Üçüncü Bölüm:
HZ. MUHAMMED (A.S)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
3.1. GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED
(A.S.)'E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ
3.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)'İN PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL
PLÂNINDA TARTIŞMAK
3.3. HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİ LEHİNDE KUR'AN'IN
İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER
3.4. HZ. PEYGAMBER'İN DOĞUŞUYLA İLGİLİ TEVRAT VE
İNCİL'İN NAKLETTİĞİ HABERLER
Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN
ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER
3.1.
GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)'E PEYGAMBERLİK
VERİLMESİNİN SEBEPLERİ
"Ve gerçek şudur ki, geçmiştekilerden
sonra Kitabın vârisi olanlar ıstıraplı bir şüphe içinde bulunuyorlar"
(Şûra; 15)
Her peygamber ve onu takip eden
diğer peygamberlerin devri geçtikten sonra, Kitabullah son nesillere gelinceye
kadar bir hayli tahrife uğramış ve bu nedenle İnsanlar, kitaba inanmakta
tereddüt etmişlerdi. Allah'ın kitapları hakkında insanların bu tutumu şöyle
açıklanabilir. Tevrât ile İncil eski hüviyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdi.
Bu kitapların ne muhteva ne de dilleri korunabilmişti. Allah'ın kelâmı, tefsir,
te'vil, tarihi ve semavi rivayetler, efsaneler ve din adamlarının farklı
yorumlarıyla tanınmaz hale gelmişti. Tercümeleri o kadar kabul gördü ve yayıldı
ki asılları ortadan kayboldu. Bu kitaplarla ilgili tarihi vesika ve deliller de
ya iyice muhafaza edilmedi ya da kasten ortadan kaldırıldı. Sonuçta, ellerdeki
nüshaların Hazreti Musa veya Hazreti Îsa'nın Allah'ın kelâmı olarak insanlara
takdim ettikleri nüshaların aynısı olup olmadığını tesbit etmek de zorlaştı.
Bunun yanı sıra, azizler, rahipler, din ve bilim adamları bu kitaplarla ilgili
olarak din, ilâhiyat, felsefe, hukuk, fizik, psikoloji ve sosyal bilimleri
ilgilendiren öylesine karmaşık tartışmalar açtı ve ideoloji ile doktrinler
ortaya attılar ki, İnsanlar için doğru yolu bulmak büsbütün güçleşti. Allah'ın
kitabı asıl şekli ve güvenilir haliyle ortada bulunmadığı için insanların, Hak
ile Batıl'ı ayırt edecek bir belge veya kaynağa başvurmaları tamamıyla imkansızlaştı.
Arabistan'a Hak dininin ışıkları
ilk defa, tarihten önce yaşamış olan Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.)
sayesinde girmişti. Daha sonra Hz.İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)in devri
başladı. Bu iki peygamber, Hz. Muhammed (a.s.)'den yaklaşık 2500 yıl önce
yaşamışlardı. Hz. Muhammed (a.s.)dan önce Hicaz topraklarına gönderilen en son
peygamber ise Hz. Şuayb (a.s.) idi.
3.1.1. Araplar Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç
Duyuyorlardı
"Bunlar yemin ederek
diyorlardı ki, kendilerine bir uyarıcı, korkutucu gelirse, dünyanın her
milletinden daha dindar ve dürüst olacaklardır." (Fâtır; 42)
Arabistan halkı ve özellikle
Kureyşliler, Hz. Peygamber'in nübüvvetinden önce Yahudiler ile Hıristiyanların
bozuk ahlâkını görerek işte böyle yakınıyorlardı. Aynı konuya En'âm suresinde
de değinilmiştir:
"Bu kitabın gelmesinden sonra
artık siz diyemezsiniz ki, bu kitap bizden önceki iki topluluğa verilmişti ve
bizim onların ne okuduğundan haberimiz yoktu. Artık siz diyemezsiniz ki, Kitap
bize nâzil olsaydı, biz onlardan daha dindar ve yüksek ahlâklı
olacaktık." (En'âm; 156-157)
Saffât sûresinde de aynı konuya
şöyle değinilmektedir.
"Bunlar daha önce diyorlardı
ki, keşke bizde geçmiş kavimlerin zikri (kitabı) olsaydı biz Allah'ın güzide
kulları olacaktık." (Sâffât; 167-169)
3.1.2. "Açık Bir Delil"in Gereği
"Ehli kitap ve müşriklerden
kâfir olanlar, kendilerine Allah'tan açık bir delil, (yani) kutsal kitapları
okuyan bir peygamber gelmedikçe kendi (küfürlerinden) vazgeçmeyeceklerdi".
(Beyyine; 1-2)
Demek oluyor ki, kâfirlerin
küfürlerini terk etmelerinin tek çaresi, bir peygamberin kesin delillerle
gelip, neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkça kendilerine anlatmasıydı. Bu
demek değil ki, bu parlak ve açık delillerin gelmesiyle kâfirlerin hepsi bir
anda küfrü terk edeceklerdi. Bu konuyu şöyle izah etmek lâzımdır: Açık bir
delilin yokluğunda müşrik ve kâfirlerin acıklı durumlarından kurtulmaları
büsbütün imkânsızdı. Fakat delilin gelmesiyle onlardan bazısı için kurtuluş
yolu açılmış olacaktı. Küfürlerinden vazgeçmeyen ve hatalarında ısrar
edenlerin sorumluluğu ise kendilerine ait olacaktı. Hiç olmazsa, bundan böyle
Allah'ın kendilerine hidayet yolu göstermediğini öne süremezlerdi. Kur'an-ı
Kerim'de bu husus muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde dile getirilmiştir.
Meselâ, Nahl sûresinde, "doğru yolu gösterme sorumluluğu Allah'a
aittir" denilmiştir. (Ayet; 9). Leyl sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Yol göstermekten Ben sorumluyum" (âyet; 12). Nisâ sûresinde şu
satırlara rastlanır: "(Ey nebi), Nuh ve daha sonraki peygamberler gibi
senin tarafına vahiy gönderdik. Bu peygamberler müjde vermek ve haber vermekle
mükellef kılınmışlardı. Böylece bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların
Allah'a şikayet edebilecekleri herhangi bir sebep kalmasın" (âyet; 165).
Şu âyetlere de dikkat edelim:
"Ey Ehli Kitab, Benim
Peygamber'im, Resul'lerin silsilesi uzun müddet durduktan sonra, size hakikati
izah etmek için gelmiş bulunuyor. Bundan böyle, bize müjde ve haber veren
herhangi biri gelmediğini iddia edemezsiniz. Onun için bakın, size müjde ve
haber veren gelmiştir". (Maide; 19)
"Önceleri kitapla
şereflendirilmiş olanlar arasında uyuşmazlık olmadı, ama daha sonra onlara
(doğru yolun) açıklaması geldi". (Beyyine; 4)
Demek, bundan evvel Ehl-i Kitab'ın
doğru yoldan saparak çeşitli grup ve topluluklara ayrılmalarının sebebi,
Allah'ın kendilerine açık bir delil ve işaret göndermemesi veya doğru yolu
göstermemesi değildi. Bunun aksine, kitap sahipleri Allahu Teâlâ'dan doğru
bilgi ve hidayetin gelmesinden sonra kötü yola saptılar. Bu itibarla,
sapıklıklarının sorumluluğu tamamıyla kendilerine aitti. Aynı şekilde bunların
kutsal kitapları tahrif edildiği için gerçek değer ve anlamlarını yitirmiş, yol
gösterici özelliklerinden yoksun kalmışlardı. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak kendi
Peygamber'ini açık ve parlak bir delil olarak onlara gönderdi ve bu
Peygamber'in vazifeleri arasında semavi kitapları düzeltmek, asıl şekillerine
sokmak da vardı. Böylece Allah'ın hücceti, yani son delili de verilmiş oldu.
Kur'an-ı Kerim'de bu husus Bakara; 213-253, Al-i İmran; 19, Maide; 44, Yunus;
93, Şura; 13-15, Casiye; 16-18 sûrelerinde etraflıca ele alınmıştır.
Peygamberlerin bir millete
gönderilmesinin maksadı ve gayesi, bir resûl veya peygamber olmaksızın, doğru
yolu bulmalarına hiçbir imkân olmadığı için, onların doğru yolu bulmalarına
yardımcı olmaktır. Bir peygamberin varlığı onun nübüvvetinin bir delilidir.
Peygamber'in başlıca vazifesi, geçmişteki kutsal kitapların akıbetine
uğramamış ve yanlış itikat ve ananelerin ilâve edilmesi ile değerini
kaybetmemiş olan Allah'ın doğru ve gerçek kitabını ümmetine iletmektir.
3.1.3. Hz. Muhammed (a.s.)'in Arabistan'da Doğmasının
Hikmeti
Dünya coğrafyasını alın, gözden
geçirin. Kuş bakışı bir gözlem bile, bütün dünyada peygamberlik için
Arabistan'dan daha uygun bir yer olmadığı ve olamayacağının anlaşılması için
yeterlidir. Arabistan, Asya ile Afrika'nın tam ortasında olup Avrupa'ya da çok
yakındır. Özellikle, orta çağlarda Avrupa'nın pek çok uygar uluslarının
genellikle Avrupa'nın güneyinde yaşadıkları göz önünde bulundurulursa,
Arabistan'ın stratejik önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Güney Avrupa'nın
Arabistan'a uzaklığı Hindistan'ınki kadardı.
O çağın tarihini okuyun.
Göreceksiniz ki peygamberlik için Arap milletinden daha uygun bir millet yoktu.
O zamana kadar pek çok millet şan ve şöhret kazanmış, sonra muhtelif zaaflara
kapılarak tarih sahnesinden silinmişlerdi. Arap milleti ise genç ve dinç olup,
benliğini henüz kazanmamıştı. Medeniyet ve kültür diğer kavimleri yozlaştırmış,
henüz uygarlığın meyvesini tadamadığı için, rahata ve lükse alışamamış, dolayısıyla,
uygarlığın zararlarından da etkilenmemişti. Altıncı yüzyılın Arap'ları
medeniyetin zararlı tesirlerinden uzak kalmış, pek çok meziyetlere sahiptiler.
Onlar cesurdu, yiğitti, mertti, cömertti, doğru sözlüydü ve vaatlerini yerine
getirirlerdi. Düşünceye saygılı, hür ve hürriyet sever, namuslu ve haysiyetli
insanlardı.. Namusları için canlarım feda etmekten çekinmiyor, sade ve basit
hayat sürüyor ve her türlü lüksten kaçınıyorlardı. Şüphesiz onların bazı kötü
tarafları da vardı. Çünkü yaklaşık olarak 2500 seneden beri onlara herhangi bir
peygamber gelmemişti. Durumlarını düzeltecek onlara iyi ahlâk ve medeniyetin
kurallarını öğretecek bir lider de yoktu. Asırlardan beri çölde yaşadıkları
için çeşitli batıl inanç ve hurafeleri kabul etmişlerdi. Cehalete öylesine
saplanmışlardı ki onları adam etmek kolay değildi. Fakat yine de asıl
cevherleri yok olmamıştı. Fevkalâde kuvvetli ve kabiliyetli bir lider ve büyük
bir dahi onlardaki bu cevheri bulup, pekâla emsalsiz bir millete
dönüştürebilirdi. Böyle üstün yetenekli bir önderin öğretisiyle, çöldeki bu
bedeviler dünyaya meydan okuyabilecek ve büyük bir ideal uğruna dünyayı
hakimiyetleri altına alabilecek güçteydiler. Gerçekten, cihan Peygamberi'nin
(a.s.) talimatının her tarafa yayılması için işte böyle genç ve dinamik bir
millete ihtiyaç vardı.
Sonra Arapçaya bakın. Bu dili
öğrenir, dilin edebi hazinesini bilirseniz, ilâhi emir ve buyrukların en ince
noktalarına kadar ulvi bir ifade ile anlatılması ve insanların kalbinde heyecan
ve dehşet yaratılması için bundan daha uygun bir lisan olmayacağına kani
olursunuz. Arapça ile çok derin ve bilimsel konular, birkaç kelime ve cümleyle
ifade edilebilir. Sonra, bu cümlelerde öyle büyük hitabet ve tesir gücü var ki,
bunlar dinleyicinin yüreğine adeta bir ok gibi işler. Bazen ifadeler öylesine
tatlı ve yumuşak olur ki, cazibesine kapılmanız işten bile değildir. Bazen
Arapçayı duyunca bir musiki dinlediğinizi hissedersiniz. Doğrusu, Kur'an-ı
Kerim gibi yüce bir kitap için böyle bir dile ihtiyaç vardı.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki
Allahu Teâlâ, iki cihan Peygamberi'nin biseti için Arabistan'ı seçti.
Bir millet asırlarca cehalet,
dalâlet, geri kalmışlık ve ahlâksızlığın batağında kıvranıyor. Birden bire
Allah'ın rahmetiyle o millete bir lider ve önder doğuyor ve hemşehrilerini
doğru yola çağırıyor. Bu lider, yanında getirdiği Allah'ın kitabıyla milletini
gaflet uykusundan uyandırıp cehalet, batıl inanç ve evhamı bırakıp Allah'ın
yolunu takip etmeleri için ikna etmeye çalışıyor.
Ama bu milletin akılsız ve ahmak
insanlarıyla çıkarları tehlikeye giren kabile reisleri bu yeni lidere şiddetle
karşı çıkıyor ve kendisini başarısız kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar.
Yıllar geçtikçe bu kötü niyetli insanların kin, nefret ve düşmanlığı had
safhaya ulaşıyor ve en nihayet yeni lideri öldürmeye karar veriyorlar.
Tam bu sırada, Allahu Teâlâ bu
bedbin ve kinci insanları sert bir şekilde ikaz ediyor ve diyor ki:
"Sakın, budalalığınızla bir şeyin halledileceğini sanmayın. Sanmayın ki
sırf bu yüzden sizi yola getirmekten vazgeçeceğim. Yüzyıllardan beri içinde bulunduğunuz
bataklıktan sizi kurtarmayacağım hissine kapılmayın. Rahmetimin gereğinin bu
olduğunu mu sanıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü, Allah'ın rahmetine sırt çevirip
batıl inançlarda ısrar etmeniz sizi nereye götürecek? Sizi ne gibi bir akibet
bekliyor, hiç düşünmeye çalıştınız mı?"
3.2. HZ. MUHAMMED
(A.S.)'İN PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL PLÂNINDA TARTIŞMAK
3.2.1. Bin Dört Yüz Yıl Önceki Dünya
Bir an için gözlerinizi kapayın ve
1400 yıl önce dünyanın durumunu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bu nasıl bir
dünya idi?
İnsanlar arasındaki haberleşme ve
ulaşım araçları yok denecek kadar azdı. Milletler ve ülkeler arasındaki
ilişkiler son derece yetersizdi. İnsanların bilgisi ne kadar sınırlıydı!..
Düşünceleri çok eksikti! Tersine batıl inançları ve evhamı o kadar çoktu!
Cehalet ve bilgisizliğin karanlığı, ilim ve faziletin aydınlığını alabildiğince
zayıflatmıştı! Dünyâda ne telgraf vardı, ne telefon. Ne radyo vardı, ne tren
veya uçak. Ne matbaa vardı, ne yayınevleri. Ne çok okul vardı, ne de
üniversite. Ne gazete ve dergiler çıkardı ne de kitaplar yayınlanırdı. O çağın
bir âlimi ve düşünürünün bilgisi ve bilgi kaynakları bugünkü yazar ve bilim
adamından çok daha sınırlıydı. O devirde yüksek tabakaya ait bir soylunun
hayat seviyesi bugünkü bir işçiden daha düşüktü. O devrin en aydın kişisinin
görüşleri bugünkü belki de en kültürsüz insanın görüşlerinden daha eksikti.
Bugün herkesin bildiği şeyler geçmişte yıllarca süren, araştırma ve incelemenin
sonunda öğrenilebilirdi. Bugün küçük bir çocuğun kısa sürede edindiği bilgiler,
o devirlerde yüzlerce kilometrelik yolculuk ve bazen ömür boyu süren incelemelerin
sonunda zorlukla elde edilebilirdi. Bugün evham ve hurâfe olarak bilinenler, o
çağda birer "gerçek”ti. Bugün medeniyetten uzak ve vahşi olarak
adlandırdığımız pek çok hareket, eskiden yaşantının birer parçasıydılar. Bugün
vicdanımızın nefretle karşıladığı bazı ahlâki saplantı ve adetler, o devirde
en ufak bir tiksinti uyandırmazdı. İnsanın düşünceleri o kadar alçalmıştı ki,
olağanüstü, Mu'cizevi, garip, örf ve adetlere aykırı ve şaşırtıcı olmayan bir
şeyin varlığı veya büyüklüğüne inanmazdı.
Bu karanlık çağda, dünyanın bir
köşesinde karanlık biraz daha fazlaydı. O çağın medeniyet seviyesine göre
Arabistan en alt sırada yer alıyordu. Çevresindeki ülkelerde meselâ, İran,
Bizans imparatorluğu ve Mısır'da bilim, teknoloji, uygarlık ve kültür hiç
olmazsa belli bir düzeyde idi. Ancak büyük sahra ve çöller yüzünden Arabistan
bu medeni ülkelerden hayli kopuktu. Arap tacirleri develeriyle aylarca yolculuk
ederek bu ülkelere gidip mal satar veya oralardan mal satın alırdı. Bu ticaret
kafilelerinin tek amacı alış-veriş olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine
dönünce ilim ve kültür türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabistan'da
ne bir okul vardı ne de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile ilgileniyorlar
ve ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma
yazma bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Bu okumuş kişiler de
öylesine âlim ve bilgin sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen
yoksundular. Şüphesiz, güçlü bir dile sahiptiler. Bu dilde her türlü derin
konular ifade edilebilirdi. Araplar edebiyat ve özellikle şiire de çok
meraklıydılar. Ne var ki bize gelen edebiyat örneklerinden haklarında,
sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi
olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu sezebiliriz. Bu edebiyat örnekleri,
medeniyet ve kültürlerinin çok düşük seviyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin
pek yüksek olmadığını örf ve adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk
kurallarının ne kadar bozulduğunu, kısacası, ne kadar cehalet içinde
olduklarını açıkça ortaya koyuyor.
Arabistan'da bir hükümet düzeni,
hatta bir siyaset düzeni yoktu. Devlet kavramı da kabile gelenekleri arasında
kaybolup gitmişti. Her kabile özerkti. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı
kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru hemen hemen hiç yoklu.
Her yerde orman kanunu uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar,
güçlü olandan ve kaba kuvvetten yanaydılar, kim daha güçlüyse başkasının
haklarına tecavüz eder, mal ve mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabilesinden
olmayan bir kişiyi öldürmekten ve malını gasbetmekten daha doğal bir şey yoklu.
Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce
ve kavramları garip ve son derece ilkeldi. Temiz ile pis, helâl ile haram, câiz
ile câiz olmayan arasındaki farkı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı.
Hareketleri vahşiydi. Zina, kumar, içki, soygun, cinayet ve kan dökmek
Arapların günlük yaşantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık
ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşma bir adetti. Kadınları bile çıplak
vaziyetle Kâ'be'yi tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi
cahilane bir düşünce ile, doğar doğmaz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda,
babalarının ölümünden sonra üvey anneleriyle evlenmek de bir gelenek idi. Yemek
yemek, konuşmak ve giyinmek konusunda da en basil kurallara riayet etmezlerdi.
Dinî inançlarına gelince,
Araplar'ın durumu, o çağın diğer milletlerinin içinde bulunduğu cehalet ve
dalaletin derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma
ve yıldızlara tapma, kısacası, Allah'a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve
ibadet aklınıza gelebilirse hepsi o çağın insanlarında vardı. Eski çağ
peygamberlerinin öğretileri hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu.
Araplar yalnız Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)ın ataları olduğunu
bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul peygamberlerinin dininin en olduğunu ve kime
ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Ad ve Semud'un öyküleri de yaygındı. Fakat
bunlarla ilgili olarak Arap tarihçilerin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz.
Salih (a.s.) ve Hz. Hûd (a.s.)un talimatına hiç rastlayamazsınız. Araplar,
Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin
hikâyelerini de az çok öğrenmişlerdi. Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi.
Bunların ne olduğunu öğrenmek isteyenler müslüman müfessirlerin İsrail
Oğullarının rivayetleri hakkında anlattıklarına göz atabilirler. Bu
kayıtlardan, Arap'ların İsrail Oğullarının Peygamberleri hakkında ne kadar
sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça anlaşılıyor.
İşte böyle bir devirde ve böyle
bir memlekette bir insan doğuyor. Henüz küçükken annesi, babası ve dedesi vefat
ediyorlar. Şartların bu kadar ağır ve imkânların bu kadar sınırlı olduğu bir
dönemde bir Arap çocuğu, hakkı olduğu aile himayesinden de mahrum kalıyor.
Biraz büyüyünce bedevi çocuklarla çobanlığa başlıyor. Gençliğinde ticaretle
meşgul oluyor. Yukarıda özelliklerini sıraladığımız bir ortamda yetişiyor.
Herhangi bir âlim veya vâizin yanında da görülmüyor. Zâten o devrin
Arabistan'ında âlim kabilinden kimse yoklu. Evet, birkaç defa Arabistan'ın
dışına çıkma fırsatını buluyor ama yolculuğu sadece Şam'a kadar uzanıyordu. Bu
yolculuk da o dönemde Arap tacirlerinin yaptığı ticari seyahatlerden farklı
değildir. Şimdi bir an için Resul-ü Ekrem'in bu ticari yolculuklar sırasında
bir iki kez bilgi ve kültür kaynaklarından yararlandığını farzetsek bile, bu
şekilde bölük pörçük elde edilen bilgi ve gözlemin gayet yüzeysel ve sınırlı
olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür parça parça ve acil durumlarda elde edilen
bilgiyle kimsenin kişiliği değişemez. Bu noksan bilgilerin, bir kişiyi
çevresinden koparacak ve hatta kendisini bambaşka bir insan yapacak çapta
olduğunu söylemek abestir. Okuması yazması olmayan bir bedeviyi, sadece bir
ülke değil, bütün dünyanın ve bir çağın değil, bütün çağların lideri ve önderi
yapacak bilgilerin bu tür ayak üstü sohbetlerle elde edileceğini sanmak
gerçekten saflıktır. Kendisinin yabancılardan" bir ölçüde bilgi
alış-verişinde bulunduğunu kabul etsek bile, bu bilgi ile kimsenin o çağda
bilemediği herhangi bir emsalini göremediği ve halta hiçbir yerde bulunmayan
din, ahlâk, medeniyet ve kültürün en alâsını sunacak ve şahsen temsil edecek ve
yaşayacak hale gelmesine inanmak zordur.
Sadece Arabistan'ın değil, bütün
dünyanın o zamanki halini bir defa daha gözünüzün önüne getirin ve bunun
karşısında şu hususlara dikkat edin. Söz konusu kişinin hangi şartlar altında
doğduğuna, ailesinin nasıl olduğuna, çocukluğunun nasıl bir çevrede geçtiğine,
gençliğinde ne yaptığına ve kimlerle haşir neşir olduğuna. Daha ilk bakışta
kendisinin bambaşka bir insan olduğuna kanaat getirirsiniz. Ondan daha yüksek
ahlâklısı ve temiz karakterlisi yoktur. Hiçbir zaman yalan söylemez. Doğru
sözlülüğüne bütün millet şahittir. En ezeli düşmanı bile falanca yerde veya zamanda,
yalan söylediğini iddia edemez. Kimseye kötü sözler söylemez. Kimse O'nun şu
veya bu vesile ile küfür söylediğini veya müstehcen şeyler konuştuğunu ileri
süremez. Her türlü insanla, her konuda görüşür ama kimse ile ağız kavgası
yaptığı, sert konuştuğu söylenemez. Dili sert değil, yumuşak ve tatlıdır.
Öylesine tatlı dillidir ki O'nunla konuşan ve sohbet eden kişi olgunluğuna
hayran kalır. Kimseye kötü muamele yapmaz, kimsenin hakkını çiğnemez. Yıllarca
ticaretle meşgul olmasına rağmen bir defasında bile birinin parasını yediği
veya para yüzünden kavga çıkardığı vaki olmamıştır. Beraber çalıştığı herkes
dürüstlüğüne inanmıştır. Öylesine doğru sözlü ve ilişkileri dürüst olan bir
insandır ki, herkes O'na "emin" lakabını takmıştır. Dürüstlüğüne o
kadar inanılıyor ve güveniliyor ki düşmanları bile para ve kıymetli eşyalarını
O'na emanet ediyorlar. Her tarafta hayasızlık ve çıplaklık almış yürürken,
kendisi çocukluğundan beri her zaman uygun kıyafette bulunmuş, hayalı
davranmıştır. Ahlâksızlık yanından bile geçmemiştir. İçkiye dokunmaz, kumar
oynamaz, görgüsüz ve kültürsüz İnsanlar arasında temizlik ve erdemliliğin
timsâlidir. Laubalilikten nefret eder. Temizlik ve taharet hayranıdır. Yumuşak
kalbli ve merhametlidir, herkesin derdini paylaşır. Başkaları için acı ve
eziyet çeker. Çevresi, vahşilerle doluyken kendisi şiddet ve kan dökülmesinden
nefret eder. Aşiretler arasındaki kavgalardan uzak durur, şahsi ve ailevi
çatışmalara katılmaz, hatta bunları tasvip de etmez. Herkes putlara taparken, O
akıl ve mantıkla hareket eder. O'na göre, gökler ile yeryüzü arasında tapılacak
hiçbir şey yoktur. Hiçbir yaratığın önünde eğilmez. Putlara kurban vermeyi
veya putlara adanan hediye ve yiyecekleri kabul etmez. Gönlü her türlü şirke ve
mahluklara tapılmasına razı olmaz. Kısacası, bu insan alacakaranlıkta etrafını
aydınlatan bir kandil ve âdi taşlar arasında göz kamaştırıcı bir elmas gibidir.
3.2.4. Zihnî ve Ruhi Dünyasında Değişiklik
Yaklaşık kırk yıl böylesine temiz
ve dürüst bir hayat süren bu insanın ömründe büyük bir değişiklik ve devrim
meydana gelir. Çevresindeki karanlıktan canı sıkılır. Çevresindeki cehalet,
ahlâksızlık, kötülük, düzensizlik, şirk ve putperestlik denizinden bir anda
kurtulmak ister. Bu çevre ve ortam, O'nun tabiatına hiç uymaz. Nitekim bu
pislik dolu dünyasından bunalarak sessiz ve sakin yerlere gider, dağlar ve
tepelerde huzur ve sükûnu aramaya çalışır. Bu hareketini sık sık tekrarlar.
Günlerce dağlarda ve mağaralarda hakikati arar. Oruç tutarak zihnini ve
kalbini temizlemeye çalışır. Düşünür, taşınır ve murakabe yapar. Çevresindeki
karanlığı yırtacak, ortadan kaldıracak bir ışık arar durur. Eline öylesine
sihirli bir imkân geçirmek ister ki, bununla doğru yoldan sapmış olan dünyayı
kökünden yıkıp yeni bir dünya oluşturabilsin.
Birden bire kişiliğinde ve
durumunda muazzam bir değişiklik meydana gelir. Birden bire kalbi kendisinden
olmayan bir ışıkla dolar. Birden bire kendisinde daha önce olmayan bir güç
hisseder. Mağaranın yalnızlığından çıkıp, şehre iner. Ve insanlara taptıkları
putların gerçek olmadığını, hiçbir anlam taşımadıklarını dolayısıyla onları
bırakmaları gerektiğini söyler. Hiçbir insan, ağaç, ruh, yıldız, ay ve
gezegenin tapılmaya lâyık olmadığını belirtir. Bunlara itaat ve ibadet etmenin
gereksiz ve anlamsız olduğunu söylemeye çalışır. Der ki, bu dünya, ay, yıldız,
güneş, gök ve kâinat Allah tarafından yaratılmıştır. Sizi yaratan da öldüren de
Allah'tır. Sadece O'na kul olun, O'na itaat edin, O'nun önünde eğilin.
Yaptığınız hırsızlık, soygun, yağma, katliam, zulüm, fuhuş ve diğer
hayasızlıklar günahtır. Bunlardan sakının, Allah bunlardan hoşlanmaz. Doğru
söz söyleyin, doğru hareket edin. Herkese adaletli davranın. Kimsenin canına
kıymayın, kimsenin malına göz dikmeyin. Hakkınız ne ise alın, hakkı olana
hakkını verin. Hepiniz insansınız ve bütün İnsanlar eşittir. Kimse rezil ve
alçak olarak doğmamıştır. Aynı şekilde kimse şeref ve haysiyet madalyasıyla
dünyaya gelmemiştir. Büyüklük ve üstünlük ırk ve soydan değil, Allah'a yakın
olmak ve dürüst olmaktan gelir. Allah'tan korkan, ahlâkı temiz olan üstün
insandır. Gerisi boştur, öldükten sonra hepiniz dirilecek ve Allah'ın huzuruna
çıkacaksınız. Herkes kendi söz ve hareketlerinin muhasebesini yapacak, Allah'a
hesap verecektir. Her şeyi bilen ve gören Allah, yaptıklarınızın muhakemesini
görüp son kararını verecektir. O'ndan hiçbir şey saklayamazsınız. Bütün
hayatınız açık bir kitap gibi Allah'ın önünde duracaktır ve O, bu kitaba göre
hakkınızda hükmünü verecektir.) O Adil-i Mutlak'ın nezdinde kimse kimsenin
avukatlığını yapamayacak, kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Allah'ın katında ne
rüşvet geçerlidir, ne de şan ve şöhret.Orada ne ırk sorulacak ne aile şeceresi.
Tek değer ölçüsü iman ve iyi amel olacaktır, iman ve amel sermayesi bol olan
doğruca cennete gidecek, bundan yoksun olan ise cehennem ateşinde yanacaktır.
İşte O büyük insan, mağaradan
çıkıp böyle bir kurtuluş çağrısında bulundu, bu şekilde halkına seslendi.
Cahil halk sert bir tepki gösterir
ve O'na birden bire düşman kesilir. Ona küfür eder, taş atar. Bir gün değil,
iki gün değil, birkaç ay değil, tam on üç yıl kendisine zulüm eder, eziyet
çektirir. Nihayet evinden, ocağından koparıp sürgüne gönderir. Bununla da
yetinmez, sığındığı yerde kendisini ve taraftarlarım rahat ettirmez. Bütün
Arabistan'ı O'na ve bir avuç taraftarlarına karşı ayaklandırır ve tam sekiz
yıl kendileri için suikast hazırlar, kendilerine karşı üst üste seferler
düzenleyip, saldırıya geçerler. Fakat bütün bu güçlük ve engellere rağmen o
büyük insanın azmi kırılmaz.
Bu halk, bu millet neden kendisine
düşman kesilmiştir? Bu bir para ve arazi kavgası mıydı? Bir kan davası mıydı?
Yoksa O onlardan bir mal mı talep ediyordu? Hayır, hiçbir şey! Bütün düşmanlık
kin ve nefret sırf Allah'a çağırdığı içindi. Onlar hayret ediyorlardı; bu adam
bizi neden tek Allah'a inanmaya, itaat etmeye davet ediyor? Bizi neden
putperestlik, şirk ve fuhuştan alıkoymak istiyor? Kâhin, keşiş ve rahiplerin
ekmeğine niçin mani oluyor? Kabile reislerinin sultasını neden kırmak istiyor?
İnsanlar arasındaki farkı neden kaldırmak istiyor? Aşiret kavgaları ve ırkçı
taassupların niçin cehalet olduğunu söylüyor? Eski çağlardan beri süregelen
toplum düzenini neden bozmak istiyor? Halk demek isliyordu ki: "Senin
talimatın aile ve toplum düzenimize ters geliyor, milli geleneklerimize uymuyor.
Sen bu işten vazgeç, yoksa seni yaşatmayız."
3.2.7. Baskı ve Zulme Karşı Direniş
Peki, bu insan neden bunca baskıya
uğradı, neden bu kadar eziyet çekti? Milleti O'na hükümdarlık vermeye hazırdı
ve talimatından vazgeçerse, O'nu servete boğmaya hazırdı. Ancak O her şeyi reddetti
ve tebliğini, vaazını vermekten vazgeçmedi. Hem de her türlü zorluk ve zulme
katlanarak. Bu niçin böyle idi? İnsanlar Allah'a inanıp, dürüst olsalardı, O
herhangi bir şahsi menfaat mi elde edecekti? O'nu yolundan caydırmayan iktidar,
servet ve başkalarına hükmetmekten daha cazip ve faydalı bir şey mi vardı? Ne
gibi bir menfaat O'nu tam yirmi bir yıl her türlü bedeni ve ruhi eziyet ve
işkenceye katlanmaya itti? Düşünün; fedakârlık, iyi niyet ve yardımlaşmanın
bundan daha büyük ve yüce bir örneği var mıdır? Kişi kendi nefsi için değil,
başkalarının maddi ve manevî faydası için bunca zahmete ve külfete katlanabilir
mi? Hem de iyi olmalarını, doğru yolu bulmalarını istediği millet O'nu
taşlarken, evinden barkından koparırken ve sürgünde de peşini bırakmazken!
Bir yalancı, bir sahtekâr, aslı
astarı olmayan bir şey için bunca güçlük ve engellerle boğuşabilir mi? Macera
peşinde olan bir şahıs sadece tahmin ve kıyasına dayanarak davasını böyle
savunabilir mi? Bunca yalan, iftira ve ithamların yanı sıra fiili müdahaleye ve
tecavüze karşı dayanabilir mi? Bir hokkabaz veya bir soytarı ortaya attığı bir
oyun için, büsbütün ayağa kalkan bir millet ve memlekete karşı son ana kadar
mücadele edebilir mi? Bir hilekâr ve bir şakacı sadece keyfi için büyük
ordulara karşı koyabilir mi? Bu azim, bu kararlılık, bu sebat kendisinin ne
kadar haklı olduğunu, davasının ne kadar sağlam olduğunu zaten gözümüzün önüne
sermiyor mi? Davasının noksan veya zayıf olduğunu bilen bir kişi tam yirmi bir
yıl her türlü muhalefete nasıl karşı koyabilirdi?
Söz konusu insanın durumunda göze
çarpan bu değişikliğin yanında bir değişiklik daha vardı ki, bu daha da
şaşırtıcıydı.
3.2.8. Tutum ve Davranışındaki İkinci Büyük Değişiklik
Kırk yaşına kadar o bir Arap'tı,
diğer Araplar gibi. Bu süre içinde kimse bu tüccarın büyüleyici hitabetine
tanık olmamıştı. Kimse O'nun ilâhiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, iktisat
ve biyoloji'nin en derin kural ve tezlerinden bahsettiğini duymamıştı. Kimse,
Tanrı, melekler, semavi kitaplar, geçmiş peygamberler, eski ümmetler, kıyamet,
ölümden sonraki hayat, cennet ve cehennem hakkında tek bir söz söylediğini
işitmemişti. Şüphesiz, temiz bir karakteri, efendi bir kişiliği vardı, ama
kırk yaşına kadar hayatında olağanüstü herhangi bir değişikliğe
rastlanmamıştı. Dolayısıyla O'nun ilerde büyük bir insan olacağını kimse
sezememişti. Yakın çevresindekiler sessiz, sakin, barış sever ve dürüst bir
kişi olduğunu biliyordu. Ancak kırk yaşından sonra mağaradan çıkınca sanki
dünyalar değişmişti.
Artık O, yepyeni sözler söylüyordu.
Konuşmasında öyle bir çekicilik, söylediklerinde bir cazibe vardı ki kendisini
duyanlar büyülenmiş gibi oluyorlardı. Kelâmı öylesine etkileyici idi ki ezeli
düşmanları bile, etkilenmemek için O'nu dinlemekten kaçıyorlardı. Fesahat ve
belağati öylesine kuvvetliydi ki, aralarında büyük şair, hatip ve konuşmacının
bulunduğu bütün Arap milletine açıkça meydan okuyor ve diyordu ki: "Okuduğum
sûre ve ayetlere benzer bir tek sûre ve ayet getirin, köleniz olayım." Ama
kimse buna cesaret edemedi. Zira Arapların kulağı böylesine zarif, böylesine
hitabet dolu bir konuşmaya alışmamıştı.
Bu şahıs şimdi bir anda emsalsiz
bir hekim, eşine rastlanmayan bir ıslahatçı, yeni bir medeniyetin kurucusu,
usta bir siyasetçi, üstün kabiliyetli bir hukukçu, yüksek seviyeli bir hâkim ve
tecrübeli bir komutan hüviyetleriyle karşınıza çıkıyor. Bu şahıs Arabistan
çöllerinin cahil bedevilerine akıl, mantık ve hikmetin öylesine derin ve çekici
meselelerini anlatıyor ki bunun eşine ne geçmişte rastlanmış, ne de gelecekte
benzeri bulunacaktır. Bu ümmî, artık ilâhiyat üzerine konferans verebiliyor,
milletlerin tarihi ve iniş çıkış sebepleri konusunda konuşmalar yapabiliyor,
felsefenin karmaşık kurallarından bahsedebiliyor, geçmişteki ıslahatçıların
günah ve sevaplarını bir kitap gibi okuyabiliyor, dünyanın çeşitli din ve
mezheplerini eleştirebiliyor, milletler arasındaki davalarda ve kavgalarda
karar verebiliyor, ahlâk, medeniyet ve kültürün en güzel derslerini
verebiliyordu.
Bu insan bununla da yetinmiyor,
toplum, ekonomi, sosyal problemler ve uluslararası ilişkilerle ilgili kanun ve
beyannameler çıkarabiliyordu. Bu hususta öyle kanunlar hazırlıyor ve hukuk
nizamı meydana getiriyordu ki, büyük hukukçu ve âlimler, bütün ömürlerini bile
harcadıktan sonra bu gibi eserler ortaya çıkaramazlardı. Hatla zaman
ilerledikçe ve insanoğlu gelişme kaydettikçe bu kanun ve kuralların hikmetini
daha iyi anlayabilmektedir.
O, sessiz, mütevazı ve alçak
gönüllü tüccar, -ki hayatında kılıca bile dokunmamış, hiçbir askeri eğitimden
geçmemiş hayatında sadece bir kere bir çarpışmayı uzaktan seyretmişti- birden
bire cesur bir asker oluveriyordu. Öyle bir asker ki muharebenin en şiddetli
anında bile mevziden kıpırdamıyordu. Öyle büyük kumandan olmuştu ki, dokuz
yılda bütün Arabistan'ı fethediyordu. Öylesine müthiş bir askeri liderdi ki,
meydana getirdiği ordu, askeri düzen ve milletine aşıladığı askeri ruh
sayesinde, çaresiz ve miskin Araplar sadece birkaç sene zarfında dünyanın iki
muhteşem askeri gücünü alt üst ediyorlardı.
O sessiz ve kendi halindeki insan,
ki kırk yaşma kadar herhangi bir siyasi konuyla ilgilendiği görülmemişti, bir
anda öyle büyük bir devlet adamı, ıslahatçı ve politikacı oluverdi ki, yirmi üç
yılda 1.2 milyon mil karelik Arabistan çölünün dağınık, kavgacı, cahil, dik
kafalı, kültürsüz kabilelerini telgraf, telefon, radyo, demiryolları veya
karayolları basın ve yayın gibi ulaşım ve haberleşme araçları olmaksızın bir
dine, bir medeniyete, bir kanuna ve bir hükümete bağlayıverdi. Düşüncelerini
değiştirdi, ahlâklarını düzeltti, kültürsüzlüklerini kültürle ikame etti,
vahşiliğini medeniyete çevirdi, kötülük ve ahlâksızlıklarını iyilik, takva ve
dürüstlüğe dönüştürdü. Kanunsuzluk ve anarşi hareketlerini gıpta edilecek bir
kanuna saygınlık ve devlete, nizama bağlılığa çevirdi, asırlarca içinden
kaliteli ve yetenekli bir insanın çıkmadığı kısır bir milleti öylesine verimli
ve bereketli yaptı ki, her alanda yüzlerce ve halta binlerce uzman, âlim,
sanatçı ve ünlü şahsiyetler doğdu ve dünyaya din, ahlâk, medeniyet ve kültür
dersleri vermeye başladılar.
Üstelik, bütün bunları zulüm,
cebir, hile ve aldatmaca ile yapmadı. Aksine bu muazzam değişiklik ve gıpta
edilecek devrimi, herkesi kendine hayran bırakan güzel ahlâkı, kalbleri
fetheden efendiliği, kibarlığı ve zihinleri etkileyen vaaz ve telkinleriyle
yaptı. Güzel ve üstün ahlâkıyla düşmanlarını dost yaptı, merhamet ve şefkatle
gönüllere taht kurdu, adalet ve dostlukla hükümet işlerini yürüttü, hakkaniyet
ve doğruluktan bir milimetre bile ayrılmadı. Savaşla da kaba kuvvete ve
vahşete başvurmadı, kimseye hile yapmadı, sözünden caymadı. Ezeli
düşmanlarından bile intikam almadı. Kanını emmek isteyen, O'nu taşlayan, O'nu
sürgüne gönderen, O'nun aleyhinde bütün Arabistan'ı ayaklandıran, hatta cinnet
getirip amcasının ciğerini çiğneyenleri bile affetti, şahsi kin veya garaz için
kimseden intikam almadı.
Bütün bunların yanı sıra, tüm
ülkenin tek hâkimi olmasına rağmen, fakir bir hayat sürecek kadar fedakâr bir
insandı. Bütün ülkenin hükümdarı ve şöhreti ile nüfuzu yurtdışına da taşmış
olmasına rağmen sadeliğini terk etmedi. Her türlü servet ve zenginlikten
yararlanma imkânı bulunmasına rağmen, yaşantısında bir değişiklik olmadı.
Hasır üzerinde yalar, olağan elbiselerle vücudunu sarar, fakir yemeği yer,
bazen günlerce ağzına bir tek lokma girmezdi. Geceleri kalkıp namaz kılar, dua
ederdi. Bazen bütün gece ümmeti için dua ederdi. Fakir fukaraya yardım eder,
bir işçi gibi onların hizmetine koşardı. Ömrünün sonuna kadar mağrur
insanların, despot ve padişahların gurur ve gösterisine kapılmadı. Alelâde bir
insan gibi herkesle görüşür, dertleşirdi. Ümmet arasına karışıp onlarla öyle mütevazi
bir şekilde konuşurdu ki, bir toplantıda milletin önderi, halkın sevgilisi,
ülkenin hükümdarının da bulunduğu fark edilemezdi. Maddi ve manevî rütbesi bu
kadar büyük olan bir kişi sokaktaki adamıyla aynı seviyede ve aynı kılıkla
buluşur, konuşurdu. Kendisine ait olan her şeyi ve hakkı olan bütün mirasını
ümmetine bıraktı. Öz evlâtlarının hakkını ümmetinin haklarından üstün kılmadı,
kendilerine herhangi bir imtiyaz veya üstünlük tanınmasına şiddetle karşı
çıktı. Öyle ki, çoluk çocuklarını ve diğer aile üyelerini zekât alma hakkından
mahrum bıraktı. Sırf taraflar ve dindaşlarının ilerde, çocuklarına ve aile
fertlerine zekâtların tümünü vermeye başlayabilecekleri korkusuyla!
Bu büyük ve muhteşem insanın
meziyetleri ve faziletleri burada bitmiyor. Gerçek mevkii ve yerini tesbit
etmek için dünya tarihine şöyle bir göz atmanız gerekiyor. Göreceksiniz ki, bin
dört yüz yıl önce dünyaya gelen Arabistan çölünün bu ümmi ve sade insanı,
aslında eski çağı kapatarak yeni bir çağ açan Cihan Önderi'dir. O yalnızca
kendisini tanıyanların, kendine bağlı olanların değil, kendisini
tanımayanların da lideridir. O'na dil uzatmaya cesaret edenler, düşüncelerine,
hayat düzenlerine, kanunlarına ve kısacası modem çağa O'nun getirdiği ruhun ne
kadar nüfuz ettiğini bilmiyorlar.
Dünya insanlarının fikir ve
hayallerini vehimler, batıl itikat ve ruhbanlıktan gerçekçiliğe ve dürüst bir
dünyacılığa çeviren insan O'dur. Mu'cize ve keramet isteyen dünyaya, akıllara
durgunluk veren gerçekleri öğreten ve aklî ölçüler kullanmayı telkin eden
O'dur. İnsanların, cehalet ve vehameti terk edip, gözleriyle Allah'ın kudreti
ve tabiatın sırlarını görme zevkini sağlayan O'dur. Hayal âleminde yaşayan,
olur olmaz şeyler için tahmin yürütenleri akıl, mantık, müşahede ve tetkike
davet eden ve alıştıran O'dur. O, akıl ile his arasındaki değer ölçüsünü
insana öğretti. Madde ile Ruh arasında bağ kurdu. Din ile ilim ve amel arasında
irtibat kurdu. Dinin gücüyle, fen ve bilime ilgiyi arttırdı, aynı şekilde
bilimin dinle ilgilenmesini sağladı. Şirk ile putperestliğin kökünü kazıdı ve
ilmin kuvvetiyle tevhide inancı öylesine sağlamlaştırdı ki müşrikler ile
putperestlerin dinlerinde bile tek tanrıyla ilgili inancın öğeleri görülmeye
başlandı. Ahlâk ve ruhaniyetin temel fikirlerini değiştirdi. Eskiden dünyayı
terk edip, nefsi öldürmek ahlâk ve faziletin vazgeçilmez yolu sayılırdı. Ama O
onlara dünyadaki sorunlarla ilgilenerek, cemiyet kurallarının dışına
çıkılmayarak ve dünya nimetlerinden tamamıyla yararlanarak ebedi hakikati bulmanın
mümkün olacağını öğretti. Aynı şekilde dünyevi ve maddi sorunlarla uğraşırken
ölçülü davranılması ve ahiret ile öbür dünyadaki hayatın unutulmaması
gerektiği fikrini yerleştirdi. Ayrıca, insanın gerçek değerinin ne olduğunu
öğreten de O'dur. Putlar, ilâhlar ve Allah'ın oğlundan başka kimseyi peygamber,
dini lider ve tapılmaya lâyık nesne veya kişi olarak kabul etmeye
yanaşmayanlara, bir insanın evrensel hükümranlığın temsilcisi ve alemlerin
Rabbi'nin naibi, halifesi olabileceğini vurgulayan O'dur. İnsanların kuvveti ve
kudretine göre yanlarında diz çökenlere, onlara tapanlara bunların basit
insanlardan farkı olmadığını anlatan da O'dur. Her güçlü ve iktidarlı insana
Tanrı diyerek sarılanlara, insana sadece insan muamelesi yapılması gerektiğini
öğreten O'dur. Hiçbir insanın doğuştan ulviyet, kutsallık, hükümdarlık ve
efendilik sıfatlarını taşımadığını, aynı şekilde kimsenin alçaklık, mahkûmiyet
ve esaret damgası vurularak dünyaya gelmediğini söyleyen de O'dur. Dünyada
İnsanlar arasındaki birlik, beraberlik, eşitlik, sevgi, saygı ve özgürlük
düşüncelerini yaratan ve güçlendiren işte bu talimat ve telkinlerdir.
Hayal âleminden gerçeklere dönün
ve bu ümminin liderlik dehasının pratik sonuçlarına bir göz alın. Bunları
devletlerarası ilişkilerde, devlet hukukunda, belli başlı anlaşma ve sözleşme
ile kanun ve kurallarda rahatça görebilirsiniz. Ahlâk, adap, tahâret, kültür
ve medeniyetin birçok usûlü O'ndan alınmıştır. Toplumun pek çok kurallarının
kaynağı O'dur. Ekonomiyle ilgili getirdiği bir dizi teori ve uygulamalar
dünyada nice doktrin ve devrimlerin gerçekleşmesine ve bu sürecin hâlâ devam
etmesine yol açmıştır. Devlet ve hükümet ile ilgili ilke ve kuralları dünyada
sayısız siyasi ideolojinin doğması ve rejimlerin kurulmasına sebep olmuştur.
Adalet ve hukuka ait olan düzenlemeleri dünyanın adlî sisteminde ve hukuk edebiyatında
gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir. Dünyada savaş ve barışın ilk
kez medeni kurallar içinde yapılmasını sağlayan işte bu Arap ümmîsidir. Çünkü
daha önceki çağlarda savaşın da bazı kuralları olabileceğine ve çeşitli
milletler arasındaki anlaşmazlıkların ortak insanlık değerlerine dayanılarak
giderilebileceğine kimse inanmıyordu.
İnsanlık tarihinde bu hârika
insanın mevkii ve yeri o kadar üstün ve yüksektir ki, gelmiş geçmiş bütün büyük
insan ve kahramanlar O'nun yanında küçük ve önemsiz kalırlar. Dünyada birçok
büyük insan doğmuştur, ama hiçbirinin meziyetleri bir iki alandaki uğraşı ve
başarıdan öteye gitmez. Ya teorisyendir, pratiği yoktur, ya da pratiği varsa
teorisi zayıftır. Kimi siyasi, kimi askeri dehada rakipsizdir. Birinin gözü
sosyal hayatın tek bir cephesine öylesine dikilmiştir ki, diğer bütün cepheleri
gözünden kaçmıştır. Bir başkası ahlâk ve ruhaniyete o kadar dalmıştır ki,
ekonomi ve politikayı bilememiş, hatta dünyadan elini eteğini çekmiştir. Buna
karşılık biri ekonomide ve politikada tek söz sahibi haline gelmiş, ama ahlâk
ve faziletten nasibini alamamıştır. Kısacası, tarihte kime bakarsanız tek
cepheli, tek meziyetli kahraman veya uzmandır. Fakat bir tek şahsiyet vardır
ki, bütün meziyetleri kendisinde toplamıştır. Bu büyük insan hem filozof hem
hakimdir, hem de söylediklerini aynen tatbik etme başarısını göstermiştir. O
aynı zamanda büyük bir devlet adamı, askeri lider, hukuk adamı ve hukukçu,
ahlâk hocası, dini ve manevî önderdir. Bakış açısı bütün bir insan hayatını
kapsayacak kadar geniş olmasına rağmen en küçük ayrıntılar bile dikkatinden
kaçmaz. Sofrada yemek yemenin adabı ve vücut temizliğinin usullerinden tutun
da milletlerarası münasebetlere kadar her konuda emir ve talimat verir. Kendi
getirdiklerine dayanan bir medeniyet oluşturur. Ve insan hayatının bütün alan
ve yönleri arasında tam denge kurabilen bir hayat düzeni getirir. Böylesine çok
yönlü ve çok yetenekli başka bir lider ve kahraman gösterebilir misiniz?
3.2.12. Çevresini Aşan Bir Şahsiyet
Dünyanın hemen hemen bütün
şahsiyetlerinin yetişmelerinde çevrelerinin rolü büyük olmuştur. Fakat sözünü
ettiğimiz insanın bambaşka bir özelliği vardır. Bu insanın yetişmesinde
çevresinin hiçbir rolü olmadığı görülür. Arabistan'ın o zamanki durum ve
koşullarının böyle bir tarihi şahsiyetin doğmasına müsait olduğu da söylenemez.
Arapların en çok ihtiyaç duyduğu belki de aşırı milliyetçi bir liderdi. Böyle
bir lider kabileler arasındaki kavga ve çekişmeye son verip Arapları bir millet
haline getirebilir, ülke içinde birlik sağlayarak ve çevredeki ülkeleri fethederek
güçlü bir Arap krallığı kurabilir ve nihayet, Arapların siyasi ve iktisadi
gelişmesini mümkün kılabilirdi. Bu liderde Arapların bütün kötülükleri
bulunabilir ve baskı, zulüm, acımasızlık, katliam, hile, desise ve mümkün olan
her kötü yola başvurarak milletinin geleceğini teminat altına almaya çalışabilirdi.
Arap toplumunun o günkü yapısı yukarıda özelliklerini saydığımız bir liderin
ortaya çıkmasını gerektiriyordu. Hegel'in tarih felsefesi veya Marks'ın tarihin
maddi yorumu açısından ,böyle bir ortamda çevrede yalnızca bir ulusu
birleştirebilecek ve devlet kurabilecek bir liderden başka birine ihtiyaç
olmadığına inanırsınız. Ama Hegel ile Marks'ın felsefeleriyle aşağıdaki durumun
izahı mümkün olabilir mi?
Bir yandan o zamanki Arabistan ve
hatta bütün dünyanın perişan halini göz önünde bulundurun, diğer yandan güzel
ahlâkı öğreten, insanlığı ıslah eden, nefisleri temizleyen ve cahiliyyenin tüm
evham ve hurafelerini yok eden birini düşünün. Öyle biri ki, bakışları ülkesi,
halkı ve ırkının bütün sınırlarını aşıp dünyaya ve bütün insanlara uzanmıştı.
O, sırf kendi yandaşları veya vatandaşları için değil, bütün İnsanlar için
cihanşümul bir ahlaki, manevî, medeni ve siyasi nizamın temellerini attı. O,
sosyal ve ekonomik meseleler ile milletlerin siyaseti ve uluslararası
ilişkilerin sağlıklı temellere dayandırılması ve çözümlenmesini hayal aleminde
değil, yaşadığımız gerçekler dünyasında sağladı. O, maddiyat ile maneviyatı öylesine
dengeli biçimde birleştirdi ki, herkes O'nun hikmetine ve basiretine hayran
kaldı. Şimdi kalkıp siz bu insanın Arap cahiliyye devri ve ortamının bir ürünü
olduğunu söyleyebilir misiniz?
3.2.13. Tarihi Oluşturan Şahsiyet
Şurası bir gerçektir ki bu insan,
kendi çevresinin ürünü değildi. Fakat bu noktayı iyice inceleyecek olursak,
şahsiyetinin zaman ve mekân sınırlarını da aştığını göreceğiz. Uzak
görüşlülüğü çağın koşullarını bir yana bırakıp yüzyılları bir anda kapsamıştır.
O, bütün insanları zaman tünelinden geçirmiş, onları her çağda ve her ortamda
tasavvur edebilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, İnsanlar için her devirde ve
her şart altında geçerli ve uygulanabilir hayat kurallarını tanzim etmiştir. O,
tarihin yıprattığı kişi ve varlıklardan değildir. O, diğer büyük şahsiyetler
gibi sadece kendi çevresi veya dönemi için iyi sayılan bir lider değildir. O,
herkesten ayrı, herkesten seçkin öyle liderdir ki tarihin akışıyla hareket
etmiş ve her çağda kendi çağındaki kadar yeni ve ilerici görülmüştür.
Genelde cömertçe "tarihi
oluşturanlar" olarak vasıflandırılan kişiler aslında "tarihin
oluşturduğu" kişilerdir. Gerçekten bütün insanlık tarihinde "tarihi
oluşturan" bir tek kişi varsa, o da işte peygamberdir. Tarihi, araştırıcı
bir zihniyetle ele alacak olursak, bütün ihtilâl, inkılap ve ıslahat yapan kişi
ve liderlerin zamanın şartlarından büyük ölçüde yararlandıklarını görürüz. Pek
çok durumlarda bugün ani ve harikulade olarak nitelendirebileceğimiz devrim ve
değişiklikler için şartların hazır olduğunu anlayabiliriz. Çoğu hallerde devrim
için zeminin elverişli olduğuna, hatta devrimin yönünü tayin edecek şartların
bulunduğuna tanık oluruz. Bir devrimcinin görevi bu şartları fikirden eyleme
dönüştürmek olmuştur. Yani başka bir deyimle, büyük devrimci ve devlet adamı
dediğimiz pek çok lider, genellikle sahnesi hazır ve rolü belirlenmiş birer
oyuncudan farksızdır. Fakat, tarihi oluşturan ve gerçek bir devrim yapan bu
kişiye bakın ki ihtilâl ve inkılâbın şartlarını kendisi oluşturmuştur, inkılâb
için malzemeyi kendisi hazırlamıştır. İnkılâbın ruhu ve bunu gerçekleştirecek,
yaşatacak hiçbir şey ortada yokken, yeni bir ruh, yeni bir insan türü ortaya
koymuştur. Kendi kişiliğini eriterek binlerce kişinin kalbine girmiş ve onları
istediği hale ve kıvama getirmiştir. Kafa ve kalp birliği ve çelik gibi irade
gücüyle devrimin şartlarını kendisi hazırlamıştır. Bu devrimin şeklini ve
yönünü kendisi tayin etmiştir. Sonra yine kendi irade gücüyle hadiselerin
seyrini değiştirmiş ve istediği istikâmete götürmüştür. Tarihin oluşumunu
böylesine etkileyen ve böylesine harikulâde bir değişimi meydana getiren bir
başka, inkılabçı var mıdır?
Şimdi gelin şu soruyu kendi
kendimize soralım: Bin dört yüz yıl önceki karanlık dünyada, Arabistan gibi en
karanlık ülkenin bir köşesinde önce çobanlık, daha sonra ticaretle uğraşan,
okuma yazması olmayan bir kişide bu âni değişiklik, bu muazzam devrim nasıl
meydana geldi? Nasıl oldu da bu sade vatandaş böyle münevver bir kişi oluverdi?
Bunca güç, bilgi, yetenek ve terbiyeyi nerden kazandı? Siz derseniz ki
bunların hepsini kendisi bulmuştu, hayal gücünü kullanmıştı. Ben derim ki eğer
bunları kendisi bulmuşsa O'nun peygamberlik değil, tanrılık iddiasında
bulunması gerekirdi. Şayet o böyle bir iddiada bulunsaydı, Rama'yı ilâh ilan
eden, Krişna'yı mücessem tanrı olarak kabul eden, Buda'ya tapmaya başlayan, Hz.
Îsa'yı kendiliğinden Allah'ın oğlu mevkiine çıkaran ve hatta ateş ile rüzgar ve
suya tapan bu dünyanın insanları, böylesine dirayetli ve meziyetli bir kişiyi
tanrı olarak kabul etmekten çekinmezlerdi. Fakat bakın O, kabiliyetini ve
fevkalâde kuvvetlerini kendisine mal etmiyor ve "ben de insanım, tıpkı
sizin gibi, hiçbir şey benim değildir. Bende ne varsa Allah vergisidir. Bütün
dünyada eşi bulunmayan bu kelâm, bu harika sözler benim değildir, bu benim
kafamın mahsulü değildir. Bu, kelimesi kelimesine Allah'tan gelmiştir ve bunun
için bütün hamdler Allah'a olsun. Başardığım işlerin, çıkardığım kanun1ann,
size öğrettiğim usullerin hiçbiri, ama hiçbiri, düzmece değildir. Benim aklım
ve gücüm bu büyük işleri başarmaya yetmez. Adım adım Rabbimi izlerim, her konuda
benim yol göstericim O'dur. Her an O'na muhtacım. Bana O'ndan işaret gelir
gelmez ağzımı açar, adımımı atarım" diyor.
Bakın bu sözler ne kadar
harikadır. Ne kadar doğru ve samimidir. Bir yalancı kendisini haklı çıkartmak
ve büyütmek için elinden gelen yalanları uydurur, yapamadıklarını yaptığını
söyler, başkalarının mallarının kendisine ait olduğunu iddia eder. Ama
Peygamber, kendisinde bulunan meziyetlerin, şahsi meziyet ve kabiliyetler
olduğunu iddia etseydi bile başkaları O'nu yalanlayamazdı. Zira, bunu tesbit
edecek imkânları yoktu. Doğruluk ve içtenliğin bundan daha büyük kanıtı
olabilir mi? Çok gizli yollarla edindiği bilgi ve yeteneklerinin kaynağını
başkalarına açıklamaktan çekinmeyenden daha doğru ve dürüst biri olabilir mi?
Söyleyin bana, neden O'na iman etmeyelim, neden peygamberliğini teyid
etmeyelim?
3.3. HZ.
MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİ LEHİNDE KUR'AN'IN İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER
Kur'an-ı Kerim'de deniliyor ki:
"Ey Nebi, sen bundan evvel ne
bir kitap okuyordun ne elinle yazıyordun. Eğer böyle olsaydı, bâtıl'a tapanlar
şüpheye düşebilirlerdi. Aslında bunlar, ilim sahiplerine parlayan birer
işarettirler." (Ankebût; 48-49)
Bu ayet açıkça Hz. Peygamber'in
okuma yazma bilmediğini vurguluyor. Eğer bunun aksi olsaydı bütün ömrünü
aralarında geçirdiği kabilesinin ve bulunduğu şehrin insanları bunu bilir ve
şahitlik ederlerdi. Ama onlar O'nun okuyup yazma bilmediğini biliyorlardı.
3.3.1. Ümmiliğin Nübüvvet İle İlgisi
Bu noktaya değindikten sonra
şunları söyleyebiliriz: Semavi kitapların talimatı, geçmişteki peygamberlerin
durumu, çeşitli çağlarda ortaya çıkan din, mezhep ve akidelerin mahiyeti, eski
İnsanlar, kavimler ve medeniyetlerin tarihî, siyaset, cemiyet ve iktisadın
karmaşık meseleleriyle ilgili olarak bir ümminin dilinden çıkan sözler
vahiy'den başka bir şey değildir. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) azıcık okuma yazma
bilebilseydi[1]
yakınları ile çevresindekiler O'nun herhangi bir zaman eline bir kitap
aldığını, araştırma yaptığını görmüş olsalardı, kâfir ve batıla inananlar belki
de diyebilirdi ki, yukarıda bahsettiğimiz konular hakkında belirli bazı
bilgiler toplamıştır. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)in ümmiliği, bu gibi ihtimalleri
tamamıyla ortadan kaldırmış oldu.
Bir ümmi'nin Kur'an-ı Kerim gibi
muhteşem bir kitabı insanlara sunması ve geçmişte kendisinde olmayan harika
meziyet ve kabiliyetlere sahip olması, akıl ve mantık sahibi her insan için
zaten peygamberliğinin en büyük delilidir. Dünyada tarihî kişilerden hangisinin
durumunu araştıracak olursak, yaşadığı çağ ve çevre ile o zamanki şartların
onun yetişmesinde büyük rol oynadıklarını görürüz. Fakat Hz. Peygamber (a.s.)
kendi çağı veya çevresinin ürünü değildi. O'nun kişiliğindeki ani ve büyük değişiklik
ve devrimin, mutlaka ilâhi bir menbaı ve kaynağı vardı. Bu nedenle, yukarıdaki
âyette Hazreti Muhammed (a.s.)in kişiliği parlayan bir delile benzetilmiştir.
O'nun kişiliği aslında bir değil, bir çok delilin toplamıdır. Cahil biri bu
delilleri göremiyorsa görmesin. Ama ilim, akıl ve mantık sahibi kimseler bu
delilleri görür görmez, bunların ancak bir peygamberin şanına lâyık olduğuna
can-ü gönülden inanmışlardır. Şu âyete bakın:
"Bunlar diyor ki, neden bu
insana Allah tarafından delil ve işaretler indirilmedi. De ki: "Delil ve
işaretler sadece Allah'ın indindedir. Dense sadece uyarıcıyım, açık seçik
(haber vermek için görevlendirilmişimdir). Ve bu (delil) bunlara yetmiyor mu?
Biz sana kitap gönderdik. Bu (kitap) kendilerine okunuyor. Aslında, bunda, iman
edenler için rahmet ve nasihat vardır." (Ankebût; 50-51)
Burada demek isteniyor ki, Hz.
Peygamber bir ümmî olmasına rağmen, kendisine Kur'an-ı Azimüşşan gibi bir
kitabın gönderilmesi bir delil değil midir? Zâten bu kendi başına öyle bir
Mu'cizedir ki herkes Hz. Muhammed (a.s.)in peygamberliğine inanabilir. Bundan
sonra başka bir Mu'cizeye ne hâcet vardır? Geçmişte gösterilen Mu'cizeler âni
ve geçiciydi. Halbuki bu Mu'cize her zaman iman sahiplerinin yanında
bulunacaktır. Bu kitap her gün ve her zaman Peygamber tarafından
çevresindekilere okunuyor ve anlatılıyordu.
3.3.2. Nübüvvet'ten
Önceki Yaşantısı da Bir Delildir
"Bir kerre, bütün ömrümü
aranızda geçirmişimdir." (Yunus; 16)
Bu ayette dile getirilen gerçek,
Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygamber'in zihninin bir ürünü olduğu hâşâ Allah'ın
kelâmı olmayıp kendisinin uydurduğu bir kitap olduğu yolunda Kureyş'li müşrik
ve kâfirlerin yaptıkları iddiaları yalanlayacak niteliktedir. Burada,
müşriklerden, diğer delilleri bir yana bırakıp bu daha yakın, gözle görülür
gerçeğe bakmaları isteniyor. Hz. Muhammed (a.s.) ömrünün kırk yılını onlar
arasında geçirmişti. Aynı şehirde doğmuş, gözlerinin önünde büyümüştü.
Erginlik, derken orta yaşma kadar onlar arasında oturmuş, yemiş, içmiş, alış
veriş yapmış, evlenmiş, kısaca, her türlü içtimai faaliyette bulunmuştu.
Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildi. O'nun şahsiyeti açık bir kitap
gibi önlerinde duruyordu. Kişiliği, davranışı ve tulumu başlı başına birer
delildiler. Hazreti Peygamber'in hayatının şu iki önemli yanı hemen hemen
bütün Mekke'liler tarafından biliniyordu.
Nübüvvet'inden önceki kırk senelik
süre içinde peygamber olduğunu söylemeye başladıktan sonra birden bire dilinden
dökülmeye başlayan ilim, irfan ve hikmet dolu sözlerin herhangi bir dünyevi
merci ve kaynağı hiçbir yerde görülmemiş duyulmamıştı. Kimse onun ilmi, siyasi
ve içtimai konularla ilgilendiğini görmemişti. Bu âni değişikliğin,
kişiliğindeki güç ve yetenekten değil dışardan, olağanüstü ve insanüstü bir
kaynaktan meydana geldiği apaçık ortadaydı. Bundan dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in,
Hz. Muhammed (a.s.)in hayalinin ürünü olduğu saçmalığına kimsenin
inanamayacağını sezen Mekke'nin kurnaz ve kötü niyetli insanları, bütün bunları
başka birinin Hz. Muhammed (a.s.)'e öğrettiğini söylemeye başladılar. Ne var
ki, bu ikinci iddia da birincisi kadar saçma ve asılsızdı. Zira Mekke şöyle
dursun, bütün Arabistan'da Kur'an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın yazarı olacak
seviyede bir bilgin veya ilim adamı yoktu. Sonra, bu seviyedeki bir dâhi
geçekten varolsaydı, Mekkeliler ve Arap'lar kendisinden haberdâr olmayacaklar
mıydı?
Hz. Muhammed (a.s.)in,
Nübüvvet'inden önceki yaşantısının ikinci yanı daha da ilginçtir. Kendisiyle
yakından, uzaktan ilgilenmiş olan herkes temiz karakteri ve efendi kişiliğine
hayrandı. Yalancılık, hilekârlık, dolandırıcılık ve buna benzer illetler O'nun
yanından bile geçmemişti. Çevresi ve ülkesinin hiçbir ferdi bu kötülüklerin
hiçbir örneğini O’nda görmemişti. Onlar, Hz. Peygamber'i son derece namuslu,
dürüst, sözüne güvenilir, lekesiz, doğru ve hemen hemen kusursuz biri olarak
bilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)in nübüvvetinden beş yıl önce Kâ'be'nin yapımı
sırasında Hacer-i Esved ile ilgili meşhur olay meydana gelmişti. Bilindiği
gibi, Kâbe'de Hacer-i Esved olarak bilinen siyah taşın yerleştirilmesi konusunda
Kureyş'in muhtelif kabile ve aileleri arasında anlaşmazlık çıkmıştı. Aileler
meseleyi aralarında halledemeyince şöyle bir karara varmışlardı. Yarın sabah
Harem (Kâ'be)e adım alacak ilk kişi hakem olacaktır, o ne derse kabul edeceğiz.
Ertesi sabah Kâ'be'ye adım atan ilk kişi Hz. Muhammed (a.s.)den başka birisi
değildi. Kendisini görür görmez herkes birden haykırıverdi: "İşte emin
(emanetçi, dürüst, güvenilir) burada, bu Muhammed'dir, biz bunun hakemliğine
razıyız". Aynı şekilde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed(a.s.)'i Nebi yapmadan
önce Kureyş kabilesinin büyük bir toplantısında kendisinin "emin"
olduğunu belgeletmişti. Şimdi, ömründe hiç yalan söylememiş, kimseyi
kandırmamış, kimseyi dolandırmamış olan bir kişinin kalkıp böylesine büyük bir
yalan söyleyeceğine böylesine korkunç bir hile yapabileceğine inanabilir
misiniz? Böyle bir insanın, kafasında oluşturduğu fikirler ve plânların,
Allah'ın sözleri ve emirleri olduğunu söyleyebileceğini kabul edebilir
misiniz?
"Ve işte bu şekilde, (Ey
Muhammed) Biz kendi emrimizle, bir ruhu sana vahiy ile gönderdik. Öyle ki, sen
Kitabın ve imanın ne olduğunu bilmiyordun" (Şûra; 52)
Nübüvvet mertebesine
yükseltilmeden evvel Peygamber, kendisine bir kitap geleceğini aklının ucundan
bile geçirmemişti. Halta, diyebilir ki, ilâhi kitaplar ve muhtevaları hakkında
da herhangi bir bilgisi yoklu. Aynı şekilde belki de tek tanrıya inanıyordu,
ama bunun yanı sıra melekler, peygamberlik, ilâhi kitaplar, kıyamet, mahşer,
âhiret, cennet ve cehennem hakkında bildiği bir şey yoktu. Bu hususlar Mekke
kâfirlerinden saklı değildi. Mekke'nin hiçbir vatandaşı, Peygamber'lik
vazifesini üstlenmeden önce Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından kutsal kitaplar
veya falan filan şeylere inanmak icap ediyor gibi bir söz dinlememişti. Belli
ki, ilerde nebi ve peygamber olacağını tasarlamış olan bir kişi bu hususta
gereken hazırlıkları yapacaktı. Fakat bu büyük insana bakın ki, kırk yıl kadar
din ve inançlarla ilgili ağzından bir tek lâf çıkmamış, ama kırkından sonra
aynı konularda herkesi şaşkına çeviren, büyüleyen ve herkesi cezbeden vaaz ve
konuşmalar yapmaya başlamıştı.
"Sen, kendine bir kitabın
ineceğini hiç beklemiyordun. Bu sadece Rabbinin lutfuyla (sana inmiştir). Onun
için kâfirlerin yardımcısı olmayın". (Kasas; 86)
Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi,
Allah'ın kitabından habersiz olması, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine
bir delil olarak ortaya konmuştur. Bilindiği gibi, Hz. Musa (a.s.) da
kendisinin nebi olacağı ve büyük bir vazife alacağından tamamıyla habersizdi.
Devrinin en büyük hükümdarına meydan okuyacağı, onu mahvedeceği aklının
ucundan bile geçmemişti. Günlerden birinde, yoldan geçerken aniden Allah'ın
huzuruna çağırılmış bir anda nebilik görevi kendisine verilmiş geçmişiyle hiç
ilgisi olmayan muazzam bir göreve atanmıştı. Tıpkı bunun gibi, Hz. Muhammed
(a.s.) da peygamberlik mevkiine yükseliverdi. Mekke'liler, Hz. Muhammed
(a.s.)'in Hira mağarasından peygamberlik vazifesiyle dışarı çıktığı günden
önceki bir gün ne yapmış olduğunu çok iyi biliyorlardı. Yaşantısının nasıl
olduğu, nelerle iştigal ettiği, meraklarının ne olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Konuşma konuları, zevkleri, üzüntü ve sevinçleri ve faaliyetlerini pekâla takip
ediyorlardı. Kendisinin doğruluk, dürüstlük, namusluluk ve güzel ahlâkın
timsali olduğu, munis, mütevazi, kibar, doğru sözlü ve yardımsever kişiliğe
sahip bulunduğuna kâniydiler. Ama Mekke'lilerden hiçbiri çıkıp diyemezdi ki, bu
iyi ve dürüst insan yarın peygamberlik iddiasında bulunacaktır. Hz. Muhammed
(a.s.)'a en yakın olan, O'nunla her zaman temasta olan akraba, yakınları ve
arkadaşlarından hiçbiri kendisinin peygamberliğe soyunmakta olduğunu iddia
edemezdi. Hz. Muhammed (a.s.)'in daha önce vaaz söylediği, bir harekelin başına
geçtiği, bir dava uğruna insanlara çağrıda bulunduğu vaki olmamıştı. Peygamberliğe
getirilmesinden önce mütevazı bir hayatı vardı. Ekmeğini kazanıyor, çoluk
çocuklarını geçindirmeye çalışıyordu. Böyle bir kişinin dünyayı sarsan
evrensel bir mesajla yakınları, vatandaşları, milleti ve hatla bütün dünyanın
karşısına çıkması ne ile izah edilebilir? Bu öyle bir değişiklik ve devrimdir
ki, insan tabiatı ve toplum psikolojisi açısından buna büyük bir hazırlık ve
karakter terbiyesi bile kâfi gelmez. Ama bir an için böyle bir hazırlığın
sayesinde bu kadar büyük işler başarılacağını varsayalım ve bakalım Hz.
Peygamber böyle bir çaba ve hazırlık yapmış mıdır? Bilindiği üzere bu çaptaki
bir değişiklik ve devrim için, bir insanın büyük bir ön hazırlık içinde olması
gerekiyor, daha sonra da bin bir kuyudan su getirmesi, gecelerini gündüzlerine
kalarak çalışması gerekiyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.)'in hayali bu gibi bir
hazırlığın tarihi safhalarından geçmiş olsaydı, gece gündüz aralarında yaşamış
olduğu insanlardan gizli kalmayacaktı. Şayet kendisi belirli bir plân ve
sistem içinde böyle bir çabaya ve hazırlığa girişmiş olsaydı, bugün bunun
binlerce şahidi bulunabilirdi. Çevresindeki İnsanlar diyeceklerdi ki,
"bakın biz demiyor muyduk, bu adamın bütün çaba ve hazırlıkları bir gün
kendi peygamberliğini ilân etmek içindi?" Fakat tarih şahittir. Mekke'li
kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)'e her çeşit itham ve iftiralarda bulundular, ama
hiçbiri, kendisinin nebi veya peygamber olacağını önceden sezdiğini iddia
edemedi.
Bunun dışında, Hazreti Muhammed
(a.s.) Nübüvvete hevesli ve istekli değildi, halta benzeri bir beklenti içinde
de değildi. Çünkü peygamberliğe memur edilmesi tamamen bilmediği ve
beklenmedik bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Hadislerde Hz. Peygamber'e ilk
vahyin geliş keyfiyeti etraflıca anlatılmıştır. Cibril (a.s.) ile ilk buluşma
ve tanışması ve "Alak" Sûresinin ilk âyetlerinin inişinden sonra, Hz.
Muhammed (a.s.)'in, sarsılmış halde, titreyerek ve soluk soluğa eve geldiği
nakledilmiştir. Evdekilere, "beni örtün, beni örtün" der. Biraz
sonra toparlanmış gibi olur ve hayat arkadaşına başına gelenleri anlatır ve
"canımdan korkuyorum" der. Ama zevcesi, "hayır, hiç korkmayın,
sizi Allah hiçbir zaman zor duruma sokmayacaktır. Siz mazlumların haklarını
verir, çaresizlere derman bulur, fakirlerin yardımına koşar, misafirleri
ağırlar ve her hayır işe katılırsınız". Daha sonra kendisini Varaka bin
Nevfel'e götürür. Nevfel, amca oğlu olup, okumuş, doğru sözlü bir Ehl-i Kitaptır.
Varaka bin Nevfel bütün olayı öğrendikten sonra hiç duraklamadan, "sana
gelmiş olan varlık, Hz. Musa'ya da gelirdi. O bir melektir. Keşke ben genç
olsaydım ve halkınızın sizi sürgüne göndereceği zamana kadar yaşayabilseydim.
" Hz. Peygamber hayret içinde sorar: "Bu İnsanlar beni buradan
çıkarır mı dersiniz?" Ve Varaka bin Nevfel cevap verir: "Evet, sizin
gibi yanında bir şey getirmiş olan birine şimdiye kadar düşman olunmadığı vaki
olmamıştır."
Bütün bu olay, sade ve basit bir
insanın birden bire ve beklenmedik bir şekilde görülmemiş bir tecrübe
geçirmesinden sonraki tabii halini bütün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Eğer
Hz. Muhammed (a.s.) uzun zamandan beri peygamberliğe hevesli olup bunun için
hazırlık yapmış olsaydı ve peygamberlik görevinin kendisine verilmesi için
köşeye çekilip murakabelerde bulunmuş olsaydı, Hira mağarasında meydana gelen
olaydan sonra mutluluktan uçar, derhal dağdan şehre iner, yeni bir inanç ve
güvenle ve hatta gururlu bir şekilde halkının karşısına çıkar ve kendilerine
mesajını sunmaya çalışırdı. Fakat burada durum bambaşkadır. Gördüklerine
inanamamış, sapsarı bir yüzle titreyerek eve dönmüş, yorgana sarınmıştır. Biraz
kendine gelince de mağarada başına gelenleri karısına anlatmış ve bunun ne
olduğunu merak etmiştir. Bu hadise, O'nu öylesine sarsmıştır ki canının
tehlikede olduğunu düşünmeye başlamıştır. Nübüvvet'i önceden tasarlamış biri
bunları yapabilir miydi?
Ayrıca, kocasının durumu, düşünceleri
ve yaşantısı hakkında karısından başka kime güvenebilir? Eğer karısı,
kocasının öteden beri peygamberliğe heveslendiği ve her an bir meleğin
gelmesini beklediğini bilseydi, O'nun sözleri herhalde Hz. Hatice
(r.a.)'ninkinden çok farklı olacaktı. O diyecek ki, "kocacığım, niye
korkuyorsun? Beklediğin an işte geldi. İstediğin peygamberliğe kavuştun, sakin
ol ve çık milletin karşısına ve de ki arlık bana itaat etmelisiniz, ben yeni
bir mezhep, yeni bir tarikat kuruyorum, bütün hediye ve adaklarınızı bana
getirin. Artık işimiz yolundadır." Sonra adaklar toplamaya ve maddi
menfaat sağlamaya hazırlanacaktı. Fakat on beş yıllık müşterek hayalı O'na
göstermişti ki kocası dürüst ve fedakâr bir insan olup hep başkalarının
iyiliğini düşünmüştür. Onun için O'na ne şeytan çarpmış, ne de Allah O'nu
cezalandırmış veya güç durumda bırakmıştır. Gördüklerinin gerçek olduğuna o an
inanmıştır.
Aynı durum Varaka bin Nevfel için
de geçerlidir. Varaka yabancı biri değildir. Hz. Peygamber'in akrabalarından
biri olup Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Ayrıca, okumuş bir
Hıristiyan olarak Peygamberlik, Kitabullah ve vahiy konusunda hakiki ve gayri
hakiki olanlar arasında ayırım yapacak şuura sahiptir. Yaşlı olduğu için, Hz.
Muhammed (a.s.)'in bütün hayatı O'nun gözlerinin önünde geçmiştir. Hira
mağarasında geçen olayı duyar duymaz kendisine gelenin bir melek olduğuna
inanmıştır. O'na göre Hz. Muhammed (a.s.)'a gelen melek, daha önce Hz. Musa'ya
gelen meleğin vasfına sahip olup kendisine aynı şekilde vahiy getirmiştir.
Varaka bin Nevfel, Hz. Musa'nın Allah'tan gelen mesajı, habersiz ve aniden
aldığını hatırlayarak, kesin olarak o da, Hz. Muhammed (a.s.) olayında
herhangi bir yalan, hile ve şeytanî oyun olmadığı sonucuna varmıştır.
Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği
lehindeki bu deliller sağduyulu ve gerçekçi bir insanın gözünden kaçmaz. Bu
sebeplen dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim'de bu hususlar birkaç defa Hz. Muhammed
(a.s.)'in Nübüvvet'inin lehinde delil olarak kullanılmıştır. Meselâ, Yunus
sûresinde şöyle buyurulmuştur:
"Ey Nebi, onlara de ki, Allah
bunu istememiş olsaydı, ben bu Kur'an'ı size duyurmazdım. Hatla, O bununla
ilgili hiçbir haber size vermeyecekti. Bir kerre, bundan önce ömrümü aranızda
geçirmişimdir. Siz bu basit noktayı da anlamaz mısınız?" (Ayet; 16)
Şûra sûresinde şöyle
buyurulmuştur:
"Ey nebi, sen bilemezdin,
kitap nedir ve iman nedir? Ama Biz bu vahyi nur yaptık ve bununla
kullarımızdan hangisine istersek yol gösteririz." (Ayet; 52) [2]
Hz. Peygamber'in temiz hayatı,
sahabelerin yaşantısındaki büyük değişikliğe O'nun vaaz ve telkinlerinin büyük
etkisi ve Kur'an-ı Kerim'in dili, üslûbu ve içinde bahsedilen önemli
meseleler, Allah'ın birer parlak işareti ve sağlam birer delilidir. Bu
sebeple, geçmişteki peygamberlerin durumu ve kutsal kitaplara vakıf olan
birinin Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinden şüphe etmemesi gerekirdi.
"Allah tarafından bir resul
temiz kitapları okuyup anlatır. Bu kitaplarda doğru ve gerçek şeyler
yazılıdır." (Beyyine; 2-3)
Burada, Hazreti Peygamber'in
kendisi aydınlatıcı bir delil olarak addedilmiştir. Zira, Nübüvvet'ten önceki
ve sonraki hayatı, kendisinin ümmi olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim gibi
Mu'cizevi bir kitap sunması, talimatı ve telkinleri sayesinde binlerce ve yüz
binlerce insanın hayatında müthiş bir değişiklik olması ve temiz bir hayal
sürmek, tek Allah'a inanmak, güzel ahlâka sahip olmak, söz ve fiildeki birlik
ve dengeyi kurmak konusunda gösterdiği azim ve kararlılığı, bütün bunlar
kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunun inkâr edilmez delilleriydi.
3.3.3. Kur'ân-ı Kerim Mu'cizevî Bir Kelâm ve
Peygamberliğin Delilidir
"Bu kitabın inişi şüphesiz
Alemlerin Rabbi tarafından (mümkün) olmuştur. Bu İnsanlar diyor ki bu şahıs
bunu kendisi uydurmuştur. Halbuki, bu Hak'tır, Rabbın tarafından". (Secde;
2-3)
Burada Kitabullah'ın Alemlerin
Rabbi tarafından nâzil olduğu söylenmekle yetinilmemiş, aynı zamanda,
"şüphesiz bu kitap Allah'ındır" denilmiştir. Yani, bu kitabın Allah
tarafından geldiğine hiç şüphe edilmemesi gerekir, denilmek istenmiştir. Bu
uyarıcı ve vurgulayıcı cümleyi, Kur'an-ı Kerim'in indiği şartlar, ortam ve
bizzat Kur'an-ı Kerim'in muhtevası açısından değerlendirecek olursak bunda
iddia ile beraber bir delilin de varolduğunu göreceğiz. Bu delil, kendilerine
sunulduğu Mekke'lilerden saklı değildi. Mekke'liler, Hz. Muhammed (a.s.)'in
peygamberlikten önceki ve sonraki hayatını açık bir kitap gibi bilirlerdi.
Kur'an-ı Kerim'in dili ve üslûbu, Hz. Muhammed(a.s.)'in dili ve anlatım
tarzından çok farklı ve değişikti. Onlar aynı kişinin aynı zamanda birbirinden
son derece farklı dil ve davranışa sahip olamayacağını pekalâ biliyorlardı.
Aynı zamanda bu kitapta bulunan eşsiz üslubun da farkındaydılar. Aynı dili
konuştukları ve bildikleri halde bütün Arabistan'da hiçbir edip, yazar ve
şairin Kur'ân-ı Kerim'inkine benzer kitap hazırlamak şöyle dursun, küçük bir
bölümünü bile yazamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bunun dışında Kur'ân'ın
muhtevası da çok değişik ve etkileyiciydi. Mekke'liler, bütün Arap şair, kâhin,
keşiş ve hatiplerinin söz ve eserlerinde bahsedilen konuların değerinin,
Kur'ân'ın yanında hiç olduğunu anlıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'deki mevzuların
ehemmiyeti, temizliği ve yüceliğinin hiçbir eşi yoklu. Bu kitabın metni de,
yalan ve asılsız bir dava peşinde olanların boş iddiaları ve bencilliğinden
uzaktı. Kâfir ve müşrikler, Kur'ân'ın metni veya Hz. Peygamber'in sözlerinden,
peygamberlik mevkiine yükseltildiğini açıklamak suretiyle kendi kişiliği,
ailesi, kabilesi ve milletinin maddi menfaati için çalıştığına dair herhangi
bir örnek gösteremezlerdi. Son olarak, Hz. Muhammed (a.s.)'in daveti üzerine
Allah'a sarılanların hayatında, düşünce ve fikirlerinde ne büyük değişiklikler
meydana geldiğini görüyorlardı. Bütün bu hususlar iddianın birer deliliydiler.
Bu bakımdan, hem Kur'an-ı Kerim'in Alemlerin Rabbi tarafından dünyaya nazil
olduğu, hem bu kitabın, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin açık delili
olduğu ortadadır.
3.4. HZ.
PEYGAMBER'İN DOĞUŞUYLA İLGİLİ TEVRAT VE İNCİL'İN NAKLETTİĞİ HABERLER
3.4.1. Hz. Îsa'nın Meşhur Bir Sözü
"Ve hatırlayın, Meryem oğlu
Îsa'nın söylediği bu sözleri:" Ey beni İsrail, ben tarafınıza gönderilen
Rasûlüm ve benden önce geçmiş bulunan Tevrat'ın doğrulayıcısıyım ve benden
sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyiciyim." (Saff; 6)
Bu âyet-i kerime'nin üç mânâsı vardır ve üçü
de doğrudur. Birincisi, Hazreti Îsa demek isliyor ki: "Ben yeni, garip ve
ender bulunan bir din getirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa getirmişti. Ben
yalnızca Tevrat'ı tasdik etmeye geldim, tekzip etmeye değil. Esasen, Allah'ın
Rasûlleri öteden beri kendilerinden önceki Rasûl'leri teyid ve tasdik
etmişlerdir. Onun için, benim peygamberliğime inanmamanız için herhangi bir
sebep yoktur." İkincisi, bu sözler şöyle tefsir edilebilir: "Benden
önce Tevrat'la benim dünyaya gelmeme dair verilen müjde işte şimdi
gerçekleşiyor. Tevrat'taki kayıtların doğru olduğunu ispatlamak için Rabbım
beni size göndermiştir. Bu sebeple, bana karşı çıkmayın, aksine geçmişteki peygamberlerin
müjdelediği Peygamber'in geldiğine sevinin." Üçüncüsü, bu âyeti daha sonraki
âyet ile birleştirince, şu anlamı çıkarabiliriz: "Ben, Allah'ın Rasûlü,
Ahmed (a.s.)'in gelişine dair Tevrat'ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere
dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini bildiririm". Üçüncü tefsir, Hz.
Îsa'nın Hz. Muhammed (a.s.)'in doğusuyla, Hz. Musa (a.s.)'nın kendi ümmetine
verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.
Hz. Musa'nın şöyle dediği
nakledilmiştir: "Allahu Teâlâ, senin Rabbın, senin için senin kardeşlerin
arasından, benim gibi bir nebi peydan edecektir. Siz onu dinleyin. Bu senin,
Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü Havreb'te yaptığın müracaata uygun
olacaktır. Sen o gün Rabbına, kendi Rabbına demiştin ki, Rabbımın sesini bir
daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olacak büyük bir ateşi
görmeyeyim. Ve Rabbım bana dedi ki, onlar ne diyorsa doğrudur. Ben onlar için
kendi kardeşleri arasından, senin gibi bir nebi yaratacağını ve kelâmımı onun
ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emredersem, onlara söyleyecektir. Ve onun,
benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden hesap soracağım."
(Tevrât: istisna, Bölüm: 18, âyet; 15-19).
Tevrat'ın bu açık haberi, Hz.
Muhammed (a.s.)'den başka kimseye uymaz. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah'ın
şu müjdesini veriyor: "Senin için, sizin aranızdan, yani senin
kardeşlerinin arasından bir nebi var edeceğim". Bir milletin
"kardeşleri"nden o milletin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği
ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi
bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şayet gelecek
Nebi'nin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman başka ifade ve
sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, "senin için aranızdan bir nebi
yaratacağım" demek kâfi olurdu. Bu sebeple, Beni İsrail'in kardeşlerinden
burada "Beni İsmail”in kastedildiği akla daha yakındır. İsmail oğulları
Hazreti İbrahim (a.s.)'in evlâtları olduğu için, İsrail oğullarının kuzenleri
sayılırdı. Üstelik, Hz. Musa'dan sonra Beni İsrail'de sadece bir tek ve büyük
bir nebi gelseydi bu haber doğru sayılırdı, ancak İncil'de belirtildiği gibi
Beni İsrail'de, Hz. Musa'dan sonra da bir çok nebi doğdu.
Burada verilen müjdede bir noktaya
daha dikkat edilmelidir. Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı
ifade ediliyor. Elbetteki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve
kılık kıyafet benzerliği değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insanın
tıpatıp aynısı değildir. Bu benzerlik her iki nebinin peygamberlik payesi ve
özelliğiyle ilgili de sayılmaz. Zira, bu benzerlik, Hz. Musa'nın ardından
dünyaya gelen bütün peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan
kalktıktan sonra, Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.)'in ortak yanını
araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir
şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz.
Peygamber arasında vardı. Hz. Musa'yı müteakip Beni İsrail'de doğan
peygamberler, hep Musevi şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir
şeriat getiren sadece Hz. Muhammed (a.s.) idi.
Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki
şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: "Rabbına toplantı günü Havreb'te
yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün
demiştin ki Rabbımın sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep
olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve
kelâmımı O'nun ağzına koyacağım". Burada, bahsedilen Havreb, Hazreti Musa
(a.s.)'ın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah'ın
nuruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması kendisini müthiş sarsmıştı
ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen Beni İsrail'in müracaatı ve
yalvarışı da, şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında
verilmemesiyle ilgilidir. Bu vak'a Kur'an-ı Kerim'de de geçmiştir. Ayrıca
İncil'de de benzeri kayıtlar vardır[3].
Buna cevap olarak Hz. Musa, İsrail Oğullarına, Allahu Teâlâ'nın onların
isteklerini kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki onlar için göndereceğim
peygamberin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan böyle şeriat
verilirken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani
bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın kitabıyla gelecek ve onu
insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra, Tervât'taki haberin Hz. Muhammed
(a.s.)'den başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa (a.s.)'dan sonra
dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlâk nizamı getiren Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)'dır. Bu şeriatın verilmesi sırasında Havreb dağında İsrail
Oğullarının toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay
olmadı.
3.4.3. İncil'de Hz. Muhammed'in Peygamberliğine
İlişkin Haberler
Hazreti Îsa (a.s.)'nın Hz.
Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hakkında verdiği müjde, Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle dile getirilmiştir:
"Ve hatırlayın, Meryem oğlu
Îsa'nın söylediği bu sözlerini 'Ey Beni İsrail ben tarafınıza gönderilen
Rasûlüm ve benden önce gelmiş bulunan Tevrat'ın tasdik edicisiyim. Ve benden
sonra, adı Ahmed olacak bir Rasûlun geleceğini müjdeliyorum". (Sâf; 6)
Bu, Kur'ân-ı Kerim'in en önemli
âyetlerindendir. İslam düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu
alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü
yapmışlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah'ın, ismi açıkça verilmek sureliyle ve Hz.
Îsa'nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu
mevzuun etraflıca ele alınması gerekiyor.
3.4.3.1 "Muhammed" ile "Ahmed"
Görüldüğü gibi, söz konusu âyette
Nebi-yi Ekrem (a.s.)'ın adı "Ahmed" olarak belirtilmiştir.Ahmed'in
iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok medhini yapan kişi, ikincisi, en
çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden,
Hz. Peygamber'in çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed" olduğu
anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud'da, Ebu Musa Eş'ari (r.a.)'in bir
rivâyeti şöyle nakledilmiştir: "Ben Muhammed'im ben Ahmed'im ve ben
Haşir'im..." Benzeri rivayetler Cübeyir bin Mut’im (r.a.) tarafından İmam
Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimi, Tirmizî ve Neseî'de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in
bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan bin Sabit
(r.a.)'ın bir şiiri şöyledir:
"Allah ve Arş'ın etrafında
toplanan melekler,
Ve bütün temiz varlıklar,
Bereketli Ahmed'i methettiler."
Tarih kitaplarından da Hz. Peygamber'in
isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta,
Peygamber efendimizden önceki bütün Arap edebiyatında "Ahmed" isminin
hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den sonra da Ahmed ve "Gulam
Ahmed" (Ahmed'in uşağı) isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunun haddi
hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, peygamberimizin
devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar yaygın, tutulmuş,
beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı,
müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed
koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müydü?
3.4.3.2. Hz. Mesih, Hz. İlyas ve "O Nebi"
Yuhanna İncil'inde, Hz. Mesih'in
gelişi sırasında Beni İsrail'in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir.
Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas'ın ikinci gelişi) ve "O
Nebi" idiler. İncil'in âyetleri şöyledir:
"Ve Yuhanna, (St. John,
Johannes, Hz. Yahya) tanıktı ki, Yahudiler Kudüs'ten kendisine, 'sen kimsin?'
diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne
menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu; öyleyse sen
kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, 'ben değilim'. (Sonra dediler ki) 'sen o
nebi misin?' O dedi ki hayır. Dunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular.
O dedi ki, 'Den sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu
düzeltebilin.' Onlar ona sordular, 'Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de
o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?' " (Bölüm
I, âyet; 19-25)
Buradaki sözler gösteriyor ki,
İsrail Oğulları Hz. Mesih ile Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de
bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü Nebi veya
Resul'ün geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrail Oğulları
arasında sadece "O Nebi" kelimelerini söylemek kendisine yapılan bir
işaret sayılıyordu. Yani, "hakkında Tevrat'ta müjde verilen Nebi"
olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya
geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç
yanlış olsaydı, Hz. Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ
diyebilirdi ki, "Ey İsrail Oğulları, siz hangi peygamberden
bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir."
3.4.3.3. Yuhanna İncil'inde Geçen İbareler
Şimdi gelin, Yuhanna İncil'inde
(St. John İncili) bölüm on dörtten on altıya dek sürekli olarak yer alan
gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:
"Ve ben Babam'a yalvarırsam O
size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır.
Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (ama
siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur".
(Bölüm 14; 16-17)
"Ben bu sözleri sizlerle
beraberken size söyledim. Ama, pederim, Ruh-ul Kuds'ün adıma site göndereceği
Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi
hatırlatacaktır" (14: 25-26).
"Bundan sonra ben sizinle pek
konuşmayacağım, Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi
yoktur" (14; 30)
"Ama, Pederim tarafından size
göndereceğim Yardımcı yani "Hakikat'in Ruhu" size gelince benim için
şahitlik yapacaktır" (15; 26)
"Ama ben size doğruyu
söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o yardımcı
size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim" (16; 7)
"Ben size bazı diğer şeyler
de söylemek isliyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani,
Hakikat'in Ruhu size gelince, size doğru yolu gösterecektir. Zira o kendi
tarafından hiçbir şey söyleyemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve
size geleceğin haberini verecektir. O size Celâlimi (öfkemi) gösterecektir.
Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu her şey
benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak ve verecektir". (16; 12-15)
3.4.3.4. Yukarıda Geçen İbarelerin Anlamı
Yukarıda geçen ibarelerin anlamını
tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. Îsa ve o dönemin
Filistinlilerinin konuştuğu halk dili, "Arami" dilinin bir lehçesi
olan Süryanice idi. Hz. Îsa'nın doğuşundan iki yüz, iki yüz elli sene evvel,
Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son
verilmişti ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma
İmparatorluğu'nun etkisiyle bölgeye Elence de girmişti. Fakat bu dil alanı,
hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi
allında kalan İnsanlar arasında varolan sınırlı bir alandı. Filistin halkı
genellikle Süryanicenin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da
konuşulan Süryaniceden farklıydı. Filistin halkı Elenceye o kadar yabancıydı
ki, miladi yetmiş'te de Romalı general Titus Kudüs'lülere hitap etmek isterken
konuşmasını Süryaniceye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple,
Hz. Îsa'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu
gerçeği ortaya çıkıyor.
Burada şu noktaya da dikkat
edilmelidir ki, İncil'in dört cildi de, Hz. Îsa'dan sonra Hıristiyanlığı kabul
etmiş olan Elence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere
Hz. Îsa'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden
değil Süryanice konuşan kişilerin şifahî rivâyetleri şeklinde geçmişti. Bu
ifade ve rivâyetler daha sonra Süryaniceden Elenceye çevrilmişti. İncil'lerin
hiçbiri miladî yetmişten önce kaleme alınmamıştı. Yuhanna İncili ise Hz.
Îsa'nın ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin
Ephesus (Efes) kentinde bitirilmişti. Buna ilâveten, bu İncillerin hiçbir
Elence nüshası muhafaza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Elence
yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alman ve şuradan buradan
müsveddeler halinde toplanan Elence İncillerin ilk nüshaları dördüncü asırdan
öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. Îsa'dan sonra aradan geçen üç yüz senede bu
kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını lam kestirmek hemen hemen
imkânsızdır, İncil'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi
kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes Kitapla her türlü tahrifi caiz
saymalarıdır. "Encyclopadea of Britanica"nın Bible (İncil) maddesinde
şu satırlara rastlanıyor:
"İncillerde bu tür belirgin
değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ, bazen bütün bir ibare başka kitap ve
kaynaklardan İncillere eklenmiştir. Bu tür tahrifât, İncil'in metnine, uygun
gören yazarların, buldukları, her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan
ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncili daha derli toplu ve faydalı
yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini
yetkili sayıyorlardı... Birçok ilâve ve çıkarmalar ta ikinci asırda yapılmıştı
ve bunların kaynağı bilinmiyordu..."
Böyle bir durumdu, İncil'de geçen
Hz. Îsa'nın sözlerinin aynen nakledildiğini ve bunlarda bir değişiklik
yapılmadığını söylemek gerçeklen çok zordur.
Üçüncü ve en önemli husus da,
Filistin'in müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık üç yüz yıl
kadar Hıristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre
Filistinli Hıristiyanlar, ancak dokuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça
konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüzyılda
müslüman âlimlere geçen Hıristiyan rivâyetlerinin, daha sağlam ve geçerli
olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hıristiyan kavim ve âlimlere, Hıristiyanlığın
temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryaniceden Elenceye daha sonra da
Latinceye tercüme edilmek suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. Îsa'nın ağzından
çıkan sözler Filistin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların
ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.
3.4.3.5. Dünyanın Lideri Olacak
Bu inkâr edilmez tarihi
hakikatlerin ışığında Yuhanna İncili'nin yukarıda geçen ibaresini
değerlendirecek olursak, Hz. Îsa'nın kendisinden sonra gelecek bir peygamber
hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. Îsa, (a.s.) bu
şahsiyeti "dünyanın lideri", "ebediyen yaşayacak",
"doğruluğun bütün yollarını gösterecek" ve bizzat kendisini (Hz.
Îsa'yı) "teyid edecek" bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat
edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruh'ül-Kuds'an (Kutsal Ruh) ve "Hakikat'ın
Ruhu" gibi kelimeler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta
anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil
ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi
olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri cihanşümûl olup herkesi
kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir
hususiyeti de "yardımcılık"tır. Tercümede biz "yardımcı"
kelimesini kullandık. Hıristiyanlar Yuhanna İncili'nin Elence asıl nüshasında
geçen kelimenin "'paracletus" olduğunda ısrar etmektedirler. Ama
bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin
kökü olan Yunanca "paraclete"nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak,
yardıma çağırmak, ikaz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs.
Elencede bu kelimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve
cesaret vermek, İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna
yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı yerde
"teskin eden" ve bazı yerde "takbih eden" olarak tercüme
etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar
ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu
kelimenin geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer
mütercimler bunu "öğretmen" ve "hoca" olarak
çevirmişlerdir. Ama Yunancanın genel kural ve kaideleri bu anlamın
çıkarılmasına da müsait değildir. Turtulian ve Augustein ise "avukat"
ve "vekil" kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları
"yardımcı", "teskin eden ve teselli eden" sözcüklerini
kullanmışlardır[4].
İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime,
"Periclytos"un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, "medh
edilmiştir. Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen
aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır.
Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik
yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yuhanna'nın
naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü
görünce bunu az bir değişiklikle "paracletus" yapmış olsunlar! Bu
değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yuhanna İncili'nin asıl Yunanca
nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için
eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız
kılınmıştır.
Ancak vereceğimiz karar sadece bu
hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değildir. Zira, Yuhanna'nın Yunanca
İncil'inde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması
meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kerre, bu İncil de Süryaniceden Yunancaya
çevrilmişti. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan, Hz. Îsa'nın
kullandığı Süryanice kelimedir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam'ın Siyer-i
Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn Hişam'da sadece aradığımız kelime bulunmakla
kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da açıkça
anlaşılıyor. İbn Hişam, Muhammed bin İshak'a atfen Yuhannes (Yuhanna)
İncili'nin 15. Bölümü -âyet 23 ilâ 27 ve Bölüm-16 âyet; 1 'in tümünü tercüme
etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca "paracletus" kelimesi yerine
Süryanice "Munhamanna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn
İshak ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna"
kelimesi Süryanicede Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada
"pericletus" anlamına gelmektedir" (İbn Hişam, cilt I, s. 248).
Olaya tarih açısından bakacak
olursak, Filistin'li Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar
Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında müslüman
topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768'de ve İbn Hişam 828 yılında vefat
etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistin'li Hıristiyanlar
Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin
Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde
Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı.
Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunancanın hangi
sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak'ın
naklettiği tercümede Süryanice kelime, "Munhamanna" geçmişse ve İbn
İshak veya İbn Hişam bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca
"Pericletus" sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz.
Îsa'nın Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek ismini vererek kendisinden sonra
dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile
birlikte, Yuhanna İncili'nde geçen kelimenin aslında "periclytos"
olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan
"paracletus" olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek
şekilde anlaşılıyor.
Bundan daha eski tarihi delil,
Habeşistan Kralı Necaşi'ye bir avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet
hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)'un
rivâyetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necaşi'nin
huzuruna çağrılınca, heyet başkanı Hz. Ca'fer bin Ebû Talip (r.a.) İslâm
peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan
Necaşi dedi ki: "Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben
O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette
O'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa bize vermişti."
(Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümmü Seleme (r.a.)
tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan
Kralı Necaşi, Hz. Îsa'nın bir Nebi'nin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu
kıssa ile ayrıca, İncil'de, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)nın gelişine dair bazı
açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi'nin, gelen
peygamberin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu neticesine varmakla hiç gecikmediği de
anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikâyeden, Hz. Îsa'nın müjdesiyle
ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka İncil ve
kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.
Gerçek şudur ki, sadece Hz.
Muhammed (a.s.) ile ilgili Hz. Îsa'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı
zamanda bizzat Hz. Îsa'nın hayatı ve eserleri hakkında da bilgi edinmenin
muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesinin meşru ve geçerli saydığı
sadece dört İncil değildir. Bu hususta belki de nispeten daha muteber kaynak,
kilisenin "muhtevası şüpheli" olduğu gerekçesiyle nazarı dikkate
almadığı Barnabas İncili'dir. Çok ilginçtir, Hıristiyanlar bu kutsal kitabı
saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin gözünden
uzak kaldı. On altıncı asırda Latince tercümesinin nadir bir nüshası Papa
Sixtus'un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin
verilmiyordu. Ancak on sekizinci yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında
bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında
Viyana İmparatorluk Kütüphanesine ulaştı. 1907'de bu İncil'in İngilizce
çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser
piyasaya çıkar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek çok din
adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan dininin
yok olmasına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha
esrarengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce
tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde Latince tercümesinden
İspanyolcaya çevrilen nüshanın on sekizinci yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde
bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur'an-ı Kerim'in İngilizce
meâlinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı
görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben,
Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını
buldum. Barnabas İncili'nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncil
Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassup ve inatçılıkları
yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.
Hıristiyan literatüründe Barnabas
İncili'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte
ve uydurma bir İncil olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri
sürülmüştür. Gözü dönmüş, ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hıristiyan din
adamları bunun bir müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar
ileri gitmişlerdir. Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf
İncil'in metninde pek çok yerlerde Hz. Peygamber (a.s.)'in dünyaya geleceği
konusu da açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil'i okuyan
herkes, bunun bir müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış
olur. İkincisi, böyle bir kitap bir müslüman tarafından yazılmış olsaydı bu,
müslümanlar tarafından iyice tanınır ve müslüman ilim adamlarının eserlerinde
bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur'an-ı
Kerim'in İngilizce mealinden önce müslümanlar Barnabas İncili'nin adını bile
duymamışlardı. Taberi, Yakûbi, Mes'udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye vs. gibi
Hıristiyan kaynaklarına iyice vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık
ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncili'ne en ufak
bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm dünyasında sayısız kütüphanelerde
bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı
Halife (Bk. "El Fihrist" ve "Keş-üz Zünûn") tarafından
hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncili'ne rastlamak mümkün değildir.
Hıristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız, oluşunun üçüncü ve en büyük
delili, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile,
Papa Gelasius I döneminde "yanlış ve dini düşüncelere aykırı
kitaplar" adı allında hazırlanan listede Barnabas İncili (Evangelium
Barnabe)nin adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte
İncili yazacak bir müslüman var mıydı?
3.4.3.9. Barnabas İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler
Barnabas İncili'nde Resul-ü Ekrem
(a.s.)'in dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz
açmadan isterseniz önce Hıristiyanlarca meçhul kamış, müslümanlar tarafından
da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası
ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan
neden bucak bucak kaçtıklarını kavramış olacağız.
Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve
muteber olarak yer alan dört İncil'den hiçbirinin Hz. Îsa'nın sahabeleri veya
havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu
İncil'leri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. Îsa'nın havarilerine
dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir. Böyle
atıflar şöyle dursun, yazılanların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu
itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları
kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği
bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki: "Ben Hz. Mesih'in
ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberdim ve
gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta
yazıyorum." Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: "Hz. Mesih
bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış
dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymamı
emretmişti."
Barnabas kimdi? Kitab-ı
Mukaddes'in "Ameller Bölümünde" bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor.
Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi ailesine mensuptu. Hıristiyanlığın
yayılması ve Hz. Îsa'nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda
Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat, kendisinin ne zaman
Hıristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncil'de geçen ilk 12
havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan,
bahsettiğimiz İncil'in yazarının bu Barnabas mı yoksa başka bir Barnabas mı
olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini,
Barnabas'ın listesiyle karşılaştıracak olursak, ikisi arasında sadece iki
ismin değişik olduğuna şahit oluruz. Bir Torna (Thomas) ki bunun yerine
Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî, ki bunun yerine Yakup
oğlu Yahudah (Juda)nın adını yazıyor. Lucas'ın İncil'inde bu ikinci isim de
vardır. Bu bakımdan, sonradan Hıristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin,
Barnabas'dan ve onun İncil'inden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine
Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları
uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve din adamları için olağan bir
şeydi.
Tarafsız ve sağduyulu bir kişi
Barnabas İncil'ini okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid'in dört İncil'iyle
karşılaştıracak olursa, bunun diğer dört İncil'den kat kat daha iyi olduğu
sonucuna varacaktır. Bu İncil'de Hz. Îsa'nın hayatı ve başından geçenler daha
teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı
olaylar gibi. Dört İncil'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hadise ve
hikâyelerin anlatımı Barnabas İncil'inde daha düzgün ve anlamlı hale
getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile
kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra, Hz. Îsa'nın dini telkinleri burada dört
İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid
ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allahu Teâlâ'nın sıfatları, ibadetin ruhu
ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde
anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsa'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması
için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile, dört İncil'de bulmak
mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi taraftarları ve havarilerine
nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler
kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık
vakıf olan biri bile, bu İncil'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir
kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsa'nın
kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil'e nisbetle Barnabas İncili'nde, daha
net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncil'de diğer
İncil’lerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezat da
yoktur.
Barnabas İncili'nde yer alan Hazreti
Îsa'nın hayatı ve talimatı bir nebinin hayatı ve talimatına tıpa tip uyuyor.
Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını
tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakk'ı tanımanın bir yolu olmadığını
belirliyor ve peygamberlere boş verenin aslında Allah'a boş verdiğini
anlatıyor. Tevhid, Peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin
talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde
bulunuyor. Barnabas İncil’inde sık sık bahsedilen namazların aslında
müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları
olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor.
Hz. Îsa, peygamberlerin listesine Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.)'ı da dahil
ediyor. Halbuki hem Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler
listesinden çıkarmışlardır. Hz.İsmail (a.s.)in "zebih" (Allah'a
adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi âlimi de, bu
gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail Oğullarının kendi menfaatleri
için Hz. İshak (a.s.)'ın zebih veya kurban olduğunu herkese inandırmaya
çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre Hz. Îsa
(a.s.)'nın ahiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri
Kur'an-ı Kerim'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.
3.4.3.10. Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili'ne Karşı
Çıkıyor?
Hıristiyanların Barnabas İncili'ne
neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun
sebebinin sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in gelişine dair açık seçik işaretleri
ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira, Hıristiyanlar bu İncil'i zaten Hz.
Muhammed (a.s.)'in doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda
Hıristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir
şekilde anlatmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere, Hazreti Îsa'nın
ilk taraftarları kendisini sadece bir Peygamber olarak tanırlardı, O'nun bütün
talimatlarına harfiyyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Musevi şeriatına bağlı
olup akide, ilâhî emir ve ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail'den ayrı
saymazlardı. İlk Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark,
birincilerin Hz. Îsa'yı Mesih olarak tanımaları ve O'na iman etmeleriydi. Oysa,
Beni İsrail Hz. Îsa'yı peygamber olarak tanımıyordu. Daha sonra, Aziz Paul
Hıristiyan cemaatine girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan
diğer ulusları da Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple,
yeni bir mezhep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve
kurallar açısından Hz. Îsa'nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında
bu aziz, hiçbir zaman Hz. Îsa'yı görmemiş, ondan telkin almamıştı. Hatta Hz.
Îsa sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi ve Îsa peygamber
öldükten sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan olarak
yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz.
Îsa'nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağının
şahsi ilham olduğunu ileri sürdü. Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu
dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edebileceği
mahiyette olmasaydı. Nitekim, bir Hıristiyanın Yahudiliğin bütün şeriatından
bağımsız olduğunu ilân etti. Yiyecek, içecek konusunda her türlü helâl ve
haram farkını ortadan kaldırdı. Yahudi olmayanların zoruna giden sünnet
ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. Îsa'nın ulviyeti, Allah'ın
oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Adem oğullarının günahını üstüne aldığı ve
böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saçma sapan tezleri de ortaya
atıverdi. Fakat bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kâfirlere çok cazip
geliyordu ve Aziz Paul bu gibi uydurmalarla hissiyatlarını okşamaya ve yeni
dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. Îsa'nın ilk yandaşları bu tür bidat ve batıl
itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Aziz Paul’un şeytanca bir düşünce
ile Hıristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahudi olmayan Hıristiyanlar büyük bir
sel halinde girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıdaki özüne bağlı dindar
kişiler dayanamadılar. Yine de M.S. üçüncü yüzyılın sonuna kadar, Hz. Îsa'nın
ulûhiyetini reddeden çok kişi vardı. Ne var ki, MS. dördüncü gün başında
Nicaea'da toplanan Paralık Konseyi (325), Aziz Paul'ün düşünce ve görüşlerini
Hıristiyanlığın esasları olarak kabul etti. Daha sonra, Roma İmparatorluğu da
Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus
zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Aziz Paul'ün akide
ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gayet doğal olarak gayri
meşrû ve gayr-i kabili rücû ilân edildiler. M.S. 367'de ilk defa, Athanasius'un
bir mektubuna uygun olarak muteber, meşrû kitap ve vesikaların listesi
hazırlandı. Bu listeyi 382'de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey
onayladı. Beşinci yüzyılın sonunda ise, Papa Gelasius bu listeyi tasdik
etmesinin yanı sıra muteber ve meşrû olmayan kitap ve vesikaların listesini de
hazırlattı. İşin ilginç tarafı, adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya
güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Aziz Paul'ün
uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan âlim veya kilise adamının
çıkıp bunların Hz. Îsa'nın talimatına uyduğunu iddia etmeye cesaret edemeyişiydi.
Hatta, muteber ve meşrû kitaplar mecmuasına dahil edilen İncil'lerde de Hz.
Îsa'nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmuyor.
Gayet tabii ki, Barnabas İncili,
itibar edilmeyen ve meşrû olmayan kitapların listesinin başına geçirilmişti.
Bunun başlıca sebebi, muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve
kurallarına tamamıyla zıt olmasıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme
alışının sebebini anlatıyor: ."Bu kitabın gayesi, Şeytan'ın hilelerine
uyarak Hz. Îsa'yı Allah'ın oğlu ilân edenleri ıslah etmektir. Bu İnsanlar
(Şeytan'a uyanlar) erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram
yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz) Paul de
vardır." Barnabas'ın beyan ettiği gibi, Hz. Îsa sağ iken, Mu'cizelerini
gören müşrik Romalı askerler O'nun Allah'ın oğlu ve hatta Allah olduğunu
söylemeye başladılar ve bu yanlış inanca daha sonra İsrail Oğulları da
bulaştılar.
Barnabas bundan sonraki
gelişmeleri şöyle nakleder: "Hz. Îsa bu gidişata çok üzülmüştü.
Defalarca, O'nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle
yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğrenciler, Hz. Îsa'nın
duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı Mu'cizeler gösterdiler. Bu
gösterinin maksadı kendisinden Mu'cizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya
Tanrı'nın oğlu olması gerekmediğini açıkça ortaya koymaktı". Barnabas
bundan sonra Hz. Îsa'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu
konuşmalardan, Hz. Îsa'nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar
karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. Îsa'nın ümmetinin doğru yoldan
sapmasından son derece endişeli olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Aziz Paul'ün,
Hz. Îsa'nın çarmıhta can verdiği yolundaki gerici akidesini şiddetle
yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü olayı şöyle anlatıyor: "Şakirt
Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. Îsa'yı
yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah'ın emriyle, dört melek, Hz. Îsa'yı
semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsa'nınki
gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. Îsa değil Yahuda gerildi". Barnabas
İncili'ndeki bu ifade, görüldüğü gibi, Paul'ün kurduğu Hıristiyanlığın kökünü
kazıdığı gibi, Kur'an-ı Kerim'in ifadesini de tamamıyla doğrular niteliktedir.
Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas
İncili'ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları tarafından aforoz
edilmesine sebep oldu.
3.4.3.11. Barnabas İncili'nde Yer Alan Açık işaret ve
Haberler
Yukarıda kısaca değinmeye
çalıştığımız hususlar, Barnabas İncili'nin diğer dört İncil'den çok daha
güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncilde Hz. Mesih (a.s.)'in
söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun şekilde anlatılmıştır. Maalesef,
Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. Îsa'nın talimatını bu İncil
ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar.
Bu açıklamalardan sonra,
zannediyoruz, Barnabas İncili'nde, Peygamber Efendimiz (a.s.)'in gelişine dair
Hz. Îsa'nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz.
Söz konusu haberlerde Hz. Îsa, Hz. Muhammed (a.s.) için bazen
"Rasûlullah" bazen da "Mesih" kelimesini kullanmıştır.
Bazen "Takdir Edilmeye Lâyık" ibaresini kullanmış, bazen da öyle
sözcükler kullanmış ki, bunlar "Lailâhe illallah Muhammed-ur
Rasûlullah" anlamına gelmektedir. Hz. Îsa'nın, Hz. Peygamber hakkında
verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir
kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkânsızdır.
Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz:
"Allah'ın dünyaya gönderdiği
peygamberler, ki sayıları 144 bindi, muğlak şekilde konuştular. Ama benden
sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki,
peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o
Allah'ın Rasûlüdür". (Bölüm; 17)
"Ferisiler ile Lâviler, dedi ki, madem ki
sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir
vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih'den de daha büyük olarak
gösteriyorsun. Îsa Mesih dedi ki, Tanrı'nın benim vasıtamla gösterdiği
Mu'cizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrı'nın isteğine bağlı
olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten
büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya
ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce
yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O dinin hiç son bulmaması için
hakikatleri yanında getirecektir." (Bölüm; 42)
"Size yemin ederek söylüyorum, gelen her
nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu
sebeple, bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına
çıkmadı. Ama Allah'ın Rasulü gelince, Allah O'na adeta elindeki mührünü
verecektir. Taa ki, O'nun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları
selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O inkârcılara hâkim olacak ve
putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki Şeytan kaçacak delik
arayacaktır". (Bu satırlardan sonra, Hz. Îsa'nın şakirtleriyle uzun bir
konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsa Mesih (a.s.) müstakbel peygamberin Beni
İsmail'den olacağını izah ediyor). (Bölüm; 43)
"Bu sebeple size diyorum ki,
Rasûlullah, Allah'ın yarattığı hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun
edecek bir saadettir. Zira O, anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve
sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, adâlet, takva,
dürüstlük, efendilik ve sabrın ruhuyla donatılmıştır. Kendisine bu
faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle
O'nun dünyaya gelişi ne mübarek bir an olacaktır. İnanın, ben O'nu görmüş ve
ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin O'nu gördüğü ve
O'na saygılarını sundukları gibi. Allah O'nun ruhunu görerek O'na Nübüvvet bahşetti.
Ve ben O'nu görünce heyecandan ruhum titredi ve dedim ki: "Ey Muhammed
(methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin
pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem,
kendimi büyük bir peygamber ve Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım".
(Bölüm; 44)
"(Buradan gideceğim için)
yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi
yaratan, Yaratıcımız, Allah'tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda
dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş getirecek olan Allah'ın Rasûlü için zemin
hazırlamaktayım... Andreas dedi ki: 'Ey Üstâd, O'nun bazı belirgin
özelliklerini bize bildir ki O'nu. tanıyalım!.' Îsa Mesih (a.s.) cevap verdi:
'O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana
kadar benim İncil'im öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30
mü'min bulunacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasûlünü gönderecektir.
O Rasûlün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Allah'ın
sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve O'nun aracılığıyla dünya
Allah'ın mağfiretine kavuşacaktır. O, inkârcı insanlara karşı büyük bir güçle
gelecek ve yeryüzünden putperestliği silecektir. Ve ben bundan son derece
memnunum, zirâ O'nun sâyesinde Tanrı'mız tanınacak, takdis edilecek ve hakikati
dünyaya anlatacaktır. O ayrıca beni İnsanlar ötesinde bir şey zannedenlerden
intikam alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün
peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır!" (Bölüm; 72)
"Allah için and Kudüs'te mi
yoksa Süleyman tapmağında mı içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün
gelecek, Allah rahmetini başka bir şehre nâzil edecektir. Ondan sonra her
yerde O'nun için doğru biçimde ibâdet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle
her yerde hakiki namazı kabul edecektir... Ben aslında, İsrail Kavmi için
kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın
bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı O'nun için
yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibâdet edilecek ve her tarafa
rahmeti nâzil olacaktır" (Bölüm; 83)
"(Mesih, Başrahibe söyledi:)
Yaşayan Allah ve elinde canım olan Yaradan'a yemin ederim, bütün dünyanın
milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebî ile ilgili vaadini
atamız Hz. İbrahim'e (a.s.) şöyle diyerek vermişti: "Senin neslinin
vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır". (Doğum:
22; 18). Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyân
çıkaracaktır ve mü'min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrı'nın oğlu olduğumu iddia
edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. Ta ki
belki de en çok 30 iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya
acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, O'nun için dünyanın her şeyi
yaratılmıştır. O Rasûl bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları putperestler
ile beraber mahvedecektir. Şeytandan iktidarını alacaktır. Ve Allah'ın
rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir.
Ne mutlu, O'nun sözlerini dinleyene." (Bölüm; 96)
"Baş Rahip sordu: 'Allah'ın
bu Rasülünden sonra başka nebi'ler de gelecek mi?' Mesih cevap verdi. 'Bundan
böyle, Allah'ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte
nebiler geleceklerdir. Ben bunun için üzgünüm. Çünkü Şeytan, Allah'ın adaletli
kararı yüzünden bunları sahneye koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim
İncil'imin perdesinin arkasında saklanacaklardır" (Bölüm; 97)
"Kâhinlerin başı sordu, 'Bu
Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır?
Îsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesih'in adı "Takdir Edilmeye Lâyık"tır. Zira,
Allah O'nun ruhunu yarattığı zaman O'na bu ismi kendisi vermişti. Ve orada O'na
seçkin bir muamele yapılmıştı. Allah dedi ki: "Ey Muhammed, bekle, çünkü
senin için cenneti. dünyayı ve birçok mahlûku yaratacağım ve bunları sana
hediye olarak vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek
ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman,
kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır, öyle
ki, yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin dinin ayakta duracaktır.
Öyleyse, O'nun mübarek ismi Muhammed'dir" (Bölüm;97)
Barnabas diyor ki, bir defasında
Hz. Îsa şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada "şakirtlerimden biri (ki
sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık
düşmanlara satacaktı" dedi ve şunları ekledi:
"Bundan sonra beni salacak
olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allahu Teâlâ beni yerden
semaya kaldırtacak ve o hâinin yüzünü öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes
onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama
yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes Rasûl'ü gelince bana
sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Mesih'e sadakatimi
bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükafatımı verecektir. Bu şekilde, herkes
benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış
olacaktır" (Bölüm; 113)
"(Hz. Îsa şakirtlerine dedi
ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa (a.s.)'nın kitabından gerçekler
çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Davud (a.s.)'a başka bir kitap vermeyecekti.
Ve eğer Davud'un kitabında değişiklikler yapılmamış oldaydı. Allah bana
İncil'i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren
değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. O, Rasûlullah geldiği zaman,
inkârcı insanların benim Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri
temizleyecektir." (Bölüm; 124)
3.4.4. Üç Şüphe'nin Giderilmesi
Bu açık ve kesin işaret ve
haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli erde ve Barnabas İncili'nin başka
bölümlerinde Hz. Îsa'nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir.
İkincisi, sadece yukarıdaki alıntılarda değil, İncil'in diğer birçok
yerlerinde de Rasûlullah (a.s.)'ın asıl Arapça ismi olan "Muhammed"
açıkça zikredilmiştir. Peygamberlerin gelecekten haber verirken kesin
ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahede
edilmiştir. Üçüncü nokta yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan
"Mesih" olarak bahsedilmesidir.
Birinci şüphe için şunu
söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncili'nde değil, Lucas (Luka) İncili'nde de
Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi havari ve şakirtlerine kendisine "Mesih"
dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncili'nin sözleri
şunlardır: "O onlara sordu, siz bana ne diye hitap edersiniz? Peter cevap
verdi: 'Allah'ın Mesihi'. Bunun üzerine onları tenbih etli, 'bunu kimseye
söylemeyin' (Bölüm: 9; 20-21). Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz.
Îsa'nın kendi isminin beklenen Mesih ile karıştırılmasını istememesiydi.
Bilindiği gibi, İsrail Oğulları öteden beri Mesih'in gelmesini bekliyorlardı.
Onlara göre Mesih kılıcıyla bütün Hak düşmanlarını mağlup edecekti. İşte bunun
üzerine Hz. Îsa (a.s.) bekledikleri Mesih'in kendisi olmadığını ve O'nun
kendisinden sonra geleceğini açıklamak zorunda kaldı.
İkinci şüpheye gelince, halen
dünyada varolan Barnabas İncil’inin Latince tercümesinde Resûl-i Ekrem'in adı
gerçekten "Muhammed" olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi
dillerden tercüme üstüne tercüme edilerek Latinceye kadar geldiğini bilmiyor.
Barnabas İncil’inin aslının Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha
evvel de işaret ettiğimiz gibi, Hz. Îsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın
aslı bulunsaydı, onda Hz. Muhammed (a.s.)'in adının nasıl yazıldığını görmemiz
mümkün olacaktı. Kanımıza göre, daha önce İbn İshak'ın Yuhanna İncil’inin tercümesinden
bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. Îsa aslında muhtemelen "Munhamanna
" sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde
muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdelenen peygamberin
isminin hemen hemen "Muhammed" manasına geldiğini gören bir mütercim
bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple, sadece "Muhammed" isminin açık
seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas İncili'nin bir müslüman
tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur.
Üçüncü noktaya gelince,
"Mesih" aslında bir İsrail terimidir. Bu terim, Kur'an-ı Kerim'de,
Hz. Îsa (a.s.)'nın Mesih olduğunu inkâr eden Yahudileri ikna etmek üzere
kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur'an-ı Kerim'in terimidir ne de bu terim
Kur'an'da İsrail Oğullarının kastettiği anlamda kullanılmıştır. Bu bakımdan,
Rasûl-ü Ekrem (a.s.) hakkında, Hz. Mesih (a.s.) "Mesih" kelimesini
kullanmış ve Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime kullanılmamışsa, bundan Barnabas
İncili'nde, Kur'ân'da olmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e atfedildiği anlamı
çıkmaz. Aslında Beni İsrail'de şöyle bir gelenek vardı. Bir şahıs veya eşya
kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına
mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice'de yağ sürme hareketine
"mesh" ve başına yağ sürülene de "mesih" denilirdi. Tapınak
ve ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak, bardak ve sürahiler aynı
şekilde "mesh" edilerek ibadete tahsis edilirdi. Kâhin ve rahipler
de rahiplik mevkiine getirildiği zaman "mesh" (takdis) edilirlerdi.
Aynı şekilde hükümdar ve peygamberler de taç giyerken veya peygamberlik
mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani İncil açısından, İsrail
oğullarının tarihinde sayısız "mesh" olayı ve "Mesih" vuku
bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s.) bir haberci olarak bir "Meshti. Aynı
şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah olarak, Hz. Davud
padişah ve peygamber olarak, Sadak, hükümdar ve kâhin olarak ve Hz. Elyesa bir
nebi olarak birer mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illâ yağ sürme
ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafından bir mevkiye
veya göreve tayin edilmesi, "mesih" veya takdis edilme anlamına eşit
hale geldi. Meselâ, I- Hükümdarlar, Bölüm: 19'da Allah'ın, Hz. İlyas
(İlliyah)'a, Haz'ayil'i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nemsi'nin oğlunu
meshedip İsrail hükümdarı ve Elyesa'yı meshedip kendisinin yerine nebi yapma
emri verildiği kaydedilmiştir. Bunlardan hiçbirinin bar sına yağ sürülmedi.
Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini ilân etmek, onları
mesh (takdis) etmek anlamına gelirdi. Demek oluyor ki, İsrail oğullarının
anlayış ve geleneklerine göre, "mesih" kelimesi sadece "Allah
tarafından görevlendirilmiş" anlamına gelirdi. Ve Hz. Îsa (a.s.) da Hz.
Muhammed (a.s.) için "Mesih" kelimesini bu anlamda kullanmıştı[5].
[1]
Kuran-ı Kerîm'in Rasûl-u Ekrem'in Ümmî olduğunu açıkça ifade etmiş olmasına rağmen,
bazı kimselerin kendisini okuma yazma bilen bir kişi olarak göstermekte ısrar
etmeleri doğrusu şaşılacak bir tutumdur. Gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin
lehinde bir delil olarak Kuran-ı Kerim'in ileri sürdüğü husus, O'nun ümmi
olmasıdır. İşin tuhafı, Müslümanlardan bazı kimseler de Hz. Muhammed'in okumuş
bir kişi olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bu iddianın halinde ileri sürülen
bazı asılsız ve uydurma rivâyetler hemen ilk bakışta reddedilecek mahiyettedir.
Bir kere, Kur'an gibi Allah'ın kelâmı ortada dururken ve bu ilâhî kitab tam
aksi bir iddiada bulunurken, kaynağı meçhul rivâyetlere inanmak abestir. Ayrıca
bu rivayetler de oldukça zayıf ve gülünçtürler. Bu rivayetlerden biri Sahih-i
Buhari'de geçiyormuş. Buna göre Hudeybiye Anlaşması kaleme alınırken Mekke'li
kâfirlerin Hz. Muhammed'in ismine "Rasûlullah" kelimesinin eklenmesine
itiraz ettiği, bunun üzerine Hz. Peygamber'in kâtibine (Ali'ye), "peki, Rasûlullah
kelimesini karalayıp Muhammed bin Abdullah yaz" diye buyurduğu, Hz.
Ali'nin bu kelimeyi karalamakla tereddüt etmesi üzerine Rasûlullah'ın ondan
kalemi alıp bu sözleri sildiği ve (Muhammed bin Abdullah) ibaresini yazdığı
belirtiliyor.
Ancak bu rivayet Ber'a bin Âzib'in ağzıyla Sahih-i Buhari'de
dört yerde ve Sahih-i Müslim'de iki yerde geçmiştir ve her yerde kullanılan
kelimeler değişiktir:
1.) Buhari'nin "Kitabüs-Sulh" de bir rivâyetin
inceleme ve sözleri şöyledir: Hz.
Peygamber, Hazreti Ali'ye, bu kelimeleri karalayın dedi, Hz. Ali arz etti,
"ben bu kelimeleri karalayamam". Nihayet Hz. Peygamber bu kelimeleri
karaladı.
2.) Aynı kitapta bir başka rivâyet vardır: Sonra, Ali'ye
dedi, "Rasûlullah"! silin. O dedi ki, vallahi isminizi hiçbir zaman
silmeyeceğim. Nihayet Hazreti Peygamber (a.s.) yazıyı alıp şu ibareyi yazdı.
"Bu, Muhammed bin Abdullah'ın yaptığı anlaşmadır".
3.) Üçüncü rivâyet yine Ber'a bin Azib Buhari, "Kitabul-Cizye"
de yer almıştır. Sözleri şöyledir: Rasûl-ü Ekrem, kendisi yazamadı. Buyurdular
ki ey Ali, "Rasûlullah'ı karala. Ali arz etti, vallahi bu kelimeyi hiçbir
zaman silmeyeceğim. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine bu kelimelerin
bulunduğu yeri göstermesini istedi. Ali (r.a.) o yeri gösterdi. Ve Hz. Peygamber
o ibareyi kendi eliyle karaladılar.
4.) Dördüncü rivayet, Sahih-i Buhari, "Kitabül
Meğazi" de yer alıyor. Anlatılanlar şunlardır: "Bunun üzerine, Hz.
Peygamber o yazıyı aldı ve kendisi yazmayı bilmemesine rağmen şu kelimeleri
yazdı: "Bu muahadeyi Muhammed bin Abdullah yapmıştır."
5.) Yine Ber'a bin Azib'in Sahihi Müslim, "Kilabul-Cihad"
da yer alan rivâyetine göre; Hz. Ali'nin hayır demesi üzerine Hz. Peygamber
eliyle "Rasûlullah" kelimesini sildi.
6.) Aynı kitapla Ber'a bin Âzib tarafından şu rivayet nakledilmiştir:
Hz. Ali'ye dedi ki, "Rasûlullah kelimesi nerdedir, bana göster." Hz.
Ali o yeri gösterdi ve Hz. Peygamber onu silerek, "Abdullah oğlu"
yapıverdi. Rivâyetler arasındaki bu tutarsızlık gösteriyor ki, aradaki râviler,
Ber'a bin Azib'in sözlerini doğru nakledemediler. Bu sebeple bunlardan
hiçbirine itibar edilemez. Hazreti Peygamber'in anlaşma metnine kendi eliyle
"Muhammed bin Abdullah" kelimesini yazdığı kesinlik kazanmamıştır.
Belki de asıl vaziyet şöyle idi: Hz. Ali'nin metindeki "Rasûlullah
kelimesini silmeyi reddetmesi üzerine Hz. Peygamber, Ali'den o kelimenin yerini
öğrenip onu kendi eliyle karaladı. Daha sonra Ali'nin veya başka bir kâtibin
oraya "Abdullah oğlu Muhammed" ibaresini yazmasını sağladı. Bazı
rivayetlere göre anlaşma iki kâtip tarafından hazırlanmıştı. Biri Hz. Ali ve diğeri
Muhammed bin Mesleme (Bk: Fethul Bâri, c. 5, s. 217) Bu sebeple, pek mümkündür ki
bir kelimeyi bir kâtip yazmayınca, bu işi başka bir kâtip yaptı.
Bu arada, bir başka rivayet de Hz. Nebî (a.s.)'nin okumuş
olduğu lehinde ileri sürülüyor. Bu rivâyeti Mücahid'den İbni Ebi Şeybe ve Ömer
İbni Şeybe nakletmişlerdir. Bunun sözleri şöyledir: Rasûlullah (as.) vefâtından
önce okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Fakat unutulmamalıdır ki bu rivâyetin kaynağı
çok zayıftır ve doğruluğu da şüphelidir. Nitekim, İbn-i Kesir şöyle diyor:
"Bunun aslı zayıftır". Sonra, Hazreti Peygamber (a.s.) ömrünün
sonlarına doğru da olsa, okuma yazmayı öğrenmiş olsaydı, bu haber bir anda her
tarafa yayılır ve bundan herkes haberdar olurdu. Şüphesiz Ashab-ı Kirâm bu
hadiseye büyük ehemmiyet verirlerdi ve pek çoğu, Hazreti Peygamber'in kimden,
ne zaman ve nasıl okuma-yazmayı öğrendiğini rivayet ederlerdi. Ne var ki
böylesine önemli bir olay ile ilgili rivayet sadece Hz. Avn bin Abdullah'a
atfediliyor ve ondan Mücahid bize nakletmiştir. Sonra şu nokta da göz önünde
bulundurulmalıdır ki Avn bin Abdullah bir sahabe değil tabiindendir. Avn bin
Abdullah'ın, Hz. Peygamber'in okuma yazmayı öğrendiğini hangi sahabeden haber
aldığı da sabit değildir. Dolayısıyla, bu gibi zayıf ve güvenilmesine imkân
bulunmayan rivayetlere dayanarak Kuran-ı Kerim'de beyan edilen ve belgeler ile
yaşanan olaylardan sabit olan bir gerçeğe göz yumulamaz. Mevdûdi.
[2]
"Tefhim-ul Kuran", cilt 2, 3 ve 4'te bu mevzu daha teferruatlı
şekilde anlatılmıştır.
[3]
Bk: Bakara; 55,56
[4]
Bk:Encyclopaea of biblikal literatüre; parakletus maddesi.
[5]
Mesih kelimesinin İsrail oğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları
için Bk: Encyclopadea of Biblical Literature, "Messiah" maddesi.