On
İkinci Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN
KÜSTAHLIKLARI
12.1.
ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU..
12.2.
BAHÎRA ADLI RAHİP İLE İLGİLİ UYDURMALAR
12.3.
KUR'ÂN'DA GEÇEN ÜÇ KISSA
On İkinci
Bölüm: KURAN-I KERÎM VE HZ. PEYGAMBER (A.S.) HAKKINDA ORYANTALİSTLERİN
KÜSTAHLIKLARI[1]
12.1.
ORYANTALİSTLERİN YANLIŞ TUTUMU
Bu art niyetli ve kasıtlı davranan
kişiler, ilim adına yaptıkları çalışmalardan önce, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın
kitabı olmadığını ispatlamak için adetâ and içiyorlar. Amaçlan, bunun Hz.
Muhammed (a.s.)'in hayalinin bir ürünü olduğunu ispatlamak oluyor. Bunun için,
Hz. Muhammed (a.s.)'in bu kitapta falanca yerden çaldığı şu sözleri ve falanca
kişiden duyduğu şu hikâyeleri naklettiğini iddia ederler. Bu tür peşin şartlı
ve ön yargılı "bilimsel çalışmalarını haklı çıkarmak için öyle iğrenç ve
alçakça yollara başvuruyor ve saçma sapan itiraz ve iddialarda bulunuyorlar ki,
insan ister istemez, bilimsel araştırma ve inceleme bu ise böyle bir kilime de,
böyle bir araştırmaya da lânet olsun diyor.
12.2. BAHÎRA
ADLI RAHİP İLE İLGİLİ UYDURMALAR
"O kâfirler. 'Bu Kur'an,
Muhammed'in uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir. Bu hususta O'na
diğer bir kavim yardım etmiştir.' dediler. Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler.
Yine, 'Kur'an, Muhammed'in yazdırdığı ve ezberlemek için sabah akşam
başkalarına okuttuğu, geçmiş kavimlere ait efsanelerdir.' dediler. De ki O'nu
göklerde ve yerde bütün esrara vakıf olan Allah indirdi. Muhakkak O, Gafûr,
Rahîm'dir." (Furkan; 4-6)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
yaşadığı devirde düşmanlarından hiçbirinin, kendisinin Bahira denilen
Hıristiyan rahip ile görüştüğüne en ufak bir itirazda bulunmadığı bir gerçek.
Ancak bugün birçok oryantalistin bu olayı dillerine pelesenk etmeleri aklınıza
bazı sorular getirmiyor mu? Mekke'li müşrik ve kâfirler bu tür bir itirazda
bulunamazlardı, zira onlar işin aslını biliyorlardı. Rahip Bahira'nın kim
olduğunu, Hz. Muhammed (a.s.)'in O'nunla görüşüp görüşmediğini, bu rahibin
dışında başka kimlerle görüştüğünü pekalâ biliyorlardı. Bu görüşmelerin
mahiyetini de iyi biliyorlardı. Onun için bu görüşmeler hakkında sonradan
uydurulan masallar onların akıllarına bile gelemezdi. Onlar, Hz. Peygamber
(a.s.)'in rahip Bahira ile ancak küçük yaşta görüştüğü için, din ve dünya ile
ilgili her şeyi ondan öğrendiğini iddia edemezlerdi. Aynı şekilde Hz. Muhammed
(a.s.)'in, gençliğinde ticari yolculukları sırasında diğer bazı Hıristiyan din
adamları ve Yahudi rahiplerden de pek bir şey öğrenmediğini biliyorlardı. Bu ticari
yolculuklar tek başına yapılmamıştı. Bu yolculuklar kafile şeklinde yapılırdı
ve yolculuk sırasında olmayan bir şeyi olmuş gibi göstermek isteyenin nasıl
tekzip edileceği ve alaya alınacağını Mekke'li kâfirler bile iyi anlıyorlardı.
Hz. Peygamber (a.s.)'in rahip Bahira ile buluştuğuna dair rivâyetlerden,
kendisinin o zaman ancak 12-13 yaşlarında olabileceği tahmin edilmektedir. Bu
küçük yaşta Hz. Peygamber (a.s.)'in söz konusu din adamından bir şey
öğrendiğini farz etsek bile, bunun 40 yaşma kadar unutulmayacağı iddia
edilebilir mi? Eğer Hz. Peygamber (a.s.) gerçekten Bahira'dan bilgi hazinesini
almışsa, bu hazineyi 40 yaşma kadar niçin gizli tuttu? Bütün bu müddet içinde
neden öğrendiği ilmin en ufak örneğini bile vermedi? Doğrusu şu ki, Mekkeli
kâfir ve müşrikler bile böylesine hayasızca bir iddiada bulunmaktan çekindiler
ve bu yüz kızartıcı ve saçma sapan şeyleri çağımızın tutarsız "bilim
adamları "na bıraktılar.
12.2.1. Mekke'lilerin İtirazları Ne İdi
Mekke'li kâfir ve müşriklerin
itirazı genellikle Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberlik payesine yükselmesinden
önceki devre ile değil, sonraki devre ile ilgiliydi. Onlara göre, Hz. Muhammed
(a.s.) ümmî, yani okuması yazması olmayan bir kişi idi, kendisi kitaplar
okuyarak bir şey öğrenemezdi, 40 yaşma kadar olağanüstü bilgilere sahip
olduğuna dair herhangi bir işaret bile vermemişti, ama birdenbire her konuda
uzman gibi konuşmaya başlamıştı. Bu olsa başkalarının yardımıyla olabilirdi.
Kendilerine göre, eski çağlara ait kitaplar kendisine gizlice ulaştırılıyor ve
O, gece vakti bunları başkalarına tercüme ettirerek okutuyor, öğreniyor ve
sabah kalkıp kendilerine bunlardan ezberlediği pasajları anlatıyordu.
Rivâyetlere bakılırsa, Mekkeli müşrikler bu hususta okuması, yazması olan,
bilgili, kültürlü, Mekke'de oturan bazı ehl-i kitabın adını da veriyor ve bu
zâtların Hz. Muhammed (a.s.)'a bilgi verdiklerini sanıyorlardı. Bunların adlan
şöyle sıralanabilir: Addas (Huveytib bin Abd-ul Uzzâ'nın serbest bıraktığı
uşağı), Yesâr (Alâ' bin el-Hadramî'nin serbest bıraktığı uşağı) ve Cebr (Âmir
bin Rebia'nın azâd ettiği uşağı).
Yüzeysel bir bakışla bu itiraz çok
sağlam ve yerinde gibi görünüyor. Bir peygamberin vahiy ile ilgili iddiasını
reddetmek için, onun bilgi kaynağını belirlemekten daha büyük bir itiraz ne olabilir
ki? Fakat bu bölümün başında naklettiğimiz Kur'ân-ı Kerim ayetine bakılırsa
Mekkelilerin bu itirazına hemen hemen hiçbir cevap verilmediği anlaşılır.
Burada Mekkelilerin Kur'ân-ı Kerîm'e yönelik itirazı sadece bir cümle ile
kesip atılmıştır: "Muhakkak bir zulüm ve yalan getirdiler." Yani,
Kur'an'ın uydurma olduğunu söyleyenler doğruluğa ve gerçeğe bir bakıma
"zulm" diyorlar. Bu, açık bir adaletsizlik ve insafsızlıktır. Büyük
bir yalandır. Bu yüce kitap hakkında koparılan fırtınaların aslı astarı yoktur.
Çünkü bu kitabı, sevgili peygamberine gönderen Allah göklerde ve yerdeki bütün
sırları bilmektedir. Böylesine ağır itirazlara böyle bir cevap vermek size
şaşırtıcı gelmiyor mu? Aslında Kur'ân-ı Kerîm burada kâfirlerin itirazını
hakaretle reddetmiştir. Yani, onların İlahi Kitap hakkında söyledikleri yalan
ve iftiralar cevap verilmeye lâyık bile değildir. Fakat Kur'ân-ı Kerim'in,
kâfirlerin bu tür sözlerine tenezzül etmemesi ne kendileri tarafından fazla
yadırgandı, ne de yeni yeni müslüman olanları huzursuz etti. Bu mesele,
sanırız o zamanki şartlar içinde incelendiğinde kendiliğinden açıklığa
kavuşacaktır.
İslâmiyet'i kabul eden herkesi
tehdit eden, rahatsız eden, korkutan, söven, döven ve işkenceye tabi tutan
Kureyş'li zâlim kabile reisleri için, eski dinî ve tarihi kitapları tercüme
ederek Hz. Muhammed (a.s.)'e ezberlettiklerini iddia ettikleri kişilerin
evlerine ve bizzat Hz. Peygamber (a.s.)'in evine gidip, zorla bütün kitap,
defter, kalem ve diğer malzemeleri çıkarmaları hiç de zor bir şey değildi.
Onlar, pekalâ bu "bilgi kaynaklarını toplayarak milletin gözünün önüne
çıkarabilirlerdi. Hatta, casuslar tutup, Hz. Muhammed (a.s.)'in çalıştığı yer
ve zamanı tesbit edip, O'nu "suçüstü" yakalayabilmek için tam zamanında
baskın düzenleyebilirlerdi. O zaman bütün Mekke ahâlisini de toplayarak
yanlarına getirir ve herkese gösterebilir ve diyebilirlerdi ki, "bakın
işte, peygamberlik bilgilerini nereden alıyor, vahiy dediği kelâmı hangi
Allah'tan topluyor". Müslümanlara ve bizzat Hz. Muhammed (a.s.)'e baskı ve
işkence uygulamak konusunda hiçbir sınır tanımayan, Peygamber (a.s.)'in
fedailerini (örneğin Hz. Bilâl-i Habeşi (r.a.)'yi) sıcak kum üzerinde
sürükleyen ve hatta Hz. Peygamber (a.s.)'i öldürmeyi plânlayan Mekkeli nüfuzlu
reisler için bu işleri yapmak o kadar zor değildi. Fakat iddialarının asılsız
ve yalan olduğunu çok iyi bildikleri için bu hususta pratik herhangi bir iş
yapmadılar.
Kâfir ve müşriklerin, Hz. Muhammed
(a.s.)'e bilgi veren kişiler arasında saydıkları isimler yabancı değildi. Bu
kişilerin bilgi ve yetenekleri kimsenin meçhulü de değildi. Akıl ve mantıktan
az da olsa nasibini almış olan herkes, Hz. Muhammed (a.s.)'in insanlara sunduğu
İlâhî Kelâm'ın ne kadar yüce ve değerli olduğunu, ne kadar ilmî ve edebî üslûp
taşıdığını, dili ve anlatımının ne kadar temiz ve tesirli olduğunu, işlenen
konuların ne kadar büyük bilgi, araştırma ve çalışma gerektirdiğini
anlayabilirdi. Hz. Peygamber (a.s.)'e bilgi verdikleri sanılan kişilerin ise
okuma, yazma ve bilgi seviyesi herkes tarafından biliniyordu. Bu adamların
-hepsi bir araya gelseler bile Kur'ân-ı Kerim'de yer alan muhtelif mevzuları
kapsayan bilgiyi Hz. Muhammed (a.s.)'e vermelerinin mümkün olmadığını bilen ve
anlayanlar vardı. Madem ki bu adamlar öylesine bilgin ve ilim ve irfan
sahibiydiler, o zaman neden bunları kendi faydaları için değil de, Hz. Muhammed
(a.s.)'in menfaati için kullandılar? Hem de bu bilgileri Hz. Muhammed (a.s.)'e
gizlice vermeye neden ihtiyaç duydular. Onları korkutan ve tehdit eden biri mi
vardı? Onlar, Hz. Muhammed (a.s.)'in şan-ü şöhretinden pay almak istemiyorlar
mıydı? Niçin onlardan biri çıkıp bu sırrı millete açıklamadı?
Bu hususta adları geçen kişiler
yabancı uyruklu olup, kendi efendileri tarafından serbest bırakılan eski uşak
ve kölelerdi. O zamanki Arap aşiret hayatı hakkında malumat sahibi olanlar
bilirler ki, hiçbir kimse şu veya bu kabilenin desteği ve himayesi olmaksızın
yaşayamazdı. Serbest bırakılan uşaklar da ancak eski efendilerinin himayesinde
toplumdaki yaşantılarını sürdürebiliyorlardı. Bu himaye kalktığı an, hayadan
çekilmez olurdu. Belli ki bu şartlar altında eğer Hz. Muhammed (a.s.) hâşâ
yalan bir peygamberliği tezgâhlamışsa, bu serbest bırakılan köleler kendisine
gönüllü olarak ve sevinerek yardım edemezlerdi. Bu komploda Hz. Muhammed (a.s.)
ile ortak olanlar, kendisine zerre kadar saygılı olabilirler miydi?
Kendilerinden gece vakti gizlice öğrendiği şeyleri gündüz herkese "bakın,
Allah'ın kelâmı budur, ben Allah'ın Rasûlüyüm" diyen bir kişinin sadık ve
vefakâr dostu olabilirler miydi? Bu gibi adamlar ancak bir menfaat ve hırs
yüzünden Hz. Muhammed (a.s.)'in hâşâ, suç ortağı olabilirlerdi. Fakat bu
adamların, çok nüfuzlu ve zâlim olan efendilerini bırakıp, yetim, fakir ve hak
sözleri söylediği için herkesin hışmını kazanmış olan Hz. Muhammed (a.s.)'in
safına katılmaları düşünülebilir mi? Onların, bütün herkesin nefret ve
düşmanlığını kazanmalarını ve hatta hayatları pahasına Hz. Muhammed (a.s.)'den
yana çıkmalarını mümkün kılan bir cazibe, bir maddi menfaat var mıydı? Ayrıca,
eski efendileri ve diğer Mekke'li kâfir ve müşrikler onları yakalayıp her şeye
itiraz etmelerini sağlayabilirlerdi. Kâfirler neden bu yola başvurmadılar,
niçin sabık uşak ve kelelerinden her şeyi öğrenmediler? Demek ki öğrenilecek
bir şey yoktu.
Meselenin en dikkat çekici yanı,
Hazreti Peygamber (a.s.)'e peygamberlik bilgisi veren kişilerin hepsinin
kendisine iman etmeleridir. Yapmacık, yalan ve uydurma bir peygamberliğin
yaratılmasında önemli bir rol oynayan kimselerin, Hz. Muhammed (a.s.)'e iman
etmeleri, hem de örnek bir şekilde bağlı olmaları mümkün olabilir mi? Diyelim
ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğindeki büyük pay ve katkılarına rağmen
İslâm camiasına girdiler. Peki, Hz. Muhammed (a.s.) sözü edilen katkı ve yardımlarından
dolayı kendilerine müslümanlar ve sahabeler arasında önemli bir yer vermeli
değil miydi? Kendilerini ödüllendirmeleri gerekmezciydi? Bu nasıl bir işti ki,
peygamberlik işi Addas, Yesâr ve Cebr'in yardımıyla yürüyordu da Rasûlullah
(a.s.)’ın sağ kollan neden Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ebû Ubeyde (r.a.)
oldular?
Aynı derecede şaşırtıcı bir konu
da, Hz. Peygamber (a.s.)'in "gizli bilgi alışverişinin yapılmasından
yakın çevresindeki şahsiyetlerin, meselâ Zeyd bin Haris, Ali bin Ebû Tâlip, Ebû
Bekir Sıddîk ve diğer bazı kimselerin haberdar olmamasıdır. Gece gündüz her
zaman Hz. Peygamber (a.s,)'in yanında bulunan bu şahsiyetler, bu gibi
düzenbazlıktan haberdar olamazlar mıydı?
Kâfir ve müşriklerin bu husustaki
iddialarında zerre kadar gerçek payı olsaydı, yakın çevresindeki sahabeler, Hz.
Muhammed (a.s.)'e canla başla bağlı olabilirler miydi?
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki,
kâfir ve müşriklerin iddia ve itirazları dikkate değer görülmedi. Kur'ân-ı
Kerîm'in bu itirazları böylesine hafife alması ve reddetmesinin sebepleri
bunlardı. Bunun için, iddia ve itirazlarından yukarıda ayetlerde
bahsedilmişse, bu sadece kâfirlerin, yalan ve iftiralarını ileri sürerken ne
kadar körü körüne davrandıkları ve nasıl adâlet ve insaf kurallarını
çiğnediklerini göstermek için yapılmıştır.
12.3.
KUR'ÂN'DA GEÇEN ÜÇ KISSA
Oryantalistler, Kur'ân-ı Kerîm'in
şu üç kıssasını da deneme tahtası yapmışlar ve sözde ilim süzgecinden
geçirmişlerdir. Onların iddialarına göre, Hz. Peygamber (a.s.) bu kıssaları
başka ilâhî kitap ve kaynaklardan aktarmıştır. Oryantalist veya Şarkiyatçıların
bu husustaki itiraz ve suçlamalarına cevap vermeden önce sanırız bizzat bu
kıssaların ne olduğunu anlatmamız dâha doğru olacaktır:
12.3.1. Hz. Musa (a.s.)'ın Denize Doğru Yolculuğu
"Bir vakit Mûsa, hizmetinde
bulunan genç arkadaşına 'iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar, asırlar
geçse bile durmayacağım.' dedi." (Kehf; 60)
Hz. Musa (a.s.)'nın Göç Yolları
Cenab-ı Allah'ın bu kıssayı
Mekke'li kâfirler ile müzminlere anlatmasının gayesi şudur. Dünyada insanın
dıştan gördüğü şeyler hakkında bazen çok yanlış sonuçlar çıkardığı bir
gerçektir. Çünkü, İnsanlar bir şeyi görürken onda Allah'ın saklı olan hikmetini
göremezler. Zâlimlerin, mazlumları ezmeleri, buna rağmen bolluk ve refah
içinde yaşamaları, masum insanların eziyet çekmeleri, Allah'a itaat
etmeyenlerin mutlu yaşamaları, Allah'a itaat edenlerin ise sıkıntıda olmaları,
günahkârların zengin olmaları, Allah'tan korkanların ise fakir olmaları, her
gün gördüğümüz olaylardır. Bunlar hakkında İnsanlar umumiyetle yanlış intibaa
kapılırlar. Kâfir ve zalim İnsanlar, dünyanın bir çiftlik olduğunu, bir kaide
ve kanunu bulunmadığını, bunun sahibi ve yöneticisi olmadığını, gücüne güvenen
herkesin istediğini yapabileceğini, hiçbir sorgu, sual ve muhasebenin olmayacağını
düşünürler. Mü'minler ise bu gibi manzaralardan cesaretlerini kaybeder,
ümitsizliğe kapılır ve bazen bu çetin sınavdan geçerken imanları bile
zedelenir. İşte bu şartlar altında Cenab-ı Allah, Hz. Musa'yı yanına çağırarak
kendisine tecellisini gösterdi ve aynı zamanda, normal gözlerin gördüğü
şeylerin aslında çok farklı olabileceği konusunda kendisine bir fikir vermiş
oldu.
Hz. Mûsâ'nın yolculuğu ve bununla
ilgili hadiseler nerede ve ne zaman vuku buldu? Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta
herhangi bir aydınlatıcı bilgi yoktur. Ancak hadislerden birinde Avfi'nin
rivâyetine rastlıyoruz. Avfi, Hz. İbn Abbas'a dayanarak söz konusu olayın,
Firavun'nun ölümünden sonra, Hz. Musa (a.s.)'nın, Mısır'a kendi ümmetini
yerleştirdiği zaman meydana geldiğini beyan etmiştir. Ne var ki, İbn Abbas'a
atfen Buhari ve diğer hadis kitaplarında geçen daha kuvvetli rivâyetler bu
açıklamayı doğrulamıyorlar. Diğer başka kaynaklardan da, Firavun'un helâkinden
sonra Hz. Musa'nın ümmetiyle birlikte Mısır'da kaldığı sabit değildir. Aksine
Kur'ân-ı Kerîm'in ifadelerine bakılırsa, Mısır'dan çıktıktan.sonra Hz. Musa ve
ümmetinin yolculuğunun önemli bir bölümünün Sina yarımadasında ve Tayya'da
geçtiği anlaşılır. O bakımdan, Avfi'nin rivâyeti kabul edilecek nitelikte
değildir. Fakat biz bu kıssayı ayrıntılı olarak inceleyecek olursak burada iki
noktayı açıkça görebiliriz. Birincisi, Hz. Musa'ya gösterilen çeşitli ilâhî
işaretler, peygamberliğin ilk günlerine rastlamış olabilir. Çünkü,
peygamberlerin talim ve terbiyesi ancak peygamberliğin ilk devresinde yapılır.
İkincisi, Hz. Musa'nın da Mekke'de müslümanların karşılaştığı şartlar gibi,
Mısır'da aynı şartlarla karşılaşmış olması ihtimâli vardır. Bu iki sebepten
dolayı, söz konusu olayın, İsrail oğullarına Fir'avun'un mezâliminin devam
ettiği ve Kureyş'li reisler gibi Fir'avun'un sarayındakilerin de, Allah'ın
azabının gelmesindeki gecikme yüzünden Allah diye bir varlığın olmadığı
inancına kapıldıkları ve Mekke'li mazlum müslümanların sabırsızlandığı gibi,
Mısır'daki İsrail oğullarının da "ya Rab, bu zalimlere ne zamana kadar
mükafat yağdıracaksın ve bizi ne zamana kadar bu acıklı halde
bırakacaksın?" diye hayıflandıkları sırada, hatta Hz. Musa'nın bile,
"ya Rab, Sen Fir'avun ile Divan'dakilerine dünyevi yaşantılarında büyük
şan ve şevkat, mal ve mülk ihsan etmişsin. Yâ Rabb, bunlar dünyayı senin
yolundan ayırmaları için midir?" diye sorduğu zamana rastladığını
söyleyebiliriz.
Tahminimiz doğruysa, Hz. Musa o
sırada muhtemelen Sudan'a doğru yolculuk etmişti. İki denizin birleştiği yer
olarak da Hartum şehri gösterilebilir. Bilindiği gibi, Hartum yakınlarında Nil
nehrinin iki kolu, Bahr-ul Ebyad ile Bahr-ul Ezrak burada birleşiyorlar. Bunlar
deniz gibi ırmak ayaklarıdır.
İncil bu yolculuk ve bununla
ilgili diğer olaylar hakkında kayıtsız kalmıştır. Fakat Talmud'da bununla
ilgili bir kayıt vardır. Ne var ki, burada bu olayın, Hz. Musa'nın değil, Rabbî
Yehu Hanân bin Lâvi'nin başından geçtiği belirtilmiştir. Talmud'un ifadesine
göre adı geçen Rabbî bu yolculuğa, Hz. İlyas (a.s.) ile birlikle çıkmıştı.
Talmud'un kayıtlarına göre, Hz. İlyas (a.s.) ebediyete intikal ettikten sonra
meleklere katılmış, ve halen dünyanın yönetimiyle görevlidir. (Bk: The Talmud,
Selections, by H. Polano, s. 316).
Pek mümkündür ki, Hz. Musa ile
İsrail oğullarının Mısır'dan çıkmalarından önceki çeşitli olaylar gibi, bu
olay da iyice muhafaza edilmemiş ve asırlar sonra birbirine karışmış ve
değişmiştir. Nitekim, Talmud'un bu rivâyetini bilen bazı müslümanlar, Kur'ân-ı
Kerim'de ismi geçen Musa'nın, Musa peygamber değil başka bir Musa olabileceği
görüşünü ileri sürmüşlerdir. Fakat ne Talmud'da geçen her vakıa ve hikâye
doğru birer tarihi olaydır, ne de Kur'ân-ı Kerim'de başka bir Musa'dan
bahsedildiğine inanmamız için herhangi bir neden vardır. Sadece bu değil, bu
hususta Hz. Ubeyy bin Ka'b'ın rivâyet ettiği bir hadis de vardır. Bu hadiste,
Hz. Peygamber (a.s.)'den bahsettiği açıklanmıştır. Hadis'te böyle bir kayıt
bulunduktan sonra, müslümanların Talmud'un bir rivâyetini dikkate değer sayacaklarını
sanmıyorum.
12.3.3. Şarkiyatçılara Dört
Soru
Bir din ve tarih talebesi, bu
oryantalist ve şarkiyatçılara şu dört soruyu sorduğu zaman, eminiz,
tarafgirlik, yalancılık ve düzenbazlıklarının maskesinin düştüğünü görecektir:
1- Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan
kıssa ve diğer sözlerin kaydolan olayların benzerini görür görmez, bunların
mutlaka bu kitaplardan alındığı kanısına varmanız için hangi sebep ve deliller
vardır?
2- Kur'ân-ı Kerim'de zikrolunan
kıssa ve diğer sözlerin kaynağı olarak gösterdiğiniz çeşitli dillerdeki
eserler bir arada toplanırsa muazzam bir kütüphane olur. Böyle bir kütüphane o
zamanki geri kalmış ve ilim ve irfandan nasibini almamış Arabistan'da ve
Mekke'de bulunuyor muydu? Bunların işi gücü, bu eski metinleri çözerek Hz.
Muhammed (a.s.)'e sunmak mıydı? Eğer bu böyle değilse, bütün iddialarımız,
Hazreti Peygamber (a.s.)'in, peygamberlik payesine yükselmeden çok önce iki-üç
defa Mekke'nin dışına yaptığı ticari seyahatler sırasında bu bilgileri
topladığına mı dayanıyor? Bu seyahatler sırasında Hz. Peygamber (a.s.)'in kaç
kitap ve kaç kütüphanesi yuttuğunu iddia ediyorsunuz? Peki, Hz. Muhammed (a.s.)
bütün bu bilgileri iş ve ticaret seyahatleri sırasında toplamışsa, neden
peygamberlik payesine yükseldiği güne kadar saklamayı uygun görmüştür? Neden
bunun en ufak işaretlerini bu süre içinde vermemiştir?
3- Mekke'li kâfirler, Yahudi ve
Hıristiyanlar tıpkı sizin gibi Hz. Muhammed (a.s.)'in bilgileri nerden
topladığını merak ederlerdi. Hz. Peygamber (a.s.) bilinen insani ve maddi bir
kaynaktan bu bilgileri toplamış olsaydı, O'nun çevresindekiler ve her zaman
O'nunla haşir neşir olan bu kişiler bu gerçeği bilmezler miydi? Gerek Mekke'li
müşriklere gerekse Yahudi ve Hıristiyanlara açıkça meydan okunuyordu.
Kendilerinden Kur'ân-ı Kerim'e benzer tek bir şey çıkarmaları isteniyordu.
Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın kelâmı olduğu ve vahiyden başka bir kaynağı
olmadığı, üzerine basa basa kendilerine anlatılıyordu. Fakat onlar neden susup
durdular? Neden Kur'ân-ı Kerim'de yer alan, söz ve ayetlere benzer tek bir
örnek getirmediler. Neden, bu ilâhî kitabın bilinen bir kaynağını göstermediler?
Hz. Muhammed (a.s.)'in devrinde yaşamış olan kâfir ve müşrikler bunu beceremediyse,
aradan bin, bin iki yüz sene geçtikten sonra siz mi becereceksiniz?
4- Sonuncu ve en önemli soru
şudur: Her ne olursa olsun, Kur'ân-ı Kerim'in Allah tarafından indirilme imkânı
var mıdır? Kur'ân-ı Kerim, diğer insanlara ve toplumlara yüzyıllar sonra
tahrif edilmiş olarak ve efsâne şeklinde ulaşmış olan geçmiş tarihin olayları
hakkında bize doğru haber vermiyor mu? Bu hususlar imkân dahilinde ise, niçin
makul ve inandırıcı sebepler gösterilmeden tek kalemde reddedilmiştir? Niçin
Kur'ân-ı Kerim'in eski tarihi olaylara dayanılarak yazıldığı gibi tek ihtimal
dikkate değer sayılmış ve üzerinde bu kadar durulmuştur? Bu garip tercihin
dinî taassup, tarafgirlik, fanatizm ve din düşmanlığından başka bir kaynağı
olabilir mi?
Bu sorular üzerinde ciddi olarak
duran bir kişi, oryantalistlerin, "ilim" ve "araştırma" adı
altında bize sundukları saçmalıkların ciddiye alınamayacağı kanısına varır.
12.3.4. Firavun'un Hz. Musa'yı Öldürme Kararı
"Firavun: 'Bırakın da Musa'yı
öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın. Çünkü ben, O'nun sizin dininizi
değiştireceğinden veyahut yeryüzünde fesad çıkaracağından korkuyorum'
dedi." (Mü'min; 26)
Bu ayetten başlayarak 45. ayete
kadar anlatılan hadise, İsrail oğulları tarihinin en önemli olaylarından
biridir. Fakat bu olayı şimdi İsrail oğulları da unutmuş gözüküyorlar. Ne
İncil'de ne de Talmud'da bu olaya yer verilmiştir. Yahudilerin diğer
kitaplarında da buna benzer herhangi bir vak'aya rastlanmıyor. Hz. Musa (a.s.)
ile Firavun arasındaki amansız mücadele sırasında böyle bir safhaya gelindiği
sadece Kur'ân-ı Kerim'den öğrenilmiştir.
12.3.5. Hakk'a Davet Açısından Bu Kıssa'nın Ehemmiyeti
İslam'a ve Kur'ân-ı Kerim'e karşı
düşmanlıktan gözü kör olmamış bir kişi bu kıssayı okuduğu zaman, bunun Hakk'a
davet açısından büyük bir ehemmiyet arz ettiğini derhal anlayacaktır. Hz.Musa
(a.s.)'nın şahsiyeti, vaaz ve telkinleri ve gerçekleştirdiği Mu'cizelerden pek
çok kişinin etkilediği bir gerçektir.Pek mümkündür ki, Firavun'un yakın
çevresindeki adamlarından biri de bunlara katılmıştı ve Firavun'un Hz.Musa'yı
öldürtmeyi plânladığım duyar duymaz buna şiddetle karşı çıkmıştı. Ne var ki,
batılı oryantalistler, İslâmiyet'e ve Kur'ân-ı Kerîm'in gerçeklerine çamur
atmaya kalkışmışlardır. Nitekim "Encylopaedia of İslâm" (İslâm Ansiklopedisi'nin
"Musa" maddesinin yazarı bakın ne cesaretle şunları yazmıştır:
"Firavun'un sarayında, mü'min
olan birinin Hz.Musa'yı kurtarmaya çalıştığı yolunda Kur'ân-ı Kerim'de yer alan
hikâye pek aydınlatıcı değildir (40. sûre: 28; ayet). Acaba bu hikâye, 'Yethro'nun
Firavun'a merhamet öğütlediği'ne dair Hagga'da yer alan öykü ile
karşılaştırılabilir mi?"
Yani bu Şarkiyatçıların işi gücü,
Kur'ân-ı Kerim'in her satır ve cümlesinde kendilerine göre bir yanlışlık,
eksiklik ve daha doğrusu, diğer eski kitapların benzerlerini bulmaktır.
Kur'ân-ı Kerim'in bazı kıssa ve hadislerine herhangi bir itiraz edilecek şey
bulunmadığı zaman da bu kıssa ve hadislerin pek aydınlatıcı veya açık
olmadığını ileri sürmektedirler. Son olarak ta, okuyucuların kafalarında bir
takım şüphe ve soru işaretleri yaratmak için benzeri bir hikâyenin Hagga'da da
anlatılmış olduğunu belirtmektedirler. Yani, amaç okuyuculara, Hz. Muhammed
(a.s.)'in, Hz. Musa'nın öldürülmesiyle ilgili olarak bir konuşmayı dinleyip
başka bir şekilde anlattığına inandırmaktır. Halbuki, Hagga'da da Yethro ile
ilgili hikâye, Hz. Musa'nın doğumundan önceki bir olay olarak anlatılmıştır,
işte oryantalistlerin, Kur'ân-ı Kerim ve İslâm hakkındaki "bilimsel"
tutumu budur.
Bazı şarkiyatçılar, Kur'an-ı
Kerim'de Eshâb-ı Kehf olarak geçen kıssanın asıl Eshâb-ı Kehf hikâyesiyle
ilgisi olmadığını öne sürmüşlerdir. Onlara göre, Kehf suresinde bu zâtların
mağarada kalış süresi 309 yıl olarak geçmiştir ki, yanlıştır. Ama biz
"Tefhîm-ul Kur'ân" adlı eserimizde işin aslını anlatmaya
çalışmışızdır. Kehf sûresinin 25. ayetinde şöyle denilmiştir: "Onlar
mağaralarında üç yüz sene yattılar. Ve buna dokuz sene daha kattılar." Biz
bu ayetin tefsirinde, Kehf sakinlerinin mağarada kalış süresinin 300 ve 309 yıl
olduğuna dair halk arasında yaygın olan bir inanca Kur'ân-ı Kerim'de yer
verildiğini ve bu sürenin Allah tarafından belirlenen bir süre olarak kabul
edilmemesi gerektiğini belirtmişizdir. Nitekim, bunun hemen ardındaki 26.
ayette Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "De ki: 'Onların ne kadar
yattıklarını Allah daha iyi bilir'". Demek ki, 309 yıllık rakamı Cenab-ı
Allah demiş olsaydı, yukarıdaki cümleyi söylemesinin hiçbir anlamı olmayacaktı.
Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Abdullah bin Abbas, Kehf sahiplerinin mağarada
kalış süresiyle ilgili verilen 309 rakamının Cenab-ı Allah'a değil, o devrin
insanlarına ait olduğu kanısına varmıştır.
Bu kıssa ile ilgili olarak Süryani
rivâyetler ile Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerinde bazı ufak tefek farklılıklar
vardır. Bu farklılıklara parmak basmakta "usta" olan İngiliz
tarihçisi Gibbon, bunları Hz. Peygamber (a.s.)'in hâşâ cehaletinin birer örneği
olduğunu iddia etmiştir. Böyle bir cesaret ve küstahlık için temel olarak kabul
ettiği Süryani rivâyetlerin, Kehf sahipleri vak'asının meydana gelmesinden
30-40 yıl sonra Suriye'de bir yazar tarafından kaleme alındığını Gibbon da iyi
bilmektedir. Bu kadar müddet içinde bir memleketten başka bir memlekete
kulaktan kulağa geçen bu tür rivâyet ve hikâyede bazı değişikliklerin meydana
gelmesi pek muhtemeldir. Bu durumda böyle bir rivâyetin harfiyen doğru
olduğunu kabul ederek, aynı rivayet az bir farkla Kur'ân-ı Kerim'de geçtiği
için, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan kıssanın tamamıyla uydurma ve kulaktan duyma
olduğunu iddia etmek taassup ve fanatizmin en kötü bir örneği olsa gerek. Akıl
ve mantık sahibi bir insan, bir yazarın kaleme aldığı rivayet ile Kur'ân-ı Kerim'de
Allah'ın anlattığı bir kıssa arasında tercih yapacak olursa sanırım, herhalde,
ikincisini seçecektir.
12.3.8. İlk Hıristiyan Eserlerinden Örnekler
Kehf sahiplerinin hikâyesi
hakkında Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerini doğrulayan kanıtları eski Hıristiyan
eserlerinde bulmak mümkündür. Bunun en eski örneklerinden biri, Suriyeli bir
Hıristiyan din adamı olan James Saroji'nin Süryanice yazdığı vaaz kitabıdır. Bu
zât, Kehf sahiplerinin vefâtından birkaç sene sonra, yani 452'de doğmuş,
vaazlarını M.S. 474 dolaylarında bir kitapta toplamıştı. James Saroji, Eshâb-ı
Kehf hikâyesini etraflıca anlatmıştır. Süryanice rivâyetleri arasında önemli
bir yer tutan vaaz kitabı, ilk çağ müslüman müfessirlerine ulaşmış ve İbni
Cerir Taberî, bu kitaptan sık sık pasajlar aktarmıştır. Bu kitap Batılı
ülkelere de ulaştıktan sonra Yunancaya ve latinceye çevrilmiştir. Gibbon, "Decline
and Fall of te Roman Empire" adlı eserinin 33. Bölümünde "Seven
Sleepers" (Yedi uyuyanlar) başlığı altında Yunanca ve lâtince
tercümelerinden söz konusu kıssanın özetini vermiştir ki, bunlar müslüman
müfessirlerin rivayetlerine tıpatıp benzemektedir. O kadar ki bunların ikisinin
de aynı kaynaktan alındığı zannedilebilir. Örneğin, Kehf sahiblerinin,
zulmünden ve baskısından korkarak kaçtıkları ve mağaraya saklandıkları kralın
adı, müslüman kaynaklarında Dekyanûs, Demyûs veya Dekyânûs olarak geçerken
Gibbon'un kitabında "decius" olarak geçmektedir.M.S. 249dan 251
yılına kadar Roma İmparatoru olan bu hükümdarın zamanında Hıristiyanlara zulüm
ve baskı son haddini bulmuştu.Olayın geçtiği şehir, müslüman kaynaklarda
"Efsus" yahut "Afsos" Gibbon'un eserinde Ephesus olarak
belirtilen eski çağlarda Eğe kıyılarının en büyük liman kenti olan ve bugün
İzmir kentine yaklaşık 100 km. uzaklıkta bulunan Selçuk kasabasının yanında
bulunan Efes harabeleridir. Kehf sahiplerinin derin uykudan uyandıkları zaman
Roma İmparatorluk tahtında bulunan hükümdarın adı müslüman tarihçilerce
"Tenzosis" olarak kaydedilmiştir. Gibbon ise, Kehf sahiplerinin, Roma
İmparatorluğunun Hıristiyanlığı kabul etmesinden sonra M.S. 408 ilâ 450 yıllan
arasında hüküm süren III. Theodosius zamanında uyandıklarını belirtmiştir. İki
rivâyet arasındaki benzerlik o kadar büyüktür ki, ikinci derecede önemli olan
kişilerin isimleri hemen hemen aynı şekilde kaydedilmiştir. Örneğin, Kehf
sahiplerinin uyandıktan sonra erzak ve diğer malzemeler almak üzere şehre
gönderdikleri arkadaşlarının adı müslüman tarihçilerce "Yemlikha" ve
Gibbon tarafından "jamblichus" olarak yazılmıştır.
12.3.9. İki Rivâyet Arasındaki Benzerlik
Eshâb-ı Kehf kıssasının
ayrıntıları her iki kaynakta aynıdır. Bunu özetleyecek olursak şu verilerle
karşılaşırız. İmparator Decius zamanında Hz. Îsa'nın taraftarlarına ve diğer
Hıristiyanlara büyük zulüm ve işkence uygulanırken 7 Hıristiyan fedai bir
mağaraya gidip saklandılar. Uzun bir süre uykuda kaldıktan sonra, bu gençler
Roma'da İmparator Theodosius tahtta bulunurken (M.S. 445 veya 446'de), yani
saltanatının 38. yılında, mağarada uyandılar. O zamana kadar bütün Roma
İmparatorluğunun resmi dini Hıristiyanlık olmuştu. Böylece, Kehf sahipleri
mağarada tam 196 yıl uyuya kaldılar denebilir.
[1]
İslâm, Kur'ân-ı Kerim ve Hz. Peygamber (a.s.)'in sıratı hakkındâ oryantalistler
in yaptıkları çalışmalarda sayısız yanlışlık, eksiklik ve mantıksız
değerlendirme ve yorumlara rastlanıyor. Bu çalışmalar ve bunların ürünleri,
ilmi inceleme ve bilimsel araştırmalar gibi güzel isimler altında dünyaya
sunulmaktadır. Bu sözde bilimsel araştırmacılar çerçevesinde, William Muir gibi
ön yargılı, taraflı ve mutaassıp yazar ile Montgomery Watt gibi nispeten daha
ılımlı ve tarafsız araştırmalar girmektedir. Ve bu sözde bilimsel gerçekler adı
altında İslâmiyet ve Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) hakkında öylesine uydurma,
saçma sapan ve komik şeyler yanlıyor ve çiziliyor ti, biraz bilinçli ve akıllı
bir okuyucu oryantalistlerin bütün "ilmî çalışmalarım" rahatlıkla bir
kalemde reddedebilir ve değerlendirebilir. Aslında bu çalışmaların bir amacı,
Hıristiyan dünyasının, içinden bir türlü atamadığı Haçlı zihniyetiyle,
İslâm'dan ve Müslümanlardan gelmekte olan sele karşı duvar örmektir.
Oryantalistlerin ikinci gayesi, İslamiyet hakkında fazla bilgi sahibi olmayın
müslümanları bir takım tereddüt, şüphe ve kuşkulara sevk etmektir. Nitekim,
İslâmiyet'ten habersiz, saf ve sade müslümanlar öylesine tereddüde düşüyor,
öylesine şüpheye kapılıyorlar ki dinimiz ve peygamberimiz hakkında herkesi
şaşırtan soru ve itirazda bulunuyorlar.
Elinizdeki bu eserde, Peygamberlik ve Hz. Peygamber
(a.s.)'in sıratı hakkında temas ettiğimiz bazı öyle ilmi konular vardır ki, bu
hususta sözde ilim adamı ve bilgin olan oryantalistlerin ördüğü taassup
duvarını yıkmadan ve yarattıkları yalan perdesini aralamadan, bazı sâf ve sade
müslüman okuyucunun kafalarındaki soru işaretlerini ortadan kaldırmanın mümkün
olmadığını düşündük. Oryantalistlerin ilmî hıyanet, kasıt, tarafgirlik,
küstahlık ve ilmî hakikatleri tahrif etmek yönündeki çalışmalarının bilhassa
yüksek tahsilli ve kültürlü müslümanları etkilediğini biliyoruz. Bu sebeple,
kafalarını kurcalayan, çeşitli kuşku ve tereddüde düşmelerine yol açan bazı
sivri konulan burada açmayı uygun bulduk. Fakat oryantalistlerin İslâm ve Hz.
Peygamber (a.s.) hakkında yarattıkları bütün şüphe ve kuşkuların cevabını
burada vermiyoruz. Bunun için ayrı bir kitap gerekebilir. Oryantalistlerin
bazı itirazlarına başka bölümlerde de cevap veriyoruz. Yani, imkânlar el verdiği
ölçüde bu noktaları açıklamaya çalışacağız. Bu bölümün ilk kısmı çok kısa, ama
özlüdür. Diğer kısımlarda da çeşitli konulara temas edilmiştir.