: «Peki, ey Aişe, biliyorsun senin hakkında şöyle şöyle söylentiler geldi bana. Eğer günahsız-san, Allah seni çok yakında tebriye eder. Ama şayet böyle bir gü­naha bulaştınsa artık Allah'a tevbe ve istiğfarda bulunmaktan başka çıkar yolun yok...»

Hz. Âişe diyor ki: «Resûlullah (s.a.v) sözünü bitirince, aniden gözümün yaşı kurudu. Artık bir damla yaş gelmiyordu. Çaresiz, ba­bama dedim ki; «Benim yanımda Resûlullah'a cevab verir misin?» O, «Ben, vallahi ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Bu sefer anneme dedim, sen cevab ver. O da aynı şekilde, «Ne diyeceğimi bilemiyorum» dedi. Yine çaresiz dedim ki, «Vallahi benim anladığıma göre; siz birşeyler duymuş ve bunu içinize sindirmiş, doğru olarak kabul etmişsiniz. Artık ben, kalkıp günahsızım desem de, - ki ben Allah hakkı için günahsızım - bu hususta bana inanmıyacaksiniz. Yok kal­kıp da -Allah'ın benim suçum olmadığını bildiği bir hususta- evet öyle oldu desem, belki de o zaman beni tasdik edeceksiniz... Artık ben bir izah yolu, bir misâl bulamam. Ama size, Hz. Yûsuf'un ba­basının, «Artık en güzel şey sabırdır. Onların nitelendirdiklerine karşı sığınacağım sadece Allah'tır» dediğini örnek olarak hatırlata­bilirim, dedim ve yüzümü dönüp yatağıma kapandım.»

Hz. Âişe devam ediyor: «Vallahi, daha Resûlullah o meclisi ter-ketmeden ve ev halkından bir ferd de çıkmadan Cenâb-ı Hak ona vahyini ulaştırdı, Her vahiy geldiğinde onu saran sıkılma hali tut­tu. Kış günü bile vahiy şiddetinden buram buram terlerdi, tşte o hal geçip Resûlullah başını kaldırdı, sevincinden gülüyordu. Ve ilk sözü şu oldu bana: «Müjdeler olsun ya Âişe, Allah seni tebriye etti.» Bunun üzerine annem: Kalk ona teşekkür et, dedi. Ben de-, hayır vallahi olmaz. Allah'tan başkasına hamdetmem, dedim. Çünkü âyet indirip beni temize çıkaran O'dur...» Hz. Âişe der ki: O an Cenâb-ı Hak Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu: «Size bir iftirayla gelenler, bir avuç kişidir. Siz bu iftirayı size bir şer sanmayın. Belki de si zin için hayırdır. Onların herbirine ise yaptıkları kötülüğün karşı­lığı var. Onlar arasından bu büyük cinayete girişenlere ise büyük bir azab vardır[95]». (Buradan itibaren on âyet)

Hz. Âişe yine devam ediyor: «Öteden beri babam, Mıstah de­nilen kişiye, akrabalığı ve yoksulluğu yüzünden nafaka vermektey­di. Bu olay üzerine; «Vallahi Âişe'ye bu iftirayı yaptı ya artık ona kat'iyyen birşey vermem» demişti. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak: «Ey mü'minler, sizden servet ve imkân sahipleri; akrabalara, mis­kinlere, Allah yolunda hicret edenlere vergisini vermekte kusur et­mesinler. Afvedip, hoş görsün. Allah'ın sizi mağfiret etmesini iste­mez misiniz?... Allah Gafur ve Rahİm'dir» mealindeki âyetini in­dirdi. Ebû Bekir (r.a.) bunun, üzerine: Vallahi ben Allah'ın beni mağfiret etmesini elbette isterim, deyip yemininden döndü. Daha önceki nafakayı Mıstah'a ödemeye devam etti.»

Resûlullah da, bu vahyi müteakip halka hitab etti. Nâz'.l olan âyetleri okuduktan sonra, Mıstah bin Esâse, Hassan bin Sabit, Ham-netü binti Cahş bu işte çok ileri gittiklerinden onlara had vuruldu. [96]

 

Dersler Ve İşaretler

 

Bu gazadan şu esasları elde etmekteyiz:

1- «Seİeb» ve  «Humus»u   istisna ettikten sonra ganimetlerin savaşçılar arasında taksim edilebileceği... Seleb ise  (öldürülenin si­lâh ve benzeri şahsi eşyasıdır) Resûlullah (s.a.v.)'ın şu kavline gö­re öldüren gazi tarafından alınması caizdir:  «Bir müşrik savaşçıyı öldürene onun eşyasını alması bir haktır. Humus  (Beşte bir gani­met) ise, Allah'ın kitabında zikrettiği kimselere aittir.» Ayette ise: «Dikkat edin, elinize geçen ganimetin beşte biri; Allah'a, Resûlü'ne, onun yakınlarına, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara mahsus­tur[97]». Kalan beşte dördü ise, tıpkı Resûlullah (s.a.v.)'ın yaptığı gibi savaşçılara pay edilir.

Bunda, yâni menkul malların taksimindeki bu ölçüde bütün imamlar müttefiktir.

Arazilerin taksimi mes'elesinde ise; Beni Nadir olayı sırasında arzett:.ğimiz gibi, ihtilâf vardır...

2- Cima' ânında, «Azl»in (veya doğum kontrolü)nün hükmü: Nutfe'nin ve Alaka'nm, daha ruh üflenmeden önce düşürülme­si de buna bağlanabilir. Tıpkı bugün genel olarak, «Nüfus plânla­ması» özel olarak, doğum kontrol veya sınırlaması adı verdikleri İş­lemin durumu gibi.

îmd:, bu konuda zikredilen hadiste «Azl'in cevazı» açıktır. Ni­tekim bu hususta kendisinden fetva isteyenlere: «Yapmamanızı ge­rektiren birşey yok.» (Başka bir rivayette de «Yapmanıza engel yok. Çünkü kıyamete kadar ne takdir edilmişse o canlı, vücuda geKr...» buyurulmuş). Yâni, sizin, azil işinden vazgeçmeniz gerekmez. Çün­kü şübhesiz Allah ne takdir ettiyse o olur. Sizin çabanızla o önlenmiş olamaz, demektir.

Bu hadisten daha açık olarak da, Şeyhayn'in Câbir (r.a.)'den yaptığı rivayettir. O diyor ki, «Resûlullah zamanında biz Azl ya­pardık. Kur'an da inmeye devam ediyordu...»

İşte buna dayanaraktır ki, cumhûr-u ulemâ, azl'in uygulanma­sını caiz görmüşlerdir. Ancak, zevcenin muvafakatini da şart koş­muşlardır. Çünkü bu uygulama bazen kadına zararlı olabilir. Ama, azl'in sebebi, nafaka darlığı, işsizlik ve bakımsızlık endişesi ise bu­nu hoş görmemişlerdir.

İbn Hazm ise cumhurun görüşünün aksine mutlak mânâda azlin haram olduğu  kanaatindedir.  Delil  ise  Müslim'in  rivayetidir:

Besûlullah'tan azl hakkında sual sorulunca buyurmuştur ki; -Bu do layisıyla diri diri gömmektir.» îbn Hazm'ın buna dayanak olarak ge­tirdiği diğer hadislerin hepsi de mevkuf hadîstir. Bunlardan bir ta nesi Nâfi tarikiyla îbn Ömer'den gelen rivayettir: Îbn Ömer azl yap­maz ve «Evlâdlarımdan birinin azl yaptığım bilsem onu sürgün ede­rim» derdi. Başka bir rivayeti de Haccâc bin Minhâl tarüuyla Hz. Ali'­dendir. Rivayete göre de o da azli hoş görmezmiş...

îbn Hazm, cumhurun delil olarak aldığı Câbir hadîsinin mensuh olduğunu söylüyor[98].

Îbn Hâcer de Fethü'1-Bârî kitabında îbn HaznVın görüşünü zik­rettikten sonra şöyle diyor: «Bu görüş, şu iki hadîse ters düşer. Birincisi: Câbir'den, îbn Kesir, Yahya, Ma'mer tarikıyla Tlrmizî ve Nesai'nin sahihlerinde tahric ettikleri şu hadistir.» «Bizim cariye­lerimiz vardı ve biz azl yapardık. Yahudiler de bu diri diri gömme­nin küçük örneğidir derlerdi. Resûlullah (s.a.v.)'dan sorulunca bu­yurdu ki: «Yahudiler yalan söylüyor. Allah yaratmak istedikten sonra O'na mâni olamazsınız.» İkinci hadîs ise Ebû Hüreyre'den Ebi Seleme ve Muhammed bin Amr tarikıyla yine Nesaî'nin tahric et­tiğidir[99].

Bence Resûlullah (s.a.v.)'m azl hakkındaki «Bu bir gizli diri gömmektir» ifadesinde yasaklama kastedilmediği açıktır. Hattâ bu sözün, öbür hadisler ışığında tenzihi bir nehye yorumlanması daha uygundur. Zâten, cumhur da bu kanaate varmıştır.

Îbn Hazm'ın, azli mubah gören hadisin mensuh olduğunu iddia­sı ise; Ebû Dâvud hariç Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettiği Câ­bir hadîsiyle reddedilir: «Biz Resûlullah (s.a.v.) zamanında, Kur'anV da nazil olup dururken azl yapardık.» Müslim jse buna şunu ziyade kılmıştır: «Bu mes'ele Resûlullah (s.a.v.î'a ulaşınca bizi menetme-di.» Eğer azlin mubah olması hükmü, Resûlullah'ın vefatına kadar de­vam etmiş olmasa, Câbir bunu söylemez. Ve takarrür eden son şer'I hükmü de açıklardı.

Rûh üflenmeden önce nutfenin düşürülmesinin hükmü ise, azl için açıkladığımız hükme tâbidir. Bununla beraber ulemadan bazı­sı, azle fetva verirken nutfenin ıskatını haram görmüşlerdir. Öyle gözüküyor ki, zoraki olarak kıyastan kaçınmışlar. Ve henüz «alaka» haline gelmemiş olan nutfe'ye nazaran mudga'yı insan zât ve hilka­tine daha yakın addetmişlerdir.

Bu, sebebi anlaşılmaz bir kaçınmadır. Kimbilir, belki, hamileye önemli zarar vermesi bakımındandır.

Burası anlaşılınca, nüfus plânlaması ile ilgili şer'i hüküm de an­laşılmış olur. Azl yerine ilâçla hamileliğe engel olmak diye anlaşılır­sa, bu caizdir. Tabiî, cumhurun, azli caiz görmesine esas olan sebeb-lere bağlı olarak... Ama, kadına herhangi bir zarar gelmemesi ve karı -kocanın ittifak etmesi şartıyla bu böyle...

Ben fakih imamlarımızdan (Allah rahmet etsin) hiçbirinden bu hükme muhalefet işitmedim. Sadece Hafız Veliyyüddin el-Irâki,-nin; Şeyh tmâdüddin bin Yûsuf ve Şeyh İzzeddin bin AbdüsselânV-dan naklettiği' bir husus var. O bu iki zâttan kadının herhangi bir ilâç kullanmasının haram olduğuna dair görüş nakletmiştir. Yâni hamileliği önlemek için. îbn-i Yûnus ise, kocası razı olsa bile böyle­dir diyor[100].

Bize gelince, deriz ki: Bu görüş sünnetteki işaret gereği olarak alınmıştır. Cumhurun kanaati de buna dayanır.

Şu kadar var ki bu konuda bilinmesi gereken en önemli şey­lerden birisi; azl veya bugün kullanılan genel terimiyle doğum kont­rolünün mubah olmasına dair hüküm gerçek mânâda kan ve ko­canın müşterek rızasına bağlıdır. Dışardan herhangi bir baskı veya telkin olmadan, zorlanmadan buna karar vermiş olmalıdırlar. Çün­kü ihtiyacına binâen bir ferdin uygulaması caiz olan şey bazen ce­maat için meşru sayılmayabilir. Bu herkesin kabul ettiği bir fıkıh kai-desidir.

Meselâ : Talâk evli bir kişi için ihtiyaç ve maslahata binâen ferd için câ'z görülürse de: Hâkim hiçbir zaman halka bunu emrede-mez. Ne zorlama, ne tavsiye, ne de tecziye için bunu yapamaz. Yâni böyle bir tevcih ve tavsiye ile olacak şey değildir. Nesli tahdid etmek tamamen talâka benzer. Bu mühim kaideyi iyi düşünüp güzel anlama­lı, günümüzde rastgele fetva vermeyi kendisine san'at edinmiş kim­selerin şu tür sözlerine aldanmamah: Sünnet doğum kontrolünü mu­bah kılmıştır. Bu da devletin halka uygun gördüğü şekilde bu hususta direktif vermesine delil teşkil eder[101].

Gerçek şu ki; bu delille, o mes'ele arasında hiçbir bağlantı yok­tur. Sadece terse çekme ve demagojiden ibaret bir tutumdur.

Özet olarak azl veya doğum kontrolü mes'elesi: Karı-koca ara­sında karşılıklı alâka, bağlılık, sevgi ve ikisini biraraya getiren ihtiyaç açısından iyi incelenince anlaşılır ki; hiç de çözülmez bir mes'e-le değildir. Yukarıda geçtiği üzere...

Fakat ona belli bir ideoloji istikametinde halkı, birtakım se-bebler göstererek aldatıp saptırmak için bir prensip olarak bakılın­ca son derece tehlikeli ve önemli bir nıes'ele olduğu anlaşılır... Ve bu durumda da müslümanların savaş açması gereken ve şuurlu ola­rak karşı çakacağı bir husus olur. Bu da önce İslâm düşmanlarının onları yok etmek için hazırladıkları hile ve tuzakları iyi kavramaya bağlıdır. Onlara aldanmamaları, abarttıkları ve durmadan yaydıkları iktisadi problemlere kulak asmamaları ve açlık problemi gibi şeylerin bu hilenin bir parçası olduğunu anlamaları yakışır...

3- Abdullah îbn Ubey îbn Selûl'ün, yukarıda gördüğümüz şe­kilde çıkardığı fitneye karşı Resûlullah (s.a.vj'm aldığı tedbir. Bu hârika tedbir ona Allah'ın parlak bir lûtfudur. işlerin yürütülme­sinde halkın eğitimiyle müşkillerin üstesinden gelmede üstün bîr si­yaset. Hanlya, Resûlullah Cs.a.v.î'ın İbn Selûl hakkında işittikleri zahiri durumu ile onu katlettirmesine fazlasıyla yetecek bir sebeb idi. Fakat O, aksine mes'eleyi çok geniş kalblilikle karşılayıp, cere­yan eden münakaşalar ve anarşik davranışları görmezlikten geldi. Çünkü o gün orduda çok sayıda münafık vardı, öyle bir bahane arı­yorlar idi ki; yeri yerinden oynatsınlar. O da mes'eleye önem verme­mek, üzerine gitmemek ve aynı zamanda .çok değişik ve hikmetli bir tedbir almak yolunu seçti. Hiç de âdeti olmayan bir zamanda orduya yürüyüş emri verdi. Böylece onlar da yürümeden fırsat bulup bira-raya gelemediler ve işin dedikodusunu yapamadılar. Ve bu yürüyüş bütün gün ve gece sürdü. İkinci gün oldu, artık kimsede, münafıkla­rın aradığı fitneye katılacak mecal kalmadı. Mola verilince de kimse bir çift söz etmeye fırsat bulamadan, yerlere serilip derin uykuya daldı gitti...

Bütün bunlara rağmen halk Resûîullah (s.a.v.)'dan, Medine'ye varınca münafıklara karşı sert bir tavır almasını bekliyordu. Şüb-hesiz ki bu da Abdullah Îbn Ubey Îbn Selûl'ün boynunun vurulma-sıyla başlayacak idi. Bu yüzdendir ki onun oğlu Abdullah (r.a.), Re­sûlullah (s.a.v.)'a müracaat ederek, eğer babasının katline hükme­derse bu işe kendisinin vazifelendirilmesini istiyordu. Ama o, Resû-lullah'dan beklediğinin tamamen aksine bir tavır gördü. Çünkü o, «Hayır, onunla dost olacağız ve bizimle beraber olduğu müddetçe de iy: geçineceğiz» diyordu. Bunun sebebi olarak da Hz. Ömer (r.a.)'e yaptığı şu açıklamayı görürüz: «Nasıl olur yâ Ömer! Halk bu sefer

Muhammed (Sallâllahü Aleyhi ve Sellem) kendi arkadaşlarım öldü­rüyor mu desin?»

Bu büyük hikmetin sonucu olarak da Abdullah tbn Ubey ken­di ekibinin gözünden düştü ve onu herkes azarlayıp ayıplamaya baş­ladı. Ne zaman konuşmak istede susturuyorlardı... Ayrıca bilirsiniz ki, zâhir-i ahkâma göre münafıklar ihtiyati tedbir olarak müslümaıx sayılmışlardır.

Resûlullah (s.a.v.Vm göstermiş olduğu bu parlak hikmet ve si­yaset ve mes'eleler için aldığı tedbir üzerine değişik yorumlara dalmadan önce şunu tekrar hatırlatmamız gerekiyor. Bütün bu te­celliler onun peygamberlik sıfatından doğmaktadır. Yâni onun gös­terdiği bunca hikmet ve hârikalar tamamiyle insanlara gönderil­miş Nebi ve Resul olmasının sonuçlarıdır. Bu bakımdan diyoruz ki; o ilk esası düşünmeden; yâni onun Nübüvvet ve Risâletini düşünme­den önce bu fer'i tecellileri tahlil etmek ve bunları esas almak, bun­lardan yürüyerek onun büyüklüğüne ulaşmaya çalışmak, büyük bir hatâdır. Çünkü bu türlü gidiş -yukarıda açıkladığımız gibl-müslümanlan, onun Nübüvvetini düşünmekten alıkoymak isteyen­lerin işgalci fikirleridir ve böylece körükörüne maymun iştahı ile taklid etmeye alıştırırlar mü'minleri!.. Mes'eleyi de Peygamberin beşerî dehâsına bağlamak, böylece Nübüvveti örtmek hedefinde-dirler.

4- Ifk olayına gelince: Bu hâdise Resûlullah (s.a.v.) 'm karşı­laştığı, düşman eziyet ve hilelerinin en çetin halkalarından birisi­dir. Ve bu eziyet daha öncekilerin hepsini unutturacak derecede ağır gelmişti nefsine. Bu da yine münafıkların kötü karakterinin eseri ol­muştu. Zira münafıklar öbür bütün düşmanlardan çok daha âdi, hiy-leleri daha ustaca ve zararlıdır. Çünkü fırsatlar ve imkânlar onlara daha çok elvermektedirler. îşte îfk haberi de münafıklara özgü hı­yanetlerden birisidir.

îşte bu olay da Resûlullah'ı ötekilerden daha değişik bir dere­cede üzmüştü. Çünkü daha önce geçenleri -ondan gelen nakillerle öğrendiğimiz üzere-, olağan çileler olarak göğüslemiş ve onlara tahammül için nefsini hazme zorlamıştı. Haniya, çıktığı büyük da'-vet yolunda bu çileler sürpriz değildi, zaten beklenecek cinstendi... Ama bu umulmadık bir fecaat, geçiştirilmesi ve hazmi mümkün ol­mayan şeydi. Bugün başka bir gündü. Bir şayia ki; eğer doğru çık­sa, insan haysiyet ve şerefi için onulmaz bir yara, mânevi ve ailevi bir leke olacaktı.

Ama aslı olmasa da, bu şayia insan ruh ve vicdanına ettiği et­ki bakımından, öbür eza ve cefa ile kıyaslananı azdı. Hiçbir ilâcı bu­lunmaz, ruha ve nefse yüklenen ezadır bu.

Bunu insanların açıklaması ve hakikati ortaya koyup şayiayı sil­mesi mümfcün olmadığına göre, gerçeği aydınlatacak tek çare, vah­yin gelmesi ve münafıkların tezgâhladığı iftirayı kökünden kazıma­sı gerekmez miydi? Bu ızdırap ve tereddüdü silmeli değil miydi? Ama vahiy de bir aydır gecikmiş, bu da ayrı bir karışıklık ve bocalama sebebi olmuştu.

Bütün bunlarla birlikte, îfk olayı bile, Resûlullah (s.a.v.)'ın üs­tün şahsiyetini bir kere daha belirginleştirmek için, ilâhî hikmet ve hedefe bağlı olarak zuhur etti. Onu örtüp ters gösterebilecek hiçbir gücün, hiçbir hiyle ve iftiranın bulunamayacağını vurgulamak için... Yâni Resûlullah (s.a.v.)'ın hayatında, nübüvvetinin yeri ile beşeriyetinin mevkii, böyle bir olay zuhur etmese, gerek mü'minler, gerek kafirler tarafından kavranamaz, karıştırılıp gidebilirdi. Bu be­şerî şahsiyetini şiddetle sarsan olay insaniyetiyle nübüvvetini seçilir hâle getirdi. Onun Peygamberliğinin anlamı net olarak, vahyin ye­ri de kesin çizgilerle, gözler önüne serilip açıklanmış oldu. Artık onun peygamberlik yönü ile beşeriyet yönünü karıştırmaya mahal bıra­kılmamış oldu. (Çünkü çoğu kimse onun vahiyle sunduğu hârika­ları, onun kişiliğine atfederek, nübüvvet müessesesini unutuyor ve­ya örtmek istiyorlardı).

Nitekim Resûlullah, aniden patlayan bu olay karşısında normal insan haliyle düşünüyor, araştırıyor; Nübüvvetinin ve Risâletinin ma­sumiyet çemberine rağmen, rastgele bir beşer gibi karşılıyordu olayı. O gaybı bilemiyor, meçhule nüfuz edemiyordu. Bu tavır, asla yap­macık değil, tamamen tabiî ve normal idi. Normal biri gibi üzüntü çekiyor, endişe gösteriyor, çeşitli görüş alıp veriyor, güvendiği arka­daşlarıyla istişare edip görüşlerine başvuruyordu...

Bütün bu sıkıntılı anlara rağmen de, O'nun (s.a.v.) insanî yö­nünü net olarak akıllara kavratmak hikmetine bağlı olarak da va­hiy hayli uzun sayılacak derecede kesiliyor ve bununla da iki ger­çeğin halka önemle belirtilmesi hedef alınıyordu:

Biri: Nebi (s.a.v.)'nin Resul ve Nebî olmasına rağmen beşer ol­maktan çıkmadığı, ilâhlaşmadığı gerçeğidir. Yâni O'na inanan kim­se bilmelidir ki; Nübüvvet asla beşeriyet sınırını tecâvüz etmez. Al­lah'a nisbet edilemeyen birçok etki ve iş, O'nu da etkiler, O'na da bu şeyler nisbet edilir...

ikincisi ise: Vahiy, olayı ilâhîdir, asla peygamberin şuur ve nefsinden doğan, ondan kaynaklanan bir hâl değildir: Yine vahiy O'-nun isteğine tâbi, O'nun dilemesi ve (zevki istikametinde, istediği anda gerçekleşecek blrşey de değildir. Haniya böyle olsa, o zaman, hâdisenin zuhur ettiği anda nefsini kurtarması, olayın ilerisinde tü-reyecek şeyleri önlemesi, yâni mes'eleyi bir anda bertaraf etmesi kolaydı. Ve o hangi yönde hayır varsa, vahyi öylece işletir, samimî ashabına, Kur'ani bir güvence verip ikna eder, onlar da öbürlerini susturup, ağızlarım kapatırdı. Ama bunu yapamadı. Çünkü bu onun elinde değildi...

Şimdi size, bu gerçeğe dair, Dr. Muhammed Abdullah Dıraz'ın «en-Nebeü'1-Azim» adlı eserinde görüşü naklediyoruz:

«îfk olayını münafıklar onun temiz zevcesi Hz. Âişe (r.a.) hak­kında tertib etmişlerdi. Vahiy gecikmiş, halk bunalmıştı. Gönüller derinden yaralanmıştı. Ama o bütün dikkat ve sabnyla: «Ben on­dan böyle b;r kötülük ummuyorum-» diyebiliyordu. Yine bütün gü­cüyle söyletinin kökenini arıyor, soruyor, ashâbıyla danışıp konu­şuyor ve bunun üzerine tam bir ay geçiyor. Sonunda da herkes, «Ondan böyle bir kötülük ummadığını söylerken, o da hepsinin so­nucunda sadece «Âişe!.. Bana şu şu tarzda bir haber ulaşmış bulu­nuyor. Eh, sen günahsızsın, Allah seni temize çıkaracaktır, ergeç... Ama şayet hatâen bir suç işledinse, artık Allah'a sığın» demekle ye­tiniyordu.

Bu onun içinden doğan şeydi. Bu ise, görüldüğü gibi, gaybı bil­meyen bir beşerin sözüdür. Zan ile hareket etmeyen, sabit karak­terli, dürüst bir kişiye yakışan ifadedir. Bilmediği şey hususunda rastgele söz etmeyen bir hüviyyetin ıladesi. Şöyle ki; bu sözleri söy­lerken de daha yerinden ayrılmadan, o şerefli hanımının beratını veren, temizliğine dair hükmü getiren Nur sûresinin başındaki âyet­ler nazil oluyor.

Eğer Kur'an'ı indirmek elinde olsa, bu kurtarıcı kelâmı tâ baş­tan söyleylvermesine engel ne olabilirdi? îşin başında ırzını koru­yup, aile şerefini ve eşinin problemini semavi vahye bağlayıverirdi. O gözü dönmüşlerin de dilleri dibinden kesilirdi... Ama O, ne Al­lah'a, ne de insanlar üzerinde yalana tevessül etmezdi.

«Eğer O, bazı sözleri bize karşı kendinden uydurmuş olsaydı O'nun sağ elini ahverirdik. Sonra şübhesiz kalb damarını koparır­dık. O vakit sizden bir kimse de buna mâni olamazdı».

Böylece de, Hz. Âişe (r.a.) hakkında iki gerçeğin tahakkuk et­tiği hanımların ilki oldu. Öyle ki, o sadece Allah'a ibâdet ve O'nu birlemede kendine has bir mezhebin öncüsü oldu. Bu anlayışta Allah'tan başka ve Allah'a denk hiçbir varlık tanınmıyor. İşte bunun için, anası ona, Resûlullah'ın önünden kalkıp ona teşekkür etme­sini tavsiye ettiği zaman; «Ne ona kıyam ederim, ne de Allah'tan başkasına teşekkür ederim. Çünkü beni tebriye için vahyeden Allahü Teâlâ'dır!,.» dedi.

Hz. Aişe (r.a.)'nin bu sözlerinde Resûlullah (s.a.v.)'a yönelen bir tariz görülür gibi ise de; durum ve şartlara dikkat edersek, bu sözü söyleten onlardır.

Ve esasen, mü'minlerin akidesini ortaya vurdurmak için hik-met-i ilâhinin oluşturup yönelttiği bir hâlet-i ruhiyyenin eseri oldu­ğunu kavrarız. Aynı zamanda da iftiracı münafıkların ve nıülhidle-rin imkânını kesmek, tevhid ve ubûdiyyetin de, bütün mânâ ve şü­mulüyle yalnız Allah'a mahsus olduğunu açıklamak...

işte böylece «îfk olayı» da, İslâm akidesini pekiştirmek hedefiy­le tecelli eden, anlaşılması oldukça zor, bir ilâhî hikmet sonucu ta­hakkuk etti. Yönelecek her şübheyi de böylece bertaraf ederek, Ce-nâb-ı Hakk'ın isimlendirdiği bir tür hayır oldu: «Onu siz, sizin için şer zannetmeyin, aksine sizin için hayırdır o.»

5- Şu İfk olayında, ayrıca: «Haddi- Kazf» yâni iftiraya verilen cezanın meşruiyetini de öğrendik, Zira, Nebi (s.a.v.) açıkça iftirayı yapan, ağızlarıyla söyleyenlere had vurulmasını emretti. Ve kesin­likle seksener değnek vurulduğu belli. Ancak baş tahrikçi Abdullah İbn Selûl'ün bu cezadan kurtuluşunu anlamak müşkil olabilir. Zi­ra bu fitnenin ağırlığı onun omuzundadır. Ama îbn Kayyını'ın de­diği gibi burada da çok önemli bir sebeb ve hikmet var: Evet bü­tün mel'anet ve iftiranın kaynağı o ama, o bunu bizzat ağzıyla söy­lemek yerine fitnesini şöyle yürütüyordu; dedikoduları topluyor, bi­çimlendiriyor ve etrafa, başkasından naklen yayıyor. Böylece çuval kendisi, ağız başkası oluyordu[102]. Halbuki iyi bilinir ki, hadd-i kazf ancak bizzat kendi diliyle iftira edene uygulanır. Bunu da açık ke­lâmla söylemiş olması şarttır... İfk olayına da!r hadisin tahlilini, Âişe validemizin berâetüıi bildirmek ve münafıklarla onların yanılttığı kimseleri yalanlamak için nazil olan on âyeti zikrederek nokta­layalım :

«Sizden bir zümre iftiracılık yaptılar. Onların bu eylemini, si­zin için şer telâkki etmeyin, aksine sizin için hayırdır o. Onların her biri için de kazanç olarak günah hisseleri var. Onun en büyüğünü taşıyana ise azabın da en büyüğü var!,..

Keşke öyle yapmayıp (lâfı taşıyıp üreteceğine) daha ilk an du­yar duymaz erkek-kadın tüm mü'minler, kendilerine iyi zanda bu­lunup; «Bu apaçık bir iftiradır» deyip kestirselerdi.

İftiracıların buna dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? Onlar, şahit bulamadıklarına göre Allah indinde kesinlikle yalancıdırlar. Eğer dünya ve âhirette Allah'ın rahmeti üzerinize olmasaydı, o dal­dığınız dedikodu sebebiyle size muhakkak büyük bir azab dokunur­du. O dönemde siz, bu iftirayı ağızdan ağıza birbirinize aktarıp du­ruyordunuz, Hakkında kesin bilginiz yokken bunu kolay iş sanıp di­linize doladınız. Ama Allah katında çok çetin bir husustu. Onu işit­tiğiniz zaman bunu söylemek bile caiz olmaz, demeli değil miydi­niz de, tenzih ederiz bu büyük bir iftiradır deseydiniz ya. Eğer ina­nıp tasdik ediyorsanız böyle birşeye dönmeyi, Allah (c.c.) size kat'-iyyetle yasaklıyor. Allah (c.c.) size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah (c.c.) Halim'dir ve Hakim'dir. Mü'minler içinde edebsizliğin yayıl­masını arzu edenler için muhakkak dünyada ve âhirette acıklı bir azab vardır. Allah (c.c.) bilir. Ama siz bilemezsiniz. Eğer Allah'ın üzerinizde fazl ve rahmeti olmasaydı... Ama gerçekten Allah Rauf ve Rahim'dir.[103]  

 

9- Hendek Savaşı

 

Ahzab savaşı diye de anılır. Ibn îshâk, Urve bin Zübeyr, Ka-tâde, Beyhakî ve Siyer ulemasının cumhurunun kesin kanaatma gö­re Hicretin beşinci yılı Şevval ayında cereyan etmiştir. Hicretin dör­düncü yılında diyenler de vardır. Ama bu görüşte Musa bin Ukbe'-den nakil ile Buhâri ve buna uyan Mâlik yalnız kalır[104].

Sebebi: Benî Nadir Yahudilerinin ileri gelenlerinden bir hey'et Mekke'ye gidip, Kureyşllleri Resûlullah (s.a.v.)'a karşı harbe da'vet ediyor. Kureyşliler ise; O'nün işini bitirinceye kadar sizinleyiz, diyor­lar. Yahudilerin onlara siz Muhammed'den daha hayırlı bir din üze­resiniz demeleri üzerine de; Cenâb-ı Hak şu âyetleri inzal buyuru­yor: «Şu kendilerine vahiyden bir nasip verilenlere bak, kâfirlere inanıyor da; siz o inananlardan daha doğru yoldasınız diyebiliyorlar. Bunlar Allah (c.c.)'m lanetlediği kimselerdir. Allah (c.c.)'ın lanet­lediği kimselere ise asla yardımcı bulunamaz.»

Ve böylece Kureyş ile, müslümanlara karşı savaşmak üzere an­laşıp vaktini tesbit ettiler.

Daha sonra bu Yahudi hey'eti yola çıkıp Gatafan'a vardılar. Onlara da, aynen Kureyş'e yaptıkları teklifte bulundular. Onlarla da hemence anlaşıverdiler. Oradan da. Beni Ferâze ve Beni Hürre'ye uğradılar. Böylece anlaşmalar tamamlandı. Resûlullah'a karşı giri­şecekleri savaşın yer ve zamanı da tesbit edildi.[105]     

 

Müslümanların Harbe Hazırlanışı:

 

Resûlullah durumu öğrenip, Mekke'den hareketin başladığını işitince, halkı uyardı. Düşmanların niyetini haber verdi. Mes'eleyi müşavere etti. Selmân-ı Fârisî, tedbir olarak, hendek kazılmasını te­lif etti. Bu, müslümanların çok hoşuna gitti. (Daha önce Arap, harb vasıtası olarak hendek usulünü bilmezdi zira). Bunun üzerine Resû­lullah (s.a.v.) Medine'den çıkıp şehir dışında, ordugâhı kurdu. Or­dugâh, Sa' dağı arkada   kalacak   şekilde,   tepenin   önündeki meydanda kuruldu  O gün için müslüman ordusu üç bin kişi idi. Amâ Kureyş ve müttefiki bulunan kabilelerin toplam ordusu on bini buluyordu[106].      

 

Hendek Kazanımda Müslumanların Halinden Görüntülen

 

Buhârî'nin, Bera (r.a.)'dan rivayetine göre, şöyle anlatıyor: Ah-zab günü idi. Yâni Resûlullah (s.a.v.)'m hendek kazdığı olay. Onun hendekten toprak taşımasını seyrettim. Öyle ki topraktan, kıllıca olan karnı görünmez olmuştu.

Yine Enes (r.a.)'ten naklediyor: Ensâr ve Muhacir hendek ka­zıp toprak çekerken bir yandan da şöyle mâniler söylüyorlardı:

«Biz Muhammed'e bey'at eden erleriz, sağ oldukça islâm yolun­dan dönmeyiz.»

Resûlullah (s.a.v.) da şöyle karşılık veriyordu:

«Allah'ım, âhiret ni'metinden başkası ni'met değil, Ensâr ve Mu­haciri hep mübarek kıl.»

Yine Buhârî, Sahih'inde aynı tarzda Câbir (ra)'den şu nakli yapıyor: Câbir diyor k:; «Biz Hendek günü kazı yaparken, birden çprt bir kayaya rastladık Resûlullah (sav)'a hemen haber verdiler. Bize sert bir kaya rastladı hendekte dediler. O, ben bir inip baka­yım, dedi. Çünkü bizle o gün üçüncü gündü, ağzımıza birşey alma­mıştık. Aç idik. Resûlullah kazmayı aldı ve vurunca kaya kum gibi dağılıp gitti.

Ben, yâ Resûlâllah, müsaadenizle eve gideceğim dedim. Karıma, Resûlullah (s.a.v.)'in müthiş, sabır ve tahammül edilemez derecede, aç olduğunu anlatıp, evde yiyecek olup olmadığını sordum. O da biraz arpa unu ile bir oğlak var dedi. Oğlağı kestim. Arpayı öğüt­tüm, eti kazana koydum, hamuru da yoğurup fırına koydum. Ek­mek fırında, et kazanda pişedursun, ben Resûlullah'a dönüp, hay­din bize, yemeğe gidelim. Seninle bir veya iki kişi olabilir dedim. Resûlullah, yemeğin ne kadar olduğunu sordu. Ben de izah ettim. «Çokmuş, güzelmiş» dedi Hanımına söyle, biz gelinceye kadar, ekme­ği fırından, eti kazandan çıkarmasın diye tenbih etti: Ardından, En­sâr ve Muhacir hepsini çağırıp - başka bir rivayete göre de «Ehl-İ hendek» diye seslenerek - «Kalkın, Câbir size ziyafet hazırlamış. Hay­din gidelim-- dedi.

Câbir de karısına dönünce, haydi gör şimdi Resûlullah bütün Ensâr ve Muhacir kim varsa topladı geliyorlar. Karısı, «Peki sana Resûlullah yemeğin miktarını sormadı mı?» dedi. O da evet deyin­ce: «Eh Allah ve Resulü daha iyi bilir» dedi. Câbir devam ediyor: Resûlullah Hendek cemaatıyla eve gelince: «Girin ama birbirinizi sıkıştırmadan rahat oturun» d«di. Sonra Resûlullah fırın ve çömleği bizzat açıp ekmeği kesiyor, üzerine et koyup sahabeye dağıtıyor ve her defasında da kazanı kapatıyor, ekmeği fırına sürüyordu. Niha­yet da'vetliler doydular. Bir miktar da yemek artmıştı. Resûlullah, Câbir'in hanımına: Sen de bundan ye ve halka dağıt. Çünkü halk tamamen açlık içinde, dedi. Bir rivayete göre ise: Câbir, Allah'a ye­min olsun, onlar yediler, doyup bıraktılar. Kazanımız yine dopdo­luydu. Ekmek hamurumuz da olduğu gibi arttı"[107]

 

Hendek Gününde Münafıkların Durumu:

 

İbn Hişâm'ın rivayetine göre, o günlerde münafıklardan bir grup, Resûlullah ve mü'minlere göre çok ağırdan alıyor, işlerini ih­mâl ediyorlardı. Hasta görünerek, güçsüzlüklerini söyleyerek işten kaçıyor, ya da Resûlullah'ın haberi olmadan evlerine gidiyorlardı. Halbuki o gün için mü'minlerden kimin ihtiyacı olursa izin alıyor ve nöbetleşe gidip ihtiyaçlarını görüyor, İzin bitince, ihtiyacı gide­rilince de hemen dönüyorlar işlerine koyuluyorlardı. Bunun üzeri­neydi ki şu kavl-i kerîm nazil oldu: «Allah'a ve Resulüne gerçekten inanan kişiler, toplu bir iştelerse, izinsiz ayrılmazlardı. O senden izin isteyenler samimiyetle Allah'a ve Resulüne inananlardır. O halde senden mazeret bildirip izin isteyenlere o işleri için izin ver. Ve onlar için mağfiret dile. Çünkü AUah Gafur ve Rahîm'dir.[108]

 

Benî Kurayza'nın Ahdini Bozması:

 

Benî Nadir yahudisi Huyey bin Ahtab, çıkıp Kurayza reisi Kâab bin Esed'e geldi. Ona, Resûlullah ile olan anlaşmalarım bozmasını teklif etti ve şöyle özetledi durumu: «Kureyş'i, liderleri ve komutan­ları başlarında topyekûn getirip Rume vadisinde dereler kavşağına indirdim. Gatafan'ı da tüm ileri gelenleri ile birlikte, Zenb-i Nakbî 'le Uhud arasına yerleştirdim. Bana Muhammed ve adamlarının kö­künü kazımadan dönmeyeceklerine de ahdedip söz vermiş durum­dalar.»

Kâab ona: «Vallahi sen bana çağın en büyük kötülüğünü müj­deliyorsun! . Yazıklar olsun sana Huyey, benim yakamı bırak, ben ahdimde durayım... Çünkü ben Muhammed'den hep iyilik ve dürüst­lük gördüm.»

Ama Huyey çok gecikmeden Kâab'ı hıyanete ve ahdini bozmaya razı edivermişti. Ve bu haber de Resûlullah (s.a.v.)'a ulaştı. O da hemen Sa'd bin Muâz'ı durumun tahkiki için gönderdi. Ve bir de parola söyledi. Haber doğru ise, kendisinin anlayacağı kapalı bir ifade ile bildireceklerdi... Sa'd oraya varıp haberin doğruluğunu tes-blt itti ve Resûlullah (s.a.v.)'a döndü: «Adal ve Kare» dedi.

Bununla Adal ve Kare kabilelerinin, (Hubeyb ve arkadaşlarına olan) hıyaneti gibi bir durum, demek istiyordu. Resûlullah (s.a.v.) bunu işitince, «Allahü Ekber, ey Müslüman cemaat, müjdeler olsun size!..[109]» buyurdu. [110]

 

Bu Esnada Müslümanların Tavrı Ne İdi

 

Beni Kurayza'nın anlaşmayı bozduğu haberi muslümanlara eriş­ti. Münafıklar fiskosa başladı. Düşman her yandan kuşatmıştı. Mü­nafıkların fitnelen de onların moralini bozuyordu. Ve Medine için­de pervasız lâflara bile koyuldular. Birisi de şöyle diyordu: -Mu-hammed bize Kisrâ ve Kayser'in hazinelerini va'dediyordu. Halbuki şu gün tuvalete bile gitmeye mecali olan yok.» Resûlullah durumun bu merkezde olduğunu ve belâ çemberinin müslümanlar üzerinde da­raldığını görünce, Sa'd bin Muâz ile Sa'd bin Ubâde'yi çağırdı. On­larla bir barış plânı istişare etmek istedi. Gatafan'a Medine'nin ara­zi mahsulünün üçte birini vererek savaştan çekilmesini teklif ede­ceklerdi. Ama bu iki zât: «Yâ Resûlâllah! Bu senin hoşuna giden şah­sî görüşün mü? Allah'ın sana talimatı gereği mi? Yoksa bizim için bulduğun bir çare midir?» diye sordular. «Hayır, tamamen sizin Me­dine halkının fayda ve izzeti için düşündüğüm bir çaredir», buyur­du. Sa'd bin Muâz bunun üzerine: «Vallahi buna ihtiyacımız yok. Biz bunu ödemeyiz, kılıç aramızda hakem olur ancak.» Resûlullah'ın yüzü güldü ve «Canınız ne isterse» buyurdu.

İbn Ishâk'ın Âsim bin Amr bin Katâde, Muhammed bin Mes-leme bin Şihâbü'z-Zühri kanalıyla rivayetine göre: Bunun akabinde ne savaş oldu, ne de barış kararı (Gatafan oğullarıyla müslümanlar arasında), sadece bu mealde bazı teşebbüsler oldu.

Düşman ise, Hendek önüne varınca şaşkına dönmüştü. -Bu, şimdiye kadar Arapların denemediği bir harb hiyle ve taktiğidir». Ve hendek çevresine inip müslümanları kuşatma altına aldılar. Ama belli bir çarpışma olmadı. Ancak hendeğin bazı dar yerlerinden geçmeye teşebbüs eden bazı müşrikler oralardan iz açtı ise de hemen müslümanlar buraları tıkadılar. Müşriklerin bazısı geriye kaçtı, ba­zısı ise öldürüldü. Öldürülenlerden biri de Amr bin Ve'd idi ki: Haz-ret-i Ali (r.a.) onu katletmişti. [111]

 

Düşmanın Savaşsız Hezimete Uğrayışı

 

Allah (c.c.) m üstüm anlara bu savaşta öyle aşikâre inayet etti ki; müslümanların dahli olmadan iki sebeble bütün müşrikler dağı­lıp gitti. Birincisi şu: O anda Nuaym bin Mes'ûd adındaki kişi müs-lüman oluyor ve Resûlullah onu huzuruna kabul ediyor. O zat Re-sûlullah'a yapılacak bir vazife vermesini teklif ediyor. O da: «Sen aramızda yalnız bir kişisin. Ama gücün yeterse, onların bize karşı savaşmamaları için propaganda yap, çünkü harb hiyledir» buyurdu.

Bunun üzerine Nuaym, Benî Kurayza'ya vardı. Yahudiler onu hâlâ nrüşrik sanıyordu. Onları, Kureyş'ten rehineler teslim almadan onlarla birlik olup, müslümanlara karşı savaşmamaları için ikna etti. Böylece Kureyş'in kuşatmayı bırakıp dönmesini önlemiş ola­caklardı!.. Çünkü öyle yapmazlarsa, yahudileri Muhammed ve arka­daşlarının insafına bırakmış olacaklarmış... Yahudiler; bu hârika bir fikir dediler. Nuaym oradan ayrıldı, doğru Kureyş'e vardı: Onlara da, Kurayza yahudllerinin ahdini bozmaktan pişmanlık duydu­ğunu, gizlice müslümanlarla yeniden anlaştıklarını; Kureyş'ten ve Gatafan'dan rehin adı ile bir takım kimseleri isteyip, müslümanla­ra teslim edeceklerini ve öldürteceklerini nakletti. Ve onlara, Yahu­dilerden, rehin isteği gelirse, bunu yapmaktan sakınmalarını da tenbih etti.

Sonra Gatafan'a vardı. Onlara da tıpkı Kureyş'e anlattıklarını ulaştırdı. Böylece onları birbiri aleyhine şübheye şevketti. Araların­daki güveni sarstı. Ve artık her grup bir ötekini, hıyanet ve sah­tekârlıkla itham etmeye başladı.

İkinci sebebe gelince: Bu da, karanlık ve soğuk bir gecede bas­tıran fırtınaydı. Çadırlarını fırlatıp, ocaklarım târümâr etti müşrik­lerin. Öyle ki çadır direkleri bile söküldü. Bu aşağı yukarı on gün kadar sonraydı; müşriklerin müslümanları basıp kuşatmaların­dan. ..

Müslim'in, Huzeyfe bin Yemân'dan senediyle naklettiği şu ha­bere bakın:

Ahzab gecesi, Resûlullah (s.a.v.) ile birlikte oluşumuzu anıyo­rum. Müthiş bir soğuk ve açlık sarmıştı bizi. Nihayet, kesilince, Resûlullah (s.a.v.) bize, «Şu Allah'ın kıyamet günü benimle olacak bir kişi yok mu, şu kavimden haber getirsin?» diye seslendi. Kimse ses çıkarmadı. Daha sonra ikinci ve üçüncü kez aynı teklifi tek­rarladı Resûlullah, ama ses veren olmadı. Bunun ardından: Kalk Huzeyfe, bize kavmin durumunu öğren gel, dedi. Hiçbir şey diye­medim. Çünkü beni ismimle, «Kalk» diye çağırmıştı. Ve «Git onlar­dan haber getir ama onları ürkütüp kışkırtma.» Onun yanından ay­rılırken zangır zangır titriyordum, öyle heyecanlanmıştım. Müşfik­lere yaklaştığımda, Ebû Süfyan'ın sırtını ateşte ısıtmakta olduğunu gördüm. Yayıma bir ok yerleştirdim. Atmak isterken, Resûlullah (s.a.v.)'in tenb!hini hatırladım: «Onları üstümüze kışkırtma» demiş­ti. Ama atsam onu vururdum. Yine heyecanla geriye döndüm. Ge­lip durumu anlatınca, Resûlullah üzerinde namaz kılmakta olduğu kilimi üzerime örttü. Ve iltifatta bulundu. Ve sabaha kadar uyuya kalmıştım. Resûlullah: «Kalk, uykucu»[112] diye beni uyardı.

İbn Ishâk ise şu ziyâdeyle rivayet ediyor: «Halkın arasına gir­dim. Fırtına ve Allah'ın gizli orduları onlara yapacağını yapmıştı. Ne çadır, ne ocak, ne kab, ne kaçakları kalmıştı. Ebû Süfyan kal­kıp; Kureyş ordusu!. Herkes yanındakini tanısın dedi. Ben de ya-mmdakinin elini tutup sen kimsin dedim. Ben falan oğlu filân dedi.

Ve Ebû Süfyan devam etti: Kureyşliîer, gerçekten son derece kritik ve elverişsiz bir konumdasınız. Kıtlık başladı, hayvanlar kı­rılmaya başladı. Benî Kurayzahlar da bize ters gitmeye başladı. On­lardan nahoş haberler gelmeye başladı. Gördüğünüz gibi fırtına da bize aman vermiyor. Artık göçe hazırlanın, işte ben yola çıkı­yorum[113].

ikinci gün sabahı ise, düşman kabilelerinin hepsi yüzgeri dö­nüp gitmişti. Resûlullah (s.a.v.) ve Sahabeleri de Medine'ye döndü­ler.

Bu uzun gün ve geceler boyunca, Resûlullah (s.a.v.), Allah'a sı­ğınıp yalvararak müslümanlan zafere erdirmesi için O'na duâ et­mekten de bir an gefi kalmadı.

Onun (s.a.v.} duaları arasında şunlar vardı: «Ey Kitab'ı indiren, hesabı seri Allah'ım, kavimleri hezimete uğrat. Yâ Rab, onları târü-mâr edip güçlerini dağıt[114]».

Yine bu savaştaydı, Resûlullah (s.a.v.) namaz vaktini kaçırmış­tı. Bunları vakit çıktıktan sonra kaza etti. Sahihayn'de rivayet edil­diğine göre: Ömer îbn Hattâb (r.a.î Hendek günü, güneşin battı­ğını görünce, Kureyş küffârına soğuyordu. Resûlullah'ın yanına va­rıp, yâ Resûlâllah! Nerdeyse güneş batacak da namazımı kılamaya-caktun, dedi.

Resûlullah, da, vallahi ben de kılamadım, buyurdu. Buthan'a git­tik, o da biz de abdest aldık Güneş batmış olduğu halde ikindi na­mazım kıldık. Ardından da akşamı kıldık[115].

Müslim bunun üzerine başka bir hadis ilâve ediyor. Şöyle ki; Resûlullah (s.a v ) Ahzab günü buyurmuştur ki; Bizi orta namazdan yân: ikindi namazından alıkoydular. Allah onların evlerini ve kabir­lerini ateşle doldursun!.. Sonra onu akşamla yatsı arasında kıldı. [116]

 

Bu Olaydan Alınacak Dersler

 

Geçmiş örneklerde olduğu gibi, bu gaza da Yahudilerin hile ve hıyânetiyle başlamıştır. Onlardı komplo hazırlayan, kabileleri da'-vet edip toparlayan.

Bu faaliyetlerde, daha önce Medine'den çıkarılmış bulunan Beni Nadir kabilesi de tek başına değildi. Aksine hâlen müslümanlarla ahd ve m'sâk içinde bulunan Beni Kurayza'nın payı büyüktü. Hal­buki müslümanlardan herhangi bir kötülük veya bu ahdi bozmaya sebeb olacak davranış görmemişlerdi.

Biz ötedenberi bu tür olayları söyleyip geçer, onlardan ibretler ve dersler çıkarmaya lüzum görmezdik. Halbuki bu her devirde, her yerde takib edilen tarihi metod olup en verimli bir iştir.

Onun için şu anda biz de, yukarıda arzettiğimiz gazve ve için­de geçen öbür olaylar üzerinde durarak onların taşıdığı dersler, öğüt­ler ve dini hükümleri süzüp çıkararak aşağıya sıralıyoruz:

1- Bu savaşta müslüm anların ilk defa bir harb vasıtası ola­rak hendek" kazdıklarını görüyoruz. İslâm tarihinde olduğu gibi Arap tarihinde de bu harb vasıtası ilk defa bu Ahzab savaşında denen­miş oldu. Ama öbür milletlerce bu bilinirdi. Nitekim Ahzab sava­şında bu işlemi,  İran asıllı olan sahabeden Selmân-ı Farisî teklif ve tarif etmişti. Resûlullah'ın da fevkalâde hoşuna gitmiş bu teklif ve hemen de sahabesine bunu gerçekleştirmelerini emretmişti. İşte bu da daha nice örnekleriyle birlikte bize gösteriyor ki, «Hikmet mti'-minin yitik meta'ıdir, nerede bulursa alır...» Ve mü'min, bu buluş­lar için öbür sınıf insanlardan daha lâyıktır buna. Ve îslâm şeriatı, müslumanların başka milletleri taklid etmesini ne derece kötü gö­rüp men etmişse, mü'minleri üstün kılacak güzel buluşları ve fay­dalı işleri de nefsinde toplamasını o derece teşvik etmektedir. Ne­rede gözüne ilişir, nerede bulursa... İslâm'ın külli kaidesi böyledir. Yâni müslüman hür akıl ve ince tefekkürünü bütün dünya işlerinde eşya ve hâdiseler üzerinde çalıştırmaktan geri kalmayacaktır. Eş­yayı fethetmekte ve hayra kullanmakta onun için bir engel yoktur. Öyleyse; hiçbir zaman körükörüne araştırmadan başkasına uymak yerine kendi öz emeği ile, öz aklı ile en yeni keşiflere doğru yürüye­cektir. Pek tabii yapacağı en ileri araştırmalarda bile tslâm ile bağın­tıyı sürdürecek ve şeriatın prensiplerine tecâvüz etmeden keşif ve icadlarından en geniş çapta faydalanacaktır.

Cenâb-ı Hakk'ın müslümanlara meşru kıldığı bu yetKı muhak­kak ki ona verdiği üstün yaratılıştan kaynaklanır. Zira o insanı en üstün varlık olarak binlerce çeşit kabiliyet ile donatmıştır. Eşya ve hâdiseleri idaresi altına alırken, yâni bir yandan maddeyi fetheder­ken, öbür yandan ona bu yetenekleri bahşeden Rabbin gönderdiği şeriata da hakkıyle uyarak hilkattaki üstünlüğünü ve şerefini ko­rumasını bilecektir.

2- Yine yukarıda arzettiğimiz müşahedelerden birisi de Re-sûlullah (s.a.v.)'ın sahâbeierıyle beraber hendek kazmasıydı. Son derece ibret verici bir husustur. Bir kere gerçek mânâda eşitliğin, müslüman fertler arasında uygulamasını görüyoruz. Adalet ve eşit­lik böylece tecelli ediyor. Bu iki mefhum yâni adalet ve eşitlik; İslâm'­da itibari olarak kalmıyor; şuurlarda yerleşen bu iki prensip en parlak örnekleriyle îslâm cemiyet hayatına yansıyor. Ve esasen ada­let ve eşitlik İslâm'ın her prensibinde ferde ve cemiyete âit her mü­essesede en başta gerçekleştirilen ilkelerdendir.

Görüyorsunuz ki; Resûlullah Cs.a.v.) hendek kazmayı sadece müslümanlara yüklemiyor. Böyle yapıp mutantan köşkünde istira­hat edip, işleri uzaktan takip etmiyor. Veya muntazam bir törenle alkışlar ve naralar arasında gelip birisinin elinden aldığı kazmayı elinin ucuyla tutarak yere bir darbe vurmak suretiyle çalışır görün­müyor ve onlara göstermelik bir şekilde günümüzde olduğu gibi katıldığını sergilemiyor ve arkalarından onları idare ediyormuş gibi kazmayı atıp eteğine tesadüfen bulaşan tozları çırparak geriye çekilmiyor... Aksine o sahabelerden herbiri gibi gerçek mânâda işe katılıyor, üstü başı toz toprak içinde kalıyor. Öyle ki; onu görenler kat'iyyen öbür çalışanlardan ayırdedemiyorlar. Onlar gibi çalışı­yor, onlar gibi sırtında toprak çekiyor, kazma vuruyor, onların iş heyecanına katılıyor, söyledikleri şiir ve şarkılara karşılık veriyor. Yâni: Çilelerine katıldığı gibi neş'elerine de katılıyor. Yoruluyor, hep­sinden çok da acıkıyor. îşte, îslâm şeriatının kurduğu eşitliğin ger­çeği bu. Hâkimle mahkûm, zenginle fakir, halk ile hükümdar ara­sındaki eşitlik. Didik didik etsen, şeriat ahkâmının en teferruatın­da bile bu gerçeği ve bu prensibi bulursun, aksini göremezsin. Dik­katini çekerim, hatâen bu sisteme demokrasi gibi bir ad verme­ye kalkışmayasın. Çünkü gerek nazari, gerek amelî yönden arala­rında dağlar kadar fark vardır. Bir kere bu adalet ve eşitliğin kay­nak ve ölçüsü İslâm'ın kendisindedir. O da Allah'a kulluktur. Ve bu esas bütün insanlığı kuşatıcı bir özelliğe sahiptir. Yâni onlar mev­ki ve şöhreti ne olursa olsun, Hak önünde tek safa dizilirler. Hal­buki demokrasi dediğiniz şeyin kaynağı çoğunluğun hâkimiyetine dayanır. Görüşün ve hedefin mahiyeti ne olursa olsun, ekseriyetin azınlığa tahakkümünden ibarettir.

îşte bu yüzdendir ki; îslâm şeriatı, hiçbir sınıf ve gruba im­tiyaz tanımaz ve bu tür şeye asla fırsat da vermez. Hiçbir toplulu­ğa veya topluma da, dokunulmazlık sağlayacak sebeb ve mevzuat ve şartlan da tanımaz. Çünkü Allah'a kulluğun gerçek yüzü, bü­tün bu itibarlı ki arı ortadan kaldırmakla ortaya çıkar.

3- Yine bu müşahede bizzat, başka bir ibret örneğini de sa­na sunmakta. O da Resul Aleyhisselânım kişiliğinde Nübüvvetin al­dığı görünümdür. Aynı zamanda gözünün önüne, onun ashabına kar­şı taşıdığı şefkat ve sevgiyi; Allah'ın o esnada Resul (s.a.v.)'üne ik­ram ettiği hârika ve mucizelerden bir başkasını sergilemektedir... Bu temaşamızda, Nebi (s.a.v.)'nin kişiliğinden fışkıran şeyi şöylece özetliyelimr Başta, ashâbıyla birlikte çalışıp didinirken çektiği açlık meşakkatinde onun büyüklüğü net olarak beliriyor. Açlığını hisset­memek için, onun karnına taş bağlamasına dikkat edelim. Boş mi­desini böylece bastırıp korunmak istiyordu, açlık duygusundan. Han­gi maksad ve gayeydi acaba onu bunca şahsi meşakkat ve çileyp zorlayan? Devlet başkanı falan mı olacaktı?.. İleride mal-mülk sa­hibi mi olmak isterdi?.. Yoksa, çevresine insanları halkalandınp ken­disine raptetmek mi?.. Bütün bunlar onun çektiği bunca işkenceye değmez ve hiç kimse de böyle istekler için böylesi zor metodu de­nemezdi!.. Esasen bu bir tenakuz olurdu. O mânâda; mevki, makam

ve mala tama eden bir kişinin en uzak kalacağı, asla göz alamaya­cağı eziyetlerdi bunlar çünkü...

Bütün bunlara onu dayandıran, dayanmaya zorlayan sadece R'sâlet sorumluluğu ve emânetti. Tebliğle mükellef olduğu şey, hal­ka bu metodla ulaştıracağı ilâhi ve insanî en üstün mesaj!..

İşte, ashâbıyla hendek kazma faaliyetinde ortaya vuran onun peygamberi hüviyyetidir.

Onun, bu meyanda, ashabına gösterdiği şefkat ve taşıdığı derin sevginin görüntüsüne gelince onu bütün açıklığıyla, Câbir'in da've-tine icabetinde, kendisi için hazırladığı az bir yemeği yalnız ye­mek yerine, ashabını toplayıp gidişinde görebilirsin.

Câbir'i, Resûlullah (s.a.v.)'ı yemeğe çağırmaya sevkeden ise; onun mübarek karnına taş bağlamış olduğunu görmesi ve bundan onun aşırı derecede aç olduğunu anlamasıydı. Ancak evinde de sadece bir­kaç kişiye yetebilecek az bir yiyecek vardı. Yâni o yemeği kadar insanı da'vet etmek zorundaydı...

Ama, Resûlullah (s.a.v.)'ın, kendisi gibi açlıktan kıvrana kıvra-na ve durmadan çalışan arkadaşlarını bırakıp da sadece birkaç arkadaşıyla giderek yiyip - içip istirahat etmesi nasıl düşünülebilir­di ki? O, ashabına, b'r ananın evlâdlarına şefkatinden daha şef­katliydi...

Gerçi Câbir bunu böyle yapmak zorundaydı. Bu da normaldi el­bet. Çünkü o halktan bir kişi olarak elindeki maddî imkândan baş­kasını yapamaz ve maddi sebeblerin ötesine akıl erdiremezdi. Beşe­rin alıştığına göre de, onun evindeki yiyecek ancak böyle bir avuç insana yeterdi. Eh o da elbette, Resûlullah (s.a.v.) ile en asgarî Sevi­yede onun seçeceği arkadaşlarından bir grubu çağıracaktı.

Ama Resul aleyhısselâmm, Câbir'in kanaatiyle davranması ge­rekmezdi. Çünkü, bir kere, onun herhangi bir rahat ve ni'met ko­nusunda ashabı arasında ayırım yapması, âdeti değildi. İkinci ola­rak da, tabii sebeblerin ve maddi sınırların etkisinde kalmaz ve be­şerin alışageldiği şeylere şartlanamazdı. Zira sebeblerin sebebi ve on-larm da yaratıcısı Allah'tır. O'nun için, az yemeği çok yapmak, en basit bir iştir. O'nun az bir şey', çoğaltıp, bütün bir cemaate yetiştir­mesi de O'nun yüce katında çok basittir.

Herşeye rağmen, Resûlullah (s.a.v.), ashabının; külfet ve çileyi ne kadar büyük, ne denli çok olsa da aralarında paylaştıkları gibi, ni'met de ne kadar az olsa da paylaşmakta birbirine tıpatıp ben­zediklerini görmüştü hep.

Bu yüzdendir ki Câbir'i, hepsi için yemek hazırlamak üzere evi­ne gönderdi. Ve kendisi de dönüp bütün ashabını çağırdı. Câbir'in evinde büyük bir ziyafete da'vet etti.

Bu olayda gördüğün müthiş mu'cizeye gelince: Bu Câbir'in kü­çücük oğlağının bol bir yemeğe dönüşmesidir. Yüzlerce sahabe bun­dan doyduktan başka, kalanını ev halkına emanet edip, halka ta-sadduk edilmesini emretti. Resûlullah (s.a.v.): Bu müthiş olay; onun sahabesine olan derin muhabbetini tatmin için ilâhi vergi olup, onun maddi sebeblerden âzâde olduğunu, ancak, Allah'ın kudret ve sal­tanatı altında hereket ettiğini açık seçik görüyoruz.

Okuyucuma şunu anlatmak isterim: Kalb gözünü açıp böyle hallerle, Cenâb-ı Hakk'ın, zahir sebebler ötesinde Nebî'sini destekle­yip, maddî sebeblerin üstesinden getireceğini görsün.

Araştırıcının, karşılaşınca çarpılacağı, peygamberi şahsiyetin be­lirtileridir bunlar, işte okuyucumun zihnim ve tefekkürünü bu ger­çeklere hazır ve uyanık tutmasını istiyorum. Tabii bu, herkesin anla­ma gücüne göre olacaktır. Ve artık bu bahiste yüzyüze getirebilirsem açık isbatla; böylece şek ve şübheye mahal kalmayacak, karşı da ge-lemiyecek.

4- Resûlullah (s.a.v.)'in, Gatafan ile sulh konusunda bazı sahâbesiyle istişare etmesindeki hikmet neydi acaba? Bu barış tekli­finde, onlara Medine'nin o yılki mahsulünün üçte birinin verilmesi; onların da buna karşı, Kurcyş ve beraberindekilerin! desteklemek­ten, müslümanlarla savaşmaktan vazgeçmeleri istenecekti. Ama onu böyle bir istişareye zorlayan şer'î etken neydi? Veya hangi şer'i Öl­çüyü kurmak hedefindeydi?

Birinci derecedeki hikmet, O'nun (s.a.v.) sahabesini denemesiy­di. En güvenilir sahabesinin böyle kritik andaki metaneti; kuvve-i mâneviyesi ve Allah'ın er-geç zafer bahşedeceğine dair itimad ve teslimiyetlerini ölçüp görmek istiyordu. Hani o gün bir sürü müşrik kavim toplanmış ve aniden çullanmışlardı Medine'deki bir avuç müslüman üzerine. Üstelik Kurayza oğulları da önceki söz ve an­laşmadan dönüp, büyük bir iç tehlike oluşturmuşlardı... Böyle an­da bile ilâhî başarıya itimadlarını ölçmek!..

Zaten Resûlullah aleyhisselâmm âdetiydi, daha önce de gördü­ğünüz gibi[117], O ashabını nefislerine tam güvenleri ve savaşın sonucuna dair kanaatleri hâsıl olmadan, onları bir mücadeleye rastgele sürmekten asla hoşlanmazdı. Esasen bu, O'nun sahabesini eğitmek­te izlediği açık bir metoddu. İşte bunun için, bu görüşü sahabelerinin müzakeresine sundu. Ve bunun Allah'tan vahy ile bir tebliğ ve ta­limat olmadığını; ancak müşriklerin baskısını kırmak için bulduğu bir çare olduğunu da eklemişti. Eğer nefislerinde dayanacak bir güç bulamıyorlarsa, bu bir çareydi...

Bu istişaredeki şer'i delâlete gelince: O da hakkında nass bu­lunmayan her durum için başlangıçta «şûra prensibinin» meşru ve dini bir kaide olduğudur. Aynı zamanda da müslümanlar için; ülke­lerine saldıran düşmana, çıkarlarından veya topraklarından taviz vermelerinin caiz olabileceğine de hiçbir işaret olmadığıdır.

Çünkü üzerinde ittifak edilen şer'i esas şudur: ResûhıUah'm uy­gulamalarından birşeyin delil olarak kullanılabilmesi; onun sözlü beyanı veya bizzat tatbikatına bağlıdır. Tabiî bunun da Allah'ın kitabıyla çatışmaması şarttır. Bu olaydaki görüş ve teklif ve hattâ istişare ise bu haliyle delil teşkil etmez. Çünkü bu istişareden gaye, birinci olarak; yukarıda arzettiğimiz üzere; onların görüşlerini öğ­renmek isteğidir. Bu da sadece eğitme gayesiyle olmuştur. İkinci olarak da; istişareye göıe amel olunsa da, sonunda Kitabullah'tan bir itiraz zuhur etti mi; artık İstişarenin hukukî ve şer'î bir dayanak olmayacağı gerçeğidir...

Zaten, siyer uleması da; Resûlullah'ın bu esnada sahabesini Ga-tafan'la barışa zorlamadığım, bir karara da varılmadığını; teklif ve müşaverenin sadece bir yoklama ve fikir alış verişi ile, çareler üzerin­de tartışma safhasında kaldığını açıkça ifâde etmektedir.

Sözü şuraya getirmek istiyorum: Çağımızda bir garip zümre tü­remiş. Ve son derece bâtıl bir kanaatle yürüyorlar: Onlara göre gü­nümüzde müslümanlar gerektiğinde gayr-i müslimlere cizye vere-bilirmiş!.. Delil olarak da Resûlullah'ın bu olaydaki istişaresini gös­teriyorlar, yâni Resûlullah Ahzab gazasında, istişare ile cizye vermek istedi diyorlarmış...

Halbuki kesin olarak görüyorsunuz ki, izah ettiğimiz gibi bu­radaki istişare sade ve yüzeyde olup, görüş arzetmekten ibaret olup, teşrii bir delil sayılamaz. Esasen, cizye vermekle, iki savaşan kav­min barış teklifi arasında bir ilgi kurmak nasıl mümkün olur, bunu anlayamıyoruz?

«Şayet herhangi yönden güçsüz olmaları sebebiyle, mecbur olur­larsa; hayatlarını korumak, namus ve şereflerinin heder olmasını önlemek için mallarının bir Kısmını gözden çıkarmak gerekirse, bu­nu yapmasınlar mı?» diye bir soru yöneltilirse cevabımız şöyle olur:

Öyle hallerde çok değişik durumlar çıkar ortaya. Müslümanla­rın malları ellerinden gidip düşmanlarına ganimet olur. Kâfirler, İs­lâm ülkesine saldırır, gelir kaynaklarına el koyup onlara tahakküm eder. Ama bilinen birşeydir ki; ne olursa olsun, bütün bu durum­larda müslüman isteyerek veya fetva yoluyla tecviz ederek itaat edip boyun eğmez. Ama böyle bir ortama zorla itilmiş ve istemeye iste­meye baskı altında kalmış olabilir. Fakat müslüman hep bu boyun­duruktan kurtulma fırsatı aramak durumundadır.

Ve okuyucum iyi bilirsin ki, îslâm şeriatı zaten zor altında olanı, mülteciyi, çocukları ve delileri muhatab almaz. (Böyle olmayanlar mes'uldür...)

Öyleyse, sorumluluğun dışında kalan bu durumlarda tartışma abes olur. Çünkü, re'y, maslahat ve danışma şeklindeki ihtiyarî şey­ler üzerine teklifi bir hükmün kurulması mümkün olmaz.

«- Nasıl ve hangi vasıtayla müslümanlar muzaffer olurken, bu savaş sonunda, müşrikler hezimete uğradı pekiyi?

Yukarıda görmüştük ki; Resûlullah (s.a.v.) ve ashabı Bedir ga­zasında hangi vasıtaya sığındılarsa, aynı sebeb ve vasıtalara yine Hendek savaşında da sığınmışlardı. Bu baş vasıta ve destek, Allah'a yakarış, ondan üstün gelmek hususunda hesaba gelmez derecede inayet talebinde ve sürekli duada bulunmalarıydı. Esasen bu, Resû-lullah'ın sürekli ve değişmez tavrı ve onlara aşıladığı tutumdu: Ne zaman bir düşmanla karşılaşsa veya cihada niyetlense, baş daya­nağı ve bütün hazırlıkların her türlü maddî vasıtaların en etkilisi Yüce Rabbe sığınmaktı. Bu öyle bir harb âletiydi ki, müslümanlar bunu tam yerine getirmeden, hiçbir hallerini düzeltemezlerdi.

Yalnız, müşrikler bunca kalabalığına rağmen nasıl olmuş da bo­zulup dağılmışlardı? Evet, mü'minlerin sabırla sebatla, Allah'a sa­mimi olarak güvenip iltica etmeleriyle... Nitekim Cenâb-ı Hak Ki-tab-ı Kerîm'inde bunu şöyle açıklıyor: «O gün, orduların üzerini­ze çullandığı sırada, Allah'ın size ni'metîni indirişini hatırlayın ey -mü'minler: Hani düşmanın suratına karşı bir rüzgâr estirmiş, sizin göremediğiniz ordular göndermiştik üstlerine... Çünkü Allah onla­rın ve sizin ne yaptığınızı hep görüp duruyordu. Hani altınızdan, üstünüzden belâ gelirken, gözler yerinden oynamış, yürekler ağız­lara gelmişti. Siz de Allah hakkında değişik zanlara sapıyordunuz.»

Buradan devam edelim, (25.) âyete: «Allah kafirleri içleri kin dolu, yüzgeri etti. Hiçbir sonuç elde edemediler. Allah bu savaşta da mü'minleri mükafatlandırdı. Allah kavi ve azizdir[118]».

Resûlullah'ın bütün gazalarında tekrarladığı bu tutumu; mü'­minleri hiçbir hazırlık ve eğitim ve plân edinmeden cihada ve çar­pışmaya sürdüğü anlamına gelmez tabii. Belki, şunu izah içindir: Müslümana yaraşan, her türlü sebeb ve hazırlığın önünde zafere ulaşabilmek için, Allah'a tam bir güven ve samimi kulluktur. Bu şart tam olmazsa, öbür maddî hazırlıkların hepsi özsüz ve dayanak­sızdır[119]. Bu dayanak ise kâmil mânâda müslümanlar arasında ger-çekleştiyse, artık hiç tereddüd etmeden, zaferin mucize olarak te­cellisinden söz edebilirsin!..

Yoksa, düşman karargâhlarını alt üst eden, başka bir yerde de hasar yapmayan bu kasırga nereden gelmişti? Müslümanlar bunu görmüş fakat asla müteessir olmamışlardı. Bu fırtına, ocaklarını söndürüp, çadırlarını kazıklarıyla birlikte söküp uçurmuştu; korku­dan yürekleri titremişti müşriklerin. Onlara dondurucu soğuk beri­kilere hiçbir etkisi yok1 'Bu Hakk'a sığınmanın ni'metiydi an­cak!..)

6- Bu esnada, yukarıda gördüğünüz gibi,- Resülullah (s.a.v.) ikindi namazım da kaçırmıştı Aşırı meşguliyetti sebebi. Ve tabii güneş battıktan sonra kaza etmişti bu naına/i Maamafih, sahih ol­mayan bir başka rivayete göre ise, Uırdm fazla namazı geçirmiş. İmkân bulunca da bunları peşipeşine edâ etmişti, vakit çıktığı hal­de... Her neyse, bu da, vaktinde kılınamayan namazın, kazasının ca­iz ve meşru olacağını gösterir Ama bu delnMIr bazı kimselerin zannettiği gibi, bu türlü büyük meşguliyetler yüzünden namazlarını te'hirin caiz olduğu görüşüyle bir çatışma da olmaz. Çünkü bu da­ha sonra Havf Namazı»nın meşru kılınmasıyla neshedümıştır. Yâ­ni savaşın kızılma anında bile müşriklerle çarpışırken, binili veya yaya (şartına uygun) namaz kılınır. Çünkü nesh, kazanın meşrui­yeti üstüne vuku bulmadı. Belki, meşguliyet yüzünden namazın te'-hirinin sıhhati üzerine oldu Yâni, namazı te'hirin caiz olduğunun neshi, kayanın meşruiyetinin sabit olduğu üzerine nesh demek de­ğildir. Çunku bunu  kesin delil ortaya koyuyor:   Bu da korku namazının bu gazadan <jnce meşru kılındığına dair delildir: Nitekim Zâtü'r-Rika'» gazasına dair hadisin tahkikmda bunu ortaya koy­muştuk[120].

Yine bu deliller cümlesinden, Sahih-i Buhâri'deki şu hadis-i şe­rif var: Nebt (s.a.v.) Hendek savaşından şehre dönerken şöyle bu­yurmuştu: «Hiçbiriniz Benî Kurayza yurduna varmadan ikindi na­mazım (veya öğle) kılamaz!.. Bunun üzerine bazısı daha yoldayken namaz vakti girmişti. Bir kısım kimseler: «B!z oraya varmadan na­mazı kılamayız » derken, bazıları -Hayır, kılmalıyız, bizden istenen bu değil..» diyorlardı. Ve birinci grup, Benî Kurayza'ya vardıktan sonra o vakti kaza olarak kılmışlardı.

Öyle ise, farz bir namazı kaçırmakla kazasının farz olduğu sa­bit olunca; namazı geçirmenin meşru mazereti de uyuya kalmak veya unutmak olabileceği gibi, ihmâl ve kasden terk halleri de ola­bilir. Çünkü genel olarak kaçırılan namazın kazasının vücûbu üze­rine umumî delil sabit olduktan sonra, kazanın meşruiyetinin fer­de arız olabilecek birçok halden bazılarının seç-lip hükmün onlara bağlandığına dair bir delil gösterilmedi.

Beni Kurayza'ya varıncaya dek namazı kılmayanlara gelince, uykuda veya unutmuş falan değillerdi, liutun bunlara rağmen; ka­çırılan farz bir namazın kazasının meşru oluşunu, kasten geçirmiş olmanın dışına tahsis etmek hatâ olur. Bu şer'i bir tahsis (ölçü ve delil) olmaksızın bazı farzları bazısına tercih etmek anlamına ge­lir.

Bazı kimseler, şu hadisin mefhüm-u muhalifi olarak, kaza için umumî meşruiyet delilinin tahsis edildiğine dair bir delilin sabit ol­duğu vahmine kapılmış olabilirler. Evet, bu vehimden öteye gide­mez, çünkü hadîste: «Uyuyakalan veya namazı unutan kişi hatır­layınca hemen onu kılsın» buyuruluyor. Buradan öyle bir zanna ka­pılmak uyanık bir araştırıcı için yakışık almaz. Zira hadiste sade­ce unutan veya uyuyakalıp namazı geçiren hedef alınarak öbür du­rumlar pas geçilmiyor. Aksine bir tespit ve dikkat çekme var: -Ha­tırlayınca» denir. Bunun tenbihidir kasıt. Yâni «Bir k:mse, herhangi bir sebepten (unutma, uyuyakalma gibi ..) namazını geçirdi ise, ha­tırladığı an hemen kılsın veya kaza etsin demektir. Artık ikinci gün aynı vakit olsun da kaçırdığı o vakte âıt namazı kaza etsin diye fu­zuli beklemesin, hatırladığı an kaza etsin...» demek oluyor. Kasıt sa­dece -hatırlama»ya bağlıdır.

Hadîsin siyakından da anlaşılacağı gibi, hadis ulemasının ve sa­rihlerinin de anlattığı üzere[121], Resûlullah (s.a.v.)'m kastının bu mâ­nada olduğunu kavrayınca; artık, hadiste mefhûm-u muhalifiyle ka­za, meşruiyetinin uyku hali veya unutma gibi mazeretlere tahsis edil­mediğini de kavramış olursunuz... [122]

 

10- Benî Kurayza Kuşatması

 

Sahihayn'de nakledildiğine göre; Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gaz­vesinden dönünce silâhını bırakıp boy abdesti aldı ki, hemen Ceb­rail (a.s.) geldi. Ona: «Silâhını bıraktın mı? Vallahi biz bırakma­dık. Yürü onların üzerine, diyor ve Resûlullah da, kimin üzerine de­yince; şunlar işte diyor ve Beni Kurayza yurdunu gösteriyordu.» Ve Resûlullah (s.a.v.) derhal onlara doğru yola çıktı[123]. Bütün müslüman-lara da şöyle çağrıda bulundu: «Benî Kurayza'ya varmadan kimse ikindi namazını kılmasın!..» Halk yürüdü.

Ama bazısı daha yoldayken ikindi vakti girmişti. Bir takımları, namaz kılamayız, oraya varmadan derken, bir kısmı da hayır kıl­malıyız. Çünkü bizden bunu istemedi, dediler. Bu durumu daha son­ra Nebi (s.a.v.)'ye anlattılar. O da, hiçbirini tenkid edebilecek birşey söylemedi o anda[124].

Onlar kalelerine sığınıp savunmaya geçmişlerdi. Resûlullah (s.a v.) da onları yirmi beş gece süreyle, bir rivayete göre ise, on beş gün kuşattı[125].

Nihayet kuşatmadan sıkıldılar ve Yahudilerin gönlüne korku düştü.

İbn Hişâm'ın rivayetine göre, Yahudilerin liderlerinden Kâab bin Esed, Resûlullah (s.a.v.)'in bırakıp gitmediğini görünce: Ey ya-hudi cemaatı, başımıza şu gördüğünüz hal geldi işte. Ama ben size uç tane çıkış yolu teklif edeceğim. Hangisini isterseniz onu uygula­yın... Onlar; neymiş o dediler. O da; ya bu adama uyar ve onun pey­gamberliğini tasdik ederiz. Zaten doğrusu, onun Allah elçisi bir pey­gamber olduğu apaçık anlaşılıyor. Ona dair belirtiler aynen kita­bınızda da var. Böylece de kanlarınızı, evlâd ve namusunuzu koru­muş olursunuz, onlara: Hayır, biz Tevrat Ahkâmından asla sap-mıyacağız deyince, o da:   İyi öyleyse devam edin. Gelin evlâd ve kadınlarımızı toptan öldürelim önce; sonra da yalın kılıç Muhammed ve yandaşlarının üstüne yürüyelim. Böylece, arkada gözümüz kalmaz. Allah onunla bizim aramızda hükmünü verir. Bakalım Al­lah, ya Muhammed'e, ya bize verir. Yenilir ölürsek arkada endişe edeceğimiz birşey bırakmamış oluruz bari.

Peki, bu zavallıların günahı ne ki (öldüreceğiz) diye çıkıştılar... O da: Eh bundan da çek iniyorsanız, o halde bu gece Cumartesi ge-cesidir. Zannımca Muhammed ve arkadaşları da, böyle anda bizden saldın beklemezler. Haydin inip saldn^alım. Umarım ki, gafil basıp başarı elde ederiz... Ama onlar buna da razı olmadılar.

Nihayet, onlar Resûlullah (s.a.v.)'m kendileri hakkında vereceği karara boyun eğmek zorunda kaldılar. Benî Kurayza ötedenberi Evs kab:iesiyle dostluk içinde olduğundan, Resûlullah (s.a.v.) onlar hak­kında Evs'li liderlerden birinin hüküm vermesi için vekil tâyin etmek istedi. Sa'd bin Muâz'ın hüküm vermesine yahudiler de razı oldular ve o işe vekil kılındı... Sa'd ise Hendek savaşında aldığı ok yarasın­dan ötürü ağır hasta olup, orada bir çadırda tedavi görmekteydi. Resûlullah onu, Beni Kurayza hakkında hakem tâyin edince, oraya çağırttı. O da bir merkeb üstünde hasta halde geldi. Oradaki Mes­cide yaklaşınca[126]. Ensâr'a hitaben Resûlullah (s.a.v.) : «Efendiniz ve en hayırlınız için kıyam edin» buyurdu. Sonra da Sa'd îbn Mu âz'a dönüp, bu adamlar (yahudiler) senin hükmüne razı oldular, deyince: Sa'd, «O halde erkeklerini idam edin, kadın ve çocuklarını da esir alın» diye cevab verdi. Bunun üzerine Resûlullah tam da Allah'ın hükmü ile karar verdin[127] dedi. Daha sonra Sa'd îbn Mu âz (r.a.) şöyle duâ etti: «Allah'ım, sen bilirsin ki, senin Resulüne karşı yalancılık ya­pan ve onu yurdundan çıkaran bir milletle yine senin yolunda sa­vaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Allah'ım, benim kanaatimce sen onlarla bizim aramızda harbi meşru kıldın, o halde Kureyş ile savaşmak hususunda hâlâ bir yol varsa beni bunun için yaşat ve savaşmayı nasib et. Harbi sona erdirdinse, o zaman bu yara ile bana şehadeti nasib et...» Bu esnada yarası yeniden açıldı, kan akmaya başladı. Yandaki çadırda bulunan Gıfar oğullarından bazı kimseler, kendilerine doğru kan akıp geldiğini görünce; «Komşu ça-dırdakiler, nedir sizden bu yana akan?» diye seslendiler. Sa'd Îbn Muâz bu seferinde fazla kan kaybetmeden dolayı vefat etmiştir. Al­lah rahmet eylesin[128]. Ahmed'in rivayetinde ise yarası patladığında esasen ufacık halka kadar bir arıza kalmıştı, iyileşmeye yüz tut­muştu, deniyor...

Daha sonra yahudiler kalelerinden indirilip Medine'deki Hendek kıyısına getirildiler. Savaşabilecek erkekleri idam edildi, kalanları ise esir alındı. Bu meyanda katledilenler arasında Beni Kurayza ka­bilesini ahdini bozup hıyanet etmeye razı etmek için en çok gayret sarfeden Hudey bin Ahtab da vardı. îbn tshâk'ın rivayetine göre; bu adam elleri boynuna iple bağlı olarak Resûlullah'm huzuruna getirildi. Resûlullah'm yüzüne bakınca; vallahi sana düşmanlığım­dan ötürü hiç de pişman değilim ve kendimi ayıplamam. Fakat ne var ki Allah kimi yendirmek isterse o yenilir dedi ve hemen yere çöktü, boynu vuruldu. [129]

 

Dersler Ve İbretler

 

Hadis ve Siyret âlimleri Beni Kurayza olayından şu mühim hü­kümleri çıkarmaktadırlar:

1- Ahdini bozanların idamının caiz olduğu:   Nitekim,   îmam Müslim de «Beni Kurayza Gazası» 'nı bu başlık altında işlemiştir. De­mek oluyor ki; barış, mütareke veya emân verme işlemleri; müslü-manların kendi arasında dat öbürleriyle  de olsa,  rnüslümana,  bu sözleşmelere riayet ve saygı göstermesi yakışır. İster sulh, ister mu­ahede, ister emân tanıma olsun, karşı tarafa rağmen bunlardan dön-memeli, ahdini bozmamalıdır. Yine bu olay, müslümanlarm ne hal­de, hangi zaruretle savaşa girişebileceklerini de belirtmektedir.

2- Müslümanların bazı meselelerde ve lüzumu halinde hakem tâyin edebileceği îmam Nevevî (Rahimehullah). «Bu olay ve sünnet-i Resûl'den anlaşılıyor ki: Müslümanların fevkalâde önemli özel durumlarında; yine müslüman, âdil, sâlih ve hüküm vermeye ehil kimseyi hakem tâyin etmesi, hakem usulüne başvurması caizdir. Nitekim, Haricî­lerin haksızlığında ulemâ icrna' yapmıştır. Çünkü onlar, Hz. Ali'yi hakem tâyin etti diye (Sıffîn savaşı sırasında) itham edip yaptığı işi boykot etmişlerdi.

Yine bu olaydan; bir köy halkı veya bir kalede oturan halk ile; müslüman, âdil ve öyle önemli bir işte hakemlik yapabilecek ehliyet ve güvenli kişinin hakemliğinde anlaşma yapmanın caiz olacağını da anlıyoruz. Ve tabiî müslümanların maslahatına uyacak bir ka­rar verebilecek kimse... Hüküm verilince de, o hükmün ilzam edi­ci olduğu; ne îslâm reisinin, ne de karşı tarafın bu hükümden dö-nemiyeceğl; dönüşün ancak hükümden önce olabileceği, prensipleri de anlaşılıyor[130].

3- Fer'i mes'elelerde içtihadın caiz, böyle hallerde ihtilâfın ise kaçınılmaz olduğu: Nitekim sahabe, Resûlullah (s.a.v.)'ın, «Beni Ku-rayza yurduna varmadan hiç kimse ikindiyi kılmayacak!..» sözünü anlamakta ihtilâfa düşmüş, (yukarıda bunun tafsilâtı geçti) Resû­lullah (s.a.v.) da hiçbirini ayıplayıp, muahaze etmemişti. Bu da, şe­riatın en önemli ve büyük prensibine işaret ediyordu: Bu da, fer'i mes'elelerde ihtilâfın ilke olarak benimsenmesidir. Aynı zamanda muhalefet edenin de, edilenin de sevaba lâyık olduğunu anlatıyor. Tıpkı şer'î ahkâmı içtihadla çıkarırken konulan prensip gibi; ister­se isabetli hüküm veren tek kişi olsun veya çok sayıda olsun!

Yine burada, zanni delâletlerden kaynaklanan fer'i mes'eleler deki ihtilâfın, tamamiyle giderilmesinin, mümkün olmadığına işaret vardır. O durumda Hak Teâlâ hazretleri kulunu iki tür tekliften biriyle karşı karşıya bırakır. Birisi; itikad ve amelle ilgili; açık, ke­sin emirleri uygulamak. İkincisi: Muhtelif umumi delillerden fer'î hüküm ve prensipleri sezip çıkarmak için gayret ve dikkatle araş­tırmak.

O halde çöide namaz vakti girince, bir kimsenin kıbleyi şaşır­ması halinde, ondan beklenen, Allahü Teâlâ'ya kulluktan başka bir-şey değildir. Elindeki (aklî ve maddi) İmkânları ve bütün gücünü harcadıktan sonra kıblenin ne yönde olduğu hususunda edindiği ka­naate göre dönüp namazını kılar, tşte burada; kafi olmayan, şer'i nass'lardan edinilen zanni delillerden çıkacak birçok çarpıcı hik­metler var. Çok belli bir şey; değişik içtihadların var oluşu. Bu içti-hadların hepsi de aynı veya değişik, ama önemli olan meşru ve şer'an muteber delillere bağlı olması. Bunların da birçok mcs'eleyi hallet-nvş olması... Böylece, müslümanın şartlar ve ihtiyaçlar hangisini al­mayı gerektiriyorsa, ona uymakta muhayyer bulunması İşte Al­lah'ın kullarına her asır ve dönemde rahmetinin apaçık ortaya vur-masıdır bu!..

Şimdi bunu iyi düşünelim : Biliyorsunuz ki, fer'i mes'elelerde ihtilâfı kaldırmaya teşebbüs, kanun koymada ilâhi tedbir ve Rabbani hikmetlere karşı bir direnme, daha doğrusu bâtıl ve abes iş-t;r. Çünkü, delil zannî olduğu müddetçe mes'eledek". ihtilâfın gide­rilmesi söz konusu olmaz...

Eğer bu mümkün olsa, daha başlangıç dönemi olan ResûluIIahin çağında tamamlanırdı. Ve yine dinin ilk muhatabları olan saha­be ihtilâf etmezdi. Peki onlara ne oldu da gördüğünüz gibi, bütün bunlara rağmen ihtilâfa düştüler?.. (Demek yukarıdaki işaretimizle, mü'mine rahmettir bul.

4- Yahudilerin Muhammed (s.a.v.l'in Peygamberliğini te'kid etmeleri: Kâab bin Esed'in, Yahudi ırkdaşı (ve dindaş)larıyla konuş­ması sırasında, Muhammed (s.a.v.)'in nübüvvetine kesinlikle inan­dığı, Tevrat'ın bu konuda verdiği haber ve delillere muttali olduğu, O'nun bi'setinin belirtilerini açıkça tanıdığı, yukarıdaki nakillerde görülmüştü. Ama onlar kendi taassub ve kibirlerinde esirdi Zaten birçok kimsenin imansız ve idraksiz kalmasının sebebi bu hallerdir. Yine bu gösteriyor ki, İslâm gerek akidesinde, gerek ahkâmında, be­şeriyetin fıtratına tam uyan asıl dindir. Akidesinde akılla bağdaşır, Ahkâmı ise tamamiyle insanın ihtiyaç ve faydasını karşılayacak bi­çimdedir.

Bu haliyle bir ferdi düşünülemez ki; akl-ı selim sahibi olsun da, İslâm'ı duyup asliyyet ve özüyle tanısın da, ciddi ve akli mânâda onu inkâr etmiş olsun. Mutlaka iki ihtimâlden biri vardır, bir in­kârda. Ya İslâm'ı alelade ağızlardan sığ bir şekilde duymuş veya onun aleyhinde sözlerle tanımıştır. Yahut müslümanlara düşmanlığı, ki­ni yüzünden nefsaniyetçl bir tutumla veya dünyevi imkânlarını kay­betme endişesiyle onu reddetmiştir.

5- Gelen kimseye karşı ayağa kalkmanın hükmü: Sa'd bin Mu-m hayvanı ü?ennde gelirken Resûlullah (sa.v.), ona saygı anla­mında Unsâr'ın ayağa kalkmasını istemiştir. Bunu da onun, efendi­niz için veya hayırlınız için sözü göstermektedir. İşte bu ve benzeri nakillere dayanarak, bütün ulema; sâlih kimselere ve âlimlere kar­şı, alelade ilişkilerde, âdet halinde, ayağa kalkmanın meşru olduğu­nu istidlal etmiştir.

îmam Nevevî, bu hadis üzerine yaptığı tâlikde şunları söyler: Burada faziletli kişilerin yüceltilmesi ve bir yere geldiklerinde on­lara kıyam tavsiyesi vardır. Bu yüzden de, Cumhûr-u ulema böyle kıyamı müstehab görmüşlerdir. Kazi şöyle der: Şu yasaklanan kı­yam bu değildir. O, kendisi otururken çevresindekilerin sürekli ayak­ta durmaları şeklidir. Bence, gelen faziletli kişi için ayağa kalkmak

müstehabdır. Nitekim bu konu hadîslerde nakledilmiştir. Hadîsler­de bunu nehyeden hiçbir sarih ifade de yoktur[131].

Yine bu konuya işaret eden bazı sahih hadislere bakalım. Kâ'b bin Mâlik'ten ittifakla nakledilen bir hadiste o, Tebük gazvesinden geri kalışının hikâyesini yaparken, şunları söylüyor: Ben Resûlul-lah ile yeniden bey'at için gidiyordum. Grup grup halka rastlıyorum, onlar da beni hep, tevbemin kabulünden ötürü tebrik ediyorlar; «Allah'ın tevbeni kabulünden ötürü seni kutlarız» diyorlardı. Niha­yet mescide varınca Resûlullah'ın çevresinde insanlarla oturduğunu gördüm. Onlardan Talha bin Ubeydullah (r.a.) kalktı, bana doğru koşup musafaha yaptı ve beni tebrik etti. Vallahi muhacirlerden başka kimse kalkmadı. (Burada Kâ'b, Talha'nm yaptığını unutamı­yor).

Yine Tirmizi, Ebû Dâvud ve Buhârî'nin Edebü'l-Müfred'de Hz. Âişe (r.a.)'den naklettiği de bu cinstendir: «Ben halk içinde Resû-lullah (s.a.v.)'a söz, sohbet ve oturuş kalkışta Fâtıma (r.a.) kadar benzeyen kimseye rastlamadım. Nebi sallâllahü aleyhi ve sellem O'nun (r.a.) geldiğini görünce ona merhaba der ayağa kalkıp onu alnından öperdi. Elinden tutar getirir kendi yerine oturturdu. Aynı şekilde Nebi aleyhisselâm da ona gittiğinde o da selâmlar, ayağa kalkıp onu öperdi[132]».

Anlarsınız ki, bütün bunlar, Resûlullah'ın sahih hadîsinde: -Kim kendisini karşılamak için önünden kalkılmasını taleb ederse, cehen­nemdeki yerine hazırlansın» buyurmasına ters düşmez. Çünkü, fa­zilet sahibi kimselere saygı sadedinde ayağa kalkmanın meşru ol­ması, onların gönlünde bunu arzu etmesini isbat edecek bir yoruma yol vermez. Aksine öyle faziletli ve sâlih kişiler zaten alçak gönül­lü ve arkadaşlarına karşı bu tür şeyleri taslamaktan uzaktır... Muh­taç fukaraya baksana: İslâm terbiyesi ona; dilencilikten uzak ol­mayı; halka boyun eğip, ihtiyaçlarını belirtmeyi meneder. Ama aynı İslâm terbiyesi; böyle iffetli fakirleri arayıp bulmayı, ikramda bu­lunmayı, malının fazlasını onlara vermeyi öğütler zenginlere...

O halde bunları birbirine karıştırmadan ve birini öbürüyle or­tadan kaldırmaksızın; herkesin vazifesi ve bu vazifenin ölçüsü var­dır. Aksi halde, cehalet ve aceleciliğin en çirkin örneğini sergilemek olur bu.

Şurasını da çok iyi bilmek gerek ki, bu ikramın meşruiyeti de bir ölçüye bağlıdır ve bir sınırı vardır. Bu husus aşıldı mı, iş haram noktasına varır. Ve artık onu benimseyen de, menetmeyip susan da günahtan pay alır!..

Bu türden bazı tutumları, bazı tarikatçılarda görürsünüz. Bir kısmı oturur, öbürleri ayakta intizar ederler. Meselâ şeyhin önünde bir mürid boynu bükük ve sefil vaziyette himmet bekler, ona otur­ma izni verilmesini bile beklemez. Bazıları da şeyhin dizlerine secde eder nerdeyse. Ya da meclise gelişinde elini taparcasına öper. Ya da mecliste bir coşku oluşunca ona sürünerek yaklaşır... Bunun bir terbiye metod ve üslûbundan ibaret olduğunu söyleyen, cevaz ve­renlerin yorumu seni aldatmasın. Çünkü İslâm, eğitiminin metodu­nu da, ölçüsünü de belirtmiştir. Onun ötesine geçmekten de men et­miştir. Artık Resûlullah (s.a.v.)'m eğitim üslûbu dışında herhangi bir usûl kurmak ve ona teşvik doğru olamaz.

6- Sa'd İbn Muâz'ın Özel meziyetleri: Bu olayda dikkat edilir­se, en çok Hz. Sa'd bin Muâz (-r.a.) Efendimizin büyük meziyetleri­dir göze çarpan. Tabii bu meziyetlerin başında, Resûîullah Cs.a.v.)'-m ona Beni Kurayza hakkında karar verme yetkisini vermesini de göreceksiniz. Ki O, Allah'ın Resulü olduğu halde, (düşmana karar biçme) mevkiine onu çıkarıyor. Hani ya, risâlet öyle makam üstü bir makam ki; her hüküm desteğini ondan alıyor... Tabiî ikinci ola­rak da Sa'd (Radıyallahü anh)'ın meziyetlerinden; Resûlullah'm En-sâra, kudümü sırasında, onun için kıyam emretmesini gördünüz.

Eh, bu kudüm ve emir Resûlullah'tan sâdır olduğuna göre, bu meziyet de paha biçilmez b> seviyedir...

Bundan sonra da tabii, Hendek gazvesinde kolundan aldığı ya­ra mes'elesini bulursunuz. Ve ardından da elini kaldırıp böyle bir yara alışından ötürü Allah'a şöyle dua edişini: «Yâ Rabbi!.. Bilirsin ki, senin Resulünü yalanlayıp, onu yurdundan çıkaran milletle sa­vaşmaktan benim için daha sevimli birşey yoktur. Yâ Rabbi! Eğer bundan sonra da Kureyş ile bir hesaplaşma olacaksa, benim haya­tımı devam ett'r de onlarla çarpışayım, senin yolunda.» Ve Sa'd'm duası da makbul olup, yarası iyiliğe döndü. Nihayet Benî Kurayza gazası da oldu. Resûlullah (s.a.v.) O'nu, onlar hakkında hakem seç­ti. Allah böylece Yahudi belâsını mü'minlerden kaldırıp, onların pis­liğini de Medine'den giderdi. Ve Sa'd ikinci kez ellerini açıp duâ etti. «Yâ Rabbi! Kanaatımca, bizimle onlar (müşrikler ve Kureyş) ara­sında savaşı sen meşru kıldın. O savaşı sen takdir ettiğine göre, ora­dan aldığım yarayı azdır da o yaradan ölmüş olayım». Ve duâası yi-

ne kabul görüp, yarası o gece aniden patladı. Ve Hakk'ın rahmetine kavuştu.

îbn Hâcer  «Fethü'İ-Bâri» isimli eserinde şöyle yazar:  Bana öy­le geliyor ki: Sa'd bu olayda yaptığı duada isabet etmiştir. Ve bu , yüzden de duası makbul olmuştur ve nitekim de Hendek savaşın­dan sonra, Kureyş'in kendi teşebbüsüyle müslümanlar ve müşrikler arası bir çatışma olmamıştır.

Arkasından da Resûlullah, Mekke'ye umre için hazırlanıp git­miş, Mekke'ye girmek isteyince de neredeyse savaş çıkacakken, ya­tışmıştı. Cenâb-ı Hakk'ın beyânı üzere : «Sizin onlara galebenizden hemen sonra; Mekke'nin göbeğinde çıkacak arbedede, sizi onlardan, onları sizden alıkoyan O'dur!» Sonra bir anlaşma olmuş, Resûlullah öbür yıl umre yapmıştı. Bu anlaşma da, ta Mekkelılerin bozmasına kadar sürmüş. Onlar ters gidince de, O da üzerlerine yürümüş, böy­lece de Mekke fetholunmuştu.

Yine Resûlullah Cs.a.v.) Hendek gazasından dönerken, Buhâri'-nin rivayetine göre şöyle buyurmuştu : «Şimdi artık biz onlara sa­vaş açabiliriz ama onlar açamaz. Biz onlar üzerine yürüyeceğiz». Bezzâr da, hasen senedle Câbir'den şu hadîsi nakletti: «Resûlullah Ahzab günü bir topluluğa şöyle seslendi: «Artık onlar bundan son­ra asla bize s al d ıram azlar. Ama siz onlara savaş açabileceksiniz».

Nihayet: Sa'd İbn Muâz'ın bu kıssası, ona bağlı olarak anlat­tıklarımız; şunları hissettîrse gerektir: Yukarıda da izah ettiğimiz üzere, savunma harbi îslâm'da, islâm'a da'vctın bir devresidir. Re­sûlullah (s.a.v ) buna böyle teşebbüs etmiştir. Ve tabii hemen ar­dından topyekûn insanlığı İslâm'a da'vet devresi gelir. Çünkü îs­lâm'da şirk ve dinsizlik asla tasvip edilmez. Sonuçta sadece İslâm'a teslimiyet istenir. Ehl~i kitabdan, mutlaka İslâm'a girmesi beklen­mez. Sadece ehl-i kitaba, genel ahkâma itaat şartıyla kendi dininde kalma yetkisi tanınır.

Bunlardan hiçbirine yanaşmayana ise savaş açılır. Tabii bu müm­kün olduğu takdirde... ve artık mâruf şekliyle islâm'a boyun eğme­leri için zorlanır. Son devirlerde bazı araştırmacıların diline dola­dığı «savunma harbi»  tabiri ne  ifade edebilir?  islâm'ın tekâmülü döneminde «cihad ve da'vot» neyi anlatır? Resûlullah'ın: «Fakat siz savaş acaraksmız»  sö/ü boşa mı çıkacaktır;.. Demek ki; cihad sü­rekli ve tslâm d umumidir'.. [133]

 

 

 

 



[1] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 223.

[2] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 223.

[3] Habbâb bin Münzir'in rivayet ettiği bu hadisi, îbn ttlşâm. Slyret'lnde; tbn tshâfc'tan, o da Seleme oğullarından baz kişilerden rivayet etmiştir, tbn Hi-şam'ın bu rivayeti, meçhul kişilerden yapılan bir rivayettir. Hafız Îbn Hacer bu hadisi, «el-tsâbe»'de zikretmiştir. Yalnız onu tbn îshâk'tan, o da Yezld bin Ruman'dan, o da Urve bin Zübeyr'den, o da Bedir kıssasını anlatan bir­çok kişiden rivayet etmiştir. Bu sened sahih bir senettir. Hafız tbn Hacer, ri­vayetinde ve nakillerinde sika (güvenilir) dır. (Bkz: el-tsâbe; 1/302).

[4] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. 6/180.

[5] îbn Hişâm. Siyret: 1/205; tbn Kayyım, ZadÜ'1-Meâd: 3/87. Resûlullah'ın. Be­dir Gazvesinde Rabbi'nden yardım dilemesi hadisi müttefekun aleyhdlr.

[6] Bedir'de mü'minleri, Allah'ın meleklerle te'ykll hadîsi: Müttefekun aleyhdir.

[7] Buharî: 5/8; Müslim: 8/163. (Benzeri).

[8] Müslim:  5/157-158.

[9] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 224-227.

[10] Enfâl sûresi, âvt: 7.

[11] Kurtubi, el-Câmİ 11 Ahkâmİ'l-Kur'ftn: 4/252.

[12] Tevbe sûresi, âyet: 111.

[13] Enfâl sûresi, âyet: 9.

[14] En-Nakve: Mekke yakınında bir mahallin adı. (Mütercim)

[15] Bu hadîsin Buhâri'deki lâfzı şöyledir:  «Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir KÜnÜ şöyle buyurmuştur: «Bu Cibril'dir. Atının gemini tutmuş, üzerinde de harb âleti var.»

[16] Enlâl sûresi, âyet: 10.

[17] Enfâl sûresi, âyet: 1-2.

[18] Ebû Dâvud, el-CemYl-Fevâid: 2/90.

[19] Müslim: 5/158. Yukarıya meallerini aldığımız âyetler, Enfal sûresinin 67 11& 69. âyetleridir.

[20] Ne hikmetse müellif, Bedir Gazvesi sonunda alınan esirlerden ve İstenen fid­yelerden bahsettiği halde; «Okuma - yazma öğreterek fidyelerini edft eden­lerden» söz etmemiş.

Halbuki bu İşlem, üzerine yorum yapılacak bir husustu. Siyer ve SIyret kltablarında var olan bu mes'ele, muteber kaynaklarda da geçmektedir.

Hâdise şudur :

Esirlerden parası olmayan ve fldye-i necat Ödeyemeyen fakat okur-yazar olanlara; Medlnell (10) çocuğa okuma-yazma öğretmek şartıyla, hürriyeti­nin verileceği bildirildi. Ve bunlar Medine'ye getirilip vazifelendirildi. On­lar da, formül olarak gösterilen bu İşi tamamlayıp; herblri on çocuğa okuma-yazma öğrettikten sonra, hürriyetlerine kavuştular. Bu olayı kısaca tesbit eden en yakındaki müelliflerden: M. Asım Koksal, îslâm Tarihi: Cilt 2, sahife 189-190'da (İbn tshâk ve tbn Hİşâm, es-Siyer: 1/160; V&kıdl, Meftazî: S. 98; İbn Sa'd, Tabakat: 2/18-22) atıflarla veriyor.

Muhammed Hamidullah da olayı tesbit İçin (tbn Sa'd, Tabakat: 1/14 -17; Ebû Ubeyd, KitâbÜ'l-Emvâl Haşiyesi: 309. Müşrik öğretmen konusundaki tartışmaları ve o müşrik öğretmenlerin talebeyi dövdüğünü tesbltte de tbn Hanbel: 1/247, 2216. hadise atıfta bulunur.)

M. Zekâl Konrapa İse, «Peygamberimiz» eserinde («Asr-ı Saadet»: 1/346) atıfta bulunuyor. Zeyd bin Sabit gibi meşhur sahabe, sonra vahiy kâtibi, sonra da Kur'ân'm cem'İnde hey'et başkanı olan zât da yazıyı bu muallim­lerden öğrendi diye kaydediyor. Olay, medeniyet dünyasında eşine az rast­lanan türdendir. Esirlerden, müşrik kimselerden öğretmen olarak yararlan­ma fikri!... tik vahiy, «Okuma» emri İle gelmişti. İlk savaş da, yazı öğren­mede çarpıcı bir eğitim formülünü uygulamakla bitiyor... Biz bu olaydan (müellifin metoduna uyarak) bazı işaretler görelim :

a) Okuma - yazmaya verilen önem: Bunu uzun anlatmaya gerek yok. Çünkü bunu herkes kabulleniyor. Ancak sadece yazı öğrenmek eğitimin baş­langıcı ve bir vasıtasıdır. Gayeler bundan sonra başlar. Yazıyı tanıyanın, bir gayesi olsa gerek. Yoksa yazıyı Öğrenmek, sanıldığı gibi cehaletten kurtul­ma değildir. Tersine belki kör cahilliğe de, aydınlığa da götürecek bir başlan­gıçtır... Günümüzde örneklerini gördüğümüz, okuma - yazma öğrenenlerin hali şahit: Sadece ŞEYTAN gazeteleri ve benzeri yayınlara okuyucu çoğalmış oluyor... Aslolan, okumayı öğretince, neyi okuyacağını da aşılamaktır. îste burada öğretmen problemi çıkar.

b) Nitekim bu olayı yorumlayan ulema da, o gün Medlnell çocuklara yazı öğreten müşriklerin durumuna dikkat çekmiş ve daha sonrasına ışık tutmuşlardır.

Burada önce; müşrikten muallim olur mu? Sonra da; hangi konuda olur? gibi İki husus gelir akla. Üçüncü olarak da şartlar dikkat çeker...

Birincisi; evet, olur diye cevablanır. Çünkü bunu Resûlullah uygulamış­tır.

Konusunu da, o uygulamayla tanımlayabiliriz: Okuma - yazma, teknik bir. konudur. Herkes İçin aynıdır. İdeolojik ve fikri İş değildir... öyleyse; İnanç, fikir ve ahl&k konuları dışında; İslâm nizamına dil uzatılamıyacak ve (ta'bir caizse) yan te'siri olmayacak ilim ve tenikte, yabancılar öğretmen olabilir. Müşrik de olsa. çalıştırılabilir. Ancak bazı tedbirlere bağlı:

1- Teknik konu olmalı.

2- Talebe önce, fikren korunabilecek kıvama ulaştırılmalı.

3- Öğretmen olarak çalıştırılan kişi mahkûm olmalı, hakim değil... Ya­ni İpi İslam otoritesinin elinde olmalı.

4- Sadece çizilen plân ve programı vermekte mecbur ve murakaben olmalı...

Bu açıdan, müşriklerin, İslâm ülkelerinde veya yabancı iklimlerde; müs-lüman gençlere; din ve dünya konusunda hocalık yapması değerlendirmeye tâbi tutulursa, fecaat sezilebilir!..

c) Ancak, öğretmenin, sınırlı konuda talebeyi yetlştirebllmesi için belli ölçüde otorite kurması gerekli olur. Fakat, o gün Medlneli çocuklara yazı Öğ­retenlerin, dayak attığı rivayeti var. Ve bunun düşmanlık duygusuyla yapıl­dığı da kaydediliyor...

O bakımdan gayr-i mUsllm öğretmene hayranlık ve mutlak İtaate fırsat verilemez. (Mütercimler)

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 228-238.

[21] İbn Hişâm, 2/47.

[22] Taberî:  2/480, Tabakat:  3/67.

[23] Mâide sûresi, ftyef   51-52.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 239-241.

[24] Buhârî: 3/146, Muvatta':  1/328.

[25] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 241-246.

[26] Âl-i îmrân sûresi, âyet: 28.

[27] Nisa sûresi, âyet:  135.

[28] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 246-248.

[29] Bu hâdiseyi tbn İshâk, îmam Ahmed ve buna yakın bir lâfızla da Taberl riva­yet etmiştir. Bkz. : İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62; Taberİ, Tarih: 2/500; İmam Ahmed, Müsned: 22/52.

[30] İbn Sa'd. Tabakat. 3/87, İbn Hişâm, es-Siyre: 2/62.

[31] Buhârî, Sahih: 5/31; Nisa sûresi, âyet: 88.

[32] tbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübrâ: 3/80: İbn Hişâm, es-Siyre: 2/65.

[33] İbn Sa'd, Tabakat: 3/80. İbn Hişâm da buna yakın lâfızlarla rivayet etti. Bir benzerini de Buhârî rivayet etmiştir: 5/28.

[34] Sahth-İ Müslim:  7/150.

[35] Buhari: 5/49.

[36] Al-1 İmrân sûresi, âyet; 121 -168.

[37] Bkz. : tbn Sa'd: Tabakat, îbn Hişâm:  Siyrct, Taberî: Tarih.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 249-253.

[38] Bazan şöyle denilebilir: Müslümanlarla birlikle savaşa katılmaları teklif edi­len bu kişiler, ehl-İ kitab olan yahudilerdır. O halde Rtsûlullah (s.a.v.) on­ları  ehl-i  şirk  olarak  nasıl   İsimlendirmiştir?   Cevab.   Onlara   şirk  ta'birinin izafe  edilmesi,  puta  tapan  araplara  kullanılan  ıstılahı  mânânın  dışındaki bir mânâ iledir. Şirk kelimesinin umumi bir mânâsı vardır. Kâfirlerin tümü için kullanılması doğrudur.

[39] Bkz. : Mufcnil-Muhtâc:   4/221.

[40] Âl-i tmrân sûresi, âyet: 152.

[41] Al-i İmrân sûresi, âyet: 152.

[42] Âl-İ İmrân sûresi, âyet: 144.

[43] Mütefekun aleyhtir.

[44] Bu konuda daha fazla bilgi İçin; «Tecrübetü't-Terbiyeti'l-îslâmiyye» adlı ki­tabımıza bakılmalıdır.

[45] Bakınız, Muğniye'l-Muhtâc:  1/349.

[46] Al-l tmrân sûresi, âyet: 172-174.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 253-263.

[47] Sahih-I BuhârI: 5/41.

[48] îbn Hişâm, es-Sİyre: 2/172.

[49] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 263-266.

[50] Buhâri: 5/43.

[51] Bkz.:  tbn Hişâm, es-Siyre: 2/173. Kunut hadîsi ile Resûlullah'ın Süleym kabi­lelerine bedduasını, BuhârI İle Müslim rivayet etmiştir.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 266-267.

[52] Bak: Muğnl'l-Muhtâc: 4/239.

[53] Bkz.: er-Remli, Nihâyetü'l-Muhtâc:  8/78.

[54] Bu hadisi Buhârî ile Müslim rivayet etmiştir.

[55] Tevbe sûresi, âyet: 111.

[56] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 267-271.

[57] İbn Sa'd, Tabakat:  3/99.

[58] Bu hadisi Buhâri ve Müslim rivayet etmiştir.

[59] Haşr sûresi, âyet: 5.

[60] Bkz. : İbn Sa'd: Tabakat, îbn Hlgâm: es-Siyre, Taberi: Tarih, İbn Kesir: Tefsir.

[61] UyûnlH-Eser: 2/51.

[62] Haşr süresi, âyet:  6-7.

[63] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 271-274.

[64] Mûıdo sûresi, âyet; 78

[65] Haşr süresi, âyet: 5.

[66] İmam Şafii, el-Ümm: 7/324. Bu konuda daha (azla bilgi İçtn bu kitabın ya­zarının «Zevâbıtü'l-MaslahaU adlı kitabına basvuıunuz.

[67] Nevevî Şerhi, Sahih-i MOsIİm:  12/50.

[68] Haşr sûresi, âyet: 7.

[69] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 274-278.

[70] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 279.

[71] Bu hadis. Buhârİ'nfn: 5/53. Gazvetü Zâtİ'r-RIka' bâtındadır. Müslim'de İse. 2/214 Salâtü'1-Havf bâbınba. Ancak Müslim, Câbir'den naklen şu değişikliği almış: Resûlullah halkı namaza çağırmış ve bir grubla iki rek'at kılmış, biraz beklemiş ve iki rek'at da ikinci grubla kılmış, yâni diyor; Resûlullah dört, halk ikişer ikişer rek'at kılmış oldu. Bana kalırsa Resûlullah, birkaç kere böyle «Havf Namazı» kılmıştır. Bir zaman birinci tarzda, başka birinde de ikinci tarzda kılmış olabilir. Müslim hadîsi ise, seferde namazın, İki veya dört kılınacağına delâlettir ki, üç mezhebin görüşü buna uygundur. (Müellif).

[72] Sahih-i Buhâri, 5/52, 53, 54.

[73] İbn İshâk'ın rivayetinde bu zâtların, Abbâd İbn Bişr ile Ammâd tbn Yâsir olduğuna dair ek vardır.

[74] Bunu; Ahmed, Tabert ve Ebü Dâvud birlikte; tbn tshâk'tan, Sadaka bin Ye-sâr'dan, Ukayl bin Câbij'den ve Câbir İbn Abdullah/dan gelen zincirle nak­lettiler.

[75] Ukıyye: 40 dirhemdir... (mütercimler)

[76] Medine yakınında bir yer.

[77] Hikâyenin bu tarzı, îbn İshâk'a aittir, tbn Hişâm Siyer'inde, Buharı ve Müs­lim de sahihlerinde buna benzer tarzda nakletti

[78] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 279-282.

[79] Habeşistan muhacirlerinden olup, ancak o zaman geri dönmüş.  (Mütercim­ler).

[80] Tevbe sûresi, âyet: 111.

[81] Nevevi'nin Müslim Şerhi'ne bak:  12/197, 193.

[82] Sadece Peygamber'e uymak için bu tarz meşru olmuş olur. Rastgele bir imam için bu tür namaz gerekmez. (Mütercimler)

[83] Mâide sûresi, âyet: 67.

[84] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 283-289.

[85] Bu  konuda  daha  açıklık  isteyen,  Fethu'1-Bârî:   7/304,   Zâdü'1-Meâd:   2/112, Uyûnü'1-Eser: 2/93Fe baksın.

[86] İbn Sa'd, Tabakat: 3/106 ve tbn Hişâm, Siyret: 2/290.

[87] Meşhur münafık başıdır. (Mütercimler)

[88] Muhacir mtisîümanları kasdedlyor.

[89] Îbn Jshâk bu tarzı mürsel olarak nakleder. İbn Sa' da ondan almış. Beyha-kî ise Câbir'den, Ahmed bin Cerir de Zeyd bin Erkam'dan, tbn Ebî Tâlib ise Ömer İbn Sabit el-Ensârî'den... Ve bütün nakiller birbirine tafsilâtta ya-' kındır. Özde ise aynıdır. İbn tshâk'ınki farklı... İbn-i Kesîr'in TefsSr'l: 4/370, İbn Ceririn Tarihi: 2/606, Fethür-Rabbani: 21-70. İbn Hlşâm'ın Slyer'İ: 2/291'lere bakınız.

[90] Babasının münafıklığının aksine oğlu - onun da adı Abdullah'tır - son derece samimi mü'raindır!... (M.NJ

[91] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 290-292.

[92] Hevdec: Deve üstünde taşman kapalı bir mekân. Hanımlar içinde oturup gider. Yükleyenler farkına varmıyor. Çünkü o devirde hanımlar çok zalf ve hafifti. (Mütercimler)

[93] tstlrca: Uyuyana, tnnâ lillâh ve innâ lleyhi râciûn: «Biz Allah'a âldiz. O'na döneceğiz» diye seslenmek. Uyuyan böyle uyandırılır. (Mütercimler)

[94] Oğlu da İftiracılar arasında olduğu için, eskiden kalma bu âdet üzere aksilik anında ona lanet etmiş. (Mütercimler)

[95] NÛr sûresi, âyet: 15 - 24.

[96] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 292-295.

[97] Enfâl sûresi, âyet: 41.

[98] Bak: el-Mahlâ, tbn Hazm: 10/87.

[99] Fethü'1-Bârî: 2/245.

[100] Târhu't-Teşrife ve Şerhuhu Hafız el-Iraki: 8/62.

[101] Târhu't-Teşrife ve Şerhuhu Hafız el-Iraki: 8/62.

[102] İbn Kayyım, Zâdü'1-Meâd: 2/115.

[103] Nûr sûresi, âyet: 11-20.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 296-304.

[104] Bak: Fethu'1-Bârî: 7/275 ve Fethü'r-Rabbânî, tmam Ahmed tertibi" 21/67.

[105] Siyfetü Ibn Hİşâm, Tabakat-ı Ibn Sa'd.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 305.

[106] Tabakat-ı tbn Sa'd, Siyer-i tbn Htşâm.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 305-306.

[107] Buharı:  6/46, Fethu'1-Bârİ:  7/279-280.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 306-307.

[108] Nûr sûresi, âyet: 1.

Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 307.

[109] Tabakat~ı îbn Sa'd, SIyer-i İbn Hİşâm.

[110] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 307-308.

[111] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 308-309.

[112] Müslim: 5/177. Buhâri'nin rivayetinde İse bu gidenin Ztibeyr olduğu. Başka bir hadîste ise Zübeyr'in, Kurayzahlara gönderildiği var. Ahzâb'a gönderile­nin Huzeyfe olduğu hususunda ise siyer ulemasının ittifakı vardır. İbn Sey-yidü'n-Nâs'ın Uyûnü'1-Eser ve İbn Hâcer'ln Fethu'1-Bârl kitablarına bakınız.

[113] îbn Hişâm: Siyret: 2/231.

[114] Buhari rivayeti.

[115] Müttefekun aleyh. Lâfzı Buhârl'ye fttttlr.

[116] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 309-311.

[117] Bedlr'de ve Uhud'da olduğu gibi. (Mütercim)

[118] Ahzâb sûresi, âyet: 9-25.

[119] Günümüzde buna moral  gücü denmekte  ki;   zafere  inanmayan,   gelecekten Umidslz ordunun maddî güçle savaşmasına kimse ihtimal vermemektedir.

[120] Bu kitabın 280 sayfası dipnotu.

[121] Fethu'l-Bârî:  2/47, Neylü'l-Evtâr:  2/27.

[122] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 311-320.

[123] Müttefekun aleyh olup, hadis metni Buhâri'ye aittir.

[124] BuhârI böyle nakletmİştir.

[125] İbn Hışam 25, tbn Sa'd ise 15 diyor. (Tabakat)

[126] Bu, Medine'deki Mescid-i Nebi  değil. Hadîs sarihlerinin de dediği  gibi; o an için ResûluIIah'ın mescid ittihaz ettiği yerdir.

[127] Müttefekun aleyh.

[128] Müttefekun aleyh. Lâfzı İse Buhârî'ye aittir.

[129] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 321-323.

[130] Nevevfnin Müslim üzerine şerhi, 12/92.

[131] Nevevi'nin Müslim şerhi: 12/93.

[132] B. M. ve ötekilerin rivayeti. Metin Buhârl'ye âit. öbürleri de sadece lâfızlar­da ve az fazlalıkla ayrılıyorlar...

[133] Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, Gonca Yayınevi: 323-328.