On Yedinci Bölüm:
HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
17.1.
HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
17.2.
İNCİL'LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
17.3.
HZ. ÎSA'NIN GERÇEK TÂLİMÂTI
17.4.
HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ
17.5.
TEVRAT VE İNCİL'DE HZ. MUHAMMED'İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER
17.6.
ARAP YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK
17.7.
HZ. MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK
On Yedinci
Bölüm: HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE
GELİŞMESİ
17.1.
HRİSTİYANLIĞIN DOĞUŞU VE GELİŞMESİ
17.1.1. Nasarâ Kelimesinin Tanımı
Bazı kimselere göre,
"Nasârâ" (Hıristiyanlar) kelimesinin kökü, Hz. Îsa (a.s.)'nın doğduğu
yer olan "Nâsıra"dır. Fakat bu kelime aslında "Nusret"
kökünden çıkmıştır. Bunun dayanağı, Hz. Îsa'nın şu sözleridir: "Men ensârî
ilâhi (Allah'ın yolunda kimler benim yardımcılarım olacaktır) Hz. Îsa'nın bu
sorusunu, şöyle cevaplandırmışlardı: "Nahnu Ensâr-Ullâhi" (Biz
Allah'ın işinde (size) yardımcı olacağız). Hıristiyan yazarlar yalnızca
yüzeysel benzerliğe bakarak, Kur'ân-ı Kerim'de "Nasârâ" kelimesinin,
"Nasıriyye veya Nâsırî'den kaynaklandığını ileri sürmüşlerdir.
Hıristiyanlığın ilk yıllarında Nasıriyye (Nazarenes) adında bir mezhep vardı. Buna
mensup olanlara hakaretle Nasırî ve Eybûnî denilirdi. Hıristiyan yazarlar,
Kur'ân-ı Kerîm'in bu mezhep veya grup için kullanılan ismi bütün Hıristiyanlara
atfettiğini yazmışlardır. Fakat Kur'ân-ı Kerîm, bizzat Hıristiyanların
kendilerine "Nasârâ" dediklerini beyan ediyor (Âl-i İmran: 52).
Ayrıca, Hıristiyanlar hiçbir zaman kendilerine "Nasırî"
dememişlerdir.
Şurada şunu da belirtelim ki, Hz.
Îsa (a.s.) kendisine tâbi olanlara hiçbir zaman "Hıristiyan" veya
"Mesihi" ismini vermemişti. Zira, Hz. Îsa kemli adına mensup olan
yeni bir dîn'in temelini atmaya gelmemişti. Hz. Îsa'nın işi, geçmişte Hz. Musa
(a.s.), ondan önce ve ondan sonra gelen bütün peygamberlerin davetini ve
mesajını tekrarlamasıydı. Hz. Îsa'nın vaaz ettiği din her zamanki gibi aynıydı.
O sadece bu dinin unutulan talimatını yenilemeye ve tekrarlamaya gelmişti.
Bundan dolayıdır ki, aralarında doğduğu İsrail oğullarının dışında herhangi bir
cemaat kurmaya teşebbüs etmedi. Ayrıca Musevî şeriatından başka bir şeriat da
icat etmedi ve buna ayrı isim vermedi. Zâten Hz. Îsa'nın ilk havari, ve
arkadaşları kendilerini İsrail oğullarından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi
olanlar ayrı bir cemaat veya ayrı bir ümmet olarak belirmediler. Kendilerine
bir takım ayrıcalık veya belli özellikler yakıştırmadılar. Hz. Îsa'nın dinini
kabul edenler diğer Yahudiler ile birlikte Kudüs'teki Büyük Mabed'e ibadete
giderlerdi ve kendilerinin Musevî şeriatına bağlı olduklarını belirtirlerdi.
(Bk: Kitabul A'mâl, 3: 1-10, 14-15,1.5,21-22).
17.1.2. Hıristiyan'ların, Yahudi'lerden Kopması
Bundan sonra Hıristiyanlar ile İsrail
oğulları veya Yahudilerin birbirinden kopması hızla gerçekleşti. İki taraf da
bu kopuş ve ayrılışı vazgeçilmez hale getirdi. Bir yandan, Hz. Îsa’ya tâbi
olan cemaat'ten Aziz Paul, Hz. Musa'nın şeriatından kendilerini azâd etti ve
sadece Hz. Îsa’ya iman etmenin âhirette kurtuluşları için yeterli olduğunu ilân
etti. Diğer yandan, Yahudi din adamları, ulema ve kâhinler Hz. Îsa’ya tâbi
olanların tümünün Allah'ın yolundan sapmış olduğunu, mürted ve dinsiz olduğunu
belirterek bunları, İsrailoğulları veya Yahudi topluluğundan ihraç ettiler.
Fakat, Hz. Îsa’ya tabi olanların
Yahudi topluluğundan ayrılmasına rağmen, ilk dönemlerde kendisine mahsus hâlâ
herhangi bir ismi yoktu. Bizzat Hz. Îsa’ya tabi olanlar bu dönemlerde
kendilerine bazen "talebe" veya "öğrenci" (şâkird) ve bazen
"kardeşler", "mü'minler" ve "mukaddes ' olanlar"
demişlerdir. (Bk: Kitab-ul A'mâl). Buna mukabil, Yahudiler bunlara hakaret
kastıyla bazen "Galîlî ve bazen "Nasırîlerin bid'ate kapılmış
fırkası", derlerdi. (Bk: Kitab-ul A'mal, 25: 5, İncil, Luka, 13: 2).
Hıristiyanlara verilen bu hakaret dolu isim, Hz. Îsa'nın doğum yerinin,
Filistin'in Galile bölgesinde bulunan Nasıra şehri olduğu için uygun
görülmüştü. Fakat bu alaylı isimler fazla tutmadı ve Hz. Îsa’ya tâbi olanlar
bu isimlerle meşhur olmadılar.
17.1.3. Hıristiyan Adı Nasıl Doğdu?
Bugün dünyaca bilinen ve
kullanılan Hıristiyan (Mesîhi) kelimesinin mûcidî Antakya'lı müşriklerdir.
Antakya'lı müşrikler ilk defa M.S. 43-44 de bu ismi, Hz. Îsa'nın taraftarlarına
taktılar ve bu isim o zamandan beri geçerli sayıldı. İncil ve diğer tarih
kitaplarındaki kayıtlara göre, Aziz Paul ile Barnabas, Antakya yöresine gelip
dinlerini vaaz etmeye başladıkları sırada, kendilerine karşı çıkan müşrikler
tarafından alaylı olarak "Hıristiyan" olarak çağırılmaya başlandılar.
(Kitâb-ul A'mâl: 11-26). Hz. Îsa’ya tabi olanlar tabii ki bu isimle çağrılmak
istemiyorlardı, ama bu isim gittikçe yaygınlaşınca onların büyükleri de bunu
benimsemekte mahzur görmediler. Nitekim, din adamları ve uleması halkı şöyle
teskin etmeye çalıştı: "Eğer sizin düşmanlarınız, sizin Hz. Îsa’ya bağlı
olduğunuzu belirtmek amacıyla size Mesihi (Hıristiyanlar) diyorlarsa, bunda
utanılacak ne var?" (I- Peter, 4: 16). Sözün kısası, Hz.Îsa'nın havarileri
ve ona tabi olanlar yavaş yavaş bu isme alıştılar ve kendileri de bunu
kullanmaya başladılar. Zamanla, bu kelimenin alaylı tarafı da unutulmuş oldu.
İşte bu sebeplerden dolayıdır ki,
Kur'ân-ı Kerim'de Hz. Îsa’ya tabi olanlara hiçbir zaman "Hıristiyan"
denilmemiştir. Aksine, onlara "nasârâ" oldukları ve Hz. Îsa ile
Havarileri arasında şu sözlerin geçtiği hatırlatılmıştır. "Îsa, kavminde
küfrü hissettiğinde: 'Bana, Allah için yardımcı kimdir?' dedi. Havariler,
'Allah’ın yardımcıları biziz. Müslüman olduğumuza şahid ol." (Âl-i İmrân:
52). Yani, Kur'ân'a göre Hıristiyanlar, hakikî manâda "nasârâ" veya
"ensâr" (yardımcı) dırlar. Fakat ne gariptir ki, Hıristiyan
misyonerleri ve diğer kimseler kendilerini, Kur'an-ı Kerîm'in,
"Hıristiyan" gibi aslında alaylı ve zâta mahsus bir isim yerine
"nasârâ" gibi tarihi ehemmiyeti haiz nisbeten daha kibar bir adla
çağırdığına kızıyorlar.
17.1.4. Hıristiyanlığın Ortaya Çıkış Tarihi
Gerek "Yahudilik"
gerekse "Hıristiyanlık" genellikle bilinen şekilleriyle asıl
doğdukları tarihten çok sonra ortaya çıkmışlardır. Yahudilik bugünkü bilinen
şekli, dinî inanç, hususiyet, ibadet tarzları merasim ve Şeriatlarıyla M.Ö.
300-400'da doğmuştur. Aynı şekilde Hıristiyanlık da, Hz. Îsa'dan sonra bugünkü
şeklini almıştır.
Şimdi asıl üzerinde durulması
gereken nokta şudur: Gerek Yahudi, gerekse Hıristiyanlar, doğru ve gerçek dinin
kendilerininki olduğunu bu dinleri kabul etmemiş olanların hidâyetli ve imanlı
olmadığını kabul ederler. Bir an için bunun böyle olduğunu kabul edelim. Fakat
böyle olunca ortaya önemli bir soru çıkmaktadır: Madem ki doğru yol Yahudilik
veya Hıristiyanlıktır, o zaman Yahudilik ve Hıristiyanlıktan önceki bütün
dinler ve peygamberleri de yok saymalıyız. Geçmişteki bütün peygamberlerin maazallah
yalancı ve sahtekâr olduğunu kabul etmeliyiz. Bilindiği üzere, Hz. İbrahim ve
diğer pek çok güzide peygamber, sâlih ve dindar kişiler, adı geçen iki dinden
yüzyıllar önce doğmuşlardı ve bunların Yahudiler de, Hıristiyanlar da
hidâyetli, imanlı ve doğru yolda olan kişiler olduğuna inanırlar. Demek ki, ne
Yahudiler ne de Hıristiyanlar bunların yalancı ve sahtekâr olduğunu
söylemiyorlar. Böylece kendi kendilerini yalanlıyor ve çelişkiye düşüyorlar. Ya
söyledikleri ilk söz doğrudur ve adı geçen peygamberler sahtedir, ya da bu
peygamberler doğru ve gerçektirler ve kendileri yalan ve sahtedirler. Aynı
noktadan hareketle, Yahudilik ve Hıristiyanlık olmaksızın geçmiş
peygamberlerin hidayet buldukları ve başkalarını doğru yola sevk ettikleri
söylenebilir. O halde, Yahudilik ve Hıristiyanlık'tan önce de sonra da
insanların hidâyet bulmaları mümkündür. Bu hidâyet aslında Yahudilik ve
Hıristiyanlık gibi kısır dinî çekişmeden doğan din ve mezheplerde değil,
evrensel ve ebedî bir gerçekte saklıdır.
Zâten Yahudiler ile Hıristiyanların
mukaddes kitaplarında, Hz. İbrahim (a.s.)'in tek Allah'tan başka kimseyi ilâh
olarak kabul etmediği, kimseye tapmadığı, itaat ve kulluk etmediği açık açık
belirtilmiştir. Hz. İbrahim'in en büyük görevi, Allah'a ortak koşulmasına
şiddetle karşı koymaktı.
Bundan çıkan netice şudur: Gerek
Yahudilik gerekse Hıristiyanlık, ecdâdlarının en büyüğü olarak saydıkları Hz.
İbrahim ve O'nun Tevhid'e dayalı Hak dininden caymış ve yanlış yola
sapmışlardır, zira ikisi de şirke açık kapı bırakmış, hatta bunu temel
inançları arasına sokmuş ve fiilen tatbik etmişlerdir.
17.1.5. Hıristiyanların, Hz. Îsa’yı Tanrı İlân
Etmeleri
Hıristiyanlar, dünyaya
çıkışlarının ilk döneminde Hz.Îsa’nın şahsiyetine insanlık ve tanrılık ile
ilgili bazı sıfatları öylesine karıştırdılar ki, Hz. Îsa'nın şahsiyeti ve
varlığı bir muamma oluverdi. Hıristiyan din adamları lâf kalabalığı ve
gevezelikle meseleyi ne kadar çok halletmeye çalıştılarsa o kadar karmaşık bir
hal aldı. Hıristiyan ulemadan bazıları, Hz. Îsa'nın insanlık haline ağırlık
verdiler ve kendisinin Allah'ın oğlu ve üç daimî tanrıdan biri olduğuna karar
verdiler. Hz. Îsa'nın karmaşık kişiliğinde ulûhiyet ve tanrılık sıfatlarının
fazla olduğunu zannedenler, kendisinin insan şeklinde bir tanrı olduğunu
belirttiler ve kendisine Allah diyerek diz çöktüler. Bu iki aşırı fikrin
ortasında yol almaya çalışanlar ise bir takım tefsîr, te'vîl, açıklama ve
tahminler ile öyle bir tez ortaya koydular ki, buna göre Hz. Îsa hem insan, hem
tanrı oluverdi. Hz. Îsa'nın bu iki ayrı sıfatı, icabında birbirinden
ayrılabilir ve birleşebilirdi.
17.1.6. Hz. Îsa'nın, Allah'ın Kelimesi Olmasının
Anlamı
Nisâ suresinde şöyle
buyurulmuştur:
"Muhakkak, Meryem'in oğlu
Îsa, Allah’ın Resûlü ve Meryem'e ilka eylediği kelimesi ve ondan, Allah
tarafından bir ruhtur". (âyet; 171)
Dikkat edilirse, burada
"kelime" sözcüğü kullanılmıştır. Hz. Meryem'e ilka edilen veya
gönderilen kelime'nin anlamı, Cenab-ı Allah'ın Meryem'in rahmine nâzil ettiği
"fermân"dır. Yani, Hz. Meryem'in rahmine, bir erkeğin dölünü
almadığı halde, Hz. Îsa’ya gebe kalma emri verilmişti. İlk başta, Hz. Îsa'nın
babasız doğmasının sırrının bu olduğu Hıristiyanlara belirtilmişti. Fakat,
Yunan felsefesinin etkisinde kalan Hıristiyanlar, "kelime"nin
anlamını "kelâm" veya "nutuk" (Logos) olarak kabul ettiler.
Daha sonra, bu kelâm ve nutuk'tan, bizzat Allah’ın konuşma özelliği anlamı
çıkarıldı. Bununla yetinilmedi ve daha sonra, Allah’ın kişisel özelliğinin,
Hz. Meryem'in karnına girip Hz. Îsa'nın şeklini aldığı tahmini yapılıverdi.
Böylece, Hıristiyanlarda Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve tanrılığı ile ilgili yanlış
bir inanç ve kavram gelişmiş oldu. Hıristiyanlar bundan böyle, Cenab-ı
Allah'ın bizzat kendisini veya ezelî vasıflarından olan kelâm ve nutkunu, Hz.
Îsa'nın fiziki varlığı ile dünyaya gösterdiğine inanmaya başladılar.
17.1.7. Teslis (Sülûsiyet) Akidesi
Nisâ sûresinin 171. âyetinde Hz.
Îsa (a.s.)'nın (Allah tarafından) bir Ruh olduğu söylenmiştir. Bakara sûresinde
ise aynı konuya şöyle değinilmiştir:
"Biz temiz (Mukaddes) ruh ile
Mesih (Îsa)'e yardım ettik."
Her iki âyetin anlamı şudur:
"Cenab-ı Allah, Hz. Îsa’ya her türlü kötülükten arınmış temiz bir kalp,
ruh ve huy vermiştir." Hz. Îsa'nın kalbi ve ruhu ancak Hak ve doğruluğu
biliyordu ve kendisi adeta bir ahlâk ve fazilet simgesiydi. Gayet tabii ki
Hıristiyanlara da, Hz. Îsa'nın bu özelliği taşıdığı belirtilmişti, ama onlar
bunu yanlış yorumladılar ve büyük mübalağa yaptılar. Onlar, "Allah
tarafından bir Rûh" ibaresini bizzat Allah’ın Ruhu (Ruhullah) ve
"Ruh-ul Kuds" deyimini, yanlış yorumlayarak, "Hz. Îsa’ya hulûl
etmiş olan Allah’ın mukaddes Ruhu" yapıverdiler. Halbuki, bugün dahi Matta
İncili'nde şöyle bir cümle yazılıdır: "Melek ona (Yusuf Neccar'a)
rüyasında göründü ve dedi ki, 'Ey Davûd oğlu Yusuf, zevceni kendi evine getirmekten
korkma, zira onun karnında ne varsa Ruh-ul Kuds (Mukaddes Ruh)'un kudretiyle
vardır. (Bölüm I, âyet: 2). İşin aslına bakılırsa, Hıristiyanlar hem
"Tevhid'e hem 'Teslis'e inanıyorlar, İncilde yer alan Hz. Îsa'nın açık
sözlerine bakılırsa, Hıristiyanlardan hiçbiri Allah'ın tek olduğunu inkâr
edemez. Hz. Îsa çeşitli vesilelerle Allah'ın tek olduğunu ve hiçbir ortağı
bulunmadığını ifade etmiş ve bu ifadeler İncil'de aynen yer almışlardır. O
halde, gerçek dinin Tevhid'e dayalı olduğunu Hıristiyanlar bile inkâr edemezler.
Fakat, Hıristiyanların yanılgısı, "Allah’ın kelimesi" ve
"Ruhullah" gibi deyimleri yanlış yorumlamalarında saklıdır. Daha önce
işaret ettiğimiz gibi Hıristiyan uleması, "kelime"den, Allah'ın
kelâmı ve nutkunun Hz. Îsa'nın varlığında ifade bulduğunu, anladılar ve
Allah’ın ruhunun O'na duhûl ettiğini ve böylece kendisinin bir Tanrı olarak
dünyaya geldiğini sandılar. Bunun içindir ki, Hıristiyanlar Hz. Îsa ve Mukaddes
Ruh'un ulûhiyetini Allah'ın ulûhiyetiyle kabul etme gereğini duydular.
Hıristiyanların dinî inançlarına böylesine önemli bir unsurun girmesi Tevhîd
ile ilgili akide ve inançlarını olumsuz yönde etkiledi ve kendilerini tam bir çıkmaza soktu. Onlar için en büyük
mesele, Tevhîd'siz bir Teslîs
Akidesi'ni, ve Teslis'siz bir Tevhid akidesini bir arada tutmak ve
denge kurmak olarak ortaya çıktı ve ne
yapacaklarını şaşırdılar. Ne var ki, ortaya çıkan bu düğüm yüzyıllar geçmesine
rağmen bir türlü çözülemedi. Hıristiyan din adamları ve uleması, geçen 180 yıldan
beri bizzat kendi yarattıkları sorunu çözemediler. Bu mesele zamanla daha da
karmaşık bir hal almaya başlamıştır. Aralarında sayısız mezhep ve gruplar
doğmuştur ki, bazıları birbirine tam zıt fikir, görüş, inanç ve felsefe
taşımaktadırlar. Hıristiyanlarda ne kadar mezhep varsa o kadar tevhid kavramı
doğmuş ve gelişmiştir. Bu mezheplerden bazıları birbirine kâfir ve dinsiz
demeye başlamışlardır. Kiliseler bölünmüş ve topluluk parçalanmıştır. Halbuki
işin aslına bakılırsa, Tevhid ile ilgili zorluğu, ne Allah ne de O'nun sevgili
peygamberi Hz. Îsa (a.s.) yaratmışlardı. Bu belâyı Hıristiyanlar bizzat kendi
başlarına açmışlardır. Zâten, bir yandan Allah'ın tek olduğunu kabul etmek ve
bir yandan üç tanrının bulunduğuna inanmak ve buna göre hareket etmek,
çözülecek bir düğüm değildir. Bu düğüm yanlış anlama ve yanlış yorumlamadan
kaynaklandığı için bu yanlış anlamaya son verilmelidir ve doğru yola
gidilmelidir. Onlar, Hz. Îsa (a.s.) veya Ruhul Kuds'ün ulûhiyetini nazarı
itibara almadan sadece Tek Allah'ı ilâh olarak kabul etmelidirler: Allah’ın
herhangi bir ortağı olmadığını ve Hz. Îsa'nın sadece onun peygamberi ve elçisi
olduğunu teslim etmelidirler. Hz. Îsa’ya herhangi bir tanrısal sıfat ve isim
yakıştırmamalıdırlar.
17.1.8. Şirk, Evliya ve Aziz'lere Tapınma Devri
Hıristiyanlar, Hz. Îsa’dan sonra
Tevhid mefhumunu zedelemekle kalmadılar, bir çeşit putperestliğe de
başladılar. Bir tek Allah yerine üç Tanrı'nın olduğunu sanan Hıristiyanlar,
özellikle Katolikler, beşinci yüzyıla gelindiğinde şirke ve azizler ile
mezarlara tapma hareketine başladılar. Bu dönemde Hz. Îsa'nın yakın
arkadaşlarına, havarilere, azizler, evliyalar ve diğer pek çok şahsiyete
tapılmaya başlandı. Kiliselere Hz. Îsa, Hz. Meryem ve havariler ile hurilerin
putları yerleştirildi. Kehf sahipleri (Eshab-ı Kehf'nin ortaya çıkışından
birkaç yıl önce, yani M.S. 431'de bütün Hıristiyan âleminin din adamları ve
rahipleri Efes'te bir araya gelerek Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve Hz. Meryem'in
"Tanrı'nın Anası" akidesini resmen kabul ettiler. Kiliseler Konseyi
tarafından oybirliğiyle alman bu karar, Hıristiyanların resmi inancı
hüviyetini kazandı. Bu tarihi göz önünde bulundurduğumuz takdirde, Kur'ân-ı
Kerim'in Kehf Sûresinin 21. âyetinde, "O sırada onlar aralarında bunların
işini nizalaşıyorlardı" olarak bahsedilen zümrenin, Tevhid'e inanmış ve
doğru yolda olan Hıristiyanlara hâkim olan müşrik, menfaatçi ve bozguncu grup
olduğunu anlayabiliriz. O sıralarda Hıristiyan âleminin siyasî ve dinî iktidarı
işte bu sapık ve çıkarcı kimselerin ellerinde idi. Bunlar şirkin
bayraktarıydılar ve halkın umumî arzusuna aykırı olarak Kehf sahiplerinin bir
türbesini inşa edip, bir mâbed haline getirmek istiyorlardı.
17.1.9. Bugünkü Hıristiyanlık ve Aziz Paul
Hz. Îsa’ya tabi olanlar önceleri
kendisinin sadece Allah'ın peygamberi olduğunu biliyor, Musevi Şeriatına göre
hareket ediyor ve akideler ile talimat ve ibadetler bakımından kendilerini
Yahudiler veya İsrail oğullarından ayrı saymıyorlardı. Hz. Îsa’ya tabi olanlar
ile Yahudiler arasında sadece bir fark vardı: Bunlar Hz. Îsa'nın
peygamberliğine iman etmişken, Yahudiler O'nun peygamberliğini tanımıyorlardı.
Fakat bundan sonra, Hıristiyanlar ile Yahudilerin yolları gittikçe ayrıldı.
Aziz Paul, Hz. Îsa’ya tabi
olanların cemaatine girdikten sonra yeni dini yaymak için türlü türlü
tedbirlere başvurdu. Aziz Paul, Romalılar Yunanlılar ve Yahudi olmayan diğer
milletleri de Hıristiyanlar arasına katmak istedi ve bu amacı elde etmek için,
Hz. Îsa'nın getirdiği dinden tamamıyla farklı bir dini yaymaya başladı. Bu din
temel yapısı akide ve inançlar ile ibadetler bakımından, Hz. Îsa'nın getirdiği
dinden çok farklıydı. Gerçek şu ki, Aziz Paul hiçbir zaman Hz. Îsa'nın yakın
dostu ve arkadaşı olmamıştı. Tam aksine O'nun muhalifi ve düşmanıydı. Paul, Hz.
Îsa'nın vefatından sonra da birkaç yıl O'na tabi olanlara düşmanlık etti. Fakat
daha sonra bu dini cemaate girip kendine göre yeni bir din icad etmeye
başlayınca kendi yaptıklarının lehinde Hz. Îsa'nın hiçbir söz ve fiilini örnek
almadı ve sadece kendi inanç, düşünce ve ilhamlarını temel olarak kabul etti.
Bunu yaparken başlıca amacı, dini herkes tarafından hoş görülür ve kabul
edilebilir hale getirmesiydi. Aziz Paul, ne olursa olsun, bu dini Yahudilerin
dışındaki diğer milletlere de kabul ettirmeye kararlıydı. Bu hedefe varabilmek
için Hıristiyanların, Musevî veya Yahudi şeriatından kopmalarını sağladı. Bir
Hıristiyan'ın Yahudiliğin her türlü sınırlama, kısıtlama ve vecibelerinden
âzâd olduğunu ilân etti. Dolayısıyla, yemek ve içmek konusunda her türlü haram
ve helâl ayırımını ortadan kaldırdı. Yabancıların, yeni dine girmekten
çekinmelerine sebep olan "sünnet" ananesine de son verdi. Bunun yanı
sıra, Hıristiyanlık'ta şirki ilk başlatan da Aziz Paul oldu. Nitekim Hz.
Îsa'nın ulûhiyetini ortaya attı. O'nun Allah'ın oğlu olduğunu iddia etti ve
çarmıha gerilmek suretiyle Âdem oğullarının bütün günahlarının kefaretini
ödediğini de öne sürdü. Müşrik kafalara böyle bir mizansen çok elverişliydi ve
onlar kitleler halinde Hıristiyanlığı kabul etmeye başladılar. Hz. Îsa'nın ilk
havarileri ve en yakın arkadaşları bu batıl inanç ve bida'tlere şiddetle karşı
koymaya çalıştılar, ama güçleri yetmedi. Aziz Paul'un din ile ilgili yeni
kaide, kural ve inançları, halk kitlelerine çok cazip geldi. Çünkü gevşettiği
bağ ve kaldırdığı sınırlar eskiden, hem Hıristiyanlara hem Hıristiyan
olmayanlara çok ağır geliyordu. Bunlar ortadan kalkınca diğer milletlerden
İnsanlar akın akın Hıristiyanlığa girmeye başladılar. Fakat her şeye rağmen
üçüncü yüzyıla kadar Hz. Îsa'nın ulûhiyetine karşı çıkan pek çok Hıristiyan
vardı.
17.1.10. Aziz Paul'un İnançlarının Yayılışı
Ancak dördüncü yüzyılın başında,
yani 325'te İznik'te (Nicaea) kurulan Kilise Meclisi, Aziz Paul'un
Hıristiyanlıkla ilgili ortaya koyduğu umdeleri resmen kabul etti. Böylece,
Hıristiyanlık resmen ayrı bir din halini aldı. Daha sonra Roma İmparatorluğu da
bu dini kabul etti ve İmparator Theodosius zamanında bütün imparatorluğun resmi
dini Hıristiyanlık oluverdi. Bundan sonra, gayet doğal olarak, Aziz Paul'un
umdelerine aykırı olan bütün kitap ve eserler gayri meşrû ilân edilerek imha
edildi. Sadece Aziz Paul'un akide, umde ve sistemine uygun olan eserler
mu'teber ve güvenilir sayıldı ve bunlara dokunulmadı. Miladî 367'de
Athanasius'un bir mektubuna göre geçerli ve güvenilir kitapların ilk mecmuası
hazırlandı. Toplanan bu kitaplar Miladî 382'de Papa Damasius'un başkanlığında
toplanan Kilise Meclisi tarafından onaylandı. Milâdi beşinci yüzyılın sonlarına
doğru Papa Gelasius sadece bu kitapların meşru, muteber ve güvenilir olduğunu
tasdik etmekle kalmadı, aynı zamanda, mu'teber ve meşru olmayan kitapların
listesini de hazırladı. Ne var ki, bu ayırım Aziz Paul'un inanç ve öğretilerine
göre yapılmıştı. O inanç ve öğretiler ki, bunları Hz. Îsa'nın talimatı arasında
bulmak hiç de mümkün değildir. Hatta, Aziz Paul'un işareti üzerine hazırlanan
İncillerde de yer alan Hz. Îsa'nın sözlerinde bile bu umdeler yoktur.
17.1.11. Ruhbanlığın Ortaya Çıkışı ve Sebepleri
Hz. Îsa'nın vefâtından sonra 200.
yıla kadar Hıristiyanlar, ruhbanlık diye bir şey bilmezlerdi. Ne var ki, Hz.
Îsa'dan sonra O'nun talimatını tahrif ederek ortaya yepyeni bir din çıkaran
kimseler ruhbanlık geleneğinin de temelini atmışlardı. Hıristiyanlık, kendi
tahrif edilmiş şekliyle ruhbanlığın mikroplarını taşıyordu. Ruhbanlığın ortaya
çıkmasını sağlayacak düşünce ve görüşler bir kerre bu dine girmişlerdi. Her
şeyi terk edip bir köşeye çekilmeyi ideal ahlâk'ın bir parçası olarak saymak
ve izdivaç ile diğer dünyevi işlerde dervişliği tercih etmek zâten ruhbanlığın
çekirdeğini oluşturmaktadırlar. Bu tür düşünce ve görüş, tahrif edilmiş olan
Hıristiyanlıkta başından beri vardı. "Tecerrüd" (dünya işlerinden
ayrılmak), "takaddüs" (kutsallık)'e eşit sayılıyordu. Bu sebeple
kiliselerde dini vazifeleri yerine getirmekle yükümlü olanların evlenmeleri,
çoluk çocuğa karışmaları ve dünya işleriyle uğraşmaları hoş karşılanmıyordu.
Böylece, Üçüncü yüzyıla kadar bu mesele bir fitne halini aldı ve ruhbanlık
bulaşıcı bir hastalık gibi bütün Hıristiyan dünyasını sardı.
Hıristiyanlıkta ruhbanlığın
gelişmesinin üç büyük tarihi sebebi vardı:
Birincisi, eski çağların müşrik
toplumunda seks, fuhuş, ahlâksızlık ve dünya sevgisi aşırı bir seviyeye
yükselmişti. Buna karşı koymak için Hıristiyan uleması ılımlı olmak yerine
aşırı bir yol benimsediler. Hıristiyan din adamları ve uleması namus ve iffet
üzerinde o kadar durdular ki, nikâh şeklinde olsa dahi, bizzat erkek ile kadın
arasındaki temas ve birleşmenin cenabetli ve pis bir iş olduğunu ilân ettiler.
Bu dinî çevreler dünya sevgisine karşı o kadar sert bir tepki gösterdiler ki,
dindar kişilerin dünyanın herhangi bir nimetinden faydalanmaları imkânsız hâle
geldi. Güzel ahlâk'ın ölçüsü, bir insanın müzmin bekâr kalması ve her
bakımından dünyayı terk etmesi oluverdi. Aynı şekilde, insan toplumunun diğer
bazı münasebet ve zevklerine karşı da bazı tedbirler alındı ve her türlü zevk,
haz, keyif ve lezzet'i terk etmek, nefsi öldürmek, arzu ve istekleri bastırmak
yüksek ahlâkın hedefleri haline geldi. Yine aynı şekilde, türlü türlü yollarla
vücuda eziyet vermek, ruhanilik ve ermişliğin delili ve kemâli haline geldi.
İkincisi, Hıristiyanlık gittikçe
halk kitleleri tarafından kabul edilmeye başlayınca, azizler, din adamları ve
kiliseler, kendi dinlerini mümkün olduğu kadar geniş halk kitlelerine yaymak
hevesiyle herkesin alıştığı kötü inanç ve huylarını da olduğu gibi kabul etmeye
başladılar. Havariler ve azizlere tapma, putperestliğin başka bir türü olarak
zuhur etti. Horus ile İsis'in putları yerine Hz. Îsa ve Hz. Meryem'in putlarına
tapılmaya başlandı. Saturnalia'nın yerine Noel bayramı kutlanmaya başlandı.
Eski çağlarda yaygın olan yıldızlara göre fal bakma, falcılık, zikir, muska ve
hortlakla cinlerin kovulması için özel dua ve merasimler, Hıristiyanlar
arasında yeniden makbul oldu. Bunun gibi, halk arasında, pasaklı, bakımsız,
aç, açıkta ve çıplak olan bir kimsenin derviş, veli ve ermiş kişi olduğu inancı
da yaygın olduğu için Hıristiyan kilisesinin din adamlarının bir bölümü de bu
yolu seçti. Bu gibi insanların "kerâmet"leri ile ilgili hikayeler
çoğaldı ve hatta bu konuda birçok kitaplar yazıldı.
Üçüncüsü, Hıristiyanlarda dinin
gerçek sınırlarını tâyin edecek güvenilir ve muteber şeriat veya sünnet diye
bir şey yoktu. Hıristiyanlar Musevi şeriatını zâten bırakmışlardı ve İncil
kendi başına mükemmel ve geniş kapsamlı bir talimatnâme değildi, veya en
azından öyle sayılmıyordu. Bu sebepten dolayıdır ki, Hıristiyan uleması, gerek
kendi dinlerinin dışındaki toplumlar ve filozofların etkisiyle, gerekse kendi
yanlış tutum ve eğilimleri neticesinde her türlü bid'ate kapıları açık
bıraktılar. Bu, çeşitli bid'atlerden biri de ruhbanlıktı.
17.1.11.2. Ruhbanlığın Kaynak ve Öncüleri
Hıristiyan dininin ulema ve din
adamları, ruhbanlığın felsefe ve uygulamasını, Budizm'in rahipleri, Hindu
dininin fakirleri ile eski Mısır'ın münzevi hayat yaşayanları, İran'ın
manvileri ve Phlaton (veya Philatinus) un müşrikleri'nden esinlenerek
almışlardı. Hıristiyanlar bunu nefsin temizlenmesi, ruhanî bakımdan yükselme
ve Allah'a yaklaşmanın bir yolu olarak görüyorlardı.
Bu yanlışlığı yapanlar öyle
sıradan İnsanlar değildi. Bu işi yapanlar, Miladî üçüncü yüzyıldan yedinci
yüzyıla kadar (yani Kur'ân-ı Kerim'in inişine kadar) gerek Doğu'da gerekse
Batı'da Hıristiyanlığın en önde gelen simaları, en muhterem şahsiyetleri ve
dinî liderleri meselâ Aziz Athanasius, Aziz Basil, Aziz Gregory, Aziz
Nazlanzin, Aziz Kreisosem, Aziz Ambross, Aziz Jerom, Aziz Augustin, Aziz
Benediet, ve Büyük Gregoryidiler. Bunlar, kendileri rahip olup, ruhbanlığın en
büyük savunucuları idiler. İşte bu dini liderler Kilise'de ruhbanlığın
başlaması ve yayılmasının öncülüğünü yaptılar.
17.1.11.3. İlk Rahip ve İlk Manastır
Tarih'te Hıristiyanlar arasında
ruhbanlığın ilk önce Mısır'da başladığı kayıtlıdır. Ruhbanlığın kurucusu Aziz
Anthony idi. Miladî 250'de doğan ve 350'de ölen bu din adamı, Hıristiyanlığın
ilk rahibiydi. Aziz Anthony, Feyyum bölgesinin, bugün Deyr-ul Meymûn olarak
bilinen Pespir mevkiinde ilk manastırı kurdu. Aynı rahip, ikinci manastırı
Kızıldeniz kıyısında kurdu ki, bugün Deyr-i Mâr-Antonios olarak bilinmektedir.
Hıristiyanlıkta ruhbanlığın temel felsefe, inanç ve talimatı onun tarafından
geliştirilmiştir.
Aziz Anthony'nın başlattığı bu
hareket Mısır'da çığ gibi büyüdü, ve kısa bir zamanda ülkenin her tarafında
rahip ve rahipler için manastırlar kurulmaya başlandı. Bu manastırlardan
bazıları o kadar büyüktü ki, bazen bir yerde üç bine yakın rahip ve rahibeler
oturabiliyorlardı. Milâdi 325'te yine Mısır'da bir Hıristiyan aziz Pakhomius
ortaya çıktı. Bu aziz, rahib ve rahibelerin oturmaları için 10 adet büyük
manastır inşa ettirdi. Bundan sonra manastır furyası. Suriye, Filistin ve
Afrika ile Avrupa'yı da sardı. Kilise düzeni ilk önce ruhbanlık ile ilgili
olarak önemli bir çıkmaza girdi. Çünkü din adamları ve Kilise, dünyayı terk
etme, toplumdan kaçma ve fakir bir hayat sürmeyi, ruhanî bir yaşantı için
ideal olarak kabul etmesine rağmen, rahipler ile rahibelerin dışında diğer
insanların evlenmeleri, çoluk çocuklara karışmaları ve mal-ü mülke sahip
olmalarını yasaklama hak ve selâhiyetine sahip değillerdi. Fakat bu çıkmazdan
kurtulmanın bazı çareleri arandı ve bazı hususlarda uzlaşma sağlandı.
Özellikle, Aziz Athanasius, (M. 373'de öldü), Aziz Basil (379'da öldü) Aziz
Augustin (430'te öldü) ve Büyük Gregory (609'de öldü)'nin vaaz ve telkinleri
sayesinde ruhbanlık, Kilise'nin müstakil ve ayrılmaz bir müessesesi olarak
şekillenmiş oldu.
17.1.11.4.
Ruhbanlık Sisteminin Ayrıntıları
Hıristiyanlık'taki ruhbanlık
bid'atinin bazı özellikleri aşağıda belirtilmiştir:
1) Ruhban sınıfının ilk özelliği,
çeşitli dini ibadet, murakabe ve çileler ile insan vücuduna eziyet vermekti.
2) Hıristiyan Ruhban sınıfı ve
rahiplerinin ikinci hususiyeti pis, pasaklı ve kirli olmalarıydı. Rahip ve
rahibeler temizlikten kaçınırlardı. Yıkanma ve vücudu su ile temizlemek, onlara
göre Allah'a tapma ve O'nu sevme geleneğine aykırıydı. Vücut temizliğini,
ruhun cenabeti olarak görürlerdi.
3) Bu ruhbanlık, evlilik hayatına
ağır bir darbe indirdi ve nikâh bağlarını kesip attı. Hem de bu işi çok
merhametsizce yaptı. Miladî dördüncü ve beşinci yüzyılda kaleme alınmış olan
eserlerde ana fikir olarak bekârlık, cinsel ilişkiden kaçınma, meşrû izdivaçtan
uzaklaşma ve bir köşeye çekilme en güzel ahlâki değer şeklinde işlenmiştir.
İffet ve namusun anlamı, her türlü cinsî münasebetler, hatta karı-koca
arasındaki meşru ilişkilerden uzaklaşma olarak yorumlanmıştır. Temiz bir
hayat, bir kişinin kendi nefsini öldürüp, her türlü bedensel zevki yok etmekle
eşdeğer tutulmuştur. Rahip ve rahibelere göre, arzular ve istekler ile
heveslerden kaçınma ve bunları kontrol altında tutma, insanın içindeki vahşeti
zararsız hale getirme amacını taşıyordu. Arzu, istek ve ihtiraslar yok edilince
insanın içindeki hayvanî istek ve arzular da ortadan kaldırılmış oluyordu. Onlara
göre zevk ve günah aynı anlam taşıyorlardı. Hatta neşelenmek dahi, Allah'ı
unutmak anlamına geliyordu. Aziz Basil gülmeyi ve gülümsemeyi bile
yasaklamıştı. İşte bu noktadan hareketle, ruhban topluluğu içinde erkek ile
kadın arasındaki normal evlilik ilişkileri de yasaklanmıştı. Bir rahip için
evlenmek şöyle dursun, bir kadının yüzüne bakması bile yasaklandı. Eğer bu
rahip önceden evliyse, karısını terk edip kendisini tamamıyla dine vermesi
öngörüldü. Erkekler gibi kadınlar da, erkeğe yaklaşmamaya, onlarla ilişki
kurmamaya teşvik edildi. Allah'ın göklerdeki ve yerdeki saltanatında iyi bir
yere sahip olabilmeleri için bakire ve bekâr kalmaları, evliyseler kocalarını
bırakmaları tavsiye edildi. Aziz Jerom gibi önde gelen bir Kilise adamı, Hz.
Îsa için rahibe olup, ömür boyu bekâr kalan bir kadının aslında Hz. Îsa'nın
gelini ve o rahibenin annesinin tanrı, yani Hz. Îsa'nın kaynanası olma şerefine
nail olduğunu beyan etmiştir. Aziz Jerom bir başka yerde şöyle demiştir:
"İffetin baltasıyla evlilik ilişkisi denilen ağacı kesmek, sâlik'in ilk
vazifesidir". Bu dinî vaaz ve telkinler yüzünden kendisini dine adayan ve
rahip ya da rahibe olmaya karar veren bir Hıristiyanın ilk önce evliliği temelden
sarsılmış ve zedelenmiş oluyordu.
Kilise düzeni, yaklaşık 300 yıl bu
aşırı fikir ve görüşlere karşı şöyle ya da böyle direndiyse de, daha sonraki
devirlerde fanatikler ve katı kuralları benimsemiş ve uygulamaya kararlı olan
aziz ve din adamlarına yenik düştü. Miladi 4. yüzyılda Kilise'de dini vazife ve
hizmetlerde bulunan kimselerin evlenmeleri ve evlilik hayatı sürmeleri son
derece pis ve kötü bir olgu olarak kabul edildi. Nitekim, Milâdi 362'de
Gengra'da toplanan Kilise Meclisi, izdivaçla ilgili her türlü düşünceleri
yasakladı ve dine aykırı saydı. Bundan kısa bir süre sonra 386'da Roman Synod
bütün papaz ve rahiplerin evlilik bağlarını koparmalarını istedi. Ertesi yıl
ise, Papa Siricius bir genelge yayınlayarak, evlenen veya evli olduğu takdirde
karısıyla cinsî münasebetlerini sürdürmekte olan bir papazın görevinden
alınacağını ilân etti.
4) Ruhbanlığın en acımasız ve kötü
tarafı, ana-baba, kardeşler ve evlâtlar arasındaki ilişkileri de baltalaması
oldu. Hıristiyan veli ve azizlerin gözünde anne-baba'nın evlâtları,
kardeşlerin kardeşleri ve evlâtların anne ve babaları için sevgi ve şefkatleri
da birer günahtı. Onlara göre, ruhanî ve manevî terakki ile saadet için bütün
bu ilişkilerin kesilmesi şarttı. Hıristiyan ruhbanlarının felsefesine göre, Allah’ın
rızasını ve sevgisini kazanmak isteyen bir kimsenin dünyada anne-babaları,
kardeşleri ve evlâtlarıyla olan bütün münasebetlerini ve akrabalıklarıyla
dostluklarını terk etmesi elzem idi.
5) Ruhban sınıfının, en yakın
akrabalarına karşı katı ve acımasızca davranmaya zorlandıkları için, zamanla
bütün insancıl düşünce ve duyguları da kaybolup gidiyordu. Bu sebepten
dolayıdır ki, dini konularda kendilerine muhalefet edenler ve din düşmanlarına
karşı, kin, nefret ve merhametsizliğin en çirkin ve dehşet verici örneğini
verirlerdi. Dördüncü yüzyıla kadar Hıristiyanlık'ta 80-90 mezhebin doğmasını
bu katı, acımasız ve nefret dolu tavır ve muamelelere bağlayabiliriz. Aziz
Augustin kendi döneminde 88 mezhep olduğunu belirtmiştir. Bu mezhepler
birbirine karşı son derece kırıcı ve acımasızca bir tutum için de idiler. Bu
mezhepler arasındaki nefret ateşini yakan ve körükleyen de yine rahip ve din
adamlarıydılar. Bu dönemde karşıt mezhep ve grupta olanların en merhametsiz ve
vahşi yollarla işkence edilmeleri, ezilmeleri, öldürülmeleri ve diri yakılmaları
çok yaygındı. Bu dini kavga ve çatışmaların en büyük merkezi Mısır'ın
İskenderiye şehriydi.
6) Gerçi ruhban sınıfı için
dünyanın her zevki ve bütün insanî ilişkileri günâh ilân edilmiş ve
yasaklanmıştı. Ancak para hırsı ve zenginliğe karşı herhangi bir sınırlama
getirilmedi. Bir yandan fakir, kalender ve köşeye çekilmiş bir yaşantı teşvik
ediliyor ve öğütleniyordu, ama bir yandan da rahipler ve din adamlarının servet
toplamaları serbest bırakılmıştı. Nitekim, Miladi beşinci yüzyılın başında
Roma piskoposu krallar gibi bir sarayda rahat ve lüks bir hayat yaşıyordu. Bu
rahip dışarıya çıktığı zaman et arabaları ve hizmetçilerinin alayı, tantana ve
gösteriş bakımından imparator'unkinden hiç de az olmazdı. Yedinci yüzyıla kadar
ise kiliselere ve manastırlara servet akımı bütün sınırları aşmıştı. Ruhban
sınıfı arasında servet ve zenginliğin artmasının başlıca sebebi çok sayıda
sahte kimselerin gerçek rahipler ile din adamlarının safına katılmalarıydı.
Rahipler ise azizlerin büyük fedakârlık, cefakârlık ve tevekküllerinin
neticesinde halk kitleleri kendilerine aşın derecede saygı ve bağlılık
göstermeye başlayınca pek çok dünyacı, maddeci ve menfaatçi gruplar rahip ve
rahibeler arasına karışıp dört elle mal-ü mülk toplamaya başladılar. Bu sahte
kişiler bazı samimi, iyiniyetli ve fedakâr rahip ve din adamlarının
karakterlerinin de bozulmasına sebep oldular.
7) İffet ve namus konusunda da
ruhbanlık, tabiat ve insanın içgüdü ve diğer doğal istek ve arzularına karşı
ilân ettiği savaşta da defalarca yenilgiye uğramıştır. Manastırlarda bazı
ibadet, merasim ve murakabe ile zikirlerin, rahipler ile rahibeler tarafından
beraberce yapılması gerekiyordu. Bu sebeple, rahipler ile rahibelerin beraber
yaşamaları olağan bir hale geldi. Aralarındaki temas, aşırı rahiplik hayatı
yüzünden bastırılmış olan şehvanî istek ve duygularını kamçılıyordu ve
dolayısıyla, aralarındaki cinsî ilişkiler çok yaygın bir hal aldı. İbadet ve
zikir, yataklarda yapılmaya başlandı! Zaten insan tabiatı, kendisine karşı
gelen ve savaşanlardan acı ve intikam alır. Ruhbanlık, insan tabiatıyla
savaşmakla öylesine bir çukura düştü ki, sekizinci yüzyıldan onbirinci yüzyıla
kadar Hıristiyanlığın tarihi, insanlık tarihinin kara bir lekesi olarak
kalmıştır. Orta çağlarda kaleme alınmış olan eserlerde, kilise ve özellikle
rahibelerin oturdukları manastırların birer genelev haline geldiğinden
yakınılmıştır. Bu manastırlarda gayri meşru çocukların doğmaları ve
öldürülmeleri bir salgın halini almıştı. Ayrıca gerek rahipler, gerekse
sahibeler arasında homoseksüel ilişkiler ve diğer ahlâksızlıklar alabildiğine
yayılmıştı.
17.2.
İNCİL'LERİN TARİH AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ
Yahudiler gibi, Hıristiyanların
kutsal kitabı da gerçek şekliyle muhafaza edilmemiştir. Hıristiyan dininde
bid'at, yanlış inanç ve talimatın yayılmasının sebebi ise semavi kitabın
tahrif edilmesidir. Halbuki İncil, Allah tarafından indirildiği şekliyle
korunabilmiş olsaydı, Hıristiyanlık herhalde bugünkü kadar değişik olmayacaktı.
17.2.1. Kaynakların Araştırılması
Bugün İncil olarak bildiğimiz
Kutsal Kitap aslında dört ayrı kitabın mecmuasıdır, ki şöyle sıralanabilir:
Matta, Markus, Luka ve Yuhanna. Fakat bu kitaplardan hiç biri Hz. Îsa’ya inmiş
veya onun tarafından hazırlanmış olan bir kitap değildir. Bilindiği gibi,
Kur'ân-ı Kerim'de Hazreti Peygamber efendimize Allah tarafından vahiy olunan
bütün sûre ve âyetler eksiksiz toplanmış bulunmaktadır. Fakat, Hz. Îsa’ya gelen
vahiylerin tümünü bu kitaplardan hiçbirinde mükemmel bir şekilde görmemiz mümkün
değildir. Ayrıca, peygamberliği süresince Hz. Îsa'nın çeşitli vesile ve
zamanlarda söylediği sözler, vaaz ve telkinler de aynen muhafaza edilmiş
değiller. Kısacası, bize kadar gelen Hıristiyan kutsal kitapları ne Allah’ın
kelâmı ne Hz. Îsa'nın sözlerinden meydana gelmişlerdir. Bunlar, aslında çeşitli
zamanlarda Hz. Îsa'nın havarileri ve havarilerinin öğrencileri tarafından
yazılan kitaplardır. Adı geçen havari ve şâkirdler bu kitaplarda kendi akıl,
anlayış ve görüşleri doğrultusunda Hz. Îsa'nın hayatını ve eserleri ile vaaz
ve talimatını dile getirmişlerdir.
17.2.2. Matta'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha
Ancak bu kitaplar da öyle
güvenilecek ve pek itibar edilecek cinsten değillerdir. Bu kitaplardan ilki,
Hz. Îsa'nın havarilerinden Matta'ya aittir, ya da öyle olduğu söyleniyor.
Halbuki, tarihi kayıtlar bu kitabın Matta tarafından kaleme alınmadığını
göstermektedirler. Matta'nın asıl hazırladığı kitap, "Logia" ortadan
kaybolmuştur ve hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmamaktadır. Bugün ise
Matta'ya ait olduğu bildirilen İncil'in yazarı, diğer kitapların yanı sıra
Logia'dan da istifade eden meçhul bir şahıstır. Nitekim bu kitapta Matta'dan
sanki yabancı bir şahıs imiş gibi söz edilmiştir[1].
Bunu dikkatle incelediğimizde, bunun Markus'un İnciline dayandığını fark
edebiliriz. Şöyle ki, bu kitabta yer alan 1068 âyetten 470'i Markus İncilinde
yer alan âyetlerin aynısıdır. Sonuç olarak, bu kitabın yazarı bir havari
olsaydı, havari olmayan ve Hz. Îsa ile hayatında hiç görüşmemiş olan bir
kişinin kitabından yararlanmasına hiçbir gerek yoktu. Teolog ve Hıristiyan din
adamlarının tahminlerine göre, Matta'ya ait olduğu bildirilen İncil, Miladî
70'de yani, Hz. Îsa'dan 41 yıl sonra yazılmıştır. Bazı ulema ve din âlimleri
bunun yazılış tarihinin Miladî 90 olduğunu belirtmişlerdir.
17.2.3. Markus'a Ait Olduğu Söylenen Nüsha
İnciller'in mecmuasında yer alan
ikinci kitabın Markus'a ait olduğu söyleniyor ve kendisinin bu kitabı gerçekten
ele aldığı belirtiliyor. Fakat bu zât hiçbir zaman Hz. Îsa ile görüşmemiştir.
Markus, Hz. Îsa'nın müridi de değildi. Bu her iki husus tarih kitaplarından
sabittir[2].
Aslında Markus, aziz ve havari olan Peters'in müridi olup, onun söylediklerini
Lâtinceye çevirirdi. Bu sebeple, Hıristiyan yazarları, Markus'un, Aziz Peters'in
tercümanı olduğunu belirtirler. Tahminlere göre, Markus İncili Miladî 63-70'te
yazılmıştır.
17.2.4. Luka'ya Ait Olduğu Belirtilen Nüsha
İncillerin üçüncüsünün Luka'ya ait
olduğu söyleniyor. Luka'nın hiçbir zaman Hz. Îsa'yı görmediği ve O'ndan hiçbir
feyiz almadığı kesindir. Luka, Aziz Paul'un müridiydi. O'nun sadık dostu olup,
her zaman onun sohbetinde bulundu. Gayet tabii ki, kendi İncilinde Aziz Paul'un
fikirlerini aksettirmeye çalışmıştır. O kadar ki, Aziz Paul, Luka'nın İncilinin
kendi İncili olduğunu söylemiştir. Ne var ki, Aziz Paul kendisi hiçbir zaman
Hz. Îsa'nın yanında bulunmamıştır. Hıristiyan tarih kitaplarına göre Aziz Paul,
Hz. Îsa'nın çarmıha gerilmesinden ancak 6 sene sonra Hıristiyanlığı kabul
etmiştir. Bu itibarla, Luka ile Hz. Îsa arasında olayların zincirinde bir halka
eksiktir. Luka'ya ait olduğu söylenen İncil'in yazılış tarihi de tesbit edilememiştir.
Bazıları bunun Miladî 87'de kaleme alındığını belirtirken, bu tarihin Miladî 74
olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Mc Giffert ve Plummer gibi araştırmacılar bu
İncilin Miladî 80'de yazıldığında ittifak etmişlerdir.
17.2.5. Yuhanna'ya Ait Olduğu Bildirilen Nüsha
Yapılan tetkikler, Yuhanna
İncilinin, tanınmış havari Yuhanna tarafından kaleme alınmadığını ortaya
koymuşlardır. Bu dördüncü İncil aslında, Yuhanna adını taşıyan meçhul bir
şahsın eseridir. Bu kitap, Hz. Îsa'nın vefatından çok sonra, Miladî 90'da ve
hatta daha sonraki bir tarihte yazılmıştır. Horneck bunun yazılış tarihinin
Miladî 110 olduğunu belirtmiştir.
Demek ki İncil'de veya Mukaddes Kitap'ta
yer alan, yukarıda bahsettiğimiz dört kitabın hepsi de Hz. Îsa'dan sonra ve
başka kimseler tarafından kaleme alınmıştır. Bu itibarla, bu kitaplarda yer
alan söz, ibare ve âyetlerin Hz. Îsa’ya veya Allah'a ait olduklarını söylemek
çok güçtür. Ak ile kara ve doğru ile yanlışı birbirinden ayırmak çok zor bir
iştir. Fakat bu hususta inceleme ve araştırmamızı derinleştirdikçe bu
kitapların daha da şüpheli ve güvenilmez hale geldiğine şahit oluruz.
17.2.6. İncillerin Muteber ve Güvenilir Olmamalarının
Altı Sebebi
1. Her dört İncil'in metinleri
birbirinden ayrı ve farklı olup çelişkilerle doludurlar. O kadar ki,
Hıristiyan vaaz ve talimatının temelini oluşturan "Tepe'deki Vaaz"in
metinleri bile Matta, Markus, ve Luka İndilerinde ayrıdırlar.
2. Her dört İncil, Allah (cc.)
veya Hz. Îsa'nın sözlerine önem vermenin yerine kendi yazarlarının şahsî fikir
ve tavırlarını yansıtmaktadırlar. Meselâ, Matta'nın muhataplarının Yahudiler
olduğu ve onlara çeşitli deliller vermeye çalıştığı her hâliyle belli oluyor.
Markus'un muhatabları ise Romalıdırlar. Markus bunlara İsrail oğullarının
tarihi ve talimatını hatırlatmaya çalışmaktadır. Luka, her konuda diğer
havarilere Paul'u tercih etmektedir. Yuhanna ise, ilk miladi yüzyılda
Hıristiyanları saran felsefelerin etkisinde bulunuyor. Böylece, bu dört
İncil'de söz ve metindeki tutarsızlık ve çelişkiden çok kavram kargaşasının
hâkim olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
3. İncillerin hepsi Yunanca ve
Lâtince yazılmışlardır. Halbuki, Hz. Îsa ve bütün havarilerinin dili Süryânice
idi. Dilin değişmesi, fikir ve görüşün değişmesine de yol açmıştır.
4. İncillerin düzenli şekilde
yazılmasına Miladî ikinci yüzyıldan önce başlanamadı. Miladî 150 yılına kadar
sözlü rivâyetlerin yazılardan daha iyi olduğu inancı hâkimdi. Miladî ikinci
yüzyılda İncilleri kayda geçirme fikri doğduysa da o zamanın yazılan güvenilir
sayılamaz. Ahd-i Cedîd veya Yeni Ahid'in ilk güvenilir metni Miladî 379'da
Kartacına'da toplanan Kilise Meclisinde tasdik olundu.
5. Hâlen dünyada bulunan
İnciller'in en eski nüshaları miladî dördüncü yüzyılın ortalarına aittir,
ikinci nüsha beşinci yüzyıl'a ve noksan olan üçüncü nüshaları, (ki Vatikan'da
Papa'ya ait kütüphanede bulunuyor) da dördüncü yüzyıldan öteye gitmiyorlar. Bu
durumda Milât'tan sonra ilk 300 yılda Hz. Îsa’ya tabi olanlar tarafından okunan
ve takip edilen İncillerin metinlerinin bugünküleriyle ne kadar mutabık
olduğunu kesinlikle söylememiz mümkün değildir.
6. İnciller hiçbir zaman Kur'ân-ı
Kerim gibi hıfz edilmeye çalışılmamıştır. İnciller ilk dönemlerde genellikle
konu ve anlamları bakımından şahıstan şahısa rivâyet edildi ve aynı kelime veya
aynı cümle ve ifadelerin kullanılmasına dikkat edilmedi. Bunun tabii bir
neticesi olarak, İncillerin metinlerine yazar, derleyen ve rivâyet edenlerin
şahsî görüş ve yorumları da girmiş oldu. Sıra bu kitapların kağıda dökülmesine
ve yazılmasına gelince asıl söz ve metinlere bağlı kalınmasının son umudu da
ortadan kalkmış oldu. Çünkü, hattat ve dizgiciler kendi fikir ve inançlarına
göre metinde gelişi güzel değişiklikler yaptılar[3].
Bu sebeplerden dolayıdır ki bu
Dört İncil'de de Hz. Îsa'nın gerçek söz, ifade ve talimatının bulunduklarını
katiyetle söyleyemeyiz.
17.3. HZ. ÎSA'NIN
GERÇEK TÂLİMÂTI
17.3.1. Hz. Îsa (a.s.)'nın Talimâtı'nın En İyi Kaynağı
Gerçek şu ki, Hz. Îsa'nın hayatı,
eserleri ve talimatının en iyi kaynakları daha önceki bölümde bahsettiğimiz ve
Hıristiyan Kilisesi tarafından muteber ve meşru olarak kabul edilen Dört İncil
değillerdir. Asıl muteber ve güvenilir bir kaynak, Hıristiyan Kilisesi
tarafından "sahte" "uydurma" veya "şüpheli"
olarak ilân edilen Barnabas İncili'dir. Bu İncil dünya halklarından adetâ
saklanmış ve yüzyıllarca hiçbir yerde aslı veya kopyası bulunmamıştır.
Ben Şahsen Oxford Üniversitesi
Kütüphanesinde bu değerli İncil'in İngilizce tercümesinin bir fotokopisini
gördüm ve kelimesi kelimesine okudum. Bence bu eser, büyük bir nimet ve
rahmettir ve Hıristiyanlar sadece kendi dinî taassup, fanatizm ve
inatçılıkları yüzünden böyle bir eserden kendilerini mahrum etmişlerdir.
Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve
muteber olarak yer alan dört İncilden hiçbirinin Hz. Îsa'nın havarileri
tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncilleri
yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. Îsa'nın havarilerine dayandığını veya
onlar tarafından nakledildiğini de iddia etmemişlerdir. Bu gibi atıflar şöyle
dursun yazılanların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu bakımdan, rivâyet
edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu veya olayları kendisinin mi gördüğü,
yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor.[4]
Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki, "ben Hz. Îsa'nın ilk 12
havarisinden biriyim. Baştan sonuna kadar Îsa ile beraberdim ve gözlerimle
gördüğüm olayları ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum."
Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: "Hz. Îsa bu dünyadan
ebediyete intikal ederken, hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek
dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymamı emretmişti."
17.3.2. Barnabas İncili'nin Belirgin Özellikleri
Tarafsız ve sağduyulu bir kişi
Barnabas İncilini okuduktan sonra bunu Ahd-ı Cedidin dört İnciliyle
karşılaştıracak olursa, bunun her dördünden kat kat daha iyi olduğu sonucuna
varacaktır. Bu İncil'de Hz. Îsa'nın hayatı ve başından geçen olaylar daha
ayrıntılı bir biçimde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve
yaşadıkları olaylar gibi. Dört İncil'de kopuk ve görünürde birbirine bağlı
olmayan hadise ve hikâyelerin anlatımı Barnabas İncilinde daha düzgün ve
anlamlı hâle getirilmiştir; özellikle, tarihî hadiseler daha bir dikkatle ve
sıralarıyla kaydedilmiştir.
17.3.3. Hz. Îsa (a.s.)'nın Gerçek Tâlimâtı ve
Etkileyici Anlatımı
Hz. Îsa (a.s.)'nın dinî telkinleri
Barnabas İncili'nde dört İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde
kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatler, şirkin reddi, Allah-u Teâlâ'nın
sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet teferruatlı,
mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. Îsa'nın kullandığı
dil, ifade ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik örneklerin en küçük
misalini bile diğer dört İncil'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. Îsa
(a.s.)'nın kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde
bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullandığı da anlaşılıyor.
Hz. Îsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık bile vakıf olan biri bu
İncil'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat
getirecektir. Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. Îsa'nın kişiliği ve öğretileri,
diğer dört İncil'e nisbetle
Barnabas İncili'nde daha net, dâha
açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca, bu İncil'de diğer İncil'lerin
belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezât da yoktur.
17.3.4. Bütün Peygamberlerin Talimatına Uygun
Barnabas İncilinde Hz. Îsa'nın
hayatı ve talimatı bir peygamberin hayatı ve talimatına tıpatıp uyuyor.
Kendisi bir peygamber olarak karşımıza çıkıyor ve bütün peygamberler ile
kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakk'ı tanımanın bir yolu
olmadığını belirtiyor ve peygamberlere boş verenin aslında Allah'a boş vermiş
olduğunu anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve âhiret hakkında diğer bütün
peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekât için
gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncilinde sık sık bahsedilen namazların,
aslında müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd
namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, her namazdan önce abdest alındığı da
belli oluyor. Hz. Îsa, peygamberler arasında Hz. Davûd ile Hz. Süleyman
(a.s.)'ın da bulunduğunu kaydediyor. Halbuki, hem Yahudiler, hem Hıristiyanlar
bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail’in
"zebîh" (Allah'a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta
bir Yahudi âlimini de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrail
oğullarının kendi menfaatleri için Hz. İshâk'ın zebîh veya kurban olduğunu
herkese inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki
kayıtlara göre, Hz. Îsa (a.s.)'nın âhiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile
ilgili vaaz ve telkinleri Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılanların hemen hemen
aynısıdır.
17.3.5. Barnabas'ın İncil'i Yazması için İleri Sürdüğü
Sebepler ve Amaçlar
Barnabas İncili'nin yazarı ta
başta kitabı kaleme almasının sebebini şöyle anlatıyor: "Bu kitabın
gayesi, Şeytân'ın hilelerine uyarak Hz. Îsa’yı Allah'ın oğlu ilân edenleri
ıslâh etmektir. Bu İnsanlar erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor,
haram yiyecekleri helâl kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz)
Paul da vardır." Barnabas, Hz. Îsa (a.s.) sağ iken, Mu'cizelerini gören
müşrik Romalı askerler O'nun Allah’ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye
başladığını ve bu yanlış inanca daha sonra İsrail oğullarının da bulaştığını
belirtiyor. Barnabas'ın dediği gibi, Hz. Îsa bu gidişata çok bozulmuştu. Defalarca,
O'nun etrafını saranları uyarmış ve yanlış inançlarını şiddetle yermişti.
Şâkirdlerini çeşitli bölgelere göndermişti. Bu şâkirdler, Hz. Îsa'nın duaları
sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı Mu'cizeler gösterdiler. Bundan maksat,
Mu'cizeler gösteren bir kişinin Tanrı veya Tanrının oğlu olması gerekmediğini
açıkça göstermekti. Barnabas bundan sonra Hz. Îsa'nın bu konuda yaptığı
çeşitli konuşmalarını naklediyor. Bu konuşmalardan Hz. Îsa'nın halk arasında
yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu ve bundan ne kadar endişe
duyduğu anlaşılıyor.
Barnabas ayrıca, Aziz Paul'un, Îsa
(a.s.)'nın çarmıhta can verdiği yolundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor
ve kendi tanık olduğu olayı şöyle anlatıyor: "Şâkird Yahuda (Judah, Judas)
Yahudilerin Başrahibinden rüşvet alarak Hz. Îsa’yı yakalamak üzere askerlerle
gelince, Allah'ın emriyle dört melek Hz. Îsa'yı semâya kaldırdılar ve Şakirt
Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamıyla Hz. Îsa'nınki gibi oluverdi. Böylece çarmıha
Hz. Îsa değil, Yahuda gerildi. "Barnabas İncilin'deki bu ifade görüldüğü
gibi, Aziz Paul'un kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi, Kur'ân-ı
Kerîm'in ifadelerini de tamamıyla doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır ki,
Kur'ân-ı Kerîm'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncilindeki bu
ifadeler, bu kitabın Hıristiyan Kilisesi ve din adamları tarafından afaroz
edilmesine sebep oldu.
17.3.6. Meşrû ve Muteber Sayılan Dört İncil'de Hz.
Îsa'nın Talimatı
Çağımızın olay ve gelişmeleri,
Hazreti Îsa (a.s.)'nın Filistinli Yahudilere, Cenâb-ı Allah'ın kelâmı ve
Devlet-i İlâhiye'yi kurmaları konusunda vaaz, telkin ve talimat verdiği şart ve
ortama çok benzediği için, bu güzide peygamberin kullandığı dil, uslûp ve
metod bizim için son derece önem taşımaktadırlar. Aşağıya aldığımız alıntılar, Kur'ân-ı
Kerimin talimatının ışığı altında seçilmiştir ve bu bakımdan, bunların Hz.
Îsa'nın gerçek söz ve üslûbuna uygun olduğunu söyleyebiliriz:
"Fıkıh âlimlerinden biri O'na
hükümler arasında en iyi hükmün hangisi olduğunu sordu. Hz. Îsa dedi ki
birincisi şudur: "Ey İsrail, dinle! Hüdâvend, bizim Hüdâ aynı Hüdâvend'tir
ve sen Hüdâvend'i, Kendi Hûda'nı, kendi kalbini, kendi canını, kendi aklım ve
kendi kuvvetini sev"... Fıkıh âlimi ona dedi ki, "ey üstâd,
maaşallah, Sen doğru söyledin,
O birdir ve O'ndan başkası
yoktur." (Markus: 12: 28-32).
"Sen Hüdâvend'e, kendi
Tanrına secde et ve O'na ibadet et." (Luka, 4: 8).
"O halde, siz şöyle dua edin:
'Ey bizim Babamız, Sen ki, göktesin, Senin ismin pâk kalsın, Senin Hâkimiyetin
gelsin, iraden nasıl ki gökte hâkimse, yere de hâkim olsun." (Matta, 6:
9-10).
Görüldüğü gibi, son âyette Hz. Îsa
kendi idealini ortaya koymuştur. Bu ayetten, bazıları Hz. Îsa'nın ruhani
hâkimiyeti kastettiğini sanmışlardır. Ama bu ayet bu inancı reddetmektedir.
Hz. Îsa'nın başlıca hedefinin, kâinat'ta Cenâb-ı Allah'ın kanunlarının geçerli
olduğu gibi, dünyada da O'nun şeriatının geçerli ve her şeyden üstün
kılınmasını sağlamak olduğu burada kesin olarak anlaşılıyor.
17.3.6.3. Hak İle Batıl Arasındaki Mücadele
"Sanmayın ki, ben dünyaya
sulh yapmaya gelmişimdir. Ben sulh değil, kılıç sallamaya gelmişimdir. Ben
buraya, bir insanı babasından, kızı annesinden ve gelini kaynanasından
koparmaya gelmişimdir. Aslında bir insanın düşmanı, onun ailesi olacaktır. Anne
ve babasını benden daha çok seven ve sayan bir kişi bana lâyık değildir."
17.3.6.4. Hak Yolunda Sınav Elzem ve Vazgeçilmezdir
"Ve kendi haçını kaldırmayan [5]ve
peşimden gelmeyen bana lâyık değildir. Kendi canını kurtarmak isteyen biri bunu
er geç kaybedecektir. Ve benim için canını fedâ eden biri, kendini kurtarmış
olacaktır." (Matta: 10: 14-39).
"Benim peşimden gelmek
isteyen biri kendi benliğini [6]inkâr
etmeli, kendi haçını kaldırmalı ve arkamdan gelmelidir." (Matta: 16-24).
"Kardeşi kardeş öldürecek,
oğul babasına karşı gelecek ve baba oğluna karşı gelip onu öldürecektir. Ve
benim adım yüzünden herkes sizden nefret edecektir. Fakat sonuna kadar
dayanabilen kurtulmuş olacaktır." (Matta: 10: 21-22)
"Bakın ben sizi sanki
koyunların arasına gönderiyorum... Adamlardan uzak durun ve dikkatli olun.
Zira, onlar sizi mahkemeye vereceklerdir ve kendi ibadet yerlerinde sizi
kırbaçlayacaklardır. Ve siz benim yüzümden Hükümdarlar ve hâkimlerin önüne
çıkarılacaksınız." (Matta: 10: 16-18).
"Ve eğer biri yanıma gelir ve
kendi babası, annesi, karısı, çocukları ve kardeşlerine ve bizzat kendi canına
düşman olmazsa (yani, bunlarla ilişkilerini koparmaz veya onların sevgilerine
Hak dinini tercih etmezse), benim öğrencim olamaz. Kendi haçını kaldırmayan ve peşimden
gelmeyen biri şâkirdim olamaz. Herhalde, sizlerden biri bir burç inşa etmek
istiyorsa, evvelâ onun yapımında kullanılacak malzeme ve tutarını hesaplayacaktır.
Bunu yapamaz ve binanın temelini atıp yarıda bırakırsa, herkes gülecek ve
diyecek ki, şu adama bakın, bina yapmaya kalkıştı, ama bunu hesaplayamadı...
Sizlerden biri, her şeyini terk etmedikçe benim şâkirdim olamaz." (Luka:
14: 23-26).
17.3.6.5. İnkılabî Bir Hareket
Bütün bu ayetler gösteriyor ki,
Hz. Îsa (a.s.) sadece bir dini yaymaya değil, tüm medenî ve siyasî nizamı
temelden değiştirmeye gelmişti. Bu, öylesine hafif veya küçümsenecek cinsten
bir görev veya dava değildi, aksine son derece güç ve büyük bir dava idi ve bu
yolda bir değil, birkaç kuvvete karşı savaşmak, meselâ, Roma imparatorluğu,
Yahudi devleti, fıkıh âlimleri ile ferisîlerin (şeriat sahipleri) iktidarı ve
genel olarak bütün sapık ve çıkarcı insan ve zümrelerle boğuşmak gerekiyordu.
Bu sebepten dolayıdır ki, Hz. Îsa ta başta hem kendisinin üstlendiği görev, hem
arkadaşlarının üzerlerine aldıkları sorumluluğun ne kadar büyük ve tehlikeli
olduğunu söylemekten çekinmiyordu. Hz. Îsa, yolun ağzında kendisiyle beraber
gelmek isteyenlerin nelerle karşılaşacaklarını açıkça dile getiriyordu.
17.3.6.6. Sabır ve Metânet'in Telkini
"Haylazlara karşı gelme;
aksine, senin sağ yanağına tokat atana öbür yanağını da çevir. Ve eğer biri
seni mahkemeye verip senden gömleğini almak istiyorsa, sen ona cübbeni de var.
Ve biri seni bir fersah boşuna koşturursa, sen onunla iki fersah koş.."
(Matta: 15: 39-41).
"Bedenleri öldüren ama
ruhları öldürmeyenlerden korkma. Sen asıl ruh ile bedenin ikisini cehennemde
öldürecek olandan kork." (Matta: 1028).
17.3.6.7. Dünya Sevgisinden Uzaklaşmak ve Âhireti
Sevmek
"Kendi nefsin için dünyada
mal-ü mülk toplama. Dünya öyle bir yerdir ki, burada her şeyi böcekler yer ve
her şey paslanır ve haydutlar her şeyi alıp götürürler. Asıl sen gökte kendin
için mal-ü mülk toplamalısın." (Matta: 6: 16-20)
"Hiçbir kimse aynı ânda iki
efendiye hizmet edemez. Siz aynı zamanda Allah'a ve servete hizmet
edemezsiniz. Biz ne yiyeceğiz ve ne içeceğiz diye kendi canınızı sıkmayın,
giyeceğiniz hakkında da tasalanmayın. Fezadaki kuşlara bakın, ne ekiyorlar, ne
biçiyorlar, ne de evlerde ve köşklerde biriktiriyorlar. Fakat yine de Gökteki
Babanız onların kamını doyuruyor. Siz onlardan daha değerli değil misiniz?
Sizlerde, kendi canını sıkmak ve tasalanmak suretiyle ömrünü bir an bile
uzatabilecek kimse var mıdır? Ve giyim-kuşamlarınız için niçin bu kadar
telaşlanıyorsunuz? Ormandaki ağaçlara ve kır çiçeklerine bakın, onlar nasıl
büyüyor ve nasıl yetişiyor? Onlar ne didiniyor, ne çabalıyor ve ne de örüyor.
Yine de ben size söylüyorum ki, Süleyman (a.s.)'da bütün şan ve şevketine
rağmen diğer İnsanlar gibi giyinik değildi. Eğer Allah, bugün varolan ama
yarın ocağa atılacak olan otları bile giydirebiliyorsa, ey imanı zayıf olanlar,
sizi neden giydirmesin? Siz önce O'nun Hükümdarlığını ve dürüstlüğünü ve
doğruluğunu ararsanız, o zaman siz bu şeylere de kavuşabilirsiniz." (Matta:
6: 24-33).
"Talep ettiğinizde size
verilecektir, araştırdığınızda siz bulacaksınız ve çaldığınızda bu size
açılacaktır." (Matta: 7: 7).
Hz. Îsa (a.s.)'nın ruhbanlığı
teşvik ettiği, insanların dünyayı terk edip bir köşeye çekilmelerini emrettiği
genellikle kabul ediliyor. Halbuki, Hz. Îsa'nın asıl amacı bu değildi. O'nun
başlattığı inkılabî hareket ve bunun o günkü şartlar altında yaşayıp gelmesi
ancak sabır, Allah'a tevekkül ve çilekeşliğe bağlıydı. Bir uygarlık ve siyaset
düzeni bütün dünyaya hâkim iken ve hayatın bütün imkân ve kaynakları onun
elinde bulunurken, bir devrimci cemaat ve inkılâpçı hareket, her türlü can ve
mal sevgisini ortadan kaldırmadan, her türlü tehlikeye ve eziyete göğüs
germeden ve her çeşit zarar ve ziyanı göze almadan gayesine ulaşamaz. Kurulu
bir düzene karşı baş kaldırmak aslında bin bir musibeti davet etmektir. Bu işi
yapmaya kalkışanların; bir tokadı yedikten sonra, ikinci bir tokada da hazır
olmaları, gömlek elden giderken, cübbenin de elden çıkacağını bilmeleri, her
türlü yiyecek ve giyecek derdinden uzak durmaları ve diğer bütün tehlikelere ve
çilelere hazırlıklı bulunmaları gerekmektedir. Rızık ve gelir kaynakları
ellerinde bulunan güçlere karşı savaşıldığı zaman, elbetteki onların
vereceğinden ümit kesilmelidir. O halde, ancak her türlü ard niyet ve
düşünceden sıyrılmış, her çeşit tehlikeye göğüs germiş ve her şeyi Allah için
terk etmeye karar vermiş olanlar bu yolu seçmelidirler.
17.3.6.9. İlâhî Hükümetin Kapsamlı Manifestosu
"Ey emekçiler ve ey ezilmiş
olanlar, siz hepiniz bana gelin. Ben hepinizi rahatlatacağım. Zira, benim
boyunduruğum yumuşak ve benim yüküm hafiftir." (Matta 11; 28-30)
İlâhi Hükümet'in manifestosu
herhalde bundan daha iyi ve anlamlı olamaz. Bu geniş kapsamlı manifesto en az kelimelerle
ancak böyle ifade edilebilir, İnsanlar üzerine insanların hükümeti gerçekten
son derece büyük ve ağır bir yüktür, ilâhi hükümet kurmak niyetiyle ortaya
atılan bir insan, bu yükün altında ezilmekte olanlara ancak bu şekilde
seslenebilir. Yani, İlahî Hükümetin yükü hem hafif hem yumuşaktır.
17.3.6.10. Hükümet, Hizmet Demektir
"Diğer milletlerin kralları
onlara hükümet ediyorlar. Fakat sen buna izin verme ve böyle olma. Halbuki,
sizlerden büyük olan, küçük gibidir ve efendi olan hizmetçi gibidir." (Lukas
22: 25-26)
Hz. Îsa'nın kendi havarilerine
talimatı buydu. Buna benzer diğer birçok nasihat İncillerde vardır. Hz. Îsa,
havarilerinden, çağlarındaki Firavun ve Nemrud'ları ortadan kaldırıp onların
huylarını kabul etmemeleri hakkında söz almak istiyordu.
17.3.6.11. Yahudi Ulema ve Din Adamlarının Tenkidi
"Fıkıh âlimleri ile firisîler
(şeriat sahipleri), Musa'nın koltuğuna oturmuşlardır. Onun için, onların size
söylediklerini dinleyin ve yapmaya çalışın. Fakat onlar gibi işler yapmayın.
Zira, onlar dediklerini yapmıyorlar. Onlar, taşınması güç olan yükleri
insanların omuzlarına koyuyorlar. Halbuki kendileri parmaklarını bile oynatmak
istemiyorlar. Bütün işlerini başkalarına göstermek için yapıyorlar.
Boyunlarındaki takıları çok büyük oluyor. Elbiselerinin kenarları (dantelleri)
çok geniş oluyor. Törenlere başkanlık etmeyi, mabetlerde en yüksek kürsüye
çıkmayı, çarşılarda selâm almayı ve halk tarafından Rabbi olarak çağırılmayı
çok severler.
"Ey sahtekâr fakihler ve
firisîler, yazıklar olsun! Siz Göklerin hâkimiyetinin kapılarını insanlara
kapatıyorsunuz. Bu kapıya ne kendiniz giriyor ne girmiş olanların girmelerine
izin veriyorsunuz."
"Ey yalancı fakîhler ve
firisîler, yazıklar olsun! Bir müridi bulmak için kara ve deniz yolunu
katediyorsunuz. Ve bir kişi mürid olunca, onu kendinizden iki misli cehenneme
lâyık yapıyorsunuz."
"Ey kör yol göstericileri!
Siz sivri sineği süzgeçten geçiriyorsunuz, ama deveyi yutuyorsunuz."
"Ey hilekâr fakîhler ve
firisîler, yazıklar olsun! Siz üstü beyazla boyanmış mezarlar gibisiniz, ki
dışardan güzel görünüyor, ama içinde ölülerin kemikleri ve diğer pislikler
vardır. Tıpkı bunun gibi, siz dışardan dürüst gibi görünüyorsunuz, ama içiniz
hilekârlık, riyakârlık ve dinsizlikle doludur." (Matta: 23: 2-28).
Hz. Îsa'nın yaşadığı çağda din
adamları ve şeriat sahiplerinin durumu işte buydu. Onlar ilim ve irfana sahip
olmalarına rağmen, hem kendileri kötü yolda idiler hem diğerlerinin de kötü
yola sapmalarına sebep oluyorlardı. Gerçek şu ki Hıristiyanların içinde bu
düşmanlar Romalı ve Bizanslı imparatorlar ve diğer din düşmanlarından daha
tehlikeliydiler.
17.3.6.12. Hz. Îsa’ya Karşı Dini Liderlerin Tertibi
"O zaman firisîler gidip
kendisini hile ile ağlarına düşürmeyi plânladılar. Onlar, şâkirdlerinden
birini Herodlular [7]ile
birlikte O'nun yanına gönderdiler ve onlar, şâkirdler dediler ki, Ey Üstâd, Biz
senin doğru olduğunu biliyoruz. Sen kimseden korkmadan herkese Allah'ın
talimatını bütün kalbinle veriyorsun. Bize söyle, sen ne düşünüyorsun?
Kayser'e (İmparator'a) cizye (vergi) vermek doğru mudur, değil midir. Hz. Îsa
onların şeytanlığını anlamıştı ve dolayısıyla kendilerine şöyle dedi: 'Ey sahtekârlar,
beni neden imtihan ediyorsunuz? Cizye sikkesini bana gösterin. Onlar O'na
dinarı getirdiler, O zaman O dedi ki, 'Bu sikke üzerinde kimin resmi ve adı
vardır? Onlar, Kayser(imparator)'in olduğunu söylediler. Bunun üzerine Îsa
şöyle cevap verdi: 'İmparatorun olanı imparatora, Allah’ın olanı ise Allah'a
ödeyin.'" (Matta: 22: 15-21).
Bu hikâye gösteriyor ki, firisîler
ve Romalıların yandaşları Hz. Îsa’ya bir oyun oynamak istiyorlardı. Firisîler,
Hz. Îsa'nın başlattığı devrimci hareketi durdurmak için, O'nu İmparatorlukla
karşı karşıya getirip, hareketin güçlenmesinden önce ezdirilmesini
istiyorlardı. Bu sebeple, Hz. Îsa'nın hükümete vergi verilmesinden yana olup
olmadığını açığa çıkarmak istediler. Hz. Îsa'nın, onların oyununa gelmeyip,
aynı zamanda iki anlama gelen bir söz söylemesi onların oyununu bozdu. Onların
oyununu bozdu, ama, hem Hıristiyanlar hem hristiyan olmayanların bu sözleri
kasıtlı olarak hep tek bir anlamda kullanmalarına da sebep oldu. Nitekim, geçen
2000 yıldan beri bu çevreler bu sözleri, ibadetin Allah'a yapılması ve itaatin
da her devirde işbaşında bulunan hükümete yapılması manâsında kullanmışlardır.
Fakat, Hz. Îsa'nın sözlerine dikkat edersek, kendisinin, vergilerin İmparator'a
verilmesinin câiz olduğunu ilân etmesi onun talimatına aykırı olurdu. Vergi
verilmemesini de emredemezdi. Zira o zamana kadar O'nun hareketi, vergi
ödemesini durduracak ve bunun üzerine Hükümetten gelecek tepkiye karşı
direnecek güçte değildi. Bu sebeple, Hz. Îsa şöyle ince ve zarif bir nasihatte
bulunmuştu: "İmparator'un resmi ve ismini ona geri verin ve Allah'ın
yaradığı altını Allah yolunda sarf edin." Firisîler kendi oyunlarında
başarısız olduktan başka tertiplerin peşinde koşmaya başladılar ve bizzat Hz.
Îsa'nın havarilerinden birine rüşvet vererek, halkın fazla bir tepki
gösteremeyeceği bir sırada Hz. Îsa'nın yakalanmasına yardımcı olmaları için
razı ettiler. Bu oyun tuttu ve rüşvet alan şâkird Yahuda (Juda), Hz. Îsa'nın
yakalanmasına sebep oldu.
17.3.6.13. Hz. Îsa İle İlgili Yahudi İleri
Gelenlerinin Muhakemesi
"Ondan sonra bütün cemaat
O'nu (Hz. Îsa'yı) Pelatius'a (Romalı hâkim) götürdüler. Orada dediler ki, 'Biz
bunu, milletimizi suça teşvik ederken, İmparatora vergi verilmesine karşı
çıkarken ve kendisine "Mesih Kral" derken bulduk"... Pelatuis,
Başrahip'e ve diğer adamlara, 'Ben bu adamda hiçbir kusur görmüyorum' dedi.
Fakat onların bağırıp çağırmaya başladılar ve kendi sözlerini kabul ettirmeye
çalıştılar. Dediler ki, 'Bu adam bütün Yahudiler arasında huzursuzluk
yaratmıştır. Kötü emeline ulaşmak için Galile'den buraya kadar herkesi
ayaklandırmaya çalışmaktadır.' Onlar bağırıp çağırmaları işe yaradı."
(Luka: 23: 1-23).
17.3.7. Hz. Muhammed (a.s.)'in Mekke Dönemiyle
Benzerlik
Böylece, dünyada Hz. Îsa'nın
inkılâpçı mesajı, kendilerini Hz. Musa (a.s.)'nın vârisi sanan kişiler ve
cemaat tarafından yok edildi. Tarihî kayıtlara göre Hz. Îsa'nın peygamberlik
müddeti sadece 1.5 ilâ 3 yıl arasında idi. Bu kısa müddet içinde Hz. Îsa,
Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.)'nın
Mekke'de yaşantısının ilk üç
yılında yaptığı kadar bir çalışma yapabildi. Eğer bir kişi, İncillerin yukarıda
iktibas ettiğimiz ayetlerini, Kur'ân-ı Kerîm'in Mekkî ayetleri ve Hz.
Peygamber(s.a.)'in bu döneme ait hadiseleri ile karşılaştıracak olursa, ikisi
arasında önemli bir benzerlik bulacaktır.
17.4.
HIRİSTİYANLARIN SAPLANTILARININ GERÇEK SEBEPLERİ
"De ki: 'Ey Ehl-i Kitap,
Haksız yere dininizde haddi aşmayın. Bundan önce dalâlete düşmüş ve çocuklarını
da dalâlete düşürmüş ve doğru yoldan sapmış olan kavmin hevâsına tabi
olmayın." (Maide; 77)
17.4.1. Hıristiyanlarda Bidat ve Başkalarını Taklit
Etme Meyli
Burada Hıristiyanların, kendi
dinlerinde çeşitli bid'atlere yer vermelerine, ve başka milletlerden batıl
inanç ve alışkanlıklar edinmelerine işaret edilmiştir. Hıristiyanlar özellikle
Yunan felsefesinin etkisinde kalıp doğru yoldan sapmışlardı. Halbuki bu bid'at
ve taklit'ten evvel onlar Allah’ın hakiki dinine bağlıydılar. Hz. Îsa'nın ilk
halife ve havarileri, kendi gördükleri ve duyduklarına göre Hak dininin özünü
koruyor ve yaymaya çalışıyorlardı. Ne var ki, daha sonraki devirlerde
Hıristiyanlar bir yandan kendi peygamberlerine sevgi ve saygıyı haddinden fazla
abarttılar ve bir yandan çeşitli yabancı milletlerin hurufat ve batıl
itikatları ile felsefelerinin etkisinde kalarak kendi akide ve inançlarına
filozofik yorumlar getire getire tamamıyla yeni bir din yaratmış oldular.
Hıristiyanların bu dini, Hz. Îsa'nın getirdiği Hak dininden çok farklı ve çok
uzaktaydı.
17.4.2. Bir Hıristiyan Âlimin Eleştirileri
Bu hususta önde gelen bir
Hıristiyan teolog ve âlim, Charles Anderson Scott'ın görüşleri çok ilginçtir.
Scott, Encyclopaedia Britannica'nın 14. baskısında "Jesusu Christ"
(Hz. Yesuh-i Mesih, Îsa) maddesi altında uzun bir makale yazmıştır. Bundan bazı
bölümlere bir göz atalım:
"İlk üç İncil (Matta, Markus
ve Luka) de, bu İncillerin yazarlarının, Hz. Îsa’yı insandan başka bir şey
sandıklarını gösteren herhangi bir şey yoktur. Bu yazarlara göre Hz. Îsa bir
insandı. Öyle bir insan ki, özellikle Allah'ın ruhundan feyiz almıştı ve Allah
ile öylesine kesintisiz ve ayrılmaz bir ilişki içinde idi ki-, kendisine
Allah’ın oğlu demek yerinde olacaktı. Matta bile kendisinden söz ederken,
kendisinin, "marangozun oğlu" olduğunu belirtir ve bir yerde şöyle
yazar: 'Peters O'nu Mesih diye çağırınca, o onu bir tarafa götürüp onu
(Peters'i) azarladı.' (Matta: 16: 22). Luka'ya baktığımızda, haç vak'asından
sonra Hz. Îsa'nın iki şâkirdi Amaus'a giderken kendisinden şöyle bahsettiğini
görüyoruz: 'O Allah ve bütün millet'in gözünde, gerek söz gerekse fiilde
kudretli bir peygamberdi.' (Luka: 24: 19). Burada şu noktaya özellikle dikkat
etmeliyiz ki, Markus'un eserinden önce Hıristiyanlar arasında Yesu (Îsa) için
"Hüdâvend" kelimesi yaygınlaşmaya başlamış olmasına rağmen, ne
Markus'un İncilinde, ne de Matta'nın İncilinde kendisi bu isim ile anılmıştır.
Buna mukabil, her iki İncilde "Hüdâvend" kelimesi Tanrı veya Allah
için sık sık kullanılmıştır. Hz. Îsa'nın başına gelenler ve çarmıha gerilmesi
olayı her üç İncilde gayet haklı olarak acıklı ifadelerle, uzun uzun
anlatılmıştır. Fakat Markus'un İncil'inde geçen, 'efidye' kelimesinin dışında
bu İncillerden hiç birinde, bu olaya daha sonraki devirlerde verilen anlam
verilmemiştir. Hatta Hz. Îsa'nın ölümünün bütün insanlığın günâhının bir
kefareti olduğuna dair en küçük bir işarete rastlanmamaktadır."
Rahip Scott daha sonra şunları
yazıyor:
"Îsa'nın kendisini bir
peygamber olarak halka sunduğu, İncillerin çeşitli ifadelerinden sabittir.
Meselâ şu satırlara bakınız: 'Benim için bugün, yarın ve ertesi gün kendi
yolunda yürümem gereklidir. Çünkü bir peygamberin Kudüs'ün dışında ölmesi
mümkün değildir." (Luka: 13: 23). Hz. Îsa ekseriya kendisinden
"ademoğlu" olarak bahsediyor... Îsa hiçbir yerde kendisine 'Allah’ın
oğlu' demez. Galiba, çağdaş havarileri ve yazarları da bu kelimeyi kullanırken
herhalde O'nun sadece Allah'ın bir kulu olduğunu kastetmişlerdir. Fakat o sırf
Allah ile olan ilişkisini göstermek amacıyla kendisi için "oğul"
tabirini kullanıyor... Ayrıca, kendisinin Allah ile olan ilişkisini de
anlatırken, Allah'ı "baba" olarak anıyor... Bu ilişkinin sadece
kendisine mahsus olduğunu da sanmıyordu. Aksine ilk devrelerde, diğer insanların
da bu ilişkide kendisiyle ortak olduklarını düşünüyordu. Ne var ki, daha
sonraki tecrübeler ve insan tabiatını daha yakından incelemesinden sonra Tanrı
ile ilişkisi konusunda kendisinin tek başına kaldığı sonucuna vardı."
Aynı yazar daha sonra şöyle diyor:
"Paskalya bayramında
Peters'in Hz. Îsa için kullandığı bu tabir, Allah tarafından olan bir insan',
O'nun çağdaşlarının kendisini nasıl gördüklerini ve anladıklarını
göstermektedir... İncillerden anladığımız kadarıyla, Îsa çocukluğundan
gençliğine kadar çok doğal ve normal bir talim ve terbiyeden geçerek yetişti. O
acıkırdı, susardı, yorulurdu ve uyurdu, hayrete düşerdi ve hatırının
sorulmasını beklerdi. O çile çekti ve öldü. Her şeyi duyduğunu ve her şeyi
gördüğünü hiçbir zaman iddia etmedi... Hatta bu gibi şeyleri kendisine
yakıştıranlara kızdı... Gerçekten O'nun hazır ve nazır olduğu iddiası, bize
İncillerden gelen bütün kayıtlar ve kavramlara aykırı olacaktır. Bu iddia,
imtihan olayı ve Getusmani ile Khopri mevkiinde meydana gelen olaylar arasında
herhangi bir bağlantı kurulamaz. Bağlantıyı, ancak bu olayların gerçek dışı
olduğunu kabul ettiğimiz takdirde kurabiliriz. Hz. Îsa'nın bütün bu olayları
yaşarken, diğer İnsanlar gibi sınırlı bilgiye sahip olduğu kabul edilmelidir.
Bu sınırlamada bazı istisnalar da vardı, ama bunlar ancak peygamberlik basireti
ve Allah'ı kendi gözüyle görmüş olması, ölçüsünde olabilir. Ayrıca, İncillere
göre Hz. Îsa’yı Kâdir-i Mutlak olarak kabul etme imkânı daha da azdır. Zira,
hiçbir yerde O'nun Allah'tan bağımsız ve egemen olarak hareket ettiğine dair en
küçük bir işaret yoktur. Aksine, O'nun sık sık dua etme alışkanlığına sahip
olduğuna ve şöyle konuştuğuna şahit oluyoruz: 'Bu iş, Allah'a dua edilmeden
yapılamaz veya önlenemez.' Bu söz ve davranışları, O'nun tamamıyla Allah'a
tabi ve dayalı olduğunu göstermektedirler. Bu husus bile, İncillerin tarihi
hüviyeti açısından Îsa'nın insanlık halinin büyük bir delilidir. Zira İncillerin
hepsi, Hıristiyan Kilisesinin, Hz. Îsa’yı bir tanrı olarak kabul etmesinden
sonra yazılmış, ve hazırlanmıştı. Buna rağmen bir yandan da O'nun hiçbir zaman
kendisini tanrı ilân etmediği kaydedilmiştir."
Charles Anderson Scott,
makalesinin sonunda şunları yazıyor: "Îsa'nın bütün yetkilerle
"Allah'ın oğlu" ilân edildiğini ilk kez yazan ve açıklayan Aziz Paul
oldu... Allah’ın oğlu tabiri, gerçekten baba-oğul ilişkisi anlamını
taşımaktadır, ki Aziz Paul başka bir yerde, Îsa için "Allah’ın kendi
oğlu" deyimini kullanmak suretiyle katiyetle ortaya koymuştur. Îsa için
asıl dinî manâda "Hüdâvend" ünvanının ilk önce Hıristiyanların ilk
cemaati tarafından mı, yoksa Aziz Paul tarafından mı kullanıldığı henüz
açıklığa kavuşmamıştır. Belki de bu ünvanı Îsa’ya ilk yakıştıran ilk
Hıristiyanlardı. Fakat şurası bir gerçektir ki, bunu bugünkü manâda ve tam olarak
ilk kullanan Paul'du. Paul bu ünvanı ısrarla ve herkesin anlayabileceği
şekilde kullandı. Nitekim, "Hüdâvend, Yesû-ı Mesîh" tabirini
kullanarak niyetini ve amacını açıkça ortaya koydu. Paul bu terimler ve
kavramlar ile eski mukaddes kitaplarda "Hüdâvend" "Yahova"
(Yahudilerin Allah için kullandıkları tabir)'ya mahsus olan bütün özellikleri
Hz. Îsa’ya yöneltmiş oldu. Ayrıca, Îsa'nın, Allah'ın akıl ve azametine eşit
olduğunu ve mutlak surette O'nun oğlu olduğunu açıkladı. Fakat çok gariptir ki,
Paul, Hz. Îsa'nın pek çok açıdan Allah'a eşit olduğunu belirtmesine rağmen,
kendisini kesin bir şekilde Allah olarak kabul etmekten kaçındı."
17.4.3. Başka Bir Hıristiyan Bilim Adamının Görüşü
Rev. Reorge William Nox adında
başka bir Hıristiyan din ve ilim adamı, Encyclopaedia Britannica'nın
"Christianity" (Hıristiyanlık) maddesinde Hıristiyanlık ve Katolik
kilisesinin temel inançlarından söz ederken şöyle diyor:
"Teslis akidesinin düşünce
çerçevesi Yunan kaynaklıdır. Ayrıca buna bazı Yahudi talimatı da eklenmiştir.
Bu bakımdan, bu akide ve umde bizim için garip bir terkiptir. Dinî düşünceler
İncil'inki olup, yabancı felsefe kalıplarına göre dökülmüşlerdir." Baba,
oğul ve Ruhûl-Kuds terimleri Yahudi kaynaklıdırlar. Son terimi Îsa nâdiren
kullanmış idi. Paul da bunu müphem bir şekilde kullanmıştı. Fakat Yahudi
literatüründe bu tâbir, bir şahsiyete bürünme anlamına geliyordu. O'nun için bu
akide'nin temeli Yahudi inançlarıdır. (Gerçi Yahudi inançları da bu terkibe
veya formüle katılmadan önce Yunan felsefesinden etkilenmişti). Teslîs
akidesinin malzemesi Yahudilerden ve konumu Yunanlılardan gelmiştir. Bu
akidenin üzerinde teşekkül ettiği sorun ne dinî idi ne ahlakî, aksine
tamamıyla felsefi idi. Yani asıl sorun, bu üç unsur (baba, oğul ve ruh)
arasındaki ilişki ve dengeyi bulmaktı. Bu sorunu İznik’te toplanan Kilise
Meclisi çözdü. Bugün bu çözümü gören herkes, bunun her bakımından Yunan
düşüncesinin bir ürünü olduğuna derhal karar verebilir."
17.4.4. Kiliseler Tarihinden Bir Delil
Bu konuda Encylopaedia Britannica'nın,
"Church History" (Kiliseler Tarihi) maddesi de dikkate değerdir. Şu
yazıya bakın:
"Milâdi Üçüncü asrın son
bulmasından önce Îsa, "kelâm'ın bedensel bir ifadesi olarak kabul
edilmişti. Fakat pek çok Hıristiyan, Îsa'nın ulûhiyetini kabul etmiyorlardı.
Dördüncü yüzyılda bu mesele büyük tartışmalara yol açıyordu. Bu tartışma ve
kavgalar öylesine şiddetliydi ki, Kilise'nin temellerini sarstılar. Nihayet,
325'te İznik Meclisi, Îsa'nın ulûhiyetini, Hıristiyanlığın resmî akidelerinden
biri haline getirdi ve bunun için belirli tabirler kullandı. Gerçi bundan sonra
da münakaşa ve münazaralar bir süre devam etli. Fakat İznik Meclisinin
kararları her şeye egemen oldu. Nihayet Doğu ile Batı'da Hıristiyanların
imanının sağlamlığı bu akideye göre ölçülmeye başlandı. Oğulun ulûhiyetinden
sonra Ruh'un ulûhiyeti de kabul edilmiş oldu. Bu inançlara, Hıristiyanlık
kelimesi ve Baba ile oğul'un yanında yer verildi. Aynı şekilde, İznik
Meclisinde Îsa'nın ulûhiyetine dair alınan karar da Hıristiyan akide ve
inançlarının ayrılmaz bir parçası oluverdi.
Daha sonra, "Oğulun
ulûhiyeti, Îsa'nın şahsiyetinde ifade buldu" umdesinin bir yanı ikinci
bir tartışma konusu oldu. Bu mesele, Miladî dördüncü asırda ve daha sonra uzun
süre münakaşa ve münazaralara sebep oldu. Mesele, Hz. Îsa'nın şahsiyetinde
ulûhiyet ile insanlığın nispetiyle ilgiliydi. Miladî 451'de toplanan Kadıköy
(Calcedon) Meclisi, Îsa'nın vücudunda iki tam ve ayrı şahsiyetin ve hüviyetin
bulunduğuna karar verdi. Yani birincisi ilahî, ikincisi insanî hüviyeti ve bunlar
birleşmelerine rağmen, farklı özelliklerini aynen muhafaza ediyorlardı. 680'de
İstanbul'da toplanan Kilise Meclisi bu karara bir ilâve yaparak, Hz. Îsa'nın
her iki şahsiyetinin iki ayrı irâdesi bulunduğunu da tasdik etti. Yani, Îsa hem
ilahî, hem insanî şahsiyet ve iradelere sahipti... Bu arada Batı (Roma) Kilisesi
"günah" ve "fazl" kelimeleri üzerinde de önemle durdu. Ve
âhirette kurtuluş konusunda Allah'ın işi ve kulların vazifelerinin ne olduğu
konusu uzun tartışmalara yol açtı. Nihayet 529'da ve ikinci Yene meclisinde bu
hususta şöyle bir karar alındı: Her insan fâni ve günahkâr olduğu için ebedî
kurtuluşuna doğru adım atamaz. Bu işi ancak Allah'ın fazlı ve yardımıyla
yapabilir. Doğuşundan sonra bir günahkâra ikinci bir hayat veriliyor ve bu
hayatta da Allah'ın fazlı ve merhameti olmaksızın doğru yolu ve necatı bulamaz.
Bir insan'a Allah'ın fazlı ve inayeti ancak Katolik Kilisesinin vasıtasıyla
sağlanabilir."
Hıristiyan din adamları ve
düşünürlerinin yukarıdaki açıklamalarından Hıristiyanlığın ne gibi
değişikliklere uğradığı ve Tek Allah'a olan inançtan nasıl şirke saplandığı
iyice anlaşılıyor. Hıristiyanların doğru yoldan ayrılmalarına ilk önce Hz.
Îsa’ya olan aşırı sevgi ve sadakati belirlemek amacıyla önce
"Hüdâvend" ve "Allah'ın oğlu" gibi deyimler kullanıldı,
daha sonra kendisine tanrısal sıfatlar yakıştırıldı, ve kefâret akidesi icad
edildi. Halbuki Hz. Îsa'nın öğretilerinde bunlara zerre kadar yer verilmemişti.
Daha sonra Hıristiyanlar felsefeye bulaşınca, ilk yanılgılarından sıyrılmaya
ve kurtulmaya çalışmak yerine geçmişteki din âlimi ve rahiplerin söz ve
davranışları için saçma sapan gerekçeler bulmaya çalıştılar. Böylece, Hz.
Îsa'nın gerçek talimatını unutup, mantık ve felsefeye dayanarak üst üste akide
ve inançlar türetmeye başladılar. Bölümümüzün başında naklettiğimiz Kur'ân-ı
Kerîm'in ayetleri Hıristiyanların işte bu dalâleti konusunda dikkatimizi
çekmektedirler.
17.4.6. İnsanların Doğuştan Günahkâr Olmalarına Dair
Yanlış İnanç
Hıristiyanlığın geçen 1500 yıldan
beri temel inançları arasında yer alan, insanların doğuştan günahkâr olduğu
kavramı, hiçbir semavî kitapta yer almamıştır. Hatta bugün bazı Katolik din
adamları da böyle bir inancın İncil'de bulunmadığını savunmaya başlamışlardır.
Nitekim, tanınmış bir Alman İncil uzmanı, Rev. Herbert Haag, "Is Original
Sin in Scripture" adlı son eserinde Hıristiyanlar arasında en az miladî
300 yılına kadar, insanların doğuştan günahkâr oldukları yolunda herhangi bir
inancın bulunmadığını ve bu inanç halk arasında yayılmaya başlayınca Hıristiyan
din adamlarının yaklaşık iki yüzyıl bunu reddetmeye çalıştıklarını belirtiyor.
Nihayet beşinci yüzyılda Aziz Augustin kendi mantığıyla ve bazı kuvvetli
delillerle, bunu şöyle ifade ederek Hıristiyanlığın temel inançları arasına
katıverdi: "İnsan oğlu, Adem'in günâhının vebalini miras almıştır ve onun
Îsa'nın kefareti, sayesinde âhirette kurtulmasından başka bir çaresi
yoktur."
17.4.7. Hz. Meryem (a.s.)'in, Tanrı'nın Anası Olarak
Kabul Edilmesi
Miladî 43l'de Efes'te bütün
Hıristiyan dünyasının din adamları ve ulemasının bir konseyinin yaptığı
toplantısında Hz. Îsa'nın ulûhiyeti ve Hz. Meryem (a.s.)'in Tanrı'nın Anası
olması, Kilise'nin resmi akideleri olarak kabul edildi.
Hıristiyanlar, Allah ile Hz. Îsa
ve Ruh-ul Kuds'ü tanrı olarak kabul etmekle yetinmediler, ayrıca Hz. Îsa'nın
annesi, Hz. Meryem'i de bir tanrıça yapıverdiler. Daha önce birçok defa işaret
ettiğimiz gibi Kitab-ı Mukaddes veya İncillerde Hz. Îsa'nın ulûhiyetine dair
en küçük bir işaret yoktur. Hz. Îsa'nın ölümünden sonra 300. yıla kadar
Hıristiyan dünyası böyle bir şeye vakıf değildi. Ancak Miladî üçüncü yüzyılın
sonlarına doğru İskenderiye'de bazı din adamları ve ilahiyat ulemâsı, Hz.
Meryem için ilk defa "Allah'ın Anası" deyimini kullandılar. Bundan
sonra Meryem'in ulûhiyeti ve Meryem'e tapma geleneği giderek yayıldı.
Hıristiyan Kilisesi ilk başlarda böyle bir şeyi resmen kabul etmeye hazır
değildi ve hatta Meryem'e tapanlara fâsid ve kâfir derdi. Daha sonra, Hz.
Îsa'nın aynı zamanda iki ayrı şahsiyet taşıdığı yolunda Lusturius'un ileri
sürdüğü fikir Hıristiyan dünyasında görülmemiş münakaşa, kavga ve çatışmalara
yola-çınca, meselenin halli için Miladî 431'de Efes'te toplanan Kilise Meclisi
ilk defa Hz. Meryem için "Tanrı'nın Anası" deyimine resmi bir hüviyet
verdi. Bunun gayet doğal sonucu olarak, o zamana kadar kilise dışında cereyan
eden Meryem-perestlik Kiliselere de giriverdi. Hatta, Kur'ân-ı Kerim'in
inişine kadar, Meryem öylesine büyük ve heybetli bir tanrıça oluverdi ki,
Baba, oğul ve Ruh-ul Kuds gibi Teslis akidesinde yer alan üç ilâh O'nun yanında
birer hiç kaldı. Meryem'in putları sayısız kiliselerde vardı. Dua ve ibadetler
onun put ve heykelleri önünde yapılırdı. Her türlü arzu ve istek O'na
iletilirdi. Herkes derdini O'na anlatırdı. Meryem tanrıçası herkesin
koruyucusu ve yardımcısı haline geliverdi. Böylece bir Hıristiyan kişi için en
büyük güven mutluluk kaynağı, "Tanrı'nın Anası"nın himayesine
girmekti. Bizans imparatoru Justinian çıkardığı bir kanunla Hz. Meryem'in,
kendi imparatorluğunun koruyucusu olduğunu ilân etti. Bu imparatorun
komutanlarından biri olan General Nersius savaş alanında Hz. Meryem'den
merhamet ve hidayet isterdi. Hz. Peygamber (a.s.)'in çağdaşı olan imparator
Heraclius'in bayrağında ve flamasında "Tanrı'nın Anası"nın resmi
vardı ve Hz. Meryem'in inayetiyle savaşta bayrağının düşmeyeceğine ve
yenilmeyeceğine inanırdı. Daha sonraki çağlarda Hıristiyanlıkta ortaya çıkan
mezhepler ve reform hareketleri, Meryem'in tapılmasına karşı çıktılarsa da,
Katolik Kilisesinde Meryemperestlik hâlâ devam etmektedir.
17.5. TEVRAT
VE İNCİL'DE HZ. MUHAMMED'İN GELİŞİYLE İLGİLİ HABERLER
"Bir vakit Meryem'in oğlu Îsa
da: 'Ey İsrail oğulları, Ben size Allah'ın peygamberiyim. Benden evvel gelen
Tevratı tasdik edici ve benden sonra gelecek bir peygamber ki, onun adı
Ahmed'dir; müjdeleyici olarak geldim' dedi." (Sâf; 6)
Hz. Îsa'nın bu sözleri, Hz.
Musa'nın kendi ümmetine, Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamber olarak gelişine dair
verdiği müjde ile ilgilidir. Hz. Musa'nın müjdesi şu satırlarda yer almıştır:
"Allah-u Teâlâ, Senin Rabbin,
senin için, senin aralarından, yani senin kardeşlerin arasından, benim gibi
bir nebi peydah edecektir. Siz onu dinleyin. Bu senin, Rabbına, kendi Rabbına,
toplantı günü Havreb'de yaptığın müracaata uygun olacaktır. Sen o gün Rabbine
kendi Rabbine demiştin ki, Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de
benim ölmeme sebep olacak büyük bir ateşi görmeyeyim. Ve Rabbim bana dedi ki,
onlar ne diyorsa doğrudur. Ben onlar için kendi kardeşleri arasından, senin
gibi bir nebi yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına koyacağım. Ve Ben ona ne emir
verirsem, onlara söyleyecektir. Ve onun, benim adımı anarak söyleyeceklerini
dinlemeyenlerden hesap soracağım." (istisna: Bölüm: 18, âyet: 15-19).
Tevrat'ın bu açık kehâneti Hz.
Muhammed (a.s.)'den başka kimseye ait değildir. Bu ibarede Hz. Musa (a.s.)
Allah’ın şu müjdesini veriyor: "Senin için, senin aralarından, yani senin
kardeşlerinin arasından bir nebi doğuracağım." Bir milletin
"kardeşleri"nden o milletin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği
ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk açısından yakın ilişki
bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur. Şayet gelecek
nebinin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman başka ifade ve
sözler kullanılacaktı. O zaman yalnızca, "Senin için aranızdan bir nebi
doğuracağım" demek kâfi olurdu. Bu sebeple, İsrail oğullarının
kardeşlerinden burada, İsrail oğullarının kastedildiği akla ve hayâle daha
yakındır. İsrail oğulları, Hz. İbrahim (a.s.)'in evlâtları olduğu için İsrail
oğullarında sadece bir tek peygamber doğmuş olsaydı bu kehânetin böyle bir nebi
ile ilgili olduğu söylenebilirdi. Halbuki İncil'de belirtildiği gibi, İsrail
oğulları arasında Hz. Musa'dan sonra da birçok peygamber doğdu.
Burada verilen müjdede bir noktaya
daha dikkat edilmelidir. Müstakbel peygamberin tıpkı Hz. Musa (a.s.) gibi
olacağı ifade ediliyor. Elbetteki, bu benzerlik dış görünüşüyle ilgili
değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insanın tıpatıp aynısı değildir.
Bu benzerlik her iki nebinin peygamberlik payesi ve olağan özellikleriyle
ilgilide sayılmazdı. Zira, bu benzerlik, Hz. Musa'nın ardından dünyaya gelen
bütün peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra Hz.
Musa ile Hz. Muhammed'in "ortak yanını araştıracak olursak, bunun kalıcı
ve müstakil bir şeriatın getirilmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Bu
benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Muhammed arasında vardı. Hz. Musa'yı
müteakip İsrail oğullarında doğan peygamberler hep Musevi şeriatının
savunucusuydular. Hz. Musa gibi değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece
Hz. Muhammed'di.
Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki
şu ifadelerle daha da kuvvetlenmiş oluyor: "Rabbine toplantı günü
Havreb'te yaptığın müracaata uygun olarak size bir nebi gönderilecektir. Sen o
gün demiştin ki, Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme
sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir nebi
yaratacağım ve kelâmımı onun ağzına koyacağım." Burada bahsedilen Havreb,
Hz. Musa'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah’ın
nuruyla ilk kez karşılaşması ve onun sesini duyması kendisini müthiş sarsmıştı
ve bir ân kendisinin öleceğini sanmıştı. Burada bahsedilen İsrailoğullarının
müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Havreb dağında olduğu gibi, çok korkunç
şartlar altında verilmesiyle ilgilidir. Bu vak'a Kur'ân-ı Kerim'de de
geçmiştir. Ayrıca, İncil'de de benzeri kayıtlar vardır. Buna cevap olarak Hz.
Musa, İsrail oğullarına, Allahu Teâlâ'nın onların ricalarını kabul ettiğini
bildiriyor. Allah diyor ki, onlar için göndereceğim peygamberin ağzına kendi
kelâmımı vereceğim. Demek ki, bundan böyle şeriat veri irken Havreb dağında
meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacaktır. Yani bundan sonra gönderilecek
peygamber kendi yanında Allah'ın kitabıyla gelecek ve onu insanlara
anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra, Tevrat'taki kehânetin, Hz. Muhammed'den
başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa'dan sonra dünyaya müstakil ve
daimî bir şeriat yani, din ve ahlâk nizamı getiren ancak Hz. Muhammed
(s.a.)'dir. Bu şeriatın verilmesi sırasında Havreb dağında İsrail oğullarının
toplandığı sırada meydana gelen korkunç olay ise yukarıda belirtildiği gibi,
tekrar yaşanmadı.
17.5.2. Sâf Suresi'nin İlgili Âyeti Üzerinde Bir Bahis
Bu bölümün başında tercümesi
verilen Sâf sûresinin 6. âyeti, Kur'ân-ı Kerîm'in önemli âyetlerinden biridir
.İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmiş
ve bu hususta kin ve nefretlerini kusmuşlardır. Çünkü bu ayette Rasûlullah'ın
ismi açıkça verilmek suretiyle, Hz. Îsa'nın ağzıyla dünyaya bir peygamberin
geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu mevzunun etraflıca ele
alınması gerekiyor:
Görüldüğü gibi, bahse konu olan
âyette Hz. Peygamber (a.s.)'in adı "Ahmed" olarak verilmiştir.
Ahmed'in iki anlamı vardır: Birincisi, Allah'ın
en çok methini yapan kişi.
İkincisi, en çok methedilen kişiler arasında en çok övülen kişi. Sahih
hadislerden, Hz. Peygamber'in çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed"
olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebû Davud'da, Hz. Ebû Musa Eş'ari'nin
bir hadisi şöyledir: "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im ve ben
Haşir'im.." Benzeri hadisler Hz. Cübeyir bin Mutim tarafından İmam Mâlik,
Buhârî, Müslim, Dârimî, Tirmizî ve Nesâi v.s.'de de nakledilmiştir. Hz.
Peygamber'in bu mübarek ismi sahabeler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hz.
Hassan bin Sâbit (r.a.)'in bir şiiri şöyledir:
Allah ve Arş'ın etrafında toplanan
melekler, ve bütün temiz varlıklar, Bereketli Ahmed'i methettiler.
Tarih kitaplarında da Hz.
Peygamber'in isminin hem Muhammed, hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate
değer nokta, Peygamber efendimizden önceki bütün Arap Edebiyatında
"Ahmed" isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den sonra da
Ahmed ve Gulam Ahmed isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki, bunun haddi hesabı
yoktur. Bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, peygamberimizin
devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş
ve beğenilmiş başka bir ismin bulunmayışıdır. Peygamberimizin mübarek ismi
"Ahmed" olmasaydı, müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının
ismini ne diye "Gulam Ahmed" (Ahmed'in Uşağı) koyuyorlar? "Ahmed"
olmadan, "Gulam Ahmed" olabilir mi?
Yuhanna İncilinde, Hz. Îsa'nın
gelişi sırasında İsrail oğullarının üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir.
Bunlar, Hz. Mesih (Îsa), Hz. İlyas ve "o peygamber" idiler. İncil'in
ilgili âyetleri şöyledir:
"Ve Yuhanna (John, Hz. Yahya)
tanıktır ki, Yahudiler Kudüs'ten kendisine "sen kimsin' diye sormak üzere
keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi ne de menfi. Aksine
kendisinin Mesîh olmadığını söyledi. Onlar sordu, 'öyleyse sen kimsin?' sen
İliyah (Hz. İlyas) misin?' O dedi ki, 'ben değilim'. (Sonra dediler ki) 'Sen o
peygamber misin'. O dedi ki, 'hayır'. Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu
sordular. O dedi ki, 'Ben sahrada seslenen birinin sesiyim, ki siz Tanrının
yolunu bulabilesiniz.' Onlar ona sordular, 'Madem ki sen ne Mesîh, ne peygambersin,
o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?'
Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrail
oğulları Hz. Mesîh (Îsa) ile Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de
bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s.) değildi. Bu üçüncü peygamberin
geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrail oğulları arasında
sadece "o peygamber" kelimelerini söylemek, onu kastetmek için kâfi
sayılıyordu. Ayrıca, sözü edilen peygamber'in dünyaya geleceğine herkes inanmış
gibiydi. Çünkü, bu peygamberin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz.
Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, "Ey İsrail
oğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Böyle bir peygamber
gelmeyecektir."
17.5.2.3. Yuhanna İncilindeki Haberler
Şimdi gelin, Yuhanna İncilin'de
(St. John İncili'nde) Bölüm 14'ten 16'ya kadar devamlı olarak yer alan
müstakbel peygamber hakkındaki müjde ve kehânetlere bir göz atalım:
"Ve ben Babam'a yalvarırsam,
O size ikinci yardımcısını gönderecektir. Bu yardımcı ebediyyen sizlerle
kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hak Ruh'u. Bunu dünya ne görür ne
bilir. (Ama) siz bilirsiniz. Çünkü, o sizlerle yaşar, sizin içinizde
bulunur." (Bölüm 14:16-17)
"Ben bu sözleri sizlerle
beraberken size söyledim. Ama, Pederim, Ruh-ul Kudüs, adıma size göndereceği
Yardımcı size her şeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi
hatırlatacaktır." (Bölüm 14:25-26)
"Bundan sonra ben sizinle pek
konuşmayacağım. Zira, dünyanın lideri geliyor ve bende onun hiçbir özelliği
yoktur." (14:30)
"Ama, pederim tarafından size
göndereceğim yardımcı, yani 'Hakikat'ın Ruhu' size gelince benim için şâhitlik
yapacaktır. (15:26)
"Ama ben size doğruyu
söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o yardımcı
size gelmeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim." (16:7).
"Ben size bazı diğer şeyleri
de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, yani
Hakikat'ın Ruhu, size gelince, size doğru yolu gösterecektir. Zira, o kendi
tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve
size geleceğin haberini verecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri
verecektir. Peder'in olduğu her şey benimdir. Onun için dedim ki, o benden
alacak ve size verecektir." (16:12-15).
17.5.2.4. Müstakbel Peygamber Dünyanın Lideri Olacak
Yuhanna İncilinde Hz. Îsa'nın
kendisinden sonra büyük bir peygamberin geleceği konusunda kehânette
bulunduğuna dair ayetleri yukarıda naklettik. Bu âyetlerde Hz. Îsa (a.s.) diyor
ki müstakbel peygamber, "dünyanın lideri" olacaktır, o
"ebediyen yaşayacaktır", "doğruluğun bütün yollarını
gösterecektir" ve bizzat Hz. Îsa'nın peygamberliğini tasdik edecektir.
Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere "Ruh-ul Kudüs" ve
"Hakikat'ın Ruhu" gibi tabirler ilâve edilmek suretiyle ifade muğlak
ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen bütün ibareleri dikkatle
tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli
bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki, tâlimâtı ve mesajı
cihanşümûl olup herkesi kapsayacak ve kıyâmete kadar yaşayacak nitelikte
olacaktır. Bu mahsus ve malum şahsiyetin bir husususiyeti de
"yardımcılık" olacaktır. Tercümede biz "yardımcı"
kelimesini kullandık. Hıristiyanlar, Yuhanna İncili'nin Elence asıl nüshasında
geçen kelimenin "Paracletus" olduğunda ısrar etmektedirler.
17.5.2.5. "Paracletus" Kelimesi Konusunda
Hıristiyanların Karşılaştığı Güçlükler
Fakat Hıristiyanlar bu kelimenin
manasını tesbit ederken kendileri de ihtilâfa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü
olan Yunanca "Paraclete" nin anlamı şunlardır. "Bir yere
çağırmak, yardıma çağırma, ikâz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua
etmek" v.s. Elence'de bu kelimenin anlamı şunlardır: Teselli etmek, teskin
etmek ve cesaret vermek. İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa, orada
buna yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeyi bazı
yerde "teskin eden" ve bazı yerde "takbih eden" olarak
tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü
bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir, ikincisi,
söz konusu kelimenin geçtiği metinlerden hiçbirinde bu manalar uygun
görülmüyor. Bazı diğer mütercimler bunu "öğretmen" ve
"hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama yunanca'nın genel kural ve
kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tertulian ve Augustin
ise "avukat" ve "vekil" kelimesini tercih etmişlerdir.
Başkaları "yardımcı", "teskin ve teselli eden" kelimelerini
kullanmışlardır. (Bk. Encylopadeia of Biblical Literature,
"Parcletus" maddesi).
17.5.2.6. Kelimenin Tahrif Edilme İmkânı
İşin ilginç yanı, Yunancada sözünü
ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un
bulunmasıdır. Bu kelimenin manâsı, "methedilmiş"tir. Görüldüğü gibi,
bu kelime, Arapça "Muhammed"in tam karşılığıdır. Hem de telâffuz
bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır.
Şimdi ister misiniz, kendi kutsal
kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve âdet edinmiş olan
Hıristiyan din adamları, Yuhanna'nm naklettiği kehânette yer alan bu kelimeyi
akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle
"Paracletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp
yapılmadığının tesbiti, Yuhanna İncilinin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla
mümkün olabilir. Maalesef, bu nüsha hiçbir yerde bulunmadığı için eski ve yeni
metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tesbit etmek imkânsız kılınmıştır.
17.5.2.7. Asıl Süryânice Kelime:
"Munhamanna"
Ancak vereceğimiz karar sadece bir
noktaya bağlı değildir. Çok şükür ki değildir. Zira, Yuhanna'nın Yunanca
İncilinde müjdelenen peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olunması
meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kerre, bu İncil de Süryâniceden
çevrilmişti. Demek ki, bu hususta asıl önemli olan İbn Hişâm'ın "Siyer-i
Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn-i Hişâm'da sadece aradığımız kelime
bulunmuyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimenin ne olduğu da açıkça
anlaşılıyor. İbn Hişâm, Muhammed bin İshâk'a atfen Yuhanna İncilinin 15.
Bölümü, âyet: 23-27 ve Bölüm 16: âyet 1'in tümünü tercüme etmiştir. Adı geçen
tercümede Yunanca "Paracletus" kelimesi yerine Süryânice
"Munhamanna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra İbn İshâk ya da İbn
Hişâm bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna kelimesi, Süryânicede
Muhammed (methedilmiş) ve Yunancada Paracletus anlamına gelmektedir." (İbn
Hişâm, Cilt: I, s. 248).
Olaya tarih açısından bakacak
olursak, Filistinli Hıristiyanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryânice
olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında müslüman
topraklarına katılmıştır. İbn İshâk miladî 768'de ve İbn Hişâm M. 828 yılında
vefât etmişlerdi. Demek ki her iki yazar ve âlimin zamanında Filistinli
Hıristiyanlar Süryânice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi
memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç de zor değildi.
Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüz binlerce Hıristiyan, müslüman
topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryânicenin hangi
kelimesinin, Yunancada ki hangi kelimenin karşılığı olduğunu gayet iyi
anlayabiliyorlardı. Şimdi, İbn İshâk'ın naklettiği tercümede Süryânice
"Munhamanna" kelimesi geçmiş ve İbn İshâk ve İbn Hişâm bunun Arapça
"Muhammed" kelimesi ya da Yunanca Paracletus sözcüğüne eşit anlamda
kullanıldığını açıklamışsa, Hz. Îsa'nın, Hz. Peygamber'in mübarek ismini
vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasına hiçbir şüphe
kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yuhanna İncilinde geçen kelimenin aslında
"Periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından
sonradan "Paracletus" olarak tahrif edildiği de kesin olarak
anlaşılıyor.
17.5.2.8. Necâşî'nin Şahitliği
Bundan daha eski tarihî delil,
Habeşiştan Kralı Necâşî'ye bir avuç müslümanın gidip kendisine İslâmiyet
hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud'un rivâyetine
göre, Habeşiştan'a hicret etmiş olan müslümanlar, Kral Necâşî'nin huzuruna
çağırılınca, heyet Başkanı Hz. Ca'fer bin Ebû Tâlip (r.a.) İslâm peygamberi ve
getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı dinleyen Necâşî dedi ki,
"merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben onun Allah'ın rasûlü
olduğuna şahâdet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette odur ve geleceğine dair
müjdeyi Meryem oğlu Îsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed). Bu olay,
hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümm-ü Seleme tarafından da nakledilmiştir. Bu
demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necâşî, Hz. Îsa'nın bir
peygamberin geleceğini müjdelediğini biliyordu. Bu olay ile ayrıca, İncil'de
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve
işaretlere dayanarak Necâşî'nin gelen peygamberin Hz. Muhammed olduğu
neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat burada anlatılan
rivâyet ve hikâyeden, Hz. Îsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necâşî'nin bilgi
kaynağının Yuhanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu
anlaşılmıyor.
17.5.2.9. Barnabas İncilinde Yer Alan Haberler
Barnabas İncilinde, Peygamber
efendimiz (a.s.)'in gelişine dair haberler ile ilgili bölümlerde Hz. Îsa,
bazen açıkça "Muhammed" kelimesini kullanmış, bazen 'O'ndan
"Rasûlullah" ve "Mesîh" diye bahsetmiştir. Bazen kendisine
"Takdir Edilmeye Lâyık" demiş, bazen da öyle kelimeler kullanmıştır
ki bunlar "Lâilaheillâllah Muhammedurrâsûlullah" anlamına
gelmektedir. Hz. Îsa'nın Hz. Peygamber hakkında verdiği işaretler o kadar
çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır.
Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz:
"Allah'ın dünyaya gönderdiği
peygamberler, ki sayıları 144 bindi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama
benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki,
peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü o
Allah'ın rasûlüdür." (Bölüm: 17).
"Firisîler ile Lâviler dedi
ki, madem ki, sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir nebisin, o zaman sen
neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih'den de daha
büyük olarak gösteriyorsun? Îsa Mesih dedi ki, Tanrının benim vasıtalığımda
gösterdiği Mu'cizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrının
isteğine bağlı olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin
bahsettiğiniz (Mesih)'ten büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğiniz çobanın
boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden
önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O, dininin hiç son bulmaması için
hakikatleri (delilleri) kendisiyle birlikte getirecektir." (Bölüm: 42).
"Size yemin ederek
söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti
olarak gelmiştir. Bu sebeple, bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri
ümmet ve ulusların dışına çıkmadı. Ama Allah’ın Rasûlü gelince, Tanrı ona adeta
elindeki mührünü verecektir. Ta ki, onun talimatını almış olan dünyanın bütün
ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O dinsizlere hâkim olacak ve
putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki, Şeytan kaçacak delik
arayacaktır." (Bu satırlardan sonra, Hz. Îsa'nın şâkirdleriyle uzun bir
konuşması yer alıyor. Bu konuşmada Îsa Mesih, müstakbel peygamberin İsmail
oğullarından olacağını izâh ediyor). (Bölüm: 43).
"Bu sebeple, size diyorum ki,
Rasûlullah, Tanrı'nın yarattığı hemen hemen bütün mahlûk ve eşyaları memnun
edecek bir saadettir. Zira, o anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve
sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, adalet, takva,
dürüstlük, efendilik ve sabrın ruhuyla donatılmıştır. Kendisine bu
faziletlerin üç mislisi verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahlûklara
nisbetle, inanın, ben onu görmüş ve ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer
bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona saygılarını sundukları gibi. Allah onun
ruhunu görerek, ona nübüvvet bahşetti. Ve ben onu görünce heyecandan dilim
tutuldu ve ben ona dedim ki, "Ey Muhammed (methedilmiş kişi, zât) Allah
senin yardımcın olsun ve Allah beni senin pabuçlarının bağlarını bağlamaya lâyık
yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve
Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım..." (Bölüm: 44).
"(Buradan gideceğim için)
yüreğiniz sızlamasın, ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi
yaratan, Yaratıcımız Allah'tır ve o sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda
dünyada, dünyaya selâmet ve kurtuluş getirecek olan Allah'ın rasûlü için zemin
hazırlamaktayım... Andreas dedi ki, 'ey Üstâd, onun bazı belirgin özelliklerini
bize bildir ki, onu tanıyalım.' Îsa Mesih cevap verdi: 'O sizin zamanınızda
gelmeyecek, aksine birkaç yıl sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim
öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla 30 mü'min bulunacaktır. O
zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O rasûlün başına beyaz
bulutun gölgesi olacaktır ve onun vasıtasıyla dünya Allah'ın marifetine
kavuşacaktır. O dinsiz insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden
putperestliği silecektir. Ve ben bundan son derece memnunum, zira onun
sayesinde Tanrımız tanınacaktır, takdis edilecek ve hakikatimi dünya
anlayacaktır. O, ayrıca, beni İnsanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam
alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün
peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır." (Bölüm: 72).
"Allah için and Kudüs'te mi
yoksa Süleyman mabedinde mi içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek,
Allah rahmetini başka bir şehre nâzil edecektir. Ondan sonra, her yerde onun
için doğru biçimde ibadet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle her yerde
hakikî namazı kabul edecektir... Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı
nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın
gönderdiği, bütün dünya için. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için
yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibadet edilecek ve her tarafa
rahmeti nâzil olacaktır." (Bölüm: 83).
"(Mesih, Başrahibe söyledi)
Yaşayan Allah ve elinde canım olan Yaradan'a yemin ederim, bütün dünyanın
milletlerinin beklediği o Mesih ben değilim. Allah bu nebi ile ilgili vaadini
atamız, Hz. İbrahim'e şöyle diyerek vermişti: 'Senin neslinin vasıtasıyla,
yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır.' (Doğum: 22:18).
Ancak Allah beni bu dünyadan
kaldırınca, Şeytan yine isyan çıkaracaktır ve mü'min olmayanlar benim Tanrı ve
Tanrının oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle, sözlerim ve talimatım
tahrif edilecektir. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve rasûlünü gönderecektir. O
Rasûl ki, onun için dünyanın her şeyi yaratılmıştır. O rasûl bütün gücüyle güneyden
gelecek ve putları putperestler ile beraber mahvedecektir. Şeytandan iktidarını
alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini kendine iman edecek olanların kurtuluşu için
yanında getirecektir. Ne mutlu, onun sözlerini dinleyene." (Bölüm: 96).
"Başrahip sordu, 'Allah'ın bu
rasûlünden sonra başka nebîler de gelecek mi?' Mesih cevap verdi: 'Bundan
böyle, Allah’ın gönderdiği hakikî nebiler gelmeyecekler, ama pek çok sahte
nebiler geleceklerdir. Ben bunun için özgünüm. Çünkü, Şeytan, Allah'ın adaletli
kararı yüzünden bunları tezgahlamaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncil'imin
perdesinin arkasında saklanacaklardır." (Bölüm: 97).
"Kâhinlerin başı sordu. 'Bu
Mesih hangi isimle çağrılacaktır?' Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır?'
Îsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesih'in adı 'Takdir edilmeye Lâyık'tır. Zira, Allah
onun ruhunu yarattığı zaman ona bu ismi kendisi vermişti. Bu orada ona kral
muamelesi yapılmıştı. Allah dedi ki, "Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için
cenneti, dünyayı ve bir çok mahlûku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak
vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni
lanetleyecek olanlar lanetlenecekler. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman seni
kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle
ki, yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin dinin ayakta duracaktır.
Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed'dir." (Bölüm: 97).
Barnabas diyor ki, bir defasında
Hz. Îsa şâkirdlerine hitaben yaptığı konuşmada "şâkirdlerimden biri (ki
sonradan Yahuda, Juda olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara
satacaktır" dedi ve şunları ekledi:
"Bundan sonra, beni satacak
olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira, Allahu Teâlâ beni yerden
semâ'ya kaldıracak ve o hainin yüzünü öylesine değiştirecektir ki herkes onun
ben olduğunu sanacaktır. Ne var ki, kötü şekildeki ölümü bir müddet benim
karalanmam ve rezil olmama yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın
mukaddes rasûlü gelince bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah
bunu, benim o Mesih'e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana
mükâfatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil
ölümle hiçbir ilişkim olmadığını anlamış olacaktır." (Bölüm: 113).
"(Hz. Îsa, şâkirdlerine dedi
ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa (a.s.)'nın kitabından gerçekler
çıkarılmış olsaydı, Allah, atamız Davûd (a.s.)'a başka bir kitap vermeyecekti.
Ve eğer Davûd'un kitabında değişiklikler yapılmamış olsaydı, Allah bana
İncil'i vermezdi. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. Onun için, Rasûlullah
geldiği zaman, dinsiz insanların benim Kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma)
şeyleri temizleyecektir." (Bölüm: 124).
17.6. ARAP
YARIMADASINDA HIRİSTİYANLIK
"Hıristiyanlık, milâdi üçüncü
yüzyılda Arabistan'a girdi. Bu sıralarda Doğu Roma İmparatorluğu olarak bilinen
Bizans İmparatorluğunun himayesindeki Hıristiyanlık bir hayli değişikliğe
uğramış ve bu dine pek çok bid'at ve batıl itikat girmişti. Bazı tarihçilere
göre Hıristiyanlık Zünvâs zamanında Hicâz'a girdi. Ama bu doğru olamaz. Zira
bu hükümdar tam 600 yıl önce yaşamıştı. Hıristiyanlık ilk önce Necran'da
yayıldı ve gelişti ve Hicaz'ın diğer bölgelerinde pek müsait bir ortam
bulamadı. Fakat Beni Rebiyye ve Gassan ile bazı diğer bölgelerde az sayıda da
olsa, Hıristiyanlar vardı".[8]
"Öyle tahmin ediliyor ki,
Beni Rebiyye ve Gassan ile Kuzâ'a bölgesindeki Hıristiyanlar, dinlerini
Bizanslılardan öğrenmişlerdi. Zira, Araplar ticaret amacıyla Bizanslılar ve
Romalıların hakimiyetindeki çeşitli memleketlere gidip gelirlerdi. Hayre'de
çeşitli Arap kabileleri topluca Hıristiyanlığı kabul etmişlerdi. Bunlara
"Abbâd" denilirdi. Bunlar arasında Adiyy bin Zeyd Abbâdî tanınmış bir
kişiydi. Benî Tağlib de Hıristiyandılar."[9]
Beni Gassân'ın Hıristiyanlığı
Miladî 330'da kabul ettiği tahmin ediliyor. Hıristiyanlık daha sonra Yemen'in
bazı diğer bölgelerine de yayıldı. Etyopya kralı Necâşî ve Kaiser Bâhim
Yemen'de 395-513 arası Hıristiyanlığın yayılması için büyük çabalar
harcadılar. Dolayısıyla bu dönemde Yemen'de İncillerin sayısı gittikçe çoğaldı.
Arabistan'ın güneyinde tanınmış ve
gelişmiş ancak iki din vardı: Yahudilik ve Hıristiyanlık. Bu iki din hem
kuvvetli hem birbirine rakiptiler. Romalılar ile Habeşliler'in Himyerli Saba
kavmi arasındaki mücadeleye ve rekabete daha önceki bölümlerde işaret etmiştik.
Bu sebepten dolayıdır ki Himyerliler genellikle Hıristiyanlara Yahudileri
tercih ederlerdi. Yemen ve çevredeki bölgelerde Abd-i Kelîl'in dışında ünlü
veya tanınmış başka bir Arab kabile reisinin Hıristiyanlığı kabul ettiği
bilinmiyor. Arap tarihçilerine göre de Abd-i Kelîl bir Hıristiyandı. Bölgeden
çıkarılan bir kitabeden de onun Hıristiyan olduğu sabittir. Himyerlilerin bir
bölümü yıldıza taparken bir bölümü de Yahudiydi. Tarih-i Taberî'ye göre, ilk
önce Es'ad Ebû Kerb, Yahudiliği kabul etti.
Arabistan'ın kuzeyinde İran ile
Bizans arasındaki çekişme had safhaya varmıştı. Tabiatıyla, Himyerliler
İranlılardan yana bir tutum içinde idiler. Himyerliler fırsat buldukça
Bizanslılara baskın düzenler ve ticaret kafilelerini soyarlardı. Bizanslılar
bundan huzursuz oluyorlardı. Bizanslılar bu kavgaya bir çare aramak üzere Yemen
Hâkimine bir elçi göndermeye karar verdiler. Kaiser Justinian'ın elçisi altıncı
yüzyılın başında Yemen hakimine geldi, ona Kaiser'in mektubunu ve bazı
hediyeler verdi. Ne var ki bu barış girişimi artmakta olan düşmanlık ve nefreti
azaltmadı.
Bizanslı tüccarlar sık sık Yemen
limanlarına uğrarlardı. Geçtikleri yerlere ticarî malların yanı sıra
Hıristiyanlığın akide ve inançlarını aşılamaya çalışırlardı. Hıristiyan
misyonerler ve rahipler de arada sırada ülkede gezer ve dinlerini yaymaya
çalışırlardı. Hıristiyanlık ilk önce Aden'de ve daha sonra Adnan bölgelerinde
bazı taraftarlar buldu. Necran ise kısa bir sürede Hıristiyanlığın merkezi
haline geliverdi.
Eski çağlarda karşı görüşlü
insanların diri diri yakılması olağan bir şeydi. Bir iktidara ve dine muhalefet
edenler diri diri yakılan insanların başında gelirlerdi. Çeşitli tarih
kitapları ve eserleri iman sahiplerinin, Kâfir ve müşrikler tarafından içinde
ateş yakılan çukurlara atılmalarına ilişkin olay ve hikâyelerle doludur.
17.6.1.1. Hz. Suheyb'in Rivâyet Ettiği Hadis
Bu tür hikâyelerden biri Hz.
Suheybi Rûmî (r.a.) tarafından rivâyet edilmiştir. Hz. Rûmî, Rasûlullah'ın bir
defasında şöyle bir hikâye anlattığını kaydetmiştir: "Krallardan birinin
yanında bir sihirbaz vardı. Bu sihirbaz yaşlanınca, Kral'dan kendisine, sihir
ve bütün diğer hünerlerini öğrenebilmesi için bir genç çocuk göndermesini rica
etti. Kral, yaşlı sihirbazın bu ricası üzerine kendisine böyle bir çocuk
gönderdi. Çocuk sihirbazlığı öğrenmeye başladı. Fakat o çocuk, sihirbaza gelip
giderken bir rahibe (ki herhalde Hz. Îsa’ya tabi idi) gidip gelmeye başladı ve
o rahibin vaaz ve telkinlerinden etkilenerek iman sahibi oluverdi. Hatta rahibin
talim ve terbiyesi sayesinde kerâmet sahibi de oldu ve körler ile cüzzamlıları
iyileştirmeye başladı. Kral bu çocuğun Tevhid'e iman ettiğini duyunca önce
rahibi öldürttü ve daha sonra çocuğu da öldürtmek istedi. Fakat ona karşı kullanılan
her silah etkisiz kaldı. Nihayet çocuk dedi ki, "eğer beni öldürtmek
istiyorsan, bu çocuğun Rabbinin adıyla' diyerek bana bir ok at, ben ölmüş
olacağım." Kral dediğini yaptı ve çocuk öldü. Bunun üzerine olayı seyretmekte
olan kalabalık bir ağızdan, "Biz bu çocuğun Rabbine iman ettik" diye
bağırıverdi. Kral'ın yandaşları ve dalkavukları dediler ki, "ey majeste,
korktuğumuz başımıza geldi. Halk sizin dininizi bırakıp bu çocuğun dinini kabul
etti." Kral son derece öfkelendi ve yolun kenarında büyük çukurlar kazdırdı.
Bunları ateşle doldurdu ve imandan dönmeyenleri bu çukurlara attırdı. (Ahmed,
Müslim, Nesâî, Tirmizî, İbn Cerîr, Abdürezzâk, İbn Ebî Şeybe Taberânî ve Abd
bin Humeyd).
17.6.1.2. Hz. Ali Tarafından Rivâyet Edilen Vak'a
İman sahiplerinin ateşe atılmalarıyla
ilgili ikinci vak'a Hz. Ali tarafından rivâyet edilmiştir: "İran
krallarından biri şarap içip sarhoş oldu ve öz kız kardeşiyle zina etti. Sonra
ikisi arasında gayri meşru münasebetler kuruldu. Bir süre sonra olay halk
tarafından duyulunca kral hemen bir bahane uydurup, Allah'ın, kız kardeşler
ile evlenmeyi helâl kıldığını ilân etti. Ancak halk bu maskaralığı kabul
etmedi. Fakat kral çok zâlimdi ve herkesi kendi uydurduğu kanunu kabul etmeye
zorladı. Kabul etmeyenleri, ateşlerle dolu çukurlara attırdı." Hz.
Ali'nin ifadesine göre o zamandan beri Mecusîler'de, mahrem kişilerle evlenme
geleneği vardır. (İbn Cerir).
Bu hususta üçüncü bir olayı Hz.
İbn Abbas, İsrailî rivâyetlere dayanarak nakletmiştir. Rivâyetine göre, Babiller,
İsrail oğullarını; Hz. Musa'nın dininden dönmeye mecbur etmişlerdi. Babillerin
bu isteğine uymayanlar ise diri diri ateşte yakıldılar.
En önemli olay Necrân'ındır, pek
çok tarihçi meselâ İbn Hişâm, Taberi, İbn Haldun ve Mücem'ul Buldan'ın yazarı
v.s. tarafından kaydedilmiştir. Özeti şöyledir: Himyer (Yemen) Hâkimi Tebân
Es'ad Ebû Kerb bir defasında Yesrib'e gitti ve orada Yahudilerin tesiri
altında kalarak Yahudiliği kabul etti. Yesrib'te Benî Kureyza'nm iki Yahudi
âlimini alarak Yemen'e döndü ve orada Yahudiliği bütün gücüyle ve imkânlarıyla
yaymaya başladı. O'nun yerine tahta geçen oğlu Zünvâs, Güney Arabistan'da
Hıristiyanlığın merkezi haline gelmiş olan Necran'a saldırdı. Amacı,
Necran'dan Hıristiyanlığı silip süpürmek ve oranın ahâlisini Yahudiliği kabul
etmeye zorlamaktı. (İbn Hişâm'ın anlattığı gibi Necrânlılar, Hz. Îsa'nın
getirdiği hakikî dine tabi idiler). Zünvâs, Necran'a vardıktan sonra halkın
Yahudiliği kabul etmesini istedi, ama herkes inkâr etti. Bunun üzerine Zünvâs,
çok kişiyi ateşle dolu çukurlara attırdı ve pek çok kişiyi öldürttü. Toplam 20
bin kişi yok edildi. Necrânlılardan biri olan Zûsa'labân kaçmayı başardı ve bir
rivâyete göre bu şahıs Bizans İmparatoruna gidip başlarından geçenleri anlattı,
(bir rivâyete göre Habeş İmparatoru Necâşî'ye derdini anlattı). Nihâyet,
Bizanslılar ile Habeşliler yardımlaşarak Yemen'e karşı saldırıya geçtiler,
içinde 70 bin asker bulunan güçlü bir donanma Aryât adlı bir generalin
komutasında Yemen'e saldırdı. Saldırıda Yemenliler yenildi, Zünvâs öldürüldü ve
Himyer'deki Yahudi devleti sona ermiş oldu. Bundan böyle Yemen, Hıristiyan
Habeş devletinin bir parçası haline geldi.
17.6.1.5. Yemen'de Hıristiyan Misyonerler
Müslüman tarihçilerin anlattığı
yukarıdaki olay diğer tarihi kaynaklar tarafından da doğrulanıyor. Ayrıca bu
hususta bazı diğer ayrıntılar elde ediliyor. Hıristiyan Habeşliler ilk önce
Milâdi 340'ta Yemen'e hâkim olmuşlardı ve bu hâkimiyet 378'e kadar sürdü. Bu
sıralarda Hıristiyan misyonerler Yemen'e girmeye başladılar. Yemen'e gelenler
arasında dindar, sofu ve kerâmet sahibi bir Hıristiyan seyyah Faymiyum da
vardı. O Necran'a vardı ve halkı putperestliği terk edip Allah'a itaat etmeye
çağırdı. Onun telkinleri sayesinde Nccrânlılar Hıristiyan oldular. Necranlıların
dini ve siyasî nizamı üç kişinin elinde idi: Birincisi "Seyyid", ki
kabile reisleri gibi nüfuz ve Selahiyet sahibi olurdu, dış ilişkiler ve
anlaşmalar ile askerî işlerle ilgilenirdi. İkincisi, "Akıb", ki
içişlerinde söz sahibiydi. Üçüncüsü, "Piskopos", ki din işleriyle
uğraşırdı. Arabistan'ın güneyinde Necran önemli bir yer tutardı. Bu, hatırı
sayılır bir ticaret ve sanayi merkeziydi. Dokuma, deri ve silah gibi sanayi
malları imâl edilirdi. Ünlü Yemen kumaşı burada yapılırdı. Zünvas sadece dinî
sebeplerden değil, Necran'ın jeopolitik durumu ve ekonomisi yüzünden de buraya
saldırmıştı. Zünvâs, Necran Seyyidi Harisiye'yi (Süryanî tarihçilere göre
Arethas) öldürdü, karısı Rûma'nın önünde iki kızını öldürdü ve kanlarını ona
içirdi ve sonra onu da öldürdü. Piskopos'un (ki adı Papul olarak verilmiştir)
kemiklerini mezardan çıkartıp yaktırdı. Ateşle dolu çukurlarda kadın, erkek,
çocuk, yaşlı, rahip ve diğer birçok kişiyi pişirtti. Toplam 20-40 bin kişinin
canına kıydı. Bu olay Ekim 523'de meydana geldi. Nihayet devletini ortadan
kaldırdılar. Bu savaş ve yağma hareketleri, arkeolog ve tarihçilerin son
zamanlarda Hısn-ı Ğurâb'dan çıkardıkları kitabelerde de yer alıyor.
17.6.1.6. Ashâb-ı Uhdûd Olayının Görgü Şahitleri
Miladî altıncı yüzyıl'da kaleme
alınan çeşitli yazı, mektup ve kitaplarda Eshab-ı Uhdûd vak'asında ayrıntılı
biçimde yer verilmiştir. Bunlardan bazısının yazarları vak'anın görgü
tanıkları olup olayı ânında kâğıda aktarmışlardır. Bazıları ise görgü
tanıklarına dayanılarak kaleme alınmışlardır. Bunlardan üç kitabın yazarları
olay sırasında yaşıyorlardı. Meselâ, biri Procopius'tır, diğeri Cosmos
Indicopleustis'tir, ki o sıralarda Necâşî Hükümdar Elesboan’ın emriyle
Batlamyus'un Yunanca kitaplarının tercümesini yapıyor ve Habeşistan'ın kıyı
kenti Adolist'te oturuyordu. Üçüncüsü Johannes Malata'dır, ki birçok tarihçi
onu kaynak olarak kabul etmiş ve ondan istifade etmişlerdir. Bundan sonra,
Efes'li Johannes (M.S. 585'te öldü) in "Kilise Tarihi" adlı
kitabında Necranlı Hıristiyanlar (Eshab-ı Uhdûd)’ın katliamı, olayın çağdaşı
olan Piskopos Simeon'un bir mektubuna dayanılarak anlatılmıştır. Bu mektup,
Gabula manastırının reisine yazılmıştır ve bunda katliâmın görgü tanıklarının
beyanatı etraflıca verilmiştir. Bu mektup 1881'de Romada ve 1890'da "Hıristiyan
Şehitleri" adı altında neşrolunan bir dizi kitap arasında yer almıştır.
Patrik Dionysius ile Midil-Iili Zekeriya (Zacharia of Mitylene) Süryânice tarih
kitaplarında da bu olayı ayrıntılı biçimde anlatmışlardır. Jacob Saroji'nin
kitabında da Necranlı Hıristiyanların başına gelen felâket dile getirilmiştir.
Edessa Piskoposu Pulu, Necranlı Hıristiyanlar için bir mersiye yazmıştır ki,
hâlâ kütüphanelerde bulunmaktadır. Himyerlüeri konu eden Süryânice bir kitabın
İngilizce tercümesi "Book of Himyarites" adında 1924'de Londra'da
yayımlanmıştır. Bu kitap ta müslüman tarihçilerin "Eshab-ı Uhdûd",
yani Necranlı Hıristiyanların ateşe atılmalarını ve diğer mezâlime maruz
kalmalarını doğrulamaktadır. Buna ilâveten, Londra'daki Biritish Museum'da o
çağa ait olan Habeş yazma eserlerinde bu olaya aynen değinilmiştir. Philby,
"Arabian Highlands" isimli eserinde, Necran'da "Esbab-ı Uhdûd
vak'asının vuku bulduğu yerin hâlâ halk tarafından iyice bilindiğini yazmıştır.
Necran'da Umm-i Hark yakınlarında kayalarda oyulmuş bazı resimler vardır.
Necrânlılar, "Kâbe-i Necrân"ı, yani olayın meydana geldiği yeri de
bilmektedirler.
17.6.2. Kâbe Benzeri Bir Bina'nın Yapımı
Habeşli Hıristiyanlar, Necrân'ı
ele geçirdikten sonra burada Mekke'deki Kâbe'ye benzer bir bina yaptılar ve
bunu asıl Kâbe'nin yerine geçirmek istediler. Bu Kâbe'nin rahip ve piskoposları
"harem" dedikleri bir sarık giyerlerdi. Bizans imparatorluğu da bu
Ka'be'ye malî yardımda bulunuyordu. Bilindiği gibi, işte bu Necran Kâbesinin
rahipleri kendi seyyid, Âkib ve Piskoposlarının liderliğinde bir heyet şeklinde
Hz. Muhammed (a.s.)'in yanına varmışlardı ve bunun üzerine Âl-i İmrân suresinin
61. âyetinde bahsedilen meşhur "mübâhale" olayı meydana gelmişti.
17.6.3. Yemen'de Hıristiyanlığın Üstünlüğü
Daha önceki bölümlerde gördüğümüz
gibi, Necran'da Yemen hâkimi Zünvâs’ın Hıristiyanlara revâ gördüğü zulüm ve
katliâm’ın intikamını almak üzere Habeşistan'ın Hıristiyan devleti Yemen'e
saldırıp Himyer devletini ortadan kaldırmıştı ve M.S. 525'te bütün Yemen'e
hakim olmuştu. Bütün bu işler İstanbul'da merkezi bulunan Bizans imparatorluğu
ile Habeş İmparatorluğu arasındaki işbirliğiyle gerçekleşmişti. Zira, o devirde
Habeşliler öyle güçlü ve görkemli bir donanmaya sahip değillerdi. Donanmanın
tümünü Bizanslılar vermişti ve Habeşliler 70 bin askerini Yemen sahillerine
çıkarmıştı. İlerde ele alacağımız bahisleri anlayabilmek için şunu belirtmekte
fayda vardır ki, bütün bunlar sadece dinî bir coşku ile yapılmamıştı. Aksine
bazı siyasî ve iktisadî etkenler de önemli rol oynamıştı. Hatta diyebiliriz
ki, Yemen'in ele geçirilmesinin altında bu gerçekler yatmaktaydı ve Hıristiyan
dindaşların intikamı sadece bir bahane ve bir fırsattı. Bizanslılar, Mısır'a
ve Suriye'ye hâkim olduğundan beri gözlerini Arapların elinde bulunan deniz
ticaret yoluna dikmişti. Bizanslılar, Doğu Afrika, Kuzey Afrika, Hindistan,
Endonezya ve Ortadoğu ile Romalıların ellerinde bulunduğu memleketlere kadar
uzanan ticaret yolunu Araplardan kendi ellerine geçirmek istiyorlardı. Böylece,
Arap tüccar ve aracılarını saf dışı edebilecek ve işin kaynağını hep kendileri
yiyeceklerdi. Bu hedefe varabilmek için imparator Augustus M.Ö. 24-25'te Aelius
Gallus'un komutasında büyük bir orduyu, Arabistan'ın güneyinden Suriye'ye
giden ticaret yolunu kesmek amacıyla Arabistan'ın batı sahiline-çıkarmıştı. Ne
var ki Arabistan'ın çetin ve elverişsiz hava şartları bu askerî seferin
başarısızlığa uğramasına sebep oldu. Bundan sonra Bizanslılar donanmalarını
Kızıldenize naklettiler ve buradan Mısır ile Arabistan arasında yapılan deniz
ticaretine son vermiş oldular. Bundan sonra sadece kara yolu ticareti Arapların
elinde kalmıştı. Bu kara ticaret yoluna da son vermek amacıyla Bizanslılar,
Habeşli Hıristiyanlarla işbirliği yaptılar ve karşılıklı yardımlaşma ile
Yemen'i fethettiler.
17.6.4. Ebrehe Nasıl Yemen Valisi Oldu?
Yemen kıyılarına çıkarma yapan ve
sonunda bütün bölgeyi ele geçiren Habeş ordusu hakkında Arap tarihçileri
farklı açıklamalarda bulunuyorlar. Hafız İbn-i Kesîr, bu ordunun iki komutanı
olduğunu söylüyor. Biri Eryât, diğeri Ebrehe, Muhammed İbn İshâk ise ordu
kumandanının Eryât olduğunu, ve Ebrehe'nin orduda yer aldığını yazıyor. Her iki
tarihçi, daha sonra Ebrehe ile Eryât arasında kavga çıktığı ve yapılan düelloda
Eryât'ın öldüğü konusunda birleşiyorlar. Ebrehe'nin onaylattığı belirtiliyor.
Bu hususta Yunan ve Süryanî kaynaklarda farklı ifadeler bulunuyor. Bu
kaynakların bildirdiğine göre, Habeşliler Yemen'e hâkim olduktan sonra direnen
Yemen'li kabile reislerini tek tek temizlemeye başladılar. Ama Assumifi' Aşû
(Esymphaeus) adlı bir kabile reisi Habeşlilere bağlı olduğunu bildirerek vergi
vermeyi kabul etti ve böylece kendi canını kurtardı. Bu kabile reisi daha
sonra Habeş Kralından Yemen'in valiliğini aldı. Fakat Habeş ordusu bu adamın
valiliğini kabul etmedi ve isyan etti. Ordu daha sonra Ebrehe'yi vali seçti.
Ebrehe Habeşiştan'ın Udolys
limanında bir Yunan tüccarının kölesi iken Yemen'e saldıran orduya katılarak
üst mevkilerine çıkmayı başaran bir kişi idi. Habeş İmparatorunun Ebrehe'nin
isyânını bastırmak ü-zere Yemen'e gönderdiği kuvvetler ya kendisine katıldılar
ya da kendisi tarafından yenilgiye uğratıldılar. Nihayet, Habeş İmparatorunun
ölümünden sonra tahta geçen halefi, Ebrehe'nin valiliğini onayladı. Yunanlı tarihçiler
kendisine Abrames adını verirken Süryanî tarihçileri kendisini
"Abraham" olarak anmaktadır. Ebrehe herhalde Habeş dilinin bir kelimesidir,
çünkü Arapçada Abraham'ın karşılığı "İbrahim" olarak zaten bulunmaktadır.
Zamanla, Ebrehe Yemen'in fiilen
rakipsiz kralı oluverdi, ancak sözde Habeş imparatoruna bağlı kaldı. Ebrehe
kendisine iftiharla "Kral Naibi" derdi. Ebrehe'nin ne kadar büyük
nüfuz, yetki ve güce sahip olduğu Miladî 544'de Mağrib Ceddinin inşaasından
sonra düzenlediği kutlama törenlerinden anlaşılıyor. Bu tantanalı ve görkemli
törenlere Bizans imparatoru, İran imparatoru, Hayre kralı ve Gassan kralının
elçileri katılmışlardı. Bu törenlerle ilgili ayrıntılar. Ebrehe'nin Ma'rib
Şeddine yerleştirdiği kitabelerde yazılıdır. Bu kitabeler bugün de muhafaza
ediliyor ve üzerindeki yazılar Glaser tarafından kitaplara nakledilmiştir.
17.6.4.1. Araplara Siyasî, Ticarî ve Dinî Üstünlük
Sağlama Çabaları
Ebrehe, Yemen'e tamamıyla hâkim
olduktan sonra Bizanslılar ile Habeşlilerin ta başından beri kurdukları
hayalleri gerçekleştirmeye çalıştı. Yani, bir yandan Arabistan'da
Hıristiyanlığı yaymaya ve diğer yandan, Doğu ile Batı arasında, Arapların
elinde bulunan kara ticaret yolunu ele geçirmeye çalıştı. Böyle bir girişime
ziyadesiyle ihtiyaç vardı; zira, İran'daki Sasanî imparatorluğu ile Bizans
İmparatorluğu arasındaki iktidar kavgası, Doğu ülkelerinden Batıya kadar bütün
ticaret yollarını engellemişti. Ebrehe, idealine kavuşmak amacıyla Yemen'in
Başşehri San'a'da muhteşem bir kilise inşa ettirdi. Arap tarihçileri buna
"El-Kalîs", "El-Kulîs" veya "El-Kuleyyes"
derlerdi, ki aslında Yunanca "Ekklesia" kökünden geliyoıdu. Muhammed
bin İshâk'ın rivâyetine göre Ebrehe kilisesinin inşaatını bitirdikten sonra
Habeş kralına yazdığı bir mektupta, bütün Arapları bu kiliseye
"Kâbe"' diye yüz çevirmelerini temin etmeden rahat edemeyeceğini
belirtti.[10]
Ebrehe bu niyetini Yemen'de herkese ilân etti. İbn Kesir'e göre, Ebrehe,
Arapları kızdırmak için bu ilânı mahsus yapmıştı. Ebrehe böylece Arap
ahalisini galeyana getirip Kâ'be'ye saldırma ve bunu yok etme bahanesini
arıyordu. Muhammed bin İshâk'ın rivâyetine göre Ebrehe'nin bu sinsî planlan
devam ederken öfkeli bir Arap vatandaşı kiliseye girip orada büyük aptesini
yapıverdi. Bu işi Kureyş kabilesine ait bir kişi yapmıştı. Başka bir tarihçi,
Mukâtil bin Süleyman'ın rivâyetine göre Kureyş kabilesinin bazı gençleri bu
kilisede yangın çıkardılar. Bu iki olaydan hangisi meydana gelmiş olursa olsun,
ikisinin de vuku bulma ihtimali vardı ve bunda şaşılacak bir şey değildi.
Zira, Ebrehe'nin ilânı son derece tahrik ediciydi. Cahiliyye devrinde bu tür
kışkırtmalar üzerine bir Arap vatandaşı, bir Kureyşli veya birkaç Kureyşli gencin
Kiliseyi kirletmeleri veya kundaklanılan gayet doğal karşılanmalıydı. Fakat,
Mekke'ye yürüme bahanesini aramakta olan Ebrehe'nin bizzat böyle bir kışkırtıcı
harekette bulunmuş olma ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır. Ebrehe böylece
hem Arapların dinî merkezi olan Kâbe'yi yerle bir edebilecekti hem de Kureyş
kabilesine ağır bir darbe indirerek bütün Araplara gözdağı vermiş olacaktı.
Gerçek sebep ve olayların gelişme şekli ne olursa olsun Ebrehe, en büyük
kilisesine yapılan tecavüz üzerine Kâbe'yi yerle bir etme andını içti.
17.6.4.2. Mekke'ye Ebrehe'nin Yürümesi
Ebrehe Miladî 570 veya 571'de 60
bin asker ve 13 fil (bir rivâyete göre 9 fil) ile Mekke'ye doğru yürüdü. Yolda,
Yemen'in Arap kabile reislerinden Zünefer Araplardan müteşekkil küçük bir kuvvetle
kendisine karşı koymak istedi, ama yenilerek yakalandı. Daha sonra Has'am
bölgesinde Nüfeyl bin Habib Has'amî adında bir Arap reisi, kabilesiyle birlikte
Ebrehe'nin yolunu kesmeye çalıştı. Ama o da yenilerek esir alındı ve daha
sonra canını kurtarabilmek için Ebrehe'nin askerlerine çok sayıda katırlar vermeyi
kabul etti. Ebrehe ordusuyla beraber Taife varınca Benî Sakîf bu kadar büyük
bir kuvvete karşı koyamayacağını anladı ve kendi tanrıları olan Lât ve bağlı
bulunduğu Mâbed'in, Habeşliler tarafından yıkılacağından endişe etti.
Dolayısıyla, Benî Sakîf in kabile reislerinden Mes'ud bir heyetle Ebrehe'ye
gelerek, "sizin yıkmak istediğiniz ibadet yeri bizim mabedimiz değildir. O
ibadet yeri Mekke'dedir. Onun için, lütfen bizim mabedimize dokunmayın. Biz
size Mekke'nin yolunu gösterecek rehber (kılavuz) ve katırlar vereceğiz"
dedi. Ebrehe bu teklifi cazip buldu ve kabul etti. Benî Sakîf, Ebrehe ve
ordusuna birçok katırın yanı sıra Ebû Rigâl adında bir kılavuz da verdi.
Mekke'ye üç fersah uzaklıkta El-Muğammes (veya El-Mugammis) mevkiinde Ebû Riğâl
öldü ve bundan sonra kin ve nefretlerini belirtmek için yıllarca onun mezarını
taşladılar. Ayrıca, Beni Sakif ile de sürekli alay ettiler ve onların kendi
putları olan Lat'ı kurtarmak için Allah'ın evinin yıktırılması için Habeşliler
ile Hıristiyanlara geçit verdiklerinden yakındılar.
17.6.4.3. Mekkelilerin Tepkisi
Muhammed bin İshâk'ın rivâyet
ettiği gibi, El-Muğammes'ten kabilelerine ait çok sayıda hayvanları alıp
götürdüler. Götürülen hayvanlar arasında Hz. Muhammed (s.a.)'in dedesi,
Abdülmuttalip'in de 200 devesi vardı. Ebrehe bundan sonra bir elçisini
Mekke'ye göndererek, Mekkelilere şöyle bir duyuruda bulundu: "Ben sizinle
savaşmaya gelmedim. Gayem sadece Kâbe'yi yıkmaktır. Eğer siz karşı koymazsanız,
canınıza ve malınıza dokunulmayacaktır." Ebrehe ayrıca, Mekkeliler
kendisiyle görüşmek istedikleri takdirde onların en büyüğüyle masaya
oturabileceğini de bildirdi. O sıralarda Mekke'nin en büyük kabile reisi
Abdülmuttalip'ti. Elçi kendisine Ebrehe'nin mesajını verdi. Abdülmuttalip
kendisine şu cevabı verdi: "Benim sizinle savaşacak gücüm yoktur. Bu
Allah’ın evidir ve Allah isterse kendi evini kurtaracaktır." Elçi,
Abdülmuttalip'in kendisiyle beraber Ebrehe'ye kadar gelmesini istedi ve o da
bu isteğe uydu. Abdülmuttalip öylesine yakışıklı ve iri yarı insandı ki,
Ebrehe kendisini görünce çok etkilendi. Tahtından kalkıp yanına gelip yere
oturdu ve kendisinden bir isteği olup olmadığını sordu. Abdülmuttalip çalınmış
olan bütün develerinin serbest bırakılmasını istedi. Bunun üzerine Ebrehe
kendisine şöyle dedi: "Ben sizi görünce çok etkilenmiştim. Fakat siz öyle
bir şey söylediniz ki gözümden düştünüz. Siz sadece kendi develerinizi
düşünüyorsunuz. Halbuki, sizin ve sizin atalarınızın dininin merkezi olan bu ev
elden gidiyor ve siz bunun için bir şey söylemiyorsunuz." Abdülmuttalip de
şöyle bir cevap verdi: "Ben sadece kendi develerimin sahibiyim ve bu
yüzden sadece onlar için size yalvardım. Bu eve gelince, bunun sahibi Allah'tır
ve ancak bunu o koruyacaktır." Ebrehe, "O bunu
kurtaramayacaktır" dedi, Abdülmuttalip te "bu işi ya siz bilirsiniz
ya da O" dedi ve ordan ayrılmak üzere kalktı. Ebrehe kendisine çalınan
develeri geri verdi.
İbn Abbas'ın rivâyeti bundan
farklıdır. Bunda, develerden hiç söz edilmiyor. Abd bin Humeyd, İbn-ul Münzir,
İbn Merdûye Hâkim, Ebû Naîm ve Beyhakî, İbn Abbas'a dayanarak naklettikleri
rivayetlerde özetle şunları söylüyorlar:
Ebrehe, Essifâh mevkiine varınca
(Arafat ile Taif arasındaki dağların bitiminde Harem'e yakın olan yer),
Abdülmuttalip kendisine gitti ve "sizi buraya getiren nedir?" diye
sordu. Ebrehe, "duyduğuma göre bu huzur evi'dir ve ben bu huzuru bozmaya
geldim" diye cevap verdi. Abdülmuttalip, "Bu Allah'ın evidir ve bu
ev bugüne kadar kimsenin kendisine musallat olmasına izin vermemiştir"
dedi. Ebrehe, bu evi yıkmadan Mekke'den ayrılmayacağını söyledi. Abdülmuttalip
şöyle dedi: "Bizden ne isterseniz size veririz, ama buradan gidin, bu eve
dokunmayın". Fakat Ebrehe bu lâfları dinlemedi ve Abdülmuttalib bırakıp
Ka'be'ye doğru ilerledi.
İki rivâyet arasındaki farklı
ifadeye dokunmaz ve birini öbürüne tercih etmeye çalışmazsak da bazı
gerçeklerin ortada olduğunu görebiliriz. Şöyle ki, Mekke ve çevredeki Arap
kabileleri Ebrehe'nin komutasındaki büyük bir orduya karşı koyacak güçte
değillerdi ve dolayısıyla savaşarak Ka'be'yi kurtarmaları söz konusu değildi.
Bu sebeple, Kureyşliler de Ka'be'yi kurtarmak amacıyla gereksiz bir direnişe
ihtiyaç duymadılar. Kureyşlilerin insan gücü Habeşlilere karşı çok cüz'î idi.
Bilindiği gibi, Ahzâb savaşı sırasında Kureyşliler ile Yahudi kabileleri bütün
güçlerini toplayarak müslümanlara karşı ancak 12 bin kişilik bir kuvvet
hazırlayabilmişlerdi. O halde, 60 binden fazla askeri olan bir Ordu'ya nasıl
karşı koyabilirlerdi.
Muhammed bin İshâk'ın verdiği
bilgilere göre, Abdülmuttalip, Ebrehe'nin çadırından geldikten sonra bütün
Kureyşli kadın ve çocukların katliâmdan kurtulabilmeleri için dağa çıkmalarını
herkese duyurdu. Daha sonra Abdülmuttalip ile Kureyş'in bazı diğer ileri
gelenleri Kâ'be'ye gidip kapı tokmağını tutarak Allah'a acz içinde dua ettiler
ve O'ndan kendi evini ve kullarını korumalarını istediler. O sırada Ka'be'de
360 put vardı. Fakat bu nâzik anda Arap ve Kureyşliler her şeyi unutup sadece
Allah'a yalvardılar. Bu ânda yaptıkları dualar tarih sayfalarına geçmiştir.
Bunlardan hiç birinde Tek Allah'dan başka bir tanrı veya tanrıça'dan söz
edilmemiştir. İbn Hişâm kendi eserinde Abdülmuttalib'in o ânda söylediği şu
şiirlerine yer vermiştir:
"Ya Rab, kul kendi evini
korur, Sen de kendi Evini koru
Dikkat et, yarın onların haç ve
tedbirleri senin tedbirlerine galip gelmesin.
Eğer sen onları ve kabilemizi
kendi hâlimize bırakmak istiyorsan, öyle yap."
Süheylî, "Ravd-ul Enf' adlı
eserinde bu durumla ilgili olarak bir şiir daha akletmiştir:
"Haç'ın evlâtları ve O'na
tapanların karşısında bugün Sen kendi evlâtlarına yardım et."
İbn Cerîr, Abdülmuttalib'in, dua
ederken okuduğu şu şiirlerini de yazmıştır:
"Ya Rabbim, Senden başka
onlara karşı Ben kimseye ümit bağlamış değilim Ey Rab, Sen onlardan kendi
Harem'ini koru."
"Bu evin düşmanı Senin
düşmanındır. Onları, Senin meskenini tahrip etmekten alıkoy."
17.6.4.4. Kâ'be'nin Korunması İçin İlâhi Mu'cize
Abdülmuttalip ile arkadaşları,
Ka'be'nin kapısında dua ettikten sonra dağa çekildiler ve ertesi gün Ebrehe
Mekke'ye girmek üzere yola çıktı. Fakat Mahmut adlı fili, birden bire yere
çöktü. Yürümesi için kamçılandı, gözüne kazık batırıldı ve birçok yerinden
yaralandı, ama bulunduğu yerden hiç kımıldamadı. Fil güneye, kuzeye ve doğuya
çevrilince koşmaya başlıyor, ama Mekke'ye doğru çevrilince hemen yere
çöküveriyordu ve hiç kımıldamıyordu. Derken, çok sayıda kuşlar gagalarında ve
pençelerinde küçük taşlar olduğu halde akın akın Kızıldeniz tarafından gelmeye
başladılar ve bu kuşlar daha sonra Ebrehe'nin ordusuna taşları yağdırmaya
başladılar. Taşlar kime isabet ediyorsa onun vücudu çürümeye başlıyordu.
Muhammed bin İshâk ile İkrime'nin rivâyetlerine göre bu su çiçeği hastalığıydı
ve Arabistan'da ilk defa ortaya çıkmıştı. İbn Abbas diyor ki, çakıl taşı kime
düşüyorsa o şahıs vücudunu kaşımaya başlıyordu ve kaşıdığı yerlerde küçük
yaralar beliriyordu ve et çürümeye başlıyordu. İbn Abbas'ın başka bir
rivâyetine göre et ve kan su gibi akmaya ve kemikler görülmeye başlıyordu.
Ebrehe'nin durumu da aynıydı. Vücudu yaralarla dolmuş ve bazı âzâları
bozulmaya başlamıştı. Bu beklenmedik olay Ebrehe ve ordusunun paniğe
kapılmasına sebep oldu ve hepsi Yemen'e doğru kaçmaya başladılar. Kendilerine
kılavuz olarak seçtikleri Nüfeyl bin Habib Has'amî'den dönüş yolunu sordular ve
o tarafa kendilerine rehberlik yapmalarını rica ettiler. Ama Nüfeyl bu isteği
reddetti ve şöyle dedi:
"Artık Allah peşinizde iken
kaçamazsınız ve Maymun (Ebrehe) mağluptur, galip değildir."
Meydana gelen panik ve telaş
içinde geriye çekilme sırasında birçok kişi ezildi ve öldü. Atâ bin Yesar'ın
belirttiği gibi Habeşli Hıristiyanların hepsi Mekke yakınlarında ölmedi,
bazıları yolda öldüler. Ebrehe de Has'am'a vardıktan sonra öldü.
Ebrehe'nin Ordusu Müzdelife ile
Minâ arasında Muhassab vadisi yakınlarında Muhassir mevkiinde imha oldu.
Sahih-i Müslim ile Ebû Davud'da yer alan bir hadise göre, Resûlullah (s.a.)
Müzdelife'den Mina'ya giderken Muhassir vadisinde daha hızlı hızlı yol almaya
başladı. Bu hadis, İmam Ca'fer Sâdık tarafından, Haccet'ul Vedâ hikayesinin
anlatıldığı sırada, İmam Muhammed el-Bâkir ve Hz. Câbir bin Abdullah'a dayanılarak
rivâyet olunmuştur. İmam Nevevî bu hadisin yorumunu yaparken Eshâb-ul fîl (fil
sahipleri) vak'asının işte bu yerde meydana geldiğini belirtmiştir. İmam
Nevevî bu sebeple, Muhassir'den geçerken hızın artırılmasının bir sünnet
olduğuna işaret etmiştir. Muvatta'da İmam Mâlik şöyle bir hadis naklediyor:
Resulüllah (a.s.) Müzdelife'nin tümünde kalınabileceğini, ancak Muhassir
vadisinde kalınmaması gerektiğini belirtmiştir.
17.6.4.5. Arap Edebiyatında Bu Olay İle İlgili
Kayıtlar
İbn îshâk, Nüfeyl bin Habîb'in bu
olay ile ilgili pek çok şiirini nakletmiştir. Nüfeyl olayın görgü tanığıydı:
"Ey Rüdeyne keşke sen
görseydin ve sen göremeyeceksin,
Bizim Muhassir vadisi yakınlarında
gördüklerimizi"
"Ben kuşları görünce Allah'a
şükrettim
Ve çakıl taşlarının bana
düşmelerinden korkuyordum."
"Onlardan her biri Nufeyl'i
arıyordu,
Sanki ben Habeşlilere
borçluydum."
Bu öyle küçümsenecek veya
önemsenmeyecek cinsten bir olay değildi, aksine yankıları bütün Arap
yarımadasında duyulmuştu. Bu olay çeşitli hikâyelere, efsanelere, destanlara ve
şiirlere konu oldu. Birçok şair, şiirlerinde bu olaydan söz etti. Bütün şair
ve yazarlar, Eshab-ı Fîl vakasının Allah'ın bir Mu'cizesi olduğunda
birleştiler ve hiçbiri bunun, Ka'be'de tapılan putların bir kerâmeti olduğuna
en küçük işaret bile etmedi. Meselâ, Cahiliyye dönemi şairlerinden Abdullah
İbn-üz Ziba'râ şöyle diyor: "60 bin idiler, kendi yurtlarına dönemeyenler
ve Ne de döndükten sonra onların hastası (Ebrehe) yaşayabildi"
"Burada onlardan önce Âd ve Cürhem vardılar ve, Allah kullarının
üzerindedir ve onu (Kâ'be'yi) korumaktadır."
Başka bir şair Ebû Kubeys bin
Eslet şunları söylüyor: "Kalkın ve kendi Rabbinize ibadet edin ve
Mekke ile Mina'nın tepeleri
arasında Beytullah'ın köşelerini öpün." "Arş sahibinin yardımı size
gelince, o Kralın askerleri, Onları öylesine geri çevirdi ki bazıları toprakta
idi ve bazıları taşlaşmıştı."
17.6.4.6. Eshab-ı Fîl İle İlgili Bazı Önemli Hadisler
Ebrehe ve ordusunun imha olması
Mekkelileri ve diğer Arapları manevî açıdan da bir hayli etkilerdi. Nitekim,
Hz. Ümm-ü Hâni ile Hz. Zübeyr bin Avvâm'ın, Resûlullah'a atfen dedikleri gibi,
Kureyşliler bu vak'a'dan sonra 10 yıl (bazı hadislere göre 7 yıl) Tek Allah'tan
başka bir ilâha ibadet etmediler. Ümm-ü Hanî'nin hadisi İmam Buhârî'nin
tarihinde ve Taberânî, Hâkim, İbn Merdûye ile Beyhakî'nin hadis kitaplarında
yer almıştır. Hz. Zübeyr'in rivâyeti ise Taberânî, İbn Merdûye ve İbn Asâkir'in
eserlerinde kaydedilmiştir. Bu hadisler, Hz. Saîd İbni Müseyyeb'in, Hatîb
Bağdâdî'nin tarihinde yer alan hadisiyle de doğrulanmış oluyorlar.
17.6.4.7. Hz. Peygamber (a.s.)'in Doğuşu
Ebrehe olayının meydana geldiği
yıla Araplar "Fil Senesi" ismini vermişlerdir. Hz. Muhammed (a.s.)
aynı yıl dünyaya geldi. Muhaddisler ile tarihçiler, Eshâb-ul Fîl vak'asının
muharrem ayında meydana geldiğinde birleşiyorlar. Hz. Resûl-i Ekrem (a.s.) ise
Rebiülevvel ayında doğdu. Tarihçi ve muhaddislerin çoğu, Hz. Peygamber'in,
Ebrehe olayından 50 gün sonra doğduğuna inanıyorlar.
17.6.4.8. Kur'ân-ı Kerim'de Bu Olaya Kısaca Değinilmesinin Sebebi
Yukarıda ayrıntılı olarak
belirtilen tarihi olayı, Fîl Suresi'yle karşılaştıracak olursak burada
"Eshâb-ul Fîl"e Allah’ın azabının inişinden niçin bu kadar az
bahsedildiğinin hikmetini anlamış olacağız. Aslında bu kadar eski bir olay
değildi. Yakın geçmişte cereyan eden hadiseler Mekke'de herkesin dilinde idi.
Arabistan'ın diğer bölgelerinde de halk az çok bu olayı biliyordu. Herkes,
Kâ'be'nin herhangi bir put veya ilâh tarafından değil Tek Allah tarafından
kurtarıldığını iyi biliyordu. Kureyşli kabile reisleri, Ebrehe'nin orduları
Mekke'nin kapısına dayanmışken sadece ve sadece Allah'a dua etmiş ona
yalvarmışlardı. Ve bu olay Kureyşlileri öylesine etkiledi ki bir süre Tek
Allah'tan başka kimseye ibadet etmediler. Bundan dolayıdır ki Fil Sûresinde
herkesçe bilinen bir olay uzun uzun anlatılmadı ve sadece bunun hatırlatılması
kâfi görüldü. Böylece Kureyşliler ve diğer Araplar meseleyi ciddî ciddî
düşünmeye davet ediyorlardı. Onların, Hz. Pegyamber'in ne gibi bir mesajla
geldiğini hatırlamaları isteniyordu. Onların, bütün sahte ilâhlarını terk edip
tek Allah'a ibadet ve itaat etmeleri isteniyordu. Onlara Eshâb-ul Fil'in
korkunç sonucu da hatırlatılıyordu. Yani, doğru yolu kabul etmeyip Allah'a
karşı gelmeleri halinde "Fîl sahipleri" gibi yok olacakları önemle
belirtiliyordu.
17.7. HZ.
MUHAMMED'İN PEYGAMBERLİĞİNDEN SONRA HIRİSTİYANLIK
Semavî kitaplara sahip olmaları
açısından, gerek Yahudilerin gerekse de Hıristiyanların, müslümanlara daha
yakın olmaları gerekiyordu. Zira, onların gerçek dinî de aslında İslâmdı.
Özellikle, Hıristiyanların, müslümanlara daha çok yakın olmaları lâzımdı.
Bunun iki sebebi vardı: Birincisi, Hz. Muhammed (a.s.), Hz. Îsa (a.s.)'nın
tamamlanmamış olan görevini tamamlamaya gelmişti. İkincisi, Hıristiyanların
kutsal kitaplarında ve dini eserlerinde Yahudilere oranla, çok daha büyük
sayıda, Hz. Muhammed (a.s.)'in bir peygamber olarak dünyaya geleceğine bir
müjde ve kehânetler yer alıyor. Nitekim Hıristiyanların pek çoğu Hz. Peygamber
(a.s.)'i merakla bekliyorlardı. Bunlar arasında ileri gelen bir kişi de Varaka
bin Nevfel idi. Ayrıca, Hz. Peygamber'in zamanında birbirine daha çok
yaklaşmaları gerekiyordu. Ne var ki, Hıristiyanlar ile Yahudilerin katı ve
fanatik durumu, müslümanlar ile aralarındaki açıyı gittikçe büyüttü.
Müslümanların bütün iyi niyet ve uzlaşma çabalarına rağmen aradaki uçurum
giderek büyüdü ve düşmanlık denizine dönüştü. Bu düşmanlık, haçlı seferleri
şeklinde ortaya çıktı. Orta çağlardaki ülkelerin İslam dünyasına karşı çirkin
tertip hazırlamalarına yol açmıştır.
17.7.1. Varaka bin Nevfel'in Hz. Muhammed'in
Peygamberliğini Tasdik Etmesi[11]
Hira mağarasında, Hz. Muhammed
(a.s.) ilk defa bir melek ile karşı karşıya geldikten sonra titreyerek ve
sarsılmış bir şekilde eve geldi. Hz. Hatice kendisini amcazadesi, Varaka bin Nevfel'e
götürdü. Nevfel, Cahiliyye döneminde Hıristiyanlığı kabul etmiş ve yanında
Arapça ve İbranice İnciller bulunduruyordu. Hem yaşlı, hem âmâ idi. Hz. Hatice
kendisine şöyle hitap etti: "Ağabeyciğim, yeğeninizin başına gelenleri bir
dinleyin". Varaka, Hz. Muhammed'e dönerek, "evlâdım, başından
geçenleri anlat'' dedi. Hz. Muhammed gördüklerini ve duyduklarını kendisine
anlattı. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: "Vallahi, bu melek, Allah’ın
Musa'ya gönderdiği melektir. Keşke ben senin peygamberliğin zamanında genç ve
güçlü olsaydım. Keşke, ümmetinin seni buradan sınır dışı edeceği zamana kadar
yaşayabilsem." Rasûlullah (a.s.) sordu, "Acaba bunlar beni buradan
çıkaracaklar mıdır?" Varaka "evet" dedi ve devam etti:
"Senin getirdiğin gibi bir şey ne zaman getirilmişse, sert bir tepki ile
karşılaşmış ve getiren kişiye düşmanlık yapılmıştır. Eğer senin zamanında
olsaydım, seni kuvvetle desteklerdim." Fakat aradan uzun bir zaman
geçmeden Varaka vefat etti... Varaka bin Nevfel, Hz. Muhammed (a.s.)'in
çocukluğunu görmüş bir kişiydi. Yaklaşık 15 yıllık akraba ilişkileri yüzünden
de kendisine daha iyi tanıma fırsatını bulmuştu. Ehli kitaptandı, bilgiliydi,
kültürlüydü ve tecrübeli idi. Bütün bunlarla birlikte, Hz. Muhammed (a.s.)'in
Hira mağarasında geçirdiği olayı duyar duymaz onun bir peygamber olduğuna kanaat
getirdi ve hiçbir şüpheye veya tereddüde düşmedi Hz. Peygamber (a.s.)'e gelen
meleğin daha önce Hz. Musa'ya geldiği sonucuna vardı. Demek ki Hz. Muhammed
(a.s.)'in kişiliği ve karakteri ve dış görünümü öylesine etkileyici ve
debdebeliydi ki, Varaka bin Nevfel gibi yaşlı ve tecrübeli bir şahsiyet te
kendisinin peygamberlik payesine yükselmesi üzerine hayretini belirtmedi.
17.7.2. Müslümanların Hıristiyan Bir Ülkeye Hicretleri
Mekke'de müslümanların hayatı
çekilmez hale geldikten sonra, Fîl vakasının geçmesinden 45 yıl sonra ve Hz.
Muhammed'in nübüvvetinin 5. yılında müslümanların başka bir yere hicret
etmeleri kararlaştırıldı. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.), mü'minleri toplayarak
kendilerine şöyle dedi: "Zannediyorum, sizin Habeşistan'a gitmeniz iyi
olacaktır. Orada bir Hükümdar vardır, o Hükümdar'ın saltanatında kimseye zulüm
yapılmıyor ve orası iyilik beldesidir. Cenab-ı Allah başınıza gelen afeti def
edinceye kadar siz orada kalın."[12]
Hz. Peygamber (a.s.)'in bu buyruğu
üzerine 11 erkek ve 4 kadından müteşekkil müslümanların ilk kafilesi
Habeşistan'a hareket etti. Kureyşli müşrikler kıyıya kadar kafileyi takip
ettiler. Fakat şans eseri, müslümanlar Şuaybiye limanında bir tekne buldular ve
son anda yakalanmaktan kurtuldular. Birkaç ay içinde daha birçok kişi
Habeşistan yolunu tuttu, ve kısa bir zamanda 83 Kureyşli erkek-kadın ve 7
Kureyşli olmayan kişiden müteşekkil bir müslüman grubu Habeşistan'a varmış
oldu. Böylece Hz. Muhammed (a.s.)'e iman eden ilk Müslümanlardan sadece 40'ı
Mekke'de kalmış oldu.
17.7.2.1. Habeşistan'ın Hıristiyan Kralının Takdire
Lâyık Tutumu
İlerde Habeşistan'a hicret olayı
daha ayrıntılı biçimde ele alınacağından burada sadece, Habeşistan kralının
olumlu ve övgüye değer tutumuna işaret etmekle yetineceğiz. Müslümanları takip
eden Mekkeli müşrikler, peşlerinde Habeşistan'a kadar gelmişlerdi. Habeş kralı
Necâşî, müslümanların heyetini kabul ettiği sırada Mekkeliler de orada hazır
bulunuyorlardı ve bunlar ilk önce söz alarak, Hz. Muhammed (a.s.)'in
peygamberliği ile, getirdiği ilâhi mesaja itiraz ettiler. Bunun üzerine
Hıristiyan Kral Necâşî, müslümanların heyetine başkanlık eden Hz. Ca'fer'den,
Hz. Peygamber (a.s.)'e nâzil olan kelam'dan bazı örnekler vermesini istedi.
Hz. Ca'fer, Meryem sûresinin, Hz.
Yahya (a.s.) ve Hz. Îsa (a.s.) ile ilgili ilk bölümünü okudu. Necâşî bunları
dinliyor ve gözlerinden pınar gibi yaşlar akıyordu. O kadar ki sakalı yaşlarla
ıslandı. Hz. Ca'fer Kur'an-ı Kerîm'in âyetlerini okumayı bitirince, Necâşî şu
sözleri söylemekten kendini alamadı: "Elbette bu kelâm ve Hz. Îsa'nın
getirdikleri, ikisi de aynı yerden kaynaklanıyorlar."[13]
Mekkeli müşrikler tarafından gelen
heyet, Habeş kralının sarayında bazı mümtaz kişileri, rüşvet vererek
kendilerine çekmişlerdi. Bu sebeple heyet ertesi gün tekrar Kral'ın önüne
çıkarıldı. Orada Amr bin-el As şöyle bir mesele ortaya attı:
"Şu adamlara sorar mısınız?
Meryem oğlu Îsa hakkındaki inançları nedir diye?"
Bunun üzerine Necâşî müslüman
muhacirleri tekrar yanına çağırıp meselenin vuzuha kavuşmasını istedi. Onlara
Amr bin As'ın sorusunu iletti. Bunun üzerine Hz. Ca'fer bin Tâlib yerinden
fırlayarak, Hz. Îsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi olduğunu ve Hz. Meryem'in
namuslu ve şerefli bir peygamber anası olduğunu söyledi. Necâşî bunu duyar
duymaz yerden bir çöp kaldırarak dedi ki, "vallahi billahi, sizin
söylediklerinizden, Hz. Îsa bu çöp kadar fazla değildi."
17.7.2.2. Habeşistan'a Karşı Müslümanların Dostça
Tavrı
Ebû Davûd ve Müsned-i İmam
Ahmed'de Hz. Peygamber efendimizin bir hadisi vardır. Buna göre, Hz.
Peygamber, Habeşlilerin kendilerine dost olduğunu ilân etmişti. Başka bir
hadis'te ise Hz. Peygamber'in şöyle dediği kaydedilmiştir: "Habeşliler
sizlere (müslümanlara) serbestlik tanıdıkları sürece siz de onlara serbestlik
tanıyın."
Muhtemelen bundan dolayıdır ki,
Peygamber (a.s.)'den sonra dört halife devrinde Habeşistan'a doğru herhangi
bir askerî harekât düzenlenmedi. Bu olayın ve politikanın, herhalde geçmişte
müslümanlara sıkıntılı günlerinde Habeşlilerin yardım elini uzatmalarından
kaynaklandığı söylenebilir. Böylece müslümanların nankör ve hain bir millet
olmadığı kanıtlamak isteniyordu. Bu dostane tutumun başka bir sebebinin de
olduğu söylenebilir. Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) Habeşistan'ın coğrafî durumu
ve geçmiş tarihi göz önünde bulundurarak, İslâmiyet'in merkezi olan Hicaz'ın
güvenliği için Habeşistan ile iyi ilişkilerin sürdürülmesinin daha akıllıca bir
politika olabileceğini de düşünmüş olabilir. Hz. Peygamber (a.s.)'in,
Habeşistan'da İslâmiyet'in barışçı yollarla tebliğ edilmesi ve zora
başvurulmaması konusundaki tembihinin hikmeti bu olsa gerek.
17.7.3. Mısır Patriğinin Tutumu
Hudeybiye Anlaşması yapıldıktan
sonra, Hz. Peygamber efendimiz (a.s.) çeşitli memleketlerin hükümdar, hâkim ve
ileri gelenlerini İslâmiyet'e davet eden mektuplar göndermişti[14].
Bu mektuplardan biri Mısır'ın İskenderiye şehrinin patriğine de gönderilmişti.
Hz. Muhammed (a.s.)'in özel elçisi, Hz. Hatip bin Ebî Belta'a, mektupla beraber
Patriğin önüne çıkınca, kendisi İslâmiyet! kabul etmemesine rağmen elçiye iyi
davrandı ve Hz. Peygamber'e (a.s.) cevabî mektupta şöyle yazdı: "Bir
peygamberin dâha geleceğini biliyorum. Fakat kanımca bu peygamber Suriye'de
doğacaktır. Yine de elçinize iyi davrandım ve iki Kıptî kızı size gönderiyorum."
(İbn Saad). Bu kızlardan biri Sîrîn ve ikincisi Maria Kıptî idi. Mısır'dan
Arabistan'a dönerken yolda Hz. Hatıp, bu iki kızı İslâmiyet'e davet etti ve
ikisi de bu dini kabul ettiler. Kızlar, Hz. Peygamber (a.s.)'in huzuruna
çıkınca Sîrîn'i Hz. Hassân bin Sabit'e emanet etti ve Hz. Maria'yı kendi
haremine aldı. Zilhicce 8 h.'de işte bu Hatun'un batınından Hz. Peygamber'in
oğlu Hz. İbrahim doğdu. (El Esîy'ab El-Esâbe).
17.7.4. Hz. Peygamber ve Necran'daki Hıristiyanlar
Hicrî 9 yılında Necran'daki
Hıristiyan cumhuriyetinden bir heyet Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Necran,
Hicâz ile Yemen arasında bir yerdir. O sıralarda bu bölgede 73 yerleşim merkezi
vardı. Nüfusun tümü hemen hemen Hıristiyandı ve üç reis veya lider tarafından
idare ediliyordu. Birincisi Seyyid, ikincisi Âkib ve üçüncüsü Piskopos. Hz.
Nebi'yi Kerim Mekke'yi fethettikten sonra bütün Arabistan'ın her köşesinden
kendisine sadakatlarını bildirmek üzere heyetler gelmeye başladı. Necran'ın üç
yöneticisi başkanlığındaki 40 kişilik heyeti de işte bu heyetlerden biriydi.
Burada şu husus ta unutulmamalıdır
ki, Bizans ile İran arasındaki çekişmede müslümanların sempatisi her zaman
Hıristiyanlardan yana idi. Fakat diğer taraftan, Tebûk savaşında müslümanlar
ile Hıristiyanlar ilk defa karşı karşıya geldiler. Bizanslılar ile İranlılar
arasındaki çekişme ile ilgili ayrıntıları daha önceki bölümde verdik. Tebûk
savaşının ayrıntılarını ise yeri gelince vereceğiz.
HZ. MUHAMMED
(A.S.)'İN NÜBÜVVETİNDEN ÖNCE ARAP YARIMADASININ JEO-POLİTİK, EKONOMİK VE
KÜLTÜREL DURUMU
[1]
Bk: Matta. Bölüm 9 âyet 9: "Hz. İsa oradan ayrılarak hudutta Gümrük memuru
olarak Matta adında bir kişiyi tâyin etti." Bu kitabın yazarı Matta
olsaydı, herhalde böyle bir ifade kullanmayacaktı.
[2]
Bazı kimselerin rivâyetlerine göre Luka, Hz. Îsa çarmıha gerilirken seyirciler
arasında bulunuyordu. Ama, bunun herhangi bir tarihi ispatı yoktur.
[3]
Bu bilgilerin çoğu şu eserlerden alınmıştır: (2) Dumellow, "Commentary on
the Holy Bible", (2). Y.K. Cheyne, "Encyclopadia Biblica". (3)
Milman, "History of Christianity".
[4]
Mevlâna Rahmetullah Kiranvî'nin kitabı, "Ezhâr'-ul Hak'ta muteber ve
güvenilir İncillerin metinlerinde 124 tezât ve 110 hatâ sıralanmıştır. Ayrıca,
İnciller ve ilgili yazma eserler ile mektupların pek çoğunun sahte ve şüpheli
olduğu, önde gelen sayısız hıristiyan tarihçi, din bilgini ve kuruluşları
tarafından kabul edilmiştir (Tafsilât için Bk: "İncil'den Kur'ân'a
Kadar", Urduca tercümesi, C. I, Bölüm: 4, Mütercim: Mevlâna Ekber Ali, Açıklama:
Muhammed Taki Osmanî).
[5] "Kendi haçını kaldırma" deyimi
burada "kelleyi koltuğa alma" anlamında kullanılmıştır. Yani Hak
yolunda olan herkes ölmeye hazır olmalıdır.
[6]
Bu deyim aslında "kendini ve kendi menfaatim" düşünmeyen olarak kabul
edilmelidir. Yani bencil veya egoistin tam tersi olan bir kişi.
[7]
Hz. İsa’nın yaşadığı dönemde Filistin'de bir yahudi devleti vardı, bunun
başında Herod hanedanının hükümdarları bulunuyordu. Bu devlet, Romalılara tabi
olup içişlerinde özerkti. Fakat burada kullanılan "Herodlular"
kelimesi daha çok casus ve muhabirler anlamındadır.
[8]
Bk: İbn Haldun, Urdu Tercümesi, C. I, Mütercim: Hekim Ahmed Hasan Allahabadî.
[9]
Bülûğ-ul Edeb, Urduca Tercüme, Mütercim: Pir Muhammed Hasan, C. III, s. 152.
[10]
Hristiyanlar Yemen'e hâkim olduklarından beri Mekke'deki Kâbe'ye paralel olarak
başka bir Kâbe inşa etmeye devamlı çalışmışlardı. Amaçları, Kâbe'nin merkezi
durumuna son vermekti. Nitekim, Necran'da daha önce bahsettiğimiz bir Kâbe inşa
edilmiştir.
[11]
Varaka bin Nevfel'den önce, bazı tarihi kayıtlara göre, Rahip Bahira da, Hz.
Muhammed (s.a.)'in Suriye gezisi sırasında kişiliğinde, peygamberliğin bazı
belirlilerini görmüştü. Bu hususta İbn Haldun şunları yazmaktadır:
"Hz. Muhammed 12 yaşını bitirip 13'üne geçerek Ebû
Tâlip ile birlikte Suriye'ye bir ticaret gezisi yaptı. Rahip Bahira Hz.
Muhammed (a.s.)'in kişiliğinde peygamberliğin bazı işaretlerini görerek
adamlarını yanına çağırdı ve onun peygamberliği hakkında onlara bilgi verdi. Bu
hadise siyerlerde de nakledilmiştir. Daha sonra ikinci defa Hz. Muhammed, Hz.
Hatice'nin ticarî mallarını alarak onu uşağı olan Meysere ile Suriye'ye bir
yolculuk yaptı. Yolculuk sırasında Rahip Nesturi •onu gözledi ve onda
peygamberliğin belirtilerini gördüğünü Meysere'ye anlattı. Meysere Mekke'ye
dönünce duyduklarını Hz. Hatice'ye anlattı. Hz. Hatice bunları duyunca, Hz.
Muhammed (a.s.) ile evlenmeyi arzu etliğini söyledi." (İbn Haldun, Tarih,
Urduca tercümesi, Allame Hakim Ahmed Hasan Osmani, s. 35).
Yukarıdaki rivâyetin tarihi mahiyeti henüz kesinlik
kazanmamıştır. Nitekim Urduca "Rahmet-ul-lil Âlemin"in yazarı bunu
hiç dikkate değer saymamıştır. Ayrıca Tirmizî'de bu rivâyetin anlatıldığı
hadisle bazı diğer yanlış şeylere yer verilmiş ve bunları Allâme İbn Kayyım
ağır bir dille eleştirmiştir. Gerçek ne olursa olsun, şurası unutulmamalıdır ki,
Hz. Muhammed'in dış görünüşü, yüz yapısı ve kişiliği hakkında Hıristiyanların
dini kitaplarında yer alan bilgilere dayanarak bazı rahip ve din adamlarının,
onun müjdelenen ve vaadedilen peygamber olduğuna kanaat gelirmiş olabilirler.
Eğer hristiyanlar iki rahibin, Hz. Muhammed'de peygamberliğin bazı belirtilerini
gördüklerine inanıyorlarsa o zaman böyle bir kişiye herhangi bir şeyin
öğretilmesine de değer bulunmadığını kabul etmelidirler.
[12]
Gördüğünüz gibi, Hz. Peygamber Habeşistan devleti için çok iyi kelime ve
ifadeler kullanmıştır. Müslümanların, Habeşistan'da huzur ve adalet olduğunu
düşünerek oraya ilk kez hicret etmeleri de iyi niyetlerinin bir belirtisidir.
Ne var ki bu iyi niyet ve iyi münasebetler daha sonraki yıllarda görülmedi.
[13]
Görüldüğü gibi, Mekkeli müslümanların heyetini kabul eden Habeş Kralı Necâşî
müslümanların dinî inancını ve görüşlerini onaylamıştı. Ayrıca Hz. Peygamber
(a.s.)'in Allah’ın resulü olduğunu da tasdik etmişti. Daha sonra Hz. Muhammed
(a.s.) dünyanın çeşitli hükümdar ve hâkimlerine mektup gönderip İslâmiyet'e
davet etmişti. Bu mübarek mektuplardan biri o zaman Habeş Kralı Ashame bin
Ebzec'e de gitmişti. Bu kral Hz. Peygamber'in davetini kabul ederek derhal
cevap yazmıştı. (Tafsilât için Bk: Rahmet-ul lil Âlemin, Kadi, Salman
Mensutpûrî, C. I, s. 209-212)
[14]
"Rahmet-ul lil Âlemin" C. I, (s. 206-224)'de belirtildiği gibi, 1
Muharrem Hicri 7 yılında Hz. Peygamber (a.s.)'in özel elçileriyle çeşitli
ülkelere gönderdiği mektupların çoğunun muhatapları hristiyan hükümdar ve
hakimlerdi. Bu hükümdarların çoğu bu mektuplara müsbet cevap verdiler ve
genellikle sert bir tepki göstermediler. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Habeş
Kralı Ashame bin Ebcez İslamiyeti kabul etti. Bahreyn Hâkimi Münzir bin Sava
müslüman oldu. ve tebaasından da birçok kişi Hak dinini kabul ettiler. Umman
hakimleri Celidî oğulları da hiç düşünmeden İslâm'ı kabul ettiler. Şam valisi
Münzir bin Hâris bin Ebu Şimr, Hz. Muhammed'in mektubunu aldıktan sonra önce
hayli bozuldu. Ama sonra elçisini saygıyla geri gönderdi. Yemame valisi Havza
bin Ali İslâm devletinden yüzde 50 pay istedi, ama birkaç gün sonra öbür
dünyayı boyladı. Kudüs'e Heraclius hâkimdi. Heraclius, Hz. Peygamber (a.s.)'in
mektubu geldikten sonra yardımcılarını topladı ve Hz. Peygamber hakkında
bilgiler toplamaya çalıştı. Mekkeli reislerden Ebu Süfyân ticari yolculuk
sırasında Filistin'e gittiğinde, Heraclius'ın huzuruna çağırıldı. Bizanslılara
tabi olan Kudüs hâkimi Heraclius, Ebu Sufyân'dan Hz. Peygamber hakkında çeşitli
bilgiler aldı ve sonra şunları söyledi: "Vaadedilen peygamber'in
alâmetleri bunlardır. Ben bu peygamber'in ortaya çıkacağını bekliyordum, ama bunun
Arabistan'da doğacağını tahmin etmiyordum. Ebu Süfyân, eğer dediklerin
doğruysa, o bir gün bugün benim oturduğum yerlere (Suriye ve Kudüs) hakim
olacaktır. Keşke ben onun huzuruna çıkabilseydim ve o peygamber'in ayaklarını
yıkayabilseydim." (Rahmetül lil Âlemin, C. I.)
Bizans imparatoru
tarafından Suriye valisi olan Ferve bin Amr Hüzâ'i de müslümanlığı seçen
Hıristiyanlardandı. Ferve bu sebeple daha sonra İmparator tarafından idam
edildi.