Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER.. 1

3.1. GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)'E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ. 1

3.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)'İN PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL PLÂNINDA TARTIŞMAK   4

3.3. HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİ LEHİNDE KUR'AN'IN İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER   15

3.4. HZ. PEYGAMBER'İN DOĞUŞUYLA İLGİLİ TEVRAT VE İNCİL'İN NAKLETTİĞİ HABERLER   22

 

 

Üçüncü Bölüm: HZ. MUHAMMED (A.S)'İN PEYGAMBERLİĞİNİN ZARURETİ VE BUNUNLA İLGİLİ DELİLLER

3.1. GEÇMİŞTEKİ PEYGAMBERLERDEN SONRA HZ. MUHAMMED (A.S.)'E PEYGAMBERLİK VERİLMESİNİN SEBEPLERİ

"Ve gerçek şudur ki, geçmiştekilerden sonra Kitabın vârisi olanlar ıstıraplı bir şüphe içinde bulunuyorlar" (Şûra; 15)

Her peygamber ve onu takip eden diğer peygamberlerin devri geçtik­ten sonra, Kitabullah son nesillere gelinceye kadar bir hayli tahrife uğra­mış ve bu nedenle İnsanlar, kitaba inanmakta tereddüt etmişlerdi. Allah'ın kitapları hakkında insanların bu tutumu şöyle açıklanabilir. Tevrât ile İn­cil eski hüviyetlerini tamamıyla kaybetmişlerdi. Bu kitapların ne muhteva ne de dilleri korunabilmişti. Allah'ın kelâmı, tefsir, te'vil, tarihi ve semavi rivayetler, efsaneler ve din adamlarının farklı yorumlarıyla tanınmaz hale gelmişti. Tercümeleri o kadar kabul gördü ve yayıldı ki asılları ortadan kayboldu. Bu kitaplarla ilgili tarihi vesika ve deliller de ya iyice muhafaza edilmedi ya da kasten ortadan kaldırıldı. Sonuçta, ellerdeki nüshaların Hazreti Musa veya Hazreti Îsa'nın Allah'ın kelâmı olarak insanlara takdim ettikleri nüshaların aynısı olup olmadığını tesbit etmek de zorlaştı. Bunun yanı sıra, azizler, rahipler, din ve bilim adamları bu kitaplarla ilgili olarak din, ilâhiyat, felsefe, hukuk, fizik, psikoloji ve sosyal bilimleri ilgilendiren öylesine karmaşık tartışmalar açtı ve ideoloji ile doktrinler ortaya attılar ki, İnsanlar için doğru yolu bulmak büsbütün güçleşti. Allah'ın kitabı asıl şekli ve güvenilir haliyle ortada bulunmadığı için insanların, Hak ile Batıl'ı ayırt edecek bir belge veya kaynağa başvurmaları tamamıyla imkan­sızlaştı.

Arabistan'a Hak dininin ışıkları ilk defa, tarihten önce yaşamış olan Hz. Hûd (a.s.) ve Hz. Salih (a.s.) sayesinde girmişti. Daha sonra Hz.İbrahim (a.s.) ve Hz. İsmail (a.s.)in devri başladı. Bu iki peygamber, Hz. Mu­hammed (a.s.)'den yaklaşık 2500 yıl önce yaşamışlardı. Hz. Muhammed (a.s.)dan önce Hicaz topraklarına gönderilen en son peygamber ise Hz. Şuayb (a.s.) idi.

3.1.1. Araplar Öteden Beri Bir Peygambere İhtiyaç Duyuyorlardı

"Bunlar yemin ederek diyorlardı ki, kendilerine bir uyarıcı, korkutu­cu gelirse, dünyanın her milletinden daha dindar ve dürüst olacaklardır." (Fâtır; 42)

Arabistan halkı ve özellikle Kureyşliler, Hz. Peygamber'in nübüvve­tinden önce Yahudiler ile Hıristiyanların bozuk ahlâkını görerek işte böyle yakınıyorlardı. Aynı konuya En'âm suresinde de değinilmiştir:

"Bu kitabın gelmesinden sonra artık siz diyemezsiniz ki, bu kitap biz­den önceki iki topluluğa verilmişti ve bizim onların ne okuduğundan ha­berimiz yoktu. Artık siz diyemezsiniz ki, Kitap bize nâzil olsaydı, biz on­lardan daha dindar ve yüksek ahlâklı olacaktık." (En'âm; 156-157)

Saffât sûresinde de aynı konuya şöyle değinilmektedir.

"Bunlar daha önce diyorlardı ki, keşke bizde geçmiş kavimlerin zikri (kitabı) olsaydı biz Allah'ın güzide kulları olacaktık." (Sâffât; 167-169)

3.1.2. "Açık Bir Delil"in Gereği

"Ehli kitap ve müşriklerden kâfir olanlar, kendilerine Allah'tan açık bir delil, (yani) kutsal kitapları okuyan bir peygamber gelmedikçe kendi (küfürlerinden) vazgeçmeyeceklerdi". (Beyyine; 1-2)

Demek oluyor ki, kâfirlerin küfürlerini terk etmelerinin tek çaresi, bir peygamberin kesin delillerle gelip, neyin doğru neyin yanlış olduğunu açıkça kendilerine anlatmasıydı. Bu demek değil ki, bu parlak ve açık delillerin gelmesiyle kâfirlerin hepsi bir anda küfrü terk edeceklerdi. Bu ko­nuyu şöyle izah etmek lâzımdır: Açık bir delilin yokluğunda müşrik ve kâfirlerin acıklı durumlarından kurtulmaları büsbütün imkânsızdı. Fakat delilin gelmesiyle onlardan bazısı için kurtuluş yolu açılmış olacaktı. Kü­fürlerinden vazgeçmeyen ve hatalarında ısrar edenlerin sorumluluğu ise kendilerine ait olacaktı. Hiç olmazsa, bundan böyle Allah'ın kendilerine hidayet yolu göstermediğini öne süremezlerdi. Kur'an-ı Kerim'de bu hu­sus muhtelif vesilelerle muhtelif şekillerde dile getirilmiştir. Meselâ, Nahl sûresinde, "doğru yolu gösterme sorumluluğu Allah'a aittir" denilmiştir. (Ayet; 9). Leyl sûresinde şöyle buyurulmuştur: "Yol göstermekten Ben sorumluyum" (âyet; 12). Nisâ sûresinde şu satırlara rastlanır: "(Ey nebi), Nuh ve daha sonraki peygamberler gibi senin tarafına vahiy gönderdik. Bu peygamberler müjde vermek ve haber vermekle mükellef kılınmışlar­dı. Böylece bu peygamberlerin gelişinden sonra insanların Allah'a şikayet edebilecekleri herhangi bir sebep kalmasın" (âyet; 165). Şu âyetlere de dikkat edelim:

"Ey Ehli Kitab, Benim Peygamber'im, Resul'lerin silsilesi uzun müd­det durduktan sonra, size hakikati izah etmek için gelmiş bulunuyor. Bun­dan böyle, bize müjde ve haber veren herhangi biri gelmediğini iddia edemezsiniz. Onun için bakın, size müjde ve haber veren gelmiştir". (Maide; 19)

"Önceleri kitapla şereflendirilmiş olanlar arasında uyuşmazlık ol­madı, ama daha sonra onlara (doğru yolun) açıklaması geldi". (Beyyine; 4)

Demek, bundan evvel Ehl-i Kitab'ın doğru yoldan saparak çeşitli grup ve topluluklara ayrılmalarının sebebi, Allah'ın kendilerine açık bir delil ve işaret göndermemesi veya doğru yolu göstermemesi değildi. Bu­nun aksine, kitap sahipleri Allahu Teâlâ'dan doğru bilgi ve hidayetin gel­mesinden sonra kötü yola saptılar. Bu itibarla, sapıklıklarının sorumluluğu tamamıyla kendilerine aitti. Aynı şekilde bunların kutsal kitapları tahrif edildiği için gerçek değer ve anlamlarını yitirmiş, yol gösterici özellikle­rinden yoksun kalmışlardı. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak kendi Peygam­ber'ini açık ve parlak bir delil olarak onlara gönderdi ve bu Peygamber'in vazifeleri arasında semavi kitapları düzeltmek, asıl şekillerine sokmak da vardı. Böylece Allah'ın hücceti, yani son delili de verilmiş oldu. Kur'an-ı Kerim'de bu husus Bakara; 213-253, Al-i İmran; 19, Maide; 44, Yunus; 93, Şura; 13-15, Casiye; 16-18 sûrelerinde etraflıca ele alınmıştır.

Peygamberlerin bir millete gönderilmesinin maksadı ve gayesi, bir resûl veya peygamber olmaksızın, doğru yolu bulmalarına hiçbir imkân olmadığı için, onların doğru yolu bulmalarına yardımcı olmaktır. Bir pey­gamberin varlığı onun nübüvvetinin bir delilidir. Peygamber'in başlıca va­zifesi, geçmişteki kutsal kitapların akıbetine uğramamış ve yanlış itikat ve ananelerin ilâve edilmesi ile değerini kaybetmemiş olan Allah'ın doğru ve gerçek kitabını ümmetine iletmektir.

3.1.3. Hz. Muhammed (a.s.)'in Arabistan'da Doğmasının Hikmeti

Dünya coğrafyasını alın, gözden geçirin. Kuş bakışı bir gözlem bile, bütün dünyada peygamberlik için Arabistan'dan daha uygun bir yer olma­dığı ve olamayacağının anlaşılması için yeterlidir. Arabistan, Asya ile Af­rika'nın tam ortasında olup Avrupa'ya da çok yakındır. Özellikle, orta çağ­larda Avrupa'nın pek çok uygar uluslarının genellikle Avrupa'nın güne­yinde yaşadıkları göz önünde bulundurulursa, Arabistan'ın stratejik önemi kendiliğinden ortaya çıkar. Güney Avrupa'nın Arabistan'a uzaklığı Hindistan'ınki kadardı.

O çağın tarihini okuyun. Göreceksiniz ki peygamberlik için Arap milletinden daha uygun bir millet yoktu. O zamana kadar pek çok mil­let şan ve şöhret kazanmış, sonra muhtelif zaaflara kapılarak tarih sahne­sinden silinmişlerdi. Arap milleti ise genç ve dinç olup, benliğini henüz kazanmamıştı. Medeniyet ve kültür diğer kavimleri yozlaştırmış, henüz uygarlığın meyvesini tadamadığı için, rahata ve lükse alışamamış, dolayı­sıyla, uygarlığın zararlarından da etkilenmemişti. Altıncı yüzyılın Arap'la­rı medeniyetin zararlı tesirlerinden uzak kalmış, pek çok meziyetlere sa­hiptiler. Onlar cesurdu, yiğitti, mertti, cömertti, doğru sözlüydü ve vaatle­rini yerine getirirlerdi. Düşünceye saygılı, hür ve hürriyet sever, namuslu ve haysiyetli insanlardı.. Namusları için canlarım feda etmekten çekin­miyor, sade ve basit hayat sürüyor ve her türlü lüksten kaçınıyorlardı. Şüphesiz onların bazı kötü tarafları da vardı. Çünkü yaklaşık olarak 2500 seneden beri onlara herhangi bir peygamber gelmemişti. Durumlarını düzeltecek onlara iyi ahlâk ve medeniyetin kurallarını öğretecek bir lider de yoktu. Asırlardan beri çölde yaşadıkları için çeşitli batıl inanç ve hura­feleri kabul etmişlerdi. Cehalete öylesine saplanmışlardı ki onları adam etmek kolay değildi. Fakat yine de asıl cevherleri yok olmamıştı. Fevkalâde kuvvetli ve kabiliyetli bir lider ve büyük bir dahi onlardaki bu cevheri bulup, pekâla emsalsiz bir millete dönüştürebilirdi. Böyle üs­tün yetenekli bir önderin öğretisiyle, çöldeki bu bedeviler dünyaya mey­dan okuyabilecek ve büyük bir ideal uğruna dünyayı hakimiyetleri altına alabilecek güçteydiler. Gerçekten, cihan Peygamberi'nin (a.s.) talimatının her tarafa yayılması için işte böyle genç ve dinamik bir millete ihtiyaç vardı.

Sonra Arapçaya bakın. Bu dili öğrenir, dilin edebi hazinesini bilirse­niz, ilâhi emir ve buyrukların en ince noktalarına kadar ulvi bir ifade ile anlatılması ve insanların kalbinde heyecan ve dehşet yaratılması için bun­dan daha uygun bir lisan olmayacağına kani olursunuz. Arapça ile çok de­rin ve bilimsel konular, birkaç kelime ve cümleyle ifade edilebilir. Sonra, bu cümlelerde öyle büyük hitabet ve tesir gücü var ki, bunlar dinleyicinin yüreğine adeta bir ok gibi işler. Bazen ifadeler öylesine tatlı ve yumuşak olur ki, cazibesine kapılmanız işten bile değildir. Bazen Arapçayı duyunca bir musiki dinlediğinizi hissedersiniz. Doğrusu, Kur'an-ı Kerim gibi yüce bir kitap için böyle bir dile ihtiyaç vardı.

İşte bu sebeplerden dolayıdır ki Allahu Teâlâ, iki cihan Peygambe­ri'nin biseti için Arabistan'ı seçti.

Bir millet asırlarca cehalet, dalâlet, geri kalmışlık ve ahlâksızlığın ba­tağında kıvranıyor. Birden bire Allah'ın rahmetiyle o millete bir lider ve önder doğuyor ve hemşehrilerini doğru yola çağırıyor. Bu lider, yanında getirdiği Allah'ın kitabıyla milletini gaflet uykusundan uyandırıp cehalet, batıl inanç ve evhamı bırakıp Allah'ın yolunu takip etmeleri için ikna et­meye çalışıyor.

Ama bu milletin akılsız ve ahmak insanlarıyla çıkarları tehlikeye gi­ren kabile reisleri bu yeni lidere şiddetle karşı çıkıyor ve kendisini başarı­sız kılmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Yıllar geçtikçe bu kötü niyetli insanların kin, nefret ve düşmanlığı had safhaya ulaşıyor ve en nihayet ye­ni lideri öldürmeye karar veriyorlar.

Tam bu sırada, Allahu Teâlâ bu bedbin ve kinci insanları sert bir şe­kilde ikaz ediyor ve diyor ki: "Sakın, budalalığınızla bir şeyin halledilece­ğini sanmayın. Sanmayın ki sırf bu yüzden sizi yola getirmekten vazgeçe­ceğim. Yüzyıllardan beri içinde bulunduğunuz bataklıktan sizi kurtarma­yacağım hissine kapılmayın. Rahmetimin gereğinin bu olduğunu mu sanı­yorsunuz? Hiç düşündünüz mü, Allah'ın rahmetine sırt çevirip batıl inançlarda ısrar etmeniz sizi nereye götürecek? Sizi ne gibi bir akibet bek­liyor, hiç düşünmeye çalıştınız mı?"

 3.2. HZ. MUHAMMED (A.S.)'İN PEYGAMBERLİĞİNİ AKIL PLÂNINDA TARTIŞMAK

3.2.1. Bin Dört Yüz Yıl Önceki Dünya

Bir an için gözlerinizi kapayın ve 1400 yıl önce dünyanın durumunu gözünüzün önüne getirmeye çalışın. Bu nasıl bir dünya idi?

İnsanlar arasındaki haberleşme ve ulaşım araçları yok denecek kadar azdı. Milletler ve ülkeler arasındaki ilişkiler son derece yetersizdi. İnsanların bilgisi ne kadar sınırlıydı!.. Düşünceleri çok eksikti! Tersine batıl inançları ve evhamı o kadar çoktu! Cehalet ve bilgisizliğin karanlığı, ilim ve faziletin aydınlığını alabildiğince zayıflatmıştı! Dünyâda ne telgraf vardı, ne telefon. Ne radyo vardı, ne tren veya uçak. Ne matbaa vardı, ne yayınevleri. Ne çok okul vardı, ne de üniversite. Ne gazete ve dergiler çı­kardı ne de kitaplar yayınlanırdı. O çağın bir âlimi ve düşünürünün bilgisi ve bilgi kaynakları bugünkü yazar ve bilim adamından çok daha sınırlıy­dı. O devirde yüksek tabakaya ait bir soylunun hayat seviyesi bugünkü bir işçiden daha düşüktü. O devrin en aydın kişisinin görüşleri bugünkü belki de en kültürsüz insanın görüşlerinden daha eksikti. Bugün herkesin bildiği şeyler geçmişte yıllarca süren, araştırma ve incelemenin sonunda öğreni­lebilirdi. Bugün küçük bir çocuğun kısa sürede edindiği bilgiler, o devir­lerde yüzlerce kilometrelik yolculuk ve bazen ömür boyu süren inceleme­lerin sonunda zorlukla elde edilebilirdi. Bugün evham ve hurâfe olarak bi­linenler, o çağda birer "gerçek”ti. Bugün medeniyetten uzak ve vahşi ola­rak adlandırdığımız pek çok hareket, eskiden yaşantının birer parçasıydı­lar. Bugün vicdanımızın nefretle karşıladığı bazı ahlâki saplantı ve adet­ler, o devirde en ufak bir tiksinti uyandırmazdı. İnsanın düşünceleri o ka­dar alçalmıştı ki, olağanüstü, Mu'cizevi, garip, örf ve adetlere aykırı ve şa­şırtıcı olmayan bir şeyin varlığı veya büyüklüğüne inanmazdı.

3.2.2. Arabistan'da Durum

Bu karanlık çağda, dünyanın bir köşesinde karanlık biraz daha faz­laydı. O çağın medeniyet seviyesine göre Arabistan en alt sırada yer alı­yordu. Çevresindeki ülkelerde meselâ, İran, Bizans imparatorluğu ve Mı­sır'da bilim, teknoloji, uygarlık ve kültür hiç olmazsa belli bir düzeyde idi. Ancak büyük sahra ve çöller yüzünden Arabistan bu medeni ülkelerden hayli kopuktu. Arap tacirleri develeriyle aylarca yolculuk ederek bu ülke­lere gidip mal satar veya oralardan mal satın alırdı. Bu ticaret kafileleri­nin tek amacı alış-veriş olduğu için, Arap tüccarları ülkelerine dönünce ilim ve kültür türünden çok az şeyi yanlarında getirirlerdi. Arabis­tan'da ne bir okul vardı ne de kütüphane, İnsanlar ne okuma yazma ile il­gileniyorlar ve ne de başkalarından bir şey öğrenmeye gayret ediyorlardı. Bütün ülkede okuma yazma bilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az­dı. Bu okumuş kişiler de öylesine âlim ve bilgin sayılmazdı. O devrin ilim ve kültüründen hemen hemen yoksundular. Şüphesiz, güçlü bir dile sahip­tiler. Bu dilde her türlü derin konular ifade edilebilirdi. Araplar edebiyat ve özellikle şiire de çok meraklıydılar. Ne var ki bize gelen edebiyat ör­neklerinden haklarında, sağlıklı bir karar vermemize imkân yoktu. Zira, ilk bakışta zevklerinin pek iyi olmadığı, ilgilerinin de sınırlı olduğunu se­zebiliriz. Bu edebiyat örnekleri, medeniyet ve kültürlerinin çok düşük se­viyede olduğunu, düşünce ve hayal güçlerinin pek yüksek olmadığını örf ve adetlerinin ne kadar ilkel olduğunu, ahlâk kurallarının ne kadar bozul­duğunu, kısacası, ne kadar cehalet içinde olduklarını açıkça ortaya koyu­yor.

Arabistan'da bir hükümet düzeni, hatta bir siyaset düzeni yoktu. Dev­let kavramı da kabile gelenekleri arasında kaybolup gitmişti. Her kabile özerkti. Bütün ülkede bir anayasa ve belli başlı kanunlar bulunmadığı için bir hukuk devleti tasavvuru hemen hemen hiç yoklu. Her yerde orman ka­nunu uygulanıyordu demek daha doğru olur. Yasa ve kurallar, güçlü olan­dan ve kaba kuvvetten yanaydılar, kim daha güçlüyse başkasının hakları­na tecavüz eder, mal ve mülküne konardı. Bir Arap bedevisi için kabile­sinden olmayan bir kişiyi öldürmekten ve malını gasbetmekten daha do­ğal bir şey yoklu.

Ahlâk ve kültür ile ilgili düşünce ve kavramları garip ve son derece ilkeldi. Temiz ile pis, helâl ile haram, câiz ile câiz olmayan arasındaki far­kı hiç bilmezlerdi. Pislik içinde yaşarlardı. Hareketleri vahşiydi. Zina, ku­mar, içki, soygun, cinayet ve kan dökmek Arapların günlük yaşantısının ayrılmaz parçaları haline gelmişti. Çıplaklık ayıp değildi. Ulu orta çıplak dolaşma bir adetti. Kadınları bile çıplak vaziyetle Kâ'be'yi tavaf ederlerdi. Kızlarını, başkalarına vermemek gibi cahilane bir düşünce ile, doğar doğ­maz canlı canlı gömerlerdi. Araplarda, babalarının ölümünden sonra üvey anneleriyle evlenmek de bir gelenek idi. Yemek yemek, konuşmak ve gi­yinmek konusunda da en basil kurallara riayet etmezlerdi.

Dinî inançlarına gelince, Araplar'ın durumu, o çağın diğer milletleri­nin içinde bulunduğu cehalet ve dalaletin derin karanlığından pek farklı değildi. Putperestlik, ruhlara tapma ve yıldızlara tapma, kısacası, Allah'a inanmanın dışında ne kadar çok inanç ve ibadet aklınıza gelebilirse hepsi o çağın insanlarında vardı. Eski çağ peygamberlerinin öğretileri hakkında doğru dürüst hiçbir bilgileri yoktu. Araplar yalnız Hz. İbrahim (a.s.) ile Hz. İsmail (a.s.)ın ataları olduğunu bilirlerdi. Fakat bu baba-oğul peygam­berlerinin dininin en olduğunu ve kime ibadet ettiklerini bilmezlerdi. Ad ve Semud'un öyküleri de yaygındı. Fakat bunlarla ilgili olarak Arap tarih­çilerin kaleme aldıkları hikâyelerde Hz. Salih (a.s.) ve Hz. Hûd (a.s.)un ta­limatına hiç rastlayamazsınız. Araplar, Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları vasıtasıyla Beni İsrail Peygamber’lerinin hikâyelerini de az çok öğrenmiş­lerdi. Ama bu bilgiler fevkalâde yüzeyseldi. Bunların ne olduğunu öğren­mek isteyenler müslüman müfessirlerin İsrail Oğullarının rivayetleri hak­kında anlattıklarına göz atabilirler. Bu kayıtlardan, Arap'ların İsrail Oğul­larının Peygamberleri hakkında ne kadar sınırlı ve yanlış bilgilere sahip oldukları açıkça anlaşılıyor.

İşte böyle bir devirde ve böyle bir memlekette bir insan doğuyor. He­nüz küçükken annesi, babası ve dedesi vefat ediyorlar. Şartların bu kadar ağır ve imkânların bu kadar sınırlı olduğu bir dönemde bir Arap çocuğu, hakkı olduğu aile himayesinden de mahrum kalıyor. Biraz büyüyünce be­devi çocuklarla çobanlığa başlıyor. Gençliğinde ticaretle meşgul oluyor. Yukarıda özelliklerini sıraladığımız bir ortamda yetişiyor. Herhangi bir âlim veya vâizin yanında da görülmüyor. Zâten o devrin Arabistan'ında âlim kabilinden kimse yoklu. Evet, birkaç defa Arabistan'ın dışına çıkma fırsatını buluyor ama yolculuğu sadece Şam'a kadar uzanıyordu. Bu yol­culuk da o dönemde Arap tacirlerinin yaptığı ticari seyahatlerden farklı değildir. Şimdi bir an için Resul-ü Ekrem'in bu ticari yolculuklar sırasında bir iki kez bilgi ve kültür kaynaklarından yararlandığını farzetsek bile, bu şekilde bölük pörçük elde edilen bilgi ve gözlemin gayet yüzeysel ve sı­nırlı olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür parça parça ve acil durumlarda elde edilen bilgiyle kimsenin kişiliği değişemez. Bu noksan bilgilerin, bir kişi­yi çevresinden koparacak ve hatta kendisini bambaşka bir insan yapacak çapta olduğunu söylemek abestir. Okuması yazması olmayan bir bedeviyi, sadece bir ülke değil, bütün dünyanın ve bir çağın değil, bütün çağların li­deri ve önderi yapacak bilgilerin bu tür ayak üstü sohbetlerle elde edilece­ğini sanmak gerçekten saflıktır. Kendisinin yabancılardan" bir ölçüde bilgi alış-verişinde bulunduğunu kabul etsek bile, bu bilgi ile kimsenin o çağda bilemediği herhangi bir emsalini göremediği ve halta hiçbir yerde bulun­mayan din, ahlâk, medeniyet ve kültürün en alâsını sunacak ve şahsen temsil edecek ve yaşayacak hale gelmesine inanmak zordur.

3.2.3. Kişiliği ve Karakteri

Sadece Arabistan'ın değil, bütün dünyanın o zamanki halini bir defa daha gözünüzün önüne getirin ve bunun karşısında şu hususlara dikkat edin. Söz konusu kişinin hangi şartlar altında doğduğuna, ailesinin nasıl olduğuna, çocukluğunun nasıl bir çevrede geçtiğine, gençliğinde ne yaptı­ğına ve kimlerle haşir neşir olduğuna. Daha ilk bakışta kendisinin bam­başka bir insan olduğuna kanaat getirirsiniz. Ondan daha yüksek ahlâklısı ve temiz karakterlisi yoktur. Hiçbir zaman yalan söylemez. Doğru sözlü­lüğüne bütün millet şahittir. En ezeli düşmanı bile falanca yerde veya za­manda, yalan söylediğini iddia edemez. Kimseye kötü sözler söylemez. Kimse O'nun şu veya bu vesile ile küfür söylediğini veya müstehcen şey­ler konuştuğunu ileri süremez. Her türlü insanla, her konuda görüşür ama kimse ile ağız kavgası yaptığı, sert konuştuğu söylenemez. Dili sert değil, yumuşak ve tatlıdır. Öylesine tatlı dillidir ki O'nunla konuşan ve sohbet eden kişi olgunluğuna hayran kalır. Kimseye kötü muamele yapmaz, kim­senin hakkını çiğnemez. Yıllarca ticaretle meşgul olmasına rağmen bir de­fasında bile birinin parasını yediği veya para yüzünden kavga çıkardığı vaki olmamıştır. Beraber çalıştığı herkes dürüstlüğüne inanmıştır. Öylesi­ne doğru sözlü ve ilişkileri dürüst olan bir insandır ki, herkes O'na "emin" lakabını takmıştır. Dürüstlüğüne o kadar inanılıyor ve güveniliyor ki düş­manları bile para ve kıymetli eşyalarını O'na emanet ediyorlar. Her tarafta hayasızlık ve çıplaklık almış yürürken, kendisi çocukluğundan beri her zaman uygun kıyafette bulunmuş, hayalı davranmıştır. Ahlâksızlık yanın­dan bile geçmemiştir. İçkiye dokunmaz, kumar oynamaz, görgüsüz ve kültürsüz İnsanlar arasında temizlik ve erdemliliğin timsâlidir. Laubalilik­ten nefret eder. Temizlik ve taharet hayranıdır. Yumuşak kalbli ve merha­metlidir, herkesin derdini paylaşır. Başkaları için acı ve eziyet çeker. Çev­resi, vahşilerle doluyken kendisi şiddet ve kan dökülmesinden nefret eder. Aşiretler arasındaki kavgalardan uzak durur, şahsi ve ailevi çatışmalara katılmaz, hatta bunları tasvip de etmez. Herkes putlara taparken, O akıl ve mantıkla hareket eder. O'na göre, gökler ile yeryüzü arasında tapılacak hiçbir şey yoktur. Hiçbir yaratığın önünde eğilmez. Putlara kurban verme­yi veya putlara adanan hediye ve yiyecekleri kabul etmez. Gönlü her türlü şirke ve mahluklara tapılmasına razı olmaz. Kısacası, bu insan alacakaran­lıkta etrafını aydınlatan bir kandil ve âdi taşlar arasında göz kamaştırıcı bir elmas gibidir.

3.2.4. Zihnî ve Ruhi Dünyasında Değişiklik

Yaklaşık kırk yıl böylesine temiz ve dürüst bir hayat süren bu insanın ömründe büyük bir değişiklik ve devrim meydana gelir. Çevresindeki ka­ranlıktan canı sıkılır. Çevresindeki cehalet, ahlâksızlık, kötülük, düzensiz­lik, şirk ve putperestlik denizinden bir anda kurtulmak ister. Bu çevre ve ortam, O'nun tabiatına hiç uymaz. Nitekim bu pislik dolu dünyasından bunalarak sessiz ve sakin yerlere gider, dağlar ve tepelerde huzur ve sükûnu aramaya çalışır. Bu hareketini sık sık tekrarlar. Günlerce dağlarda ve ma­ğaralarda hakikati arar. Oruç tutarak zihnini ve kalbini temizlemeye çalı­şır. Düşünür, taşınır ve murakabe yapar. Çevresindeki karanlığı yırtacak, ortadan kaldıracak bir ışık arar durur. Eline öylesine sihirli bir imkân ge­çirmek ister ki, bununla doğru yoldan sapmış olan dünyayı kökünden yı­kıp yeni bir dünya oluşturabilsin.

3.2.5. Kurtuluş Çağrısı

Birden bire kişiliğinde ve durumunda muazzam bir değişiklik meyda­na gelir. Birden bire kalbi kendisinden olmayan bir ışıkla dolar. Birden bi­re kendisinde daha önce olmayan bir güç hisseder. Mağaranın yalnızlığın­dan çıkıp, şehre iner. Ve insanlara taptıkları putların gerçek olmadığını, hiçbir anlam taşımadıklarını dolayısıyla onları bırakmaları gerektiğini söyler. Hiçbir insan, ağaç, ruh, yıldız, ay ve gezegenin tapılmaya lâyık ol­madığını belirtir. Bunlara itaat ve ibadet etmenin gereksiz ve anlamsız ol­duğunu söylemeye çalışır. Der ki, bu dünya, ay, yıldız, güneş, gök ve kâinat Allah tarafından yaratılmıştır. Sizi yaratan da öldüren de Allah'tır. Sadece O'na kul olun, O'na itaat edin, O'nun önünde eğilin. Yaptığınız hırsızlık, soygun, yağma, katliam, zulüm, fuhuş ve diğer hayasızlıklar gü­nahtır. Bunlardan sakının, Allah bunlardan hoşlanmaz. Doğru söz söyle­yin, doğru hareket edin. Herkese adaletli davranın. Kimsenin canına kıy­mayın, kimsenin malına göz dikmeyin. Hakkınız ne ise alın, hakkı olana hakkını verin. Hepiniz insansınız ve bütün İnsanlar eşittir. Kimse rezil ve alçak olarak doğmamıştır. Aynı şekilde kimse şeref ve haysiyet madalya­sıyla dünyaya gelmemiştir. Büyüklük ve üstünlük ırk ve soydan değil, Al­lah'a yakın olmak ve dürüst olmaktan gelir. Allah'tan korkan, ahlâkı temiz olan üstün insandır. Gerisi boştur, öldükten sonra hepiniz dirilecek ve Al­lah'ın huzuruna çıkacaksınız. Herkes kendi söz ve hareketlerinin muhase­besini yapacak, Allah'a hesap verecektir. Her şeyi bilen ve gören Allah, yaptıklarınızın muhakemesini görüp son kararını verecektir. O'ndan hiçbir şey saklayamazsınız. Bütün hayatınız açık bir kitap gibi Allah'ın önünde duracaktır ve O, bu kitaba göre hakkınızda hükmünü verecektir.) O Adil-i Mutlak'ın nezdinde kimse kimsenin avukatlığını yapamayacak, kimse kimseyi kurtaramayacaktır. Allah'ın katında ne rüşvet geçerlidir, ne de şan ve şöhret.Orada ne ırk sorulacak ne aile şeceresi. Tek değer ölçüsü iman ve iyi amel olacaktır, iman ve amel sermayesi bol olan doğruca cennete gidecek, bundan yoksun olan ise cehennem ateşinde yanacaktır.

İşte O büyük insan, mağaradan çıkıp böyle bir kurtuluş çağrısında bulundu, bu şekilde halkına seslendi.

3.2.6. Halkın Tepkisi

Cahil halk sert bir tepki gösterir ve O'na birden bire düşman kesilir. Ona küfür eder, taş atar. Bir gün değil, iki gün değil, birkaç ay değil, tam on üç yıl kendisine zulüm eder, eziyet çektirir. Nihayet evinden, ocağından koparıp sürgüne gönderir. Bununla da yetinmez, sığındığı yerde kendisini ve taraftarlarım rahat ettirmez. Bütün Arabistan'ı O'na ve bir avuç taraftar­larına karşı ayaklandırır ve tam sekiz yıl kendileri için suikast hazırlar, kendilerine karşı üst üste seferler düzenleyip, saldırıya geçerler. Fakat bü­tün bu güçlük ve engellere rağmen o büyük insanın azmi kırılmaz.

Bu halk, bu millet neden kendisine düşman kesilmiştir? Bu bir para ve arazi kavgası mıydı? Bir kan davası mıydı? Yoksa O onlardan bir mal mı talep ediyordu? Hayır, hiçbir şey! Bütün düşmanlık kin ve nefret sırf Allah'a çağırdığı içindi. Onlar hayret ediyorlardı; bu adam bizi neden tek Allah'a inanmaya, itaat etmeye davet ediyor? Bizi neden putperestlik, şirk ve fuhuştan alıkoymak istiyor? Kâhin, keşiş ve rahiplerin ekmeğine niçin mani oluyor? Kabile reislerinin sultasını neden kırmak istiyor? İnsanlar arasındaki farkı neden kaldırmak istiyor? Aşiret kavgaları ve ırkçı taas­supların niçin cehalet olduğunu söylüyor? Eski çağlardan beri süregelen toplum düzenini neden bozmak istiyor? Halk demek isliyordu ki: "Senin talimatın aile ve toplum düzenimize ters geliyor, milli geleneklerimize uy­muyor. Sen bu işten vazgeç, yoksa seni yaşatmayız."

3.2.7. Baskı ve Zulme Karşı Direniş

Peki, bu insan neden bunca baskıya uğradı, neden bu kadar eziyet çekti? Milleti O'na hükümdarlık vermeye hazırdı ve talimatından vazge­çerse, O'nu servete boğmaya hazırdı. Ancak O her şeyi reddetti ve tebliği­ni, vaazını vermekten vazgeçmedi. Hem de her türlü zorluk ve zulme katlanarak. Bu niçin böyle idi? İnsanlar Allah'a inanıp, dürüst olsalardı, O herhangi bir şahsi menfaat mi elde edecekti? O'nu yolundan caydırmayan iktidar, servet ve başkalarına hükmetmekten daha cazip ve faydalı bir şey mi vardı? Ne gibi bir menfaat O'nu tam yirmi bir yıl her türlü bedeni ve ru­hi eziyet ve işkenceye katlanmaya itti? Düşünün; fedakârlık, iyi niyet ve yardımlaşmanın bundan daha büyük ve yüce bir örneği var mıdır? Kişi kendi nefsi için değil, başkalarının maddi ve manevî faydası için bunca zahmete ve külfete katlanabilir mi? Hem de iyi olmalarını, doğru yolu bulmalarını istediği millet O'nu taşlarken, evinden barkından koparırken ve sürgünde de peşini bırakmazken!

Bir yalancı, bir sahtekâr, aslı astarı olmayan bir şey için bunca güçlük ve engellerle boğuşabilir mi? Macera peşinde olan bir şahıs sadece tahmin ve kıyasına dayanarak davasını böyle savunabilir mi? Bunca yalan, iftira ve ithamların yanı sıra fiili müdahaleye ve tecavüze karşı dayanabilir mi? Bir hokkabaz veya bir soytarı ortaya attığı bir oyun için, büsbütün ayağa kalkan bir millet ve memlekete karşı son ana kadar mücadele edebilir mi? Bir hilekâr ve bir şakacı sadece keyfi için büyük ordulara karşı koyabilir mi? Bu azim, bu kararlılık, bu sebat kendisinin ne kadar haklı olduğunu, davasının ne kadar sağlam olduğunu zaten gözümüzün önüne sermiyor mi? Davasının noksan veya zayıf olduğunu bilen bir kişi tam yirmi bir yıl her türlü muhalefete nasıl karşı koyabilirdi?

Söz konusu insanın durumunda göze çarpan bu değişikliğin yanında bir değişiklik daha vardı ki, bu daha da şaşırtıcıydı.

3.2.8. Tutum ve Davranışındaki İkinci Büyük Değişiklik

Kırk yaşına kadar o bir Arap'tı, diğer Araplar gibi. Bu süre içinde kimse bu tüccarın büyüleyici hitabetine tanık olmamıştı. Kimse O'nun ilâhiyat, ahlâk, felsefe, siyaset, hukuk, iktisat ve biyoloji'nin en derin ku­ral ve tezlerinden bahsettiğini duymamıştı. Kimse, Tanrı, melekler, sema­vi kitaplar, geçmiş peygamberler, eski ümmetler, kıyamet, ölümden son­raki hayat, cennet ve cehennem hakkında tek bir söz söylediğini işitme­mişti. Şüphesiz, temiz bir karakteri, efendi bir kişiliği vardı, ama kırk ya­şına kadar hayatında olağanüstü herhangi bir değişikliğe rastlanmamıştı. Dolayısıyla O'nun ilerde büyük bir insan olacağını kimse sezememişti. Yakın çevresindekiler sessiz, sakin, barış sever ve dürüst bir kişi olduğu­nu biliyordu. Ancak kırk yaşından sonra mağaradan çıkınca sanki dünya­lar değişmişti.

Artık O, yepyeni sözler söylüyordu. Konuşmasında öyle bir çekicilik, söylediklerinde bir cazibe vardı ki kendisini duyanlar büyülenmiş gibi oluyorlardı. Kelâmı öylesine etkileyici idi ki ezeli düşmanları bile, etki­lenmemek için O'nu dinlemekten kaçıyorlardı. Fesahat ve belağati öylesi­ne kuvvetliydi ki, aralarında büyük şair, hatip ve konuşmacının bulundu­ğu bütün Arap milletine açıkça meydan okuyor ve diyordu ki: "Okudu­ğum sûre ve ayetlere benzer bir tek sûre ve ayet getirin, köleniz olayım." Ama kimse buna cesaret edemedi. Zira Arapların kulağı böylesine zarif, böylesine hitabet dolu bir konuşmaya alışmamıştı.

Bu şahıs şimdi bir anda emsalsiz bir hekim, eşine rastlanmayan bir ıs­lahatçı, yeni bir medeniyetin kurucusu, usta bir siyasetçi, üstün kabiliyetli bir hukukçu, yüksek seviyeli bir hâkim ve tecrübeli bir komutan hüviyetleriyle karşınıza çıkıyor. Bu şahıs Arabistan çöllerinin cahil bedevilerine akıl, mantık ve hikmetin öylesine derin ve çekici meselelerini anlatıyor ki bunun eşine ne geçmişte rastlanmış, ne de gelecekte benzeri bulunacaktır. Bu ümmî, artık ilâhiyat üzerine konferans verebiliyor, milletlerin tarihi ve iniş çıkış sebepleri konusunda konuşmalar yapabiliyor, felsefenin karma­şık kurallarından bahsedebiliyor, geçmişteki ıslahatçıların günah ve se­vaplarını bir kitap gibi okuyabiliyor, dünyanın çeşitli din ve mezheplerini eleştirebiliyor, milletler arasındaki davalarda ve kavgalarda karar verebili­yor, ahlâk, medeniyet ve kültürün en güzel derslerini verebiliyordu.

Bu insan bununla da yetinmiyor, toplum, ekonomi, sosyal problemler ve uluslararası ilişkilerle ilgili kanun ve beyannameler çıkarabiliyordu. Bu hususta öyle kanunlar hazırlıyor ve hukuk nizamı meydana getiriyordu ki, büyük hukukçu ve âlimler, bütün ömürlerini bile harcadıktan sonra bu gi­bi eserler ortaya çıkaramazlardı. Hatla zaman ilerledikçe ve insanoğlu ge­lişme kaydettikçe bu kanun ve kuralların hikmetini daha iyi anlayabil­mektedir.

O, sessiz, mütevazı ve alçak gönüllü tüccar, -ki hayatında kılıca bile dokunmamış, hiçbir askeri eğitimden geçmemiş hayatında sadece bir kere bir çarpışmayı uzaktan seyretmişti- birden bire cesur bir asker oluveriyor­du. Öyle bir asker ki muharebenin en şiddetli anında bile mevziden kıpır­damıyordu. Öyle büyük kumandan olmuştu ki, dokuz yılda bütün Arabis­tan'ı fethediyordu. Öylesine müthiş bir askeri liderdi ki, meydana getirdiği ordu, askeri düzen ve milletine aşıladığı askeri ruh sayesinde, çaresiz ve miskin Araplar sadece birkaç sene zarfında dünyanın iki muhteşem askeri gücünü alt üst ediyorlardı.

O sessiz ve kendi halindeki insan, ki kırk yaşma kadar herhangi bir siyasi konuyla ilgilendiği görülmemişti, bir anda öyle büyük bir devlet adamı, ıslahatçı ve politikacı oluverdi ki, yirmi üç yılda 1.2 milyon mil ka­relik Arabistan çölünün dağınık, kavgacı, cahil, dik kafalı, kültürsüz kabi­lelerini telgraf, telefon, radyo, demiryolları veya karayolları basın ve ya­yın gibi ulaşım ve haberleşme araçları olmaksızın bir dine, bir medeniye­te, bir kanuna ve bir hükümete bağlayıverdi. Düşüncelerini değiştirdi, ahlâklarını düzeltti, kültürsüzlüklerini kültürle ikame etti, vahşiliğini me­deniyete çevirdi, kötülük ve ahlâksızlıklarını iyilik, takva ve dürüstlüğe dönüştürdü. Kanunsuzluk ve anarşi hareketlerini gıpta edilecek bir kanuna saygınlık ve devlete, nizama bağlılığa çevirdi, asırlarca içinden kaliteli ve yetenekli bir insanın çıkmadığı kısır bir milleti öylesine verimli ve bere­ketli yaptı ki, her alanda yüzlerce ve halta binlerce uzman, âlim, sanatçı ve ünlü şahsiyetler doğdu ve dünyaya din, ahlâk, medeniyet ve kültür dersleri vermeye başladılar.

3.2.9. Güzel Ahlâk

Üstelik, bütün bunları zulüm, cebir, hile ve aldatmaca ile yapmadı. Aksine bu muazzam değişiklik ve gıpta edilecek devrimi, herkesi kendine hayran bırakan güzel ahlâkı, kalbleri fetheden efendiliği, kibarlığı ve zi­hinleri etkileyen vaaz ve telkinleriyle yaptı. Güzel ve üstün ahlâkıyla düş­manlarını dost yaptı, merhamet ve şefkatle gönüllere taht kurdu, adalet ve dostlukla hükümet işlerini yürüttü, hakkaniyet ve doğruluktan bir mili­metre bile ayrılmadı. Savaşla da kaba kuvvete ve vahşete başvurmadı, kimseye hile yapmadı, sözünden caymadı. Ezeli düşmanlarından bile inti­kam almadı. Kanını emmek isteyen, O'nu taşlayan, O'nu sürgüne gönde­ren, O'nun aleyhinde bütün Arabistan'ı ayaklandıran, hatta cinnet getirip amcasının ciğerini çiğneyenleri bile affetti, şahsi kin veya garaz için kim­seden intikam almadı.

Bütün bunların yanı sıra, tüm ülkenin tek hâkimi olmasına rağmen, fakir bir hayat sürecek kadar fedakâr bir insandı. Bütün ülkenin hükümda­rı ve şöhreti ile nüfuzu yurtdışına da taşmış olmasına rağmen sadeliğini terk etmedi. Her türlü servet ve zenginlikten yararlanma imkânı bulunma­sına rağmen, yaşantısında bir değişiklik olmadı. Hasır üzerinde yalar, ola­ğan elbiselerle vücudunu sarar, fakir yemeği yer, bazen günlerce ağzına bir tek lokma girmezdi. Geceleri kalkıp namaz kılar, dua ederdi. Bazen bütün gece ümmeti için dua ederdi. Fakir fukaraya yardım eder, bir işçi gibi onların hizmetine koşardı. Ömrünün sonuna kadar mağrur insanların, despot ve padişahların gurur ve gösterisine kapılmadı. Alelâde bir insan gibi herkesle görüşür, dertleşirdi. Ümmet arasına karışıp onlarla öyle mü­tevazi bir şekilde konuşurdu ki, bir toplantıda milletin önderi, halkın sev­gilisi, ülkenin hükümdarının da bulunduğu fark edilemezdi. Maddi ve manevî rütbesi bu kadar büyük olan bir kişi sokaktaki adamıyla aynı seviye­de ve aynı kılıkla buluşur, konuşurdu. Kendisine ait olan her şeyi ve hakkı olan bütün mirasını ümmetine bıraktı. Öz evlâtlarının hakkını ümmetinin haklarından üstün kılmadı, kendilerine herhangi bir imtiyaz veya üstünlük tanınmasına şiddetle karşı çıktı. Öyle ki, çoluk çocuklarını ve diğer aile üyelerini zekât alma hakkından mahrum bıraktı. Sırf taraflar ve dindaşla­rının ilerde, çocuklarına ve aile fertlerine zekâtların tümünü vermeye baş­layabilecekleri korkusuyla!

3.2.10. Yeni Bir Çağ Açan

Bu büyük ve muhteşem insanın meziyetleri ve faziletleri burada bit­miyor. Gerçek mevkii ve yerini tesbit etmek için dünya tarihine şöyle bir göz atmanız gerekiyor. Göreceksiniz ki, bin dört yüz yıl önce dünyaya ge­len Arabistan çölünün bu ümmi ve sade insanı, aslında eski çağı kapatarak yeni bir çağ açan Cihan Önderi'dir. O yalnızca kendisini tanıyanların, ken­dine bağlı olanların değil, kendisini tanımayanların da lideridir. O'na dil uzatmaya cesaret edenler, düşüncelerine, hayat düzenlerine, kanunlarına ve kısacası modem çağa O'nun getirdiği ruhun ne kadar nüfuz ettiğini bil­miyorlar.

Dünya insanlarının fikir ve hayallerini vehimler, batıl itikat ve ruh­banlıktan gerçekçiliğe ve dürüst bir dünyacılığa çeviren insan O'dur. Mu'cize ve keramet isteyen dünyaya, akıllara durgunluk veren gerçekleri öğ­reten ve aklî ölçüler kullanmayı telkin eden O'dur. İnsanların, cehalet ve vehameti terk edip, gözleriyle Allah'ın kudreti ve tabiatın sırlarını görme zevkini sağlayan O'dur. Hayal âleminde yaşayan, olur olmaz şeyler için tahmin yürütenleri akıl, mantık, müşahede ve tetkike davet eden ve alıştı­ran O'dur. O, akıl ile his arasındaki değer ölçüsünü insana öğretti. Madde ile Ruh arasında bağ kurdu. Din ile ilim ve amel arasında irtibat kurdu. Dinin gücüyle, fen ve bilime ilgiyi arttırdı, aynı şekilde bilimin dinle ilgi­lenmesini sağladı. Şirk ile putperestliğin kökünü kazıdı ve ilmin kuvvetiy­le tevhide inancı öylesine sağlamlaştırdı ki müşrikler ile putperestlerin dinlerinde bile tek tanrıyla ilgili inancın öğeleri görülmeye başlandı. Ah­lâk ve ruhaniyetin temel fikirlerini değiştirdi. Eskiden dünyayı terk edip, nefsi öldürmek ahlâk ve faziletin vazgeçilmez yolu sayılırdı. Ama O onla­ra dünyadaki sorunlarla ilgilenerek, cemiyet kurallarının dışına çıkılmayarak ve dünya nimetlerinden tamamıyla yararlanarak ebedi hakikati bulma­nın mümkün olacağını öğretti. Aynı şekilde dünyevi ve maddi sorunlarla uğraşırken ölçülü davranılması ve ahiret ile öbür dünyadaki hayatın unu­tulmaması gerektiği fikrini yerleştirdi. Ayrıca, insanın gerçek değerinin ne olduğunu öğreten de O'dur. Putlar, ilâhlar ve Allah'ın oğlundan başka kimseyi peygamber, dini lider ve tapılmaya lâyık nesne veya kişi olarak kabul etmeye yanaşmayanlara, bir insanın evrensel hükümranlığın temsil­cisi ve alemlerin Rabbi'nin naibi, halifesi olabileceğini vurgulayan O'dur. İnsanların kuvveti ve kudretine göre yanlarında diz çökenlere, onlara ta­panlara bunların basit insanlardan farkı olmadığını anlatan da O'dur. Her güçlü ve iktidarlı insana Tanrı diyerek sarılanlara, insana sadece insan muamelesi yapılması gerektiğini öğreten O'dur. Hiçbir insanın doğuştan ulviyet, kutsallık, hükümdarlık ve efendilik sıfatlarını taşımadığını, aynı şekilde kimsenin alçaklık, mahkûmiyet ve esaret damgası vurularak dün­yaya gelmediğini söyleyen de O'dur. Dünyada İnsanlar arasındaki birlik, beraberlik, eşitlik, sevgi, saygı ve özgürlük düşüncelerini yaratan ve güç­lendiren işte bu talimat ve telkinlerdir.

Hayal âleminden gerçeklere dönün ve bu ümminin liderlik dehasının pratik sonuçlarına bir göz alın. Bunları devletlerarası ilişkilerde, devlet hukukunda, belli başlı anlaşma ve sözleşme ile kanun ve kurallarda rahat­ça görebilirsiniz. Ahlâk, adap, tahâret, kültür ve medeniyetin birçok usûlü O'ndan alınmıştır. Toplumun pek çok kurallarının kaynağı O'dur. Ekono­miyle ilgili getirdiği bir dizi teori ve uygulamalar dünyada nice doktrin ve devrimlerin gerçekleşmesine ve bu sürecin hâlâ devam etmesine yol aç­mıştır. Devlet ve hükümet ile ilgili ilke ve kuralları dünyada sayısız siyasi ideolojinin doğması ve rejimlerin kurulmasına sebep olmuştur. Adalet ve hukuka ait olan düzenlemeleri dünyanın adlî sisteminde ve hukuk edebi­yatında gözle görülür değişiklikler meydana getirmiştir. Dünyada savaş ve barışın ilk kez medeni kurallar içinde yapılmasını sağlayan işte bu Arap ümmîsidir. Çünkü daha önceki çağlarda savaşın da bazı kuralları olabileceğine ve çeşitli milletler arasındaki anlaşmazlıkların ortak insanlık değerlerine dayanılarak giderilebileceğine kimse inanmıyordu.

3.2.11. Çok Yönlü Şahsiyet

İnsanlık tarihinde bu hârika insanın mevkii ve yeri o kadar üstün ve yüksektir ki, gelmiş geçmiş bütün büyük insan ve kahramanlar O'nun yanında küçük ve önemsiz kalırlar. Dünyada birçok büyük insan doğmuştur, ama hiçbirinin meziyetleri bir iki alandaki uğraşı ve başarıdan öteye git­mez. Ya teorisyendir, pratiği yoktur, ya da pratiği varsa teorisi zayıftır. Kimi siyasi, kimi askeri dehada rakipsizdir. Birinin gözü sosyal hayatın tek bir cephesine öylesine dikilmiştir ki, diğer bütün cepheleri gözünden kaçmıştır. Bir başkası ahlâk ve ruhaniyete o kadar dalmıştır ki, ekonomi ve politikayı bilememiş, hatta dünyadan elini eteğini çekmiştir. Buna kar­şılık biri ekonomide ve politikada tek söz sahibi haline gelmiş, ama ahlâk ve faziletten nasibini alamamıştır. Kısacası, tarihte kime bakarsanız tek cepheli, tek meziyetli kahraman veya uzmandır. Fakat bir tek şahsiyet vardır ki, bütün meziyetleri kendisinde toplamıştır. Bu büyük insan hem filozof hem hakimdir, hem de söylediklerini aynen tatbik etme başarısını göstermiştir. O aynı zamanda büyük bir devlet adamı, askeri lider, hukuk adamı ve hukukçu, ahlâk hocası, dini ve manevî önderdir. Bakış açısı bü­tün bir insan hayatını kapsayacak kadar geniş olmasına rağmen en küçük ayrıntılar bile dikkatinden kaçmaz. Sofrada yemek yemenin adabı ve vü­cut temizliğinin usullerinden tutun da milletlerarası münasebetlere kadar her konuda emir ve talimat verir. Kendi getirdiklerine dayanan bir mede­niyet oluşturur. Ve insan hayatının bütün alan ve yönleri arasında tam denge kurabilen bir hayat düzeni getirir. Böylesine çok yönlü ve çok yete­nekli başka bir lider ve kahraman gösterebilir misiniz?

3.2.12. Çevresini Aşan Bir Şahsiyet

Dünyanın hemen hemen bütün şahsiyetlerinin yetişmelerinde çevre­lerinin rolü büyük olmuştur. Fakat sözünü ettiğimiz insanın bambaşka bir özelliği vardır. Bu insanın yetişmesinde çevresinin hiçbir rolü olmadığı görülür. Arabistan'ın o zamanki durum ve koşullarının böyle bir tarihi şahsiyetin doğmasına müsait olduğu da söylenemez. Arapların en çok ih­tiyaç duyduğu belki de aşırı milliyetçi bir liderdi. Böyle bir lider kabileler arasındaki kavga ve çekişmeye son verip Arapları bir millet haline getire­bilir, ülke içinde birlik sağlayarak ve çevredeki ülkeleri fethederek güçlü bir Arap krallığı kurabilir ve nihayet, Arapların siyasi ve iktisadi gelişme­sini mümkün kılabilirdi. Bu liderde Arapların bütün kötülükleri bulunabi­lir ve baskı, zulüm, acımasızlık, katliam, hile, desise ve mümkün olan her kötü yola başvurarak milletinin geleceğini teminat altına almaya çalışabi­lirdi. Arap toplumunun o günkü yapısı yukarıda özelliklerini saydığımız bir liderin ortaya çıkmasını gerektiriyordu. Hegel'in tarih felsefesi veya Marks'ın tarihin maddi yorumu açısından ,böyle bir ortamda çevrede yalnızca bir ulusu birleştirebilecek ve devlet kurabilecek bir liderden baş­ka birine ihtiyaç olmadığına inanırsınız. Ama Hegel ile Marks'ın felsefeleriyle aşağıdaki durumun izahı mümkün olabilir mi?

Bir yandan o zamanki Arabistan ve hatta bütün dünyanın perişan ha­lini göz önünde bulundurun, diğer yandan güzel ahlâkı öğreten, insanlığı ıslah eden, nefisleri temizleyen ve cahiliyyenin tüm evham ve hurafelerini yok eden birini düşünün. Öyle biri ki, bakışları ülkesi, halkı ve ırkının bü­tün sınırlarını aşıp dünyaya ve bütün insanlara uzanmıştı. O, sırf kendi yandaşları veya vatandaşları için değil, bütün İnsanlar için cihanşümul bir ahlaki, manevî, medeni ve siyasi nizamın temellerini attı. O, sosyal ve ekonomik meseleler ile milletlerin siyaseti ve uluslararası ilişkilerin sağ­lıklı temellere dayandırılması ve çözümlenmesini hayal aleminde değil, yaşadığımız gerçekler dünyasında sağladı. O, maddiyat ile maneviyatı öy­lesine dengeli biçimde birleştirdi ki, herkes O'nun hikmetine ve basiretine hayran kaldı. Şimdi kalkıp siz bu insanın Arap cahiliyye devri ve ortamı­nın bir ürünü olduğunu söyleyebilir misiniz?

3.2.13. Tarihi Oluşturan Şahsiyet

Şurası bir gerçektir ki bu insan, kendi çevresinin ürünü değildi. Fakat bu noktayı iyice inceleyecek olursak, şahsiyetinin zaman ve mekân sınır­larını da aştığını göreceğiz. Uzak görüşlülüğü çağın koşullarını bir yana bırakıp yüzyılları bir anda kapsamıştır. O, bütün insanları zaman tünelin­den geçirmiş, onları her çağda ve her ortamda tasavvur edebilmiştir. Bu sebepten dolayıdır ki, İnsanlar için her devirde ve her şart altında geçerli ve uygulanabilir hayat kurallarını tanzim etmiştir. O, tarihin yıprattığı kişi ve varlıklardan değildir. O, diğer büyük şahsiyetler gibi sadece kendi çev­resi veya dönemi için iyi sayılan bir lider değildir. O, herkesten ayrı, her­kesten seçkin öyle liderdir ki tarihin akışıyla hareket etmiş ve her çağda kendi çağındaki kadar yeni ve ilerici görülmüştür.

Genelde cömertçe "tarihi oluşturanlar" olarak vasıflandırılan kişiler aslında "tarihin oluşturduğu" kişilerdir. Gerçekten bütün insanlık tarihinde "tarihi oluşturan" bir tek kişi varsa, o da işte peygamberdir. Tarihi, araştırıcı bir zihniyetle ele alacak olursak, bütün ihtilâl, inkılap ve ıslahat yapan kişi ve liderlerin zamanın şartlarından büyük ölçüde yararlandıklarını görürüz. Pek çok durumlarda bugün ani ve harikulade olarak nitelendirebile­ceğimiz devrim ve değişiklikler için şartların hazır olduğunu anlayabiliriz. Çoğu hallerde devrim için zeminin elverişli olduğuna, hatta devrimin yönünü tayin edecek şartların bulunduğuna tanık oluruz. Bir devrimcinin görevi bu şartları fikirden eyleme dönüştürmek olmuştur. Yani başka bir de­yimle, büyük devrimci ve devlet adamı dediğimiz pek çok lider, genellikle sahnesi hazır ve rolü belirlenmiş birer oyuncudan farksızdır. Fakat, tari­hi oluşturan ve gerçek bir devrim yapan bu kişiye bakın ki ihtilâl ve inkılâbın şartlarını kendisi oluşturmuştur, inkılâb için malzemeyi kendisi ha­zırlamıştır. İnkılâbın ruhu ve bunu gerçekleştirecek, yaşatacak hiçbir şey ortada yokken, yeni bir ruh, yeni bir insan türü ortaya koymuştur. Kendi kişiliğini eriterek binlerce kişinin kalbine girmiş ve onları istediği hale ve kıvama getirmiştir. Kafa ve kalp birliği ve çelik gibi irade gücüyle devri­min şartlarını kendisi hazırlamıştır. Bu devrimin şeklini ve yönünü kendi­si tayin etmiştir. Sonra yine kendi irade gücüyle hadiselerin seyrini değiş­tirmiş ve istediği istikâmete götürmüştür. Tarihin oluşumunu böylesine etkileyen ve böylesine harikulâde bir değişimi meydana getiren bir başka, inkılabçı var mıdır?

Şimdi gelin şu soruyu kendi kendimize soralım: Bin dört yüz yıl önceki karanlık dünyada, Arabistan gibi en karanlık ülkenin bir köşesinde önce çobanlık, daha sonra ticaretle uğraşan, okuma yazması olmayan bir kişide bu âni değişiklik, bu muazzam devrim nasıl meydana geldi? Nasıl oldu da bu sade vatandaş böyle münevver bir kişi oluverdi? Bunca güç, bilgi, ye­tenek ve terbiyeyi nerden kazandı? Siz derseniz ki bunların hepsini kendi­si bulmuştu, hayal gücünü kullanmıştı. Ben derim ki eğer bunları kendisi bulmuşsa O'nun peygamberlik değil, tanrılık iddiasında bulunması gere­kirdi. Şayet o böyle bir iddiada bulunsaydı, Rama'yı ilâh ilan eden, Krişna'yı mücessem tanrı olarak kabul eden, Buda'ya tapmaya başlayan, Hz. Îsa'yı kendiliğinden Allah'ın oğlu mevkiine çıkaran ve hatta ateş ile rüzgar ve suya tapan bu dünyanın insanları, böylesine dirayetli ve meziyetli bir kişiyi tanrı olarak kabul etmekten çekinmezlerdi. Fakat bakın O, kabiliye­tini ve fevkalâde kuvvetlerini kendisine mal etmiyor ve "ben de insanım, tıpkı sizin gibi, hiçbir şey benim değildir. Bende ne varsa Allah vergisidir. Bütün dünyada eşi bulunmayan bu kelâm, bu harika sözler benim değil­dir, bu benim kafamın mahsulü değildir. Bu, kelimesi kelimesine Al­lah'tan gelmiştir ve bunun için bütün hamdler Allah'a olsun. Başardığım işlerin, çıkardığım kanun1ann, size öğrettiğim usullerin hiçbiri, ama hiçbi­ri, düzmece değildir. Benim aklım ve gücüm bu büyük işleri başarmaya yetmez. Adım adım Rabbimi izlerim, her konuda benim yol göstericim O'dur. Her an O'na muhtacım. Bana O'ndan işaret gelir gelmez ağzımı açar, adımımı atarım" diyor.

Bakın bu sözler ne kadar harikadır. Ne kadar doğru ve samimidir. Bir yalancı kendisini haklı çıkartmak ve büyütmek için elinden gelen yalanla­rı uydurur, yapamadıklarını yaptığını söyler, başkalarının mallarının ken­disine ait olduğunu iddia eder. Ama Peygamber, kendisinde bulunan me­ziyetlerin, şahsi meziyet ve kabiliyetler olduğunu iddia etseydi bile başka­ları O'nu yalanlayamazdı. Zira, bunu tesbit edecek imkânları yoktu. Doğ­ruluk ve içtenliğin bundan daha büyük kanıtı olabilir mi? Çok gizli yollar­la edindiği bilgi ve yeteneklerinin kaynağını başkalarına açıklamaktan çe­kinmeyenden daha doğru ve dürüst biri olabilir mi? Söyleyin bana, neden O'na iman etmeyelim, neden peygamberliğini teyid etmeyelim?

3.3. HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİ LEHİNDE KUR'AN'IN İLERİ SÜRDÜĞÜ DELİLLER

Kur'an-ı Kerim'de deniliyor ki:

"Ey Nebi, sen bundan evvel ne bir kitap okuyordun ne elinle yazıyor­dun. Eğer böyle olsaydı, bâtıl'a tapanlar şüpheye düşebilirlerdi. Aslında bunlar, ilim sahiplerine parlayan birer işarettirler." (Ankebût; 48-49)

Bu ayet açıkça Hz. Peygamber'in okuma yazma bilmediğini vurgulu­yor. Eğer bunun aksi olsaydı bütün ömrünü aralarında geçirdiği kabilesi­nin ve bulunduğu şehrin insanları bunu bilir ve şahitlik ederlerdi. Ama on­lar O'nun okuyup yazma bilmediğini biliyorlardı.

3.3.1. Ümmiliğin Nübüvvet İle İlgisi

Bu noktaya değindikten sonra şunları söyleyebiliriz: Semavi kitapla­rın talimatı, geçmişteki peygamberlerin durumu, çeşitli çağlarda ortaya çı­kan din, mezhep ve akidelerin mahiyeti, eski İnsanlar, kavimler ve mede­niyetlerin tarihî, siyaset, cemiyet ve iktisadın karmaşık meseleleriyle ilgili olarak bir ümminin dilinden çıkan sözler vahiy'den başka bir şey değildir. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) azıcık okuma yazma bilebilseydi[1] yakınları ile çevresindekiler O'nun herhangi bir zaman eline bir kitap aldığını, araştırma yaptığını görmüş olsalardı, kâfir ve batıla inananlar bel­ki de diyebilirdi ki, yukarıda bahsettiğimiz konular hakkında belirli bazı bilgiler toplamıştır. Fakat Hz. Muhammed (a.s.)in ümmiliği, bu gibi ihti­malleri tamamıyla ortadan kaldırmış oldu.

Bir ümmi'nin Kur'an-ı Kerim gibi muhteşem bir kitabı insanlara sun­ması ve geçmişte kendisinde olmayan harika meziyet ve kabiliyetlere sa­hip olması, akıl ve mantık sahibi her insan için zaten peygamberliğinin en büyük delilidir. Dünyada tarihî kişilerden hangisinin durumunu araştıra­cak olursak, yaşadığı çağ ve çevre ile o zamanki şartların onun yetişme­sinde büyük rol oynadıklarını görürüz. Fakat Hz. Peygamber (a.s.) kendi çağı veya çevresinin ürünü değildi. O'nun kişiliğindeki ani ve büyük deği­şiklik ve devrimin, mutlaka ilâhi bir menbaı ve kaynağı vardı. Bu nedenle, yukarıdaki âyette Hazreti Muhammed (a.s.)in kişiliği parlayan bir delile benzetilmiştir. O'nun kişiliği aslında bir değil, bir çok delilin toplamıdır. Cahil biri bu delilleri göremiyorsa görmesin. Ama ilim, akıl ve mantık sa­hibi kimseler bu delilleri görür görmez, bunların ancak bir peygamberin şanına lâyık olduğuna can-ü gönülden inanmışlardır. Şu âyete bakın:

"Bunlar diyor ki, neden bu insana Allah tarafından delil ve işaretler indirilmedi. De ki: "Delil ve işaretler sadece Allah'ın indindedir. Dense sadece uyarıcıyım, açık seçik (haber vermek için görevlendirilmişimdir). Ve bu (delil) bunlara yetmiyor mu? Biz sana kitap gönderdik. Bu (kitap) kendilerine okunuyor. Aslında, bunda, iman edenler için rahmet ve nasi­hat vardır." (Ankebût; 50-51)

Burada demek isteniyor ki, Hz. Peygamber bir ümmî olmasına rağ­men, kendisine Kur'an-ı Azimüşşan gibi bir kitabın gönderilmesi bir delil değil midir? Zâten bu kendi başına öyle bir Mu'cizedir ki herkes Hz. Mu­hammed (a.s.)in peygamberliğine inanabilir. Bundan sonra başka bir Mu'cizeye ne hâcet vardır? Geçmişte gösterilen Mu'cizeler âni ve geçiciydi. Halbuki bu Mu'cize her zaman iman sahiplerinin yanında bulunacaktır. Bu kitap her gün ve her zaman Peygamber tarafından çevresindekilere okunu­yor ve anlatılıyordu.

3.3.2. Nübüvvet'ten Önceki Yaşantısı da Bir Delildir

"Bir kerre, bütün ömrümü aranızda geçirmişimdir." (Yunus; 16)

Bu ayette dile getirilen gerçek, Kur'an-ı Kerim'in Hazreti Peygam­ber'in zihninin bir ürünü olduğu hâşâ Allah'ın kelâmı olmayıp kendisinin uydurduğu bir kitap olduğu yolunda Kureyş'li müşrik ve kâfirlerin yaptık­ları iddiaları yalanlayacak niteliktedir. Burada, müşriklerden, diğer delil­leri bir yana bırakıp bu daha yakın, gözle görülür gerçeğe bakmaları iste­niyor. Hz. Muhammed (a.s.) ömrünün kırk yılını onlar arasında geçirmiş­ti. Aynı şehirde doğmuş, gözlerinin önünde büyümüştü. Erginlik, derken orta yaşma kadar onlar arasında oturmuş, yemiş, içmiş, alış veriş yapmış, evlenmiş, kısaca, her türlü içtimai faaliyette bulunmuştu. Hayatının hiçbir yanı onlardan saklı değildi. O'nun şahsiyeti açık bir kitap gibi önlerinde duruyordu. Kişiliği, davranışı ve tulumu başlı başına birer delildiler. Haz­reti Peygamber'in hayatının şu iki önemli yanı hemen hemen bütün Mek­ke'liler tarafından biliniyordu.

Nübüvvet'inden önceki kırk senelik süre içinde peygamber olduğunu söylemeye başladıktan sonra birden bire dilinden dökülmeye başlayan ilim, irfan ve hikmet dolu sözlerin herhangi bir dünyevi merci ve kaynağı hiçbir yerde görülmemiş duyulmamıştı. Kimse onun ilmi, siyasi ve içti­mai konularla ilgilendiğini görmemişti. Bu âni değişikliğin, kişiliğindeki güç ve yetenekten değil dışardan, olağanüstü ve insanüstü bir kaynaktan meydana geldiği apaçık ortadaydı. Bundan dolayıdır ki, Kur'an-ı Ke­rim'in, Hz. Muhammed (a.s.)in hayalinin ürünü olduğu saçmalığına kim­senin inanamayacağını sezen Mekke'nin kurnaz ve kötü niyetli insanları, bütün bunları başka birinin Hz. Muhammed (a.s.)'e öğrettiğini söylemeye başladılar. Ne var ki, bu ikinci iddia da birincisi kadar saçma ve asılsızdı. Zira Mekke şöyle dursun, bütün Arabistan'da Kur'an-ı Kerim gibi ilâhî bir kitabın yazarı olacak seviyede bir bilgin veya ilim adamı yoktu. Sonra, bu seviyedeki bir dâhi geçekten varolsaydı, Mekkeliler ve Arap'lar kendisin­den haberdâr olmayacaklar mıydı?

Hz. Muhammed (a.s.)in, Nübüvvet'inden önceki yaşantısının ikinci yanı daha da ilginçtir. Kendisiyle yakından, uzaktan ilgilenmiş olan her­kes temiz karakteri ve efendi kişiliğine hayrandı. Yalancılık, hilekârlık, dolandırıcılık ve buna benzer illetler O'nun yanından bile geçmemişti. Çevresi ve ülkesinin hiçbir ferdi bu kötülüklerin hiçbir örneğini O’nda görmemişti. Onlar, Hz. Peygamber'i son derece namuslu, dürüst, sözüne güvenilir, lekesiz, doğru ve hemen hemen kusursuz biri olarak bilirlerdi. Hz. Muhammed (a.s.)in nübüvvetinden beş yıl önce Kâ'be'nin yapımı sı­rasında Hacer-i Esved ile ilgili meşhur olay meydana gelmişti. Bilindiği gibi, Kâbe'de Hacer-i Esved olarak bilinen siyah taşın yerleştirilmesi ko­nusunda Kureyş'in muhtelif kabile ve aileleri arasında anlaşmazlık çık­mıştı. Aileler meseleyi aralarında halledemeyince şöyle bir karara varmış­lardı. Yarın sabah Harem (Kâ'be)e adım alacak ilk kişi hakem olacaktır, o ne derse kabul edeceğiz. Ertesi sabah Kâ'be'ye adım atan ilk kişi Hz. Mu­hammed (a.s.)den başka birisi değildi. Kendisini görür görmez herkes bir­den haykırıverdi: "İşte emin (emanetçi, dürüst, güvenilir) burada, bu Mu­hammed'dir, biz bunun hakemliğine razıyız". Aynı şekilde, Allahu Teâlâ, Hz. Muhammed(a.s.)'i Nebi yapmadan önce Kureyş kabilesinin büyük bir toplantısında kendisinin "emin" olduğunu belgeletmişti. Şimdi, ömründe hiç yalan söylememiş, kimseyi kandırmamış, kimseyi dolandırmamış olan bir kişinin kalkıp böylesine büyük bir yalan söyleyeceğine böylesine kor­kunç bir hile yapabileceğine inanabilir misiniz? Böyle bir insanın, kafa­sında oluşturduğu fikirler ve plânların, Allah'ın sözleri ve emirleri olduğu­nu söyleyebileceğini kabul edebilir misiniz?

"Ve işte bu şekilde, (Ey Muhammed) Biz kendi emrimizle, bir ruhu sana vahiy ile gönderdik. Öyle ki, sen Kitabın ve imanın ne olduğunu bil­miyordun" (Şûra; 52)

Nübüvvet mertebesine yükseltilmeden evvel Peygamber, kendisine bir kitap geleceğini aklının ucundan bile geçirmemişti. Halta, diyebilir ki, ilâhi kitaplar ve muhtevaları hakkında da herhangi bir bilgisi yoklu. Aynı şekilde belki de tek tanrıya inanıyordu, ama bunun yanı sıra melekler, pey­gamberlik, ilâhi kitaplar, kıyamet, mahşer, âhiret, cennet ve cehennem hakkında bildiği bir şey yoktu. Bu hususlar Mekke kâfirlerinden saklı de­ğildi. Mekke'nin hiçbir vatandaşı, Peygamber'lik vazifesini üstlenmeden önce Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından kutsal kitaplar veya falan filan şeylere inanmak icap ediyor gibi bir söz dinlememişti. Belli ki, ilerde nebi ve peygamber olacağını tasarlamış olan bir kişi bu hususta gereken hazır­lıkları yapacaktı. Fakat bu büyük insana bakın ki, kırk yıl kadar din ve inançlarla ilgili ağzından bir tek lâf çıkmamış, ama kırkından sonra aynı konularda herkesi şaşkına çeviren, büyüleyen ve herkesi cezbeden vaaz ve konuşmalar yapmaya başlamıştı.

"Sen, kendine bir kitabın ineceğini hiç beklemiyordun. Bu sadece Rabbinin lutfuyla (sana inmiştir). Onun için kâfirlerin yardımcısı olma­yın". (Kasas; 86)

Yukarıdaki âyette görüldüğü gibi, Allah'ın kitabından habersiz olma­sı, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine bir delil olarak ortaya kon­muştur. Bilindiği gibi, Hz. Musa (a.s.) da kendisinin nebi olacağı ve bü­yük bir vazife alacağından tamamıyla habersizdi. Devrinin en büyük hü­kümdarına meydan okuyacağı, onu mahvedeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Günlerden birinde, yoldan geçerken aniden Allah'ın huzuru­na çağırılmış bir anda nebilik görevi kendisine verilmiş geçmişiyle hiç il­gisi olmayan muazzam bir göreve atanmıştı. Tıpkı bunun gibi, Hz. Mu­hammed (a.s.) da peygamberlik mevkiine yükseliverdi. Mekke'liler, Hz. Muhammed (a.s.)'in Hira mağarasından peygamberlik vazifesiyle dışarı çıktığı günden önceki bir gün ne yapmış olduğunu çok iyi biliyorlardı. Yaşantısının nasıl olduğu, nelerle iştigal ettiği, meraklarının ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Konuşma konuları, zevkleri, üzüntü ve sevinçleri ve faaliyetlerini pekâla takip ediyorlardı. Kendisinin doğruluk, dürüstlük, na­musluluk ve güzel ahlâkın timsali olduğu, munis, mütevazi, kibar, doğru sözlü ve yardımsever kişiliğe sahip bulunduğuna kâniydiler. Ama Mekke'lilerden hiçbiri çıkıp diyemezdi ki, bu iyi ve dürüst insan yarın pey­gamberlik iddiasında bulunacaktır. Hz. Muhammed (a.s.)'a en yakın olan, O'nunla her zaman temasta olan akraba, yakınları ve arkadaşlarından hiç­biri kendisinin peygamberliğe soyunmakta olduğunu iddia edemezdi. Hz. Muhammed (a.s.)'in daha önce vaaz söylediği, bir harekelin başına geçti­ği, bir dava uğruna insanlara çağrıda bulunduğu vaki olmamıştı. Peygam­berliğe getirilmesinden önce mütevazı bir hayatı vardı. Ekmeğini kazanı­yor, çoluk çocuklarını geçindirmeye çalışıyordu. Böyle bir kişinin dünya­yı sarsan evrensel bir mesajla yakınları, vatandaşları, milleti ve hatla bü­tün dünyanın karşısına çıkması ne ile izah edilebilir? Bu öyle bir değişik­lik ve devrimdir ki, insan tabiatı ve toplum psikolojisi açısından buna büyük bir hazırlık ve karakter terbiyesi bile kâfi gelmez. Ama bir an için böyle bir hazırlığın sayesinde bu kadar büyük işler başarılacağını varsa­yalım ve bakalım Hz. Peygamber böyle bir çaba ve hazırlık yapmış mıdır? Bilindiği üzere bu çaptaki bir değişiklik ve devrim için, bir insanın büyük bir ön hazırlık içinde olması gerekiyor, daha sonra da bin bir kuyudan su getirmesi, gecelerini gündüzlerine kalarak çalışması gerekiyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.)'in hayali bu gibi bir hazırlığın tarihi safhalarından geçmiş olsaydı, gece gündüz aralarında yaşamış olduğu insanlardan gizli kal­mayacaktı. Şayet kendisi belirli bir plân ve sistem içinde böyle bir çabaya ve hazırlığa girişmiş olsaydı, bugün bunun binlerce şahidi bulunabilirdi. Çevresindeki İnsanlar diyeceklerdi ki, "bakın biz demiyor muyduk, bu adamın bütün çaba ve hazırlıkları bir gün kendi peygamberliğini ilân et­mek içindi?" Fakat tarih şahittir. Mekke'li kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)'e her çeşit itham ve iftiralarda bulundular, ama hiçbiri, kendisinin nebi veya peygamber olacağını önceden sezdiğini iddia edemedi.

Bunun dışında, Hazreti Muhammed (a.s.) Nübüvvete hevesli ve istek­li değildi, halta benzeri bir beklenti içinde de değildi. Çünkü peygamberli­ğe memur edilmesi tamamen bilmediği ve beklenmedik bir olay olarak karşımıza çıkıyor. Hadislerde Hz. Peygamber'e ilk vahyin geliş keyfiye­ti etraflıca anlatılmıştır. Cibril (a.s.) ile ilk buluşma ve tanışması ve "Alak" Sûresinin ilk âyetlerinin inişinden sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in, sarsılmış halde, titreyerek ve soluk soluğa eve geldiği nakledilmiştir. Ev­dekilere, "beni örtün, beni örtün" der. Biraz sonra toparlanmış gibi olur ve hayat arkadaşına başına gelenleri anlatır ve "canımdan korkuyorum" der. Ama zevcesi, "hayır, hiç korkmayın, sizi Allah hiçbir zaman zor duruma sokmayacaktır. Siz mazlumların haklarını verir, çaresizlere derman bulur, fakirlerin yardımına koşar, misafirleri ağırlar ve her hayır işe katılırsı­nız". Daha sonra kendisini Varaka bin Nevfel'e götürür. Nevfel, amca oğ­lu olup, okumuş, doğru sözlü bir Ehl-i Kitaptır. Varaka bin Nevfel bütün olayı öğrendikten sonra hiç duraklamadan, "sana gelmiş olan varlık, Hz. Musa'ya da gelirdi. O bir melektir. Keşke ben genç olsaydım ve halkınızın sizi sürgüne göndereceği zamana kadar yaşayabilseydim. " Hz. Pey­gamber hayret içinde sorar: "Bu İnsanlar beni buradan çıkarır mı dersi­niz?" Ve Varaka bin Nevfel cevap verir: "Evet, sizin gibi yanında bir şey getirmiş olan birine şimdiye kadar düşman olunmadığı vaki olmamış­tır."

Bütün bu olay, sade ve basit bir insanın birden bire ve beklenmedik bir şekilde görülmemiş bir tecrübe geçirmesinden sonraki tabii halini bü­tün çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) uzun zaman­dan beri peygamberliğe hevesli olup bunun için hazırlık yapmış olsaydı ve peygamberlik görevinin kendisine verilmesi için köşeye çekilip mura­kabelerde bulunmuş olsaydı, Hira mağarasında meydana gelen olaydan sonra mutluluktan uçar, derhal dağdan şehre iner, yeni bir inanç ve güven­le ve hatta gururlu bir şekilde halkının karşısına çıkar ve kendilerine me­sajını sunmaya çalışırdı. Fakat burada durum bambaşkadır. Gördüklerine inanamamış, sapsarı bir yüzle titreyerek eve dönmüş, yorgana sarınmıştır. Biraz kendine gelince de mağarada başına gelenleri karısına anlatmış ve bunun ne olduğunu merak etmiştir. Bu hadise, O'nu öylesine sarsmıştır ki canının tehlikede olduğunu düşünmeye başlamıştır. Nübüvvet'i önceden tasarlamış biri bunları yapabilir miydi?

Ayrıca, kocasının durumu, düşünceleri ve yaşantısı hakkında karısın­dan başka kime güvenebilir? Eğer karısı, kocasının öteden beri peygam­berliğe heveslendiği ve her an bir meleğin gelmesini beklediğini bilseydi, O'nun sözleri herhalde Hz. Hatice (r.a.)'ninkinden çok farklı olacaktı. O diyecek ki, "kocacığım, niye korkuyorsun? Beklediğin an işte geldi. İste­diğin peygamberliğe kavuştun, sakin ol ve çık milletin karşısına ve de ki arlık bana itaat etmelisiniz, ben yeni bir mezhep, yeni bir tarikat kuruyo­rum, bütün hediye ve adaklarınızı bana getirin. Artık işimiz yolundadır." Sonra adaklar toplamaya ve maddi menfaat sağlamaya hazırlanacaktı. Fa­kat on beş yıllık müşterek hayalı O'na göstermişti ki kocası dürüst ve fedakâr bir insan olup hep başkalarının iyiliğini düşünmüştür. Onun için O'na ne şeytan çarpmış, ne de Allah O'nu cezalandırmış veya güç durum­da bırakmıştır. Gördüklerinin gerçek olduğuna o an inanmıştır.

Aynı durum Varaka bin Nevfel için de geçerlidir. Varaka yabancı biri değildir. Hz. Peygamber'in akrabalarından biri olup Kureyş kabilesinin ileri gelenlerindendir. Ayrıca, okumuş bir Hıristiyan olarak Peygamberlik, Kitabullah ve vahiy konusunda hakiki ve gayri hakiki olanlar arasında ayı­rım yapacak şuura sahiptir. Yaşlı olduğu için, Hz. Muhammed (a.s.)'in bü­tün hayatı O'nun gözlerinin önünde geçmiştir. Hira mağarasında geçen olayı duyar duymaz kendisine gelenin bir melek olduğuna inanmıştır. O'na göre Hz. Muhammed (a.s.)'a gelen melek, daha önce Hz. Musa'ya gelen meleğin vasfına sahip olup kendisine aynı şekilde vahiy getirmiş­tir. Varaka bin Nevfel, Hz. Musa'nın Allah'tan gelen mesajı, habersiz ve aniden aldığını hatırlayarak, kesin olarak o da, Hz. Muhammed (a.s.) ola­yında herhangi bir yalan, hile ve şeytanî oyun olmadığı sonucuna varmış­tır.

Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği lehindeki bu deliller sağdu­yulu ve gerçekçi bir insanın gözünden kaçmaz. Bu sebeplen dolayıdır ki, Kur'an-ı Kerim'de bu hususlar birkaç defa Hz. Muhammed (a.s.)'in Nübüvvet'inin lehinde delil olarak kullanılmıştır. Meselâ, Yunus sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Ey Nebi, onlara de ki, Allah bunu istememiş olsaydı, ben bu Kur'an'ı size duyurmazdım. Hatla, O bununla ilgili hiçbir haber size vermeyecekti. Bir kerre, bundan önce ömrümü aranızda geçirmişimdir. Siz bu basit noktayı da anlamaz mısınız?" (Ayet; 16)

Şûra sûresinde şöyle buyurulmuştur:

"Ey nebi, sen bilemezdin, kitap nedir ve iman nedir? Ama Biz bu vah­yi nur yaptık ve bununla kullarımızdan hangisine istersek yol gösteririz." (Ayet; 52) [2]

Hz. Peygamber'in temiz hayatı, sahabelerin yaşantısındaki büyük de­ğişikliğe O'nun vaaz ve telkinlerinin büyük etkisi ve Kur'an-ı Kerim'in di­li, üslûbu ve içinde bahsedilen önemli meseleler, Allah'ın birer parlak işa­reti ve sağlam birer delilidir. Bu sebeple, geçmişteki peygamberlerin du­rumu ve kutsal kitaplara vakıf olan birinin Hz. Muhammed (a.s.)'in pey­gamberliğinden şüphe etmemesi gerekirdi.

"Allah tarafından bir resul temiz kitapları okuyup anlatır. Bu kitap­larda doğru ve gerçek şeyler yazılıdır." (Beyyine; 2-3)

Burada, Hazreti Peygamber'in kendisi aydınlatıcı bir delil olarak ad­dedilmiştir. Zira, Nübüvvet'ten önceki ve sonraki hayatı, kendisinin ümmi olmasına rağmen, Kur'an-ı Kerim gibi Mu'cizevi bir kitap sunması, talima­tı ve telkinleri sayesinde binlerce ve yüz binlerce insanın hayatında müthiş bir değişiklik olması ve temiz bir hayal sürmek, tek Allah'a inanmak, gü­zel ahlâka sahip olmak, söz ve fiildeki birlik ve dengeyi kurmak konusun­da gösterdiği azim ve kararlılığı, bütün bunlar kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunun inkâr edilmez delilleriydi.

3.3.3. Kur'ân-ı Kerim Mu'cizevî Bir Kelâm ve Peygamberliğin Delilidir

"Bu kitabın inişi şüphesiz Alemlerin Rabbi tarafından (mümkün) ol­muştur. Bu İnsanlar diyor ki bu şahıs bunu kendisi uydurmuştur. Halbuki, bu Hak'tır, Rabbın tarafından". (Secde; 2-3)

Burada Kitabullah'ın Alemlerin Rabbi tarafından nâzil olduğu söylen­mekle yetinilmemiş, aynı zamanda, "şüphesiz bu kitap Allah'ındır" denilmiştir. Yani, bu kitabın Allah tarafından geldiğine hiç şüphe edilmemesi gerekir, denilmek istenmiştir. Bu uyarıcı ve vurgulayıcı cümleyi, Kur'an-ı Kerim'in indiği şartlar, ortam ve bizzat Kur'an-ı Kerim'in muhtevası açı­sından değerlendirecek olursak bunda iddia ile beraber bir delilin de va­rolduğunu göreceğiz. Bu delil, kendilerine sunulduğu Mekke'lilerden saklı değildi. Mekke'liler, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlikten önceki ve sonraki hayatını açık bir kitap gibi bilirlerdi. Kur'an-ı Kerim'in dili ve üslûbu, Hz. Muhammed(a.s.)'in dili ve anlatım tarzından çok farklı ve de­ğişikti. Onlar aynı kişinin aynı zamanda birbirinden son derece farklı dil ve davranışa sahip olamayacağını pekalâ biliyorlardı. Aynı zamanda bu kitapta bulunan eşsiz üslubun da farkındaydılar. Aynı dili konuştukları ve bildikleri halde bütün Arabistan'da hiçbir edip, yazar ve şairin Kur'ân-ı Kerim'inkine benzer kitap hazırlamak şöyle dursun, küçük bir bölümünü bile yazamayacaklarını çok iyi biliyorlardı. Bunun dışında Kur'ân'ın muhtevası da çok değişik ve etkileyiciydi. Mekke'liler, bütün Arap şair, kâhin, keşiş ve hatiplerinin söz ve eserlerinde bahsedilen konuların değe­rinin, Kur'ân'ın yanında hiç olduğunu anlıyorlardı. Kur'ân-ı Kerim'deki mevzuların ehemmiyeti, temizliği ve yüceliğinin hiçbir eşi yoklu. Bu kita­bın metni de, yalan ve asılsız bir dava peşinde olanların boş iddiaları ve bencilliğinden uzaktı. Kâfir ve müşrikler, Kur'ân'ın metni veya Hz. Pey­gamber'in sözlerinden, peygamberlik mevkiine yükseltildiğini açıklamak suretiyle kendi kişiliği, ailesi, kabilesi ve milletinin maddi menfaati için çalıştığına dair herhangi bir örnek gösteremezlerdi. Son olarak, Hz. Mu­hammed (a.s.)'in daveti üzerine Allah'a sarılanların hayatında, düşünce ve fikirlerinde ne büyük değişiklikler meydana geldiğini görüyorlardı. Bütün bu hususlar iddianın birer deliliydiler. Bu bakımdan, hem Kur'an-ı Ke­rim'in Alemlerin Rabbi tarafından dünyaya nazil olduğu, hem bu kitabın, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin açık delili olduğu ortadadır.

3.4. HZ. PEYGAMBER'İN DOĞUŞUYLA İLGİLİ TEVRAT VE İNCİL'İN NAKLETTİĞİ HABERLER

3.4.1. Hz. Îsa'nın Meşhur Bir Sözü

"Ve hatırlayın, Meryem oğlu Îsa'nın söylediği bu sözleri:" Ey beni İsrail, ben tarafınıza gönderilen Rasûlüm ve benden önce geçmiş bulu­nan Tevrat'ın doğrulayıcısıyım ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir elçiyi müjdeleyiciyim." (Saff; 6)

 Bu âyet-i kerime'nin üç mânâsı vardır ve üçü de doğrudur. Birincisi, Hazreti Îsa demek isliyor ki: "Ben yeni, garip ve ender bulunan bir din ge­tirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa getirmişti. Ben yalnızca Tevrat'ı tasdik etmeye geldim, tekzip etmeye değil. Esasen, Allah'ın Rasûlleri öte­den beri kendilerinden önceki Rasûl'leri teyid ve tasdik etmişlerdir. Onun için, benim peygamberliğime inanmamanız için herhangi bir sebep yok­tur." İkincisi, bu sözler şöyle tefsir edilebilir: "Benden önce Tevrat'la be­nim dünyaya gelmeme dair verilen müjde işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat'taki kayıtların doğru olduğunu ispatlamak için Rabbım beni size göndermiştir. Bu sebeple, bana karşı çıkmayın, aksine geçmişteki pey­gamberlerin müjdelediği Peygamber'in geldiğine sevinin." Üçüncüsü, bu âyeti daha sonraki âyet ile birleştirince, şu anlamı çıkarabiliriz: "Ben, Al­lah'ın Rasûlü, Ahmed (a.s.)'in gelişine dair Tevrat'ın verdiği müjdeyi tas­dik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini bildiririm". Üçüncü tefsir, Hz. Îsa'nın Hz. Muhammed (a.s.)'in doğusuyla, Hz. Musa (a.s.)'nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.

3.4.2. Tevrat'ın Nakilleri

Hz. Musa'nın şöyle dediği nakledilmiştir: "Allahu Teâlâ, senin Rab­bın, senin için senin kardeşlerin arasından, benim gibi bir nebi peydan edecektir. Siz onu dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına, toplantı günü Havreb'te yaptığın müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbına, kendi Rabbına demiştin ki, Rabbımın sesini bir daha duymayayım ve bel­ki de benim ölmeme sebep olacak büyük bir ateşi görmeyeyim. Ve Rab­bım bana dedi ki, onlar ne diyorsa doğrudur. Ben onlar için kendi kardeş­leri arasından, senin gibi bir nebi yaratacağını ve kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emredersem, onlara söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini dinlemeyenlerden hesap soracağım." (Tevrât: istisna, Bölüm: 18, âyet; 15-19).

Tevrat'ın bu açık haberi, Hz. Muhammed (a.s.)'den başka kimseye uy­maz. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.) Allah'ın şu müjdesini veriyor: "Senin için, sizin aranızdan, yani senin kardeşlerinin arasından bir nebi var edeceğim". Bir milletin "kardeşleri"nden o milletin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şayet gelecek Nebi'nin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman başka ifade ve sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, "senin için aranızdan bir nebi yaratacağım" demek kâfi olurdu. Bu sebeple, Beni İsrail'in kardeşlerinden burada "Beni İsmail”in kastedildiği akla daha ya­kındır. İsmail oğulları Hazreti İbrahim (a.s.)'in evlâtları olduğu için, İsrail oğullarının kuzenleri sayılırdı. Üstelik, Hz. Musa'dan sonra Beni İsrail'de sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi bu haber doğru sayılırdı, ancak İncil'de belirtildiği gibi Beni İsrail'de, Hz. Musa'dan sonra da bir çok nebi doğdu.

Burada verilen müjdede bir noktaya daha dikkat edilmelidir. Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbetteki bu ben­zerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık kıyafet benzerliği değil­di. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir. Bu benzerlik her iki nebinin peygamberlik payesi ve özelliğiyle ilgili de sayılmaz. Zira, bu benzerlik, Hz. Musa'nın ardından dünyaya gelen bütün peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Musa (a.s.) ile Hz. Muhammed (a.s.)'in ortak yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Peygamber arasında vardı. Hz. Musa'yı müteakip Beni İsrail'de doğan peygamberler, hep Musevi şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat geti­ren sadece Hz. Muhammed (a.s.) idi.

Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki şu ifadelerle daha da kuvvetleni­yor: "Rabbına toplantı günü Havreb'te yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki Rabbımın sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı O'nun ağzına koyacağım". Burada, bahsedilen Havreb, Hazreti Musa (a.s.)'ın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah'ın nuruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması kendisini müthiş sarsmıştı ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen Beni İsrail'in müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vak'a Kur'an-ı Kerim'de de geçmiştir. Ayrıca İncil'de de benzeri kayıtlar vardır[3]. Buna cevap olarak Hz. Mu­sa, İsrail Oğullarına, Allahu Teâlâ'nın onların isteklerini kabul ettiğini bil­diriyor. Allah diyor ki onlar için göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Havreb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın kitabıyla gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra, Tervât'taki haberin Hz. Mu­hammed (a.s.)'den başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa (a.s.)'dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlâk nizamı getiren Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dır. Bu şeriatın verilmesi sırasında Havreb dağında İsrail Oğullarının toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay olmadı.

3.4.3. İncil'de Hz. Muhammed'in Peygamberliğine İlişkin Haberler

Hazreti Îsa (a.s.)'nın Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliği hakkında verdiği müjde, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle dile getirilmiştir:

"Ve hatırlayın, Meryem oğlu Îsa'nın söylediği bu sözlerini 'Ey Beni İsrail ben tarafınıza gönderilen Rasûlüm ve benden önce gelmiş bulunan Tevrat'ın tasdik edicisiyim. Ve benden sonra, adı Ahmed olacak bir Rasûlun geleceğini müjdeliyorum". (Sâf; 6)

Bu, Kur'ân-ı Kerim'in en önemli âyetlerindendir. İslam düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah'ın, ismi açıkça verilmek sureliyle ve Hz. Îsa'nın ağzıyla dünya­ya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzuun etraflıca ele alınması gerekiyor.

3.4.3.1 "Muhammed" ile "Ahmed"

Görüldüğü gibi, söz konusu âyette Nebi-yi Ekrem (a.s.)'ın adı "Ah­med" olarak belirtilmiştir.Ahmed'in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok medhini yapan kişi, ikincisi, en çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed" olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud'da, Ebu Musa Eş'ari (r.a.)'in bir rivâyeti şöyle nakledilmiştir: "Ben Muhammed'im ben Ahmed'im ve ben Haşir'im..." Benzeri rivayetler Cü­beyir bin Mut’im (r.a.) tarafından İmam Mâlik, Buhârî, Müslim, Dârimi, Tirmizî ve Neseî'de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan bin Sabit (r.a.)'ın bir şiiri şöyledir:

"Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler,

Ve bütün temiz varlıklar, Bereketli Ahmed'i methettiler."

Tarih kitaplarından da Hz. Peygamber'in isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber efendimizden önceki bütün Arap edebiyatında "Ahmed" isminin hiç kul­lanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den sonra da Ahmed ve "Gulam Ahmed" (Ahmed'in uşağı) isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, pey­gamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar yaygın, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olma­dan, Gulam Ahmed olmak mümkün müydü?

3.4.3.2. Hz. Mesih, Hz. İlyas ve "O Nebi"

Yuhanna İncil'inde, Hz. Mesih'in gelişi sırasında Beni İsrail'in üç şah­siyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İl­yas'ın ikinci gelişi) ve "O Nebi" idiler. İncil'in âyetleri şöyledir:

"Ve Yuhanna, (St. John, Johannes, Hz. Yahya) tanıktı ki, Yahudiler Kudüs'ten kendisine, 'sen kimsin?' diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu; öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, 'ben değilim'. (Sonra dediler ki) 'sen o nebi misin?' O dedi ki ha­yır. Dunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, 'Den sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu düzeltebilin.' On­lar ona sordular, 'Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygam­bersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?' " (Bölüm I, âyet; 19-25)

Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail Oğulları Hz. Mesih ile Hz. İl­yas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü Nebi veya Resul'ün geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrail Oğulları arasında sadece "O Ne­bi" kelimelerini söylemek kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, "hakkında Tevrat'ta müjde verilen Nebi" olarak tarif etmeye de gerek yok­tu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, "Ey İsrail Oğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir pey­gamber gelmeyecektir."

3.4.3.3. Yuhanna İncil'inde Geçen İbareler

Şimdi gelin, Yuhanna İncil'inde (St. John İncili) bölüm on dörtten on altıya dek sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:

"Ve ben Babam'a yalvarırsam O size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyece­ği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (ama siz onu bilirsiniz, çün­kü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur". (Bölüm 14; 16-17)

"Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, pederim, Ruh-ul Kuds'ün adıma site göndereceği Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır" (14: 25-26).

"Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım, Zira, dünyanın ön­deri geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur" (14; 30)

"Ama, Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı yani "Hakikat'in Ruhu" size gelince benim için şahitlik yapacaktır" (15; 26)

"Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalı­dır. Zira ben gitmesem o yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim" (16; 7)

"Ben size bazı diğer şeyler de söylemek isliyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani, Hakikat'in Ruhu size gelince, size doğru yolu gösterecektir. Zira o kendi tarafından hiçbir şey söyleyemeye­cektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini vere­cektir. O size Celâlimi (öfkemi) gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak ve verecektir". (16; 12-15)

3.4.3.4. Yukarıda Geçen İbarelerin Anlamı

Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmek­te fayda vardır ki, Hz. Îsa ve o dönemin Filistinlilerinin konuştuğu halk dili, "Arami" dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. Îsa'nın doğuşundan iki yüz, iki yüz elli sene evvel, Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son verilmişti ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğu'nun etkisiyle bölgeye Elence de girmişti. Fakat bu dil alanı, hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkile­re yükselmek isteyen ve Yunan etkisi allında kalan İnsanlar arasında varo­lan sınırlı bir alandı. Filistin halkı genellikle Süryanicenin değişik bir leh­çesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da konuşulan Süryaniceden farklıydı. Fi­listin halkı Elenceye o kadar yabancıydı ki, miladi yetmiş'te de Romalı general Titus Kudüs'lülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryaniceye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. Îsa'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil'in dört cildi de, Hz. Îsa'dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Elence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. Îsa'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişile­rin şifahî rivâyetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivâyetler daha sonra Süryaniceden Elenceye çevrilmişti. İncil'lerin hiçbiri miladî yetmişten ön­ce kaleme alınmamıştı. Yuhanna İncili ise Hz. Îsa'nın ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin Ephesus (Efes) ken­tinde bitirilmişti. Buna ilâveten, bu İncillerin hiçbir Elence nüshası muha­faza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Elence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alman ve şuradan buradan müsveddeler halinde toplanan Elence İncillerin ilk nüshaları dördüncü asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. Îsa'dan sonra aradan geçen üç yüz senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını lam kestirmek hemen hemen imkânsızdır, İncil'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes Kitapla her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. "Encyclopadea of Britanica"nın Bible (İncil) maddesinde şu satırlara rastlanı­yor:

"İncillerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ, bazen bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncillere eklenmiştir. Bu tür tahrifât, İncil'in metnine, uygun gören yazarların, buldukları, her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derle­meciler İncili daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerin­den de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı... Birçok ilâve ve çıkarmalar ta ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kayna­ğı bilinmiyordu..."

Böyle bir durumdu, İncil'de geçen Hz. Îsa'nın sözlerinin aynen nakledildiğini ve bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçeklen çok zordur.

Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin'in müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık üç yüz yıl kadar Hıristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre Filistinli Hıristiyanlar, ancak do­kuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüzyılda müslüman âlimlere geçen Hıristiyan rivâyetlerinin, daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hıristiyan kavim ve âlimlere, Hıristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryaniceden Elenceye daha sonra da Latinceye tercüme edil­mek suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. Îsa'nın ağzından çıkan sözler Filis­tin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.

3.4.3.5. Dünyanın Lideri Olacak

Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yuhanna İncili'nin yuka­rıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. Îsa'nın kendisinden son­ra gelecek bir peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğu­na tanık oluruz. Îsa, (a.s.) bu şahsiyeti "dünyanın lideri", "ebediyen yaşa­yacak", "doğruluğun bütün yollarını gösterecek" ve bizzat kendisini (Hz. Îsa'yı) "teyid edecek" bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruh'ül-Kuds'an (Kutsal Ruh) ve "Hakikat'ın Ruhu" gibi kelimeler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müj­delenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anla­rız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir husu­siyeti de "yardımcılık"tır. Tercümede biz "yardımcı" kelimesini kullandık. Hıristiyanlar Yuhanna İncili'nin Elence asıl nüshasında geçen kelimenin "'paracletus" olduğunda ısrar etmektedirler. Ama bunun manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca "paraclete"nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak, yardıma çağır­mak, ikaz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs. Elencede bu kelimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek, teskin etmek ve cesaret ver­mek, İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna yukarıda­ki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı yerde "teskin eden" ve bazı yerde "takbih eden" olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, söz konusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler bunu "öğretmen" ve "hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama Yunancanın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Turtulian ve Augustein ise "avukat" ve "vekil" kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları "yardımcı", "teskin eden ve teselli eden" söz­cüklerini kullanmışlardır[4]. İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un bulunmasıdır. Bu keli­menin manası, "medh edilmiştir. Görüldüğü gibi, bu kelime, Arapça Mu­hammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem telaffuz bakımından da ikisi ara­sında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitapların­da keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yuhanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle "pa­racletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yuhanna İncili'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabi­lirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.

3.4.3.6. "Munhamanna"

Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şü­kür ki değildir. Zira, Yuhanna'nın Yunanca İncil'inde müstakbel peygam­ber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmi­yor. Bir kerre, bu İncil de Süryaniceden Yunancaya çevrilmişti. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan, Hz. Îsa'nın kullandığı Süryanice ke­limedir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam'ın Siyer-i Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn Hişam'da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrı­ca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hi­şam, Muhammed bin İshak'a atfen Yuhannes (Yuhanna) İncili'nin 15. Bölümü -âyet 23 ilâ 27 ve Bölüm-16 âyet; 1 'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen tercümede Yunanca "paracletus" kelimesi yerine Süryanice "Munha­manna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya da İbn Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna" kelimesi Süryanicede Mu­hammed (methedilmiş) ve Yunancada "pericletus" anlamına gelmektedir" (İbn Hişam, cilt I, s. 248).

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistin'li Hıristiyanların ana di­linin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedin­ci yüzyılın ilk yarısında müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768'de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve âlimin zamanında Filistin'li Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyor­lardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kur­maları hiç de zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan, müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunancanın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak'ın naklettiği tercüme­de Süryanice kelime, "Munhamanna" geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hi­şam bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca "Pericletus" söz­cüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa'nın Hz. Peygamber (a.s.)'in mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncili'nde geçen kelimenin aslında "periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan "paracletus" olarak değiştirildi­ği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.

3.4.3.7. Necaşi'nin Şehadeti

Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi'ye bir avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgili­dir. Hz. Abdullah bin Mesud (r.a.)'un rivâyetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necaşi'nin huzuruna çağrılınca, heyet baş­kanı Hz. Ca'fer bin Ebû Talip (r.a.) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki: "Mer­haba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O'nun Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette O'dur ve geleceği­ne dair müjdeyi Meryem oğlu Îsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümmü Seleme (r.a.) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. Îsa'nın bir Nebi'nin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu kıssa ile ayrıca, İncil'de, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)nın gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi'nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (a.s.) olduğu neticesine varmakla hiç gecik­mediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikâyeden, Hz. Îsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

3.4.3.8. Barnabas İncili

Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili Hz. Îsa'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. Îsa'nın hayatı ve eserleri hakkında da bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Ka­tolik Kilisesinin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncil değildir. Bu hususta belki de nispeten daha muteber kaynak, kilisenin "muhtevası şüp­heli" olduğu gerekçesiyle nazarı dikkate almadığı Barnabas İncili'dir. Çok ilginçtir, Hıristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermiş­lerdir. Bu kitap asırlarca herkesin gözünden uzak kaldı. On altıncı asırda Latince tercümesinin nadir bir nüshası Papa Sixtus'un kütüphanesinde bu­lunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin verilmiyordu. Ancak on se­kizinci yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmpara­torluk Kütüphanesine ulaştı. 1907'de bu İncil'in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasaya çı­kar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pek çok din adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan dininin yok olma­sına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esra­rengiz, ama plânlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce ter­cümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde Latince tercüme­sinden İspanyolcaya çevrilen nüshanın on sekizinci yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur'an-ı Kerim'in İngilizce meâlinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben, Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesi­nin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncili'nin tümünü dik­katle okudum. Bence, bu İncil Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sade­ce taassup ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.

Hıristiyan literatüründe Barnabas İncili'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncil olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş, ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hıristiyan din adamları bunun bir müslüma­nın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir. Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncil'in metninde pek çok yerlerde Hz. Peygamber (a.s.)'in dünyaya geleceği konusu da açık se­çik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil'i okuyan herkes, bunun bir müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkinci­si, böyle bir kitap bir müslüman tarafından yazılmış olsaydı bu, müslü­manlar tarafından iyice tanınır ve müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur'an-ı Kerim'in İngilizce mealinden önce müslümanlar Barnabas İncili'nin adı­nı bile duymamışlardı. Taberi, Yakûbi, Mes'udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye vs. gibi Hıristiyan kaynaklarına iyice vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncili'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm dünya­sında sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bib­liyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (Bk. "El Fihrist" ve "Keş-üz Zünûn") tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncili'ne rastlamak mümkün değildir. Hıristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız, oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius I döneminde "yanlış ve dini düşüncelere aykırı kitaplar" adı allında hazırlanan listede Barnabas İncili (Evangelium Barnabe)nin adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte İncili yazacak bir müslüman var mıydı?

3.4.3.9. Barnabas İncili Hakkında Bazı Temel Bilgiler

Barnabas İncili'nde Resul-ü Ekrem (a.s.)'in dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan isterseniz önce Hıristi­yanlarca meçhul kamış, müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu ki­tabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan neden bu­cak bucak kaçtıklarını kavramış olacağız.

Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncil'den hiçbirinin Hz. Îsa'nın sahabeleri veya havarileri tarafından kaleme alınma­dığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncil'leri yazanlardan hiçbiri, yaz­dıklarının Hz. Îsa'nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nak­ledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazılanların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendisinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas'ın ya­zarı diyor ki: "Ben Hz. Mesih'in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberdim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulakla­rımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum." Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: "Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya ger­çekleri açıkça ortaya koymamı emretmişti."

Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes'in "Ameller Bölümünde" bu şah­sın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi ai­lesine mensuptu. Hıristiyanlığın yayılması ve Hz. Îsa'nın taraftarlarına ya­pılan yardımlar konusunda Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedil­miştir. Fakat, kendisinin ne zaman Hıristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiş­tir. Ayrıca, üç İncil'de geçen ilk 12 havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncil'in yazarının bu Barnabas mı yoksa başka bir Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini, Barnabas'ın listesiyle kar­şılaştıracak olursak, ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şahit oluruz. Bir Torna (Thomas) ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veri­yor ve diğeri Şemun Kenanî, ki bunun yerine Yakup oğlu Yahudah (Juda)nın adını yazıyor. Lucas'ın İncil'inde bu ikinci isim de vardır. Bu ba­kımdan, sonradan Hıristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barna­bas'dan ve onun İncil'inden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi.

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi Barnabas İncil'ini okuduktan sonra bu­nu Ahd-i Cedid'in dört İncil'iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer dört İncil'den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil'de Hz. Îsa'nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncil'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas İn­cil'inde daha düzgün ve anlamlı hale getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanı sıra, Hz. Îsa'nın dini telkinleri burada dört İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçim­de kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allahu Teâlâ'nın sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsa'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük ör­neğini bile, dört İncil'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulundu­ğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor. Hz. Îsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vakıf olan biri bile, bu İncil'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsa'nın kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil'e nisbetle Barnabas İncili'nde, daha net, daha açık bir şe­kilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncil'de diğer İncil’lerin belirgin bir ek­sikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezat da yoktur.

Barnabas İncili'nde yer alan Hazreti Îsa'nın hayatı ve talimatı bir nebi­nin hayatı ve talimatına tıpa tip uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakk'ı tanımanın bir yolu olmadığını belirliyor ve peygamber­lere boş verenin aslında Allah'a boş verdiğini anlatıyor. Tevhid, Peygam­berlik ve âhiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncil’inde sık sık bahsedilen namazların aslında müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu an­laşılıyor. Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberlerin listesine Hz. Davud ile Hz. Süleyman (a.s.)'ı da dahil ediyor. Halbuki hem Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, pey­gamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz.İsmail (a.s.)in "zebih" (Allah'a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi âlimi de, bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail Oğullarının kendi menfaatleri için Hz. İshak (a.s.)'ın zebih veya kurban olduğunu herkese inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre Hz. Îsa (a.s.)'nın ahiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve tel­kinleri Kur'an-ı Kerim'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.

3.4.3.10. Hıristiyanlar Neden Barnabas İncili'ne Karşı Çıkıyor?

Hıristiyanların Barnabas İncili'ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in gelişine dair açık seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görü­rüz. Zira, Hıristiyanlar bu İncil'i zaten Hz. Muhammed (a.s.)'in doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hıristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız.

Bilindiği üzere, Hazreti Îsa'nın ilk taraftarları kendisini sadece bir Peygamber olarak tanırlardı, O'nun bütün talimatlarına harfiyyen uymaz­lardı. Bu ilk yandaşları Musevi şeriatına bağlı olup akide, ilâhî emir ve ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail'den ayrı saymazlardı. İlk Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark, birincilerin Hz. Îsa'yı Mesih olarak tanımaları ve O'na iman etmeleriydi. Oysa, Beni İsrail Hz. Îsa'yı peygamber olarak tanımıyordu. Daha sonra, Aziz Paul Hıristiyan cemaati­ne girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan diğer ulusları da Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mez­hep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açı­sından Hz. Îsa'nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında bu aziz, hiçbir zaman Hz. Îsa'yı görmemiş, ondan telkin almamıştı. Hatta Hz. Îsa sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi ve Îsa peygamber öldükten sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan ola­rak yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. Îsa'nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağı­nın şahsi ilham olduğunu ileri sürdü. Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edebileceği mahiyette olmasaydı. Nitekim, bir Hıristiyanın Yahudili­ğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilân etti. Yiyecek, içecek konu­sunda her türlü helâl ve haram farkını ortadan kaldırdı. Yahudi olmayan­ların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. Îsa'nın ulviyeti, Allah'ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Adem oğulları­nın günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saç­ma sapan tezleri de ortaya atıverdi. Fakat bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kâfirlere çok cazip geliyordu ve Aziz Paul bu gibi uydurmalarla hissiyat­larını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. Îsa'nın ilk yandaş­ları bu tür bidat ve batıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Aziz Paul’un şeytanca bir düşünce ile Hıristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahudi olma­yan Hıristiyanlar büyük bir sel halinde girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıdaki özüne bağlı dindar kişiler dayanamadılar. Yine de M.S. üçüncü yüzyılın sonuna kadar, Hz. Îsa'nın ulûhiyetini reddeden çok kişi vardı. Ne var ki, MS. dördüncü gün başında Nicaea'da toplanan Paralık Konseyi (325), Aziz Paul'ün düşünce ve görüşlerini Hıristiyanlığın esasları olarak kabul et­ti. Daha sonra, Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığı resmi din olarak be­nimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Aziz Paul'ün akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gayet doğal olarak gayri meşrû ve gayr-i kabili rücû ilân edildiler. M.S. 367'de ilk defa, Athanasius'un bir mektubuna uy­gun olarak muteber, meşrû kitap ve vesikaların listesi hazırlandı. Bu liste­yi 382'de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey onayladı. Beşin­ci yüzyılın sonunda ise, Papa Gelasius bu listeyi tasdik etmesinin yanı sıra muteber ve meşrû olmayan kitap ve vesikaların listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı, adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Aziz Paul'ün uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan âlim veya kilise adamının çıkıp bunların Hz. Îsa'nın talimatına uyduğunu iddia etmeye cesaret edemeyişiy­di. Hatta, muteber ve meşrû kitaplar mecmuasına dahil edilen İncil'lerde de Hz. Îsa'nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmu­yor.

Gayet tabii ki, Barnabas İncili, itibar edilmeyen ve meşrû olmayan ki­tapların listesinin başına geçirilmişti. Bunun başlıca sebebi, muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt ol­masıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor: ."Bu kitabın gayesi, Şeytan'ın hilelerine uyarak Hz. Îsa'yı Allah'ın oğlu ilân edenleri ıslah etmektir. Bu İnsanlar (Şeytan'a uyanlar) erkeklerin sün­net edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz) Paul de vardır." Barnabas'ın beyan ettiği gibi, Hz. Îsa sağ iken, Mu'cizelerini gören müşrik Romalı askerler O'nun Allah'ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladılar ve bu yanlış inanca daha sonra İsrail Oğulları da bulaştılar.

Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: "Hz. Îsa bu gidi­şata çok üzülmüştü. Defalarca, O'nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğ­renciler, Hz. Îsa'nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı Mu'cizeler gösterdiler. Bu gösterinin maksadı kendisinden Mu'cizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya Tanrı'nın oğlu olması gerekmediğini açıkça ortaya koymaktı". Barnabas bundan sonra Hz. Îsa'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. Îsa'nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. Îsa'nın ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli ol­duğunu ifade ediyor. Ayrıca, Aziz Paul'ün, Hz. Îsa'nın çarmıhta can verdi­ği yolundaki gerici akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gör­düğü olayı şöyle anlatıyor: "Şakirt Yahuda (Judah, Judas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. Îsa'yı yakalamak üzere askerlerle gelin­ce, Allah'ın emriyle, dört melek, Hz. Îsa'yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsa'nınki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. Îsa değil Yahuda gerildi". Barnabas İncili'ndeki bu ifade, gö­rüldüğü gibi, Paul'ün kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur'an-ı Kerim'in ifadesini de tamamıyla doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki, Kur'an-ı Kerim'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncili'ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları tarafından aforoz edilmesine sebep oldu.

3.4.3.11. Barnabas İncili'nde Yer Alan Açık işaret ve Haberler

Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas İncili'nin diğer dört İncil'den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncilde Hz. Mesih (a.s.)'in söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun şekilde an­latılmıştır. Maalesef, Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. Îsa'nın talimatını bu İncil ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar.

Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncili'nde, Peygam­ber Efendimiz (a.s.)'in gelişine dair Hz. Îsa'nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. Îsa, Hz. Mu­hammed (a.s.) için bazen "Rasûlullah" bazen da "Mesih" kelimesini kul­lanmıştır. Bazen "Takdir Edilmeye Lâyık" ibaresini kullanmış, bazen da öyle sözcükler kullanmış ki, bunlar "Lailâhe illallah Muhammed-ur Rasûlullah" anlamına gelmektedir. Hz. Îsa'nın, Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkânsızdır. Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz:

"Allah'ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144 bindi, muğlak şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o Allah'ın Rasûlüdür". (Bölüm; 17)

 "Ferisiler ile Lâviler, dedi ki, madem ki sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunu­yorsun ve kendini Mesih'den de daha büyük olarak gösteriyorsun. Îsa Me­sih dedi ki, Tanrı'nın benim vasıtamla gösterdiği Mu'cizelerin maksadı, be­nim yaptıklarımın hepsinin Tanrı'nın isteğine bağlı olduğunu size göster­mektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük saymı­yorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O dinin hiç son bulmaması için hakikatleri ya­nında getirecektir." (Bölüm; 42)

 "Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu peygamberle­rin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama Al­lah'ın Rasulü gelince, Allah O'na adeta elindeki mührünü verecektir. Taa ki, O'nun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rah­mete kavuşacaklardır. O inkârcılara hâkim olacak ve putperestliği öylesi­ne yeryüzünden silecektir ki Şeytan kaçacak delik arayacaktır". (Bu satır­lardan sonra, Hz. Îsa'nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsa Mesih (a.s.) müstakbel peygamberin Beni İsmail'den ola­cağını izah ediyor). (Bölüm; 43)

"Bu sebeple size diyorum ki, Rasûlullah, Allah'ın yarattığı hemen he­men bütün mahlûk ve eşyaları memnun edecek bir saadettir. Zira O, anla­yış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla dolu­dur. O, cömertlik, rahmet, adâlet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın ru­huyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahlûklara nisbetle O'nun dünyaya gelişi ne mü­barek bir an olacaktır. İnanın, ben O'nu görmüş ve ona saygılarımı sun­muşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin O'nu gördüğü ve O'na say­gılarını sundukları gibi. Allah O'nun ruhunu görerek O'na Nübüvvet bah­şetti. Ve ben O'nu görünce heyecandan ruhum titredi ve dedim ki: "Ey Muhammed (methedilmiş kişi, zât) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah'ın mukad­des varlığı sayacağım". (Bölüm; 44)

"(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, Yaratıcımız, Allah'tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş getirecek olan Allah'ın Rasûlü için zemin hazırlamaktayım... Andreas dedi ki: 'Ey Üstâd, O'nun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki O'nu. tanıyalım!.' Îsa Mesih (a.s.) cevap verdi: 'O sizin zamanınızda gel­meyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncil'im öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30 mü'min bulu­nacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasûlünü gönderecektir. O Rasûlün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Al­lah'ın sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve O'nun aracılığıyla dün­ya Allah'ın mağfiretine kavuşacaktır. O, inkârcı insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zirâ O'nun sâyesinde Tanrı'mız tanınacak, takdis edilecek ve hakikati dünyaya anlatacaktır. O ayrıca beni İnsanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacak­tır!" (Bölüm; 72)

"Allah için and Kudüs'te mi yoksa Süleyman tapmağında mı içilmiş­ti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah rahmetini başka bir şeh­re nâzil edecektir. Ondan sonra her yerde O'nun için doğru biçimde ibâdet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde hakiki namazı kabul ede­cektir... Ben aslında, İsrail Kavmi için kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı O'nun için yaratmıştır. O zaman bü­tün dünyada Allah'a ibâdet edilecek ve her tarafa rahmeti nâzil olacaktır" (Bölüm; 83)

"(Mesih, Başrahibe söyledi:) Yaşayan Allah ve elinde canım olan Ya­radan'a yemin ederim, bütün dünyanın milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebî ile ilgili vaadini atamız Hz. İbrahim'e (a.s.) şöyle diyerek vermişti: "Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır". (Doğum: 22; 18). Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca, Şeytan yine isyân çıkaracaktır ve mü'min olmayanlar benim Tanrı ve Tanrı'nın oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle, sözle­rim ve talimatım tahrif edilecektir. Ta ki belki de en çok 30 iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O Rasûl ki, O'nun için dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O Rasûl bü­tün gücüyle güneyden gelecek ve putları putperestler ile beraber mahve­decektir. Şeytandan iktidarını alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu, O'nun sözlerini dinleyene." (Bölüm; 96)

"Baş Rahip sordu: 'Allah'ın bu Rasülünden sonra başka nebi'ler de ge­lecek mi?' Mesih cevap verdi. 'Bundan böyle, Allah'ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte nebiler geleceklerdir. Ben bu­nun için üzgünüm. Çünkü Şeytan, Allah'ın adaletli kararı yüzünden bunla­rı sahneye koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncil'imin perdesinin ar­kasında saklanacaklardır" (Bölüm; 97)

"Kâhinlerin başı sordu, 'Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır? Îsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesih'in adı "Takdir Edilmeye Lâyık"tır. Zira, Allah O'nun ruhunu yarattığı zaman O'na bu ismi kendisi vermişti. Ve orada O'na seçkin bir muamele yapıl­mıştı. Allah dedi ki: "Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti. dünyayı ve birçok mahlûku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak ve­receğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben seni dünyaya göndereceğim za­man, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru ola­caktır, öyle ki, yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin dinin ayakta duracaktır. Öyleyse, O'nun mübarek ismi Muhammed'dir" (Bölüm;97)

Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. Îsa şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada "şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktı" dedi ve şunları ekledi:

"Bundan sonra beni salacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allahu Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hâinin yüzünü öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fa­kat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes Rasûl'ü gelince bana sürülen le­ke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Mesih'e sadakatimi bil­dirdiğim için yapacaktır. O bana mükafatımı verecektir. Bu şekilde, her­kes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır" (Bölüm; 113)

"(Hz. Îsa şakirtlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa (a.s.)'nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Davud (a.s.)'a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davud'un kitabında değişik­likler yapılmamış oldaydı. Allah bana İncil'i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. O, Rasûlullah geldiği zaman, inkârcı insanların benim Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir." (Bölüm; 124)

3.4.4. Üç Şüphe'nin Giderilmesi

Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli erde ve Barnabas İncili'nin başka bölümlerinde Hz. Îsa'nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntı­larda değil, İncil'in diğer birçok yerlerinde de Rasûlullah (a.s.)'ın asıl Arapça ismi olan "Muhammed" açıkça zikredilmiştir. Peygamberlerin ge­lecekten haber verirken kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahede edilmiştir. Üçüncü nokta yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'dan "Mesih" olarak bahsedilme­sidir.

Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncili'nde değil, Lucas (Luka) İncili'nde de Hz. Îsa (a.s.)'nın kendi havari ve şakirtleri­ne kendisine "Mesih" dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncili'nin sözleri şunlardır: "O onlara sordu, siz bana ne diye hitap edersi­niz? Peter cevap verdi: 'Allah'ın Mesihi'. Bunun üzerine onları tenbih etli, 'bunu kimseye söylemeyin' (Bölüm: 9; 20-21). Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz. Îsa'nın kendi isminin beklenen Mesih ile karıştırıl­masını istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrail Oğulları öteden beri Mesih'in gelmesini bekliyorlardı. Onlara göre Mesih kılıcıyla bütün Hak düşmanla­rını mağlup edecekti. İşte bunun üzerine Hz. Îsa (a.s.) bekledikleri Me­sih'in kendisi olmadığını ve O'nun kendisinden sonra geleceğini açıkla­mak zorunda kaldı.

İkinci şüpheye gelince, halen dünyada varolan Barnabas İncil’inin Latince tercümesinde Resûl-i Ekrem'in adı gerçekten "Muhammed" olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercü­me edilerek Latinceye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncil’inin aslının Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiği­miz gibi, Hz. Îsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, on­da Hz. Muhammed (a.s.)'in adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Kanımıza göre, daha önce İbn İshak'ın Yuhanna İncil’inin tercü­mesinden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. Îsa aslında muhtemelen "Munhamanna " sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdele­nen peygamberin isminin hemen hemen "Muhammed" manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple, sadece "Muham­med" isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas İnci­li'nin bir müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur.

Üçüncü noktaya gelince, "Mesih" aslında bir İsrail terimidir. Bu te­rim, Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Îsa (a.s.)'nın Mesih olduğunu inkâr eden Yahudileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur'an-ı Kerim'in te­rimidir ne de bu terim Kur'an'da İsrail Oğullarının kastettiği anlamda kul­lanılmıştır. Bu bakımdan, Rasûl-ü Ekrem (a.s.) hakkında, Hz. Mesih (a.s.) "Mesih" kelimesini kullanmış ve Kur'ân-ı Kerim'de bu kelime kullanılma­mışsa, bundan Barnabas İncili'nde, Kur'ân'da olmayan bir şeyin Hz. Pey­gamber'e atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Beni İsrail'de şöyle bir gele­nek vardı. Bir şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice'de yağ sürme hareketine "mesh" ve başına yağ sürülene de "mesih" denilirdi. Tapınak ve ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak, bardak ve sürahiler aynı şekilde "mesh" edilerek ibadete tahsis edi­lirdi. Kâhin ve rahipler de rahiplik mevkiine getirildiği zaman "mesh" (takdis) edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve peygamberler de taç giyer­ken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani İncil açısından, İsrail oğullarının tarihinde sayısız "mesh" olayı ve "Mesih" vu­ku bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s.) bir haberci olarak bir "Meshti. Aynı şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah olarak, Hz. Davud padişah ve peygamber olarak, Sadak, hükümdar ve kâhin olarak ve Hz. Elyesa bir nebi olarak birer mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illâ yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafın­dan bir mevkiye veya göreve tayin edilmesi, "mesih" veya takdis edilme anlamına eşit hale geldi. Meselâ, I- Hükümdarlar, Bölüm: 19'da Allah'ın, Hz. İlyas (İlliyah)'a, Haz'ayil'i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nem­si'nin oğlunu meshedip İsrail hükümdarı ve Elyesa'yı meshedip kendisinin yerine nebi yapma emri verildiği kaydedilmiştir. Bunlardan hiçbirinin bar sına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini ilân etmek, onları mesh (takdis) etmek anlamına gelirdi. Demek oluyor ki, İsrail oğullarının anlayış ve geleneklerine göre, "mesih" kelimesi sadece "Allah tarafından görevlendirilmiş" anlamına gelirdi. Ve Hz. Îsa (a.s.) da Hz. Muhammed (a.s.) için "Mesih" kelimesini bu anlamda kullanmıştı[5].

 



[1] Kuran-ı Kerîm'in Rasûl-u Ekrem'in Ümmî olduğunu açıkça ifade etmiş olmasına rağ­men, bazı kimselerin kendisini okuma yazma bilen bir kişi olarak göstermekte ısrar etmeleri doğ­rusu şaşılacak bir tutumdur. Gördüğümüz gibi, Hz. Peygamber'in Nübüvvetinin lehinde bir delil olarak Kuran-ı Kerim'in ileri sürdüğü husus, O'nun ümmi olmasıdır. İşin tuhafı, Müslümanlardan bazı kimseler de Hz. Muhammed'in okumuş bir kişi olduğunu ispatlamaya çalışıyorlar. Bu iddianın halinde ileri sürülen bazı asılsız ve uydurma rivâyetler hemen ilk bakışta reddedilecek mahi­yettedir. Bir kere, Kur'an gibi Allah'ın kelâmı ortada dururken ve bu ilâhî kitab tam aksi bir iddia­da bulunurken, kaynağı meçhul rivâyetlere inanmak abestir. Ayrıca bu rivayetler de oldukça zayıf ve gülünçtürler. Bu rivayetlerden biri Sahih-i Buhari'de geçiyormuş. Buna göre Hudeybiye Anlaş­ması kaleme alınırken Mekke'li kâfirlerin Hz. Muhammed'in ismine "Rasûlullah" kelimesinin ek­lenmesine itiraz ettiği, bunun üzerine Hz. Peygamber'in kâtibine (Ali'ye), "peki, Rasûlullah keli­mesini karalayıp Muhammed bin Abdullah yaz" diye buyurduğu, Hz. Ali'nin bu kelimeyi karala­makla tereddüt etmesi üzerine Rasûlullah'ın ondan kalemi alıp bu sözleri sildiği ve (Muhammed bin Abdullah) ibaresini yazdığı belirtiliyor.

Ancak bu rivayet Ber'a bin Âzib'in ağzıyla Sahih-i Buhari'de dört yerde ve Sahih-i Müslim'de iki yerde geçmiştir ve her yerde kullanılan kelimeler değişiktir:

1.) Buhari'nin "Kitabüs-Sulh" de bir rivâyetin inceleme ve  sözleri şöyledir: Hz. Peygamber, Hazreti Ali'ye, bu kelimeleri karalayın dedi, Hz. Ali arz etti, "ben bu kelimeleri karalayamam". Nihayet Hz. Peygamber bu kelimeleri karaladı.

2.) Aynı kitapta bir başka rivâyet vardır: Sonra, Ali'ye dedi, "Rasûlullah"! silin. O dedi ki, vallahi isminizi hiçbir zaman silmeyeceğim. Nihayet Hazreti Peygamber (a.s.) yazıyı alıp şu ibare­yi yazdı. "Bu, Muhammed bin Abdullah'ın yaptığı anlaşmadır".

3.) Üçüncü rivâyet yine Ber'a bin Azib Buhari, "Kitabul-Cizye" de yer almıştır. Sözleri şöyle­dir: Rasûl-ü Ekrem, kendisi yazamadı. Buyurdular ki ey Ali, "Rasûlullah'ı karala. Ali arz etti, val­lahi bu kelimeyi hiçbir zaman silmeyeceğim. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendisine bu kelime­lerin bulunduğu yeri göstermesini istedi. Ali (r.a.) o yeri gösterdi. Ve Hz. Peygamber o ibareyi kendi eliyle karaladılar.

4.) Dördüncü rivayet, Sahih-i Buhari, "Kitabül Meğazi" de yer alıyor. Anlatılanlar şunlardır: "Bunun üzerine, Hz. Peygamber o yazıyı aldı ve kendisi yazmayı bilmemesine rağmen şu kelime­leri yazdı: "Bu muahadeyi Muhammed bin Abdullah yapmıştır."

5.) Yine Ber'a bin Azib'in Sahihi Müslim, "Kilabul-Cihad" da yer alan rivâyetine göre; Hz. Ali'nin hayır demesi üzerine Hz. Peygamber eliyle "Rasûlullah" kelimesini sildi.

6.) Aynı kitapla Ber'a bin Âzib tarafından şu rivayet nakledilmiştir: Hz. Ali'ye dedi ki, "Rasû­lullah kelimesi nerdedir, bana göster." Hz. Ali o yeri gösterdi ve Hz. Peygamber onu silerek, "Ab­dullah oğlu" yapıverdi. Rivâyetler arasındaki bu tutarsızlık gösteriyor ki, aradaki râviler, Ber'a bin Azib'in sözlerini doğru nakledemediler. Bu sebeple bunlardan hiçbirine itibar edilemez. Hazre­ti Peygamber'in anlaşma metnine kendi eliyle "Muhammed bin Abdullah" kelimesini yazdığı ke­sinlik kazanmamıştır. Belki de asıl vaziyet şöyle idi: Hz. Ali'nin metindeki "Rasûlullah kelimesini silmeyi reddetmesi üzerine Hz. Peygamber, Ali'den o kelimenin yerini öğrenip onu kendi eliyle ka­raladı. Daha sonra Ali'nin veya başka bir kâtibin oraya "Abdullah oğlu Muhammed" ibaresini yaz­masını sağladı. Bazı rivayetlere göre anlaşma iki kâtip tarafından hazırlanmıştı. Biri Hz. Ali ve di­ğeri Muhammed bin Mesleme (Bk: Fethul Bâri, c. 5, s. 217) Bu sebeple, pek mümkündür ki bir ke­limeyi bir kâtip yazmayınca, bu işi başka bir kâtip yaptı.

Bu arada, bir başka rivayet de Hz. Nebî (a.s.)'nin okumuş olduğu lehinde ileri sürülüyor. Bu rivâyeti Mücahid'den İbni Ebi Şeybe ve Ömer İbni Şeybe nakletmişlerdir. Bunun sözleri şöyledir: Rasûlullah (as.) vefâtından önce okuma yazmayı öğrenmişlerdi. Fakat unutulmamalıdır ki bu rivâyetin kaynağı çok zayıftır ve doğruluğu da şüphelidir. Nitekim, İbn-i Kesir şöyle diyor: "Bu­nun aslı zayıftır". Sonra, Hazreti Peygamber (a.s.) ömrünün sonlarına doğru da olsa, okuma yaz­mayı öğrenmiş olsaydı, bu haber bir anda her tarafa yayılır ve bundan herkes haberdar olurdu. Şüphesiz Ashab-ı Kirâm bu hadiseye büyük ehemmiyet verirlerdi ve pek çoğu, Hazreti Peygam­ber'in kimden, ne zaman ve nasıl okuma-yazmayı öğrendiğini rivayet ederlerdi. Ne var ki böylesi­ne önemli bir olay ile ilgili rivayet sadece Hz. Avn bin Abdullah'a atfediliyor ve ondan Mücahid bize nakletmiştir. Sonra şu nokta da göz önünde bulundurulmalıdır ki Avn bin Abdullah bir sahabe değil tabiindendir. Avn bin Abdullah'ın, Hz. Peygamber'in okuma yazmayı öğrendiğini hangi saha­beden haber aldığı da sabit değildir. Dolayısıyla, bu gibi zayıf ve güvenilmesine imkân bulunma­yan rivayetlere dayanarak Kuran-ı Kerim'de beyan edilen ve belgeler ile yaşanan olaylardan sabit olan bir gerçeğe göz yumulamaz. Mevdûdi.

[2] "Tefhim-ul Kuran", cilt 2, 3 ve 4'te bu mevzu daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır.

[3] Bk: Bakara; 55,56 63, A'râf; 155-171 ve İncil, Kitab-ı Huruc, 17,18-19.

[4] Bk:Encyclopaea of biblikal literatüre; parakletus maddesi.

[5] Mesih kelimesinin İsrail oğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları için Bk: Encyclopadea of Biblical Literature, "Messiah" maddesi.