PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR
Birinci
Bölüm: PEYGAMBERLİK GERÇEĞİ
1.1.
İNSANLIK İÇİN İLAHÎ HİDAYET ZİNCİRİ
1.2.
PEYGAMBERLİK HAKKINDA AKLÎ YAKLAŞIM
1.3.
PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ
1.5.
PEYGAMBERLERİN ORTAK ÇAĞRISI
PEYGAMBERLİKLE İLGİLİ TEMEL KONULAR
Birinci
Bölüm: PEYGAMBERLİK GERÇEĞİ
1.1. İNSANLIK
İÇİN İLAHÎ HİDAYET ZİNCİRİ
Bütün Kâinat'ın yaratıcısı, sahibi
ve hâkimi olan Cenab-ı Hak sonsuz âlemin dünya dediğimiz ve içinde yaşamakla
olduğumuz bu bölümünde insanı yarattı. Ona bilme, düşünme ve anlama gücü, iyi
ile kötüyü ayırma yeteneği, seçme ve iradesini kullanma kabiliyeti verdi.
Tasarruf yetkileri bağışladı. Kısacası, ona özgürlük verdi ve yeryüzüne halifesi
olarak gönderdi. Murat BOZDOĞAN Melek BOZDOĞAN
Alemlerin Rabbi, insanı bu mevkiye
getirirken, ona şunları açıkça bildirdi. Senin ve bütün kâinatın sahibi, Rabbi
ve hakimi Benim. Büyük kâinatımda sen ne tamamıyla özgürsün, ne de başkalarının
kulusun. Ben'den başka tapılacak yoktur. Senin, yetkiler verilerek dünyaya
gönderilmen aslında bir sınavdır. Sınav süresi bittiğinde yine Bana
döneceksin. Ben o zaman dünyada geçirdiğin süre ve yaptığın işleri
değerlendirerek sınavı kimlerin kazandığını kimlerin kaybettiğini
açıklayacağım. Senin için en doğru yol Ben'i tek ilâh ve hakim olarak kabul
etmektir. Buyruklarıma göre dünyadaki işlerini yapmalı ve orada geçireceğin
ömrü bir imtihan süresi olarak görmelisin. Amacın ve hedefin bu imtihanı
kazanmak olmalıdır. Aksine yapacağın her hareket yanlış olacaktır. Şayet ilk
yolu seçersen, -ki bunu yapmakta serbestsin- dünyada huzur ve sükûn bulacaksın
ve Bana geldiğinde sana Cennet denilen ebedi rahatlık ve mutluluğu vereceğim.
Fakat başka yol seçecek olursan -ki bunu da yapmakta serbestsin- dünyada rahat
yüzü göremezsin ve dünyadan âhirete döndüğünde de Cehennem denilen ebedi
huzursuzluk ve mutsuzluğun çukuruna düşersin.
Kâinatın Hâkimi işte bu telkinle
insanoğlunu dünyaya yerleştirdi. İnsanların ilkine (Hz. Adem ve Havva)
yeryüzünde nasıl yaşamaları gerektiği konusunda da bazı emirler verdi. Bu ilk
İnsanlar cehalet ve bilgisizliğin karanlığında dünyaya gelmemişlerdi. Aksine
onlar bilgi sahibi olarak dünyaya gönderilmişti. Onlar bazı gerçekleri
biliyorlardı. Hayatın bazı kurallarını öğrenmişlerdi. Hayat tarzları, Allah'a
itaat yani İslâmiyet’ti. Onlar evlâtlarına da "müslim" (müslüman),
yani Allah'a itaatkâr olma emrini vermişlerdi.
Ne var ki, daha sonraki
yüzyıllarda İnsanlar bu doğru hayat tarzından (din) ayrılarak çeşitli
yanlışlıklara düştüler. Gaflet içinde yollarını şaşırmakla kalmadılar, bunu
tahrif de ettiler. Allah'ın yanı sıra yerde ve göklerdeki pek çok insanî ve
insanüstü, hayali ve maddi güçleri birer ilâh yaptılar. Allah'ın kendilerine
bahşettiği Hakikat ilmine türlü çeşit batıl itikat ve nazariyeler karıştırarak
kendi heva ve heveslerine göre öylesine hayat, kural ve kanunlar icat etliler
ki, Allah'ın yarattığı dünyada, zulüm ve baskıdan geçilmez oldu.
Allah (c.c.)'ın insanlara verdiği
sınırlı özgürlükle, yaratıcı müdahalesini kullanarak, onları zorla doğru yola
getirmesi bağdaşamazdı. Dünyada insanlara tanıdığı süre ve hareket
serbestisiyle, isyan çıkar çıkmaz insan soyunu yok etmesi de uygun olamazdı.
Dünyanın yaratılışından beri koyduğu belli bir kural vardı. İnsan'a kendi
çapında hareket serbestisi verilecek ve kendisine tanınan süre içinde doğru
yola getirilmesi için zaman zaman uyarılarda bulunulacak. Bu kaide ve kurala
göre Rabbimiz, kulları arasından kendisine en çok inanan ve güvenenleri bu amaç
için seçip görevlendirmeye başladı. Bu seçilen İnsanlar O'nun
temsilcisiydiler. Allah temsilcilerine buyruklarını ve mesajlarını iletti;
onlara ilahî ilmi öğretti, hayalın gerçek kanunlarını anlam ve yollarını
kaybeden insanları doğru yola getirmekle görevlendirdi.
Bu temsilci veya peygamberler
çeşitli millet ve memleketlerde ortaya çıktılar. Binlerce yıl dünyaya
geldiler. Sayıları binleri ve hatta yüz binleri aştı. Ama hepsinin dini aynı
idi. Yani, doğduğu ilk gün insana öğretilen doğru yol. Onlar aynı hidayet
yolunun takipçisiydiler, yani doğuştan itibaren insanoğlu için önerilen ahlâk
ve kültürün ebedi ilkeleri. Hepsinin görevi ve amacı aynıydı; insan soyunu
gerçek dine ve hidayete davet etmek, daveti kabul edenleri teşkilâtlandırarak,
bu insanları Allah'ın kanunlarına bağlı olan, dünyada ilâhî Nizamı kurmayı
amaç edilen ve ilâhî kanunların çiğnenmesini önlemeye çalışan bir ümmet haline
getirmek. Bu Peygamberler yaşadıkları devirlerde kendi görevlerini tam olarak
yerine getirdiler. Ne var ki, insanlardan çok küçük gruplar peygamberlerin
davetlerini kabul ediyor, büyük bir çoğunluk ise bu çağrıya yanaşmıyordu. Bu
daveti kabul edenler bile bir süre müslüman bir ümmet olarak yaşadıktan sonra,
hatalara düştüler. Bazıları ilahî hidayeti tamamıyla unutup, yanlış yola
meylettiler. Bazıları ise Allah'ın buyruklarına bambaşka anlam ve şekiller
verdiler.
Nihayet Alemlerin Rabb'i,
Arabistan topraklarında Muhammed (s.a.v.)i görevlendirdi. Bu yeni ve son
peygamberin muhatapları hem Arap halkı, hem geçmiş peygamberlerin yollarını
kaybetmiş ümmetleri idi. Görevi, herkesi doğruya ve Hakk'a davet etmek, Allah
(c.c.)'a döndürmekti. Davetini kabul edenleri de, kendi yaşantılarını Allah'ın
emrine göre düzenleyecek ve aynı zamanda bütün dünyanın ıslahı için mücadele
edecek bir ümmete dönüştürecekti.
1.1.3. Peygamberlik ve Ezeli Anlaşma
"Hani Rabb'in Ademoğullarının
sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendi nefislerine karsı şahidler
kılmıştı: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" (demişti de) onlar:
"Evet (Rabbimizsin) şahit olduk" demişlerdi. (Bu) Kıyamet Günü:
"Biz bundan habersizdik" dememeniz içindir. Ya da "Bizden önce
alalarımız şirk koşmuştu. Biz ise onlardan sonra gelen bir kuşağız, işleri bâtıl
olanların yaptıklarından dolayı bizi helâk mı edeceksin?" dememeniz
için". (A'raf; 172-173)
Yukarıdaki ayette dünyanın
yaradılışı sırasında, yani ezelde, bütün insan soyunun girdiği bir anlaşmadan
söz ediliyor. Bu anlaşmaya göre insanlardan Allah'a isyan bayrağını çekecek
olanlar, kendi yaptıklarından tamamıyla sorumlu olacaklardır. Kendilerini
savunurken ne habersiz olduklarını ileri sürebilecek, ne de doğru yoldan sapma
yükünü geçmişteki insanlara atabileceklerdi. Yani Allah ile kullar arasında varılan
ezelî anlaşmaya göre, her fert Allah'ın tek bir ilâh olduğuna kanaat
getirmiştir. Bu sebeple, yolundan sapmış olan insan, kendi hatalarım ve kendi
bilgisizliğini ne çevresine ve ne de geçmiştekilere mal edemez.
Şimdi sorun şudur: Gerçekten böyle
ezelî bir anlaşma yapıldıysa neden onun bilincinde değiliz, veya neden
hafızalarımızdan silinmiştir? Bu soruyu bir yana bırakalım; bir kere biz şunu
da biliyor muyuz ki, dünyamız yaratılırken Allah'ın huzuruna çıktığımızda,
"Elestü birabbiküm" sorusu bize sorulmuş ve biz de "belâ"
cevabını vermiştik? Biz bu olayı bile hatırlamıyorsak, ezelî anlaşmayı
hatırlayıp hatırlamamız aleyhte bir delil olarak nasıl kullanılabilir?
Bu soruyu aslında şöyle cevaplamak
mümkündür: Ezelî anlaşmanın hatırası insanın şuuru ve hafızasında taze
bırakılsaydı, insanoğlunun dünya gibi bir imtihan yerine gönderilmesi tamamen
anlamsız bir şey olacaktı. Çünkü bu durumda, imtihan ve deneme gibi kavramlar
anlamını yitirecekti. Sonuç olarak ezeli anlaşmanın hatırası hafızada
kalmamakla beraber, bu hadise şuuraltına ve vicdan'a bırakıldı. Bu olay,
şuuraltı ve vicdan'la ilgili diğer bilgilerimiz gibidir. Medeniyet, kültür,
ahlâk ve örf âdet alanlarında insanın bugüne kadar yaptığı ve başardığı işler
aslında onun öz gücünden kaynaklanıyordu. Dış etkenler ve iç eylemlerin
birleşmesiyle ancak kuvvede (öz güç) olanlar fiile geçmiştir. Şurası bir
gerçektir ki, herhangi bir eğilim, terbiye, kültür, çevrenin etkinliği veya
herhangi bir dahili uyarı ve etki, bir insanın kuvvesinde olmayan bir şeyi
yaratamaz. Aynı şekilde bütün bu etken ve unsurlar, insanın kuvvesinde bulunan
bir şeyi hiçbir şekilde ortadan kaldıramazlar. Yapabilecekleri tek şey asıl
tabiat ve huyunu saptırmaktır. Fakat her şeye rağmen kuvvede olan güç ve yetki
özünü koruyabilir. Bu güç ve yetki ortaya çıkmaya ve dıştan gelen çağrıya tepki
göstermeye hazırdır. Bilinçaltı ve vicdanî bilgilerimizin durumu işte böyledir.
Bunlar kuvvemizde olup fiillerimizle ispatlanırlar.
Bütün bu bilgilerimizin ortaya
çıkması için dış hatırlatma, telkin, eğitim, öğretim ve düzenlemeye
ihtiyacımız vardır. Bizde ortaya çıkanlar, aslında içimizdeki kuvvenin dıştan
gelen çağrıya cevabından başka bir şey değildir. Dolayısıyla, gerek iç duygular
gerekse dış faaliyetlerle ıslah ve değişiklik yapmak mümkündür. Aynı durum
kâinattaki gerçek mevkiimiz ve kâinatın yaratıcıyla olan ilişkileri konusunda
edindiğimiz vicdani ilim için de geçerlidir. Bunun varoluşunun bir kanıtı,
insan ömrünün her döneminde, yeryüzünün her noktasında, her yerleşim
merkezinde, her ulus ve her nesilde kendisini göstermiş olması ve dünyanın
hiçbir gücünün bunu tamamıyla yok edemeyişidir. Gerçeğe uygun olmasının bir
delili de, ortaya çıkarak, fiilen hayatımıza yön verdiği zamanlarda iyi ve
yararlı sonuçlar doğurmuş olmasıdır.
Vicdanî bilginin belirlenmesi ve
pratik bir şekle bürünmesi her zaman dıştan gelen bir davetin etkisiyle mümkün
olmuştur. Nitekim, peygamberler, kutsal kitaplar ve bunların takipçisi olan Hak
yolunun yolcuları aynı ihtiyaca cevap vermiş, aynı vazifeyi yerine getirmişlerdir.
Bu sebepten dolayıdır ki, onlara Kur'an-ı Kerim'de "müzekkir"
(hatırlatanlar) ve yaptıkları işlere "zikr" (hatırlatma),
"tezkere" (hatıra), ve "tezkir" (hatırlatma) denilmiştir.
Demek Nebi'ler, Kitaplar ve Hakk'a davet edenler, İnsanlar için yepyeni bir şey
getirmez, aksine onlarda daha önceden varolanları keşfedip tekrar ortaya
çıkarırlar.
1.2.
PEYGAMBERLİK HAKKINDA AKLÎ YAKLAŞIM
Büyük şehirlerde, görürüz ki,
elektrik enerjisiyle yüzlerce fabrika çalışır, tren, tramvay ve benzeri
araçlar gidip gelir, akşam olur olmaz binlerce, yüz binlerce ışık yanar, yaz
mevsiminde her yerde havalandırma cihazları çalışır. Ama bu olaylar bizi
hayrete düşürmez, bu eşya ve aletlerin yanması veya hareket etmesi konusunda en
küçük tereddüde kapılmayız. Bu neden böyledir? Çünkü, söz konusu aletlerin
bağlı oldukları kabloları gözümüzle görürüz. Sonra bu kabloların hangi elektrik
santrallerinden geldiğini de biliriz. Söz konusu santrallerde çalışan kişiler
hakkında da bilgimiz vardır. Elektrik santrallerindeki görevlilerin bir
elektrik mühendisine bağlı olduğunu biliriz. Biz o mühendisin elektrik uzmanı
olduğunun da bilincindeyiz. Birçok kompleks aletlerin bir araya gelmesiyle
elektrik üretildiğini, daha sonra bunun ilgili yerlere sevk edildiğini
biliriz. Elektrik akımıyla ampullerin yandığını, vantilatörlerin döndüğünü,
tren ve tramvayların hareket ettiğini ve fabrikaların çalıştığını anlarız.
Elektriğin etki ve sonuçlarını görerek, sebep ve kaynakları hakkında herhangi
bir ihtilafa veya tereddüde düşmememiz sebep-netice ya da etki ile tepki arasındaki
bulun aşamayı duyularımızla algılamamızdan ileri geliyor. Farz edelim ki, aynı
lambalar yansa vantilatörler çalışsa, trenler ile tramvaylar hareket etse,
çarklar dönse makineler çalışsa, ama bunlara cereyanın geçmesini sağlayan
kablolar gözümüzle görülmeseydi, trafo veya elektrik santrali duyularımızdan
uzak olacaktı. Trafoda çalışanlardan ve elektrik santralinin bir baş mühendisi
olduğundan da haberimiz olmayacaktı. Böyle bir durumda elektriği görünce aynı
umursamazlık ve soğukkanlılığı gösterebilecek miydik? Belli ki bunun cevabı
hayır olacaktır. Neden? Çünkü, sonucun sebebi saklı olduğu belirtilen kaynak
bilinmediği zaman insanın içine tereddüt, hayret, tedirginlik ve endişenin
düşmesi, aklın bu sırrı araştırmaya kalkışması ve esrar perdesi içinde
olanlarla ilgili kıyas ve spekülasyonların yapılması gayet tabiidir.
Şimdi bu faraziye üzerinde biraz
daha etraflıca düşünelim. Diyelim ki, farz ettiğimiz olay hakikaten dünyada
vardır. Yüz binlerce, milyonlarca lambalar yanıyor, milyonlarca vantilatör
çalışıyor, fabrikalar mal üretiyor, ama bütün bunları çalıştıran gücün ne
olduğunu, nereden geldiğini bilmiyoruz. Bu durumda bütün İnsanlar şaşkınlık
içindedir.
Herkes ortadaki bu gerçekler
konusunda aklına gelenleri söylüyor. Biri diyor ki, bütün bunlar kendiliğinden
yanıyor, hareket ediyor, çalışıyor, bunları çalıştıran ayrı ve üstün bir güç
yoktur. Başka birisi diyor ki, söz konusu aletler hangi maddelerden olmuşsa o
maddelerin terkibiyle onlar yanıyor veya çalışıyor. Bir başkası da diyor ki, bu
maddeler dünyasının ötesinde bazı ilâhlar var. İşte bu ilâhlardan bazısı
lambaları yakıyor, bazısı trenleri çalıştırıyor ve gene bazısı fabrikaları
çalıştırıyor. Bazı kimseler ise düşünmüş, taşınmış ama bir sonuca varamamış
şaşkın bir haldedirler. Bıkmış, usanmış ve demişlerdir ki aklımız bu tılsım ve
sırrın köküne inememiştir, biz sadece görüp, hissettiklerimizi biliriz,
gerisini anlayamayız ve anlayamadığımız şeyleri ise ne doğrulayabilir ne de
reddedebiliriz.
Bütün bu gruplar birbiriyle
çekişiyor ve kavga ediyor, ama kendi görüşlerini savunmaları ve başkalarının
görüşlerini reddetmeleri için kimsede kıyas, zan ve tahminden başka bir şey
yoktur.
Bu kavga devam ederken bir kişi
geliyor diyor ki: "Kardeşlerim, bakın, bende varolan bir bilgi kaynağı
sizde yoktur. Bu kaynağa dayanarak bütün bu yanıp sönen lambalar, dönen
vantilatörler, hareket eden trenler ve çalışan fabrikaların sizin göremediğiniz
ve hatta duyamayacağınız bir takım kablolara bağlı olduğunu biliyorum. Bu
kablolar bir trafo veya elektrik santraline bağlıdır, ki oradan gelen cereyanla
ışık ve enerji elde ediliyor. Söz konusu elektrik santralında dev makinalar
var, bunları birçok kişi çalıştırıyor. Bu çalışan kişiler de baş mühendisin
emrindedirler. İşte bunun gibi bir iradenin yüce ilmi ve kudretiyle dünya
dediğimiz büyük ve eşsiz bir düzen sadece ayakta durmakla kalmıyor, tıkır
tıkır işliyor da. Onun direktifi ve denetimiyle her şey yerli yerinde bulunuyor
görevini yapıyor."
Yukarıdaki iddianın sahibi olan
kişi tezini kuvvetle savunuyor. İnsanlar onu yalanlamaya çalışıyor, büyük bir
çoğunluk da ona karşı çıkıyor, deli-divane diyor, sövüyor, dövüyor, eziyet
ediyor ve evinden kovuyorlar. Ama bütün bu bedenî ve ruhanî eziyetlere rağmen o
davasını savunuyor, en ufak bir tereddüde kapılmıyor. Hiçbir korku veya hırs
onu davasından zerre kadar ayıramıyor. Hiçbir güçlük, dünyaya vermek istediği
mesajda en küçük bir değişiklik yapmasına sebep olamıyor veya ondan taviz vermesini
sağlamıyor. Her sözü ve her hareketiyle inancına ne kadar bağlı olduğunu
ortaya koyuyor.
Bundan sonra bir başka şahıs
geliyor, aynı sözleri aynı güven ve inançla söylüyor. Daha sonra üçüncü,
dördüncü ve beşinci kişiler geliyor ve aynı şeyleri tekrarlıyorlar. Derken,
bunların sayısı hızla artmaya başlıyor, yüzleri ve hatta binleri buluyor,
hepsi aynı sözleri tekrarlıyor, aynı davayı savunuyor, aynı mesajı veriyor.
Zaman ve mekân değişikliğine rağmen konuştukları dil, kullandıkları üslûp aynıdır.
Hepsi alelâde insanlarda bulunmayan ilim kaynağından bahsediyor. Hepsine
mecnun ünvanı takılıyor, her türlü zulüm ve baskıya hedef oluyorlar. Herkes
davalarından vazgeçmelerini isliyor. Ama hepsi de sözlerinde duruyor, dünyanın
hiçbir gücü onların imanını, inancını sarsamıyor. Bu kadar büyük azim ve
kararlılığa sahip olan bu kişilerin, bir başka yönleri de, yalancı, hırsız,
hain, ahlâksız, zalim veya haram yiyici gibi özelliklerinin olmaması. En büyük
düşman ve en alçak muhalifleri bile bu insanların bu meziyetlerini kabul
ediyorlar. Bunların ahlâkı tertemizdir, haysiyeti büyüktür, alçak gönüllüdürler,
namusludurlar. Karakterleri bakımından hemcinslerinden üstündürler.
Delilikleri de sabit değildir. Tam tersine, iyi ahlâk, nefis terbiyesi ve dünya
işlerinin ıslahı için getirdikleri talimat ve kuralların eşine rastlamak şöyle
dursun, birçok alim, birçok âkil bunların inceliklerini araştırmak amacıyla
ömürlerini geçirmişlerdir.
1.2.2. Olayın Akıl Plânında Tartışılması
Bir tarafta çeşitli görüşteki
davalı ve sanıklar var, diğer tarafta görüş-birliğinde ve birlik içinde olan
davacılar var. ikisinin davası da aklın mahkemesine gider. Hakim olarak akıl
ilk önce kendi durumunu iyi kavramalıdır, daha sonra tarafların vaziyetine
vakıf olmalıdır. Sonra iki tarafın ifadesini alarak kararını vermelidir.
Hakim'in durumuna gelince, onun
için gerçeği öğrenmenin yolu ve imkânı yoktur. Kararını tarafların ifadesine
göre vermek zorundadır. O, elindeki bilgiler, ifadeler, deliller, tanık ve
sanıkların kişilikleri, dış görünüşleri ve izlenimlerine dayanarak gerçeği
bulmakla yükümlüdür. Araştırıcı ve gözleyici bir tavırla kimin haklı kimin
haksız olduğuna kanaat getirmelidir. Fakat yine de sadece fikrini
söyleyebilir, tahminini yürütebilir, "işte hakikat budur" diyemez.
Ağırlığını taraflardan birinden yana koyabilir ama, herhangi birisini
kesinlikle temize çıkaramaz veya cezaya çarptıramaz.
Davalı veya "yalancıların
durumu şöyle özetlenebilir:
1) Hakikat ile ilgili görüşleri
birbirinden farklıdır. Hiçbir konuda veya noktada hemfikir değildirler. Hatta,
aynı grubun çeşitli üyeleri arasında görüş ayrılığı vardır.
2) Kendilerinin de itiraf ettiği
gibi, başkalarında olmayan herhangi bir bilgi kaynağına sahip bulunmuyorlar. Bu
grupların tek iddiası kendi tahminlerinin başkalarınınkinden daha kuvvetli
olduğu noktasındadır. Ama herkes kabul ediyor ki bütün bilgileri yalnızca
tahminlerden ibarettir.
3) Kendi tahminlerine olan
inançları çok katı ve sarsılmaz bir noktaya henüz varmamıştır. Bu bakımdan
fikirlerini, tahminlerini değiştirenler çoktur. Öylesine kişiler ve bilim
adamları vardır ki düne kadar savundukları tezin tam tersine bir görüşü
benimsemiş, eski görüşlerini tekzip eder duruma gelmişlerdir. Yaş, bilgi ve
deneyimleri arttıkça görüşleri ve ideolojileri de değişmiş ve bir bakıma
olgunlaşmışlardır.
4) Davacıların delillerini
çürütmek, onları tekzip etmek ve yalanlamak için sadece tek bir görüş ileri
sürüyorlar. Kendilerine göre; "davacılar, davalarının doğru olduğuna dair
inandırıcı bir delil ortaya koymamışlardır. Davacılar, lambalar, vantilatör ve
makinaların bağlı olduğunu söyledikleri gizli kabloları bize
gösterememişlerdir. Ne elektriği göstermiş ne elektrik santralini
gezdirmişlerdir. Bizi hiçbir görevli, yetkili veya baş mühendis ile
görüştürmemişlerdir" diyor ve ekliyorlar, "bu durumda söylediklerinin
doğru olduğuna nasıl inanabiliriz?"
Davacıların durumu ise şöyledir:
1) Davacıların tümü görüş birliği
içindedir. Davanın bütün yönleri hakkında tam bir ittifak halindedirler.
2) Üzerinde tam görüş birliği
içinde oldukları husus, diğer insanlarda olmayan bilgi kaynağına sahip
bulunmalarıdır.
3) Hiçbiri davalarının sadece
kıyas veya tahminlere dayandığını söylemiyor, aksine Baş Mühendis ile çok
yakın ilişki içinde olduğunu, O'nun habercilerinin kendisine geldiğini,
elektrik santralini de gezdiğini, her şeyi inanarak ve güvenerek söylediğini
kesin bir ifade ile belirtiyor.
4) Görüş ve düşüncelerinde en ufak
bir değişiklik yaptıklarına dair hiçbir örneğe rastlamıyoruz. Her biri, aynı
şeyi ve aynı tezi başından sonuna kadar savunmuş bulunuyor.
5) Kişilik ve karakterleri
tertemiz olup, özgeçmişlerinde yalan, iftira, iki yüzlülük, sahtekârlık ve
dolandırıcılık konusunda en ufak bir belirti görülmüyor. Bu nedenle,
hayatlarının her safhasında dürüst ve doğru olanların yalnızca bu konuda sözbirliği
etmişçesine yalan söylemelerine imkân ve ihtimal yoktur.
6) Savundukları davanın
kendilerine kişisel çıkar sağladığı da söylenemez. Tam tersine, davaları
uğruna son derece güç durumlara düştükleri, bedensel ve ruhsal eziyetler
çektikleri, tutuklandıkları, dövüldükleri, işkence gördükleri, sürgün
edildikleri katledildiklerini hatta bazılarının canlı gömüldüğü ve çeşitti
eziyetlerle öldürüldüğü görülmüştür. Birkaç istisna ile hiçbirinin dünyada
maddi yönden rahat ve huzur ve refah dolu bir hayal sürdüğü iddia edilemez.
Dolayısıyla, şahsi menfaat suçu kendilerine yüklenemez. Aksine bin bir güçlük
ve engeller karşısında davalarına tamamıyla sadık kalmaları, samimiyet ve iyi
niyetlerinin birer kanıtıdır. Onlar davalarına öylesine bağlıydılar ki bunun
için canlarını bile seve seve feda ettiler.
7) Söz konusu insanların deli veya
aklî dengelerinin bozuk olduğu da iddia edilemez. Hayatın bütün meselelerinde
hepsinin son derece akıllı, anlayışlı ve zeki olduğu olaylarla sabit olmuştur.
Muhalifleri bile zaman zaman akıl ve zekâlarına hayran kalmışlardır. Bu durumda
hepsinin aynı şeklide delirdiği nasıl kabul edilebilir? Hem de onları
"deli" eden meseleye bakın ki, bunun için ölüm kalım savaşı
vermişlerdir. Bu dava için dünyaya meydan okumak ve dünyayı karşılarına
almaktan çekinmemişlerdir. Bu dava öyle bir davadır ki, bunun için hayal
boyunca mücadele etmişlerdir, varolan imkânlarının tümünü bunun için seferber
etmişlerdir. Böyle bir durumda akılsız veya çılgın olduklarına kim inanabilir?
8) Bu kişiler, Baş Mühendis veya
elemanlarıyla sizi görüştürürüz, O'nun gizli fabrikasını size gösterebiliriz, veya
deneyler ile gözlemlerle davamızı ispatlayabiliriz dememişlerdir. Zira, onlara
göre bütün bu işler "gâip"ten olmaktadır. Onlar sadece kendi
söyledikleri ve anlattıklarına itimat edilmesini istiyorlar.
İki tarafın durumu ve ifadelerini
inceledikten sonra akıl mahkemesi kararını verir ve der ki, bazı belirti ve
sonuçları görerek her iki taraf illiyet veya sebep-netice gibi kavramları
gözden geçirmişler ve bunlardan kendi fikir ve tutumları doğrultusunda sonuçlar
çıkarmışlardır.Görünüşte her iki tarafın çıkardığı sonuçlar ve ileri sürdüğü
tezlerde akıl ve mantığa aykırı, göze çarpan bir husus yoktur. Akıl ve zekâ
ölçülerine göre iki tarafın da nazariye ve faraziyelerinin imkânsız olduğu
söylenemez, ikincisi, her iki tarafın görüşü de deney veya gözlemle doğru ya da
yanlış olarak tesbit edilemez. Ne birinci taraf herkesi tatmin edecek ve ikna
edecek şekilde bilimsel bir kanıt ileri sürebilir. Ne ikinci taraf bunu yapacak
güçte veya iddiadadır, ne var ki, mesele derinliğine tetkik edildiğinde pek çok
konuda ikinci tarafın haklı olduğu, ileri sürdüğü nazariyenin daha tutarlı ve
inandırıcı olduğu anlaşılır.
Öncelikle, bu kadar çok sayıda
insanın, olağanüstü bir bilgi kaynağına sahip olmak ve bununla, dış belini ve
sonuçların asli sebeplerini keşfetmek konusunda birleşmeleri, çeşitli zaman ve
mekânlarda bulunmalarına rağmen aynı görüşü paylaşmaları, davalarının
haklılığını ortaya koyuyor. Bu İnsanlar bilhassa, kendi bilgileri konusunda
çelişkili ifade kullanmıyorlar. Söylediklerinde akla aykırı bir şey de yok.
ikinci olarak, bazı kimselerin diğer insanlara nisbetle bir takım olağanüstü
güç ve yeteneklere sahip oldukları da akıl ve mantık kurallarına ters gelmiyor.
Üçüncüsü, dış elken ve belirtilere bakıldığında ikinci tarafın tezinin daha
doğru olduğu anlaşılıyor. Öyle ki, ampul, vantilatör, fabrika ve trenlerin
kendi kendine yandığı veya çalıştığına kimse inanamaz. Zira böyle bir şey, söz
konusu eşyanın irade gücüne bağlı olurdu. Ama bu eşyaların herhangi bir iradesi
olmadığı bir gerçektir. Aydınlık ve çalışma özellikleri, maddi terkiplerinden
de ileri gelmiyor. Çünkü ışık saçmadıkları ve çalışmadıkları zamanlarda da aynı
durumda kalıyorlar. Buna ilâveten, bunların ayrı ayrı güçlerin etkisinde olduğu
da akla yatkın değildir. Çünkü ampullerin yanmadığı zaman vantilatörlerin
dönmediğine, trenlerin çalışmadığına, fabrikalarda da işin durduğuna şahit
oluyoruz. Bu sebeple, dış etken ve belirtiler konusunda ilk tarafın ileri
sürdüğü bütün tez ve kavramlar akıl ve mantıktan uzaktır. Aklın daha kolay
kabul edebileceği husus, bütün dış belirtilerde aynı gücün varoluşudur. Bu
gücün kaynağı da, belirli bir düzen içinde bu gücün etkilerini gösteren bir
Bilge ve Uzman'dır.
Şimdi gelelim, şüpheci ve kararsız
kişilerin şu mantığına: Bütün bu meseleleri aklımız, almıyor, bundan hiçbir şey
anlayamıyoruz. Anlayamadığımız bir şeyi ne onaylayabilir ne reddedebiliriz.
Aslında akıl mahkemesinin hakimi bu mazereti kabul etmezdi. Çünkü bir olayın
olması onu gören veya duyanın anlayıp anlamamasına bağlı değildir. Bir olayın
meydana gelmesi güvenilir ve birden fazla tanığın ifadesiyle ispatlanmış oluyor.
Şimdi diyelim ki bazı güvenilir dostlarımız gelip bize diyor ki, biz batılı ülkelerde
insanların demir, çelik veya alüminyumdan yapılmış araçlarla havada
uçtuklarını gördük veya biz Londra'da iken Amerika'dan yayınlanan şarkıları
dinledik. Böyle bir durumda bizim araştırmak ve bilmek istediğimiz tek şey bize
bu masalları anlatanların yalancı veya şakacı olup olmadığı olacaktır. Ayrıca,
söz konusu kişilerin şahsi çıkarlarının bulunup bulunmadığı ve akli
dengelerinin de yerinde olup olmadığı araştırılması gereken hususlardandır.
Kendilerinin ne yalancı, ne şakacı, ne de deli oldukları ve kişisel çıkar
gütmedikleri sabit olursa ve pek çok dürüst, aklı başında kişinin, gayet ciddi
bir şekilde istisnasız aynı olayları bize anlattıklarını görürsek, demir ve
alüminyumdan yapılmış araçların havada uçması veya bir şarkıcının sesinin binlerce
kilometre öteden duyulmasını bir türlü anlayamazsak dahi kabullenmek
zorundayız.
İşte aklın hükmü budur. Fakat,
"iman" dediğimiz tasdik, te'yid ve inanç keyfiyeti bundan doğmaz.
Bunun için vicdan ve ilhama gerek vardır. Bunun için içimizden öyle bir duygu
gelmelidir ki; şüphe, tereddüt ve kararsızlığın her türlüsünü ortadan kaldırıp,
insanların her çeşit kıyas, tahmin ve hayallerinin batıl olduğuna ve gerçeğin,
doğru ve dürüst insanların kıyaslarıyla değil, ilim ve basiretleriyle
anlaşılabileceğine kanaat getirsin.
1.3.
PEYGAMBERLİĞİN GEREKLİLİĞİ
1.3.1. İnsanın En Büyük İhtiyacı
"Ve doğru yolu gösterme işi
Allah'a aittir, halbuki kötü yollar da vardır."
Bu ayette tevhid, rahmet ve
ulûhiyyet hakkında deliller ileri sürülürken peygamberliğe de kısaca
değinilmiştir. Şöyle ki; dünyada İnsanlar için düşünme ve hareket etme
konusunda çeşitli yollar vardır ve bunların fiilen izlenmesi mümkündür. Belli
ki bütün bunlar hak yol değildir. Gerçek sadece tektir ve gerçek bir hayat
tarzı doğru bir hayat nazariyesine dayanır.
Bu doğru nazariyeyi, başka bir
deyimle, doğru yolu bilmek insanın en büyük zarureti ve ihtiyacıdır. Hatta
temel ihtiyacıdır. Bu öyle bir ihtiyaçtır ki, insan buna bizatihi insan olduğu
için ihtiyaç duyar. Bu ihtiyaç karşılanmadığı takdirde ise insanın bütün
ömrünün boşa gittiği söylenebilir.
Şimdi düşünün bir kere, sizi
yaratmadan önce bu kadar nimetler yaratmış ve sizi yarattıktan sonra her türlü
beşerî ihtiyacınızı karşılamak amacıyla bu kadar titiz davranmış olan Yüce
Allah (c.c.)’ın hayatınızın bu en büyük ihtiyacını gidermek için hiçbir şey
yapmadığını, insan olarak düşünebilir misiniz?
İşte bu temel ihtiyaç, nübüvvet
veya risalet ile karşılanmıştır. Eğer peygamberliğe inanmıyorsanız, bana
söyleyebilir misiniz ki insanın doğru yola ulaşması için Hak Tealâ başka ne
yapmıştır veya başka ne yapabilir? Buna cevap olarak, "doğru yolu bulmamız
için Allah bize akıl ve zekâ vermiştir" diyemezsiniz. Çünkü insan aklı
zaten birçok yol icat etmiştir ve bu yollar insanın doğruyu bulmasını imkânsız
kılmaktadır. Allah'ın kurtuluşa ermemiz için hiçbir tedbir almadığını da iddia
edemezsiniz. Çünkü, beşer olarak büyüme, gelişme ve rahat etmemiz için bunca
nimet vermiş olan Rabb'imizin bizi insan olarak cehalet ve dalâletin pençesinde
bıraktığını söylemekten daha büyük bir günâh yoktur.
1.3.2. Baskıyla Hidayet Yerine İlhâm Yoluyla Hidayet
"Şayet Allah isteseydi,
hepinizi hidayete erdirirdi" (Nahl; 9)
Allahu Tealâ'nın bütün insanları
iradesiz veya iradeleri zayıf olan diğer mahlûkat gibi hidayetle yaratması
pekalâ mümkündü. Fakat hikmeti ve kudretinin gereği bu değildi. Amacı ve
hedefi; kendi isteği, dileği ve beğenisiyle iyi ile kötü ve doğru ile yanlış
arasında tercih yapabilecek irade ve hürriyete sahip bir varlık yaratmaktı. Bu
hürriyetin kullanılması için insana ilim ve bilgi kaynakları verildi, akıl ve
zekâ bahşedildi, arzu ve irade gücü verildi, içinde ve dışında olan çeşitli güç
ve eşyaya hükmetme kabiliyeti bağışlandı. Hem doğru, hem yanlış yolu seçmesine
yardımcı ya da engel olabilecek bir takım tuzak ve mükâfatlar sağlandı.
Doğuştan itibaren ona doğru yol gösterilmiş olsaydı veya başka bir deyimle,
zorla dürüst bir kişi yapılmış olsaydı, yaratılan her şey anlamını
kaybedecekti. Ayrıca, özgürlüğünü iyi kullanmasıyla bir insanın varabileceği en
yüksek ve faziletli mevkiye varmak da mümkün olamayacaktı. Bundan dolayıdır ki,
Allah (cc.) insanın hidayeti için mecburi ve cebrî yolu değil, ilhamı hidayet,
yani peygamberlerin telkiniyle seçilen yolu uygun gördü. Böylece, bir yandan
insanın hürriyetine zarar gelmeden, onun sınavdan geçirebilmesi imkânı doğdu,
öte yandan da, nasıl yaşaması ve inanması gerektiğini kendisine sunan ve
yaşayan bir örnek olarak peygamberler gönderilmiş oldu.
1.3.3. Yaşayan Hayatta Hidayet Örneğine Duyulan
İhtiyaç
"O, yere yol gösteren
alâmetler koymuştur ve insanlar yıldızlar vasıtasıyla da yollarını
bulurlar". (Nahl; 16)
Yani, Allahu Tealâ, dünyanın her
tarafını aynı şekilde yaratmamıştır. Her bölgeye kendine mahsus bazı özellikler
ve simgeler vermiştir. Bunlara farklı sıfatlar sağlamıştır. Bunun birçok
faydalarından biri, insanın kendi yolunu ve gideceği yeri bulmakta güçlük
çekmemesidir. Yoldaki işaretlerin önemi, çölde yolunu kaybetmiş bir insanın
karşılaştığı güçlükler esnasında iyice anlaşılır. Burada insan her an yolunu
bulamama tehlikesiyle karşı karşıyadır. Deniz yolculuğu sırasında yol
işaretlerinin önemi bir kat daha artar, çünkü böyle bir durumda yol işaretini
bulmak oldukça zordur. Ancak Rabbimiz çölde de denizde de bize yol gösterme
kolaylığını sağlamıştır. Örneğin, yıldızlar, asırlardan beri insanların
yollarını aydınlatmaktadırlar.
Bu ayette, tevhid, rahmet ve
ulûhiyetten bahsedilirken risâlet yani peygamberliğe de kısaca atıfta
bulunulmuştur. Bu noktada ister istemez bir soru aklımıza geliyor. İnsanın maddî
hayatında yolunu bulabilmesi için bunca tedbirler almış ve imkânlar yaratmış
olan bir Yaradan, insanı manevî alanda rehbersiz bırakacak kadar ilgisiz
kalabilir mi? Bir kerre, maddi alanda uğranılan zarar, manevî alanda
karşılaşılan zararın yanında çok küçük kalır. Üstelik, dağlarda yolumuzu açan,
vadi ve yaylalarda yolumuzu bulmak için işaretler koyan, çölde, sahrada ve
denizde bize yol göstermek için göklerde kandiller (yıldızlar) bulunduran Yüce
Allah'ın ahlâkî ve manevî kurtuluşumuz için bize yol göstermediğine, yol
işaretleri koymadığına inanmak mümkün müdür?
"Musa Firavun'a cevap verdi,
Rabbimiz, her şeye yaratılışı verip, sonra ona yol gösterendir". (Tâhâ;
50)
Yukarıdaki âyette dünyada görülen
ve hissedilen her şeyin Cenab-ı Allah tarafından yapıldığı ifade ediliyor. Her
şeye görüntü, şekil, kuvvet, kabiliyet, Selahiyet ve hususiyet Cenab-ı Hak
tarafından verilmiştir. İnsanın elinin belli işler yapabilmek için sahip
olduğu yapı ve özellik O'nun ihsanıdır. Ayaklarınıza da en uygun şeklini O
vermiştir. İnsan, hayvan, nebat, madde, hava, rüzgâr, su ve ışık, kısacası her
şey kendisine düşeni yapmak için şekil ve selâhiyeti O'ndan almıştır.
Ayrıca, Allahu Teâlâ eşyalara
sadece şekil ve yetki bahşederek onlardan bütün alâkasını kesmiş değildir.
Onlara yol göstermek vazifesini de yerine getirir. Dünyada hiçbir şey
gösterilemez ki Rabbimiz ona şekil ve güç vermenin yanı sıra yaradılış amacını
da öğretmiş olmasın. Kulağa duyma, göze görme vazifesini O öğretmiştir. Balığa
suda yüzme ve kuşa havada uçma yeteneğini O vermiştir. Ağaçlara dal budak salıp
meyve verme ve toprağa bitkiler yetiştirme emrini O vermiştir. Kısacası, bütün
evreni ve içinde bulunan her şeyi yaratmakla kalmamış onlara gereken bilgiyi
de vermiş ve onlara kılavuzluk etmiştir.
Yukarıda bahsettiğimiz ayette
Hazreti Musa (a.s.) aynı zamanda Firavun'un inkâr ettiği Peygamberlikle ilgili
bir delile de işaret etmiştir. Bu delile göre, tüm evren'in yaratıcısı ve
hâmisi olan ve her şeye, durumuna, ihtiyacına göre gereken talimatı veren
Allah'ın yol gösterici vasfının bir gereği de, insanın bilinçli yaşantısında
izlemesi için belirlediği yolun, şuur ve irade sahibi olmayan diğer
varlıklardan farklı olmasıdır. İnsanlara rehberlik ve önderlik yapılmasının en
uygun şekli, gayet tabii ki şuurlu bir insanın onlara yol göstermesi, hem de
bunun akıl ve mantıklarına aykırı olmayacak şekilde yapılmasıdır.
Dünyada insanın ihtiyaç duyduğu
her şeyi, ona Allah yaratmış ve vermiştir. Bir çocuk doğunca dünyaya nelerle
geliyor? Görmek için gözler, işitmek için kulaklar, koklamak ve nefes almak
için burun ve duymak için derisindeki hassasiyet, yürümek için ayaklar,
çalışmak için eller, düşünmek için beyin ve benzeri duyu ve organlarla. Küçük
vücudunda geleceğin ihtiyaçlarını gidermek için bakın ne çok şeyler
toplanmıştır? Daha sonra dünyaya adım atarak, hayatını yaşaması için de sayısız
eşya ve malzemeler ona bahşedilmiştir. Meselâ, rüzgâr, ışık, ısı, su, toprak
vs. Ayrıca bebek doğmadan önce annesinin memelerine süt gelmiş olur, ana-baba
akrabalar ve hatta başkalarının yüreğine sevgi ve şefkat inmiş olur ki bunların
sayesinde yetiştirilip büyütülebilsin. Bebek büyüdükçe ihtiyaçların
karşılanması için her türlü kolaylık da sağlanır. Sanki yeryüzündeki ve gökteki
bütün nesneler onun için seferber edilmiştir.
Dünyada çalışmak ve iş görmek için
gereken bütün kabiliyet ve güç insana verilmiştir. Bedensel güç, akıl, zekâ,
düşünme ve konuşma kabiliyeti ve benzeri yetenekler her insanda az çok vardır.
Fakat burada Kâdir-i Mutlak'ın değişik ve ilginç bir nizam kurduğunu görürüz.
Bütün kabiliyetler insanlara eşit şekilde verilmemiştir. Bunun hikmeti şudur:
Eğer insan aynı güçte ve yetenekte olsaydı, o zaman kimse kimseye muhtaç olmayacak,
kimse kimseye aldırış etmeyecekti. Onun için, Cenab-ı Allah insanlara genel
olarak bütün yeteneklerini verirken, ölçülerini değişik tutmuştur. Bir takım
yetenek ve imkânlar bazı insanlarda fazla, bazı insanlarda az bulundurulmuştur.
Bazı İnsanlar, bedensel çalışmalarını diğerlerine oranla daha fazla yapacak
şekilde yaratılmıştır. Bazıları belli bir mesleğe ve uzmanlığa doğuştan yatkın
olurlar, bazılarında bu gibi hüner ve marifetler az bulunur. Bazı İnsanlar da
akıl ve zekâ bakımından diğerlerinden kat kat üstün olurlar. Bazıları doğuştan
asker ve kumandan olurlar, bazıları ise başkalarını yönetmek için
yaratılmışlardır. Aynı şekilde bazıları inanılmaz konuşma kabiliyetiyle
doğarlar, bazılarına yazarlık ve sanatçı kabiliyeti verilmişken, bazıları da
matematikte uzman olurlar, öyle ki, başkalarının büyük enerji ve zaman harcayıp
halledemediği problem ve formülleri ânında hallediverirler. Yine bazıları var
ki çeşit çeşit eşya ve aletler icat eder, başkalarının hayranlığını çekerler.
Bazıları ise hukukun öylesine ince noktalarını ortaya koyarlar ki herkes
şaşkına döner. Allah vergisi denilenler işte bunlardır. Kimse bu hüner ve
kudretini kendi kendine elde edemez. Eğitim, kültür ve terbiye de bunları
yoktan var edemez. Bunlar doğuştan olan kabiliyetler olup, Allah'ın bahşettiği
kişilerde bulunur.
İnsan uygarlığı için gerekli olan
yetenekler gerektiği miktarda verilir, bazıları çok, bazıları az. İnsanların
çoğu asker, marangoz ve demirci olarak doğabilir. Benzeri meslek sahipleri de
çok sayıda bulunabilir. Ancak üstün bilgi ve zekâ sahipleri nispeten az
olurlar. Siyaset adamları, devlet adamları ve komutanların sayıları da azdır. Ayrıca
fen ve teknikte fazlasıyla uzmanlık isleyen sahalarda yetişenler daha da az
olurlar, çünkü bilim adamlarının hizmetleri ve buluşları asırlarca insanlığa
yararlar sağlar.
Şimdi üzerinde düşünmemiz gereken
husus şudur. Dünyada başarılı bir hayatın icabları sadece mühendis,
matematikçi, bilim adamı, hukukçu, politikacı, iktisatçı veya diğer meslek
sahiplerinin yetişmesinden mi ibarettir? Elbette hayır. Bütün bunların üstünde
bir ihtiyaç daha vardır, o da insanlara Allah'ın yolunu gösteren birinin
bulunmasıdır. Birileri bu dünyada yalnızca İnsanlar için nelerin bulunduğunu
ve bunların nasıl kullanıldığını anlatmakla mükelleftirler. Fakat bir
başkasının, bizzat insanın ne olduğu, kimin için ve niçin yaratıldığını, onu
yaratanı memnun etmek için hangi yolu takip etmesi gerektiğini ve hem bu
dünyada hem öbür dünyada daim ve ebedi saadet ve refaha kavuşması için ne gibi
özelliklere sahip olması icap ettiğini anlatması gerekmez mi? Şüphesiz gerekir,
hem de çok! Aslına bakılırsa, bu, insanın en büyük ihtiyacıdır. En ufak
ihtiyaçlarımızı gidermek için bu kadar imkân ve kolaylıklar sağlamış olan Yüce
Allah'ın en büyük ihtiyacımızı görmezlikten geldiğine inanmak zordur. Aklımız
bunu hiç kabul etmez.
Allahu Azimüşşân'ın her hüner, her
fen ve her bilim dalı için yarattığı üstün kabiliyetli İnsanlar gibi, bizzat
Allah'ı bilen ve O'na yakın olabilecek İnsanlar da dünyaya gelmişlerdir. Allah
bu insanlara din, ahlâk ve şeriat ilminin en âlâsını vermiş ve daha sonra aynı
bilgileri başkalarına aktarabilmeleri için kendilerini peygamberlik makamına
getirmiştir. İşte bu insanlara biz Rasûl veya Nebi deriz.
Bilim ve tekniğin çeşitli
dallarında üstün zekâlı ve üstün yetenekli kişilerin yetişmesi gibi, din ve
hidayet alanında da üstün yetenekli kişiler doğar. Ayrıca nasıl ki bilim ve
teknikte şan ve şöhret sahibi olmak için belli bir kafa yapısı ve karaktere
ihtiyaç varsa, peygamberler de muayyen bir tabiat, huy ve şahsiyete sahip olurlar.
Doğuştan şair olan bir kişinin
şiirlerini dinler dinlemez üstün bir şairlik yeteneğine sahip olduğuna kanaat
getiririz. Çünkü başkaları ne kadar çaba gösterse de onun kadar güzel şiir
söyleyemezler. Aynı şekilde doğuştan hatip, yazar, edip, sanatçı, mucit ve
lider olanlar da kendi eser ve çalışmalarından derhal tanınırlar. Aynı şey
peygamberler için de geçerlidir. O'nun düşünebildiği ve sezebildiği şeyleri
alelâde kişiler kolay anlayamaz. Anlattıkları ve söylediklerini başkaları
anlatamaz. Bakışları keskin olup pek çok meselenin derinliğine iniverir.
Söylediklerini aklımız kabul eder, yüreğimiz de teyid eder. Dünyadaki
tecrübeler ve kâinattaki gözlemlerle her sözünün doğru olduğu tesbit edilir. Ayrıca
peygamber tertemiz bir kişiliğe sahip olur. Her konuda dürüst davranır her
sözünü doğru söyler. Yanlış bir şey söylemez, kötü bir iş yapmaz. Hayatında
söylediklerinin aksine hareket ettiği vaki olmamıştır. Söz ve hareketlerinde
şahsî bir menfaati yoktur. Başkalarının yararı ve rahatı için bin bir güçlük
çeker. Kendi iyiliği için başkalarına zarar vermez, bütün hayatı doğruluk,
dürüstlük, iyi niyet, fazilet, namus ve yüksek seviyeli insanlığın bir örneği
olur. Bir tek kötülük göremezsiniz hayatında. Bütün bunlar görülür görülmez,
adı geçenin Allah'ın gerçek peygamberi olduğu derhal anlaşılıverir.
Herhangi bir şahsın Allah'ın
gerçek peygamberi olduğunu anlayınca da sözlerini dinlemek, O'na itaat etmek ve
yolunda yürümek farz olur. Bir şahsı peygamber olarak tanıyacaksınız, sonra da
sözlerini dinlemeyeceksiniz, bu hiç de uygun bir davranış değildir. Zira
birini peygamber olarak tanıdınızsa, O'nun söylediklerinin Allah'ın sözleri
olduğunu ve O'nun hareketlerinin Allah'ın emrine uygun olduğunu kabul
etmişsiniz demektir. Yani söyledikleri veya yaptıklarına aykırı hareket etmeniz
bizzat Allah'ın emrine itaatsizlik olur. Allah'a karşı olan her şey, kesinlikle
yanlıştır. Demek ki peygamberlerin dediklerini yapmak zorundayız. Gerçi ilk
bakışta peygamberin bazı söz ve fiillerini anlayamayız, ama bunların peygamberlerden
kaynaklanması zâten yapılanların doğru ve hikmet dolu olduğunun birer
delilidir. Bir şeyi anlamaktan âciz isek bu demek değildir ki o şeyde bir kusur
ve noksanlık vardır. Bu aslında anlayışımızın eksikliğidir.
Herkes her bilim ve fen dalını
lâyıkıyla bilemez, bilmesi de beklenemez. Bu sebeple, bir bilim adamı veya
teknik uzmanının anlattığı bazı şeyleri o bilim ve tekniğin yabancısı olan bir
kişinin aklı almıyorsa; anlatılanları reddetmesi ahmaklık olur. Dünyada her işin
uzmanları vardır. Bu uzmanların işlerine başkaları karışmaz. Uzmanlık isteyen
bir işi bir acemi yapmaya kalkışırsa her şeyi berbat eder. Önemli olan, her işi
ehline yaptırmaktır. İş yapılmadan önce onu yapacak kişinin yeterli derecede
bilgili, deneyimli ve yetenekli olup olmadığı araştırılmalıdır. Bu ölçüye uyan
bir kişi bulununca da ona güvenmek şarttır, işine karışılmamalıdır. Yoksa işe
başladıktan sonra ona ikide bir müdahale etmek ve "şu anda ne yapıyorsun,
anlamıyorum, bunun doğru olduğunu ispatlamazsan sana inanmam", gibi
çıkışlar yapmak akıllılık değil, budalalıktır. Bir dava için bir avukat
tuttuktan sonra işine karışmaya ve hatta onu sorguya çekmeye başlarsanız, o
sizi derhal terk edecektir. Bir doktor tedaviye başladıktan sonra ona sık sık
ne yaptığını ve verdiği ilâçların faydalı olup olmadığını sorarsanız, eminim o
da hastayı bırakacaktır. Aynı durum dinimiz için de geçerlidir. Biz Allah
hakkında bilgi edinmek ve Allah'ın dediği yoldan gitmek isteyip, bunu kendi
kendimize başaramıyorsak, Allah'ın elçisini, peygamberini aramalıyız. Fakat bu
arayış akıllıca ve titizlikle yapılmalıdır. Çünkü peygamber sanarak yanlış
kişiye varırsak yanlış bir yola sapmış olacağız. Ancak iyice ölçüp biçtikten
sonra, birinin Allah'ın hakiki rasulü ve elçisi olduğunu anladığımız an, ona
tam güvenmeli, söylediklerine eksiksiz uymalıyız.
1.4.3. Peygamberlere
İmân Etmek
Allah tarafından gönderilen
Peygamber'in gösterdiği, doğru ve gerçek yolun anlaşılmasından sonra, bütün
insanların peygamberlere iman etmeleri, itaat etmeleri ve uymaları gerektiği
kendiliğinden ortaya çıkar. Bu nedenle, peygamberi bırakıp kendi yolunu kendi
çizmeye çalışan biri mutlaka yanlış bir tutum içindedir.
Bu hususta İnsanlar garip
yanlışlıklar yaparlar. Bazıları peygamberlerin varoluşuna inanırlar, ama
onlara ne iman eder, ne de itaat ederler. Bu gibi İnsanlar sadece kâfir değil aynı
zamanda aptaldırlar. Düşünün bir kere, insanın bile bile yalan yanlış şeylere
umudunu bağlamasından daha büyük aptallık olur mu?
Bazıları diyor ki
"peygamberlere itaat etmemize gerek yoktur, biz kendi kendimize doğru yolu
buluruz." Bu da büyük bir yanlışlıktır. Matematik okumuş olan biri pekâla
bilir ki bir noktadan başka bir noktaya düz çizgi sadece bir tane çizilebilir.
Bu çizginin dışındakiler ya eğri olur ya da eksik. Hak yolu da tıpkı bunun
gibidir. İslâm dininde buna "Sırat-ı Müstakim" yani doğru yol denir.
Bu yol insandan başlayarak Allah'a kadar gider. Aynen matematik kuralı gibi,
bu, tek bir yoldur ve bunun dışındakilerin hepsi yanlıştır. Şimdi, doğru yolun
peygamber tarafından gösterildiğine inandınızsa teslim etmelisiniz ki kendi
yolunu kendi bulmaya çalışan bir kişi için iki ihtimal vardır. Ya Allah'a
gidecek yolu hiç bulamayacaktır, ya da bulsa bile bu, doğru yol, veya
matematik diliyle, düz çizgi olmayacaktır. Dolambaçlı ve uzun bir yol
olacaktır. Birinci durumda söz konusu kişinin felâkete uğraması işten
değildir. İkinci duruma gelince, bu da onun akılsızlığını apaçık ortaya
koymaktadır. Akılları kıt olan hayvanlar bile bir yerden bir yere gitmek için
en kısa yolu tercih ederler. Ama şu insana bakın ki Allah'ın iyi bir kulu ona
doğru yolu, kısa bir yolu göstermektedir, fakat o "senin yolunu takip
etmem; kendi doğru bildiğim yoldan uzak ve dolambaçlı olsa da giderim"
demekte ısrar etmektedir.
Bu basit örnek herkesin
anlayabilmesi için verilmiştir. Fakat meseleyi daha derinliğine inceleyecek
olursak anlarız ki peygambere inan etmekten çekinen bir şahıs Allah'a giden
hiçbir yol bulamaz, ne düz ne eğri. Şöyle ki, doğru ve dürüst bir insanın sözüne
inanmayan birinin aklından şüphe etmek gerekir. Belki geri zekâlıdır, belki de
kibirlidir. Ya iyilik ve doğruluktan bir şey anlamıyor, ya da atalarının kötü
geleneklerine körü körüne bağlı kalmak istiyor. Böyle bir kişinin nefsine
düşkün biri olma ihtimali de vardır. Belki de günâhlarından haz alıyor, zevk
ve safa âleminden vazgeçmek istemiyor ve bu sebeple peygamberin söylediklerini
inkâr ediyor. Böyle bir durumda olan kişinin Allah'ın yolunu bulması düşünülemez
ve eğer bu sebepler yoksa, doğru, sözlerinde ve fiillerinde dürüst olan bir
kişinin gerçek bir peygambere iman etmemesi için hiçbir geçerli neden yoktur.
Sözün kısası, peygamber Allah
tarafından gönderildiğine göre, O'na itaat etmek Allah'ın emrine itaat
etmektir. Bu bakımdan peygambere iman etmeyen, Allah'a itaatsizlik etmiş olur.
Bilindiği gibi, hangi devlette yaşarsak yaşayalım, o devletin tebaası ve
vatandaşı olarak bütün mülki âmir ve idarecilere itaat etmek zorundayız. Vâli
ve diğer idarecilere başkaldırmak bizzat devlete karşı isyan bayrağını çekmek
anlamına gelir. Bir devleti tanıyacaksınız, ama o devletin temsilcisine sırt
çevireceksiniz, olmaz böyle şey. Benzetmek gerekirse, Allahu Teâlâ ile
peygamberin durumu da aynıdır. Allah bütün insanların gerçek hükümdarıdır.
Allah'ın insanların hidayeti, ıslâhı ve kurtuluşu için dünyaya elçi olarak
gönderdiği peygamberlere imân, sadakat ve hürmet şarttır. Yüce Allah insanlara
böyle buyurmuştur. Bu buyruğa karşı gelen, ister Allah'a inansın, ister
inanmasın, kâfirdir.
1.4.4. Peygamberlik Zincirine Bir Bakış
İnsanlar arasında peygamberlik
geleneği nasıl başladı? İlk peygamber kimdi, onu takip edenler kimlerdi ve bu
silsile nasıl noktalandı?
Cenab-ı Allah, ilk önce bir insan
yarattı, sonra bunun eşini ve daha sonra da soyunu. İnsan soyu büyüyüp
genişledi ve bütün dünyaya yayıldı. Dünyaya gelen bütün İnsanlar o ilk çiftin
evlâtlarıdır. Bütün ulusların dini ve tarihi geleneklerine göre insan ırkının
başlangıç noktası bir insandı. Bilimsel araştırmalar da dünyanın çeşitli
bölgelerinde aynı zamanda çeşitli insan tiplerinin doğduğunu kanıtlamıyor. Pek
çok bilim adamı ve biyolog ilk önce tek insanın doğduğunu sonra soyunun giderek
yayıldığını, hepimizin o tek kişinin evlâdı olduğunu tahmin ediyorlar.
Dinimizde ilk insana Adem (a.s.)
deniliyor. Bu kelimeden "adam" kelimesi türemiştir ki
"insan" anlamına gelir. Allahu Tealâ ilk peygamber olarak Hazreti
Adem'i seçti ve O'na dedi ki: "Git evlâtlarına İslâm'ı öğret". Adem
de insanlara dedi ki, "sizin ve bütün âlemlerin İlâh'ı Allah'tır. O'na
ibadet edin, önünde eğilin, O'ndan yardım talep edin, O'nun istediği gibi iyi
ve dürüst bir hayat sürün. Böyle yaparsanız, ödüllendirilirsiniz, ama
yapmazsanız ağır bir şekilde cezalandırılırsınız."
Hz. Adem'in soyundan iyi olanlar
babalarının gösterdiği yoldan yürüdüler, ama kötü olanlar başka yollara
saptılar. Zaman geçtikçe bataklığa saplandılar, karanlığa gömüldüler. Bazıları
güneşe, aya ve yıldızlara tapmaya başladılar; bazıları ağaç ve nehirleri ilâh
edindiler. Bazılarına göre rüzgâr, su ve ateş, tanrılarıydı. Yine bazıları
hastalık, sağlık ve kudret için çeşitli tanrı ve tanrıçalar bulunduğuna,
hepsini memnun etmek için hepsine tapılması gerektiğine inandılar. Kısacası,
şirk ve putperestliğin sayısız türleri doğdu, birkaç düzine din ortaya çıktı. O
zamana kadar Hz. Adem'in evlâtları dünyanın pek çok bölgelerine yayılmış,
birçok milletler türemiş, her millet kendine göre bir din uydurmuş ve hepsinin
gelenek ve görenekleri değişik şekiller almıştı. Allah'ı unutan bu İnsanlar
Hz. Adem'in kendi evlâtlarına verdiği ilk talimat ve telkinleri de unuttular.
İnsanlar kendi arzu ve isteklerinin kulu oldular, her türlü kötülüğe
bulaştılar ve cehalete saplandılar, iyi ile kötü arasındaki farkı unuttular,
iyiler kötü, kötüler iyi oluverdi. Kur'an-ı Kerim'in şu âyeti peygamberliğin
hakikatini açıkça gözler önüne seriyor:
"İnsanlar bir tek ümmet idi.
Allah peygamberleri, müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderdi; anlaşmazlığa
düştükleri konularda İnsanlar arasında hükmetsin diye o peygamberlerle beraber
gerçeklen içinde taşıyan kitâb indirdi. Oysa kendilerine kitâb verilmiş
olanlar, kendilerine açık deliller geldikten sonra, sırf aralarındaki azgınlık
ve kıskançlıktan ölürü o (Kitâb hakkındâ anlaşmazlığa düştüler). Bunun üzerine
Allah, kendi izniyle insanları, onların üzerinde ihtilâf ettikleri gerçeğe
iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir"[1].
(Bakara; 213)
Bilgisiz İnsanlar kendi kıyas ve
tahminlerine dayanarak "din"ler tarihini yazarken insanın, dünyadaki
hayatına şirk ve cehalet içinde başladığını ama kademeli olarak olgunlaşma ve
gelişme süreci içinde karanlıktan aydınlığa doğru yol aldığını ve en son,
tevhid veya Allah'ın tek oluşu fikrine ulaştığını belirtmeye çalışırlar.
Kur'an-ı Kerim'in anlattıkları ise bunun tam tersidir. Kur'an'a göre insan
inançsızlığın karanlığında değil, ilim, irfan ve İman'ın aydınlığında doğdu. Allahu
Teâlâ doğan ilk insana Hakikat'in ne olduğunu ve hangi yolu takip etmesi
gerektiğini en başta söylemişti. Bundan sonra Adem'in evlâtları uzun bir süre
doğru yolda yürüyüp tek bir ümmet sıfatını korudu. Ama daha sonra İnsanlar
sapıklığa ve çeşit çeşit yollara düştüler. Bu sapma, onlara hak yolunun
anlatılmamasından ileri gelmiyordu, aksine onlar Hakk'ın ne olduğunu
biliyorlardı, ama kendilerine daha çok menfaat sağlamak ve başkalarının haklarına
tecavüz etmek, onlara zulmetmek için bu yollan seçmişlerdi. İşte bu
başıboşluğu ve sapıklığı gidermek amacıyla Allahu Tealâ dünyaya peygamberleri
göndermeye başladı. Bu peygamberlerin her biri kendisine mensup ayrı ayrı
dinler kurmak için dünyaya gönderilmemişti. Hepsinin hedefi, insanların
kaybettiği "Hak yolu" tekrar bulmalarına yardımcı olmak ve
kendilerini tek bir ümmet haline getirmekti.
Peygamberler kendi ümmetlerine
unuttukları esasları hatırlattılar. Bir tek Allah'a tapmalarını tekrar
öğrettiler. Şirk ve putperestlikten menettiler. Allah'ın rızasını kazanacak
işler yapmalarını tavsiye etliler. Allah'ın kanunlarını getirdiler ve herkese
duyurdular. Hindistan, Çin, Irak, İran, Mısır, Afrika ve Avrupa'ya, kısacası dünyanın
her yerine Allah'ın gerçek peygamberleri geldiler. Hepsinin dini aynıydı, yani
İslâm. Ama peygamberlerin talim ve terbiye şekilleri farklıydı. Anlatılan
dinin bazı ilke ve kurallarında da biraz fark vardı, ama özü aynıydı. Değişen
şey, ilgili milletin tabiatı ve içinde bulunduğu şartlara uygun telkin ve
talimattı. Hangi milletle hangi kötülükler, bilgisizlikler çoksa onların
düzeltilmesi ön plâna çıkarıldı. Öncelikle çokça yaygın olan bâtıl inançların
ıslâhına çalışıldı. Milletler medeniyet, kültür, ilim ve fenin ilk
merhalelerinde bulundukları sırada kendilerine sade bir telkin ve terbiyede
bulunuldu. Fakat İnsanlar kalkınıp daha çok uygarlaştıkça kendilerine daha
geniş ve teferruatlı talim ve terbiye ilkeleri getirildi. Yani aralarındaki
fark dinin kendisinde değil, bunu öğretme ve anlatma metodundaydı.
1.4.6. Peygamberlerin Karşılaştıkları Tepkiler
İnsanlar, peygamberlere garip
muameleler yaptılar. İlk önce onlara eziyet ettiler, işkence yaptılar.
Söylediklerini dinlemediler. Kimini sürgüne gönderdiler, kimini öldürdüler.
Bazı peygamberler ömür boyunca didinip çalıştıktan sonra ancak beş on dindar veya
taraftar toplayabildiler. Ama bu salih ve yüce İnsanlar tebliğ ve talimden
vazgeçmediler. Bunlardan bazıları çok sayıda taraftar toplayabildiler ve bazı
yerlerde devlet de kurdular. Ama bundan sonra, bazı peygamberler garip bir
muameleye tabi tutuldular. Bu peygamberler öldükten sonra, getirdikleri din
tanınmayacak şekilde değiştirildi, İnsanlar kitaplarda gelişigüzel
değişiklikler yaptılar. Peygamberlerini bazıları Allah'ın nuru ve hatta
Allah'ın ta kendisi ilân ettiler. Bazıları da Allah'ın oğlu olarak takdim
etti. Bir kısmı da onları Allah'a ortak koştular. Diğer bir kesim ise
peygambere tapmaya başladı. İşin tuhafı, putu kıranlar birer put haline
getirildiler. Peygamberlerin getirdikleri şeriat da ortadan kayboldu; yerine
batıl itikatlar, merasim, gelenek ve efsaneler geçer akçe oldu. Allah'ın
kanunları, insanların kanunlarıyla karıştırıldı. Kısaca, birkaç yüzyıl sonra
peygamberin getirdiği şeriat ve kanunun gerçek muhteva ve şeklinin anlaşılması
imkansızlaştı. Bizzat peygamberlerin hayalı ve sözleri içinden çıkılmaz hale
geldi.
Ancak peygamberlerin bütün çabalan
boşa gitmeyip, bütün tahrif ve değişikliklere rağmen, bazı değişmez gerçekler
her ümmet ve millette az da olsa kalmıştır. Allah ve âhiret mefhumları, değişik
şekillerde olsa da, hemen hemen bütün milletlere yayılmıştır. İyilik, doğruluk
ve güzel ahlâk ile ilgili bazı kurallar bütün dünya tarafından kabul
edilmiştir. Bütün ümmetlerin peygamberleri her kavmi ayrı ayrı öyle
eğitmişlerdir ki bütün dünyada insanlığın istisnasız aynı dini benimseyebilmesi
için ortak bir zemin oluşmuştur.
1.5.
PEYGAMBERLERİN ORTAK ÇAĞRISI
Kur'an-ı Kerim'de görüyoruz ki
peygamberler belirli aralıklarla dünyaya geliyor ve ümmetlerini hep aynı
şeylere davet ediyorlar.
"Ey milletim, Allah'a itaat
ediniz. O'ndan başka ilâhınız yoktur."
İster Babil toprakları olsun,
ister Sodom, Medyen, Hicr veya Nil vadisi. İster Hazreti Îsa (a.s.) dan 40
yüzyıl önce, ister 20 yüzyıl, 10 yüzyıl önce olsun. İster bağımsız ve özgür bir
millet olsun, ister köle ve perişan bir ümmet olsun. İster gelişmenin en alt
seviyesinde olsun, ister medeni ve siyasi kalkınma ve refahın en üstü düzeyinde
bulunsun, her yerde, her devirde ve her ulusta Allah'ın elçileri hep aynı
tavsiye ve telkinlerde bulunmuşlardır. Öğütledikleri hep aynıdır.
"Allah'a dönün, O'na bağlanın, O'ndan başka bir ilâh yoktur." Hazreti
İbrahim (a.s.) ümmetine açık açık şöyle demişti: "Her şeyin özü olan Hak Teâlâ'yı
kabul etmedikçe sizin aranızda müşterek herhangi bir bağ, gerçek herhangi bir
işbirliği olmayacaktır." Hazreti Musa (a.s.) Firavun'a gitmeden önce
kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunu ilân etti ve herkesi kurtuluşa ve doğruya
çağırdı. Firavun'a da dedi ki, "sen Rab olamazsın, çünkü Rab olan her
şeyi yaratan ve herkese yaşama imkânı veren Allah'dır." Hazreti Îsa
(a.s.), Romalıların kölesi haline gelen Beni İsrail'i ve diğer kavimleri, Roma
imparatorluğu ve sömürgeciliğine karşı isyan bayrağını çekmeğe değil, tek
Allah'a inanmaya ve doğru yolu takip etmeye davet etti. Görüldüğü gibi,
Kur'an-ı Hakim'de anlatılan bu olaylar başka bir dünyaya değil, bugün içinde
yaşadığımız dünyaya aittir. Ayrıca Kur'an'da sözü geçen İnsanlar da bizim gibi
insandılar. Şimdi, Nebilerin geldiği ülke ve milletlerin çözüm bekleyen diğer
herhangi bir siyasi, ekonomik, toplumsal sorununun bulunmadığı iddia edilemez.
Bu gibi sorunlar vardı ve her zaman süregelmiştir. Ancak İslâm hareketinin her
önderi -yani peygamberler- değişik yörelerdeki insanları Tevhid'e davet etmeyi
her şeyden üstün tutmuştur. Her türlü ulusal, bölgesel, siyasal, ekonomik ve
toplumsal sorunları bir yana bırakarak Hakk'a davete öncelik tanımışlardır.
Hazreti Îsa (a.s.) Beni İsrail'i
Hakk'a çağırırken, dünyaya gelişinin sebebini anlattı:
"(Ben), benden önce gelen
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak üzere
gönderildim. Size Rabb'inizden bir ayetle geldim; o halde Allah'tan korkun,
bana itâat edin! 'Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir; O'na kulluk
edin, doğru yol budur". (Al-i İmran; 50-51)
Demek oluyor ki, bütün Nebi’ler
gibi Hazreti Îsa (a.s.)'nın daveti de şu üç önemli noktaya dayanıyordu:
Birincisi, bütün insanların itaat
etmesi gereken bir üstün otorite vardır. Bu otorite Allah'a aittir. Hayatın ve
uygarlığın esası bu temel üzerine kurulmalıdır.
İkincisi, bu üstün otoritenin
temsilcisi olan, peygambere itaat şarttır.
Üçüncüsü, insanın hayatını
düzenleyen ve yönlendiren kanun ve nizam ancak Allah'ın koyduğu kurallardan
müteşekkildir. İnsan'ın hem varlık sebebi, hem de yok olma sebebi, O'nun
bahşettiği kanun ve düzendir. Bunun dışındaki bütün kanun ve kurallar geçersiz
sayılmalıdır [2].
Demek ki, Hz. Îsa, Musa, Hz.
Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve diğer peygamberlerin davet ve görevlerinde hiçbir
fark yoktur. Çeşitli peygamberlerin, çeşitli görevlerle dünyaya geldiğini
iddia eden ve davetlerinin maksadı ve şekli arasında ayırım yapanlar büyük bir
hataya düşmüşlerdir. Allah tarafından kavmine gelen elçi'nin görevi, kavmini
itaatsizlik ve is-yan'dan alıkoymaktan başka bir şey değildir. Bütün
peygamberler insanları tek Allah'a itaat etmeye ve O'na bağlı kalmaya
çağırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'de Nebilerin
dünyaya gelişinin maksadı bir başka türlü de anlatılmıştır:
"Bütün bu Rasûl'ler, müjde
vermek ve korkutmak için dünyaya gönderilmiştir ki bundan sonra insanların
Allah'a karşı bahaneleri kalmasın". (Nisa; 165)
Yani, bütün peygamberler aynı amaç
için gönderilmişti. Allahu Teâlâ insanlara son hüccetini göstermek istiyordu. Böylece,
son mahkemede yolundan sapmış olan bir suçlu, karşısına çıkıp, "Ya Rab,
ne yapalım, hiç haberimiz yoktu, Sen bize gerçeği anlatmak için de herhangi bir
tedbir de almamıştın" diye özür beyan edemeyecekti. İşte bu sebepten
dolayıdır ki Allah (cc.) dünyanın çeşitli kesimlerine peygamberlerini gönderdi
ve kitaplarını indirdi. Bu peygamberler bazen çok sayıda insanlara Allah'ın talimatını
ilettiler, ayrıca aralarında insanlara yol gösterecek kitaplar bıraktılar. Bu
kitaplar her zaman varolmuştur. Şimdi biri doğru yolu bırakıp yanlış yola
sapıyorsa, bunun sorumluluğu elbette ki Allah ve Rasullerine ait değildir.
Sorumluluk, Allah'ın davetinin kendisine ulaştığı, ama onu değerlendiremeyen o
kişiye ya da doğru yoldan haberdar olmalarına rağmen, yanlış yolu takip
edenleri uyarmayanlara aittir.
Nebi’ler ve Rasûl'ler, Hakk'a
davet etmelerinin yanı sıra, itaate lâyık kişilerdir de. Kur'an-ı Kerim bu
hususta şöyle buyuruyor:
"Biz Rasûl'leri de gönderdik ki
Allah'ın izniyle onlara itaat edilsin". (Nisa; 64)
Demek oluyor ki, Rasuller sadece
Allah'a iman edilmesini bildirmek için gönderilmedi. Peygamberler yanlarında
uyulması ve yaşanması gereken bir nizamı da getirmişlerdi. Bu şartlarda,
onlara inanıp başkalarına tâbi olmak düpedüz tutarsızlıktır. Peygamber'e geldiklerine
inanıldıktan sonra başka kanunlar bir yana bırakılmalıdır. Peygamberin
getirdiğine uyularak yaşanmalıdır. Eğer yaşanmıyorsa, inanmanın anlamı kalmaz.
Din'i galip ve üstün getirme
görevi de peygamberlere aittir. Meselâ, şu ayet-i kerimeye bakın:
"Kendi peygamberini hidayetle
ve Hak diniyle, dinlerin her türlüsüne galip gelmek için (dünyaya) gönderen
elbetteki Allah'tır." (Tevbe; 33)
Metinde "ed-din"
kelimesi kullanılmıştır. Bunu "dinlerin her türlüsü"ne çevirdik. Din
kelimesi Arapçada delil, burhan ve belgelerle kabul edilen ve emrine uyulan bir
kişinin kurduğu hayat tarzı ve hayat nizamı anlamına gelir. Burada görüldüğü
gibi, peygamberlerin dünyaya gelişinin maksadı, yanında getirdiği hidayet ve
Hak dinini, din nevinden her şeye galip getirmekti. Başka bir deyimle,
peygamber'in getirdiği din ve hayal tarzının, başka bir dine veya hayat tarzına
bağlı kalması düşünülemez. Peygamber, yeryüzünün ve göklerin Hakiminin
temsilcisi olarak dünyaya gelir ve amacı da getirdiği din ve sistemi başka
sistemlere galip kılmaktır. Şayet peygamberin gelişinden önce dünyada örneğin
zımmiler (gayri müslim)inki gibi, başka bir düzen varsa, cizye ödeyerek ve
peygamberlerin getirdiği nizama tabi olarak kendi düzenlerini sürdürebilirler.
İnsanın Allah'a kul olmayıp, kendi
nefsine uyması ve Allah'ın emirlerini bir kenara iterek ahlâk, cemiyet ve
medeniyetleri için başka başka temel ve ilkeler aramaları bütün kötülüklerin kaynağı
olup başlı başına bir fesattır. Bu temel fesat, dünyada türlü türlü kötülüklere
yol açar. İşte bu fesâdı durdurmak ve yok etmek için dünyaya Kur'an-ı Kerim
indirilmiştir. Bu fesat da sırf insanın cehaleti ve nankörlüğünden doğar. Dünya
iyilik ve güzellik üzerine kurulmuşken insanların bilgisizliği ve ayaklanması
onun uyumunu bozmuştur. Bu bakımdan insan hayatının cehalet, vahşet, şirk,
isyan ve ahlakî bozuklukla değil, iyilik ve dürüstlükle başladığını söylemek
daha doğru olur. Kötülük sonradan gelmiştir. Bu kötülüğe son vermek ve hayata
yepyeni bir düzen getirmek gayesiyle, Allah dünyaya, zaman zaman
peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler de gelip aynı telkinde bulunmuşlardır.
"İyiliğe, doğruluğa dönün, fesat'tan sakının." Nübüvvet iddiası,
hayat düzeninin tümünü değiştirme iddiasından ibarettir. Bu düzen
değişikliğinin içine tabi ki siyasi nizam da girer. Bir kişinin kendisini
Alemlerin Rabbi'nin temsilcisi olarak insanlara tanıtması, onların kendisine
kayıtsız şartsız ve tam olarak itaat etmelerini istemesi demektir. Çünkü
Allah'ın temsilcisi ve naibi başkalarına tabi olamaz. Bir kâfirin hükümranlık
hakkını tanımak risalet geleneğine tamamen aykırıdır.
1.5.1. Rasûllerin Dünyaya Geliş Sebepleri
"Kendi elleriyle yaptıkları
(günahlar) yüzünden başlarına bir felâket geldiği zaman: 'Ey Rabbimiz, bize bir
elçi göndersen de ona uyup mü'minlerden olsaydık' diyecek olmasalardı (seni
göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik)". (Kasas;
47)
Kur'an-ı Hakim çeşitli yerlerde bu
hususu peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin sebebi ve maksadı olarak
gösteriyor. Ama bundan, her zaman, her yere bir peygamberin gelmesinin şart
olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aslında, dünyada bir Resul'ün mesajı olduğu
gibi durduğu ve bunun başkalarına ulaşma imkânı varolduğu sürece yeni bir
Resûl'e gerek yoktur. Ama bu mesaja bir şey eklenmek veya yeni bir mesaj
verilmek gerekiyorsa, yeni bir peygamber gelebilir. Ancak, peygamberlerin
getirdiği talimat ortadan kalkar, İnsanlar doğru yoldan saparsa, insanların
bazı özürlerde bulunabilmek imkânı vardır. Örneğin, söz konusu kişiler diyebilir
ki "bize Hak ile Batıl arasında ayırım yapma öğretilmediği ve doğru yolu
görebilmemiz için hiçbir şey yapılmadığı için doğru yolu bulamadık."
Allah işte bu tür özürlere mehil bırakmamak için Nebi ve Resulleri, gerektiği
ve uygun bulduğu zamanlarda dünyaya göndermiştir. Ta ki doğru yoldan sapmış
olanlar sorumluluğu başkalarına atmasınlar.
"Biz peygamberleri, sadece
müjdeleyiciler ve uyarıp korkutucular olarak göndermekleyiz, inkâr edenler ise
hakkı bâtılla gidermek için mücâdele ediyorlar. (Onlar) âyetlerimi ve uyarıldıkları
şeyleri alaya alıyorlar." (Kehf; 56)
Allahu Teâlâ'nın peygamberleri,
karar anı gelmeden önce insanlara itaat ve sadakatin nimetlerini ve
itaatsizliğin kötü sonuçlarını anlatmayı ihmal etmezler.
"Allah katında din, İslâmdır.
Kitab verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki
ihtirastan ötürü, ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse,
bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir". (Al-i İmran; 19)
Demek ki, Allah tarafından,
dünyanın her köşesine ve her devirde gönderilen peygamberlerin dini İslâm'dı.
Ve hangi dilde olursa olsun, dünyaya nâzil olan Allah'ın kitabı insanlara İslâmiyeti
öğretti. Gerçek dinin değiştirilip, başka din ve nizamlar haline sokulan inanç
ve kuralların ortaya çıkmasının sebebi de, insanların kendi menfaatlerini ön
plâna çıkarıp başkalarının haklarına tecavüz etme hevesleriydi.
Kur'an-ı Kerim'in bize öğrettiğine
göre, peygamberler kendilerine vahiy gelmeden önce diğer İnsanlar gibi alelade
bilgilere sahiptiler. Vahy'in gelişinden önce, başka insanların sahip
bulunduğunun dışında herhangi bir bilgi kaynakları yoktu. Onun için, "hiç
bilmezdiniz, kitap nedir ve iman nedir" (Şûra; 52). "Ve seni yol
bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi" (Duha; 7), buyurulmuştur.
Bunun yanı sıra, Kur'an-ı Kerim'in
bize anlattığı gibi, peygamberler bi'setten önce diğer bütün İnsanlar gibi ilim
ve marifetin çeşitli kademelerinden geçip "iman bil-gaib" (gaybe
iman) noktasına ulaşmış olurlar. Vahyin yararı sadece şu olur. Önceden kalben
inanmış oldukları bazı hakikatler vahiyle tasdik ve teyid edilmiş olur.
Peygamberler bazen vahiy yoluyla hakikatleri kendi gözleriyle görmüş olurlar.
Tâ ki gördüklerini insanlara bambaşka bir inanç ve bambaşka bir heyecanla
anlatabilsinler. Bu husus Hûd sûresinde defalarca beyan edilmiştir. Nitekim,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında şöyle buyurulmuştur:
"O halde, Rabbi tarafından
parlak bir delil üzerinde olan (yani mantıkî ve tabii bir hidayette olan) ve
daha sonra Allah tarafından bir Sahil (yani Kur'an) gelmesinden sonra ve daha
önce Hz. Musa’nın kitabı da rehber ve rahmet olarak dururken (o şahıs bunun
doğruluğuna şüphe edebilir mi?" (Hûd; 17)
Bundan sonra aynı mevzu Hazreti
Nuh (a.s.) tarafından dile getirilmiştir.
"Ey ümmetimin insanları,
biraz düşünsenize, eğer ben Rabb'im tarafından aydın ve parlak bir delil
üzerinde idim ve daha sonra bana rahmet (vahiy ve peygamberlik) bahşettiyse ve
siz halâ bunun farkında değilseniz, ben bunu (delil) size zorla mı kabul
ettireyim?" (Hûd; 28)
Aynı meseleyi aynı sûrede Hazreti
Salih ve Hz. Şuayb tekrarlıyor. Bundan anlaşılacağı gibi, vahiy ile Hakikat
hakkında doğrudan bilgi sahibi olmadan önce, peygamberler müşahede ve tefekkür
gibi doğal yeteneklerini kullanarak, Tevhid'in gerçeklerine ulaşmış olurlardı.
Bu bilgileri vehbî değil kesbî olurdu: Daha sonra Allah onlara vahiy indirirdi,
böylece vehbî ilme de erişmiş olurlardı, peygamberlerin bu murakabe, müşahede,
tefekkür ve sağduyularını kullanmaları, filozof ve düşünürlerin yürüttükleri
tahmin ve spekülasyonlardan tamamıyla ayrı şeylerdi. Bunlar aslında, Kur'an-ı
Kerim'in her insanı ölçmek için kullandığı ölçülerdi. Nitekim mukaddes
kitabımız bize sık sık gözlerimizi açıp, Allah'ın kudretini görmeyi ve doğru
sonuçlar çıkarmayı öğütler.
1.5.2. Peygamberlere
Verilen Gayb İlmi
Peygamberlere, sadece kullara
ulaştırılması gereken kadar gayb ilmi verildiğini zannetmek doğru değildir.
Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerin verdiği bilgiler bunun tam tersinedir.
Kur'ân-ı Kerim'de Yakub (a.s.)'un kendi oğullarına şöyle bir nasihatte bulunduğu
kaydediliyor:
"Ben Allah tarafından sizin
bilmeyeceğiniz (nice) şeyleri de biliyorum." (Yusuf; 86)
Ayrıca, Kur'ân-ı Kerim'de, çeşitli
milletlere Allah'ın azabı (felâketi) gelmeden önce, o milletlerin
peygamberlerine peşinen haberler yollandığı, ancak bu peygamberlerin kendi
ümmetlerine gelecek felâketin kesin zamanı ve durumu hakkında etraflıca bilgi
vermedikleri defalarca anlatılmıştır. Hazreti Nuh (a.s.)'a o kadar önceden
felâketin haberi verilmişti ki tufan'a kadar olan zamanda koskoca bir tekne yapabildi.
Ancak Nuh (a.s.) ümmetine "büyük bir sel felâketi geliyor" diye
açıkça bilgi vermedi. Ayrıca, Hazreti Muhammed (s.a.v.)e de ümmetinin hiçbir
zaman haberdar olamadığı pek çok şeyler hakkında bilgi verildiği hadislerden
anlaşılıyor. Nitekim bir defasında hutbede Rasûl-ü Ekrem (s.a.v.) şöyle
buyurdular: "Ey Muhammed ümmeti, vallahi, benim bildiklerimi siz
bilseydiniz, az gülecek ve çok ağlayacaktınız" (Buhari). Başka bir yerde
de şöyle dediler: "Ben sizi önünüzden gördüğüm gibi arkanızdan da görürüm"
(Buhari). Kısacası, pek çok âyet ve hadislerden anlaşılan odur ki;
peygamberlere gayb hakkında verilen bilgiler, ümmetlerine ulaşmış olan gayb
hakkındaki bilgilerden daha fazladır. Gerçekten, aklın hükmü de aynı
istikametledir. Çünkü, kullar için yalnızca iman ve itikatlarını ilgilendiren
gayb ilmine sahip olmaları yeterlidir. Buna karşılık, peygamberlere,
peygamberlik görevini yerine getirdikleri sırada ihtiyaç duyabilecekleri daha
pek çok bilgiler verilmesi gerekir. Nasıl ki devletin politikası ve işlerinden
vali ve büyükelçilerin belirli bir sınıra kadar haberdar olmaları ve teba ile
vatandaşların buna karşı çok az miktarda devlet politikası ve sırlarını
bilmeleri gerekiyorsa, Allah'ın saltanatında da durum aynıdır, ilâhî devletin
bazı sırları vardır ki, bunları ancak bir ölçüye kadar özel temsilcileri ve
peygamberi bilebilirler, diğer kullarının bunları bilmeleri gerekmez. Gayb
hakkındaki bilgi, peygamberlerin işini kolaylaştırırken kullar bu bilgiye ne
ihtiyaç duyar ne de tahammül edebilirler. Bir genelleme yapmak gerekirse,
diyebiliriz ki, bir Nebinin ilmi, Allah'ın ilminden az, ama kulların ilminden
fazla oluyor. Bu ilim ve bilginin kesin ölçüsü ise yoktur.
İnsan toplumunda peygamberin
mevkii ve görevi son derece önemli ve naziktir. Alelade bir insanın hayatında
meydana gelen ufak tefek şeyler hiçbir önem taşımaz. Fakat bir peygamberin
hayatında görülen en ufak bir olay ve ağzından çıkan en basit bir söz kanun
derecesinde ehemmiyet taşır. Bu nedenle, peygamberlerin en küçük
hareketlerinin bile Allah'ın koyduğu sınırlan taşmaması için hayatları sıkı
bir denetim allında bulundurulmuştur. Şayet peygamberlerden böyle bir hata
sadır olmuşsa derhal ıslahına gidilmiş, hemen düzeltilmiştir. Çünkü ancak bu
şekilde İslâmiyetin kanun ve kuralları, zerre kadar değişikliğe ve tahrife
uğramadan, sadece Allah'ın kitabı yoluyla değil, peygamberin sireti, hayatı,
hareket ve sözleriyle kullara aktarılabilirdi.
1.5.3. Dolaysız Bilgi ve Gözlem
Allahu Teâlâ, peygamberlerden her
birini, konumları oranında yeryüzü ve göklerin çeşitli gizli bölgelerinde
gezdirmiştir. Maddeler dünyasının perdelerini aralayarak gözlerinin önüne
gerçekleri bulun çıplaklığıyla sermiştir. Peygamberler bu hakikatlere itiraz
etmeden iman etmeye davet edilmişlerdir. Bu durum da, mevkî ve makamlarının bir
filozoftan daha farklı olduğunu göstermekledir. Zira filozof ne söylerse kıyas
ve tahminlerine göre söyler. Eğer kendi durumuna tam manasıyla vakıf olsaydı
kendi görüşünün doğruluğunu ısrarla belirtebilirdi. Fakat Nebi’ler ve Rasûller
ne diyorlarsa doğrudan ve dolaysız bilgi ve gözlemlerine dayanarak söylerler.
Sağlam ve kesin bir gözleme sahip oldukları için gerçekleri, kendi gözleriyle
gördüklerini halka söyleyebilirler.
"Bu kafile (Mısır'dan)
hareket edince babaları dedi ki: 'Ben Yusuf'un kokusunu alıyorum, sonra bana
demeyin ki bunamışımdır". (Yusuf; 94)
Yukarıdaki âyetten peygamberlerin
bazı gizli ve olağanüstü güç ve yeteneklere sahip oldukları kendiliğinden
anlaşılıyor. Düşünün bir defa, kafile, Hazreti Yusuf (a.s.)'un gömleğini alıp,
Mısır'dan yola koyulur koyulmaz, yüzlerce mil uzakta babası Hazreti Yakub
(a.s.) onun kokusunu almış oluyor. Fakat aynı zamanda bu güç ve yeteneklerin
peygamberlerin kişisel yetenekleri olmayıp, Allah'ın birer lutfu olduğu da
anlaşılıyor. Allahu Teâlâ (cc.) kendi istediği kadar, peygamberlere hareket
serbestisi tanımaktadır. Meselâ, Hz. Yusuf yıllarca Mısır'da kalmasına rağmen,
bu süre içinde Hz. Yakub hiçbir zaman kokusunu alamamıştı. Fakat birden bire
duyuları o kadar güçlendi ki gömlek Mısır'dan çıkarılır çıkarılmaz, kokusunu
almış oldu.
1.5.4. Peygamberlerin Masum Olmalarının Hikmeti
Geçmişin bütün peygamberleri
beşerdiler, yani sizin ve bizim gibi insandılar. Garip bir mahlûk değillerdi.
Bir insanın peygamberlik mertebesine yükseltilmesi tarihte hiç rastlanmayan
bir olay değildi. Hazreti Muhammed (s.a.v.) dünyaya peygamber olarak
gönderilen ilk insan değildi. Geçmişte de sayısız İnsanlar peygamber
olmuşlardı. Hz. Peygamber'in görevi ve misyonu da aynıydı.
Peygamberler ile Allah arasında
daima yakın bir ilişki varolmuştur. Öyle ki, pek çok eziyet görmelerine rağmen
davalarını bütün gücüyle savunmuş ve sonunda başarı kazanmış kişilerdi onlar.
Allah onları muzaffer kıldı. Onlardan rahmetini esirgemedi. Dualarını kabul
etti, güçlüklerini giderdi, muhaliflerini mağlup etti ve kendilerine Mu'cize
denecek biçimde kolaylık ve yardımlar sağladı.
Ama bu üstün İnsanlar, Allah'ın
dostu ve sevgilileri, olağanüstü kuvvet ve kabiliyetlere sahip olmalarına
rağmen insanoğlu insandılar. Ulûhiyete ve tanrısal herhangi bir güce sahip
değillerdi.
Dediğimiz gibi, peygamberler de
bir yerde insandılar. İnsan olmaları bakımından da her an ve her zaman
mü'minler için öngörülen mükemmellik derecesindeki metanete kadir olmadıkları
bir gerçektir. Dolayısıyla, bazen öyle psikolojik anlar geliyor ki, peygamber
gibi üstün bir kişi, insani zaafına kapılıveriyor. Fakat, bu zaafını anladığı
ve Allah tarafından, hatırlatıldığı an tevbe ediyor ve hatasını düzeltme
konusunda bir an bile tereddüt etmiyor. Hazreti Nuh'la ilgili bir örneği
burada verelim. Arslan gibi genç oğlu gözünün önünde sularda boğuluyor. Bu
manzaraya hangi babanın yüreği dayanabilir? Nitekim, Hz. Nuh'un kalbi de bir
an için sanki parçalanıyor. Ama o an Allah O'nu uyarıyor, "Hakkı terk edip
Bâtıl'a katılan bir oğulu, sadece senin sülâlenden doğduğunu düşünerek
kendinden saymak cahilane bir duygudur" ve Hz. Nuh kalbindeki yarayı
unutup derhal İslâm’ın gereği olan sabır ve metanete dönmüş oluyor.
Nebi ve Rasûllerin masum olmaları
günah işleme ve hata yapma melekelerinin tamamen yok edildiği manasına gelmez.
Peygamberlerin günahtan arınmış kişiler olduklarını düşünmek de yanlıştır.
Peygamberlerin masum olmalarının anlamı şudur. Kendileri insanlığın bütün zaaf
ve kuvvetlerini taşımalarına, her türlü insani duygu, arzu, istek ve düşünceye
sahip olmalarına rağmen, kasten hiç bir günah işlemeye yeltenmeyecek kadar
nefislerine hâkim olup, Allah'tan korkarlar. Vicdanları öylesine sağlam ve
temizdir ki nefislerinin onları günaha itecek tüm isteklerine anında karşı
koyabilirler. Nefislerini her zaman kontrol edecek güçtedirler. Şayet istemeden
ve bilmeden ufak bir yanlışlık yaparlarsa da, derhal Allah tarafından ikaz
edilir ve hataları düzeltilir. Çünkü bir Peygamber'in en ufak halası ümmetine
pahalıya mal olur. Peygamber doğru yoldan zerre kadar sapmış olursa, onun
peşinden koşan kitleler tamamen yollarını sapıtırlar.
1.5.5. Peygamberlerin Sıfatlarıyla İlgili Bazı Ayetler
"Ve bu Kitap'la İbrahim'i
anlat. Elbette o dürüst bir peygamberdi. Ve bahset bu kitapta Musa'dan. O
seçkin bir kişiydi, Rasûl ve Nebiydi. Ve biz O'nu Tûr'un sağ yanından çağırdık
ve O'nu gizli şeylere yaklaştırdık" (Meryem; 41,52-53)
"Ve bu kitapta İsmail’den söz
et. O sözlerine bağlıydı. O Resûl ve Nebiydi. O halkına namaz kılmayı ve zekât
vermeyi emrederdi ve Rabbinin nezdinde sevilen bir insandı. Ve bu kitapta İdris'ten
bahset. O doğru sözlü Nebiydi ve Biz onu yüce mevkiye yükselttik". (Meryem;
55-58)
"İşte bunlar, Allah'ın nimet
verdiği peygamberlerden, Adem neslinden, Nûh ile beraber gemide
taşıdıklarımızın neslinden, İbrâhim ve İsrâil (Yakub) neslinden, yol
gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden (olan İnsanlar )dir. Onlara Rahmân'ın
âyetleri okunduğu zaman ağlayarak secdeye kapanırlardı". (Meryem; 59)
"Andolsun biz, önceden
İbrâhim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zâten biz onun (olgun
insan olduğunu) biliyorduk". (Enbiya; 51)
"Ona İshak'ı hediye ettik,
üstelik (torunu) Yakubu da (verdik). Hepsini de salih( insan)ler yaptık.
"Onları, emrimizle doğru yolu gösteren
rehberler yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât
vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden (insan)lardı." (Enbiya; 72-73)
"Lût'a da hüküm (hükümranlık,
peygamberlik, hikmet) ve ilim verdik ve O'nu çirkin işler yapan bir bölgeden
kurtardık. Gerçekten onlar yoldan çıkan kötü bir kavim idiler." (Enbiya; 74-75)
"(Bunlardan) önce Nuh'a da -
kavminin aleyhine (bize) yalvardığı zaman (lütufda bulunmuş) duâsını kabul edip
kendisini ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık."
"O'nun ayetlerimizi yalanlayan
kavminden biz öcünü aldık." (Enbiya; 76-77)
"Dâvûd ile Süleyman'a da
(lutfettik), hani onlar, toplumun davarının yayıldığı bir ekin tarlaları
hakkında hükmediyorlardı. Biz de onların hükümlerine şâhit idik."
"Bunu (bu hükmü) Süleyman'a
bellettik. Onların hepsine de hükümranlık ve ilim verdik. Dâvud'a dağları ve
kuşları boyun eğdirdik, onunla beraber tesbih ediyorlardı. Biz (bunları)
yaparız."
"Ona, sizi, savaşın
şiddetinden korumak için zırh yapmayı öğretmiştik. Ama siz şükrediyor musunuz
ki?"
"Süleyman'a da fırtınayı
(boyun eğdirmişlik). O'nun emriyle, içinde bereketler yarattığımız yere akıp
giderdi. Biz her şeyi (yapmasını) biliriz. Ve biz birçok şeytanı O'na tabi
etmiştik. Bunlar onun için (suya) dalarlardı ve ayrıca başka şeyler de
yaparlardı. Bütün bunların denetçisi Bizdik". (Enbiya; 78-82)
Hz. Davud ile Hz. Süleyman'ın
hikâyelerinin bu şekilde anlatılmasının maksadı, Nebi’lerin ve Rasuller'in,
Allah'tan olağanüstü güç ve yetenekle gelmiş olmalarına rağmen, bir yerde sade
insan olduklarını göstermektir. Hiçbir ulûhiyete sahip değillerdi. Bildiğimiz
gibi, söz konusu davada Hz. Davud'a vahiy ile yol gösterilmediği için karar
verirken yanlışlık yaptı. Buna karşılık, Hz. Süleyman’a rehberlik yapıldığı
için doğru karar verebildi. Oysa, ikisi de Nebî idi. Her iki peygamberin diğer
vasıfları da, aynı nokta ehemmiyetle belirtilmek üzere dile getirilmiştir. Yani
burada denilmek isteniyor ki, kabiliyetleri vehbî olup, onların birer tanrı
haline getirilmeleri büyük bir yanlışlıktır.
"Eyyub'u hatırla Rabb'ine
yalvarışını, 'Ben hastalığa yakalandım ve Sen Rahim ve Rahman'sın' diye. Biz
duasını kabul ettik ve sıkıntısını giderdik. Ve sadece aile efradını değil,
onlarla beraber aynı sayıda başkalarını O'na verdik, kendi hususî rahmet'imiz
için ve ayrıca, bu ibadet edenlere bir ders olsun diye." (Enbiya; 83-84)
"Ve aynı nimeti İsmail'e, İdris ve
Zül-Kifl'e bahşettik, çünkü bunlar sabredenler idi. Ve biz onları rahmetimize
aldık, çünkü onlar Salih'lerdendi." (Enbiya; 85-86)
"Ve balık sahibine (Yunus) de
ihsanda bulunduk. Hatırla, O'nun bozulup gittiği vakit. Biz O'nu
sıkıştırmayalım diye. Nihayet o karanlıklardan bizi çağırdı, 'Sen'den başka
ilâh yoktur. Sen'in zâtın yücedir. Elbette kusur bende idi'. O zaman Biz
duasını kabul ettik, O'nu üzüntüden kurtardık ve Biz mü'minleri işte böyle
kurtarırız." (Enbiya; 87-88)
"Ve Zekeriya'yı (hatırla).
Rabb'ine, ey Allahım beni yalnız bırakma ve en hayırlı vâris (koruyucu) Sen'sin
diye yalvarışını. Neticede, Biz de duasını kabul ettik ve O'na Yahya'yı ihsan
eyledik, ve karısını O'nun için düzelttik. Bunlar hayırlı işler için
koşuşturanlardı ve Bizi umut ve korkuyla çağırırlardı ve önümüzde derin saygı
gösterirlerdi." (Enbiya; 89-90)
Burada Hz. Zekeriya, Hz. Yunus ve
Hz. Eyyub'tan söz edilmesinin amacı, bütün peygamberlerin sadece kul ve insan
olduklarını vurgulamaktır. Onların ulûhiyet iddiaları yoktur. Allah'ın izni
olmaksızın ne bir darlığı, ne bir belayı giderebilir ne de herhangi bir şey
yapabilirler. Hz. Yunus, seçkin bir peygamber olmasına rağmen işlediği bir
hatanın sonucuna katlanmak durumunda kaldı. Allah'a tevbe edip, dualarını
iletince balığın kamından sapasağlam kurtuluverdi. Aynı şekilde Hz. Eyyûb da
Allah tarafından sade bir insanın çekeceği sıkıntılara uğratıldı. Bu
sıkıntıdan kurtulmak için, her insanın yapması gerektiği gibi Allah'a dua
etli. Allah da onun sıkıntısını giderdi. Yani peygamber kendiliğinden
başkalarının hastalığını iyileştiremez. Kendisi hasta olunca da, diğer İnsanlar
gibi Rabb'ine rücû eder. Buna ilâveten, şu hakikat da göz ardı edilemez ki,
bizde tüm bu peygamberler Tevhid'e samimiyetle inanırdı ve bütün dilek ve isteklerini
tek Allah'a iletirlerdi. Burada şu husus unutulmamalıdır ki, Allahu Teâlâ her
zaman peygamberlerine fevkalâde bir şekilde yardım etmeye kâdirdir. Başlangıçta
peygamberler belki de bazı güçlüklerle karşılaşabilirler, ancak sonunda
duaları Mu'cize gibi Allah'ın nezdinde kabul görür ve temize çıkarlar.
[1]
İslâm'ın Hz. Muhammed (s.a.v.) ile başladığı gibi yanlış bir inanç vardır. Hatta
bazıları Peygamber Efendimiz'e "İslâm’ın Kurucusu" demekten çekinmez.
İslâm'ın bu dünyanın kuruluşundan beri bir din ve hayat tarzı olduğunu
anlamakta fayda vardır. Bütün peygamberler insanları hep aynı dine yani İslâm’a
davet etmişlerdir.
[2]
Hz. Îsa (a.s.)'nın davetine önemle dikkat etmek gerekir. Çünkü, Peygamber
Efendimiz'den önceki son peygamber O idi ve dünyaya getirdiği talimat büyük
değişikliğe uğradı.