Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ. 1

27.1. İSLÂMİYET'İN ALENEN TEBLİĞİ. 1

 

 

Yirmi Yedinci Bölüm: İSLÂMİYETİN ALENEN TEBLİĞİ

27.1. İSLÂMİYET'İN ALENEN TEBLİĞİ

Geçen ilk bölümde de Rasûlullah (a.s.)'ın üç yıl süren gizli tebliğden sonra alenen tebliğe başlayınca, Kureyş ve diğer Arapların niçin şiddetli tepki gösterdikleri ayrıntılı biçimde anlatılmıştır. Bu bölümlerde Kureyş ve Arapların ilk şaşkınlık ve telaş devresini geçirdikten sonra, Hz. Pey­gamber (a.s.)'e ve müslümanlara nasıl muhalefet ve düşmanlık ettikleri et­raflıca ifade edilmiştir. Bu bölümlerde ayrıca, İslâmi davetin ne büyük meziyet taşıdığı ve ne gibi delil ve ahlâk silahlan sayesinde Cahiliyye'nin bütün hile ve tertipleri, baskı ve zulümleri, eziyet ve işkenceleri boşa çı­karıldı ve müslümanlar yollarına devam ettiler. Biz bu bölümde, dördüncü bölümde bıraktığımız kronolojik olaylara tekrar dönüyoruz.

27.1.1. İslâmiyet'in İlk Açık Tebliği

Hazreti Peygamber (a.s.)'in, ilk aleni tebliği Beytullah'ta yaptığı anla­şılıyor. Gerçi tarihçiler ile siyer alimleri bu hususta kesin bir tesbitte bu­lunmamışlardır. Fakat, Kur'an-ı Kerim'de Alak sûresinin ilk beş ayetinden sonra 6'dan 19. ayetlerine kadar, birden bire anlatılan bir olay ve bazı ha­dis kitaplarında bu hususta yapılan açıklamalar konuyu iyice aydınlatmak­tadır. Verilen bilgiye göre bir kişi, Allah'ın bir kulunu namaz kılmaktan alıkoymak istedi ve bu hususta çeşitli tehditler savurdu. Hadislere göre namaz kılan kişi, Rasûlullah (a.s.)'tı ve kendisine müdahalede bulunan ki­şi Ebû Cehil'di. Bu olayı inceleyecek olursak, Rasûl-i Ekrem İslâmiyet'in açık tebliğini, Beytullah'da namaz kılmak suretiyle başlattı. O zamana ka­dar müslümanlar gizli gizli namaz kılıyorlardı ve Beytullah'a (Harem'e) gelmeleri şöyle dursun, herhangi bir yerde bile alenen namaz kılmaya cesaret edemiyorlardı. Sadece bir defasında Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas ve bazı diğer müslümanlar Mekke'nin yakınlarındaki tenha tepelerden birinde na­maz kılarken kâfirler tarafından görülmüş ve iş tartışma ve kavgaya kadar varmıştı. Bu olayı biz daha önce nakletmiştik. Fakat artık Cenab-ı Allah, İslâmiyet'in açıkça ilânını istiyordu ve ilâhi emre uyan Rasûlullah (a.s.) hiç çekinmeden ve korkmadan Harem'e gidip namazını kıldı; ki buna baş­ka kimse kolay kolay cesaret edemezdi.

Hz. Peygamber (a.s.)'in bu jestiyle Kureyşliler ve diğer Araplar ilk defa, Hz. Muhammed (a.s.)'in dininin kendi dinlerinden farklı olduğunu anlamış oldular. Bu olay tabii ki, herkesin hayretini uyandırmıştı; ama Ebu Cehil'in cehaletini herkesten çok karşılaşmıştı. Dolayısıyla, kendisi Hz. Peygamber (a.s.)'e derhal müdahalede bulundu ve tehditler savurmaya başladı. Hz. Ebû Hureyre (r.a.)'nin rivâyetine göre Ebû Cehil, Kureyşlile­re, "Muhammed (a.s.)'in yüzünü yere değdirdiğini gördünüz mü?" diye sordu. Orada hazır bulunanlar "evet" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebû Cehil şöyle dedi: "Lât ve Uzza ya yemin ederim, eğer Muhammed'in böyle namaz kıldığını görürsem boynuna ayağımı koyacağım ve yüzünü yere sürteceğim." Sonra Ebû Cehil Rasûlullah (a.s.)'ı namaz kılarken gör­dü ve boynuna ayağını koymak için ortaya atıldı. Fakat orada hazır bulu­nanlar Ebu Cehil'in birden bire geriye çekilerek yüzünü bir şeyden koru­maya çalıştığını gördüler. Kendisine ne olduğu sorulduğu zaman dedi ki: "Benim ve O'nun (Muhammed, -a.s.-) arasında ateşle dolu bir hendek var­dı, orada korkunç bir şey daha vardı ve bazı tüyler vardı." Rasûlullah (a.s.) buyurdular, "eğer Ebû Cehil bana daha fazla yaklaşsaydı melekler onu paramparça ederlerdi." (Ahmed, Müslim, Nesâî, İbn-i Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn'ul-Münzir, İbn-i Merdûye, Ebû Naim, İsfahani ve Beyhakî).

İbn Abbas (r.a.)'ın rivâyeti ise şöyledir: Ebû Cehil dedi ki, "eğer Mu­hammed (a.s.)'i Kâ'be'nin etrafında namaz kılarken görürsem boynunu ayağımın altına alırım." Hz. Nebi-i Ekrem (a.s.)'e Ebu Cehil'in dedikleri iletilince buyurdular ki: "Eğer kendisi böyle yaparsa melekler gelip onu yakalayacaklardır." (Buhârî, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir Abdurrezzak Abd bin Hamid, İbn'ul-Münzir ve İbn Merdûye).

İbn Abbas (r.a.)'ın bir başka rivâyetine göre Rasûlullah (a.s.) Makam-ı İbrahim'de namaz kılıyordu. Ebu Cehil oradan geçerken, "Ey Muham­med (a.s.) ben sana bunu yapmayı yasaklamadım mı?" diye bir çıkışta bu­lundu ve bazı tehditler savurdu. Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) ken­disine sert çıkıştı ve sözlerini şiddetle reddetti. Ebu Cehil dedi ki, "ey Mu­hammed (a.s.), sen neye güvenerek bana kafa tutuyorsun. Allah için bu vadide en çok taraftar benimdir." (Ahmed, Tirmizî, Nesâî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn'ul-Münzir, Taberânî, İbn Merdûye).

Bu hadiseden sonra da Kureyşliler gruplar halinde toplanarak Hz. Muhammed (a.s.)'in Harem'de namaz kılmasını önlemeye çalıştılar, fakat başaramadılar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur:

"Allah’ın kulu O'na ibadet için kalktığı zaman nerdeyse cinler etra­fında üst üste yığılıyorlardı." (Cin; 19)

Müfessirler burada da "Allah'ın kulu" tabirinden Hz. Peygamber (a.s.)'in kastedildiğinde ittifak etmişlerdir. Bu ayetten ayrıca, Ebu Cehil ve diğer kâfirlerin şiddetli muhalefet ve tehditlerine rağmen Rasûlullah (a.s.)'ın alenen namaz kılmayı bırakmadığı da anlaşılıyor.

27.1.2. Ailesinin En Yakın Fertlerini İslam'a Davet Etmesi

Bundan sonra Rasûlullah (a.s.), Cenab-ı Allah'ın "önce en yakın akra­banı korkut." (Şuara; 214) emrine uyarak Beni Abdülmuttalip Beni Hâşim, Beni Muttalib ve Beni Abd-i Menaf tan en yakın akrabalarını evi­ne davet etti ve kendilerine İslâm'ın emirlerini açıkladı. Belazuri ve İbn Esir'in ifadelerine göre bu davete 45 kişi katıldı. Fakat Rasûlullah (a.s.) meramını anlatmadan Ebû Leheb kendisini şöyle uyardı: "Bak ey Mu­hammed, senin amca ve amcazadelerin burada toplanmış bulunuyorlar. Bunlara ne söylemek istersen söyle, ama sakın dinlerinden dönmelerini is­teme. Ailenin bütün Araplarla savaşacak güce sahip olmadığını bilmeli­sin. Senin elini tutma ve seni durdurma hakkına en çok aile efradı sahiptir. Sen yaptığın işe devam edersen, Kureyşliler diğer Arapların da yardımıyla sana çullanmadan önce ailenin seni durdurması daha kolaydır. Ben, senin kadar, kendi ailesi ve sülâlesi için âfet ve belâ getiren başka kimseyi gör­medim." Böylece, İslâmi tebliğ için Rasûlullah (a.s.)'ın yakın akrabalarıy­la yaptığı ilk toplantı başlan bozulmuş oldu. İkinci gün Rasûlullah (a.s.) akrabalarını tekrar eve çağırdı ve onları İslâm'a davet etti. Toplantıda Ebu Tâlib şöyle konuştu: "Ben şahsen Abdulmuttalib'in dinini terk etmek iste­miyorum. Fakat sana ne emir buyrulmuşsa onu yerine getir. Bu hususta bütün desteğim ve himayem senden yanadır." Ebû Leheb; "vallahi, bu çok berbâd bir şeydir, başkaları ona dur demeden sen onun elini tutuver (dur­dur)" dedi. Fakat Ebû Tâlib diretti: "Hayır, biz yaşadığımız sürece onu (Muhammed -a.s.-'i) koruyacağız." Bu olay, Belazuri ve İbn Esir tarafından, tanınmış ve güvenilir bir râvi olan Hz. Ca'fer bin Abdullah bin Ebi'l-Hakem'e dayanılarak naklolunmuştur. (Bk. "Ensâb'ul-Eşrâf: Belazuri), c.I, s. 118-119, "Tarih'ul Kâmil, İbn Esir, eli, s. 40-41).

Muteber hadislerde, Hz. Muhammed (a.s.)'in bu toplantıda yaptığı konuşma kaydedilmiş ve kendisinin şöyle dediği naklolunmuştur: "ey Abdulmuttalib'in evlâtları, ey Abbas, ey Rasûlullah'ın teyzesi Safiye, ey Mu­hammed'in kızı Fatma, kendinizi Cehennem ateşinden kurtarın, zira ben sizi Allah'ın cezasından kurtarmaya kabil değilim. Fakat malım ve mül­küm ne istiyorsanız sizindir." Görüldüğü gibi, bu konuşmasıyla Rasûlullah (a.s.) kendi akrabalarını sadece İslâmiyet'e davet etmiyordu, ayrıca Al­lah'ın dinini, her türlü akrabalık ilişkilerinden üstün, her türlü maddi ve şahsi çıkarlardan uzak ve her türlü dünyevi hesaplardan arınmış olduğunu da vurguluyordu. Bu dinde Hz. Peygamber (a.s.) dahil en yakın akrabaları için herhangi bir imtiyaz söz konusu değildi. İman etmeyenin akıbeti hak­kında Hz. Peygamber (a.s.) bile teminat veremezdi. Herkes kendi iman ve ameline göre ölçülecek, Hz. Peygamber (a.s.) ile yakınlık derecesine hiç bakılmayacaktı. imansızlık, dinsizlik ve sapıklığın cezası herkese eşit şe­kilde uygulanacaktı. Başkalarının sorguya çekilip cezalandırılması söz ko­nusuyken peygamberin aile ve yakınlarının kurtulması diye bir şey yoktu. Hz. Peygamber (a.s .) işte bu noktaya parmak basmak için, konuşmasında öz kızı Hz. Fatma (r.a.)'nın adını da anmıştı, halbuki o sıralarda onun yaşı iki-iki buçuktan fazla değildi. O kadar küçük yaşta kendisi için günah veya sevap söz konusu değildi. Fakat konuşmanın gayesi, bir nebi ile ailesinin dinde herhangi bir imtiyaza sahip olmadıklarını vurgulamaktı. Bir şey kö­tü ve zararlıysa, herkes için tehlikeli ve zararlıdır. Bir nebiye düşen, bu tehlikeli şeyden önce kendisini, daha sonra da akraba ve yakınlarını kur­tarmasıdır. Bir nebi, önce kendisi iman edip doğru yolu takip etmeli ve kendi aile ve yakınlarını yola getirmeye çalışmalıdır. Böylece herkes teb­liğ ve telkinin herkese açık ve eşit olduğunu görme fırsatını bulmalıdır.

27.1.3. Kureyş Kabilelerinin Tümünü İslâm'a Davet Etmesi

Hz. Peygamber (a.s.) alenen tebliğin üçüncü aşamasında Kureyşlile­rin tümünü İslam'a davet etti. Rasûlullah (a.s.) bir gün sabah Safa dağının en yüksek tepesine çıkarak avazı çıktığı kadar, "vah sabahın tehlikesi, ey Kureyşliler, ey Beni Ka'b bin Lüeyy, ey Beni Mürre, ey Kusayy oğulları, ey Beni Abd-i Menaf, ey Beni Abd-i Şems, ey Beni Hâşim ve ey Abdulmuttalib oğulları..." diye bağırmaya başladı. Hz. Peygamber (a.s.) Kureyş kabilesinin hemen hemen bütün kabile ve ailelerinin adını kullandı. Arabistan'da bir gelenek vardı: Sabahın erken saatlerinde bir tehlike sezildiği veya belirdiği zaman bir kişi dağa veya yüksek bir yere çıkıp herkesi ça­ğırmaya başlardı. Bağırışları duyan herkes etrafında toplanır ve durumu öğrenirdi. Adet üzere Rasûlullah (a.s.)'in sesini duyan herkes Safa dağına koştu; gelmeyenler için de ulaklar yollandı ki oraya gelsinler. Herkes top­landıktan sonra Hz. Peygamber (a.s.) şunları söyledi: "Ey ahali, bu dağın arkasında size saldırmak üzere beklemekte olan büyük bir ordu var de­sem, sözlerime inanır mısınız?" Herkes, "evet, bizim bildiğimiz kadarıyla sen yalan söylemezsin" dedi. Bunun üzerine, Rasûlullah (a.s.) şunları bu­yurdu. "O halde ben sizi, Allah'ın büyük azabı gelmeden önce uyarmak is­tiyorum. Siz O'nun azabından canlarınızı kurtarmaya çalışın. Allah katın­da ben size yardımcı olamam. Kıyamette ancak Allah'tan korkanlar benim akrabam olacaklardır. Başkaları iyi amel ile gelirken, sizin dünyanın vebalini taşıyarak gelmeniz doğru olmayacaktır. Siz o zaman, "ya Mu­hammed" diye yalvaracaksınız, ama ben çaresizlik içinde sizden yüzümü çevireceğim. Fakat dünyada sizinle kan bağım vardır ve burada size her türlü merhamet ve şefkati göstereceğim. (Benzeri hadisler, Buhârî, Müs­lim, Müsned-i Ahmed, Tirmizî, Nesâî ve Tefsir-i İbn Cerir'de Hz. Ayşe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Muharık tarafından naklolunmuştur).

Hz. İbn Abbas'ın çeşitli kaynaklara dayanarak naklettiği ve çeşitli ha­dis kitaplarında yer alan rivayet şöyledir: Rasûlullah (a.s.)'a alenen tebliğ yapma ve en yakın akrabalarını "korkutma" emri geldikten sonra kendisi bir gün şafak sökerken Safa dağına çıkıp şöyle seslendi: "Aman Sabah'ın âfeti". Arabistan'da, bu şekildeki bir uyarı, sabahın ilk ışıklarıyla düşma­nın kendi kabilesine saldırmak üzere, olduğunu gören bir kişi tarafından yapılırdı. Rasûlullah (a.s.)'ın seslenişini duyanlar birbirlerine sordular, "acaba kim sesleniyor?" diye. Bunun Hz. Muhammed (a.s.)'in sesi olduğu söylenince, bütün Kureyşliler Safa dağına koştular. Kendileri gelmeyenler de vekillerini gönderdiler. Herkes toplandıktan sonra Rasûlullah (a.s.) Ku­reyş'in bütün ailelerini tek tek isimleriyle çağırdı ve "ey Beni Hâşim, ey Beni Abdulmuttalib, ey Beni Fihr ve ey Beni Falan, filan". Sonra kendile­rine şu soruyu yöneltti: "Ben size desem ki, bu dağın arkasında size sal­dırma hazırlığında olan bir ordu var, benim sözlerime inanır mısınız?" Toplananlar dedi ki: "Evet, biz senin hiçbir zaman yalan söylediğini gör­medik." Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) şu sözleri söyledi: "O halde, ben sizi ikaz ediyorum. Size büyük bir azab gelecektir." Bunun üzerine başka kimse ağzını açmadan Ebu Leheb ortaya atıldı ve şöyle dedi: "Allah belânı versin, bizi bunun için mi buraya topladın?" Bir hadiste Ebu Le­heb'in, eline taş alıp Hz. Peygamber (a.s.)'e atmak istediği ifade edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhârî, Müslim, Tirmizî, İbn-i Cerir vs.)

İbn Sa'd'ın, İbn Abbas'tan naklen kaydettiği hadisin sözleri şöyledir: Rasûlullah (a.s.) Safa dağından Kureyşlilere hitaben yaptığı konuşmada şunları söyledi: "Cenabı Allah, benim en yakın akrabalarımı uyarmamı is­temiştir. Siz Kureyşliler de benim akrabalarımsınız. Siz, Lâilahe illallah'ı kabul etmediğiniz sürece Ahiret'te Allah tarafından size bir şey verileceği­ne veya herhangi bir pay düşeceğine dair bir söz veremem. Fakat Lâilahe ilallah'ı kabul ettiğiniz takdirde Rabbiniz katında sizin için şahadette bu­lunacağım ve bu kelime-i şehâdet sayesinde Araplar size tabi ve Acemler (Arap olmayanlar) de sizin köleniz olacaklardır." Bunun üzerine Ebu Le­heb bağırdı: "Allah kahretsin, bunun için mi bizi buraya topladın?"

27.1.4. Ebu Leheb[1]'in Tavrı

Ebu Leheb, Hazreti Peygamber (a.s.)'in müslümanların ve İslâm'ın en büyük düşmanlarından biriydi. Ebu Leheb, İslâmi Hareket başlar başla­maz Rasûlullah (a.s.)'a ve müslümanlara şiddetle muhalefet etmeye başla­dı ve ömrünün sonuna kadar bu tutumunu sürdürdü. Gerçi Beni Hâşim'den bir kişi daha, (Ebu Süfyan bin el-Haris bin Abdulmuttalib) Rasûlullah (a.s.)'a muhalefet etmeye başlamıştı. Fakat, onun muhalefeti o kadar şid­detli değildi. İkincisi kendisi daha İslâmiyeti kabul edip gerçek bir mü'min oluverdi. Ebu Süfyan 20 yıla kadar Hz. Peygamber (a.s.) ve Ashab-ı Kiram'ı hicveden şiirler yazmıştı. Fakat Mekke fethinden önce ço­cuklarıyla birlikte Ebva mevkiinde Rasûlullah (a.s.)'ın yanına gelip biat etti[2]. Ne var ki Ebû Leheb'in durumu bambaşka idi. Bu küstah kişi sadece insanlık dışı hareketlerde bulunmadı. Arabistan'ın tanınmış ahlâk kurallarını da çiğneyerek Rasûl-i Ekrem (a.s.) ve arkadaşlarına karşı en âdi, en alçakça muhalefette bulundu. Halbuki onun Hazreti Peygamber (a.s.) ile kan bağı vardı ve yakın bir akrabasıydı. Ebû Leheb'in muhalefet ve düşmanlığı diğer Araplara nisbetle İslâm'a ve müslümanlara daha çok en­gel ve zorluklar çıkardı.

Bundan dolayıdır ki, Arabistan'da o sırada yüzlerce ve binlerce İslâm düşmanı bulunurken sadece Ebu Leheb'in adı Kur'an-ı Kerim'de anılarak ağır bir dille kınandı. Halbuki Mekke'de ve Hicretten sonra Medine'de de pek çok İslâm düşmanı vardı ve onlar da düşmanlığın en kötü örneklerini vermekten geri kalmadılar. Şimdi, neden sadece bu şahsın ismi Kur'an-ı Kerim'de geçmiştir? Bunu anlayabilmemiz için o zamanki Arap toplumu­na ve bunda Ebu Leheb'in rolüne bakmalıyız.

27.1.4.1. Kur'an-ı Kerim'de Ebu Leheb'in Adının Anılarak Kınanmasının Sebebi

Eski çağlardan beri tüm Arabistan'da huzursuzluk, anarşi, kavga ve savaşlar devam ettiği ve bir kişinin kendi aile, akraba ve kan kardeşlerini korumasının dışında can, mal ve namusunun emniyeti için başka bir yol bulunmadığı için, Arap toplumunun ahlâk kurallarında sılayı rahm (akra­balara iyi muamelede büyük önem verilirdi. Öz akrabalara merhamet gös­termemek ve onlara iyi muamele etmemek ise aynı derecede kötü bir ha­reket ve büyük bir ayıp sayılırdı. Arabistan'ın işte bu gelenek ve görenek­lerinden dolayıdır ki, Rasûlullah (a.s.), İslâmi daveti yaymaya başlayınca, Kureyş'in diğer kabile ve reisleri kendisine şiddetle karşı çıkarken, Beni Hâşim ile Beni Muttalib (Hâşim'in kardeşi, Muttalib'in evlatları) kendisi­ne muhalefet etmemekle kalmadı, aynı zamanda kendisini ve davasını açıkça desteklediler. Halbuki bu ailelerden bazıları Hz. Muhammed (a.s.)'in peygamberliğine veya davasının hak olduğuna inanmıyorlardı. Kureyş'in diğer aile ve kabileleri de beni Hâşim ve Beni Muttalib'in bu tu­tumunu normal karşılıyor ve Arap geleneklerine uygun buluyorlardı. Bu sebepten dolayıdır ki muhalifler, hiçbir zaman Beni Hâşim ve Beni Mut­talib'i, başka bir dinle ortaya çıkan adamı destekledikleri ve atalarının di­nini terk ettikleri gerekçesiyle kınamadılar veya alaya almadılar. Muhalif­ler, onların, kendi aile ve sülâlesinden olan bir kişiyi himaye etmekten ge­ri kalmayacaklarını ve düşmanlarına teslim etmeyeceklerini biliyorlardı.

Cahiliyye devrinde herkesin kabul ettiği ve saygı gösterdiği bu ahlâk kuralını, İslâm'a düşmanlıkta gözü dönmüş sadece bir kişi çiğnedi ve o da Ebu Leheb'di. Abdulmuttalib oğlu Ebu Leheb, Rasûlullah (a.s.)'ın amcasıydı. Rasûlullah (a.s.)'ın babası Abdullah ve Ebu Leheb aynı babanın oğluydular; fakat anneleri başka idiler. Arabistan'da amcalara büyük hürmet gösterilirdi ve kendileri babaların yerinde sayılırlardı. Özellikle bir yeğe­nin babası vefat ettiği takdirde Arap geleneklerine göre amcasının onu elinden tutması gerekiyordu. Fakat Ebu Leheb, İslâma karşı duyduğu kin ve nefret ile küfrü ve Cahiliyye'ye olan sevgisi nedeniyle bütün bu Arap geleneklerine sırt çevirdi.

Mekke'de, Ebu Leheb, Hz. Peygamber (a.s.)'in en yakın komşusuydu. İkisinin evini bir duvar ayırıyordu. Ayrıca, Hakem bin As (Mervan'ın ba­bası), Ukbe bin Ebi Muayt, Adiyy bin Hamra-is-Sakafi ve İbn'ul-Esdâil Huzeli de Rasûlullah (a.s.)'ın komşusuydular[3]. Bu adamlar, Hz. Pey­gamber (a.s.)'e evinde bile rahat nefes aldırmıyorlardı. Rasûlullah (a.s.) namaz kılarken bazen başına keçi işkembesi atarlardı; bazen da avlusunda yemek pişirilirken tencerelerin üstüne pislik atarlardı. Hazreti Peygamber (a.s.) dışarıya Çıkıp, "ey Abd-i Menaf, bu ne biçim komşuluktur" diye ses­lenirdi. Ebu Leheb'in karısı Ümmü Cemil (Ebu Süfyan'ın kardeşi) sabah Hz. Peygamber (a.s.)'in karısı veya çocukları kalkıp dışarı çıkınca ayakla­rına dikenler batsın diye, gece Rasûlullah (a.s.)'ın evinin kapısına dikenli çalılar bırakmayı adet edinmişti. (Beyhâki, İbn Ebi Hâtim, İbn Cerir, İbn Asâkir, Belazuri, İbn Hişâm).

27.1.4.2. Ebu Leheb'in, Gelinleri Olan Rasûlullah'ın Kızlarının Boşanmalarını Sağlaması

Peygamberlikten önce Rasûlullah (a.s.)'ın iki kızı, Ebu Leheb'in iki oğlu Utbe ve Uteybe ile evlenmişlerdi[4]. Peygamberlikten sonra Rasûlullah (a.s.) herkesi İslâma davet etmeye başlayınca Ebu Leheb oğullarına rest çekti. "Muhammed'in kızlarını boşayıncaya kadar sizinle görüşmeye­ceğim." bunun üzerine ikisi de kanlarını boşadılar. Uteybe ise cehâlet ve küstahlıkta bir adım daha ileriye giderek Rasûlullah (a.s.)'a küfretti ve mübarek yüzüne tükürdü. Rasûlullah (a.s.), Allah'a dua etti: "Ya Rabbi, köpeklerinden birini buna musallat et." Bu olaydan sonra Uteybe, baba­sıyla beraber Şam'a gitti. Yolculuk sırasında Ebu Leheb'in kafilesi vahşi hayvanların geldiği bildirilen bir yerde geceyi geçirdi. Ebu Leheb, kafiledekilerden oğlunu korumalarını istedi, çünkü Hz. Muhammed (a.s.)'in bedduasından korktuğunu söyledi[5]. Bunun üzerine kafiledekiler Utey­be'nin etrafında develerini kümeleyip yattılar. Gece ise bir aslan oraya geldi ve develerin çemberini yarıp Uteybe'ye yetişti ve onu parçalayarak gitti.[6] (Bu rivayetlerde biraz ihtilaf vardır. Bazı râviler, Uteybe'nin, Hz. Peygamber (a.s.)'in kızını peygamberliğinden sonra boşadığını belirtirken, bazıları da boşanmanın, Ebu Leheb sûresinden sonra meydana geldiğini ifade etmişlerdir. Bazı râviler hayvan tarafından parçalanan Ebu Leheb'in oğlunun Utbe olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat şurası unutulmamalıdır ki Mekke'nin fethinden sonra Rasûlullah (a.s .)'a biat eden Utbe idi. Bu bakımdan aslan tarafından parçalanan kişi Uteybe'dir.)

27.1.4.3. Hz. Muhammed (a.s.)'in Oğlunun Vefatı Üzerine Ebu Leheb'in Memnun Olması

Ebu Leheb öylesine kötü niyetli ve kötü huylu insandı ki, Hz. Mu­hammed (a.s.)'in oğlu, Kasım'dan sonra ikinci oğlu Abdullah'ın ebediyete intikali üzerine Ebu Leheb, yeğeninin acısını paylaşmak yerine sevincini belirtti ve ölüm haberini diğer Kureyşli kabile reislerine iletmek için koş­tu. Ebu Leheb, Kureyşli kabile reislerine, çocukların ölüm haberini "Mu­hammed'in soyu tükendi" şeklinde duyurdu.

27.1.4.4. Ebu Leheb'in İslâmî Daveti Engellemesi

Hz. Muhammed (a.s.), İslâmiyet'i yaymak üzere nereye gidiyorsa Ebu Leheb de oraya giderdi ve halkı kendisi aleyhine kışkırtmaya ve söz­lerini dinlememeleri için ikna etmeye çalışırdı. Rebi'a bin Abbâd (ya da İbad) Ed-Dili'nin[7] ifadesine göre, kendisi delikanlıyken babasıyla bir­likte Zülmecaz çarşısına gitti. Orada Rasûlullah (a.s.)'ın halka şöyle dedi­ğini gördü: "Ey ahali, Allah'tan başka bir ilâh olmadığını söyleyin, o za­man felâh bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasında bir kişi halkı şöyle uyarıyordu: "Sakın onun sözlerini dinlemeyin, o yalancıdır, atalarının di­ninden dönmüştür." Kendisi bu adamın kim olduğunu sorunca, amcası Ebu Leheb olduğunu söylediler. (Bk. Müsned-i Ahmed, Taberânî, Beyhakî), ikinci rivayet de Hz. Rebia'nındır. Kendisi, bir defasında, Rasûlullah (a.s.)'ın, bir kabilenin konakladığı yere giderek şöyle dediğini duydu: "Ey İnsanlar, ben size gönderilen Allah’ın Rasûlüyüm. Size Allah'a ibadet et­meyi ve O'na kimseyi ortak koşmamayı emrediyorum. Siz söylediklerimi doğrulayın ve beni destekleyin ki Allah'ın beni görevlendirdiği işi başa­rıyla bitirebileyim." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasından bir adam geliyordu. Bu adam şöyle diyordu: "Ey Beni Falan.... Bu adam sizi Lât ve Uzza'dan uzaklaştırıp bid'ate ve sapıklığa götürmek istiyor. Sözlerini hiç dinleme­yin ve O'na itaat etmeyin." Rebiye babasına bu adamın kim olduğunu sor­du. Babası da bu adamın Rasûlullah (a.s.)'ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi. (Müsned-i Ahmed, Taberânî, İbn Hişâm, Taberî). Târık bin Ab­dullah el-Muharibi'nin rivâyeti de buna benzemektedir. Kendisi, Rasûlullah (a.s.)'ın Zülmecaz çarşısında halka yüksek sesle şunları söylediğini duydu: "Ey İnsanlar, Lâilahe İllallah deyin, felahı bulacaksınız." Rasûlullah (a.s.)'ın arkasından da bir adam geliyordu. Bu adam Rasûlullah (a.s.)'a taş atıyordu; öyle ki topukları kanla dolmuştu. Bu adam, "bu yalancıdır, bunun sözlerini dinlemeyin" diye söyleniyordu. Etraftakiler bu adamın Rasûlullah (a.s.)’ın amcası Ebu Leheb olduğunu söyledi. (İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Hıbbân, Hâkim, Taberânî, Nesâî ve İbni Mace de bu olayı özetlemişlerdir).

27.1.4.5. Şi'bi Ebi Tâlib Muhasarasında Ebu Leheb'in Davranışı

Hz. Muhammed'in peygamberliğe tayin olunmasının 7. senesinde Kureyş'in bütün kabile ve aileleri, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib'e sos­yal ve ekonomik boykot uyguladılar. Bu iki aile de Rasûlullah (a.s.)'ı hi­maye etmekten vazgeçmediler ve Şi'bi Ebi Tâlib'te muhasara altında kal­mayı kabul ettiler. Bu zor günlerde de Beni Hâşim ve Beni Muttalib'den, kâfirlerden yana çıkan sadece Ebu Leheb'ti. Beni Hâşim ile Beni Mutta­lib'in sosyal ve ekonomik boykotu üç yıl sürdü ve bu müddet içinde her iki aile de çok zor günler yaşadı ve açlıkla karşı karşıya kaldı. Fakat Ebu Leheb kendi akrabalarına yardım etmek için parmağını bile oynatmadı. Hatta, acılarına acı katmaya çalıştı. Nitekim Mekke'ye herhangi bir ticaret kafilesi geldiğinde Şi'bi Ebi Tâlib'te mahsur kalanlar için bazı kimseler yi­yecek ve diğer ihtiyaç maddelerini satın almaya çalışınca, Ebu Leheb bunlara mani olmak isterdi. Ebu Leheb diğer yandan, gelen tüccarları kış­kırtırdı ve fahiş fiyat talep etmelerini söylerdi. Bu adamlar dediğini yapar­lar ve Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur kalanlar için yiyecek ve eşya satın almak isteyenlerden dört-beş misli daha fazla fiyat isterlerdi. Böylece Şi'bi Ebi Tâlib'tekilere yiyecek ve eşya almak isteyenler elleri boş dönerlerdi. Şi'bi Ebi Tâlib'de de aileler ve minik çocuklar bir süre daha açlıkla başbaşa ka­lırlardı. Ebu Leheb daha sonra bu tüccarlardan yiyecek ve diğer eşyalarını normal fiyatla satın alırdı. (İbni Sa'd, İbni Hişâm).

27.1.4.6. Ebu Leheb'in Muhalefeti Müslümanlara Neye Mal Oluyordu?

Ebu Leheb'in muhalefeti İslâmi davete hayli zor anlar yaşattı. Hac mevsiminde Arabistan'ın çeşitli bölgelerinden Mekke'ye gelen kişi ve gruplar ya da normal günlerde ülkenin çeşitli çarşı ve pazarlarında topla­nan İnsanlar Ebu Leheb'in zehirli propagandasından hayli etkileniyorlardı. Hz. Muhammed (a.s.)'in peşine amcasının takılıp herkesi aleyhinde uyar­dığını ve kışkırttığını gören millet tereddüde kapılıyordu. Arap gelenekle­rine aykırı olarak bir amcanın yeğenine şiddetle karşı çıkmasının mutlak bir anlamı olduğunu ve kendisinin sebepsiz muhalefet etmeyeceğini düşü­nüyordu. Yabancılar, ailesi ve akrabasının Hz. Peygamber (a.s.)'i daha iyi tanıdığını düşünerek İslam davetine itibar göstermiyorlardı.

27.1.4.7. Ebu Leheb'in Karısının Tutumu

Ebu Leheb'in karısı, -ki Ebu Leheb sûresinde kendisinden "odun hamalı" veya dedikodu yapan kadın olarak bahsedilmiştir- Beni Ümey­ye'ye mensup olan Ebu Süfyan'ın kardeşiydi. Asıl ismi Arvâ ve künyesi Ümm-ü Cemil'di. Bu kadın Hz. Peygamber (a.s.)'e muhalefet ve düşman­lıkta kocasından geri kalmazdı. Hz. Ebu Bekr'in kızı Hz. Esma (r.a.)'nın ifadesine göre Ebu Leheb sûresinin indiğini duyan Ümm-ü Cemil, öfkeli öfkeli Rasûlullah (a.s.)'ı aramaya koyuldu. Avuçları taşlarla doluydu. Bunları Rasûlullah (a.s.)'a atmak isliyordu ve kendi hazırladığı hiciv şiir­lerini okuyordu. Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı Harem'de Hz. Ebu Bekr ile birlikte buldu. Hz. Ebu Bekr endişe içinde Rasûlullah (a.s.)'a dedi ki: "Ya Rasûlullah, bu kadın geliyor ve ben onun size hakaret edeceğin­den ve kötü sözler söyleyeceğinden korkuyorum." Rasûlullah (a.s.) dedi ki, "o beni göremeyecektir." Gerçekten de Ümm-ü Cemil, Rasûlullah (a.s.)'ı orada olmasına rağmen göremedi ve Hz. Ebu Bekr'e dedi ki duydu­ğuma göre senin reisin beni hiciv etmiştir. Hz. Ebu Bekr (r.a.) dedi ki, "Bu evin Allah’ın yemin ederim, O seni hiciv etmemiştir."[8] Bunun üzerine Ümm-ü Cemil oradan ayrıldı, (İbn Ebi Hatim, İbn Hişâm, Bezzâr ve benzeri bir olayı Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak nakletmiştir).

27.1.4.8. Ebu Leheb'in Sonu

Ebu Leheb sûresinin inişi, Ebu Leheb'in karısı ve diğer yakınlarını fe­na kızdırdı, ama bu sûrede ne denilmişse doğruydu ve bunları kimse de­ğiştiremezdi. Sûrede "Ebu Leheb'in elleri kurusun (kırılsın)" buyurulmuş­tu. Burada geçmiş zaman kullanılmıştı; zira Kur'an-ı Kerim bunu bir em­rivaki olarak ortaya koyuyordu. Abu Leheb'in ellerinin kuruması veya kı­rılmasının anlamı, gerçekten onun ellerinin kırılması değildi. Anlatılmak istenen şey, Ebu Leheb'in bütün çabalarının boşa gitmesiydi; ki gerçekten de böyle oldu. İslam davetinin başlamasından sonra birkaç yılda Ebu Le­heb üst üste ağır darbeler yedi. Onun başarısızlığı gerçekten ibret vericiy­di. Bedir gazvesinde İslam düşmanlığıyla ün yapmış olan Kureyş'in büyük simaları öldüler. Bunlar Ebu Leheb'in ya yakın akrabaları ya da çok sevdi­ği dostlarıydılar. Bu hezimet ve facianın haberi Mekke'ye ulaşınca Ebu Leheb öylesine üzüntüye kapıldı ki, ancak yedi gün daha yaşayabildi ve Cehennem'e vasıl oldu. Ölümü de vebaya benzer öldürücü kabarcık "püstül" hastalığından oldu. Bulaşıcı bir hastalık olduğu için ailesi de onu ten­ha bir yerde ölüme terk etti. Öldükten sonra da üç güne kadar kimse cese­dine yaklaşmadı. Bu süre içinde cesedi çürüdü ve kokmaya başladı. Niha­yet, herkes Ebu Leheb'in çocuklarıyla alay etmeye başlayınca, bunlar bir rivayet» göre kendileri bir çukur kazıp odun ve sopalarla cesedi buna atı­verdiler ve üstünü toprakla örttüler. Ebu Leheb'in başarısızlığının bir baş­ka örneği de ömrü boyunca yıkmaya ve yok etmeye çalıştığı İslâm dinini, evlatlarının kabul etmesiydi. İlk önce kızı Dürre hicret edip Mekke'den Medine'ye geldi ve İslâmiyeti kabul etti. Daha sonra Mekke fethi sırasın­da iki oğlu Utbe ile Muattib (r.a.) Hz. Abbas vasıtasıyla Rasûlullah (a.s.)'ın huzuruna çıkıp İslâmiyet'i kabul ettiler.

27.1.5. Açıkça Tebliğ

Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) kendi ailesine ve kabilesine Allah'ın dinini tebliğ ettikten sonra, Mekke'nin diğer aile, kabile ve gruplarına ve bütün Arap halkına dinin esaslarını anlatmaya çalıştı. Hz. Muhammed (a.s.) tebliğin açık bırakılmasından sonra Mekke'de kaldığı 10 sene içinde her yerde ve her vesile ile halka Kur'an-ı Kerim'i okumaya ve onları Al­lah'ın dinine davet etmeye devam etti. Hazreti Peygamber bu tebliğ işini evde, çarşıda, pazarda, Beyt'ul Haram'da, özel sohbetlerde ve açık toplantılarda aralıksız yürüttü ve karşısında hiçbir engel tanımadı, hiçbir şeyden yılmadı. Rasûlullah (a.s.) dışardan Mekke'ye Hac, umre, seyahat veya ti­caret, her ne sebeple olursa olsun, gelenlere de İslâm'ın öğretilerini anla­tırdı. Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz[9] panayırlarına da gidip muhtelif ka­bileleri Hak dinine çağırırdı. Hac mevsiminde herkes Mina'da toplandığı zaman da her kabilenin çadırına gidip meramını anlatmaya çalışırdı. Kim­se müsbet bir tepki göstersin ya da göstermesin, Rasûlullah (a.s.) tebliğ işini metanet ve ciddiyetle yapardı. Bazıları sert tepki gösterir, kötü sözler söyler, küfreder, hatta taş da atarlardı. Ama Hz. Peygamber (a.s.) metane­tini kaybetmeden vazifesini yapardı.

İbni Cerir Taberî kendi tarih kitabında ve İbni Esir de kendi eserinde Kureyşlilerin Beni Hâşim ile Beni Muttalib'i sosyal ve ekonomik açıdan boykot edip Şi'bi Ebi Tâlib'de mahsur ettikleri zorlu günlerde bile, Hz. Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarını sürdürdüğünü kaydetmişlerdir. Bu tebliğ bazen gizli bazen açık oluyordu; ama gece-gündüz devam ediyordu. Kur'an-ı Kerim'in sûre ve ayetleri bu devrede ard arda geliyor ve bunların halka duyurulması da gerekiyordu. Hz. Peygamber (a.s.) bu ayet ve sûreleri halka alenen duyuruyor, kâfirlerin itiraz ve ithamlarına cevap ve­riyor, onları hak yoluna getirmeye çalışıyor ve müslümanların şüphe ve tereddütlerini gidermeye çalışıyordu.

İbni Sa'd'ın ifadesine göre gizli davet ve tebliğ devri bittikten sonra Mekke'de geçen 10 yılda Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) sürekli olarak Minâ, Ukâz, Mecenne ve Zülmecaz panayırlarında her kabileye ve her ça­dıra gidip; şu sözleri söylerdi: "Ey millet, Lailahe ilallah deyin, felahı bu­lacaksınız ve bu Kelime-i şehâdet sayesinde Arabistan'ın hakimi olacaksı­nız. Acemler de size tabi olacaklardır. İman ettiğiniz takdirde Cennet'de her şeye sahip olacaksınız." Hz. Peygamber (a.s.)'in peşinden de Ebu Le­heb gelip halkı kışkırtınca dinleyiciler derdi ki: "Ey Muhammed (a.s.) se­ni, senin aile ve kabilenin adamları daha iyi tanıyor ve biliyordur. Onlar sana tabi olmadılarsa, biz sana nasıl itaat edelim?" Bu soruyu duyunca Hz. Peygamber (a.s.) sadece şunları söylemekle yetinirdi: "Ey Allahım, sen isteseydin, bunlar böyle olmayacaktı."

Taberânî, Hz. Haris bin el-Hars ve Hz. Münbit el-Ezdi'ye istinaden hemen hemen aynı ifadeleri taşıyan hadisleri kaydetmiştir. Bu hadislerde, adı geçen sahabeler şunları anlatmışlardır: "Biz bir defasında Rasûlullah (a.s.)'ın halkı Tevhid'e davet ettiğini ve şunları söylediğini gördük: "Ey İnsanlar, Lâilahe illallah deyin, felahı bulacaksınız!" Bu sözleri dinleyen halk kendisine eziyet etti. Bazıları tükürdü küfür etti ve bazıları toz toprak attı. Nihayet öğle vakti geldi ve herkes dağıldı. Daha sonra bir kız bir kap­ta su ve mendil ile kendisine yaklaştı. Onun boynu açıktı. Hz. peygamber (a.s.) su içti ve abdest aldı. Daha sonra o genç kıza, "Kızım, boynunu ört" dedi. Biz sorduğumuzda, onun Rasûlullah (a.s.)'ın kızı Hz. Zeyneb (r.a.) olduğunu öğrendik."

İbni Hişâm, İbni İshâk'a atfen Rasûlullah (a.s.)'ın küçük-büyük her toplantıya ve özellikle fuar ve panayırlara gidip herkesi İslâm'a davet et­tiğini ifade etmiştir. Aynı şekilde Hz. Peygamber (a.s.), Arabistan'ın ne­resinden olursa olsun, Mekke'ye gelen herkese tebliğ ve telkinde bulu­nurdu.

İbni Kesir'in "el-Bidaye ven-Nihaye"de anlattığına göre Hz. Peygam­ber (a.s.) gece gündüz, ister açık, ister kapalı olsun tebliğ, vaaz ve telkini­ni yapardı ve kimseden korkmazdı. Özel sohbetlere ve toplantılara gider kendilerine Allah’ın mesajını sunardı. Panayırlarda ve hac mevsiminde toplanan cemaatlere gider ve onlara tebliğde bulunurdu. Rasûlullah (a.s.) zengin, fakir, köle, hizmetçi, tüccar, esnaf, işçi, genç, yaşlı, kadın, erkek kısacası herkese İslam'ın esaslarını anlatırdı.

Bu tarihi kayıtlar, Kur'an-ı Kerim'in Mekke döneminde inen sürele­riyle doğrulanmış oluyor. Bu ayet ve sûrelerde Kureyş'in saçma sapan iti­razları ve bunlara verilen cevaplar yer almaktadır. Belli ki, Kur'an-ı Kerim Mekkeliler, Kureyşliler ve diğer Araplara açıkça duyurulmamış ve Hz. Muhammed (a.s.) kendi peygamberliğinin kabul edilmesini istememiş olsaydı, Kureyşliler kendisine, Kur'an-ı Kerim'e, Ahiret'e ve İslâmiyet'in di­ğer emir ve talimatına itiraz ve ithamlarda bulunmazlardı ve Kur'an-ı Ke­rim'de bunlara gereken cevabı vermezdi.

27.1.6. Hz. Peygamber (a.s.)'in İtibarı ve Ahlâki Ağırlığı

Bu noktada şöyle bir soru aklımıza geliyor: Kureyşliler ve diğer kâfirler neden Hz. Muhammed (a.s.)'i Beytullah'ta namaz kılmaktan ve Kur'an-ı Kerim'i alenen halka duyurmaktan alıkoymadılar? Bu, her iki ha­reket de Kureyş'in öfke ve nefretinin uyanmasına sebep oluyordu ve Hz. Muhammed (a.s.)'den başka kimse bunları yapmaya cesaret edemezdi. Bunun sebebi, Hz. Muhammed (a.s.)'in sadece Beni Hâşim ve Beni Mut­talib tarafından kuvvetle desteklenmesi ve bu ailelerden Kureyşin kork­ması değildi. Bir başka sebep, Hz. Muhammed (a.s.)'in Kureyş ve diğer kabileler arasında korkunç itibar ve ahlâki ağırlığa sahip olmasıydı. Ku­reyşliler öfkeden kuduruyor. Rasûlullah (a.s.)'ı ve diğer müslümanları dö­vüyor, sövüyor, küfrediyor ve taş atıyorlardı, ama yanında tir tir titriyor­lardı. Onun manevî gücünden ödleri kopuyor, itibarı ve nüfuzuna karşı ça­resiz kalıyorlardı.

Hz. Peygamber (a.s.)'in bu manevî ve ahlâki gücünün çeşitli sebepleri vardı. Birincisi, doğuşundan beri Hz. Muhammed (a.s.) ile ilgili olarak öyle bazı olaylar meydana gelmişti ki, Kureyşliler ve Mekkeliler kendisi­nin istikbal vaadeden büyük bir şahsiyet olduğuna inanmışlardı. Nitekim, peygamberlikten önce de Hz. Muhammed (a.s.) büyük bir sevgi ve saygı­ya sahipti.

İkincisi, Hz. Muhammed (a.s.)'in ağzından hiçbir zaman yanlış ve kö­tü sözler duyulmamıştı. Söylediği her söz gerçekleşiyordu. Bedduaları ve istikbale ait haberleri aynen gerekleşiyordu. Bu sebeple Kureyşli kâfirler ağzından menfi bir sözün çıkmasından korkuyorlardı. Biraz yukarıda gör­düğümüz gibi, Ebu Leheb gibi bir İslâm düşmanı bile, Hz. Peygamber (a.s.), oğlu Uteybe hakkında ağır söz söyledikten ve beddua ettikten sonra hayli korkmuştu. Ebu Leheb Suriye'ye yaptığı seyahat sırasında oğlunun emniyetinden korkuyordu ve arkadaşlarının kendisine yardımcı olmalarını istiyordu. Fakat onun bütün tedbirleri boşa çıktı ve Rasûlullah (a.s.)'ın dua ettiği gibi vahşi bir hayvan Uteybe'yi parçaladı.

Üçüncüsünü, Rasûlullah (a.s.)'ın şahsiyeti ve karakteri tertemiz ve le­kesizdi. Kimse ne kadar çabalarsa çabalasın, kendisine dil uzatamaz ve hakkında kötü bir şey söyleyemezdi. Güzel ahlâkına herkes hayrandı. Doğru sözleri ve iyi muameleleri, Mekke ve çevredeki bütün bölge halkı­nı kendisine hayran bırakmıştı. Hz. Peygamber (a.s.)'in doğru sözlülüğü, dürüstlüğü ve temiz karakteri ile güvenilirliğini düşmanları bile kabul edi­yorlardı. Herkes emanetini Rasûlullah (a.s.)'a vermek temayülünde idi. Nitekim, İbn Cerir'in dediği gibi, Medine'ye hicret sırasında bile Mekkeli­lerin tümü kendisine emanetlerini koymaya hazırdılar. Bu sebepten dola­yıdır ki, Hicret'ten önce kendisine yatırılan para ve kıymetli eşya sonradan sahiplerine iade edildi.

Rasûlullah (a.s.)’ın bu manevî ve ahlâki ağırlığı ve ihtişamı karşısında en büyük düşmanları bile donup kalırlardı. Bunu Ebu Cehil'in başına ge­len birkaç vak'a ile ispatlamaya çalışalım.

27.1.7. Ebu Cehl'in Şaşkın ve Çaresiz Kalışıyla İlgili Bir Olay

İbni İshâk diyor ki bir defasında Iraş[10]'tan bir kişi bazı develerle Mekke'ye geldi. Ebu Cehil bu develeri satın aldı, ama paralarını ödemedi. Iraş'lı tüccar bir gün Ka'be'de Kureyşli kabile reislerine gidip feryad etme­ye başladı. Harem'in bir köşesinde Hz. Muhammed (a.s.) de vardı. Iraş'lının feryadları boşa gitti ve kabile reisleri şaka olsun diye kendisine şunu söylediler: "Biz bir şey yapamayız. Ama orada oturan bey var ya, ona git. O senin paranı geri aldırır." Iraşlı, Hz. Muhammed (a.s.)'e yöneldi. O sıra­da kabile reisleri, aralarında "bugün iyi bir eğlence olacak" dediler. Iraşlı, Rasûlullah (a.s.)'a gidip derdini anlattı. Rasûlullah (a.s.) hemen o an onun­la beraber kalktı ve Ebu Cehl'in evine yürüdü. Kureyşli kabile reisleri ise arkalarından bir adam taktılar ki, olup bitenleri kendilerine anlatsın. Hz. Muhammed (a.s.) Ebu Cehl'in evine gidip kapısını çaldı. Ebu Cehl, "kim o?" diye seslendi. Hz. Peygamber (a.s.), "Muhammed" diye kendisine ce­vap verdi. Ebu Cehl, şaşkınlık içinde dışarıya çıktı. Hz. Peygamber (a.s.) "bu adamın hakkını ver" dedi. Ebu Cehl, herhangi bir ses çıkarmadan he­men evin içine dönüp paraları getirdi ve develerin sahibine verdi. Kureyş­li kabile reislerinin gönderdiği adam bu vak'ayı görünce şaşkınlık içinde Harem'e koştu ve reislere olup bitenleri şöyle anlattı: "Vallahi bugün hiç­bir zaman göremediğim bir şey gördüm. Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) evden çıkıp Muhammed'i görünce donup kaldı ve Muhammed, 'bu ada­mın hakkını ver' dediğinde sanki o (Ebu Cehl) cansız bir cesede dönmüş­tü". İbni Hişâm, CII, s. 29-30. Belazuri de bu vak'ayı, "Ensâb'ul Eşraf' C.I, s. 128-129'da anlatmıştır.)

27.1.8. Ebu Cehl'in Başına Gelen İkinci Olay

Ebu Cehl'in, Hz. Peygamber (a.s.) karşısında etkisiz ve çaresiz kalışı­nın ikinci olayı, Kadı Ebu'l-Hasen el-Maverdi tarafından "Alâmün Nü­büvvetle anlatılmıştır. Olay şuydu: Ebu Cehl bir yetimin velisiydi. Bu çocuk bir gün perişan bir vaziyette Ebu Cehl'e geldi. Üzerinde doğru dü­rüst bir elbise bile yoktu. Ebu Cehl'den, babasının kendisi için bıraktığı mirastan bir kısmını istedi. Fakat Ebu Cehl, bu zavallı çocuğun sözlerine kulak asmadı. Çocuk, bir süre bekledikten sonra ümitsizlik içinde geldiği yere döndü. Kureyşli kabile reisleri olayı duyunca çocuğu kışkırtmak iste­diler ve kendisinin Hz. Muhammed (a.s.)'e gidip şikâyette bulunmasını is­tediler. Çocuk, Hz. Muhammed (a.s.) ile Ebu Cehl arasındaki gergin iliş­kiyi bilmiyordu. Reislerin demesi üzerine Hz. Muhammed (a.s.)'e gitti ve derdini anlattı. Hz. Muhammed (a.s.) o an yerinden kalkarak çocukla be­raber Ebu Cehl'e gitti. Ebu Cehl, Hz. Muhammed (a.s.)'i güler yüzle karşı­ladı ve ne için geldiğini sordu. Hz. Muhammed (a.s.) çocuğun hakkının kendisine verilmesini istedi. Ebu Cehl, bu sözler üzerine derhal evine gitti ve çocuğa payını verdi. Kureyşli kabile reisleri tetikte idi ve iyi bir kavga­nın patlak vereceğini umuyorlardı. Ama olup bitenleri görünce ne yapa­caklarını şaşırdılar. Ebu Cehl'e gelip niçin böyle tuhaf davrandığını sordu­lar. Ebu Cehl dedi ki: "Vallahi ben dinimi terk etmedim. Fakat bana öyle geldi ki, Muhammed'in her iki tarafında birer öldürücü silah vardır ve söz­lerinin dışına çıkarsam bunların bana saplanacağını sandım."

27.1.9. Ebu Cehl'in Başına Gelen Üçüncü Olay

Belâzuri'nin dediği gibi, bir gün Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas (r.a.) ile beraber Mescid-i Ha­rem'de oturuyordu. Derken, Beni Zübeyd'in bir ferdi gelip, "Ey Kureyşli­ler size kim ticari mallar getirebilir ki, çünkü siz dışardan gelenlerin mal­larını çalıyorsunuz." Rasûlullah (a.s.) kendisine kimin zulüm ve haksızlık ettiğini sordu. O adam, Ebu'l-Hakem (Ebu Cehl)'in adını verdi; ve şöyle dedi: "Ebu Cehl benim en iyi üç devemi almak istedi ve bunlara en düşük fiyat biçti. Şimdi kimse onun verdiği fiyatın üstüne çıkamıyor. Bu fiyatla develerimi satarsam zarar ederim." Rasûlullah (a.s.) ondan bu üç devesini satın aldı. Ebu Cehl uzaktan bunları görüyordu. Rasûlullah (a.s.) ona gidip "sakın ha, bundan sonra bu Bedevi'ye yaptığın hareketi tekrarlarsan fena yaparım" dedi. Ebu Cehl de gayet sakin bir şekilde, bir daha böyle bir ha­reket yapmayacağını bildirdi. Orada hazır bulunan Ümeyye bin Halef ve diğer müşrikler, Ebu Cehl'i gayrete getirmeye çalıştılar ve "Sen Muham­med'in yanında öyle kuzu kesildin ki biz senin de müslüman olacağını sandık" dediler. Ebu Cehl, "vallahi ben hiçbir zaman Muhammed'e tabi olmayacağım. Fakat ben onun her iki tarafında birkaç mızraklıyı gördüm. Bana öyle geldi ki Muhammed'in sözlerini dinlemezsem o mızraklılar ba­na çullanacaklardır." (Ensâb'ul-Eşrâf: c.1, s. 130)

27.1.10. Muhalifler Hz. Muhammed (a.s.)'in Haklılığına İnanıyorlardı

Hazreti Peygamber (a.s.)'in ahlâki üstünlüğünün bir başka sebebi da­vasının haklılığıydı. Kâfirler Hz. Muhammed (a.s.)'in Hak yolunda oldu­ğunu ve kendilerinin Batıl'ı temsil ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Hem kendilerinin, hem savundukları davanın yalan olduğunun farkındaydılar. Ama cehalet, atalarını körü körüne taklit etme, taassup, boş yere şeref ve namuslarını koruma ve menfaatlerini sürdürme kaygısı gibi sebeplerden dolayı Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet ediyorlardı. Kendi içlerindeki zaaf ve suçluluk duygularını saklamak için Hz. Muhammed (a.s.)'i mutla­ka durdurmaları gerektiğine inanıyorlardı. Medeni cesaretleri yoktu. Bu sebeple, Hz. Muhammed (a.s.)'in haklı ve kendilerinin haksız olduğunu ilân etmekten çekiniyorlardı. Bunun bazı misallerini biz daha sonra vere­ceğiz. Biz, burada sadece şunu söylemek istiyoruz ki; Rasûlullah (a.s.)'ın Ben büyük düşmanı bir defa değil, bir kaç defa Hz. Muhammed (a.s.)'in haklılığına inanmış ve yanında çaresiz kalmıştı. Ayrıca, Hz. Muhammed (a.s.)'e muhalefet etmek için de çok sudan ve abes sebepler ileri sürü­yordu.

Beyhakî, Zeyd bin Eslem'e dayanarak, Hz. Muğire bin Şu'be'nin şu hadisini nakletmiştir: "Ben henüz müslüman olmadığım sırada bir gün Ebu Cehl ile birlikte Mekke'de bir yoldan geçiyordum. O sırada Rasûlullah (a.s.) ile karşılaştık. Rasûlullah (a.s.), Ebu Cehl'e hitap ederek, "ey Ebu'l-Hakem, Allah'a ve Rasûlüne gel. Ben seni Allah'a çağırıyorum." Ebu Cehl, "ey Muhammed, sen mabûdlarımızı kötülemekten vazgeçer misin? Sen bize Allah'ın emrinin getirildiğinin şahitliğini mi istiyorsun? biz bu şahitliği yapmaya hazırız. Fakat, inan ki, senin Hak üzerinde olduğuna gerçekten inansaydım sana iman ederdim." Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) yoluna devam etti. Daha sonra Ebu Cehl bana dönerek, "vallahi, bu ada­mın dediklerinin doğru olduğunu biliyorum. Fakat bir şey bana mani olu­yor. Kusayy'ın evlatları 'hicabe' (hacılara yemek yedirme) bizde kalsın de­diler, bizde evet dedik. Onlar "sikaye" (hacılara su içirme) de bizde kalsın dediler. Biz buna da evet dedik. Onlar "nedve" (toplantı ve hazırlık çalış­maları bizde kalsın) dediler. Biz buna da evet dedik. Daha sonra, "liva" (hac sırasında bayrak taşımanın da kendilerinde kalmalarını istediler. Buna da ses çıkarmadık. Daha sonra onlar da (hacılara) yemek yedirdiler ve biz de yemek yedirdik. O kadar ki, dizlerimiz onların dizlerine değdi. Şimdi de diyorlar ki peygamber de bizden olsun. İşte buna izin vereme­yiz. Vallahi, billahi, buna izin veremem."

İbni Ebi Hâtim, Ebu Yezid Medeni'ye dayanarak şu olayı kaydetmiş­tir: Bir defasında Ebu Cehl, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) ile karşı karşı­ya geldi ve kendisiyle el sıkıştı. Bir kişi lâf attı: "Bu da ne gözlerim neler görüyor? Sen dininden dönen bu adamla el mi sıkışıyorsun?" Ebu Cehl onu biraz uzağa götürüp kulağına fısıldadı: "Vallahi onun peygamber ol­duğunu biliyorum. Ama bizim Abd-i Menaf a tabi olduğumuzu hiç gördün mü?"

İmam Süfyân-ı Sevri, Tirmizî ve Hâkim, Hz. Ali (r.a.)'ye ait olan şu hadisi nakletmişlerdir: Ebu Cehl bir defasında Rasûlullah (a.s.)'a şöyle de­di: "Biz seni değil senin getirdiğin şeyi yalanlıyoruz."

Beyhakî ve İbn Hişâm, İbn İshâk'a dayanarak ve İbn İshâk da İmam Zührî'ye dayanarak şu ilginç olayı nakletmişlerdir: Bir gece Ebu Cehl, Ebu Süfyân ve Ahnes bin Şerik ayrı ayrı evlerinden çıkıp Rasûlullah (a.s.)'ın namazda okuduğu Kur'an'ı dinlemeye çalıştılar. Her üçü de birbir­lerinden habersizdi. Sabahleyin üçü de birbirini gördü ve utandılar ve bundan sonra bu gibi bir harekette bulunmayacaklarına karar verdiler. Zi­ra onlara göre halk kendilerinin böyle gizli gizli Hz. Muhammed (a.s.)'in okuduğu Kur'an'ı dinlediklerini duyunca onlara karşı duydukları güveni kaybedecekti. Ama ikinci gün yine aynı olay meydana geldi ve sabah yine birbirlerini görüp ileri için sözleştiler. Tesadüf bu ya, üçüncü gece de aynı olay tekrarlandı. Bu sefer Ahnes bin Şerik dayanamadı ve Ebu Süfyan'a gidip sordu. "Ey Ebu Hanzala, bana doğruyu söyle, Muhammed (a.s.)'in okuduğu şeyler hakkında ne düşünüyorsun? Ebu Süfyan dedi ki: "Ebu Sa'lebe, vallahi ben duyduklarımı anladım ve bunların ne demek olduğunu da biliyorum. Fakat bazı şeyler var ki onların manasını ve gayesini bil­mem."[11] Ahnes, "ben de aynı fikirdeyim" dedi. Sonra Ahnes, Ebu Cehl'e gitti ve "Ebu'l-Hakem, Muhammed'den duydukların hakkında ne diyor­sun?" diye sordu. Ebu Cehl dedi ki: "Duymak ne demek? Bizim ile Abd-i Menaf arasında büyüklük kavgası var. Onlar da (hacılara) yemek yedirdi­ler, biz de. Onlar da bazı mes'uliyetler taşıdılar, biz de. Onlar da mal ve mülk verdiler, biz de. Nihayet biz şimdi aynı hizaya gelince diyorlar ki kendilerinde bir peygamber vardır. Bu peygambere Allah'tan vahiy geli­yormuş. Şimdi bana söyler misin, biz böyle bir peygamberi nereden bula­lım. Allah'a yemin ederim biz onu kabul etmeyeceğiz ve onu tasdik etme­yeceğiz." Hemen hemen aynı şeyleri Ebu Cehl, Ahnes bin Şerik'e Bedir savaşı sırasında da tenha bir yerde söylemişti. İbni Cerir Taberî kendi tef­sirinde Süddi'ye dayanarak şu olayı anlatmıştır: Ahnes, Ebu Cehl'e, "şu anda burada sen ve benden başka kimse yoktur. Bana doğruyu söyle, Mu­hammed sâdık (gerçek bir peygamber) midir". Ebu Cehl dedi ki: "Vallahi Muhammed doğru sözlü bir insandır. O hiçbir zaman yalan söylememiş­tir. Fakat Beni Kusayy, Kâ'be'nin bayraktarlığı ile hacılara yemek yedirme ve su içirme vazifelerinin yanı sıra peygamberliği de alıp götürürlerse di­ğer Kureyşliler ne yapsın?"

Ebu Cehl gibi ezeli bir düşmanın tutumu böyle olduktan sonra diğer İslam düşmanlarının durumunu siz kendiniz kıyaslayınız.

27.1.11. Hz. Peygamber (a.s.) İle İlgili Kureyş'in Tutumu

Burada şunu da unutmayalım ki, Hz. Peygamber (a.s.)'e şiddetle mu­halefet eden Kureyşliler aslında O'nun kişiliği, karakteri ve meziyetlerini kabul ediyorlardı. Nitekim, müslümanlar ile kâfirler arasında ihtilâf ve kavga en çetin safhasında iken Mekke'de büyük bir açlık ve kıtlık baş gösterdi. Herkes çaresizlik içinde kıvranıyordu ve bu âfetten kurtulmanın yollarını arıyordu. Nihayet Kureyşli kabile reisleri bir araya gelip Hz. Peygamber (a.s.)'in yanına geldiler ve âfetin önlenmesi için Allah'a dua etmesini istediler. Bu olayı İmam Buhârî ile Beyhakî az bir ifade değişik­liğiyle Mesrûk ve Hz. Abdullah bin Mes'ud'a dayanarak nakletmişlerdir. Olay şöyle cereyan etmişti: Kureyşliler azıp muhalefet kampanyasını bü­yütünce ve isyankâr tutumunu katılaştırınca Rasûlullah (a.s.) Allah'a "ya Rabbi, Hz. Yusuf zamanında 7 yıllık kıtlık ve açlık yarattığın gibi, bu adamlara karşı bana yardımcı olmak üzere burada da 7 yıllık bir açlık ve kıtlık yarat" diye dua etti. Bunun üzerine öyle korkunç bir kıtlık başladı ki, adamlar ölüleri, kemikleri ve hayvan derilerini yemeye başladılar. Ni­hayet, Ebu Süfyan ile Mekke'nin diğer kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)'in huzuruna geldiler ve kendisine şöyle dediler: "Ya Muhammed, siz kendinizin dünyaya rahmet olarak gönderildiğinizi söylersiniz. Ama görü­yorsunuz ki, kavminiz kıtlık ve açlıktan helâk oluyor. Lütfen kavminiz için dua ediniz." Hz. Peygamber (a.s.) de Allah'a dua etti. Bunun üzerine bardaktan boşalırcasına yağmur yağdı. O kadar ki, herkes yağmurdan şi­kayet etmeye başladı. Hz. Peygamber tekrar Allah'a, "Allah'ım, yağmur etrafımıza yağsın, bize değil" diye dua etti. Bu dua üzerine bulutlar dağıl­dı. İmam Buhârî'nin İbni Abbas'a dayanarak naklettiği bir başka hadisi vardır. Buna göre, Ebu Süfyân, Hz. Peygamber (a.s.)'e gelip yalvardı ve dedi ki adamlar açlıktan ölüyorlar. Yiyecek hiçbir şey bulamadıkları için kemikleri bile yiyorlar. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dua etti ve Allah da kıtlık ile açlığa son verdi.

Bu olaylar gösteriyor ki Kureyşli kabile reisleri Rasûlullah (a.s.) ile doğrudan kavgaya girmeye veya tebliğini duyurmaya cesaret edemiyorlar­dı. Fakat bunun yanı sıra, tebliğin devam etmesini ve kendi atalarının din, inanç ve geleneklerinin de bir anda yok olmasını hazmedemiyorlardı. On­ların alıştıkları bir hayat düzeninin yerine başka bir hayat düzeninin kurul­masına ve Arap halkının yavaş yavaş İslâm'ın dairesine gitmesine de razı değillerdi. Bu sebeple, İslâmi davetin ne pahasına olursa olsun durdurul­masından yana idiler. Aynı sebepten dolayı, ilerde anlatacağımız gibi, Hz. Peygamber (a.s.)'e sözle ve fiilen saldırmaktan da geri kalmıyorlardı.

 



[1] Bu adamın asıl adı Abd-ul Uzza bin Abdulmuttalib idi, künyesi Ebû Utbe idi. Fakat par­lak kırmızı yüzü sebebiyle "Ebû Leheb" (ateş suratlı) lakabıyla meşhur olmuştu, İbn Sad bizzat Abdulmuttalib'in kendisini Ebû Leheb diye çağırdığını yazmıştır.

[2]  "Tabakat-ı İbn Saad" Beyrut baskısı, C. IV, s. 49-80'de bulunan kayıtlara göre Ebû Süfyân hem Hz. Peygamber (a.s.)'in amcazâdesiydi hem de Halime Sa'diyye'nin sütünü emdiği için O'nun süt kardeşiydi. Ebû Süfyân Cahiliyye devrinde Hz. Peygamber (a.s.)'i çok severdi; fakat kendisine peygamberlik gelince, en büyük muhaliflerinden biri oluverdi. Belâzurî de "Ensâb-ul Esrar C. I, s. 361. Mısır baskısında da hemen hemen, aynı şeyler yazmış, ama şunları da eklemiş­tir: "Rasûlullah, Hz. Abbas'ın tavsiyesi üzerine Ebû Sufyân'ı affetti." Belâzurî ayrıca, Ebû Sufyân'ın Ebva mevkiinde Hz. Peygamber (a.s.)'e biat ettiği yolundaki rivayetlerin zayıf olduğunu bildirmiştir. Belazuri bu olayın Mekke ile Medine arasında Cuhfe mevkiinde cereyan ettiğini yaz­mıştır." "Mu'cem-ul Buldân"da da aynı rivâyete rastlanmaktadır.

[3] İbn Sa'd'a göre bu komşuların en yakını Ebû Leheb ve Ukbe idiler. Nitekim Hz. Ayşe'nin şu hadisini naklediyor: "Rasûlullah buyurdular; ben en kötü iki komşu arasında idim: Biri Ebû Le­heb, diğeri Utbe."

[4] Taberânî'de, Katade'nin rivâyetine göre; Hz. Umm-u Gülsüm, Uteybe ile ve Hz. Rukay­ye, Utbe ile evlenmişlerdi. İbn Kuteybe "El-Maârif'te ve Suheylî "Ravz-ul Ünuf"ta aynı ifadede bulunmuşlardır. Fakat İbn İshak, Hz. Rukayye'nin Utbe ile evlenmesi konusunda şüphe etmiştir. İbn Kuteybe, Zürkanî ve Taberi'nin ifadelerine göre her iki kız da evliliklerinin ilk günlerinde Ebû Leheb tarafından boşandılar. Daha sonra Rasûlullah (a.s.) Hz. Rukayye'yi Hz. Osman ile evlen­dirdi.

[5] Bu demektir ki Ebû Leheb içten Rasûlullah (a.s.)'in dualarının tesirli olduğuna inanıyor­du.

[6]  "El-İsti'âb"; İbni Abd-il Berr, "El-İsâbe"; İbni Hacer, "El-Ensâb-ul Eşraf"; Belâzurî, "Delâil-in Nübüvvet"; Ebû Nu'aym el-İsfahânî, "Ravz-ul Ünuf"; Süheyli.

[7] İbn İshâk bunu "İbad" İbn Hişâm da "Abbâd" olarak yazmışlardır.

[8] Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in bu sözlerinin anlamı şuydu: Hicvi Cenâb-ı Allah yapmıştı, Rasûlullah (a.s.) değil.

[9] Arabistan'da Mina'nın dışında halkın toplandığı üç büyük ve önemli yer vardı. En büyük panayır Ukâz'da yapılırdı. Ukâz, Taiften bir günlük ve Mekke'den üç günlük mesafede idi. Burada Şevval ayının başından sonuna kadar büyük bir pazar kurulur, dükkânlar açılır ve eğlenceler dü­zenlenirdi. Buraya şair, edib, konuşmacı, reis, fakir, fukara herkes gelirdi. Şiir ve konuşma yarış­ması yapılırdı. Kabileler arasındaki ihtilaf ve kavgalar da burada tatlıya bağlanırdı. Bazı davalar da burada sonuçlandırılırdı. Daha sonra, 1- Zilkadeden itibaren, bugün Fatıma vadisi olarak bilinen Merrüzzahrân'da herkes toplanmaya başlar ve ayın son, Hac devresi başlardı ve Mekke'ye gelen bütün Araplar Minâ'da toplanırlardı.

[10] "Mu'cemül Buldan’da belirtildiği gibi bu bir yerin adıdır. Burada oturan kabilenin adının da "İraş" olması muhtemeldir.

[11] "İsâbe"de Hâfız İbni Hacer, İmam Zührî'ye dayanarak Hz. Sa'id bin El-Müseyyeb'in ha­disini nakletmiştir. Bu hadise göre Ebû Süfyan, Ahnes'e fikrini sorunca kendisi, Hz. Muhammed (a.s.)'in hak yolunda olduğuna inandığını söyledi. Bu ifâde, Taberânî'nin "Evsat'ta naklettiği Hz. Muaviye'ye ait hadisle de doğrulanmış oluyor. Hz. Muaviye diyor ki; bir defasında benim babam, Ebû Süfyân annem Hind ile beraber bir katır üzerinde bir çölden geçiyordu ve peşinde de ben var­dım. Derken, Rasûlullah (a.s.)a rastladık. Babam dedi ki, Muaviye, sen katırından in ve Muham­med (a.s.)'i bindir. Bunun üzerine ben katırımdan indim ve buna Hz. Muhammed (a.s.) bindi. Son­ra Hz. Muhammed (a.s.) babam ve anneme hitap ederek dedi ki, "Ey Ebû Süfyân ve Ey Hind bin Utbe, vallahi siz hepiniz bir gün öleceksiniz, tekrar diriltileceksiniz ve iyi amel işleyen cennete, kötü amel işleyen de cehenneme gidecek." Sonra Fussilet sûresinin ilk 11 ayetini okudu. Bundan sonra Hz. Muhammed (a.s.) katırdan inip gitti. Ben tekrar katıra bindim. Yolda annem, babama kı­zarak, "Bu sihirbaz, yalancı ve sahtekâr için oğlumu katırdan indirdin değil mi?" Babam da dedi ki, "vallahi, bu şahıs ne sihirbazdır, ne yalancı ne de sahtekâr."