Yirmi Yedinci
Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ
27.1. İSLÂMİYET'İN ALENEN TEBLİĞİ
Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ
27.1.
İSLÂMİYET'İN ALENEN TEBLİĞİ
Geçen ilk bölümde de Rasûlullah
(a.s.)'ın üç yıl süren gizli tebliğden sonra alenen tebliğe başlayınca, Kureyş
ve diğer Arapların niçin şiddetli tepki gösterdikleri ayrıntılı biçimde
anlatılmıştır. Bu bölümlerde Kureyş ve Arapların ilk şaşkınlık ve telaş
devresini geçirdikten sonra, Hz. Peygamber (a.s.)'e ve müslümanlara nasıl
muhalefet ve düşmanlık ettikleri etraflıca ifade edilmiştir. Bu bölümlerde
ayrıca, İslâmi davetin ne büyük meziyet taşıdığı ve ne gibi delil ve ahlâk
silahlan sayesinde Cahiliyye'nin bütün hile ve tertipleri, baskı ve zulümleri,
eziyet ve işkenceleri boşa çıkarıldı ve müslümanlar yollarına devam ettiler.
Biz bu bölümde, dördüncü bölümde bıraktığımız kronolojik olaylara tekrar
dönüyoruz.
27.1.1. İslâmiyet'in İlk Açık Tebliği
Hazreti Peygamber (a.s.)'in, ilk
aleni tebliği Beytullah'ta yaptığı anlaşılıyor. Gerçi tarihçiler ile siyer
alimleri bu hususta kesin bir tesbitte bulunmamışlardır. Fakat, Kur'an-ı
Kerim'de Alak sûresinin ilk beş ayetinden sonra 6'dan 19. ayetlerine kadar, birden
bire anlatılan bir olay ve bazı hadis kitaplarında bu hususta yapılan
açıklamalar konuyu iyice aydınlatmaktadır. Verilen bilgiye göre bir kişi,
Allah'ın bir kulunu namaz kılmaktan alıkoymak istedi ve bu hususta çeşitli
tehditler savurdu. Hadislere göre namaz kılan kişi, Rasûlullah (a.s.)'tı ve
kendisine müdahalede bulunan kişi Ebû Cehil'di. Bu olayı inceleyecek olursak,
Rasûl-i Ekrem İslâmiyet'in açık tebliğini, Beytullah'da namaz kılmak suretiyle
başlattı. O zamana kadar müslümanlar gizli gizli namaz kılıyorlardı ve
Beytullah'a (Harem'e) gelmeleri şöyle dursun, herhangi bir yerde bile alenen
namaz kılmaya cesaret edemiyorlardı. Sadece bir defasında Hz. Sa'd bin Ebi
Vakkas ve bazı diğer müslümanlar Mekke'nin yakınlarındaki tenha tepelerden
birinde namaz kılarken kâfirler tarafından görülmüş ve iş tartışma ve kavgaya
kadar varmıştı. Bu olayı biz daha önce nakletmiştik. Fakat artık Cenab-ı Allah,
İslâmiyet'in açıkça ilânını istiyordu ve ilâhi emre uyan Rasûlullah (a.s.) hiç
çekinmeden ve korkmadan Harem'e gidip namazını kıldı; ki buna başka kimse
kolay kolay cesaret edemezdi.
Hz. Peygamber (a.s.)'in bu
jestiyle Kureyşliler ve diğer Araplar ilk defa, Hz. Muhammed (a.s.)'in dininin
kendi dinlerinden farklı olduğunu anlamış oldular. Bu olay tabii ki, herkesin
hayretini uyandırmıştı; ama Ebu Cehil'in cehaletini herkesten çok
karşılaşmıştı. Dolayısıyla, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)'e derhal müdahalede
bulundu ve tehditler savurmaya başladı. Hz. Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivâyetine
göre Ebû Cehil, Kureyşlilere, "Muhammed (a.s.)'in yüzünü yere
değdirdiğini gördünüz mü?" diye sordu. Orada hazır bulunanlar
"evet" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebû Cehil şöyle dedi:
"Lât ve Uzza ya yemin ederim, eğer Muhammed'in böyle namaz kıldığını
görürsem boynuna ayağımı koyacağım ve yüzünü yere sürteceğim." Sonra Ebû
Cehil Rasûlullah (a.s.)'ı namaz kılarken gördü ve boynuna ayağını koymak için
ortaya atıldı. Fakat orada hazır bulunanlar Ebu Cehil'in birden bire geriye
çekilerek yüzünü bir şeyden korumaya çalıştığını gördüler. Kendisine ne olduğu
sorulduğu zaman dedi ki: "Benim ve O'nun (Muhammed, -a.s.-) arasında
ateşle dolu bir hendek vardı, orada korkunç bir şey daha vardı ve bazı tüyler
vardı." Rasûlullah (a.s.) buyurdular, "eğer Ebû Cehil bana daha fazla
yaklaşsaydı melekler onu paramparça ederlerdi." (Ahmed, Müslim, Nesâî,
İbn-i Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Münzir, İbn-i Merdûye, Ebû Naim, İsfahani ve
Beyhakî).
İbn Abbas (r.a.)'ın rivâyeti ise
şöyledir: Ebû Cehil dedi ki, "eğer Muhammed (a.s.)'i Kâ'be'nin etrafında
namaz kılarken görürsem boynunu ayağımın altına alırım." Hz. Nebi-i Ekrem
(a.s.)'e Ebu Cehil'in dedikleri iletilince buyurdular ki: "Eğer kendisi
böyle yaparsa melekler gelip onu yakalayacaklardır." (Buhârî, Tirmizî,
Nesâî, İbn Cerir Abdurrezzak Abd bin Hamid, İbn'ul-Münzir ve İbn Merdûye).
İbn Abbas (r.a.)'ın bir başka rivâyetine
göre Rasûlullah (a.s.) Makam-ı İbrahim'de namaz kılıyordu. Ebu Cehil oradan
geçerken, "Ey Muhammed (a.s.) ben sana bunu yapmayı yasaklamadım
mı?" diye bir çıkışta bulundu ve bazı tehditler savurdu. Buna cevap
olarak Rasûlullah (a.s.) kendisine sert çıkıştı ve sözlerini şiddetle
reddetti. Ebu Cehil dedi ki, "ey Muhammed (a.s.), sen neye güvenerek bana
kafa tutuyorsun. Allah için bu vadide en çok taraftar benimdir." (Ahmed,
Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Münzir, Taberânî, İbn
Merdûye).
Bu hadiseden sonra da Kureyşliler
gruplar halinde toplanarak Hz. Muhammed (a.s.)'in Harem'de namaz kılmasını
önlemeye çalıştılar, fakat başaramadılar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:
"Allah’ın kulu O'na ibadet
için kalktığı zaman nerdeyse cinler etrafında üst üste yığılıyorlardı."
(Cin; 19)
Müfessirler burada da
"Allah'ın kulu" tabirinden Hz. Peygamber (a.s.)'in kastedildiğinde
ittifak etmişlerdir. Bu ayetten ayrıca, Ebu Cehil ve diğer kâfirlerin şiddetli
muhalefet ve tehditlerine rağmen Rasûlullah (a.s.)'ın alenen namaz kılmayı
bırakmadığı da anlaşılıyor.
27.1.2. Ailesinin En Yakın Fertlerini İslam'a Davet
Etmesi
Bundan sonra Rasûlullah (a.s.),
Cenab-ı Allah'ın "önce en yakın akrabanı korkut." (Şuara; 214)
emrine uyarak Beni Abdülmuttalip Beni Hâşim, Beni Muttalib ve Beni Abd-i Menaf
tan en yakın akrabalarını evine davet etti ve kendilerine İslâm'ın emirlerini
açıkladı. Belazuri ve İbn Esir'in ifadelerine göre bu davete 45 kişi katıldı.
Fakat Rasûlullah (a.s.) meramını anlatmadan Ebû Leheb kendisini şöyle uyardı:
"Bak ey Muhammed, senin amca ve amcazadelerin burada toplanmış
bulunuyorlar. Bunlara ne söylemek istersen söyle, ama sakın dinlerinden
dönmelerini isteme. Ailenin bütün Araplarla savaşacak güce sahip olmadığını
bilmelisin. Senin elini tutma ve seni durdurma hakkına en çok aile efradı
sahiptir. Sen yaptığın işe devam edersen, Kureyşliler diğer Arapların da
yardımıyla sana çullanmadan önce ailenin seni durdurması daha kolaydır. Ben,
senin kadar, kendi ailesi ve sülâlesi için âfet ve belâ getiren başka kimseyi
görmedim." Böylece, İslâmi tebliğ için Rasûlullah (a.s.)'ın yakın
akrabalarıyla yaptığı ilk toplantı başlan bozulmuş oldu. İkinci gün Rasûlullah
(a.s.) akrabalarını tekrar eve çağırdı ve onları İslâm'a davet etti. Toplantıda
Ebu Tâlib şöyle konuştu: "Ben şahsen Abdulmuttalib'in dinini terk etmek
istemiyorum. Fakat sana ne emir buyrulmuşsa onu yerine getir. Bu hususta bütün
desteğim ve himayem senden yanadır." Ebû Leheb; "vallahi, bu çok
berbâd bir şeydir, başkaları ona dur demeden sen onun elini tutuver (durdur)"
dedi. Fakat Ebû Tâlib diretti: "Hayır, biz yaşadığımız sürece onu
(Muhammed -a.s.-'i) koruyacağız." Bu olay, Belazuri ve İbn Esir
tarafından, tanınmış ve güvenilir bir râvi olan Hz. Ca'fer bin Abdullah bin
Ebi'l-Hakem'e dayanılarak naklolunmuştur. (Bk. "Ensâb'ul-Eşrâf: Belazuri),
c.I, s. 118-119, "Tarih'ul Kâmil, İbn Esir, eli, s. 40-41).
Muteber hadislerde, Hz. Muhammed
(a.s.)'in bu toplantıda yaptığı konuşma kaydedilmiş ve kendisinin şöyle dediği
naklolunmuştur: "ey Abdulmuttalib'in evlâtları, ey Abbas, ey Rasûlullah'ın
teyzesi Safiye, ey Muhammed'in kızı Fatma, kendinizi Cehennem ateşinden
kurtarın, zira ben sizi Allah'ın cezasından kurtarmaya kabil değilim. Fakat
malım ve mülküm ne istiyorsanız sizindir." Görüldüğü gibi, bu
konuşmasıyla Rasûlullah (a.s.) kendi akrabalarını sadece İslâmiyet'e davet
etmiyordu, ayrıca Allah'ın dinini, her türlü akrabalık ilişkilerinden üstün,
her türlü maddi ve şahsi çıkarlardan uzak ve her türlü dünyevi hesaplardan
arınmış olduğunu da vurguluyordu. Bu dinde Hz. Peygamber (a.s.) dahil en yakın
akrabaları için herhangi bir imtiyaz söz konusu değildi. İman etmeyenin akıbeti
hakkında Hz. Peygamber (a.s.) bile teminat veremezdi. Herkes kendi iman ve
ameline göre ölçülecek, Hz. Peygamber (a.s.) ile yakınlık derecesine hiç
bakılmayacaktı. imansızlık, dinsizlik ve sapıklığın cezası herkese eşit şekilde
uygulanacaktı. Başkalarının sorguya çekilip cezalandırılması söz konusuyken
peygamberin aile ve yakınlarının kurtulması diye bir şey yoktu. Hz. Peygamber
(a.s .) işte bu noktaya parmak basmak için, konuşmasında öz kızı Hz. Fatma
(r.a.)'nın adını da anmıştı, halbuki o sıralarda onun yaşı iki-iki buçuktan
fazla değildi. O kadar küçük yaşta kendisi için günah veya sevap söz konusu
değildi. Fakat konuşmanın gayesi, bir nebi ile ailesinin dinde herhangi bir
imtiyaza sahip olmadıklarını vurgulamaktı. Bir şey kötü ve zararlıysa, herkes
için tehlikeli ve zararlıdır. Bir nebiye düşen, bu tehlikeli şeyden önce
kendisini, daha sonra da akraba ve yakınlarını kurtarmasıdır. Bir nebi, önce
kendisi iman edip doğru yolu takip etmeli ve kendi aile ve yakınlarını yola
getirmeye çalışmalıdır. Böylece herkes tebliğ ve telkinin herkese açık ve eşit
olduğunu görme fırsatını bulmalıdır.
27.1.3. Kureyş Kabilelerinin Tümünü İslâm'a Davet
Etmesi
Hz. Peygamber (a.s.) alenen
tebliğin üçüncü aşamasında Kureyşlilerin tümünü İslam'a davet etti. Rasûlullah
(a.s.) bir gün sabah Safa dağının en yüksek tepesine çıkarak avazı çıktığı
kadar, "vah sabahın tehlikesi, ey Kureyşliler, ey Beni Ka'b bin Lüeyy, ey
Beni Mürre, ey Kusayy oğulları, ey Beni Abd-i Menaf, ey Beni Abd-i Şems, ey
Beni Hâşim ve ey Abdulmuttalib oğulları..." diye bağırmaya başladı. Hz.
Peygamber (a.s.) Kureyş kabilesinin hemen hemen bütün kabile ve ailelerinin
adını kullandı. Arabistan'da bir gelenek vardı: Sabahın erken saatlerinde bir
tehlike sezildiği veya belirdiği zaman bir kişi dağa veya yüksek bir yere çıkıp
herkesi çağırmaya başlardı. Bağırışları duyan herkes etrafında toplanır ve
durumu öğrenirdi. Adet üzere Rasûlullah (a.s.)'in sesini duyan herkes Safa
dağına koştu; gelmeyenler için de ulaklar yollandı ki oraya gelsinler. Herkes
toplandıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) şunları söyledi: "Ey ahali, bu
dağın arkasında size saldırmak üzere beklemekte olan büyük bir ordu var desem,
sözlerime inanır mısınız?" Herkes, "evet, bizim bildiğimiz kadarıyla
sen yalan söylemezsin" dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah (a.s.) şunları buyurdu.
"O halde ben sizi, Allah'ın büyük azabı gelmeden önce uyarmak istiyorum.
Siz O'nun azabından canlarınızı kurtarmaya çalışın. Allah katında ben size
yardımcı olamam. Kıyamette ancak Allah'tan korkanlar benim akrabam
olacaklardır. Başkaları iyi amel ile gelirken, sizin dünyanın vebalini
taşıyarak gelmeniz doğru olmayacaktır. Siz o zaman, "ya Muhammed"
diye yalvaracaksınız, ama ben çaresizlik içinde sizden yüzümü çevireceğim.
Fakat dünyada sizinle kan bağım vardır ve burada size her türlü merhamet ve
şefkati göstereceğim. (Benzeri hadisler, Buhârî, Müslim, Müsned-i Ahmed,
Tirmizî, Nesâî ve Tefsir-i İbn Cerir'de Hz. Ayşe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah
bin Abbas, Hz. Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Muharık tarafından
naklolunmuştur).
Hz. İbn Abbas'ın çeşitli
kaynaklara dayanarak naklettiği ve çeşitli hadis kitaplarında yer alan rivayet
şöyledir: Rasûlullah (a.s.)'a alenen tebliğ yapma ve en yakın akrabalarını
"korkutma" emri geldikten sonra kendisi bir gün şafak sökerken Safa
dağına çıkıp şöyle seslendi: "Aman Sabah'ın âfeti". Arabistan'da, bu
şekildeki bir uyarı, sabahın ilk ışıklarıyla düşmanın kendi kabilesine
saldırmak üzere, olduğunu gören bir kişi tarafından yapılırdı. Rasûlullah
(a.s.)'ın seslenişini duyanlar birbirlerine sordular, "acaba kim
sesleniyor?" diye. Bunun Hz. Muhammed (a.s.)'in sesi olduğu söylenince,
bütün Kureyşliler Safa dağına koştular. Kendileri gelmeyenler de vekillerini
gönderdiler. Herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) Kureyş'in bütün
ailelerini tek tek isimleriyle çağırdı ve "ey Beni Hâşim, ey Beni
Abdulmuttalib, ey Beni Fihr ve ey Beni Falan, filan". Sonra kendilerine
şu soruyu yöneltti: "Ben size desem ki, bu dağın arkasında size saldırma
hazırlığında olan bir ordu var, benim sözlerime inanır mısınız?"
Toplananlar dedi ki: "Evet, biz senin hiçbir zaman yalan söylediğini görmedik."
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) şu sözleri söyledi: "O halde, ben sizi
ikaz ediyorum. Size büyük bir azab gelecektir." Bunun üzerine başka kimse
ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı ve şöyle dedi: "Allah belânı
versin, bizi bunun için mi buraya topladın?" Bir hadiste Ebu Leheb'in,
eline taş alıp Hz. Peygamber (a.s.)'e atmak istediği ifade edilmiştir.
(Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir vs.)
İbn Sa'd'ın, İbn Abbas'tan naklen
kaydettiği hadisin sözleri şöyledir: Rasûlullah (a.s.) Safa dağından
Kureyşlilere hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Cenabı Allah,
benim en yakın akrabalarımı uyarmamı istemiştir. Siz Kureyşliler de benim
akrabalarımsınız. Siz, Lâilahe illallah'ı kabul etmediğiniz sürece Ahiret'te
Allah tarafından size bir şey verileceğine veya herhangi bir pay düşeceğine
dair bir söz veremem. Fakat Lâilahe ilallah'ı kabul ettiğiniz takdirde Rabbiniz
katında sizin için şahadette bulunacağım ve bu kelime-i şehâdet sayesinde Araplar
size tabi ve Acemler (Arap olmayanlar) de sizin köleniz olacaklardır."
Bunun üzerine Ebu Leheb bağırdı: "Allah kahretsin, bunun için mi bizi
buraya topladın?"
27.1.4. Ebu Leheb[1]'in Tavrı
Ebu Leheb, Hazreti Peygamber
(a.s.)'in müslümanların ve İslâm'ın en büyük düşmanlarından biriydi. Ebu Leheb,
İslâmi Hareket başlar başlamaz Rasûlullah (a.s.)'a ve müslümanlara şiddetle
muhalefet etmeye başladı ve ömrünün sonuna kadar bu tutumunu sürdürdü. Gerçi
Beni Hâşim'den bir kişi daha, (Ebu Süfyan bin el-Haris bin Abdulmuttalib)
Rasûlullah (a.s.)'a muhalefet etmeye başlamıştı. Fakat, onun muhalefeti o kadar
şiddetli değildi. İkincisi kendisi daha İslâmiyeti kabul edip gerçek bir
mü'min oluverdi. Ebu Süfyan 20 yıla kadar Hz. Peygamber (a.s.) ve Ashab-ı
Kiram'ı hicveden şiirler yazmıştı. Fakat Mekke fethinden önce çocuklarıyla
birlikte Ebva mevkiinde Rasûlullah (a.s.)'ın yanına gelip biat etti[2].
Ne var ki Ebû Leheb'in durumu bambaşka idi. Bu küstah kişi sadece insanlık dışı
hareketlerde bulunmadı. Arabistan'ın tanınmış ahlâk kurallarını da çiğneyerek
Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve arkadaşlarına karşı en âdi, en alçakça muhalefette
bulundu. Halbuki onun Hazreti Peygamber (a.s.) ile kan bağı vardı ve yakın bir
akrabasıydı. Ebû Leheb'in muhalefet ve düşmanlığı diğer Araplara nisbetle
İslâm'a ve müslümanlara daha çok engel ve zorluklar çıkardı.
Bundan dolayıdır ki, Arabistan'da
o sırada yüzlerce ve binlerce İslâm düşmanı bulunurken sadece Ebu Leheb'in adı
Kur'an-ı Kerim'de anılarak ağır bir dille kınandı. Halbuki Mekke'de ve
Hicretten sonra Medine'de de pek çok İslâm düşmanı vardı ve onlar da
düşmanlığın en kötü örneklerini vermekten geri kalmadılar. Şimdi, neden sadece
bu şahsın ismi Kur'an-ı Kerim'de geçmiştir? Bunu anlayabilmemiz için o zamanki
Arap toplumuna ve bunda Ebu Leheb'in rolüne bakmalıyız.
27.1.4.1. Kur'an-ı Kerim'de Ebu Leheb'in Adının
Anılarak Kınanmasının Sebebi
Eski çağlardan beri tüm
Arabistan'da huzursuzluk, anarşi, kavga ve savaşlar devam ettiği ve bir kişinin
kendi aile, akraba ve kan kardeşlerini korumasının dışında can, mal ve
namusunun emniyeti için başka bir yol bulunmadığı için, Arap toplumunun ahlâk
kurallarında sılayı rahm (akrabalara iyi muamelede büyük önem verilirdi. Öz
akrabalara merhamet göstermemek ve onlara iyi muamele etmemek ise aynı derecede
kötü bir hareket ve büyük bir ayıp sayılırdı. Arabistan'ın işte bu gelenek ve
göreneklerinden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.), İslâmi daveti yaymaya
başlayınca, Kureyş'in diğer kabile ve reisleri kendisine şiddetle karşı
çıkarken, Beni Hâşim ile Beni Muttalib (Hâşim'in kardeşi, Muttalib'in
evlatları) kendisine muhalefet etmemekle kalmadı, aynı zamanda kendisini ve
davasını açıkça desteklediler. Halbuki bu ailelerden bazıları Hz. Muhammed
(a.s.)'in peygamberliğine veya davasının hak olduğuna inanmıyorlardı. Kureyş'in
diğer aile ve kabileleri de beni Hâşim ve Beni Muttalib'in bu tutumunu normal
karşılıyor ve Arap geleneklerine uygun buluyorlardı. Bu sebepten dolayıdır ki
muhalifler, hiçbir zaman Beni Hâşim ve Beni Muttalib'i, başka bir dinle ortaya
çıkan adamı destekledikleri ve atalarının dinini terk ettikleri gerekçesiyle
kınamadılar veya alaya almadılar. Muhalifler, onların, kendi aile ve
sülâlesinden olan bir kişiyi himaye etmekten geri kalmayacaklarını ve
düşmanlarına teslim etmeyeceklerini biliyorlardı.
Cahiliyye devrinde herkesin kabul
ettiği ve saygı gösterdiği bu ahlâk kuralını, İslâm'a düşmanlıkta gözü dönmüş
sadece bir kişi çiğnedi ve o da Ebu Leheb'di. Abdulmuttalib oğlu Ebu Leheb,
Rasûlullah (a.s.)'ın amcasıydı. Rasûlullah (a.s.)'ın babası Abdullah ve Ebu
Leheb aynı babanın oğluydular; fakat anneleri başka idiler. Arabistan'da
amcalara büyük hürmet gösterilirdi ve kendileri babaların yerinde sayılırlardı.
Özellikle bir yeğenin babası vefat ettiği takdirde Arap geleneklerine göre
amcasının onu elinden tutması gerekiyordu. Fakat Ebu Leheb, İslâma karşı
duyduğu kin ve nefret ile küfrü ve Cahiliyye'ye olan sevgisi nedeniyle bütün bu
Arap geleneklerine sırt çevirdi.
Mekke'de, Ebu Leheb, Hz. Peygamber
(a.s.)'in en yakın komşusuydu. İkisinin evini bir duvar ayırıyordu. Ayrıca,
Hakem bin As (Mervan'ın babası), Ukbe bin Ebi Muayt, Adiyy bin Hamra-is-Sakafi
ve İbn'ul-Esdâil Huzeli de Rasûlullah (a.s.)'ın komşusuydular[3].
Bu adamlar, Hz. Peygamber (a.s.)'e evinde bile rahat nefes aldırmıyorlardı.
Rasûlullah (a.s.) namaz kılarken bazen başına keçi işkembesi atarlardı; bazen
da avlusunda yemek pişirilirken tencerelerin üstüne pislik atarlardı. Hazreti
Peygamber (a.s.) dışarıya Çıkıp, "ey Abd-i Menaf, bu ne biçim
komşuluktur" diye seslenirdi. Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil (Ebu
Süfyan'ın kardeşi) sabah Hz. Peygamber (a.s.)'in karısı veya çocukları kalkıp
dışarı çıkınca ayaklarına dikenler batsın diye, gece Rasûlullah (a.s.)'ın
evinin kapısına dikenli çalılar bırakmayı adet edinmişti. (Beyhâki, İbn Ebi
Hâtim, İbn Cerir, İbn Asâkir, Belazuri, İbn Hişâm).
27.1.4.2. Ebu Leheb'in, Gelinleri Olan Rasûlullah'ın
Kızlarının Boşanmalarını Sağlaması
Peygamberlikten önce Rasûlullah
(a.s.)'ın iki kızı, Ebu Leheb'in iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evlenmişlerdi[4].
Peygamberlikten sonra Rasûlullah (a.s.) herkesi İslâma davet etmeye başlayınca
Ebu Leheb oğullarına rest çekti. "Muhammed'in kızlarını boşayıncaya kadar
sizinle görüşmeyeceğim." bunun üzerine ikisi de kanlarını boşadılar.
Uteybe ise cehâlet ve küstahlıkta bir adım daha ileriye giderek Rasûlullah
(a.s.)'a küfretti ve mübarek yüzüne tükürdü. Rasûlullah (a.s.), Allah'a dua
etti: "Ya Rabbi, köpeklerinden birini buna musallat et." Bu olaydan
sonra Uteybe, babasıyla beraber Şam'a gitti. Yolculuk sırasında Ebu Leheb'in
kafilesi vahşi hayvanların geldiği bildirilen bir yerde geceyi geçirdi. Ebu
Leheb, kafiledekilerden oğlunu korumalarını istedi, çünkü Hz. Muhammed
(a.s.)'in bedduasından korktuğunu söyledi[5].
Bunun üzerine kafiledekiler Uteybe'nin etrafında develerini kümeleyip
yattılar. Gece ise bir aslan oraya geldi ve develerin çemberini yarıp Uteybe'ye
yetişti ve onu parçalayarak gitti.[6]
(Bu rivayetlerde biraz ihtilaf vardır. Bazı râviler, Uteybe'nin, Hz. Peygamber
(a.s.)'in kızını peygamberliğinden sonra boşadığını belirtirken, bazıları da
boşanmanın, Ebu Leheb sûresinden sonra meydana geldiğini ifade etmişlerdir.
Bazı râviler hayvan tarafından parçalanan Ebu Leheb'in oğlunun Utbe olduğunu
beyan etmişlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki Mekke'nin fethinden sonra
Rasûlullah (a.s .)'a biat eden Utbe idi. Bu bakımdan aslan tarafından
parçalanan kişi Uteybe'dir.)
27.1.4.3. Hz. Muhammed (a.s.)'in Oğlunun Vefatı
Üzerine Ebu Leheb'in Memnun Olması
Ebu Leheb öylesine kötü niyetli ve
kötü huylu insandı ki, Hz. Muhammed (a.s.)'in oğlu, Kasım'dan sonra ikinci
oğlu Abdullah'ın ebediyete intikali üzerine Ebu Leheb, yeğeninin acısını
paylaşmak yerine sevincini belirtti ve ölüm haberini diğer Kureyşli kabile
reislerine iletmek için koştu. Ebu Leheb, Kureyşli kabile reislerine,
çocukların ölüm haberini "Muhammed'in soyu tükendi" şeklinde
duyurdu.
27.1.4.4. Ebu Leheb'in İslâmî Daveti Engellemesi
Hz. Muhammed (a.s.), İslâmiyet'i
yaymak üzere nereye gidiyorsa Ebu Leheb de oraya giderdi ve halkı kendisi
aleyhine kışkırtmaya ve sözlerini dinlememeleri için ikna etmeye çalışırdı.
Rebi'a bin Abbâd (ya da İbad) Ed-Dili'nin[7]
ifadesine göre, kendisi delikanlıyken babasıyla birlikte Zülmecaz çarşısına
gitti. Orada Rasûlullah (a.s.)'ın halka şöyle dediğini gördü: "Ey ahali,
Allah'tan başka bir ilâh olmadığını söyleyin, o zaman felâh
bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasında bir kişi halkı şöyle
uyarıyordu: "Sakın onun sözlerini dinlemeyin, o yalancıdır, atalarının dininden
dönmüştür." Kendisi bu adamın kim olduğunu sorunca, amcası Ebu Leheb
olduğunu söylediler. (Bk. Müsned-i Ahmed, Taberânî, Beyhakî), ikinci rivayet de
Hz. Rebia'nındır. Kendisi, bir defasında, Rasûlullah (a.s.)'ın, bir kabilenin
konakladığı yere giderek şöyle dediğini duydu: "Ey İnsanlar, ben size
gönderilen Allah’ın Rasûlüyüm. Size Allah'a ibadet etmeyi ve O'na kimseyi
ortak koşmamayı emrediyorum. Siz söylediklerimi doğrulayın ve beni destekleyin
ki Allah'ın beni görevlendirdiği işi başarıyla bitirebileyim." Rasûlullah
(a.s.)'ın arkasından bir adam geliyordu. Bu adam şöyle diyordu: "Ey Beni
Falan.... Bu adam sizi Lât ve Uzza'dan uzaklaştırıp bid'ate ve sapıklığa
götürmek istiyor. Sözlerini hiç dinlemeyin ve O'na itaat etmeyin." Rebiye
babasına bu adamın kim olduğunu sordu. Babası da bu adamın Rasûlullah
(a.s.)'ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi. (Müsned-i Ahmed, Taberânî, İbn
Hişâm, Taberî). Târık bin Abdullah el-Muharibi'nin rivâyeti de buna
benzemektedir. Kendisi, Rasûlullah (a.s.)'ın Zülmecaz çarşısında halka yüksek
sesle şunları söylediğini duydu: "Ey İnsanlar, Lâilahe İllallah deyin,
felahı bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasından da bir adam
geliyordu. Bu adam Rasûlullah (a.s.)'a taş atıyordu; öyle ki topukları kanla
dolmuştu. Bu adam, "bu yalancıdır, bunun sözlerini dinlemeyin" diye söyleniyordu.
Etraftakiler bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi.
(İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Hıbbân, Hâkim, Taberânî, Nesâî ve İbni Mace de
bu olayı özetlemişlerdir).
27.1.4.5. Şi'bi Ebi Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb'in
Davranışı
Hz. Muhammed'in peygamberliğe
tayin olunmasının 7. senesinde Kureyş'in bütün kabile ve aileleri, Beni Hâşim
ile Beni el-Muttalib'e sosyal ve ekonomik boykot uyguladılar. Bu iki aile de
Rasûlullah (a.s.)'ı himaye etmekten vazgeçmediler ve Şi'bi Ebi Tâlib'te
muhasara altında kalmayı kabul ettiler. Bu zor günlerde de Beni Hâşim ve Beni
Muttalib'den, kâfirlerden yana çıkan sadece Ebu Leheb'ti. Beni Hâşim ile Beni
Muttalib'in sosyal ve ekonomik boykotu üç yıl sürdü ve bu müddet içinde her
iki aile de çok zor günler yaşadı ve açlıkla karşı karşıya kaldı. Fakat Ebu
Leheb kendi akrabalarına yardım etmek için parmağını bile oynatmadı. Hatta,
acılarına acı katmaya çalıştı. Nitekim Mekke'ye herhangi bir ticaret kafilesi
geldiğinde Şi'bi Ebi Tâlib'te mahsur kalanlar için bazı kimseler yiyecek ve
diğer ihtiyaç maddelerini satın almaya çalışınca, Ebu Leheb bunlara mani olmak
isterdi. Ebu Leheb diğer yandan, gelen tüccarları kışkırtırdı ve fahiş fiyat
talep etmelerini söylerdi. Bu adamlar dediğini yaparlar ve Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur
kalanlar için yiyecek ve eşya satın almak isteyenlerden dört-beş misli daha
fazla fiyat isterlerdi. Böylece Şi'bi Ebi Tâlib'tekilere yiyecek ve eşya almak
isteyenler elleri boş dönerlerdi. Şi'bi Ebi Tâlib'de de aileler ve minik
çocuklar bir süre daha açlıkla başbaşa kalırlardı. Ebu Leheb daha sonra bu
tüccarlardan yiyecek ve diğer eşyalarını normal fiyatla satın alırdı. (İbni
Sa'd, İbni Hişâm).
27.1.4.6. Ebu Leheb'in Muhalefeti Müslümanlara Neye
Mal Oluyordu?
Ebu Leheb'in muhalefeti İslâmi
davete hayli zor anlar yaşattı. Hac mevsiminde Arabistan'ın çeşitli
bölgelerinden Mekke'ye gelen kişi ve gruplar ya da normal günlerde ülkenin
çeşitli çarşı ve pazarlarında toplanan İnsanlar Ebu Leheb'in zehirli
propagandasından hayli etkileniyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.)'in peşine
amcasının takılıp herkesi aleyhinde uyardığını ve kışkırttığını gören millet
tereddüde kapılıyordu. Arap geleneklerine aykırı olarak bir amcanın yeğenine
şiddetle karşı çıkmasının mutlak bir anlamı olduğunu ve kendisinin sebepsiz
muhalefet etmeyeceğini düşünüyordu. Yabancılar, ailesi ve akrabasının Hz.
Peygamber (a.s.)'i daha iyi tanıdığını düşünerek İslam davetine itibar
göstermiyorlardı.
27.1.4.7. Ebu Leheb'in Karısının Tutumu
Ebu Leheb'in karısı, -ki Ebu Leheb
sûresinde kendisinden "odun hamalı" veya dedikodu yapan kadın olarak
bahsedilmiştir- Beni Ümeyye'ye mensup olan Ebu Süfyan'ın kardeşiydi. Asıl ismi
Arvâ ve künyesi Ümm-ü Cemil'di. Bu kadın Hz. Peygamber (a.s.)'e muhalefet ve
düşmanlıkta kocasından geri kalmazdı. Hz. Ebu Bekr'in kızı Hz. Esma (r.a.)'nın
ifadesine göre Ebu Leheb sûresinin indiğini duyan Ümm-ü Cemil, öfkeli öfkeli
Rasûlullah (a.s.)'ı aramaya koyuldu. Avuçları taşlarla doluydu. Bunları
Rasûlullah (a.s.)'a atmak isliyordu ve kendi hazırladığı hiciv şiirlerini okuyordu.
Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı Harem'de Hz. Ebu Bekr ile birlikte buldu. Hz.
Ebu Bekr endişe içinde Rasûlullah (a.s.)'a dedi ki: "Ya Rasûlullah, bu
kadın geliyor ve ben onun size hakaret edeceğinden ve kötü sözler
söyleyeceğinden korkuyorum." Rasûlullah (a.s.) dedi ki, "o beni
göremeyecektir." Gerçekten de Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı orada
olmasına rağmen göremedi ve Hz. Ebu Bekr'e dedi ki duyduğuma göre senin reisin
beni hiciv etmiştir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, "Bu evin Allah’ın yemin
ederim, O seni hiciv etmemiştir."[8]
Bunun üzerine Ümm-ü Cemil oradan ayrıldı, (İbn Ebi Hatim, İbn Hişâm, Bezzâr ve
benzeri bir olayı Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak nakletmiştir).
Ebu Leheb sûresinin inişi, Ebu
Leheb'in karısı ve diğer yakınlarını fena kızdırdı, ama bu sûrede ne
denilmişse doğruydu ve bunları kimse değiştiremezdi. Sûrede "Ebu Leheb'in
elleri kurusun (kırılsın)" buyurulmuştu. Burada geçmiş zaman
kullanılmıştı; zira Kur'an-ı Kerim bunu bir emrivaki olarak ortaya koyuyordu.
Abu Leheb'in ellerinin kuruması veya kırılmasının anlamı, gerçekten onun
ellerinin kırılması değildi. Anlatılmak istenen şey, Ebu Leheb'in bütün
çabalarının boşa gitmesiydi; ki gerçekten de böyle oldu. İslam davetinin
başlamasından sonra birkaç yılda Ebu Leheb üst üste ağır darbeler yedi. Onun
başarısızlığı gerçekten ibret vericiydi. Bedir gazvesinde İslam düşmanlığıyla
ün yapmış olan Kureyş'in büyük simaları öldüler. Bunlar Ebu Leheb'in ya yakın
akrabaları ya da çok sevdiği dostlarıydılar. Bu hezimet ve facianın haberi
Mekke'ye ulaşınca Ebu Leheb öylesine üzüntüye kapıldı ki, ancak yedi gün daha
yaşayabildi ve Cehennem'e vasıl oldu. Ölümü de vebaya benzer öldürücü kabarcık
"püstül" hastalığından oldu. Bulaşıcı bir hastalık olduğu için ailesi
de onu tenha bir yerde ölüme terk etti. Öldükten sonra da üç güne kadar kimse
cesedine yaklaşmadı. Bu süre içinde cesedi çürüdü ve kokmaya başladı. Nihayet,
herkes Ebu Leheb'in çocuklarıyla alay etmeye başlayınca, bunlar bir rivayet»
göre kendileri bir çukur kazıp odun ve sopalarla cesedi buna atıverdiler ve
üstünü toprakla örttüler. Ebu Leheb'in başarısızlığının bir başka örneği de
ömrü boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı İslâm dinini, evlatlarının kabul
etmesiydi. İlk önce kızı Dürre hicret edip Mekke'den Medine'ye geldi ve
İslâmiyeti kabul etti. Daha sonra Mekke fethi sırasında iki oğlu Utbe ile
Muattib (r.a.) Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)'ın huzuruna çıkıp
İslâmiyet'i kabul ettiler.
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendi
ailesine ve kabilesine Allah'ın dinini tebliğ ettikten sonra, Mekke'nin diğer
aile, kabile ve gruplarına ve bütün Arap halkına dinin esaslarını anlatmaya
çalıştı. Hz. Muhammed (a.s.) tebliğin açık bırakılmasından sonra Mekke'de
kaldığı 10 sene içinde her yerde ve her vesile ile halka Kur'an-ı Kerim'i
okumaya ve onları Allah'ın dinine davet etmeye devam etti. Hazreti Peygamber
bu tebliğ işini evde, çarşıda, pazarda, Beyt'ul Haram'da, özel sohbetlerde ve
açık toplantılarda aralıksız yürüttü ve karşısında hiçbir engel tanımadı,
hiçbir şeyden yılmadı. Rasûlullah (a.s.) dışardan Mekke'ye Hac, umre, seyahat
veya ticaret, her ne sebeple olursa olsun, gelenlere de İslâm'ın öğretilerini
anlatırdı. Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz[9]
panayırlarına da gidip muhtelif kabileleri Hak dinine çağırırdı. Hac
mevsiminde herkes Mina'da toplandığı zaman da her kabilenin çadırına gidip
meramını anlatmaya çalışırdı. Kimse müsbet bir tepki göstersin ya da
göstermesin, Rasûlullah (a.s.) tebliğ işini metanet ve ciddiyetle yapardı. Bazıları
sert tepki gösterir, kötü sözler söyler, küfreder, hatta taş da atarlardı. Ama
Hz. Peygamber (a.s.) metanetini kaybetmeden vazifesini yapardı.
İbni Cerir Taberî kendi tarih
kitabında ve İbni Esir de kendi eserinde Kureyşlilerin Beni Hâşim ile Beni
Muttalib'i sosyal ve ekonomik açıdan boykot edip Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur
ettikleri zorlu günlerde bile, Hz. Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarını
sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ bazen gizli bazen açık oluyordu; ama
gece-gündüz devam ediyordu. Kur'an-ı Kerim'in sûre ve ayetleri bu devrede ard
arda geliyor ve bunların halka duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.)
bu ayet ve sûreleri halka alenen duyuruyor, kâfirlerin itiraz ve ithamlarına
cevap veriyor, onları hak yoluna getirmeye çalışıyor ve müslümanların şüphe ve
tereddütlerini gidermeye çalışıyordu.
İbni Sa'd'ın ifadesine göre gizli
davet ve tebliğ devri bittikten sonra Mekke'de geçen 10 yılda Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.) sürekli olarak Minâ, Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarında
her kabileye ve her çadıra gidip; şu sözleri söylerdi: "Ey millet,
Lailahe ilallah deyin, felahı bulacaksınız ve bu Kelime-i şehâdet sayesinde
Arabistan'ın hakimi olacaksınız. Acemler de size tabi olacaklardır. İman
ettiğiniz takdirde Cennet'de her şeye sahip olacaksınız." Hz. Peygamber
(a.s.)'in peşinden de Ebu Leheb gelip halkı kışkırtınca dinleyiciler derdi ki:
"Ey Muhammed (a.s.) seni, senin aile ve kabilenin adamları daha iyi
tanıyor ve biliyordur. Onlar sana tabi olmadılarsa, biz sana nasıl itaat
edelim?" Bu soruyu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) sadece şunları söylemekle
yetinirdi: "Ey Allahım, sen isteseydin, bunlar böyle olmayacaktı."
Taberânî, Hz. Haris bin el-Hars ve
Hz. Münbit el-Ezdi'ye istinaden hemen hemen aynı ifadeleri taşıyan hadisleri kaydetmiştir.
Bu hadislerde, adı geçen sahabeler şunları anlatmışlardır: "Biz bir
defasında Rasûlullah (a.s.)'ın halkı Tevhid'e davet ettiğini ve şunları
söylediğini gördük: "Ey İnsanlar, Lâilahe illallah deyin, felahı
bulacaksınız!" Bu sözleri dinleyen halk kendisine eziyet etti. Bazıları
tükürdü küfür etti ve bazıları toz toprak attı. Nihayet öğle vakti geldi ve
herkes dağıldı. Daha sonra bir kız bir kapta su ve mendil ile kendisine
yaklaştı. Onun boynu açıktı. Hz. peygamber (a.s.) su içti ve abdest aldı. Daha
sonra o genç kıza, "Kızım, boynunu ört" dedi. Biz sorduğumuzda, onun
Rasûlullah (a.s.)'ın kızı Hz. Zeyneb (r.a.) olduğunu öğrendik."
İbni Hişâm, İbni İshâk'a atfen
Rasûlullah (a.s.)'ın küçük-büyük her toplantıya ve özellikle fuar ve
panayırlara gidip herkesi İslâm'a davet ettiğini ifade etmiştir. Aynı şekilde
Hz. Peygamber (a.s.), Arabistan'ın neresinden olursa olsun, Mekke'ye gelen
herkese tebliğ ve telkinde bulunurdu.
İbni Kesir'in "el-Bidaye
ven-Nihaye"de anlattığına göre Hz. Peygamber (a.s.) gece gündüz, ister
açık, ister kapalı olsun tebliğ, vaaz ve telkinini yapardı ve kimseden
korkmazdı. Özel sohbetlere ve toplantılara gider kendilerine Allah’ın mesajını
sunardı. Panayırlarda ve hac mevsiminde toplanan cemaatlere gider ve onlara
tebliğde bulunurdu. Rasûlullah (a.s.) zengin, fakir, köle, hizmetçi, tüccar,
esnaf, işçi, genç, yaşlı, kadın, erkek kısacası herkese İslam'ın esaslarını
anlatırdı.
Bu tarihi kayıtlar, Kur'an-ı
Kerim'in Mekke döneminde inen süreleriyle doğrulanmış oluyor. Bu ayet ve sûrelerde
Kureyş'in saçma sapan itirazları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır.
Belli ki, Kur'an-ı Kerim Mekkeliler, Kureyşliler ve diğer Araplara açıkça
duyurulmamış ve Hz. Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin kabul edilmesini
istememiş olsaydı, Kureyşliler kendisine, Kur'an-ı Kerim'e, Ahiret'e ve
İslâmiyet'in diğer emir ve talimatına itiraz ve ithamlarda bulunmazlardı ve
Kur'an-ı Kerim'de bunlara gereken cevabı vermezdi.
27.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)'in İtibarı ve Ahlâki
Ağırlığı
Bu noktada şöyle bir soru aklımıza
geliyor: Kureyşliler ve diğer kâfirler neden Hz. Muhammed (a.s.)'i Beytullah'ta
namaz kılmaktan ve Kur'an-ı Kerim'i alenen halka duyurmaktan alıkoymadılar? Bu,
her iki hareket de Kureyş'in öfke ve nefretinin uyanmasına sebep oluyordu ve
Hz. Muhammed (a.s.)'den başka kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi. Bunun
sebebi, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece Beni Hâşim ve Beni Muttalib tarafından
kuvvetle desteklenmesi ve bu ailelerden Kureyşin korkması değildi. Bir başka
sebep, Hz. Muhammed (a.s.)'in Kureyş ve diğer kabileler arasında korkunç itibar
ve ahlâki ağırlığa sahip olmasıydı. Kureyşliler öfkeden kuduruyor. Rasûlullah
(a.s.)'ı ve diğer müslümanları dövüyor, sövüyor, küfrediyor ve taş
atıyorlardı, ama yanında tir tir titriyorlardı. Onun manevî gücünden ödleri
kopuyor, itibarı ve nüfuzuna karşı çaresiz kalıyorlardı.
Hz. Peygamber (a.s.)'in bu manevî
ve ahlâki gücünün çeşitli sebepleri vardı. Birincisi, doğuşundan beri Hz.
Muhammed (a.s.) ile ilgili olarak öyle bazı olaylar meydana gelmişti ki,
Kureyşliler ve Mekkeliler kendisinin istikbal vaadeden büyük bir şahsiyet
olduğuna inanmışlardı. Nitekim, peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (a.s.)
büyük bir sevgi ve saygıya sahipti.
İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)'in
ağzından hiçbir zaman yanlış ve kötü sözler duyulmamıştı. Söylediği her söz
gerçekleşiyordu. Bedduaları ve istikbale ait haberleri aynen gerekleşiyordu. Bu
sebeple Kureyşli kâfirler ağzından menfi bir sözün çıkmasından korkuyorlardı.
Biraz yukarıda gördüğümüz gibi, Ebu Leheb gibi bir İslâm düşmanı bile, Hz.
Peygamber (a.s.), oğlu Uteybe hakkında ağır söz söyledikten ve beddua ettikten
sonra hayli korkmuştu. Ebu Leheb Suriye'ye yaptığı seyahat sırasında oğlunun
emniyetinden korkuyordu ve arkadaşlarının kendisine yardımcı olmalarını
istiyordu. Fakat onun bütün tedbirleri boşa çıktı ve Rasûlullah (a.s.)'ın dua
ettiği gibi vahşi bir hayvan Uteybe'yi parçaladı.
Üçüncüsünü, Rasûlullah (a.s.)'ın
şahsiyeti ve karakteri tertemiz ve lekesizdi. Kimse ne kadar çabalarsa
çabalasın, kendisine dil uzatamaz ve hakkında kötü bir şey söyleyemezdi. Güzel
ahlâkına herkes hayrandı. Doğru sözleri ve iyi muameleleri, Mekke ve çevredeki
bütün bölge halkını kendisine hayran bırakmıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in doğru
sözlülüğü, dürüstlüğü ve temiz karakteri ile güvenilirliğini düşmanları bile
kabul ediyorlardı. Herkes emanetini Rasûlullah (a.s.)'a vermek temayülünde
idi. Nitekim, İbn Cerir'in dediği gibi, Medine'ye hicret sırasında bile Mekkelilerin
tümü kendisine emanetlerini koymaya hazırdılar. Bu sebepten dolayıdır ki,
Hicret'ten önce kendisine yatırılan para ve kıymetli eşya sonradan sahiplerine
iade edildi.
Rasûlullah (a.s.)’ın bu manevî ve
ahlâki ağırlığı ve ihtişamı karşısında en büyük düşmanları bile donup
kalırlardı. Bunu Ebu Cehil'in başına gelen birkaç vak'a ile ispatlamaya
çalışalım.
27.1.7. Ebu Cehl'in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili
Bir Olay
İbni İshâk diyor ki bir defasında
Iraş[10]'tan
bir kişi bazı develerle Mekke'ye geldi. Ebu Cehil bu develeri satın aldı, ama
paralarını ödemedi. Iraş'lı tüccar bir gün Ka'be'de Kureyşli kabile reislerine
gidip feryad etmeye başladı. Harem'in bir köşesinde Hz. Muhammed (a.s.) de
vardı. Iraş'lının feryadları boşa gitti ve kabile reisleri şaka olsun diye
kendisine şunu söylediler: "Biz bir şey yapamayız. Ama orada oturan bey
var ya, ona git. O senin paranı geri aldırır." Iraşlı, Hz. Muhammed
(a.s.)'e yöneldi. O sırada kabile reisleri, aralarında "bugün iyi bir
eğlence olacak" dediler. Iraşlı, Rasûlullah (a.s.)'a gidip derdini
anlattı. Rasûlullah (a.s.) hemen o an onunla beraber kalktı ve Ebu Cehl'in
evine yürüdü. Kureyşli kabile reisleri ise arkalarından bir adam taktılar ki,
olup bitenleri kendilerine anlatsın. Hz. Muhammed (a.s.) Ebu Cehl'in evine
gidip kapısını çaldı. Ebu Cehl, "kim o?" diye seslendi. Hz. Peygamber
(a.s.), "Muhammed" diye kendisine cevap verdi. Ebu Cehl, şaşkınlık
içinde dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (a.s.) "bu adamın hakkını ver"
dedi. Ebu Cehl, herhangi bir ses çıkarmadan hemen evin içine dönüp paraları
getirdi ve develerin sahibine verdi. Kureyşli kabile reislerinin gönderdiği
adam bu vak'ayı görünce şaşkınlık içinde Harem'e koştu ve reislere olup
bitenleri şöyle anlattı: "Vallahi bugün hiçbir zaman göremediğim bir şey
gördüm. Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) evden çıkıp Muhammed'i görünce donup kaldı
ve Muhammed, 'bu adamın hakkını ver' dediğinde sanki o (Ebu Cehl) cansız bir
cesede dönmüştü". İbni Hişâm, CII, s. 29-30. Belazuri de bu vak'ayı,
"Ensâb'ul Eşraf' C.I, s. 128-129'da anlatmıştır.)
27.1.8. Ebu Cehl'in Başına Gelen İkinci Olay
Ebu Cehl'in, Hz. Peygamber (a.s.)
karşısında etkisiz ve çaresiz kalışının ikinci olayı, Kadı Ebu'l-Hasen
el-Maverdi tarafından "Alâmün Nübüvvetle anlatılmıştır. Olay şuydu: Ebu
Cehl bir yetimin velisiydi. Bu çocuk bir gün perişan bir vaziyette Ebu Cehl'e
geldi. Üzerinde doğru dürüst bir elbise bile yoktu. Ebu Cehl'den, babasının
kendisi için bıraktığı mirastan bir kısmını istedi. Fakat Ebu Cehl, bu zavallı
çocuğun sözlerine kulak asmadı. Çocuk, bir süre bekledikten sonra ümitsizlik
içinde geldiği yere döndü. Kureyşli kabile reisleri olayı duyunca çocuğu
kışkırtmak istediler ve kendisinin Hz. Muhammed (a.s.)'e gidip şikâyette
bulunmasını istediler. Çocuk, Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebu Cehl arasındaki
gergin ilişkiyi bilmiyordu. Reislerin demesi üzerine Hz. Muhammed (a.s.)'e
gitti ve derdini anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) o an yerinden kalkarak çocukla beraber
Ebu Cehl'e gitti. Ebu Cehl, Hz. Muhammed (a.s.)'i güler yüzle karşıladı ve ne
için geldiğini sordu. Hz. Muhammed (a.s.) çocuğun hakkının kendisine verilmesini
istedi. Ebu Cehl, bu sözler üzerine derhal evine gitti ve çocuğa payını verdi.
Kureyşli kabile reisleri tetikte idi ve iyi bir kavganın patlak vereceğini
umuyorlardı. Ama olup bitenleri görünce ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu
Cehl'e gelip niçin böyle tuhaf davrandığını sordular. Ebu Cehl dedi ki:
"Vallahi ben dinimi terk etmedim. Fakat bana öyle geldi ki, Muhammed'in
her iki tarafında birer öldürücü silah vardır ve sözlerinin dışına çıkarsam
bunların bana saplanacağını sandım."
27.1.9. Ebu Cehl'in Başına Gelen Üçüncü Olay
Belâzuri'nin dediği gibi, bir gün
Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas
(r.a.) ile beraber Mescid-i Harem'de oturuyordu. Derken, Beni Zübeyd'in bir
ferdi gelip, "Ey Kureyşliler size kim ticari mallar getirebilir ki, çünkü
siz dışardan gelenlerin mallarını çalıyorsunuz." Rasûlullah (a.s.)
kendisine kimin zulüm ve haksızlık ettiğini sordu. O adam, Ebu'l-Hakem (Ebu
Cehl)'in adını verdi; ve şöyle dedi: "Ebu Cehl benim en iyi üç devemi
almak istedi ve bunlara en düşük fiyat biçti. Şimdi kimse onun verdiği fiyatın
üstüne çıkamıyor. Bu fiyatla develerimi satarsam zarar ederim." Rasûlullah
(a.s.) ondan bu üç devesini satın aldı. Ebu Cehl uzaktan bunları görüyordu.
Rasûlullah (a.s.) ona gidip "sakın ha, bundan sonra bu Bedevi'ye yaptığın
hareketi tekrarlarsan fena yaparım" dedi. Ebu Cehl de gayet sakin bir
şekilde, bir daha böyle bir hareket yapmayacağını bildirdi. Orada hazır
bulunan Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler, Ebu Cehl'i gayrete getirmeye
çalıştılar ve "Sen Muhammed'in yanında öyle kuzu kesildin ki biz senin de
müslüman olacağını sandık" dediler. Ebu Cehl, "vallahi ben hiçbir
zaman Muhammed'e tabi olmayacağım. Fakat ben onun her iki tarafında birkaç
mızraklıyı gördüm. Bana öyle geldi ki Muhammed'in sözlerini dinlemezsem o
mızraklılar bana çullanacaklardır." (Ensâb'ul-Eşrâf: c.1, s. 130)
27.1.10. Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)'in Haklılığına
İnanıyorlardı
Hazreti Peygamber (a.s.)'in ahlâki
üstünlüğünün bir başka sebebi davasının haklılığıydı. Kâfirler Hz. Muhammed
(a.s.)'in Hak yolunda olduğunu ve kendilerinin Batıl'ı temsil ettiklerini çok
iyi biliyorlardı. Hem kendilerinin, hem savundukları davanın yalan olduğunun
farkındaydılar. Ama cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş
yere şeref ve namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi
sebeplerden dolayı Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet ediyorlardı. Kendi
içlerindeki zaaf ve suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed (a.s.)'i
mutlaka durdurmaları gerektiğine inanıyorlardı. Medeni cesaretleri yoktu. Bu
sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)'in haklı ve kendilerinin haksız olduğunu ilân
etmekten çekiniyorlardı. Bunun bazı misallerini biz daha sonra vereceğiz. Biz,
burada sadece şunu söylemek istiyoruz ki; Rasûlullah (a.s.)'ın Ben büyük
düşmanı bir defa değil, bir kaç defa Hz. Muhammed (a.s.)'in haklılığına inanmış
ve yanında çaresiz kalmıştı. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet etmek için
de çok sudan ve abes sebepler ileri sürüyordu.
Beyhakî, Zeyd bin Eslem'e dayanarak,
Hz. Muğire bin Şu'be'nin şu hadisini nakletmiştir: "Ben henüz müslüman
olmadığım sırada bir gün Ebu Cehl ile birlikte Mekke'de bir yoldan geçiyordum.
O sırada Rasûlullah (a.s.) ile karşılaştık. Rasûlullah (a.s.), Ebu Cehl'e hitap
ederek, "ey Ebu'l-Hakem, Allah'a ve Rasûlüne gel. Ben seni Allah'a
çağırıyorum." Ebu Cehl, "ey Muhammed, sen mabûdlarımızı kötülemekten
vazgeçer misin? Sen bize Allah'ın emrinin getirildiğinin şahitliğini mi
istiyorsun? biz bu şahitliği yapmaya hazırız. Fakat, inan ki, senin Hak
üzerinde olduğuna gerçekten inansaydım sana iman ederdim." Bundan sonra
Rasûlullah (a.s.) yoluna devam etti. Daha sonra Ebu Cehl bana dönerek,
"vallahi, bu adamın dediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Fakat bir şey
bana mani oluyor. Kusayy'ın evlatları 'hicabe' (hacılara yemek yedirme) bizde
kalsın dediler, bizde evet dedik. Onlar "sikaye" (hacılara su
içirme) de bizde kalsın dediler. Biz buna da evet dedik. Onlar
"nedve" (toplantı ve hazırlık çalışmaları bizde kalsın) dediler. Biz
buna da evet dedik. Daha sonra, "liva" (hac sırasında bayrak
taşımanın da kendilerinde kalmalarını istediler. Buna da ses çıkarmadık. Daha
sonra onlar da (hacılara) yemek yedirdiler ve biz de yemek yedirdik. O kadar
ki, dizlerimiz onların dizlerine değdi. Şimdi de diyorlar ki peygamber de
bizden olsun. İşte buna izin veremeyiz. Vallahi, billahi, buna izin
veremem."
İbni Ebi Hâtim, Ebu Yezid
Medeni'ye dayanarak şu olayı kaydetmiştir: Bir defasında Ebu Cehl, Hz.
Muhammed Mustafa (a.s.) ile karşı karşıya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir
kişi lâf attı: "Bu da ne gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu
adamla el mi sıkışıyorsun?" Ebu Cehl onu biraz uzağa götürüp kulağına
fısıldadı: "Vallahi onun peygamber olduğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i
Menaf a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?"
İmam Süfyân-ı Sevri, Tirmizî ve
Hâkim, Hz. Ali (r.a.)'ye ait olan şu hadisi nakletmişlerdir: Ebu Cehl bir
defasında Rasûlullah (a.s.)'a şöyle dedi: "Biz seni değil senin
getirdiğin şeyi yalanlıyoruz."
Beyhakî ve İbn Hişâm, İbn İshâk'a
dayanarak ve İbn İshâk da İmam Zührî'ye dayanarak şu ilginç olayı
nakletmişlerdir: Bir gece Ebu Cehl, Ebu Süfyân ve Ahnes bin Şerik ayrı ayrı
evlerinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)'ın namazda okuduğu Kur'an'ı dinlemeye
çalıştılar. Her üçü de birbirlerinden habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini
gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir harekette bulunmayacaklarına
karar verdiler. Zira onlara göre halk kendilerinin böyle gizli gizli Hz.
Muhammed (a.s.)'in okuduğu Kur'an'ı dinlediklerini duyunca onlara karşı
duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci gün yine aynı olay meydana geldi ve
sabah yine birbirlerini görüp ileri için sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü
gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes bin Şerik dayanamadı ve Ebu
Süfyan'a gidip sordu. "Ey Ebu Hanzala, bana doğruyu söyle, Muhammed
(a.s.)'in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun? Ebu Süfyan dedi ki:
"Ebu Sa'lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek
olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki onların manasını ve gayesini
bilmem."[11]
Ahnes, "ben de aynı fikirdeyim" dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehl'e gitti
ve "Ebu'l-Hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne diyorsun?"
diye sordu. Ebu Cehl dedi ki: "Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menaf
arasında büyüklük kavgası var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdiler, biz de.
Onlar da bazı mes'uliyetler taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler,
biz de. Nihayet biz şimdi aynı hizaya gelince diyorlar ki kendilerinde bir
peygamber vardır. Bu peygambere Allah'tan vahiy geliyormuş. Şimdi bana söyler
misin, biz böyle bir peygamberi nereden bulalım. Allah'a yemin ederim biz onu
kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik etmeyeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri
Ebu Cehl, Ahnes bin Şerik'e Bedir savaşı sırasında da tenha bir yerde
söylemişti. İbni Cerir Taberî kendi tefsirinde Süddi'ye dayanarak şu olayı
anlatmıştır: Ahnes, Ebu Cehl'e, "şu anda burada sen ve benden başka kimse
yoktur. Bana doğruyu söyle, Muhammed sâdık (gerçek bir peygamber) midir".
Ebu Cehl dedi ki: "Vallahi Muhammed doğru sözlü bir insandır. O hiçbir
zaman yalan söylememiştir. Fakat Beni Kusayy, Kâ'be'nin bayraktarlığı ile
hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanı sıra peygamberliği de
alıp götürürlerse diğer Kureyşliler ne yapsın?"
Ebu Cehl gibi ezeli bir düşmanın tutumu
böyle olduktan sonra diğer İslam düşmanlarının durumunu siz kendiniz
kıyaslayınız.
27.1.11. Hz. Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş'in
Tutumu
Burada şunu da unutmayalım ki, Hz.
Peygamber (a.s.)'e şiddetle muhalefet eden Kureyşliler aslında O'nun kişiliği,
karakteri ve meziyetlerini kabul ediyorlardı. Nitekim, müslümanlar ile kâfirler
arasında ihtilâf ve kavga en çetin safhasında iken Mekke'de büyük bir açlık ve
kıtlık baş gösterdi. Herkes çaresizlik içinde kıvranıyordu ve bu âfetten
kurtulmanın yollarını arıyordu. Nihayet Kureyşli kabile reisleri bir araya
gelip Hz. Peygamber (a.s.)'in yanına geldiler ve âfetin önlenmesi için Allah'a
dua etmesini istediler. Bu olayı İmam Buhârî ile Beyhakî az bir ifade değişikliğiyle
Mesrûk ve Hz. Abdullah bin Mes'ud'a dayanarak nakletmişlerdir. Olay şöyle
cereyan etmişti: Kureyşliler azıp muhalefet kampanyasını büyütünce ve isyankâr
tutumunu katılaştırınca Rasûlullah (a.s.) Allah'a "ya Rabbi, Hz. Yusuf
zamanında 7 yıllık kıtlık ve açlık yarattığın gibi, bu adamlara karşı bana
yardımcı olmak üzere burada da 7 yıllık bir açlık ve kıtlık yarat" diye
dua etti. Bunun üzerine öyle korkunç bir kıtlık başladı ki, adamlar ölüleri,
kemikleri ve hayvan derilerini yemeye başladılar. Nihayet, Ebu Süfyan ile
Mekke'nin diğer kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)'in huzuruna geldiler ve
kendisine şöyle dediler: "Ya Muhammed, siz kendinizin dünyaya rahmet
olarak gönderildiğinizi söylersiniz. Ama görüyorsunuz ki, kavminiz kıtlık ve
açlıktan helâk oluyor. Lütfen kavminiz için dua ediniz." Hz. Peygamber
(a.s.) de Allah'a dua etti. Bunun üzerine bardaktan boşalırcasına yağmur yağdı.
O kadar ki, herkes yağmurdan şikayet etmeye başladı. Hz. Peygamber tekrar
Allah'a, "Allah'ım, yağmur etrafımıza yağsın, bize değil" diye dua
etti. Bu dua üzerine bulutlar dağıldı. İmam Buhârî'nin İbni Abbas'a dayanarak
naklettiği bir başka hadisi vardır. Buna göre, Ebu Süfyân, Hz. Peygamber
(a.s.)'e gelip yalvardı ve dedi ki adamlar açlıktan ölüyorlar. Yiyecek hiçbir
şey bulamadıkları için kemikleri bile yiyorlar. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.)
dua etti ve Allah da kıtlık ile açlığa son verdi.
Bu olaylar gösteriyor ki Kureyşli
kabile reisleri Rasûlullah (a.s.) ile doğrudan kavgaya girmeye veya tebliğini
duyurmaya cesaret edemiyorlardı. Fakat bunun yanı sıra, tebliğin devam
etmesini ve kendi atalarının din, inanç ve geleneklerinin de bir anda yok
olmasını hazmedemiyorlardı. Onların alıştıkları bir hayat düzeninin yerine
başka bir hayat düzeninin kurulmasına ve Arap halkının yavaş yavaş İslâm'ın
dairesine gitmesine de razı değillerdi. Bu sebeple, İslâmi davetin ne pahasına
olursa olsun durdurulmasından yana idiler. Aynı sebepten dolayı, ilerde
anlatacağımız gibi, Hz. Peygamber (a.s.)'e sözle ve fiilen saldırmaktan da geri
kalmıyorlardı.
[1]
Bu adamın asıl adı Abd-ul Uzza bin Abdulmuttalib idi, künyesi Ebû Utbe idi.
Fakat parlak kırmızı yüzü sebebiyle "Ebû Leheb" (ateş suratlı)
lakabıyla meşhur olmuştu, İbn Sad bizzat Abdulmuttalib'in kendisini Ebû Leheb
diye çağırdığını yazmıştır.
[2] "Tabakat-ı İbn Saad" Beyrut
baskısı, C. IV, s. 49-80'de bulunan kayıtlara göre Ebû Süfyân hem Hz. Peygamber
(a.s.)'in amcazâdesiydi hem de Halime Sa'diyye'nin sütünü emdiği için O'nun süt
kardeşiydi. Ebû Süfyân Cahiliyye devrinde Hz. Peygamber (a.s.)'i çok severdi;
fakat kendisine peygamberlik gelince, en büyük muhaliflerinden biri oluverdi.
Belâzurî de "Ensâb-ul Esrar C. I, s. 361. Mısır baskısında da hemen hemen,
aynı şeyler yazmış, ama şunları da eklemiştir: "Rasûlullah, Hz. Abbas'ın
tavsiyesi üzerine Ebû Sufyân'ı affetti." Belâzurî ayrıca, Ebû Sufyân'ın
Ebva mevkiinde Hz. Peygamber (a.s.)'e biat ettiği yolundaki rivayetlerin zayıf
olduğunu bildirmiştir. Belazuri bu olayın Mekke ile Medine arasında Cuhfe
mevkiinde cereyan ettiğini yazmıştır." "Mu'cem-ul Buldân"da da
aynı rivâyete rastlanmaktadır.
[3]
İbn Sa'd'a göre bu komşuların en yakını Ebû Leheb ve Ukbe idiler. Nitekim Hz.
Ayşe'nin şu hadisini naklediyor: "Rasûlullah buyurdular; ben en kötü iki
komşu arasında idim: Biri Ebû Leheb, diğeri Utbe."
[4]
Taberânî'de, Katade'nin rivâyetine göre; Hz. Umm-u Gülsüm, Uteybe ile ve Hz.
Rukayye, Utbe ile evlenmişlerdi. İbn Kuteybe "El-Maârif'te ve Suheylî
"Ravz-ul Ünuf"ta aynı ifadede bulunmuşlardır. Fakat İbn İshak, Hz.
Rukayye'nin Utbe ile evlenmesi konusunda şüphe etmiştir. İbn Kuteybe, Zürkanî
ve Taberi'nin ifadelerine göre her iki kız da evliliklerinin ilk günlerinde Ebû
Leheb tarafından boşandılar. Daha sonra Rasûlullah (a.s.) Hz. Rukayye'yi Hz.
Osman ile evlendirdi.
[5]
Bu demektir ki Ebû Leheb içten Rasûlullah (a.s.)'in dualarının tesirli olduğuna
inanıyordu.
[6] "El-İsti'âb"; İbni Abd-il Berr,
"El-İsâbe"; İbni Hacer, "El-Ensâb-ul Eşraf"; Belâzurî,
"Delâil-in Nübüvvet"; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, "Ravz-ul
Ünuf"; Süheyli.
[7]
İbn İshâk bunu "İbad" İbn Hişâm da "Abbâd" olarak
yazmışlardır.
[8]
Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in bu sözlerinin anlamı şuydu: Hicvi Cenâb-ı Allah
yapmıştı, Rasûlullah (a.s.) değil.
[9]
Arabistan'da Mina'nın dışında halkın toplandığı üç büyük ve önemli yer vardı.
En büyük panayır Ukâz'da yapılırdı. Ukâz, Taiften bir günlük ve Mekke'den üç
günlük mesafede idi. Burada Şevval ayının başından sonuna kadar büyük bir pazar
kurulur, dükkânlar açılır ve eğlenceler düzenlenirdi. Buraya şair, edib,
konuşmacı, reis, fakir, fukara herkes gelirdi. Şiir ve konuşma yarışması
yapılırdı. Kabileler arasındaki ihtilaf ve kavgalar da burada tatlıya
bağlanırdı. Bazı davalar da burada sonuçlandırılırdı. Daha sonra, 1- Zilkadeden
itibaren, bugün Fatıma vadisi olarak bilinen Merrüzzahrân'da herkes toplanmaya
başlar ve ayın son, Hac devresi başlardı ve Mekke'ye gelen bütün Araplar
Minâ'da toplanırlardı.
[10]
"Mu'cemül Buldan’da belirtildiği gibi bu bir yerin adıdır. Burada oturan
kabilenin adının da "İraş" olması muhtemeldir.
[11]
"İsâbe"de Hâfız İbni Hacer, İmam Zührî'ye dayanarak Hz. Sa'id bin
El-Müseyyeb'in hadisini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebû Süfyan, Ahnes'e
fikrini sorunca kendisi, Hz. Muhammed (a.s.)'in hak yolunda olduğuna inandığını
söyledi. Bu ifâde, Taberânî'nin "Evsat'ta naklettiği Hz. Muaviye'ye ait
hadisle de doğrulanmış oluyor. Hz. Muaviye diyor ki; bir defasında benim babam,
Ebû Süfyân annem Hind ile beraber bir katır üzerinde bir çölden geçiyordu ve peşinde
de ben vardım. Derken, Rasûlullah (a.s.)a rastladık. Babam dedi ki, Muaviye,
sen katırından in ve Muhammed (a.s.)'i bindir. Bunun üzerine ben katırımdan
indim ve buna Hz. Muhammed (a.s.) bindi. Sonra Hz. Muhammed (a.s.) babam ve
anneme hitap ederek dedi ki, "Ey Ebû Süfyân ve Ey Hind bin Utbe, vallahi
siz hepiniz bir gün öleceksiniz, tekrar diriltileceksiniz ve iyi amel işleyen
cennete, kötü amel işleyen de cehenneme gidecek." Sonra Fussilet sûresinin
ilk 11 ayetini okudu. Bundan sonra Hz. Muhammed (a.s.) katırdan inip gitti. Ben
tekrar katıra bindim. Yolda annem, babama kızarak, "Bu sihirbaz, yalancı
ve sahtekâr için oğlumu katırdan indirdin değil mi?" Babam da dedi ki,
"vallahi, bu şahıs ne sihirbazdır, ne yalancı ne de sahtekâr."