On
Altıncı Bölüm: YAHUDİLER VE YAHUDÎLİK
16.1.
HZ. MUSA'DAN ÖNCEKİ DEVİR
16.2.
HZ. MUSA'NIN PEYGAMBER OLUŞU
16.3.
FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI
16.4.
SON PEYGAMBER (A.S.)'İN NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL
DURUMU
On Altıncı
Bölüm: YAHUDİLER VE YAHUDÎLİK
16.1. HZ.
MUSA'DAN ÖNCEKİ DEVİR
Hz. İshâk (a.s.)'ın evlâtları
arasında Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davûd, Hz. Süleyman ve Hz. Îsa
(a.s.) ve bazı diğer peygamberler gibi büyük isimlere rastlanıyor. Hz. Yakûb'un
lakabı İsrail idi, bu sebeple, evlâtlarına Ben-i İsrail veya İsrail oğulları
denmiştir. İsrail oğulları, eski çağların en güçlü ve en etkin dini ve siyasi
topluluklardan biriydiler, İsrail oğullarının vaaz ve tebliğlerinin sonunda,
dinlerini kabul eden diğer bir çok millet de kendi siyasi ve kültürel
hüviyetlerini kaybederek zamanla İsrail oğullarından biri oluverdiler. Bu
muazzam topluluk zeval ve çöküşleri yüzünden madden ve mânen yozlaşıp,
bozulunca önceleri Yahudilik ve sonra Hıristiyanlık gibi dünyanın iki büyük
dini doğmuş oldu.
İsrail oğullarının rivâyetlerine
göre; ataları Hz. Yakûb (a.s.), Cenâb-ı Allah ile güreş yapmıştı. Güreş bütün
gece sürdü ve sabah olunca da Allah-u Teâlâ, Hz. Yakûb'u yenemeyince kendisine
şöyle dedi: "Bu iş burada biter, bana artık gitme izni ver." Hz.
Yakûb, "hayır, Sen bana bereket ve bolluk verinceye kadar sana gitme izni
vermeyeceğim" diye cevap verdi. Allah, "adın nedir?" diye
sordu. O da "Yakûb değil İsrail olacaktır. Zira, sen Allah ve diğer
adamlarla güreştin ve gâlip geldin."[1].
16.1.1. İsrail Oğullarının Geçmişi
İsrail oğulları arasında bir
yandan, Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Hz. Yusuf v.s. gibi büyük peygamberler doğdu,
diğer yandan, bu millet Hz. Yusuf zamanında Mısır'da hatırı sayılır kuvvet ve
iktidara sahip oldu. Öyle ki, İsrail oğulları dünyanın en büyük hâkimi ve en
kuvvetli, kudretli ve müreffeh ulusu olarak ün yaptılar.
Tarihçiler ve din âlimleri, İsrail
oğullarının iktidar ve ikbal devrinin Hz. Musa (a.s.) ile başladığına
inanırlar. Oysa, Kur'ân-ı Kerim'in Maide sûresinin 20. âyetine göre bu millet
çok daha önceden parlak dönemini yaşamıştı. Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat Hz.
Musa'nın kendi milletinin parlak geçmişinden söz ettiği de beyan edilmiştir.
16.1.2. Yahudiliğin Menşeî ve Tarihi
Gerçek şudur ki, gerek Hz. Musa
gerekse O'ndan önceki ve sonraki peygamberlerin getirdiği din İslam'dan başka
bir şey değildi. Bu peygamberlerden hiçbiri Yahudi değildi. Yahudilik onların
zamanında doğmuş da değildir. Yahudilik kelimesi çok daha sonraki devrin
ürünüdür. Aynı şekilde Yahudi dini veya Musevilik de çok daha sonraki
devirlerde teşekkül etmiştir. Yahudilik, Hz. Yakûb'un dördüncü oğlu Yehuda'ya
atfedilmektedir. Hz. Süleyman (a.s.)'ın kurduğu muazzam saltanat İsrail ve
Yahudiyye adıyla ikiye bölününce, ikinci devlete Yahuda'nın soyundan gelenler
hâkim oldular. Birinci devlet, (ki Sameriyye ismini de taşıyordu), İsrail
oğullarının başka bir kabilesinin eline geçti. Büyük Asur İmparatorluğu daha
sonra bu Sameriyye veya İsrail devletlerini ve başkentini ortadan kaldırmakla
kalmadı, bu devlette kalan İsrail oğullarının çoğunu da temizledi veya başka
memleketlere sürgüne gönderdi. Bundan sonra ayakta kalmayı başaran
Yahudiyye'de çoğunluğunu Yahuda'nın evlâtlarının oluşturduğu Bünyamin ve bazı
diğer ufak tefek İsrail kabileleri hayatta kalabildi. Yahuda'nın soyundan
gelenler arasından çok sayıda rahip, kâhin, rabbî ve ahbârlar doğdu. Bunların
kendi fikir, görüş ve felsefeleri doğrultusunda, yüzyıllar içinde bir akide,
inanç, dua, ibadet ve törenler manzumesi meydana geldi, ki buna sonradan
"Yahudilik" denildi. Yahudi inanç ve ibadetlerinin iskeleti ta M.Ö.
dördüncü yüzyılda ortaya çıktı ve M.S. beşinci yüzyıla kadar şekillenmeye devam
etti.
Aradan geçen uzun yıllar
süresince, Hz. İshâk'a, Hz. Yakûb'a veya Hz. Musa'ya gelen dinin yüzünü
tanınmaz hale getirdiler. Gerçek dinin çok az unsurları Yahudilikte asıl
şekillerini koruyabildiler. Diğer akide ve inançlar ise, Yahudi din
adamlarının, kâhin ve rabbîlerin yanlış telakki ve tefsirleri ile tevilleri ve
kasıtlı tahrifleri yüzünden şirk ve putperestliğe yakın hale geldi: Bu
sebepten dolayıdır ki, Kur'ân-ı Kerîm'de muhtelif yerlerde İsrail oğullarına
şöyle hitap edilmiştir: "Ey, Yahudi olmuş İnsanlar". Yani, Kur'ân-ı
Kerîm'e göre "Yahudilik", sapıklık ve şirk ile eşdeğerde ve eşanlamda
idi. Ayrıca, Yahudilik batağına düşen sadece İsrail oğulları değildi, bazı
diğer ırk ve milletten olanlar da bunlar arasında idi. Kur'ân-ı Kerim'de İsrail
oğullarından bahsedilirken aynen "Ben-i İsrail" veya "İsrail
oğulları" deyimi kullanılmıştır. Fakat Yahudiliği meslek edinenlere
"Yahudi olmuş İnsanlar" deyimiyle hitap edilmiştir.
16.1.3. Hz. Yusuf (a.s.) Zamanında Yahudiler
İncil ile Mısır tarihini
mukayeseli olarak okumuş ve incelemiş olan Çağımızın araştırmacıları, Mısır
hükümdarlarından "Hyksos" (Çoban) kralları arasında yer alan
Apophis'in Hz. Yusuf (a.s.) olabileceği ihtimalini ortaya koymuşlardır. Zira,
bu kralın yaşadığı devir, Hz. Yusuf’unki ile denk gelmektedir.
Mısır'ın başkenti Memphis idi.
Bunun kalıntıları bugün Kahire'nin güneyinde yaklaşık 24. km.'de bulunmaktadır.
Hz. Yusuf buraya 17-18 yaşında iken gelmişti. 2-3 sene, Mısır kralının
sarayında kaldı ve 8 sene de zindanda. 30 yaşında iken Mısır hükümdarı oldu ve
80 yaşına kadar rakipsiz Mısır tahtında kaldı. Hükümdarlığının 9'uncu veya
10'uncu yılında Hz. Yakûb (a.s.)'u bütün ailesiyle Filistin'den Mısır'a
çağırdı, ve kendilerini Dimyat ile Kahire arasındaki bir mevkiye yerleştirdi.
İncil’de Hz. Yusuf'un ailesinin
yerleştiği yerin adı Cuşan veya Gûşen olarak yazılmıştır.[2]
Hz. Mûsâ (a.s.) doğuncaya kadar bunlar buralarda kaldılar. İncil'deki kayıtlara
göre, Hz. Yusuf 100 yaşma geldikten sonra vefat etti ve ölmeden önce, İsrail
oğullarına, Mısır'dan ayrılırken kemiklerini yanlarına almalarını vasiyet
etti.
İsrail oğullarının Mısır'a
yerleşmelerine imkân sağlayan Hz. Yusuf bizzat bir peygamber idi. Bundan sonra
400-500 sene Mısır'ın iktidarı İsrail oğullarının ellerinde kaldı ve bu süre
içinde Mısır'da Allah'ın dinini -yani İslam'ı- yaymaya büyük gayret sarf
ettiler. Bu müddet içinde Allah'ın dinini kabul etmiş olanların sadece dini
değil, aynı zamanda yaşantıları ve kültürü de değişmiş olmaktadır. Bu imanlı ve
inançlı Mısırlılar gayet tabii ki kendi ırklarından olan diğer Mısırlılardan
her bakımdan farklı bir inanç ve yaşantıyı benimsemiş ve böylece İsrail
oğullarına daha çok yaklaşmış, yanaşmış ve onlarla kaynaşmış olabilirler.
Müşrik yerliler böylece imanlı Mısırlılara, tıpkı Hindistan'da yerli Hinduların
yerli müslümanlara yaptıkları gibi yabancı muamelesi yapmış olabilirler.
Mısırlı müslümanlar da Hintli müslümanlar gibi, yerli müşrikler tarafından
"İsrail oğulları" olarak sıfatlandırılmış olabilir. Bizzat Mısırlı
müslümanlar bütün dinî, sosyal ve kültürel faaliyetleri bakımından yerli
müşriklerden kopmuş olabilirler. Onların alışverişleri ve kaynaşmaları artık
daha çok İsrail oğullarıyla gerçekleşmiş olabilir. Bu sebepten dolayıdır ki,
Mısır milliyetçiliği aşırı derecede herkesi sarınca İsrailoğullarının uğradığı
her türlü zulüm, baskı ve işkenceye Mısırlı müslümanlar da hedef oluverdiler.
Ve İsrail oğulları Mısır'ı terk etmeye mecbur edilince bu zavallılara Mısırlı
müslümanlar da katılıverdiler, ama artık herkesin adı "İsrail
oğulları" olmuştu.[3]
16.1.4. Mısır'da Aşırı Milliyetçilik Hareketi
Hz. Yusuf (a.s.)'un devr-i
hükümeti geçince Mısır'da görülmemiş bir milliyetçilik hareketi başladı.
"Yerli ve ulusal iktidar" sloganıyla başlatılan bu hareketin sonunda
Kıptîler iktidara geldiler. Yeni milliyetçi iktidar, İsrail oğullarının gücünü
ve etkisini ortadan kaldırmak için elinden gelen çabayı harcadı. Bir taraftan,
İsrail oğullarına bütün iktidar, hükümet, mevki ve makam kapıları
kapatılırken, bir taraftan da her türlü zulüm ve baskıya maruz kaldılar,
İsrail oğulları sadece hakarete uğramak, aşağılanmak veya kötü işlerde
çalıştırılmakla kalmadı, aynı zamanda nüfuslarının azaltılması için plânlı bir
soykırımına da başlandı. Erkek çocukları öldürülmeye başlandı. İsrailli kızlar
ve kadınlar öldürülmedi, ama Kıptîler ile evlenmeye zorlandı. Böylece sadece
Kıptî ırkın gelişmesi için mükemmel bir plan uygulanmaya başlandı. Talmud'daki
kayıtlara göre bu korkunç sindirme ve temizleme hareketi ve soykırımı, Hz.
Yusuf (a.s.)'un vefâtından 100 yıl sonra başladı. Yeni ırkçı Kıptî iktidar,
önceleri İsrail oğullarının verimli toprak ve evlerine el koydu, diğer mal ve
mülklerini zaptetti ve daha sonra da hükümet ve devletteki bütün mevki ve
makamlarından onları mahrum bıraktı. Kıpti hükümdarlar baktılar ki, bunlar da İsrail
oğullarının müthiş gücünün kırılmasına ya da onların Mısırlı dindaşlarının büyük
nüfuzunun azalmasına yetmemiştir; bunun üzerine onları zelil ve rüsvây etmeye
başladılar. Onları en kötü ve ağır işlerde çalıştırıp en az ücret vermeye
başladılar. Ayrıca, yukarıda işaret ettiğimiz gibi nüfuslarını da azaltmak için
sinsi bir plân uygulamaya başladılar. Kur'ân-ı Kerim'de; Firavunların, Mısır
nüfusunun bir bölümünü zelil ve rüsvây ettikleri ve İsrail oğullarına hayatlarını
çekilmez hale getirdikleri (Bkz: Bakara sûresi) konusunda yer alan kayıtlar
işte bu durumu izah etmektedirler.
16.2. HZ.
MUSA'NIN PEYGAMBER OLUŞU
İsrail oğulları birkaç asır rezil
bir hayat sürdüler. Durumlarına acıyan Cenâb-ı Allah, aralarından Hz. Musa
(a.s.) gibi güzide bir peygamber çıkardı ve bu sevgili kulu vasıtasıyla
onların esaretine, rezil hayatına ve acınacak durumuna son verdi. Sonra,
onlara kutsal kitabını indirdi. Hz. Musa'nın talimatı ve bu kitabın buyrukları
sayesinde aynı mazlum, mahkûm ve rezil millet, tekrar dünyanın en güçlü ve en
kudretli uluslarından biri haline geliverdi.
Hz. Musa (a.s.) Firavun'un önüne
iki mesajla çıkmıştı: Birincisi, Allah'a itaat etsin (İslâmiyeti kabul etsin);
ikincisi, eskiden müslüman olan İsrail oğullarına yaptığı baskı ve zulme son
versin.
Hz. Musa (a.s.) aynı zamanda, İsrail
oğullarına da şu öğütleri veriyordu: "Allah'tan yardım isteyin ve
sabredin. Bu toprak Allah'ındır ve Allah kullarından kimi istiyorsa bunun
varisi yapıyor. Son başarı, O'ndan korkarak işlerini yapmaya devam
edenlerindir."
16.2.2. İsrail Oğullarının Korkaklığı
Firavun gibi zâlim bir hükümdar ve
Kıptîler gibi kana susamış ve İsrailoğullarının adını ve sanını bu dünyadan
silmeye kararlı olan bir milletten korkan İsrail oğulları önceleri Hz.
Musa'nın vaaz ve telkinlerinden bucak bucak kaçtılar. Hakkı kabul eden ve
Hakkın bayraktan (Hz. Musa)'nın yanında âncak birkaç genç erkek ve kız
toplanabildiler. Yetişkin kişiler, anne ve babalar ile yaşlı kişiler Hz. Musa'dan
ve talimatından yangından kaçar gibi kaçtılar. Dünyayı seven ve ellerindeki
küçük nimetlerini bırakmak istemeyen bu dar görüşlü, menfaatçi ve korkak
kişiler, Hak yolunun tehlikelerine katlanmayı göze alamadılar. Bu kişiler,
Hakk'a yanaşmak şöyle dursun. Hakk'ı benimsemiş olan birkaç genci de korkutmaya
ve yollarından caydırmaya çalıştılar. Onların Hz. Musa'nın yanına gitmemelerini
ve böylece Firavun'un gazabına maruz kalmamalarını istediler.
İsrail oğullarının yaşını, başını
almış fertlerinin bu tutumu, Hz. Musa'nın peygamberliğinden şüphe etmelerinden
ya da mesajının doğru olmadığına inanmalarından kaynaklanmıyordu. İsrail
oğullarının bu tutumunun sebebi, sadece Firavun ve hâkim sınıfa yaranmak ve
böylece bazı menfaatler koparmaktı. İsrail oğullarının ileri gelenleri, Hz.
Musa'ya muhalefet etmek suretiyle hem Firavun'un mezâliminden kurtulmak, hem
de mevki ve makam sahibi olmak istiyorlardı. Bunlar hem ırk hem din bakımından
Hz. İbrahim, Hz. İshâk, Hz. Yusuf ve Hz. Yakûb (a.s.)'un ümmetiydiler ve
dolayısıyla Allah'ın gerçek dinini tanıyor ve biliyorlardı. Ne var ki, uzun
yıllardan beri siyasî, sosyal ve ekonomik şartlar ile dış etkenler ve bizzat
kendi ahlâki bozuklukları yüzünden ürkek, korkak ve güçsüz hale gelmişlerdi ve
artık küfre ve batıl inançlara karşı yükselen iman ve hidayet sesine kendi
seslerini katmaktan uzak kalmışlardı.
Ben-i İsrail üst üste iki zulüm ve
baskı dönemini yaşamıştı. Bunlardan birincisi, Firavun II. Ramses'in
hükümdarlığı sırasında ve Hz. Musa'nın doğumundan önce idi. İkincisi ise,
Firavun Menfitâh döneminde Hz. Musa'nın peygamberliğe tâyin edilmesinden sonra
başladı. Her iki zulüm ve baskı devrinde İsrail oğullarından doğan erkek
çocukları öldürülüyor, kızları ise ilerde nikâha alınmak üzere serbest
bırakılıyordu.
Hz. Musa ile Firavun arasındaki
amansız çekişme, düşmanlık ve mücadelede İsrail oğullarının ne kadar utanç
verici bir tavır içinde oldukları İncil'in şu ibaresinden belli olmaktadır:
"Onlara (İsrail oğullarının
ileri gelenleri), Firavun'un yanından ayrıldıktan sonra dışarıya çıkınca yolda
Hz. Musa ile Hz. Harun'u, kendilerini beklerken gördüler, O zaman onlara (iki
peygambere hitap ederek), "Tanrı görüyor ve hakkınızda adaletini
göstersin. Siz bizi Firavun ve yardımcılarının gözünde öylesine rezil etmişsiniz
ki, bizim öldürülmemiz için onlara adetâ kılıç vermişsinizdir dediler."
(Huruc; 6: 20-21)
Talmud'da ise İsrail oğullarının,
Hz. Musa ile Hz. Harun'a şöyle dedikleri kaydedilmiştir:
"Biz, bir kurdun bir kuzuyu
yakalamasından sonra bir çoban o kuzuyu kurtarmaya çalışırken, paramparça olan
tıpkı o zavallı kuzu gibiyiz. Sizin ile Firavun arasındaki çekişmede zarar
gören biz oluyoruz."
16.2.3. Mısır'dan İsrail Oğullarının Göçü[4]
Cenab-ı Allah, nihayet bir geceyi İsrail
Oğulları ve Mısırlı müslümanların Mısır'dan çıkmalarının tarihi olarak
belirledi. Kararlaştırılan gün ve saatte, Mısır'ın her köşesinden çıkan iman
sahipleri sayısız kafileler oluşturdular ve büyük bir kalabalık meydana
getirdiler. Muhâcirlerin başında bulunan Hz. Musa (a.s.) Kızıldeniz'e giden
yolu tercih etti. Ancak o taraftan Firavun büyük bir orduyla Musa ve
taraftarlarının peşine düşmüştü ve İsrail oğulları tam denize açılmaya
hazırlanırken, onlara yetişiverdi. Muhacirler Firavun'un ordusuyla deniz
arasında sıkışmışlardı. Tam o sırada, Hz. Musa'ya Allah'tan emir geldi,
"Asâ'nı suya vur" diye. Deniz ortadan ikiye bölündü, her iki tarafta
birer su dağı oluştu ve denizin dibinde muhacirlerin geçmesi için kuru bir yol
açılmış oldu. Muhâcirlerin tümü karşıya geçer geçmez Firavun da ordusuyla
beraber denizde açılan yola girdi, ama bütün ordusu yolun ortasında bulunduğu
sırada iki tarafta duvar gibi duran sular gelip birleşti. Böylece Firavun ve
ordusu denizin sularına gömüldü.
16.2.4. Hz. Musa'nın Kavminin Çölde Dolaşması
Hz. Musa (a.s.) İsrail oğullarını
alarak Mısır'dan Sina yarımadasının Mâreh, Eylem ve Rafi'dem mevkilerinden
geçti ve Sina dağına geldi. Bir seneden fazla bir müddet burada kaldı.[5]
Tevrat'ın büyük bir kısmı burada indi.
16.2.5. Filistin'e Saldırma Emri
Bundan sonra, Hz. Musa (a.s.)'ya, İsrail
oğullarını Filistin'e götürme emri verildi. Filistin'in vaadedilen toprak
olduğu, bunun İsrail oğullarının mirası olduğu ve askeri bir harekâtla ele
geçirilmesi icap ettiği belirtildi. Binaenaleyh, Hz. Musa (a.s.) İsrailoğullarını
yanına alarak Teb'îr ve Hasîrât yoluyla Faran çölüne girdi. Hz. Musa buradan
bir heyeti, Filistin'deki durum hakkında bilgi toplamak amacıyla bu memlekete
gönderdi. Bu heyet, Kâdis mevkiinde Hz. Musa'ya gelip raporunu verdi. Hz. Yuşa,
(Joshua) ile Kalib'in dışında diğer heyet üyelerinin anlattıkları çok cesaret
kinci ve iç karartıcıydı. Bunun üzerine İsrail oğulları isyân bayrağını çektiler
ve Filistin'e yürümeyeceklerini bar bar bağırmaya başladılar.
16.2.6. Bir Ceza Olarak Çölde Dolaşmanın İkinci Devresi
İsrail oğullarının bu itaatsizliği
ve münasebetsizliğinden gazaba gelen Allah, kendilerini 40 yıl çölde dolaşmaya
mahkûm etti. Allah’ın emrine göre, İsrail oğullarının Sina'da bulunan nesli,
Yuşa (Joshua) ile Kalib dışında Filistin'in yüzünü göremeyecekti. Gerçekten de
İsrail oğulları bundan sonra uzun yıllar çölde dolaşıp durdular. Önce Faran
çölünde sonra da Sûr sahrası ve Şeyin çölü arasında mekik dokudular, bin bir
zorluk ve tehlikelerle karşı karşıya bulundular ve bu arada, 'Amalika,
Amûrîler, Adûmîler, Mezyânîler ve Mevâb sakinleriyle çatışmak ve hayat mücadelesi
vermek zorunda kaldılar.
16.3.
FİLİSTİNİN FETHİ VE SONRASI
40 yıllık müddetin sonuna
gelindiğinde Adûm hududunda Hor dağı yakınlarında Hz. Harûn vefat etti. Hz.
Musa (a.s.) Ben-i İsrail'i alarak Mevâb bölgesine girdi ve bütün bölgeyi
fethederek Hasbûn ve Şatîm'e vardı. Burada Abarim dağında Hz. Musa (a.s.) da
vefat etti. O'ndan sonra, İsrail oğullarının önderliğini, ilk halifesi Hz. Yuşa
(Joshua) yaptı. Hz. Yûşâ, doğudan Ürdün nehrini geçerek karşı yakadaki Yerîhû
(Eriha) şehrini fethetti. Bu, İsrail oğullarının ellerine geçen Filistin'in
ilk şehriydi. Bundan sonra kısa bir müddet içinde bütün Filistin, İsrail
oğullarının ellerine geçiverdi. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, İsrail
oğullarının dinî ve ahlakî çöküşleri Filistin'e girmelerimden önce başlamıştı.
Filistin'in fethinden sonra ise daha büyük kötülükler yaptılar ve günah
işlediler ve bunun korkunç neticesini de daha sonra gördüler.
16.3.2. Hz. Musa (A.S.)'nın, İsrail Oğullarını Doğru
Yola Getirmek İçin Yaptığı İkâzlar
İbrahim sûresinin 7. âyetinde Hz.
Musa'nın vasiyeti şöyle naklolunmuştur:
"Eğer şükrederseniz, nimetim
arttırırım, eğer nankörlük ederseniz, azabım şiddetlidir diye Rabbinizin ilân
eylediğini de hatırlayınız."
İsrail oğullarının bu şekilde ikâz
edilmesi gerekiyordu, çünkü onlar Allah'ın nimetlerinden iyice istifade
ettikten sonra zamanla yozlaşmış ve Allah'a itaatsizlik etmeye başlamışlardı.
Onlar geçmişte de birçok defa Allah'a itaatsizlik etmiş ve her defasında
cezalandırılmış ve tekrar doğru yola getirilmişlerdi. İsrail oğullarının çileli
bir yolculuğunun sonunda Filistin gibi bereketli bir memlekete yerleşince
şeytâna daha çok uyacakları, günâh ve şerre daha çok bulaşacaklarına dair endişeler
boşuna değildi. Onların geçmişini bilen ve huyunu anlamış olan biri
kendilerinin aynı yanılgıya düşeceklerini sezebiliyordu.
Kur'ân-ı Kerim'deki ikazın benzeri
ayrıntılı biçimde İncil'de de yer almıştır. Rivâyetlere göre, Hz. Musa (a.s.)
ölümünden birkaç gün önce İsrailoğullarını toplayarak uzun bir konuşma yapmış,
bu konuşmasında, İsrail oğullarının geçmiş tarihinden örnekler vermiş,
Tevrat'ta yer alan önemli tâlimâtı tekrarlamış ve en son meşhur ikâzını
yapmıştır. Hz. Musa'nın konuşmasının bu bölümü hitabetin bir şaheseri olup son
derece etkileyici ve ibret vericidir. Meselâ, şu satırlara bakalım:
"Eğer sen, Hüdâvend'in, kendi
Tanrı'nın, söylediklerini samimiyetle kabul edip, bugün benim sana verdiğim,
O'nun bütün hüküm ve talimatına titizlikle uyarsan; Hüdâvend, Senin Tanrın,
seni bütün dünyanın milletleri arasında en büyük ve üstün kılacaktır... Lâkin
sen böyle yapmazsan, ve Hüdâvend'in, kendi Tanrı'nın, sözlerine ve bugün benim
sana verdiğim onun talimat ve kanunlarına titizlikle uymazsan, bütün bu
lanetler senin üzerinde olacaklardır ve sana dokunacaklardır. Sen şehirde de
lânetlenmiş olacaksın tarlalarda da... Salgın hastalıklar senin peşini
bırakmayacaktır... Senin üstündeki gök, pirinç gibi ve ayağının altındaki yer
demir gibi olacaklardır... Hüdâvend seni düşmanlarına mağlup edecektir... Sen
belki de bir kadınla nişanlanacaksın... Ama başka biri onunla cima' edecektir.
Sen ev kuracaksın, ama bunda oturamayacaksın. Sen. ağaç dikeceksin, ama
meyvesini yiyemeyeceksin. Senin öküzün ise senin gözünün önünde kesilecektir...
Sen aç, susuz, çıplak ve her şeye muhtaç olarak kendi düşmanlarına hizmet
edeceksin. Tanrı, düşmanlarını sana gönderecektir ve hasmın senin boynuna
boyunduruk takacaktır. Bu boyunduruk, sen mahvoluncaya kadar kalacaktır...
Hüdâvend seni yerin bir ucundan başka bir ucuna kadar bütün milletler arasında
zelil ve rezil edecektir." (İncil, Bölüm 29, ayet 15-64)
16.3.3. Hz. Yuşa'nın Vaaz ve Telkinleri
İsrail oğullarının, Mısır'da
Kıptilere uzun yıllar kölelik ve uşaklık yapmaları, onların kişilik, karakter,
ahlâk ve hayata bakış açısını öylesine bozmuş, öylesine yozlaştırmıştı ki,
bunun etkilerini Mısır'dan çıkmalarından 70 yıl sonra bile, -ki o zamana kadar
zaten putperestliğe başlamışlardı- Hz. Musa'nın ilk halifesi Hz. Yûşâ'
(Joshua) son hutbesinde şunları söylemek mecburiyetinde kalmıştı:
"Siz Hüdâvend (Allah)'ten
korkun ve iyi niyet ve sadakatle ona itaat edin ve ibadet edin. Ve
ecdâdlarınızın Büyük Nehrin (deniz) öbür tarafında, Mısır'da taptıkları
tanrıları kendinizden uzaklaştırın. Bundan böyle Allah'a ibadet edin, O'na
tapın. Ama eğer, Allah'a tapma hoşunuza gitmiyorsa, siz bugün tapacağınızı
(putu) seçin... Bana ve aileme gelince, biz Allah'a itaat ve ibadetten
vazgeçmeyeceğiz."
Bundan anlaşılıyor ki, 40 yıl Hz.
Musa (a.s.)'nın çaba, vaaz ve telkinlerine ve 28 yıl Hz.Yûşâ (Joshua)'nın
talim, terbiye ve hidâyetlerine rağmen, İsrail oğulları doğru yola gelmemiş ve
geçmişin pek çok kötü huylarını taşımalarının yanı sıra yeni yeni kötülükler
öğrenmiş ve tamamıyla şirk ve putperestliğin esiri olmuştu.
16.3.4. Filistin'in Fethinden Sonraki Durum
Hz. Musa'nın vefatından sonra
İsrail oğulları Filistin'e hâkim olduklarında burada çeşitli müşrik uluslar ve
topluluklar yaşıyordu: Meselâ Hitit, Amûrî, Kenanî, Firizzî, Havî, Yebûsî,
Filisti v.s. Bu toplulukların birçok tanrıları vardı, ki haklarında ağızlara
alınmayacak dedikodular meşhurdu. Yerli Filistinliler arasında çocukları
tanrılara kurban etmek çok yaygın bir âdetti. Mâbedleri birer fuhuş yuvasıydı.
Kız ve kadınları mâbedlere rahibeler olarak almak ve onlarla cinsi münasebette
bulunmak rahipler ve kâhinlerin en büyük eğlencesiydi.
Tevrat'ta Hz. Musa'ya verilen
emirde Filistin'in fethinden sonra müşrik nüfusunun toptan öldürülmesi ve
bütün Filistin'in müşriklerden temizlenmesi yer alıyordu, İsrail oğulları,
Filistinlilerle sıkı-fıkı, olmaları, onlarla sosyal münasebette bulunmaları,
onların sapık dini ve ahlâki görüşlerini benimsemeleri konusunda da
ayrılmışlardı.
Ama İsrail oğulları Filistin
topraklarına girdikten sonra bu ilâhi emri unuttular, müşrik Filistinlileri
tamamıyla temizleyemediler, aksine onların sapık inançlarını benimsemeye
başladılar. Kendilerine ait olan güçlü ve birleşik bir devlet kuramadılar,
aksine kabileler arasındaki rekabet ve düşmanlığa yenik düştüler. Her kabile
kendisine ait olan bölgeyi merkezden ayırdı. Bu sebeple hiçbir bölgede
müşriklere karşı etkin tedbirler alınamadı.
İncil'e baktığımızda, Sayda, Sûr,
Dor, Mücedde, Beyt-i Şân, Cezr ve Kudüs gibi şehirlerin, Talût'un hakimiyetine
kadar müşriklerin ellerine geçtiğini anlarız. Bu. şehirlerde hâkim olan müşrik
medeniyet ve kültür İsrail oğullarını menfi şekilde etkilemeye devam etti. Bu
arada, İsrail oğullarının ellerinde bulunan bölgelerin sınırlarındaki Filistî,
Adûmî, Mevâbî ve Amûnîler'in güçlü devletçikleri de özerkliklerini sürdürdüler.
Hatta daha sonraki dönemlerde İsrail bölgelerine tecavüz ve baskılarını bir
hayli arttırarak topraklarının büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Ve, Allahu
Teâlâ'nın Talût şeklinde kendilerine büyük bir yardımı gelmemiş olsaydı, bütün
İsrailliler Filistin'den kovulmuş olacaklardı.
16.3.5. İsrail Oğullarının İlk Büyük Fitne ve Fesâd
Devri
İsrail oğullarının, Hz. Talût'un
önderliğinde birleşmesinden sonra kendilerine yönelik Filistinli kabilelerin
büyük bir tehlikesi ortadan kalkmış oldu. Hz. Talût, İsrail oğullarının
kaybettikleri topraklarını geri almakla kalmadı, ayrıca güçlü bir devlet ve
hükümet meydana getirdi. Hz. Talût'tan sonra Hz. Davud ve Hz. Süleyman
Filistin'de barış ve refah devrinin temelini attılar ve Hz. Musa (a.s.)'nın
tamamlayamadığı misyonu tamamladılar.
Ne var ki, Hz. Süleyman'dan sonra İsrail
oğulları arasında yeni ve çok büyük bir fitne ve fesâd devri başlamış oldu.
Aralarındaki kavga ve anlaşmazlık iki ayrı devletin kurulmasına yol açtı.
Bunlardan, İsrail adlı devlet Kuzey Filistin ve Ürdün toprakları üzerinde
kuruldu, ki Başşehri Sameriyye idi. Güney Filistin ile Adum toprakları üzerinde
kurulan ikinci devletin adı ise Yahudiyye idi, ki bunun Başşehri Kudüs'tü.
Müşrik akide, inanç ve fikir ilk
önce ve en çok İsrail devletinin hükümdar ve halkını etkilediler. Hz. İlyas
ile Hz. El-Yesâ1 (a.s.) bu fitne ve fesâdı durdurmak için ellerinden
geleni yapmaya çalıştılar, ama başaramadılar. Felâkete doğru hızla yol almakta
olan İsrailliler bu peygamberlerin uyarılarına kulak asmadılar. Nihayet,
Allah'ın gazabı, Asurlar'ın saldırıları şeklinde ortaya çıktı. M.Ö. 900'de
Asurların, İsrail devletine yönelik ardı arkası kesilmeyen saldırıları başladı
ve M.Ö. 720'de zâlim Asur imparatoru Saragon bütün gücüyle İsrail'e saldırdı,
Sameriyye'ye girdi ve İsrail devletine son verdi.
İsrail oğullarının ikinci devleti
Yahudiyye'de de Hz. Süleyman'dan sonra, Allah'ın yolundan sapıldı ve şirke
başlandı. Ama burada bu ameliye biraz daha yavaştı. Asurlular buraya da
peyderpey saldırdılar, çeşitli şehirlerini ele geçirdiler ve Başkent Kudüs'ü
muhasara altına aldılar. Ama Asurluların bu şehri almaya güçleri yetmedi ve
Yahudiyye devleti Asurlulara haraç vermeyi kabul ederek tâbi oldu. Fakat, bu
sadece bir nefes alma devresiydi ve M.Ö. 587'de, Babil Hükümdarı Buht-un Nasr,
Yahudiyye'ye öldürücü bir darbe indirdi, küçük büyük bütün şehirlerini fethetti
ve Kudüs'ü de ele geçirdi. Şehre girerek Süleyman Mabedi'ni yerle bir etti,
Yahudilerin büyük bir kısmını katletti ve binlercesini de çeşitli ülkelere sürgüne
yolladı.
16.3.6. Allah Tarafından Verilen İkinci Bir Mühlet
Sameriyye veya İsrail devletindeki
İsrail oğulları, Asurluların saldırısından sonra siyasi, iktisadî, dinî ve
ahlâkî açıdan öylesine derin bir bataklığa düştüler ki, bundan bir daha
kalkamadılar. Fakat, Yahudiyye'de hayır ile şer arasındaki farkı bilen ve
İsrail oğullarının madden ve mânen kurtulmaları için çırpınan bazı kimseler
halâ sağ idi. Dinî ve ahlâkî kuralları devam ettiren bu sâlih kişiler
Yahudilerin yeni bir güç olarak ortaya çıkmasına zemin hazırladılar. Diğer
ülkelere sürgüne giden Yahudilerin de peyderpey gelmeleriyle güçleri gittikçe
arttı. Allah’ın da rahmetiyle, Babil imparatorluğu da çöktü ve M.Ö. 539'da
İranlı Fâtih Kuruş (Hüsrev) Babil'i feth etli ve ertesi yıl Ben-i İsrail'in
kendi yurtlarına dönmelerine izin verdi. Yahudiyye'de de Yahudilere bir takım
hak ve hürriyetler tanındı. M.Ö. 522'de İranlı Hükümdar Darius (Dara), Yahudi
hükümdarlarının torunu Zerûd Babil'i Yahudiyye'ye vali tâyin etti. Bu vali,
Süleyman Mabedini yeniden inşa ettirdi.
Bu devirde, Hz. Üzeyir,
Musevilik'in arınması ve ıslâh edilmesi için büyük hizmetler verdi. Yahudi
milletinin bütün ilim adamı, devlet ve siyaset adamı ile en iyi beyinlerini
Yahudiyye'de topladı. Aralarında Tevrat'ın da bulunduğu İncilleri, bir yerde
topladı ve neşretti. Yahudilerin din eğitimine ağırlık verdi, şeriat
kanunlarını yeniden tertip etti, ahlâk kurallarını yaymaya çalıştı, İsrail
oğullarına sızmakta olan şirk ve dinsizliğe sed çekmeye çalıştı. Bu konuda
alınan tedbirlerden birisi, de Yahudilerle evlenmiş olan bütün müşrik
kadınların boşanmasını sağlamak oldu.
Kısacası, 50 yıllık bir aradan
sonra Kudüs yeniden kuruldu, Yahudi din ve kültürünün merkezi haline geldi.
16.3.7. Yunan Nüfuzu ve Mekkabî İsyânı
III. Antiucus M.Ö. 198'de
Filistin'i fethetti. Yahudiyye'de korkunç siyasi ve ekonomik baskı
uyguladılar. Yunan kültür ve medeniyetini geliştirmek ve yaymak konusunda
büyük çaba harcadılar. Yunanlıların siyasi iktidarı ve ekonomik, sosyal ve
kültürel baskısı altında kalan Yahudilerin bir bölümü Yunanlılardan geniş çapta
etkilendiler ve efendilerini memnun etmek için Yunanlılaşmak konusunda hiçbir
gayretten kaçınmadılar.
M.Ö. 157'de IV. Antiucus iktidara
gelince Yahudi din ve kültürüne yeni ve daha büyük bir darbe indirdi. Ve bu
hususta çeşitli ekonomik, siyasi ve dinî kanunlar çıkardı ve bunları en sert
biçimde uygulamaya başladı. Fakat bu baskı ve zulüm Yahudiler arasında büyük
bir direniş hareketini başlatmış oldu. Bu direniş, "Mekkabî
Hareketi" olarak meşhur olmuştur. Mekkabî'ler kendi din ve kültürlerini
korumak amacıyla Yunanlı hâkimlerine karşı büyük bir isyânı başlattılar. Hz.
Üzeyir'in reform hareketinden etkilenen diğer Yahudiler de yanlarında
toplandılar ve hepsi Yunanlı hâkimlerini ülkelerinden kovarak Mekkabî
devletinin temelini attılar. Bu devlet M.Ö. 67'ye kadar bağımsız olarak kaldı
ve bu süre içinde sınırları bütün Filistin ve çevredeki ülkelere kadar uzanmış
oldu.
16.3.8. İkinci Büyük Fitne ve Fesâd Devri ve Yahudi
Devletinin Sonu
Mekkabî'lerin hareketi, gücünü din
ve ahlâktan almıştı. Ama Yahudiler tekrar iktidar sahibi olup, rahat ve lüks
bir hayatı yaşamaya başlayınca yine dünyaya ve maddeciliğe yöneldiler. Ayrıca
kabile ve zümreler arasındaki kavga ve çekişmeler de su yüzüne çıktı. Bu kavga
ve anlaşmazlıklar öylesine büyüdü ki, bunların bir grubu Fâtih Pompei'yi
Filistin'e davet etti. Bu davete uyan Pompei M.Ö. 63'te Kudüs'ü fethederek
Yahudilerin istiklâl ve hürriyetine tekrar son verdi. M.Ö. 40'ta Filistin, zeki
ve teşkilatçı bir Yahudi olan Herod'un valiliğine girdi. Büyük Herod adıyla
bilinen bu şahıs, kendisini vali olarak tâyin etmiş olan Romalıları memnun
etmek için ülkesinde, Roma kültür, medeniyet, örf ve âdetlerini yaymak yolunda
özel gayretler sarf etti. Aynı zamanda, Yahudi din adamlarını korumak ve onlara
çeşitli menfaatler sağlamak suretiyle, Yahudi halkının öfkelenmesini de
önledi. Fakat Yahudiler arasındaki dini ve ahlâkî çöküş son haddini bulmuştu.
MS. 41'de Romalılar, Büyük
Herod'un torunu olan Herod Agrippa'yı büyük babasının tasarrufunda bulunan
bütün memlekete vali olarak tayin ettiler. Bu hükümdar kendi zamanında
Hıristiyanlara olmadık zulmü yaptı. Aradan çok geçmeden Yahudiler ile
Romalıların arası açılıverdi. Ve M.S. 64-66'da Yahudiler arasında büyük bir
isyan patlak verdi. Romalılar buna sert bir cevap verdiler. M.S. 70'te Titus
Kudüs'ü zaptetti ve burada ve Yahudiyye'nin diğer bölgelerinde büyük bir
katliâm yaptı. Yüz binlerce Yahudi öldürüldü veya esir alındı. Bazıları da sefil
ve rezil bir hayat sürmek için başta Mısır olmak üzere çeşitli ülkelere sürgüne
gönderildiler.
16.3.9. Tevrat'ta Yapılan Tahrifler[6]
İncil'in "İstisna"
bölümünde Hz. Musa (a.s.)'nın son hutbesi yer almıştır, ki bundan daha önce de
bahsettik. Bu hutbe veya vasiyette Hz. Musa, İsrail oğullarından çeşitli sözler
alıyor. Hz. Musa onlardan, verdiği talimatı unutmamalarını, bağırlarına
basmalarını, Allah'ın emir ve hükümlerini gelecek nesillere öğretmelerini,
evde otururken, yolda yürürken, her oturuş ve kalkışta bunlardan söz
etmelerini ve hatta evlerinin girişlerinde duvara veya kapıya yazmalarını
istiyor. Filistin'e girdikten sonra ilk iş olarak İbâl dağında büyük kaya
parçalarına Tevratın talimatını oymalarını istiyor. Hz. Musa (a.s.) ayrıca,
Lâvî Peygamber'e, Tevrat'ın bir nüshasını vererek Hayam bayramında yedi yılda
bir ümmetin bütün fertlerini toplayarak bu ilahî kitabı baştan sonuna kadar
okumasını da emretmişti.
Ne yazık ki, Hz. Musa (a.s.)'nın
bu samimi rica ve nasihati İsrail oğulları tarafından ciddiye alınmadı ve
Tevrat'ın muhafaza edilmesi ve nesillerden nesillere ulaşmasını sağlayacak
hiçbir tedbir almadılar. İsrail oğullarının Kitabullah'a karşı ilgisizlikleri o
kadar büyüktü ki, Hz. Musa'dan 700 yıl sonra, Kudüs'teki en büyük Yahudi
tapmağı, Süleyman Mabedinin Başrahibi ve Yahudiyye'nin Yahudi hükümdarı,
kendilerine Allah tarafından Tevrât isminde bir kitabın indiğinden bile
habersizdiler.
Yahudi âlim ve din adamlarının en
büyük kabahati, Tevrat'ı öğrenmeye ve bunu halk arasına yaymaya çalışmaları
yerine bunu, sadece Rahip ve Rabbî'lerin tekeline ve keyfi tasarrufuna sunmuş
olmalarıydı. Diğer milletlerin fertleri şöyle dursun. Yahudi halk kitlesi de
Tevrat'tan tamamıyla habersiz ve kopuk kaldı. Daha sonra Yahudiler arasında
bid'at, cehâlet ve dalâlet baş gösterince, dinî âlim ve Rabbî'ler bunlara karşı
çıkmak ve düzeltmek yerine revaç bulmuş ve yaygınlaşmış her yanlış akide ve
inanç ile ahlâki bozukluk için Tevrat'tan gerçekler bulmaya başladılar.
Tevrat'ta bulunmayan şeyleri de kendi taraflarından ilâve ediverdiler.
Bu âlim ve Rabbî'ler yalnızca
Kitabullah'ın sözlerini kendi arzu ve istekleri istikâmetinde tevil ve tefsir
etmekle kalmadılar, uygun buldukları şeyleri buna ilâve ettiler ve uygun
bulmadıklarını bundan çıkardılar. Bu beyler, İncil'de kendi tefsir ve
açıklamalarını, kendi tarihi, evham ve hurafatı, hayal mahsulü olan
felsefelerini ve ictihâd yoluyla geliştirdikleri şeriat ve kanunlarını,
Allah'ın kelamıyla, içinden çıkılmayacak ve fark edilmeyecek şekilde
karıştırdılar[7].
Yaptıkları bu tahrif ve işledikleri bu günâh sanki yetmiyormuş gibi, bir de
bütün bunların Allah’ın kelâmı olduğunu iddia ederek halka sunmaya başladılar.
Böylece her tarih felsefesi, her müfessir ve yorumcunun te'vili, her ilm-i
kelâm âliminin İlahiyat ile ilgili inancı ve her fakîh'in şeriatle ilgili
ictihâdı, Mukaddes Kitaplar Külliyâtına girerek Allah'ın kelâmı oluverdi.
Gayet tabii ki, bunlar Allah'ın kelâmı olduktan sonra, bunlara iman etmek
gerekli haline geldi ve bunlardan yüz çevirmek veya bunları tanımamak da
dinden dönmek ve ayrılmak olarak telakki edildi.
Araştırmalarımıza göre, Ahd-i Atik
(Eski Ahid)'in muhtevâsı olan ilk beş kitap, asıl Tevrât değildir. Asıl Tevrât
ortadan kaybolmuştur. Hiçbir nüshası veya bölümü hiçbir yerde yoktur. Bu
görüşümüz, Ahd-i Atik tarafından da doğrulanıyor. Şöyle ki, Hz. Musa (a.s.)
ömrünün sonlarına doğru, Hz. Yûşâ (Yeşû veya Joshua)'nın yardımıyla Tevrat'ı
toplayarak bir sandığa koymuştu. (İncil, İstisna bölümü: 31-24-27). Vefâtından
sonra M.Ö. 6. yüzyılda Babil İmparatoru Büht-un Nasr, Kudüs'ü yıkıp yaktığı
zaman bu mukaddes sandık da içindeki Tevrât ile birlikte yanıp kül oldu. Bu
büyük yangın ve yağma sırasında sadece bu sandık ve kitaplar değil, Hz.
Musa'dan sonra Musevî Şeriatının müceddidleri tarafından hazırlanan ve
düzenlenen diğer bütün mukaddes kitaplar da yandı. Bu yağma ve yangından
sonra, aradan 200-250 yıl geçince, Hz. Üzeyir bizzat İncil'in rivâyetlerine
göre, İsrail oğullarının kâhin ve din adamlarının yardımıyla Semavî ilhamla
Tevrat'ı yeniden topladı. Ne var ki, çeşitli tarihi olaylar ve gelişmeler bu
külliyat'ın büyük çapta tahrif olmasına ve değişip kaybolmasına sebep oldular.
Büyük İskender'in fütuhatı neticesinde, Yunanlılar ilim, kültür ve sanatlarıyla
birlikte Ortadoğu bölgelerine hâkim olunca, M.Ö. 280'de Tevrat'ın bütün
kitapları Yunancaya çevrildi. Yunan kültürünün etkisi altında kalan
Yahudilerde bile asıl İbranice nüshası kayboldu ve yerine Yunanca tercümesi
kullanılmaya başlandı.
Bunun için, çağımızda Yunanca
çevirilerden bize kadar gelen Tevrat'ın, Hz. Musa'nın Tevratı olduğunu söylemek
güçtür. Ama bu demek değildir ki, bugünkü Tevrat'ta Hz. Musa'nın asıl
Tevrat'ının hiçbir bölümü yoktur, ya da Tevrat'ın tümü sahte ve uydurmadır.
Bizim görüşümüz şudur: Bugünkü Tevrat'ta asıl Tevrat'ın yanında diğer pek çok
şeyler de vardır. Ve bundan bazı şeylerin çıkarıldığı da muhtemeldir. Bugün bu
kitabı tarafsız ve objektif bir şekilde incelemek isteyen bir kişi, bu Mukaddes
Kitapta, Allah’ın kelâmının yanı sıra, Yahudi ulemanın tefsir ve tev'illeri
İsrail oğullarının tarihi, İsrailli fıkıh âlimlerinin ictihâdı ve diğer pek çok
şeylerin bulunduğuna kanaat getirecektir. Bunlar birbirine öylesine karışmış
ve iç içe olmuşlardır ki, Allah'ın asıl kelâmı şudur ve bunun tefsir ve
tevilleri şudur diye kesinkes ayırım yapamayız. Bununla birlikte, şunu da hemen
belirtelim ki, Kur'ân-ı Kerîm açısından, Tevrat'ta açıklanan ve tebliğ edilen
din, bizzat Kur'ân'ın izah ettiği ve anlatmak istediği dindir, ve Hz. Musa
(a.s.)'da, Hz. Muhammed (a.s)'in İslâm'ın peygamberi olduğu gibi, bu dinin
peygamberiydi. İsrail oğulları ilk başta aynı dine tabiydiler, ama daha sonra
Allah’ın dininde kendi arzu, istek ve menfaatlerine uygun olarak çeşitli
değişiklik yaparak bunu "Yahudilik" adına dünyaya sundular.
Tevrât, Hz. Musa (a.s.)'nın,
peygamberliğe getirildikten vefâtına kadar geçen yaklaşık 40 yıllık süre
içinde kendisine nâzil olan Allah'ın vahiy ve emirlerinden müteşekkil olan
Mukaddes kitabın adıdır. Bu kitapta yer alan vahiyler arasında, kaya parçaları
üzerine oyulmuş olarak Allah tarafından kendisine sunulan 10 emir de vardır.
Geriye kalan emirleri Hz. Musa, yazarak 12 kopyasını çıkartmış ve bunları Ben-i
İsrail'in 12 kabilesine yollamıştı. Hz. Musa bu yazılan emirlerin bir
kopyasını da muhafaza edilmek üzere Lavi peygambere vermişti. İşte bunun adı
Tevrat'tı Bu Tevrât, Kudüs'ün yağma edilmesi ve yakılmasına kadar bir kitap
olarak bir sandıkta muhafaza edildi. Lâvî peygambere havale edilen nüsha, kaya
parçaları veya kitabeler ile birlikte "Ahid Sandığı "na konmuşlardı
ve İsrail oğulları, asıl Tevrat'ın bunların olduğunu sanıyorlardı. İsrail oğulları
Tevrat'tan o kadar habersiz ve ilgisiz idiler ki, Yahudiyye kralı Yusiya zamanında
Süleyman Tapmağı tamir edilirken, Tapınağın Başrahibi ve Yahudi dininin en
büyük önderi, Tevrat'ın bir nüshasını tesadüfen buluverdi. Başrahip önce bundan
bir şey anlayamadı ve Kral kâtibine bunu okuyarak bilmeceyi çözmek üzere verdi.
Kâtip de sanki büyük bir keşif yapıldığı düşüncesiyle Tevrat'ın nüshasını
Kral'a sundu. Bu sebepten dolayıdır ki, Büht-un Nasr'ın Kudusu fethedip taş
üstünde taş bırakmadığı zaman, İsrail oğullarının çok az sayıda muhafaza
ettikleri Tevrat'ın aslı nüshaları da Süleyman Mâbediyle birlikte yanıp kül
oldu. Daha sonra, Başrahip Azra (Üzeyir) zamanında, sürgüne gönderilen
İsrailliler Babil'den ve diğer ülkelerden Kudüs'e gelip şehri yeniden inşa
edince Hz. Üzeyir, diğer ulema ile beraber İsrail oğullarının bütün bir
tarihini hazırladı. Bu tarih bugün Mukaddes Kitab'ın ilk 17 cildini
oluşturmaktadır. Bu tarihin dört bölümü, yani Huruc (Çıkış), Ahbâr, Doğum
(Geniti) ve İstisna, Hz. Musa (a.s.)'nın siretiyle ilgilidir. Siret ile ilgili
bu bölümlerde Tevrat'ın iniş tarihlerine göre âyetleri de uygun yerlerde
kaydedilmişlerdir. Bu âyetleri Hz. Üzeyir diğer ulema ile birlikte bularak
buraya eklemişti.
Sözün kısası, Tevrât, bölük pörçük
olarak Mukaddes Kitap'ta Hz. Musa'nın siretiyle ilgili bölümlerde yer alan âyet
ve emirlerin adıdır. Tevrat'ın bu ilgili bölümlerini, ancak Hz. Musa'nın
siretini yazmış olan kişinin, "Tanrı, Musa'ya dedi ki" ve
"Musa, Hüdâvend, Sizin Tanrınız, şöyle buyurmuştur" gibi cümleler
altında naklettiği söz ve cümleleri olarak tesbit edebiliriz. Aynı şekilde Hz.
Musa'nın sireti ile ilgili kayıtlar başlayınca da ilgili âyet ve bölümlerin
bittiğini anlayabiliriz. Fakat yine de, Mukaddes Kitabın yazarı nerelerde
tefsir ve şerh olarak bölümler yazmışsa, oralarda bunların Tevrat'ın bir
bölümü olup olmadığını anlamak hayli güçleşmiş oluyor.
16.4. SON
PEYGAMBER (A.S.)'İN NÜBÜVVETİNİN AREFESİNDE YAHUDİLERİN DİNÎ VE SOSYAL DURUMU
16.4.1. Arabistan'daki Yahudilerin Güvenilir Bir
Tarihi Yoktur
Arabistan'daki Yahudilerin
güvenilir bir tarihi dünyada yoktur. Arabistan'daki Yahudiler de geçmiş
tarihlerine ışık tutacak herhangi bir yazı, kitap veya yazıt bırakmamışlardır.
Ayrıca, Arabistan'ın dışındaki Yahudiler de Arap dindaşlarıyla fazla
ilgilenmemiş ve tarihçileri ile yazarları bunlardan hiç bahsetmemişlerdir.
Bunun sebebi, herhalde Arap yarımadasındaki Yahudilerin, dünyanın diğer
bölgelerindeki dindaşlarından kopmuş olmalarıydı. Arabistan'ın dışındaki
ırktaş ve dindaşları, onları kendilerinden saymıyorlardı, çünkü onlar
İbranice'yi, İbranî kültür örf ve âdetlerini terk etmişlerdi. Hatta isimleri de
Araplar gibiydi. Hicâz'da arkeolog ve tarihçiler tarafından yapılan kazılar
sonunda ortaya çıkarılan tarihi eserler ve kitabelerde, M.S. birinci yüzyıldan
önce Yahudilerin adı hiç geçmiyor. Daha sonraki devirlere ait olan kitabelerde
de ancak birkaç Yahudi ismine rastlanıyor, o kadar. Bu sebeple, Arap Yahudilerinin
tarihini incelerken ister istemez Araplar arasında kulaktan kulağa anlatılan
rivâyetler ve söylentilere itibar etmek zorundayız. Bu rivâyetlerin çoğu da
bizzat Yahudiler tarafından ortaya atılmıştı.
Hicaz'daki Yahudiler, buraya ilk
önce Hz. Musa (a.s.)'nın ömrünün sonuna doğru gelip yerleştiklerini iddia
ediyorlardı. Anlattıkları hikâye şöyle idi: Hz. Musa, Yesrib, (Medine) deki
Amalikalıları söküp atmak üzere bir ordu göndermişti. Amâlikalılardan
hiçbirinin sağ bırakılmamasını emretmişti. İsrail oğullarının bu ordusu
Yesrib'e geldikten sonra peygamberlerinin emrine uyarak Amâlikalıların hemen
hemen hepsini kılıçtan geçirdi. Fakat Amâlikalıların kralının bir oğlu çok
genç ve yakışıklıydı. İsrail oğulları onu sağ bıraktılar, ve onu alarak
Filistin'e götürdüler. O zamana kadar Hz. Musa ölmüştü ve halifeleri bir
Amalikalı gencin sağ bırakılmasına çok kızdılar. İsrail ordusunun bu hususta
peygamberin sözüne ve şeriatına karşı hareket ettiğini belirttiler ve bu
sebepten dolayı o orduyu kendi camia'larından ihraç ettiler. Bu orduya mensup
olanlar mecburen Yesribe dönüp yerleştiler (Bk: Kitâb-ul Egânî, c. 19, s. 94).
Demek ki, Yahudiler, atalarının M.Ö. 1200'den beri Arabistan'a gelip
yerleştikleri iddiasında idiler. Fakat, bunun herhangi bir tarihi ispatı
yoktur. Kuvvetli ihtimal şu ki Yahudiler, kendilerinin eski bir millet ve iyi
bir soydan geldiklerini iddia etmek suretiyle Arap hemşehrilerine hava atmak
istiyorlardı.
Medine-i Münevvere'nin Yahudi
Yerleşim Plânı
Yahudilerin kendi ifadelerine göre,
İsrail oğullarının ikinci göçü, Babil hükümdarı Büht-un Nasr'ın M.Ö. 587'de
Kudüsü tamamıyla imha etmesinden sonra başladı. Arabistan'ın Yahudilerinin
anlattıklarına göre, o sırada çeşitli Yahudi kabileleri gelip Kura vadisine,
Taymâ'ya ve Yesrib'e yerleşmişlerdi. (Fütûh-ul Buldan: El-Belâzurî). Fakat bu
iddianın da herhangi bir tarihî kanıtı yoktur. Yahudilerin bu hikâye ile de
soyluluklarını ortaya koyma çabasında olduklarını söyleyebiliriz.
Tarih'te sabit olan gerçek şu ki,
M.S. 70'te Romalılar Filistin'de Yahudilerin büyük bir katliamına girişip, M.S.
132'de buralardan ihraç edince bazı Yahudi kabileleri kaçıp Hicâz'a sığındılar,
zira burası Filistin'in güneyinde idi. Yahudiler oturmak için genellikle su,
mer'a ve ağaçların bol olduğu yöreleri seçtiler. Daha sonra, hile, desise ve
faizli ticari faaliyetlerinin sonunda bu yerlere hâkim oldular. Yahudiler işte
bu sırada Ayle, Makna, Tebûk, Taymâ, El-Kura vadisi, Fedek ve Hayber'de nüfuz
sahibi oldular. Aynı dönemde, Ben-i Kureyza, Ben-i Nadir, Ben-i Bahdel ve Ben-i
Kaynuka Yesrib'e gelip yerleştiler.
Yesrib'e veya Medine'ye iskân eden
kabileler arasında Ben-i Nadir ve Ben-i Kureyza önde gelirlerdi. Zira, bunların
çoğu kâhin ve rahip sınıfından geliyorlardı. Bunlar Yahudiler arasında soylu,
şeref ve itibar sahibi sayılırlardı. Dinî konularda üstünlük ve iktidarları
tartışılmazdı. Bunlar Medine'ye yerleştikleri sırada bu şehirde bazı diğer
Arap kabileleri de vardı. Fakat bunlar baskın çıktılar ve en iyi yerlerini ele
geçirdiler. Bundan takriben üç asır sonra, M.S. 450-451'de, Seb'e suresinde
sözü edilen Yemen'deki büyük sel felâketi meydana geldi. Bu sel felâketi
yüzünden Sebe' (Saba) kavminin bazı kabileleri Yemen'den çıkıp Arabistan'ın
çeşitli bölgelerine dağıldılar. Bunlardan Gassan Şam'a, Lahmî Irak'a, Ben-î
Hüza'a Cidde ile Mekke arasında bir yere ve Evs ile Hazrec Yesrib'e yerleştiler.
Yesrib'e Yahudiler hâkim olduğu için ilk önce Evs ile Hazrec'in kımıldamasına
bile izin vermediler, ve bu iki kabile çaresizlik içinde kuru ve verimli
olmayan topraklara yerleştiler. Buralarda karınlarını bile zor doyurabiliyorlardı.
Nihâyet bu kabile reislerinden biri Gassanlı kardeşlerinden yardım almak üzere
Şam'a gitti ve oradan bir orduyla gelip Yahudilerin gücünü kırdı. Böylece Evs
ile Hazrec bütün Yesrib'e rakipsiz hâkim oldular. Yahudilerin iki büyük
kabilesi olan Ben-î Nadîr ile Ben-i Kureyza, şehrin dışına gidip yerleşmek
zorunda kaldılar. Üçüncü kabile Ben-i Kaynuka' ise, diğer iki kabile ile
devamlı kavga içinde olduğu için Yes-rib'te kalmaya devam etti. Fakat burada
kalabilmesi için Hazrec'in himayesini kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Buna
karşı, Ben-i Nadir ile Ben-i Kureyza da gidip Evs'e sığındılar. Amaçları,
düşmanlarının himayesinde de olsa huzur ve emniyette yaşayabilmeleriydi.
16.4.2. Hz. Muhammed (A.S.)'in Peygamberliği Sırasında
Yahudilerin Durumu
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
dünyaya gelişi ve daha sonra peygamberlik payesine yükseltilmesi sırasında
umumiyetle Hicâz'da ve hususiyetle Yesrib'de Yahudilerin durumu şöyle idi:
Yahudiler, (dil, kifayet, kültür
ve medeniyet) konusunda her bakımdan Araplaşmalardı, isimleri bile Arap gibi
idi. Hicâz'da yaşamakta olan 12 Yahudi kabilenin adı, Ben-î Za'ûrâ'nın dışında,
İbranî değildi. Yahudilerin birkaç ulemasının dışında kimse İbranice bilmezdi.
Cahiliyye devrinde Yahudi şairlerinin yazdığı şiirler, konu; düşünce ve dil
bakımından Arap şairlerinkinden farklı unsurlar taşımıyorlardı. Yahudiler ile
Araplar arasında içtimaî münasebetler giderek çoğalmış ve pekişmişti.
Aralarında evlilik bağları ve diğer ilişkiler kuruluyordu. Görünüşte kendileri
ve diğer Araplar arasında dinden başka bir fark yoktu. Fakat yine de Araplara
tamamıyla yanaşamamış, onlarla kaynaşamamışlardı. Her yerde olduğu gibi Yahudi
kimliklerini korumaya devam ediyorlardı. Görünüşteki Araplaşmaları,
Arabistan'da hayatta kalabilmeleri içindi. Yoksa temelde ve özde Yahudi oğlu
Yahudi idiler.
Arabistan'daki Yahudilerin
Araplaşması bazı Batılı oryantalistleri yanıltmıştır. Onların aslında Yahudi
olmayıp, Yahudiliği kabul etmiş olan Araplar olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ne
var ki, Yahudilerin tarihin herhangi bir döneminde Arabistan'da misyoner
faaliyetlerine dair hiçbir delil yoktur. Bunun aksine, Yahudilerin büyüklük ve
üstünlük kompleksi içinde oldukları, kendi ırk, soy ve kültürleriyle iftihar
ettiklerini görüyoruz. Yahudiler, Araplara vahşi ve cahil derlerdi. Kendilerini
üstün görür ve onlara hayvan muamelesi yapmayı adetâ bir hak sayarlardı.
Arapların mallanın çeşitli hile ve bahane ile yemeyi âdet edinmişlerdi. Arap
kabile reislerinin dışında kimsenin Yahudiliğe girmesine izin vermiyorlardı.
Ne tarih kitaplarında, ne de Arapların gelenek ve göreneklerinde, herhangi bir
Arap kabilesi veya tanınmış bir ailenin Yahudiliği kabul ettiğinin herhangi bir
kanıtı vardır. Fakat tek tük Arapların Yahudiliği kabul ettiği biliniyor.
Aslında, Yahudiler kendi dinlerini yaymaktansa ticaret ile uğraşmayı tercih
ederlerdi. Bundan dolayıdır ki, Yahudilik Hicâz'da bir din olarak pek kabûl
görmedi ve sadece birkaç kabilenin dini olarak kaldı. Yahudi din adamları ve
ulemasının bir bölümü falcılık ve bir takım sihir ve büyü ile ilgileniyor
Arapları kandırmaya çalışıyorlardı.
16.4.3. Yahudilerin Ekonomik Durumu
Yahudiler, Arap kabilelerine
nisbetle ekonomik açıdan daha güçlüydüler. Yahudiler, Filistin ve Suriye gibi
nispeten daha gelişmiş ve uygar ülkelerden geldikleri için Arapların
bilemedikleri bazı sanat ve hünerleri biliyorlardı. Dış dünya ile ticari
ilişkileri de vardı. Yesrib ile yukarı Hicâz'da ticaretin çoğu Yahudilerin
ellerinde idi. Yahudiler dış ülkelerden gıda maddeleri ithal eder ve buralardan
dışarıya hurma ihraç ederlerdi. Tavukçuluk, bazı diğer hayvanları beslemek ve
balıkçılık alanında da söz sahibiydiler. Dokuma, basma kumaş ve benzeri
malzemenin imalatını da yapıyorlardı. Yer yer meyhane de açmışlardı. Buralara
akşam vakti içkiler getirilip satılırdı. Ben-i Kaynuka' mensupları umumiyetle
kuyumculuk, demircilik ve çanak çömlek imalâtında usta idiler. Bütün bu ticaret
ve sanayide Yahudiler fahiş paralar alır ve aşırı kâr ederlerdi. Ama en büyük
işleri tefecilikti. Borç para verip çok yüksek faiz alırlardı.
Faizcilikleriyle oturdukları yerlerde ve çevredeki Arapları avuçlarına
almışlardı. Araplar arasında özellikle gösteriş meraklısı ve savurgan olan
kabile reisleri ve şeyhler boğazlarına kadar borçlara girmiş ve Yahudilerin
oyuncağı olmuşlardı. Yahudilerden bir defa borç almış olan Araplar bir daha
kurtulamazlardı. Zira faizler çok yüksekti ve ödeme şartları çok ağırdı. Faiz
ödemekten asıl parayı geri verme fırsatını bulamazlardı. Kısacası, Yahudiler
Arapların ekonomisine hâkim olmuş ve ticaret ile iş hayatındaki entrikalarıyla
Arapları içten içe kemirmiş ve iflasın eşiğine getirmişlerdi. Arapların ekonomik
ve mali açıdan Yahudilere böylesine bağlanması, bu millete karşı kin ve
nefretlerini de arttırmıştı ve iktisadî esaretten kurtulma fırsatlarını
arıyorlardı.
Yahudilerin Arabistan'daki geniş
malî ve ticarî menfaatleri, onların Araplarla dost olarak kalması ve mahalli
kavga ve çatışmalara karışmamasını gerektiriyordu. Fakat yine malî
menfaatlerini korumak ve sürdürmek amacıyla, Arapların hiçbir zaman birlik ve
beraberlik içinde olmamaları, ve bölünüp parçalanmalarını da gerektiriyordu.
Zira, Araplar arasındaki kısır çekişmeler sona erip aralarında birlik ve
dayanışma kurulduğu gün, Yahudiler, sahip bulundukları büyük verimli topraklar,
bağ ve bahçeler ve mamur bölgelerden kovulacaklarını biliyorlardı. Yahudiler
ayrıca kendi can ve mal güvenliklerini teminat altına almak maksadıyla güçlü
olan şu ya da bu Arap kabilesiyle ittifak kurup onun himayesine girerlerdi.
Böylece, başka güçlü bir Arap kabilesinin tecavüzlerinden korunmuş olurlardı.
Bu sebeple, Yahudiler sık sık Arap kabileleri arasındaki savaşlara
katılırlardı. Hatta bazen bir Yahudi kabilesi, müttefiki olan bir Yahudi
kabilesine saldırırdı. Nitekim, Yesrib'de Ben-i Kureyza ile Ben-i Nadîr, Evs
adlı Arap kabilesinin müttefiki idiler. Ben-i Kaynuka' ise Hazrec'in
müttefikiydi. Hz. Muhammed (a.s.) in Medine'ye hicretinden az önce, Bu'has
mevkiinde Evs ile Hazrec arasında rneydana gelen kanlı çatışmada iki tarafın
müttefik Yahudi kabileleri de aralarında çatışmışlardı.
16.4.4. Yahudilerin Dinî İnanç ve İbâdetleri Sadece
Birer Gösteriydi
Yahudiler, Tevhid, peygamberlik,
vahiy, âhiret ve melekler gibi kavramları biliyorlardı ve bazıları bunları
kabul ediyorlardı. Yahudiler, Allah tarafından Hz. Musa'ya verildiği belirtilen
şeriatı' da kabul ediyorlardı. İlke olarak onların dini de İslâm'dı ve Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.) işte bu dini Arabistan'da yaymaya çalışıyordu. Ama yüzyılların
erozyonuyla Yahudilerin dini bambaşka bir şekil almıştı. Bilindiği gibi, Hz.
Musa'nın ölümünden sonra aradan 1900 yıl geçmişti. İsrail oğullarının tarihine
göre Hz. Musa (a.s.) M.Ö. 1272'de vefat etmişti. Hz. Peygamber (a.s.) ise M.S.
610'da peygamberlik payesine yükseldi. Yahudilerin akide ve itikatlarına gayri
İslâmî unsurlar katılmıştı. Yahudilerin yaşantılarında öyle bazı ibadet ve
merasimler yayılmıştı ki, bunların Hz. Musa'nın getirdiği din ile hiçbir ilgisi
yoktu ve bunları Tevrat'ta da bulmak mümkün değildi. Bizzat Tevrat'ta Allah ile
kulların sözleri birbiriyle karıştırılmıştı. Allah’ın bazı söz ve deyimleri
aynen muhafaza edilmişse de, bunların tefsiri ve tevili, bunları anlaşılmaz ve
içinden çıkılmaz hale getirmişti. Dinin gerçek ruhu kaybolup gitmişti ve sadece
gösteriş ve tantana ortada kalmıştı. Yahudi din adamı ve rahipleri ile diğer
kimseler, sadece evham, hurafat, merasim ve ibadetlerden ibaret olan bu ruhsuz
iskeleti asıl din olarak kabul ediyor ve dünyaya gösteriyorlardı. Dinin pratik
yönü, özellikle iktisât, siyaset, ahlâk ve kültür ile ilgili talimatı unutulmuş
ya da tahrif edilmişti. İman ve ahlâkları zayıflamıştı. Ama, durumlarını
düzeltecek herhangi bir harekete karşıydılar. Zâten Yahudi veya İsrail oğulları
arasında ne zaman peygamberler ve sâlih kişiler doğmuşsa, Yahudiler bunların
kendi düşmanları olduğunu ilân etmiş ve davalarını zayıflatmak ve
başarısızlığa uğratmak için olanca güçleriyle çalışmışlardı.
Yahudi inançlarına göre, ticaret
ve iş'te doğruluk ve dürüstlük ancak kendi ırk ve dinlerinden olanlarla muamele
yapıldığı zaman söz konusu olabilirdi. Yahudilerin başka din veya ırktan
olanlarla ticaret ve iş muamelesi sırasında dürüstlüğe hiç gerek yoktu. Bu
sebeple, Yahudiler, başka milletlerin para ve mal-ü mülklerini her türlü hile
ve entrika ile elde etmeyi tamamıyla uygun ve gerekli addederlerdi. Aslında,
Yahudi dininin tümü, İsrail oğulları ve İsrailli olmayanlar arasında her
konuda ve her zaman ayırım yapmak üzerine bina edilmişti. Böylece, İsraillinin
yaptığı bir şey câiz ve mübah sayılırken, aynı dinden olan, ama başka bir
ırktan olan birinin yaptığı aynı şey haram ve mekrûh kabul edilmiştir. Meselâ,
İncil'de bir yerde bir kişinin başka bir kişiye verdiği borcun 7 yıl sonra affedilmesi
tavsiye edilirken, İsrailli olmayan Yahudiler için şöyle denilmiştir:
"Fakat yabancıdan bunu (borcun ödenmesini) isteyebilirsin,"
(istisna-15: 3). Başka bir yerinde faiz almanın yasak olduğu belirtilmiştir,
ama aynı zamanda şöyle denilmiştir: "Sen yabancıya (İsrailli olmayana)
faizle kredi verebilirsin, ama baban ve kardeşlerine verme." (İstisna,
23:20). Başka bir yerde şu kayıtlara rastlıyoruz: "Eğer bir şahıs,
İsrailli kardeşlerinden birini köle yapmak veya satmak niyetiyle kaçırırsa, o
şahıs yakalanınca öldürülmelidir." (istisna, 24:7). Talmud'da, bir
İsraillinin öküzü başka bir İsraillinin öküzünü yaraladığı takdirde ilk öküzün
sahibinin tazminat ödemeyeceği, ama aynı kişinin İsrailli olmaması halinde
tazminat ödemesi gerektiği kaydedilmiştir. Yine, aynı kitapta şu kayıtlara
rastlıyoruz: "Eğer bir kişi yolda veya başka bir yerde bir şey bulursa,
etrafta kimlerin bulunduğu veya oturduğunu araştırmalıdır. Eğer çevrede
İsrailliler varsa o eşyanın sahibi için ilân vermelidir. Aksi takdirde o
eşyayı kendine saklamalı-dır." Rabbî Samuel'in dediği gibi, eğer bir
İsrailli ile bir yabancı (vahşi)'nin davası bir mahkemeye gelirse, yargıç kendi
din kardeşinin İsrail kanunlarına göre davayı kazanmasını sağlayabiliyorsa öyle
yapmalıdır ve "bu bizim kanunumuzdur" diye hüküm vermelidir; fakat
din kardeşini, yabancıların kanunlarına göre kazandırması mümkünse öyle
yapmalıdır ve "bu sizin kanununuzdur" demelidir. Fakat bu iki kanun
da İsraillinin lehinde değilse, o zaman ne yapıp yapıp gerekirse hile ve
oyunlarla din kardeşinin davayı kazanmasını temin etmelidir. Yine başka bir
Rabbî Samuel'in öğütü şudur: İsrailliler, yabancı ve İsrailli olmayanların her
hatâsından faydalanmayı bilmelidirler.
Yahudi uleması, zamanlarının
çoğunu küçük ve önemsiz dini kural ve inançlarla uğraşmakla geçirirlerdi.
Gereksiz ayrıntılara dalar ve olmadık şeyler için dinî münazara ve münakaşa
yaparlardı. Türlü çeşit tefsir, te'vil ve açıklamalarla uğraşırlardı, ama dinin
temel inanç ve kurallarından kaçarlardı. Tevrat'ın küfr ve şirki yasakladığını
biliyorlardı, ama böylesine önemli ve büyük bir konuda fikirlerini söylemekten
kaçarlardı. Şirk onlara göre çok hafif bir günâhtı. Bu sebeple, ne kendi
halklarının ıslâhı için ne de Arap müşriklerinin doğru yola getirilmesi için
çaba harcıyorlardı.
Yahudilerin kendi dini talimat ve
emirlerinden kaçışlarının bir örneği, Hayberli Yahudilerin, Hz. Peygamber'e
karar vermesi için getirdikleri dava idi. Dava şöyle idi: Hayber'in Yahudi
eşrafından bir erkek ile bir kadın arasında gayri meşru ilişki olduğu ortaya
çıktı. Tevrat'a göre ikisi zina suçundan recm'e mahkûm edilmeliydiler. Yani,
cezaları, taşlanarak öldürülmekti (İstisna: Bölüm. 22-âyet 23-24). Fakat,
Yahudiler bu cezayı uygulama cesaretini kendilerinde bulamadıkları için Hz.
Muhammed (a.s.)'i hâkem tâyin ettiler. Bundan önce Hz. Muhammed'in vereceği
karar hakkında anlaşmışlardı. Eğer Hz. Peygamber'in kararı "recm"
ise kabul edilmeyecekti, ama kararı başka türlü ise kabul edilecekti. Dava
Rasûlullah (a.s.)'a gelince o da "recm"e karar verdi. Fakat Yahudiler
bunu kabul etmediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber kendilerine, "dininizde
bunun cezası nedir" diye sordu. Yahudiler de hafif bir cezadan söz
ettiler ve "bunun cezası, kırbaçlamak ve suçluların eşeğe bindirilip halk
arasında dolaştırılmasıdır" dediler. Rasûlullah (a.s.) kendilerinin, yemin
ederek, Tevrat'ta evli bir erkek ve evli bir kadın arasında yapılan Zina'nın
cezasının ne olduğunu söylemelerini istedi. Yahudiler yine yalan söylediler.
Fakat bunlardan biri İbn Sûriâ ki bizzat Yahudilerin ifadesine göre Tevrat'ın
en büyük âlimiydi, hiç ses çıkarmadı. Rasûlullah kendisine hitaben,
"Sizleri Firavun'dan kurtarıp Tûr (dağında)'da size şeriat veren Allah'a
yemin ederek söyle, Tevrat'ta Zina'nın cezası gerçekten bu mudur?" dedi.
İbn Suria şu cevabı verdi: "Eğer siz bana yemin ettirmeseydiniz cevap
vermeyecektim. Gerçek şu ki, zina fiilinin cezası "recm" (taşlanma)
dir. Fakat bizde zina fiili çoğalınca, hâkim ve hükümdarlarımız başka bir uygulama
getirdiler. Buna göre büyük ve zengin kişiler bu suçu işleyince onlara bir şey
yapılmazdı, ama aynı suç küçük ve fakir kişiler tarafından işlenince onlar
taşlanıp öldürülürdü. Fakat daha sonra halktan sert tepkiler gelmeye
başlayınca, Biz Tevrat'ın kanununu değiştirdik ve artık zina yapan erkek ile
kadını kırbaçlar ve yüzlerine boya sürüp eşeklere bindirip halk arasında
dolaştırırız" dedi.
Yahudiler, Allah'ın indirdiği
şerîat'tan yüz çevirip işlerine gelen kanun ve kurallar geliştirmeye
başlayınca bazı helâl ve temiz şeyleri türlü bahanelerle haram yapıverdiler.
Nitekim, tırnakları olan hayvanlar meselâ, deve kuşu, kaz ve ördeklerin etinin
yenmesi haram oldu. İnek ve keçinin yağları da haram yiyecekler arasına girdi.
İncil'de haram olarak belirtilen bu yiyecek ve maddeler eskiden Tevrat'a göre
haram değildi. Zaten bugünkü Yahudi şeriatının, Hz. Musa'dan çok sonra M.S.
ikinci yüzyılda Rabbî yahuda (Juda) tarafından hazırlandığı tarih kitaplarında
sabittir.
16.4.7. Yahudilerin Hz. Muhammed (a.s.)'e Takındığı
Düşmanca Tavır
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle
buyurulmuştur:
"Onlar kendi kitaplarını
tasdik edici olarak Allah tarafından bir kitap geldiğinde -ki o kitapla
müşrikler üzerine fetih ümit ederlerdi- onu inkâr ettiler. Allah'ın lâneti
kâfirlere olsun." (El-Bakara; 89)
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
doğuşundan önce Yahudiler kendisini sabırsızlıkla bekliyorlardı. Zira bu
peygamber (a.s.)'in gelişinin haberini geçmişteki peygamberleri çeşitli
zamanlarda ve vesilelerle vermişler-di.[8]
Yahudiler, Hz. Muhammed (a.s.)'e bir kurtarıcı gözüyle bakıyorlardı. Onun
gelmesiyle kâfirlerin galebesinin sona ereceğine ve kendilerinin tekrar iktidar
ve ikbal sahibi olacaklarına inanıyorlardı. Bu sebeple sık sık Allah'a dua
ediyor ve bu peygamber'in bir an önce kendilerine gelmesini diliyorlardı. Medinelilerin
ifadelerine göre Yahudi komşuları sabahtan akşama kadar gelecek peygamberden
söz edip dururlardı. Yahudiler genellikle şöyle derlerdi: "Bizim
mahkûmiyet ve mazlûmiyet günlerimiz bitmek üzeredir. Allah'ın Resûlü gelince
zâlimlere iyi ders vereceğiz." Medineliler, Yahudilerin bu sözlerini her
zaman duyuyorlardı, onun için Mekke'de Hz. Muhammed(a.s.) adında bir
peygamberin doğduğunu öğrenince, komşuları olan Yahudilerden önce Rasûlullah
(a.s.)'a iman etmek için teşebbüse geçtiler. Fakat ne gariptir ki, yolunu
sabırsızlıkla bekledikleri Peygamber (a.s.) doğup, Allah’ın mesajını herkese
anlatmaya başlayınca aynı Yahudiler bu sefer kendisinin en büyük düşmanı
oluverdiler. Yukarıdaki ayette Yahudilerin işte bu tutumuna değinilmiştir.
Yahudilerin Allah'tan gelen
peygamber ve kitabını daha önceden bildikleri de bir gerçektir. Fakat bu
peygamber ve Kitap gelince tavırlarını değiştirdiler. Bu hususta en güvenilir
rivâyet Ümmül Mü'minin, Hz. Safiyye'nindir. Hz. Safiyye kendisi tanınmış bir
Yahudi âlimin kızı ve başka bir âlimin yeğeniydi. Rivâyete göre, Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.) Medine'ye teşrif edince, babası ve amcası beraberce kendisiyle
görüşmeye gittiler ve kendisiyle uzun müddet sohbet ettiler. Babası ve amcası
eve dönünce, aralarında şöyle bir konuşma geçti.
Amca: Bu, gerçekten,
kitaplarımızda haberi verilen peygamber midir?
Baba: Evet, vallahi o aynı
peygamberdir.
Amca: Sen buna inanıyor musun?
Baba: Evet
Amca: O halde, ne yapmak
istiyorsun?
Baba: Vallahi, ben yaşadığım
müddetçe ona muhalefet edeceğim. (İbn Hişâm: Cilt II, s. 165, yeni baskı)
16.4.8. Yahudilerin Düşmanlığı ve Çıkardıkları
Fitneler
Araplar genellikle okuma, yazma
bilmiyorlardı. Buna karşılık, Yahudilerde eğitim ve öğretim daha çok yaygındı.
Yahudiler arasında öyle bazı âlimler vardı ki, şöhretleri Arabistan sınırlarını
aşmıştı. Bu bakımdan, Yahudiler Araplara karşı bilgi ve kültür üstünlüğüne
sahiptiler ve bununla fazlasıyla gurur duyuyorlardı. Ayrıca falcılık,
gelecekten haber vermek ve muhtaçlara muska yazmak gibi faaliyetlerde bulunan
Yahudi din adamları ve kâhinleri de Arapları tesirleri altında tutuyorlardı.
Özellikle Medineli Araplar, Yahudilerin dini ve kültürel etkisi altında
yaşıyorlardı. Medineli Araplar, tıpkı okuma yazma bilmeyen bir köylünün,
şehirde yaşayan kültürlü bir kişinin yanında küçüldüğü ve eziklik duyduğu gibi
Yahudilerin yanında küçüldükçe küçülüyorlardı.
Bu şartlar altında, Hazreti
Muhammed (a.s.) kendisini halka ümmi bir peygamber olarak sununca ve Allah'ın
kitabından ayetler okuyunca Araplar doğal bir tepki göstererek komşuları
Yahudilere giderek şöyle sorular sormaya başladılar: "Siz Ehl-i
Kitapsınız. Sizin de nebi veya peygamberleriniz vardır. Sizin de bir kitabınız
vardır. Lütfen söyleyebilir misiniz, kendisine Allah'ın peygamberi diyerek
ortaya çıkan zât neyin nesidir? Biz cahil kimseleriz. Kitapları okuyamayız,
dini bilgilerimiz yoktur. Siz bu hususta daha geniş bilgilere sahipsiniz.
Aramızdan doğan peygamber hakkında ne diyorsunuz? Söyledikleri doğru mudur?
Kendisi gerçekten Allah’ın peygamberi midir?" Gerçekten de, Hz. Muhammed
(a.s.) Medine'ye gelince pek çok Arap, Yahudilerin âlimlerine giderek buna
benzer sorular yöneltmeye başladılar. Ne var ki, bu Yahudi din adamları ve
âlimleri halka hiçbir zaman açık seçik cevap vermediler. Hep dolaylı ve
dolambaçlı şekilde konuştular. Bu âlimler için, Hz. Muhammed (a.s.)'in
getirdiği "Tevhîd" mefhumunun yanlış veya peygamberler, kutsal
kitaplar, melekler ve âhiret hakkında söylediklerinin asılsız olduğunu iddia
etmeleri güçtü. Fakat aynı zamanda, Hz. Peygamber'in vaaz ettiği din, ahlâk
kuralları ve sosyal ilkelerin tamamının doğru olduğunu kabul etmeleri de zordu.
Daha doğrusu bunu kabul etmeye razı değillerdi. Onlar ne doğruyu ve gerçeği
tamamıyla reddedebiliyorlardı, ne de gerçeği kabul etmeye hazırdılar. Bu iki
yol arasında üçüncü bir yolu tercih ettiler ve kendilerine fikir almak üzere
gelen Arapların kalplerinde Hz. Peygamber (a.s.), O'na tabi olan müslüman
cemaati ve savunmakta olduğu dava hakkında bazı şüphe ve vesveseler yarattılar.
Şu veya bu olaya veya konuya değinerek halkı tereddüde sevk ettiler.
Kendilerine soru sormaya gelenlerin kafalarını öyle karıştırdılar ki, bu
kişiler daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)'e ve sadık arkadaşlarına giderek
onların kafalarını da karıştırdılar ve önlerine, çözümlenmesi beklenen bazı
sorunlar ve cevap verilmesi gereken sorular bıraktılar. Yahudilerin işte bu
fitne ve fesâdlarına El-Bakara Sûresinde (âyet: 42) şöyle temas edilmiştir:
"Hakkı batıl ile
karıştırmayın, bildiğiniz halde hakkı gizlemeyin"[9]
[1]
Bk: "The Holy Sepulchre", Jewish Publications Society of America,
1954, (Doğum, Bölüm: 32: 25-29). Yahudilerin "Mukaddes Suhuf'unun
toplandığı bu eserlerde Hz. Yakûb'un Allah'la güreşmesi ile ilgili bu ifadeler
kullanılmıştır. Hristiyanlara ait olan İncil'de aynı konuya değinilmiştir.
Mukaddes Suhufta İsrail kelimesinin anlamı şöyle verilmiştir: "Allah ile
güreşe tutuşan" Encylopaedia of Biblical Literature'de ise hristiyan
ulemâ, bunun anlamını, "Allah ile güreşmiş olan" olarak
vermişlerdir. İncil'de Hz. Yakûb'un gençliğinde güreşte Allah'ı ve melekleri
yendiği kaydedilmiştir.
[2]
Talmud'da belirtildiği gibi, Hz. Yakûb'un gelişine dair haber Mısır'ın
başşehrine ulaşınca, Hz. Yusuf bütün hükûmet erkânı ve mümtaz kişilerle ve
büyük bir ordu ile kendisini karşılamaya çıktı ve tantanalı bir şekilde
başkente getirdi. O gün başşehirde ve bütün ülkede tam bir şenlik ve mutluluk
vardı.
[3]
Bu tahminimizin doğru olduğunu gösteren İncil'de çeşitli yerlerde kayıt ve
işaretler vardır. Meselâ, İsrail oğullarının Mısır'dan hicretini anlatan
"Huruc" Bölümünde İsrail oğulları için şu ifade kullanılıyor:
"Onlar ile beraber karışık bir kalabalık ta vardı." 12: 38). Bundan
sonra İsrailli olmayan bu Mısırlı müslümanlar için sürekli olarak
"yabancı ve ecnebi" deyimleri kullanılmıştır. Nitekim, Tevrat'ta Hz.
Musa'ya verilen talimat şöyledir: "Senin için ve senden bulunan yabancı
için kuşaktan kuşağa aynı anayasa geçerli olacaktır. Hudâvend katında
yabancılar da senin gibidirler." (15-15:15).
[4]
Hz. Musa (a.s.) Allah'ın dinini yaymak konusunda ne gibi güçlüklerle
karşılaştı, Firavun'un önüne nasıl çıktı, onlara ne mesajlar verdi ve ne gibi
uyarılarda bulundu ve bu dönemde Fir'avun ve taraftarlarına ne çeşit uyanlar ve
azaplar geldi, ayrıca İsrail oğullarının durumu ne idi? Bu safhalar bizi
doğrudan ilgilendirmediği için burada uzun uzun anlatmadık ve sadece, Allah'ın
emriyle Hz. Musa ve Ümmetinin Mısır'dan ayrılışı gibi tarihi önem taşıyan bir
olaya değiniyoruz.
[5]
Hz. Musa'nın ümmetinin çöldeki yolculuğu ve çileli yaşantısı pek çok açıdan
ibret vericidir. Bu süre içinde İsrail oğulları zaman zaman Allah'ın
mucizelerini gördüler ve nimetlerinden istifade ettiler. Yine bu devrede,
geçmişteki esaret ve mahkûmiyetlerinin bazı kötü neticelerini ortaya
çıkarmaya, dinî ve ahlâkî bozukluklara doğru adımlar atılmaya başlandı.
[6]
Tevrat'ta Allah’ın kelâmı olarak kabul edilebilecek çok az sayıdaki ibarelerine
ve bölümlerine bol miktarda söz, hikâye, vaaz ve telkin, yahudi din adamları,
rahip, kâhin ve müfessirler tarafından ilâve edilmiştir ve zâten bunlar
Yahudiliğin iskeletini oluşturmaktadırlar.
[7]
Kur'ân-ı Kerîm, yahudi ulemanın tutumunu şu ifade ile anlatmıştır: "Ey
mü'minler, yahudi bilginlerinden ve hristiyan rahiplerinden birçokları,
insanların mallarını batıl (sebeplerle) yerler. Ve halkı Allah'ın yolundan
men'edenler. (Tevbe; 34). Yani burada din adamı ve rahiplerin asıl gayenin
kendilerine maddî menfaat sağlamak olduğu belirtilmiştir. Bu menfaatçi zümre
kendilerine para, pul, mal-ü mülk hediye ve bağış şeklinde verilmesini teminat
altına almak için insanların dinleri ve inançlarıyla oynuyor ve çeşitli hile
ve desiselere başvuruyorlardı.
[8]
Hz. Muhammed (a.s.)'in Allah'ın peygamberi olarak dünyaya geleceğine dair
kehânetler hem Tevrât hem İncil'de yer almıştır. Bu kehânetlerden
Hıristiyanlarla ilgili bölümde topluca bahsedilmiştir.
[9]
Yahudilerin ördükleri fitne ve fesâd ağı çok büyüktü. Onların menfi
propagandaları yüzünden müslüman cemaat içinden münafıklar doğdu, ki her
önemli olayda ve aşamada müslümanları zor duruma sokmaya ve kösteklemeye
çalıştılar. Yahudiler ve münafıklar Hz. Peygamber'e karşı suikast düzenlemek ve
onu öldürmeyi planlamaktan da geri kalmadılar.