Yirmi Sekizinci Bölüm: İSLÂM'IN YAYILIŞINI DURDURMAK
İÇİN KUREYŞ'İN BAŞVURDUĞU TEDBİRLER
28.1.
HZ. PEYGAMBER (A.S.) İLE UZLAŞMA GİRİŞİMLERİ
28.2.
EBU TALİB'E BASKI YAPILMASI
28.3.
KUREYŞ'İN KÜSTAHLIKLARI VE YALAN KAMPANYASI
28.4.
"KÜLTÜR VE SAN'AT" ADINA MİLLETİ SAPTIRMAK
28.5.
YALAN KAMPANYASININ SONUÇLARI
28.6.
MÜSLÜMANLARA ZÜLÜM VE İŞKENCE YAPILMASI
Yirmi
Sekizinci Bölüm: İSLÂM'IN YAYILIŞINI DURDURMAK İÇİN KUREYŞ'İN BAŞVURDUĞU
TEDBİRLER
Esas konuya girmeden önce şunu
hemen belirtelim ki, Kureyş kabilesinin tümü Hz. Muhammed (a.s.)'e ve İslam'a
düşman değildi. Kureyşin Hz. Muhammed (a.s.)'e ve İslâm'a karşı tutumunda bir
ahenk veya bütünlük yoktu. Zira Kureyş, çeşitli kabile ve gruplardan
oluşuyordu ve bunların düşünce tarzı da farklıydı.
Kureyşlilerin bir grubu, Hz.
Muhammed (a.s.) ile İslâm'a şiddetle muhalifti. Bu grupta Kureyş'in önde gelen
kabile reisleri yer alıyordu. İbni Sa'd, "Tabakat"da Hz. Peygamber
(a.s.) ve İslâm'ın can düşmanı olan bu kişilerin ismini yazmıştır ki, bunları
şöyle sıralayabiliriz: Ebu Cehl, Ebu Leheb, Esved bin Abd-i Yeğûs (Beni
Zühre'den olup Hz. Peygamber (a.s.)'in dayısının oğluydu); Hâris bin Kays bin
Adiyy (Beni Sehm'den olup, İbn'ul-Ğaytala adıyla meşhur olmuştu), Velid bin
Muğire (Beni Mahzûm'dan), Ümeyye bin Halef (Beni Cumah'dan), Ebu Kays bin Fakih
bin Muğire (Beni Mahzûm'dan), As bin Vail Sehmi (Amr bin El-As'ın babası),
Nadr bin el-Haris (Beni Abdu'd-Dâr'dan), Münebbih bin el-Haccac (Beni
Sehm'den), Züheyr bin Ebi Ümeyye (Beni Mahzûm'dan olup Ümm-ü Seleme'nin
kardeşiydi) Saib bin Sayfı bin Abid (Beni Mahzûm'dan) Esved bin Abdu'1-Esed
Mahzumi, As bin Said bin el-As (Beni Ümeyye'den), Ebu'l-Bahterî As bin Hişâm
(Beni Esed'den), Ukbe bin Ebi Muayt (Beni Ümeyye'den) İbn'ul-Esdâ (ya da
el-Esda'i) el-Hüzeli, Hakem bin Ebi'l-As (Beni Ümeyye'den olup Mervan'ın
babasıydı) ve Adiyy bin Hamrâ'is-Sekâfi.
Kureyşlilerin ikinci grubunda da
birçok İslam düşmanı kabile reisleri yer alıyordu. Bunlar tabii ki İslâm ve Hz.
Peygamber (a.s.)'in düşmanıydılar, ama muhalefet ve düşmanlıkta ilk grup gibi
her şeyi göze almamışlardı. Bunların muhalefet ve düşmanlığı o kadar şiddetli
değildi. Fakat yine de İslâma ve müslümanlara karşı tavır alınırken, reylerini
ilk gruptan yana veriyor ve ağırlıklarını koyuyorlardı. İbni Sa'd bu grupta
Utbe bin Rebia, Şeybe bin Rebia, (Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan) ve Ebu
Süfyân bin Harb (Beni Ümeyye'den)'ın yer aldığını yazmıştır. Fakat muhalefet ve
düşmanlıkları ne kadar hafif ve zararsız olursa olsun, Kur'an-ı Kerim'in bunlar
hakkında söylediği şundan ibarettir:
"Agâh olun ki, münafıklar
kalblerindekini gizlemek için göğüslerini Hak'tan çevirirler." (Hud; 50)
Yani bu adamlar kalblerinin
içindekileri dışarıya vurmamak için gizli ve sinsice hareket ediyorlardı. Hz.
Peygamber (a.s.)'i ve müslümanları gördükleri yerlerden kaçıyor, yolda
karşılaştıkları zaman istikâmetlerini değiştiriyor veya yüzlerini örtüyor ve
arkalarından kötü şeyler konuşuyorlardı.
Kureyşlilerin dışındaki
Mekkelilere gelince, bunlardan bazıları tarafsızdı; bazıları kalben
İslâmiyet'in hakkaniyetini anlıyor ve biliyorlardı, ama açıkça İslâm'ı kabul
etmekte tereddüt ediyorlardı; bazıları ise birer ikişer İslâm camiasına
giriyorlardı. Mekkelilerin büyük kısmı ise kabile reislerinin baskı ve tehdidi
sebebiyle atalarının dinlerini korumak ve müslümanları yıldırmak amacıyla
giriştikleri komplo ve hareketlere katılıyorlardı.
Şimdi Kureyş ve diğer muhaliflerin
İslâmi hareketi durdurmak için başvurdukları tedbirlere ve harcadıkları
gayretlere bir göz atalım:
28.1. HZ.
PEYGAMBER (A.S.) İLE UZLAŞMA GİRİŞİMLERİ
Muhalifler, Hazreti Peygamber
(a.s.)'in fevkalâde şahsiyeti ve Kur'an-ı Kerim'in inanılmaz tesirini bildikleri
için kendisiyle bir uzlaşma ve anlaşma zemini yokladılar. Gaye ve hedefleri,
din konusunda bazı tavizler koparmak ve uzlaşmaya varmaktı. Bu uzlaşma
girişimleri çeşitli vesilelerle ve münasebetlerle yapıldı. Bu amaçla Hz.
Peygamber (a.s.)'e çeşitli heyetler gönderildi ve bazen sayılı ve tanınmış
kişiler de yollandı.
28.1.1. Utbe bin Rebi'a'nın Hz. Peygamber (a.s.) İle
Görüşmesi
Uzlaşmanın sağlanması için yapılan
görüşmelerin en önemlilerinden biri Utbe bin Rebia'nınki idi. Çeşitli
muhaddisler bu görüşmeyi çeşitli şekilde anlatmışlardır. Fakat hepsinin özü
aynıdır ve aralarında herhangi bir tezât veya ihtilâf yoktur. İbn Ebi
Şeybe'nin, İbni Ömer ile Abd bin Hâmid ve Beyhakî ile Ebû Ya'lâ'nın, Hz. Câbir
bin Abdullah Ensarî'ye dayanarak naklettikleri olay şöyledir: Bir gün
Kureyş'ten bazı kimseler bir araya gelip şöyle konuştular: "Bakın,
aramızda sihir, kehânet ve şiiri kim en çok biliyorsa, toplumumuzu bölen,
işlerimizi bozan ve dinimizi ayıp sayan o kişiye gidip onunla konuşsun ve
kendisinin ne dediğini öğrensin." Herkes böyle bir kişinin Utbe bin
Rebi'a'dan başkası olmadığına karar verdi. Onun için kendisine,
"Ebu'l-Velid, sen bu işi yap" denildi ve Utbe bin Rebî'a Hz.
Peygamber'in yanına geldi.
Olayla ilgili ikinci hadis
Muhammed bin İshâk ile Beyhakî tarafından Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'ye atfen
naklolunmuştur ki şöyledir: Bir defasında Kureyş'in bazı kabile reisleri
Mescid-i Haram'da bağdaş kurup oturmuşlardı. Mescid'in bir köşesinde de
Rasûlullah (a.s.) tek başına oturuyordu. O sırada Hz. Hamza (r.a.) müslüman
olmuştu ve Kureyşliler, müslümanların sayısının gittikçe artmasından hayli
telaşlı idiler. Derken, Utbe bin Rebi'a (Ebû Süfyan'ın kayınpederi) Kureyşli
kabile reislerine şöyle seslendi: "Arkadaşlar, isterseniz Muhammed'e gidip
konuşayım ve ona bazı tekliflerde bulunayım. Kim bilir bunlardan bazısını o
kabul eder, bazısını da biz. Böylece bize muhalefet etmekten
vazgeçecektir." Herkes onun teklifini beğendi ve "Ebul-Velîd, biz
sana güveniyoruz. Gidip onunla elbette konuş" dedi. Utbe oradan kalkıp
Nebi-yi Kirâm (a.s.)'ın yanına gitti ve kendisine şöyle hitap etti: "Bak
yeğenim, bizim seni ne kadar sevdiğimizi saydığımızı bilirsin. Senin ailen de
en temiz ve en soylulardan biridir. Fakat sen milletimize ne biçim felâket
gelirdin? Sen cemiyetimizi böldün, bütün milleti aptal yerine koydun. Halkın
dinini ve tanrılarını kötüledin. Öbür dünyaya intikal etmiş olan atalarımızın
kâfir ve sapık olduğunu söyledin. Şimdi beni dinle, ben sana bazı tekliflerde
bulunacağım. Onları iyice düşün taşın, belki de bazılarını kabul edersin."
Rasûlullah (a.s.) buyurdular, "Ebu'l-Velid, devam et, seni
dinliyorum." Utbe bin Rebî'a dedi ki: "Yeğenim, şu başlattığın işin
maksadı mal ve mülk toplamaksa biz sana o kadar mal ve mülk vereceğiz ki, sen
aramızda en zengin ve en varlıklı kişi olacaksın. Eğer büyük olmak ve iktidar
elde etmek istiyorsan biz seni reisimiz yaparız. Hiçbir işimizi sana
danışmadan yapmayız. Hiçbir sözünden çıkmayız. Yok eğer kral olmak istiyorsan
ona da razıyız. Biz seni kralımız olarak seçeriz. Yok eğer sana cinler
geliyorsa ve sen de onları kovacak güce sahip değilsen, sen uyurken veya
uyanıkken rüya görüyorsan en iyi tabip ve hekimleri çağırırız, onlar seni
tedavi ederler." Utbe bunları söylüyor ve Hz. Peygamber (a.s.) kendisini
sessizce dinliyordu. Sonra şöyle konuştu: "Ebu'l-Velid, söylediklerinizi
söylediniz mi, yoksa söyleyeceğiniz başka bir şey var mı?" Utbe "yok
söylemek istediklerim bundan ibarettir" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah:
"O zaman şimdi beni dinleyiniz" dedi ve besmele okuyarak fussilet
suresini okumaya başladı. Utbe ellerini arkaya koyup bunları dikkatle
dinliyordu. Rasûlullah (a.s.) 38. ayete gelince secde etti, daha sonra başını
kaldırarak şöyle dedi: Ebu'l-Velid, cevabımın ne olduğunu duydunuz. Bundan
sonrasını siz bilirsiniz." Utbe oradan kalkıp Kureyşli kabile reislerine
doğru yönelince arkadaşları aralarında, "vallahi Utbe'nin yüzü
değişmiştir. Utbe bizden gittiği yüzle gelmiyor" dediler ve yanlarına
gelince de Hz. Peygamber (a.s.)'in ne dediğini sordular. Utbe kendilerine
şöyle dedi: "Allah aşkına ben bundan evvel böyle bir kelâm dinlememiştim.
Vallahi billahi, bu ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehânet. Ey Kureyşliler,
beni dinleyin ve bu adamı rahat bırakın. Bana öyle geliyor ki, onun
söyledikleri yankı yapacaktır. Faraza, Araplar ona (Hz. Muhammed'e) galip
gelirse, siz kendi akrabanıza el kaldırmaktan kurtulacaksınız ve başkaları
onun işini bitirmiş olacaktır. Fakat eğer o Araplara galip gelirse onun
krallığı sizin krallığınız ve onun şerefi sizin şerefiniz olacaktır."
Kureyşliler onun böyle konuştuğunu işitince, "vallahi Ebu'l-Velid, o (Hz.
Peygamber) seni de büyüledi" dediler. Utbe cevap verdi: "Vallahi, ne
yaparsanız yapın, ben size fikrimi söyledim."
Beyhakî'nin bu olayla ilgili
olarak topladığı rivâyetlere bazı diğer şeyler ilâve edilmiştir. Meselâ,
Rasûlullah (a.s.) Fussilet suresinin 13. ayetini (eğer onlar davetine
icabetten yüz çevirirlerse de ki: 'Sizi Ad ve Semûd kavimlerinin yıldırımı gibi
bir yıldırımla korkutuyorum') okuyunca Utbe derhal elini Rasûlullah (a.s.)'ın
ağzını kapatmak için kaldırdı ve "sakın öyle konuşma" dedi. Utbe
daha sonra arkadaşlarına bu hareketinin gerekçesini şöyle anlattı:
"Biliyorsunuz ki Muhammed (a.s.) bir şey söyleyince yalan çıkmıyor. Bu
sebeple, ben bir azap geleceğinden korktum."
28.1.2. Başka Bir Heyetin Gelişi
Muhammed bin İshâk'ın İbn Abbas'a
dayanarak naklettiği rivayet şöyledir: Bir defasında Utbe bin Rebî'a, Şeybe bin
Rebî'a, Ebu Süfyân bin Harb, Nadr bin Haris, Ebu'l-Bahteri bin Hişâm, Esved bin
el-Muttalib, Zema'a bin el-Esved, Velid bin Muğire, Ebu Cehl, Abdullah bin Ebi
Ümeyye, Ümeyye bin Halef, As bin Vâil ve Haccâc Sehmi'nin oğulları Nübeyye ve
Münebbih, güneşin batışından sonra Kâ'be'nin duvarının altında toplandılar ve
Hz. Muhammed (a.s.) ile konuşup meseleyi bitirmek istediler. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (a.s.)'e, Mekke'nin eşrafının bir araya gelip kendisiyle konuşmak
istediğine dair haber yollandı. Hz. Peygamber (a.s.) bu adamların doğru yola
gelmeleri için çaba harcadığından onlarla görüşmeye hemen razı oldu. Hz.
Peygamber (a.s.) gelince, Kureyşli eşraf kendisine şöyle dedi: "Muhammed,
biz seni buraya çağırdık ki hüccetimizi tamamlayalım. Vallahi, Arap kavminde
senin kadar kendi milletini bölen başka bir kişiyi görmedik. Sen atalarını
kötüledin. Dinimizde ayıp buldun. İnsanları aptal yerine koydun. Mabûdlarımıza
hakaret ettin. Bizim toplumumuzda ikilik yarattın. Gerçek şu ki aramızı
bozmaktan hiç çekinmedin. Eğer sen bunları para ve mal-mülk için yapıyorsan
emin ol biz sana o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen hepimizden daha zengin
olacaksın. Yok, büyüklük tasarlıyorsan, biz seni önderimiz seçeriz. (Bir
rivâyete göre, biz hiçbir konuda sana danışmadan karar vermeyiz). Yok, krallık
istiyorsan seni kral yaparız. Yok,sana musallat olan bir cin sana geliyorsa,
biz paramızı-pulumuzu harcayıp senin kurtulman ve iyileşmen için seni tedavi
ettiririz. Hiç olmazsa günah bizden gider." Buna cevap olarak Hz.
Peygamber (a.s.) şöyle buyurdu: "Ben sizin dediğiniz gibi hasta filan değilim.
Size getirdiğim şeyi, ne sizden mal-mülk talep etmek, mevki ve makama kavuşmak
ne de kralınız olmak için getirmişimdir. Gerçek şu ki, Allah beni size Resul
olarak göndermiştir. Bana bir kitap indirmiştir ve benim sizin için müjdeleyici
ve korkutucu olmamı istemiştir. Onun için, ben Rabbimin mesajını size iletmiş
bulunuyorum ve size nasihat etmiş bulunuyorum. Şimdi, getirdiğim şeyi kabul
ederseniz siz dünyada da, Ahiret'te de şanslı ve mutlu olacaksınız. Yok, eğer
reddediyorsanız, ben Allah'ın emri üzerine sabredeceğim. Ta ki, Allah benimle
sizin aranızda kararını versin." Bunun üzerine kâfirlerin reisleri Hz.
Muhammed (a.s.)'in bazı Mu'cizeler göstermesini istediler. (Kur'an-ı Kerim'de
kabile reislerinin bu isteği ve buna verilen cevap ayrıntılı olarak yer
almıştır).[1]
İbni Hişâm, İbni İshâk'a dayanarak bu rivâyeti naklederken şunları da yazmıştır:
Kâfirlerin Mu'cizelerle ilgili taleplerini dinledikten sonra Hz. Peygamber
(a.s.) şöyle buyurdu: "Ben bu gibi şeyler yapmak için dünyaya
gönderilmedim. Allah beni hangi şeyler için göndermişse onları size
ilettim." Bundan sonra kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)'e tehdit
savurdular ve dediler ki, "biz senin bunları yapmana daha fazla müsaade
etmeyeceğiz. Ya sen bizim işimizi bitirirsin, ya da biz senin işini."
28.1.3. Uzlaşma İçin Diğer Bazı Girişimler
Bundan sonra da Kureyşliler
çeşitli defa Hz. Muhammed (a.s.) ile aralarındaki çekişmeye son vermek ve bir
çeşit uzlaşmaya varmak amacıyla girişimlerde bulundular.
Hz. Abdullah bin Abbas'ın bir
rivâyeti şöyledir: Kureyşliler Hz. Peygamber (a.s.)'e dediler ki, "biz
sana o kadar mal-mülk vereceğiz ki, sen Mekke'nin en zengin kişisi olacaksın.
Sen hangi kadını beğenirsen seni onunla evlendiririz. Biz senin peşinden
gelmeye razıyız. Yeter ki tanrılarımızı kötülemekten vazgeç. Eğer bu teklifi
kabul etmezsen sana başka bir şey teklif edeceğiz ki, buna göre sen de rahat
edersin biz de." Hz. Peygamber bu teklifin ne olduğunu sordu. Onlar dedi
ki: "Bir sene sen mabûdlarımız Lât ve Uzza'ya ibadet et, bir sene de biz
senin mabuduna ibadet edelim." Hz. Peygamber (a.s.) "bir
dakika.bakayım Rabbim'den ne emir geliyor" dedi[2].
Bundan sonra vahiy geldi: "De ki: 'Ey kâfirler, sizin ibadet ettiklerinize
ben ibâdet etmem. Ne de siz benim ibadet ettiğime ibadet edersiniz. Ne ibadet
ettiklerinize ibadet edeceğim, ne de benim ibadet ettiğime siz ibadet
edeceksiniz. Sizin dininiz sizin için, benim dinim benim içindir."
(Kâfirûn; 1-6). Ayrıca şunları da buyurdu: "De ki? 'Bana, Allah'tan
başkasına ibadet etmemi mi emrediyorsunuz ey cahiller"" (Zümer; 64).
(İbni Cerir, "Fit-Tefsir vet-Târih", İbni Ebi Hâtim, Taberânî).
İbni Abbas'ın bir rivâyeti
şöyledir. Kureyşliler, Hz. Peygamber (a.s.)'e dediler ki: "Ey Muhammed,
eğer sen mabûdlarımızı öpersen biz de senin mabuduna ibadet ederiz." Bunun
üzerine Kafirûn sûresi nâzil oldu." (Abd bin Hâmid).
Sa'id bin Minâ"
(Ebû'l-Buhteri'nin azad ettiği köle)nin bir rivâyeti şöyledir: Velid bin
Muğire, As bin Vâil, Esved bin el-Muttalib ve Ümeyye bin Halef, Rasûlullah
(a.s.) ile görüştüler ve dediler ki: "Ey Muhammed, gel biz senin mabuduna
ibadet edelim, sen de bizimkilere. Biz seni her işimizde ortak yaparız. Eğer
senin getirdiğin şey bizde olan şeyden daha iyi ise, biz seninle ortak oluruz
ve payımızı oradan alırız. Fakat bizde olan şey seninkinden daha iyi ise sen o
işte bizimle ortak olursun ve ondan kendi payını alırsın. Bunun üzerine Cenab-ı
Allah, Kâfirûn sûresini nazil etti. (İbni Cerir, İbni Ebi Hâtim, İbni Hişâm ve
Belazuri de bu olayı anlatmışlardır).
Vehb bin Münebbih (r.a.)'in
rivâyet şöyledir: Kureyşliler Rasûlullah (a.s.)'a dediler ki "eğer
isterseniz bir sene biz sizin dininize bir sene de siz bizim dinimize
girersiniz." (Abd bin Hâmid, İbni Ebi Hâtim).
Bu rivayetler gösteriyor ki
Kureyşliler sadece bir defa, bir toplantıda bu teklifte bulunmamışlardı, aksine
çeşitli vesilelerle ve çeşitli yerlerde bunu tekrarlamışlardı ve her defasında
Hz. Peygamber (a.s.)'den aynı cevabı almışlardı. Bu tekliflerin arkasının
kesilmesi için kati ve net cevap verilmesi gerekiyordu ve Rasûlullah (a.s.)'ın
din konusunda kâfirlerle herhangi bir pazarlığa veya uzlaşmaya girmeyeceğinin
belirtilmesine hacet vardı. Bu sebepten dolayıdır ki yukarıda bahsettiğimiz
vahiylerle Kureyşlilerin ağızları kapatılmış oldu.
28.2. EBU
TALİB'E BASKI YAPILMASI
Kureyş'in, Hz. Peygamber (a.s.)'in
İslâmi davetini durdurma tedbirlerinden biri de, Ebu Tâlib'e baskı
uygulamaktı. Yani, kendileri Ebu Tâlib'i baskı altında tutacaklar ve onun
vasıtasıyla Hz. Peygamber (a.s.)'e tazyik yapacaklardı.
Muhammed bin İshâk'ın rivâyetine
göre Kureyşliler ne zaman ki Ebu Tâlib'in Hz. Muhammed (a.s.)'i desteklediğini
ve hoşlarına gitmeyen şeylerden men'etmediğini gördüler, o zaman Kureyş
eşrafından müteşekkil bir heyeti kendisine gönderip meseleyi halletmek
istediler. Ebu Tâlib'e gönderilen heyette Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan
Utbe bin Rebi'a ve Şeybe bin Rebi'a, Beni Ümeyye'den Ebu Süfyân, Beni Esed bin
Ab-dü'1-Uzzâ'dan Ebu'l-Bahteri As bin Hişâm ve Esved bin el-Muttalib, Beni
Mahzûm'dan Ebu Cehl ve Velid bin Muğire ve Beni Sehm'den Haccâc'ın oğulları Nübeyye
ve Münebbih ve As bin Vâil vardı. Heyet Ebû Tâlib'e şunları söyledi: "Ey
Ebu Tâlib, yeğeniniz bizim mabûdlarımızı kötülemiş, dinimizde ayıplar olduğunu
söylemiş, bizim aklımızı kaçırdığımızı iddia etmiş ve atalarımızın yanlış yolda
olduğunu ifade etmiştir. Bundan böyle ya onu, bizi üzmek ve kırmaktan
alıkoyacaksınız ya da bizimle onun arasından çıkacaksınız. Çünkü siz de bizim
gibi onun dinine karşısınız. Ondan sonra onunla kozumuzu paylaşmış
oluruz." Ebu Tâlib onlara iyi davrandı, onların söylediklerini dikkatle
dinledi. Kendileriyle tatlı konuştu ve iyi sözle söyleyerek öfkelerini
yatıştırdı. Sonra onlar ayrıldı. (İbn Hişâm, Taberî, "el-Bidâye
ve'n-Nihaye).
Bundan sonra da Hz. Peygamber
(a.s.) tebliğ çalışmalarını aralıksızca sürdürdü. Kureyşli kabile reisleri bu
çalışmalara bir süre daha tahammül ettiler. Fakat sabırları taştıktan sonra Ebu
Tâlib'e ikinci heyeti gönderdiler Heyettekiler Ebu Tâlib'e şöyle dediler:
"Ey Ebu Tâlib, siz yaşlı bir büyüğümüzsünüz. Mevki ve makamınız, şeref ve
haysiyetiniz vardır. Biz onu (Hz. Peygamber'i) desteklemekten vazgeçmenizi
istemiştik, ama siz desteğinizi çekmediniz. Biz artık atalarımızın, aklımızın
ve mabûdlarımızın kötülenmesine, ayıplanmasına tahammül edemeyeceğiz. Bundan
sonra ya siz onu durduracaksınız ya da sizinle bizim aramızda çatışma patlak
verecektir, ta ki bizden biri ölsün." Bundan sonraki rivayetlerde ifade
değişikliği vardır.
İmam Buhârî tarih kitabında ve
Hâfız Ebu Ya'lâ kendi "Müsned"inde Akil bin Ebi Tâlib'in şu rivâyetini
nakletmiştir: Bu heyet Ebu Tâlib'in yanında bulunurken babam bana dedi ki: Git
Muhammed (a.s.)'i çağır. Hava çok sıcaktı. Ben gidip Hz. Muhammed (a.s.)'i
buldum ve getirdim. Hz. Muhammed (a.s.) gelince amcası dedi ki, "bak
yeğenim, senin akrabaların senin hakkında şikâyette bulunuyorlar. Sen onların
toplantılarına ve Mescid (yani Mescid-i Haram)'e gidip onları rahatsız
ediyormuşsun. Lütfen onları fazla rahatsız etme." Bunun üzerine Rasûlullah
(a.s.) göğe doğru baktı ve Kureyşlilere dedi ki: "Siz bu güneşi görüyor
musunuz?" Onlar "evet" dedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu ki,
"nasıl ki bu güneş size göndermekte olduğu ışınlan durdurmaya kadir
değildir, ben de kendi işimi bırakmaya kadir değilim." Rasûlullah (a.s.)
bu cevabı verdikten sonra oradan ayrıldı. Hz. Muhammed (a.s.)'in gitmesinden
sonra Ebu Tâlib dedi ki, "yeğenim hiçbir zaman yalan söylememiştir. Onun
için, siz artık gidebilirsiniz." Taberânî bu olayı "Evsâfta ve
"Kebir"de nakletmiştir. Ebû Ya'lâ da bunu özetlemiştir.
İbni Hişâm, Taberî, Beyhakî ve
Belazuri bu olayı şöyle nakletmişlerdir. Heyetin gitmesinden sonra Ebu Tâlib,
Rasûlullah (a.s.)'ı yanına çağırıp kendisine dedi ki: "Yeğenim,
milletimizin bu adamları bize gelip bunları söylemişlerdir. Onun için sen,
kendinin ve benim yaşayabilmem için biraz imkân bırak. Bana, altından
kalkamayacağım bir yük yükleme ve kendin de taşıma. Onun için, kavminin hoşuna
gitmeyen şeyleri söyleme." Hz. Peygamber (a.s.) Ebu Tâlib'in bu sözlerini
dinledikten sonra amcasının kendisini himaye etmekten vazgeçtiğini zannetti.
Bu sebeple, kendisine şöyle dedi: "Amcacığım, sağ elime güneş ve sol
elime ay bile verilse ben bu işi bırakmayacağım. Ta ki Allah beni muvaffak
kılsın, ya da ben bu yolda öleyim." Hz. Muhammed (a.s.) bu sözleri
söylerken üzüntüden ağlayıverdi. Sonra kalkıp gitmek istedi. Ebu Tâlib baktı ki
söyledikleri Hz. Muhammed (a.s.)'e çok ağır gelmiştir. Onun için onu geri
çağırdı ve kendisine şöyle dedi: "Yeğenim, sen işine devam et ve ne yapmak
istersen yap. Allah'a yemin ederim; ne olursa olsun, ben seni düşmanlara teslim
etmeyeceğim."
28.2.3. Ebû Cehl, Rasûlullah (a.s.)'i Öldürmeyi
Plânlıyor
Bundan sonra Ebu Cehl'in Hazreti
Peygamber (a.s.)'i öldürmeyi tasarladığı rivayet olunmuştur. Muhammed bin
İshâk'ın rivâyeti şöyledir: Ebu Cehl, Kureyşlileri toplayarak, "ey Kureyş
topluluğu, Muhammed'in, atalarımızın dinini ayıplamaktan, baba ve dedelerimizin
sapık ve aklımızın da akılsızlık olduğunu söylemekten ve mabudlarımıza
küfretmekten vazgeçmeyeceğini söylediğini siz de gördünüz. Şimdi ben Allah'a
söz veriyorum, yarın büyük bir taş alıp oturacağım ve Muhammed namaz kılarken
secde ettiği zaman başını ezeceğim. Bundan sonra Abd-i Menaf ne isterse
yapsın." Ertesi sabah Ebu Cehl büyük bir taş alıp oturdu ve Hz. Peygamber
(a.s.)'i beklemeye başladı. Rasûlullah (a.s.) her zamanki gibi namaz için
geldi ve ibadete başladı. Kureyşliler de toplanıp olayı merakla izlemeye
başladılar. Rasûlullah (a.s.) secde ettiği zaman Ebu Cehl kendisine yaklaştı,
fakat birden bire oradan dehşet içinde çekildi. Yüzünün rengi sapsarıydı. Taşı
da heyecan içinde düşürmüştü. Kureyşliler ona yaklaşıp, "Ebu Hakem, sana
ne oldu?" diye sordular. Ebu Cehl dedi ki: "Size söylediğim gibi
plânımı gerçekleştirmek istedim. Fakat, onun yanına yaklaştığım zaman birden
bire dev bir deve ile karşılaştım. Bu kadar büyük başı, boynu ve kamburu olan
başka bir deve hayatımda görmedim. O deve beni çiğnemek istiyordu." Daha
sonra Rasûlullah (a.s.) arkadaşlarına bu devenin aslında Hz. Cebrail olduğunu
anlattı.
İbni Sa'd'ın rivâyet ettiği gibi
Kureyşli şeyh ve kabile reisleri bir defa daha Ebu Tâlib'e geldiler. Onlar
dediler ki: "Siz bizim büyük reisimizsiniz. Biz size adil bir şey söylemek
istiyoruz. Lütfen siz bizimle onun (Hz. Muhammed) davasında adaletle karar
verin. Yeğeninizi çağırın ve ona deyin ki mabûdlarımızı kötülemekten
vazgeçsin, biz de onun mabuduna bir şey söylemeyiz." Bu sözler üzerine Ebu
Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)'i yanına çağırdı ve kendisine şunları söyledi:
"Bak evladım, bunlar senin amcaların, senin milletinin eşrafı, şeyh ve
reisleridirler. Seninle âdil bir şey konuşmak istiyorlar." Hz. Peygamber
(a.s.) dedi ki getirdikleri teklifi açıklasınlar. Onlar dedi ki: "Sen bizi
bizim tanrılarımızla bırak ve onları kötüleme. Biz de seni senin tanrınla
bırakırız." Ebu Tâlib, Kureyşlilerin adil ve makul bir şey söylediklerini
belirtti ve yeğeninden bunu kabul etmesini söyledi. Hz. Peygamber (a.s.) dedi
ki: "Amcacığım, ben onları daha iyi bir şeye davet etmeyeyim mi?"
Ebu Tâlib, o daha iyi şeyin ne olduğunu sordu. Rasûlullah (a.s.) buyurdu:
"Ben onları öyle bir kelimeye çağırıyorum ki, bunu kabul ettikleri
takdirde Arabistan'a hâkim olurlar ve Acem de onlara tabi olur." Ebu Tâlib
şu karşılığı verdi: "Vallahi, bu çok faydalı bir iştir. Senin babana yemin
ederek söylüyorum, biz böyle bir değil, birkaç kelime söylemeye hazırız."
Rasûlullah (a.s.) da dedi ki, o zaman "Lâilahe İllallah deyin." Bunu
duyunca Kureyşli reisler ve soylu kişiler öfke ve nefretle şunları söyleyerek
ayrıldılar: "Gidin ve ilâhlarınıza ibadette sebat edin. Şüphesiz arzu
edilecek olan budur." (Sâd; 6)
Bu olayla ilgili rivayetlerde de
bazı ihtilaflar vardır. İbni Sa'd "Tabakayla ve Taberî kendi
"Tarih"inde, bu olayı, tarihini tesbit etmeden anlatmıştır. İbni
İshâk ise bunun, Hz. Hamza ile Hz. Ömer (r.a.)'in iman etmelerinden sonraki
bir vak'a olduğunu kaydetmiştir. Bu ifadeyi Zemahşeri, Razi ve Nisaburi gibi
diğer müfessirler de kabul etmişlerdir. Fakat bazı diğer rivayetlere göre bu
olay, Ebu Tâlib'in ölüm döşeğinde iken cereyan etti. İmam Ahmed, Nesâî,
Tirmizî, Beyhakî, İbni Ebi Şeybe, İbn Ebi Hatim ve İbni Cerir Taberî gibi
müfessir ve tarihçilerin bu husustaki kayıtlarının özeti şudur: Ebu Tâlib
hastalanıp bir daha iyileşemeyeceği belli olduktan sonra Kureyşli reisleri
aralarında bir toplantı yaptılar ve kendisiyle son bir görüşme yapmayı
kararlaştırdılar. Kendileri ile yeğeni arasındaki kavgaya son vermesi halinde
herkesin rahat nefes alacağını düşündüler. Onlar Ebu Tâlib'in ölümünden sonra
Hz. Muhammed (a.s.)'e, karşı sert bir harekette bulunmaktan da çekiniyorlardı.
Zira, o zaman bütün Araplar diyecekti ki, "bu kabile reisleri, Büyük Reis
Ebu Tâlib'in hayatında, kendisinden korktukları için yeğenine bir şey
yapmadılar; ama o hayata gözlerini kapar kapamaz bunlar işi azıttılar."
Bu sebeple, takriben 25 kabile reisi, -ki bunlar arasında Ebu Cehl, Ebu Süfyan,
Ümeyye bin Halef, As bin Vâil, Esved bin el-Muttalib, Ukbe bin Ebu Muayt, Utbe
ve Şeybe de vardı- Hazreti Peygamber (a.s.)'in amcası Ebu Tâlib'e geldiler.
Bunlar her zaman olduğu gibi ilk önce Hz. Peygamber (a.s.) ile ilgili
şikâyetlerini dile getirdiler, sonra dediler ki: "Biz size haklı, makul ve
adil bir teklifle geldik. Yeğeniniz dinimizle uğraşmaktan vazgeçsin, biz de
onun diniyle uğraşmayı terk ederiz. O hangi mabuda tapmak isterse tapsın, biz
itiraz etmeyeceğiz. Fakat o da bizim mabudlarımıza dil uzatmasın. Ve bizim
mabûdlarımızı terk etmemizi beklemesin. Lütfen siz bu şartlar üzerinde Hz. Muhammed
ile bir anlaşma sağlayıverin." Ebu Tâlib, Rasûlullah (a.s.)'ı yanına
çağırdı ve dedi ki: "Bak evlâdım, senin kavminin ileri gelenleri bana
gelmişlerdir. Onlar seninle makul ve haklı bir şart üzerinde anlaşmak istiyorlar;
ki seninle onlar arasındaki kavga bitsin." Ebu Tâlib daha sonra onların
teklifini kendisine anlattı. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki:
"Amcacığım, ben onlara öyle bir söz söyleyeceğim ki, onlar bunu kabul
ederse Arabistan kendilerinin tebaası ve Acem kendilerine tabi oluverir."
Bu sözleri duyunca Kureyşli kabile reisleri bir an için durakladı ve ne cevap
vereceklerini şaşırdılar. Rasûlullah (a.s.)’ın sunacağı o sözü reddetmeleri
için uygun bir bahane bulamayınca şöyle dediler: "Sen bir sözden
bahsediyorsun, halbuki biz 10 söz söylemeye hazırız, ama önce bu sözün ne
olduğunu söyle." Rasûlullah (a.s.), "Lâilahe İllallah" dedi.
Bunu duyar duymaz hepsi birden ayağa kalktı. Sâd sûresinde 4.'den 8. ayetine
kadar kaydedilen sözleri söyleyerek oradan ayrıldılar.
İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî,
İbni Sa'd, Belazuri ve İbni Kesir'in anlattığına göre, Ebu Tâlib'in Hz.
Muhammed (a.s.)'i himaye etmekten hiçbir şekilde vazgeçmeyeceğini gören
Kureyşliler son bir gayret daha sarf etmek islediler ve bu defa Velid bin
Muğire'nin oğlu Umare bin Velid'i yanına götürüp şöyle dediler: "Ey Ebu
Tâlib, bak şu 'Umare bin Velid'i görüyor musun? Bu, Kureyşin en tanınmış, en
yakışıklı gencidir. Bunu al ve kendine evlât edin. Buna karşı yeğenini bize
ver. O yeğenin ki, atalarımızın dinine muhalefet etmiş, milletimizi bölmüş ve
parçalamış, hepimize aptal demiştir. Biz bir kişiyi sana verip, başka bir
kişiyi öldürmek için alıyoruz." Ebu Tâlib kendilerine şu cevabı verdi:
"Vallahi, siz benimle pazarlığın en iğrencini yaptınız. Siz evlât edinmem
için kendi çocuğunuzu veriyor ve benim evlâdımı öldürmek için almak istiyorsunuz.
Buna hiçbir zaman razı olamam." Hâşim'in kardeşi Nevfel'in evlâtlarından
olan Mut'im bin Adiyy, "vallahi, Ebu Tâlib, senin kavmin sana adaletli ve
insaflı davranmıştır ve seni, içinde bulunduğun çıkmazdan kurtarmak istiyor.
Fakat bakıyorum ki, sen onlara itibar etmiyorsun" dedi. Ebu Tâlib cevap
verdi: "Yemin ederim, onlar bana adaletli ve insaflı davranmışlardır. Fakat
bakıyorum ki sen beni bırakıp onlardan yana çıkıyorsun. Neyse, ne istersen
yap, bu senin bileceğin iştir." İbni İshâk'ın ifadesine göre tartışma
büyüyerek kavgaya dönüştü ve iki taraf da birbiriyle çatışmaya karar verdi.
İbni İshâk'ın ifadesine göre
bundan sonra Ebu Tâlib Beni Hâşim ile Beni Muttalib'i topladı ve onların
elbirliği ve güç birliği yaparak Hz. Peygamber (a.s.)'i desteklemelerini
istedi. Ebu Tâlib'in bu çağrısını herkes kabul etti. Bu iki aileden sadece Ebu
Leheb kâfirlerden yana çıktı ve Hz. Muhammed (a.s.)'i desteklemeyi kabul
etmedi.
28.2.6. Ebu Tâlib'in Kureyş'i Sert Bir Şekilde İkaz
Etmesi
İbni Sa'd'ın bir rivâyeti şöyledir:
"Rasûlullah (a.s.)'a muhalefet en çetin safhada iken ve henüz
Habeşistan'a hicret yapılmamışken bir gün Ebu Tâlib ve ailenin bazı diğer
fertleri Hz. Muhammed (a.s.)'in evine geldiler ve kendisini bulamadılar. Bunun
üzerine Ebu Tâlib, yeğeninin öldürülmüş olabileceği kuşkusuna kapıldı ve derhal
Beni Hâşim ile Beni Muttalib'in gençlerini toplanarak kendilerine şöyle dedi:
"Herkes hançer ve buna benzer başka silahlar alıp elbisesine saklasın ve
benimle beraber gelsin. Ben Mescid-i Haram'a girince, Ebu Hanzaiyye (Ebu
Cehl)'nin Kureyş eşrafının hangi grubunda bulunduğunu tesbit edeceksiniz. İşte
o grubun hiçbir üyesini sağ bırakmayacaksınız. Zira, Hz. Muhammed (a.s.)'i
mutlaka bu grup öldürmüştür." Ebu Tâlib gençlerle beraber Harem'e doğru
yürürken yolda Hz. Zeyd bin Hâris ile karşılaştı ve ondan Hz. Muhammed
(a.s.)'in sağ olduğunu öğrendi. Ertesi sabah Ebu Tâlib, Hz. Muhammed (a.s.)'in
evine gitti ve onu elinden tutarak Beni Hâşim ile Beni Muttalib'in gençleri ile
birlikte Kureyşli kabile reislerinin toplantısına vardı ve onlara şöyle
seslendi: "Ey Kureyşliler, benim ne karar verdiğimi biliyor musunuz?"
Bunun üzerine Ebu Tâlib bir gün önceki olayları anlattı ve gençlere dedi ki,
örtülerinizi çekin. Gençler örtülerini çekince her birinde bir silah olduğu
görüldü. Sonra Ebu Tâlib şöyle dedi: "Allah hakkı için, Muhammed (a.s.)'i
öldürürseniz, hiçbirinizi sağ bırakmayacağım. Aramızda öyle bir savaş
başlayacaktır ki hepimiz çarpışarak öleceğiz." Bu olay, Kureyş'e Hz.
Peygamber efendimiz (a.s.)'e el kaldırmanın kolay olmayacağı gerçeğini
hatırlattı. Ebu Tâlib ve Beni Hâşim ile Beni'l-Muttalib'in bu gövde gösterisi
özellikle Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatına kasteden Ebu Cehl için cesaret
kırıcıydı.
28.3.
KUREYŞ'İN KÜSTAHLIKLARI VE YALAN KAMPANYASI
Kureyşli kâfir ve müşriklerin Hz.
Peygamber (a.s.)'e karşı sürdürdükleri baskı, zulüm ve tehdit kampanyasına
yalan kampanyası da eklenince, küstahlık ve çirkinlikleri büsbütün ortaya
çıktı. Bu tür alçak ve adi girişimlerin maksadı ve gayesi Rasûlullah (a.s.)'ı
milletin gözünde küçük düşürmek ve ona bıkkınlık getirip Hak yolundan
caymasını sağlamaktı.
28.3.1. Hz. Zeyneb (r.a.)'i Boşama Çabaları
Kureyşin alçak hareketlerinden
biri de Hz. Peygamber (a.s.)'in kızı, Hz. Zeyneb (r.a.)'in boşanmasını
sağlamaktı. Kureyşliler daha öne Ebu Leheb'in oğullarıyla evli olan Hz. Rukayye
ile Hz. Ümmü Gülsüm (r.a.)'ün boşanmalarını sağlamışlardı. Aynı şeyin Hz.
Zeyneb'in de başına gelmesi için kocası ve Hz. Peygamber (a.s.)'in damadı olan
Ebu'l-As İbn Er-Rebia baskı yapmaya başladılar. Ebul As, Beni Abdul Uzza bin
Abd-i Şems'ten olup, annesi Hale binli Huveylid, Hz. Hatice (r.a.)'nin kardeşiydi.
Ailesi, Mekke'nin sayılı zengin ve tüccarlarındandı ve emaneti de meşhurdu.
Hz. Zeyneb (r.a.), Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvvet payesine yükselmesinden
önce Ebul As ile evlenmişti.[3]
Hz. Halice (r.a.) damadını kendi oğlu gibi biliyordu. Ebu'l As, Hz. Peygamber
(a.s.)'in nübüvvet payesine yükselmesinden sonra müslüman olmadı ve şirkine
devam etti, fakat Kureyşin herhangi bir baskısını da kabul etmedi ve Hz.
Zeyneb (r.a.)'i boşamayı reddetti. Belâzuri'nin "Ensâb'ul Eşrafta yazdığı
gibi Kureyşli kabile reisleri Ebu'l-As'tan Zeyneb'i boşamasını istediler ve
Arabistan'da hangi güzel kadını beğenirse kendisini onunla evlendireceklerini
belirttiler. Fakat kendisi dedi ki, "vallahi ben karımı boşamayacağım,
dünyanın en güzel kadınıdır". Aynı şeyleri Taberî ile İbn Hişâm, Muhammed
bin İshâk'a dayanarak yazmış ve bunları eklemişlerdir: Kureyşli kabile reisleri
ve diğer ileri gelenleri Ebu Leheb'in oğlu Utbe'ye gidip Hz. Muhammed (a.s.)'in
kızını boşamasını ve Kureyş'in hangi kadınıyla isterse onunla evlendireceğini
belirttiler. Utbe dedi ki; "Siz Said bin As'ın ya da oğlu Eban'ın kızını
getirin, ben sözünüzü dinleyeceğim." Kureyşliler onun istediği kızı
getirdiler ve o da Hz. Peygamber (a.s.)'in kızını boşadı.
28.3.2. Hz. Peygamber (a.s.)'in Oğlunun Ölümü Üzerine
Kureyşlilerin Sevinmesi
Kureyşlilerin bundan daha küstahça
hareketi, Hz. Peygamber (a.s.)'in oğlu Kâsım'ın ve diğer oğlu Abdullah'ın
küçükken ölümleri üzerine sevinmeleriydi. Hz. Peygamber (a.s.)'in böylesine
acıklı ve üzüntülü anında da Kureyşliler insanlıktan ve medeniyetten uzak bir
harekette bulundular. Kendisine baş sağlığı dilemek yerine, sevindiler ve hatta
göbek attılar. Öyle ki, Rasûlullah (a.s.)'a "ebter" (nesli tükenmiş,
kimsesiz) ismini taktılar.
İbni Sa'd ile İbni Asâkir, Hz.
Abdullah bin Abbas'a dayanarak şu olayı anlatmışlardır: Rasûlullah (a.s.)'ın
en büyük oğlu Kâsım'dı. Ondan sonra Hz. Zeyneb (r.a) doğmuştu. Bunların küçüğü
Abdullah idi. Daha sonra sıra ile üç kız, Hz. Umm-u Gülsüm, Hz. Fatma (r.a.) ve
Hz. Rukayye (r.a.) doğmuşlardı. Bunlardan ilk önce Kâsım vefat etti. Daha sonra
Hz. Peygamber (a.s.)'in ikinci oğlu Abdullah'ın da ölmesi üzerine As bin Vâil,
"O'nun nesli tükendi, o artık ebter'dir" dedi. Bazı diğer hadislerde
As'ın şunları ilâve ettiği ifade edilmiştir: "Muhammed ebter (köksüz,
kimsesizdir. Onun yerine geçecek bir oğlu yoktur. O (Muhammed) öldükten sonra
(ey Kureyş) ondan kurtulacaksınız." (Abd bin Hamid'in İbn Abbas'a
dayanarak naklettiği hadisten anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber (a.s.)'in oğlu
Abdullah'ın vefatından sonra Ebu Cehl de benzeri lakırdılarda bulunmuştu. İbni
Ebi Hâtim'in, Şemir bin Atiyye'ye dayanarak kaydettiği hadise göre Hz.
Peygamber (a.s.)'in üzüntülü ânında aynı küstahlığı Ukbe bin Ebi Muayt da
yaptı. Atâ'ya göre, Rasûlullah (a.s.)'ın ikinci oğlu Abdullah (r.a.) da vefat
edince amcası Ebu Leheb koşa koşa müşriklere gitti ve onlara şu
"müjde"yi verdi: "Muhammed bugün çocuksuz kaldı, yani kökü
kazıldı."
İşte bu cesaret kırıcı ve son
derece hazin şartlarda Kevser sûresi Rasûlullah (a.s.)"a nazil oldu. Hz.
Peygamber (a.s.) ve müslümanların durumu o sırada gerçekten içler açışıydı.
Hz. Peygamber (a.s.), Allah'a ibadet ve itaat edilmesini istediği ve Arapların
müşrik düşüncelerini reddettiği için, peygamberliğinden önceki bütün mevki,
makam ve itibarını kaybetmişti ve kendisi hemen hemen aileden çıkarılmıştı.
Bir avuç arkadaşları da çaresizdi; her taraftan kovuluyor ve her yerde hor
görülüyorlardı. Üstelik şimdi Hz. Peygamber (a.s.)'in sevgili oğlu da öbür
dünyaya göç etmişti. Böyle bir durumda hiç olmazsa en yakın eş, dost ve
akrabaları kendisine gelip taziyede bulunmalı, onu teselli etmeliydiler. Ama bu
duygusuz, kaygısız ve insanlıktan nasipleri olmayan vahşi İnsanlar, Allah'ın
Rasûlü'nün en üzüntülü ânında bayram yapıyorlardı. Hangi baba yüreği bu acıya
dayanabilir? Ne kadar azimli ve kararlı olursa olsun, lider ve dini önder cesaretini
ve metanetini koruyabilir? İşte bu sırada Cenab-ı Allah, Kevser sûresini
indirerek kâfir ve müşriklerin ağızlarının payını verdi ve aynı zamanda Hz.
Peygamber (a.s.)'i ve müslümanları teselli etti. Söz konusu sûrede Hz.
Peygamber (a.s.)'e "ebter, köksüz, nesli tükenmiş, çaresiz" diyen
Kureyşlilerin kendilerinin köksüz ve ebter oldukları haykırıldı. Bu, Kur'an-ı
Kerim'in istikbale ait bir haberiydi. Kur'an-ı Kerim asıl kaybedenlerin ve
hüsrana uğrayanların kureyşli kabile reisleri olduğunu bel imi. Kur’an-ı Kerim
bu haberi verdiği zaman kuvvetin, kudretin, zenginlik ve şöhretin zirvesinde
bulunan kabile reislerini, bir gün her şeylerini kaybedecekleri, müslümanların
onlara galip gelecekleri ve onları ibret verici bir hezimete uğratacakları,
onların birer ikişer bu dünyadan göç edecekleri ya da müslüman olacakları,
geriye kalanların isimlerini bile anacak kimsenin bulunmayacağını kim tahmin
edebilirdi? Ama, bütün bunlar oldu ve bir zamanlar Hazreti Peygamber (a.s.)'in
tükendiğini, çaresiz kaldığını ilân eden Kureyşli kabile reislerinin kendileri
acı bir akıbete uğradılar. Buna karşı Rasûlullah (a.s.) ve müslümanlar her
geçen gün kuvvet ve kudret kazandılar ve sadece Arabistan'a değil, bütün
dünyaya hakim oldular. Bugüne kadar milyarlarca müslüman Hz. Muhammed Mustafa
(a.s.)'ya ve ailesine mensup olmaktan ve en azından onun dinine bağlı olmaktan
iftihar duymuşlardır ve kıyamete kadar bunu yapmaya da devam edeceklerdir. O
halde, ebter kimdi; Hz. Muhammed (a.s.) mi, yoksa bugün adlarını ve sanlarını
bile pek az kimsenin bildiği Kureyşli kabile reisleri mi?
28.3.3. Kur'an-ı Kerim Okunurken Müşriklerin Gürültü
Yapmaları
Kureyşlilerin başvurduğu zelil ve
rezil bir başka hareket de, Kur'an-ı Kerim'in dinlenmesini ve okunmasını
önlemek için gürültü koparmalarıydı. Kur'an-ı Kerim okunurken Kureyşliler her
taraftan toplanarak gürültü yapmaya başlıyorlardı. Bu, adi hareketten Kur'an-ı
Kerim'de şöyle bahsedilmiştir:
"Kâfirler şöyle dediler: 'Bu
Kur'an'ı dinlemeyin. Onun hakkında lüzumsuz yaygaralar koparın. Olur ki, üstün
gelirsiniz." (Fussilet; 26)
Aslında, Kureyşlilerin bu
hareketleri onların adi ve sinsi plânlarının bir parçasıydı. Onlar, Kur'an-ı
Kerim'in ne kadar etkileyici ve büyüleyici bir kelâm olduğunu çok iyi
biliyorlardı. Bu Kur'an'ı okuyan ve anlatan kişinin de ne büyük insan olduğunu
pekala biliyorlardı. Böylesine çekici bir şahsiyetin böylesine büyüleyici bir
Kelâm'ı halka duyurmasının tesir ve neticesinin ne olacağını çok iyi
biliyorlardı. Bu Kelâm'ı dinleyen bir kişi buna mutlaka tutulacaktı. O halde ne
yapıp yapıp bunun okunması ve dinlenmesi önemliydi. Kureyşlilerin plânına göre
Kur'an-ı Kerim'i ne kendileri dinleyecek ne de başkalarına dinleteceklerdi.
Hz. Peygamber (a.s.) ne zaman Kur'an okumaya başlarsa çığlık atmalıydılar,
bağırıp çağırmalıydılar, düdük çalmalı ve alkış yapmalıydılar, itiraz etmeli ve
Hz. Peygamber (a.s.)'i soru yağmuruna tutmalıydılar. Bu, her ne kadar iyi
tasarlanmış bir plânsa da, adi ve saçma idi ve bununla İslâmi tebliğin
önlenmesine imkân yoktu.
"Kâfirlere ne oluyor ki
gözlerini sana dikip bakıyorlar. Sağ ve sol tarafında bölük bölük."
(Mearic; 36-37)
Yukarıdaki ayetlerde Kureyşli
kâfirlerin işte bu tür faaliyetlerinden söz edilmiş ve Kur'an-ı Kerim'in
okunduğu zaman yaygara kopardıkları ifade edilmiştir.
"Namazında sesini fazla
yükseltme. Fazla gizli de okuma. Bunların ikisi arasında bir yol tut."
(İsrâ; 110)
Müsned-i Ahmed'de yer alan İbn
Abbas (r.a.)"ın bir hadisine göre Rasûlullah (a.s.) kendi evinde ya da
Dâr-ı Erkâm'da namaz kılarken yüksek sesle Kur'an-ı Kerim okurdu. Bunu duyan
kâfirler gürültü-patırtı çıkarır, kendisine küfreder ve tehditler savururlardı.
Bunun üzerine Allah'tan vahiy geldi ki, "namaz kılarken ne sesini o kadar
yükselt ki kâfirler toplanıp sana hücum etsinler, ne de o kaçar alçak sesle oku
ki seni din kardeşlerin işitmesinler."
28.3.4. Kur'an-ı Kerim'i Yanlış Anlatma ve Anlama
Çabaları
Kur'an-ı Kerim'de Kureyşli
kâfirlerin bu taktiğine de işaret edilmiştir:
"Ayetlerimiz hakkında
sapıklığa düşenler bizden gizli kalmazlar. O halde, ateşe atılan mı yoksa
kıyamet gününde emin olarak gelen mi daha hayırlıdır? Siz istediğinizi yapın.
Allah, işlediklerinizi görücüdür." (Fussilet; 40)
Burada "sapıklıktan, inhiraf,
doğru yoldan sapma, kötü niyetli davranma ve kötü hareket etme kasdedilmiştir.
Kur'an-ı Kerim'in ayetleri hakkında sapıklık yapmanın manası da, sade, basit ve
doğru sözü tevile çalışmak ve buna başka anlamlar vermektir. Kureyşliler bazen
Kur'an-ı Kerim'in önceki ve sonraki kısmını iptal edip mücerret cümle ve
kelimeleri alıp tahrif eder ve millete yanlış bilgi vermeye çalışırlardı.
Amaç, Kur'an'ı kötü ve yanlış bir kelâm olarak herkese tanıtmaktı.
28.3.5. Müslümanları Fuzuli Münakaşalara İtmeleri
Kur'an-ı Kerim'de kâfirlerin bu
konuyla ilgili tutumu şöyle ifade olunmuştur:
"Peygamberlerin isteğine
icabet olunduktan sonra Allah hakkında münakaşa edenlerin delilleri Rableri
katında boştur." (Şûrâ; 16)
Burada, Mekke'de o sıralarda hemen
hemen her gün cereyan eden bu tür olaylara işaret edilmiştir. Mekkeli kâfirler,
bir kimsenin müslüman olduğunu duyar duymaz peşine takılır, onu hiçbir yerde
rahat bırakmaz, evden, aileden ve cemiyetten kovarlardı. O nereye giderse
oraya varırlar ve millete onun hakkında yalan dolan şeyler anlatırlardı.
Kendisine durmadan takılır ve olur olmadık şeyler sorarlardı. İtiraz eder ve
bazı şeyleri ispatlamasını isterlerdi. İslâm dinini neden seçtiğini, niçin
atalarının dinini, geleneklerini ve mabutlarını terk ettiğini sorarlardı.
Kısacası, soru ve itirazlar ile bunaltıp Rasûlullah (a.s.)'ı desteklemekten
vazgeçirmeye ve tekrar cahiliyye fikir, inanç ve törelerine dönmelerini
sağlamaya çalışırlardı.
"Mücrimler müminlere
gülerlerdi. Mü'minler yanlarından geçtiklerinde birbirlerine işaret edip
eğlenirlerdi. Evlerine döndüklerinde zevkle dönerlerdi. Mü'minleri gördükleri
vakit 'bunlar dalâlete düşenlerdir' derlerdi. Halbuki, kâfirler mü'minlerin
üzerine gözcü olarak gönderilmemişlerdi." (Mutaffifin; 29-33)
"Evlerine döndüklerinde
zevkle dönerlerdi"nin anlamı, kâfirlerin, müslümanları alaya almaları ve
onlara hakaret etmelerinden sonra evlerine keyifle dönmeleridir. Yani, yaptıklarından
büyük zevk duyuyorlardı.
Belazuri, "Ensâb'ul-Eşrâf 'ta
Hz. Urve bin Zübeyr'in bir rivâyetini nakletmiştir, ki şöyledir: Kureyşli eşraf
ve kabile reisleri Hz. Peygamber (a.s.)'in, Mescid-i Haram'da Ammâr b. Yasir,
Habbab b. Erett, Suheyb bin Sinân, Bilâl bin Rebah, Ebu Fukeyhe ve Amir bin
Füheyre (r.a.) gibi kişilerle oturduğunu gördükleri zaman alaylı alaylı şöyle
derlerdi: "îşte bu adamın arkadaşlarına bakın, bizden, Allah'ın fazlına ve
hidâyetine lâyık olan sadece bunlarmış." Bilindiği gibi yukarıda
bahsedilen zevat yabancı, köle, hizmetçi ve fakirler zümresinden geliyorlardı.
28.3.6. Habersiz Kimseleri Yanıltmaları
Kur'an-ı Kerim'de bu hususta şöyle
buyurulmuştur:
"Onlara: 'Size Rabiniz ne
indirdi?' diye sorulsa 'evvelkilerin efsanelerini' derler." (Nahl; 24)
Hz. Peygamber (a.s.)'in İslâmî
tebliğiyle ilgili söylentiler etraftaki bölgelere ve memleketlere ulaşınca,
oralarda pek çok kişi, Mekke'de kendisini Allah'ın Rasûlü olarak tanıtan
birinin neler söylemekte olduğunu merak ediyorlardı ve oralara herhangi bir
Mekkeli geldiğinde kendisini soru yağmuruna tutarlardı. Onlar yeni Peygamber
(a.s.)'in nasıl bir adam olduğunu, nasıl bir din getirdiğini, neler vaaz
ettiğini ve Kur'an-ı Kerim'in ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Fakat kötü
niyetli Mekkeli kâfirler bu sorulara tatminkâr cevap vermiyor ve ekseriya
yalan-yanlış şeyler anlatıyorlardı. Söz konusu bölge ve memleketin insanları
Hz. Peygamber (a.s.)'e Kur'an-ı Kerim'e ve müslümanlara ilgi göstermesinler
diye, derlerdi ki, onun anlattıkları hep hikâyedir, eski şeylerdir, yeni bir
şey yoktur vs.
28.4.
"KÜLTÜR VE SAN'AT" ADINA MİLLETİ SAPTIRMAK
Bu alçakça ve küstahça fiillerin
yanı sıra, Rasûlullah (a.s.)'a karşı açılan cephelerden biri de "kültür
ve san'at"tı. Kureyşli kâfirler Hz. Peygamber (a.s.)'in Hak davetinin,
kitleler tarafından kabulünü önlemek halkın dâha hafif ve zevkli şeylerle
meşgul olmalarını sağlamak amacıyla bir takım eğlence ve şölenler
düzenlediler. Şuradan buradan hikayeci ve fıkracılar getirildi ki halka fıkra
ve hikâyeler anlatsınlar. Kâhin, sihirbaz, hokkabaz ve komedyenler getirildi ki
millet onlarla ilgilensin. "Sanatçı" adında genç kızlar, şarkıcılar,
dansçılar ve fahişeler getirildi, ki millet keyiflerini bulsun ve din, iman
gibi ciddi şeylerle uğraşmasın.
İbni Hişâm kendi siyerinde
Muhammed bin İshâk'ın bir rivâyetini nakletmiştir ki, şöyledir: Beni
Abdüddâr'dan Nadr bin el-Hâris bin Kelede Kureyşlilerin bir kalabalığına şöyle
hitap etti: "Muhammed'e bu şekilde muhalefet etmekle bir yere
varamazsınız. Bildiğiniz gibi Muhammed, genç yaşta en temiz ahlâklı kişiydi.
Herkesten daha doğru sözlü idi ve herkes tarafından "emin" lakabıyla
çağırılırdı. Şimdi onun saçları ağarmaya başlayınca size bir şey getirmiştir
ki bunun yüzünden siz ona sihirbaz, kâhin, şair vs. diyorsunuz. Vallahi o
sihirbaz değildir. Biz, sihirbazları gördük ve onların üfürükçülüğünü biliriz.
Vallahi, o kâhin de değildir. Biz, kâhinlerin hile ve hokkabazlığını
görmüşüzdür. Vallahi, o şair de değildir. Zira, şiirin her çeşidini biliriz.
Onun söyledikleri bu çeşitlerden hiçbirine uymuyor. Vallahi o mecnûn değildir.
Çünkü mecnunun nasıl perişan ve kendini dağıtmış vaziyette olduğunu biliyoruz.
Bir mecnunun saçma sapan söz ve hareketlerinden habersiz miyiz? Ey Kureyşli
reisler, siz muhalefet edecekseniz başka şeyler düşünün. Onu sadece boş
laflarla mağlup edemezsiniz." Bundan sonra Nadr, Kureyşlilere, halkın
ilgisini daha çok çekebilecek ve kendilerine Kur'an-ı Kerim'den daha ilginç
gelebilecek Rüstem ve İsfendiyar'ın hikâyelerinin İran'dan getirilip halka
anlatılmasını teklif etti. Nadr'ın bu teklifi üzerine hikâyeciliğe ve
fıkracılığa başlandı. Nadr bin el-Hâris de bir süre millete hikâyeler anlatıp
durdu.
Aynı rivâyet,
"Esbab'ün-Nüzûl" de Kelbî ve Mukatil'e dayanılarak Vâhidi tarafından
naklolunmuştur. İbn Abbas, bu rivayete bazı ilâveler yapmış ve Nadr bin
el-Hâris'in milleti kandırmak, eğlendirmek ve saptırmak için şarkı söyleyen ve
dans eden cariye ve fahişeler getirdiğini kaydetmiştir. Hazreti Peygamber
(a.s.)'in vaaz ve telkinlerinden kimin etkilenmekte olduğu haberi almıyorsa
Nadr bin el-Hâris ona cariyelerinden birini musallat ederdi. Nadr bu cariyeye
derdi ki, "bu adama yedir, içir ve eğlendir, ki Muhammed'in telkinlerine
uymasın."
28.5. YALAN
KAMPANYASININ SONUÇLARI
Daha önce belirttiğimiz gibi,
İslâmi davetin serbest bırakılmasından sonra halkı Hazreti Peygamber (a.s.)'den
ve Müslümanlardan uzaklaştırmak için Kureyşliler geniş bir yalan kampanyasına
da başladılar. Bu kampanya hiçbir gerçeğe ve gerekçeye dayanmadığı ve amaç
sadece Hz. Peygamber (a.s.) ve müslümanları karalamak, kötülemek, halkın
gözünde küçük düşürmek ve milletin onlar hakkında kötü fikre sahip olmalarını
sağlamak olduğu için kimin ağzına ne geliyorsa söylüyordu. Kimi Hz. Peygamber
(a.s.)'in şair olduğunu, kimi kâhin, kimi sihirbaz ve kimi mecnûn olduğunu
söylüyordu. Kısacası, kimse bir noktada hemfikir veya müttefik değildi. Bu
yalan kampanyasının ne ölçüsü vardı ne de tutarlı bir tarafı. Yalanlar ve
iftiralar evde, sokakta ve çarşılarda söyleniyordu. Sadece bu değil, Mekkeli
kâfirler seyahat ve ticaret için başka bölgelere ve memleketlere gittikleri
zaman, ya da başka yerlerden kafile ve hacılar Mekke'ye vardıkları zaman, bu
yalanlar yabancılara da allanarak-pullanarak anlatılıyordu.
28.5.1. İlk Hac Sırasında Kureyş'in İstişaresi
Böylece aradan birkaç ay geçti ve
Hac mevsimi yaklaştı. Hac mevsiminin gelip çalmasıyla Mekkeli kâfirlerin
telaşı da arttı. Zira, onlar biliyordu ki, Hac için Arabistan'ın dört bir
tarafından hacılar gelip Kâ'be'nin etrafında konaklayacaklardı ve Hz. Muhammed
(a.s.) her çadıra gidecek ve toplantı yerlerinde de hacılara hitap edecek ve
Kur'an-ı Kerim'i okuyup onları Hak Dine ve tek Allah'a ibadete ve itaate davet
edecektir. Bu tebliğ çalışmalarından birçok kişi etkilenecek ve Hz. Muhammed
(a.s.) başarılı olmaya başlayacaktı. Kureyş'in düşünceleri işte bu yönde idi.
İbni İshâk, Hâkim ve Beyhakî çok
sağlam ravilere dayanarak şu rivâyeti nakletmişlerdir: Kureyşliler büyük bir
toplantı düzenlediler ve hacılar geldikten sonra onlar arasında Hz. Muhammed
(a.s.) aleyhine geniş bir kampanya başlatmaya karar verdiler. Bundan sonra
Velid bin Muğire orada toplananlara dedi ki, eğer sizin her biriniz hacılara
ayrı ayrı şeyler söylerseniz, bize kimse güvenmeyecektir. Bu bakımdan, O'nun
hakkında söyleyeceğimiz tek bir şey üzerinde anlaşalım. Bazı kimseler dedi ki:
"Muhammed'in bir kâhin olduğunu söyleyelim." Velid bin Muğire dedi
ki: "Vallahi o kâhin değildir. Zira biz kâhinlerin nasıl olduğunu
biliyoruz. Onlar sahtekârdır, her zaman bir şey mırıldanırlar ve laf ebeliği
yaparlar. Kur'an-ı Kerim'in bununla hiçbir alakası yoktur." Bazıları
"Muhammed'in mecnun olduğunu söyleyelim" dediler. Velid dedi ki:
"Muhammed mecnun da değildir. Biz deli ve çılgınların nasıl olduğunu
biliyoruz. Delilikte insanların ne kadar saçma sapan söz söylediği ve hareket
ettiğini biliyoruz. Muhammed'in sunduğu kelâmın bir delinin söyleri olduğunu
nasıl söyleyebiliriz?" Bazıları dedi ki, "o halde O'nun şair olduğunu
hacılara söyleyelim." Velid dedi ki: "O şair de değildir. Biz şiirin
bütün türlerini biliyoruz. Onun kelâmı şiirin bu türlerinden hiçbirine
uymuyor." Oradakiler dediler ki: "O zaman ona sihirbaz diyelim"
Velid dedi ki: "O sihirbaz da değildir. Çünkü sihirbazları biz biliriz ve
sihir için hangi yöntemlere başvurduklarını da biliriz. Bu ünvan da Muhammed'e
uymuyor." Daha sonra Velid bin Muğire dedi ki: "Bu gibi uydurmalardan
hangisini yaparsanız, bunları herkes haksız bir iftira sanacaktır. Vallahi,
onun kelâmı çok cazibeli ve tesirlidir. Onun kökleri çok derin ve dalları meyvelidir."
(Burada İbni Cerir kendi tefsirinde İkrime (r.a.)'nin bir hadisini
nakletmiştir. Buna göre, Ebu Cehil, Velid'e yüklenerek Muhammed ile ilgili
mutlaka bir propaganda malzemesi gerektiğini ısrarla söyledi). Bundan sonra Velid
bir süre düşündü ve dedi ki: "Hakikatte en yakın bir şey söylemek gerekirse
diyebiliriz ki, bu adam (Hz. Muhammed) bir büyücüdür. Biz Araplara deriz ki, bu
adam öyle bir kelâm getirmiştir ki, bunun yüzünden baba oğlundan, kardeş
kardeşinden ve çocuklar büyüklerinden uzaklaşabiliyor." Velid'in bu
teklifini herkes benimsedi. Daha sonra, hazırlanan plâna göre, Hac için gelen
hacıların arasına Kureyşli adamlar karıştı ve onlara, "burada bir büyücü
var, ondan uzak durun, zira o aramızı bozuyor ve ailelerimizi bölüyor"
demeye başladılar.
28.5.2. Kur'an-ı Kerim'in Bu Vak'ayı Yorumlaması
Velid bin Muğire'nin yukarıdaki
plânı Kur'an-ı Kerim'in Müddessir sûresinde 11 .'den 25. ayete kadar
yorumlanmıştır. Burada denilmiştir ki:
"Tek basına yarattığım o
kâfiri bana bırak."
Yani Cenab-ı Allah diyor ki, bu
kâfirin, yani Velid bin Muğire'nin işini bizzat ben halledeceğim. Hz. Peygamber
ya da müslümanlar ondan korkmasınlar. Burada vurgulanan başka bir şey de
Velid'in yalnızlığı ve çaresizliğidir. Allahu Teâlâ demek istiyor ki, kendisi
her ne kadar böbürlenirse böbürlensin ve etrafında ne kadar adam toplarsa
toplasın, o bilmelidir ki bu dünyaya yalnız olarak gelmiştir ve ona Allah'ın
azabı geldiğinde yine yalnız kalacaktır ve ona kimse yardım edemeyecektir.
Daha sonra, "ona çok mal verdim" buyurulmuştur. Bu demektir ki, Velid
doğduğu zaman hiçbir şey ile gelmemişti. Ona neler verildiyse, bu dünyada
Allah tarafından verildi. Sonra "birlikte yaşayan evlâtlar da
verdim" diyor Cenabı Allah. Velid'in 10-12 tane, hepsi yakışıklı, güçlü ve
şöhretli oğlu vardı. (Bunlar arasında Hz. Hâlid bin Velid gibi eşsiz bir
savaşçı da vardı.) Daha sonra ayetler şöyledir:
"Onun ömrünü ve kadrini
arttırdım. sonra da bunları daha da arttırmamı ister. Hayır (artırmayacağım).
Çünkü o bizim ayetlerimizi inaden inkâr ederdi. Onun cehennem vadisine
yuvarlanmak azabına sokacağım. Muhakkak o düşündü. Ve ta'n için ölçü koydu.
Helâk olsun, nasıl ölçü koydu. Sonra yine kahrolası nasıl ölçü yaptı. Sonra
dikkatle baktı. Sona kaşlarını çatıp yüzünü ekşitti. En son arkasını dönüp
ululuk tasladı. 'Bu âncak devam eden bir sihirdir' dedi. 'Bu insan sözünden
başkası değildir." (Müddessir; 11-25)
Yukarıda anlatılan vak'a
gösteriyor ki, Velid bin Muğire içten, Kur'an-ı Kerim'in ilâhi bir kelâm
olduğuna kâniydi. Fakat dünyadaki rahat ve nimetlerini korumak için kendi
vicdanıyla savaşa girdi ve bir süre bocaladıktan sonra kararını dünyevi
nimetlere menfaatler lehine verdi ve Kur'an-ı Kerim aleyhinde sihir ve büyü
gibi uydurmalar yaymaya çalıştı.
28.5.3. Geniş Çapta Yalan Kampanyası
Bu yalan kampanyası sadece Hac
mevsimine özgü mahdud kalmadı. Bundan sonra bu yalan kampanya ve propaganda
senenin 12 ayında ve ayın 30 gününde sürekli yapıldı ve faaliyet alanı da
genişletildi. Mekke ahalisi zaten yanıltılıyor, kışkırtılıyor ve yanlış yola sevk
ediliyordu. Bunun yanı sıra dışardan gelenler de adım adım takip ediliyor ve
bunların Hz. Muhammed (a.s.)'e veya müslümanlara yaklaşmamalarına dikkat
ediliyordu. Arabistan'ın çeşitli yerlerindeki çarşı ve pazarlarda ve Ukâz,
Mecenne ve Zülmecaz gibi panayırlarda da Kureyşli propagandacılar yayılıp herkesi
Hazreti Peygamber (a.s.) ve İslâm hakkında yanıltmaya çalışıyorlardı.
Özellikle, Hac mevsiminde Mina'da ve diğer yerlerde hacıların her konak yerine
gidip Rasûlullah (a.s.) ve İslâm hakkında kalblerinde şüphe ve tereddüt
yaratmaya çalışıyorlardı.
28.5.4. Mekke'nin Dışına İslâmiyet'in Tebliği
Kureyşliler bu gibi adi ve iğrenç
oyunlarıyla Hazreti Peygamber (a.s.)'i ve Kur'an-ı Kerim'i alt edeceklerini
sanıyorlardı, ama bu hususta büyük bir yanılgıya düşüyorlardı. Zira, Mekke ve
civarında İslâmiyetin tebliğinin yollarını kapatmak suretiyle bizzat kendileri
İslâmiyet'in daha geniş bir alana yayılması için zemin hazırlamış
bulunuyorlardı. Mekke'ye gelen yabancılara ya da çarşı, pazar ve panayırlarda
halka durmadan Hz. Peygamber (a.s.) ve Kur'an-ı Kerim hakkında yalan dolan
şeyler söylemek suretiyle herkesin Hz. Muhammed (a.s.)'in ismini öğrenmesini
sağlıyorlardı. Nitekim, Hz. Peygamber (a.s.)'in şöhreti her tarafa yayıldı.
Müslümanların belki de yıllarca çalışarak elde edemeyecekleri sonuç, Kureyşlilerin
fanatizmi sayesinde kısa bir süre içinde elde edilmiş oldu. Gayet tabii ki
halkın çoğu bu sinsi ve menfi propaganda yüzünden İslam Peygamber (a.s.)i
hakkında yanlış fikre sahip oluyorlardı, ama bazılarında müthiş bir tereddüt ve
merak da uyanıyordu ve bu adamlar Hz. Muhammed (a.s.) ve müslümanlar ile
İslâmiyet hakkında daha çok bilgi sahibi olmak istiyorlardı. Aleyhlerinde bu
kadar şiddetli propagandanın yapıldığı Peygamber (a.s.)'i kendileri görmek ve
neler demek istediğini bilmek istiyorlardı. Böylece, İslâmiyet'in Mekke
sınırlarından öteye çıkması için kapılar açılmıştı.
28.5.5. Tufeyl bin Amr Devsî'nin İslâmiyet'i Kabul
Etmesi
Tufeyl bin Amr, Devs kabilesinin
büyük bir reisiydi ve tanınmış eşraftandı. İbni İshâk ile İbni Sa'd, Hz.
Tufeyl'in İslâmiyet'i kabul etmesi olayını bizzat kendi ağzıyla anlatmışlardır.
Tufeyl şunları söylemiştir: "Ben Devs kabilesinin bir şairiydim. Bir işimi
görmek için Mekke'ye gittim. Oraya varır varmaz etrafımı Kureyşliler sardılar
ve kulaklarımı Hz. Nebi-yi Kerim (a.s.) hakkındaki şikayetleriyle doldurdular.
Bu propaganda beni etkiledi ve ben Rasûlullah (a.s.)'tan uzak kalmaya karar
verdim. Ertesi gün ben Harem (Ka'be)'e gittim; baktım ki orada Hz. Peygamber
(a.s.) namaz kılıyor. Kulağıma namazda okunan bazı sözler geldi ve çok hoşuma
gitti. Ben kendi kendime dedim ki; ben bir şairim, yetişkin bir kişiyim,
akıllı da sayılırım, bir çocuk değilim, doğru ile yanlış arasında ayırım
yapabilirim. Ne diye milletin söylediklerine inanayım ve bu şahısla şahsen
görüşüp fikrini alayım; bakayım ne diyor. Onun için, Rasûlullah (a.s.) namazını
kılıp ayrılmak isterken arkasından evine kadar geldim ve dedim ki; kavminiz
hakkınızda bana şöyle dedi ve onların sözlerine kanarak sizden uzak kalmaya
karar verdim ve kulaklarımı da tıkadım. Fakat az sonra namazda okuduğunuz
sözler benim çok hoşuma gitti, onlardan biraz bahseder misiniz? Buna cevap
olarak Nebi-yi Kerim (a.s.) Kur'an-ı Kerim'in bir bölümünü okudu ve ben bundan
o kadar etkilendim ki, derhal müslüman oldum. Daha sonra memleketime döndüğümde
ihtiyar babam bana gelince ben ona dedim ki: "Lütfen benden uzak durun, ne
ben sizinim, ne de siz benimsiniz". Bunun sebebini sordu. Ben dedim ki,
"ben müslüman oldum ve Din-i Muhammedi'ye tabi oldum." Bunu duyan
babam, dedi ki: "Oğlum senin dinin benim dinim." Bunun üzerine gidip
yıkanmasını ve temiz elbise giymesini istedim sonra ona İslâmiyet'in kurallarını
anlatacağımı söyledim. Babam dediklerimi yaptı ve müslüman oldu. Daha sonra,
karım bana geldi. Ona da babama dediklerimi dedim. Karım, "annem, babam
sana feda olsun. Bu ne biçim sözler?" Ben dedim ki, "İslâmiyet
seninle benim aramı açmıştır. Ben Din-i Muhammedi'ye tabi oldum." Karım
benim dinimi öğrenmek istedi. Ben dedim ki: "Züşşara (Davs kabilesinin
putu)ya mahsus bölgeye git ve orada dağdan fışkıran çeşmede yıkan." Karım
"Züşşara'dan çocuklarımıza bir zarar gelmez ya" diye sordu. Ben dedim
ki, "hayır, sana temin ederim." Karım gitti ve yıkanarak geldi. Ben
ona İslâmiyet'in kurallarını anlattım ve o da müslüman oldu. Daha sonra Devs
kabilesinde İslâmı yaymaya çalıştım. Fakat kabiledekiler tereddüt ettiler. Ben
tekrar Mekke'ye gittim ve Devs kabilesinin gaflet içinde olduğunu ve Hak dinini
kabul etmekten çekindiğini Rasûlullah (a.s.)'a söyledim ve akıbetleri için dua
etmesini rica ettim. Rasûlullah (a.s.) "ya Rabbi, Devslilere hidayet
ver" diye dua etti ve benim memleketime dönüp tebliğe tekrar başlamam ve
kabiledekilere iyi davranmam için nasihat etli. Memleketime döndükten sonra tebliğe
bıraktığım yerden başladım ve Hayber'de toplanan müslümanlara katıldığım zaman
yanımda kabilemizden 70-80 müslüman aile vardı."
28.5.6. Hz. Ebû Zer Gifârî'nin İslâmiyeti Kabul Etmesi
Hz. Ebû Zer, soygunculukla meşhur
olan Gifâr kabilesini mensuptu. Hz. Ebû Zer bir zamanların meşhur hayduduydu ve
o kadar cesur ve heybetliydi ki, tek başına bir kafileye saldırıp bütün mal ve
mülklerini alıp götürürdü. Fakat İslâmiyet'i kabul etmeden üç sene evvel bu işi
bırakmış ve bir çeşit namaz kılmaya ve ibadet etmeye başlamıştı. Müsned-i Ahmed
ve İbn Sa'd'ın eserinde Hz. Ebû Zer Gifârî'nin şu ifadesine yer verilmiştir:
"Ben üç seneden beri hangi istikâmette olursa olsun, Allah'a dönerek namaz
kılardım." Asıl ismi Cündüb idi. Buhârî'nin rivâyetine göre; Hz. Ebû Zer
Gifârî, Hz. Muhammed (a.s.)'in nübüvvet makamına yükseldiğini öğrenince,
kardeşi (Müsned-i Ahmed'de İsmi Uneys olarak yazılmıştır)'ni Mekke'ye gönderip
kendisini peygamber ilân eden kişi hakkında bilgi toplamasını istedi. Kardeşi
Mekke'ye gitti ve döndükten sonra dedi ki, bu kişi ahlâk ve faziletten söz
ediyor ve şiir olmayan bir kelâm yaymaya çalışıyor. Hz. Ebû Zer dedi ki:
"Benim asıl öğrenmek istediğim şeyi öğrenemedim"; ve kendisi Mekke'ye
gitti. Mescid-i Haram'da Hz. Peygamber (a.s.)'i aradı. Ama kendisini tanımadığı
ve kimseye sormak istemediği için onu bulmakta zorluk çekti. Bir ara Hz. Ali
(r.a.) onu gördü ve onun yabancı olduğunu anladı, ama konuşmadı. Üçüncü gün
Hz. Ali kendisine sordu: "Sizi buraya getiren nedir?" Hz. Ebu Zer
dedi ki: "Bak delikanlı, beni istediğim yere götürmeye söz verirsen,
buraya ne için geldiğimi sana söylerim." Hz. Ali söz verdi. Ve Ebu Zer de
geliş sebebini anlattı. Hz. Ali dedi ki: "O (Hz. Muhammed) mutlaka Hak
üzerindedir ve Allah'ın rasülüdür. Siz yarın sabah peşimden gelirsiniz. Ben
yürümeye devam ettikçe siz de yürüyeceksiniz ve girdiğim yere siz de
gireceksiniz ve sizin için tehlikeli bir şey gördüğüm zaman su döker gibi
duracağım. Bunu görünce olduğunuz yerde duracaksınız." Kısacası, Hz. Ebu
Zer bu şekilde Hz. Peygamber (a.s.)'in huzuruna çıktı, kelâmını dinledi ve
orada müslüman oldu. Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: "Şimdi sen
kabilene dön ve onlara din hakkında bilgi ver. Bu arada seninle
haberleşiriz." Hz. Ebu Zer Gifârî dedi ki: "Sizi Rasûl olarak gönderen
Allah'a yemin ederek söylüyorum ki, Mekkelilere hak kelimesi söylemeden
gitmeyeceğim." Bundan sonra coşku içinde Mescid-i Haram'a gitti ve
"Eşhedü-enlailâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Rasûlullah" diye
nara attı. Bunu duyan kâfirler kendisine hücum edip onu yerinden yıkılıncaya
kadar dövdüler. Durumu gören Hz. Abbas (r.a.) araya girdi ve "Allah
belânızı versin, ne yapıyorsunuz, bu şahsın Suriye ticaret yolunda oturan Beni
Gifâr kabilesine mensup olduğunu bilmiyor musunuz?" diye ihtarda bulundu.
İkinci gün aynı olay meydana geldi ve aynı şekilde Hz. Abbas, Hz. Ebu Zer
Gifârî'yi kurtardı.
İmam Ahmed, "Müsned"de
bu vak'ayı bizzat Hz. Ebû Zer (r.a.)'in ağzıyla anlatmıştır. Ebu Zer şöyle
der: "Ben ve kardeşim Uneys ve annem Mekke'nin dışında konaklanmış
durumdaydık. Uneys, Mekke'ye gidip geleceğini söyledi. Sonra Mekke'den çok geç
döndü. Ben geç dönmesinin sebebini sordum. Dedi ki, orada bir adam gördüm. Bu
adam kendisinin Allah'ın Rasûlü olduğunu söylüyor ve senin dininden (yani şirki
red ve tevhidi kabul) olduğunu ifade ediyordu." Ben ondan bu adam hakkında
diğer halkın fikrini sordum. Dedi ki: 'Adamlar ona şair, kâhin ve sihirbaz
derler.' Uneys kendisi şairdi. O dedi ki: "Ben kâhinlerin nasıl konuştuklarını
biliyorum ve kendim bir şairim. Fakat o adamın bunlarla hiç ilgisi yoktur.
Vallahi billahi, o doğru söylüyor ve adamlar yalan söylüyor." Ben ona bir
süre beklemesini söyleyerek Mekke'ye gittim. Kardeşim kendisini Allah'ın Rasûlü
diyen kişiye muhalefet edenlerden sakınmamı da istemişti. Mekke'de zayıf bir
kişiye rastladım ve kendisine "şabi" (dinden dönen) denen adamın
nerede olduğunu sordum. Bunu sorar sormaz o adam arkadaşlarına işaret etti ve
bir anda birçok kişi bana saldırıp ellerine geçirdikleriyle beni bayılıncaya
kadar dövdüler. Sonra ayıldım ve Harem'e geldim. Zemzem suyunu içtim ve
yaralarımı yıkadım. Otuz gün Kâbe'nin perdelerinin arkasında saklandım. Bütün
bu süre içinde yiyecek, içeceklerim zemzem suyundan ibaretti. Fakat bununla
sadece açlığım gitmiyordu, ayrıca şişmanladım da. Bir gün Rasûlullah (a.s.) ve
Hz. Ebu Bekr Harem'e geldiler. Hacer'ul Esved'i öptüler, tavaf ettiler ve namaz
kıldılar. Ben oradan çıkıp ilk defa kendilerine İslam usulüne göre selâm
verdim. Rasûlullah (aleyküm selâm) diye karşılık verdi. Sonra kim olduğumu
sordu. Beni Gifâr'dan olduğumu söyledim. Ne zaman geldiğimi sordu. Dedim,
"otuz gün önce". Benim ne yediğimi ve içtiğimi sordu.
"Zemzem'den başka bir şey yemedim ve içmedim. Bu su ile doydum ve bu arada
şişmanladım" dedim. Rasûlullah (a.s.) buyurdular ki: "Zemzem
bereketli sudur ve sadece su değil, gıdadır da." Hz. Ebû Bekr (r.a.) o
gün beni yemeğe davet etmek istediğini Rasûlullah (a.s.)'a söyledi. Rasûlullah
(a.s.) da izin verdi. Sonra ben Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in evine gittim. Bir müddet
orada kaldım. Bir gün Rasûlullah (a.s.) bana şöyle dediler: "Etrafında
bahçe ve su ile mer'anın bulunduğu bir belde bana gösterilmiştir. Öyle
sanıyorum ki, bu yer Yesrib (Medine)'den başkası değildir. Sen benim mesajımı
milletine ulaştırır mısın? Belki de onlar istifade eder ve sana da Allah bunun
mükâfatını verir?" "Hz. Ebû Zer Gifârî diyor ki; bundan sonra ben
kardeşim ve annemin yanına geldim. Onlar ne yaptığımı sordular. Ben müslüman
olduğumu söyledim. Uneys dedi ki: "Ben de senin dininden başka bir dinde
olmak istemiyorum" ve müslüman oldu. Annem de dedi ki: "Ben de
sizlerin dininden başka bir dinde olmak istemiyorum" o da İslâmiyet'i
kabul etti ve biz tasdik ettik. Bundan sonra biz kabilemiz, Beni Gifâr'a
geldik. Bu kabilenin bazı fertleri İslâmiyet'i önceden kabul etmişlerdi. Beni
Gıfâr'daki müslümanlara Hz. Hufâf bin İmâ bin Rahazat ul Gifârî namaz
kıldırırdı. Hicretten sonra Beni Gifâr'ın diğer fertleri de müslüman oldular.
(Bu vak'a Müslim'de ve Taberânî'nin "Evsat"ında da naklolunmuştur.)
İbn Sa'd'in eserinde de bu olay
yukarıda anlattığımız gibi kaydedilmiştir; ama bunun arasında Ebû Zer
(r.a.)'in şu sözlerine de yer verilmiştir: "Ben Kâ'be'nin perdelerinin
arkasına saklı bulunurken bir gün iki kadının oraya geldiğini ve onların İsâf
ve Nâile'den (iki put) bahsettiklerini duydum. Ben dayanamadım ve dedim ki; bu
ikisi evlendirilsin! Bunu duyunca o kadınlar çok kızdılar ve dediler ki keşke
şimdi burada erkeklerimizden bir kimse olsaydı, o zaman görecektin. O sırada
Rasûlullah (a.s.) ve Hz. Ebu Bekr tepeden iniyorlardı. Bu kadınlar herhalde
onları tanımıyorlardı. Rasûlullah (a.s.) ile Ebu Bekr bu kadınlara neden
kızdıklarını sordular. Onlar da dedi ki, bu perdelerin arkasında bir şabi
(dinden dönen kişi, dinsiz) saklanmıştır. Rasûlullah (a.s.) bu adamın
kendilerine ne dediğini sordu. Kadınlar dedi ki o herif ağza alınmayacak şeyler
söylemiştir."
28.5.7. Amr bin Abese Sülemî'nin Müslüman Olması
Amr bin Abese, Beni Süleym
kabilesine bağlıydı. Amr kendisinin İslâmiyet'i kabul eden dördüncü kişi
olduğunu söylüyordu. Ama İslâmiyeti kabul etmesiyle ilgili kendi anlattığı olay
gösteriyor ki; kendisi, İslâmi tebliğin açık bırakılmasından ve Rasûlullah
(a.s.) ve diğer müslümanların adını duyduktan sonra müslüman olmuştu. İbn
Sa'd'ın bir rivâyetine göre Amr bin Abese Ukâz panayırında Rasûlullah (a.s.)
ile görüştü ve müslüman oldu. Bu da gösteriyor ki, Rasûlullah (a.s.) o zaman
dini yayma çalışmalarına alenen başlamıştı. İbn Sa'd ile Müslim'in, Ebu Umâme
Bâhili'ye dayanarak kaydettikleri ikinci rivayete göre ise Amr, cahiliyye
devrinden beri insanların yanlış yolda olduğuna inanıyor ve putlara hiç değer
vermiyordu. Bu hususta Amr'ın ifadesi şöyledir: "Bir süre sonra Mekke'de
bir kişinin ortaya çıktığını, bunun bazı haberler verdiğini ve bazı sözler söylediğini
duydum. Bunun üzerine Mekke'ye geldim. Baktım ki, Rasûlullah (a.s.) gizli gizli
faaliyetini sürdürüyor. Halk ise ikiye bölünmüş durumdaydı. Dikkat ve
titizlikle Rasûlullah (a.s.)'ın yanına ulaşmayı başardım. Kendisine, siz
kimsiniz diye sordum; "ben bir peygamberim" dedi. Ben dedim;
"peygamber kim oluyor?" Dedi ki: "Allah'ın elçisi". Dedim,
"sizi Allah mı göndermiştir" Dedi: "Evet". Ben "Sizi
Allah ne için göndermiştir, öğretileriniz nedir?" dedim. Dedi ki,
"Sadece Allah'a ibadet ve itaat edilsin, ona ortak koşulmasın, putlar
kinisin ve herkese merhamet ve şefkatle muamele edilsin. Ben Rasûlullah
(a.s.)'a kendisine tabi olanların kimler olduğunu sordum. Dedi: "Özgür
kimseler ve köleler." O sırada Rasûlullah (a.s.)'ın yanında Ebu Bekr ile
Hz. Bilâl bulunuyorlardı. (Her halde, bu sebeple, Amr kendisinin dördüncü
müslüman olduğunu sandı). Ben kendisine yanında kalmak istediğimi söyledim.
Rasûlullah (a.s.) dedi ki şimdilik bu mümkün değildir. Fakat ne zaman ki, benim
ortaya çıktığımı (yani açıkça tebliğ etmeye başladığımı) duyarsan bana
gelebilirsin. Bundan sonra ben kabileme döndüm."
28.5.8. Dımâd'ul Ezdi'nin İslâmiyet'i Kabul Etmesi
Dımâd, Ezd-i Şenev'e'ye mensuptu
ve üfürükçülük yapardı. Hâfız İbni Abd-il Berr, Hâfız İbni Hacer ve Hâfız İbni
Hibbân'ın ifadelerine göre Dımâd cahiliyye döneminde Hz. Muhammed (a.s.)'in
arkadaşıydı. Müslim, Nesâî, Beyhakî ve İbni Sa'd'ın ifadelerine göre Dımâd
memleketinden Mekke'ye geldiğinde serseriler kendisine, Hz. Muhammed (a.s.)'in
(hâşâ) aklını kaçırdığını ve mecnun olduğunu söylediler. Dımâd onlardan
Rasûlullah (a.s.)'ın nerede olduğunu öğrenmek istedi ve onu üfürükçülükle
iyileştirmeye çalışacağını söyledi. Mekkeli serseriler onu Rasûlullah (a.s.)'a
götürdüler. Dımâd'ul-Ezdî kendisiyle görüşünce üfürükçülük yaptığını ve onu
tedavi etmek istediğini belirtti. Rasûlullah (a.s.) evvela kelime-yi şehâdet
okudu. Allah'a hamdde bulundu ve daha sonra bazı sözler söyledi. Dımâd bu
sözleri çok beğendi ve bunları üç defa tekrarlattı. Dımâd'ul Ezdi dedi ki:
"Hayatımda böylesine ulvi bir kelâm duymadım. Ben kâhinleri dinledim. Ben
şairlerin kelâmını dinledim ve ben sihirbazların söylediklerini de duydum, ama
böyle bir kelâma rastlamadım. Bu kelâm insanı denizin dibine götürüyor."
Bunları söyledikten sonra İslâmiyet'i kabul etti ve Rasûlullah (a.s.)'ın elini
tutarak kendi adına ve kabilesi adına ona biat etti.
28.5.9. Hz. Ebû Musa Eş'arî'nin Müslüman Oluşu
Hz. Ebû Musa el-Eş'ari de uzak
yerlerden gelip müslüman olan kişilerden biriydi. Hz. Ebû Musa, Yemen'den
gelmişti. Oraya dönüp kardeşleri Ebû Bürde ile Ebû Rahm ve takriben 50 kişiyi
müslüman etti. Daha sonra bütün bu müslümanlar bir tekneye binip Yemen'den yola
çıktılar. Rüzgâr onları Habeşistan sahiline sürükledi. Orada Hz. Ca'fer bin Ebi
Tâlib ve diğer müslüman muhacirlerle karşılaştılar. Bu olayı, İbni Sa'd ile
İbni Abdi'l-Berr kendi eserlerinde anlatmışlardır. Fakat, İbni Hacer'in
rivâyeti değişiktir. İbn Hacer diyor ki; adı geçen Yemenli müslümanlar aslında
Habeşistan'a gitmemişlerdi. Bunlar Mekke'den Medine'ye giderken tekneleri,
Habeşistan'a giden muhacirlerin teknesiyle karşılaştı. Sonra hepsi bir araya
gelerek Hayber'de Rasûlullah (a.s.)'ın yanına gittiler.
28.5.10. Muaykib bin Ebi Fatımat üd-Devsi'nin
İslâmiyet'i Kabulü
İbni Sa'd'ın ifadesine göre
Muaykib Devsi de Devs kabilesine mensuptu ve Mekke'ye gelip müslüman olmuştu.
Bir rivayete göre Muaykib müslüman olup yurduna döndü. Bir başka rivayete göre
Muaykib, Habeşistan'a yapılan ikinci hicrete katılmıştı. İbni Hacer ile İbni
Abd'il-Berr, bu zâtın Mekke'de İslâmiyeti kabul etmiş kişilerden biri olduğunu
kaydetmiştir. İbni Abd'il-Berr de Muaykib'in Habeşistan'a yapılan ikinci
hicrette yer aldığını kaydetmiştir.
28.5.11. Cu'al bin Surâka'nın Müslüman Olması
Cu'al bin Surâka, Beni Damre
kabilesine mensuptu. İbni Sa'd ile İbn Abdil-Berr'in ifadesine göre kendisi
Mekke'de İslâmiyet'i kabul etti.
28.5.12. Abdullah ve Abdurrahman Kinâni'nin Müslüman
Oluşu
İbni Sa'd'in ifadesine göre bu iki
kardeş Beni Kinâne'nin bir ferdi olan Lüheyb'in oğullarıydı. Bunlar da Mekke'ye
gelip İslâmiyeti kabul etmişlerdi.
28.5.13. Büreyde bin el-Husayb'ın İslâmiyet'i Kabul
Etmesi
İbn Sa'd ile İbn Abd-il Berr'in
ifadelerine göre Büreyde, Beni Huzâ'a'nın bir koluna bağlıydı. Hicret sırasında
Hazreti Peygamber (a.s.) Mekke'den Medine'ye giderken Büreyde kendisiyle Gamim
mevkiinde görüştü ve onunla beraber 80 aile müslüman oldu. İbni Hacer de
"İsabe"de aynı ifadede bulunmuştur. Bu demektir ki, bu zeval daha
önceden İslâmi davetin etkisinde kalmışlardı. Yoksa, yolda aniden bir buluşma
neticesinde bunların müslüman olmaları düşünülemez.
Bu misallerden anlaşılacağı gibi,
Kureyşli kâfirler ve müşrikler, Hazreti Peygamber (a.s.) ve arkadaşları
hakkıda amansız bir yalan kampanyası başlatmış olmalarına rağmen İslâmiyetin
inkişâfını önleyemediler. Aksine, onların yalan kampanyası, Hz. Muhammed (a.s.)
ve İslâmın bütün Arabistan'da meşhur olmasına ve bunun neticesinde halkın
merak edip İslâm camiasına girmesine yol açtı. Kur'an-ı Kerim'in İnşirah
sûresinde, "senin şanını da yükselttik" denilerek Kureyş'in yalan
kampanyasının geri teptiği ve müslümanlara ve Rasûlullah (a.s.)"a faydalı
olduğu kaydedilmiştir.
28.6.
MÜSLÜMANLARA ZÜLÜM VE İŞKENCE YAPILMASI
Kureyşli kâfir ve müşriklerin
İslâmiyet'in yayılmasını önlemek babında başvurdukları yöntemlerden biri de
zor kullanmaktı. Kureyşliler hangi vatandaşın cahiliyyeyi terk edip müslüman
olduğunu duyarlarsa ona acımasızca baskı, zulüm ve işkence yapıyorlar ve onun
için hayatı çekilmez hale getiriyorlardı. Kureyşliler müslümanları eski din ve
inançlarına döndürmek için başvurmadıkları baskı ve zulüm metodu bırakmadılar.
Yapmadıkları tehdit yoktu. Başvurmadıkları insanlık dışı işkence ve eziyet
yolu yoktu.
İlk önce, İslâmiyeti kabul edenler
şeref ve haysiyet sahibi kimseler oldukları için onların namus ve haysiyetiyle
oynamak istediler. Kureyşli kudurmuş serseriler, bunlarla tek tek görüşürler ve
atalarının dinlerine dönmelerini isterlerdi. Onlara derlerdi ki, "bakın
iyi bir aileye mensupsunuz. Paranız var, pulunuz var, halk arasında itibarınız
var. Menfaatleriniz bizimle iyi geçinmenize bağlıdır. İslâmiyet'i terk
etmezseniz sizi mahvederiz; millete rezil ederiz, işiniz ve ticaretinizden
olursunuz, ailenizden kovulursunuz, sizin aptal ve sapık olduğunuzu ilân
ederiz. Millet de bize inanır." Orta sınıfa mensup olan esnaf, tüccar ve
diğer meslek sahipleri de en zayıf noktalarından vurulmak isteniyordu.
Kureyşliler onlara ekonomik ve sosyal boykot uygulanacağını belirtiyor ve
gerçekten de bunu yapıyorlardı. Geriye fakir-fukara ve köleler kalıyordu.
Bunlara serbestçe işkence yapılıyordu. Daha sonra bu baskı ve tehditlere karşı
yılmayan soylu, zengin ve varlıklı müslümanlar da sövülmeye, dövülmeye,
hapsedilmeye ve ağır bir şekilde cezalandırılmaya başlandı.
28.6.1. Tanınmış Ailelere Mensup Varlıklı Kişilere
Zulüm
İbni İshâk ile Taberî, Hazreti
Urve bin Zübeyr (r.a.)'e atfen Kureyşli kabile reislerinin bir kararını
nakletmişlerdir. Kureyşli kabile reisleri bir araya gelip, Hz. Muhammed
(a.s.)'e tabi olan oğullarını, kardeşlerini akraba veya kabilelerinin diğer
fertlerini tehdit, baskı, zulüm ve işkence ile eski dinlerine döndürmeye karar
vermişlerdir. Bu karar alınır alınmaz, Mekke'de soylu ve varlıklı müslümanlara
karşı bir terör havası estirilmeye başlandı.
Nitekim, Hz. Ebû Bekr (r.a.) gibi
Mekke'nin en tanınmış ve soylu kişisi, Hz. Talha (r.a.) ile beraber bir yere
bağlandı. Hz. Ebu Bekr'i bağlayan da "Kureyş Aslanı" lakabıyla
tanınan Nevfel bin Huveylid bin el-Adeviyye idi. Bu olay üzerine Hz. Ebu
Bekr'in ailesi Beni Teym hiç ses çıkarmadı. Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.),
"ey Allah'ım, bizi İbn'ul Adeviyye'nin şerrinden ancak sen
kurtarabilirsin" diye dua etti. (Bk. Beyhakî, İbn Sa'd). Hz. Zübeyr bin
el-Avvam'ı, amcası bir hasıra sararak tavana asıyor ve altından duman
veriyordu. Aynı zamanda da sürekli olarak İslâm'dan dönmesini istiyordu. Ama,
Hz. Zübeyr her defasında tekrar küfre dönmeyeceğini haykırıyordu (İbni Sa'd,
Taberânî). Hz. Osman'ı amcası Hakem (Mervan'ın babası) bir yere bağlayıp
bıraktı ve kendisine dedi ki, "sen atalarının dinini bırakıp Muhammed'in
dinini mi kabul ediyorsun? Sen yeni dini terkedinceye kadar seni
bırakmayacağım." Hz. Osman (r.a.) da "ne olursa olsun, dinimi
terketmeyeceğim" dedi. (İbni Sa'd). Hz. Mus'ab bin Umeyr (r.a.) amcazadesi
Osman bin Talha (ki kendisi Kâ'be'nin anahtarını taşırdı) tarafından çok ağır
bir şekilde işkenceye tabi tutuldu ve kendi ailesi tarafından zindana atıldı.
Hz. Mus'ab hapsedildiği yerden kaçtı ve Habeşistan'a yapılan ilk hicrete
katıldı. (İbni Sa'd). Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas ve kardeşi Amir bin Vakkas,
anneleri tarafından çok rahatsız edildiler, ama dinlerini terk etmediler. (İbni
Sa'd). Müsned-i Ahmed, Müslim, Tirmizî, Ebu Davud ve Nesâî'deki kayıtlara göre
Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın annesi Hamâme binti Süfyan bin Ümeyye (Ebu Süfyan'ın
yeğeni) kedisine şöyle dedi: "Sen Muhammed'in dinini terk edinceye kadar
ne yiyeceğim, ne içeceğim ne de gölgede kalacağım. Annenin hakkına saygı
göstermek Allah’ın emridir. Benim dediklerime uymazsan Allah'a itaat etmemiş
olursun." Hz. Sa'd, bu ültimatomu duyunca rahatsız oldu ve gidip
Rasûlullah (a.s.)'a durumu anlattı. Buna cevap olarak Cenab-ı Allah tarafından
şu ayet indi:
"Biz insana ebeveynine iyi
muamele etmesini tavsiye ettik. Eğer onlar bilmediğin bir şeyi bana şirk.
koşman için uğraşırlarsa onlara itaat etme." (Ankebut; 8)
28.6.2. Hz. Hâlid bin Sa'îd'in Başına Gelenler
Hz. Hâlid bin Sa'id bin el-As'ın
babası Ebû Uhayha çok zalim ve gaddar bir insandı. Hz. Hâlid müslüman olduktan
sonra babasının çileden çıkacağını bildiği için ondan kaçmaya ve gizlenmeye çalıştı,
ama yakayı ele verdi. Babası önce ona bağırıp çağırdı, sonra sopa ile dövdü. O
kadar ki, sopa kırıldı. Babası kendisine şöyle dedi: "Ya demek ki, sen
Muhammed' e tabi oldun. Halbuki sen görüyorsun ki, o bütün milleti karşısına
almıştır. O ataların dininde ayıp arıyor ve bu dine tabi olan seleflerinin
sapık olduğunu iddia ediyor." Hz. Hâlid dedi ki: "Vallahi, o hakiki
bir peygamberdir ve ben ona tabi olacağım." Ebû Uhayha onu tekrar dövdü,
ona sövdü, küfretti ve dedi ki: "Lanet olası çocuk, ne yaparsan yap, sana
yemek vermeyeceğiz". Hz. Hâlid (r.a.) dedi ki "benim rızkımı
keserseniz Allah bana rızık verir." Sonra Rasûlullah (a.s.) yanına geldi
ve kendisiyle beraber kalmaya başladı. Bir gün Mekke'nin çevresinde tenha bir
yerde namaz kılarken babası onun nerede olduğunu öğrendi ve hemen yanına
çağırıp müslümanlığı bırakmasını istedi. Hz. Hâlid bunu hiçbir zaman
yapamayacağını söyledi. Bunu duyunca Ebu Uhayha tekrar sinirlendi ve başına
değnekle vurmaya başladı. Bu değnek de kırıldı. Sonra oğlunu hapse attı ve üç
gün yemek vermedi. Mekke'nin sıcağı işin cabasıydı, ama Hz. Hâlid bütün bu
eziyetleri çekti ve sonunda hapisten kaçmayı başardı. Bir müddet Mekke'nin
etrafında dolaştı, sonra Habeşistan'a giden ilk muhacir kafilesine katıldı.
(İbni Sa'd) Beyhakî de bu vak'ayı özetleyerek anlatmıştır.
28.6.3. Hz. Ebu Bekr (r.a.)'e Yapılan Büyük Zulüm
Günlerden birinde Rasûlullah
(a.s.) ile Hz. Ebu Bekr (r.a.) Dâr-ı Erkam'dan çıkıp Mescid-i Haram'a
geldiler. Harem'de Hz. Ebu Bekr (r.a.) birden bire ayağa kalkıp insanları
Allah'a ve Rasûlüne davet etmeye başladı. Bu bir kişinin Harem'de İslâm'ı
alenen tebliğ etmesiyle ilgili ilk olaydı. Müşrikler Hz. Ebu Bekr'in
konuşmasını dinler dinlemez kendisine her taraftan hücum ettiler, onu dövdüler
ve ayaklarıyla ezdiler. Utbe bin Rebi'a ise, Hz.Ebu Bekr'in yüzüne o kadar
tekme attı ki yüzü kanlar içinde kaldı ve şişti. Bu olayı gören Hz. Ebu Bekr'in
bağlı bulunduğu Beni Teym'in adamları gelip kendisini müşriklerin elinden
kurtardılar. Beni Teymliler öldüresiye dövülen Ebu Bekr'in mutlaka öleceğini
tahmin etmiş olacaklar ki, müşrikleri ağır bir dille uyardılar ve dediler ki:
"Size yemin ediyoruz, Ebu Bekr ölürse Utbe'yi sağ bırakmayacağız."
Hz. Ebu Bekr (r.a.) akşama kadar baygın vaziyette kaldı. Kendine geldikten sonra
sorduğu ilk soru Rasûlullah (a.s.)'ın iyi olup olmadığıydı. Bunun üzerine Beni
Teymliler kendisine kötü laflar söylediler ve kızıp gittiler. Hz. Ebu Bekr
(r.a.)'in yanında sadece annesi Ümmül Hayr kaldı. Hz. Ebu Bekr annesine de
aynı soruyu sordu. Annesi dedi ki, "vallahi ben senin arkadaşın hakkında
bir şey bilmiyorum." Hz. Ebu Bekr kendisine dedi ki, "Ümm-ü Cemil
binti Hattab (Fatma binti Hattâb, Hz. Ömer'in kız kardeşi)'a gidip sor."
Hz. Ümm-ü Cemil o sıralar müslüman olmuştu, ama dinini saklı tutuyordu. Ümm-ü
Hayr, Ümm-ü Cemil'e gidip Hz. Ebu Bekr'in söylediklerini tekrarladı. Ümm-ü
Cemil dedi ki "Ben ne Muhammed bin Abdullah, ne de Ebu Bekr'i tanırım. Ama
isterseniz gelip Ebu Bekr'e bakayım." Ümm-ü Hayr ona gelebileceğini
söyledi ve o da geldi. Hz. Ümm-ü Cemil binti Hattâb, Hz. Ebu Bekr (r.a.)'in
kötü durumunu görüp müşrikleri lânetledi ve şunları haykırdı: "Allah
aşkına, sana bu kötülüğü yapan kâfir ve fasıklardır. Umarım Allah onlardan
intikamını alır." Hz. Ebu Bekr ondan da Rasûlullah (a.s.)'ın nasıl
olduğunu sordu. Hz. Fatma binti Hattâb kulağına eğilerek dedi; "anneniz
duymasın". Hz. Ebu Bekr dedi ki, "sen merak etme, annemden
korkmuyorum". Bundan sonra Fatma dedi ki, "Rasûlullah (a.s.)
emniyettedir". Hz. Ebu Bekr onun nerede olduğunu sordu. Dedi: "Dâr-ı
Erkam'da". Hz. Ebu Bekr dedi ki: "Rasûlül'ah (a.s.)'ın yanına gidene
kadar hiçbir şey yemeyeceğim." Ümm-ü Cemil kendisinin biraz sabretmesini
istedi. Sonra şehirde biraz sükûnet temin olununca onu Dâr-ı Erkam'a götürdü.
Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr'i bu durumda görünce gözleri doldu ve ağlamaklı
bir yüzle yanaklarından ve alnından öptü. Orada bulunan diğer müslümanlar da
Ebu Bekr'in durumunu görmek için kendisine eğildiler. Ebu Bekr, Rasûlullah
(a.s.)'a şöyle dedi: "Annem ve babam size feda olsunlar, hiçbir derdim
yoktur, hiçbir acı duymuyorum. Benim içerlediğim sadece bir fâsığın yüzüme
tekmeler atmasıdır. Annem de size gelmiş bulunuyor. Siz çok bereketli
insansınız. Onu da Allah'a davet ediniz ve Allah'ın onu cehennem ateşinden
koruması için dua ediniz." Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) Hz. Ebu Bekr'in
annesi için dua etti ve onu İslâma davet etti. Ümmül Hayr da müslüman oldu. Bu
olayı Hâfız İbni Kesir "el-Bidâye ven-Nihaye"de ve Hafız Ebul Hasan
Hayseme bin Süleyman el-Trablusi, "Fezâil'üs-Sahabe"de etraflıca
kaydetmişlerdir. Hafız İbni Hacer ise "İsâbe"de bunu özetleyerek Hz.
Ümmül Hayrın hayat hikâyesi bölümünde nakletmiştir.
28.6.4. Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un Dövülmesi
İbni İshâk'ın Hz. Urve bin
Zübeyr'e dayanarak naklettiği rivâyete göre bir defasında sahabe-yi kirâm
(r.a.) aralarında şöyle konuştular: "Kureyşliler şimdiye kadar bizden
hiçbir kimsenin yüksek sesle Kur'an-ı Kerim okuduğuna tanık olmamışlardır. Bu
işi acaba kim yapacaktır?" Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) bu işi kendisinin
yapacağını söyledi. Sahabeler dediler ki: "Kureyşli müşriklerin sana el
kaldıracaklarından korkuyoruz. Bu tehlikeli bir iştir. Bunu ancak ailesi çok
kuvvetli ve büyük olan bir arkadaş yapsa daha iyi olur, ki böyle bir durumda
onun ailesi onu himaye edebilsin." Hz. Abdullah: "Ne olursa olsun, bu
işi bana bırakın. Benim muhafızım Allah'tır" dedi. Gün ağarırken Hz.
Abdullah bin Mes'ud Mescid-i Haram'a gitti. Orada Mekkeli kabile reisleri
gruplar halinde oturuyorlardı. Hz. Abdullah, Makam-ı İbrahim'e gidip Rahmân
suresini çok yüksek sesle okumaya başladı. Kureyşliler önce Abdullah'ın ne
okuduğunu anlamadılar, sonra bunun Hz. Muhammed (a.s.) tarafından vaazedilen
Allah'ın kelâmı olduğunu öğrenince üstüne çullandılar ve yüzüne tokat attılar.
Fakat Hz. Abdullah (r.a.) hiç aldırış etmeden Kur'an'ı okumaya devam etti. Bir
yandan dayak yiyor ve bir yandan Kur'an tilavet ediyordu. Sonra yüzü gözü şiş
sahabelere dönünce onlar üzüntü içinde etrafını sardılar ve korktuklarının
başlarına geldiğini söylediler. Hz. Abdullah bin Mes'ud (r.a.) ise şunları
söyledi: "Vallahi bu Allah düşmanları şimdiye dek bana bu kadar hafif
gelmemişlerdi, isterseniz yarın yine gidip Kur'an tilavet ederim." Herkes
dedi ki: "Şimdilik bu kadar yeter, onların dinlemek istemediklerini sen
onlara dinletmiş oldun." (Bk. İbni Hişâm, C.I, s. 336)
28.6.5. Kimsesiz ve Çaresiz Köle ve Cariyelere Zulüm
En acımasız, insanlık dışı ve
korkunç baskı, zulüm ve işkenceler, İslâmiyet'i kabul etmiş olan ve Mekke'de
kimsecikleri bulunmayan zavallı köle, cariye ve hizmetçilere yapılıyordu.
Burada bunlardan bazı örnekler sunacağız:
Kureyşli müşriklerin gaddarlığına
hedef olanların başında Hz. Bilâl bin Rebah (r.a.) gelirdi. Hz. Bilâl, Beni
Cumah'a mensup bir reisin kölesiydi ve kölelikte onun evinde doğmuştu.
Kendisinin Habeşli olduğu rivayet olunur. Nitekim bu hususta Hz. Enes
(r.a.)'in anlattığı hadis Taberânî ve diğer bazı yazar ve alimler tarafından
nakledilmiştir. Hz. Bilâl'in müslüman olduğu duyulunca Ümeyye bin Halef Cumahi
kendisine çeşitli işkenceler yaptı. İbn Hişâm ve Belâzuri'nin rivayetlerine
göre Ümeyye, Hz. Bilâl'i öğle vakti evden çıkarıyor ve kum üzerine yatırıp
göğsüne büyük bir taş koyuyor ve şöyle diyordu: "Yemin ederim, sen
Muhammed'i reddedinceye ve Lât ile Uzza'ya ibadet edinceye kadar seni böyle
bırakacağım." Fakat Hz. Bilâl sadece "Ahad, Ahad" diye karşılık
veriyordu. Belazuri, Hz. Amr bin el-As'ın bir rivâyetini nakletmiştir; buna
göre kendisi şöyle demiştir: "Ben Bilâl'in öyle kızgın zemin üzerinde
yattığını gördüm ki buna et konsa pişiverir. Fakat Bilâl bu durumda bile Lât
ve Uzza'ya tabi olmayacağını haykırdı." Belazuri, Hz. Hassan bin Sabit'in
kendi gözleriyle gördüğü bir olayı anlatmıştır. Buna göre Hz. Hassan Hac (veya
umre) için Mekke'ye gittiğinde Bilâl'in bir ipe bağlandığını ve çocukların onu
her tarafa sürüklediğini görmüştü. Hassan, buna rağmen Bilâl'in hep Lât, Uzza,
Hübel, İsâf, Naile ve Buvane'ye ibadeti inkâr ettiğini gördüğünü belirtmiştir.
Belâzuri'nin eserinde bizzat Hz. Bilâl'in kendisinin, bir defasında, bir gün
ve bir gece aç ve susuz bırakılıp sıcak kum üzerine yatırıldığım beyan ettiğini
bildirmiştir, İbn Sa'd diyor ki, Bilâl'in boynuna ip bağlanıp bir ucu
çocukların eline bırakılırdı, çocuklar da kendisini Mekke'nin dağlık
bölgelerinde sürükleyip dururlardı. Hz. Bilâl, daha sonra kum üstüne yüzükoyun
yatırılıyor ve her tarafı taşlarla örtülüyordu. Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in evi
Beni Cumah'ın bulunduğu mahallede idi. O Hz. Bilâl'e sürekli yapılan
işkencelerden bıkmıştır. İbn İshâk'ın dediği gibi, Hz. Ebû Bekr (r.a.), Hz.
Bilâl yerine güçlü ve şişman bir zenci köleyi Beni Cumah'a verip kendisini
satın aldı ve sonra azad etti. İbn Ebi Şeybe'nin Kays bin Hazim'e dayanarak
verdiği bilgiye göre Hz. Ebu Bekr Hz. Bilal'ı para karşılığı alıp serbest
bıraktı. Benzeri bir rivayet İbn Sa'd'ın eserinde de yer almıştır, ancak
kendisi için biçilen ve ödenen fiyat hakkında ihtilâf vardır.
İbni Sa'd'ın rivâyetine göre, Hz.
Yâsir bir Yemenli olup Mekkeli Ebû Huzeyfe bin Muğire Mahzumi ile anlaşmış ve
Mekke'ye yerleşmişti. Ebû Huzeyfe, hizmetçisi Sümeyye'yi onunla evlendirmişti.
İslâm'ın doğuşundan sonra Hz. Yâsir, Hz. Sümeyye ve Hz. Ammâr ve kardeşi Hz.
Abdullah (r.a.) müslüman oldular. İslâmiyeti kabul etmekle bu ailenin başı bin
bir belâya girdi. Belâzuri'nin Ümm-ü Hâni ve Taberânî'nin Hz. Osman'a atfen
kaydettikleri hadise göre, bir defasında Rasûlullah (a.s.) bu ailenin eziyet ve
işkence gördüğü yerden geçti ve çok üzüldü. Rasûlullah (a.s.) şöyle dedi: "Sabredin
ey Yasir ailesi, size cennet vaat edilmiştir." İmam Ahmed ve İbni Sa'd,
Hz. Osman'ın şu hadisini nakletmişlerdir: Bir defasında kendisi Rasûlullah
(a.s.) birlikte bu ailenin azab gördüğü yerden geçti. O sırada Rasûlullah
(a.s.) şöyle buyurdu: "Sabredin, ey Allah'ım, Yâsir'in ailesini mağfiret
et. Zâten sen onları mağfiret etmişsin." İbni Sa'd, Muhammed bin Ka'b
Kurazî'nin bir rivâyetini nakletmiştir ki, şöyledir: Bir kişi, bir defasında
Hz. Ammar'ın gömleğini çıkarınca sırtında yara bereler gördü. Bunların ne
olduğunu sorunca Hz. Ammar dedi ki, "bunlar Mekke'nin kızgın kumu üzerine
yatırıldığım zamana ait yaralardır." İbni Sa'd'ın Amr bin Meynûn'a
istinaden kaydettiği rivayete göre müşrikler Hz. Ammar'ın vücudunu mangal
kömürüyle yakıyorlardı. Rasûlullah (a.s.) bu işkencenin yapıldığını öğrenince,
"ey ateş, Hz. İbrahim'e nasıl soğudunsa Ammar için de soğuyuver" diye
dua etti. Hz. Ammar'ın babası Yasir bu eziyetlere dayanamayarak öldü. Ebu Cehl
ise Hz. Sümeyye'yi öldürdü. Kardeşi Abdullah okla vuruldu. Geriye Ammar
kalmıştı. Hz. Ammar suda boğulmak istendi. Sonunda canını kurtarmak için Hz.
Muhammed (a.s.)'in dinini inkâr etti ve müşriklerin mabudlarını methetti. Daha
sonra perişan bir vaziyette Hz. Peygamber (a.s.)'e geldi ve başından geçenleri
anlattı. Rasûlullah (a.s.) "şimdi kendini nasıl hissediyorsun, imanın ne
âlemde?" diye sordu. Hz. Ammar bin Yasir dedi ki: "Her zamankinden
daha sağlam." Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.) dedi ki, "bundan sonra
da benzeri bir durumla karşılaşırsan, aynı şeyleri söyleyebilirsin."
Beyhakî, İbn Sa'd, İbni Cerir,
Belazuri, Avfi vs. bu olayı naklettikten sonra çeşitli müfessirlere dayanarak
demişlerdir ki, Nahl sûresinin 106. ayeti bununla ilgili inmiştir. Ayet
şöyledir:
"imanından sonra Allah'ı
inkâr eden gazaba uğrar. Ancak kalbi imanla mutmain olduğu halde küfre zorlanan
müstesnadır."
28.6.5.3. Hz. Habbâb bin el-Erett
Hz. Habbâb aslen Iraklıydı. Hz.
Habbâb'i, Rebî'a kabilesinden bir grup yakalayıp getirmiş ve köle yapmıştı. Bu
grup Habbâb'ı sonra Mekke'ye getirip Beni Huzâ'a'nın bir ailesi ve Beni
Zühre'nin müttefiki olan Al-i Siba'a satmıştı. Habbâb bir demirciydi ve kılıç
vs. gibi silâhlar yapardı. Müslüman olduğu için, önce rızkına mani olundu.
Müsned-i Ahmed ile Buhârî ve Müslim'de kendi ifadesine göre As bin Vâil Sehmi
kendisinden bir miktar borç almıştı; ama ne zaman parasını almaya giderse
Sehmi kendisine, "ben sana bir şey vermeyeceğim, ta ki Muhammed ile
ilişkini kesene kadar." Habbab kendisine derdi ki, "sen ister öl,
ister kal, ben Hz. Muhammed (a.s.) ile ilişkimi kesmeyeceğim." İbn
Sa'd'daki kayıtlara göre As bin Vâil Sehmi kendisine şöyle cevap verirdi:
"Öyleyse, ben öldükten sonra tekrar dirilip evlâtlarıma ve malıma mülküme
döndüğüm zaman borcunu öderim." İbni Hişâm'ın ifadesine göre As bin Vâil,
Hz. Habbâb'a birçok kılıç yaptırdı ve borcu kabarmaya başladı. Habbâb borcunu
almak için Sehmî'ye gittiğinde kendisi şöyle dedi: "Baksana, dinine tabi
olduğun efendin diyor ki, öbür dünyada Cennet'te bolca altın, gümüş, elbise ve
hizmetçiler bulunacaktır." Habbâb, Rasûlullah (a.s.)'ın böyle dediğini
doğruladı. Bunun üzerine As bin Vail Sehmi kendisine dedi ki "o zaman
borcunu geri almak için kıyamete kadar bekle."
Kureyşli müşrikler Hz. Habbab'ın
rızkına mani olmakla yetinmediler ve kendisine fiilen eziyet vermeye
başladılar. İbni Sa'd ve Belâzuri'nin Şa'bi'ye dayanarak naklettikleri rivâyete
göre Hz. Ömer'in halifeliği zamanında günlerden bir gün Hz. Habbab bin el-Erett
cübbesini çıkarıp vücudunu gösterince sırtında sedef hastalığı gibi lekeler
görüldü. Hz. Ömer bunun ne olduğunu sorunca Hz. Habbâb (r.a.) dedi ki,
müşrikler ateş yakıp beni üstüne attılar, sonra bir herif üstüme çıktı. Bu
arada vücudumdaki yağların erimesiyle ateş sönüverdi.
28.6.5.4. Habbâb (r.a.)'ın Rasûlullah (a.s.)'a
Yalvarması
İmam Ahmed bin Hanbel, Buhârî, Ebu
Davud ve Nesâî, bizzat Hz. Habbâb'a istinaden kendisine yapılan zulmün bir
başka örneğini nakletmişlerdir. Hz. Habbâb (r.a.) diyor ki, "müşriklerin
mezâlimi had safhaya vardığı sıralarda günün birinde Nebi-yi Kerim (a.s.)'in
Harem'in duvarının gölgesinde oturmakta olduğunu gördüm. Yanına gidip dedim ki,
"Ya Rasûlullah müşriklerin zulmü bütün sınırları aştı. Siz bizim için niye
dua etmiyorsunuz? Bu sözleri dinleyince, Rasûlullah'ın yüzünün rengi değişti ve
dedi ki, sizden önceki iman sahiplerine daha büyük zulümler yapılmıştır.
Onlardan bazısı çukura oturtulur ve üstlerinden testere geçirilerek vücutları
ikiye bölünürdü. Bazılarının eklemlerine tırmıklar vurulurdu. Onlardan
dinlerini terk etmeleri isteniyordu, ama onlar dinlerinden dönmüyorlardı.
İnan, Yüce Allah bu işi tamamlayacaktır. Öyle bir zaman gelecektir ki, bir
kişi San'a'dan Hadramut'a kadar emniyet içinde yolculuk edebilecektir ve
Allah'tan başka kimseden korkmayacaktır. Ne var ki, sizler acelecisiniz?"
28.6.6. Hz. Ebû Bekr'in Mazlum Köleleri Satın Alıp
Serbest Bırakması
Bu baskı ve zulüm döneminde Hz.
Ebu Bekr elinde ne var ne yoksa harcayarak çok sayıda mazlum köle ve hizmetçiyi
satın alıp serbest bıraktı. İbn Hişâm, Ebu Bekr'in bu şekilde satın alıp
serbest bıraktığı kölelerin sayısının yedi olduğunu belirtmiştir. Ancak
Beyhakî, İbn İshâk, İbn Abdül-Berre ve İbn Hacer vs.'nin bu hususta verdikleri
isimlerin hepsini toplarsak 9 kişi oluyor. Bunların adları şöyledir:
1. Hz. Bilâl-i Habeşi, ki
kendisinden daha önce söz ettik.
2. Hz. Bilâl'in annesi Hamâme
(r.a.) İbn Abdul Berr'in ifadesine göre Kureyşli müşrikler bu hâtûna da işkence
yapıyorlardı.
3. Amir bin Fuheyhe (r.a.), İbn
Sa'd ile Taberî ve Belâzuri'nin ifadesine göre bu zât Hz. Ayşe'nin erkek
kardeşi Tufeyl bin el-Hâris'in kölesiydi. Bu da zulüm ve işkenceye tabi tutulan
mazlumlardan biriydi.
4. Ebû Fukeyhe. Bu zât ile ilgili
olarak İbni İshâk diyor ki, Ümeyye bin Halef kendisine korkunç zulümler
yapardı. İbni Sa'd'ın "Tabakat"ında ve "Üsd-ul Ğâbe" adlı
başka bir eserde verilen bilgiye göre Ebû Fukeyhe, Beni Abdud-Dar ailesinin
hizmetinde idi. Kendisi öğle vakti sıcak kum üzerine yatırılır ve elleri ile
ayaklarına zincir vurularak yüzükoyun sürüklenirdi. Üzerine de taş koyarlardı.
Eziyet sırasında Ebu Fukeyhe sık sık bayılırdı.
5. Lübeyne ya da Lübeybe (r.a.),
Belazuri bu hatunun ismini böyle yazmıştır. İbn Hişâm ise ismini anmadan
kendisinin Beni Adiyy'in bir kolu olan Beni Müemmel'in hizmetçisi olduğunu
belirtmiştir. Verdiği bilgilere göre Hz. Ömer bin Hattab henüz İslâmiyet'i
kabul etmemişken bu hatunu öldüresiye döverdi. Döverken biraz duraklardı ve
derdi ki: "Ben sadece yorulduğum için biraz durdum, sonra seni tekrar
döveceğim." Lübeyne de derdi ki "Allah sana da böyle yapsın."
6-7. Nehdiyye ve kızı. Bu iki kadın
Beni Abdüd-Dâr'da hizmetçilik yaparlardı. Bunların efendisi olan bir zengin
kadın kendilerine akla gelmedik zulümler yapardı.
8. Zinnire (İsti'âb'da bu hatunun
adı Zenbere yazılmıştır). İbni Esir'in rivâyetine göre kendisi Beni Adiyy'in
hizmetçilerinden biriydi. Hz. Ömer bin Hattab kendisine eziyet eder ve işkence
yapardı. Bir başka rivayete göre bu hatun Beni Manzum'un hizmetçilerindendi ve
kendisine Ebu Cehl zulüm ederdi. O kadar ki, gözleri görmez oldu. Ebu Cehl O'na
dedi ki: "Lât ve Uzza seni kör ettiler." Zinnire dedi ki: "Lât
ve Uzza kendilerine kimlerin taptığını bile bilmezler. Bu gibi kararlar
yükseklerden verilir ve Rabbim bana gözlerimi geri vermeye kadirdir."
Ertesi gün Zinnire yataktan kalkınca tekrar görmeye başlamıştı bile.
Belâzuri'nin rivâyeti de aynıdır. Fakat, İbni Hişâm diyor ki: Zinnire, Hz. Ebu
Bekr'in kendisini satın almasından sonra gözlerini kaybetmişti. Bunun üzerine
Kureyşliler onun gözlerini Lât ile Uzzâ'nın kör ettiğini söylemeye başladılar.
Zinnire kendilerine şu cevabı verdi: "Beytullaha yemin ederim, bu adamlar
yalan söylüyor. Lât ve Uzza'dan kimseye zarar veya yarar gelmez." Bundan
sonra gözleri tekrar görmeye başladı.
9. Ümm-ü 'Ubeyş (bazı tarihçiler
ve siyer yazarları 'Uneys ve 'Umeys yazmışlardır). Belâzuri'nin ifadesine göre
bu hatun Beni Zühre'nin hizmetçilerindendi ve Esved bin Abd-i Yeğûs kendisine
baskı ve zulüm yapardı.
28.6.7. Hz. Ebû Bekr'in Babasına İtirazı
İbni İshâk, İbni Cerir ve İbni
Asâkir, Hz. Amir bin Abdullah bin Zübeyr'e istinâden bir hadis nakletmişlerdir.
Buna göre Hz. Ebu Bekr'in bu fakir ve çaresiz müslüman köle ve hizmetçilerin
serbest bırakılması için su gibi para harcadığını gören babası Ebû Kuhâfe (ki o
zaman müşrikti) kendisine dedi ki, "oğlum, bakıyorum sen zayıf, çaresiz ve
mazlum kişileri serbest bırakıyorsun. Eğer aynı işi güçlü ve sağlıklı gençler
için yapsaydın onlar senin yardımcın olur ve sana destek olurlardı. Hz. Ebû
Bekr dedi ki: "Babacığım, ben Allah'ın vereceği mükâfatı istiyorum."
Bu vak'a Leyl sûresinin şu âyetlerinin canlı bir örneğidir:
"Takva sahibi ondan
uzaklaştırılacaktır. Günahlardan temizlenmek için malını veren. Onda hiç
kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. Ancak Yüce Rabbinin rızasını
isteyerek verir." (Ayet; 17-20)
28.6.8. Zulüm, Eziyet ve İşkencenin Neticeleri
Kureyşliler korku, dehşet ve zulüm
saçmak suretiyle müslümanlara göz dağı vermek, onları yıldırmak istiyorlardı.
Fakat onların silahları bu sefer de geri tepti ve zulüm, eziyet ve
işkencelerinin neticeleri beklediklerinin çok aksi çıktı, ispatlanan ilk olgu,
İslâmiyet'in sağlam delil ve güzel ahlâk kurallarına sahip olduğu, buna
karşılık Kureyşli müşriklerde insanlık dışı, çirkin ve iğrenç hareketlerin ve
kaba kuvvetin bulunduğu idi. İkincisi; bu durum, müşriklerin bu gaddarlığını ve
acımasızlığını gören, insanlık duygusu taşıyan herkesin isyan etmesine yol
açıyordu. Buna karşı müslümanların her türlü baskı ve zulmü, sabırla ve
metanetle çekmesi onların lehinde sempatinin büyümesine sebep oldu. Pek çok
kişi müslümanların azim ve kararlılığını takdir etmeye başladı. Davalarına
daha bir anlayışla bakmaya başladı. Hatta, Mekke gibi düşmanlar ve hasımlarla
çevrili bir şehirde ve her türlü baskının uygulandığı güç bir ortamda müslümanların
böylesine kararlı, azimli, sabırlı ve vakarlı hareket etmeleri herkesi şaşırttı
ve dost, düşman herkesin hayranlığını kazandı. Onlar imanlarının ne kadar
sağlam ve güçlü olduğunu kanıtladılar. Ayrıca, baskı ve zulüm sürerken de doğru
fikirli ve sağduyulu kişiler İslâmiyet'i kabul etmeye devam ettiler. Fakat
bunların çoğu imanlarını ve inançlarını ilk etapta gizli tuttular. Bu sebeple
müşrikler müslümanların kesin sayısının ne olduğunu öğrenemediler. Bu dehşet ve
terörün en büyük faydası, Rasûlullah (a.s.)'a en temiz, en sağlam, inanç ve
iradeleri çelik gibi olan kişilerin gelmesiydi. Bu ateş deryasından geçenler,
şahsiyet, karakter ve ahlâk'ın en güzel simgeleriydiler. Zaten bunca çetin bir
imtihandan geçenler arasında zayıf karakterli ve iradesiz güçsüz olanlar
bulunamazdı.
28.6.9. Vahiylerin Arasının Tekrar Kesilmesi
Allah'ın hikmetini bizim gibi
insanların aklı kavrayamaz. Küfür ile İslâm arasındaki çekişmenin doruğuna
çıkmış olduğu ve Hazreti Peygamber (a.s.) ile müslümanların her anının tehlike
ve beklenmeyen âfet ve zorluklarla dolu olduğu bir sırada normal olarak
vahiylerin mütemadiyen gelmesi beklenirdi. Bu vahiyler bir yandan müslümanları
teselli eder cesaretlerini arttırır, bir yandan da sık sık değişen şartlarda
onların muhtaç olduğu direktif ve taktiği öğretirlerdi. Fakat ne gariptir ki,
tam bu sırada vahiylerin inişi bir süre kesildi. Bu durum karşısında
Rasûlullah (a.s.) tedirgin olurken kâfir ve müşriklere de gün doğdu ve türlü
türlü laflar etme fırsatını buldular.
Vahiylerin kesilmesinin tam
tarihini tesbit etmek zordur. Fakat bu hususta naklolunan rivayet ve hadislere
göre bu aksaklığın İslâmi tebliğin alenen yapılmaya başlamasından sonra meydana
geldiği kesindir. Ayrıca, vahiylerin kesilmesine ilişkin daha sonra inen iki
süre de bunu ispatlamaktadırlar. Bu aksaklık devresinin süresi çeşitli rivayetlerde
değişik olarak gösterilmiştir. İbni Cüreyc 12 gün, Kelbî 15, İbni Abbas 25 ve
Süddi ile Mukâtil 40 gün olarak kaydetmişlerdir. Her ne olursa olsun, bu süre o
kadar uzundu ki, hem Rasûlullah (a.s.) üzüldü ve tedirgin oldu; hem de
hasımlarına kendisiyle alay etme fırsatı doğru. Adet üzere, Hz. Peygamber
(a.s.) kendisine inen her yeni vahyi arkadaşlarına aktarırdı. Ama aradan
epeyce müddet geçtikten sonra Hz. Peygamber (a.s.) yeni bir sûre veya ayet
okumayınca müşrikler zannettiler ki vahiy silsilesi sona ermiştir. Cündüb bin
Abdullah el-Becelî'nin rivâyetine göre Hz. Cebrail bir süre gelmeyince kâfirler
dediler ki: "Muhammed'i Rabbi terk etmiştir". (İbni Cerir, Taberânî,
Abd bin Hamid, Sa'id bin Mansur ve İbni Merdûye).
Başka rivayetlere göre, Hazret
Peygamber (a.s.)'in teyzesi olan Ebu Leheb'in karısı Ümm-ü Cemil, kendisine
şöyle dedi: "Galiba sana musallat olan Şeytan seni bırakmıştır."
Avfi ile İbni Cerir'in İbni Abbas'a dayanarak naklettikleri rivayete göre
Cebrail'in birkaç gün gelmemesi üzerine Rasûlullah (a.s.) meraklandı ve
tedirgin oldu. Müşrikler dediler ki, "Rabbi Muhammed'e kızmıştır ve onu
terk etmiştir." Katâde ve Dahhak'ın naklettikleri rivayetler de aynıdır.
Bu rivayetleri Hz. Peygamber (a.s.)'in son derece üzgün, kırgın ve tedirgin
olduğu zikrolunmuştur, ki doğrudur. Hz. Peygamber (a.s.)'in üzülmesinin tam
yeriydi. Zira, İslâm ile Küfür arasındaki amansız mücadele, çekişme ve savaş
sırasında, bu çetin ve dayanılmaz muhalefet kasırgasında yegane teselli
kaynağı ve dayanağı olan Allah'ın cesaret verici ve teselli edici sözleri
gelmez olmuştu. Böyle bir durumda Rasûlullah (a.s.)'ın kara kara düşünmesi
gayet tabiiydi. Kendisinin bir kusuru sebebiyle Allah'ın kızdığı ve vahiylerin
kesildiği ve Hak ile Batıl arasındaki savaşta Rabbinin kendisinin yalnız
bıraktığı fikri aklına gelmiş olabilir.
İşte Rasûlullah (a.s.) ve diğer
müslümanlar böyle bir halet-i ruhiyede iken Duhâ sûresi nazil oldu:
"Kuşluk vaktine, karanlığı
ile âlemi kaplayan geceye yemin ederim ki, (Habibim) Rabbin seni terk etmedi.
Ve sana darılmadı da." (Ayet; 1-3)
Burada gündüzün aydınlığına ve
gecenin karanlığına yemin edilmiştir. Bu demektir ki, nasıl ki, gece ile
gündüzün olması tabiat kanunudur, vahiylerin bazen çok, bazen da az gelmesi
veya kesilmesi doğal bir şeydir ve bu gelişmelerden aksi manalar
çıkarılmamalıdır. Vahy'in kesilmesi Allah’ın Hz. Peygamber (a.s.)'e kızması
veya onu terk etmesi anlamına gelmemelidir. Bundan sonra şöyle denildi:
"Senin için ahiret, elbette
dünyadan daha hayırlıdır." (Ayet; 4)
İslâmiyet henüz emekleme
devresinde iken ve etrafında sadece bir avuç mü'min varken yukarıdaki haber
verildi. Muhalifleri azdıkça azıyorlardı ve öyle görülüyordu ki müslümanlar
hiçbir zaman başarılı olamayacaklardır. Ama her şeyi bilen Allah İslâmiyet'in
ve Hakk'ın mutlaka galip geleceğini ilân etti. Müslümanların dünyada huzur ve
refaha kavuşacaklarını, âhiretle ise daha büyük bir mükâfat alacaklarını
açıkladı. Sonra şunları dedi:
"Gerçekten Rabbin sana
verecek de râzı olacaksın." (Ayet; 5)
Burada denilmek isteniyor ki
Allah'ın işleri geç oluyor, ama güç olmuyor. Allah'a iman edenler, onun için
her türlü eziyet ve zulme evet diyenler ve hatta canlarım bile feda etmeye
hazır olanlar hiç üzülmesinler, yarınlar onlarındır. Bu Allah tarafından
sevgili peygamberlerine ve kullarına bir vaattir ve mutlaka gerçekleşecektir.
Nitekim, bu vaat kısa bir süre içinde gerçekleşti. Müslümanlar kısa bir zaman
içinde Arabistan'a İran'a, Irak'a, Mısır'a ve dünyanın en önemli medeniyet
merkezlerine hakim oldular ve her tarafta İslamın bayrağı dalgalanmaya
başladı.
28.6.11. İnşirâh Sûresinin İnişi
Kâfir ve müşriklerin saldırıları
doruğa çıkmış ve müslümanlar sanki her tarafta Batıl'ın muhasarası altına
girmişken kendilerini teselli eden ve cesaretlerini arttıran ve aydınlık
geleceği vaadeden bir sûre daha nazil oldu. Adı İnşirah'tı. Bunun bazı
bölümlerini buraya naklediyoruz:
"(Habibim) Biz senin göğsünü
açmadık mı?" (Ayet; 1)
Böyle bir soruyla söze başlanması
ve daha sonraki sözler; Hazreti Peygamber (a.s.)'in tebliğ çalışmalarının en
çetin günlerini yaşadığını göstermektedir. Böyle bir ortamda Cenab-ı Hak
kendisine hitap ederek diyor ki: "Ey Habibim, ben sana bundan önce de
ihsan ve lütufta bulunmadım mı? Sen neden üzülüyorsun ve niçin cesaretini
kırıyorsun?" Yukarıdaki ayette "göğüsün açılması" iki manada
kullanılmıştır. Göğüsün açılmasının bir anlamı; her türlü endişe, tereddüt ve
kuşkudan kurtulmaktır. İkinci anlamı; cesaretin büyümesi, azim ve kararlılığın
geri gelmesidir. Birinci anlama göre nübüvvetten önce Hazreti Peygamber (a.s.)
ister müşrik Araplar, ister nasârâ (Hıristiyan) ister Yahudi veya mecusiler
olsun, hepsinin din ve inançlarının yanlış olduğunu düşünüyordu. Ayrıca,
Arabistan'da Tevhid'e inanan bazı kimselerin kabul ettiği haniflikten de tatmin
olmuyordu. Zira bu meçhul bir akide idi ve doğru yolun hiçbir garantisini vermiyordu.
Fakat Hazreti Peygamber (a.s.) doğru yolun ne olduğunu tahmin ettiği için bu
durumdan son derece rahatsız ve endişeliydi. Cenab-ı Allah, Hz. Peygamber
(a.s.)'e nübüvvet vermekle kendisini bu bunalım ve kararsızlıktan kurtardı ve
gerçek doğru yolun ne olduğunu kendisine gösterdi. Böylece, Hz. Peygamber
(a.s.)'in "göğüsü açıldı" yani kendisi rahat etti ve içi huzurla
doldu. İkinci anlama göre Cenab-ı Hak kendisine nübüvvet vermekle birlikte
böylesine muazzam bir vazifenin altından muvaffakiyetle kalkabilmesi için
cesaret, himmet, azim ve geniş kalplilik de verdi. Kendisine diğer insanların
sahip olamayacağı bilgi ve bilgi kaynakları verdi; ayrıca zekâ ve hikmet verdi.
Bu meziyetler sayesinde Hz. Muhammed (a.s.)'e tevdi edilen cesaret ve azim
sayesinde kendisi en zor ve cesaret kırıcı şartlar altında azimle ve
kararlılıkla yoluna devam etme haline geldi. Onun için. Yüce Allah diyor ki:
"Ey Habibim, sana bunca cesaret ve azim verdikten sonra bu işin
zorluklarından niçin üzülüyor ve perişan oluyorsun. Hiçbir şeyden korkma,
hiçbir şeyden yılma." Aynı sûrede daha sonra şu ayete rastlanıyor:
"Ve senin şânını da
yükselttik." (Ayet; 4)
Burada da Duhâ sûresinde olduğu
gibi istikballe ilgili bir müjde verilmiş ve parlak bir gelecekten söz
edilmiştir. Bu nasıl bir sözdü? Biraz önce gördüğümüz gibi, Velid bin Muğire ve
diğer fesatçı kabile reislerinin önerisi üzerine, Hazreti Peygamber (a.s.) ve
müslümanlar aleyhinde kesif bir kampanya açılmış bulunuyordu. Mekkeli
müşriklerin heyetleri hac mevsiminde ve diğer zamanlarda herkese gidip
Rasûlullah (a.s.)'ı, onun dinini ve diğer müslümanları kötülüyorlardı. Böyle
bir durumda Hz. Peygamber (a.s.)'in ve İslâm'ın "şanının
yükseltilmesi"nden söz edilebilir miydi? Fakat, ileriyi herkesten iyi
görebilen Allah bunu biliyordu ve onun için dedi ki, müslümanlar er geç galip
gelecek şan ve şöhreti her tarafa yayılacaktır. Nitekim, aradan ancak birkaç
yıl geçtikten sonra bu sözler doğrulanmış oldu.
Şu Allah’ın hikmetine bakın ki,
Kureyşli müşriklerin kullandıkları silah geri tepti ve şerrden hayır peydah
oldu. Hz. Peygamber (a.s.)'i, İslâmı ve müslümanları kötülemek için açtıkları
yoğun kampanya, aslında onların adının ve sanının bütün Arabistan'a ve hatta
Arabistan'ın sınırlarının dışına kadar duyurulmasına sebep oldu. Bu yoğun
propaganda yüzünden bazı kimseler belki de müslümanlar ve İslam peygamberi
hakkında kötü ve menfi bir fikre sahip oldular, ama bir çoğu da bunların ne olduğunu
merak etmeye başladılar. Rasûlullah (a.s.) hakkındaki menfi sözleri dinleyen
kimseler bu zatın ne gibi bir "sihir" yaptığını, kendisinin nasıl bir
adam olduğunu ve talimatının ne olduğunu merak etmeye başladılar. Meraklılar
akın akın Mekke'ye gelmeye başladılar ve burada kendi gözleriyle Hz. Peygamber
(a.s.)'in ve müslümanların durumunu görünce önce gözlerine inanamadılar. Sonra
bunlar hakkında çok ters ve yalan yanlış propaganda yapıldığını anladılar.
Anladıktan sonra da İslam camiasına girdiler. Dolayısıyla, müslümanların
Medine'ye hicretine kadar yakında veya uzakta bir veya birden çok müslümanın
bulunmadığı hiçbir kabile ve sülâle kalmadı. İşte Hazreti Peygamber (a.s.) ve
fedailerinin şanının yükselmesinin bu ilk safhasıydı. Hicretten sonra da
münâfıklar, Yahudiler, Arap müşrikler ve diğer fesatçıların menfi
propagandaları, entrikaları ve karşı koymaları durmadı. Ama müslümanların
Medine'de kurduğu İslâm Devleti Allah'tan korkma, Allah'a tapma, ibadet, itaat,
takva, ahlâk ve fazilet, sosyal adalet ve insaf, hak ve hukuk, inananlar
arasındaki eşitlik, zenginlerin cömertliği, fakirlerin bakımı, sözlere sadık
kalma ve ister bireysel ister toplumsal olsun ilişkilerdeki doğruluk ve
dürüstlüğün pratik örneğini dünyaya veriyor ve herkesin kalbini fethediyordu.
Düşmanlar çatışmalar ve savaşlarla İslâmiyet'in gelişmesini ve yayılmasını
durdurmaya çalıştılar. Fakat Hazreti Peygamber (a.s.)'in eşsiz önderliğinde
vücuda gelen iman sahiplerinin cemaati, disiplin, birlik ve beraberlik, cesaret
ve kahramanlık ve ister savaşta ister barışta olsun, bütün ahlâk kurallarına
bağlı kalmanın öylesine güzel örneklerini verdiler ki, dost düşman onların
üstünlüğünü kabul etti. 10 yılda, her tarafında muhaliflerin Hz. Peygamber
(a.s.)'i kötülemeye çalıştıkları memleketin bir ucundan öbür ucuna kadar
"Eşhedü enne Muhammed-er Rasûlullah" sözleri duyulmaya başladı.
Bundan sonra da Hz. Peygamber (a.s.)'in adı ve sanı İslâmın gelişmesiyle
dünyanın her köşesinde bilinmeye ve anılmaya başlandı ve bu süreç şimdi de
devam ediyor ve âhirette de devam edecektir. Hz. Peygamber (a.s.)'in şanının
yükseltilmesinin bu daha sonraki safhalarıdır.
"Muhakkak güçlükle beraber
kolaylık vardır. (Evet) Muhakkak güçlükle beraber kolaylık vardır."
(İnşirah; 5-6)
Bu sözler iki defa söylenmiştir;
ki Hazreti Peygamber (a.s.) ve diğer müslümanlar iyice teselli edilmiş
olsunlar. Cenab-ı Allah demek istiyor ki onların karşı karşıya bulunduğu
güçlükler geçicidir ve bunlar bir gün mutlaka sona erecektir. İyi ve aydınlık
günlere kısa bir süre sonra kavuşacaklardır. Hazreti Peygamber ile
arkadaşlarına verilen müjde buydu; ki, bir süre sonra harfiyyen gerçekleşmiş
oldu.
[1]
Meselâ, bak: "Eğer sana kâğıtla yazılı bir kitap indirsek ve kâfirler, ona
elleri ile temas edip görseler yine 'bu ancak büyük bir sihirdir'
derlerdi." (En'am; 7)
"Eğer onlara gökten bir kapı açsak ve oradan yukarı
çıksalar 'Gözlerimiz iyi görmüyor belki de biz büyülenmişler topluluğuyuz'
diyeceklerdir." (Hicr, 14-15)
[2]
Bu demek değil ki Hz. Peygamber (a.s.), kâfirlerin bu teklifini gözden
geçirilmeye lâyık görüyordu ya da maazallah Allah'tan "kabul" emri
gelecek diye bekliyordu. Bu durumu bir temsilci veya naib'in tutumuyla
açıklayabiliriz bilindiği gibi alt kademedeki bir resmi temsilci, kendisine
gelen dilekçe veya teklifin büyükleri veya hükümleri tarafından reddedileceğini
çok iyi biliyor, ama mesele nazik ve önemli olduğu için yukarıdakilerin
direktif ve emrini bekliyor. Emir gelince de dilekçe sahiplerine bildiriyor. Bu
davranışın önemli bir yaran vardır. Meselâ ilk müracaatta temsilci tarafından
kesilip atılınca dilekçe ve teklif sahipleri tatmin olmuyor ve isteklerine
ısrar ediyorlar. Fakat emir en yüksek merciden gelince kimse o noktaya temas
etmeye cesaret edemiyor. Hz. Peygamber (a.s.)'in başvurduğu yöntem işte buydu.
[3]
Burada hemen belirtelim ki Hz. Zeyneb (r.a.) annesi Hz. Hatice (r.a.) ile
birlikte İslâmiyet'i kabul, etmişti. Ama o zamana kadar müslümanlar ile kâfir
ve müşrikler arasında izdivaç konusunda herhangi bir yasak uygulanmadığı için
Hz. Zeyneb, müşrik kocası Ebûl-Âs ile nikâhlı kaldı.