On
Üçüncü Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI
13.2.
Hz. NUH (A.S.)'UN ÜMMETİ
13.5.
HZ. İBRAHİM (A.S.)'İN ÜMMETİ
13.8.
MEDYEN HALKI VE EYKE KAVMİ
13.9.
HZ. YUNUS (A.S.)'UN ÜMMETİ
On Üçüncü
Bölüm: GEÇMİŞ ÜMMETLERİN YOK OLUŞU VE KALINTILARI
İnsanlık tarihine şöyle bir göz
atın. Dünyayı sadece bir çiftlik, bir tiyatro sahnesi, keyif çatma yeri ve
gönlünce yaşama diyarı olarak kabul eden ve peygamberlerin gösterdikleri yol ve
hakikatlerden saparak batıl inançlara esir olan ve dalâlete düşen milletlerin
sonunun ne korkunç ve ibret verici olduğunu kendi gözlerinizle görün.
Allah'ın gazabına ve azâbına
uğrayan milletler ne yazık ki geçmişten hiçbir ders almamışlardır. Onlar her
şeyi umursamazlıkla seyir etmiş, ilgisizlikle müşahede etmişlerdir.
Kendilerinden önceki kavim ve ulusların uğradıkları akıbet onları fazla
tedirgin ve huzursuz etmemiştir. Harabeleri seyrederken de kaygısız bir seyirci
tavrını takınmış, tarihi okurken de ibret almaları gereken şeylerden ibret
almamışlardır. Demek ki, hidayet bulmuş ve hidayet bulamamış kişi ve
toplulukların görüş açısında önemli bir fark vardır. Sapık, dinsiz ve kâfir
milletler, milletlerin hataları ve uğradıkları akıbetten hiçbir ders
almamaktadırlar. Ama imanlı ve inançlı kişiler ile topluluklar geçmiş
milletlerin akıbetinin neden böyle olduğunu düşünerek düştükleri hata ve
itaatsızlıktan tekrarlamamaya dikkat etmektedirler. Biri tarih yaratıyor, ama
tarihten ders almıyor, her şeye seyirci kalıyor. Öbürü hem tarih yaratıyor hem
tarihin anlamını kavramaya çalışıyor. Tarihte geçenlerden ders alıyor ve bu
hayatın ötesindeki gerçeklere ulaşmak için olanca gücüyle çalışıyor.
İnsanları ıslâh etmek, hidayete
götürmek üzere vazifelendirilen kişiler yine o insanlardan doğmuş, büyümüş ve
yetişmişlerdi. Hz. Îsa, Hz. Musa, Hz. İbrahim ve Hz. Nuh (a.s.) kimlerdi?
peygamberlik payesine yükselmeden önce bizim ve sizin gibi insanlardı. Bu temiz
ve yüce insanların çağrılarına uymayan, kendi hayalleri ve arzularının peşinde
koşan kavimler ve milletlerin sonunun ne olduğunu siz iyi bilirsiniz.
Sizlerden pek çoğu iş veya turistik seyahatler sırasında pek çok tarihî yerler
görmüşlerdir. Bazılarınız eski kavim ve ümmetlerin yaşadıkları bölgelerden de
geçmişlerdir herhalde. Bazılarınız belki de Âd, Semûd, Medyen ve Lût kavimlerinin
bulunduğu yerler ve harabeleri de görmüştür. Siz oradan bir ders almadınız mı?
Bu ümmet ve ulusların bu dünyada uğradıkları kötü ve korkunç son, ahirette
daha kötüsünü göreceklerinin bir belirtisidir. Buna karşılık doğru yolu bulan
ve kendilerini ıslâh eden milletlerin ahirette mükafatların daha iyisini, daha
güzelini görecekleri de bir gerçektir. Siz bunları bilmiyor musunuz?
Peygamberlerin vaaz ve
telkinlerini kabul etmeyen ve hayatlarının temelini, tevhid, risâlet ve
ahireti inkâr üzerine kuran uluslar eninde sonunda büyük felâkete
uğramışlardır. Tarih tekerrürden ibarettir ve Allah'ın yolundan sapan
milletlerin kötü akıbetleri, bize ibret olsun diye tekerrür edilerek
gösterilmiştir. Bu tarihî tecrübe gösteriyor ki, peygamberler yoluyla
insanlara ulaştırılan ahlâk düzeni ve buna göre ahirette yapılacak mahkeme ve
duruşma, bazı inkâr edilmez gerçeklere dayanmaktadır. Çünkü hangi millet bu
düzeni bozmaya ve ilâhi kanunun dışına çıkmaya çalışmış ve sorumsuzca hareket
etmişse, hüsrana uğramış, kötü bir sonuçla karşılaşmıştır.
İnsanlık tarihinde felâketle
karşılaşan milletlerin tepe taklak düşüşünü hazırlayan unsurlar arasında kibir
ve Allah'ın nimetlerini inkâr etmek en başta gelmektedir. Allah tarafından her
türlü nimet, zenginlik, şan, şöhret ve saadetle mükâfatlandırılan milletler
sonunda nankörlük etmeye, Allah'a isyan etmeye ve dünyada fesat ve zulüm etmeye
başlamışlardır. Bu milletlerde toplum ahlak ve vicdanı öylesine bozulmuştur
ki, aralarında hakikatleri bilen ve gören bazı kimseler kendilerini uyarmaya
ve doğru yola getirmeye çalışmışlarsa da seslerini yeterince güçlü ve etkili
çıkaramamış ve bu milletlerin felâketini önleyememişlerdir.
Hakka talip olan ve Hakkı bilenler
için bu kâinat Allah'ın işaretleriyle doludur. Bu işaretleri görüp, hatalarını
derhal düzeltebilirler. Fakat küfür ve şirkle gözleri kararmış olanlar hiçbir
şeyi göremezler. Ne gökteki işaretler ne peygamberlerin Mu'cizeleri onları
doğru yola getirebilir. Sapıklıkları öylesine koyulaşmış ve kalpleri öylesine
katılaşmış olur ki, Allah'ın azâbı gelip çatana kadar gözleri açılmaz. O zamana
kadar zaten iş işten geçmiş olur.
Cenâb-ı Allah bu gerçekleri göz
önünde bulundurarak, Kur'ân-ı Kerim'in Şuarâ sûresinde tarihte adlarına sık
sık rastlanan yedi kavim veya ümmetin cehâlet, dalâlet ve inatçılıklarını
anlatmış ve bunların ne korkunç akıbetlere uğradıklarını dile getirmiştir.
Cenab-ı Allah (cc.) bu kavimlerin durumundan bahsederken, tutum ve davranışlarının,
Mekkeli kâfir ve müşriklerden farklı olmadığına işaret etmiş ve bu hususta şu
noktalara dikkati çekmiştir.
Birincisi, Allah'ın alâmet veya
işaretleri iki çeşittir. Bunların ilkini, bu dünyada ve kâinatta her tarafta
görmek mümkündür. Aklı eren bir kişi bunları gördükten sonra, peygamberlerin
naklettiklerinin doğru olup olmadığını anlayabilir. İkinci tür işaretler de
Fir'avn ve yandaşları ile, Nuh'un ümmeti, Âd, Semûd ve Lût kavimlerinin gördüğü
alâmetlerdir. Mekkeli kâfirler bu işaretlerden hangisini görmeyi tercih
ederler?
İkincisi, kâfirlerin zihniyeti her
devirde aynı olmuştur onların itiraz ve eleştirileri de temelde aynıdır.
Allah'a, peygamberlerine ve ahirete iman etmemek için bahaneleri aynı olmuştur.
Nihayet, sonları da aynı olmuştur. Buna mukabil, her çağda peygamberlerin
talimatı hiç değişmemiştir. Siret ve ahlâkları aynı olmuştur. Muhaliflerine
verdikleri cevap aynı olmuştur. Bunun gibi, Allah'ın ihsan ve rahmeti de aynı
olmuştur. Tarihte ikisinin de örneği bol bol vardır.
Geçmiş kavimlere kendi çağlarında
yaşamak, huzur içinde gelişme kaydetmek ve refaha kavuşmak için her türlü
imkânlar sağlanmıştı. Fakat onlar Allah'a isyan ve itaatsizliği uygun gördüler,
dünyada fesâd ve zulmü yaydılar. Onları doğru yola getirmeye gelen peygamberlerin
sözlerini dinlemediler. Demek ki onlar son fırsatı da kaçırdılar ve Allah'ın
kendileri için hazırladığı imtihanda başarısız kaldılar. Bundan sonra onları
cezalandırmak ve ortadan kaldırmaktan başka bir çare kalmamıştı. Bu örnekleri
verdikten sonra Cenab-ı Allah Mekkeli kâfir ve müşriklere dernek istiyordu ki,
geçmiş milletlerin yapamadıklarını onlar yapmalıydı, doğru yolda bulunmalı ve
Allah'ın nimetlerinden istifade etmeliydiler; yoksa onların sonu da aynı
olacaktı.
13.2. Hz. NUH
(A.S.)'UN ÜMMETİ
Hem Kur'ân-ı Kerîm'in ifadeleri
hem İncil'deki kayıtlardan, Hz. Nuh'un ümmetinin bugün Irak olarak bildiğimiz
topraklarda yaşamış olduğu kesinleşmiştir. Babil'in tarihî kalıntılarında
bulunan eski belgeler de bu tesbiti doğrulamaktadırlar. Bazı kitabelerde,
Kur'ân-ı Kerim'de ve Tevrat'ta yer alan, ve Musul'da geçtiği bildirilen tufan
olayına benzer bir olaya da rastlanıyor. Ayrıca, Kürdistan ile Ermenistan'ın
eski tarihleri ile, nesillerden nesillere geçen rivâyetlerde de, tufan vak'ası
ayrıntılı şekilde anlatılmıştır. Bu kayıtlara göre, tufandan sonra Hz. Nuh'un
gemisi Musul yakınlarına gelerek durmuştu. Musul'un kuzeyinde İbn-i Ömer adası
çevresinde ve Türkiye toprakları içinde bulunan Ağrı dağında da Nuh'un gemisi
ve diğer kalıntılarının bulunduğuna dair hâlâ çeşitli açıklamalar yapılıyor.
Nahcivan halkı arasında hala yaygın olan inanca göre Musul'un temelini Hz. Nuh
(a.s.) atmıştı.
13.2.1. Büyük Bir Kasırga ve Sel İle İlgili Tarihi
Kayıtlar
Hz. Nuh'un kıssasına benzer efsâne
ve rivâyetler Yunan, Mısır, Hindistan ve Çin gibi hemen hemen bütün eski
medeniyetlerin literatüründe yer almıştır. Ayrıca, Birmanya, Malezya, Batı Hint
Adaları, Avustralya, Yeni Gine ve Avrupa ile Amerika'nın çeşitli bölgelerinde
de Hz. Nuh tufanına benzer hikâyeler yaygın şekilde bilinmektedir. Demek ki,
bu olay, bütün insan soyunun bir tek bölgede yaşadığı bir sırada meydana gelmiş
ve daha sonra insanların çeşitli gruplarının dünyanın çeşitli bölgelerine
dağılmalarıyla oralara kadar çeşitli hatıra, rivâyet ve efsâneler gibi ulaşmıştır.
Dünyanın hemen hemen bütün kavimleri, geçmiş tarihlerine baktığında büyük ve
müthiş bir tufandan bahsedildiğini görürler. Aradan geçen yüzyıllar bu olayın
asıl mahiyetini, yerini, zamanını ve bazı unsurlarını değiştirmiştir.
İnsanların hayal gücü ve anlatım tarzı da bunları bambaşka şekle sokmuştur.
Hazreti Nuh (a.s.)'un gemisinin
demirlendiği Cudi dağı, Kürdistan bölgesinde, İbn-i Ömer adasının kuzeyinde
bulunuyor. İncil'de bu geminin durduğu yerin Rus-Türk sınırındaki Ağrı dağı
(Ararat) olduğu beyan edilmiştir. Aynı isimde bir sıradağı da vardır, ki
Ermenistan yaylasından başlayarak güneyde Kürdistan'a kadar uzanıyor. Cudi dağı
işte bu dağlar silsilesinin bir dağıdır ve bugün de aynı isimle meşhurdur.
Kadim tarih kitaplarında geminin durduğu yer Cudi olarak kaydedilmiştir.
Nitekim, Hz. Îsa'nın doğumundan 250 yıl önce Babil'in bir rahibi (Berasus) eski
Keldani rivayetlerine dayanarak yazdığı Babil tarihinde Nuh'un gemisinin Cûdî
dağına yanaşarak durduğunu beyan etmiştir. Aristo'nun öğrencilerinden Abydenus
ta kendi eserinde bunu doğrulamıştır. Buna ilâveten, kendi devrinin durumunu
anlatırken, Irak'ta pek çok kişide bu geminin parçalarının bulunduğunu ve
bunların sulara karıştırılarak hastalara verildiğini ve şifa dağıtıldığını
yazmıştır.
13.2.2. Nûh Kavminin Kötü Yola Sapması
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Nuh'un
kavmiyle ilgili yer alan kayıtlara bakılırsa bu milletin ne Allah'ı inkâr
ettiği, ne Allah'tan habersiz olduğu, ne de Allah'a ibadetten kaçındığına tanık
olunur. Nûh kavminin en büyük suçu Allah'a ortaklar koşmasıydı. Allah'ın
yanında diğer bazı varlıkların da tanrısal sıfatlar taşıdığı ve ibadete layık
olduğu inancı, bu millette diğer bazı bozuklukların ortaya çıkmasına sebep
oldu. İnsanların yarattığı tanrıları temsil etmek için toplum içinde imtiyazlı
bir zümre beliriverdi. Bu zümre dini, siyasi ve iktisadî iktidar ve kontrolün
odak noktası haline geldi ve kendi iktidarını korumak için İnsanlar arasında
eşitsizlik, haksızlık ve adaletsizliği yerleştirmenin yanı sıra fesâd ve zulmü
arttırdı ve her türlü ahlâksızlığı körükledi.
13.2.3. Hz. Nuh'un, Kavminin Islahı İçin Yaptıkları
"Ve onlar (halkı kandırmak
için) büyük hilelere başvurdular." (Nûh; 22)
Burada hilelerden, Nûh kavminin
hâkim tabakası ile din adamlarının, halkı, Hz. Nuh'tan uzak tutmak ve onun
talimatına uymamasını sağlamak için çevirdiği düzenler kasdedilmiştir. Meselâ,
onlar diyordu ki, Nûh, sizler gibi alelâde bir insandır, ona vahiy geldiğini
nasıl kabul edebiliriz? (Bk: Hûd; 27), Nuh'u, halktan olanlar ve aşağı
sınıftakiler hiç düşünmeden Allah'ın peygamberi olarak kabul etmektedir.
Halbuki, Nuh'un söyledikleri azıcık önemli ve değerli olsaydı eşraf ve
soylular O'na ilk önce iman ederlerdi, (Hûd; 27), "... Eğer Allah
dileseydi, melek indirirdi..." (Mü'minûn; 24), Eğer bu şahıs (Nûh) Allah
tarafından gönderilmiş olsaydı, hazinesi olacaktı, gaipten haberi olurdu ve
melekler gibi her türlü ihtiyaçlardan müstağni olurdu. (Hûd; 31), Nûh ve
taraftarları hangi üstünlüğe ve fazilete sahiptirler ki sözleri dinlensin?
(Hûd; 27), Bu adam (Nûh) aslında size hâkim olmak istiyor (Mü'minûn; 24) ve bu
adam bir "Cin'in etkisindedir, ki o O'nu divâne haline getirmiştir
(Mü'minun; 25).
Hz. Nûh aleyhisselâm, ümmetinin
durumunu değiştirmek için. uzun süre çabaladı durdu, ama muhaliflerinin ördüğü yalan
ve hileler ağı öylesine kaimdi ki çabalarının çoğu boşa gitti. Nihayet Cenâb-ı
Allah'a yalvarmak zorunda kaldı, "ya Rabbi, bu kâfirlerden hiçbirini canlı
bırakma. Zira bunlardan birini bile canlı bırakırsan, evlâtları senin kullarını
yine kötü yola sürükleyeceklerdir ve soylarından çıkan herkes nankör ve
itaatsız olacaktır."[1]
Hz. Nuh (a.s.)'un duası Allah
tarafından kabul olundu[2]
ve Nûh kavmine büyük bir azap indi. Kur'ân-ı Kerim'de açık ifadelerle
anlatılan olay şöyle başlamıştır. Tufan, bir fırından su fışkırmasıyla başladı.
Sonra yerden de su fışkırmaya başladı. Aynı zamanda gökten bardaktan
boşalırcasına yağmur yağmaya başladı. Hûd suresinde sadece fırından su
fışkırmasından bahsedilmiştir. Biraz ilerde yağmura da işaret edilmiştir.
Fakat, Kamer suresinde bu husus daha etraflıca belirtilmiştir: "Bunun
üzerine biz de, göğün kapılarını akan sulara açtık. Böylece yeride kaynaklar
halinde coşturduk. Nihayet (gökten yağan ve yerden fışkıran iki su,) takdir
olunan miktara erişti. (Âyet; 11-12). Burada şu noktaya da dikkat etmek gerek.
Kur'ân-ı Kerim'de 'fırın' için kullanılan "tennur" kelimesi üzerinde
elif lâm vardır. Bu demek oluyor ki, Cenab-ı Allah, tufanın başlaması için
belli bir fırını görevlendirmişti. Bu fırın, belirlenen gün ve saatte Allah'tan
işaret alır almaz su fışkırtmaya başladı ve böylece "kasırga fırını"
adıyla meşhur oldu.
13.2.5. Tufan Evrensel Nitelikte miydi?
Tufan'ın evrensel bir mahiyette mi
yoksa mahalli nitelikte mi olduğu henüz kesin değildir, İsrail oğullarının
rivâyetlerine bakılırsa bu cihanşümûl bir tufandı ve bütün yeryüzünü kaplamıştı
(Bk: Doğum, VII, 1824). Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bir ifadeye
rastlanmıyor. Kur'an'da yer alan işaretler, daha sonraki insan soyunun Nûh
tarafından kurtarılanlardan geldiğini göstermektedir. Fakat bu husus, tufanın
bütün dünyayı kapladığı anlamına gelmez. Eski devirlerde insanların yerleşim
bölgelerinin küçük olduğunu biliyoruz. Belki de sadece Nûh tufanında etkilenen
bölge o zamanın bilinen dünyasıydı ve Hz. Âdem'in bütün evlâtları Irak ve
çevresinde yaşıyordu. Eğer tufan sadece bu topraklarda yaşayanları yok
etmişse, o zamanki ölçülere göre bütün dünyayı ve insanlığı yok etmiş sayılır.
Tufandan sonra, Nuh'un gemisindeki İnsanlar zamanla çeşitli bölge ve ülkelere
dağılmış olabilirler. Bu görüşü doğrulayan iki nokta vardır. Birincisi, Dicle
ile Fırat arasındaki topraklarda büyük bir kasırga ve selin koptuğu, hem tarihi
verilerle hem harabelerle ve hem de jeolojik çalışmalarla sabittir. Fakat bütün
yeryüzünü tesiri altına alan cihanşümûl bir fırtına, kasırga veya sel
felaketinin belirtileri yoktur. İkincisi, dünyanın hemen hemen bütün
milletlerinde, hatta Avustralya'ya, Yeni Gineye ve Amerika'ya kadar uzanan
bölgelerde, büyük bir tufan ile ilgili hikâye ve rivayetler meşhurdur. Bundan
çıkan sonuç şu: Bütün bu ülkelerin insanlarının ataları Hz. Nûh (a.s.)
zamanında tufanın geldiği sırada bir tek bölgede yaşıyorlardı, ama tufandan
sonra dünyanın çeşitli bölgelerine dağılarak yeni yeni yerleşim merkezleri
kurdular.
13.2.6. Nuh'un Gemisi Bir İbret Nişanesi Olmuştur
"Ve gemiyi âlemlere bir ibret
kıldık." (Ankebût; 15).
Bu ayet tefsir edilirken, geminin
değil, tufanın, İnsanlar için ibret nişanesi yapıldığı manası da çıkarılabilir.
Fakat hem burada hem Kamer suresinin 115. ayetinde bu hususta kullanılan ifade
gösteriyor ki, İnsanlar için ibret nişanesi bizzat Nuh'un gemisiydi ve şimdi de
olmaya devam ediyor. Bilindiği gibi, bu geminin çeşitli dağların tepesinde,
özellikle Ağrı dağının tepesinde bulunmasına dair binlerce yıldan beri rivâyet
ve efsaneler halk arasında dolaşmaktadır. Bu gemi, tufandan hemen sonraki
yıllarda ve günümüzde de dünyada büyük bir ilâhî azâbın vuku bulduğu, böyle
bir azâbın büyük bir insan kitlesini yok ettiği ve Allah'ın buyruklarına
uymayanların ağır biçimde cezalandırıldıklarını insanlara hatırlatmıştır. İbn-i
Cerîr, Kamer suresinin tefsirini yaparken ayrıca İmam Buhari, İbn Ebi Hâtim ve
Abdürrezzak da "Katâde'nin şu rivâyetini nakletmişlerdir.
Hz. Peygamber (a.s.)'in sahabeleri
henüz sağ iken, müslümanlar Irak'ın fethi sırasında El-Cezire'ye (İbn-i Ömer
adasına) gittiğinde Cûdî dağında (ve bir rivayete göre Bakırda köyü
yakınlarında) bir gemi gördüler. Zamanımızda da Ağrı dağı üzerinden uçakla
geçerken bir gemiye benzer iskeletin görüldüğü ve bunun araştırılması için
dağın tepesine çeşitli araştırmacı ve dağcı ekiplerin gittiğini gazete, dergi
ve radyolardan öğreniyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'e göre, Âd kavminin
oturduğu yerin adı Ahkâftı[3]
ki, Hicaz ile Yemen ve Yemame arasında bir bölgedir. Âd kavmi, buradan çıkarak
Yemen'in batı kıyılarından Irak'a kadar uzanan bütün bölgeye hâkim olmuşlardı.
Bu kavmin adı ve sanı tarihten silinmiştir. Ancak Arap yarımadasının güneyinde
bazı harabelerin kendilerine ait olduğu söyleniyor. Buralarda bir yerde Hz.
Hûd (a.s.)'un bir kabri olduğu da belirtiliyor. 1837 de bir İngiliz yetkilisi,
James R. Wellested, Hısn-ı Gurab adlı yerde, Hz. Hûd'un adının geçtiği bir
kitabe bulmuştu. Bu kitabenin yazısından, bunun Hz. Hûd'un taraftarları
tarafından hazırlandığı anlaşılıyor.
Nuh Kavminin Yaşadığı Bölge ve
Cudi Dağı Çevresi
Âd Kavmi, Arabistan'ın en eski ve
en tanınmış kavimlerinden biri idi; küçük büyük herkes adını biliyordu. Şan-ü
şevketi ve ihtişamı dillere destandı. Hakkında sayısız efsâneler vardı. Ayrıca,
bu kavmin felâkete uğraması ve yok oluşu da atasözü haline gelmişti. Âd,
Araplarca öylesine bilinen bir kelimedir ki, her kadîm ve eski şeyler için
"âdi" kelimesi kullanılıyor. Tarihi harabeler ve eserler
"Âdiyyat" olarak tanımlanıyor. Sahipsiz ve bakıcısı olmadığı için
boş bırakılmış toprağa "Âdiyy-ül Ard" denilir. Eski çağ Arap
şiirinde Âd kavminden bol bol bahsedildiğini görüyoruz. Antropologlar,
Arabistan'da en eski çağlarda kaybolup giden milletler arasında ilk ismin Âd
kavmi olduğunu belirtirler. Hadislerden de Hz.Peygamber (a.s.)'a bir defasında,
Âd bölgesinden Zühl bin Şeybân aşiretinden bir kişinin gelip eski zamanlardan
beri Âd kavmi ile ilgili kendilerine kulaktan kulağa gelen rivâyetlerden
bazısını anlattığı anlaşılıyor.
13.3.2. Âd Kavminin Oturduğu Yer
Âd Kavminin Yaşadığı Bölge
İbn İshâk diyor ki, Âd bölgesi
Umman'dan Yemen'e kadar olan toprakları kapsıyordu. Zamanımızda da
Arabistan'ın güneyindeki halk arasında yaygın inanca göre, Âd kavmi bu bölgede
yaşıyordu. Bugün Mükella olarak bilinen kasabanın yaklaşık 125 mil kuzeyinde
Hadramut'ta bir yerde Hz. Hûd'a ait olduğu bildirilen mezar vardır. Her yıl,
15 Şaban tarihinde burada yapılan "urs"a Arabistan'ın çeşitli
yörelerinden binlerce kişi gelip toplanır, dua eder ve çeşitli merasimler
tertip ederler. Mezarın tarihi bir hüviyeti yoktur, ama bu mezarın bizzat
burada bulunması, Arap'ların her yıl burada toplanması Hadramut'ta bazı
harabelerin bulunması ve Güney Arabistan'da aynı doğrultuda bir yaygın inancın
varolması, Âd kavminin buralarda yaşamış olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
13.3.3. Ad Kavminin Yaşadığı Bölge'nin Bugünkü Durumu
El-Ahkâf ın bugünkü durumunu gören
bir kişi, burada kuvvetli, kudretli, medeni ve görkemli bir milletin
yaşadığına inanamaz. Bu bölgenin binlerce yıl önce yemyeşil ve mamur bir belde
olduğu, ama tabiat ve iklim değişikliği yüzünden bir çöle dönüştüğü kuvvetli
bir ihtimaldir. Bugünkü haline bakılırsa burası upuzun bir çöldür, ki kimse
içine girmeye bile cesaret edemez. 1843'te Bavyeralı bir subay bu bölgenin
güney kıyısına varmıştı. Bu subayın ifadesine göre, Hadramut'un kuzey
yaylasından bakıldığında esas çölün bin metre aşağıda olduğu görülür. Bu
dairelere düşen bir şey kısa sürede batar veya harap olur. Arap bedeviler bu
çöle girmekten korkarlar. Adı geçen subay, hiçbir bedeviyi çöle gitmeye razı
edemeyince oraya tek başına daldı. İfadesine göre buranın kumu son derece ince
olup toz şeker gibidir. Subay, beyaz daireden birine su kovasını attı. Bu kova
beş dakika içinde kumlara gömüldü ve bağlı olduğu ipte eriyiverdi[4].
13.3.4. Felaketten Önceki Bolluk ve Refah
Hem Arap tarihçilerinin hem de
çağımız tarihçi ve araştırmacılarının bulgularına göre Âd kavmi dünyadan adetâ
silinmiştir ve dünyada hiçbir kalıntıları kalmamıştır. Bu sebepten dolayıdır ki
Arap tarihçileri bu kavmi, kaybolan ve yok olan milletler arasında
saymaktadırlar. Arap tarihlerinden sabit olan bir başka husus da, Âd kavminden
sadece Hz. Hûd'a tabi olan kısmın ortada kalmasıdır. Geriye kalan bu Adlılara
tarihte ikinci Âd denilmiştir, ki yukarıda bahsettiğimiz Hısn-ı Gurâb'ın
kitabesi kendilerine aittir. Yaklaşık M.Ö. 1800 yılında yazıldığı sanılan bu
kitabenin arkeologlar tarafından çözülen kısmından bazı satırları şuraya
aktaralım.
"Biz (Âd kavmi) bu kalede
uzun bir zaman rahat ve müreffeh bir hayat yaşadık, öyle ki, yaşantımız her
türlü sıkıntı ve ıstıraptan uzaktı. Nehirlerimiz sularla doluydu.
Hükümdarlarımız ise her türlü kötü düşünce, ard niyet ve ahlâksızlıktan yoksun
birer kraldılar. Onlar kötü kişi ve bozgunculara çok sert davranırlardı ve
bize Hz. Hûd (a.s.)'un şeriatına göre hükmederlerdi. Bu hakimlerin iyi ve
faydalı kararlan bir kitapta toplanırdı. Ve biz Mu'cizelere ve ölümden sonra
diriltileceğimize inanırdık."
Söz konusu ibare, Âd kavminin,
Allah'ın azâbı gelmeden önce refah ve saadet içinde yaşadıklarına dair Kur'ân-ı
Kerîm'in kayıtlarını harfiyen doğrulamaktadır. Bu ibare, ayrıca, Âd milletinin
gelişme, refah ve mutluluğun varislerinin, bilâhare Hz. Hûd (a.s.)'a iman
edenler olduğu yolundaki Kur'an'ın ifadelerinin de doğru olduğunu
ispatlamaktadır.
13.3.5. Âd Kavminin Yükselişiyle İlgili Kur'ân-ı
Kerim'in İfadeleri
Hz. Nuh'un ümmetinin yok oluşundan
sonra dünyada şan ve şöhret, refah ve saadet kazanan millet, Âd kavmiydi.
"... Nuh kavminden sonra sizi
hakimler yaptığını ve sizin halk arasında kuvvet ve kudretinizi artırdığını ve
Allah'ın size olan nimetlerini düşünün." (A'râf; 69)
Âd kavminin fertleri vücutça hayli
iri yarı ve kuvvetliydi.
"... Sizin halk arasında
kuvvet ve kudretinizi arttırdığını (düşünün)..." (A'râf; 69)
Âd kavmi kendi çağının rakipsiz ve
eşsiz milletiydi. Bu sebeble hiçbir millet onlarla yarışmayı aklının ucundan
bile geçiremiyordu:
"Ki beldeler arasında O'nun
benzeri yaratılmamıştı." (Fecr, 8)
Bu kavmin medeniyet ve kültürü göz
kamaştırıcıydı. Yüksek ve kalın sütunlardan yapılmış bina abideler inşa etmek
en belirgin özelliklerinden biriydi ve böyle şöhret bulmuşlardı.
"Görmedin mi, Rabbin Âd'a ne
yaptı? O sütunlarla dolu İrem'e". (Fecr; 6-7)
Bu maddi ve bedensel üstünlük,
kuvvet ve iktidar bu milleti fazlasıyla mağrur ve muhteris kıldı:
"... Âd Kavmi, yeryüzünde
haksız yere ululuk gösterip, 'Bizden daha kuvvetli kim var'? dediler..."
(Fussilet; 15)
Âd kavminin siyasi nizam ve
iktidarı son derece zâlim kişilerin elindeydi:
"... Her bir inatçı zorbanın
emrine uydular..." (Hûd; 59)
Dinî durumlarına gelince, Ad kavmi
Allah'ın varlığını inkâr etmiyordu, ancak Allah'a ortak koşuyordu. Onlar
sadece Allah'a kulluk etmekten hoşlanmıyorlardı.
"... Onlar: Yalnız Allah'a
ibadet edip, babalarımızın taptıklarını terk etmemiz için mi geldin?'
(dediler)..." (A'râf; 70)
13.3.6. Âd Kavmine Allah'ın Azabının Gelmesinin Sebebi
Kadim Âd kavmi, Allah'ın
kendilerine düşman olduğu veya onları ille yok etmek istediği için tarihe
karışmadı. Doğrusu şu ki, bu millet kendi mezarını kendi kazdı. Cenâb-ı Allah,
bu milletin ıslâhı ve düzelmesi için geniş imkânlar sağladı, düşünme fırsatları
verdi. Onları doğru yola getirmek üzere peygamberler yolladı ve bu
peygamberler vasıtasıyla işledikleri günah ve düştükleri kötü yoldan
kurtulmamaları halinde kötü bir akıbete uğrayacaklarını açık açık belirtti.
Felâket yolunun hangisi, refah ve saadet yolunun hangisi olduğuna işaret etti.
Ancak Âd'lılar ateşe körükle gidiyorlardı. Gözleri kör olmuş, kulakları
tıkanmıştı. Felâketi adeta bekler olmuşlardı. Hiçbir şeyin fayda vermeyeceğini
bilen Cenâb-ı Allah nihayet, Âd kavmine hak ettiği cezayı verdi.
13.3.7. Allah'ın Azabıyla İlgili Kur'ân-ı Kerîm'in
Açıklamaları
"Onlara dünyada zillet ve
hakaret azabım tattırmak için uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir rüzgâr
gönderdik..." (Fussilet; 16)
Kur'ân-ı Kerim'de bu azapla ilgili
verilen bilgiler şunlardır. Şiddetli rüzgâr veya fırtına tam yedi gece ve yedi
gün esti. Bu fırtına öylesine şiddetliydi ki, insanların kurumuş hurma
ağaçları gibi düşüp ölmelerine sebep oldu. (Bk; Hâkka; 7). Şiddetli rüzgâr,
üzerinden geçtiği her şeyi yok etti (Zâriyât; 42). Rüzgârın esmeye
başlamasından önce hava kararınca Âd kavmi neşe içindeydi. Zira onlara göre,
yağmur ve bereket yağacaktı. Fakat rüzgâr kopunca ortalığı mahvetti.
"Çünkü biz onların üzerine
uğursuzluğu devamlı bir günde, şiddetli bir rüzgâr gönderdik. Öyle bir rüzgâr
ki, insanları, kökünden sökülmüş hurma kütükleri gibi söküp atıyordu."
(Kamer; 19-20)
Yukarıda Fussilet suresinde
belirtildiği gibi "uğursuzluk (şiddetli rüzgâr ve fırtına) birkaç gün
sürdü. Hakkâ sûresi yedinci ayette de süre 7 gece, 7 gün olarak belirtilmiştir[5]
Semûd Kavmi de Âd kavmi gibi
Arabistan'ın en eski kavimlerinden biridir. Bu kavim, Ad'dan sonra en meşhur
kavimdir. Kur'ân-ı Kerim'in inişinden önce Semûd kavmiyle ilgili rivâyet,
hikaye ve destanlar Arabistan'da herkesin dilinde idi. Cahiliyye'nin şiir ve
hitabelerinde Semûd ismine sık sık rastlanıyor. Asur yazıtlarında, Yunanistan,
Roma ve İskender hakkında yazılan tarih ve coğrafya kitaplarında da Semûd
ismine rastlanıyor. Hazreti Îsa'nın doğuşundan kısa bir müddet evveline kadar
bu milletten sağ kalanlar vardı. Nitekim, bazı Romalı tarihçilerin ifadelerine
göre Semûd'lulardan bazıları Roma ordusuna katılarak, düşman oldukları
Nebtîlere karşı savaşmışlardı.
13.4.2. Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge
Semûd kavminin, bugün El-Hicr
olarak bilinen, Arap yarımadasının batısında bir bölgede yaşadığı tarihi
kayıtlardan sabittir. Zamanımızda Medine ile Tebûk arasında trenle yolculuk
sırasında Medâyin-i Salih adlı tren istasyonuna geliniyor. İşte burası Semûd
memleketinin hükümet merkeziydi. Eskiden bunun adı El-Hicr'di ve şimdi de bazı
kimseler burayı bu adla anmaktadır. Buralarda binlerce hektarlık alanda,
Semudluların bazı harabeleri bulunmaktadır. Bunlar arasında kayalara oyularak
yapılan koskoca binaların kalıntıları da vardır. Bu sessiz ve hazin şehri
bugün görenler, buranın nüfusunun 400-500 binden az olmayacağı kanısına varırlar[6].
Kur'ân-ı Kerîm'in inişi sırasında Hicaz'ın ticari kafileleri bu tarihi
harabelerden geçerlerdi. Hz. Peygamber (a.s.), Tebûk savaşma hazırlık sırasında
buradan geçerken müslümanlara, buranın ibret verici manzarasını göstermiş ve
tarihi eserlerden ne gibi ders alınması gerektiğini söylemişti. Hz. Peygamber
(a.s.), bir yerde bir kuyuya işaret ederek Hz. Sâlih'in dişi devesinin burada
su içtiğini hatırlatmış ve müslümanların yalnızca bu kuyudan su içmelerini,
başka kuyulara gitmemelerini emretmişti. Rasûlullah ayrıca, müslümanlara bir
geçidi de göstermiş ve bunun dişi devenin geçtiği geçit olduğunu açıklamıştı.
Nitekim, bu geçide bugün de "Fecc-ün Nâga" denir.[7]
13.4.3. Semûd Kavmine Ait Tarihî Kalıntılar
"Ad kavminden sonra sizi
hükümdarlar yaptığını ve sizi yeryüzünde yerleştirdiğini düşünün. Arzın
ovalarında köşkler ve saraylar bina eder, dağlan oyup evler yaparsınız.
Allah'ın nimetlerini anın. Ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlardan
olmayın." (A'râf; 74)
Semûd kavminin, dağ ve kayaları
oyma sanatı, Hindistan'da Ellora ve Ajanta mağaralarında ve dünyanın bazı diğer
bölgelerinde görülen oyma sanatının bir benzeriydi. Semûd'lular dağları oyarak
ve yontarak muhteşem bina ve saraylar yaparlardı ve böylece büyük sanat
eserleri ortaya çıkarırlardı. Bugün Medâyin-i Salih'te hâlâ ayakta duran
muazzam yapılar Semud'luların mimarî sanatının ne kadar gelişmiş olduğunun
birer delilidirler.
El-Hicr, Semud'un başkentiydi. Bu
şehrin kalıntıları, Medine'nin kuzey-batısında Şehr-ul Ulâ'dan birkaç
kilometre uzaklıkta bulunmaktadır. Medine'den Tebûk'a hem karayolu hem tren
yoluyla yolculuk sırasında bu şehre rastlanıyor. Yolcular ve turistler bu
vadiden geçerlerse de, Hz. Peygamber (a.s.)'in nasihati üzerine hiçbir
müslüman burada konaklamaz.
Sekizinci asırda İbn Batuta, Hacca
giderken buraya uğramıştı. İbn Batuta'nın yazdıklarına göre, "bunlarda
kırmızı renkli dağlarda Semûd kavmi tarafından oyularak yapılan binaların
kalıntıları vardır. Bu binaların rengi ve süsü öylesine tazedir ki, bugün
yapılmış gibi görülürler. Bu harabelerde hâlâ bazı çürümüş ceset ve insan
iskeletleri bulunur."
13.4.4. Maddî Kalkınma ve Ahlâkî Bozukluk
Semûd halkı ve milleti hakkında
Kur'ân-ı Kerîm'de birçok yerde ayrıntılı açıklamalar yer almıştır. (Bk: A'râf;
]3-19, Hûd; 61-68, Hicr; 80-84, Neml; 45-53, Zâriyat; 43-45, Kamer; 23-31,
Hâkka; 4-5, Fecr; 9 ve Şems; 11). Bunlardan, Âd kavminden sonra şan ve şöhret
kazanan milletin Semûd olduğu anlaşılıyor. Nitekim, yukarıdaki A'râf sûresinde
aynı ifadeleri bulmaktayız "Âd kavminden soma sizi hükümdar
yaptığını..." Fakat, maddi kalkınma, zenginlik, rahatlık ve bolluk Âd
kavmini nasıl bozduysa, Semûd halkını da kötü yönde etkilemekten geri kalmadı.
Yani, bir yandan hayat seviyesi yükselirken bir yandan da ahlâk düzeyi ve insanlık
alçaklıkça alçaldı. Bir tarafta, şehirlerde göz kamaştırıcı binalar ve saraylar
inşa ediliyor, dağlarda ve mağaralarda kayalara şekiller veriliyor, san'at
eserleri ortaya çıkarılıyordu; diğer tarafta ise, toplumda şirk ve putperestlik
yerleşiyor, eşitsizlik, adaletsizlik ve zulüm körükleniyor, milletin en kötü
insanları iktidar koltuklarından ahkâm kesiyor ve yüksek sınıf büyüklük ve
üstünlük kompleksiyle böbürleniyordu. Hz. Sâlih'in Hakk'a daveti ancak aşağı
sınıftakilerin bir bölümünü etkileyebildi. Yüksek sınıftakiler ise bunu
hakaretle reddettiler.
Semûd Kavminin Yaşadığı Bölge
13.4.5. İtaatsizlik ve İsyânın Üç Sebebi
Semûd kavmi üç sebepten dolayı Hz.
Sâlih'in dâvetini reddediyordu. Birincisi, Hz. Sâlih bir beşer veya insandı,
başka insanlardan üstün bir tarafı yoktu. İkincisi, Hz. Sâlih Semûd kavminin
bir ferdiydi ve herhangi bir fazileti yoktu. Üçüncüsü, Sâlih alelâde ve
yapayalnız bir insandı. Kendisi tanınmış bir hâkim veya kabile reisi değildi,
çevresinde pervane gibi dolaşan adamlar yoktu. Bir ordusu yoktu. Gösterişli
tavırları yoktu. Semûd'lu eşraflara göre Hz. Sâlih, insanüstü bir varlık
olmalıydı. Onlar O'nun beşeriyetini de kabul etmeye hazırdılar, ancak alelâde
bir kişi olması ve bizzat kendi milletinden olmasını hazmedemiyorlardı. Böyle
bir insan başka bir yerden ve milletten gelmeliydi, hatta gökten
indirilmeliydi. Bunların hiçbiri olmazsa, en azından nüfuzlu bir kabile reisi
ve zengin bir lider olmalıydı. Salih gibi sade ve sâf bir insanın peygamber
olmasını bir türlü kabul edemiyorlardı.
13.4.6. Hayır İle Şer Arasındaki Mücadele
Hz. Sâlih, halkı hidayete
çağırmaya başlar başlamaz, Semûd kavmi iki rakip kampa bölünüverdi."...
Onlar iki fırka olup birbirleriyle çekişmeye başladılar" (Neml; 45)
Bu iki fırkadan biri Hz. Salih'e
ve Allah'a iman edenlerden oluşuyordu, ikincisi ise Hz. Salih ve Allah'ı inkâr
edenlerden teşekkül ediyordu. İki rakip kampa bölündükten sonra, aralarındaki
çekişme ve mücadele de çetin bir şekilde başlayıverdi.
"Kavminden kendilerini büyük
görenler, onlardan iman eden zayıflara, 'Salih'in Rabbi katından gerçekten
gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz' (diye alayvari söz
söylediler). Mü'minler de, 'Biz,
O'nunla gönderilen şeye iman
edenlerdeniz.' dediler. Büyüklük taslayanlar (yine), 'Sizin iman ettiğiniz
şeyi biz inkâr eyleriz' dediler." (A'râf; 75-76)
Bunun yanı sıra, Kur'ân-ı Kerim'de
Semûd kavminin ileri gelenlerinin şu sözlerine de yer verilmiştir:
"Ey Sâlih, eğer sen
gönderilmiş peygamberlerden isen bize va'd ettiğin azabı getir." (A'râf;
77)
13.4.7. Mu'cize Gösterilmesi İçin Çekilen Restler
Semûd kavminin ileri gelenleri
durmadan Hz. Salih'e meydan okuyor ve rest çekiyorlardı. Onlar diyordu ki,
"eğer sen gerçekten Allah'ın elçisi isen, o zaman bize bir Mu'cize göster
de görelim." Semud’luların bu sürekli isteği üzerine Cenab-ı Allah da
dişi deveyi Mu'cize olarak aralarına gönderdi.
Cenab-ı Allah'ın bu buyruğu
("Biz dişi deveyi onlara fitne olarak gönderiyoruz" sözlerinin bir
açıklamasıdır. Fitne ve imtihan, dişi bir devenin birden bire Semûd kavmi arasında
belirmesiydi. Semûd kavmi bu deve ile ilgili olarak uyarılmıştı. "Bu dişi
deve belirli günlerde tek başına su içecektir. Bunun su içtiği gün sizler
sakın hayvanlarınıza su içirmeyin, ve su içtiği kuyu, çeşme veya dereye ne
kendiniz gelin ne de hayvanlarınızı getirin. Dişi deve ve diğer hayvanlar
nöbetleşerek su içeceklerdir. Bu kural bozulmamalıdır. Yoksa size büyük bir
felâket gelecektir." Bu ikazı aktaran kişi Hz. Salih idi. O Sâlih ki,
Semûd kavminin ileri gelenleri onunla alay ediyor, onun ordusu ve yardımcıları
olmadığım söylüyorlardı.
Şuara sûresinin 154-156
ayetlerinden, böyle bir ilâhî işaret veya Mu'cizenin gösterilmesini bizzat
Semûd kavminin istediği sabittir. Semûd halkı, ancak böyle bir işaret gördükten
sonra Hz. Sâlih'in peygamber olacağına inanabileceğim belirtmişti. İşte bu
isteğe uyarak Hz. Salih dişi deveyi kendilerine sundu. Böylece, dişi deve'nin
de diğer bazı peygamberlerin Mu'cizeleri gibi bir Mu'cize olduğu anlaşılıyor.
Ayrıca, bu Mu'cize ile birlikte Hz. Sâlih'in, ümmetini son defa ikaz ettiği de
anlaşılıyor. Hz. Sâlih'in söylediğine göre, bu dişi deve Semûd kavminin
kaderini tâyin edecekti. Allah tarafından bir ibret nişanesi olarak gelen bu
deveye bir takım imtiyazlar tanınmalıydı. Bu deve her tarafa dolaşmakta serbest
olacaktı ve belli bazı günlerde çeşme ve derelerden su içecekti. Semûdlular
bunun yanına yanaşmamalıydı, hele kötü bir niyetle dokunmaları bile felâkete
davetiye çıkarmak gibi bir şey olacaktı. Semûd kavmi belirli bir süre devenin
olağanüstü bir hayvan olduğuna inandı ve Hz. Sâlih'in dediklerini istemeyerek
de olsa yaptı. Ama kötü niyetlerini uzun bir süre saklayamadılar ve fitne ve
fesâda baş vurdular.
13.4.9. Dişi Devenin Öldürülmesi
"Derken o dişi deveyi
kestiler." (A'râf; 77)
Hz. Sâlih'in dişi devesi bir
müddet Semûd kavmini şaşkın ve tedirgin yaptı. Semûd'lu ileri gelenler küplere
biniyorlardı ve bu deveyi ortadan kaldırma çarelerini düşünüyorlardı. Nihayet,
hayli atak davranan bir kabile reisi, devenin işini bitireceğine arkadaşlarını
inandırdı. Şems sûresinde bu adamdan şöyle bahsedilmiştir; "En bahtsızları
ayaklandığı vakit" (Âyet; 12). Kamer suresinde ise şöyle denilmiştir:
"Nihâyet arkadaşlarını çağırdılar. O da kılıcını çekip deveyi kesti."
(Âyet; 29)
Yukarıdaki her iki sûrede görüldüğü
gibi, dişi deveyi öldüren tek bir kişiydi. Ama onun fiili bütün millet
tarafından desteklendiği için herkes onun suç ortağıydı. Bu sebeple ceza da
sadece o kişiye değil bütün millete verildi[8].
13.4.10. Hz. Salih'e Karşı Şirretlilerin Tertibi
"O şehirde, eşraftan dokuz
kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde fesâd çıkarıyor ve iyilik etmiyorlardı.
Allah'ın adı ile yeminleşerek dediler ki: 'Gece baskını yapıp Salih'i ve
ailesini öldürelim. Sonra velisine: Biz o ailenin helakinde hazır değildik.
Gerçekten biz doğru söyleyenleriz diyelim! Onlar bir hile düşündüler. Biz de
onların haberleri olmadan hilelerinin akıbeti nasıl oldu. Biz hem kendilerini
hem de kavimlerini helâk ettik." (Neml; 48-51)
Yukarıdaki ayetlerde belirtildiği
gibi, Semûd kavminin ileri gelenleri, Hz. Sâlih (a.s.)'ten kurtulmanın tek
çaresinin onu öldürmek olduğunu düşündüler ve bunun için harekete geçtiler.
Ama, plânladıkları gibi gece Hz. Sâlih'in evine saldırmadan önce Allah onlara
azabını gönderdi. Bu azâb ile sadece kendileri değil, bütün Semûd kavmi yok
oldu.
Öyle anlaşılıyor ki, Semûdlular,
Hz. Salih'i öldürme plânını dişi devenin öldürülmesinden sonra hazırladılar.
Hûd suresinde belirtildiği gibi, dişi devenin boğazlanmasından sonra Hz.
Salih, üç günlük mühlet kaldığını, bundan sonra azabın geleceğini söylemişti.
Bunun üzerine Semûdlular şöyle düşünmüş olabilirler: Salih'in bizi korkuttuğu
azâbın geleceği yok; neden biz dişi devesinden sonra onun işini de
bitirmeyelim? Hz. Salih'in evine baskın düzenlemek için kararlaştırdıkları gece
de herhalde azâbın geleceği gece idi ve o gece bunlar baskın düzenlemeden
Allah'ın gazabı onları yakalayıverdi.
Şuarâ suresinin 158. ayetinde
şöyle denilmiştir: "O azap kendilerini yakalayıp helâk etti..."
Kur'ân-ı Kerîm'in diğer yerlerinde bu azâb ile ilgili şu kayıtlara rastlıyoruz:
Dişi devenin kesilmesinden sonra, Hz. Sâlih, ümmetini şöyle uyardı: "...
Yurdunuzda üç gün daha yaşaya durun." (Hûd; 65). Bu uyarı yapıldıktan
sonra üçüncü gün, yani mühletin sona erdiği gece yarısı ile sabah arasındaki
süre içinde korkunç bir patlama oldu ve bununla beraber öyle bir zelzele oldu
ki, bir ânda bütün Semûd kavmi yok oldu. Sabah olunca, etrafta ezilmiş,
parçalanmış ve tanınmaz hâle gelmiş cesetlerden başka bir şey yoktu. Bu cesetler,
bir ahırda, hayvanların ayaklarıyla ezilen çim ve otlar gibi ezilmiş ve
çiğnenmiş durumdaydılar.
13.4.12. İman Sahipleri Kurtuldu
"(Azap) emrimiz geldiğinde
Salih'i ve onunla beraber iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile o günün
azabından kurtardık..." (Hûd; 66)
Sina yarımadasında yaygın
rivâyetlere göre, Semûd kavmi Allah'ın azabına uğrayarak helâk olunca, Hz.
Sâlih hicret ederek Sina'ya geçti. Nitekim Musa dağının yanı başında
Nebi-Sâlih diye bir tepe vardır. Rivâyetlere göre Hz. Sâlih burada yaşıyormuş.
13.4.13. Semûd Kavminin Geliştirdiği Büyük Medeniyet
Ve Bunun Kalıntıları
Âd kavminin mimari sahada en
belirgin özelliği yüksek ve kalın sütunlu binalar yapması ise, Semûd
medeniyetinin başlıca hususiyeti de dağlar, kayalar, taşlar ve mağaraları
oyarak müstahkem ve muhteşem eserler meydana getirmesiydi. Nitekim Fecr
suresinde, Âd kavmine "sütün sahibi" denilmişse, Semûd kavmine
"vadide kayaları oyan" millet lakâbı verilmiştir. Ayrıca, Semûd
ulusunun ovalarda ve düzlüklerde de muhteşem saray ve köşkler yaptığı
kaydedilmiştir. (A'râf; 74). Semûd kavminin bu mimari eser ve sanat
harikalarının gaye ve hedefi neydi? Kur'ân-ı Kerîm, Semud'un bütün bunları
kendisini büyük görme ve gösterme hevesiyle yaptığını açıklamaktadır. Yani sırf
gösteriş merakı, servet ve ihtişam ile kuvvet ve iktidarın bir icâbı olarak bu
eserleri meydana getirmişti. Bunların arkasında ulvi bir gaye, ebedî bir
gerçek yoktu. Umumi menfaat diye bir şey de yoktu. Kısacası, yozlaşmış ve
kokuşmuş bir millet ile medeniyet bu hususta ne yaparsa Semûdlular da onu yapmışlardı.
Semûd medeniyetine ait tarihi eser
ve harabelerden bazıları iyi korunmuştur. Bunları ben 1959'da kendi gözümle
gördüm. Medâyin-i Sâlih veya El-Hicr olarak bilinen yerde bulunan bu tarihi
kalıntılar Medine ile Tebûk arasında, El-Ula’ya birkaç kilometre kuzeydedir.
El-Ula güzel bir vadi olup etrafında yemyeşil bağ, bahçe, dere ve pınarlar
vardır. Fakat El-Hicr hazin ve ölümcül bir manzara arz etmektedir. Burada ne su
var, ne bağ, ne de bahçe! Nüfusu da yok denecek kadar azdır. Burada bir kuyu
vardır ki Hz. Sâlih'in devesinin burada su içtiği bildiriliyor. Osmanlı devrine
ait metruk bir askeri karakolun içinde bulunan bu kuyu hâlen kurumuş
vaziyettedir. El-Ula'ya vardığımızda çatlamış, yıkılmış ve kısmen çökmüş dağ ve
tepelerle karşılaştık. Bunların Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan büyük bir zelzele
sonucu bu hâle geldiği hemen anlaşılıyor. Benzeri dağları doğuda El-Ulâ'dan
Hayber'e kadar uzanan bölgede de gördük. Bundan, Allah'ın gazabı ve azâbı
olarak meydana gelen zelzele'nin yaklaşık 500 km. uzunlukta ve 200 Km.
genişlikte bir alanı etkisi altına aldığı anlaşılıyor. El-Hicr'de gördüğümüz
Semûd kavmine ait binaların kalıntılarının benzerlerini Akabe Körfezinin
kıyısında Medyen'de ve Ürdün'de Petra mevkiinde gördük. Bilhassa, Petra'da
Semûd ve Nebtî yapılan yan yana bulunuyor ve bunlardan aradaki mimari farkı
hemen belli oluyor. Herkes bu yapıların çeşitli devirlerde ve çeşitli kavimler
tarafından yapıldığına kanaat getiriyor.
İngiliz oryantalist, Kur'ân-ı
Kerîm'in ifadelerini yalanlamak için, el-Hicr'deki binaların Semûd kavmine
değil, Nebtîlere ait olduğunu iddia ediyor. Fakat bu milletlerin mimari tarz ve
ananesi o kadar değişiktir ki, ancak kör bir kişi bunların tek bir millete ait
olduğunu iddia edebilir. Tahminim odur ki, dağlar ve kayaları oyarak bina
yapma sanatını Nebtîler, Semûd kavminden öğrendiler ve binlerce yıl sonra Hz.
Îsa'nın doğumundan önce 200-100 yılları arasında bunu zirveye ulaştırdılar.
Aynı şekilde, Hindistan'da Hindular, Petra'daki mağaralardan yaklaşık 700 yıl
sonra Ellora ve Ajanta mağaralarında heykelcilik ve mimarî tarzı doruğa
çıkardılar.
13.5. HZ.
İBRAHİM (A.S.)'İN ÜMMETİ
Hz. İbrahim (a.s.), Hz. Nûh
(a.s.)’tan sonra İslâmiyet'in mesajını bütün dünyaya yaymak üzere Allah
tarafından görevlendirilen ikinci peygamberdi. Hz. İbrahim, önce Irak'tan
Mısır'a ve Suriye ile Filistin'den Arap çölüne kadar çeşitli bölgeleri
senelerce gezerek insanları, Allah'a itaate ve İslâmiyet'e davet etti. Sonra
mesajını her tarafa iletebilmek için muhtelif yerlerde naip ve yardımcılar
tâyin etti. Ürdün'e yeğeni olan Hz. Lût'u gönderdi, Suriye ve Filistin'e oğlu
Hz. İshâk'ı tayin etti ve Arabistan'ın iç kısımlarına büyük oğlu Hz. İsmail'i
yolladı. Daha sonra, Allahu Teâlâ'nın emriyle Mekke'de Kâbe adıyla bilinen
Allah'ın evini inşa etti ve yine Allah'ın emri üzerine burasını çalışmalarının
merkezi olarak seçti.
13.5.1. Hz. İbrahim'in Doğduğu Yer
Son araştırma ve incelemeler
neticesinde Hz. İbrahim'in doğduğu şehir ve ayrıca o devirde yaşayan
insanların hayat tarzını belirten bazı bulgular da elde edilmiştir. Sir
Leonard Wolley'nin, Londra'da 1935'te neşrolunan "Abraham" (Hz.
İbrahim) adlı kitabı bu hususta hayli aydınlatıcı bilgiler ihtiva etmektedir.
Biz burada bu bilgilerin özetini sunuyoruz.
Bugün tarihçi ve araştırmacıların
genellikle Hz. İbrahim (a.s.)"in doğduğu yıl olarak kabul ettikleri M.Ö.
2100 dolaylarında Ur şehrinin nüfusunun 250 bin ilâ 500 bin arasında olduğu
tahmin ediliyor. Bu şehir önemli bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Buraya bir yandan
Pamir ve Nilgari'den mallar gelirdi ve diğer yandan bu şehrin Anadolu ile yakın
ticari ilişkileri vardı. Başkenti bulunduğu memleketin sınırları bugünkü
Irak'ın kuzeyinde biraz kısa ve batıda biraz uzundu. Nüfusun çoğu ticaret ve sanayi
ile uğraşıyordu. Bu döneme ait, tarihi harabelerde bulunan kitabelerden halkın
görüşünün tamamıyla maddeci olduğu anlaşılıyor. Urluların en büyük gayesi mal
ve mülk sahibi olmak, para kazanmak ve lüks içinde yaşamaktı. Faizcilik almış
yürümüştü. Para ve servete düşkün olan bu millet tabiatıyla ticari zihniyet
taşıyordu. İlişkiler menfaatler üzerinde kuruluyor, sevgi ve saygı gibi
kavramlar göz ardı ediliyordu. Herkes birbirine şüphe ve kuşkuyla bakardı.
Münakaşa, kavga ve adli davalar olağan bir olay haline gelmişti. Ur'lular
tanrılarına genellikle uzun ömürlülük, zenginlik, işte ve ticarette kazanç,
refah ve mutluluk için dua ederlerdi. Nüfus üç gruba ayrılmıştı:
1) Amîlû: Bunlar yüksek sınıfı
oluşturuyorlardı, ki bunlar arasında yönetici kadro, yüksek yetkililer, subaylar
ve rahipler yer alıyordu.
2) Mişkînû: Bunlar ticaret, sanayi
ve tarımla iştigal eden kişilerdi
3) Ardû: Köle ve esirler.
Bu sınıfların birincisi geniş
çapta imtiyaz ve imkânlara sahipti. Bu sınıf medeni ve ceza hukukunda bir
takım üstünlüklere sahipti. Bunların can ve malları diğer sınıftakilerden daha
değerliydi.
Hz. İbrahim (a.s.) işte böyle bir
toplumda gözünü açtı. Talmud'da verilen bilgilere göre Hz. İbrahim, Amîlû
sınıfının bir ferdiydi. Babası devletin en üst kademesinde bulunan bir yetkiliydi.
Hz. İbrahim (a.s.)'in Göç Yolu
13.5.2. Putlar, Tapınaklar ve Dini Törenler
Ur şehrinin harabelerinden
çıkarılan kitabelerde 5000 tanrının adına rastlanıyor. Memleketin çeşitli şehir
ve kasabalarının çeşitli tanrıları vardı. Her şehrin bir Koruyucu Tanrısı
olurdu ve buna "Rabb-ül Beled" veya "Baş İlâh" denilirdi.
Buna diğer ilâhlardan çok daha hürmet ve sadakat gösterilirdi. Ur'un koruyucu
tanrısı veya Baş Tanrısı, Nannâr (Ay Tanrısı)dı ve bu münasebetle şehrin adı
sonradan "Kemerîne" oldu. İkinci büyük kent Larse idi, ki Ur'dan
sonra hükümet merkezi oldu. Buranın Koruyucu Tanrısı, "Şamâş"tı
(Güneş Tanrısı). Bu büyük tanrılara tâbi olan birçok küçük tanrı ve tanrıçalar
vardı ki, bunların çoğu gökteki yıldız ve gezegenlere, azı dünyaya mensuptu.
Halk arzu ve isteklerinin çoğunu bu küçük tanrılara iletirdi. Gerek gökteki
gerekse yerdeki tanrıların putları yapılmıştı ve bütün ibadet ve dualar bu
putların önünde yapılırdı. Nannâr'ın putu Ur şehrinin en yüksek tepesinde yapılmış
olan muhteşem bir tapmakta bulunuyordu. Bu putun yanında Nannâr'ın karısı,
"Nan-gül"ün mabedi vardı. Nannâr tapınağı kraliyet sarayı kadar
görkemliydi. Bu tapmağın yatak odası da vardı ki her gece güzel bir kız buraya
gelip Nannâr'ın "gelini" oluyordu. Bu tapınakta diğer birçok erkek ve
kadın rahip ve rahibeler vardı ki, tanrıya adanmışlardı. Kadınların çoğu
aslında "dinî fahişe"den başka bir şey değillerdi. Tanrı adına
bekaretini kaybeden bir kız, Allah katında çok makbul sayılırdı. Bir kadının
hiç olmazsa, hayatında bir defa, Allah için, yabancı birinin koynuna girmesi,
kıyamette bir kurtuluş sebebi kabul edilirdi. Bu açık dinî fahişelikten en çok
rahip ve keşişlerin yararlandığını söylemeye sanırız gerek yoktur.
13.5.3. Nannâr Tanrı'nın Yeri ve Mevkii
Nannâr sadece bir tanrı değil,
aynı zamanda ülkenin en büyük toprak ağası, tüccarı, sanayicisi, fabrikatörü ve
iktidar sahibiydi. Çok sayıda bağ, bahçe, tarla, ev, bina, tapmak ve devlet
kuruluşları bu tanrıya adanmıştı. Nannâr Tanrı'nın emlâki sayılan bu yerlerden
alman vergiler ve kazançların yanı sıra, çiftçi, toprak ağası, işçi, tüccar,
esnaf ve memurların getirdiği süt, yiyecek, içecek, altın, kumaş ve diğer
kıymetli hediyeler de tapınağına giderdi. Ticaretin önemli bir bölümü
tapmaktan idare edilirdi. Bu işleri, kendilerini tanrının naip ve temsilcisi
ilân eden rahip ve din adamları yaparlardı ve dolayısıyla her türlü maddî
menfaati de elde ederlerdi. Buna ilâveten, ülkenin en büyük mahkemesi de bu
tapınaktı. Mahkeme'de rahip ve din adamları yargıç olurdu ve verdikleri
kararlar, tanrının kararları olarak kabul edilirdi. Kral ve kraliyet ailesi de
Nannâr tapınağına tâbi idiler. Gerçek hükümdar Nannâr'dı, kral da onun naibi
olarak hüküm sürerdi. Bu itibarla kral da tanrılar arasında yer alırdı ve halk
ona tanrı diye tapardı.
13.5.4. Nemrud'un Saltanatının Başlangıcı ve Sonu
Hz. İbrahim zamanında Ur'da hüküm
süren hanedanın kurucusu Urnammu idi. Urnammu, Hz. Îsa'nın doğumundan önce 2300
yıllarında geniş bir saltanat kurmuştu. Bu saltanatın hududu doğusu Susa'dan
batıda Lübnan'a kadar uzanıyordu. Bu sebeple bu hanedana önce "Nammu"
denildi ve bu isim zamanla değişerek "Nemrud" oldu. Hz. İbrahim'in
Ur'dan hicret etmesinden sonra hem Nemrud hanedanına hem Ur'lulara üst üste
felâketler gelmeye başladı. Evvelâ, Aylâmîler Ur'u yağma ettiler ve Nemrud'u
Nannar'ın putuyla birlikte esir alıp götürdüler. Daha sonra Larse'de bir Aylamî
saltanatı kuruldu. Ur, bu saltanata bağlanmış oldu. Nihayet, Arap kökenli bir
hanedanın yıldızı Babil'de parladı ve Lârse ile Ur'un her ikisi de bu hanedana
bağlanıverdi. Bu üst üste gelen felâketler, Urluların Nannar'a olan
bağlılığını zedeledi, zira bu Büyük Tanrı onları en kötü anlarında
koruyamamıştı.
13.5.5. Hz. İbrahim'in Öğretilerinin Etkileri
Hz. İbrahim'den sonra Urlular'ın
ve bölgenin diğer milletlerinin, O'nun öğretilerini ne ölçüde kabul ettiklerini
kesinkes tâyin etmemiz mümkün değildir. Ancak, MÖ. 1910'da Babil Hükümdarı,
Hamurâbi' (İncil'de adı Amurafil olarak geçiyor)'nin çıkardığı yasalar, Hz.
İbrahim'in öğretilerinden belli bir ölçüde yararlandığı gerçeğini ortaya
koymaktadırlar. Bu yasaların ayrıntılarını kapsayan bir yazıt M.S. 1902'de bir
Fransız arkeolog tarafından ortaya çıkarıldı. Bu yazıtın İngilizce tercümesi
1903'te C.H.W. John tarafından "The Oldest Code of Law" (Tarih'in En
Eski Kanunnamesi) adı altında ilim âlemine sunuldu. Bu kanunnamede yer alan
pek çok kanun ve usuller Musevî Şeriat'a benzemektedir.
13.5.6.Tam Bir Şirk Medeniyeti
Çağımızın araştırma ve
incelemelerinin sonuçları doğruysa, Hz. İbrahim'in ümmeti için şirk sadece
dini bir inanç veya putperestlere mahsus bir ibadet şekli değildi. Aynı zamanda
bu milletin bütün siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel hayatı bunun üzerinde
kurulmuştu. Bura karşılık, Hz. İbrahim'in Tevhid ile ilgili daveti sadece
putperestlerin ibadet şeklini ve inancını değil, aynı zamanda hükümdarların
tanrısal sıfatlarını, hakim sınıfın imtiyaz ve üstünlüklerini, rahip ve din
adamlarının menfaatini ve kısacası ülkenin siyasi, ekonomik ve sosyal yapısının
tümünü etkileyecek nitelikte idi. Hz. İbrahim'in davetini kabul etmek, toplumu
temelden değiştirmek demekti. Bu toplum yepyeni temellere oturtulmalıydı.
Tevhid'in etkisi toplumun her alanında ve kesiminde görülmeliydi. Böyle büyük
çaptaki bir değişiklik ve devrimi kimse kabul etmeye hazır değildi, hele
menfaatleri en çok etkilenecek olan hükümdarlar, hakim sınıf, din adamları ve
en başta Nemrud benimseyemezdi. Onu niçin, toplumun her kesimi buna şiddetli
bir tepki gösterdi.
13.5.7. Nemrudî Şirk Nizamının Değerlendirilmesi
Eski çağlardan beri müşrik
toplumların belli bir özelliği vardı. Bu toplumlar ve halklar, Allah'ı
"Tanrıların Tanrısı" veya "En Büyük Tanrı" olarak kabul
ederler, ama onun tek olduğuna inanmazlardı. Onlar Allah'a pek çok ortak
koşarlardı.
Müşrikler her zaman tanrılarını
iki kısma ayırmışlardır. Bunlardan biri tabiatüstü bir varlıktır ki, bütün
sebep ve neticelere hâkimdir. İnsanlar buna her türlü ihtiyaç ve sıkıntılarını
anlatır ve ondan çare bulmasını arzu ederler. Bu tanrı icabında tek veya çok da
olabilir. Birden çok tanrılar olunca, en kudretli ve kuvvetli tanrıya ruh,
melek, cin, seyyare ve diğer bazı varlıklar yardımcı tanrılar olarak
katılırlar. Müşrikler bunlara dua eder, yalvarır, ibadet eder ve kıymetli
hediyeler sunarlar. İkinci tür tanrılık siyaset ve medeniyetle ilgilidir. Bu
kategoriye hükümdar tanrılar girer. Bu tanrılar siyasi, sosyal, ekonomik ve
hukuki alanda çeşitli yasalar çıkarabilir, kendilerine bağlılığı sağlayabilir
ve kısacası, dünyevi işlerde halkın mercii olurlar. Bu tür tanrısal sıfatlar
her devirde Allah'tan alınıp, krallık, hakimler, kraliyet aileleri, din
adamları ve rahipler ile toplumun ileri gelen kişileri arasında dağıtılmıştır.
Kraliyet ailelerinin çoğu bu açıdan tanrılık iddiasında bulunmuşlardır.
İddialarını pekiştirmek için de ilk tür tanrı veya tanrıların evlâdı
olduklarını ileri sürmüşlerdir. Dinî çevreler ve rahipler de bu hususta
kendileriyle işbirliği yapmışlardır.
Nemrud'un tanrılık iddiası da bu
türdendi. Nemrud kendisi Allah'ın varlığını inkâr etmiyordu. Gök, yer ve bütün
kâinatın yöneticisi ve yaratıcısının kendisi olduğunu ileri sürmüyordu.
Dünyada ve evrende her şeye hakim olduğunu da söylemiyordu. İddiası şuydu: Ur
veya Irak ülkesi ve halkının mutlak hakimi benim. Ben buranın rakipsiz
hükümdarıyım. Ağzımdan çıkan söz bir kanundur. Üzerime başka kimsenin iktidarı
ve hakimiyeti yoktur. Bu itibarla, beni Tanrı ve Hükümdar olarak kabul etmeyen
Irak'ın her vatandaşı asi ve günahkârdır.
13.5.8. Hz. İbrahim'in Tevhid'e Davetinin Siyasi
Yönleri
Hz. İbrahim (a.s.) Allah'ı tek bir
ilâh olarak kabul ettiğini ve bunun dışında her türlü tanrıyı üstün
şahsiyetleri ve batıl itikadları reddettiğini ilân edince sadece Ur kavminin
millî din ve inançlarına ağır darbe indirmiyordu, aksine Nemrud ve diğer hakim
tabakanın kuvvet ve iktidarına da açıkça meydan okumuş oluyordu. Zira,
yukarıda gördüğümüz gibi dinî inanç ve felsefe Ur'luların bütün hayatını
etkilemiş ve bunun sayesinde Nemrud ve yandaşları ülkenin en çıkarcı zümresi
haline gelmişlerdi. Hz. İbrahim tek Allah'a inanmaya davet etmek suretiyle
Ur'luların tanrılarını reddettiği gibi Nemrud'un tanrısal sıfatı ve bu sıfat
sayesinde sahip olduğu iktidar, şan ve şöhretini de tehlikeye sokmuş oluyordu.
Bu sebeple devlete ve hükümete başkaldırmak suçundan Nemrud'un huzuruna çıkarıldı.
13.3.9. Hz. İbrahim'in İkazı ve İleri Sürdüğü Deliller
Nemrud'un sarayında Hz. İbrahim'in
sorguya çekildiği ve bizzat Nemrûd'la tartıştığı pek çok tarihî ve dinî kitapta
yer almaktadır. Tartışma sırasında Hz. İbrahim, hayat ve ölümün Allah'ın elinde
olduğunu söyleyince, Nemrud, "hayat ve ölüm benim elimdedir" dedi.
Bunun üzerine Hz. İbrahim, Nemrud'a şöyle seslendi. "Peki, Cenab-ı Allah,
güneşi doğudan doğduruyor; sen bunu batıdan doğdur da görelim." Hz.
İbrahim'in bu sözleri Allah'ı inkâr eden Nemrud'u hayli şaşırttı ve çaresizlik
içinde bir şey yapamadı.
Hz. İbrahim zaten ilk sözleriyle,
Rabb'in, Allah'tan başka bir kimse olamayacağını kanıtlamıştı. Ama Nemrud
inatçılıkla bunun cevabını vermekten çekinmedi. Fakat Hz. İbrahim'in bundan sonraki
sözleri, Nemrud'un foyasını büsbütün çıkarıverdi. Güneş ve ayın, Hz.
İbrahim'in "Allah" dediği tanrıya bağlı olduğunu pekâlâ biliyordu ve
bu hususta hiçbir şey yapamayacağını anlamıştı. O nedenle, cevap verse de ne
verecekti? Fakat kendi sarayında ve herkesin önünde Hz. İbrahim'e pes edemezdi
ve bir ânda mutlak hakimiyet iddiasından vazgeçemezdi. Hz. İbrahim'in sözleri
Nemrud'u sadece şaşırttı, onun doğru yola yönelmesine yaramadı. Nemrud kendini
beğenme ve kendine tapma huyundan vazgeçip Hakk'a tapma cesaretini gösteremedi.
Halbuki, bu noktada Hakka yönelmiş olsaydı belki de kendisini bekleyen korkunç
akıbetinden kurtulmuş olacaktı.
13.5.10. Nemrud'un Ateşi ve Hz. İbrahim Halîlullah'ın
Çiçekleri
Talmud'daki kayıtlara göre,
Nemrud'un Sarayındaki hararetli münakaşa ve münazaradan sonra Hz. İbrahim
zindana gönderildi zindanda 10 gün kaldı. Bundan sonra Kraliyet Konseyi O'nun
diri diri yakılmasına karar verdi.
Kur'ân-ı Kerim'in ifadelerine göre
Nemrud ve yandaşları bu kararı harfiyyen uyguladılar da.[9]
Ateş yakıldı ve Hz. İbrahim buna atıldı. Ama ateşte Hz. İbrahim'e bir şey
olmadı, zira ateş, Allah'ın emriyle soğudu ve üzerinde çiçekler açtı.[10]
Hz. İbrahim'in kavmi dünyadan
silindi ve öyle silindi ki adı sanı bile kalmadı. Allah'ın gönderdiği azaptan
kurtulan yalnızca Hz. İbrahim ve mübarek evlâtları (Hz. İsmail ve İshâk) idi.[11]
Kur'ân-ı Kerim'de, Hz. İbrahim'in Ur veya Irak'ı terk etmesinden sonra Nemrud
ve bütün millete ne gibi bir azâbın indiği belirtilmemiştir. Fakat bunların
azâba uğramış milletlerden biri olduğu sabittir.[12]
Hz. İbrahim (a.s.)'i alt etmeğe,
O'nun sesini kısmağa çalışan Babil'in hükümdar, hâkim, rahip ve din adamları ve
bu çirkin işte onlarla beraber hareket eden halk, tarihe karıştılar, hem de
öyle ki bugün onların izlerine bile rastlamak zordur. Ancak, Allah'ın kelâmını
söylemek suçundan ateşe atılmak istenen ve bilâhare çaresizlik içinde ülkeyi
terk etmeye zorlanan o büyük insan öylesine büyük şan ve şerefe erişti ki,
geçen dört bin yıldan beri adı anılmaktadır ve inşaallah kıyamete kadar da
anılacaktır. Dünyanın bütün müslüman, Hıristiyan ve Yahudileri, İbrahim
Halilullah'ın üstün vasıflı bir peygamber olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.
Gerçek şudur ki, geçen 40 yüzyılda insan soyu hidayet nurundan ne kadar feyz
elde etmişse bu yüce insanın gayret, fedakârlık ve güzel örnekleri
sayesindedir. Hz. İbrahim, ahirette Allah'ın lütûf ve inayetine nail olacaktır,
ama bu dünyada da O'nu seven ve sayan milyonlarca insan vardır.
Hıristiyanların mukaddes kitabı
İncil'de Nemrud ile Hz. İbrahim (a.s.) arasındaki tartışma, kendisinin ateşe
atılması, bu ateşin soğuması, kendisine hiçbir şey olmaması, zindana atılması,
milleti ile amansız mücadelesi ve nihayet Babil (Irak veya Ur)'e Allah'ın
azâbının inmesi, kısacası, Babil veya Irak'taki yaşantısının hiçbir safhası
kaydedilmemiştir. Ancak İncil'in "Doğum" ile ilgili bölümünde Hz.
İbrahim (a.s.)'in ülkeyi terk etmesine dair bazı kayıtlar vardır. Fakat bu olay
bir peygamberin hicretinden çok alelâde bir ailenin, iş ve geçim kaynaklarını
aramak üzere bir ülkeden başka bir ülkeye göç etmesi gibi anlatılmıştır.
Kur'ân-ı Kerim ile İncil'in kayıtlarında önemli bir nokta daha vardır. Kur'ân-ı
Kerîm'e göre Hz. İbrahim'in müşrik ve putperest babası, oğluna baskı ve zulüm yapanların
başında idi. İncil ise, bizzat Hz. İbrahim'in babasının, evlâtlarıyla birlikte
(ki bunlar arasında oğul, torun ve gelinleri de vardı) Harran'a gidip
yerleştiğini beyan etmektedir. (Bk: Doğum, XI, Bölüm, 27-32 ayetleri). Bundan
sonra, Cenab-ı Allah'ın, Hz. İbrahim'e, Harran'dan Kenan'a gidip yerleşme emri
verdiği belirtilerek şunlar ekleniyor. "Ben seni büyük bir millet haline
getireceğim ve bereket vereceğim ve senin ününe ün katacağım. O halde, sen
bereketli ol. Senin mübarek olduğunu söyleyenlere bereket vereceğim ve seni
lânetleyenleri ben lanetleyeceğim ve yeryüzünün bütün kabileleri (milletleri)
senden bereket alacaklardır." (Doğum: Bölüm, XII., 1-3 ayetleri)
İncil'deki bu kayıtlar biraz havada kalıyor ve Allah'ın birden bire Hz. İbrahim'e
bu kadar ilgi göstermesinin sebebi, O'nun hikâyesini başka kaynaklardan
öğrenmeyenler tarafından anlaşılmıyor.
Fakat Yahudilerin dini kitabı
Talmud'da, Hz. İbrahim'in Irak veya Babil'de kaldığı süre içinde başından
geçen önemli olaylar, şahsiyeti, karakteri ve alışkanlıklarıyla zevkleri
hakkında, Kur'ân-ı Kerîm'de bulunmayan bazı ayrıntılara rastlanıyor. Fakat her
iki mukaddes kitabın kayıtları birbiriyle karşılaştırılınca pek çok
farklılıklar göze çarpıyor. Talmud'da bu hususta pek çok ayrıntıların yer
almasına rağmen bunların kopuk, tutarsız ve mantıksız olduğu anlaşılıyor. Buna
karşılık Kur'ân-ı Kerîm, Hz. İbrahim'in kişiliği, karakteri, yaşantısı ve
başından geçen olayları net ve açık bir şekilde bize sunmaktadır. Bunlar da ne
herhangi bir fazlalık ve ne de saçma sapan şeyler. Kastettiğimiz şeyi anlatmak
için sanırız, Talmud'da yer alan ayrıntıları buraya özet halinde vermek daha
uygun olacaktır. Böylece, Kur'ân-ı Kerîm'in, İncil ve Yahudi mukaddes
kitaplarına dayanarak hazırlanan bir kitap olduğunu iddia edenlerin
iddialarının asılsızlığı bir kez daha ortaya çıkacaktır.
Talmud'un kayıtlarına göre, Hz.
İbrahim'in doğduğu gün kâhinler fala bakmış, ayrıca gökte bir alâmet görmüşler
ve bunlara dayanarak, Târeh'in evinde doğan bebeğin (Hz. İbrahim'in)
öldürülmesi için Nemrud'a tavsiyede bulunmuşlardır. Buna göre, Nemrud yeni
doğan bebeğin canına kıymaya and içti. Fakat Târeh, kölelerinin bir çocuğunu
Nemrud'un adamlarına vermek suretiyle Hz. İbrahim'in hayatını kurtardı. Sonra
Târeh karısı ve çocuklarıyla birlikte gidip bir mağaraya saklandı. Orada 10
sene kaldı. On birinci yılda Târeh, Hz. İbrahim'i, Hz. Nuh'a yolladı. Hz.
İbrahim 39 sene, Hz. Nuh ve oğlu Sam'ın hizmetinde terbiye gördü. Bu sırada,
Hz. İbrahim öz yeğeni Hz. Sare ile evlendi. Sare Hz. İbrahim'den 42 yaş küçüktü.
(İncil, Hz. Sare'nin, Hz. İbrahim'in yeğeni olduğu hususunu açıklamıyor.
Ayrıca, ikisi arasında yaş farkının sadece 10 olduğunu belirtiyor, Bk: Doğum:
XI, 29. ayet ve XVII: 17. ayet).
Bundan sonra Talmud'un kayıtları
şöyledir: Hz. İbrahim 50 yaşında iken Hz. Nuh'un evinden babasının evine geldi.
Eve geldikten sonra gördü ki, babası putperesttir ve evde senenin 12 ayına göre
12 put vardır. Hz. İbrahim ilk önce babasını hidayete getirmeye ve
putperestlik ile şirkin zararlarını kendisine anlatmağa çalıştı. Fakat babası
inatçı bir insandı ve atalarının dinini bırakmak istemiyordu. Bir türlü yola
gelmedi. Nihayet bir gün Hz. İbrahim evdeki bütün putları kırdı. Târeh eve
gelince putlarının perişan halini gördü ve küplere bindi. Öfkeli bir şekilde
evden çıktı ve doğru Nemrud'a giderek gerçeği anlattı. Târeh öldürülmek istenen
çocuğun babası olduğunu, bu çocuğun bugün 50 yaşında bulunduğunu ve evdeki bütün
putları kırdığını Nemrud'a anlattı. Nemrud da Hz. İbrahim'i çağırarak kendisini
sorguya çekti. Sorgu sırasında Hz. İbrahim ters cevaplar verince Nemrud kızdı
ve O'nu zindana attırdı. Daha sonra Kraliyet Konseyi'ni toplayarak durumu
görüştü. Konsey, Hz. İbrahim'in ateşe atılmasına karar verdi. Bunun üzerine
belirlenen gün ve saatte odun ve ağaçlar toplanarak ateş yakıldı ve Hz.
İbrahim buna atıldı. Ateşe Hz. İbrahim'in yanı sıra kardeşi ve kayınpederi
Haran da atıldı. Bunun sebebi şuydu. Hz. İbrahim ateşe atılmadan önce Nemrud,
Târeh'i azarladı ve oğlunu doğduğu gün öldürtmek istediğini ancak onun yerine
bir kölenin oğlunun öldürüldüğünü hatırlatarak bu sahtekârlığı neden ve nasıl
yaptığını sordu. Târeh de dedi ki, "Ben işi Haran'ın tavsiye ve. teşviki
üzerine yaptım." Böylece kabak Haran'ın başında patladı ve o Hz. İbrahim
ile birlikte ateşe atıldı. Haran ateşe atılır atılmaz yanıp kül oldu. Ama
seyirciler, Hz. İbrahim'in ateşin tam ortasında rahat dolaşmakta olduğunu ve
kendisine hiçbir zarar gelmediğini gördüler. Nemrud'a bu garip vak'a hakkında
bilgi verdiler ve o durumu kendi gözüyle görmek üzere ateş yerine geldi.
Nemrud oraya varınca Hz. İbrahim'e şöyle seslendi: "Ey gökteki Allah'ın
kulu, ateşten çık ve yanıma gel." Hz. İbrahim onun dediğini yaptı ve
ateşten dışarıya çıktı. Nemrud, Hz. İbrahim'in bu harika Mu'cizesinden
etkilenerek kendisine saygı ve bağlılığını bildirdi, ayrıca kıymetli hediye ve
eşyalar da verdi.
Yine Talmud'un kayıtlarına göre,
Hz. İbrahim bu vak'adan sonra Babil veya Irak'ta iki sene kaldı. Bu arada
Nemrud bir kâbus gördü ve bunun tâbirim falcılara sordu. Falcılar, Hz.
İbrahim'in, Nemrud hanedanının hakimiyetine son verebileceğini, bu sebepten
kendisinin öldürülmesi gerektiğini belirttiler. Bunun üzerine Nemrud, Hz.
İbrahim'i öldürtmek için birkaç adamını görevlendirdi. Fakat Nemrud'un, Hz.
İbrahim'in hizmetine verdiği bir kölesi olan el-Ya'zer bu suikasttan
efendisini haberdar etti. Hz. İbrahim derhal Hz. Nuh'a kaçıp sığındı. Târeh
oraya gelerek Hz. İbrahim ile gizlice buluşurdu. Nihayet baba ile oğul ülkeyi
terk etmeye karar verdiler. Hz. Nûh ile Sam da bu kararı beğendiler. Sonunda,
Târeh, oğlu İbrahim, torunu Lût ve torunu ile gelini olan Hz. Sare'yi alıp
Ur'dan Harran'a göç etti. (Bk: Selections from Talmud, by H. Polano, Londra, s.
30-42).
Talmud'un bu hikâyesini okuduktan
sonra aklı başında olan bir kişi, Kur'ân-ı Kerîm'in bundan esinlenerek
yazıldığını söyleyebilir mi?
İncil'deki kayıtlara göre, Hz.
İbrahim'in iki kardeşi vardı: Nahûra ve Harân, Hz. Lût, Haran'ın oğluydu. (Bk:
Doğum, Bölüm: XI, 26. ayet). Kur'ân-ı Kerîm'in Ankebût Suresinin 26. ayetindeki
bilgiye göre Hz. İbrahim'e kavminden sadece Hz. Lût iman etmişti.
Hz. Lût aleyhisselâm, Hz. İbrahim
(a.s.)'in yeğeniydi. Hz. Lût amcası Hz. İbrahim (a.s.) ile birlikte Irak'tan
çıkıp bir süre Suriye, Filistin ve Mısır'da dolaştı ve vaaz ile tebliğin
inceliklerini öğrenmesinin yanı sıra Hakk'a davetin zorluklarından da haberdar
oldu. Sonra, Cenâb-ı Allah tarafından peygamberlik makamına getirilince, Lût
kavmi ismiyle meşhur olan, ahlâkı belki de en çok bozuk olan ve dalâletin son
haddine ulaşmış olan milletin ıslâhına memur edildi. Sodomluların Hz. Lût'un
kavmi olduğu söyleniyorsa da, bu herhalde, çeşitli milletler arasındaki yakın
münasebet ve akrabalıktan olabilir.
13.6.1. Lût Kavminin Yaşadığı Bölge
Lût kavmi, bugün Ürdün olarak
bilinen Irak ile Filistin arasındaki topraklarda yaşıyordu. İncil'de bu
milletin yaşadığı ülkenin hükümet merkezinin Sodom olduğu belirtilmiştir, ki
herhalde Lût Gölü yakınlarında bir şehirdi. Talmud'daki kayıtlara göre Lût
kavminin başlıca kentleri arasında Sodom'un dışında dört şehir daha vardı. Bu
şehirlerin ortalarında öylesine büyük ve yemyeşil bir bahçe vardı ki bunu
uzaktan görenler bile mest olurlardı. Ne var ki bugün bu milletin izine bile
rastlanmıyor ve yerleşim bölgelerinin nereleri olduğu da kesin olarak
bilinmiyor. Lût adını andıran bugün sadece Lût gölü vardır ki buna Ölü Deniz de
denilir.[13]
Felâkete uğramış ve harap olmuş bu
bölge Hicaz'dan Suriye'ye ve Irak'tan Mısır'a giderken yolda görülür. Yolcular
buranın hazin manzarasını görür ve imanlı olanlar bundan ibret alırlar. Bu
bölge, Lût gölünün güneydoğusunda yer almaktadır. Coğrafya ve arkeoloji
uzmanları ile tarihçiler bu bölgenin özellikle güney kesiminin dünyada eşi
görülmemiş bir virane olduğunu söylerler.
Üstelik Lût kavmi bu kötü fiili
gizli, saklı da yapmıyordu, alenen ve herkesin önünde yapıyordu. Bu illete
herkes yakalanmıştı. Neml sûresinde de buna işaret edilmiştir:
Lût Kavminin Yaşadığı Bölge
13.6.2. Lût Kavminin Sapıklığı
Kur'ân-ı Kerîm'de Lût kavminin
yozlaşması ve kötü yola sapmasıyla ilgili kayıtlara bakalım.
"Rabbinizin sizin için helâl
yarattığı zevcelerinizi bırakıyorsunuz. Doğrusu siz haddinizi tecavüz eden bir
kavimsiniz." (Şuarâ; 166)
"Gerçekten siz, kendinizden
evvel, âlemlerden hiçbirinin yapmadığı çok kötü bir işi yapıyorsunuz."
(Ankebût; 28)
"Siz erkeklere, mukarenet
edecek, yol kesecek ve toplantınızda edepsizliği yapıp duracak mısınız?"
(Ankebut; 29)
Bu ayetlerde, Lût kavminin en kötü
illeti olan eşcinselliğe değinilmiştir. Bilindiği gibi, Lût kavminin adı
eşcinsellikle özdeşleşmiştir. Homoseksüellik, Lût kavminin simgesi haline
gelmişti. Nitekim A'râf sûresinde şöyle denilmiştir:
"Siz kadınları bırakıp
şehvetle erkeklere yanaşıyorsunuz." (Âyet; 81)
"Doğrusu siz, ne yaptığınızı
bilmez bir kavimsiniz." (Âyet; 55)
Aslında, Lût kavminin yakalandığı
illet çok eski çağlardan beri İnsanlar arasında süregelmektedir. Homoseksüellik
veya eşcinsellik gibi kötü bir fiil Lût kavminde bu kadar yaygınlaşmış, Yunan
felsefesinde de yücelmiştir. Bu hususta bir eksiklik var idiyse, bunu da
bugünkü Avrupa ve Amerika tamamlamıştır. Çağımızda ileri ve gelişmiş olarak
bilinen Batı medeniyetinde eşcinsellik alabildiğine yaygınlaşmış ve bunun
yasallaşması için geniş kampanyalar açılmıştı. Nitekim Federal Almanya başta
olmak üzere çeşitli batılı memleketlerde bunun için parlamentodan ve hükümetten
kanunlar çıkarılmıştır. Halbuki aynı cinsten olanlar arasında cinsî münasebet,
tabiat kanununa aykırıdır. Cenâb-ı Allah (cc.) bütün canlılar arasında dişi ve
erkek farkını, nesillerin devamı için yapmıştır. Bu fark İnsanlar arasında daha
önemli ve gereklidir, çünkü İnsanlar bir araya gelerek aile ve toplumları
oluşturmaktadırlar. Fert, aile ve toplum aynı zamanda geniş bir medeniyet
meydana getirirler. Bu sebeple ayrı yapı ve mizaçta erkek ve kadınlar
yaratılmıştır. Bu iki karşı cinsin birbirine yaklaşmalarını sağlamak amacıyla
aralarında cinsel cazibe yaratılmıştır. Her iki cinsin beden ve ruh yapısı,
zevcelik vazifesinin yerine getirilmesi için müsait hale getirilmiştir.
Tabiatın ihtiyacını karşılamak üzere birleşmelerini teşvik edici ve tatmin
edici bazı unsurlar yaratılmıştır. Fakat eşyaların tabiatına aykırı hareket
ederek kendi cinsinden olanlara karşı fazla ilgi duyan ve halta onlarla cinsî
ilişki kurup bundan zevk alan bir kişi aynı zamanda birçok suç işlemiş olur.
Bu kişi evvelâ kendi nefsiyle mücadele etmek zorunda kalır. Kendi vücut yapısı
ve ruh sisteminde bozukluk meydana getirir. Bu kişinin ilişki kurduğu hemcinsi
de aynı sınavdan geçer ve bu kişinin vücut, ruh ve ahlâkında büyük çapta
tahribat yapar. İkincisi, homoseksüel bir kişi tabiata ve tabiat kanunlarına
ihanet eder. Zira tabiatının, türlerin büyümesi ve medeniyetlerinin gelişmesi
için tâyin ettiği haz ve zevki bu şahıs istismar ediyor, kötüye kullanıyor. Bu
haz ve zevkin alınmasının bazı sorumlulukları vardır. Bu şahıs bu zevki, bu
sorumluluk ve görevleri yerine getirmeden alıyor, daha doğrusu gasp ediyor.
Üçüncüsü, bu kişi insan toplumuna da ihanet ediyor. Şöyle ki, toplumun
fertlerinden, kaide ve kuralları ile kuruluşlarından yararlanıyor, ama bunun
karşılığını vermiyor ve bu hususta kendisine düşen görev ve yükümlülükleri
yerine getirmiyor. Hatta enerjisini, toplumun ahlâk ve kültürünü bozacak ve
sarsacak yollarda harcıyor. Homoseksüel hem kendi ailesi hem toplumu için
zararlı ve tamamıyla pasif ve faydasız bir yaratık haline geliyor ve ilişki
kurduğu en az bir hemcinsinin kaderini de aynı yola sokuyor. Bir homoseksüel,
en az bir erkek ve iki kadının hayatını da mahvediyor. Zira aralarında eşcinsel
ilişki bulunan iki erkeğin karıları da fuhuşa ve kötü yola sevk ediliyor.
"Elçilerimiz Lût'a geldikleri
vakit O'nun üzerine fenalık geldi ve kalbi duraladı. Ve: 'Bu çok çetin bir
gündür' dedi. Kavmi O'na (Lut'a) koşarak geldi. Onlar eskiden beri kötülük
işlemeye alışık kimselerdi. Lût, 'ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için
daha temizdir. Allah'tan korkun. Beni misafirlerim içinde rezil etmeyin,
içinizden aklı başında bir adam da mı yoktur?' dedi. Onlar, 'senin kızlarında
bir hakkımızın olmadığını bilirsin. Ve sen bizim ne istediğimizi de bilirsin.'
dediler!" (Hûd; 77-79)
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan bu
kıssanın tafsilâtından anlaşılıyor ki, melekler Hz. Lût (a.s.)'a güzel
delikanlılar kılığında geldiler ve Hz. Lût bunların melek olmalarından
habersizdi. Bu sebepten dolayı, bu misafir gençlerin gelmesinden tedirgin ve
huzursuz oldu. O, milletinin ne kadar ahlâksızlaştığını ve bozulduğunu pekiyi
biliyor ve başına geleceklerden korkuyordu.
Söz konusu ayetlerde bahsedilen
kızlar hem Hz. Lût (a.s.)'un öz kızları olabilir, hem de milletin diğer
kızları. Bilindiği gibi, bir peygamber kendi ümmetinin babası durumunda oluyor
ve bu bakımdan herkesin kızı onun öz kızı gibi oluyor. Hz. Lût bu manada bütün
kızların kendi kızları olduğunu söylemiş olabilir. Ya da sadece kendi kızlarından
bahsetmiş olabilir. Fakat her iki durumda da onun şehvetten kuduran halka,
"gelin bu kızlarla cinsel açlığınızı giderin" dediği düşünülemez.
Zira, "onlar sizin için daha temizdir" demesi, bu ihtimali ortadan
kaldırıyor. Hz. Lût'un söylemek istediği yalnızca erkeklerin cinsel
ihtiyaçlarını tabiî ve meşru yollarla gidermeye çalışmalarını öğütlemekti.
Bunun için kadın ve kızlar az değildi.
Yukarıdaki ayetlerde Lût kavminin
ahlâksızlığı, iğrençliği ve çirkinliği ortaya konmuştur. Bu kavim sadece doğal
yollardan ayrılmamış, aynı zamanda bu kötülüğe öylesine alışmıştı ki bütün
ilgisi ve zevki bu kötü fiile bağlanmış kalmıştı. Doğal yoldan tamamıyla
ayrılmış, bu tarafa tenezzül bile etmiyordu, inançsızlıkları o kadar artmışa
ki, bu doğal yolun kendileri için tamamen kapalı olduğunu söylemekten de
çekinmiyorlardı. Gerçek şu ki, bu, ahlâksızlığın son haddiydi. Sadece nefsinin
zaafı yüzünden haram iş yapan bir kişinin durumu farklıdır. Zira, o bir
yanlışlık yapıyor ve bu yanlışlığını düzeltmek için çaba harcıyor. O daima
helâl şeyler yapmaya, haramdan kaçmaya çalışıyor. Böyle bir kişi doğru yola
gelebilir ve günahı affedilebilir. Fakat bir kişinin bütün düşüncesi ve hatta
yaşantısı harama dayanır ve helâlin kendisi için uygun olmadığını düşünürse,
onun insan sayılmasına herhangi bir sebep yoktur. O bir mikroptur ve ancak
lağım suyunda ve bataklıkta yaşayabilir. İnsanlar arasında onun yeri yoktur. Bu
tür mikroplar bir ailede tesadüfen doğarsa, bunların haşerat ilâcıyla
temizlenmesi gerekir.
"Şehir halkı birbirlerine
müjdeleyerek geldiler. Lût: 'Bunlar benim misafirlerimdir, beni utandırmayın.
Allah'tan korkun. Beni rezil etmeyin.' dedi. Onlar: 'Biz seni herkesi himaye
etmekten menetmedik mi?'dediler. Lût, 'eğer bir şey yapmak isterseniz iste
kızlarım' dedi. (Habibim) senin hayatın hakkı için, Lût kavmi kendi
sarhoşluklarında bir şey görmez olmuşlardı." (Hicr; 67-72)
Bu ayetlerden de, Lût kavminin
ahlâkının ne kadar bozulduğu ortaya çıkıyor. Şehrin bir mahallesinde bir
kişinin evine güzel gençlerin gelmesi, oraya cinsî sapık ve ahlâksızların hücum
etmelerine yol açabiliyordu. Şehvet ve şiddetli cinsî arzulardan gözleri
dönmüş bu adamlar o eve saldırıp, gelen güzel misafirlerle cinsi açlıklarını
gidermek için açıkça talepte bulunmaya cesaret edebiliyorlardı. Bütün
mahallede, şehirde ve hatta memlekette bu ahlâksızlığa karşı çıkacak ve insan
kılığındaki hayvanlara dur diyecek kimse yoktu. Herkesin duyguları, vicdanları
ölmüştü. Hz. Lût (a.s.) gibi temiz ve güzel ahlâk timsalinin evine bile
sapıkların böyle hücum ettiği bir ortamda diğer başka kimselerin iffet ve
namusunun emniyette olduğu düşünülebilir mi?
13.6.3. Talmud'un Açıklamaları
Talmud'da da Lût kavminin ahlâk
bozukluğu ve sapıklığı hakkında ayrıntılı bilgiler verilmiştir. Bu bilgileri
buraya özet şeklinde aktarıyoruz. Bir defasında Aylâm'lı bir yolcu Lût kavminin
memleketinden geçiyordu. Hava kararınca mecburen Sodom'da konaklama gereğini
duydu. Torbasında yiyecek, içecek her şey vardı. Yatması için gerekli örtüsü
de vardı. Bu sebeple kimsenin evine gidip misafir olmak için kapısını çalmadı.
Bir ağacın altında uzanıverdi. Derken bir Sodom'lu oraya geldi onu istirahat
ederken gördü ve evinde misafir etmekte ısrar etti. Gece onu evinde misafir
etti, ama sabah misafir henüz uykuda iken katırı, eğeri ve bütün mallarını alıp
kaçıverdi. Misafir kalkınca soyulduğunu fark etti, dövünmeye başladı, herkese
yalvardı ve hırsızın bulunmasını istedi. Ama kasabalılar bu zavallı adama
acımak bir yana, geriye kalan bütün parası ve malını gaspedip sınırdışı ettiler.
Bir defasında Hz. İbrahim
(a.s.)'in eşi Hz. Sare, Hz. Lût'un ailesinden haber almak üzere uşakları olan
El-Ya'zer'i Sodom'a gönderdi. El-Ya'zer Sodom şehrine girdiğinde bir
Sodom'lunun bir yabancıyı dövmekte olduğunu gördü. El-Ya'zer ona çok kızdı ve
bir yabancıya ve yolcuya böyle bir muamele yapmasını kınadı. Bunu der demez,
El-Ya'zer'in etrafında toplanan halk bu sefer onu dövmeye başladı. El-Ya'zer
canını zor kurtardı.
Bir defasında fakir bir kişi
Sodom'a geldi. Açlıktan ölüyordu, ama kimse ona yiyecek vermedi. Açlıktan
bayılan bu kişiyi Hz. Lût'un kızı gördü ve eve getirdi, karnını doyurdu. Bunu
duyan Sodom'lular hem Hz. Lût'u, hem kızını azarladılar ve bu gibi hareketleri
bir daha yapmamalarını istediler.
Talmud'un yazarı bu gibi, diğer
bazı olayları anlattıktan sonra Sodom'luların günlük yaşantılarında son derece
zâlim, acımasız, hilekâr ve ahlâksız olduklarını belirtiyor. Herhangi bir yolcu
Sodom'dan canı ve malı emniyet içinde olarak geçemezdi. Hiçbir fakir, aç ve
açıkta kalan bir kişi Sodom'da barınamaz, karnını doyuramazdı. Pek çok defa,
dışardan gelen fakir ve aç yolcular bu şehirde öldüler. Sodomlular, ölüye saygı
diye bir şey de bilmiyorlardı. Ölülerin elbise ve üzerinde bulunan eşyalarını
çalıp, çıplak olarak toprağa gömerlerdi. Belde'nin yabancısı olan bir tüccar
veya iş adamı buraya tesadüfen geldiğinde her şeyini kaybederdi. Soyulan kişiler
üzülürken halk etrafında toplanarak onu alaya alırdı. Sodom'da bir de büyük
park yapılmıştı, ki birkaç kilometre uzunluğunda idi. Sodomlular bu parkta alenen
cinsi münasebette bulunur ve her türlü cinsi sapıklıkları yaparlardı.
13.6.4. Kur'ân-ı Kerîm'in Az ve Öz İfadeleri
Talmud ile mukayese edildiğinde
Sodom'luların durumunun Kur'ân-ı Kerîm'de az ama öz bir şekilde anlatıldığını
görürüz. Kur'ân-ı Kerîm'in bir ayetinde şöyle denilmiştir: "Onlar
eskisinden çok daha kötü şeyler yapıyorlardı." Bir başka ayette şöyledir:
"Siz erkeklerinizle nefsinizin ihtiyaçlarını gideriyor, yolcuların yolunu
kesiyor ve toplantılarınızda açıkça sapıklıklar yapıyorsunuz."
13.6.5. Peygamber'in Davetine Tepki
Hz. Lût geçmişte olduğu gibi
ümmetini Allah'a ve doğru yola davet edince sert bir tepkiyle karşılaştı ve
ümmeti kendisine şöyle dedi.
"Ey Lût bu sözlerine son
vermezsen, bu memleketten çıkarılanlardan olursun." (Şuarâ; 167)
Sodom'lular demek istiyordu ki,
Hz. Lût kendilerini uyarmasın, yaptıklarına karşı çıkmasın, çünkü eğer
arzularının dışına çıkarsa, O'nun sonu da geçmişte kendilerini uyaranlardan
farklı olmayacaktır ve sürgüne gönderilecektir.
A'râf ve Neml sûrelerinde
belirtildiği gibi, Sodom'lu sapıklar Hz. Lût'a böyle bir ikazda bulunmadan önce
zaten O'nu, ailesi ile beraber ülkenin sınırlarının dışına çıkarmaya karar
vermişlerdi. Şu ayete bakınız.
"Lût ailesini memleketinizden
çıkarın. Çünkü onlar, temizliğe gayret eden insanlardır." (Neml; 56)
"Elçilerimiz İbrahim'e müjde
ile geldiklerinde. 'Diz, bu memleket halkını helâk edeceğiz. Çünkü onlar zâlim
oldu' dediler." (Ankebût; 31)
Hz. Lût (a.s.)'a azab-ı ilâhî ile
gönderilen melekler ilk önce Hz. İbrahim'e vardılar ve kendisine Hz. İshâk ve
sonra Hz. Yakub'un doğacaklarını müjdelediler ve daha sonra Hz. Lût'un kavmini
helâk edeceklerini söylediler.
"İbrahim: 'Onların içinde Lût
da vardır,'" dedi.
Bir kerre, Hz. İbrahim melekleri
insan kılığında görünce korktu, çünkü meleklerin insan kılığında olmaları bir
tehlike işaretiydi. Fakat insan kendisine doğacak evlâtları hakkında müjde
verince o da Allah'ın azâbının Lût kavmine yönelik olduğunu öğrenip biraz
rahatladı, ama bu kavmin bağışlanması için ısrarla yalvardı. Ne var ki, Hz.
İbrahim'in yalvarışları kabul edilmedi, iş işten geçmişti. Bu hususta bir şey
söyleme imkânının bulunmadığı, Allah'ın hükmünün verilmiş olduğu ve bunun geri
alınamayacağı belirtildi. Bu cevaptan sonra, Lût ve ailesi hakkında endişelenmeye
başladı ve dolayısıyla endişesini yukarıdaki biçimde dile getirdi. Yani bu
azaptan Lût ve ailesinin kurtulmaları gerektiğim söyledi. Bunun üzerine
meleklerin cevabı şu oldu.
"Biz orada kimlerin olduğunu
daha iyi biliriz. O'nu da ehlini de kurtaracağız. Yalnız geride kalacaklardan
olan karısı hariç." (Ankebût; 32)
Tahrîm sûresi (10. ayet)'ne
bakılırsa, yukarıda adı geçen kadın Hz. Lût'a sadık değildi. Bu sebeple, bir
peygamberin karısı olmasına rağmen diğer mel'un ve mağdublar ile birlikte helâk
olmasına karar verilmişti. Kuvvetli ihtimal şu ki, Hz. Lût Ürdün'e hicret
ettikten sonra yeni ülkede yerleşince Sodomlulardan birinin kızıyla
evlenmiştir. Fakat bu kadın uzun süre Hz. Lût'un zevcesi olmasına rağmen
kendisine iman edememiş ve bütün fikir ve düşünceleriyle kendi milletine bağlı
kalmıştır. Bilindiği gibi Allah katında kan akrabalığı ve benzeri ilişkilerin
hiçbir önemi yoktur. Herkes kendi iman ve ahlâkına göre Allah'ın mahkemesinde
yargılanmakta, cezalandırılmakta veya ödüllendirilmektedir. Bu itibarla, bu
kadının, kâfir olarak kalması, kocasının peygamber olmasına râğmen, felaketine
yol açmıştır.
13.6.7. Hz. Lût'un Endişe ve Telâşı
"Elçilerimiz Lût'un yanına
gelince bu O'na güç geldi. Onlar yüzünden çok kederlenip tâkatı kesildi."
(Ankebût; 33)
Hz. Lût'un birden bire
telaşlanmasının sebebi, meleklerin çok güzel delikanlılar şeklinde
gelmeleriydi. Hz. Lût kendi ümmetinin kötü huyu, sapıklığı ve eşcinsel
eğiliminden haberdardı ve biliyordu ki bu güzel gençler mutlaka halkın dikkatini
çekeceklerdi. Sapık kişilerin kendilerine kötü niyetle yaklaşmalarını önlemek
için aklına bir şey gelmedi. Onları ne yapacağını, nasıl saklayacağını
bilemedi. Bu yerde, misafir idiler ve onları evinden kovmasına gönlü razı
olmuyordu. Bu hem uygun olmayacaktı, hem de daha tehlikeli idi; zira, akşam
olmuştu, geceyi dışarıda geçirmeleri halinde, kendilerini kurtarmaları ve
namuslarını korumaları daha da güçleşecekti. Böylece, Hz. Lût onları kendi
eliyle aç kurtlara yem olarak vermiş olacaktı.
Hûd sûresinde belirtildiği gibi,
halkın Hz. Lût'un evine hücum ettiği ve misafirlerini koruma imkânının hiç
bulunmadığı bir sırada Hz. Lût çaresizlik içinde bağırıverdi: "Ah keşke,
bende size karşı gelecek bir kuvvet bulunsa yahut kuvvetli bir yere
dayansam" (Ayet; 80) Bunun üzerine melekler dedi ki, "Ey Lût, Biz
Rabbinin elçileriyiz. Kavmin sana katiyyen dokunamaz." (Ayet; 81). Bundan
sonra Ankebût suresinde şöyle buyrulmuştur:
"Korkma ve kederlenme."
(Âyet; 33)
Bu sözler, Hz. Lût'a gelen
meleklerindir. Yani, melekler Lût'a demek istiyorlardı ki, "bizim namus ve
emniyetimizin nasıl korunacağı konusunda tasalanma. Bunlar bize bir şey
yapamazlar." Bu sözlerden sonra melekler, kendilerinin insan değil, melek
olduklarını itiraf ettiler. Melekler aslında kılık değiştirerek Sodomluları
imtihan etmeğe ve nihayet helâk etmeğe geldiklerini açıkladılar.
Hz. Lût (a.s.) ile ilgili Kur'ân-ı
Kerîm'de yer alan kıssaya göre melekler genç ve yakışıklı birer delikanlı
hüviyetiyle Sodom'a gelmişlerdi ve Hz. Lût ilk önce onların melek olduğunu
bilmiyordu. Bu sebeple endişe duyması ve telaşlanması gayet doğaldı.
Bu gençlerin Hz. Lût'un evine
misafir olarak geldiğini duyan Sodomlular derhal evine hücum ettiler ve onlara
sahip olmak istediler. Şehvetten gözleri dönmüş bu İnsanlar dur durak
bilmiyorlardı. Hatta onlara tecavüze bile kalkıştılar. Bunun üzerine Hz. Lût
kendilerinin Allah'tan korkmalarını istedi. Onların kendi evine misafir
geldiklerini, namuslarını koruma vazifesinin kendisine ait olduğunu söyledi.
Sonra kızlarının kendileri için daha temiz olduğunu belirterek evlerine
dönmeleri için yalvardı. Fakat bu hain ve ahlâksız kişiler söz dinlemez
olmuşlardı. Onlar kızlara meyil etmediklerini, gayelerinin genç delikanlılara
sahip olmak olduğunu utanmadan söylediler (Hûd; 78-79)
"Gerçekten O'nun
misafirlerine kötülük kastetmişlerdir. Biz de onların gözlerini kör ediverdik.
Onlara, 'azabımı ve tehditlerimi tadın (buyurduk)" (Kamer; 37)
Hz. Lût (a.s.), rica etti,
yalvardı, "Allah rızası için bu işten vazgeçin, ne isterseniz, yaparım"
dedi. Ama nafile. Onların kulağı sağır olmuştu. Eve girdiler ve misafirleri
zorla dışarıya çıkarmak istediler, işte tam bu sırada gözleri Allah tarafından
kör edildi. Melekler de Hz. Lût ve ailesinden derhal evi ve şehri terk
etmelerini istediler. Arkalarına bakmaksızın, sabah olmadan memleket
hudutlarının dışına çıkmalarını öğütlediler. Hz. Lût ailesiyle beraber şehri
terk eder etmez Sodomlulara veya Ürdün'lülere büyük bir azab indi.
İncil'de azâbın ayrıntıları
şöyledir: "Ve onlar o erkeğe, yani Lut'a hücum ettiler ve kapıları kırmak
için evine yanaştılar. Fakat o erkekler, yani melekler, ellerini uzatarak Lût'u
evin içine çektiler. Kapıyı kilitlediler ve evin kapısında bulunan erkeklerin
küçük büyük hepsinin gözlerini kor ettiler. Bu yüzden kapıda toplanan erkekler
bir türlü kapıyı bulamadılar." (Doğum, XIX: 9-11).
"Onlar: 'Biz günahkâr bir
kavme gönderildik' dediler. Onların üzerine balçıktan taşlar atmak için. Ki o
taşların her birinin üzeri, Rabbi tarafından, haddi aşanlara mahsus olarak
işaretlidir." (Zâriyat; 32-34)
Sanki Allah, her taşa, damgasını
vurmuştu ve bu taşların vazifesi adamları takip edip helâk etmekti.
"Emrimiz geldiğinde altlarını
üstlerine getirdik. Balçıktan pişirilmiş ufak taşları üstlerine yağdırdık. Bunlar
Rabbin tarafından damgalanmışlardı. Böyle azap zalimlerden uzak olmaz."
(Hûd; 82-83)
"Onların üzerine öyle bir
yağmur yağdırdık ki, uyarılmayı kabul etmeyenlerin yağmuru ne fenadır."
(Şuarâ; 173)
Azap muhtemelen bir yanardağın
patlaması ve şiddetli bir deprem şeklinde geldi. Deprem, Sodomluları ve
Ürdünlüleri yerle bir etti. Yanardağın patlaması yüzünden de sıcak ve yanan
taşlar yağdı. Burada balçıktan pişirilmiş taşlardan, volkanın bünyesindeki
buhar ve kaynayan maddelerin karışımıyla ortaya çıkan lav ve taşlar
kastedilmiş olsa gerek. Nitekim bu deprem ve volkanik patlamanın belirtileri
hâlâ Lût gölünün çevresinde bulunmaktadır.
"Fakat orada, Müslümanlardan,
bir haneden başkasını bulamadık." (Zâriyât; 36)
Bütün ülkede ve millette İslâm ve
imanın nuruyla aydınlanmış olan tek bir ev vardı, o da Hz. Lût (a.s.)'undu.
Diğer herkes fısk ve fücura yakalanmıştı. Bundan dolayıdır ki, Cenâb-ı Allah
sadece o ev ve onun sakinlerini kurtardı ve diğerlerine büyük azâbını
göndererek onların varlığını temelden sildi.
Lût kavmine gelen ilâhî azâbın
ayrıntıları İncil'de, eski Elence, ve Lâtince eserlerde vardır. Ayrıca
zamanımızda yapılan çeşitli tarihî, arkeolojik ve jeolojik araştırma ve
incelemeler bu olaya ışık tutmaktadır. Bunların özelini aşağıda sunuyoruz.
Lût Gölü veya Ölü Deniz'in
güneyinde ve doğusunda bugün tamamıyla ıssız kalan bölgelerde birçok eski
yerleşim merkezlerinin kalıntıları ve izleri vardır. Bunlardan, bu bölgenin
vaktiyle hayli kalabalık bir nüfusa sahip olduğu anlaşılıyor. Halbuki, bu bölge
bu kadar bir insan kitlesini cezp edecek fiziksel güzelliğe haiz değildir.
Ağaçlar, yeşil sahalar veya sulu yerler çok azdır. Arkeologlara göre, bu bölge
gelişme ve refahının en yüksek düzeyine M.Ö. 2300 ilâ M.Ö. 1900 dönemi arasında
erişmiştir. Tarihçiler ise Hz. İbrahim (a.s.)'in M.Ö. 2000 civarında yaşamış
olduğunu tahmin ediyorlar. Bu bakımdan, bu bölgenin en iyi dönemini Hz. İbrahim
ile yeğeni Hz. Lût devrinde yaşadığını kabul edebiliriz.
Ürdün'ün, nüfusu en çok ve her tarafı
yemyeşil olan bölgesi, İncil'de Sodom adıyla geçen vadiydi. Nitekim, bu konuda
İncil'de şu satırlara rastlıyoruz. "Cenab-ı Allah, Sodom ile Gomore'yi
mahvetmeden önce buralar Bağ (Aden) ve Mısır gibi mamur bölgeler idi."
(Doğum XIII, 10). Bugünkü arkeolog ve bilim adamlarına göre bu mamur ve
yemyeşil bölge, Ölü Deniz'e gömülmüştür. Arkeolog ve bilim adamlarının bu
neticeye varmaları için bazı sebepler vardır. Araştırmalar göstermiştir ki
eski çağlarda Ölü Deniz veya Lût Gölü, güney tarafında bugünkü kadar geniş
değildi. Ürdün'ün El-Kürk kasabasının karşısında batıda bu gölde,
"El-Lissan" adında küçük bir yarımada vardır. Tahminlere göre, eski
çağlarda Ölü Deniz'in sınırları buraya kadardı. Bunun güneyindeki gölün bir
bölümü yemyeşil vadi idi. Bu vadide Lût kavminin yaşadığı Sodom şehrinin yanı
sıra Gomore, Adma, Sanbuyem ve Zogr kentleri de vardı. M.Ö. 2000 yıllarında
şiddetli bir deprem bu vadinin çökmesine ve üstüne Ölü Deniz veya Lût Gölünün
sularının dolmasına yol açtı. Nitekim, bugün dahi buraları, gölün en alçak
yeridir. Roma devrinde ise buralarda gölün derinliği o kadar azdı ki, İnsanlar
El-Lissan'dan batı yakasına kadar yürüyerek geçebiliyorlardı. O zamana kadar
güney yakası boyunca gömülen orman ve sazlıklar açıkça görülebiliyordu. Hatla buralardan
geçenler göle bazı binaların girmiş olabileceğinin işaretlerini görebiliyorlardı.
İncil'den, eski Elence ve Lâtince
eserlerden bu bölgede yer yer petrol ve asfalt (maden zifti) kuyularının
bulunduğu anlaşılıyor. Bazı yerlerden tabii gaz da çıkardı. Jeologlar bugün de
bu bölgenin yeraltı kaynakları arasında petrol ve gazın başta geldiğini
belirtiyorlar. Jeolog ve deprem uzmanlarının bulgularına göre şiddetli yer
sarsıntıları yüzünden petrol, maden zifti ve gaz patlayarak etrafa yayıldılar.
İncil'in ifadesine göre, Ürdün ve Sodom'un büyük bir felakete uğradığı haberini
aldıktan sonra Habron'dan bölgeye gelen Hz. İbrahim (a.s.) buradan, tıpkı bir
fırından çıkan dumanlar gibi duman çıktığını gördü. (Doğum, XIX, ayet: 28).
Kur'ân-ı Kerîm'de Lût kavminin
Allah'ın gazap ve azabına uğradığı memleketin, açık bir alamet veya işaret
olarak bırakıldığı buyurulmuştur. Bu açık işaretlen Ölü Deniz veya Lût gölünün
kastedildiği anlaşılıyor. Kur'ân-ı Kerîm'de Mekke'li kâfirlerin bu açık
işaretten ders almaları istenmiştir:
"İşte bunda, feraset ehline
ibret ve kudretimize delâlet vardır, O yerler yolun üzerindedir. Bunda
mü'minler için ibretler vardır." (Hicr; 75-77)
"Elbette siz sabahları
onların yerlerine uğrarsınız. Geceleyin de uğrarsınız. Halâ akıllanmaz mısınız?"
(Sâffât; 137-138)
Çağımızda, Ölü Deniz veya Lût
Gölü'nün güney kısmının, şiddetli bir zelzele sonucu yerin çökmesiyle ortaya
çıktığı ittifakla kabul ediliyor. Çöken kısmın, Ürdün memleketinin bir
bölümüne ait olduğu ve bunun bir şehrinin Sodom olduğu da çoğunlukla kabul
ediliyor. Gölün güney kısmında suların altında bazı yerleşim merkezlerinin
kalıntılarına rastlanmıştır. Son zamanlarda dalgıçlar bu bölgeye dalarak
tarihi kalıntıları bulmaya teşebbüs etmişlerdir. Fakat bu hususta henüz müsbet
bir netice elde edilmemiştir.
"Ve orada, elemli azaptan
korkanlar için (Allah'ın kudretine delâlet eden) alâmet de bıraktık..."
(Zâriyât; 37)
Burada bahsedilen alâmet, Lût
Gölünün güney kısmıdır ki, bugün de büyük bir medeniyete mezar olduğunun
hikâyesini dile getirmektedir. Arkeologlara göre şiddetli deprem, Lût kavminin
önde gelen şehirlerinin çökmesine, üstlerine de gölün suyunun gelmesine yol
açmıştır. El-Lissan adlı küçük yarımadanın güneyindeki bölümün sonradan ortaya
çıktığı da derhal anlaşılıyor. 1965'te Amerikalı arkeologlardan oluşan bir
ekip, kazılar sırasında, El-Lissan yarımadasında büyük bir mezarlığı ortaya
çıkarmıştır. Bu mezarlıkta 20 binden fazla mezarın bulunduğu tesbit
edilmiştir. Bundan, yakın bir yerde büyük bir şehrin bulunduğu tahmini kuvvet
kazanmıştır. Bu buluş ayrıca, söz konusu şehrin yere battığı tezini de güçlendiriyor.
Çünkü görünürde zamanımızda bu bölgede başka kalabalık herhangi bir yerleşim
bölgesi yoktur. Lût gölünün güney kısmında büyük bir felaketin belirtileri de,
büyük kara lekeleri, yanmış taşlar soğumuş lavlar, petrol, mazot ve tabii gaz
kalıntıları şeklinde de bulunuyor. İnsan burada bir gün kıyametin koptuğunu
anlıyor.
13.7.1. Sabâ (Sebe') Halkının Yaşadığı Bölge
Sabâ'lılar Güney Arabistan'da
ticaretle uğraşan bir millettiler. Sabâ ülkesinin merkezi, bugün Güney
Yemen'in başkenti olan San'a'nın 55 mil kuzey-doğusunda bulunan Mârib idi. Sabâ
memleketinin gelişme ve refah devri, Ma'yîn saltanatının çöküşünden sonra takriben
M.Ö. 1100'de başladı ve Sabahlar tam bin yıl bütün Arap yarımadasında
egemenlik kurdular. M.Ö. 115'de Güney Arabistan'ın Himyer adlı başka bir kavmi
onların yerine geçti. Bu kavim Arabistan'da Yemen, Hadramut ve Afrika'da Habeşistan'a
kadar hakimiyetini kurdu.
13.7.2. Tanınmış ve Çalışkan Bir Millet
Sabâ halkı çalışkan olup çevredeki
bütün memleketlerde tanınıyordu. Doğu Afrika, Hindistan, Uzak Doğu ve bizzat
Arabistan'dan Mısır'a, Suriye'ye, Yunanistan'a ve Roma'ya kadar uzanan ticari
bağlantılarda Sabâ'lıların rolü büyüktü. Hatta bu uzun ve büyük ticaret yolunun
Sabâ'lıların elinde bulunduğunu söyleyebiliriz. Bu sebepten dolayıdır ki, bu
ulus, serveti, malı ve mülkü bakımından ün kazanmıştı. O kadar ki, Yunan
tarihçileri Sabahların, dünyanın en zengin milleti olduğunu söylüyorlardı.
Ticaretin yanı sıra ziraat ve çiftçilik de Sabâ topluluğunun refahında büyük
rol oynuyordu. Sabâ ülkesinde birçok yerde barajlar kurulmuş ve geniş bir
sulama sistemi meydana getirilmişti. Bereket, tabii güzellik ve yeşil sahalar
yüzünden bir cennete çevrilmişti. Yunan tarihçileri bu memleketin tabii
güzelliği, manzaraları ve refahının kasidesini yazmışlardır. Kur'ân-ı Kerîm'in
Sebe' sûresinin ikinci rükûsunda da Sebe'nin mamur ve müreffeh bir belde olduğu
dile getirilmiştir.
"Doğrusu Sebe' kavminin
meskenlerinde (Cenab-ı Hakkın kudretine delâlet eden) bir ibret vardır. Her ev
sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Onlara (Peygamberleri): Rabbinizin
rızkından yeyin. Ve 'Ona şükredin. (Memleketiniz) çok güzel bir beldededir.
Rabbiniz de Gafûr'dur.'" demişti." (Sebe; 15)
Tarihe bakılırsa, Sabâ veya Sebe',
Güney Arabistan'ın gelmiş geçmiş en büyük kavminin adıdır. Bu kavim bazı büyük
aşiretlerden müteşekkildi. İmam Ahmed, İbn-i Cerîr, İbn Ebî Hâtim İbn-i Abd-il
Berr ve Tirmizî'nin, Hz. Peygamber (a.s.)'e dayanarak naklettiklerine göre,
Sabâ (Sebe') mümtaz bir Arap şahsiyetiydi. Bu şahsın soyundan Arabistan'ın şu
kabileleri meydana geldi: Kinde, Himyer, Ezd Eş'ariyyin, Mezhic, Emmâr (ki
bunun iki kolu vardı: Has’um ve Becîle), Âmile, Cüzam, Lahm ve Gassân.
Çok eski çağlardan beri Arap
dünyasında bu ulusun adı herkesin dilinde idi. M.Ö. 2400 yıllarına ait olan Ur
şehrinin kalıntılarından çıkarılan kitabelerde bu kavmin adı "Sabum"
olarak geçmektedir. Daha sonraki devirlere ait olan ve Babil ile Asur
yazıtlarında ve İncil'de de bu kavimden sık sık bahsedilmiştir. (Meselâ bk:
Zebûr, 72:15, Yeremya, 6:20, Hezakiel, 27:32 ve 38:13, Eyyûb, 6:19). Yunanlı ve
Romalı tarihçiler ile coğrafyacı, Theofrastus (M.Ö.: 288), M.Ö. birkaç
yüzyıldan başlayarak M.S. birkaç yüzyıla kadar Saba (Sebe') halkından sürekli
olarak bahsetmişlerdir. Saba'lıların yaşadığı bölge, bugün Kuzey ve Güney
Yemen olarak bilinen Arabistan'ın güneybatı kesimiydi. M.Ö. 1100'de şöhreti
her tarafa yayılmaya başlayan bu millet, Hz. Davud (a.s.) ve Hz. Süleyman
(a.s.) döneminde en zengin ulus olarak şan ve şöhretinin doruğuna ulaşmıştı.
13.7.3. Sabâ (Sebe') Kavminin Dini Tarihi
Sabâ kavmi ilk önce güneşe
tapardı.[14]
Daha sonra, Sabâ Melikesi, Hz. Süleyman'a (M.Ö. 965-926) iman edince Sabahların
çoğu müslüman oldu. Fakat daha sonra nedense bunlar tekrar cehalete ve dalâlete
sürüklendi ve her tarafa şirk ve putperestlik yayıldı. Sabâ'lıların bu dönemin
önde gelen putları, El-Maka (Ay tanrısı), Astar (Venüs), Güneş tanrıçası,
Hobus, Hürmetem, Harimat vs. idiler. El-Maka, Sabâ kavminin en büyük
tanrısıydı. Sabâ'lı hükümdarlar, işte bu tanrının naibi sıfatıyla, halkın kendilerine
itaat etmelerini isterlerdi. Yemen'den çıkarılan kitabelerden, bütün ülkede
çeşitli tanrılar, özellikle El-Maka'nın putları ve tapınakları bulunduğu ve
önemli günlerde halkın bunlara taptığı ve dini tören düzenlediği anlaşılıyor.[15]
Günümüzde birçok arkeolog ve
tarihçi Yemen'de üç binden fazla kitabe bulmuşlardır. Bu kitabeler Sabâ kavmi
ve yaşadığı dönemle ilgili kıymetli bilgileri ihtiva etmektedirler. Ayrıca,
Arap geleneklerinden, Yunanca ve Latince tarih kitaplarından Sabâ halkı ve
ülkesi hakkında geniş bilgiler elde etmek mümkündür. Bu kaynaklardan Sabâ
halkının tarihi şöyle özetlenebilir.
13.7.4. M.Ö. 650'den Önceki Dönem
Bu dönemde Saba veya Sebe'
hükümdarlarının unvânı, "Saba Mukarribi"ydi. Öyle sanılıyor ki, bu
kelime Arapça "Mukarrib" ile eş anlamda idi. Yani kral ve hükümdarlar
kendilerini, Tanrı'nın yakını olarak gösterirlerdi. Bu hükümdarlar kendilerini
Tanrı ve kullar arasında bir vasıta sayıyorlardı veya başka bir deyimle Kâhin
Hükümdar idiler. Bu dönemde Saba memleketinin merkezi Servâh idi, ki bunun
kalıntıları bugün Mârib'in batısında bir günlük mesafededir ve Harîbe olarak
bilinmektedir. Aynı dönemde Mârib liman şehrinin temeli atıldı ve çeşitli
hükümdarlar bu liman ve şehri genişlettiler.
13.7.5. M.Ö. 650 ilâ M.Ö. 115 Arasındaki Dönem
Bu dönemde. Sabâ hükümdarı,
"Mukarrib" lakabını terk edip, Melik (padişah veya kral) unvanını
kabul ettiler. Demek ki, bu dönemde din aşırı etkisini kaybetmiş ve
hükümdarlar daha çok lâik bir siyaset izlemişlerdir. Aynı dönemde hükümdarlar
Servâh yerine Mârib'i saltanat merkezi olarak seçtiler ve burayı görülmemiş
şekilde büyütüp geliştirdiler. Bu yer, denizden 1300 metre yükseklikte
San'a'nın 55 mil kuzeyindedir ve bugün dahi bu şehrin kalıntıları, burasının
uygar ve gelişmiş bir ulusun merkezi olduğunu göstermektedir.
13.7.6. M.Ö. 115 ilâ M.S. 300 Arasındaki Dönem
Himyeriler bu dönemde Sabâ
memleketine hâkim olmuşlardır. Aslında Himyer, Saba kavminin bir kabilesiydi
ve insan gücü bakımından diğer bütün kabilelerden üstündü. Bu devirde, Mârib
kenti tahrip ve yağma edilerek Redyân, Himyer saltanatının merkezi haline
getirildi, ki sonradan Zafâr adıyla meşhur oldu. Bu şehrin kalıntıları bugün
Güney Yemen'in Yeryim kenti yakınlarında bir tepede bulunmaktadır. Buraya
yakın bir yerde Himyer adında küçük bir kabile yaşamaktadır. Bu kabileyi gören
bir kişi, bunların bir zamanlar büyük bir krallık kurduğuna inanamaz. Söz
konusu devirde "Yemnet" ve "Yemnât" kelimeleri ilk defa
kullanılmaya ve yavaş yavaş bütün Arabistan'da duyulmaya başlandı. Bu kelimenin
daha sonra " Yemen"e dönüştüğü kuvvetli bir ihtimaldir. Bu, Sabahların
çöküş ve sükût devresidir.
13.7.7. M.S. 300'den İslâmiyet'in Doğuşuna Kadar Olan
Dönem
Bu, Saba halkının dağılıp yok
olması dönemidir. Bu dönemde Yemen'in her tarafında kavga, çatışma ve
huzursuzluklar vardı. Yabancı milletler bu bölgeye sızmaya ve müdahale etmeye
başladılar. Ticaret zedelendi. Ziraat ve çiftçilik para etmez oldu. Ve
nihayet. Sabahların bağımsızlığı ve egemenliği ortadan kalktı. Önce
Habeşliler; Reydânî, Himyeri ve Hamedanîlerin aralarındaki kavga ve çekişmeden
istifade ederek M.S. 340'tan 378'e kadar Yemen'e hakim oldular. Bundan sonra
Sabâ'lılar tekrar özgürlük ve bağımsızlıklarına kavuştularsa da Mârib'in
meşhur barajında gedikler açılmaya başladı, ve nihayet 450-451 yıllarında
baraj tamamıyla yıkıldı ve bunun neticesinde öyle korkunç bir sel felâketi
geldi ki, Kur'ân-ı Kerim'e bile geçti. (Bk: Sebe' suresi). Gerçi bundan sonra
Ebrehe dönemine kadar bu barajın tamiri devam etti. Fakat bir kerre dağılan
nüfus toparlanamadı. Ayrıca, sulama tesisleri, şebekesi ve ziraatı öylesine
ağır darbeler yedi ki bunlar tekrar raylarına konamadı.[16]
M.S. 523'de Yemen'in Yahudi kralı
Zünvâs, Necran bölgesinin Hıristiyanlarına büyük zulüm yaptı. Bu olay, Kur'ân-ı
Kerîm'de Eshâb-ul Uhdûd adıyla geçmiştir. Hıristiyanlara yapılan bu mezalimin
intikamını almak üzere Habeşistan'ın Hıristiyan saltanatı Yemen'e saldırdı ve
bütün ülkeyi fethetti. Daha sonra Yemen'in Habeşli valisi Ebrehe M.S. 570-71'de
(Hz. Peygamber'in doğuşundan ancak birkaç gün önce) Mekke'ye yürüdü ve Kâbe'yi
yerle bir etmek istedi. Ancak Ebrehe kötü emeline ulaşamadı ve ordusu büyük bir
bozguna uğradı. Bu vaka Kur'ân-ı Kerîm'de Eshâb-ı Fil adıyla anlatılmıştır.
Nihayet, M.S. 575'de Persliler (İranlılar) Yemen'e hâkim oldular ve M.S. 628'de
İranlı vali Bâzân'ın İslâmiyeti kabul etmesiyle, Sabahlar tamamıyla tarihe
karışmış oldular.
13.7.8. Sabâ (Sebe') Kavminin Maddi Yükselişi
Saba veya Sebe' kavminin yükselişi
ve şöhretinin iki başlıca kaynakları vardı: Ziraat ve Ticaret. Sabahlar
ziraat'ı eski çağlarda eşi görülmemiş bir şekilde geliştirdiler. Bunu elde
etmek için müthiş bir sulama sistemi oluşturdular. Bu öyle bir mükemmel
sistemdi ki, bunun örneği ancak eski Babil'de görülebilirdi. Yemen'de nehir
veya su kaynaklarının sayısı çok azdı. Yağmur yağınca dağlardan akan sular
kanallar haline getirilir ve üzerine barajlar inşa edilirdi. Bu şekilde meydana
getirilen göllerden kanallar çıkarılarak kuru topraklar sulanır ve bereketli
araziler haline getirilirdi. Kur'ân-ı Kerim'in dediği gibi bu sulama sistemi
sayesinde Yemen'in her tarafı bağ ve bahçeler haline gelmişti. Bu muazzam
sulama şebekesinin merkezi Mârib şehri yakınlarında Balk dağının eteğinde inşa
edilen barajdı. Fakat bu kavim Cenâb-ı Allah'a isyanda ileri gidince beşinci
yüzyılın ortalarında bu barajda büyük delikler açıldı ve bilâhare barajın tamamıyla
çökmesi neticesinde meydana gelen korkunç su baskını yoldaki diğer bütün küçük
büyük bent ve barajları yıkıp yok etti. Böylece ülkenin o güzelim sulama
sistemi mahvoldu ve aynı zamanda büyük can ve mal kaybı meydana geldi.
Ticaret için ise Yemenliler veya
başka bir deyimle Sahalılar biçilmiş bir kaftandı. Cenâb-ı Allah kendilerine
seyahat ve ticaret yolunun tam ortasında bir mevki ve ayrıca ticaretle
uğraşmak için gereken kabiliyeti de ihsan etmişti. Sabâ'lılar da bundan oldukça
istifade ettiler. Nitekim tanı bin yıl bu millet Doğu ile Batı arasında
ticaretin odağını teşkil etti. Yemen limanlarına bir yandan Çin ipeği,
Endonezya ve Malabar baharatı, Hindistan'dan kumaş ve kılıçlar, Kuzey
Afrika'dan zenci köleler, maymun, deve kuşu tüyleri ve fildişi gelirdi ve diğer
yandan bu kıymetli mallar buralardan Mısır ve Suriye pazarlarına gönderilirdi.
Mısır ve Suriye'den de Yunanistan'a ve Roma'ya kadar giderdi. Ayrıca, Yemen ve
çevresinde de ûd, sandal ağacı, amber, misk, sülfer v.s. gibi kokulu ağaç, bitki
ve maddeler yetişirdi ki, bunlar da iyi para getirirdi ve Suriye, Mısır,
Yunanistan ve Roma'da iyi alıcılar bulurdu.
Sabâ'lıların hâkim olduğu ticaret
yolu hem karadan hem denizden geçerdi. Deniz ticaret yolu yukarıda
belirttiğimiz gibi bin yıl kadar Sabâ'lıların ellerinde kaldı. Çünkü,
Kızıldeniz'in iklimini, hava şartlarındaki âni değişiklikleri, su altındaki
kayaları ve gemilerin demirlenecek liman ve yerlerini yalnız kendileri
belirlerdi ve başka uluslar bunları pek iyi bilmezlerdi. Sabâ'lılar bu güç,
çetin ve tehlikelerle dolu deniz yoluyla mallarını Suriye ve Mısır limanlarına
ulaştırırlardı. Kara ticaret yolları ise Aden ve Hadramût'tan geçerek Mârib'te
birleşirdi ve buradan bir yol Mekke-Cidde-Medine, El-Ulâ Tebûk ve Eyle'den
Petra'ya kadar uzanırdı. Bir başka yol Mısır'a, yine başka bir yol Suriye'ye
kadar giderdi. Kur'ân-ı Kerîm'de belirtildiği gibi Yemen sınırından Suriye'ye
kadarki yolda Sabâ'lıların çeşitli yerleşim bölgeleri vardı ve gece gündüz
ticaret kafileleri geçerdi. Bu yerleşim bölgelerinin kalıntıları hala
bulunuyor ve buralardan çok sayıda Saba ve Himyer dilinde yazılmış kitabeler
çıkarılmıştır.
13.7.9. Ticarette Çöküşün Başlaması
M.S. Birinci yüzyılda bu ticaret
çöküş devresine girdi. Bu zamana kadar Ortadoğu'da pek çok ülke Romalılar ile
Yunanlıların egemenliğine girmişti ve artık Batılılar, ticareti Arap'ların ve
özellikle Sahalıların tekelinden çıkarmak istediler. Onlara göre Arap
tüccarlar, durumu istismar ediyor ve mallar için keyiflerine göre fiyat
istiyorlardı. Bundan kurtulmak için bizzat kendilerinin bu sahada söz sahibi
olmaları gerekiyordu. Bu maksatla, evvelâ Mısır'ın Yunan asıllı hükümdarı, II.
Betlimus (M.Ö. 285-246), 1700 sene evvel, Fir'avun Sosositeris'in Nil nehrini
Kızıldeniz'e bağlamak üzere kazdığı kanalı yeniden açtı. Böylece, ilk Mısır
ticaret filosu bu kanaldan Kızıldeniz'e indi. Fakat Mısırlıların bu hareketi,
Sabâ'lılara karşı pek başarılı olamadı. Daha sonra Mısır'a Romalılar hâkim
olunca dâha güçlü bir ticaret filosu Kızıldeniz'e indirildi. Bu filonun
arkasında da güçlü bir donanma vardı. Sabâ'lılar buna karşı koyacak durumda
değillerdi. Bundan sonra Romalılar Kzıldeniz sahil şeridinde ve Arap yarımadasının
güney sahili boyunca muhtelif liman ve tersaneler inşa ettiler ve bu limanların
etrafında Romalı yerleşim merkezleri de kuruldu. Buralarda gelen ve giden bütün
gemilerin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak teknik imkânlar vardı. Ayrıca, çoğu
yerlerde askeri birlikler görevlendirilirdi. Hatta öyle bir zaman geldi ki Aden
tamamıyla Romalıların eline geçti. Bu arada, Romalı ve Habeşli yöneticilerle
onlara bağlı devletçikler de, gelen yabancılarla işbirliği yaparak Sabahların
hâkimiyetine ve hatta hürriyetlerine son verdiler.
Deniz ticaret yolunun Sebe'lilerin
elinden çıkmasından sonra sadece kara ticaret yolu geçim kaynakları olmuştu.
Fakat çeşitli sebeplerden dolayı bu geçim kaynakları da ellerinden çıktı. İlk
önce Nebtîler, Petra'dan El-Ulâ'ya kadar uzanan yukarı Hicâz ve Ürdün'den bütün
Sebe'lileri ihraç ettiler. Dalla sonra, M.S. 106'da Romalılar Nebtî'lerin
hakimiyetine son vererek Hicaz'ın sınırlarına kadar olan Suriye ve Ürdün'ün
tümünü ele geçirdiler. Daha sonra, Romalılar ile Habeşliler aralarında
işbirliği yaparak Sebe'lilerin ticaretteki son etkinliğini de ortadan kaldırmak
amacıyla çeşitli yollara başvurdular. Nitekim bu dönemde Habeşliler Yemen'e
sürekli olarak saldırılar düzenlemek suretiyle ekonomi ve dolayısıyla ticaretin
belini kırdılar ve en nihayet, bu bölgeyi kendi topraklarına kattılar.
13.7.10. Allah'ın Azabından Önceki İsrafa Dayalı
Medeniyet
Görüldüğü gibi, Allah'ın
gazabıyla, bir zamanlarda şöhret ve ikbalin zirvesinde bulunan bir millet
birden bire karanlığa gömülüverdi. Aynı milletin zenginliği ve ihtişamını
duyunca gözleri hayretle açılan, ağızlarından salyalar akan Yunanlılar ve
Romalılar, öyle bir zaman geldi ki kötü kaderleri için gözyaşı dökme ihtiyacını
da duymadılar. Astrabo'nun dediği gibi, Sebe kavmi altın ve gümüşten tabak ve
tencere kullanırdı. Bu tarihçi, Sebe'lilerin evlerinin damlarında, duvar,
pencere ve kapılarında bile altın, gümüş, inci, değerli taşlar ve fildişinden
süslemeler bulunduğunu yazar. Pelini'nin ifadesine göre, Roma ve Fars'tan
servet sel gibi Sebe ülkesine akıyordu. Pelini, Sebe'lilerin dünyanın en zengin
milleti olduğunu, ülkelerinin mamur, yemyeşil, tarlalarının bereketli ve
çarşılarının mallarla dolu olduğunu sözlerine ekler. Artimedoras ise,
Sebe'lilerin lüks içinde yaşamakta olduğunu ve zenginlikleri yüzünden son
derece müsrif bir hayat sürmekte olduğunu beyan eder. Aynı tarihçi, Sebe halkının
tarçın, sandal ağacı ve diğer tütsüleri yakacak olarak kullandıklarını
kaydeder. Bazı diğer Yunan tarihçilerinin ifadelerine göre, Yemen
sahillerinden geçen denizci ve tayfalar, buralardan gelen güzel kokulardan
mest olurlardı. Sebe'liler aynı zamanda tarihte ilk gökdelen inşa eden millet
olarak ün kazanmışlardır. Nitekim, San'a tepesinde yapılan çok katlı yüksek
saray Gumdan, asırlarca herkesin hayranlığını kazanıp durdu. Arap tarihçilerinin
ifadelerine göre bu sarayın 20 katı vardı ve her katı 12 metre yükseklikte
idi. Bütün bu şan ve şöhret, Sebe'liler Allah'a bağlı kaldıkları sürece devam
etti. Sonra adları tarihten silindi.
13.8. MEDYEN
HALKI VE EYKE KAVMİ
Medyen halkı ve Eyke kavminin ayrı
ayrı mı yoksa tek bir kavim mi olduğu konusunda müfessirler arasında ihtilâf
vardır. Müfessirlerin bir grubu, bunların iki ayrı kavim olduğunu söylüyor ve
bu görüşün lehinde, A'raf sûresinde, Medyen halkından Hz. Şuayb'ın kardeşleri
olarak söz edildiğini, oysa, Eyke'liler'den bahsedilirken "kardeşleri"
kelimesinin kullanılmadığını ve sadece şöyle denildiğini beyan ediyorlar:
"Ve Şuayb onlara dediği zaman." Bunun aksine bazı müfessirler, Medyen
ve Eyke ahalisinin aynı kavim olduğunu söylüyorlar. Bu müfessirlerin ifadesine
göre A'râf ve Hûd sûrelerinde Medyen ahalisi ve Eyke halkından bahsedilirken
ikisinin de aynı sıfatlara sahip olduğu kaydedilmiştir. Yine aynı müfessirler,
Hz. Şuayb'ın davet ve nasihatının da aynı olduğuna, ayrıca her iki kavmin de
aynı akıbete uğradıklarına dikkati çekiyorlar.
Tarihî bulgular, müfessirlerin her
iki grubunun da haklı olduklarını göstermektedir. Şüphesiz Medyen ile Eyke iki
ayrı kabiledirler; fakat aynı ırkın iki koludurlar. Hz. İbrahim (a.s.)'in
karısı veya cariyesi, Katûrâ'nm batnından doğan evlâtları, Arap ve İsrail
tarihlerinde Benî Katûrâ ve Katûrâ oğulları olarak geçmiştir. Bunlardan, Medyen
adıyla üne kavuşan kabile, adını Hz. İbrahim'in oğlu Medyen'den almıştır. Bu
kabile önce Medyânî ve daha sonra Medyenliler olarak ün kazanmıştır. Medyenliler
Hicaz'ın kuzeyinden başlayarak Filistin'in güneyine kadar ve oradan Sina
yarımadasının son ucu olan Kızıldeniz'deki Akabe körfezine kadar çeşitli
yerleşim merkezleri kurmuşlardı. Medyen halkının başşehri Medyen'di. Tarihçi
Ebûlfidâ'ya göre bu şehir, Akabe körfezinin batı yakasındaki Eyla (Şimdiki
Akabe) dan beş günlük bir mesafede idi. Katürâ oğullarından geri kalan diğer
kabileler arasında Benî Dedân da az çok tanınırdı. Dedân'lılar Arabistan'ın
kuzeyinde Teyma' ve Tebûk ile El-Ulâ arasına yerleştiler. Bunların başşehri
Tebûk'tu ki, eski devirlerde Eyke olarak bilinirdi.[17]
Demek ki hem Medyenliler hem Eyke'liler aynı soydan, yani Benî Katûrâ'dan
geliyorlardı.
13.8.2. İki Ayrı Kabile'ye Tek Bir Peygamber
Medyen ve Eykelilere tek bir
peygamberin gönderilmesinin sebebi, herhalde ikisinin de aynı soydan gelmesi,
aynı dili konuşması ve memleketlerinin de birbirine yakın olmasıydı. Pek
mümkündür ki bazı bölgelerde her iki ülkenin ahâlisi birbiriyle kaynaşmış ve
aralarındaki evliliklerle kan bağlarını daha da pekiştirmişlerdi. Ayrıca, Beni
Katûrâ'nın başlıca geçim kaynağı ticaretti. Hem Medyenliler hem Eyke'liler
ticaretle uğraştıkları için ikisi de, tüccar topluluğunun müşterek kötü
alışkanlıkları, meselâ aşın kâr elde etme, başkalarını kandırma gibi diğer bazı
dinî ve ahlâki bozukluklara yakalanmış olabilir. İncil'in eski nüshalarında
her iki kabilenin çeşitli putlara taptığı kaydedilmiştir. Daha sonra İsrail
oğulları da Mısır'ı terk ederek buraya yerleşince aynı tür şirk ve fuhşa teslim
oldular (Bk: Geniti, Bölüm XXV, ayet: 1-5. Bölüm XXX, ayet: 16-17). Medyenliler
ile Eykeliler, Yemen'den Suriye'ye ve Basra Körfezinden Mısır'a uzanan dünya
ticaret yollarının tam üzerinde bulunuyorlardı. Bu işlek ticaret yolları
üzerinde bulundukları için haydutluğa da başlamışlardı. Başka, milletlerden
gelen ticaret kafilelerinden yüksek bir haraç almadan geçit vermiyorlardı.
Ayrıca bu geniş ticaret yollarına hâkim olabilmek amacıyla diğer milletlerin
ticaret kafilelerini daima tedirgin ve huzursuz ediyorlardı ve bu yolların
emniyetini bozuyorlardı. Kur'ân-ı Kerîm'de Medyen ve Eyke’lilerin bu
kötülükleri şöyle dile getirilmiştir.
"Onlar (Medyen ve Eyke
ahalisi) açık bir yol üzerinde oturuyorlardı." Bu milletlerin
soygunculuğuna ise A'râf sûresinde şöyle denilmiştir.
"Mü'minleri korkutup Allah
yolundan çevirmek, onları eğri yola saptırmak için yol başlarında
oturmayın." (Âyet; 86)
Bu sebeplerden dolayıdır ki, bu
iki kabileye Cenâb-ı Allah tek bir peygamber gönderdi ve onlara aynı telkin ve
talimatı iletti.
13.8.3. Medyenliler İle İlgili Bazı Ayrıntılar
Medyen, Hicaz'ın kuzey batısında
ve Filistin'in güneyinde Kızıldeniz ve Akabe körfezine kadar uzanan bölgede
yaşayan kabilenin memleketiydi. Bu memleketin hudutları bir taraftan Sina
yarımadasının doğu sahiline kadar uzanıyordu. Medyenliler ticaretle
uğraşıyorlardı. Eski çağlarda Kızıldeniz'in kıyılarından ve Yemen, Mekke ve
Yenbû'dan geçerek Suriye'ye giden ve Irak'tan Mısır'a kadar uzanan iki ana
ticaret yolunun tam kavşağında oturan Medyenliler hem ticarette ün kazanmıştı
ve hem de bu durumlarını kötüye kullandıkları için Arabistan'da herkesin
diline düşmüşlerdi. Bu millet Allah'ın azabına uğrayarak tarihe karışmasından
sonra bile adı ve sanı uzun süre ortada kaldı. Özellikle ticaretle meşgul
olanlar adı geçen yollardan geçerek Medyen'in kalıntılarını görür ve eski şan
ve şöhretlerini hatırlarlardı.
Daha önce işaret ettiğimiz gibi,
Medyen ismi, Medyân'ın değişmiş şeklidir. Medyan, Hz. İbrahim'in üçüncü karısı
olan Katurâ'dan doğmuştu. Eski çağlarda ve özellikle Arabistan'da bir sülâlenin
en büyüğü sülâleye ve daha sonra kabile ve millete adını verirdi. Bu kurala
uyularak Arabistan'ın nüfusunun büyük bir bölümü Beni İsmail veya İsmail
oğulları olarak meşhur oldu. Hz. Yakub'un evlâtlarına iman edenler ise Beni
İsrail veya İsrail oğulları olarak ün kazandı. Medyenliler de Medyân'ın
evlâtları olmaları bakımından Medyâni veya Medyenliler olarak meşhur oldular.
Bu itikada, bu millete ilk iman ışığının Hz. Şuayb vasıtasıyla geldiğini
söylememek için herhangi bir sebep yoktur. Gerçekten de İsrail oğulları gibi
Medneyliler de doğru yolda idiler, yani müslümandılar. Hz. Şuayb (a.s.)'ın
doğduğu zamana kadar ise imanları zayıflamış ve ahlâkları bozulmuştu. Tıpkı
İsrail oğullarının dinî inanç ve ahlâkının Hz. Musa doğduğu sırada bozulduğu
gibi. Hz. İbrahim (a.s.)'den sonra aradan geçen 600-700 yılda Medyenliler,
müşrik ve ahlâksız kişilerle beraber yaşadıkları için hem müşrik hem ahlâksız
olmuşlardı. Fakat, çok tuhaftır ki, hâlâ doğru yolda ve iman sahibi olduklarını
söyleyerek iftihar ediyorlardı.
13.8.4. Doğru Yola Davet'in Tepkisi
"Kavminden kâfir olan bir
cemaat diğerlerine, 'Eğer Şuayb'a uyarsanız o zaman en büyük zarara uğramış
kimseler olursunuz dedi." (A'râf; 90)
Hz. Şuayb, Medyen ve Eyke halkını
tek Allah'a itaat etmeye çağırınca, Medyenli kabile reislerini bir telaştır
aldı. Bastıkları yerin kaymakta olduğunu sanan bu çıkarcı çevreler, Şuayb'ın
telkin ettiği ahlâk kuralları, dürüstlük ve temiz alış veriş gibi şeylerin halk
tarafından beğenilmesi ve benimsenmesi halinde iktidarlarının ortadan
kaybolacağını düşündüler. Böyle bir durumda hileye ve sahtekârlığa dayalı
işleri ve ticaretleri nasıl yürüyebilirdi? Sattıkları mallara karıştırdıkları
hile durdurulursa ve mallarını satarken eksik tartmaz iseler, nasıl bol bol
kâr elde edebilirlerdi? Mısır ve Irak gîbi büyük medeniyetlerin sınırında ve
dünyanın belli başlı ticaret yolları üzerinde bulunurken ticaret kafilelerinin
yollarını kesmez, tüccarları soymazlarsa, nasıl büyük servet ve siyasi nüfuz
temin edebilirlerdi? İşte Medyenli zengin ve kabile reislerini düşündüren
bunlardı. Zâten bu tür düşünceler her yozlaşmış ve manevî yönden çökmüş
milletin takip ettiği yol olmuştur.
13.8.5. Medyenlilere Gelen Azâb
Medyen halkına Allah'ın azabı
korkunç bir patlama ve zelzele şeklinde geldi. Medyenlilerin mahvoluşu uzun
süre çevredeki milletler tarafından ibretle anıldı. Nitekim, Zebûr-u Davud'da
şunlar yazılmıştır. "Ey Rabb, falan falan milletler senin aleyhinde and
içmişlerdir. Onun için sen onlara, Medyen'lilere yaptığın gibi yap." (83:
5-9). Yas'iyâh peygamber (a.s.) ise bir yerde İsrail oğullarını teselli ederken
şöyle diyor: "Asur'lar-dan korkmayın. Gerçi onlar sizin için Mısır'lılar
gibi zalim olmaya başlamışlardır. Fakat aradan uzun bir müddet geçmeden
Orduların Rabbi onları kamçılayacaktır ve onlar da Medyen'lilerin akıbetine
uğrayacaktır." (Yas'iyâh: 10,21-26).
13.8.6. Eykelilere Allah'ın Azabı
"Böylece onu tekzip etliler.
Bunun iterine onları karanlık günün azabı yakaladı. Bu azab, o günün büyük
azabıydı." (Şuarâ; 189)
Eykelilere inen azâbın herhangi
bir ayrıntısı ne Kur'ân-ı Kerim'de ne de hadis-i şeriflerde vardır. Yukarıdaki
ayetlerden anladığımız kadarıyla, Eykeliler bâtıl fikirlerinde ısrar ettikleri
için Allah'ın azabını adetâ davet etmişlerdi. Dolayısıyla, Allah da kendilerine
önce bir bulut gönderdi. Bu bulut, bütün Eykelileri helâk edecek düzeyde yağmur
yağana kadar üzerlerinde kara bir şemsiye gibi kaldı. Kur'ân-ı Kerîm'deki
kayıtlardan, Medyenliler ile Eykelilere gönderilen azabın değişik mahiyette
olduğu kesinlik kazanıyor. Yani, Medyenliler korkunç bir patlama ve zelzele
sonunda helâk olurken, Eykeliler karanlık, kara bir bulut ve şiddetli yağmur
sonucu mahvoldular. Bu sebeple, Medyenliler ile Eykelileri tek bir millet veya
kabile olarak görmek ve bu azaplar arasında bir denge kurmaya çalışmak
gereksizdir. Bazı müfessirler, kara bulut veya karanlık şeklinde inen azâbın
ayrıntılarını vermeye çalışmışlardır. Ama, bunların kaynaklarının ne olduğunu
bilmiyoruz. İbn Cerir ise Hz. Abdullah bin Abbas'ın şu sözlerini nakletmiştir.
"Ulema'dan herhangi bir kimse, karanlık günün azabının ayrıntılarını size
anlatmaya çalışırsa onlara itibar etmeyin."
13.9. HZ.
YUNUS (A.S.)'UN ÜMMETİ
13.9.1. Hz. Yunus (a.s.) İle İlgili Bilgiler
İncil'de adı Jonah veya Yonah
olarak geçen ve yaşadığı devir M.Ö. 860-784 olarak bildirilen Hz. Yunus
aleyhisselâm[18],
İsrail oğullarının peygamberi değildi, ama kendisi "Asurlar"ı ıslâh
etmek üzere Irak'a gönderilmişti. Bu sebeple burada Asur'lardan, Hz. Yunus'un
ümmeti olarak bahsetmeyi uygun gördük. Asur'lann başkenti Ninova adlı eski
çağların en meşhur şehirlerinden biriydi. Bu şehrin geniş alana yayılmış olan
tarihî kalıntıları, Dicle nehrinin doğu yakasında bugünkü Musul kentinin tam
karşısında bulunuyor. Burada "Yunus Nebi" isminde bir bölge de vardır.
Asur kavminin geliştirdiği büyük medeniyet ve ihtişamın en büyük simgesi bu
şehrin kalıntılarıdır. Bir tahmine göre bu şehir 100 kilometrelik bir alana
yayılmıştı.
13.9.2. Kur'ân-ı Kerîm İle İncil'de Hz. Yunus'un
Kıssası
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus'un
kıssasına dört yerde işaret edilmiştir ve bu hususta etraflıca bilgiler
verilmemiştir.[19]
Bu sebeple, Allah katında bir milletin helâk edilmesine karar verildikten sonra
iman etme ve yalvarmanın hiçbir faydası olmadığına dair umumi kaidenin Asurlar
için neden bozulduğunu kesinlikle söylemek güçtür. İncil'de Yonah adlı bölümde
bazı ayrıntılara rastlıyorsak da bunlara fazla güvenemeyiz. Çünkü bu bölümde
yer alan hususlar ve sözler, ilâhi kelâm değildir ve bunların Hz. Yunus (a.s.)
tarafından söylendiği de sabit değildir. Gerçek şu ki, Hz. Yunus'tan 400-500
yıl sonra meçhul bir kişi bu bölümü yazarak Mukaddes Kitab'a (İncil'e)
ekleyivermiştir. Ayrıca, bu bölümde akıl ve mantığa sığmayan bazı kayıtlara da
rastlanıyor. Fakat hem Kur'ân-ı Kerîm, hem İncil'in kayıtlarını
karşılaştıracak olursak Kur'an'ı Kerîm müfessirlerinin anlattıklarının daha
doğru olduğunu anlarız. Durum kısaca şöyle idi. Hz. Yunus (a.s.) Allah'tan
gelecek azap hakkında ümmetine haber verdikten sonra, ümmetinin inatçılığına
ve sapıklığına dayanamayarak, Allah tarafından hicret izni gelmeden, bulunduğu
yeri terk etmişti. Bu müstesna bir vaziyetti ve Asurlar, günahlarından
pişmanlık duyarak tövbe edince Allah'ta onları affetti.[20]
İlâhi kanunun değişmez
kurallarından biri, bir millete son uyarı yapılmadan ilâhî azabın
gelmemesidir. Hz. Yunus son ana kadar beklemediği ve ümmetine son bir mühlet
vermeden bulunduğu bölgeyi terk ettiği için ilâhî adalet, Asur'ların
cezalandırılmasını uygun görmedi ve kendileri pişmanlıklarını bildirince
ecelleri gelinceye kadar onları affetti.
13.9.3. Hz. Yunus'un Ümmetinin Son Defa Azaba Uğraması
Hz. Yunus'un ümmeti, yani Asurlar
tekrar Allah'a iman edince dünyadaki ömürleri bir süre uzatıldı. Verilen
mühlette bu ulus giderek yozlaştı ve kötü yola saptı. Nahum Peygamber (M.Ö.
720-698) bunları doğru yola getirmeye çalıştı, ama herhangi bir başarı
kazanamadı. Daha sonra Safniyâh peygamber (M.Ö. 640-609) kendilerini son defa
ikaz etli. Bu da fayda etmedi. Nihayet, M.Ö. 602 civarında Cenab-ı Allah
bunlara Midyalıları musallat etti. Midya kralı, Babillilerden de destek alarak
Asur'lara saldırdı. Asur ordusu yenilerek Ninova'da mahsur kaldı. Bir müddet muhasara
altında direnmeye çalıştıysa da Dicle nehrinin su baskını yüzünden kalenin
yüksek duvarları yıkıldı ve Midyalılar kaleye girdi. Kale teslim alındı ve
bütün şehir yağmalandı, yakılıp yıkıldı. Civardaki diğer kasaba ve köyler de
aynı akıbete uğradı. Asur kralı ise kendi sarayında kendisini yakarak intihar
etti. Böylece saltanatı ve medeniyeti bir daha dirilmemek üzere tarihe karıştı.
Bu bölgenin tarihî kalıntılarında geniş bir yağma ve yangının işaretleri
bulunuyor.
13.10.1. İbrahim (a.s.) Soyunun İki Kolu
Hz. İbrahim'in soyundan iki kol
çıkmıştır. Birincisi Hz. İsmail (a.s.)'in evlâtları; Arabistan yarımadasına
yerleşmişlerdir. Kureyş kabilesinin yanı sıra Arabistan'ın diğer belli başlı
aşiretleri bu kola bağlıdırlar. Arabistan'da soy bakımından Hz. İsmail'e mensup
olmayan bazı diğer grup ve zümreler de, vaazettiği dinden etkilendikleri için
kendisine bağlı olmakla iftihar etmişlerdir. İbrahim soyunun ikinci kolu da
Hz. İshâk (a.s.)'ın evlâtlarından ibarettir. Hz. İshâk'ın evlâtları arasında
peygamberlerin uzun bir silsilesini görmekteyiz. Meselâ, Hz. Yakub, Hz. Yusuf,
Hz. Musa, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) vs. Yakub
aleyhisselam'ın asıl ismi İsrail'di. Bu itibarla, evlâtları Beni İsrail veya
İsrail oğulları adıyla meşhur olmuşlardır. İsrail oğullarının vaaz ve
telkinleri sayesinde dinlerini kabul eden diğer memleket ve ırka bağlı İnsanlar
ya İsrail oğullarının büyük camiasında eriyip kendi benliklerini kaybettiler,
ya da ırk ve soy bakımından kendi farklı hüviyetlerini muhafaza edebildilerse
de dinen kendilerine tâbi kaldılar. Bu insan kitlesinde yolsuzluk, ahlâksızlık
ve sapıklık gittikçe artınca, önce Musevîlik veya Yahudîlik, sonra
Hıristiyanlık doğdu.
Kur'ân-ı Kerîm'in Maide suresinin
20. ayetinde Allahu Teâlâ, İsrail oğullarının, Hz. Musa (a.s.)'nın doğuşundan
önceki yükselişi ve ihtişamından bahsetmiştir. Bir yandan Hz. İbrahim, Hz.
İshâk, Yakub, ve Hz. Yusuf (a.s.) gibi birbirinden üstün ve yetenekli
peygamberler aralarında doğarken bir yandan da Hz. Yusuf zamanında Mısır'da
büyük bir iktidar ve debdebeye sahip oldular. İsrail oğulları uzun müddet
insanlık tarihinin en gelişmiş, en medenî milleti olarak ün yaptılar ve Mısır
ile civarındaki memleketlere hâkim oldular. Tarihçiler İsrail oğullarının
yükselişinden bahsederken genellikle Hz. Musa'nın yaşadığı çağa değinirler.
Halbuki, Kur'ân-ı Kerîm, Beni İsrail'in en parlak devrini Hz. Musa'dan önce
yaşamış olduğunu kaydeder. Nitekim, bizzat Hz. Musa'nın, kavminin bu geçmiş
ihtişamından bahsettiğine şahit oluyoruz.
13.10.2. Filistin'de Şirk Devri
Hz. Musa (a.s.)'ın vefatından
sonra İsrail oğulları Filistin'e girdikleri zaman burada Hitit, Amûrî, Ken'ânî,
Firizzî, Hâvî, Yebûsî ve Filistî isminde muhtelif uluslar yaşıyordu. Bu
uluslar dinsiz ve müşrik idiler. Yerlilerin en büyük tanrısının adı El idi, ki
tanrıların babası sayılırdı. Bu tanrının boğa şeklinde heykelleri vardı. Bu
boğa tanrısının karısının adı Aşîre idi. Bu tanrı ve tanrıçaya tâbi çeşitli
ilâh ve ilaheler vardı ki sayılan 70'i bulurdu. El tanrısının evlâtları
arasında en güçlü tanrı Ba'al idi. Ba'al, yağmur, bahar, bereket ve gök ile
yer tanrısı olarak bilinirdi. Filistin'in kuzey bölgelerinde adı en çok tanınan
tanrıça, Ba'al'ın karısı, Ünâs idi. Filistin'in iç kısımlarında ise aynı
tanrıça, Istârât ismiyle tanınırdı. Bu tanrıçanın adı aşk ve doğumla
özdeşleşmişti. Bunun dışında ölüm, sağlık, salgın hastalıklar ve açlık gibi
şeyler için ayrı ayrı ilâh ve ilaheler vardı. Velhasıl, tanrılık görevleri
sayısız tanrı ve tanrıçalar arasına dağılmıştı. Bu sözde tanrı ve tanrıçalar
hakkında öylesine yüz kızartıcı efsâne, hikâye ve destanlar anlatılırdı ki
medenî ve kültürlü bir insan bunları ne yazabilir ne de ağzına alabilir. Bu
tanrı ve tanrıçalar hakkında anlatılan alçaklık ve sapıklıklar en ahlâksız
insana bile atfedilemez. Böylesine alçak, sapık kahpe, kalleş tanrı ve
tanrıçaları baş tacı eden ve onlara tapan bir milletin ahlâk bozukluğunu artık
siz tahmin edin. Nitekim, Filistin'de yapılan kazılarda ve ortaya çıkarılan
tarihi eserlerde bunların yüz kızartıcı örnekleri vardır. Filistin'de şirkin
almış yürümüş olduğu devirde çocukları kurban etmek alışılmış bir gelenekti.
Mabed ve ibadet yerleri birer fuhuş yuvasıydılar. Kadınları, kızları
tapınaklara alıp, onlarla cinsi münasebet kurmak ve başkalarına peşkeş çekmek,
dini ibadetin birer parçası sayılırdı. Bu çeşit batıl inanç ve sapıklıklar daha
çoktu.
Hz. Musa Devrinde Filistin
13.10.3. İsrail Oğullarının Yozlaşması
İsrail oğullarına, Tevrât ve Hz.
Musa (a.s.) vasıtasıyla verilen emir şu idi. Sakın yerleşeceğiniz yeni memleket
olan Filistin'deki dinsiz ve müşrik milletlerin kötü alışkanlıklarına kendinizi
kaptırmayın, bu bakımdan oraya varır varmaz onları temizleyin.
Fakat İsrail oğulları Filistin'e
varınca bu nasihati unuttular. Kendilerini oranın havasına kaptırdılar. Orada
güçlü herhangi bir saltanat veya hükümet kuramadılar. Aralarında birlik ve
beraberlik sağlamak yerine kavgaya başladılar. Çeşitli kabilelere bölündüler
ve her kabile kendisine ait olan bölgede istediğini yapmaya koyuldu. Bunun
neticesinde, kendisini müşriklerin tesirinden kurtaracak güçlü tek bir İsrail
kabilesi kalmadı. Mecburen, her yerde ve her bölgede müşriklerle beraber
yaşamaya başladılar. Hatta, İsrail oğulları fethettikleri bölgelerde
müşriklere küçük özerk bölgeler ve devletçikler kurmaya da müsaade verdiler, İsrail
oğullarının bu akılsızlık ve tedbirsizliğinden Zebur'da da yakınılmıştır.[21]
Bu tedbirsizliğin cezasını İsrail
oğulları kısa bir zamanda çekmeye başladılar. Yerlilerin tesiriyle şirk belâsı
İsrail oğullarını da sardı. Bunun yanı sıra diğer ahlâksızlıklara da esir
düştüler. Bu husustaki yakınma İncil'de de yer almıştır.
"Ve Benî İsrail, Hüdâvend'in
yanında kötülüğe ve Ba'alim'e tapmaya başladılar. Onlar, Hüdâvend ve kendi
atalarının Tanrısını unuttular. Halbuki, bu tanrı onları Mısır'dan getirmişti.
İsrailoğulları etraflarındaki müşrikler gibi tanrı ve tanrıçalara tâbi olup
tapmaya başladılar ve böylece Hüdâvend'i kızdırdılar. Ve Hüdavend'i terk edip
Ba'al ile Istarâta tapmaya başladılar. Nihayet, Rabbin gazabı İsrail'e
çöktü." (Bölüm: II, ayetler: 11-13)
İsrail oğullarının
tedbirsizliğinin ikinci neticesi, onlara karşı yerlilerin ayaklanmasıydı.
İsrail oğullarının müsamaha göstererek özerk ve özgür bıraktıkları devletçikler
ve onların hiç mağlup edemedikleri Filistinliler birleşip, üst üste birkaç
baskın ve saldırı düzenleyerek İsrail oğullarını Filistin'in büyük bir
bölümünden kovdular. Hatta onlardan Hüdâvend'e ait Sandığı (Tabut-u Sakîne)'da
aldılar. Nihayet, İsrail oğullarının aklı başına geldi ve onlar tek bir
hükümdarın emrinde toplanarak güçlü bir devlet kurmaya karar verdiler. Onların
arzusu üzerine Samuel peygamber M.Ö. 1020'de "Talût"u onların
hükümdarı haline getirdi. (Bu olaya Bakara suresi, 32. rükûsunda
değinilmiştir).
İsrail oğullarının kurduğu
birleşik devletin üç hükümdarı oldu. Talût (M.Ö. 1020-1004), Hz. Davud (M.Ö.
1004-985), ve Hz. Süleyman (M.Ö. 965-926). Bu hükümdarlar, İsrail oğullarının,
Hz. Musa'dan sonra yarıda bıraktığı işi tamamladılar ve Filistin'e tamamıyla
hakim oldular. Sadece kuzey kıyılarında Fenikelilere ve güney kıyılarında
Filistinlilere ait devletçikler fethedilemedi, ama bunlar da Filistin
devletine tâbi oldular.
Hz. Süleyman (a.s.)'dan sonra
İsrail oğulları tekrar maddiyata yöneldiler. Kısır çekişme ve kavgalar
Filistin devletinin ikiye bölünmesine yol açtı. Bunlardan birincisi,
Filistin'in kuzey bölgeleri ile Ürdünün önemli bir bölümünü içine alan İsrail
devletiydi, ki başşehri Sameriyye oldu. İkinci devlet ise, güney Filistin ile
Adum'u içine alan Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri Jerusalem veya Kudüs oldu.
Bu iki devlet birbirinin can düşmanı oldular ve aralarındaki düşmanlık ve kavga
son zamanlara kadar devam etti.
Hz. Davud ve Hz. Süleyman
(a.s.)'ın Saltanat Devri (M.Ö. 1000-930 Yıllan Arası) .
İsrail devletinin hükümdar ve
yöneticileri ile hâkim sınıfı, çevrelerinin dinsizlik, şirk ve
ahlâksızlığından en çok etkilenenler oldular. Nitekim bu devletin hükümdarı
Ahiab, Sayda'nın müşrik prensesi İzabel ile evlenince şirk ve ahlâksızlık
devlet eliyle yapılmaya başlandı. Hz. İlyas ile Hz. El-Yes'a (a.s.) kötülük ve
ahlâksızlığın bu seline set çekmeye çalıştılarsa da başarı kazanamadılar.
İsrailliler akıllanmayınca, Asurlar Allah'ın gazabı ve azâbı olarak buraya
nâzil oldular, Asurların M.Ö. 900 yılından başlayarak üst üste yaptıkları
istilâlar İsrail saltanatını son derece zayıflattı. Bu dönemde Âmûs Peygamber
(M.Ö. 1%1-İ Al) ve daha sonra Hosi'i peygamber (M.Ö. 747-735) son uyarılarını
yaptılar, ama İsrailliler gaflet uykusundan uyanamadılar. Üstelik, İsrail
kralı, Âmûs peygamberden derhal ülkeyi terk etmesini ve Sameriyye hududlarında
her türlü vaaz ve tebliği durdurmasını istedi. Bundan sonra fazla bir zaman
geçmeden Allah'ın azabı geldi. M.Ö. 721'de zalim Asur hükümdarı Ravâ Sargon,
Sameriyye'yi fethederek topraklarına kattı ve böylece İsrail devleti ortadan
kalktı. Asur istilâsı sırasında binlerce İsrailli kılıçtan geçirildi, 27 binden
fazla İsrailli eşraf ve mümtaz kişi esir alınarak Asur devletinin doğu
bölgelerine dağıtıldı. Diğer bölgelerden getirilen milletler İsrail'e
yerleştirildi. Bu yabancılar arasında geriye kalan çok az sayıdaki İsrail
asıllılar ise, millî hüviyetini, kültür ve medeniyetini tamamıyla kaybetti.
Filistin'in güney kesiminde
Yahudiyye adıyla kurulan İsrail oğullarının ikinci devletinde de Hz. Süleyman
(a.s.)'dan sonra bid'at, hurafe, şirk, küfür, ahlâksızlık ve sapıklık gittikçe
artmaya başladı. Fakat bu memlekette, İsrail oğullarının yozlaşması ve kötü
yola sapması nisbeten yavaş bir tempoda oldu. Bundan dolayıdır ki, buradaki
İsrail oğullarına, kendilerine çekidüzen vermeleri için daha uzun bir süre
verildi. Gerçi Asurlar, İsrail'e olduğu gibi buraya da sık sık saldırdılar ve
bazı şehirlerini tahrip ettiler, hatta Başkent Jarusalem veya Kudüs'ü
kuşattılar, fakat tamamıyla ele geçirmeye muvaffak olamadılar. Bu memleket bir
süre Asur'lara bağlı kaldı. Daha sonra Yas'iyâh ve Yermiyâh peygamberlerin
sürekli ikazlarına rağmen İsrail oğulları kötü yoldan ayrılamayınca M.Ö.
598'de Babil İmparatoru Büht-un Nasr başta Kudüs olmak üzere bütün Yahudiyye
devletini fethederek topraklarına kattı. Yahudiyye kralı kendisine esir düştü.
Yahudiyye veya Yahudi devletinin sakinleri olan Yahudilerin kötülükleri bundan
sonra da son bulmadı. Ve Yermiyâh peygamberin uyarılarına rağmen Yahudiler
Babil'e karşı ayaklanmaya çalıştılar. Nihayet M.Ö. 587'de Büht-un Nasr buraya
şiddetli bir saldırı düzenleyerek Yahudilere görülmemiş bir ders verdi.
Saldırı sırasında Yahudiyye'nin belli başlı bütün şehirleri yerle bir edildi,
Kudüs'te taş üstünde taş bırakılmadı. Kudüs'teki Süleyman Mabedi ve diğer
tarihi ve dini yerler talan edildi. Yahudi'lerin büyük bir bölümü, öldürüldü
ve esir edildi. Geriye kalanlar ülkeden kovularak sağa sola dağıtıldı.
Yurtlarında kalan çok az sayıdaki Yahudi, her türlü acı ve rezillikleriyle baş
başa bırakıldılar.
13.10.4. Babil'in Hakimiyeti Sırasında İsrail
Oğullarının Durumu
"Yahudiler, şeytanların
Süleyman'ın mülküne iftira ettikleri şeye tabı oldular. Süleyman kâfir olmadı,
fakat şeytanlar kâfir oldular, insanlara sihri öğretirlerdi. Babil'deki Harut
ve Marut adındaki iki meleğe indirilen şeye tabi oldular. İki melek, 'biz
fitneyiz, kâfir olma' demedikçe kimseye bir şey öğretmezlerdi. Onlardan karı
ile koca arasını ayıran şeyi öğrenirlerdi. Sihirbazlar, Allah'ın izni
olmaksızın sihir ile kimseye bir zarar veremezler. Kendilerine zararı olan ve
fâidesi olmayan şeyi de öğrenirlerdi. Halbuki, sihri ihtiyar edenlere ahirette
nasib olmadığı bilirlerdi. Eğer bilseler nefislerine ne (kadar) fena şey satın
aldılar." (Bakara; 102)
Burada şeytanlardan, hem şeytan ve
cinin, hem de insan kılığındaki şeytanların kastedilmiş olması mümkündür.
İsrail oğullarında maddî ve manevî çöküş baş gösterince ve kölelik, cehalet,
fakirlik ve eziklik etkilerini hissettirince, bu millette azim, mukavemet ve
kararlılık diye bir şey kalmadı, İsrail oğulları giderek pasifliğe ve
hareketsizliğe düştüler; evham, hurafeler, sihir ve batıl itikatlara da esir
oldular. Tembellik ve pasiflik yüzünden, ellerini, ayaklarını hareket
ettirmeden, sırf büyü ve üfürüklerle işlerini halletmeye çalıştılar. Tam bu
sırada şeytanlar da ekmeklerine yağ sürdüler ve Hz. Süleyman (a.s.)'ın koca
imparatorluğunun sihir ve büyü üzerine kurulduğuna, gerçek ve somut hiçbir
yanı bulunmadığına kendilerini inandırmaya başladılar. Bu sihir ve diğer gizli
kuvvetleri kendilerine devredeceklerini de vaadettiler. İsrail oğulları da
sanki tam bu fırsatı bekliyorlarmış gibi şeytanlara hücum ettiler ve onlardan
bu sihir ve büyüyü elde etmeye çalıştılar. Artık onları ne Allah'ın kelâmı
ilgilendiriyordu ne de peygamberlerin hidâyeti.
Söz konusu ayet bazı kimseler
tarafından te'vile çalışılmıştır. Fakat benim anladığım kadarıyla, Beni
İsrail'in tümü Babil'de esir hayatı yaşarken, Cenab-ı Allah kendilerini imtihan
etmek üzere oraya iki melek (Harut ve Marut) göndermiş olabilir. Nasıl ki Lût
kavmine iki melek, iki yakışıklı delikanlı kılığında geldiler, İsrail
oğullarına da bu iki melek iki büyücü veya derviş kılığında gelmiş olabilirler.
Bu melekler bir yandan sihir ve kerametlerini göstermiş bir yandan da halkı
son kez uyarmış olabilirler. Onlar muhtemeldir ki şöyle söylemişlerdir,
"bakın ey İsrail oğulları, biz sizi imtihan etmek ve son defa ikaz etmek
üzere buraya geldik. Eğer bundan sonra da kendinize çekidüzen vermez ve tek
Allah'a dönmezseniz sizi büyük bir azap beklemektedir." Ne var ki,
meleklerin bu son uyarısı da yollarını şaşırmış olan İsrail oğullarının
gözlerini açmadı.
Meleklerin insan kılığında
gelmeleri kimseyi şaşırtmasın. Cenâb-ı Allah, melekleri istediği şekle
sokabilir ve kendilerine istediği vazifeyi yaptırabilir. Kim bilir, belki
şimdi de etrafımızda insan kılığında olan melekler vardır. Bazıları çıkıp,
meleklerin sihir ve büyü gibi işler yapmasına itiraz edebilirler. İnsanların
yapmalarını uygun bulmadıkları bir şeyi kendilerinin yapmalarına şaşabilirler.
Fakat burada biz bu melekleri, rüşvetçi kişileri yakalamak üzere rüşvet alıcı
veya verici kılığına girmiş kişilere benzetebiliriz.
İsrail oğullarının bozuk
toplumunda en çok revaçta olan şey, bir kişinin, başka birinin karısının
kendisine aşık olmasını temin etmek üzere sihir ve muska yapmasıydı. Bu, ahlâk
bozukluğunun en kötü örneklerinden biriydi. Bir toplumda evli bir erkek başka
bir erkeğin karısını baştan çıkarmaya ve onu elde etmeye çalışırsa demek ki o
toplumda aile hayatı temelden sarsılmıştır. Dikkat edilirse, evli İnsanlar
arasındaki ilişkiler gerçekte insan uygarlığının temelidir. Erkek ile kadın
arasındaki ilişkinin dengeli olması, medeniyet ve kültürün de sağlam temellere
dayanmasının bir belirtisidir. Bu ilişki bozulduğu takdirde toplum ve
medeniyet de bozulur. O halde, toplumun, medeniyetin ve bizzat kendi varlığının
sebebini ortadan kaldırmaya çalışan bir fert muhakkak ki en düşük ve rezil
kişidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği gibi, Şeytan kendi karargâhından
dünyanın her köşesine ajanlarını gönderir ve onlardan düzenli olarak faaliyet
raporlarını alır. Her ajan kendi "marifeti"ni ortaya döker, ve
"ben bunu yaptım" veya "ben şunu yaptım" der. Fakat İblis
bunları beğenmez. Daha sonra bir ajan ayağa kalkar ve ben falanca koca ile
karısının arasını açtım der. Bunun üzerine İblis o ajanı sevinçle kucaklar ve
"işte bu başarı örneği" der. Bu gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda,
İsrail oğullarına gönderilen meleklere, kadınlar ile erkekler arasındaki
ilişkiyi neden bozma emri verildiğini daha kolay anlayabiliriz. Doğrusu, İsrail
oğullarının ahlâk düzeninin bozukluğunu ölçmek için bundan daha iyi bir ölçek
olamazdı.
13.10.5. Onarım ve Yenileme Dönemi
Bildiğimiz gibi eski İsrail
devleti ve Sameriyye öylesine battı ki bir daha yerinden kalkamadı. Fakat
Yahudiyye halkı her ne kadar bozulmuş ve üst üste yabancı istilâlarla
karşılaşmışsa da, aralarında bulunan bazı imanlı ve dürüst İnsanlar yüzünden
şöyle ya da böyle varlığını sürdürdü. Bu hidâyetli ve imanlı kişiler, gerek
Yahudiyye'de gerekse Babil'e sürgüne gönderilmiş olan İsrail oğulları arasında
vaaz, telkin, tebliğ ve ıslâh çalışmalarını sürdürdüler. Nihayet, Allah'ın
rahmeti tekrar onlardan yana çıktı. Babil İmparatorluğu çöktü ve yıkıldı. M.Ö.
539'da İran imparatoru. Hüsrev (Kuruş) Babil'i fethetti ve ertesi yıl İsrail
oğullarına, kendi yurtlarına dönme ve yerleşme izni verdi. Netice itibariyle,
İsrail oğulları akın. akın ülkelerine dönmeye başladılar. İmparator Hüsrev,
Yahudilere Kudüs'teki Süleyman mabedini yeniden inşa etme müsaadesi de verdi.
Fakat bu bölgeye yerleşmiş olan diğer milletler bu mabedin yeniden inşa işini
uzun süre aksattılar. M.Ö. 522'de ise İmparator I. Dâra (Darius), Yahudiyye'nin
son kralının torunu olan Zro Babil'i İsrail oğullarının valisi tayin etti. Bu
vali, Haccî peygamber, Zekeriya peygamber ve Başrahip Jesus'un gözetiminde Süleyman
Mabedini tekrar inşa ettirdi. Daha sonra M.Ö. 458'de Hz. Üzeyir (Azra) (a.s.)
sürgüne gönderilen bir Yahudi grubuyla Yahudiyye'ye vardı. Kendisi İran
İmparatoru Ardeşir (Artacsercis) tarafından şu emri almıştı:
"Allah'ın sana verdiği akıl
ve fikre göre, sen hâkimler ve yargıçları tâyin et, ki böylece, Senin Rabbinin
şeriatını bilen nehrin öbür yakasındaki İnsanlar adaletle hareket etsinler ve
bilmeyenlere sen bu şeriatı öğretebilesin. Senin Rabbinin şeriatına ve
imparatorun fermanına göre hareket etmeyenler cezalandırılsın. İster bu ceza,
ölüm, ister sürgün, mallara el konma veya hapse atılma şeklinde olsun."
(Azra, Bölüm: VIII, ayet: 25-26).
Hz. Üzeyir bu emir ve fermandan
güç alarak İsrail oğullarının yeniden güçlenmesine, kuvvet ve kudret kazanmasına
büyük katkıda bulundu. Hz. Üzeyir, Yahudi milletinin iyi ve dürüst kişileri ile
en iyi beyinlerini bir araya toplayarak güçlü bir düzen kurdu. Aralarında
Tevrat'ın da bulunduğu, İncil'in beş cildini hazırlattı, Yahudilerin eğitimi
için önemli müesseseler meydana getirdi, şeriat kanunlarını toplayarak
herkesin istifadesine sundu; böylece İsrail oğullarının saplandıkları şirk ve
kötü yoldan kurtulmaları ve ahlâklarının düzeltilmesi için önemli adımlar
attı. Yahudilerin evlendikleri bütün müşrik kadınların kocalarından
boşanmalarını sağladı. Kısacası, İsrail oğulları yeniden Allah'a tapmaya ve ona
itaat etmeye başladılar.
M. Ö. 445'te Nahmiyah'ın
başkanlığında başka bir Yahudi kafile Yahudiyye'ye döndü. İran İmparatoru,
Nahmiyah'ı Kudüs'e vali tayin etti ve kendisine buranın kalesini yeniden inşa
etme işini verdi. Bu suretle, 150 yıl sonra Kudüs yeniden kuruldu ve Yahudi din
ve kültürünün merkezi haline geldi. Ancak kuzeydeki İsrailliler ve
Sameriyyeliler Hz. Üzeyir'in vaaz ve telkininden istifade edemediler. Aksine,
Kudüs ile boy ölçüşmek için Cezrim dağının tepesinde yeni bir dini merkez inşa
ettiler ve Ehl-i Kitabı bu tarafa çekmeye çalıştılar. Böylece Yahudiyye
ahalisi ile Sameriyye ahalisi arasındaki eski rekabet ve düşmanlık yine ortaya
çıktı.
13.10.6. Yunan Egemenliği ve Buna Karşı Direniş
İran İmparatorluğunun çöküş
dönemine girmesi, Büyük İskender'in fetihleri ve bundan sonra İranlıların
tekrar güç kazanması, Yahudi'lerin gelişme ve refahını bir müddet engelledi.
Büyük İskender'in ölümünden sonra bıraktığı miras üçe bölününce, Suriye
memleketi Sulûki saltanatının tasarrufuna girdi. Sulûkî devletinin Başşehri
Antakya idi. Buranın Yunan hâkimi Antiucus III. M.Ö. 198'de Filistin'i ele
geçirdi. Kâfir, ve müşrik olan Yunanlılar, Yahudilik ve Yahudi medeniyetinden
nefret ederlerdi. Bu sebeple hâkim oldukları bölgelerde Yahudilerin nüfuzunu
kırmak amacıyla siyasi ve iktisadî baskı uyguladılar ve bu şekilde Yunan veya
Elen uygarlık ve kültürünü yaymaya çalıştılar. Bu işte Yahudilerin bazı
grupları da Yunanlılara yardımcı oldular. Yabancı müdahale ve hakimiyet
Yahudilerin bölünme ve parçalanmalarına yol açtı. Onların bir bölümü Yunan uygarlık
ve kültürünün etkisi altında kalarak Yunan kıyafetini, Yunancayı, Yunan
yaşantısını ve Yunan sporlarını kabul etti. Bir başka bölümü ise kendi
medeniyet ve kültürüne sıkı sıkıya bağlı kaldı ve Yunanlılara zerre kadar taviz
vermeye yanaşmadı M.Ö. 175'te ise Antiucus IV, "Tanrının Temsilcisi"
lakabıyla tahta çıktı. Bu hükümdar Yahudilere karşı daha sert ve acımasızca
davranarak Yahudi din ve kültürünü ortadan kaldırmak istedi. Bu amaçla,
Kudüs'teki büyük mâbede zorla putlar yerleştirdi ve Yahudilerin bu putlara
tapmalarını istedi. Kurban yerinde kurban kesmeyi yasaklattı ve müşriklerin
âdetine göre kurban kesilmesini emretti. Evlerinde Tevrat bulunan herkesin idam
edilmesini emretti. Bu hükümdar, Yasbat'ın emirlerine uyan ve çocuklarını
sünnet ettirenlere de ölüm cezası verilmesini istedi. Fakat Yahudiler bu
baskıya boyun eğmediler ve yılmadılar. Aksine, Mekkâbî ismiyle meşhur olan
isyanı başlattılar. Bu isyan sırasında Yunan kültürünü benimsemiş olan
Yahudiler ağırlıklarım Antakya'lı Yunanlı hakimlerden yana koydularsa da Hz.
Üzeyir'in talimatından cesâret ve güç alan Yahudiler, Mekkâbilerin etrafında
toplandılar ve bu amansız mücadeleden galip çıktılar. Yunanlıları Suriye ve
Filistin'den kovdular. Yahudiyye'de bağımsız ve egemen dinî devletlerini
kurdular, ki bu devlet M.Ö. 67. seneye kadar ayakta kaldı. Bu devletin
sınırları zamanla bir hayli genişledi ve eskiden İsrail oğullarının ellerinde
bulunan Sameriyye ve hatta Filistî'lerin yaşadığı bölge de bu devletin
topraklarına katıldı.
13.10.7. İsrail Oğullarının Yaşadığı İkinci Fetret
Devri
Mekkâbî hareketinin temelinde
büyük dinî ve ahlâkî coşku vardı. Bu coşku ve dindarlık zamanla kayboldu ve
yerini maddecilik ve gösteriş aldı. Yahudiler tekrar çeşitli grup ve
kabilelere bölündüler ve bunlardan bazıları bizzat Romalı fâtih Pompei'yi
Filistin'e davet ettiler. Dolayısıyla, M.Ö. 63'tc Pompei, dikkatini bu tarafa çevirdi
ve Kudüs'ü ele geçirdikten sonra Yahudilerin hakimiyetine ve hürriyetine son
verdi. Fakat, Romalılar genellikle fethettikleri yerlere yerli vali ve hâkim
alama eğiliminde oldukları için Filistin'de kendilerine tabi olan yerlilerden
müteşekkil bir devlet kurulmasına izin verdiler. Bu devlet, M.Ö. 40 yılında son
derece akıllı ve zeki olan Herod adlı Yahudinin eline geçti. Aynı kişi tarihe
Büyük Herod adıyla geçmiştir. Herod iktidara sahip olduktan sonra çeşitli
akıllı tedbirler ve izlediği dirayetli siyaset sayesinde Yahudi devletinin
sınırlarını eşi görülmemiş bir şekilde genişletti. Öyle ki, M.Ö. 40'tan M.Ö.
4'e kadar bütün Filistin ve Ürdün'ün büyük bir bölümüne hâkim oldu. Herod bir
yandan dini lider ve din adamlarını himaye ederek Yahudilerin desteklerini
kazandı, bir yandan da Roma kültür ve medeniyetini yaymak ve Roma
İmparatorluğuna bağlılığını belirtmek suretiyle Roma İmparatorunu da memnun
etti. Fakat Yahudiler siyaset ve devlette söz sahibi olmalarına rağmen din,
ahlâk ve maneviyat açısından büyük kayıplara uğradılar. Büyük Herod'dan sonra,
kurduğu geniş devlet üçe bölündü. O'nun bir oğlu, Erhalaus, Samerriyye,
Yahudiyye ve Adumiyye'nin kuzeyine hâkim oldu. Fakat M.S. 6'da İmparator
Augustus onu azlederek bölgeye kendi valisini tâyin etti. Bu hükümet M.S. 41'e
kadar devam etti. işte bu sıralarda Hz. Îsa (a.s.) Yahudileri ıslâh etme
vazifesini üzerine aldı ve Yahudi din adamları ile ulema ve diğer ileri
gelenleri kendisine şiddetle karşı koydular. Roma'lı vali Pontius Pelatis de
Hz. Îsa'yı öldürtmek istedi.
Herod'un ikinci oğlu Herod
Antipas, Kuzey Filistin'in, Galile ve Ürdün nehrinin iki yakasının hâkimi
oldu. işte bu adam, bir dansözün isteği üzerine Hz. Yahya (a.s.)'nın kafasını
keserek kendisine hediye etti.
Herod'un üçüncü oğlu Philip ise
Hermon dağından Yermük nehrine kadar uzanan bölgenin sahibi oldu. Bu hâkim,
babası ve diğer kardeşlerinden daha çok, Roma kültürünün etkisinde kalmıştı.
İktidara geçer geçmez. Hz. Îsa'nın taraftarlarını sindirmek ve yok etmek için
görülmemiş baskı ve zulüm yaptı.
Bu devirde Yahudiler ile din
adamlarının gerçek yüzünü görmek için Hz. Îsa (a.s.)'nın hutbelerine müracaat
etmeliyiz. Bütün bu hutbeler Dört İncil'de toplanmıştır. Yahudilerin ahlâkî
çöküşünü anlamak için Hz. Yahya ile Hz. Îsa’ya yapılan kötü muameleye bakmak
yeter de artar bile. Bilindiği gibi, bir sokak kadınının iftirası üzerine Hz.
Yahya gibi temiz ve güzide bir peygamberin başı kesildi ve bu zulme karşı
kimseden ses çıkmadı. Aynı şekilde Hz. Îsa gibi bir peygamberin ölüm fermanına
imza atıldı, ama yine ses çıkaran olmadı. Bu zulüm ve vahşete karşı çaresizlik
içinde kıvranan ve kendilerini yerden yere atan kişiler parmaklarla sayılacak
kadar azdı. Hatta, Pontius Pelatis'in bu alçak insanlara bayram gününde ölüm
cezasına çarptırılanlardan birini serbest bırakma yetkisine sahip olduğunu
belirterek Hz. Îsa' (Jesus)'nın mı yoksa Barabas adlı haydudun mu serbest
bırakılmasını istediklerini sorduğu zaman, hepsi bir ağızdan, Barabas için af
dilediler. Bu bir bakıma, Allah'ın Yahudilere son hücceti ve mühletiydi ve
kendileri bunu iyi değerlendiremediler.
Aradan çok geçmeden Romalılar ile
Yahudilerin arası bozuldu. M.S. 64. ilâ 66'da Yahudiler isyan ettiler. Herod
Agrippa II ile Romalı Floris, ikisi de bu isyanı bastıramadılar. Sonra
kendilerine takviye birlikleri gönderildi ve Romalılar bizzat bu ayaklanmaya
son verdiler. M.S. 70'te Titus, Kudüs'ü fethetti ve büyük bir katliama girişti.
Tahminlere göre 133 bin Yahudi öldürüldü, 67 bini de esir alındı. Bunların
dışında binlerce Yahudi işletmelerde çalıştırılmak üzere Mısır'a yollandı. Yine
binlercesi, hipodrom ve stadyumlarda binlerce kişinin önünde kılıç sallamak
veya vahşi hayvanlarla boğuşmak üzere Roma İmparatorluğunun çeşitli bölgelerine
gönderildiler. Atletik vücutlu, uzun boylu ve yakışıklı erkekler ile güzel ve
genç kızlar fâtih, kumandan ve subayların hizmetçisi ve cariyesi haline
getirildi. Hem Kudüs şehri hem burada bulunan Süleyman Mâbedi yerle bir edildi.
Kısacası, Filistin'den İsrail oğulları veya Yahudilerin adı sanı öylesine
silindi ki, bunlar tam 2000 yıl bu tarafa gelmeye cesaret edemediler. Süleyman
Tapınağı ise hiçbir zaman yeniden inşa edilemedi. Bundan sonra, İmparator
Bedrian da artık Elia adıyla tanınan Kudüs şehrini bir daha yağmaladı. Daha
sonra asırlarca Yahudiler bu şehre giremediler.
Büyük Herod'un Saltanatı (M.Ö.
30-2 Yıllan Arası)
Mekkabî Devleti
İsrail oğulları yüzyıllardan beri
Allah'a itaatsizlik ediyorlardı. Sürekli ikaz ve tembihlere rağmen hareket ve
davranışlarında bir değişiklik olmadı. Kendilerini doğru yola getirmek üzere
Allah tarafından gönderilen birkaç peygamberi öldürmüşlerdi ve kim onlara
doğruluğu anlatırsa onun düşmanı oluveriyorlardı. Bu sebeple, Allahu Teâlâ
hüccetini tamamlamak, yani kendilerine son bir mühlet vermek amacıyla Hz. Îsa
(a.s.) ve Hz. Yahya (a.s.) gibi iki mümtaz peygamberi gönderdi. Her iki peygamber
de, Allah tarafından insanları Hakka davet etmek üzere vazifelendirildiklerine
dair açık delil ve işaretlerle gelmişlerdi, ki bunları ancak gözleri kör
olanlar göremezlerdi. İsrail oğulları maalesef bu fırsatı da kaçırdılar ve
dalâletlerinde ısrar ettiler. Bu bedbaht İnsanlar bu peygamberlerin davetini
reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda ikisini de ölüme mahkûm ettiler. Hz.
Yahya (a.s.)'nın başı bir dansözün iftirası üzerine uçurulurken, Yahudi din
adamı ve ileri gelenleri, Hz. Îsa'yı Romalılara öldürtmeyi plânladılar. Bundan
sonra Yahudilere fazla zaman ve fırsat vermek yersizdi. Bu sebeple, Cenâb-ı
Allah, Hz. Îsa'yı ölümden kurtararak kendi yanına aldı ve İsrail oğullarının
ebediyete kadar lânetlenmiş bir millet olarak kalmasını emretti.
13.10.9. İsrail Oğullarının Hz. Yahya (a.s.)'ya
Yaptığı Kötü Muamele
İncil'in çeşitli ciltlerinde Hz.
Yahya (a.s.)'nın şahsiyeti ve sireti hakkında yazılmış olanları şöyle
özetleyebiliriz:
Luka (Lucas)'nın ifadesine göre,
Hz. Yahya (John), Hz. Îsa (a.s.)'dan 6 ay büyüktü. Hz. Yahya ile Hz. Îsa'nın
anneleri akraba idiler. Hz. Yahya 30 yaşında iken kendisine peygamberlik
verildi. Yuhanna'nın rivâyetine göre, Hz. Yahya, Ürdün'de vaaz ve tebliğe
başladı. Kendisi şöyle derdi:
Hz. Îsa Zamanında Filistin
"Ben, Allah'ın yolunu takip
edin diyen, çölde bağıran bir kişinin sesiyim." (Yuhanna; 1;23)
Mark (Marcus) diyor ki, Hz. Yahya,
günahkârların günahını çıkarırdı, günahlarını çıkarttığı kişilerin hem vücudu,
hem ruhunun temizlenmesi için kendilerini kutsardı. Yahudiyye ile Kudüs'ten
birçok kişi kendisine tabi olmuşlardı. Hz. Yahya bunları kutsardı. (takdis
ederdi). (Mark: 1:4-5). Bundan dolayıdır ki kendisine "John, The Baptisi"
(Takdis Eden Yahya) lakâbı verilmiştir. Beni İsrail umumiyetle onun
peygamberliğini kabul etmişti (Malla: 21:26). Hz. Îsa (a.s.) ise şöyle derdi:
"Kadınlardan doğanlar arasında Takdis Eden Yahya'dan daha büyük
yoktur." (Matta 11; ll).
Hz. Yahya, deve tüyünden yapılmış
elbise giyer ve deri kemeri takardı. Yiyecekleri çekirge ve orman balıydı.
(Matta: 3:4). Mütevazi ve fakir bir hayat yaşardı ve insanlara şöyle derdi:
"Tevbe edin, çünkü Gök'ün hakimiyetinin günü yaklaşmıştır." (Matta:
3:2). Bu sözler Hz. Îsa'nın peygamberliğine bir işaretti. Herkesin namaz ve
oruç vazifelerini yerine getirmelerini isterdi. (Matta: 9:14, Luka, 23, Luka:
11:1). Telkinlerinden biri şuydu: "İki gömleği olan, hiçbir gömleği
olmayana versin, yiyeceği olan da aynı şeyi yapsın." Gümrükçüler, 'ya
üstâd biz ne yapalım?" deyince, şöyle dedi: "Hakkınız olandan
fazlasını istemeyin." Askerler sordular: 'Ey nebi, bize ne dersiniz?' Dedi
ki, "Kimseye zulüm etmeyin, kimseden haksız olarak bir şey almayın ve
maaşınızdan tasarruf edin." (Luka: 3:10-14).
Beni İsrail'in kötü huylu ve kötü
niyetli ulemâsı Ferisî ve Sudukî takdis edilmek üzere kendisine geldiklerinde
şu cevabı aldılar: "Ey yılanın evlâtları, gelen gazaptan korkmanızı kim
öğütledi? Sanmayın ki, Abraham babanızdı... Şimdi ağaçların köklerinde balta
duruyor. İyi meyve vermeyen ağaç kesiliyor ve ateşe veriliyor." (Matta;
3:7-10).
Hz. Yahya'nın vaaz ve tebliğ
yaptığı memleketin hakimi, Roma kültürünün esiri olan Yahudi Herod Antipas
idi. Bu hâkimin teşvikiyle ülkede her türlü kötülük ve sapıklık yapılıyordu.
Kendisi, kardeşi Philip'in karısı Herodiyas'ı sarayına almıştı. Hz. Yahya bu
ahlâk dışı harekete karşı ses çıkarınca hapse atıldı. Fakat Herod Antipas, Hz.
Yahya'nın temiz kişiliği ve üstün ahlâkından haberdardı ve kendisine hürmet
ederdi, ayrıca halk arasındaki büyük nüfuzundan da korkardı. Fakat Herodiyas,
Hz. Yahya'nın çabaları sonucu halk arasında ahlâkî değerlerin yükseleceğini ve
dolayısıyla kendisi ve kendi gibi diğer "yüksek mevkili insanların"
rezil olacağının farkındaydı. Onun için, canına kastetti. Nihayet, Herod'un
doğum günü dolayısıyla düzenlenen festivalde, kötü emeline ulaşmak için iyi bir
fırsat hazırladı. Festival ile ilgili olarak sarayda yapılan şenlikler sırasında
kızı dans ederek herkesi ve özellikle Herod'u mestetti. Herod coşku içinde,
"haydi kızım, ne istersen sana vereyim" dedi. Bunun üzerine kız
annesine giderek "ne isteyim" dedi. Fahişe annesi de, "kızım,
Yahya'nın başını islerim de" dedi. Onun için dansöz kız isteğini Herod'a
açıkladı ve "Bana Takdis Eden Yahya'nın başının bir tepside getirilmesini
emir verin" dedi. Herod bunu duyunca hayli üzüldü, fakat bir kerre söz
vermişti, ayrıca sevgilisinin kızının isteğini de geri çeviremezdi. Binaenaleyh,
derhal zindandan Hz. Yahya'nın kesik başını getirtti ve bir tepside dansöz kıza
sundu. (Bk: Matta: 14:3-12, Mark: 6:1-29, Luka: 3:19-20).
13.10.10. Hz. Îsa'ya Yapılan Kötü Muamele
"(Ey Rasûlüm) Kitap'ta
Meryem'i zikret. Hani o, ailesinden ayrılıp şark tarafındaki bir yere
çekilmişti. Sonra onların önünde bir perde çekmişti." (Meryem; 16-17)
Âl-i İmrân suresinde, Hz. Îsa'nın
annesi Hz. Meryem'in Kudüs'te bir köşede ibadete çekildiği ve Hz. Yahya'nın
O'nu kendi himayesine aldığı beyan edilmiştir. Yukarıdaki sûrede ise, Hz.
Meryem'in ibadete çekildiği ve İ'tikâf ettiği yerin Kudüs'ün doğu kesiminde
olduğu açıklanmıştır. Hz. Meryem âdet olduğu üzere İ'tikâf ederken perde
çekmişti, ki halkın gözünden ırak olabilsin. Bazı müfessirler bu ifadeyi
İncil'in ifadesiyle denkleştirmek maksadıyla Kudüs'ün doğusundaki yer olarak
Nasıra'yı göstermişlerdir. Bu tahmin yanlıştır, zira Nasıra, Kudüs'ün
doğusunda değil kuzeyinde bulunuyor.
"...O'na ruhumuzu (Cebrail)
gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. Meryem O'na, 'Ben
senden, çok esirgeyici (Allah'a) sığınırım. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana
dokunma)' dedi. Melek: 'Sana temiz bir erkek evlât vermek için Rabbinin
gönderdiği bir elçiyim,' dedi. Meryem, 'Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana
bir beşer eli dokunmamıştır. Ve ben iffetsiz de değilim,' dedi. Melek,
'söylediğin gibisin. Fakat Rabbin, bu bana göre kolaydır. Zira, onu
tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu, hükmolunmuş bir emirdir,
buyuruyor,' dedi." (Meryem; 17-21)
Bu ayetlerde Hz. Meryem'in
şaşkınlığına dikkat edilmelidir. Kendisine hiçbir erkeğin eli değmemişti. Ama
Allah'ın kudretiyle, Hz. Meryem, hiçbir erkekle temas kurmadan Hz. Îsa’ya
hamile kaldı ve Hz. Îsa babasız doğdu. Hz. Cebrail işte bu ilâhi kudrete işaret
ediyor ve Allah için hiçbir şeyin güç olmadığını vurguluyor. Aynı şekilde Hz.
Yahya'nın da hayret ettiği ve kendisine de aynı cevabın verildiğine dikkat
edilmelidir. Nitekim, bundan sonraki ayetlerde Hz. Meryem'in hamilelik ve doğumunun
diğer safhaları belirtilirken bu nokta daha da açıklık kazanmış oluyor.
"Meryem, Îsa’ya hamile kaldı.
Ve O'nunla uzak bir yere çekildi. Doğum sancısı O'na kuru bir hurma ağacının
yanında geldi. 'Keşke bundan önce öleydim de şimdiye kadar unutulmuş olaydım'
dedi. Altında biri nidâ ederek, 'mahzun olma, Rabbin senin alt yanında bir dere
akıttı. Hurma ağacının dalını kendine doğru silkele. Üzerine lezzetli taze
hurma dökülecektir. Arlık ye, iç, gözün aydın olsun. İnsanlardan birini
gördüğün zaman 'Ben Allah'a oruç adadım. Onun için bugün kimseye söz
söylemeyeceğim' de.' Meryem kucağında Îsa olduğu halde kavmine geldi. Onlar,
'ey Meryem, sen acayip bir şey yapmışsın. Ey, Harun'un kız kardeşi, senin baban
fena adam değildi. Anan da iffetsiz değildi,' dediler." (Meryem; 22-28)
Bu eserimizin diğer bölümlerinde
işaret ettiğimiz gibi, yukarıdaki ayetlerde sözü edilen "uzak bir
yer", Beyt-i lahm'dır. Hz. Meryem, Harun ailesinin namuslu bir kızıydı,
günlerini ibadetle geçirirdi. Şimdi birden bire Allah'ın inayetiyle bir çocuk
doğuracaktı; bu bakımdan, bu babasız çocuğu doğurmak için Beyt-i lahm'a
gitmeyi daha uygun buldu. Eğer Hz. Îsa normal bir şekilde doğmuş olsaydı, evini
barkını terk etmesine gerek yoktu. Ayrıca çocuğu doğurduğu yerde de bazı
tedbirler aldığı görülmektedir. Hz. Meryem'in telaşı ve korkusu Allah
tarafından giderildi ve çocukla ilgili kendisine yapılacak her suçlamaya
cevabın bizzat Allah tarafından geleceği açık bir ifade ile belirtildi. Çocuk
eğer normal şekilde doğmuş olsaydı, Hz. Meryem'in oruç tutması ve kimse ile
konuşmaması da salık verilmezdi. Son ayetlerde geçen "Harun" kelimesi
de dikkat çekicidir. Bunun iki anlamı olabilir. Ya Hz. Meryem'in Harun adında
bir kardeşi olduğunu söyleyebiliriz. Ya da Arapça gramerine göre bu deyimin,
"Harun ailesinin kızı" anlamına geldiğini de belirtebiliriz. Hem
olayın şekli, hem müslim, Nesai ve Tirmizî gibi hadis kitaplarında kullanılan
ifadeler, ikinci ihtimâlin daha kuvvetli olduğunu gösteriyor. Nitekim Hz.
Muğire (r.a.) tarafından
nakledilen hadise göre Necranlı Hıristiyanlar, Kur'ân-ı Kerîm'de, Harun'un Hz.
Meryem'in kardeşi olduğu ifadesine itiraz ettiler, Hıristiyanlar, Hz. Harun'un
Meryem'den yüzlerce sene evvel yaşamış olduğunu söyleyince Hz. Muğire
kendilerine herhangi bir cevap vermedi. Hz. Muğire bu olayı Rasûlullah (a.s.)'a
anlatınca, Hz. Peygamber (a.s.) de dedi ki, "sen neden İsrail
oğullarının, kendi isimlerini geçmişteki büyük peygamber ve sâlih kişilerin
adlarına göre koyduklarını söylemedin?" dedi. Demek ki, Hz. Meryem'in
peygamber olan Hz. Harun ile herhangi bir ilgisi yoktu. Ayrıca Rasûlullah
(a.s.)'ın ifadesinden de Hz. Meryem'in, Harun'un kız kardeşi değil, Harûn
ailesinin bir ferdi olduğu anlamı çıkıyor.
Meryem sûresinde daha sonra şu
satırlara rastlıyoruz
"Bunun üzerine Meryem O'na
(Îsa’ya) işaret etti. Kavmi: 'Biz beşikteki çocukla nasıl konuşuruz?' dedi.
Çocuk (Îsa):, 'Ben, Allah'ın kuluyum. O bana kitap verdi. Ve beni peygamber
yaptı. Beni her nerede olursam mübarek kıldı. Hayatta olduğum müddetçe bana
namazı ve zekâtı emretti. Beni anneme hayırlı ve hürmetkâr kılıp zorba bir
bedbaht yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de ve diri olarak ba's
olunacağım gün de Allah'ın selâmeti benim üzerimedir' dedi. İşte hakkında
ihtilâf eyledikleri Meryem oğlu Îsa’ya dair Allah'ın sözü budur." (Meryem;
29-43)
Görüldüğü gibi, Hz. Îsa (a.s.)
doğduğundan beri İsrail oğulları için Allah'ın açık bir işareti ve ikazıydı.
Cenâb-ı Allah, İsrail oğullarını cezalandırmadan ve kendilerine azabını
indirmeden onlara son bir mühlet vermişti. Parlak bir delil ve faziletli bir
insan olarak kendilerine indirilen Hz. Îsa'yı örnek almalı ve kötü yoldan
dönmeliydiler. Yoksa sonları çok kötü olacaktı. Bunu, Allahu Teâlâ, Hz. Îsa'nın
yaşantısının her safhasında kendilerine anlatıyordu. Hz. Îsa'yı doğurmak için,
Harun ailesinin namuslu bir kızı seçildi. Bu kız Kudüs'te Hz. Yahya'nın dini
terbiyesinden geçerek bakire iken Allah'ın emriyle hamile kılındı. Bu kız yeni
doğan çocuğunu alarak halkına geri dönünce herkesin sözlü saldırısına uğradı.
Herkes kendisini sorguya çekerken bir Mu'cize daha oldu ve Hz. Îsa beşiğinden
konuşmaya başladı. Bu olayı gören ve duyan herkes bilmeliydi ki aynı çocuk
büyüyüp peygamberlik vazifesini yerine getirmeye başlayınca, kendisine itaat
etmekten başka bir çare yoktu. Fakat buna rağmen cehaletinde ve dalâletinde
ısrar edecek ve hatta bu peygamberi çarmıha germeye kalkışacaklarsa,
kendilerine eşi görülmez bir azap ve felâket gelecekti,[22]
ve geldi de.
Eshâb-ür Rass'dan, önce Furkan
suresinde, (âyet: 38) daha sonra Kâf suresinde (âyet; 12) bahsedilmiştir. Her
iki yerde de bunların, peygamberleri tekzip eden ve yalanlayan milletlerden
biri olduğu buyurulmuş, diğer herhangi bir ayrıntı verilmemiş veya bir kıssa
anlatılmamıştır.[23]
Arap tarihlerinde ve coğrafya
kitaplarında Er-Rass isminde iki yer bulunduğu belirtilmiştir. Bunlardan biri
Necd'de, diğeri kuzey Hicaz'dadır. Necd'in Er-Rass'ı daha meşhur olup,
cahiliyye devrinde yazılmış olan şiirlerde bu isme arada sırada rastlanıyor.
Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de zikri geçen milletin bu Rass'lardan hangisine ait
olduğunu kestirmek mümkün değildir. Rass ahalisi hakkında güvenilir herhangi
bir kaynakta ayrıntılı bilgi de yoktur. Bu milletin yalnızca kendi peygamberini
kuyuya attığı kesinlikle söylenebilir. Kur'ân-ı Kerîm'de yapılan kısa
işaretten anlaşılıyor ki, Allah'ın kitabının indiği sırada A'raplar herhalde
Eshâb-ı Rass'ın hikâyelerini biliyorlardı, ama bu hikâye ve rivayetler daha
sonra herhangi bir kitap veya tarihi eserde muhafaza edilemedi.
[1]
Burada, uzun müddet kavmini ıslâh etmeye çalıştıktan sonra önemli herhangi bir
basan elde edemeyen, aksine çalışmaları sürekli kösteklenen, yoluna yeni yeni
engeller çıkarılan, hayatı çekilmez hale getirilen, her türlü baskı, zulüm ve
işkenceye maruz kalan, cesareti büsbütün kırılan ve hiçbir ümit ışığı
görülmeyen Hz. Nuh'un, nihayet Allah'a yalvarıp kavmi için yaptığı beddua
kastedilmiştir. Hz. Nuh'un sözleri şunlardı: "Ben mağlûbum yardım et diye
Rabbi’ne yalvardı." (Kamer, 10). "Ey Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden
bir tek kişi bırakma." (Nûh; 26).
[2]
Hz. Nûh (as.) ile cahil ve inatçı kavmi arasında asırlarca devam eden amansız
tartışma, çekişme ve mücadelede de ne yazık ki Allah'ın peygamberi yenik
düşmüştü. Kur'ân-ı Kerim bu mücadelenin çeşitli safhalarını ayrıntılı şekilde
bize aktarmıştır. Ankebût suresine göre bu mücadele tam 950 yıl sürdü. (Âyet;
14). Hz. Nûh bu müddet içinde çeşitli nesillerin vaziyetini yakından görmüş
oldu. Hiçbirinde ıslâh kabiliyeti ve Allah'a yönelme arzusu yoktu. Aralarından
iyi ve imanlı birinin çıkma ümidi kalmamıştı. Artık Hz. Nuh şu neticeye
varmıştı. "Eğer onları bırakırsam, kullanın saptırırlar. Ve ancak facia
ile kâfir doğururlar." (Nûh; 27). Cenab-ı Allah da Hz. Nuh'un bu görüşüne
katıldı ve kendi sonsuz bilgisine dayanarak şunları söyledi: "Nuh'a
'kavminden iman edenlerden başkası asla inanmayacaktır. Onların yaptığı
şeylerden dolayı tasalanma' diye vah yolundu." (Huda: 36).
[3]
"Ahkâf", Hıkf ın çoğuludur. Bunun anlamı, yükseklikte dağ kadar
olmayan kum tepeleridir. Fakat, coğrafyaya göre, bu, Arap çölünün güneyindeki
ıssız bölgenin adıdır.
[4]
Tafsilat için bak.
a) Arabia and The Isles, Harold Ingrams, Londra, 1946.
b) The Unveiling of Arabia, R. H. Kirman, Londra, 1937.
c) The Empty Quarter, Philby, Londra, 1933
[5]
Azib'in çarşamba günü geldiğine dair rivâyetler vardır. Bu sebeplen dolayıdır ki,
müslümanların bazı gruplarında çarşamba günü uğursuz bir gün olarak kabul
ediliyor ve o gün hiçbir şeye başlanmamasına dikkat ediliyor. Bu hususta,
kaynaklan zayıf olan bazı hadisler de halk arasında meşhurdur. Meselâ, İbn
Merdûye ile Hatip Bağdâdî'nin eserlerinde şu hadise rastlanıyor: "Ayın son
çarşambası, uğursuzluğu devam eden, uğursuz bir gündür." İbn Cevzi bu
hadise "Mevzu" demiştir. İbn Recep bu hadisin doğru olmadığını
söylemiştir. Hâfız Sehâvi'ye göre, bu hadisin bütün kaynakları zayıftır. Aynı
şekilde, çarşamba uğursuzlar günüdür." Bazı diğer hadislerde, çarşamba
günü seyahata çıkılmaması, alışveriş yapılmaması, tırnakların kesilmemesi,
hasta ziyaret edilmemesi gibi öğütler bulunuyor. Ayrıca cüzzam ve sedef gibi
hastalıkların çarşamba günü başladığı inancı da vardır. Fakat bu hadis ve
rivâyetler zayıf olup, bunlara iman edilmemesi en uygun yoldur. Nitekim meşhur
âlim ve araştırmacı, muhakkik Menâvi şunları yazmaktadır: "Çarşamba
gününü kötü ve uğursuz olarak kabul etmek ve falcılar gibi inançlar taşımak,
haram, çok haramdır. Çünkü, bütün günler Allah'ın günleridir. Belli bir gün ne
faydalı ne de zararlıdır." Allâme Alûsî de şunları kaydetmiştir: "Bütün
günler birdir. Çarşamba diye ayırım yapmak doğru değildir. Gece ve gündüz
arasında tek bir ân bile kimse için uğursuz ve zararlı olamaz. Cenab-ı Allah
her gün ve her zaman kulları için müsait ve müsait olmayan şartlar
yaratmaktadır."
[6]
Hicaz'ın kuzeyinde, Rabığ'dan Ukba'ya ve Medine ile Hayber'den Tayma ve Tebûk'a
kadar uzanan bütün bölge bugün de Semûd harabeleriyle doludur. Bundan 1350 yıl
önce, Kur'ân'ın inişi sırasında buranın harabeleri herhalde daha belirgin ve
iyi durumda idiler.
[7]
Tebûk savaşı sırasında, müslümanlar buralardan geçerken bazıları bu harabeler
arasında geziyorlardı. Hz. Peygamber (a.s.) bunları toplayarak bir konuşma
yaptı. Bu konuşmada Hz. Peygamber (a.s.), Semûd kavminin korkunç sonu hakkında
müslümanlara bilgi verdi, belgeye Allah'ın azabının indiğini hatırlattı ve
buranın gezilecek bir yer olmayıp ibret yeri olduğunu söyledi ve müslümanların
buradan çabuk geçmelerini öğütledi.
[8]
Bir milletin umumi isteği ve rızasıyla yapılan bir günâh, her ne kadar ferdî
veya kişisel gözükse de, milli bir günahtır ve ceza'da bütün millete verilir.
Sadece bu değil. Kur'ân-ı Kerîm'e güre, bir milletin içinde bir günah alenen
yapılıyor ve kimseden çıt çıkışıyorsa, bu da milli bir günâhtır.
[9]
Hz. İbrahim (a.s.)'in ateşe atılmasıyla ilgili kayıtları görmek için Kur'ân-ı
Kerîm'in şu sûre ve âyetlerine bakılmalıdır: (Enbiyâ; 68-70, Ankebut; 24 ve
Sâffât; 97-98).
[10]
Bu da Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunan mucizelerden biridir. Bu mucizelere
inanmayan sözde aydın kişilere bir tavsiyemiz var. Kendilerini İslâmiyet'i
kabul etmek için zorlamasınlar. İslâm'ı ya olduğu gibi kabul etsinler ya da
İslâm camiasından çıksınlar. Bu hususta gereksiz te'vil ve bahaneler ileri
sürmesinler. Mucizelerin hikmeti ve önemini daha önceki bölümlerde açıkladık.
Bunlara râğmen bazıları, bunları imanın bir parçası olarak kabul etmiyorlarsa,
lütfen İslâm'ı değiştirmeye ve modernleştirmeye çalışmasınlar. Kimsenin
Kur'ân-ı Kerîm'i de değiştirmeye hakkı yoktur.
[11]
Cenab-ı Allah, sadece İbrahim ve evlâtlarım kurtarmadı, onlara peygamberler
arasında üstün mevki ve mertebe de verdi. Nitekim Bakara sûresinde şöyle dedi:
"Ben seni İnsanlar üzerine İmam (rehber) yapacağım" (Âyet; 124).
Gerçeklen de bugün dünyada müslümanların dışında yahudi ve Hıristiyanlar da Hz.
İbrahim'e büyük hürmet gösteriyor ve bağlılıklarını bildiriyorlar.
[12]
Bu hususta Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyeti şöyledir: Münafıklara ve kâfirlere Nûh,
Âd, Semûd ve İbrahim kavimlerinin, Medyen ve Mü'tefike'ler ahalisinin haberleri
gelmedi mi?" (Tevbe; 70).
[13]
Yahudilerin tahrif ettikleri İncil'de, Hz. Lût (a.s.)'ın şahsiyeti ve
karakterine sürülen lekeler arasında kendisinin Hz. İbrahim (a.s.) ile kavga
edip Sodom'a gitmesi de yer almıştır. (Doğum, Bölüm: XIII, âyet: 1-12). Fakat
Kur'ân-ı Kerîm bu yanlış ifadeyi yalanlıyor. Kur'ân'ın ifadesine göre, Hz.
Lût, Cenab-ı Allah tarafından peygamber yapılarak söz konusu bölgeye
gönderilmişti ve görevi oranın sapık halkına hidâyet yolunu göstermekti.
[14]
Kur'ân-ı Kerim (Neml suresinden anlaşılıyor ki, Hüdhüd, Hz. Süleyman'a, Sebe'
halkının durumunu anlattığı sırada bu millet güneşe tapıyordu. Arap gelenek ve
törelerinden de Sebe'nin ilk dininin güneşe tapmak olduğu ortaya çıkıyor.
Nitekim İbn İshâk bazı ulemaya dayanarak, Sebe halkının, adı Abd Şems (Güneş'in
kulu veya Güneşe tapan) ve lakâbı Saba olan bir kişinin soyundan geldiğini
beyan etmiştir. İsrail oğullarının rivayetleri de bunu doğrulamaktadır. Bunlara
göre, Hüdhüd, Hz. Süleyman (a.s.)'ın mektubunu götürdüğü zaman, Sabâ melikesi
güneşe tapmaya hazırlanıyordu. Hüdhüd bunun üzerine mektubu Melike'nin önüne
alıverdi.
[15]
Tarih kitaplarından, çok eski çağlardan beri, Sebe kavminin bütün sapıklığına
rağmen bir bölümünün, diğer tanrıları reddedip tek bir Tanrı'yı tanıdıkları
anlaşılıyor. Yemen'den çıkarılan kitabelere göre de böyle bir grubun varolduğu
belli oluyor. M.Ö. 650 dolaylarında hazırlanmış olan ve yeni keşfedilen
kitabelerde Sabâ'lıların, Gök tanrısına adanmış bazı tapınaklar bulundurdukları
kayıtlıdır. Tek tanrıya inanan kişiler çok uzun süre varlıklarını
sürdürebildiler. Nitekim, MS. 378 yılına ait olduğu tesbit olunan bir kitabede
de Gök tanrısının adına rastlanıyor. Hatta M.S. 645'le yazılmış olan bir
kitabede yeryüzü ve göklerin hakimi olan Allah'tan yardım istenmiştir. M.S.
458'e ait olan bir başka kitabede ise bu tanrının adı "Rahman" olarak
geçmiştir.
[16]
Saba (Sebe') halkı öylesine büyük bir felâkete uğradı ve dağıldı ki bu dağılma
bir simge halini aldı. Nitekim bugün dahi Araplar bir millet veya zümrenin
mahvoluşunu Sabâlılarınkine benzeterek anlatırlar. Sabahlara verilen nimetler bir
bir Allah tarafından geri alınmaya başlayınca, bu kavim çeşitli gruplara ayrılarak
Arabistan'ın çeşitli bölgelerine dağılmaya başladılar. Gassanlılar Ürdün ve
Şam'a yerleştiler, Evs ve Hazrec Medine'nin yolunu tuttular. Hüzâ'a, Cidde'ye
gitti, Ezd kabilesi de Umman'a yerleşti. Diğer kabileler de dağıldı. Kısacası
Saba kavmi tamamıyla tarihe karıştı.
[17]
Tarihçi Yakût, "Mu'cem ul Buldan" isimli eserinde diyorki Eyke, Tebûk'un
kadîm ismidir. Tebûk'lular da kendi şehirlerinin isminin bir zamanlarda Eyke
olduğuna inanıyorlar.
[18]
Kur'ân-ı Kerîm'de Hz. Yunus isminden başka O'ndan "Zünnun" veya
"balık sahibi" olarak da söz edilir. Kendisine balık sahibi
denilmiştir. Bu demek değil ki kendisi balık avlar ve satardı. Aksine, bir
defasında Allah'ın izniyle bir balık tarafından yutulduğu için kendisine bu
lakap verilmiştir. (Bk: Sâffât; 42)
[19]
Bk: Yunus suresi, âyet; 98, Enbiya suresi; âyetler: 87-88 ve Sâffât; âyetler:
139-148 ve Kalem; âyetler: 48-50.
[20]
Bu konuya "Tefhim-ul Kur'ân", Cilt: IVde Sâffât sûresinin tefsirinde
ayrıntılı bir şekilde değinilmiştir.
[21]
Bu yakınma, Hz. Davûd'un ağzından yapılmıştır. "Onlar, Allah'ın emrettiği
gibi bu milletleri temizlemediler, aksine onlarla bir olup onların işini
yapmaya başladılar. Onların putlarına tapmaya taşladılar, ki bunlar kendileri
için ayak bağı oluverdi. Onlar kendi erkek çocuklarını şeytanlar için kurban
etmeye başladılar. Masum İnsanlar, yani kendi erkek çocuk ve kızlarının kanını
akıttılar. Bunun için Allah'ın kahrı üzerlerine geldi. Allah kendi mirasından
nefret etmeye başladı. Onları başka kavimlere esir düşürdü ve onlara düşman
olanlar onlara hâkim oldular." (Zebûr: Bölüm 106: âyetler: 34-41).
[22]
Ayrıntılı bilgiler için Bk: Tefhîm-ül Kur'ân, c. I, Âl-i İmrân sûresinin
tefsiri, Nisâ sûresinin tefsiri, C. III, Enbiya sûresi ve Mü'minûn sûresinin
tefsirleri.
[23]
Eshâb-ur Rass hakkında şimdiye kadar güvenilir ve inanılır araştırmalar
yapılamamıştır. Bazı müfessirler bu hususta bazı rivâyetler anlatıyorlarsa da
bunlar tatmin edici değildir. Bu kavmin sadece kendi peygamberlerini kuyuya
atarak öldürdüğü kesin olarak ifade edilebilir. Rass, Arapçada kuyuya veya
kapalı kuyuya denilir. Bu münasebetle kendilerine "kuyu sahipleri' denilmiştir.
(Tefhîm-ul Kur'ân, Furkan Ssûresi, c: III).