Altıncı Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ.
MUHAMMED (A.S.)
6.1.
RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
6.2.
HZ. PEYGAMBER (A.S.)'E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
6.3.
PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
6.4.
PEYGAMBER'İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ
6.5.
PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR'AN'IN HÜKÜMLERİ
6.6.
HZ. PEYGAMBER'E KUR'AN'IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER
Altıncı
Bölüm: BİR İNSAN VE BİR PEYGAMBER OLARAK HZ. MUHAMMED (A.S.)
6.1.
RASÛLULLAH (A.S.)'A BAĞLILIK VE İTAAT
İslâmiyeti kabul etmiş ve müslüman
topluluğa girmiş olanlar için Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in durumu
sadece bir elçi veya haberci gibi değildir. Aksine, Rasûlullah onlar için hem
hoca hem velidir. Rasûlullah (a.s.) hem İslâm şeriatı ve hayat tarzının canlı
misali, hem de kendisine her devirde itirazsız sadakat gösterilmesi ve itaat
edilmesi gereken hâkim ve önderdir.
6.1.1. İslâmiyetin Canlı Örneği
Muallim, hoca veya öğretmen olarak
Rasûlullah (a.s.)'in görevi, Allah'ın kelâmı, emirleri, talimatı ve
kanunlarını kullara anlatmak, ulaştırmak ve açıklamak olmuştur. Bir velî ve
terbiyeci olarak vazifesi, Kur'ân-ı Kerim'in talimatı ve Allah'ın kanunlarına
göre müslümanları yetiştirmek, eğilmek ve yaşantılarını değiştirmek olmuştur,
İslâm dininin bir örneği olarak da Hz. Peygamber (a.s.)'in amacı ve hedefi,
Kitabullah'a göre muteber ve makbul olan hayatın bir simgesi, canlı bir misali
haline gelmek olmuştur. Hz. Muhammed bu hüviyetiyle, söylediği her söz ve
yaptığı her hareket bakımından İslâmiyeti!) canlı bir timsalidir. O'na bakan
herkes, Kitabullah'a göre nasıl konuşulması, nasıl hareket edilmesi ve nasıl
bir hayat sürülmesi gerektiğini hemen anlamak durumundadır. Bunun yanı sıra,
Rasûlullah (a.s.) müslümanların hâkimi, önderi ve lideridir de. Bu öyle bir
liderdir ki, kendisine tanı itaat edilmeli ve emirleri hiç itiraz edilmeden,
derhal ve eksiksiz yerine getirilmelidir. O'na inanmak ve O'nun emirlerine
uymak, Kur'ân-ı Kerim'in ayet ve hükümlerine inanmak ve uymak demektir. Bu,
bildiğimiz sıradan emir ve önderlerden değildir ki, yaşadığı veya iktidarda
kaldığı sürece ona itaat edilsin. Aksine, kıyamete kadar müslümanların önderi,
serdârı ve lideri olarak kalacak ve emirleri her zaman ve her şart altında
geçerli olacaktır.
"İnne aleyke
ille'l-belâğ" ayetine bakarak, peygamberin sadece bir elçi ve haberci
olduğunu ileri sürenler mühim bir noktayı unutuyorlar. Bir peygamberin tebliğ
edici veya telkin edici hüviyeti, ancak onun dinine insanların girmesine kadar
sürer. Yeni dine girip bir ümmet oluşturduktan sonra iman edenler için
peygamber kimliği, tebliğ ve telkin edicilikten çıkar, bir lider, hâkim, bir
hükümdar, bir hukukçu, bir kadı, bir hoca, bir veli ve bir kumandan haline
gelir. Artık ümmetinin O'na sadakatini bildirmesi, O'na itaat etmesi şarttır.
Bazı kimseler, bir insan olarak
Muhammed bin Abdullah (a.s.) ile, bir vaiz ve peygamber olarak Muhammed
Rasûlullah (a.s.) arasında ayırım yapmaya çalışmışlardır. Ancak Kur'ân-ı Kerim
böyle bir ayırım yapmıyor. Kur'ân-ı Kerim, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece bir
tek kimliğini bildirmektedir. O da, rasûl veya peygamber oluşudur. Cenabı
Allah'ın, kendisini peygamberlik mertebesine çıkarmasından başlayarak verdiği
son nefesine kadar, Hz. Muhammed (a.s.) her ân Allah'ın Rasûlü sayılmıştır.
Her sözü ve fiili Allah'ın peygamberi olarak yapılmıştır. Fakat, Peygamber
Efendimiz (a.s.) bir peygamber olmasının yanı sıra aynı zamanda bir vaiz,
muallim, hoca veli, eğitimci, kadı, hâkim, İmam, emir ve hükümdardı. Hatta,
özel, ailevî ve vatandaşlık hayatını da aynı hüviyetiyle sürdürdü. Bütün bu
kimliklere bürünmesine rağmen, mübarek hayatı, mükemmel bir insan ve dindar bir
mü'min olarak öylesine temiz öylesine nezih idi ki, O'nu taklit etmek, Allah'ın
rızası ve ahiretle şefaat ve selâmetin vazgeçilmez bir kuralı olarak ortaya
çıktı. Nitekim, Ahzab sûresinin 21. ayetinde şöyle buyurulmuştur: "Sizin
için Allah'ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu haslet, Allah'ın rızasını
ve ahiret sevabını ümid edip, Allah'ı zikredenlere mahsustur". Hazreti
Peygamber efendimiz (a.s.)'in peygamberlik, insanlık ve devlet başkanlığı
hüviyetlerinde ayırım yapıldığını gösteren en ufak bir işaret ve kaydı Kur'ân-ı
Hakim'de görmek mümkün değildir. Zaten, ayırım yapılmaya, fark gözetmeye
ihtiyaç da yoklu. Zira, Hz. Muhammed (a.s.) Allah'ın şeriatına göre harekat
etmek, bu şeriatın gerçek bir temsilcisi olmakla mükellefti ve dolayısıyla
Allah'ın emrine aykırı herhangi bir söz söyleyemez, herhangi bir hareketle
bulunamazdı.
6.1.3. Nefsin Kötülüklerinden Arınmış
Aynı noktaya, Necm sûresinin ilk
ayetlerinde de temas edilmiştir. Meselâ 2. ayette şöyle deniliyor:
"Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı." Üçüncü
ayette, "O, (Hz. Muhammed), hevasından söylemez" deniliyor. Dördüncü
ayette de, "O, kendisine (Allah tarafından) vahiy olunan bir
vahiydir" ve bundan sonraki ayette de, "O'na, O'nu en güçlü olan
öğretti" deniliyor. Bazı kimseler bu ayetlerde sadece Kur'ân-ı Kerim'in
vahiylerden ibaret olduğunun anlatıldığını söylüyorlar. Çünkü bilindiği gibi,
kâfirler Kur'an-ı Kerim'in vahiy olmadığını iddia ediyorlardı. Ama bence
burada Kur'ân-ı Kerim'e en ufak bir işaret yoktur. Dördüncü ayette kullanılan
"huve" zamiri, açıkça Rasûlullah'ın nutkuna işarettir ki, bundan
üçüncü ayette bahsedilmiştir. Bu ayetlerde, Rasûlullah'ın nutkunun, Kur'an'a
mahsus olduğunu gösteren herhangi bir şeye rastlanmıyor. Yani burada denilmek
isleniyor ki, işbu ayete göre, Resul’ün nutku veya konuşması olma mahiyetindeki
her söz vahiy olacak ve nefsin hevasından arınmış olacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de
bu noktanın önemle belirtilmesinin amacı, Hz. Peygamber (a.s.)'in gönderildiği
insanları, kendisinin masum olduğu ve dalâlete düşmediği konusunda ikna
etmekti. Böylece Mekkeliler, Araplar ve diğer milletlerden olanlar, Hz.
Muhammed (a.s.)'in, nefsin hevasından arınmış, tertemiz bir şahsiyete sahip
olup, yaptığı her işin Allah'ın emrine uygun olduğunu anlayabilirlerdi. Zâten,
bir peygamberin bir tek sözcük veya hareketinin, nefsinin isteklerine bağlı olduğu
anlaşıldığı takdirde İnsanlar o peygambere itibar ve itimat etmezler.
Kâfirlerin asıl bocaladığı mesele buydu. Onlar Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve
hareketlerinin Allah'tan değil, hâşâ kendi kişiliği içindeki aksaklıktan
doğduğunu sanıyorlardı. Onlara göre Hz. Peygamber (a.s.) ya aklî dengesini
kaybetmişti ya da bir kişi O'na bazı şeyler öğretmiş olmalıydı. Yüce Allah işte
bu ayetleri indirmek suretiyle bu tür tereddüt ve şüpheleri tek kalemle ortadan
kaldırmış oldu. Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'in dalâlete de, kötü yola da
düşmediğini, hiçbir sözünü nefsinin hevasından söylemediğini, ağzından çıkan
her sözün hak olduğunu ve Hak'tan geldiğini, kendisine ne herhangi bir kişinin
ne de şeytanın bir şey öğrettiğini, aksine en kuvvetli olan, Rabbi'nin O'na her
türlü bilgiyi verdiğini açıkça ifade etmiştir. Aynı şeyi Hz. Nebiyi Kerim
(a.s.) de kendi mübarek ağzıyla şöyle söylemiştir: "Elinde canım olan
Zât'a yemin ederim ki, bundan (dilimden) çıkan her şey Hak'tır."
6.1.4. Her Zaman ve Her Yerde Örnek Hayat
Maalesef, bazı kimseler, Hazreti
Muhammed (a.s.)'in yaşantısının her ânının örnek alınması gerekmediğini,
bilhassa, özel yaşantısına karışılmaması gerektiğini söylerler. Bu şahıslara
göre, Hz. Peygamber'in, evinde, ailesi içinde ve bazen dışarıda özel
sohbetlerde söylediği sözlerin vahiy olmadığını, bunun için ne kendisinin
herhangi bir iddiada bulunduğunu, ne de kâfirlerin bunu tartışma konusu
yaptıklarını belirtirler. Ben diyorum ki, Rasûlullah (a.s.) ne zaman ve ne
durumda ne söylemiş veya ne yapmışsa bir peygamber olarak yapmıştır. Yaptığı
her iş ve altığı her adım, dalalet, kötülük ve sapıklıktan uzaktı. Bütün söz ve
fiilleri, Cenabı Allah'ın çizdiği çizgi üzerinde olmuş, O'nun gösterdiği
sınırlar içinde kalmıştır. Dolayısıyla, bütün İnsanlar Hz. Peygamber (a.s.)'in
hayatının her ânını kendilerine örnek almalıdırlar. Hz. Peygamber (a.s.)'in
hayatı, canlı bir Kur'ân-ı Kerim ve İlahi Nizamnamedir. Neyin caiz, helâl,
mübah, geçerli, yararlı ve neyin mekrûh, haram, geçersiz ve zararlı olduğunu
Peygamber Efendimiz'in mübarek hayalından anlayabiliriz. Nelerin Allah'ı
hoşnut edebileceğini, nelerin O'nun gazabını gerektirdiğini, hangi konularda
içtihâd edebileceğimizi, hangi meselelerde Rabbimize itaat edeceğimizi ve ne
gibi meseleleri birbirimize danışmak suretiyle halledebileceğimizi ve
dinimizde özgürlüğün yerinin ne olduğunu, kısacası her şeyi, Hz. Muhammed
(a.s.)'in örnek hayalından öğrenebiliriz.
6.1.5. Allah'ın Tâyin Ettiği Önder ve Hükümdar
Rasûlullah (a.s.) kendi kendini
lider ilân etmemişti. O'nu İnsanlar da hâkim seçmemişti. O, Allah'ın seçtiği ve
tayin ettiği bir lider ve hâkimdi, iktidarı ve hakimiyeti, O'nun
peygamberliğinden ayrı bir şey değildi. Aslına bakılırsa kendisi zâten
Allah'ın Rasûlü olmak itibariyle lider ve hükümdardı. Şüphesiz kendisine,
insanlara danışma fikirlerini alma öğüdü verilmişti. Ama bu istişare, ümmetine
bir örnek vermek amacıyla gerekli görülmüştü. Maksat, Hz. Muhammed (a.s.)'in
kendi görüş ve davranışlarıyla İslâmiyet'in allın kurallarını ümmetine gösterme
imkânını oluşturmaktı. Bu itibarla, Hz. Muhammed (a.s.)'in sıradan lider veya
hükümdarlardan biri olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü başka emîr ve
hâkimlere "birbirine danışma" emri verilmiştir. (Bk. Şûra Sûresi,
ayet: 39). Ayrıca istişare konusunda herhangi bir ihtilaf söz konusu olunca Hz.
Peygamber (a.s.)'e müracaat edilmesi tavsiye edilmiştir (Nisa Sûresi: 59).
Fakat Hz. Peygamber (a.s.)’e insanlara danışma öğüdü verilmesine rağmen bir
şeye azmettiği zaman, Allah'a tam güvenerek harekete geçmesi de tavsiye
edilmiştir. (Bk. Al-i İmran: 59). Bundan anlaşılacağı gibi, Hz. Peygamber
(a.s.) için aslında herhangi bir istişareye gerek yoktu, ama kendisi bunu
yapmıştır; zira insanlara İslâmî hükümetin örneğini vermek istemiştir.
6.1.6. Peygamber (a.s.)'e Bir Hükümdar Olması
İtibariyle İtaat Etmek
Bir lider ve hâkim olması
itibariyle Hazreti Peygamber (a.s.)'e itaat etmenin yalnızca yaşadığı devre
kadar sınırlı olduğunu düşünmek yanlıştır. Bu hususta ileri sürülen ayetten
aslında böyle bir mânâ çıkmıyor. Enfâl sûresinin 20. ayetinde yer alan "ve
entüm tesme'ûn" sözlerinden, bazı kimseler, Hazreti Peygamber (a.s.)'e
itaatin sadece O'nu kendi kulaklarıyla dinlemiş olanlara vacip olduğunu iddia
ederler. Fakat, Enfâl sûresinin daha ilk ayetinde şu sözlere rastlıyoruz:
"Ve eğer mü'minlerden iseniz Allah'a ve Rasûlüne itaat edin". Ayet
5'te ise Rasûlullah (a.s.)'ın cihâda daveti üzerine canları sıkılanlar
azarlanıyor. 13. ayette de şöyle buyurulmuştur: Allah ve Rasûlüne karşı
gelenlere, Allah'ın cezası cidden pek çetindir". 20. ayette şu sözlere
rastlıyoruz: "Ey mü'minler, Allah ve Rasûlüne, itaat edin. Kur'ân'ı
dinleyip dururken ondan yüz çevirmeyin." Gördüğünüz gibi bu ayette ve
yukarıdaki ayetlerde Rasûlullah (a.s.)'a itaat edilmesi için defalarca emir
verilmiştir. Bunun amacı, Allah'ın peygamberine itaat etmenin, Cenabı Allah'a
itaat etmek demek olduğunu müslümanlara iyice anlatmaktır. Ayrıca, her yerde
"rasûl" kelimesi kullanılmış, emir veya hükümdar kelimesi
kullanılmamıştır. Bunun dışında, burada, rasûl veya peygamberin liderlik ve
hükümdarlık hüviyetinin, peygamberlik sıfatından ayrı olduğunu gösteren en
küçük bir işaret de yoktur. Daha sonra, kullar, peygamberin emirlerine karşı
gelmekten men edilmiştir. Peygamber (a.s.)’e karşı gelmenin büyük bir günah
olduğu ve cezasının çok ağır olduğu anlatılmıştır. Bu bakımdan, "ve entüm
tesme'ûn" deyiminin, Allah'ın emirlerini duyduktan sonra Rasûlullah
(a.s.)'a itaatsizlik etmemeleri anlamında kullanıldığı akıl ve mantığa da
yakındır. Yani, Hz. Peygamber (a.s.)'e sadece yaşadığı çağda değil, ondan sonra
da ve kıyamete kadar, Kur'ân-ı Kerim'i dinledikçe itaat etmek gerekiyor.
"Diğer lider ve hâkimler
gibi, Hazreti Peygamber (a.s.)'in iktidarı ve hükümdarlığı da geçiciydi. O
kendi çağının şartlarına göre lider ve hâkim sayılabilirdi. Ama bugün, devlet
ve siyasetle O'nun kullandığı metod ve yaptığı icraata uyulamaz. Bugün şartlar
çok değişiktir ve Bedir ile Uhud savaşlarında kılıç ve kalkanlarla yapılan
muharebe artık tarihe karışmıştır". Bu gibi iddialar sık sık ortaya
atılıyor. Bu saçma bir iddiadır ve biz bunun sadece son satırlarını ele almak
istiyoruz. Şüphesiz, Hz. Peygamber (a.s.)'in zamanında kullanılan silâh, araç
ve gereç o çağın ürünüydüler. Ama biz burada zahiri şeylerle uğraşmıyoruz.
Bizim ilgilendiğimiz şey, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaş ve barışla ilgili
getirdiği altın kurallardır, önemli olan; askeri bilgisi, orduyu yönetme ve
komuta etme kabiliyeti, çarpışmalarda kullandığı taktik, savaşırken dikkat
ettiği ahlâk kuralları esirlere uyguladığı insancıl muameledir. Hazreti
Muhammed (a.s.)'in hazırladığı ve uyguladığı savaş yasaları sadece kendi
dönemi için değil, bütün çağlar için geçerlidir. Kanun ve şeriat açısından
önemli olan; Hz. Peygamber (a.s.)'in kılıç, kalkan, top veya tüfek kullandığı
değil, bu kılıç, top ve tüfekleri nasıl ve hangi amaçlar için kullandığıdır.
Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek gazve(savaş)lerinde bu konuda koyduğu
kurallar ve gösterdiği örnekler, İslâm'da savaş ve barış yasalarını vücuda
getirmişlerdir, İslam'da Cihad'ın ne olduğunu biz Rasûlullah'tan öğrenmişizdir
ve Server-i Alem (Cihan Önderi) manevî bakımdan kıyamete kadar bütün İslâm ordularının
Başkomutanı'dır.
6.1.8. Hz. Peygamber (a.s.)'in Hâkimiyetinin Kendine
Mahsus Özelliği
Yazarlarımızdan biri, bir
peygamber ile bir hâkim arasında fark olduğunu belirtmiş, müslümanların kendi
hâkim ve hükümdarlarıyla ihtilâfa düşme hakkına sahip olduklarını, ama
peygamberlerine karşı çıkma hakkına sahip olmadıklarını savunmuştur. Şimdi ben
kendisine sormak istiyorum, eğer sizce Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) diğer emir
ve hükümdarlar gibi bir hâkim ise, O'nunla ihtilafa düşme hakkına sahip
misiniz? Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik hüviyetini, O'nun devlet ve
siyaset adamlığından ayrı sayan bu zât'a sorabilir miyim; herhangi bir müslüman
O'nun söz ve davranışlarına karşı gelebilir mi? Unutulmamalıdır ki, Hz.
Muhammed öyle bir hâkim ve liderdi ki, O'nunla konuşurken sadece sesini
yükseltenlerin bile, bütün amellerinin ve iyi işlerinin hiçe sayılacağı belirtilmişti
(Hucurat, ayet: 2). bu öyle bir liderdi ki, O'nunla kavga edenin cehennem
ateşine atılacağı ikâzı yapılmıştı (Nisâ, ayet: 115). Eğer kendisiyle ihtilâfa
düşemez, O'na karşı çıkamazsak, O'nu başka hâkim ve hükümdarlarla nasıl bir
tutabiliriz?
Bizden bazıları var ki, Rasûlullah
(a.s.)'a itaat ile ilgili ilâhi emir ve talimatın, Hz. Peygamber (a.s.)'in
hâkim ve hükümdar sıfatıyla ilgili olduğunu ileri sürerler. Meselâ, şu
satırlara bakalım:
"Kur'ân-ı Kerim'de nerelerde
Allah ve Rasûl kelimeleri geçmişse, bunlardan Allah ve Resûlünün hükümdarlık
sıfat ve yetkileri anlaşılmalıdır. Bu hükümdarlık ve hükümetin anayasası
Kitabullah'tır ve bunu uygulayan Rasûlullah ve halefleridir. Meselâ,
"yes'elûneke anil enfâli kul-il-enfâlü li-llâhi ve-rrasûli" ayeti
bunun bir örneğidir. Ganimet malıyla ilgili emir, Hz. Peygamber'in dönemine
kadar sınırlı olmayıp, Halifeler tarafından da yerine getirilmiştir. Yani son
karar ve Selahiyet mercii, Allah ve Rasûlü’nün hâkimiyeti ve saltanatıdır. Bu
bakımdan, Rasûlullah'ın hâkim ve hükümdar hüviyeti, halifeleri için de
geçerlidir."
Bu tamamıyla yanlış bir fikirdir.
Kur'an-ı Kerim'de itaatin üç derecesi açıkça belirlenmiştir. Bunlar: 1) Allah'a
itaat, 2) Peygambere itaat, 3) Hâkim veya devletin büyüklerine itaattir.
Allah'a itaat ve bağlılık, Kur'ân-ı Kerim'in emir ve buyruklarına uymak
demektir. Peygamber'e itaat, Rasûlullah (a.s.)'ın söz ve hareketlerini takip
etmek demektir. Hâkim ve devlet büyüklerine sadakat ve itaat da, müslüman
tebaa'nın kendi hâkim ve devlet yöneticilerine itaat etmesi demektir. İtaatin
ilk iki derecesi hakkında Kur'ân-ı Kerim'in bir değil birçok yerinde, Allah ve
Rasûlünün emirlerine herhangi bir itiraz edilmeden uyulmak gerektiği
belirtilmiştir. Müslümanlar için Allah ve Rasûlüne itaat etmekten başka çare
yoktur. Bir konuda Allah ve Rasûlü kararlarını vermişlerse, hiçbir müslüman bu
konuda kendi görüşünü ileri süremez, keyfî hareket edemez. Üçüncü itaat derecesine
gelince devlet büyüklerine, ancak Allah ve Rasûlüne bağlı kalınmak suretiyle
itaat edilmesi farz edilmiştir. Yani bir konuda Allah ve Rasûlü'nün emirleri
başka, devlet büyüklerinin emirleri başkaysa, hiç tereddüt edilmeden ilk
zikrolunan emirler tercih edilmelidir. Herhangi bir şüphe ve ihtilâfta da Allah
ve Rasûlünün emirlerine öncelik tanınmalıdır. Böylesine açık seçik emirler
varken, Allah ve Rasûlünün emirlerini, hâkim ve hükümdarlarınki ile bir
tutmanın hiçbir anlamı yoktur. Ayrıca, yukarıdaki ayet de yanlış şekilde
yorumlanmıştır. "Bütün ganimet malları Allah ve Rasûlüne aittir"
demenin maksadı, Allah ve Rasûlünün meydana getirdiği İslâm topluluğunun eline
düşen ganimet mallarının, yine bu topluluğun kalkınma ve refahı için
kullanılması gerektiğini vurgulamaktır. Böylece, Kur'ân-ı Kerim'de geçen Allah ve
Rasûl kelimelerinin, Allah ve Peygamberi'nin hâkimiyeti ve saltanatı anlamına
gelmediği anlaşılmış oluyor.
6.1.10. Dinî ve Medenî Mevzular Arasındaki Ayırım
Yanlıştır
Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in dini, medeni ve içtimai hüviyeti arasında ayırım yapılması için
ortada herhangi bir sebep yoktur. Zâten, Kur'ân-ı Kerim'de ve hadislerde,
Allahu Teâlâ'nın veya bizzat Peygamberimiz'in bu konuları ayrı tuttuğunu
gösteren en ufak bir işaret ve kayıt yoktur. Bu bakımdan, müslümanlar için Hz.
Peygamber (a.s.)'in sadece dinî söz ve hareketlerinin örnek alınmasının lâzım
geldiğini, cemiyet ve medeniyetle ilgili söz, hareket ve koyduğu kurallara
itibar edilmemesi gerektiğini ileri sürenler yanlış yoldadırlar. Bu tür
iddialarda bulunanlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in sosyal ve kültürel alanlardaki
söz ve fiillerinin sadece kendi döneminin insanlarını ilgilendirdiğini,
çağımızda ise sözlerinin sadece dinî vecize niteliği taşıyabileceğini ve
faaliyetlerinin de nazar-ı dikkate alınabileceğini söylerler. Fakat bu adamlara
açıkça meydan okuyorum, Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Peygamber (a.s.)'in dini,
içtimai ve medeni sıfatları arasında ayırım yapıldığına dair tek bir kelime
veya ayet gösteremezler. Halbuki ben Kur'an-ı Kerim'de şu ayete rastlıyorum:
"Allah ve Rasûlü bir işe
hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde
muhayyerlik haklan yoktur. Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir
sapıklık etmiş olur". (Ahzâb; 36).
Görüldüğü gibi, bu ayette belirli
bir zamandan bahsedilmiyor. Burada adları geçen "mü'min erkek ve
kadınlardan sadece Hz. Muhammed (a.s.)'in zamanında yaşamış olan müslümanlar
kastedilmiyor. Burada "iş" sözcüğü üzerinde de önemle durulmalıdır.
Bu iş hem dini, hem dünyevi olabilir. Allah ve Rasûl kelimeleri de Allah ve
Rasûl kelimeleri olarak kullanılmıştır, onların hakimiyeti veya saltanatı
olarak değil. Burada bütün mü'min erkek ve mü'min kadınların, bir konuda Allah
ve Rasûlü'nün karar vermeleri halinde ona uymaktan başka çareleri olmadığı
ifade edilmiştir. Onlar, ister erkek ister kadın olsun, ne ferdî ne içtimaî
şekilde Allah ve Rasûlü'nün emirlerine karşı gelemezler. Yukarıdaki ayette,
Allah ve Rasûlü'nün emirlerine karşı gelenler de sapıklıkla suçlanmıştır. Yani,
Allah ve Rasûlü'nün sadece dinî değil, diğer bütün konularda verdikleri emir ve
kararlara istisnasız uyulmalıdır. Zaten, Allah ve Rasûlü'nün, İslâm topluluğu
için getirdikleri kanun ve düzenin yaşaması ve gelişmesi, onların emir ve
kararlarına uyulmaya bağlıdır. Eğer her müslüman Allah ve Rasûlü'nün emir ve talimatını
bir yana bırakıp keyfine göre hareket etmeye başlarsa bu düzenin ayakta
durması mümkün değildir.
6.2. HZ.
PEYGAMBER (A.S.)'E İTAAT VE İSLÂMDA FİKİR HÜRRİYETİ KAVRAMI
Yazarlardan biri şöyle yazıyor:
"Ahzâb sûresinde Hz. Zeyd bin
Harise ile Hz. Zeyneb (r.a.) hakkında anlatılan olay, önemli bir şüpheye yol
açıyor. Rasûlullah (a.s.) Hz. Zeyd'e şöyle demişti: 'Karının izdivacında
kalmasına izin ver ve Allah'tan kork'. Fakat Hz. Zeyd, Rasûlullah'ın bu emrine
karşı gelerek Hz. Zeyneb'i boşayıverdi. Hz. Zeyd'in bu hareketinin Hz.
Peygamber'in emrine karşı olduğu muhakkaktır. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerim'de
kullanılan ifadeden, Allahu Teâlâ'nın Hz. Zeyd'in bu itaatsizliğinden
hoşlanmadığını gösteren en küçük bir işaret bulunmadığı anlaşılıyor. Bilakis,
olayın başında Hz. Zeyd için "Allah'ın mükâfatlandırdığı kişi" deyimi
kullanılmıştır. Bu demek oluyor ki, Hz. Peygamber'in bazı emirlerine karşı
gelinebileceği ve bazı sözlerinin bizzat kendisine ait olduğu kesin ise bile,
onlara uymanın Allah'ın emirlerine uyulması kadar vacip olmadığı ortaya
çıkıyor."
Burada anlatılan olay ve bununla
ilgili olarak sorulan soru öyle karmaşık değildir. Bu husustaki şüphe birkaç
kelime ile giderilebilirdi. Ancak şüphenin doğduğu noktada çeşitli yanlış
anlamalar vardır ve bunlar çok gerilere kadar uzanıyor. Onun için, bu şüphenin
giderilmesinden önce bunun kaynağını teşkil eden yanlış anlamaları ele alalım.
Kur'ân-ı Kerim, semavi kitaplar
arasında, Mutlak Hâkim'in, Allah (c.c.)tan başkası olmadığını en açık ve kesin
ifadelerle anlatan kitaptır. Kur'ân-ı Kerim'in çeşitli ayetlerinde, her türlü
karar ve hüküm verme hakkının sadece Allah'a ait olduğu, O'nun verdiği emir ve
kararlara uyulmaktan başka çare bulunmadığı, O'na itaatin farz olduğu ve
insanın yaradılış itibariyle O'nun kulu olduğundan O'na ibadet için
yaratıldığı, insanlarla birlikte cinlerin de Allah'a itaat ve ibadet için
yaratıldığı, insanın Allah'tan başka kimsenin mahlûku ve kulu olmadığı, bu
bakımdan bir insanın başka bir insana itaatinin söz konusu olmadığı, emir ve
kararların tümünün Allah tarafından verildiği, başka kimsenin bunda herhangi
bir dahlinin bulunmadığı, bir insanın hiçbir zaman başka bir insanın mutlak
hakimi olamayacağı, hatla kuvvet, kudret ve iktidar sahibi bir insanın
başkasına, Allah'ın emirlerine aykırı bir iş yaptıramayacağı açık açık
anlatılmıştır.
6.2.2. İnsanların İnsanlar Üzerindeki Hakimiyeti
Kur'ân-ı Kerim'in indirilişinin
başlıca amacı, insanı Allah'tan başka varlıkların boyunduruğundan kurtarıp onu
Allah'ın kulu haline getirmek ve bu arada, kendisine tam bir fikir ve vicdan
hürriyeti bahşetmektir. Nitekim, insanların insanlara köleliğine karşı en çok
mücadele veren ilâhi kitap Kur'ân-ı Kerim olmuştur. Bu kitap, hiçbir insana
helâli haram veya haramı helâl yapma yetkisi vermemiştir. Ayrıca, bir insanın
kanun ve yasaklarının sanki ilâhî emir ve buyruklarmış gibi geçerli ve itaate
lâyık olduğu fikrini ortadan kaldırmıştır. Bu tür sadakat ve itaat Kur'ân-ı
Kerim açısından "şirk"tir. Nitekim, Kur'ân-ı Kerim, din adamları,
ulema, evliya, rahip, keşiş, kâhin, papaz, papa ve dini sıfatlar taşıyan
hükümdarlarına bir takım tanrısal sıfat ve ünvanlar verip tapmasa başlayan,
emirlerini Allah'ın emri gibi yerine getirmeye çalışanlara müşrik demiştir.
Zâten bir insan, başka bir insana aşırı derecede bağlanıp onun bir takım
insanüstü sıfat ve selâhiyetler taşıdığına inanmaya başlayınca, ister istemez
onu ilâh derecesine çıkarır, kendisini de onun kulu haline getirir. Bir insan,
bir başka insana karşı kalben, zihnen ve bedenen, bütün yetenek ve özgürlüklerinden
feragat edince karşısındakini her türlü kusur, hata ve ayıptan berî saymış
olur. Böyle bir kişi, bağlı olduğu kişinin, insan hak ve hürriyetleri hakkında
son sözü söyleyebileceğine, herkese hükmetme hakkına sahip olduğuna kendi
emrindekilere kâr ve zarar verme gücüne haiz olduğuna ve hatta insanlara rızk
verme ve onları aç bırakma gücünde olduğuna inanır. Allah (c.c.)'tan başka
herhangi bir kimseye bu sıfat ve özellikleri yakıştırmak şirkin ve köleliğin
ta kendisidir. Buna karşılık, "Tevhid", Allah'ı tek saymak, Allah'tan
başka kimsede tanrısal özelliklerin bulunmadığına inanmaktır. Tek Allah'a bağlı
olan bir kişi, diğerlerine köle olmaktan kurtulur, tek Allah'ın hakimiyetine
ve himayesine girmiş olur.
6.2.3. Peygambere İtaat Ne Demektir?
Allah'la insanlara itaat
arasındaki bu farkı öğrendikten sonra gelin, peygambere itaatin ne demek
olduğunu görelim. Bildiğiniz gibi, İslâm'da peygambere sadakat ve itaat farz
olup, dinin temeli bunun üzerine kurulmuştur. Evvelâ, şunu bilmekte fayda
vardır ki, peygambere itaatin farz edilmesi, o peygamberin insan olmasıyla
ilgili değildir. Peygambere, Ahmet oğlu, Mehmet oğlu, İmran oğlu, Meryem oğlu
veya Abdullah oğlu olması bakımından itaat edilmiyor. Peygamberin bu
hüviyetiyle, başkalarına emir verme, bir şeyi yasaklama, bir şeyi helâl ve
caiz kılma hakkı da yoktur. Çünkü böyle bir şey olsa, peygamber de
"Allah'tan başka bir ilâh" haline gelir. Böylece bir peygamber kendi
eliyle, geliş sebebini ortadan kaldırmış olur. Kur'ân-ı Kerim bu meseleyi gayet
açık seçik bir şekilde bize anlatmıştır. Kur'an diyor ki, kişisel olarak, nebi
veya peygamber sizin ve bizim gibi bir insandır. "Ey peygamber, onlara de
ki, Rabbım pâk'tır. Berî insandan başka neyim ki? Ben (insan)dan peygamber yapıldım".
Bir başka ayette şöyle deniliyor: "Ve onlara onların peygamberi dedi ki,
ben de sizin gibi bir insanım". Ne var ki, "peygamber" olmak
bakımından bir peygamber ile diğer İnsanlar arasında büyük bir fark vardır. Bir
peygambere, Allah tarafından vahiy gönderilip peygamberlik payesi verildikten
sonra kendisine "hüküm" de veriliyor. Meselâ, bir ayette şöyle
deniyor: "Biz peygamberlere kitap, hüküm ve nübüvvet verdik." Burada
hüküm kelimesi hem karar verme kabiliyeti, hem hükmetme kuvveti olarak kullanılmıştır.
Demek ki, peygamberin sahip olduğu iktidar ve hakimiyet, kişisel bir yetenek
değil, Allah vergisi bir vasıftır. Bu bakımdan, peygambere itaat, Allah'a
itaat’tir. "Her kim Rasûl'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir".
Peygamberin dünyaya ve insanlara gönderilmesinin amacı zaten, Allah'ın
emirlerini insanlara iletmesi ve bu emirlere uymalarını sağlamasıdır. "Her
peygamberi göndermemizin maksadı, Allah'ın emriyle O'na itaat edilmesini
sağlamaktır". Bu bakımdan, peygamberin emri, Allah'ın emridir ve kimsenin
buna itiraz etme hakkı yoktur. "Hidayet'in belirlenmesinden sonra
peygamber ile kavga eden ve iman edenlerin yolundan başka bir yol takip eden
birini, saptığı tarafa saptıracağız ve onu cehenneme atacağız, orası ne fena
yerdir".
Bir peygamber'e fiilen itaatsızlık
etmek şöyle dursun, biri sadece onun emrine karşı gelmeyi aklından bile
geçirse, onun imanı silinmiş oluyor. "Vallahi, aralarındaki anlaşmazlığı
gidermek hususunda seni hakem kabul etmedikçe ve verdiğin kararı, canlarını
sıkmadan kabul etmedikçe onlar mü'min sayılmayacaklardır". Bu
itaatsizliğin sonucu hüsran ve ümitsizliktir.
"Küfretmiş ve Peygamber'in emirlerine karşı gelmiş olanlar, kıyamet günü
öylesine bir güçlük ve felâketle karşı karşıya bulunacaklardır ki, kendilerinin
yerle bir edilmelerini isteyeceklerdir."
Daha önce işaret elliğimiz gibi,
peygambere lam itaat ve teslimiyet din ve imanın esaslarındandır. Bir insanın
hidayet bulması ancak nebî veya peygambere itaat ile mümkündür. Peygamberin
sözlerini dinlemeyen, onun hayatını örnek almayan bir kişi ne dünyada ne de
âhirette felâh ve refah bulabilir. Ama bir kere daha tekrar edelim, peygambere
bu bağlılık ve teslimiyet onun insanî ve kişisel özelliğine değildir. Allah,
bir peygamberi, insanları kendi kulu haline getirmek üzere dünyaya
göndermemiştir. Bir insan, Allah tarafından kendisine hüküm ve peygamberlik
bahşedildikten sonra insanlara, "Allah yerine benim kulum olunuz"
diyebilir mi? Peygamber, insanları şahsî hırs ve arzularına göre idare etmeye,
onlar üzerinde şahsî iktidar ve hakimiyet kurmaya, baskı ve zulüm uygulamaya,
onların hak ve özgürlüklerini ortadan kaldırmaya, kendine bir takım menfaatler
kazanmaya çalışmaz. Eğer böyle olursa zâten, peygamberin dünyaya gönderilme
amacı ortadan kalkmış olur. Allah'tan başka ilâh ve tanrıları yok etmeye gelen
biri kendisi tanrı oluverirse, bunun hayırlı ve faydalı tarafı neresindedir?
Halbuki, peygamber dünyaya bir insanın başka bir insanı köle etmesini,
sömürmesini önlemeye gelir. "Ve bu peygamber, onların yükünü kaldırır ve
onların bağlı bulundukları bağları keser". Peygamberin gelişinin sebebi
ve gayesi, insanların başkalarının hak ve hürriyetlerini ihlal eden
davranışlarını ve kendilerine sınırsız yetki tanımalarını önlemektir.
"Kendi dilinizle islediğiniz şeyi helâl etme ve istediğiniz şeyi yasaklama
hakkınız yoktur". Peygamber, bir insanı başka bir insanın önünde eğilme,
ona boyun eğme rezaletinden kurtarmak için dünyaya gönderilmiştir. "Sizden
hiçbir insan başka bir insanı, Allah'tan başka ilâh edinmesin". Böyle bir
durumda, bir nebi başkalarının boynundaki boyunduruğu kendi boynuna
geçirebilir mi? Başkalarının hak ve hürriyetlerine sadece kendi şahsî ihtiras
ve menfaatleri için son verebilir mi? Kırmak için geldiği putlar yerine kendi
putunu dikebilir mi? Allah'ın kullarına baskı ve zulüm yapan zalim hükümdarları
ortadan kaldırmaya gelen peygamber kendisini onların tanıma olunabilir mi? Hz.
Peygamber (a.s.), Yahudiler ile Nasranîlerin kendi din adamları ve rahiplerini,
Allah yerine tanrı haline getirdiklerinden yakınmışım Böyle bir peygamber,
kendisine iman edenleri, "siz Allah'ı boş verip beni Rabb olarak tanıyın
ve arzularıma boyun eğin" diyebilir mi?
6.2.5. Peygamber (a.s.)'e Peygamber Olması Bakımından
itaat
Peygamber (a.s.)'e peygamber
olarak sadakat ve itaat, imanın bir parçasıdır, hatta İslâm dininin temel
kurallarından biridir. Biz Hz. Peygamber (a.s.)'e bir insan değil, bir
peygamber ve Allah'ın elçisi olarak itaat etmeye mecburuz. Biz Hz. Muhammed
(a.s.)’e bağlılığımızı bildirirken aslında, Allah'ın Rasûlü'nün, Allah
tarafından bize getirdiği ilim, hidayet, hüküm, emir, kanun ve talimata uymayı
taahhüt ederiz. Başka bir deyişle, İslâm'a göre müslümanların Hz. Peygamber'e
itaat etmeleri sıradan bir insana değil, bir peygambere ve dolayısıyla,
Allah'a itaat etmeleridir. Şu ayetlere bakın:
"Allah'ın sana gösterdiği
gibi İnsanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik".
(Nisa; 105)
"Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler zâlimlerin la kendileridir". (Maide; 45)
Bu kanuna diğer İnsanlar gibi,
peygamber de bir insan olarak bağlı bulunuyor:
"Ancak bana vahyolunan şeye
tabi olurum". (En'am; 50)
Bu ve buna benzer ayetler,
Peygamber (a.s.)'e itaatin, aslında Yüce Allah (c.c.)'a itaat olduğunu
göstermektedirler. Peygamber (a.s.)'e itaat ediliyorsa ona Allah tarafından
"hüküm" verildiği için ediliyor, insan olduğu için değil. Hâkimlere
ve halifelere itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü'nün kanunlarını uyguladıkları
için ediliyor. Ulema'ya itaat ediliyorsa, Allah ve Rasûlü'nün helâl ve haram ile
ilgili koydukları kurallar hakkında bizi uyardıkları için ediliyor. Bu
saydığımız kişiler bize Allah'ın herhangi bir emrini getirirlerse, biz buna
itiraz etmeden uymak zorundayız. Allah'ın emri ve kararı söz konusu olunca
kulun şahsî fikri ve fikir hürriyeti önemli değildir. Fakat eğer bir insan
Allah'ın emrini değil, kendi görüşünü ve emrini onaya koyarsa, bir müslümanın
buna mutlaka uyması şart değildir. Bu gibi konularda kendi aklını kullanma,
düşünüp taşınıp, kararını verme hakkına ve hürriyetine sahiptir. İsler ittifak,
ister ihtilâf edebilir. Mesele şahsî olunca bir müslüman sadece ulema ve
yöneticilerle değil, peygamber ile de ihtilâf etme hakkına sahiptir.
6.2.6. Hz. Peygamber (a.s.)'in Vazifesinin Başlıca İki
Hedefi Vardı
Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in dünyaya gelişinin ve peygamberlik vazifesinin iki önemli gayesi
vardı. Birincisi, Tek Allah'a itaat ve bağlılık halkasını insanın boynuna
geçirmek. İkincisi de insanların boynundaki insanlara ait boyunduruğu söküp
atmak. Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğinin bu iki yanı da aynı önemi
taşıyordu. Hz. Peygamber (a.s.)'in görevinin ilk bölümünün tamamlanması için
bütün müslümanların kendisine kayıtsız şartsız itaat etmeleri gerekliydi.
Kendisine itaat edilmesi, Allah'a itaat edilmesine giden yoldu. Başka bir
deyimle, Allah'a itaat etmek Peygamber'e itaat etmeye bağlıydı. Hz.
Muhammed'in, görevinin ikinci kısmını bitirmesi için, ilk. önce kendi fikir ve
hareketleriyle bir insanın başka bir insana itaat etmesi, hatta Abdullah oğlu
Muhammed'e bile itaat etmesi gerekmediğini, herkesin fikir ve vicdan
hürriyetine sahip olduğunu müslümanlara anlatması, inandırması lâzımdı.
Aslında bu son derece nâzik bir meseleydi, çünkü Hz. Muhammed bir yandan
peygamber, bir yandan insan olup her iki hüviyeti şahsiyetinde toplamıştı. Hz.
Peygamber (a.s.)'in bu iki kimliği arasında bir çizgi çizmek hayli güçtü. Ancak,
Rasûlullah (a.s.) Yaradanının kendisine bahşettiği büyük meziyet ve hikmet
sayesinde başarıyla bu nazik meselenin üstesinden geldi. Netice itibariyle bir
peygamber olarak ümmetinin kendisine öylesine itaat etmesini sağladı ki, dünya
tarihinde böyle bir itaati, böyle bir bağlılığı bir daha göremeyiz. Diğer
yandan, bir insan olarak, kendisine iman edenlere ve taraftar olanlara dünya
tarihinde ender rastlanabilecek cumhuriyetçi, özgürlükçü ve demokrat lider ve
hâkimlerin tanıyabileceklerinden çok daha esaslı hak ve hürriyetler tanıdı, Bir
taraftan, bir peygamber olarak, Hazreti Muhammed(a.s.)'in müslümanlar arasında
en büyük itibar, şeref ve haysiyete sahip olduğu, müslümanların kendisine ne
kadar çok sevgi ve saygı besledikleri, ona nasıl bağlı olduklarını düşünelim;
bir taraftan da, böylesine büyük sevgi ve saygıya lâyık ve böylesine kudretli
olmasına rağmen, güncel ve sosyal konularda her yerde ve her zaman insanlık
hâlini, peygamberlik payesinden ayırt edebilme kabiliyetine bakalım. Bir
düşünelim, bir peygamber olarak kendisine ses çıkarılmadan kitlelerin itaat
etmelerine alışık olan bir kişi, bir insan olarak insanlara ne kadar çok fikir
ve vicdan hürriyeti vermiş, ne kadar çok kendi fikriyle ihtilâf etmelerine
izin vermiştir. Böyle bir değerlendirmenin sonunda, ancak bir peygamberin,
böylesine harika bir ayırt etme kabiliyetine, tahammül, tevazu ve basirete
sahip olabileceği sonucuna varacağız. Bu noktada sanki peygamberin şahsî
hüviyeti de onun peygamberlik sıfatıyla özdeşleşmiştir. Yani peygamber iken
insandır, insan iken de peygamberdir. Bir peygamber, kişisel kimliğine rağmen
peygamberlik vazifesini yapabilir. O kişisel kimliği ile çalıştığı sırada
taraftarlarına fikir hürriyetini aşılıyor, bir insanın nasıl eşit olduğunu ve
ona nasıl muamele edileceğini öğretiyor, hatta Allah'ın peygamberi olarak
tanıdıkları insanın görüş ve hareketleriyle de ihtilaf etme hakkına sahip
olduklarını bildiriyor. Doğrusu, Hz. Muhammed (a.s.) müslümanlar tarafından
öylesine seviliyor, sayılıyor ve yüksek mevkide tutuluyor ki, çeşitli dinlere
mensup hükümdar, lider, rahip ve din adamları gibi kendisini kolayca tanrı
mevkiine çıkarabilir ve diğer insanları da kendi kulları sayabilirdi. Ama, Hz.
Peygamber (a.s.)'in söz ve fiillerinin bunun tam aksine olduğunu görüyoruz.
Rasûlullah bir yerde şöyle diyor:
"Ben de bir insanım. Ben size
dininiz hakkında bir şey söylersem söylediklerime uyun. Fakat ben kendi
görüşümü ileri sürdüğüm zaman, benim sadece bir insan olduğumu düşünün."
6.2.7. Fikir Hürriyeti Kavramını Yerleştirme Çabaları
Bir defasında Hazreti Peygamber
efendimiz (a.s.) Medine'de bahçıvanlara, hurma ağaçlarının yetiştirilmesi
konusunda bazı öğütlerde bulundu. Bahçıvan ve çiftçiler bu öğütlere göre
hareket etliler, ancak ürün iyi olmadı. Konu Hz. Peygamber (a.s.)’e
bildirilince kendisi şöyle buyurdular: "Ben tahminlerime göre bir şey
söylemiştim. Benim tahmin ve şahsi fikirlerime fazla ehemmiyet vermeyin. Fakat
bir şeyin Allah tarafından olduğunu söylediğim zaman bana inanın. Çünkü Allah
hakkında yalan söylemem."
Bedir savaşında Hz. Peygamber
(a.s.)'in konakladığı yer iyi değildi. Hz. Hubab bin Münzir (r.a.) çadırın
kurulması için yer seçiminin, vahye göre mi yoksa bir muharebe tedbiri olarak
mı yapıldığını sordu. Hz. Peygamber (a.s.) buyurdular ki, konak yeri vahye
göre seçilmemiştir. Bunun üzerine Hz. Hubab, çadırın başka bir yerde
kurulmasının dâha iyi olacağını belirtti ve Hz. Peygamber (a.s.) de bu fikri
kabul etti.
Bedir savaşının esirleri konusunda
Hz. Peygamber (a.s.) sahabelerin fikrini sordu ve kendisi de kişisel görüşünü
ileri sürdü. Tarih kitaplarına göre, Hz. Ömer ile Hz. Ebû Bekr (r.a.) bu görüşe
karşı çıktılar. Aynı toplantıda Hz. Peygamber, damadı Ebu'l Ass'ın durumunu da
ortaya attı ve sahabelere, ona fidye olarak alınan kolyenin geri verilip
verilmemesini sordu. Sahabeler bu fikri kabul edince kolye, Ebu'l Ass'a geri
verildi.
Hendek savaşı sırasında, Hz.
Peygamber (a.s.) Beni Gatafan ile sulh yapma niyetini açıkladı. Medine'deki
Ensâr kabilelerinin reisleri bu düşünceye karşı çıktılar ve dediler ki:
"Eğer sulh yapmak vahiy ile bildirilmişse, hiçbir itirazımız yoktur, ama
değilse o zaman bazı maruzatımız vardır". Hz. Peygamber, onların
itirazlarını dinledikten sonra anlaşma metnini yırtıp attı.
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken
Müslümanlardan bazısı, kâfirlere taviz verilmeme ve onların üstünlüğünü kabul
etmeme eğiliminde idiler. Hz. Ömer bu anlaşmaya açıkça karşı çıktı. Ancak, Hz.
Muhammed (a.s.) bu işi Allah'ın peygamberi olarak yapmakla olduğunu söyleyince
durumdan şikayet eden ve hayli üzülen Müslümanlardan çıt çıkmadı. Hz. Ömer ise
ömrünün sonuna kadar, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir peygamber olarak yaptığı işe
karşı çıkmasının pişmanlığını ve burukluğunu duydu.
Huneyn savaşının ardından
ganimetlerin dağıtımı sırasında küçük bir ihtilaf ortaya çıktı. Ensâr bazı
kimselere ganimet mallarının gerektiğinden çok cömertçe dağıtılmasına itiraz
elliler. Hz. Peygamber onları yanına çağırdı ve: "Ben Allah'ın
peygamberiyim, ne istersem yaparım" demedi. Aksine, özgürlükçü bir
rejimde hürriyetçi bir liderin tavrıyla ganimet mallarının dağıtımının çeşitli
yönlerini arılattı, dağılımın neden böyle yapıldığını açıkladı. Yani
peygamberliğini karşısındakileri sindirmek amacıyla bir silâh olarak da
kullanmadı, aksine kabaran duygularını yatıştırdı, akıl ve mantığa göre hareket
etmelerini sağladı. Ensâr da evlerine memnun döndüler.
Hazreti Peygamber (a.s.)'in bu
davranışı sadece sahabelere, yakınlarına ve toplumun üst tabakasında yer
alanlara karşı değildi. Aynı alçak gönüllülüğü, açık kalpliliği, yumuşak tavrı
toplumun en alt tabakasında yer alan köle ve hizmetçilere karşı da
gösteriyordu. Kölelere hürriyet fikrini o verdi. Berre adlı cariye, kocasından
nefret ederdi, ama kocası onu bırakmak istemiyordu, halla ona öylesine aşıktı
ki caddelerde, sokaklarda onun için gözyaşı döküyordu. Olayı duyan Hazreti
Peygamber (a.s.) cariye kıza kocasına dönmesini söyledi. Kız, "ya
Rasûlallah bu bir emir midir?" diye sordu. Hz. Peygamber dedi ki, "bu
bir emir değil, bir tavsiyedir". Kız dedi ki, "eğer bu tavsiye ise,
ben onun yanına girmek istemiyorum."
Bu gibi örnekler daha da
çoğaltılabilir. Fakat burada önemle belirtmek istediğimiz şey, Hz.
Peygamber'in fikir hürriyeti kavramını müslümanlara nasıl yerleştirmiş
olduğudur. Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber, kendi insanlık hali ve peygamberlik
vazifesini her zaman birbirinden ayırt edebiliyordu. Şahsen uygun gördüğü
görüşü ileri sürerdi ve arkadaşları buna serbestçe karşı çıkabilirlerdi.
Başkalarının şahsî fikrine karşı çıkmak şöyle dursun, bunu teşvik ederdi. Uygun
olmayan fikir ve tutmayan bazı tahminlerini geri alacak kadar da geniş
kalpliydi.
6.2.8. Hz. Zeyd bin Harise Olayının Ardındaki
Gerçekler
Bu açıklamalardan sonra gelin, Hz.
Zeyd bin Harise (r.a.) olayının ardındaki gerçeklere bir göz atalım: Hz. Zeyd
ile Hz. Muhammed (a.s.) arasındaki ilişki çok yönlüydü. Her şeyden önce, Hz.
Muhammed (a.s.) bir dini önder ve Zeyd O'nun taraftarıydı. İkincisi, Zeyd, Hz.
Peygamber (a.s.)'in eniştesiydi. Üçüncüsü, Hz. Peygamber (a.s.), Hz. Zeyd'in manevî
babası ve velisiydi. Zeyd O'nun elinde büyümüştü. Zeyd, karısıyla
geçine-meyince onu boşamaya karar verdi. Hz. Muhammed (a.s.) gerek bacanağı
gerekse velisi olarak en uygun şeyi söyledi, yani "Allah'tan kork ve
karını boşama". Fakat, evliliklerini bozacak sebepleri ve anlaşmazlığın
kaynaklarını bilen Zeyd, durumu daha iyi kavrayabilecek mevkide idi. Bu, onun
dini inanç ve eğilimlerinden çok, ailevi ve şahsi bir meselesiydi. Bu nedenle,
Hazreti Peygamber (a.s.)'in sözlerini dinlemeyip eşini boşayıverdi. Burada
dikkat edilmesi gereken husus şudur: Hz. Muhammed (a.s.). Zeyd bin Harise'ye
nasihatini bir peygamber değil, bir insan, olarak vermişti. Zeyd de Rasûlullah
(a.s.)'in sözlerine değil bir insan ve yakınının nasihatlerine karşı gelmişti.
Bundan dolayıdır ki ne Hz. Muhammed (a.s.) ne de Cenab-ı Allah, Zeyd'in bu
davranışını yadırgadılar. Eğer Hz. Muhammed (a.s.) yerine başka birisi, birini
elinde büyütmüş, ona babalık etmiş, her türlü iyilik yapmış, daha sonra bir
köle olmasına rağmen onunla amca kızını evlendirmiş ve karşı çıkmasına rağmen
onu boşamış olsaydı, tabii ki hayli öfkelenerek şuursuzca hareketlerde
bulunabilirdi. Ama Hz. Muhammed (a.s.) sadece bir veli değil, bir peygamber idi
de. Allah'ın peygamberi olarak görevi ve hedefi, insanı insanın boyunduruğundan
kurtarmak, insana insanın hakkını vermek, insana hürriyet nimetini tattırmaktı.
Bu sebepten dolayıdır ki, bu hususta Hz. Peygamber (a.s.) gayet temkinli
davranarak, Hz. Zeyd'e emir yerine nasihat verdi ve nasihatine uyulmadığı
zaman da herhangi bir kızgınlık belirtmedi. Bu olay, Hazreti Muhammed
(a.s.)'in kişiliğinde insanlık ve peygamberlik hallerinin hem nasıl
birleştikleri hem nasıl ayrıldıklarını göstermeye yeter sanırız. Hz. Muhammed
(a.s.) kendi peygamberlik hüviyeti ile insanlık hali arasında öylesine güzel
bir denge kurmuştu ki, bunu ancak Allah'ın Peygamberi başarabilirdi.
6.2.9. Hz. Peygamber'in Öğrettiği Fikir Hürriyeti
Hz. Peygamber, insanın Allah'a
itaat ile, İnsanlar arasındaki ilişkilerde nasıl bağımsız olabileceğini, ne
gibi bir fikir hürriyetine kavuşacağını sözleri ve kendi hareketleri ile ortaya
koymuştur. O'nun telkin ve davranışlarına uyan sahabeler, Allah'a itaat ve
bağlılık ile insan hak ve hürriyetlerine saygı konusunda eşine rastlanmayan
bir topluluk oluşturdular. Hz. Peygamber'in sahabeleri ve diğer müslümanlar
demokratik ve özgürlükçü düşüncelerle yetişip bu konuda erişilmeyecek örnekler
verdiler. Müslümanlar fikir ve söz hakkını sonuna kadar kullanabiliyorlardı.
Herkes, herkesle ihtilaf etme hürriyetine sahipli. Bir söz veya fikri, sadece
büyük bir adam söylüyor diye kabul etmeleri düşünülemezdi. Her şeyi ölçüp biçip
kabul ederlerdi. Hazreti Peygamber (a.s.)'den sonra yeni doğan İslâm devletinin
başına geçen Hulefâ-yı Râşidin istişareye dayalı bir rejimin temelini attılar.
Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek sohbetinden kaptıkları bağımsızlık ve hürriyet
fikrini her tarafa yaydılar. Halifeler bir yandan devletin temelini düşünce
hürriyeti, istişare, insan hak ve hürriyeti ilkeleri üzerine atarken bir yandan
da kendilerini diğer müslümanlarla eşit saydılar, emirlerini bir hükümdar
olarak değil, alelâde bir vatandaş olarak verdiler ve herkesin kendileriyle
ihtilaf etme hakkını tanıdılar. Kendi emir ve kanunlarını halka zorla kabul
ettirme yoluna gitmediler.
6.2.10. Dört Halife'den Sonra Fikir Hürriyeti Kavramı
Dört Halife'den sonra Ümeyye ve
Abbasî saltanatları döneminde fikir hürriyeti kavramına ağır darbe indirilme
çabalarına şahit oluyoruz. Bu dönemde hürriyet ruhu baskı, zulüm, işkence,
terör, para ve pul yoluyla yok edilmek istenmişse de, hürriyetçi müslümanların
bir grubu uzun zaman buna karşı direnmeye çalışmıştır. İslâm tarihinin ilk üç
yüzyılına kadar söz ve fikir hürriyetinin hayli parlak örneklerini görmek
mümkündür. Siyasi alanda despot ve zâlim hükümdarlara karşı büyük çaplı
direniş görülmezse de, ideolojik ve akademik alanda gayet cesaret verici
çalışmalar yapılmıştır. Bu dönemde, âlim, fakih, düşünür ve yazarlar ile
aydınların büyük bir bölümünün, hâkimlerine boyun eğmeyip doğru bildikleri ve
İslâmiyet’e uygun olduğunu sandıkları her şeyi büyük bir azim ve kararlılıkla
savunduklarını görmek mümkündür.
6.2.11. İmam ve Fakihlerin Fikir Hürriyetine Yaklaşımı
Sahabeler, peygamberden sonra en
değerli kişilerdir. Gayet tabii ki sahabelerden hemen sonra dünyaya gelen
"tâbiîn" sahabelere son derece saygılıydılar. Ancak
"tâbiîn" (sahabelerden sonra gelen ve Hz. Peygamber (a.s.)'in
dönemini yaşamamış olanlar), sahabelerin fikirlerini serbestçe tenkit
edebiliyorlardı. Tabiiler, sahabelerin sözlerini enine boyuna tartışıp doğru
bulduklarını kabul ederlerdi. Nitekim, İmam Malik (r.a.) sahabeler arasındaki
görüş ayrılığına temas ederek şunları söylemektedir: "Sahabelerin fikirleri
hem doğru hem yanlış olabilir. Bu hususta siz kendiniz düşünüp karar
vermelisiniz." Aynı şekilde İmam Ebû Hanife (r.a.) de şunları yazmaktadır:
"Sahabelerin iki farklı rivâyetinden biri muhakkak yanlış olacaktır."
Zâten sahabeler de kendilerinin masum
olduklarını, hata işlemediklerini, sonrakilerin kendi fikirlerini unutup
sadece onların fikrini kabul etmeleri gerektiğini hiçbir zaman iddia
etmemişlerdir. Nitekim, Ebû Bekr (r.a.) bir konuda kendi fikrini söylerken
şunları eklemeyi unutmazdı: "Bu benim fikrimdir. Eğer doğruysa, Allah
tarafından olduğunu düşünün, eğer yanlışsa, bu benim hatamdır ve ben Allah'tan
af dilerim." Hazreti Ömer (r.a.) ise şunları söylemiştir: "Fikir
yanlışlığını, ümmet için sünnet haline getirmeyin." Hz. İbn Mes'ûd şu
ikazlarda bulunmuştur: "Sakın, kimse din konusunda başkalarını körü körüne
takip etmesin. Biri müminse öbürünün de mü'min, biri kâfirse öbürünün de kâfir
olması gerekmez. Yanlıştık ve kötülükte kimse kimseyi takip edemez." İmam
Malik (r.a.)'in sözleri şöyledir: "Ben bir insanım. Söylediğim sözler
yanlış da olabilir, doğru da. Siz fikrimi gözden geçirin. Hangisi Kitap ve
Sünnet'e uygunsa kabul edin, hangisi değilse kabul etmeyin."
Tarih kitaplarında İmam Malik
(r.a.)'in bir vakası nakledilmiştir: "Abbasi halifesi Mansur, İmam'ın
kitabı Muvatta'yı bütün İslam Aleminin Anayasası haline getirmek istiyordu.
Gayesi, bütün diğer mezhepleri ortadan kaldırıp, Malikî mezhebini geçerli hale
getirmekti.Ama, başkalarının fikir hürriyeti, tetkik, tahkik ve içtihad
hakkına son derece saygılı olan İmam Malik, halife Mansur'u böyle bir adım
atmaktan alıkoydu". İmam Ebû Yusuf ise şunları yazıyor. "Sözümüzün
kaynağının ne olduğunu bilmeden bir kişinin bizim sözümüze inanması doğru değildir."
İmam Şafiî aynı konuda şunları söylüyor.
"Delil aramaksızın ilim tahsil eden şahıs tıpkı, gece karanlığında odun
toplayan adam gibidir. Bu adam, gece topladığı odunlar arasında, kendisini
sokabilecek bir yılanın saklı olabileceğinden habersizdir."
6.2.12. İslâm'da Fikir Hürriyeti Kavramının Ortadan
Kalktığı Dönem
Hz. Peygamber (a.s.)'in
müslümanlara aşıladığı fikir hürriyeti mefhumu, Hicret'ten sonra 300 yıl kadar
muhtelif şekillerde devam elti. Müslümanların önemli bir bölümü ilk yıllarda
siyasî ve diğer alanlarda, daha sonra ilmi alanda fikir özgürlüğü, araştırma,
eleştiri ve yorum yapma haklarını kullanmaya devam ettiler. Ne var ki, daha
sonraki çağlarda, hâkim sınıfın baskı ve zulmünün giderek artması, aydın
kesimin de ilme hizmetten vazgeçip, menfaat ve İkbal için, takip etlikleri yoldan
ayrılmaları yüzünden fikir hürriyeti kavramı havaya uçup gitti. Düşünen
kafalardan düşünme hakkı alındı, gören gözlerden görme kabiliyeti gasp edildi,
konuşan diller de kökünden koparıldı. Saray ve divanlardan başlayarak medrese
ve tekkelere kadar her yerde müslümanlara, dalkavukluk, uşaklık ve kölelik
dersi verilmeye başlandı. Kalb, beyin, ruh ve beden hepsi zincire vuruldu.
Sultan ve padişahlar, insanları kendilerine secde ettirmek suretiyle insanlara
tapma geleneğini getirdiler. Medreselerde büyüklere kayıtsız şartsız itaat etme
eğitimleri yapıldı. Tekkelerde "biat" sünneti tahrif edilerek kendilerini
veli, sofu ve evliya ilân eden kişilere kölelik yapma devri açıldı. Allah'tan
başka kimselerin karşısında eller bağlı olarak durulmaya başlandı.İnsanlar,
insanın tanrısı oluverdi. Kısacası, tevhid ve peygamberlikle ilgili getirilen
bütün hükümler ve emirler bir tarafa itildi. Açıkça şirk gibi bir günah
işlenmeye başlandı. Netice itibariyle, müslümanlar, ilmi, ruhi, ahlâki,
içtimai, iktisadi, fenni ve siyasi hiçbir gelişme kaydetmeden hızla çöküşe
doğru sürüklendiler.
6.3.
PEYGAMBERLİK VE FONKSİYONU
Herhangi bir peygamberin, insan
olması bakımından, itaat edilmesi ve örnek alınmasının şart olmadığı kesindir.
Hz. Musa (a.s.)'a, İmran oğlu Musa olması bakımından itaat edilmiyor. Hz. Îsa
(a.s.)'nın, Meryem oğlu Îsa olduğu için örnek alınması gerekmez. Aynı şekilde
Hz. Muhammed (a.s.)'e, Abdullah oğlu Muhammed olarak itaat etmek şart değildir.
Onlara itaat ediliyor, onların hayatı örnek alınıyorsa, bu onların Allah'ın
peygamberleri olmalarından ileri geliyor. Allahu Teâlâ onlara, alelâde
insanlara verilen bir ilim vermemiştir, sıradan insanlara bahşedilen hidayeti
bahşetmemiştir; aksine diğer insanların kendi akıl gücüyle veya peygamberleri
yol göstermedikçe başaramayacakları seviyede yetenek, bilgi ve güç vermiştir.
Şimdi gelelim, sorumuzun daha sonraki bölümüne; bir peygambere hangi işlerde
itaat etmek zorunlu, hangi işlerde zorunlu değildir. Yani peygamberlere itaatin
sınırı var mıdır, varsa ne kadardır?
Müslümanların bir grubu var ki
itaat ve bağlılığın sadece Allah tarafından O'nun peygamberine gönderilen
Kitaba mahsus olduğunu savunup durur. Bu gruba göre, kitabı tebliğ ettikten
sonra peygamberin peygamberlik hüviyeti de sona ermiş olur. Kitabullah
insanlara indikten sonra peygamber rasgele bir insana dönüşür. Bu grubun
savunduğu diğer bazı düşünceler şunlardır: Hükümdar, hakim, lider ve önderlere
itaat yalnızca düzenin korunması ve otoritenin sağlanması için lâzım olup, dini
bir zorunluluk değildir. Alim, düşünür ve hukukçulara, kabiliyet ve bilgi derecelerine
göre saygı gösterilmelidir. Bu itaat ve bağlılık da seçmeli olup bağlayıcı bir
tarafı yoktur. Aynı durum Allah'ın peygamberi için de geçerlidir. Allah'ın
kitabını dünyaya ve insanlara getirdikten sonra peygamber, peygamberlik
niteliğini kaybedip sıradan bir insan haline gelir. Bir hâkim ve hükümdara da
bağlılık onun iktidar sahibi olmasından ileri gelir ve iktidardan düşer düşmez
bu kimliğini yitirir. Bir şahsın hâkim olarak etkinliği, sadece karar alanının
sınırları dahilindedir. Bir hakim, karar ve yetki alanının dışında gerçek bir
hakim değil, bir hukukçu olarak kabul edilecek ve verdiği karar ancak benzeri
şartlarda örnek olarak kullanılabilecektir. Eğer biri mütefekkir veya filozof
ise sözleri ve vecizeleri kendi değerlerine göre göz önüne alınmalıdır.Aynı
şekilde iyi ve dürüst bir insan ise, onun söz ve davranışları ancak gönüllü
olarak örnek alınabilir. Bu gruba göre bir peygamber sırasıyla bir hükümdar,
hâkim, mütefekkir ve iyi bir insan ise, bu hüviyetteki bütün söz ve
hareketlerini benimsemek veya benimsememekte serbestiz. Bütün bu ayrı ayrı
hüviyet ve mevkilerde kullandığı sözler ve yaptığı hareketler o mevki ve
işinin icabı olup, bunları bir peygamberin söz ve fiilleri gibi kabul etmek
doğru değildir.
Başka bir grup, bu görüşte az bir
değişiklik yapar. Bu gruba göre, peygamberin görevi sadece Allah'ın kitabın
dünyaya getirmek değildir. O kitapta yer alan emir, tâlimat ve kanunları şahsen
uygulamak suretiyle ümmetine örnek olmalıdır. Bu bakımdan, peygamberin ibadet
ve diğer dini vecibeler ile ilgili gösterdiği örneğe uymak aslında
Kitabullah'a uymaktır ve bu dini bir vecibedir. Ancak peygamberin bir insan
olarak işgal ettiği hükümdar, hakim ve kadı gibi mevkiler ve taşıdığı
ıslahatçı, düşünür, vatandaş ve cemiyetin bir ferdi gibi sıfatlarla yaptığı
işler ve söylediği sözlerin kalıcı ve evrensel bir nizamname teşkil etmediği ve
dolayısıyla bunun dinen farz olmadığı kesindir.
Üçüncü grup, peygamberin
peygamberlik hüviyetinin, hayatının büyük bir bölümünü kapsadığını, ahlâkî,
toplumsal ilişkiler, resmi uygulama ve hukukta veya bazı diğer alanlarda onun
söz ve uygulamalarına uymanın Allah'ın talimatına uymak olduğunu kabul eder.
Fakat aynı zamanda peygamberin peygamberlik ve insanlık halleri arasında ayırım
yapar. Bu gruba göre, Hz. Peygamber (a.s.)'in belli bazı söz ve fiillerinin
örnek alınması gerekli değildir. Ama bu grup, nebinin peygamberlik ile
insanlık durumları arasında ayırım yapmakta hayli güçlük çeker.
Dördüncü gruba göre, nebinin
kişisel ve peygamberlik durumları birbirinden farklı olmasına rağmen ikisi de
aynı kişide birleşiyor ve bunlar arasında fiilen ayırım yapmak imkânsızdır. Bu
grub diyor ki: Peygamberlik öyle hepimizin bildiği sıradan makamlardan
değildir ki, onlar bu makamda bulundukları sürece peygamber, bundan iner inmez
de alelade insan olsunlar? Bilakis, bir peygamber göreve çağırıldığı andan
ölümüne kadar sürekli görevde sayılır. Bir peygamber, temsilcisi olarak
gönderildiği saltanatın ruh ve yapısına aykırı herhangi bir harekette
bulunamaz, ömründe yaptığı bütün işler, ister İmam veya hükümdar olarak olsun,
ister toplumun bir bireyi, bir koca, bir baba, bir kardeş, bir akraba veya bir
dost olarak olsun, hepsi peygamberlik damgasını taşır. Her ne iş yaparsa
yapsın, her neyle meşgul olursa olsun, her an ve her zaman bir peygamberdir ve
örnek alınmaya lâyıktır. Nitekim, zevcesiyle birlikte yatakta olduğu sırada
bile, camide namaz kıldırdığı sırada olduğu gibi Allah'ın rasûlüdür. Hayatın
çeşitli alanlarında yaptığı işleri Allah'ın hidayetiyle yapar. O, her an sıkı
bir şekilde Allah'ın gözetimindedir. Bu sebeple, her an Allah'ın çizdiği yol ve
sınırların içinde harekete mecburdur. Kendi sözleriyle, hareketleriyle ve
hayati yaklaşımıyla adeta insanlığa, "bakın, bireysel ve toplumsal
düzeniniz bunlar üzerinde kurulmalıdır" demek ister. Bir peygamber, ferdî,
ailevî ve toplumsal vazifelerini resmî vazifesi gibi yerine getirmeyi bir borç
bilir. Bir konuda en ufak bir hatası Allah katında kaydedilip hemen düzeltilir.
Çünkü onun küçük bir hatası, ümmetinin büyük bir hatasına yol açabilir. Zaten
dünyaya gönderilmesinin amacı, bir "müslüman"ın hayatının ne olduğunu
fiilen göstermektir. O, insanları bireysel yaşantılarında Allah'ın emir ve
talimatına göre hareket etmeleri için uyarmakla kalmayıp, gerçek anlamda bir
müslüman toplumunun vücuda gelmesini de sağlar. Peygamber âncak masum ve
hatasız olmak suretiyle müslümanların sosyal, ekonomik, siyasal ve kültürel
alanlarda mükemmel bir sistem ve düzen kurmalarına yardımcı olabilecektir.
Elbette ki peygamberin söz ve fiillerine sadakat ve itaatin çeşitli dereceleri
vardır. Bazıları farz ve vacip iken, bazıları isti'cap ve istikmal
derecesindedirler. Yani bazılarına uymak şart iken, bazılarına uymak için ağır
şartlar getirilmemiştir. Ama, umumi olarak peygamberin bütün hayatı, ümmeti
için bir model ve örnektir en doğru ve emin yol, bu modele uymaktır. Gerçekten
her kim bu "model"e en çok uymuş ve yaklaşmışsa, o gerçekten mükemmel
insan ve dindar bir müslümandır. Aynı şekilde bu modelden uzaklaşan kişi
sapıklık, ahlâksızlık ve dinsizlik çukuruna yuvarlanır.
Bence, bu son grup doğru yoldadır.
Hem Kur'an-ı Kerim, hem aklımın ışığı altında bu konuyu düşündükçe yukarıdaki
grubun haklılığına inancım giderek güçleniyor.
6.3.5. Çocukluktan İtibaren Peygamberlerin Terbiyesi
İçin Alınan Özel Tedbirler
Kur'ân-ı Kerim'de peygamberler
hakkında anlatılan kıssalar? okuduktan sonra şu gerçeğe vardım ki, Allah
rasgele ya da birden bire bir kişiyi peygamber yapmaz. Allah, bir kişiyi yoldan
çevirerek kendi kitabını göndermeye memur etmez. Rabbimiz, bir kişiyi
"part time" ya da geçici çalıştıran bir patron değildir ki, birini
geçici bir süre için elçisi veya habercisi yapsın. Peygamber kıssalarını
karıştırdığımızda, peygamberlik vazife ve makamının belli bir plân ve düzen
içinde verildiğine tanık oluruz. Allah'ın belli bir kişiyi bir kavimde
yaratmasının amacı zaten onu ilerde peygamber yapmaktır. Bu insan doğuştan
itibaren öyle bir terbiye görüyor ki, peygamberlik için gerekli olan bütün
üstün zihnî, ruhi yetenek ve güçleri kazanmış oluyor. Çocukluk çağında özenli
bakılıyor ve yetiştiriliyor. Çocukluktan erginlik çağına girip olgunlaşıncaya
kadar kötülükler ve ahlâksızlıklardan arınmış oluyor. Çeşitli görünmez kaza ve
belâlardan kurtarılıyor. Peygambere peygamberlik vazifesi verildikten sonra
bilgisi, irade gücü, karar verme kabiliyeti ve diğer meziyetleri de arttırılıyor
ve Allah yolunda tam faaliyet gösterecek hale getiriliyor. Bundan böyle bütün
hayatı Allah'a adanmış oluyor. Artık dünyada insanları hidayete davet etmek,
onlara Allah'ın kitabı, emir ve talimatını iletmek, onları eğitmek, ibadet ve
nefisleri ıslah etmekten başka iş kalmamıştır. Gece, gündüz, otururken,
yürürken tek düşüncesi ümmetini doğru yola getirmektir. O, her zaman "tam
gün" mesai yapan insandır, istirahat, izin veya grev O'nun için
düşünülmeyecek kavramlardır. Aslında onun için zaman kavramı yoktur, O 24 saat
görev başındadır. En büyük amir olan Allah (cc.) ve O'nun denetçileri,
peygamberin her ân görevde olduğunu gözetlemektedirler. Bunlar peygamberin en
küçük hala yapmasına imkân bırakmazlar, O'nun kötü yola düşmesini de önlerler.
En ufak bir tereddüt geçirdiği veya hata işlediği ân uyarılabilir ve tekrar
düzeltilebilir.
Burada söylediğim her söz Kur'ân-ı
Kerim'e aittir. Peygamberlerin çocukluklarından itibaren peygamberlik mevkii
için hazırlandıklarına dair Kur'ân'da çeşitli örnekler vardır. Meselâ, Hz.
İshak (a.s.) doğmadan önce, Hazreti İbrahim (a.s.)'e doğumu ve peygamberliği
müjdelenmiş oluyor:
"Biz muhsinleri işle böyle
mükâfatlandırırız. O bizim mü'min kullarımızdandı. O'na Salihlerden bir
peygamber olmak üzere İshâk'ı müjdeledik". (Saffat; 110-112)
Hz. Yusuf henüz çocuk iken,
Allah'ın seçkin kulları arasında yer alacağı ve İbrahim ile İshak (a.s.) gibi
Allah'ın nimetlerine nail olacağı, Hz. Yakub (a.s.)'a bildiriliyor. Hz.
Zekeriya (a.s.), kendisine bir evlât ihsan edilmesi için Allah'a dua ederken,
ona Hz. Yahya (a.s.)'nın doğacağı müjdesi şöyle veriliyor:
"Zekeriya mihrapta ayaküstü
durup bu duayı eylediği sırada melek O'na, Allah, seni kelimesini tasdik eden,
seyyid ve şehevattan kaçınan, salihlerden bir peygamber olan Yahya ile müjdeler,
diye nida elti". (Al-i İmrân; 39)
Hazreti Meryem'e iyi huylu bir
çocuğun doğacağına dair haber vermek üzere bir melek gönderilip, Hz. Îsa
(a.s.)'nın doğum ânı yaklaştığında, bu çocuğun doğumunun kolaylaştırılması için
tedbirler alınır. (Bk: Meryem sûresi, ikinci rükû). Bu arada, Mukaddes Tuva
vadisine çağrılarak kendisiyle konuşulan İsrailli çobana da dikkat
edilmelidir. Bu çoban sıradan çobanlardan değildi. Bu çoban, Mısır'da
Firavun'ları yok etmek ve İsrail oğullarını rezil hayatlarından kurtarmak
amacıyla dünyaya gelmişti. Bu zât henüz bebekken, kılıçtan geçirilmeden
kurtarılmış, bir sepete konup, Nil nehrinin sularına bırakılmış ve bizzat
öldüreceği Firavun'un sarayına götürülmüş, O'nun tatlı yüzü saraydakileri
büyülemiş ve orada dikkat ve itina ile yetiştirilmişti. Bütün bunları Kur'ân-ı
Kerim'de görmek mümkündür.
6.3.6. Olağanüstü Yetenek ve Güçler
Peygamberler olağanüstü yetenek ve
güçlere sahip olurlar. Karakterleri temiz olur. Öyle bir zihne sahip olurlar
ki, doğru yoldan sapmaları mümkün olamaz. İçgüdüleri ve tabiatları daima iyiye,
güzele yönelmelerine yardımcı olur. Alelâde insanların uzun. zaman uğraştıktan
sonra bile göremedikleri gerçekleri en kısa zamanda görürler. Bir meselenin
sonucunu derhal sezebilirler. Bilgi ve kültürleri, maddi ve gözle görülür
yollarla değil manevî ve vehbî yollarla elde ederler. Hak ile batılı, doğru ile
yanlışı derhal teşhis edebilirler. Tabiat itibarıyla doğru düşünür, doğru
hareket ederler. Meselâ, Hz. Yakub (a.s.)'a bakın. Hz. Yusuf (a.s.)'u rüyasında
görür görmez, O'nu kardeşlerinin yaşatmayacakları hakkında şüpheye düşer. Hz.
Yusuf (a.s.)'a kardeşleri oyun oynamak bahanesiyle evden uzaklaştırırken, Hz.
Yakub (a.s.) onların niyetini çok iyi bilmekte hatta onların ilerde ne gibi
bahane uyduracaklarını da sezmektedir. Daha sonra, Yusuf'un kardeşleri, kanlı
gömleğini getirip babalarına gösterirken de Hz. Yakub oynadıkları oyunun
farkındadır. Aynı şekilde Hz. Yusuf'un kardeşleri Mısır'dan dönüp, Hz. Yakub'a
Yusuf'un kardeşinin hırsızlık yaptığını ve buna delil olarak olayın geçtiği
kasabanın sakinlerinin de bunu bildiklerini söyledikleri zaman Hz. Yakub
onlara, "bunda nefsinizin mutlaka bir hatası vardır" der. Sonra
oğullarını tekrar Mısır'a gönderir ve der ki, "gidin ve Yusuf'un
kardeşini bulun." Yani, aradan yıllar geçmesine rağmen Hz. Yusuf'un
yaşadığına inanmakla ve Mısır'da olduğunu sezmekledir. Bundan sonra Hz.
Yakub'un oğulları, Mısır'dan Hz. Yusuf'un gömleğini alıp yola çıktıkları zaman,
kendilerinden binlerce kilometre uzakta olmasına rağmen Hz. Yakub, sevgili
oğlunun kokusunu alabilmektedir. Bu örnekten anlaşılacağı gibi, peygamberlerin
duyuları, duyguları ve manevî sezgileri çok kuvvetlidir. Bu durum sadece Hz.
Yakub'a mahsus değildir, bütün peygamberler böyledir. Kur'ân-ı Kerim'de Hz.
Yahya (a.s.) ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz:
"Ve çocuk iken O'na hikmet
(nübüvvet) verdik. Tarafımızdan O'na kalp yumuşaklığı ve günahlardan temizlik
verdik". (Meryem; 12-13)
Hazreti Îsa (a.s.)'nın ağzından
da, henüz beşikte iken şu sözler söyleniyor:
"Beni nerede olursam mübarek
kıldı. Hayatla olduğum müddetçe bana namazı ve zekâlı emretti. Beni anneme
hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir bedbaht yapmadı". (Meryem; 31-32)
Hazreti Peygamber Efendimiz (a.s.)
hakkında ise şunlar söylenir:
"Sen pek büyük bir ahlâk
üzerindesin". (Kalem; 4)
Kur'ân-ı Kerim'deki bu ifadeler,
peygamberlerin olağanüstü yetenek ve güçlere sahip olduklarına açık birer
işarettirler. Peygamberlerin bu gizli yetenek ve güçleri, peygamberlik
payesine yükselmelerinden sonra, büsbütün açığa vurulur. Kur'ân-ı Kerim'de bu
meziyet, kabiliyet ve kuvvetler "ilim", "hüküm",
"hidayet" ve "beyyine" gibi kelimelerle ifade edilmiştir.
Hazreti Nuh (a.s.) ümmetine şöyle der:
"Allah'tan gelen vahiyle
sizin bilmediğinizi biliyorum". (Araf; 62)
Hz. İbrahim (a.s.)'e yerde ve
gökteki eşya ve nimetler tanıtılıyor (En'âm: 75) ve bu gezintiden bilgi ve
inanç hazinesiyle döndüğü zaman babasına şöyle diyor:
"Ey babam, bana, sana
gelmeyen bir ilim gelmiştir. O halde, bana uy ki, seni doğru yola hidayet
edeyim". (Meryem; 43)
Hz. Yakub (a.s) hakkında şöyle
denmiştir:
"Şüphesiz kendisine
öğrettiğimiz ilmin sahibi idi. Lâkin insanların çoğu bunu bilmezler".
(Yusuf; 68)
Hz. Yusuf (a.s.) hakkında da
şunlar söylenmiştir:
"Yusuf, erginlik çağına
girince O'na hikmet ve ilim verdik". (Kasas 14)
Hz. Lût hakkında yine aynı şey
söylenmiştir:
"Aynı ilim ve hikmet Hz. Lût
(a.s.)'a da verilmiştir". (Enbiya; 74)
Ve bu olağanüstü ilim ve hikmete
Hazreti Muhammed (a.s.) da nail oldu:
"Allah sana Kitab'ı ve
hikmeti indirdi ve bilmediğin şeyleri öğretti". (Nisa; 113)
" De ki: 'Ben Rabbim'den
apaçık beyyine üzereyim". (En'am; 57)
"De ki, 'Bu benim yolumdur.
Ben Allah'a bir basiret üzere dâvet ediyorum. Ben ve bana tabi olanlar
(böyleyiz)." (Yusuf; 108)
Allah tarafından ihsan edilen bu
ilim ve hikmet yüzünden, peygamberler ile diğer İnsanlar arasındaki fark,
gözleri görenler ile gözleri kör olanlar kadar büyümüş olur:
"Ancak bana vahyolunan şeye
tabi olurum. De ki: 'Görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor
musunuz?". (En'am; 50)
Yukarıdaki ayetlerde bahsedilen
şey sadece Kitabullah değildir. Bu ilâhî bir nurdur ve peygamberlerin kalbini
aydınlatmaktadır. Bu sebeple bundan ayrıca bahsedilmiştir ve peygamberlerin
müstesna bir vasfı olarak gösterilmiştir. Bu nur ve ışık sayesinde peygamberler
her şeyi görebiliyor, her şeyin farkına varabiliyorlar. Ulema bu ilâhî ışığa
"gizli vahiy" adını vermişlerdir.
6.3.7. Allah'ın Müşahedesi ve Himayesi
Kur'ân-ı Kerim, Allahu Teâlâ'nın
peygamberlere olağanüstü ilim, hikmet ve irade gücü vermesinin yanı sıra
onları her an güzelim altında tuttuğunu, hata yapmalarını önlediğini, kötü
yola sapmalarına izin vermediğini ifade eder. Cenabı Hak, isler insani
sebeplerden, ister şeytani vesveselerden olsun, peygamberlerin yanlışlık
yapmalarına mani olur. Bir peygamber insani zaaflara düşerek içtihat veya
karar verme konusunda dahi herhangi bir yanlışlık yaparsa, Yüce Allah onun
kararını derhal düzeltir. Meselâ, Hz. Yusuf (a.s.)'un hikâyesine bakalım. Hz.
Yusuf, Mısır hâkiminin karısının cazibesine kapılıp oyuna gelmek üzere iken,
Allah'ın "bürhân"ı veya işareti üzerine hatasından kurtuluverdi.
"Kadın Yusuf'a niyeti
kurmuştu. O da kadına niyetlenmişti. Eğer Yusuf Rabbinin burhanını görmeseydi
(olan olurdu). Bu şekilde O'ndan fenalığı ve fuhşu çevirdik. Çünkü, O, bizim
muhlis kullarımızdandı". (Yusuf; 24)
Hazreti Musa ile Hz. Harun
(a.s.)'a, Firavun'a gitme emri verildiği zaman, Firavun'un kendilerine kötülük
yapabileceğinden korktular. Bunun üzerine Cenab-ı Allah onlara dedi ki,
"hiç korkmayın, ben sizinle beraberim ve her şeyi görür ve
işitirim". (Tâhâ; 45-46).Yani Hz. Musa ile Hz. Harun insani zaaf yüzünden
kuşkulanıyor, korkuyorlardı. Ama, Cenab-ı Allah bir vahiy ile bu korkuyu
giderdi.
Hz. Nuh (a.s.) oğlunun boğulduğunu
görürken bağırıverdi: "Allah'ım, bu benim oğlumdur". Bu bir insani
zaaftı. Allah kendisine hemen vahiy gönderip, oğlunun elbette O'nun kanını
taşıdığını, ancak kötü huylu ve kötü karakterli olduğu için O'nunla hiç ilgisi
bulunmadığını önemle belirtti. Beşeri zaaf ve baba sevgisi, bir peygamberin,
hak konusunda baba-oğul ilişkisinin hiç önemli olmadığı gerçeğini bir ân için
görmesini önlemişti. Ama Yüce Allah, gözündeki bu perdeyi çekip gerçeği tekrar
görmesini sağladı.
Hz. Muhammed (a.s.)'in başından da
buna benzer olaylar geçmiştir. Hz. Peygamber (a.s.) merhametli şahsiyeti,
kâfirleri en kısa zamanda müslüman yapma düşüncesi, kâfirlerin gönlünü alma
fikri, insanların kendisine yaptığı iyi işlerin bedelini ödeme heyecanı ve
münafıkların hareketlerini ıslah etme niyetiyle herhangi bir karar vermekte
hata edince, Allah vahiy ile bunu düzeltmiştir. Meselâ şu ayetlere bakın:
"Kendisine o âmâ geldi diye.
Ne bilirsin? Belki o temizlenecekti.". (Abese; 2-3)
"Hiçbir peygamberin
yeryüzünde zaferler kazanıncaya kadar esirler alması vaki olmamıştır"
(Enfâl; 67)
"Onlar için istiğfar etsen de
etmesen de, bir eğer onlar lehinde yetmiş kerre istiğfar ey les en de Allah
onları mağfiret etmez". (Tevbe; 80)
"Onlardan ölen bir kimse üzerine katiyyen
namaz kılma". (Tevbe; 84)
"Ey peygamber, zevcelerinin
rızasını kazanmak için, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyleri niçin kendine haram
ediyorsun?" (Tahrim; 1)
Bazı kimseler, bu ayetleri, Hz.
Peygamber (a.s.)'in hata yaptığı ve kendisinin masum olmadığını göstermek için
birer delil olarak kullanırlar. Özellikle, "Ehl-i Kur'ân" olarak
bilinen mezhebe mensup olanlar ve hadisleri tanımayanlar, bu işi daha bir
zevkle yaparlar. Fakat bu beyler önemli bir gerçeği görmezlikten geliyorlar.
Aslında diğer hadis ve ayetlerden daha çok bu ayetler, Sevgili Peygamberimiz (a.s.)'in
üstün bir insan ve Allah'ın inkâr edilmez rasûlü olduğunu gösteriyor. Zira, bu
ayetler, Allah'ın, peygamberleri ve özellikle Hz. Muhammed (a.s.)'' kötülükler
ve yanlışlıklardan korumak amacıyla fevkalâde tedbirler aldığını ispatlıyor.
Yani, Hz. Peygamber (a.s.)'in herhangi bir hatasına göz yumulmamış ve derhal düzeltilmiştir.
O halde, bu ufak tefek hata ve yanlışlıkları bahane ederek Hz. Peygamber
(a.s.)'ı ve O'nun sözleriyle fiillerini inkâr etmek düpedüz dalâlettir. Bu
hususta Kur'ân-ı Kerim'de çeşitli işaretler bulunmaktadır:
"Eğer Allah'ın fazlı ve
rahmeti senin üzerine olmasaydı, onlardan bir grup, seni de saptırmak için
tasarı kurmuştu. Oysa onlar, ancak kendi nefislerini saptırırlar ve sana hiçbir
şeyden zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve hikmeti indirdi ve sana
bilmediklerini öğretti Allah 'ın üzerindeki fazlı (lütuf ve ihsan) çok
büyüktür". (Nisa; 113)
"Az daha onlar, seni, sana
vahyettiğimizden ayırarak, ondan başkasını bize iftira etmen için fitneye
düşüreceklerdi."
"Eğer biz seni
sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça meyledecektin". (İsra;
73-74)
"Biz senden evvel hiçbir
Rasûl veya Nebi göndermedik ki, o bir şey temenni ettiği zaman Şeytan onun
arzusuna fitne karıştırmış olmasın. Allah, Şeytan'ın ilkâ ettiği fitneyi bozar.
Sonra da kendi ayetlerini tahkim eyler". (Hacc; 52)
Gördüğünüz gibi, Cenab-ı Allah,
peygamberlerin hatalarını düzeltmeyi ve onların bazı yanlış karar ve
hareketlerini ıslah etmeyi bir gelenek haline getirmiştir. Allah,
peygamberlerin ister şahsî ister içtimaî olsun, her konudaki hatalarını ânında
düzeltmektedir. Bu prensip kabul edildiği takdirde peygamberlerin Allah'ın
müdahale etmediği veya düzeltmediği karar ve işlerinin Allah'ın koyduğu kaide
ve kurallarına uygun olduğu ve hatta Allah'ın onayından geçtiği de kabul
edilmelidir.
Buraya kadar anlattığımızı
özetlersek, peygamberler sıradan İnsanlar değildir. Peygamberliğe yükseltilen
kişiler özel bir şekilde yetiştirilir, bir takım olağanüstü bilgi, yetenek ve
güce kavuşturulur ve peygamberlik makamıyla şereflendirildiği zaman mükemmel
bir insan durumunda olur. Bir kişi yoldan çevrilip peygamber yapılmaz. Her ne
kadar bazı peygamberlerin, resmen peygamberliğe getirilmesi kendileri için
beklenmez ve şaşırtıcı olay gibi görünürse de, kendilerinin bu işe uzun
zamandan beri, hatta doğduklarından itibaren hazırlandıkları anlaşılır. Bu
bakımdan, bir peygamberin görevinin sadece Allah'ın vahyini veya kitabını
getirip inzivaya çekilmekten ibaret olduğunu düşünen İnsanlar yanlış yoldadır.
Yazımızın başında bahsettiğimiz ilk grubun durumu budur. Peygamberlik kavramını
iyi bilen bir kişi, ikinci grubun da hatalı olduğu kanısına varır. Bilindiği
gibi, bu grup sıradan İnsanlar ile peygamber arasındaki farkın, sadece
Allah'ın kitabını getirip bunun ayrıntılarını insanlara anlatması ve bir
hükümdar, hâkim, kadı, lider veya idareci olarak tesadüfen işgal ettiği görevlerde
bulunduğu müddetçe bu yetkilerini kullanması olduğunu ileri sürer. Aynı
şekilde üçüncü grubun, peygamberlerin insanî ve peygamberlik hüviyetleri
arasında kesin bir ayırım yapması da doğru değildir. Bir peygamberin bazı söz
ve hareketlerinden bir kısmını canımız isteyince alıp, bir kısmını da canımız
isteyince atmak mümkün değildir. Bir peygamberin hayatı bir bütündür ve sözleri
ile fiilleri ya tamamıyla kabul, ya da tamamıyla reddedilmelidir.
6.3.9. Peygamber Mükemmel Bir İnsandır
Kur'ân-ı Kerim'in ışığında
peygamberlik mevkii ve makamı incelendiğinde yukarıdaki üç görüşün de yanlış
olduğu ortaya çıkar. Kur'ân-ı Kerim bir kişinin aniden veya hiç hesapta yokken
peygamber olmadığına işaret eder. Bir peygamber çekirdekten yetişir ve
doğmasının sebebi de ilerde peygamberliği üstlenmesidir. Gerçi peygamber de bir
insandır ve insanların bazı tabii zaaflarını taşır, ama bu zaaf ve sınırlara
rağmen o mükemmel bir kişidir. Bir insanın sahip olabileceği bedenî, zihnî,
psikolojik ve ruhî yetenek ve güçlerin en iyisine sahip olur. Kişiliği, denge
ve itidalin bir simgesi olur. Zekâsı ve hayal gücü o kadar kuvvetlidir ki,
ânında bir meselenin gereğine vakıf olur. Huyu ve karakteri öylesine temiz olur
ki, herhangi bir dış etken, vaaz, telkin veya eğitim olmaksızın şehvani düşünce,
fiil, sapıklık ve ahlâksızlıktan kaçınır. Öyle bir sağduyuya sahip olur ki,
doğru ile yanlışı,1ıak ile batılı ayırt edebilir ve ilahî hidâyeti buluverir.
Kendi ölçülü düşünce ve kararıyla Allah'ın hoşlandığı şeyleri yapar,
hoşlanmadığı şeylerden kaçınır. İşte tekâmül etmiş, mükemmelleşmiş insanlık
budur. Peygamber bu sıfatıyla Allah'ın gerçek bir halifesidir. Hidâyet nuru ve
peygamberlik şerefiyle cilalanan, yoğrulan ve pekişen insanî vasıflar,
peygamberi her tarafa ışık saçan bir kandil ve parlayan bir yıldız haline
getirir. Sözün kısası, peygamberlik geçici bir ünvan ve vazife değildir. Bu,
bir insanın tabiatında vardır. Peygamberlik dünyevi ünvan ve makamlar gibi bir
şey değildir. Yani bir peygamber, valilik veya kaymakamlığa yapılan atama gibi
peygamberliğe atanmaz. Peygamberlik doğuştan varolan, Allah vergisi bir
şeydir. Bu bakımdan, bir nebi veya peygamberin şahsî yanı da aslında
peygamberlik yanıdır. Aradaki fark bir peygamberin resmen peygamberliğe
getirildikten sonra bütün meziyet ve selâhiyetlerinin kuvveden fiile
çıkmasıdır.
6.3.10. Konumuzla İlgili Bazı Ayetler
Yukarıdaki açıklamadan sonra, peygamberin
insanlık ve peygamberlik halleriyle ilgili Kur'ân-ı Kerim'de Allah'ın ne
dediğini aşağıda belirtmeyi uygun buluyoruz. Bu ayetler sanırız konumuza daha
da açıklık getirecektir:
1. "Allah size bildirecek
değildir. Fakat peygamberlerinden dilediğini gayba muttaki kılar. Allah ve
Rasûlüne iman edin". (Al-i İmran; 179)
2. "Biz gönderdiğimiz
peygamberi Allah'ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik". (Nisâ; 64)
3. "Kim Rasûl'e itaat etmişse
Allah'a itaat etmiştir". (Nisâ; 80)
4. "Battığı zaman yıldıza
andolsun ki, Sahibiniz (Hz. Peygamber) ne dalâlete düştü ve ne de azdı. O,
hevasından söylemez. O, kendisine (Allah tarafından) vahyolunan bir
vahiydir". (Necm; 1 -4)
5. "Ancak bana vahyolunan
şeye tabi olurum". (En'âm; 50)
6. "Sizin için Allah'ın
Rasûlü'nde güzel bir numune vardır". (Ahzab; 21)
7. "De ki: Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin". (Al-i İmrân; 31)
8. "Aralarında hükmetmesi
için Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler: 'işittik ve itaat
ettik' derler. Muradına erenler işle onlardır... De ki, Allah'a itaat edin ve
peygambere itaat edin. Eğer itaatten yüz çevirirseniz, O'na düşen vazife
tebliğdir. Sizin üstünüze düşen de size yükletilendir, (itaattir). Eğer ona
(peygambere) itaat ederseniz doğru yolu bulursunuz". (Nûr; 51 -54)
9. "Hayır öyle değil;
Rabbi’ne andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra
senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle
teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar". (Nisâ; 65
10. "Allah ve Rasûlü bir işe
hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde
muhayyerlik hakları yoktur. Allah ve Rasulüne âsi olan muhakkak açık bir
sapıklık etmiş olur". (Ahzâb; 36).
Bu ayetleri dikkatle okuduğunuz
zaman bütün gerçekleri kendi gözünüzle görmüş olacaksınız:
Birinci ayette peygamber ile diğer
sıradan İnsanlar arasındaki fark üzerinde durulmuştur. Bu ayette peygambere
iman etme ihtiyacına işaret edilmiştir. Allahu Teâlâ'nın belli bir kuralı
vardır; gaybın ilmini ve bilgisini herkese tek tek iletmez. Tersine, gaipten
haber ve bilgiyi belirli bir kuluna verir. Onun için İnsanlar bu kula iman
etmelidir.[1]
6.3.11. Peygambere Mutlak İtaat İçin Verilen Emir
İkinci ayette, peygambere sadece
iman etmenin yetmediği belirtilmiştir. Yani, bir peygamberi Allah'ın Rasûlü
olarak tanıdıktan sonra, ona itaat etmek de aynı derecede önemlidir. İtaat ile
ilgili emir sadece bu ayette değil, diğer ayetlerde de kat'i ve kesindir. Bu
hususla herhangi bir istisna veya sınırlama getirilmemiştir. Yani kimse,
peygambere şu meselede itaat edilmesi, şu meselede itaat edilmemesi gerektiğini
ileri süremez. Kur'ân-ı Kerim'e göre, Hz. peygamber (as.) ve diğer peygamberler
birer hükümdar gibidir. Bu hükümdarın verdiği her emir yerine getirilmelidir.
Eğer bir istisna veya sınırlama söz konusuysa bunu ancak peygamber yapabilir,
ya da Cenab-ı Allah. Yani, Peygamber istediği emir veya kanunları yürürlükten
kaldırabilir ve kendisine tabi olanlara söz ve hareket serbestisi verebilir.
Ama, mü'minler hiçbir zaman peygamberin söz, emir ve yetkilerini sınırlandıramazlar.
Çünkü kendileri tamamıyla peygambere tabi ve onun emir kuludurlar. Onlar için
emirlere uymak ve teslimiyetten başka çare yoktur. Mü'minler, peygamberin
sadece din ve maneviyatla ilgili emirlerine uymakla mükellef değildirler;
aksine, ziraat, ticaret ve eğilim gibi çok değişik konularda bile verdiği emre
itaate mecburdurlar. Hiçbir konuda itiraz hakları yoktur.
6.3.12. Peygambere İtaat, Alelâde Bir İnsana İtaat
Değildir
Peygambere kayıtsız-şartsız itaat
emri verildikten sonra sanırız, bir peygambere itaatin alelâde bir insana itaat
gibi olmadığını anlatmamıza gerek yoktur. Zaten, kâfirlerin en çok yakındıkları
nokta buydu. Kâfirler, peygamber için, "Yahu, bu sizin gibi bir insan değil
midir?" derlerdi. Bazen da şöyle derlerdi: "Yahu, bu sizin gibi bir
insandan başka bir şey değildir. Sonra da kalkıyor, sizden daha üstün olduğunu
söylemek isliyor." Ayrıca şunu da söylüyorlardı: "Eğer siz kendiniz
gibi bir insana itaat ederseniz hüsrana uğrayacaksınız". Ama bu cahil
kimseler, peygamberin emirlerinin aslında Allah'ın emirleri olduğunu
bilmiyorlardı. Çünkü peygamber ne diyorsa, Allah'ın emri üzerine diyor ve ne
yapıyorsa, Allah'ın emrine göre yapıyordu. Kendi nefsi için ve kendi şahsi
menfaati için herhangi bir söz söylemiyor, herhangi bir harekette bulunmuyordu.
Bu bakımdan, peygambere itaatle herhangi bir yanlışlığın olmadığı peşinen ve
kesin olarak bilinmelidir.
6.3.13. Peygamberin Hidâyeti İçin Gönderilen Vahyin
Türleri
Bu konuya üçüncü, dördüncü ve
beşinci ayetlerde değinilmiştir. Dördüncü ve beşinci ayette bahsedilen
vahiyden Kitabullah'ın kastedildiği öne sürülüyor. Bazı kimseler, peygambere
Kitabullah'tan başka bir vahiy gelmediğine inanıyorlar. Ama bu yanlış bir
fikirdir. Kur'ân-ı Kerim şahittir ki, peygamberlere sadece kitap
vahyedilmezdi, aksine onların hidâyeti için Allah değişik zamanlarda çeşitli
vahiyler gönderirdi. Bu vahiyler sayesinde, peygamberler doğru kararı verir,
doğru yolu bulurlardı. Bu vahiylerle hataları düzeltilir, onların korunması
veya başarılı olması için tedbirler alınırdı. Bu hususla çeşitli misaller
verilebilir. Hz. Nuh (a.s.) bu vahiyler sayesinde büyük bir tufanın
geleceğini, bunun için hazırlıklı olması gerekliğini, öğrenmiş ve dolayısıyla,
gemisini inşa etmişti. Hz. İbrahim (a.s.), yerde ve gökte gezdirildi ve
meleklerle tanıştırıldı. Kendisine ölülerin nasıl dirildiği gösterildi. Hz.
Yusuf (a.s.)'a rüyaların tabiri hakkında bilgi verildi. Hz. Musa (a.s.) ile Tûr
dağında konuşuldu. Kendisine, elinde ne olduğu soruldu. O da cevap verdi,
"bu benim âsamdır". Hz. Musa ayrıca, asasını koyun ve keçileri gütmek
için kullandığını belirtti. Emredildi, "bunu yere at". Yere atılan
asa ejderha haline gelince, Hz. Musa korkup geriye çekildi. Bunun üzerine Allah
dedi ki: "Ya Musa, korkma, ona yaklaş, sen emniyettesin". Daha sonra
şu emri verdi: "Firavun'a git, o tuğyan etmiştir". Hz. Musa,
kendisine yardımcı olması için Hz. Harun'u istedi ve bu işleği kabul edildi.
Ancak iki kardeş Firavun'a gitmekten çekindikleri için, kendilerine şöyle
dendi: "Korkmayın, Ben sizinle beraberim. Ben işitir ve görürüm".
Firavun'un sarayında Hz. Musa (a.s.) sihirbazların sihirle yaptıkları yılanları
görüp korkunca gene kendisine vahiy geldi: "Korkma, (sonunda sen
kazanacaksın)". Firavun'a ak ile kara anlatıldıktan sonra, Hz. Musa'ya
emredildi, "kullarımı alıp gece vakti yola koyul, sizi takip
edecekler". Denize varınca yine bir vahiy geldi: "Asanı suya
vur". Bu vahiylerin kitap şeklinde Hz. Musa'ya indiği ve kitlelere yol
gösterme amacını taşıdığı iddia edilebilir mi? Diğer peygamberlere gelen
vahiylerin durumu da aynıdır. Bu vahiyler, Cenab-ı Allah'ın sık sık
peygamberlerle kelâm ettiği ve bu kelâmın, ikaz, tenbih, şahsi tavsiye ve
nasihat mahiyetinde olduğu bilinmelidir. Bu vahiy, şekil ve muhteva bakımından
insanların hidâyeti için, kitaba dahil edilmek ve ilâhi bir yasa haline
getirilmek üzere gönderilen vahiylerden hayli değişiktir.
6.3.14. Hz. Peygamber (a.s.)'e Gelen Benzeri Vahiyler
Benzeri vahiyler Hazreti
Peygamber'e de gelirdi. Kur'ân-ı Kerim'de buna dair çeşitli işaretler vardır.
Örneğin, Rasûlullah önce Kudüs'ün müslümanların kıblesi olduğunu söylemişti.
Bununla ilgili herhangi bir ilâhi emir gelmedi. Ama bu kıble iptal edilip Kâbe
kıble olunca, Allah'tan şöyle bir emir geldi:
İnsanlardan bir takım beyinsizler:
'Onları daha önce üzerinde bulundukları kıblelerinden çeviren nedir?'
diyecekler. De ki: 'Doğu da Allah'ındır, batı da. Dilediğini dosdoğru yola
yöneltip iletir". (Bakara; 142)
"Senin üzerinde bulunduğun
kıbleyi, Peygamber'e tabi olan ile arkasını döneni ayıralım diye yaptık"
. (Bakara; 143)
Bu demektir ki, daha önce kıblenin
Kudüs olması kararı Allah'ın vahyi ve emriyle alınmıştı.
Uhud savaşı sırasında, Hz.
Peygamber (a.s.) müslümanlara yardım için Allah'ın meleklerinin geleceğini
söylemişti. Daha sonra, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber(a.s.) 'in bu açıklamasından
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle bahsetti:
" Allah bu yardımı, âncak
size müjde olmak ve kalbinizde itminan (yatışma) hâsıl etmek için yaptı".
(Al-i İmran; 126)
Demek ki, bu yardım vaadi Allah
tarafından yapılmıştı.
Uhud savaşından sonra, Hz.
Peygamber (a.s.) müslümanları ikinci bir Bedir savaş ı için Medine'nin dışına
çıkmaya çağırdı. Hz. Peygamber (a.s.)'in bu çağrısı Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir
yerde yer almıyor. Ama Allahu Teâlâ bu çağrının da kendisinden geldiğini
sonradan tasdik etli:
"Kendilerine yara, elem ve
bozgunluk isabet ellikten sonra yine Allah ve peygamberin davetine uyanlar için
pek büyük mükâfat vardır" (Al-i İmran; 172)
Bedir savaşı sırasında, Hz. Muhammed
(a.s.)'in Medine'den çıkmasından Kur’unda şöyle bahsedilmiştir:
"Rabbin seni evinden hak
uğrunda çıkardığında mü'minlerden bir grup isteksizdi." (Enfal; 5)
Evden çıkma emri Kurban’da yer
almamıştır. Ama daha sonra, Allah, evden bu çıkışın kendi emriyle olduğunu
beyân etmiştir. Daha sonra, savaşın en şiddetli anında, Allah'ın rasûlü bir
rüya gördü:
"Şunu da hatırla ki, Allah
onları sana uykuda (rüyada) az gösterdi" (Enfâl; 43)
Münafıklar, Rasûlullah (a.s.)'ın
ganimet dağıtımından hiç hoşlanmamışlardı. Yüce Allah, bu dağıtımın bizzat
kendi emriyle yapıldığını duyurmak suretiyle ağızlarını kapatıverdi:
"Eğer onlar, Allah ve
Resûlünün verdiğine razı olsalar". (Tevbe; 59)
Hudeybiye Anlaşması imzalanırken
sahabenin hemen hemen hepsi buna karşıydılar. Anlaşmanın şartları hoşlarına
gitmemişti. Fakat Rasûlullah (a.s.) anlaşmayı kabul etti. Rasûlullah (a.s.)'ın
bu hareketi daha sonra Allah tarafından tasdik edildi:
"Biz sana âşikâr bir fetih
verdik". (Fetih; 1)
6.3.15. Yukarıdaki Ayetlerden Çıkan Sonuçlar
Yukarıdaki ayetlerin benzerlerini
bulmak kolaydır. Fakat burada anlatmak istediğimiz, peygamberler ile Allah
arasındaki ilişkinin geçici olmadığıdır. Yani Allah ile Hz. Rasûl (a.s.)
arasındaki ilişki, sadece Hz. Rasûl (a.s.)'ın bir ilâhi mesaj taşıdığı veya
ilettiği sürece devam etmez. Bu ilişki sürekli ve kalıcıdır. Allahu Teâlâ her
zaman vahiyle peygamberlerine yol gösterir, hatalarını düzeltir. Necm
suresinin ilk ayetlerinde işte bu hususa işaret edilmiştir. Bu bolümün başında
arz ettiğini gibi, Kur'ân-ı Kerim'de peygamberlerin her zaman Allah'ın özel
gözetimi altında oldukları açıkça ifade edilmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti
Peygamber (a.s.) ile diğer peygamberlerin hatalarının düzeltilmesi ve Allah
tarafından kendilerinin ikaz edilmesi ve ıslah edilmesinin anlatılmasındaki
amaç, peygamberlere güvensizlik belirtmek değildir. Bu kıssa ve ifadelerden,
peygamberlerin de bizim gibi hatalı İnsanlar olduğunu çıkarmak yanlıştır. Bu
bakımdan onlardan yüz çevirmek, onların söz ve hareketlerine uymamak da yanlış
bir davranış olur. Aslında peygamberler her zaman iyiyi ve doğruyu yapmakla
mükelleftirler ve en küçük hataları bile anında düzeltildiği için sözlerine ve
hareketlerine güvenmemek doğru değildir. Aslında Allahu Teâlâ peygamberler
konusunda fazlasıyla hassas davranır ve en küçük hatalarını bile affetmez.
Nitekim, Kur'ân-ı Kerim'de, Hazreti Peygamber (a.s.)'in diğer insanların
hayatında belki de hiç önem taşımayan konularda uyarıldığını görürüz. Örneğin,
bir insanın bal yiyip yememesi, bir köre dikkat edip etmemesi veya onun
itirazından hoşlanmaması ya da biri için mağfiret dilemesi... Bunların önemli
bir konu olduğu söylenebilir mi? Ama, bu gibi normal bir bakışla önemsiz
sayılabilecek olaylarda Allah, peygamberlerin kendi veya başkalarının fikrine
göre hareket etmelerini yasaklamıştır. Aynı şekilde bazı kimseleri savaşa
katılmaktan müstesna bırakması, veya bazı savaş esirlerini fidye alıp serbest
bırakması, bir hükümdar veya komutanın işlevleri arasında çok küçük bir yer
tutar. Ne var ki, bir peygamberin hayatında bunlar öylesine önemli bir konu
haline gelir ki, kendisi açık bir vahiy ile ikaz edilir. Neden? Çünkü,
peygamber alelade bir hükümdar veya komutan değildir. O, kendi fikrini üstün
kılmaya, kendi düşündüğü gibi hareket etmeye selahiyetli değildir. Bir
peygamber, peygamberlik makamında bulunduğu için verdiği kararın Allah'ın
rızasına uygun olması gerekir. Bir peygamber gizli vahyi iyice anlamayıp,
Allah'ın rızasına aykırı en ufak bir harekette bulunur bulunmaz derhal açık bir
vahiyle ikaz ve ıslah edilir.
Peygamberlerin bu özel vaziyetine
Allahu Teâlâ'nın özenle eğilmesi, onların daima dürüst davranmalarına, her
zaman doğru hareket etmelerine tam güvenmemizi sağlamak amacını taşımaktadır.
Böylece biz peygamberlerin her zaman doğru söz söylediklerine, her zaman
kötülüklerden kaçındıklarına inanmalıyız. Peygamberlerin daima Allah’ın
gösterdiği çizgide olduklarını bilmeliyiz. Peygamberlerin hayatının, İslâmî
siretin mükemmel ve üstün bir numunesi olduğuna inanmalıyız. Cenab-ı Hak bu olgun
ve üstün örneği, Allah'ın en sevgili kulu olmak isteyenlerin takip etmesi için
yaratmıştır. Bu ilâhi gaye ve hedef, yukarıda kaydettiğimiz 6. ve 7. ayetlerde
açıkça ifade edilmiştir. Altıncı ayette peygamberlerin, İnsanlar için
"güzel bir örnek" olduğu belirtilmiş, yedinci ayette ise Allah tarafından
sevilmenin yolunun Rasûlullah'a itaatten geçtiği ifade edilmiştir.
6.3.16. Hz. Peygamber (a.s.)'in Bütün Hayatı
"Güzel Bir Örnek"dir
Diğer peygamberler gibi Hz.
Peygamber (a.s.)'in de bütün hayatı müslümanlar için güzel bir örnektir. Hz.
Peygamber (a.s.)'in hayatını örnek almamızda en ufak bir istisna, kısıtlama
veya sınırlama yoktur. Bütün hayatı mutlaka takip edilmesi gereken bir
örnektir. Kur'ân-ı Kerim bunu emretmektedir. Hadislerin telkinleri de bu yöndedir.
Demek ki, Hz. Peygamber (a.s.)'i kim ne kadar çok sever, Ona kim ne kadar çok
itaat eder, O'nun örneğine uyarsa, Allah katında o kadar makbuldür.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
bütün hayatını müslümanlar için örnek alınması gerekliğini belirtirken,
tabiatıyla bazı istisnaların olduğunu da unutmayalım. Hz. Peygamber (a.s.)'in
hayatını örnek alırken bazı istisnalar olduğunu inkâr etmeyelim. Ama bu
istisnaların mahiyeti nedir? Bunlar hangileridir? İşte bunları bilmek
zorundayız. Rasûlullah (a.s.)’ın hayatının örnek alınması gerekliğini
söylerken, hayatının her safhasında her an ve her zaman ne yapmışsa, nasıl
yapmışsa onu aynen taklit etmemiz gerektiğini kastetmiyoruz. Rasûlullah
(a.s.)'ın hayatına tıpa tip uymak ve hatta aslı ile kopyası arasında herhangi
bir fark bırakmamak amacımız olmamalıdır. Zaten Kur'ân-ı Kerim de böyle bir
kopya çekilmesini emretmiyor. Kur'ân-ı Kerim bu hususta bir genelleme
yapmıştır ve Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatını genel hatlarıyla örnek almamızı
istemiştir. Bu hususta, Hazreti Peygamber (a.s.) ile sahabelerin söz ve
hareketleri de bizim için yol gösterici nitelik taşımaktadır. Burada
ayrıntılara girmeye gerek yoktur. Ancak kısaca belirtmek istersek, diyebiliriz
ki; İslâm dininde farz, vacip ve sünnet olarak bilinen konularda Hz. Muhammed
(a.s.)'in söz, vaat, telkin, ikaz ve fiillerine tıpa tip uyulmalıdır. Örneğin,
namaz, oruç, hacc, zekât gibi konularda en ufak bir itiraz veya istisnaya yer
yoktur. Ama İslâmî yaşantıyla ilgili genel öğretileri; mesela medeni, kültürel,
ekonomik, sosyal ve siyasal konuların ayrıntıları konusunda bazı istisnalar
vardır. Bu gibi meselelerde Hz. Muhammed (a.s.), ahlâk, hikmet ve dürüstlük ile
ilgili belli başlı kurallar meydana getirmiştir. Bir de çeşitli söz ve
hareketleriyle, bu hususla bize seçenekler bırakmıştır. Bunlardan akıl ve
mantık ile İslâmiyet'in ruhuna en uygun olanlara uyma hürriyetimiz vardır.
Böylece, iyi niyetle Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını örnek almak isteyen biri
için hangi konularda kendisine tam itaat etmesi ve hangi konularda kısmen ya da
akıl ve mantık kuralları çerçevesinde uyması gerektiğini öğrenmek hiç de zor
değildir.
Fakat bazı ard niyetli ve bilgisiz
kimseler bu hususta tutarsız sorular sorarlar. Derler ki, Hz. Peygamber
(a.s.)'in dili Arapça idi, o halde biz de mi Arapça konuşalım? Hz. Muhammed
(a.s.) Arap kadınlarıyla evlenmişti, biz de Arap kadınlarıyla mı evlenelim? Hz.
Muhammed (a.s.) kendisine mahsus bir kıyafet giyerdi, biz de mi aynı kıyafeti
giyelim? Kendisinin yiyecekleri, içecekleri başka idi, biz de mi o şeylerden
yiyelim, içelim? Hz. Muhammed (a.s.)'in toplumsal yaşantısı başka türlüydü, biz
de mi aynı şekilde yaşayalım? Keşke bu İnsanlar önemli olanın, Hz. Muhammed
(a.s.)'in konuştuğu dil değil, onun muhtevası ve üslûbu olduğunu bilseler, önemli
olan, Arap veya başka bir milletten olan kadın ile evlenmek değil, o kadına
yaptığımız muamele, haklarını ödemek, onun üzerine olan şer'i selâhiyetleri,
doğru şekilde kullanmaktır. Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)'in, mübarek
zevcelerine yaptığı güzel muamele her müslümanın aile hayatı için birer örnek
olmalıdır. Sonra, Hz. Muhammed (a.s.)'in giydiği kıyafetin bütün müslüman
erkekler için mecburi kılındığını iddia eden kimdir? Yediği yemekler de
müslümanlar için zorunlu hale getirilmemiştir. Asıl dikkate değer olan şey,
giyimde kuşamda Hazreti Peygamber (a.s.)'in riayet ettiği sınır ve kurallardır.
Yiyecek, içecek konusunda da önemli olan getirdiği adab, kaide ve kurallardır.
Kur'ân-ı Kerim'de iyi ve kötü şeyler arasındaki fark genel hatlarıyla belirtilmiştir.
Kur'ân'ın ifadelerinden hangi konularda peygamberlere itaat edilmesinin
faydalı olduğu, hangi konularda itaat edilmesinin gerekli olmadığını anlamak
mümkündür. Aslında Hazreti Peygamber (a.s.)'in özel ve görevi ile ilgili
yaşantısı açık bir kitaptır ve bunu incelemek ve örnek almak hiç de zor
değildir. Rasûlullah'ın bütün hayatı doğru ve Allah'tan korkan bir müslüman
için örnek bir hayattır. Nitekim, Hz. Aişe (r.a.) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Eğer, Kur'ân'ın talimatı ve ruhuna göre mü'min bir insanın dünyada nasıl
yaşaması gerektiğini bilmek isliyorsanız, o zaman Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
hayatını örnek almalısınız." Doğrusu, Allah'ın kitabında genel hatlarıyla
ortaya konan İslâm, Rasûlullah (a.s.)'ın kişiliğinde açık ve etraflı ifadesini
bulmuştur.
6.3.17. Peygamber, Her Zaman Peygamberdir
Allah'a şükürler olsun ki, bu
bölümün başında bahsettiğimiz Üçüncü Grub'a bağlı kimseler, Birinci ve İkinci
Grup'takilerden daha mantıklı ve ileri düşüncelidirler. Ama bazı hadislere
bakarak, "Hz. Peygamber her an ve her durumda peygamber olmaz.
Dolayısıyla, her sözü ve her harekeli bir peygamber olarak kabul
edilmemelidir" görüşüne kapılmışlardır. Aslında bu yanlış anlama,
bambaşka olay ve konularla ilgili olan hadislerden kaynaklanmaktadır. Gerçek
şudur ki Hazreti Peygamber (a.s.) her an ve her durumda Allah'ın rasûlüydü.
Zaten, Hz. Muhammed (a.s.) kendisinin peygamber olduğunu, ne amaçlarla dünyaya
gönderildiğini hiçbir zaman unutmamıştır. O'nun dünyaya gönderilme gayesi,
insanlardan düşünme, fikir beyan etme, hareket etme hürriyetini ortadan
kaldırmak, akıl ve fikirlerine kilit vurmak değildi. Hz. Muhammed (a.s.)
dünyaya, tarım ve sanayi gibi konulan anlatmaya da gelmemişti. Hz. Muhammed
(a.s.)'in maksadı ve hedefi, insanların ailevi ve özel hayatlarına karışmak da
değildi.
Hazreti Muhammed (a.s.)'in
hayatının tek gayesi vardı. İslami belirli bir inanç olarak insanların kalbine
yerleştirmek ve bunu bir ferdin şahsiyetinde ve toplumun düzeninde faal ve
canlı hale getirmekti. Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatının bunun dışında bir
gayesi ve hedefi olmamıştır. Hz. Peygamber (a.s.), hayatında eğer nadiren başka
meselelerle ilgilenmişse de kendisine tâbi olanlara durumu izah ederek kendi
fikirlerini belirtme ve hareket etme konusunda serbest bırakmıştır. Gerçi
sahabeler ile diğer müslümanlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in her sözünün Allah'ın
Rasûlünün sözü olduğunu kabul ederek kendisine hiç ses çıkarmadan itaat etmeye
hazırdılar ve dünyevi konularla ilgili olarak söylediği her sözün de risaletin
emri olduğuna inanırlardı. Fakat, Hz. Peygamber (a.s.) hiçbir zaman, şahsi
veya dünyevi bir mesele hakkında sahabelere ne bir emir vermiş, ne de onlardan
itaat etmelerini istemiştir. Tam 23 yıl bu konuda titiz davranması, asıl
mevkii ve görevini her an göz önünde bulundurması, bir an bile olsun
şaşmaması, peygamberlik vazifesi ile şahsi ve dünyevi işlerini karıştırmaması
ve taraftarlarına tam bir otorite kurmuş olmasına rağmen ilgisi olmayan bir
konuda kendilerine herhangi bir emir ve direktif vermemesi kendisinin ne kadar
sağlam karakterli ve vazifeşinas olduğunun açık bir delilidir. Fakat bununla
beraber, şunu açıklamakta fayda vardır ki; dünya işleri ile ilgili söylediği
sözler veya yaptığı hareketlerden çoğunun Allah'ın emri veya vahiy ile
olmadığı söylenemez. Gerçi bu gibi konularda mübarek ağzından çıkan sözler emir
niteliğinde olmamış ve kendisi de, müslümanları itaate mecbur etmemiştir. Ancak
ağzından çıkan her sözün hak olduğu ve herhangi bir yanlışlık ihtimali
bulunmadığı bilinmelidir, örneğin, Hz. Peygamber (a.s.)'in tip ilmiyle ilgili
söylediği sözler ve gösterdiği yollar, öylesine faydalı ve hikmetlidir ki,
insanın şaşmaması mümkün değildir. Tıp ilmini hiç bilmeyen, bu hususta hiçbir
çalışması olmayan, hiçbir tecrübeden geçmemiş olan bu Arap Ümmi Peygamber
(a.s.)'in tıbbın bazı evrensel gerçeklerini nasıl öğrendiğine, nasıl bildiğine
akıl ermez. Halbuki, yüzyılların deneyleri ve araştırmaları Hz. Peygamber
(a.s.)'in bu konudaki tavsiye ve çalışmalarını haklı çıkarmıştır. Buna benzer
pek çok örnekler vermek mümkündür. Bu konular, peygamberlerin asıl görevi, yani
tebliğ ile ilgili değildir, ama Allah'ın kendilerine verdiği ilham ve
sağduyuyla her konuda en doğrusunu, en iyisini yapmaya kadirdirler. Demircilik
ve zırhçılık ile peygamberlik arasında ne gibi bir münasebet olabilir? Fakat
görüyoruz ki, Hazreti Davud (a.s.) işte usla oluyor ve bizzat Allahu Teâlâ
kendisine bu ustalığı verdiğini beyan ediyor:
"O'na, sizi harbin
şiddetinden koruması için zırh yapma sanatını öğrettik"(Enbiya; 80)
Peygamberlik ile kuşların dilini
bilmek arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Ama, Hz. Süleyman, bu konuda usta
olduğunu bizzat kendisi söylüyor:
"Ey İnsanlar, bize kuşların
dili öğretildi". (Neml; 16)
Marangozluk ile gemi yapımcılığı,
peygamberliğin herhangi bir bölümü müdür? Fakat, Cenab-ı Hak Hz. Nuh (a.s.)'a
sağlam bir gemi yap demiyor, aksine şöyle diyor:
"Bizim nezaretimizde ve
vahyimizle gemiyi yap". (Hûd; 37)
Bu bakımdan, peygamberlere sadece
tebliğ ve telkin ile ilgili vahiylerin geldiğini sanmak yanlıştır. Aslında,
peygamberlerin hayatının tümü Allah'ın hidâyetine tâbiydi. Ama burada,
peygamberlerin hayatının iki yanı olduğunu belirtmeliyiz. Bunlardan
birincisine müslümanların uyması her hâlükârda şarttır. Bunun adım adım takip
edilmesi ve her yönüyle örnek alınması elzem ve zaruridir. Fakat,
peygamberlerin hayatının ikinci yanına uyulması her müslüman için her zaman
farz değildir.Ne var ki, bu davranış farz olmamakla birlikte, Cenab-ı Hakk'ın
sevgili kulu haline gelmek, O'nun katında üstün bir mevkiye yükselmek isteyen
imanlı ve inançlı bir müslüman için, Peygamber (a.s.)'in bütün sünnetini örnek
almaktan başka çare yoktur. Hz. Rasûl (a.s.)'ün sünnetinden bir santim bile
ayrılmak, Allah ve Rasûlü tarafından daha az sevilmeye sebep olabilir. Aşk ve
sevginin ilk şartı kayıtsız şartsız teslimiyettir. Rasûlullah (a.s.)'ı seven
O'na tam olarak teslim olmalı, itaat etmelidir. Aşk, ayırım, fark ve istisna
tanımaz.
6.3.18. Peygamber İle Peygamber Olmayanın Hâkimiyeti
Arasındaki Fark
Yukarıdaki bahsimizden, peygamberler
ile peygamber olmayanların hakimiyeti, saltanatı, otoritesi ve hükümdarlığı
arasındaki fark sanırız kendiliğinden ortaya çıkıyor. Bu misallerden,
peygamberler ile alelade hakim ve kadıların verdikleri kararlar arasındaki
büyük fark da meydana çıkıyor. Özellikle, naklettiğim son üç ayet bu ayrıcalığı
büsbütün ortaya koyuyor. Bu ayetler, Rasûlullah (a.s.)'ın emrine boyun eğme ve
kararlarını itirazsız kabul etmenin, imanın esaslarından biri olduğunu
gösteriyor. Bu emirlere uymayan, bu kararları kabul etmeyen mü'min değildir.
Bir hükümdar veya yargıcın emir, kanun ve kararlarının bu kadar bağlayıcı, bu
kadar etkili olduğu söylenebilir mi? Eğer değilse, "Allah ve Rasûl gibi
kelimelerin Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği her yerde saltanat veya hükümet anlamı
çıkarılmalıdır" demenin ne kadar yanlış olduğu ortadadır. Benim itirazım,
Mevlana Aslam Ciracpûri'nin işte bu sözlerinedir. Ben bunu, İslâm'ın ve
Kur'an-ı Kerim'in talimatına tamamıyla aykırı sayıyorum. Peygamber efendimiz
(a.s.)'den sonra hükümdarlar ile devlet erbabının emir ve kanunlarına saygılı
olunmasını ben de teslim ediyorum. Aslında, bir İslâm devletinde hükümdar ve
yöneticilere itaat vaciptir. Ama yöneticilerin ve liderlerin görevi de
İslâm'ın gösterdiği yolda yürümektir. Onlar devlet ve hükümet işleri konusunda
Hz. Muhammed (a.s.)'in mübarek hayatından, hikmetli söz ve fiillerinden örnek
almalıdırlar. İslâm'da hükümdar ve liderlerin kararlarına büyük önem
verilmiştir. Hatta bazı durumlarda, yöneticilerin hüküm, emir ve kararlarının
Allah ve Peygamber'in emirlerine ters düşmesine rağmen vatandaşların bir ölçüye
kadar doğru fikrini korumak kaydıyla bu emir ve kararlara uymaları
emredilmiştir. Fakat, bu saltanat, hâkimiyet ve hükümetin, tamamıyla Kur'ân-ı
Kerim'de gelen "Allah ve Rasûl" deyimiyle aynı olduğu anlamı nereden
çıkıyor? Sıradan insanların karar ve hükümlerinin, Allah ile Rasûlü'nün
emirleri olduğu söylenebilir mi? Böyle bir şey olsa, devlet erbabını masum ve
hâşâ peygamber ile Allah gibi varlıkların benzeri kimseler olarak kabul etmemiz
gerekecektir. Halbuki müslüman ülkeler ve milletler arasında Kitap ve
Sünnet'ten pek uzak olan, hatta doğru yoldan tamamıyla sapmış ve dinsiz
hükümdar ve yöneticilerin bulunduğu, tarihin çeşitli dönemlerinde görülmüştür.
Şimdi müslüman halk, bu cahil, sapık hükümdar ve yöneticilerin sapık emir ve
kanunlarını aynen Allah ve Rasûlü'nün emir ve kanunlarıymış gibi kabul edip
dalâlete ve felâkete mi sürüklenmelidir? Mevlâna Aslam Ciracpûri'nin mantığına
bakılırsa, böyle bir karanlık devrede ve ortamda Allah'ın bir kulu kalkıp bu
zalim, cahil ve sapık hükümdar ve yöneticileri ve diğer müslümanları yanlış
yolu terk edip Allah ve Rasûlü'ne itaate çağırırsa derhal kafası uçurulacaktır.
Zira, adı geçen hükümdar ve idareciler pekâlâ diyebilirler ki, "Allah ve
Rasûl biziz, sen hangi Allah ve Rasûle bizi çağırmak istiyorsun?"
6.4.
PEYGAMBER'İN ŞAHSÎ VE DİNÎ HÜVİYETİ
"İslâm'da fikir hürriyeti
kavramı" ve "Peygamberlik ve fonksiyonları" başlıklı iki yazımın
Arapça tercümeleri Şam'da neşredilen "El-Müslimun" dergisinde yayınlanmıştı.
Bu yazıları okuyan Suriye'li bazı alimler bazı noktalarının açıklığa kavuşması
gerektiğini bildirdiler. Ayrıca, Şam'dan bir zât bana mektup yazarak ikinci
yazımla ilgili bazı itirazlarda bulundu. Kendisi, mektubunda şunları yazıyordu:
"Hazreti Muhammed (a.s.) bir
insan olarak, bizden bir fert gibi midir? Bir insan olarak, Hz. Peygamber
(a.s.) de şahsî iktidar ve ikbal peşinde olan bir kişi olarak mı tarif
edilmelidir? Başka insanlara hükmetme ve otorite kurma arzuları O'nda da mı
aranmalıdır? Eğer durum böyle ise, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir insan olarak
insanî zaaflardan arınmış olmadığı hususları birbiriyle nasıl
bağdaştırılabilir? Hz. Muhammed (a.s.)'in, peygamberlik payesine
yükseltilmediği sürede sürdüğü normal bir insanın hayatı ve peygamberlik
vazifesi yapmadığı süre içindeki söz ve hareketlerinin bizim için ne yararı
olabilir? Hz. Muhammed (a.s.), peygamber olduktan sonra insanlık ve
peygamberlik hüviyetleri ayrı ayrı mı kalmış yoksa birleşmiş midir? İki
hüviyeti ayrı ise, bunları açıkça ve kesinkes birbirinden ayırmak mümkün
müdür? Çünkü böylece Peygamber olan Hz. Muhammed (a.s.)'e itaat edilmeyebilir.
Başka bir deyimle, Hz. Muhammed (a.s.)'in insan olarak ve peygamber olarak
söylediği sözler ile yaptığı işleri ayırmanın usûlleri nelerdir? Yani, Hz.
Peygamber (a.s.).'in şahsî ve dinî talimatları arasında ayırım yapmamız mümkün
müdür? Hz. Peygamber (a.s.)'in hangi sözlerine itaat edilmeli, hangisine
edilmemelidir? Acaba Hz. Peygamber (a.s.) ve diğer peygamberlerin şahsî
görüşüne karşı çıkılabilir mi? Muhammed Mustafa (a.s.) kendi insanlık haline
dikkat edilmemesi, önem verilmemesi için müslümanlara telkinde bulunmuş mudur?
Hz. Peygamber (a.s.) müslümanların şahsi görüşlerini oluşturma ve açıklamaları
için kendilerini teşvik etmiş midir? Ayrıca, Hazreti Ömer (r.a.) zaman zaman,
Hz. Muhammed (a.s.)'in şahsi görüşlerine karşı çıkmış mıdır?..."
Yukarıdaki mektubun dışında bazı
diğer kesimlerden de söz konusu iki makalem ile ilgili bazı itirazlar kulağıma
gelmiştir. Bu itirazların başında iki yazıda çelişkiye düştüğüm yer alıyor. Bu
itirazlara göre, ilk yazıda diğer peygamberler gibi Hz. Muhammed (a.s.)'in
Peygamberlik ve insanlık yönü arasında fark olduğunu, insanların, peygamberler
ile Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece peygamberlikleriyle ilgili söz ve
davranışlarına itaat etmeleri, insanlık halleriyle ilgilenmemeleri, bu konuda
kendilerine itaat etmemeleri gerekliğini belirtmişim. Yine itiraz edenlere
göre, ikinci yazıda bu görüşümün aksine, peygamberlere her durumda itaat
etmemiz gerektiğini belirtmişim. Güya ikinci yazımda ilkinin tam aksine bir
tez savunmuşum, peygamberlerin insanlık ve peygamberlik hüviyetlerinin aslında
ayrı olmayıp tek bir kişide birleştiğini, bu bakımdan hangi şartlarda olursa
olsun peygamberlerin hareketlerine uyulması lâzım geldiğini savunmuşum. İtiraz
edenler, görünüşle bu iki ayrı görüş arasında bağ kurmanın zor olduğunu
belirtiyorlar.
Bu bölümde bu konuya ayrıntılı bir
şekilde değinmenin yerinde olacağını sanıyorum.
Öncelikle şunu unutmayalım ki, bu
meselenin iki önemli yanı vardır: Birincisi teorik yönü, ikincisi, ise amelî ve
pratik yönü. Yani peygamberin şahsiyetini bir hidâyet kaynağı olarak kabul
edersek; bunu bütünüyle bir peygamberin kişiliği olarak mı, yoksa bir insan ile
bir peygamber arasında bölerek mi kabul etmeliyiz. Önemli olan önce peygamberin
kişiliğinde ikilik olup olmadığını tesbit etmek, daha sonra da, eğer ikilik
olduğunu teorik olarak kabul ediyorsak, bunun pratik yönünü ele almak ve şahsı
ile peygamberâne söz ve hareketlerine uyup uymayacağımızı belirlemektir.
İlk önce teorik yanını ele alalım.
Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin şahsî ve peygamberâne hüviyetleri arasında fark
olduğunu kesin bir şekilde ifade etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e göre,
peygamberler, insanları kendi kulları değil, Allah'ın kulları yapmaya
gönderilirler. Al-i İmrân sûresinin 79. ayetinde şöyle denilmiştir:
"Beşerden hiç kimsenin, Allah
kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği versin de, sonra o, insanlara:
'Allah'ı bırakıp da bana kulluk edin' deme (hakkı ve yetkisi) yoktur. Fakat, o,
öğretmekle olduğunuz ve ders alıp vermekte bulunduğunuz Kitaba göre Rabbâniler
olunuz" (deme görevindedir).
Peygamberlere iki vazife birden
verilir: Vazifelerden biri, insanları Allah'tan başka kimselerin köleliğinden
kurtarmaktır. Yani, peygamber, insanları başkalarının yanı sıra kendisine kul
olmalarından da kurtarır. Vazifelerinden ikincisi, bütün insanları tek
Allah'ın kulu yapmaktır
"Biz her millete bir
peygamber gönderdik (ve onlara şu talimatı verdik:) Allah'a ibadet edin ve
Tağut'tan uzak durun" (Neml; 36)
"De ki: 'Ey kitap ehli,
Allah'tan başkasına ibadet etmemek, O'na bir şeyle şirk koşmamak, Allah'ı
bırakıp da birbirimizi ma'bud edinmemekten ibaret olan ve bizimle sizin
aranızda müsavi bulunan bir kelimeye geliniz" (Al-i İmrân; 64)
Dinimizde, peygamberlere itaatin
kayıtsız şartsız emredilmesi; peygamberlerin şahsî hüviyetleri açısından
değil, Allah'ın emir ve talimatının onlar vasıtasıyla gelmiş olmasındandır.
İşte bu sebeple, peygambere itaat, Allah'a itaat ile bir tutulmuştur. Meselâ,
şu ayetlere bakın:
"Biz, gönderdiğimiz
peygamberi Allah'ın izni ile itaat olunsun diye gönderdik". (Nisâ; 64)
"Kim Peygambere itaat ederse
muhakkak Allah'a itaat etmiştir" (Nisâ; 80)
Bununla beraber, gerek Kur'ân-ı Kerim,
gerekse hadislerden, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Allah'ın emriyle değil, kendi
düşüncesine göre söylediği bir söze, Allah'tan gelen bir emre uyulması
gerektiği gibi uyulmasının gerekli olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bu hususta
"İslâm’da fikir hürriyeti kavramı" konulu yazımda çeşitli örnekler
sunmuş bulunuyorum. Bunun en bariz misali, Hz. Zeyd bin Harise (r.a.)'nin, Hz.
Peygamber (a.s.)'in emrinin hilafına Hz. Zeyneb (r.a.)'i boşamış olması ve ne
Allah'ın, ne Peygamber (a.s.)'in bu konuda herhangi bir olumsuz tepki
göstermemeleridir. Bu olayın başka bir açıklaması olamaz ve yazımda bunu böyle
yorumlamaya çalıştım. Hurma ağaçlarının dikilmesi olayı da hepimizin malumudur.
Hazreti Peygamber bu hususta şunları söylemiştir:
"Ben de bir insanım. Ben size
din ile ilgili bir emir verdiğim zaman buna uymalısınız. Ama kendi görüşümü
belirttiğim zaman (düşünün ki) ben de bir insanım. Ben tahminime göre bir şey
söylemiştim. Tahmin ve şahsî görüşüme dayalı sözlerimi kabul etmeye mecbur
değilsiniz. Ancak Allah tarafından size bir şey söylersem onu kabul edin. Çünkü
ben Allah adına yalan konuşmadım. Siz dünyevî konuları daha iyi
bilirsiniz" (Sahih-i Müslim, Dünya işleriyle ilgili bölümler).
Meselenin teorik yanı budur. Şimdi
pratik yanını ele alalım.
Aslında, Cenab-ı Allah'ın,
peygamberlere yüklediği vazife çok hassastır. Yani, Allah bir insanı yegâne
temsilcisi olarak insanlara gönderirken, kendisine aynı anda iki önemli vazife
verir. Bir yandan, bu peygamber, kendi cinsinden olan büyük insanları, kendisi
de dahil bütün insanlara itaat ve kölelikten kurtarıp, kendilerine fikir
hürriyeti ve bağımsızlık ruhu verecektir. Diğer yandan da peygamber olan aynı
insan, bütün insanların Allah'a kayıtsız şartsız itaat etmelerini sağlamak
amacıyla bizzat kendisine itaat edilmesini isteyecektir. Yani nazari ve teorik
olarak insanları insanların sömürüsünden kurtarmaya çalışan bir peygamber
pratikte Allah'ın rasûlü olması sıfatıyla insanların kendisine tam olarak
bağlanmasını isteyecektir. Gördüğünüz gibi, bu iki ayrı ve birbirine zıt olan
vazife bir peygamber tarafından yerine getirilmek istenmiştir. Bu iki ayrı
vazife ve kimliğin sınırları öylesine birbiriyle çatışır durumdadır ki, bunlar
arasında doğru ve iyi bir ayırım çizgisi ancak Allah ve Rasûlü tarafından
çizilebilir. Bu her babayiğidin işi değildir.
Şu aşağıdaki üç noktayı göz önünde
bulundurduğumuz zaman meselenin daha da karmaşık ve hatta içinden çıkılmaz bir
hal aldığını görürüz.
6.4.3. Asr-ı Saadet'ten Sonra Peygamberin Peygamberlik
Yönünün Öğrenilmesi
Asr-ı Saadet'te Hz. Muhammed
(a.s.)'in şahsi ve peygamberlik yönünü belirlemek amacıyla söz ve
hareketlerini değerlendirmemizin ölçüleri bunlardır. Fakat daha sonraki
devirlerde ve hatla çağımızda da Rasûlullah (a.s.)'ın iki yönü arasındaki farkı
bilmemiz için bir takım şeriat usulleri vardır. Meselâ, en basitinden
Rasûlullah (a.s.)'ın yaşadığı devir, ülke ve beraber olduğu İnsanlar
bambaşkaydı, hayat tarzları değişikli. Hz. Muhammed (a.s.) o devirde
Arabistan'da revaçta olan elbiseyi giyerdi. Giydiği kıyafet kendi icadı
olmayıp o devrin ve muhitin bir kıyafetiydi. Bu hususta kendi zevki ve
beğenisi fazla önemli değildi ve bir "emri vaki"ye uymak zorundaydı.
Aynı şartlar yiyecek ve içecekleri için de geçerliydi. Kendisi, o devirde Arabistan'da
Araplar arasında genellikle pişirilen ve yenen yemekleri yemeğe mecburdu. İçme
konusunda da şahsî zevkinin önemi yoktu. Yani bu konularda seçme hakkı hemen
hemen yoktu. Şimdi bu kıyafet veya yemeklerin özü veya mahiyeti ne olursa
olsun, önemli olan Hazreti Peygamber (a.s.)'in bunlarla ilgili getirdiği bazı
görgü, ahlâk, medeniyet, temizlik ve sağlık kurallardır. Yani bu kıyafet ve
yiyecekler, içecekler konusunda sözleri ve hareketleriyle belirlediği
"Şeriat usulleri ve İslâmî âdâb"dır. Kısaca yukarıda zikrettiğimiz
husus, Hazreti Peygamber (a.s.)'in insanlık hali ve şahsiyetiyle ilgili olup,
ikinci husus da O'nun peygamberlik sıfatlarıyla bağlantılıdır. Başka bir
deyimle, Allah tarafından insanlara anlatmakla görevlendirildiği Şeriat'ın
kapsamına, insanların bazı özel faaliyetleri, örneğin, kıyafetler ile
elbiselerin deseni ve modası ve yemek pişirme şekilleri vs. girmez. Fakat
şeriatın ilgilendiği şeyler elbiseler ile yemeklerin dış görünüşü ve niteliği
değildir. Şeriat, giyim, kuşam, yemek, içmek konusunda caiz, caiz olmayan,
helâl ve haram gibi çeşitli sınırlar koymuş, genel hükümler meydana
getirmiştir. Yani, Şeriat'ın ahlâk ve kültür ile ilgili getirdiği genel
kuralların içinde yapılan her şey caizdir.
Hz. Muhammed (a.s.)'in insanlık ve
peygamberlik halleri arasındaki farkı ister kendisinin herhangi bir
açıklamasından, ister koyduğu Şeriat kurallarından öğrenelim, her iki durumda
da bilgi kaynağımız Hz. Muhammed (a.s.)'in kendisidir. Yani, Hazreti Peygamber
(a.s.) efendimizin herhangi bir insanî durumunu da tesbit etmemiz için O'nun
peygamberlik haline müracaat etmek zorundayız. Biz doğrudan doğruya Hz. Muhammed
(a.s.)'in insanlık hüviyetiyle ilgilenemiyoruz, işte, "Hz. Muhammed'in
sünnetinin fonksiyonları" başlıklı ikinci yazımda bu noktayı vurgulamaya
çalıştım ve bu konuda sünneti inkâr edenleri uyarmak istedim. Ehl-i Kur'ân
veya sünnetin münkeri olarak bilinen bu grubun en büyük hatası, Abdullah oğlu
Muhammed (a.s.)'in peygamberlik ve insanlık hali arasındaki farkı bizzat
kendilerinin belirlemeye çalışmasıdır. Halbuki daha evvel işaret ettiğimiz gibi
bu öyle kolay bir iş değildir ve biz buna muktedir değiliz. Ama bu gruptakiler
kendilerine göre, Hz. Muhammed (a.s.)'in insanî ve şahsi olduğunu söyledikleri
söz ve davranışlarından kendilerini azad etmişlerdir. Yani, Hz. Muhammed
(a.s.)'in sözde insani ve şahsi hareketlerine itaat etmiyorlar. Oysa, Hz.
Peygamber (a.s.)'in insanlık ve peygamberlik halleri arasındaki gerçek ayırım
Allah ve Rasûlü tarafından yapılmıştır. Bu ayırımın yapılmasının amacı da bizim
herhangi bir inanç yanılgısına kapılıp, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.)'i bir
tanrı haline getirmemizi önlemektir. Yani Allah'a itaat etmeye çağıran
Peygamber'i, "Allah" sanmamızı engellemektir. Fakat, bu ayırım
nazarî ve teorik yapılmıştır. Pratikte ise, Hz. Muhammed (a.s.) her zaman
ümmeti için bir peygamberdir. Ümmeti, Abdullah oğlu Muhammed (a.s.) hakkında
fikir hürriyetine sahip oluyor veya serbest davranabiliyorsa, bunu yine
Rasûlullah (a.s.)'a borçludur. Bu hürriyet ve bağımsızlığı kullanmak konusunda
gereken bilgi ve eğitimi sağlayan da, Rasûlullah (a.s.)'dır.
İşte bu açıklamalarımdan sonra
zannederim, yukarıda bahsedilen izah tarzım okuyucular tarafından daha iyi
anlaşılacaktır.
6.5.
PEYGAMBERLİK MAKAMI VE KUR'AN'IN HÜKÜMLERİ
6.5.1. Peygamber'in Dört Çalışma Alanı
Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Muhammed
(a.s.)'in peygamberlik mevkii ve dört çalışma sahası hakkında şu kayıtlara
rastlıyoruz:
"Bizim, Beyti sevap
kazanılacak yer ve emniyet mahalli eylediğimizi yâd et; İbrahim'in makamını
namazgah yapınız. İbrahim ve İsmail’e Beyt'imi, tavaf edenler, itikâf
eyleyenler ve namaz kılanlar için temizleyin diye emrettik... Ya Rabbi, onlara
kendilerinden bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, kitabı ve
hikmeti öğretsin, onları günahlardan temizlesin". (Bakara; 125,129)
"Aranızdan size bir Peygamber
gönderdik ki; ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen ve
onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü’minlere
büyük lütuf ve keremde bulunmuştur". (Al-i İmran; 164)
"İçlerinde, kendilerinden
onlara Allah'ın ayetlerini okuyan, onları kötülüklerden ve küfürden temizleyen
ve onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah mü'minlere
büyük lûtuf ve keremde bulunmuştur". (Al-i İmran; 164)
"Ümmetler içinde, onlara
kendilerinden ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı, hikmeti
öğreten bir peygamberi gönderen O'dur" (Cuma; 2)
Yukarıdaki ayetlerde Hz. Peygamber
(a.s.)’e Kur'ân'ın ayetlerinin yanı sıra üç şeyin daha verilerek dünyaya
gönderildiği defalarca tekrarlanmıştır. Demek ilk iş olarak kendisine Kur'ân-ı
Kerim'in ayetleri verilmiştir. İkinci iş olarak, insanlara Kitab'ı öğretmesi
islenmiştir. Peygamberlik sahasına giren üçüncü görev de Kitabullah'ın amaç ve
ruhuna uygun olarak peygamberin insanlara, "hikmet''i öğretmesidir.
Peygamberlik makamının dördüncü işi de insanları hem kişi, hem toplum
açısından tezkiye etmek, yani nefislerini temizlemektir. Bu noktayı açacak
olursak, bir peygamberin görevleri arasında, bireyler ile toplumun her türlü
eksiklik, ayıp ve kötülüklerini giderip ıslah etmek ve iyi bir ortamda
gelişmelerini sağlamak yer almaktadır.
Burada önemle durulması gereken
husus Kitab ve "hikmet”in öğretilmesidir. Yani Kur'ân-ı Kerim ile
"hikmet”in öğretilmesi, ilâhi ayetlerin insanlara yalın bir biçimde
iletilmesinden mutlaka başka bir şeydir ki, bunlardan ayrı ayrı
bahsedilmiştir. Aynı şekilde, Hazreti Peygamber'in fertler ile cemiyetin ıslahı
ve terbiyesi için aldığı tedbirler ve harcadığı çabaların da ayrı bir önemi
olsa gerek. Şimdi bana söyler misiniz, Kur'ân-ı Kerim'i insanlara iletmenin
yanı sıra, Hz. Muhammed (a.s.)'in haiz olduğu öğretmen ve velî makamlarına
kendisi mi gidip oturmuş, yoksa Cenab-ı Allah mı O'na bu mevki ve şerefi
vermiştir. Kur'ân-ı Kerim'e inanan ve müslüman olduğunu söyleyen bir kimse,
Hz. Peygamber (a.s.)'in öğretmen (hoca) ve veli sıfatlarının peygamberliğinin
birer parçası olmadığını iddia edebilir mi? bu husustaki çalışma ve
faaliyetlerinin, peygamberliği ile ilgili olmayıp, sadece özel hayatıyla
ilgili olduğu söylenebilir mi? Eğer söylenemezse ve Hz. Peygamber'den Kur'ân'ın
sözlerini insanlara iletmenin dışında bir takım hizmet ve vazifeler islenmiş
ve Kitabullah ile hikmet hakkında insanları bilinçlendirmesi, eğitmesi
beklenmişse ve Hz. Muhammed (a.s.)'de bunları aynen yapmışsa, akıl, mantık ve
dinî geleneğimize aykırı düşen bir şey var mı? Böyle bir durumda, Hz.
Peygamber'in bu çok yönlü çalışmalarını inkâr edenler bizzat O'nun
peygamberliğini inkâr etmezler mi?
6.5.2. Kur'ân'ın Açıklayıcısı
Olarak Peygamber (a.s.)
Nahl sûresinde Cenab-ı Allah şöyle
buyurmuştur:
"Sana da (habibim) insanlara
kendileri için indirilen her şeyi açıklayasın diye Zikr'i (Kur'ân'ı)
indirdik" (Nahl; 44)
Gördüğünüz gibi, Hazreti Peygamber
(a.s.)'e yüklenen görevlerden biri, Kur'an'da yer alan ilâhi emir ve hikmetli
sözleri kendisine tabi olanlara tefsir ve izah etmekti. Herkes biliyor ki, bir
yazı veya kitabın açıklanması ve yorumlanması, o yazı veya kitabın sadece
okunması veya duyurulmasıyla mümkün değildir. Bir yazıda kullanılan dil,
kelime, deyim ve üslûp ile işlenen konu ve olayları açıklamak için epeyce çaba
göstermek gerekir. Değişik değişik ifadeler kullanmak, çeşit çeşit örnekler
vermek gerekir. Yazı veya kitapta teorik ve pratik konular geçer. Teorik
konulan açıklamak için öğretmenin bazen pratik örnekler vermesi gerekir ve bunun
tatbikatını da yapar. Şimdi yukarıdaki ayeti gördükten sonra, Hz. Muhammed
(a.s.)'in, Kur'ân-ı Kerim'in açıklayıcısı, öğreticisi olmadığını söyleyebilir
miyiz? Eğer söyleyemezsek, Hz. Peygamber (a.s.)'in açıklayıcı, öğretici ve
eğitici kimliğini Allah'tan başka kimsenin tayin etmediğini de kabul etmeliyiz.
Zâten Cenab-ı Allah da onu ifade etmektedir. Yani, Hz. Peygamber (a.s.) söz ve
hareketleriyle Kur'ân-ı Kerim'i müslümanlara açıklamakla görevlendirilmiştir.
Böyle bir durumda, Kur'ân'ın bir açıklayıcısı olarak Hz. Muhammed (a.s.)'in
kimliği, peygamberlik makamından ayrı düşünülebilir mi? Akıllı bir insan, O'nun
sadece Kur'ân-ı Kerim'i alıp getirdiğini kabul ve hem nazarî hem tatbikî olarak
onu müslümanlara açıkladığını reddedebilir mi?
Yukarıdaki ayet, Allah'ın
"zikrinin bir insan tarafından iletilmesine karşı çıkan ve peygamberliği
inkâr edenleri nasıl susturucu mahiyette ise, Peygamber (a.s.)'in açıklamasını
ve yorumunu kabul etmeyerek sadece Allah'ın kelamını kabul etmek isteyenleri de
cevapsız bırakacak niteliktedir. Onlar ise Peygamber (a.s.)'in sadece
"zikr"i getirdiğine, açıklamasını ve yorumunu yapmadığına inansınlar;
ister sadece "Zikr”i kabul edip Peygamber (a.s.)'in açıklamasını
reddetsinler; islerse de kendileri için sadece "zikr"in kâfi olduğuna
ve açıklamaya gerek olmadığına, hatta güvenilecek durumda olmadığına
inansınlar; bu dört tür inancın hepsi de Kur'ân-ı Kerim ile çatışır durumdadır
ve kendileri mutlak bir yanlış içindedirler.
Yukarıda bahsettiğimiz ilk inancın
anlamı şudur: Hz. Peygamber (a.s.) dünyaya gönderilme amacını kendisi ortadan
kaldırmıştır. Çünkü, bir an için Peygamber (a.s.)'in sadece "zikr"i
getirdiğini, açıklamasını yorumunu yapmadığını farz etsek, O'nun dünyaya
gelişi ve peygamberlik görevini üstlenmesinin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer böyle
bir şey olsaydı, Allahu Teâlâ "zikr"ini ya melekler vasıtasıyla ya da
doğrudan kullarına gönderirdi, Peygamber (a.s.)'i göndermeye ihtiyaç duymazdı.
Yukarıda bahsettiğimiz dördüncü
inanç da aynı şekilde tehlikeli ve zararlıdır. Böyle bir şeye inananlar
aslında, hem Kur'ân-ı Kerim hem hadis-i şeriflere güvensizliklerini
belirtirler ve her ikisini reddetmiş olurlar. Bu tehlikeli düşünce yeni vahiy
ve yeni peygamberler için de kapıyı aralamış olur. Yukarıdaki ayetle
gördüğünüz gibi, bizzat Allahu Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'in indiriliş amacının,
ancak Peygamber (a.s.)'in izahatı ve telakkileriyle tamamlanabileceğini
belirtmiştir. Ayrıca, peygamberin dünyaya indiriliş sebebinin de
"zikr" veya "Allah'ın kelâmı"nı açıklaması olduğunu
vurgulamıştır. Şimdi eğer "Hadis"i inkâr edenlerin, artık dünyada
peygamberin açıklamasına ve yorumuna gerek kalmadığı yolundaki tezini bir an
için doğru sayarsak, o zaman şu iki ihtimali kabul etmek zorundayız.
Birincisi, Hazreti Muhammed (a.s.)
kendi hayatının örnek alınması hüviyetini kaybetmiştir. O'nun sözleri ve
hareketleri artık bizim için "güzel birer numune" değildir. Hz.
Muhammed (a.s.)'in durumu bizim için Hz. Hûd, Salih ve Şuayb (a.s.)'dan pek
farklı değildir. Yani nasıl ki onların peygamberliklerini kabul ediyor, onlara
iman ediyorsak, ama hayatlarının herhangi bir numunesi bulunmadığı için onları
örnek atamıyorsak, Hz. Muhammed (a.s.)'in hayatını da takip edemiyoruz. Böyle
bir inanç, yeni bir peygamberliğin ihtiyacını kendiliğinden gündeme getiriyor.
Madem ki Hz. Muhammed (a.s.) dahil, eski peygamberlerin sünneti tatbik
edilmeyecek, o zaman yeni bazı meseleler için yeni birtakım vahiylere ve peygamberlere
ihtiyaç duyulacaktır. Böyle bir durumda ancak akılsız bir kişi peygamberliğin
hitamında ısrar edebilecektir.
İkincisi, Kur'ân-ı Kerim,
kendisini getiren peygamberin açıklaması ve tatbikatıyla anlatılmadıkça, bizzat
kendi ifadeleriyle anlaşılma ihtimali zayıf olduğu için, Kur'ân-ı Kerim'i
tanıyan ve buna iman edenler her ne kadar bunun kulların hidâyeti için yeterli
olduğunu iddia ederlerse etsinler, onların iddiaları geçerli sayılmayacaktır.
Böyle bir durumda yeni bir ilâhi kitabın ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkmış
oluyor. Aslında, Hadis'i inkâr edenler Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş ve dinin
temeline dinamit koymuş oluyorlar.
6.5.3. Dinî Lider ve Taklide Lâyık Örnek Olarak
Peygamber (a.s.)
Al-i İmran sûresinde Cenab-ı Allah
şöyle buyurmuştur:
"De ki, 'Eğer Allah'ı
seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin...
De ki, 'Allah'a ve Rasûl'e itaat
ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, kâfir olursunuz". (Ayet; 31-32)
Ahzâb sûresinde de şöyle
buyurmuştur:
"Sizin için Allah'ın
Rasûlünde güzel bir örnek vardır. Bu haslet, Allah'ın rızasını ve ahiret
sevabını ümid edip Allah'ı zikredenlere mahsustur". (Ayet; 21)
Bu her iki ayette Allahu Teâlâ,
Peygamber (a.s.)'in kesin önder olduğunu ve kendisine itaatin şart olduğunu
söylüyor. Allah (c.c.)'a göre Hz.Peygamber (a.s.)'in hayatı müslümanlar için
"güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak böyle davranmaları
halinde kendisine herhangi bir ümit bağlayabileceklerini, kendilerini
sevdirebileceklerini belirtiyor. Allah ayrıca diyor ki, "sevgimi kazanmak
istiyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat etmelisiniz. Ondan yüz
çevirirseniz, Ben'den de yüz çevirmiş olacaksınız ve bunun sonu küfre kadar
varır". Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz. Muhammed (a.s.), dinî
liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı O'nu bu mevkiye
getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref Cenab-ı Hak
tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu açık ifadelerini kabul
ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in, dinî liderliğe ve taklit edilecek
mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız. Eğer bu da doğruysa,
o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerini numune olarak kabul
etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur'ân-ı Kerim'in örnek
alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebiliriz. Çünkü gerçekten
böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetlerde "Fet'tebi'ûnî"
kelimesi yerine "Fet'tebi-ul-Kur'ân" kelimesi kullanılmalıydı.
Sonra, Hazreti Muhammed'in hayalında "güzel bir örnek vardır" deyimi
de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A'raf sûresinde
Hazreti Peygamber'den bahsederken şöyle buyurmuştur:
"O peygamber, onlara iyiliği
emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve
zararlı şeyleri haram eder. Onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların
zincirlerini kırar". (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı
Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)'e kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi
verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek ki, kanunun hazırlayıcısı ve
uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah'ın emrettiği, yasakladığı, helâl
ettiği, haram ettiği, doğru ilân ettiği ve yanlış olarak belirlediği konuların
dışında Hz. Peygamber (a.s.)'in helâl ve haram ettiği şeyler de aynı önemi
taşımaktadır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah'tan aldığı yetki ile bazı şeylerin
gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu hususta çeşitli kaide ve
kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah'ın kanunları ve şeriatının birer parçasıdır.
Aynı konuya Haşr sûresinde aynı açıklıkla temas edilmiştir.
"Peygamber'in size verdiğini
alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının. Allah'tan korkun. Çünkü
Allah'ın azabı çok şiddetlidir" (Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece
Kur'ân-ı Kerim'den bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz.
Peygamber (a.s.)'in bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip
olduğu açıkça anlatılmıştır Bunları te'vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey
te'vil değil tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama
yetkisi ile emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)'e mi, yoksa
Kur'ân-ı Kerim'e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah'ın
yanlışlıkla (hâşâ) Kur'ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)'in adını kullandığını
söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde değil,
birçok yerde, Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed (a.s.)'ı kadı, hakem ve hâkim
olarak tâyin ettiğini ifade buyurmuştur:
"Allah'ın sana gösterdiği
gibi insanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik.
Hainler için müdafaacı olma". (Nisa; 105)
"Ve de ki, 'Den Allah'ın
indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet etmekle emrolundum....".
(Şura; 15)
"Aralarında hükmetmesi için
Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler, 'işittik ve itaat ettik'
derler". (Nur; 51)
"Allah'ın indirdiğine ve
Rasûlüne gelin denilirse, münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini
görürsün". (Nisa; 61)
"Aralarında cereyan eden olaylarda
seni hakem yapıp sonra da verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı duymadan
teslim olmadıkça onlar, Rabbin hakkı için iman etmiş olamazlar". (Nisa;
65)
Peygamber (a.s.)'in hayatı
müslümanlar için "güzel bir örnek”tir. Cenab-ı Allah, kullarının ancak
böyle davranmaları halinde kendisine herhangi bir ümit bağlayabileceklerini,
kendilerini sevdirebileceklerini belirliyor. Allah ayrıca diyor ki,
"sevgimi kazanmak isliyorsanız Benim sevgili Resûlüme tam olarak itaat
etmelisiniz. Ondan yüz çevirirseniz, Ben'den de yüz çevirmiş olacaksınız ve
bunun sonu küfre kadar varır". Şimdi bir kimse iddia edebilir mi ki, Hz.
Muhammed (a.s.), dinî liderliğe kendisi gelip oturmuştur? Yoksa müslümanlar mı
O'nu bu mevkiye getirmiştir? Hazreti Peygamber (a.s.)’e bu mevki ve şeref
Cenab-ı Hak tarafından verilmemiş midir? Eğer Kur'ân-ı Kerim'in bu açık
ifadelerini kabul ediyorsak, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in, dinî liderliğe
ve taklit edilecek mevkiye bizzat Allah tarafından getirildiğine inanmalıyız.
Eğer bu da doğruysa, o zaman Hz. Peygamber (a.s.)'in söz ve hareketlerini
numune olarak kabul etmemize mani olan nedir? Bu ayetlerden, sadece Kur'ân-ı
Kerim'in örnek alınmasının kastedildiği öne sürülürse buna ancak gülebiliriz.
Çünkü gerçekten böyle bir şey olsaydı, o zaman söz konusu ayetlerde
"Fet'tebi'ûnî" kelimesi yerine "Fet'tebi-ul-Kur'ân"
kelimesi kullanılmalıydı. Sonra, Hazreti Muhammed'in hayalında "güzel bir
örnek vardır" deyimi de kullanılmamalıydı.
6.5.4. Kanunların Uygulayıcısı Olarak Peygamber (a.s.)
Cenab-ı Allah, A'raf sûresinde
Hazreti Peygamber'den bahsederken şöyle buyurmuştur:
"O peygamber, onlara iyiliği
emreder, kötülükten nehyeder. Tertemiz ve iyi olan şeyleri helâl, kötü ve
zararlı şeyleri haram eder. Onların sırtlarındaki ağır yükü kaldırır. Onların
zincirlerini kırar". (Ayet; 157)
Yukarıdaki ayette Cenab-ı
Allah'ın, Hz. Muhammed (a.s.)’e kanunları hazırlama ve uygulama yetkisi
verdiği açıkça ifade edilmiştir. Demek ki, kanunun hazırlayıcısı ve
uygulayıcısı sadece Allah değildir. Allah'ın emrettiği, yasakladığı, helâl
ettiği, haram ettiği, doğru ilân elliği ve yanlış olarak belirlediği konuların
dışında Hz. Peygamber (a.s.)'in helâl ve haram ettiği şeyler de aynı önemi
taşımakladır. Hz. Peygamber (a.s.) Allah'tan aldığı yetki ile bazı şeylerin
gerekli bazı şeylerin gereksiz olduğunu belirtmiş, bu hususta çeşitli kaide ve
kurallar meydana getirmiştir. Bunlar, Allah'ın kanunları ve şeriatının birer
parçasıdır. Aynı konuya Haşr sûresinde aynı açıklıkla temas edilmiştir.
"Peygamber'in size verdiğini
alın. Sizi, kendisinden nehyettiği şeyden de sakının. Allah'tan korkun. Çünkü
Allah'ın azabı çok şiddetlidir" (Ayet; 7)
Burada hiç kimse sadece ve sadece
Kur'ân-ı Kerim'den bahsedildiğini iddia edemez. Yukarıdaki her iki ayette Hz.
Peygamber (a.s.)'in bir takım kanunları çıkarma ve uygulama yetkisine sahip
olduğu açıkça anlatılmıştır Bunları te'vile imkân yoktur. Çünkü böyle bir şey
te'vil değil tahrif olur. Burada, Cenab-ı Allah kanunları çıkarma ve uygulama
yetkisi ile emir ve nehy konusunda selâhiyetin Hz. Peygamber (a.s.)'e mi, yoksa
Kur'ân-ı Kerim'e mi verildiğini söylemektedir? Birisi çıkıp da burada Allah’ın
yanlışlıkla (hâşâ) Kur'ân-ı Kerim yerine Peygamber (a.s.)'in adını kullandığını
söyleyebilir mi?
6.5.5. Bir Hakim Olarak Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde değil,
birçok yerde, Cenab-ı Allah, Hazreti Muhammed (a.s.)'ı kadı, hakem ve hâkim
olarak tâyin ettiğini ifade buyurmuştur:
"Allah'ın sana gösterdiği
gibi İnsanlar arasında hükmetmen için sana hak olarak Kitab'ı indirdik. Hainler
için müdafaacı olma". (Nisa; 105)
"Ve de ki, 'Ben Allah'ın
indirdiği her kitaba inandım. Aranızda adalet etmekle emrolundum....".
(Şura; 15)
"Aralarında hükmetmesi için
Allah ve Rasûlüne davet olunduklarında mü'minler, 'işittik ve itaat ettik'
derler". (Nur; 51)
"Allah'ın indirdiğine ve
Rasûl'üne gelin denilirse, münafıkların senden şiddetle yüz çevirdiklerini
görürsün". (Nisa; 61)
"Aralarında cereyan eden
olaylarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin karardan yürekleri bir sıkıntı
duymadan testim olmadıkça onlar, Rabbin hakkı için iman etmiş olamazlar".
(Nisa; 65)
Bütün bu ayetler, Hazreti
Peygamber (a.s.)'in kendi kendine ya da müslümanlar tarafından seçilen değil,
bizzat Allah tarafından tâyin edilen bir kadı, yargıç ve hakem olduğunu
belirtiyorlar. Üçüncü ayete dikkat ettiğinizde göreceksiniz ki, Hz. Muhammed
(a.s.)'in hâkimlik veya kadılık sıfatı O'nun peygamberlik sıfatından ayrı
değildi. Bu ayette, Hz. Muhammed (a.s.)'in hakemlik ve yargıçlığına iman
edilmediğinde, peygamberliğine inanmanın mümkün olmayacağı belirtilmiştir.
Yani mü'minlerin, Hz. Muhammed (a.s.)'in hâkimliğini sadece sözleriyle değil,
hareketleriyle de kabul etmeleri zorunlu kılınmıştır. Dördüncü ayette
"indirilen" (kitap) ve "peygamber”den ayrı ayrı söz edilmiştir.
Bu demek oluyor ki, herhangi bir dini ve içtimai konuda Allah'ın kesin hükmünü
öğrenmenin iki kaynağı vardır. Birincisi, Allah'ın kanunu olarak Kur'ân-ı Kerim
ve ikincisi, bu kanuna göre kararını veren hâkim ve yargıç Hz. Peygamber
(a.s.). Bu her iki kaynaktan yüz çevirmek münafıklıktır. Son ayette daha ileri
gidilerek Hz. Peygamber'in kararını beğenmeyen veya O'nun hakemliğini kabul
etmeyenin, mü'min bile olamayacağı ifade edilmiştir. Hz. Peygamber'in kararından
canları sıkılanlar, imanlarını da kaybederler. Kur'ân-ı Kerim'in bu açık
ifadelerinden sonra da, Hz. Muhammed (a.s.)'in kadılık, hâkimlik ve
yargıçlığının özel önem taşımayıp kendisinin alelâde bir hâkim veya yargıç
olduğunu ileri sürenler olabilir mi? Dünyada herhangi bir hâkime böyle bir
yetki tanınmış mıdır veya tanınabilir mi? Yani, dünyada bir yargıcın kararını
kabul etmeyen, eleştiren ve reddeden bir kişi imanını kaybedebilir mi?
6.5.6. Bir Hükümdar Olarak Hz. Peygamber (a.s.)
Kur'ân-ı Kerim'de birçok yerde Hz.
Muhammed (a.s.)'in, Allah tarafından hükümdar ve rehber yapıldığı ve kendisine
bu makamın da peygamber olması sebebiyle verildiği ifade edilmiştir.
"Biz, gönderdiğimiz
peygamberi, Allah'ın izniyle itaat olunsun diye gönderdik". (Nisa; 64)
"Kim rasûle itaat ederse
muhakkak Allah'a itaat etmiştir". (Nisa; 80)
"Gerçekten sana biat edenler,
Allah'a biat etmiş olurlar". (Fetih; 10)
"Ey mü'minler, Allah ve
Rasûlüne itaat edin. isyan ile amellerinizi boşa çıkarmayın". (Muhammed;
33)
"Allah ve Resulü bir işe
hüküm verdiği zaman, mü'min bir erkekle mü'min bir kadın için, kendi işlerinde
muhayyerlik haklan yoktur, Allah ve Rasûlüne âsi olan muhakkak açık bir
sapıklık etmiştir". (Ahzab; 36)
"Ey mü'minler, Allah ve
Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında
çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün. Eğer Allah ve ahiret gününe
iman ediyorsanız bu, sizin için hayırlıdır". (Nisa; 59)
Bu ayetler açıkça gösteriyor ki,
Hz. Muhammed (a.s.) kendi başına buyruk olmamıştır veya kendi kendine hâkim
olmamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) gücüne veya kılıcına dayanarak iktidar
koltuğuna oturmamıştır. Onu bu mevkiye getirenler müslümanlar da değildir. O,
Allah tarafından iktidara getirilen bir hükümdar ve rehberdir. O'nun
hükümdarlığı veya rehberliği peygamberlik sıfatından ayrı değildir. Aksine,
hükümdar olması peygamberliğinden ileri geliyor. O'na itaat etmek, O'nun
iktidarını tanımak, O'nun çıkardığı kanunlara uymak, bizzat Allah'a ve onun
emirlerine uymaktır. O'na biat ediyorsak, Allah'a biat ediyoruz. O'na baş
kaldırmak, Allah'a baş kaldırmak demektir. Peygamber (a.s.)'in hâkimiyetine
karşı çıkmak O'na isyan etmek, bütün iyi işler ve amellerden vazgeçmek
demektir. Bu bakımdan Allah ve Rasûlü hangi konularda görüşlerini beyan etmiş
emirlerini açıkça vermişlerse, aralarında hükümdar, lider ve diğer yönetici
kadro da olmak üzere, bütün müslümanlar, bunlara aynen uymak zorundadırlar. Bu
hususlar son ayette daha açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu ayette
itaatin üç derecesinden bahsedilmiştir:
1-İlk önce Allah'a itaat,
2-Daha sonra Peygamber (a.s.)'e
itaat,
3-Bundan sonra da "emir
sahipleri" yani hükümdar, idareci ve devlet erbabına itaat.
Bu derecelendirme gösteriyor ki
Peygamber (a.s.), "emir sahipleri" veya devlet yöneticileri arasında
yer almıyor. O'nun yeri ve mevkii alelâde lider veya yöneticilerden ayrı ve
yüksektir. Peygamber (a.s.), Allah'tan sonra ikinci sırada yer almaktadır.
Burada dikkat edilmesi gereken ikinci nokta Allah ve Peygamber (a.s.)'e
kayıtsız, şartsız itaattir. Bazı konularda devlet yöneticileriyle ihtilaf olabilir,
ama Allah ile Rasûlü için bu imkânsızdır. Burada dikkat edilmesi gereken bir
başka husus da bu gibi ihtilaf ve anlaşmazlık hallerinde karar mercii Allah ve
Peygamberidir. Gayet tabii ki, karar mercii sadece Allah olsaydı. Peygamber
(a.s.)'in adı ve sanı burada bu kadar açık bir şekilde geçmezdi. Bu durumda
Allah'a müracaatın Kur'ân-ı Kerim'e müracaat anlamında olduğunu kabul edersek,
Peygamber (a.s.)'e müracaatın da O'nun yaşadığı devirde bizzat kendisine, ama
vefâtından sonra geride bıraktığı sünnetine başvurma mânâsında olduğunu kabul
etmeliyiz.
Aslında, meselenin derinliğine
inecek olursak, Asr-ı Saadet'te, yani Hz. Muhammed (a.s.) sağ iken bile
herhangi bir konuda başvurulan ikinci kaynağın, Rasûlullah (a.s.)'in sünneti
olduğunu görürüz. Bu noktayı şöyle izah etmek mümkündür. Hz. Muhammed (a.s.)'in
mübarek ömrünün sonlarına doğru İslâmiyet Arabistan'ın dışına kadar yayılmış
ve İslâm Devleti'nin sınırları bütün Arap Yarımadasını içine almıştı. 110-120
bin mil kare gibi geniş bir memlekette her şeyin bizzat Hz. Muhammed (a.s.)
tarafından şahsen izah edilmesi ve gösterilmesi mümkün değildi. İster istemez,
o devirde de İslâm Devleti'nin vâli, kadı, kaymakam ve diğer mahalli
idarecileri çeşitli konularda karar verirken önce Kur'an'a, sonra da kanunların
ikinci kaynağı olan Rasûlullah'ın sünnetine müracaat ederlerdi.
6.5.7. Asr-ı Saadet'te Adlî Sistem
Hz. Muhammed (a.s.) hayatta iken
kendisine intikâl eden idarî ve adlî konularda bizzat kendisi karar verirdi.
Fakat, daha önce görüldüğü gibi, koskoca Arap Yarımadasında çeşitli bölgelerde
çıkan bir ihtilaf veya herhangi bir medenî sulh ve ceza davası Hz. Peygamber
(a.s.)'e intikal etmezdi. O sıralarda, memleketin her tarafında Hz. Peygamber
(a.s.)'in tâyin ettiği "muallim"ler vardı. Bu muallim veya
öğretmenler halka din bilgisi verirler, ayrıca günlük meseleler ile, ailevi ve
içtimaî davalarda Allah'ın emri ve Rasûlullah (a.s.)'ın sünnetine göre karar
verirlerdi. Bunun dışında, her bölgede Emir (vali), âmir (yüksek dereceli
devlet idarecisi) ve kadılar da vardı ki, kendi alanlarını ilgilendiren
meselelerde Allah ve Peygamber (a.s.)'in emir ve talimatına göre hareket eder,
yetkilerini kullanırlardı. Bazen da, başka türlü mümkün olmadığı için, içtihad
ederlerdi. Yani kendi sağduyularını kullanarak karar verirlerdi. Bu hususta
getirilen kurallar ve kullanılan ölçüler, Hz. Muaz bin Cebel (r.a.)'in rivâyet
ettiği ünlü hadisinde yer almaktadır:
"Rasûlullah (a.s.), Muaz bin
Cebel'i Yemen'e kadı olarak gönderirken kendisine şu soruyu sordu: 'Kararını
nasıl vereceksin?' Muaz cevap verdi: 'Allah'ın kitabında yer almış olan
hidayete göre'. Dediler ki, 'eğer Kitabullah'ta bir şey bulamazsan?' Dedi ki:
'O zaman Rasûlullah'ın sünnetine göre'. Buyurdular ki: 'eğer bu şey Sünnet'te
de yoksa?' Arz etti; 'kendi reyime göre (doğru ve hak olanı bulmaya) elimden
gelen gayreti göstereceğim'. O zaman Rasûlullah buyurdular. 'Allah'a şükürler
olsun ki, Rasûlullah'ın gönderdiği bir şahsa, Rasûlullah'ın benimsediği bir yol
izleme fırsatı ve imkânı verdi." (Tirmizî, Ebvâb-ü Ahkâm, Sünen-i Ebû
Davûd; Kitab'ul Aziye).
6.5.8. İslâm Düzeninin Anayasal Temelleri ve Bunda
Peygamber (a.s.)'in Yeri
"Ey mü'minler, Allah'a ve
Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin. Eğer bir şey hakkında
çekişirseniz onu Allah'a ve Peygamber'e döndürün. Eğer Allah'a ve âhiret
gününe inan ediyorsanız bu, sizin için hayırlıdır. Ve netice itibarıyla daha
güzeldir" (Nisa; 59)
Yukarıdaki ayet, İslâm medeniyeti,
dinî ve siyasî düzeninin temeli ve İslâm devletinin Anayasasının ilk maddesidir.
Bu ayette şu başlıca kurallar kesin olarak ve vazgeçilmez şekilde
benimsenmiştir:
1- İslâm düzeninde itaat edilmeye
lâyık olan ilk varlık Allah'tır. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kuludur.
Her şey bundan sonradır. Müslümanların bireysel ve toplumsal düzenlerinin
temeli Tek Allah'a sadakat ve itaat üzerinde kurulmuştur. Diğer itaat ve
sadakalar, ancak Allah'a olan itaat ve sadakate ters düşmekle değil, tâbi
olmakla geçerli olabilir. Bu asıl ve temel itaat ve sadakate rakip olabilecek
ya da karşı durabilecek her türlü bağımlılık zinciri koparılıp atılacaktır. Bu
hususu Hz. Muhammed (a.s.) şu kelimelerle ifade etmiştir: "Bir yaratık,
Yaradan'ına itaatsizlik pahasına başkalarına itaat edemez."
2- İslâmî nizamın ikinci esası
Rasûlullah (a.s.)'a itaat ve bağlılıktır. Aslında, bu kendi başına bir itaat
değildir. Aksine, Allah'a itaatin tatbiki ve pratik şeklidir. Hz. Peygamber
(a.s.) bizim için itaat edilmeye lâyık bir şahsiyettir; çünkü bize Allah'ın
emir ve talimatını getiren ve onları tatbik ederek gösteren tek merci odur.
Allah'a itaat ve bağlılık, Hz. Peygamber(a.s.)'in onayı olmadan beş para etmez
ve Peygamber(a.s.)'e itaatsizlik etmek resmen Allah'a isyan etmektir. Nitekim,
şu hadisle aynı konuya temas edilmiştir: "Bana itaat eden, Allah'a itaat
etmiştir ve bana itaatsizlik eden, Allah'a itaatsizlik etmiştir". Kur'ân-ı
Kerim'in emri de hemen hemen aynıdır ki, bundan ilerde daha etraflıca
bahsedeceğiz.
3- İslâm düzeninde, yukarıdaki iki
itaate bağlı olarak, müslümanlar için vacip olan üçüncü itaat vardır ki buna
müslüman olan "emir sahipleri" ya da devlet yöneticilerine itaat
denilmiştir. Aslında "emir sahipleri" geniş anlamlı bir deyimdir ve
bütün hâkim ve liderleri kapsamaktadır. Örneğin, müslümanların din, devlet ve
toplum işleriyle uğraşan kişiler, devlet büyükleri, siyasî ve ideolojik
alandaki liderler, ulema, aydın, siyasetçi düşünür, bürokrat, yüksek rütbeli
yetkililer, yargıç, hukukçu, kabile reisi, belediye başkanları ve mahalle
muhtarları vs., kısacası, müslümanlara âmir durumda olan herkes bunun içine
girmektedir ve müslümanların itaatine lâyıktır. Bu hâkim yönetici ve âmirlere
karşı çıkmak ve kavga çıkarmak suretiyle Allah'ın kullarını zahmete sokmak ve
toplum hayatını altüst etmek doğru değildir. Fakat, İslâm'da devlet büyüklerine
ve yöneticilere itaat ve bağlılığın önemli bazı şartları vardır. Bir kere,
yöneticinin kendisinin müslüman olması şarttır. İkincisi, o yönetici Allah ve
Rasûlüne tâbi ve itaatkâr olmalıdır. Yöneticilere bağlılığın bu şartları sadece
bahsettiğimiz ayette değil, Hazreti Peygamber (a.s.)'in muhtelif hadislerinde
de gayet açık bir şekilde sıralanmıştır. Meselâ şu hadislere bakınız:
"Bir müslümanın kendi
âmirlerine (yöneticilerine) -ister onların sözlerini beğensin, ister
beğenmesin- uyması lâzımdır; ta ki, ona günah işleme emri verilmesin. Günah
işleme emri verildiği takdirde, o ne bir şey dinlemeli, ne de kabul
etmelidir." (Sahih-i Buhari ve Müslim).
"Allah ve Rasûl'üne isyan
edilecek bir şekilde itaat edilmemelidir, itaat varsa "marûf' da
vardır" (Sahih-i Buhari ve Müslim).
"Rasûlullah buyurdular ki,
size hükümet edecek olanların bazı şeylerini 'maruf' bazılarını 'münker'
bulacaksınız. Bunların 'münker'lerinden hoşnut olmadığını açıklayanlar
kendilerini kurtulmuş olarak sayabilirler. Bunları beğenmeyen de paçasını
kurtarmıştır. Fakat bunlara rıza gösteren ve itaat etmeye başlayan kişi zan
altında kalacaktır. Sahabe sordu, 'bu gibi yöneticilerin devri gelince biz
onlarla savaşacak mıyız?' Hz. Peygamber cevap verdi: 'Hayır, onlar namaz
kıldıkları sürece değil".
Demek ki, yöneticilerin namaz
kılıp kılmamaları, Allah ve Rasûlü'nün emirlerinden çıkmalarının son belirtisi
sayılacaktır. Yani namazı terk eden yöneticilere karşı mücadele, doğru bir
harekettir.
"Rasûlullah (a.s.)
buyurdular, en kötü reisleriniz (yöneticileriniz) sizin için kötü düşünen ve
sizin de onlar için kötü düşündüğünüz, sizi lânetleyen ve sizin de onları
lanetlediğiniz yöneticilerdir. Sahabe sordu:
'Ya Rasûlullah, bu durum böyleyken
biz onlara karşı ayaklanamaz mıyız?' Buyurdular, 'aralarınızda namazı
sürdürdükleri müddetçe değil" (Müslim).
Bu hadis'te daha önce
bahsettiğimiz şart, biraz daha açık şekilde ortaya konmuştur. Yukarıdaki
hadisten, kötü yöneticilerin kendi kişisel hayatlarında namaz kılmaya devam
ettikleri sürece kendilerine baş kaldırılmaması gerektiği intibaı alınıyordu.
Fakat bu son hadisi ele aldığımızda bir yöneticinin şahsen namaz kılıp
kılmaması değil, cemiyette ve bütün müslümanlar arasında namaz nizamını kurup
kurmamasının önemli olduğunu görüyoruz. Yani yöneticilerin namaz kılmaları
yeterli değildir. Onların kurduğu düzende namazın nasıl bir yer tuttuğu
önemlidir. Eğer bir müslüman devlette, müslüman tebaanın namaz kılmaları
mecburiyse ve bu hususta gereken bütün tedbirler alınmışsa, o devletin her
kademesindeki yöneticileri usulen müslümandırlar. Bu da bir İslâm devletinin,
"İslâmlık" hüviyetini koruyup koruyamamasının en son ölçüsüdür. Bu
alâmet ve işaret de yoksa demek ki söz konusu devlet ve hükümet İslâm'dan
ayrılmıştır. Ve bunu ortadan kaldırıp yerine tam manasıyla bir İslâm yönetimi
kurmak için müslümanların mücadele etmeleri haklı sayılacaktır. Bu husus bir
başka hadiste şöyle anlatılmıştır: "Nebi-yi Kerim (as.) bizden diğer
konuların yanı sıra şu konuda da söz aldı: 'İşlerinde bariz bir küfre şahit
olmadığımız müddetçe reislerimiz ve yöneticilerimizle kavga etmeyeceğiz. Kavga
ettiğimiz takdirde de Allah'ın huzurunda onlara karşı gösterebileceğimiz bir
delil olmalıdır" (Sahih-i Buhâri ve Müslim).
4- Söz konusu ayette kat'î ve
kesin kural olarak belirlenen bir başka husus da, İslâm düzeninde, Allah'ın
emri ve Peygamber'in sünnetinin kanun-u esasî ve başvurulacak son merci
oluşudur. Müslümanların arasında ya da hükümet ile vatandaşlar arasında çıkan
bir anlaşmazlığın giderilmesi için elde olan usullere göre herhangi bir
neticeye varılmazsa, kesin karar için Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet'e müracaat
edilmelidir. Allah ve Rasûl (a.s.)'un mahkemesinden çıkacak her karar hem
hükümet hem diğer müslümanlar için bağlayıcı olacaktır. Zâten tüm dini ve
dünyevî konularda Kitabullah ile Rasûl (a.s.)'un Sünnetine en büyük ve en son
merci olarak başvurulmasından dolayıdır ki, İslâm düzeni, dinsiz ve Allahsız
bir düzenden ayırt edilebilmektedir. Bu temel felsefe ve kurallardan yoksun
olan bir düzen elbette ki İslâmî özellikler taşımamaktadır.
Bu noktada, bazı, kimseler itiraz
edebilirler. "Canım böyle bir şey olur mu? Hele modern çağda böyle bir
şeye imkân var mıdır? Bugünkü günlük hayatta her ufak tefek meselede Allah ve
Rasûlüne müracaat edilebilir mi? Belediye, posta, telefon, telgraf ve buna
benzer pek çok şeylerin yönetmeliği, kaide ve kuralları Kur'an-ı Kerim ve
hadislerde bulunabilir mi?" Aslında, bu tür basit sorular ve gülünç
itirazlar, dinin kurallarını bilmemekten ileri geliyor. Bir müslüman ile bir
kafiri birbirinden ayıran nedir? Aralarındaki iman. Ama bu iman nasıldır? Bir
kâfir yüzde yüz özgür ve bağımsız olduğunu iddia ettiği için kâfirdir. Ama bir
müslümanın özgürlüğü ve bağımsızlığının bir sınırı vardır. O Allah'ın kulu
olmak sıfatıyla, Rabbi'nin çizdiği sınırların içinde özgür ve bağımsızdır.
Kâfir bütün işlerini kendi çıkardığı ve geliştirdiği kaide ve kanun1ann içinde
yapmaktadır ve insanüstü bir varlığa inanmamaktadır. Bunun aksine, bir
müslüman her konuda ilk önce Allah ve Peygamberine müracaat etmekte, onlardan
hidayetini almaktadır. Bu iki merciden herhangi bir şey bulamadığı zaman âmir
ve hâkimlerine müracaat etmektedir. İslâm fıkhının belirlediği emir ve itaat
zincirinin en sonunda kendi düşüncesine ve görüşüne göre hareket etmektedir.
Bir müslüman, ancak şeriatın açıklayıcısı ve öğreticisi Hz. Muhammed (a.s.)'in
herhangi bir hükmü ve işareti bulunmadığı takdirde hareket serbestisine
sahiptir.
6.6. HZ.
PEYGAMBER'E KUR'AN'IN DIŞINDA İNEN VAHİYLER
"Onu acele (kavrayıp ezber)
etmen için dilini onunla tahrik etme (depreştirme). Onun toplanması ve onu
okutması bize aittir. Sana vahiy ile kıraat eylediğimizde sen de oku. Sonra
onun beyan ve izahı da bize aittir" (Kıyamet; 16-19)
Bu önemli bir ayettir. Bu ayette
öyle bazı usûl ve prensipler anlatılmıştır ki, bunları iyice kavrayan bir kişi
başkalarının yaydıkları yalan yanlış şeylere inanmaktan kurtulur.
Birincisi, Hazreti Muhammed
(a.s.)'e, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan Allah'ın kelâmının dışında da vahiylerin
geldiği bu ayetle sabittir. Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı emir ve bilgiler
de Allah tarafından Hz. Peygamber (a.s.)'e aktarıldı. Kur'ân'da yer alan emir,
talimat, işaret, kelimeler ve özel deyimler ile ilgili açıklamalar da Allah'ın
kitabında yer almış olsaydı, o zaman "onun beyanı ve izahı da bize
aittir" demenin hiçbir anlamı kalmazdı. Zâten Kur'ân'da olan bir şeyin
izahına ihtiyaç yoktur. O halde teslim etmeliyiz ki, Kur'ân-ı Kerim'in
anlatımı, açıklaması ve yorumlanmasıyla ilgili Allah tarafından Hazreti
Peygamber'e gelen ilham ve vahiyler Kur’ân-ı Kerim'de yer almamıştır. Kur'ân-ı
Kerim'in dışında yapılan bu açıklamalar, Hz. Muhammed (a.s.)'e
"hafî" (gizli) vahyin gelişinin bir delilidir.
İkincisi, Allah tarafından Hazreti
Peygamber (a.s.)'e iletilen ve ulaştırılan Kur'ân-Kerim’in mefhumu, hikmetleri
ve açıklamalarının maksadı, Rasûlullah (a.s.)'ın insanlara Kur'ân-ı Kerim'i söz
ve fiilleriyle daha açık bir şekilde anlatmasını kolaylaştırmaktı. Maksat bu
olmasaydı, Kur'ân-ı Kerim'in mefhum ve açıklamalarının sadece Peygamber
(a.s.)'in istifadesi için gönderilmesi anlamsız olurdu. Bu açıklama ve bilgiler
yalnızca Hz. Peygamber (a.s.)'in şahsiyetine ait olsaydı. Allah'ın bu gayreti
hâşâ beyhude olurdu. Çünkü bunlar Hz. Muhammed (a.s.)'in kendi peygamberlik
vazifesini yerine getirmesinde hiç de yardımcı olamazdı. Onun için, sadece
akılsız ve düşüncesiz bir insan Allah'ın ek açıklayıcı bilgilerinin hiçbir
amacı ve pratik önemi olmadığını ileri sürebilir. Nitekim, Allahu Teâlâ Nahl
suresinin 44. ayetinde şöyle buyurmuştur: "Onları Mu'cize ve kitaplarla
gönderdik. Sana da (habibim) insanlara kendileri için indirilen her şeyi
açıklayasın diye Kur'ân'ı indirdik". Ayrıca, Cenab-ı Allah, Kur'ân-ı
Kerim'de "dört ayrı yerde, Rasûlullah (a.s.)'ın işinin insanlara, sadece
Kur'ân-ı Kerim'in ayetlerini duyurmak değil, bunun talim ve terbiyesini vermek
olduğunu belirtmiştir. (Bakara; 29 ve 151. ayetler, Al-i İmran; 164. ayet ve
Cum'a; 2. ayet). Bundan sonra aklı başında olan bir kişi, Kur'ân-ı Kerim'in en
güvenilir ve doğru açıklamasının Hz. Muhammed (a.s.)'in söz ve fiilleriyle
yapıldığına inanmaktan kaçınabilir mi? Bu doğru, güvenilir ve resmi açıklama
ile yorumu bir yana bırakıp, kendi keyfine göre Kur'ân-ı Kerim'i tefsir etmeye
çalışan bir kişi büyük bir günah işlemiş olur.
Üçüncüsü, Kur'ân-ı Kerim'i şöyle
gözden geçirmiş olan bir kişi bile, bu ilâhi kitapta geçen pek çok söz ve
deyimi sadece Arapçayı bilen bir kişinin tam anlamıyla anlayamayacağının
derhal farkına varabilir. Örneğin, "salât" kelimesini ele alalım.
Kur'ân-ı Kerim'de imandan sonra üzerinde en çok durulan bir şey varsa o da
"salât"tır. Fakat sadece Arapçaya vakıf olan, ya da Arapçanın
sözlüğüne bakarak bu kelimenin anlamını çıkarmaya çalışan bir kişi gerçek
anlamını aslâ bulamayacaktır. Kur'ân-ı Kerim'de bu kelimenin sık sık
kullanıldığını görünce diyecektir ki, Arapça'nın bu kelimesi muhakkak bir terim
veya ıstılah olarak kullanılmıştır. "Salât'ın gerçek mefhumuna vakıf
olmayan bu şahıs en nihayet diyecektir ki, bundan iman sahiplerinin mutlaka
yapmaları gereken bir fiil kastedilmiştir. Ama o fiilin gerçek anlam ve
mahiyetini bilemeyecektir. "Salât"tan ne kasdedildiğini, sadece
Arapça bilen bir kişinin anlaması mümkün değildir. Şimdi sorarım size, Cenab-ı
Allah, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan bu ve buna benzer pek çok söz ve deyimleri
açıklamak ve fiilen göstermek üzere kullarına bir peygamber göndermeseydi,
dünyada Kur'ân-ı Kerim'i okuyanlardan iki kişi bile "salat"ın, namaz
manasına geldiği ve bunun belli bir ibadet şekli olduğu üzerinde anlaşabilirler
miydi? Halbuki, yaklaşık 1400 yıldan beri müslümanlar nesilden nesile aynı
şekilde namazı eda ede-geliyorlar ve yanlış şeyin yakıştırılmaması için azami
gayret sarf ediyorlar. Yanlış şeylerin Hazreti Peygamber (a.s.)'e yakıştırılma
ihtimalleri gittikçe artınca da ümmetin iyiliğini düşünen bir takım fedakâr ve
cefakâr fertler, ak ile karayı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak için
görülmemiş çaba harcadılar. Aslında hadislerin hazırlanması konusunda müslüman
âlim ve fakihlerin gösterdiği olağanüstü titizlik ve meydana getirdikleri muazzam
ilmin bir başka örneğini görmek mümkün değildir ve müslümanlar bununla ne
kadar iftihar etseler azdır. Bu ilmi bilmeyip batılı oryantalistler tarafından
aldatılmaları yüzünden hadis ve sünnet'i güvenilir saymayan bu zavallı İnsanlar
aslında çok talihsizdirler. Maalesef, kendi cehaletleri sebebiyle İslâmiyet’e
ne büyük zarar verdiklerinin farkında bile değillerdir.
Kur'ân-ı Kerim'in dışında, Hz.
Peygamber'e başka vahiyler ve başka ilâhî emirlerin geldiğini bizzat Kur'ân-ı
Kerim açıklamıştır. Hz. Peygamber (a.s.) hem Kur'ân-ı Kerim'e hem diğer
vahiylerde yer alan emirlere uymaya mecburdu:
"Senin üzerinde bulunduğun
Kıbleyi, Peygamber'e tabi olan ile, arkasını döneni bilelim diye yaptık"
(Bakara; 143)
Yukarıdaki ayet, her çeşit te'vile
son veren ve Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân'dan başka vahiylerin gelmediği
düşüncesini tamamıyla silen apaçık bir ayettir. Mescid-i Harâm (Kâbe)
"kıble" ilân edilmeden önce, müslümanların kıblesi olan yerin
(Mescid-i Aksa) kıble ilân edilmesine dair herhangi bir emir Kur'ân-ı Kerim'de
yer almıyor. Ama ilk kıblenin Hz. Muhammed (a.s.) tarafından belirlendiğini ve
müslümanların yaklaşık 14 yıl buna dönerek namaz kıldıklarını kimse inkâr
edemez. 14 yıl sonra ise, Cenab-ı Allah, Bakara sûresinin yukarıdaki ayetiyle
Hz. Muhammed (a.s.)'in bu kıble seçimini onayladı ve bu kıbleyi kendisinin
seçtiğini ilân etti. Nitekim, Cenab-ı Hak ayette diyor ki, "bu kıbleyi,
Hz. Peygamber vasıtasıyla ben seçtim. Bununla gayem, Peygamber'e kimin itaat
ettiğini, kimin etmediğini görmekti". Bu ayet bir yandan, Hz. Peygamber
Efendimiz (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında başka vahiylerin geldiğini, bir
yandan da müslümanların, Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı konularda Hz. Peygamber
(a.s.)'e itaat etmeye mecbur olduklarını beyan ediyor. Hatta Allah katında
Rasûlullah (a.s.)'a imanın, onun vasıtasıyla gelen emir ve talimata uyulma
derecesine göre değerlendirildiği de bir gerçektir.
Şimdi bizim sormak istediğimiz
soru şudur: Madem ki Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında herhangi
bir vahiy gelmiyor, o zaman "kıble" ile ilgili ilâhi emir kendisine
nasıl geldi? Bu, Hazreti Peygamber (a.s.)'e, Kur'ân-ı Kerim'de yer almayan bazı
emirlerin de geldiğinin açık bir delili değil midir?
6.6.2. Mekke'nin Fethiyle İlgili Müjde
Hz. Peygamber (a.s.) Medine'de
rüyada, Mekke'ye girdiğini ve Beytullah (Kâbe)'ı tavaf ettiğini görür. Hz.
Peygamber (a.s.) bu rüyasını sahabeye açıklar ve 1400 kişiyle umre yapmak
üzere yola koyulur. Mekke kâfirleri, Hz. Peygamber ile beraberindekileri Hudeybiye
adlı yerde durdururlar. Nihayet Hudeybiye Anlaşması imzalanır. Bundan bazı
sahabe hayli rahatsız olurlar. Aralarında bu durumdan yakınanlar da vardır.
Bunların temsilciliğini Hz. Ömer (r.a.) üstlenir ve Hz. Peygamber (a.s.)'e
sorar: "Ya Rasûlallah, siz bize dememiş miydiniz, biz Mekke'ye gireceğiz
ve tavaf edeceğiz? Rasûlullah buyurdular: "Ben bu yolculuk sırasında mı
bunun böyle olacağını söylemiştim?" Daha sonra Kur'ân-ı Kerim'de Cenab-ı
Allah şunları söyler:
"Andolsun ki Allah,
Peygamberine hak olarak gösterdiği rü'yayı tasdik etti. İnşallah (hepiniz)
emin ve korkusuz başınızı tıraş etmiş, kısaltmış olarak Mescid-i Haram'a
gireceksiniz. Fakat Allah, sizin bilemediğiniz şeyleri bildi de, Mekke
fethinden önce size yakın bir fethi mukadder kıldı." (Fetih; 27)
Yukarıdaki ayetten anlaşılıyor ki,
rüya yoluyla Hazreti Peygamber (a.s.)'e Mekke'ye giriş şekli, arkadaşlarıyla
birlikte oraya gidişi kâfirlerin onlara mani olacağı, sonra anlaşma yapılacağı,
bundan sonra iki sene müddetle müslümanlara umre yapmak imkânı sağlanacağı ve
nihayet Mekke fethinin yolunun açılacağı tek tek anlatılmıştı. Bu da, Kur'ân-ı
Kerim'in dışında başka vahiy ve ilhamların Hz. Peygamber'e gelmelerinin bir
delili değil midir?
Hazreti Muhammed (a.s.), zevcelerinden
birine gizli bir şey anlatır. Ama bu zevcesi bu gizli şeyi başkalarına anlatır.
Hz. Peygamber (a.s.) bunun üzerine kendisine serzenişte bulunur ve gizli bir
şeyi niçin başkalarına anlattığını sorar. Zevcesi de hayret içinde kendisine
sorar, "Ya Rasûlallah benim bu hareketimi nereden öğrendiniz?" Hz.
Peygamber (a.s.) de der ki, "Bu bilgiyi bana her şeyi bilen ve her şeyden
haberdâr olan Allah vermiştir":
"Peygamber zevcelerinden
birine bir sözü sır olarak söylediğinde o zevce de diğerine bunu haber verdi.
Ve Allah da bunu Peygamber'e bildirdi. Peygamber onun bir kısmını bildirmeyip
bir kısmını haber verdiğinde zevcesi, 'Bunu sana kim haber verdi' dedi.
Peygamber de: Her şeyi bilen ve her şeyden haberdâr olan (Allah) bana bildirdi'
dedi" (Tahrim; 3)
Kur'ân-ı Kerim'de yukarıdaki
ayetin dışında, Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesinin, sır olarak söylenen sözü
başkasına aktardığına dair Cenab-ı Allah'ın kendisine verdiği bilgiyi ihtiva
eden bir başka ayet var mıdır? Eğer yoksa, Cenab-ı Allah (c.c.)'ın, Hz.
Peygamber (a.s.)'e Kur'ân'ın dışında da bazı mesaj ve haberler yolladığı doğru
değil midir?
6.6.4. Hz. Zeyneb'i Nikahlaması
Hazreti Peygamber (a.s.)'in
evlâtlığı, Zeyd bin Harise (r.a.), karısını boşar, daha sonra Hazreti Peygamber
bu kadın (Hz. Zeyneb) ile evlenir. Bunun üzerine münâfıklar ve muhalifler, Hz.
Muhammed (a.s.)'e karşı büyük bir iftira kampanyasını başlatırlar. Hz.
Peygamber (a.s.)'i soru ve itirazlara boğarlar. Cenab-ı Allah bu soruların
cevabını Ahzâb sûresinin bütün bir rükûsunda vermiştir. Bu ayetlerde, Allahu
Teâlâ, Hz. Muhammed (a.s.)'in, Hz. Zeyneb (r.a.) ile kendi keyfine göre değil,
ilâhi emir üzerine nikâh yaptığını açıklar:
"Zeyd o kadından alâkasını
kesince biz onu sana zevce yaptık ki, mü'minlere evlâtlıklarının kendilerinden alakalarını
kestikleri (boşadıkları) zevcelerini almakta bir müşkülat
olmasın".(Ahzâb; 37)
Bu ayet geçmişte meydana gelen bir
vak'ayı anlatıyor. Peki, bu vak'adan önceki Allah'ın emri, yani Hz. Muhammed
(a.s.)'in, Zeyd'in boşadığı karısıyla evlenme hükmü Kur'ân-ı Kerim'de herhangi
bir yerde geçiyor mu?
Rasûlullah (a.s.), Beni Nadir'in
sık sık anlaşmaları bozma alışkanlığından bıkıp onların Medine yakınlarında
bulunan mahallelerine karşı askeri bir harekâta girişir. Kuşatma devam ederken
müslüman askerler çevredeki bazı bahçelerde bulunan ağaçları keserler. Amaç,
hücumu kolaylaştırmaktır. Ama bu hareket bozguncuların hoşuna gitmez ve hemen
yaygarayı basarlar, yok dikili ağaçları kesmek günahtır, yok meyveli ağaçları
talan etmekle müslümanlar yeryüzünde fesad ve huzursuzluğa yol açmışlardır vs.
gibi itirazlarda bulunurlar. Buna cevap olarak Allah (cc.) der ki:
"Kestiğiniz her hurma ağacı
veyahut kökleri üstünde dikili bıraktığınız her ağaç Allah'ın izni
iledir". (Haşr; 5)
6.6.6 Bedir Savaşından Önceki Bir Vaad
Bedir savaşının sona ermesiyle
ganimet mallarının dağıtım meselesi ortaya çıkınca Enfâl suresi iner ve bu
sûrede Bedir savaşının tümü Allah tarafından değerlendirilir. Cenabı Allah,
değerlendirmesine, Hz. Muhammed (a.s.)'in savaşmak üzere Medine'nin dışına
çıktığı ânı hatırlatarak başlar ve müslümanlara şöyle hitap eder:
"Allah iki taifeden birinin
sizin olacağını va'd eylediği vakit siz, kuvvetsiz ve silahsız olan taifenin
sizin olmasını arzu ediyordunuz. Halbuki, Allah, emirleri ile hakkın açığa
çıkmasını ve kâfirlerin köklerini kesmeyi murad eder". (Enfal; 7)
Bu sûrenin dışında, Kuran-ı
Kerim'de herhangi bir yerde, Cenabı Allah'ın yukarıdaki vaadine
rastlayabiliyor musunuz? Yani, Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'e ya da müslümanlara
hitaben, "bakın biz sizi iki taife (ticaret kafilesi ile Kureyş
Ordusu)'den birine galip getireceğiz" dediğini belirten başka ayet var mıdır?
6.6.7. Müslümanların Yalvarışına Cevap
Aynı Bedir savaşıyla ilgili
Allah'ın değerlendirmesi devam ediyor ve ilerde bir yerde şöyle deniyor:
"Hani, siz Rabbinizden imdat
istediğinizde, 'size peyderpey bir melekle yardım edeceğim' diye icabet
buyurdu" (Enfâl; 9)
Müslümanların feryadına Allah
tarafından verilen cevabın, Kur'ân-ı Kerim'in herhangi bir yerinde bulunduğunu
söyleyebilen çıkar mı?
Bu tarz kuşkusu olanlara, ben bir
değil, iki değil tam 7 ayrı misal verdim. Kur'ân-ı Kerim'e istinaden
verdiğimiz bu misaller, Hazreti Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'den başka da
vahiylerin geldiğini ispatlamaktadır. Konumuzu daha ileriye götürmeden önce
Hakka boyun eğmeye hazır olup olmadığınızı bilmek isterim.
"Ey mü'minler, Cuma günü
namaza çağırıldığınız zaman hemen Allah'ın zikrine gidin. Alış verişi terk
edin"(Cum'a; 9)
Yukarıdaki ayette üç nokta dikkate
değerdir: 1) Namaz için genel bir duyuru ve çağrı yapılması. 2) Bu çağrının
cuma günü kılman namaz ile ilgili olması. 3) Bu iki şey için, "önce namaz
için çağrı yapın ve cuma günü özel bir namaz edâ edin" gibi bir ifadenin
kullanılması. Burada kullanılan ifade gösteriyor ki, İnsanlar namaz kılmakta,
özellikle cuma namazına gitmekte tembellik yaparlardı, oyalanırlardı ve alış
verişlerine devam ederlerdi. Bu sebeple, Cenab-ı Allah bu ayeti indirmeyi
uygun gördü. Allah bu ayetle, insanların namaz çağrısını dinlemelerini, bu özel
namazın önemini ve farz olduğunu bilerek camilere koşmalarını istemiştir. Bu üç
noktaya dikkat ettiğimizde de Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'e Kurân’dan başka
da emirler verdiği ve bu emirlerin Kur'ân-ı Kerim'de yer alan emir ve talimat
kadar itaate lâyık olduğu ortaya çıkar.
Yukarıda namaz için çağrı olarak
tanımlanan şey "ezân"dan başka bir şey değildir. Ezan bugün bütün
dünyada ve hususiyetle, müslüman ülkelerde müminleri beş vakit namaza çağırmak
için müezzinlerin minarelerden okudukları Allah'ın kelâmıdır. Fakat çok
gariptir ki, Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir yerde ne ezân'ın sözleri yer almıştır ne
de mü'minlerin bu şekilde namaza çağrılması gerektiği belirtilmiştir. Bu
geleneği bize Hazreti Muhammed (a.s.) aktarmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de bu gelenek
iki yerde tasvip edilmiştir. Biri yukarıdaki ayette, biri de Maide suresinin
58. ayetinde.
Aynı şekilde, bugün bütün dünyada
müslümanların çok iyi bildiği cuma namazının ne edâsı ne zamanı ne de mahiyeti
hakkında Kur'ân-ı Kerim'de hiçbir yerde bilgi verilmemiştir. Bu (cuma namazı)
Hazreti Peygamber (a.s.)'in öğrettiği bir şeydir. Yukarıdaki ayet de yalnızca
bu namazın farz olmasını belirtmek üzere indirilmiştir.
Bu kesin delilden sonra eğer bir
kişi yine de şer'i emir ve kanunların yegâne kaynağının Kur'ân-ı Kerim olduğunu
söyler ve hadis ile sünnet'in nazar-ı itibara alınmaması gerektiğini ileri
sürerse, ben onun Kur'ân-ı Kerim'in de inkarcısı olduğunu söylerim.
"Gördün mü şu kimseyi ki
menetti. Namaz kıldığı zaman bir kulu" (Alak; 9-10)
Yukarıdaki ayetle bahsedilen
"kul", Hazreti Muhammed (a.s.)'den başka kimse değildir. Kur'ân-ı
Kerim'de Hz. Muhammed (a.s.)'den, bu şekilde çeşitli yerlerde bahsedilmiştir.
Meselâ (İsra) sûresinde 1. ayette şöyle denmiştir: "Kulunu bir gece
Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) münezzehtir". Kehf
sûresinin birinci ayetinde şöyle buyurulmuştur: "Hamd o Allah'a mahsustur
ki, kuluna Kitab'ı (Kur'ân) indirdi". Cin sûresinin 19. ayeti de şöyledir:
"Allah'ın kulu, O'na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler etrafında
üst üste yığılıyorlardı." Bunlardan anlaşılacağı gibi bu, Allah'ın
sevgili peygamberine mahsus bir hitabet şeklidir ve kendine sevgisini belirten
bir konuşma tarzıdır. Yukarıdaki ayetten, Allah'ın Hz. Peygamber (a.s.)'i,
peygamberliğe getirdikten sonra namaz kılmasını da öğrettiği anlaşılıyor. Ancak
namazın nasıl kılınması gerektiğine dair Kur'ân-ı Kerim'de herhangi bir kayıt
yoktur. Bu da Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'ân-ı Kerim'in dışında da başka emir
ve talimatın verildiğinin başka bir delilidir.
[1] "Gaip", insanların gözleriyle göremediği, duyularıyla duyamadığı duyular üstü dünyaya denilir. Gaip hakkındaki bilgi sahibi olunmadan insan hayatının sırları öğrenilemez. İnsanın hakikati nedir? Özü ve kaynağı nedir? Kendisi bağımsız mıdır, yoksa bağımlı bir yaratık mıdır? Bağımlıysa kime ve neye bağımlıdır? Bir insanın, Yaradan'ıyla ne gibi bir ilişkisi vardır? Evren nedir, ruh nedir? ölümden sonraki hayal nedir? Bu ve buna benzer sorulara, gaipten haber olmadan tatmin edici cevap verilemez. Allah işte bu gaip ilmini peygamberlere verir.