Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN'A HİCRET
Yirmi Dokuzuncu Bölüm: HABEŞİSTAN'A HİCRET
29.1.1. Din'de Hicret'in Önemi
Kur'an-ı Kerim'de "cihad'dan
sonra en önemli şey olarak "hicret"ten bahsedilmiştir. İslâm'da
"hicret"in bu kadar önemli olmasının sebepleri nelerdir? Bunun
sebepleri şunlardır: Bir müslüman için dünyada en önemli şey ne vatanıdır, ne
milleti ne de kazancı ve kazanç yolları. Onun için birinci derece ehemmiyetli
şey imandır. Bir müslüman hangi şartlarla müslüman olmuşsa o şartları yerine
getirmeli ve onlara göre hayat sürmek suretiyle Allah'ın rızasını elde
etmelidir. Eğer müslüman imanın bu şartlarına göre hayatını yaşamıyorsa, onun
için özgürlük şöyle dursun, hayatının bile bir anlamı yoktur. Gerçek bir
müslüman, imanının dayandığı şart ve ilkeleri, Allah ve Rasûlü tarafından
kendisine intikal eden kaide ve kuralları feda edip bunlardan taviz
vermektense Allah yolunda kendini feda etmeyi tercih edecektir.
Hazreti Peygamber efendimiz
(a.s.)'in fedaileri işte bu sebepten dolayı Arabistan'dan Habeşistan'a hicret
etmişlerdi. Müslümanlar birer Arap, Mekkeli ve Kureyşli olmak itibarıyla kendi
ülkelerinde, şehirlerinde ve kabilelerinde her türlü hak ve özgürlüğe
sahiptiler. Fakat, birer müslüman olarak bu hak ve hürriyetlerden mahrumdular.
Onların dini ve imanı tehlikede idi ve bu sebeple kendi vatanlarını bırakıp
başka bir milletin yaşadığı ve başka bir milletin yönetime sahip olduğu bir
memlekete gittiler. Aynı şekilde, Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşları Mekke'den
Medine'ye neden hicret ettiler? Hazreti Peygamber (a.s.) Mekke'nin bir
sakiniydi ve bir vatandaş olarak Mekke'nin bütün vatandaşlık haklarına
sahipti. Arkadaşları da birer Mekkeli ve Kureyşli olarak aynı hak ve
hürriyetlere sahiptiler. Fakat, gerek Rasûlullah (a.s.)'ın gerekse diğer
müslümanların, evlerini, barklarını, ailelerini, akrabalarını, mal ve
mülklerini ve diğer her şeyi terk edip sadece üzerlerindeki kıyafetleriyle
Medine'ye hicret etmelerinin sebebi Mekke'de müslüman olarak yaşamalarına
imkân bulunmamasıydı. Onlar müslümanca yaşayabilmeleri için doğdukları şehri
terk edip başka bir şehre göç ettiler ve yerleştiler.
29.1.2. Kur'an-ı Kerim'in Müslümanları Hicrete
Hazırlaması
Mekke'de müslümanlara yapılan
baskı ve zulüm had safhaya varınca, Kur'an-ı Kerim onları muhtemel bir hicrete
hazırlamaya başladı. Bu hususta şöyle buyuruldu:
"Ey iman eden kullarım! Benim
arzım geniştir. O halde, yalnız bana ibadet edin. Her nefis ölümü tadacaktır.
Sonra bize döndürüleceksiniz, imân edip sâlih amel işleyenlere Cennette
altlarından nehirler akan hususi yerler hazırlarız. Onlar orada ebedi
kalırlar. Böyle amel edenlere bu ne güzel mükâfattır. Onlar ki, sabreder ve
yalnız Rabblerine tevekkül ederler. Nice canlı hayvan vardır ki rızkını
arkasına yüklenmez. Allah onlara da size de rızık veriyor. O Semî'dir,
Alim'dir." (Ankebut; 56-60)
İlk ayette hicrete işaret
edilmiştir. Deniliyor ki: "Mekke'de Allah'a ibadet ve itaat etmek
zorlaşmışsa başka bir ülkeye gidin. Allah'ın dünyası dar değildir. Allah'ın
sadık kulu olarak nerede yaşayabiliyorsanız oraya gidin. Siz kendi vatanınıza
ve milletinize değil, Allah'a bağlısınız." Burada asıl önemli olan şeyin
vatan ve millet değil, Allah'a kulluk olduğu vurgulanmıştır. Bir mümin'in
imanının, sağlam olup olmaması, ancak vatan ve milletine olan sevgisi ile
Allah'a kulluk arasında tercih yapmasıyla ispatlanmış oluyor. Gerçek bir
mü'min Allah'a kulluğu tercih etmeli, memleketine, vatanına ve milletine boş
vermelidir. İmanı zayıf ve müslümanlıkla ilgili iddiası sahte olan biri millet
ve vatanına bağlı kalacaktır. Bu ayette belirtildiği gibi gerçekten Allah'a
tapan bir kişi vatanını ve milletini sevebilir, ama yurtsever ve milliyetçi
olamaz. Bir müslümanın ilk tercihi Allah'a kulluk olmalıdır ve bu kullukla
çatışan her şeyi feda etmek zorundadır.
İkinci ayette insanların ve
özellikle müslümanların can korkusu giderilmeye çalışılmıştır. Deniliyor ki:
"Hayat geçici bir şeydir. Dünyaya gelmiş olanlar bir gün mutlaka
öleceklerdir. Ha bugün ha yarın. Kimse buraya ebediyen kalmak ve yaşamak için
gelmemiştir. O halde, müslümanlar bu dünyada canlarını koruma pahasına daha
önemli ve değerli şeyleri feda etmemelidirler. Müslümanların ilk düşüncesi,
imanını nasıl koruyacağı olmalıdır ve Allah'a kullukta hiçbir kusur
yapmamalıdır. Eninde sonunda bütün mahluklar Allah'a döndürülecektir.
Döndüğünüzde imanla mı geleceksiniz yoksa canla mı Allah nezdinde can uğruna
feda edilmiş iman mı yoksa iman uğruna feda edilmiş can mı daha makbuldur? İşte
dünyada bunu düşünerek yaşayacak ve öleceksiniz."
Üçüncü ve dördüncü ayette
deniliyor ki; "siz iman ve iyilik uğruna dünyanın bütün nimetlerini
kaybeder ve salt dünyevi açıdan başarısız kalırsanız dahi, bunun telafisi
mümkündür. Ve sadece telafi değil, Allah katında bunun büyük bir mükâfatı
vardır."
Son ayetlerde denilmiştir ki,
"hicret ederken can korkusu gibi mal korkusu da olmamalıdır. Dünyada yer
altında ve yer üstünde, denizde ve havada sayısız böcek, hayvan ve yaratıklar
vardır. Bunlardan hangisi kendi rızkını kendisi taşıyor? Onları geçindiren ve
yaşatan kimdir? Nereye giderlerse gitsinler, hangi şartlarda olurlarsa
olsunlar, onlara Allah rızık vermiyor mu? Onun için, iman sahipleri Allah
uğruna memleket ve kavimlerini terk ederken malları ve rızıkları için endişe
etmemelidirler. Diğer mahluklara rızkını veren Allah onlara da rızıklarını
verecektir."
Hakka davet yolunda bazen ansızın
beklenmedik durumlarla karşılaşılabilir. Bu gibi durumlarda bir müslüman için
bu dünyanın bütün nimetlerini terk edip Allah'a güvenerek kelleyi kolluğa
almaktan başka çare kalmaz. Bu gibi durumlarda, her şeyi önceden plânlamak,
zarar ve yarar hesabını çıkarmak ve canlan ile mallarını korumak sevdasında
olanlar hiçbir şey yapamazlar. Onlardan hiçbir hayır beklenemez. Aslında her
şeyin aniden tersine döndüğü ve şartların değiştiği zamanlarda kelleyi koltuğa
alan ve Allah uğruna her şeyi feda etmeye hazır olan gerçek mü'minlerin ve fedailerin
azminden ve fedakârlıklarındandır ki, Allah'ın kelimesi yükseliyor ve bunun
yanında bütün batıl kelimeler yerin dibine batmış oluyorlar.
Kur'an-ı Kerim'in bir başka
yerinde şöyle buyuruldu:
"(Ey Rasûlüm, tarafımdan) de
ki: 'Ey iman eden kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünyada iyilik edenlere
sevap var. Allah'ın arzı geniştir. Ancak sabredenlerin mükâfatı hesapsız
verilir." (Zümer; 10)
Burada da iman sahiplerine
deniliyor ki; Allah'a kulluk etmek bir yerde zorlaşmışsa, O'nun dünyası
geniştir, iman sahipleri başka bir yere gidebilirler. Bunun yanı sıra kendilerinin
hem dünyada hem ahirette Allah'tan iyi mükâfat alacaktan da müjdelenmişir. imân
sahipleri hem dünyadaki yaşantılarını düzeltiyorlar, hem de âhirette Allah'ın
lütuf ve ihsanına nail oluyorlar. Zira, onlar Allah'ın dini için dünyanın bütün
nimet ve imkânlarını evlerini barklarını terk ediyor, evsiz ve çaresiz
kalıyor, vatansız ve milliyetsiz kalıyor, yabancı bir memlekette ve yabancı
insanların arasına giriyorlar. Bunun için, bu gibi insanlara sınırsız ödül
vardır.
29.1.3. Hicret İle İlgili Talimat
Kur'an-ı Kerim'de Mekkeli
müslümanlar sadece hicrete teşvik edilmekle kalmadılar, kendilerine bu hususta
iki talimat da verildi.
Müslümanlar Hıristiyan bir ülkeye
hicret ettikleri için Meryem sûresi indirildi. Bu sûrenin ilk iki rükûsunda
Hazreti Yahya ile Hz. Îsa'nın hikâyesi anlatılmıştır. Bu, müslümanlara bir
uyarıydı. Gerçi müslümanlar mazlum mülteciler olarak bir Hıristiyan devletine
gidiyorlardı. Fakat, orada din ve imanlarından zerre kadar taviz vermemeleri
isteniyordu. İndirilen Meryem sûresi, Hıristiyanlığın gerçekte ne olduğunu ve
nasıl tahrif edildiğini dile getiriyordu. Böylece, müslümanlar durumun farkına
varacaklardı ve Hıristiyanların bid'atine ve hurafelerine kendilerini
kaptırmayacaklardır. Onlar aynı zamanda Hıristiyanların bulunduğu bir memlekette
Hıristiyanlığın ve Hz. Îsa'nın gerçek vaaz ve telkinlerini unutmamalıydılar.
Her ne olursa olsun, Hz. Îsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu kabul etmemeliydiler.
Müslümanlara verilen ikinci
talimat şuydu:
"Ehl-i kitap ile yalnız en
güzel şekilde mücadele edin. Onlardan zulmedenlerle ise şiddetle mücadele
edebilirsiniz. Ve 'Biz hem bize indirilene hem de size indirilene iman ettik.
Bizim de sizin de ilâhınız birdir. Biz O'na teslim olanlarız' deyin."
(Ankebût; 46)
Yani Hıristiyanlarla karşı karşıya
geldiğiniz zaman onlardan zalim olanlarla uğraşmayınız. Zira, onlarla uğraşmak
vakit ve enerjinin ziyanından başka bir şey değildir. Fakat, biraz anlayışlı
olanlarla serinkanlı, yumuşak başlı ve Hakkı kabul etmek eğiliminde olanlarla
muhtelif dini konuları medeni ölçülerde, iyi bir dille ve delillerle
tartışabilirsiniz. Onlara deyiniz ki, siz dik kafalı veya mutaassıp kimseler
değilsiniz. Onlara hem onların kitabının hem kendi kitabınızın Allah'tan
geldiğine inandığınızı söyleyiniz. Her ikinizin Allah'ın bir olduğunu, O'nun
gönderdiği emirlerin aynı olduğunu onlara söyleyiniz.
29.1.4. Habeşistan'a Yapılan İlk Hicret
Şartlar tamamıyla dayanılmaz hale
gelince Recep 45. Am'ul-Fil'de (Nübüvvetten sonra 5. yılda) Rasûlullah (a.s.)
Ashab-ı Kiram'ı toplayarak kendilerine şöyle buyurdu: "Habeşistan'a
giderseniz iyi edersiniz. Oranın bir kralı vardır. Orada kimseye zulüm yapılmaz
ve orası iyilik diyarıdır. Size gelen bu âfet def olununcaya kadar orada
kalın." Müslümanların Habeşistan'a hicreti için bu ilk ve kesin emirdi,
bunun üzerine, Habeşistan'a ilk göç yapıldı. Muhacirlerin ilk kafilesinde 11
erkek ve 4 kadın vardı. Kureyşli kudurmuş serseriler bu kafileyi kıyıya kadar
takip ettiler. Ama kafiledekilerin talihi yaver gitti ve tam zamanında Şuaybe
limanından Habeşistan'a kalkan bir gemiye binebildiler.
29.1.4.1. Habeşistan'a İlk Hicret Eden Müslümanlar
İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a
dayanarak kaydettiği ilk muhacirlerin listesi şöyledir:
1. Hz. Osman bin Affân (Beni
Ümeyye'den).
2. Hz. Rukayye binti Hz. Muhammed
(a.s.), Hz. Osman'ın zevcesi. (İbni Abd-il-Berr bu hâtûna Ümm-ü Eymen'in eşlik
ettiğini yazmıştır).
3. Hz. Ebu Huzeyfe bin Utbe bin
Rebî'a (Beni Abdi Şems bin Abdi Menâftan).
4. Hz. Sehle binti Süheyl bin Amr
(Hz. Ebu Huzeyfe'nin karısı, ki Beni Amir bin Lueyy'dendi).
5. Hz. Zübeyr bin el-Avvam (Hz.
Hatice'nin yeğeni ve Rasûlullah (a.s.)'ın teyze oğlu Beni Esed bin Abdul-Uzza
bin Kusayy'dandı).
6. Hz. Mus'ab bin Umeyr (Beni
Abdud-Dar bin Kusayy'dan).
7. Hz. Abdurrahman bin Avf (Beni
Zühre bin Kılâb'dan).
8. Hz. Ebu Seleme bin Abdul-Esed
(Beni Mahzûm'dan).
9. Hz. Ümm-ü Seleme (Hz. Ebû
Seleme'nin zevcesi. Beni Mahzûm'dan olup Ebû Cehl'in amca kızıydı).
10. Hz. Osman bin Ma'zun (Ümmül
Muminin Hz. Hafsa'nın dayısı, Beni Cumah'dandı).
11. Hz. Amir bin Rebia el-Anzi (Al-i
Hattâb'ın müttefiki olan Beni Adiyy'den).
12. Hz. Leylâ binti Ebî Hasme (Hz.
Amir'in karısı olup Beni Adiyy'dendi).
13. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm
(Beni Amir bin Lueyy'den).
14. Hz. Süheyl bin Beyda (Beni
el-Hâris bin Fihr'den).
İbn Sa'd, Vâkıdî'ye istinâden bu
listeye iki isim daha eklemiştir: Hz. Hâtıb bin Amr bin Abdi Şems ve Hz.
Abdullah bin Mes'ud, ki Beni Zühre'nin müttefiklerindendi. İbn İshâk'ın rivâyetine
göre daha sonra bunlara Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib de katılmıştı. Fakat Musa bin
Ukbe'nin "Meğâzi"de belirttiği gibi Hz. Ca'fer ilk değil, ikinci
hicretle Habeşistan'a varmıştı. İbn İshâk ise Hz. Abdullah bin Mes'ud'un, ilk
değil, ikinci hicretin muhacirlerinden olduğunu yazmıştır. Zürkâni ise bazı
siyerlere dayanarak Hz. Ebû Sabre ile beraber karısı Ümm-ü Gülsüm'ün de
Habeşistan'a gittiğini ifade etmiştir. Beyhakî Hz. Enes'in rivâyetini
nakletmiştir; buna göre hicret için ilk önce yola çıkan Hz. Osman (r.a.)'dı.
Rivayete göre Rasûlullah (a.s.), Hz. Lût (a.s.)'dan sonra kendi ailesiyle
birlikte hicret eden ilk şahsın Hz. Osman olduğunu buyurmuştur.
29.1.4.2. Muhacirlerin Habeşistan'daki Durumu
İbni Cerir Taberî'nin dediği gibi
Kureyşliler Habeşistan'ı çok iyi biliyorlardı. Habeşistan Kureyşlilerin
ticaret yeriydi ve mallarını götürüp orada satarlar ve oradan iyi bir kârla
dönerlerdi. Bu yüzden Mekke'den giden ilk muhacir kafilesi hiçbir güçlükle
karşılaşmadı ve hiçbir yabancılık çekmedi. Bizzat muhacirlerin ifadelerine
göre; "biz orada çok iyi durumdaydık. Dinimiz konusunda huzur ve emniyette.
Biz Allah'a ibadet ediyorduk ve kimse bizi rahatsız etmiyordu. Biz ne eziyet
görüyorduk ne de kötü lâflar dinliyorduk."
29.1.4.3. Muhacirlerin Peşinden Bir Kureyş Heyeti
Habeşistan'a Gidiyor
Kureyşliler baktılar ki, Mekke'den
Habeşistan'a giden müslümanlar oraya iyice yerleşmiştir ve din ve inançlarına
da kimse mani olmuyor. Bunun üzerine bu müslümanları geri getirebilmek
maksadıyla bol hediyelerle Amr bin el-As ile Abdullah bin Ebi Rebi'a'yı Habeş
İmparatoru Necâşî (Negus)ye yolladılar. (Buhârî'de bu imparatorun adı Esname
olarak yazılmıştır). Kureyş heyetiyle ilgili tarihi kayıtlarda biraz ihtilaf
vardır. Bazı kayıtlara göre bu heyette Umâre bin Velid bin Muğire de yer
almıştı. Bazı diğer kayıtlara öre ise Amr bin El-As birinci ve ikinci hicret
sırasında Necâşî'ye gönderilmişti. İlk gidişinde yanındaki Umâre idi, ikinci
gidişinde ise Abdullah. Fakat İbni İshâk her iki defasında Amr'ın yanında
Abdullah'ın yer aldığını ifade etmiştir.
29.1.4.4. Muhacirlerin Dönüşü ve Bunun Sebepleri
Aynı yıl Ramazan ayında öyle bir
olay meydana geldi ki, bu olayla ilgili haber Habeşistan'daki müslümanlara,
"Mekkeli kâfirler müslüman olmuşlar" şeklinde ulaştı. "Olay
şuydu: Bir gün Harem'de Kureyşlilerin büyük bir toplantısı yapılırken Hazreti
Peygamber (a.s.) de oraya gitti ve birden bire konuşma yapmaya başladı. Hz.
Peygamber (a.s.)'in mübarek ağzından çıkan ilk sözler, Necm sûresinin
ayetleriydi. Allah'ın kelâmı öylesine tesirliydi ki, muhalifler bunu can
kulağıyla dinlemeye başladılar ve her zaman yaptıkları gibi gürültü patırtı
çıkarmayı bile unuttular. Ayetlerin sonunda Hz. Peygamber (a.s.) secde elti.
Orada bulunanlar da kendilerini onun etkisinden kurtaramamış olacaklar ki,
hemen secdeye geçtiler. Buhârî, Müslim, Ebu Dâvud ve Nesâî'de yer alan Abdullah
bin Mes'ûd'un rivâyetine göre; "Rasûlullah (a.s.)'ın Kureyşlilerin açık
bir toplantısında ve İbn Merdûye'ye göre Harem'de okuduğu Kur'an-ı Kerim'in bu
ilk sûresiydi." Bu toplantıda hem müslümanlar, hem kâfirler vardı. Sûrenin
sonunda secde ayetine gelince Rasûlullah (a.s.) secde etti ve kendisini gören
diğer herkes de secde etti. Secde edenler arasında Hz. Peygamber (a.s.)c ve
İslâm'a muhalefette ön safta yer alan Kureyş'in en büyük kabile reisleri de
vardı. Secde etmeyen sadece Ümeyye bin Halefti. O da yumruğunu sıkarak alnına
dokundu ve kendisi için bunun kâfi olduğunu söyledi. Bu olayın diğer görgü
tanığı Hz. Muttalib bin Ebi Vedâ'a'dır ki o zamana kadar müslüman olmamıştı.
Nesâî ve Müsned-i Ahmed'de yer alan Hz. Muttalib'in rivâyeti şöyledir:
"Rasûlullah (a.s.), Necm sûresini okuduktan sonra secde edince toplantıda
bulunan herkes secdeye gitti, ama ben secde etmedim. Bunun telâfisini şimdi
yapıyorum, ki ne zaman bu sûre okunsa secde etmeden edemem." İbni Sa'd,
Vâkıdi'ye dayanarak Velid bin Muğire'nin, çok ihtiyar olduğu ve secde
edemediği için bir eline bir avuç toprak alıp alnına sürdüğünü beyan etmiştir.
Bu olaydan ötürüdür ki,
Habeşistan'da bulunan müslümanlara, bütün Mekkeli kâfirlerin müslüman olduğu
yolunda haberler ulaştı. Ne var ki, gerçekten böyle olmamıştı. Kur'an-ı
Kerim'in sihirli sözleri dayanılmaz üslûbu Kureyşli kâfirleri bir an için
sekteye uğratmıştı ve onlar secde etmişlerdi. Ama biraz sonra akılları
başlarına gelince büyük bir hata işlediklerini düşündüler ve kendilerini
lanetlemeye ve suçlamaya başladılar. Bazı diğer kimseler de itiraz etmeye
başladılar ki; "siz ne biçim insansınız, bizi Kur'an-ı Kerim'i
dinlemekten men ediyor ve Muhammed (a.s.)'e tabi olmamızı istemiyorsunuz, ama
kendiniz ona secde ediyorsunuz?" Bunun üzerine kabile reisleri ve
müşrikler kendilerini kurtarmak için bahane uydurmaya başladılar ve dediler ki:
"Muhammet ayetleri okurken, 'bunlar yüksek rütbeli ilahelerdir ve onların
şefaati muhakkak beklenmelidir' dediği için biz secde ettik." Fakat Necm
sûresini gerçekten okuyan ve bilen bir kişi Rasûlullah (a.s.)'ın böyle bir şey
söyleyebileceğine inanabilir mi?
29.1.4..5. Burada Bir Parantez Açalım ve Önemli Bir
Noktaya Değinelim
Ne gariptir ki, bizde de bazı
müfessir ve muhaddisler Mekkeli kâfirlerin bu safsatasına uymuş ve onların
duyduklarını iddia ettikleri sözleri sanki sahiden Rasûlullah (a.s.)'ın mübarek
ağzından çıkmış gibi mütalaa etmişler ve yorumda bulunmuşlardır. Söz konusu
müfessir ve muhaddisler bu hususta böyle bir hikâye uyduruyorlar: "Sözde
Rasûlullah (a.s.), İslâm'a karşı kâfirlerin nefretini kaldıracak ve onların
İslâma daha çok yaklaşmalarını sağlayacak bir takım vahiylerin gelmesini arzu
ediyordu. Rasûlullah (a.s.) bu istikamette düşünürken ve kendisi Kureyşlilerin
bir toplantısında iken Necm sûresi nâzil oldu ve kendisi bunu okumaya başladı.
Rasûlullah (a.s.), "e-feraeytüm ul-lâte ve-l-uzzâ ve
menâte-s-sâlisete-l-uhrâ" sözlerine gelince ağzından şu kelimeler
dökülüverdi: "Tilke-l-ğarânikat-el-ulâ ve inne şefâ'atehünne
le-tercâ" (bunlar yüksek rütbeli tanrıçalardır ve onların şefaati
muhakkak beklenmelidir). Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) sûrenin diğer
ayetlerini normal olarak okumaya devam etti, ta ki sûrenin sonunda secde etti
ve diğer müslümanlar ile müşrikler de secde ettiler. Mekkeli kâfirler dedi ki,
"artık bizimle Muhammed arasında herhangi bir ihtilâf kalmamıştır. Biz de
zaten aynı şeyi diyoruz. Yani Hâlik (yaratıcı) ve Râzık (rızık veren)
Allah'tır, ama mabûdlarımız Allah katında bizim için şefaatte
bulunacaklardır." Akşam Hz. Cebrâil geldi ve Rasûlullah'a dedi ki:
"Siz ne yaptınız? Ben bu sözleri getirmemiştim." Bunu duyunca gûyâ
Rasûlullah (a.s.) çok üzüldü. Bunun üzerine Allah İsrâ suresinin şu ayetlerini
indirdi[1]:
"Onlar bizim sana
vahyeylediğimiz şeyden bizim üzerimize iftira edesin diye seni bile fitneye
düşüreceklerdi. Öyle olursa seni dost edineceklerdi.Eğer biz seni dinde sabit
kılmasaydık onlara az bir şey meyledecektin. O takdirde sana gerek hayatta ve
gerekse öldükten sonra iki kat azap tattırırdık. Sonra azabımızı defedecek bir
yardımcı da bulamayacaktın. " (Ayet; 73-75)
Bu olay Rasûlullah (a.s.)'ı
sürekli olarak tedirgin etti ve üzüntülü olmasına sebep oldu. Ta ki, Hacc
sûresinin 52. ayeti indi. Bu ayette Rasûlullah teselli edildi ve kendisinden
önceki peygamberlerin aynı hataya düştükleri, onların arzu ettikleri şeytanın
karıştığı, fakat Allah'ın daha sonra Şeytan'ın bu şerrlerini ortadan kaldırdığı
ve ayetlerini sağlamlaştırdığı kaydedildi.
Diğer tarafta, Kur'an-ı Kerim'i
dinledikten sonra Kureyşli kâfirlerin secde etmesi,Habeşistan'daki müslümanlara
başka türlü ulaştı ve onlar zannetti ki Hz. Peygamber (a.s.) ile Mekkeli
kâfirler arasında mütareke ve sulh gerçekleşmiştir. Bu sebeple, muhacirlerin
çoğu Mekke'ye geri döndüler. Geri döndükten sonra İslâm ile küfr arasında
anlaşmaya varıldığı yolundaki haberlerin yanlış olduğunu, ikisi arasındaki
düşmanlığın aynen devam ettiğini gördüler."
Yukarıda naklettiğimiz hikâye, İbn
Cerir ve diğer birçok müfessirin tefsirlerinde İbni Sa'd'ın "Tabakatında
Vahidinin "Esbab-ı Nüzül"ünde, İbn İshâk'ın Siyer'inde, Musa bin
Ukbe'nin "Meğazi'sinde, İbn Ebi Hâtim, İbn'ul-Münzir, Bezzâr, İbn Merdûye
ve Taberânî'nin hadis kitaplarında yer almıştır. Bu hikâyenin râvileri ise
şunlardır: Muhammed bin Kays, Muhammed bin Ka'b Kurazi, Urve bin Zübeyr, Ebû Salih,
Ebu'l-Âliye, Sa'id bin Cubeyr, Dahhâk, Ebu Bekr bin Abdurrahman bin Hâris,
Katâde, Mücâhid, Süddi, İbn Şihâb Zührî ve İbn Abbas. Dikkat edilirse,
bunlardan Hz. İbn Abbas'ın dışında kimse sahabe değildir. Hikâyenin ufak tefek
birçok çelişkili ve tutarsız tarafları vardır; ama bunların en dikkati çekeni
iki tanedir. Birincisi, pulların methinde Hz. Peygamber (a.s.)'in söylediği iddia
edilen sözler hemen hemen her rivayette değişiktir. Biz bunları dikkatlice
tasnif ettik ve inceledik. Baktık ki, 15 ayrı ifade kullanılmıştır. İkinci
büyük çelişki, bu sözlerin Kur'an-ı Kerim'in ayetlerine giriş şekliyle ilgilidir.
Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, vahiy sırasında Şeytan tarafından
Rasûlullah (a.s.)'ın gönlüne indirilmiş ve Rasûlullah (a.s.)'da bunların
Cebrail tarafından geldiğini zannetmiş. Bazı rivayetlere mübarek ağzından
yanlışlıkla dökülüvermiş. Bazı rivayetlere göre bu kelimeler, Rasûlullah (a.s.)
uyukladığı bir sırada gayri ihtiyari olarak ağzından çıkmış. Bazıları diyor
ki, Rasûlullah (a.s.) bunları kasten söyledi; ama soru ve hayret belirtici
şekilde. Yine bazıları diyor ki; Şeytân, Rasûlullah (a.s.)’ın konuşmasına
karışmış ve onun sesiyle birlikle bu kelimeleri ortaya atıvermiş, orada
bulunanlar da bu sesin Hazreti Peygamber'e ait olduğunu sanmış. Yine başka
rivayetlere göre bu sözleri söyleyen orada bulunan müşriklerden biriymiş.
Bazı mümtâz müfessir ve âlimler,
meselâ İbn Kesir, Beyhâki, Kâdı İyâd İbni Huzeyme, Kâdı Ebû Bekr İbn'il-'Arabi,
İmam Râzi, Kurtubî Bedreddin, Aynî, Şevkani ve Alûsi vs. bu hikâyenin tamamıyla
uydurma ve asılsız olduğunu belirtmişlerdir. İbn Kesir, bu hususta şunları
yazmıştır: "Bu hikâye hangi senetlerle rivayet olunmuşsa hepsi
"mürsel" ve münkatı"dırlar. Ben bu hususta hiçbir sahih-i
muttasil senede rastlamadım." Beyhakî de diyor ki: "Nakil itibariyle
bu hikâye ispatlanmış değildir." İbni Huzeyme'ye bu hususta bir soru
sorulunca kendisi dedi ki: "Bu hikâyeyi zındıklar (dinsizler)
uydurmuşlardır." Kadı İyâz diyor ki: "Bu hikâyenin zayıflığı, sıhâh-ı
sitte müelliflerinden hiçbirinin bunu nakletmemiş olmalarından ve sahih-i
muttasıl sağlam senedlerle güvenilir râviler tarafından da naklolunmamasından
ortadadır." İmam Râzi ile Kâdı Ebû Bekr ve Alûsi bu mevzuyu enine boyuna
tartışarak şiddetle reddetmişlerdir. Fakat, beri tarafta Hafız İbni Hacer gibi
büyük bir muhaddis ve Ebu Bekr Cessas gibi tanınmış fakihler ve Zemahşeri gibi
akılcı müfessir ile İbni Cerir gibi müfessir, tarihçi ve fıkıh âlimi bu
hikâyenin doğru olduğunda ısrar etmişlerdir. Bunlara göre Hacc sûresinin 52.
ayeti bu hikâyenin doğru oluşunun bir ispatıdır. İbni Hacer şunları da
kaydediyor:
"Sa'id bin Cubeyr'in
başvurduğu yolun dışında diğer hangi yollarla, bu hikâye rivayet edilmişse
onlar da zayıf ya da munkatı' (kesik)dır. Ama anlatımların çokluğu bunun bir
aslının olduğunu gösteriyor. Ayrıca Bezzâr'ın çıkardığı rivayetler silsilesiyle
bu hikâyenin en az bir adet kesintisiz bağlantısı kurulmuştur. (Bu bağlantı
şöyledir: Yusuf bin Hammâd, Ümeyye bin Hâlid, Şu'be, Ebi Bişr, Sa'id bin Cubeyr
ve İbni Abbas). İki yoldan da bu hikâye "mürsel"dir ama bunun
râvileri sahih (doğru) kaynaklara göredir. Bu iki yol Taberî tarafından
naklolunmuştur. Bunlardan biri silsilenin başında, Yunus bin Yezid ve İbn Şihâb
ve diğer silsilenin başında Mu'temir bin Süleyman, Hammâd bin Seleme ve Dâvud
bin Ebi Hind ile Ebi'l-Aliye bulunuyorlar."
Bu hikâyeyi kabul etmiş olanlar
için bir şey diyemeyeceğiz; çünkü onlar bunun zaten doğru olduğuna inanıyorlar.
Fakat, burada şu hikâyenin muhaliflerine bir çift sözümüz olacaktır. Gerçek şu
ki, muhalifler de bunu hakkıyla eleştirmemişlerdir. Muhaliflerin bir grubu bunu
reddediyor çünkü, bunun kaynakları veya senetleri zayıftır. Demek ki, bu
zevat, senetlerin kuvvetli olması halinde bu hikâyeyi aynen kabul edeceklerdi.
İkinci grup bunu reddediyor, zira böyle bir hikâye bütünüyle dinimize gölge düşürüyor
ve dinle ilgili her şey şaibe ve şüphe altında kalmış oluyor. Böyle bir durumda
Şeytan'ın müdahalesinin haddi hesabı olmaz. O'nun nerede ne yaptığını kestirmek
güç olur. Aynı şekilde Rasûlullah (a.s.)’ın şahsi ve nefsani söz ve
hareketlerinin nerede başlayıp nerede bittiğini hesaplayamayız. Bu tür düşünce
ve deliller belki de iman etmeye azimli olanları tatmin edebilir, ama başka
kimseleri değil. Meselâ, zaten her şeye şüphe ile bakan ve titiz bir
incelemeden sonra iman edip etmemeye karar verecek kimseler için böyle bir
düşünce hiç de yararlı olamaz. Bu gibi şüpheci ve kararsız kimseler,
şüphelendikleri her şeyi dinden çıkarma yoluna gitmeyeceklerdir. Onlar kolayı
düşünecekler ve diyecekler ki, en az bir tane meşhur sahabî ve birçok tabii ve
tebe'ut-tabi'in ve çeşitli güvenilir ravilerden naklonunan bir hikâye, sadece
din şaibe altında kalıyor diye niçin reddedilsin. Bu hikâyenin şüpheli
olduğunu düşünmektense dinin tümünün şüpheli ve şaibeli olduğunu düşünecekler
ve bunu tümden reddedeceklerdir.
Şimdi tenkidin doğru ve makul yolu
ne olabilir? Biz hangi ölçülere dayanarak -senetleri, kaynakları ve rivayetleri
ne kadar kuvvetli olursa olsun- bu hikâyenin uydurma olduğunu ispatlayabilir
ve bunu reddedebiliriz? Gelin, o ölçü ve kıstaslara bakalım:
Evvelâ, hikâye kendi içinde
çelişkili ve tutarsızdır. Hikâyede deniliyor ki olay, Habeşistan'a ilk hicret
yapıldıktan sonra meydana gelmişti. Nitekim bu olayla ilgili haberi alır almaz
Habeşistan'daki Müslümanlardan bir grup ümitlenerek Mekke'ye dönüverdi. Ama,
buraya bir nokta koyup büyük tarih farklarına bir göz atalım:
- Muteber tarihi kayıtlara göre
Habeşistan'a ilk hicret Nübüvvet'ten sonra Recep 5. yılda yapılmıştı.
Habeşistan'daki muhacirlerin bir grubu, İslam ile Küfr arasındaki sulh haberini
öğrenip üç ay sonra yani aynı yılın Şevval ayında Mekke'ye dönmüş oldu. Bu
demektir ki hikâyede anlatılan olay da mutlaka Nübüvvet'ten sonra 5. yılda
cereyan etmiştir.
- İddialara göre; Rasûlullah (a.s.)'ı
serzeniş etmek ve uyarmak üzere İsrâ sûresinin ilgili ayeti inmiştir. Ama İsrâ
suresinin Mi'rac'dan sonra indiği herkesçe bilinmektedir. Muteber rivayetlere
göre Mi'rac Nübüvvet'ten sonra 11. ve 12. yılda meydana gelmiştir. Bundan çıkan
sonuç şudur: Allah'ın tekzibi ve uyarısı anlatılan olaydan tam 5-6 yıl sonra
yapılmıştır!
- Teselli olarak indirildiği
söylenen Hacc sûresinin 52. ayetinin ise bütün sûre ile birlikte Medine'ye
hicretten sonra yani 1. Hicri yılda indiği bizzat sûrede işlenen konunun ifade
tarzından anlaşılıyor. Demek ki Allah'ın tekzib ve uyarısından sonra da 2-2,5
yıl geçtikten sonra Cenab-ı Allah'ın Rasûlullah (a.s.)'ı affettiği ve olayın,
Şeytan'ın bir oyunuyla meydana geldiği beyan olunmuştur!
Aklı başında olan bir kişi, Allah'ın
kelâmına Şeytan'ın veya şahsi sözlerinin karışmasından altı yıl sonra tekzip
ve uyarının yapıldığını ve bu fiilin affının ya da sözü edilen karışık
sözlerin iptalinin 9 yıl sonra yapıldığını kabul edebilir mi?
Sonra, hikâyede iddia edildiği
gibi, hatalı okuma ya da karışma, Necm sûresinin okunuşu sırasında meydana
geldi ve bahis mevzuu sözleri. Peygamber (a.s.), Şeytan'ın vesvesesi, oyunu ya
da kendi ard düşüncesiyle okuyuverdi. Yine bu iddialara göre Rasûlullah (a.s.)
sûrenin başında ve sonunda herhangi bir hataya düşmedi. Bundan sonra deniliyor
ki, Mekkeli kâfirler bu sözleri dinledikten sonra sevinçten uçmaya başladılar
ve artık Hz. Muhammed ile kendileri arasında herhangi bir ihtilaf ve kavganın
kalmadığını ilân edip secde ettiler. Şimdi Necm sûresinin ilgili bölümünü
okuyalım:
"Bana haber verin ki, Lât ve
Uzza'ya mı tapıyorsunuz? Diğer üçüncüsü olan Menat'a mı ibadet ediyorsunuz.
(Bunlar Yüksek rütbeli tanrıçalardır ve onların şefaati muhakkak
beklenmelidir). Erkek sizin dişi O'nun mu? O takdirde bu insafsız bir
taksimdir. Bu putlar sizin ve babalarınızın uydurdukları isimlerden başka bir
şey değildir. Allah bunun için bir hüccet indirmedi. Onlar ancak zanna ve
nefislerinin istediğine tabi olurlar. Halbuki kendilerine Rabblerinden bir
hidayet gelmiştir." (Necm; 19-23)
Görüyor musunuz? Yukarıdaki
ayetlerde parantez içinde aldığımız sözler ne gibi bir tezât ve tenakuz
yaratmıştır? Bir yandan deniliyor ki, "sizin tanrıçalarınız çok değerli,
tapılmaya layık yaratıklardır"; diğer yandan da buyuruluyor ki:
"Enayiler, siz ne yaptığınızı biliyor musunuz? Siz bunların Allah’ın
kızları olduğunu nereden çıkarıyorsunuz? Bu nasıl adalet ve insaftır ki, siz
kendinize erkekleri ayırıyorsunuz ve Allah'a kadınları bırakıyorsunuz? Gerçekte
bunlar birer uydurma ve safsatadır. Bu gibi ayırımların Allah ile hiçbir
ilgisi yoktur." Bir kişi aynı konuşmasında bu birbirinden zıt iki şeyi
söyleyebilir mi? Bir an için farz edelim ki, bu saçma sapan sözler aklı başında
olan bir kişinin ağzından çıkmaz ve diyelim ki Şeytan, Rasûlullah (a.s.)'a
galip (!) gelip ağzından bu birbirini tutmayan sözleri döktürüvermiştir! Fakat
toplantıda bulunan Kureyşlilerin o koskoca kalabalığı deli miydi? O kâfir ve
müşrikler akıllarını mı kaçırmışlardı ki, önce kendi tanrıçalarının methini
duyunca sevinçten göbek atmaya başladılar, ama bundan sonra aynı tanrıçaların
mütemadiyen kötülenmesi, eleştirilmesi, aşağılanması ve batıl itikatlarıyla
alay edilmesini tamamıyla duymazlıktan geldiler. Onlar sağır mıydı yoksa dilsiz
mi? Yoksa onlar sadece tanrıçalarının övgüsünü duydular da, sonra onların
lanetlenmesini işitemediler ve hiçbir tepki göstermediler mi? Toplantının
sonunda da hep beraber secdeye gittiler. Sadece bu değil, Necm sûresinin bundan
sonraki bölümlerinde ve sonuna kadar putperestlik ağır bir dille yerilmiş ve
tarihten sapık ve putperest milletlerin örneği verilerek Kureyşli kâfirlerin
doğru yola gelmeleri istenmiştir. Kureyşliler, bütün bunları sessizlik içinde
dinledikten sonra, sûrenin başındaki sadece bir cümle yüzünden "bugün
bizimle Muhammed arasındaki kavga bitti" diyebilirler miydi?
Olayın kendi içindeki tutarsızlığı
işte böyledir. Bundan sonra gelin bakalım; hikâyede bahsedilen üç sûre ve bu
surelerin ayetleri acaba aynı sırayla mı inmiştir, yoksa tarihi kayıtlar başka
gerçekleri mi ortaya koymaktadırlar? Hikâyede deniliyor ki, değişiklik ve
ekleme Necm suresinde olmuştur. Bu ayetlerin ve surenin Nübüvvet'ten sonra
beşinci yılda indiği belirtiliyor. Bundan sonra İsra sûresiyle Rasûlullah
(a.s.)'ın ikaz edildiği, Hacc suresinin 52. ayetiyle de yanlışlıkla eklenmiş
olan ayetin iptal edildiği ve Rasûlullah (a.s.)'ın teselli edildiği
kaydedilmiştir. Şimdi ortada iki ihtimal kalıyor. Ya ekleme ve karışım olayının
meydana geldiği sırada tekzip ve tescili ile ilgili ayetler inmiştir. Ya da bu
ayetler sıra ile İsra ve Hacc süreleriyle birlikte inmiştir. Eğer durum
düşünülen ilk ihtimal gibiyse, söz konusu iki ayet neden Necm sûresine ilave
edilmedi? Ve neden altı yıl beklendikten sonra İsra sûresi indiği zaman,
tekzip ve tenbih eden bu ayetler oraya bir yama gibi ekleniverdi? Sonra, niçin
aynı şekilde iptal ve tescili ile ilgili ayet 2-2.5 yıl bekletildi ve Hacc
sûresi ininceye kadar başka bir sûreye ilave edilmedi? Kur'an-ı Kerim böyle mi
tertip edilmiş ve toplanmıştır ki bir zamanda inen ayetler bir hayli
bekletilsin, sağda ve solda unutulsun ve istenilen sûreye yamalı bohça gibi
ekleniversin? Şimdi, eğer yukarıda bahsedilen ayetler böyle ayrı ayrı ve bölük
pörçük nazil olmamışsa, o zaman tekzip eden ayet 6 yıl sonra ve iptal ile
teselli eden ayet de 8-9 yıl sonra İsra ve Hacc süreleriyle mi indirilmiştir?
Aradaki müddet farkı göz önünde bulundurulursa, bu ayetlerin inişinin mantıklı
bir tarafı olabilir mi? Eğer bu ayetler gerçekten iddia edildiği gibi ekleme ve
karışım olayıyla ilgiliyse, bunlar İsra ve Hacc sûresinde ne arıyor?
İşte bu noktaya gelince olayı
objektif ve makul ölçüler içinde eleştirmemizin mümkün olduğunu görüyoruz.
Yani tefsiri yapılmakta olan bir ayetin önceki ve sonraki cümleler ile
bağlantısını, fikir birliğini ve işlenen konuyu dikkate almalıyız. İsra
sûresinin 8. rukû'unu okuyun ve ondan önceki ve sonraki bölümlerine de bakın.
Burada kullanılan ifade, üslûp ve işlenen konuda, 6 yıl önceki bir vak'a
sebebiyle Rasûlullah (a.s.)'ın azarlanmasını gerektiren herhangi bir ipucu
bulunabiliyor mu? (Onlar bizim sana vahyeylediğimiz... sözleriyle başlayan bu
ayetlerde Rasûlullah (a.s.)'ın tekzip edildiğini veya azarlandığını gösteren
bir şey de yok. Bu hususu yine bir kenara bırakalım.) Aynı şekilde Hacc sûresinin
52. ayetinden önceki ve sonraki bağlantılara ve fikir birliğine bakalım. Bu
ayette hiç şöyle denildiği söylenebilir mi? "Ey Nebi, 9 yıl önce Kur'an'a
bir şeyler katma gibi işlediğin hata üzerine üzülme. Bundan Önce de aynı
hareketleri diğer peygamberler Şeytan'ın tesirinde kalarak yapıyorlardı.
Peygamberler bu gibi hatalar yapınca ve kendilerinden ya da Şeytan'dan ilâhî
kitaba herhangi bir şey katınca Allah onları iptal eder ve ayetlerini
sağlamlaştırır."
Biz daha önce de belirttik ve
burada tekrar belirtmek istiyoruz ki, bir rivayet veya hadis, senedi ve kaynağı
her ne kadar sağlam ve kuvvetli olursa olsun, metni ve muhtevası saçma ise
yanlış ve tutarsız ise ve Kur'an-ı Kerim'in sözleriyle, tertibi, fikir birliği
ve ifadeleriyle, üslubuyla çatışıyor ise muteber ve geçerli sayılamaz. İşte bu
ispatlama tarzı ve bu hususta verilen deliller şüpheci bir kişi ve tarafsız bir
araştırmacıyı bile tatmin edecek ve susturacak mahiyettedirler. Bir mü'mine
gelince, böyle bir hikâye ve olayı ilk bakışta reddeder; çünkü bunlar Kur'an-ı
Kerim'in bir değil, bir düzine ayetleriyle çatışıyor. Bir müslüman bu hikâye ve
olayın râvilerinin Şeytan tarafından kandırıldığını daha kolaylıkla kabul edebilir;
ama Hazreti Peygamber (a.s.)'in kendi nefsinin isteğiyle Kur'an-ı Kerim'e bir
tek kelime eklemiş olduğuna inanamaz. Bir müslüman, Muhammed Mustafa
(a.s.)'nın bir an bile Tevhid'e biraz şirk katarak kâfirleri memnun etmek
istediğini, ya Allah'ın kâfirlerle barışması için bazı emir ve hükümler
gönderdiğini düşündüğünü ya da vahyin kendisine şüpheli ve şaibeli bir şekilde
geldiğini ve Cebrail'in sözlerine Şeytan'ın karışmasını kendisinin fark
edemediğini düşünemez. Bu gibi zan ve düşünceler Kur'an-ı Kerim'in her satır ve
kelimesine büsbütün aykırıdır. Bu tür ihtimal ve iddialar müslümanların
Kur'an-ı Kerim ve Hazreti Peygamber (a.s.)'e olan iman ve bağlılıklarda da ters
düşüyor. Sadece senet ve kaynakların çokluğunu görerek Cenab-ı Allah, Kur'an-ı
Kerim ve Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) hakkında böylesine tehlikeli, zararlı
ve yaralayıcı hikâye ve olaylara inananlara pes doğrusu! Allah bizi bu gibi
hata ve günahlardan korusun.
Şimdi hadislerin bu kadar muteber
ve güvenilir râvileri ile anlı ve şanlı muhaddis, müfessir ve tarihçilerin bir
hikâyeyi ispatlamak maksadıyla bir araya gelmeleri sebebiyle ortaya çıkacak
bir soru ya da şüpheyi de giderirsek daha iyi olacak. Aklımıza bir soru
gelebilir. Bu kadar büyük isimlerin hepsi nasıl bir konuda yanılmış
olabilirler? Bu hikâyenin hiçbir aslı astarı yoksa, bu kadar çok muteber râvi
ve bu kadar tanınmış muhaddisler, nasıl Hazreti Peygamber (a.s.)'e ve Kur'an-ı
Kerim'e böylesine korkunç ve ciddi bir suçlama ve iftirada bulunabilirler? Bu
sorunun cevabını biz yine hadislerin hazinesinde bulabiliriz. Buhârî, Müslim,
Ebu Davud, Nesâî ve Müsned-i Ahmed'de bu hikâye gerçek şekliyle anlatılmıştır.
Bütün hikâye, Hz. Peygamber (a.s.)'in Necm sûresini tilavet etmesi ve bunun
sonunda secde edince toplantıda hazır bulunan bütün müslüman ve müşriklerin
secde etmesinden ibarettir. Bunda, aslında hayret edilecek bir şey yoktu ve pek
garipsenmemeliydi. Zira, evvela Kur'an-ı Kerim'in bizatihi son derece tesirli
ve büyüleyici bir üslubu vardır. Üstelik, Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek
ağzıyla okunmasının bu etkiyi daha da arttıracağı unutulmamalıdır. Bu iki
faktörün birleşerek toplantıdakileri büyülediği ve secdeye gitmelerine sebep
olduğu pek uzak bir ihtimal değildir. Zaten, bundan dolayıdır ki, Kureyşliler
Hz. Peygamber (a.s.)'e sihirbaz ve büyücü gibi lakablar takıyorlardı. Bundan
sonra, öyle sanılıyor ki, Kureyşliler bu bir anlık dalgınlıkları üzerine
pişmanlık duydular ve onlardan bazısı buna bir gerekçe bulmaya çalıştılar ve
dediler ki: "Vallahi biz bunu yapmak istemiyorduk ama biz Hz. Muhammed
(a.s.)'in ağzından mabudlarımızı öven bazı sözler duyduktan sonra secdeye
gittik[2].
Diğer tarafta bu olay Habeşistan'daki müslüman muhacirlere "İslâm ile Küfr
arasında sulh temin edildi" diye ulaştı; zira görgü tanıkları müşrik ve
müslüman herkesin aynı anda secde ettiklerini görmüşlerdi. Bu söylenti öylesine
yoğunlaştı ki Habeşistan'daki muhacirlerin hepsi değilse de çoğu Mekke'ye
dönmüş oldu. Bu olaydan sonra aradan geçen 100 yılda, Kureyşlilerin secde
etmesi olayı bu secde ile ilgili Kureyşlilerin ileri sürdüğü gerekçe ve Habeşistan'daki
müslümanların yurda dönüşü, hepsi bir araya gelip gerçek bir olay şeklini aldı
ve bazı çok mümtaz alim, muhaddis, müfessir ve tarihçi bunu kabullenmek zorunda
kaldılar. İnsan, insandır. En bilgili ve imanı kuvvetli kişi bile hataya
düşebilir. Din büyüklerine büyük bir hayranlık besleyenler ise dini coşku ve
velvele yüzünden bazen hakikatlerle beraber mübalağalı hikâye ve olayları da
gerçekmiş gibi kabul ediverirler. Kötü niyetli İnsanlar ise bu iyi, dürüst
insanların sadece hata ve kötülüklerini bir yerde toplayıp bu zevat vasıtasıyla
bize intikal eden hadis-i şerif ve hatta Kur'an-ı Kerim'in tümünün güvenilir
olmayıp, hâşâ çöpe atılmaya lâyık olduğunu ispatlamaya çalışırlar.
29.1.4.6. Mekke'ye Dönen Muhacirlerin Başlarından
Geçenler
Mekkeli kâfir ve müşriklerin
müslüman olduğunu zanneden müslüman muhacirler, Nübüvvetin 5. yılı Şevval'inde
Habeşistan'dan yurtlarına hareket ettiler. İbn Sa'd'ın ifadesine göre
muhacirlerin hepsi yurda döndü. İbni İshâk'a göre muhacirlerin bazısı döndü,
bazısı da Habeşistan'da kaldı. Belazuri ise bütün muhacirlerin döndüğünü
belirtmekte yetinmemiş, ayrıca onların kimlerin himayesine girdiğini de
belirtmiştir. Bu muhacirler Mekke yakınlarına gelince Beni Kinâne'nin bir
ferdiyle karşılaştılar ve ondan Kureyş'in durumunu öğrenmek istediler. O adam
dedi ki: "Muhammed, Kureyş'in mabudları hakkında hayırlı sözler
söyleyince herkes ondan yana çıktı. Fakat o (Muhammed) mabudlarını tekrar
kötülemeye başlayınca, onlar (Kureyş) kendisine eskisinden daha sert
davranmaya başladılar. Ve onu şimdi kendi haline bırakmış bulunuyoruz."
Bunun üzerine muhacirler arasında bir istişare yapıldı. Acaba Habeşistan'a
tekrar dönülmeli miydi, yoksa gelmişken Mekke'ye girilmeli miydi? Herkes
Mekke'ye dönme lehine karar verdi. Bunlardan her biri bir kabile reisinin
himayesine Tâlib oldu. Sadece Hz. İbni Mes'ud kimsenin himayesine giremedi ve
bir müddet bekledikten sonra Habeşistan'a döndü. İbn Mes'ûd ile ilgili bu
bilgiler İbni Sa'd, Belazuri ve bazı diğer yazarlar tarafından verilmiştir. Ama
İbn'ul-Kayyım, "Zad-ul Me'âd" adlı eserinde İbni Mes'ûd'un Mekke'de
kaldığını ifade etmiştir. Daha önce belirtiğimiz gibi İbni İshâk, ilk hicrete
Hz. İbni Mes'ûd'un katılmadığını beyan etmiştir.
Belâzuri'nin ifadesine göre
Mekke'ye dönen müslüman muhacirler aşağıda belirlenen şekilde çeşitli eşraf ve
kabile reisinin himayesine girdiler:
1. Hz. Osman bin Affân'ı, Ebû
Uhayha Sa'id bin el-As bin el-As himayesi altına aldı.
2. Hz. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin
Rebia'yı, Ümeyye bin Halef himayesi altına aldı.
3. Hz. Zübeyr bin el-Avvâm'ı,
Zeme'a bin el-Esved himayesi altına aldı.
4. Hz. Mus'ab bin Umeyr'i, Nadr
bin el-Hâris bin Kelede himayesi altına aldı.
5. Hz. Abdurrahman bin Avfı, Esved
bin Abd-i Yeğûs himayesi altına aldı.
6. Hz. Amir bin Rebi'a'yı, As bin
Vâil Sehmi himayesi altına aldı.
7. Hz. Ebû Sabre bin Ebi Ruhm'u,
Ahnes bin Şerik himayesi altına aldı.
8. Hz. Hâtıb bin Amr'ı, Huveytib
bin Abdul-Uzza himayesi altına aldı.
9. Hz. Süheyl bin Beydâ'yı,
kabilesinden bir kişi himayesi altına aldı. Ama bazı rivayetlere göre kendisi
bir süre Mekke'de saklandı daha sonra Habeşistan'a döndü.
Belazuri, Vakıdi'ye dayanarak ve
İbni Hişâm, İbni İshâk'a dayanarak Hz. Osman bin Ma'zûn'un Velid bin Muğire'nin
himayesine girdiğini, ancak diğer müslümanların büyük zulüm ve işkenceye tabi
olduklarını görünce kendisinden utandığını, bir müşrikin himayesinde olmaktan
üzüntü duyduğunu, sonra Velid bin Muğire'ye gidip şunları söylediğini yazmışlardır:
"Sizin himayenize hacetim yoktur. Bunu kaldırmanızı istiyorum." Velid
dedi ki: "Evlâdım, himayem sırasında iyilikten başka bir şey mi gördün?
Kimse sana kötü muamelede mi bulunmuştur?" Hz. Osman bu soruya karşılık
gerçek sebebi söylemedi ve bunları söylemekle yetindi: "Hayır, ben sadece
Allah’ın himayesini istiyorum. O'nun dışında başka birinin himayesine hacetim
yoktur." Velid bin Muğire dedi ki: "O halde Harem'e gidip, benim seni
himayem allına aldığımı ilân ettiğim gibi sen de benim himayemden beraatını
istediğini açıklayacaksın" dedi. Hz. Osman bunu memnuniyetle kabul etti.
Sonra ikisi Harem'e gittiler. Orada Velid dedi ki: "Şu Osman benim
himayemi iade etmeye gelmiştir". Hz. Osman bin Ma'zun dedi ki: "Evet
doğrudur. Velid'in himâyesi benim için dürüst ve vefalı bir insanın himayesi
gibiydi. Ama bundan böyle Allah'tan başka kimsenin himayesini istemiyorum. Bu
sebepten dolayı da onun (Velid'in) himayesini iade ediyorum."
Tam o sıralarda Arabistan'ın önde
gelen şairlerinden Lebîd bin Rebi'a Mekke'ye geldi ve şiirlerini okurken şöyle
bir mısra okudu:
"Dikkat edin Allah'tan başka
her şey batıldır." Hz. Osman "çok doğru söyledin" dedi. Bunun
üzerine ikinci mısrasını okudu:
"Ve her nimet er geç
kaybolacaktır."
Hz. Osman "işte bu yanlıştır.
Cennet gibi bir nimet hiçbir zaman yok olmaz" dedi. Lebid bu sözler
üzerine sinirlendi ve Kureyşlilere dedi ki: "Pes doğrusu, sizlerle sohbet
etmek ve sizlerle konuşmak şimdiye kadar böylesine rahatsız edici
değildi." Bunu duyan Beni Muğireli bir şahıs Hz. Osman'a bir tokat attı.
Tokadın darbesiyle Hz. Osman'ın bir yüzü morardı. Velid bin Muğire alaylı bir
edâ ile "Oğlum, bununla ne kazandın?" diye sordu. "Benim ikinci
gözüm de böyle bir darbe istiyor" diye cevap verdi Hz. Osman. Velid dedi
ki: "Halbuki sen iyi bir himaye altında idin." Hz. Osman da cevap
verdi: "Allah'a yemin ederim, bundan sonra Allah'tan başka kimsenin
himayesine girmeyeceğim." Bu konuşma devam ederken Hz. Abdullah bin Ebi
Ümeyye bin Muğire, Hz. Osman'a elini kaldırmış olan şahsın burnunu kırdı.
İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a
istinaden belirttiği gibi, Hz. Ebu Seleme (r.a.) dayısı Ebu Tâlib'in himayesine
girmişti. Hz. Ebu Seleme, Ebu Tâlib'in kız kardeşi Berre binti Abdulmuttalib'in
oğluydu. Bu konuyla ilgili olarak Beni Mahzumlular Ebu Tâlib'e dediler ki:
"Siz kendi yeğeninizi himaye ediyorsunuz, buna bir şey demiyoruz. Ama
bizim adamımızla ne ilginiz var? Onu da himayeniz altına almışsınız." Ebu
Tâlib kendilerine şu cevabı verdi: "Evet (Hz.) Muhammed benim yeğenimdir.
Ama Ebu Seleme de kız kardeşimin oğludur. Yeğenimi koruyabiliyorsam kardeşimin
oğlunu neden korumayayım?" Beni Mahzumlular meseleyi uzatmak istediler ve
epeyce tartıştılar. Bunun üzerine Ebu Leheb dedi ki: "Ey Kureyşliler,
şeyh ile yeterince tartıştınız. Siz onun himayesine giren adamları, himayesinden
çıkarmak için kendisine olanca baskıyı uyguluyorsunuz. Vallahi onu rahatsız
etmeyi bırakın, yoksa onunla beraber ben de sizi kovacağım." Beni
Mahzumlular Ebu Leheb'in bu sözlerini dinleyince şaşırıp kaldılar ve "Ebu
Utbe, biz seni kızdırmak istemiyoruz" diyerek oradan ayrıldılar.
Taberî'nin ifadesine göre
Habeşistan'dan dönenlerden Hz. Osman bin Affân ile zevcesi Hz. Rukayye (r.a.),
Hz. Ebu Huzeyfe ve zevcesi Sehle binti Süheyl bin Amr Mekke'de kaldılar ve
Medine'ye yapılan hicrete kadar başka bir yere gitmediler. Ama, bu ifade pek
güvenilir değildir. Zira İbn İshâk, Habeşistan'a giden muhacirlerin ikinci
kafilesinde de bu zevâtın bulunduğunu yazmıştır. Ayrıca, Medine'ye hicretten
önce Habeşistan'dan Mekke'ye dönen 33 erkek ve 8 kadından müteşekkil grupta da
yine bunların ismi geçiyor. Tarihi kayıtlara göre bu muhacirlerden ikisi vefât
etmiş, 7'si hapse atılmış ve 24'ü Bedir savaşına katılmışlardı.
29.1.5. Habeşistan'a Yapılan İkinci Hicret
Mekke'de müslümanlara yapılan
baskı ve zulüm giderek artıyordu. Diğer taraftan Habeşistan'ın müslümanlar için
emin bir yer olduğu ortaya çıkmıştı. Bu durumda Hz. Peygamber (a.s.) mazlum
müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerinin doğru olacağını tekrar belirtti.
Bunun üzerine, Nübüvvet'ten sonra 6. yılda ve 615 Miladi yılının başında
Habeşistan'a ikinci hicret yapıldı. Kureyşliler bu hicrete mani olmak için
ellerinden geleni yaptılar, hicrete çıkanları tehdit etmeye çalıştılar ve
yolda çeşitli güçlükler çıkarmaktan geri kalmadılar; ama her şeye rağmen
80'den fazla erkek ve 18-19 kadın Habeşistan yolunu tuttular ve oraya salimen
vardılar. İbni Sa'd erkeklerin sayısının 83 olduğunu, kadınlardan 11'inin
Kureyşli diğer 7'sinin ise Kureyş'in dışından olduğunu kaydetmiştir. Bu 83
erkekten birinin Ammar bin Yasir olduğu ifade olunmuştur. Ancak İbni İshâk,
Ammâr'ın kafilede olduğundan şüphe etmiştir. Vakıdi ile İbni Ukbe ise onun
kafilede kesinlikle yer almadığını yazmışlardır. Bunun aksine İbn Abd-il-Berr
ile Cezm, Hz. Ammar'ın Habeşistan'a gittiğini beyan etmişlerdir. Aynı şekilde
bu muhacirler arasında Hz. Ebu Musa el-Eş'ari'nin de bulunduğu rivayet
olunmuştur. Fakat kendisinin Mekke'yi terk etmediği sabittir. Kendisi elbette
ki Mekke'ye gelip müslüman olmuştu, ama daha sonra memleketi olan Yemen'e
dönmüştü ve orada İslâm'ı tebliğ ediyordu. Bundan sonra Hz. Ebu Musa kendi
kavminden 52-53 kişiyle birlikte bir tekneye binip Yemen'den ayrıldı; ama
rüzgârın etkisiyle Habeş sahillerine ulaştı. İşte o zaman Habeşistan'da bulunan
muhacirlerle karşılaştı. Sahih hadislerde Hz. Ebû Mûsa Eşari bizzat şu
ifadelerde bulunmuştur: "Biz Yemen'de iken Rasûlullah (a.s.)'ın
peygamberlik makamına yükseldiğini duyduk. Bir gemiye bindik; ama gemimiz bizi
Habeşistan'a götürdü. Orada Ca'fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk. Daha sonra
Hayber'in fethi sırasında onlarla beraber Hayber'e gittik." İbni Sa'd da
Ebu Musa el-Eş'arî'nin şu sözlerini nakletmiştir: "Biz Yemen'den kendi
kavmimizden 50'dcn fazla kişiyle birlikte yola çıktık ve tekne bizi Necâşî'nin
memleketine götürdü. Orada Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib ile buluştuk."
29.1.5.1. Habeşistan'a İkinci Hicret İçin Giden Kafile
Bu hicretin önemi, İbn Hişâm'ın
kendi siyer kitabında İbni İshâk'a dayanarak verdiği muhacirlerin listesiyle
belli oluyor. Liste şöyledir:
Beni Hâşim'den:
1. Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib (r.a.)
2. Hz. Ca'fer'in zevcesi Esma
binti 'Umeys Has'amiyye Beni Ümeyye'den:
3. Hz. Osmân bin Affân (r.a.)
4. Hz. Osman'ın zevcesi; Hz.
Rukayye binti Rasûlullah (a.s.)
5. Amr bin Sa'id bin el-As (Ebu
Uhayha'nın oğlu).
6. Hz. Amr'ın karısı Hz. Fatma
binti Safvân (Beni Kinâne'den)
7. Hz. Hâlid bin Sa'id bin el-As
(Hz. Amr'ın kardeşi)
8. Hz. Hâlid'in karısı, Hz. Ümeyye
binti Halef (Humeyne olarak da okunur).
Beni Ümeyye'nin Müttefikleri:
9. Hz. Abdullah bin Cahş (Beni
Dûdân'dan olup Hz. Zeyneb'in kardeşiydi).
10. Abdullah'ın kardeşi Ubeydullah
bin Cahş (bu adam daha sonra Habeşistan'da Hıristiyan olarak öldü).
11. Hz. Abdullah'ın karısı Hz.
Ümm-ü Habibe (Ebû Sufyân'ın kızı olup, Habeşistan'da iken imparator Necâşî'nin
vasıtasıyla
Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi
olmuştu).
12. Hz. Kays bin Abdullah (Beni Esed bin
Huzeyme'den)
13. Hz. Kays'ın karısı Hz. Bereke
binti Yesâr (Ebû Sufyân'ın serbest bıraktığı hizmetçisi)
14. Hz. Mu'aykib bin Ebi Fâtıma
(Devs kabilesinden) Beni Abd-i Şems bin Abd-i Menaf tan:
15. Ebû Huzeyfe bin Utbe bin Rebia
Beni Nevfel bin Abd-i Menâfin
Müttefiklerinden:
16. Hz. 'Utbe bin Gazvan (Beni
Kays bin Aylân'dan) Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy'dan:
17. Hz. Zübeyr bin el-Avvam bin
Huveylid (Hz. Hatice'nin yeğeni)
18. Hz. Esved bin Nevfel bin
Huveylid (Hz. Hatice'nin yeğeni)
19. Hz. Yezid bin Zeme'a bin Esved
bin Muttalib
20. Hz. Amr bin Ümeyye bin Hâris
bin Esed Beni Abd-i bin Kusayy'dan:
21. Hz. Tuleby bin Umeyr bin Vehb
Beni Abdü'd-Dâr'dan:
22. Hz. Mus'ab bin Umeyr bin Hâşim
23. Hz. Süveybit bin Sa'd
24. Hz. Cehm bin Kays
25. Hz. Cehm'in zevcesi, Umm-u
Harmele binti Abdü'l-Esved
26. Hz. Amr bin Cehm (Cehm'in
oğlu)
27. Hz. Huzeyme bin Cehm (ikinci
oğlu)
28. Hz. Ebû er-Rûm bin Umeyr bin
Hâşim (Hz. Mus'ab'ın kardeşi)
29. Hz. Firaş bin Nadr bin Hâris
bin Kelede
Beni Zühre'den:
30. Hz. Abdurrahman bin Avf
31. Hz. Amir bin Ebi Vakkas (Hz.
Sa'd'in kardeşi)
32. Hz. Muttalib bin Ezher
33. Hz. Muttalib'in zevcesi, Ramle
binti Ebi Avf
Beni Zühre'nin Müttefikleri:
34. Hz. Abdullah bin Mes'ud
(Huzeyl kabilesinden)
35. Hz. Utbe bin Mes'ûd
(Abdullah'ın kardeşi)
36. Hz. Mikdad bin Amr (Esved'in
evlâtlığı)
Beni Teym'den:
37. Hz. Hâris bin Hâlid (Hz. Ebû
Bekr'in dayı oğlu)
38. Hz. Haris'in karısı Rayt bint
ul-Hâris
39. Hz. Amr bin Osman (Hz.
Talha'nın amcası)
Beni Mahzûm'dan:
40. Hz. Ebû Seleme bin Abdul-Esed
(Hz. Peygamber (a.s.)'in süt kardeşi ve teyze oğlu)
41. Hz. Ebu Seleme'nin zevcesi Hz.
Ümm-ü Seleme (Daha sonra Rasûlullah (a.s.)'ın zevcesi oldu)
42. Hz. Şemmas bin Osman (Utbe bin
Rebi'a'nın yeğeni)
43. Hz. Hebbâr bin Süfyân
44. Hz. Abdullah bin Süfyân; (Hz.
Hebbâr'ın kardeşi. Bazı tarihçiler adını Ubeydullah yazmıştır).
45. Hz. Hişâm bin Ebi Huzeyfe bin
Muğire (Bazı yazarlar adını Hâşim olarak yazmıştır).
46. Hz. Seleme bin Hişâm bin
Muğire (Ebû Cehl'in kardeşi)
47. Hz. Ayyaş bin Ebî Rebi'a (Ebû
Cehl'in kardeşi)
Beni Mahzûm'un Muttefikleri:
48. Hz. Mu'attib bin Avf (Beni
Huzâ'a'dan)
49. Hz. Osman bin Ma'zun (Hz.
Ömer'in eniştesi)
50. Hz. Saib bin Osman (Hz.
Osman'ın oğlu)
51. Hz. Kudâme bin Ma'zun (Hz.
Osman'ın kardeşi)
52. Hz. Abdullah bin Ma'zun (Hz.
Osman'ın kardeşi)
53. Hz. Hâtib bin el-Hâris
54. Hz. Hatib'in karısı Hz. Fâtıma
binti Mücellil Amiriyye
55. Hz. Muhammed bin Hâtib (Hz.
Hatib'in oğlu)
56. Hz. Hâris bin Hâtib (Hz.
Hatib'in oğlu)
57. Hz. Hattâb bin el-Hâris (Hz.
Hatib'in kardeşi)
58. Hz. Hattâb'ın karısı Fukeyhe
binti Yesâr
59. Hz. Süfyân bin Ma'mer
60. Hz. Câbir bin Süfyân
(Sufyân'ın oğlu)
61. Hz. Cünade bin Süfyân
(Sufyân'ın oğlu)
62. Hz. Hasene (Hz. Sufyân'ın
karısı)
63. Hz. Şurahbil bin Hasene (Hz.
Hasene'nin ikinci kocasından doğan oğlu)
64. Hz. Osman bin Rebi'a bin Ühbân
Beni Sehm'den:
65. Hz. Huneys bin Huzâfe (Hz.
Ömer'in damadı)
66. Hz. Abdullah bin Hâris
67. Hz. Hişâm bin As bin Vâil
(Amr'ın kardeşi)
68. Hz. Kays bin Huzâfe
69. Hz. Ebû Kays bin Hâris
70. Hz. Abdullah bin Huzâfe
71. Hz. Hâris bin Hâris bin Kays
72. Hz. Ma'mer bin Hâris bin Kays
73. Hz. Bişr bin Hâris bin Kays
74. Hz. Sa'id bin Amr (Benî
Temim'den)
75. Hz. Sa'id bin Haris bin Kays
76. Hz. Saib bin Haris bin Kays
77. Hz. Umeyr bin Ri'âb
Beni Sehm'in Müttefikleri:
78. Mahmiyye bin el-Cez' (Beni
Zübeyd'den) Beni Adiyy'den:
79. Hz. Ma'mer bin Abdullah bin
Nadle
80. Hz. Urve bin Abdul-Uzza
(Bazıları Urve bin Ebi Üsase bin Abdul-Uzza yazmıştır)
81. Hz. Adiyy bin Nadle
82. Hz. Adiyy'in oğlu Nu'mân bin
Adiyy
Beni Adiyy'in Müttefikleri:
83. Hz. Amir bin Rebi'at ul-'Anzi
84. Hz. Amir'in karısı, Hz. Leylâ
binti Ebi Hasme
Beni Amir bin Lueyy'den:
85. Ebu Sebre bin Ebi Ruhm
86. Hz. Ebû Sebre'nin zevcesi
Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr
87. Hz. Abdullah bin Mahreme
88. Hz. Abdullah bin Süheyl bin
Amr
89. Hz. Salit bin Amr (Süheyl bin
Amr'ın kardeşi)
90. Hz. Sekrân bin Amr (Süheyl bin
Amr'ın kardeşi)
91. Hz. Sevde binti Zemc'a (Daha
sonra Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi oldu)
92. Hz. Mâlik bin Zemc'a (Hz.
Sevde'nin kardeşi)
93. Hz. Mâlik'in karısı 'Amre bint
üs-Sa'dî (bazı yazarlar adını 'Umeyre yazmışlardır).
94. Hz. Hâtıb (ya da Ebû Hâtıb)
bin Amr.
Beni Amir'in Müttefikleri:
95. Hz. Sa'd bin Havle veya Havele
(Yemenli idi)
Beni el-Hâris bin Fihr'den:
96. Hz. Ebû 'Ubeyde bin el-Cerrâh
97. Hz. Süheyl bin Beyda
98. Hz. Amr bin Ebi Sert
99. Hz. 'İyâd bin Züheyr (bazı
yazarlar bu zâtın yerine Rebi'a bin Hilal'in adını yazmışlardır)
100. Hz. Amr bin el-Hâris bin
Bâheyr
101. Hz. Osman bin Abdi Ğanem bin
Züheyr
102. Sa'd (ya da Sa'id) bin Abd-i
Kays
103. Hâris bin Abd-i Kays.
29.1.5.2. Habeşistan'a İkinci Hicret'in Mekke'de
Yarattığı Tepkiler
Bu hicret, sert tepki ile
karşılandı ve Mekke'de adeta her evde bir matem başladı. Zira Kureyş'ten
küçük, büyük hiçbir aile yoktu ki, bunun fertleri Habeşistan'a giden ikinci
kafilede yer almış olmasın. Birinin oğlu gitmişse, öbürünün de kızı veya
damadı hicret etmişti. Birinin karısı gitmişse öbürünün kardeşi veya babası.
Ebu Cehl'in öz kardeşi Seleme bin Hişâm, onun amcazadesi Hişâm bin Ebi Huzeyfe
ve 'Ayyaş bin Ebi Rebia ve amca kızı Hz. Ümmü Seleme, Ebû Sufyân'ın kızı Ümm-ü
Habibe, "Utbe bin Rebi'a'nın oğulları, Hind'in öz kardeşi Ebû Huzeyfe,
Süheyl bin Amr'ın kardeşi, oğulları, kızları ve damadı ve bunun gibi Kureyş'in
ileri gelen bütün kabile reislerinin ve İslâm düşmanı liderlerin öz evlâtları
İslâm dini için evlerini, barklarını, ailelerini ve yurtlarını terk edip
yabancı bir ülkeye sığınmışlardı. Bu sebeple, Mekke'de bu hicretten
etkilenmeyen tek bir ev veya aile yoktu. Bu olay ise İslam düşmanlarını daha da
sertleştirdi ve onlar eskisine oranla daha gaddarca hareket etmeye başladılar.
Bazıları ise Hak dininin artan gücüne karşı yenik düştüklerini kabul ettiler ve
müslüman oldular.
29.1.6. Hz. Ebû Bekr (r.a.)'in Hicret'e Niyetlenmesi
Kureyş, bu ağır darbe ve yaradan
henüz kurtulmamışken başka bir yara aldı: Hz. Ebû Bekr gibi nüfuzlu ve üstün
zekâlı bir şahsiyet de Hazreti Peygamber (a.s.)'den izin alarak diğer
muhacirlerle birleşmek üzere Mekke'den ayrıldı. Buhârî'de yer alan Hz. Ayşe'nin
rivâyetine göre Hz. Ebû Bekr, Berk'ul-Ğimâd'a[3]
varınca Kare kabilesinin reisi İbn üd-Düğunne (ya da İbnü'd-Dağine) ile
karşılaştı. İbni İshâk'ın Hz. Ayşe, 'Urve ve Zührî'ye dayanarak kaydettiği
rivâyete göre Hz. Ebû Bekr henüz Mekke'den bir-iki günlük mesafede iken bu zât
ile karşı karşıya geldi. Bu kabile reisi, Hz. Ebû Bekr'e "hayır ola, Ebû
Bekr nereye böyle?" diye sordu. Ebû Bekr de "halkım beni
memleketimden çıkarmıştır. Bana çok eziyet vermiş, hayatımı çekilmez hale
getirmiştir" dedi. İbn üd-Düğunne dedi ki: "Olur
mu Ebû Bekr, senin gibi bir adam
kovulur mu? Vallahi, sen toplumumuzun ziynetisin. Fakir ve zavallı insanlara
sadaka ve ihsanda bulunursun, herkese merhamet gösterirsin, kimsesiz ve
çaresiz insanların yükünü taşırsın. Konukseversin, iyi ve hayırlı işlerde
yardım edersin. Haydi dön, ben seni kendi himayemin altına alıyorum. Sen kendi
şehrinde Allah'ına ibadet etmeye devam et." Velhasıl, bu kabile reisi Hz.
Ebu Bekr'i Mekke'ye geri getirdi ve Mekkeli eşrafın yanına giderek onlara dedi
ki: "Ebu Bekr gibi muhterem bir zât buradan çıkmaz ve çıkarılamaz. Siz bunca
meziyetlere sahip olan bir kişiyi mi kovuyorsunuz?" İbni İshâk'ın rivâyetine
göre İbn üd-Düğunne Mekke'de şu duyuruyu yaptı: "Ben Ebû Kuhafe'nin oğluna
emân verdim. Bundan sonra kimse ona iyilikten başka bir muamele yapmasın."
Kureyşliler İbn üd-Düğunne'nin himaye ve emânını reddetmedi, ama şu şartı ileri
sürdüler: "Ebû Bekr (r.a.) evinde nasıl isterse Rabbine ibadet etsin, ne
isterse yapsın. Ama ibadetini yüksek sesle yapıp bizi rahatsız etmesin. Evinin
dışında da dua filan etmesin. Çünkü bu şekilde kadın ve çocuklarımızın
kendilerini fitneye kaptıracaklarından endişe ediyoruz." (Hâfız İbni
Hacer, Hz. Ebû Bekr'in bu şekilde ne kadar zaman kaldığının tesbit
edilemediğini yazmıştır). Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr evinin içinde bir mescid
yapıp orada namaz kılmaya ve Kur'an okumaya başladı. Sesi öylesine güzel ve
okuyuşu öylesine cazibeli idi ki, ibadet ettiği ve Kur'an-ı Kerim okuduğu
sırada evinin etrafını kadın ve çocuklar sarıp kendisini can kulağıyla dinlerlerdi.
Rivayetlere göre Hz. Ebu Bekr (r.a.) Kur'an-ı Kerim'i tilâvet ederken
umumiyetle hüngür hüngür ağlamaya başlardı ve dinleyenler daha da fena
olurlardı. Bu durumu gören Kureyşli kabile reisleri hayli endişelendiler ve
derhal İbn üd-Düğunne'yi çağırıp kendisine şöyle dediler: "Biz senin
hatırın için kendisine emân vermiştik, şu şartla ki, kendi evinde sessizce
Rabbine ibadet etsin. Fakat o evinin avlusunda bir cami yapıp alenen namaz
kılmaya ve yüksek sesle Kur'an okumaya başlamıştır. Bu tavrı yüzünden kadın ve
çocuklarımıza fitnenin bulaşacağından korkuyoruz. Lütfen onu böyle yapmaktan
alıkoy. Ya evinde sakin sakin Rabbine ibadet etsin, ya da bu işi alenen
yapmakta ısrar ediyorsa ondan himayeni geri al; zira senin himayen devam
ettiği müddetçe biz uygunsuz bir şey yapmak istemiyoruz." İbn üd-Düğunne
Hazreti Ebû Bekr (r.a.)'e gitti ve dedi ki: "Bir kişiye eman verdim; ama
bu emân'ın ihlâl edildiğini Arabistan'da herkesin söylemesini istemiyorum."
Bunun üzerine Hz. Ebû Bekr (r.a.) dedi ki: "Pekiyi ben senin himayeni iade
ediyorum ve Allah'ımın himayesine girmeyi kabul ediyorum." İbn üd-Düğunne
bundan sonra Kureyşlilere geldi ve Hz. Ebû Bekr'in himayesini kendisine geri
verdiğini, artık aralarındaki ihtilâfı kendilerinin halletmelerinin
gerektiğini söyleyip çekip gitti.
29.1.7. Muhacirleri Geri Getirmek İçin Kureyş'in
Necâşî'ye Heyet Göndermesi
Habeşistan'a müslümanların ikinci
hicretinden sonra Kureyşli kabile reisleri kafa kafaya verdiler ve bu durumun
içinden çıkmayı plânladılar. Varılan karara göre; Abdullah bin Ebi Rebi'a (Ebû
Cehl'in üvey kardeşi) ve Amr bin As kıymetli hediyelerle Habeşistan'a
gidecekler ve Habeş İmparatoru Necâşî'yi, Mekkeli müslüman muhacirleri geri
göndermesi konusunda ikna etmeye çalışacaklardı.
Konuyla ilgili rivayetler şöyledir:
a- Hazreti Ümm-ü Seleme (r.a.)'nin
Rivâyeti:
Kendisi de Habeşistan'a giden
muhacirlerden biri olan Ümmül-Mü'minin, Hz. Ümm-ü Seleme bu hususta ayrıntılı
bir rivayet anlatmıştır. Bu rivayet, İbni İshâk ve İmam Ahmed tarafından
naklolunmuştur. Kendisinin ifadesine göre, "Kureyş'in bu iki ünlü
diplomasi uzmanı ve elçisi (Abdullah ile Amr) peşinden Habeşistan'a geldiler.
Bunlar önce Necâşî'nin sarayındaki ileri gelenlere bolca hediye ve ikramda
bulunarak onların imparator ile konuşup muhacirleri Mekke'ye geri göndermesi
konusunda ikna etmeye çalışmalarını söylediler. Daha sonra Necâşî ile görüştüler
ve kendisine kıymetli armağanlar verdikten sonra dediler ki: "Şehrimizden
bazı başı boş gençler size gelip sığınmışlardır. Milletimizin eşrafı, onları
iade etmenizi istememiz için bizi size göndermişlerdir. Bu gençler hem bizim
dinimizden çıkmış, hem de sizin dininize girmemişlerdir ve kendilerine başka
bir din icat etmişlerdir." Elçilerin bu sözleri biter bitmez saraydakiler
hemen söze karıştılar ve koro halinde "evet majesteleri, bu adamlar iade
edilmelidir. Bunların ne biçim adamlar olduğunu milletleri daha iyi bilir.
Onları burada barındırmak iyi olmaz" demeye başladılar. Fakat Necâşî
öfkelendi ve dedi ki: "Ben onları bu şekilde iade edemem. Kendi memleketlerini
terk edip benim memleketime itimad etmiş ve buraya sığınmış olanlara
vefasızlık edemem. Önce ben onları yanıma çağırıp durumu tahkik edeceğim ve bu
elçilerin söylediklerinin ne kadar doğru olduğuna bakacağım." Bundan
sonra sahabeler, Necâşî'nin sarayına çağrıldılar.
"Necâşî'nin mesajı geldikten
sonra muhacirler bir araya gelerek bir durum muhakemesi yaptılar ve Kral'a ne
diyeceklerini tesbit etmeye çalıştılar. Daha sonra hepsi, Necâşî kendilerine
ister sığınma hakkı versin, ister vermesin Rasûlullah (a.s.)'ın kendilerine
yaptığı vaaz ve telkinin aynısını açıklamaya oybirliğiyle karar verdiler. Sonra
Necâşî'nin sarayına vardılar. Necâşî kendilerine dedi ki, "siz ne
yaptınız? Kendi ulusal dininizi terk ettiniz ve bizim de dinimize girmediniz.
Dünyanın başka herhangi bir dinini de kabul etmediniz. Sizin bu yeni dininiz
nedir, Allah aşkına?" Bunun üzerine muhacirler adına Hz. Ca'fer bin Ebi
Tâlib yerinden kalkıp irticalen bir konuşma yaptı. Hz. Ca'fer konuşmasında,
ilk önce Cahiliyye döneminde Arapların dini, ahlâki ve içtimai
bozukluklarından bahsetti; daha sonra sözü Hazreti Peygamber (a.s.)'in
bi'setine getirdi, onun öğretilerini anlattı. Hz. Peygamber (a.s.)'e tabi
olanlara yapılan mezâlimi dile getirdi ve dedi ki: "Biz sizin
memleketinize geldik, memleketinizde bize zulüm yapılmayacağını umut
ediyorduk"[4].
Necâşî bu konuşmayı dinledikten sonra dedi ki: "Allah tarafından
Peygamberinize geldiğini söylediğiniz kelam'dan bir parça bana da okur musunuz?
Hazreti Ca'fer bunun üzerine Hz. Yahya ve Hz. Îsa (a.s.) ile ilgili olan Meryem
sûresinin ilk bölümünü okudu. Necâşî bunu dinliyor ve ağlıyordu; o kadar ki,
sakalı göz yaşlarıyla ıslandı. Sadece o değil, onun din adamları, rahipleri ve
saraydaki bütün herkes gözyaşları döktü. Hazreti Ca'fer bin Ebi Tâlib, Kur'an-ı
Kerim'in tilâvetini bitirince Kral Necâşî şöyle dedi: "Şüphesiz, bu kelâm
ve Hz. Îsa'nın getirdiği kelâm aynı kaynaktan çıkmıştır. Vallahi, ben sizi
onlara (Kureyş'e) teslim etmeyeceğim." Sonra Kureyşli elçilere şöyle dedi:
"Siz geri gidebilirsiniz. Vallahi, ben bunları size teslim edemem. Asla
edemem."
"Abdullah bin Ebî Rebî'a
hakkımızda (müslümanlar hakkında) yumuşak bir tavır içinde idi ve bizim
kurtulmamızı istiyordu. Fakat Amr bin el-As dedi ki, "vallahi ben yarın
kendilerine öyle deliller sunacağım ki, bunlar (müslümanlar) burada
barınamazlar. Ben Necâşî'ye diyeceğim ki, bunlar İsâ bin Meryem'in sadece bir
kul olduğuna inanırlar." Abdullah dedi ki: "Boş ver, böyle yapma.
Bunlar bizim muhaliflerimiz olabilirler, ama ne de olsa bizdendirler ve biz
aynı millete bağlıyız. Bunların üzerimizde bir takım hakları vardır." Amr
bin el-As ise söylediklerine hiç kulak asmadı. Ertesi gün Necâşî'nin huzuruna
çıkıp şöyle dedi: "Majesteleri, lütfen bunları çağırıp kendilerine sorar
mısınız; Îsa bin Meryem hakkında ne düşünüyorlar? Bunlar Hz. Îsa (a.s.)
hakkında kötü şeyler söylerler." Bunun üzerine Necâşî müslümanları tekrar
huzuruna çağırdı. Müslümanlar Amr bin el-As'ın nasıl bir oyun tezgahlamakta
olduğunu gayet iyi biliyorlardı. Onun için, onlar bir araya gelerek, Necâşî'ye
Hz. Îsa (a.s.) hakkında neler söylenmesi gerektiğini tesbit ettiler. Durum çok
kritikti ve herkes tedirgindi. Ama bu defa da müslümanlar, her ne olursa
olsun, kendilerine Hz. Peygamber (a.s.)'in öğrettiklerini dile getireceklerine
karar verdiler. Velhasıl, bunlar Necâşî'nin sarayına gittiler ve Necâşî
kendilerine Amr bin el-As'ın sorusunu tekrarlayınca, Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib
hiç çekinmeden dedi ki: "O (Hz. Îsa) Allah'ım kulu ve peygamberidir. O
Allah'ın bakire Meryem'e ilkâ etmiş (indirmiş) olduğu bir kelime ve
rûh'tur." Bunu duyduktan sonra Necâşî yerden bir kürdanlık (ya da bir odun
parçası) kaldırıp dedi ki: "Vallahi, senin dediklerinden, Hazreti Îsa bu
kürdanlık kadar daha fazla değildi." Bunu der demez saraydaki nedimleri ve
diğer görevlileri kıyameti kopardılar ve böyle bir şeye tahammül
edemeyeceklerini söylediler. Fakat Necâşî dedi ki: "Siz ne derseniz deyin,
gerçek budur." Sonra biz (müslüman muhacirlere) dedi ki: "Gidin, siz
memleketimde huzur ve mutluluk içinde yaşayabilirsiniz. Size kötü sözler
söyleyen veya kötü muamele yapan cezalandırılacaktır. İnanın, bana altından bir
dağ da verilse onun karşılığında sizi rahatsız etmek istemiyorum." Daha
sonra, "benim bunlara ihtiyacım yoktur" diyerek Arap elçilerine hediyelerini
geri verdirdi ve şunları ekledi: "Cenab-ı Allah memleketi bana geri
verdiği zaman benden rüşvet almamıştı. Ben şimdi O'ndan O'nun işiyle ilgili
rüşvet mi alayım?"
b- Hz. Abdullah bin Mes'ud'un Rivâyeti
Bu olayın görgü tanıklarından biri
de bu toplantıya ve tartışmalara katılan, Hz. Abdullah bin Mes'ud'du. Müsned-i
Ahmed ve Taberânî'de yer alan rivâyetine göre; Kral Necâşî, müslüman
muhacirleri yanına çağırdığı ve Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib (r.a.) Rasûlullah
(a.s.)'ın öğretilerini kendisine anlattığı sırada kendileri için şöyle dedi:
"Vallahi, bunlar bizim Hz. Îsa (a.s.) hakkında söylediklerimizden daha
fazlasını (değişiğini) söylemiyorlar. Bravo size ve size gelen şahsiyete
(Rasûlullah'a). Ben onun Allah'ın rasûlü olduğuna şehâdet ediyorum. Adı İncil'de
geçen peygamber odur ve Hz. Îsa bin Meryem'in müjdelediği resûl de odur."
Hz. Abdullah bin Mes'ud'un rivâyetinde
şunlara da yer verilmiştir: "Kureyş'in iki elçisi Necâşî'nin huzuruna
çıkıp önce secde ettiler ve daha sonra sağında ve solunda oturdular. Daha sonra
dediler ki, "Bizim kabile ve milletimizden bazı kimseler size
gelmişlerdir. Bunlar bizden ve dinimizden ayrılmışlardır." Bunun üzerine
Necâşî müslümanları çağırdı. Hazreti Ca'fer bin Ebi Tâlib bize dedi ki,
"ben bugün hepiniz adına konuşacağım." Bu yüzden hepimiz onun
arkasından Necâşî'nin divanına çıktık. Hz. Ca'fer (r.a.) divana girdikten sonra
herkese selâm verdi. Nedimler dedi ki, "niye secde etmiyorsun?" Hz.
Ca'fer dedi ki: "Biz Allah'tan başka kimseye secde etmeyiz." Bundan
sonra Hz. Ca'fer konuşmasını yaptı ve Hazreti Peygamber (a.s.) ile talimatından
söz etti ve daha sonra lafı, Hz. Îsa bin Meryem'e getirdi. Hz. Abdullah'ın rivâyetinde
Necâşî'nin Hz. Peygamber (a.s.)'in peygamberliğini tasdik ettikten sonra şöyle
dediği de kaydedilmiştir: "Allah'a yemin ederim, eğer krallık işleriyle
uğraşmamış olsaydım, ben O'nun (Rasûlullah) huzuruna çıkıp pabuçlarını çıkartıp
O'na abdest aldırırdım."
c- Hz. Ebû Mûsâ el-Eş'ari'nin
Rivâyeti
Buna benzer bir rivâyet Hâfız Ebû
Nuaym ve Beyhakî'nin naklettiği, Hz. Ebû Mûsa el-Eş'ari'ninkidir. Bu rivayette
şu ilâve bilgiler yer almıştır: "Müslüman muhacirlerin Habeşistan Kralı
Necâşî'ye varmasından önce Kureyşlilerin heyeti kendisini kandırmak ve
yanıltmak için şunları söyledi: "Göreceksiniz bunlar (müslümanlar) size
secde etmeyeceklerdir". Biz (müslümanlar) Necâşî'nin divanına vardığımızda
rahipler ve din adamları dediler ki, "Krala secde edin." Hz. Ca'fer
"Biz Allahu azze ve celâl'den başka kimseye secde etmeyiz" dedi. Biz
daha sonra Necâşî'nin huzuruna çıkınca kendisi Hazreti Ca'fer'e dedi ki:
"Senin bana secde etmene ne engel var?" Hz. Ca'fer yine kendilerinin
"Allah'tan başka kimseye secde etmediklerini" bildirdi. Bundan sonra
Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un beyan ettiği rivayet vardır. Sonunda da şu cümle
eklenmiştir: "Necâşî bize; 'memleketimde ne kadar kalmak isterseniz
kalın' dedi ve bizim için yiyecek ve giyecekler verdi."
d- Hz. Ca'fer bin Ebi Tâlib'in
Rivâyeti:
Hâfız bin Asâkir ile Taberânî,
bizzat Hazreti Ca'fer bin Ebi Tâlib'in rivâyetini oğlu Abdullah'a dayanarak
nakletmişlerdir. Bu rivâyette yer alan ilâve bilgiler şunlardır:
"Kureyş'in heyetinin şikâyetine cevap verirken, biz, onlarla bizim
aramızdaki dinî ihtilâftan söz ettik. Necâşî bunun üzerine elçilerine şunu
sordu: "Bunlar köleleriniz midir?" Onlar "hayır" dediler.
Onlara tekrar sordu, "onlar size borçlu mudur?" Onlar yine "hayır"
dediler. Sonra dedi ki, "o halde bıraksanıza onları." Daha sona Hz.
Ca'fer de diğer râviler gibi; Amr bin el-As'ın, haklarında Necâşî'ye şikâyet
ettiğini, Hz. Îsa bin Meryem hakkındaki akidelerimizin ne olduğunu sormasını
istediğini ve kendisinin bu akideyi açıklamasından sonra Necâşî'nin bunları
tasdik ettiğini belirtmiştir. Rivâyetin sonunda şu cümlelere yer verilmiştir:
"Necâşî, 'umarım burada sizi kimse rahatsız etmiyordur" diye bize
sordu. Biz "evet" dedik. Bunun üzerine kraliyet emri çıkarıldı;
"kim bu muhacirleri rahatsız ederse dört dirhem para cezasına
çarptırılacaktır". Necâşî, "bu sizin için yeter mi?" diye sordu.
Biz "hayır" dedik. Bunun üzerine Necâşî, para cezasını iki misline
çıkardı."
29.1.8. Muhâcirlerin Örnek Davranışı
Böylelikle, Habeşistan'a hicret
eden müslümanlar, sadece iman ettikleri dinin ve kendi dini inançlarının
kuvvetli ve sağlam olduğunu ispatlamadılar; ayrıca imanları için evlerini,
ailelerini, akrabalarını ve işlerini, mallarını, şehirlerini ve vatanlarını
terk edip her türlü eziyeti çekmeye hazır olduklarını ispatladılar. Sadece bu
değil, sürgün ve muhacerette hiçbir destek ve dayanakları yokken bile Hak
konusundan en ufak bir taviz vermeye hazır olmadıklarını gösterdiler.
Muhacirlerin, özellikle, Kral Necâşî'nin bütün nedim ve görevlilerinin,
düşmanlarından rüşvet alıp onları teslim etme hazırlığında iken, herkesin
önünde Hz. Îsa ile ilgili İslâm'ın gerçek akide ve inancını açıklamaktan
çekinmediler. Böyle bir nâzik anda Hıristiyanlığın temel inançlarını oluşturan
felsefe ve kurallarla ilgili İslâm'ın gerçek talimatının açıklanması, Kral
Necâşî'nin sinirlenip mazlum müslümanları Kureyşli elçilere teslim etmesi
ihtimâlini kuvvetlendirebilirdi. Fakat buna rağmen müslümanlar Hak sözünü
söylemekten geri kalmadılar ve hiçbir şeyden korkmadılar. Bu davranış da,
İslâmî daveti ne kadar sağlam ve temiz karakterli insanların kabul ettiğini
ortaya koydu.
29.1.9. Habeşistan'dan Bir Hıristiyan Heyetinin
Mekke'ye Gelmesi
Habeşistan'a giden ve orada bir
müddet kalan müslüman muhacirlerin güzel ahlâk ve temiz karakterlerinin
Habeşlileri nasıl etkilediği, Habeşistan'dan 20 Hıristiyan’dan oluşan bir
heyetin Mekke'ye gelip Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.) ile görüşmesiyle
anlaşılmış oluyor.
İbni Hişâm ile Beyhâki ve diğer
yazarlar bu vak'ayı Hazreti Muhammed bin İshâk'a dayanarak nakletmişlerdir ki
şöyledir: Müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerinden sonra, Hz. Muhammed
(a.s.)'in nübüvveti ve İslâmî daveti ile ilgili haberler Habeşistan'ın dört
yanına yayıldı. Bunun üzerine 20 Hıristiyan’dan müteşekkil bir heyet durumu
bizzat yerinde incelemek üzere Mekke'ye geldi ve Hz. Muhammed (a.s.) ile
Mescid-i Haram'da görüştü. (Bir rivayete göre, heyet Hz. Peygamber (a.s.) ile
Toplantıda görüştü). Heyetin gelmesi üzerine Kureyşliler de orada toplandılar.
Heyetin üyeleri Hazreti Peygamber (a.s.)'e bazı sorular sordular ve Rasûlullah
(a.s.) da bunlara gereken cevabı verdi. Hazreti Peygamber (a.s.) daha sonra
heyettekileri İslam'a davet etti ve onlara Kur'an-ı Kerim'den bazı ayetler
okudu. Kur'an-ı Kerim'in etkileyici sözlerini dinleyince, heyettekilerin
gözleri yaşardı ve onlar bunun Allah'ın kelâmı olduğunu tasdik ettiler ve
Rasûlullah (a.s.)'a iman ettiler. Toplantı bitince Ebu Cehl ve adamları
heyetin yolunu keserek onları azarladılar ve şöyle dediler: "Yahu, siz ne
biçim adamlarsınız? Sizin dindaşlarınız sizi, bu adamın (Hz. Muhammed) nasıl
olduğunu ve ne yaptığını araştırmak üzere buraya gönderdiler. Fakat siz yanına
oturur oturmaz kendi dininizi terk edip ona iman ettiniz. Sizin gibi aptal ve
enayileri hayatımızda görmedik." Bunun üzerine Habeşliler şu karşılığı
verdiler: "Bize eyvallah arkadaşlar. Biz sizin gibi cehalete dalamayız. Siz
kendi yolunuzdan gidin ve bize kendi yolumuzdan gitmeye izin verin. Biz bile
bile kendimizi iyilik ve hayırdan mahrum edemeyiz." Bu vak'a Kasas
sûresinde şöyle anlatılmıştır:
"Kur'ân'dan evvel kendilerine
Kitab verilenler ona iman ediyorlar. Onlara Kur'ân okunduğu zaman, 'Diz buna
iman ettik. O Rabbimiz tarafından gelen hak bir sözdür. Doğrusu biz ondan
evvel de İslam'ı kabul etmiş kimselerdik' derler." (Ayet; 52-53)
"Onlar çirkin söz işittikleri
zaman ondan yüz çevirirler ve, 'Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
sizedir. Bizden emin olabilirsiniz, size sövmeyiz. Biz cahillerle mücadeleyi
istemeyiz' derler." (Ayet; 55)
29.1.10. Habeşistan'dan Dönen Muhacirlerin İlk
Kafilesi
Burada şunu belirtmekte fayda
vardır ki, Habeşistan'a giden müslümanların ikinci kafilesinden başta Hz.
Ca'fer bin Ebi Tâlib olmak üzere bazıları orada kaldılar ve Hayber savaşı
sırasında ülkeye döndüler; ama İbni İshâk'ın rivâyetine göre bazıları muhtelif
zamanlarda, müslümanların Medine'ye hicretinden önce Mekke'ye döndüler. Memlekete
dönenlerin ilk kafilesinden şu zevat yer alıyorlardı: Hz. Osman bin Affân
(r.a.) ve zevcesi Hz. Rukayye binti Rasûlullah (a.s.), Hz. Ebû Huzeyfe bin
'Utbe bin Rebî'a ve zevcesi Sehle binti Süheyl bin Amr, Hz. Abdullah bin Cahş,
Hz. Utbe bin Gazvan, Hz. Zübeyr bin el-Avvam, Hz. Mus'ab bin Umeyr, Hz.
Süveybit bin Sa'd bin Harmele, Hz. Tuleyb bin Umeyr, Hz. Abdullah bin Avf Hz.
Mikdad bin Amr, Hz. Abdullah bin Mes'ûd, Hz. Ebû Seleme ve zevcesi, Hz. Ümm-ü
Seleme, Hz. Şemmas bin Osman, Hz. Seleme bin Hişâm (Mekke'de hapsedildi), Hz.
Ayyas bin Rebî'a (Medine'ye doğru hicret için yola çıktı, ama üvey kardeşi Ebû
Cehl ve Hâris bin Hişâm'ın aldatması üzerine yakayı ele verdi ve Mekke'de
hapsedildi), Hz. Mu'attib bin Avf, Hz. Osman bin Ma'zun ve oğlu Hz. Saib ve iki
kardeşi Kudâme ve Abdullah, Hz. Huneys bin Huzâfe, Hz. Hişâm bin As bin Vâil
(bu da Mekke'de hapsedildi), Hz. Amir bin Rebî'a ve karısı Leylâ binti Ebi Hasme,
Hz. Abdullah bin Mahzeme, Hz. Abdullah bin Süheyl bin Amr (kendisi Mekke'de
hapsedildi ve babası kendisine o kadar zulüm etti ki, görünüşte küfre döndü,
ama kalben müslüman kaldı. Nitekim, Bedir savaşı sırasında Mekkeli kâfirlerle
muharebe meydanına gitti ve tam orada müslümanlara katıldı), Hz. Ebû Sebre bin
Ebî Ruhm ve karısı Ümm-ü Külsum binti Süheyl bin Amr, Hz. Sekrân bin Amr (İbni
İshâk ve Vâkıdî'nin ifadesine göre kendisi Mekke'de vefat etti. Fakat Mûsâ bin
Ukbe ile Ebû Ma'şer'in ifadelerine göre kendisi daha önce Habeşistan'da vefat
etmişti), Hz. Sevde binti Zeme'a, Hz. Sa'd bin Havle, Hz. Ebû Ubeyde bin
el-Cerrâh, Hz. Amr bin el-Hâris, Hz. Süheyl bin Beyda, Hz. Amr bin Ebi Serh.
29.1.11. Rûm Sûresinde Yer Alan Haber
Habeşistan'a hicret sırasında, Hz.
Peygamber (a.s.) ile Kur'an-ı Kerim'in hak olduklarını kesin ve inkâr edilmez
bir şekilde ortaya koyan önemli bir tarihi olay meydana geldi. Bu olay,
Kur'an-ı Kerim'in gerçekten Allah'ın kelâmı olduğunu ve vahiy yoluyla
Rasûlullah (a.s.)'a indiğini ispatlamış oldu. Bu olay, Rûm sûresinin ilk
ayetlerinin inişiydi. Bu ayetlerde şöyle denilmişti:
"Rumlar mağlup oldu. Size
yakın bir yerde. Halbuki onlar mağlubiyetten sonra muhakkak galib
geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bundan evvel ve bundan sonra emir
Allah'tandır. O gün, mü'minler ferahlanacaklar." (Ayet; 2-4)
Hz. Muhammed (a.s.)'in
nübüvvetinden sekiz yıl önce idi. Bizans imparatoru Maurice'e karşı bir isyan
vuku buldu ve Phocas adında bir kişi tahtı ele geçirdi. Bu adam ilk önce
imparatorun gözlerinin önünde beş oğlunu katletti; sonra imparatorun kafasını
da uçurdu ve baba-oğul maktüllerin başlarını İstanbul (Constaninople) da halka
teşhir etti. Birkaç gün sonra imparatorun karısı ve üç kızını da öldürttü. Bu
kan dökümünden sonra İran (Pers) İmparatoru Hüsrev Perviz'in Bizans
İmparatorluğuna saldırma fırsatı doğdu. İmparator Maurice, Hüsrev'in iyi bir
dostuydu ve ona bazı ihsan ve lütuflarda bulunmuştu. Aslında Hüsrev Perviz
Bizans imparatorunun yardımıyla İran tahtına oturmuştu ve bu sebeple ona
"baba" derdi. Hüsrev Perviz manevî babasına ve kardeşlerine yapılan
zulümden dolayı Phocas'tan intikam almak istediğini ilân ederek M.S. 603'te Bizanslılara
karşı savaş açtı. Bir kaç sene içinde Phocas'ın kuvvetlerini üst üste yenerek
bir koldan Anadolu'nun Urfa'ya ve diğer koldan Suriye'nin Halep ve Anadolu'nun
Antakya kentine kadar ilerledi. Bizanslı vezir ve devlet adamları baktılar ki,
Phocas kendilerini savunamayacak. Bunun için Afrika valisinden yardım talep
ettiler. Afrika valisi, oğlu Heraclius'u büyük bir ordu ile birlikte İstanbul'a
gönderdi. Heraclius İstanbul'a geldikten sonra Phocas'ı azlettirdi ve
"kaiser" (imparator) lakabıyla tahta oturdu. Daha sonra Phocas'a,
düşmanına yaptığı muameleyi yaptı. Bu tarihi olaylar M.S. 610 yılında meydana
geldi. Aynı yıl Hz. Muhammed (a.s.) peygamberlik makamına tayin olundu.
Aslına bakılırsa Hüsrev Perviz
için artık savaş sebebi ortadan kalkmıştı. Zira, Phocas'ın azli ve katlinden
sonra intikam alınacak kimse kalmamıştı ve artık yeni imparator Heraclius ile
ateşkes ve barış anlaşması imzalayabilirdi. Fakat Hüsrev savaşa devam etti ve
bunu Hıristiyanlık ile Mecusilik arasındaki savaşa dönüştürdü. Bizans
İmparatorluğunda Kilise'nin dinden ihraç ettiği ve baskıya tabi tuttuğu
mezhepler, meselâ Nasturî ve Ya'kubi'ye bağlı olanlar, Mecusi istilâcılarla
birleştiler. Yahudiler de Mecusiler'den yana çıktılar. Rivayetlere göre,
böylece Hüsrev Perviz'in ordusuna katılanlardan sadece Yahudilerin sayısı 28
bini buluyordu.
Yeni İmparator Heraclius bu İran
ve Mecusi saldırısına karşı fazla dayanamadı. İlk önce Antakya'nın düştüğünü
öğrendi. Daha sonra M.S.613'te Şam elden gitti ve 614'de Kudüs de İranlıların
eline geçti. İranlılar Kudüs'de büyük bir katliam ve yağma harekâtına
giriştiler. 90 bin Hıristiyan katledildi. En mukaddes kiliseleri yerle bir
edildi. Hıristiyanların, Hz. Îsa (a.s.)'nın çarmıha gerildiğini söyledikleri
kutsal haç İranlılar tarafından o zamanki İran'ın başkenti olan Medâyin'e
götürüldü. Baş rahip Zekeriyyâ da İran'a götürüldü. Kudüs'ün küçük büyük bütün
kiliseleri tahrip edildi. Hüsrev Perviz'in bu yağma hareketinden ne kadar
gururlandığı ve zafer sarhoşluğunda olduğu, Kudüs'ten Heraclius'e gönderdiği
mektubun şu ilk cümleleriyle belli oluyor:
"Bütün tanrılardan büyük ve
bütün yeryüzünün sahibi olan Hüsrev tarafından O'nun alçak ve şuursuz kulu
Heraclius adına. Sen Rabbine güvendiğini söylüyorsun. O halde niçin senin
Rabbin Kudüs'ü elimden kurtaramadı?"
Kudüs'ün fethinden sonra kısa bir
süre içinde İran Ordusu Ürdün, Filistin ve Sina yarımadasının tümüne hakim
olarak Mısır kapılarına dayandılar. Aynı sıralarda Mekke'de Hak ile Batıl
arasında belki bundan sonra küçük ama, tarihin akışını değiştirecek ve ilerde
muazzam neticeler doğuracak bir çekişme ve mücadele devam ediyordu. Hakk'ın
bayraktarlığını efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa (a.s.) yapıyordu ve Batıl'ın
başında müşrik Kureyş kabile reisleri vardı. Bu çatışma öylesine çetin bir safhaya
gelmişti ki, M.S. 615 (Bi'setten sonra 5. yılda) Mekkeli müslümanların büyük
bir grubu, Bizanslıların müttefiki olan Habeşistan krallığına sığındı. O
sıralarda Bizanslılara İranlıların galip gelmesiyle ilgili dedikodu her yerde
duyuluyordu, diyorlardı ki: "Bakın, İran'ın ateşperestleri zafer üstüne
zafer kazanıyorlar ve vahiy ile risâlete inanan Hıristiyanlar durmadan mağlup
oluyorlar. Aynı şekilde biz Arap putperestleri de sizin dininizi yeryüzünden
sileceğiz."
İşte bu şartlar altında Kur'an-ı
Kerim'in Rûm suresi indi ve bunda şöyle dendi:
"Rumlar mağlup oldu. Size
yakın bir yerde. Halbuki onlar mağlubiyetten sonra muhakkak galip
geleceklerdir. Birkaç (3-9) yıl içinde. Bundan evvel ve bundan sonra emir
Allah'ındır. O gün mü'minler ferahlanacaklar." (Ayet; 2-4)
Burada istikbale ait iki haber
vardı. Birincisi, Rumlar tekrar galip gelecekler; ikincisi, müslümanlar da
aynı şekilde zafer kazanacaklardır. Bu haberlerin verildiği sırada ikisinin de
gerçekleşmesine hiç imkân bulunmuyordu. Bir yandan bir avuç müslüman Mekke'de
her taraftan baskı altında tutuluyordu ve kovuluyorlardı ve haberin
verilmesinden 8 yıl sonra bile müslümanların galip gelebileceği kimsenin aklına
gelmiyordu. Diğer tarafta Rumlar veya Bizanslılar üst üste hezimete
uğruyorlardı. M.S. 619'a kadar bütün Mısır da İranlıların eline geçti ve Mecusi
askerleri Trablusgarb'a kadar uzandılar. Küçük Asya'da, yani Anadolu'da İran
ordusu Bizanslıları Boğaziçi'ne kadar sürüklemişti. M.S. 617'de ise
İstanbul'un civar mahallesi olan Kadıköy'ü ele geçirdiler. İmparator
Heraclius, Hüsrev Perviz'e elçi göndererek ne şartlarla olursa olsun sulh
yapmaya hazır olduğunu bildirdi; ama Hüsrev bu isteği hakaretlerle reddetti.
Heraclius öylesine ümitsizlenmişti ki İstanbul'u terk edip Kartaca (Tunus)'ya
kaçmayı düşündü.
Kısacası, Rûm sûresi indiğinde
Mekkeli kâfirler çok güldüler ve bunu alay konusu yaptılar. Übey bin Halef,
Hazreti Ebu Bekr ile bahse girdi ve dedi ki: "Eğer Bizanslılar üç yıl
içinde galip gelirlerse ben sana 10 deve vereceğim; yoksa sen 10 deve bana
vereceksin." Rasûlullah (a.s.) bu bahis konusunu haber alınca Kur'an-ı
Kerim'in ifadelerine göre bahsin 10 yıl için yapılabileceğini ve develerin
sayısının da 100'e çıkarılabileceğini belirtti. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekr,
Übey ile tekrar görüştü ve yeniden bahse girdi. Yeni bahse göre 10 yıl içinde
kim kaybederse, o karşı tarafa 100 deve verecekti.
M.S. 622'de Rasûlullah (a.s.)
Medine'ye hicret ederken Bizans İmparatoru Heraclius'un da iyi günleri geri
geliyordu. Heraclius hazırladığı bir savaş taktiğine göre İstanbul'dan çıktı ve
Karadeniz'den Trabzon'a vardı. Oradan da İran ordusuna arkadan saldırmak
istedi. Karşı saldırı için Kiliseden para istedi. Başpiskopos Sergius
kendisine büyük para yardımında bulundu. Heraclius karşı saldırısına M.S.
623'de Ermenistan'dan başladı ve ertesi yıl M.S. 624'de Azerbeycan'dan İran
topraklarına girerek Zerdüşt'ün doğum yeri olan Urmiye (Ohromoia)'yi yerle bir
etti, İranlıların en büyük ateş yerini tahrip etti. Allah'ın hikmetine bakın
ki, aynı yıl müslümanlar Bedir savaşında Kureyşli kâfirleri hezimete
uğrattılar. Bu şekilde Rûm sûresinde yer alan her iki haber de aradan 10 yıl
geçmeden gerçekleşmiş oldu.
Bundan sonra Bizanslılar İranlıları
sürekli olarak yenilgiye uğrattılar. Ninova'da yapılan (M.S. 627) büyük meydan
muharebesinde İranlıların beli kırıldı ve İranlı imparatorların yazlık yeri
Destgerd tamamıyla yağma edildi. Bizans Ordusu Taysefûn (Cthesipon) yani
Medâyin'i kuşattılar. Bu arada M.S. 628'de bizzat Hüsrev Perviz'in ailesinde
kavga çıktı; kendisi zindana atıldı ve gözlerinin önünde 18 oğlu kılıçtan
geçirildi. Daha sonra oğlu Sirveye onu öldürerek tahta çıktı. Aynı yıl
Hudeybiye Anlaşması imzalandı; ki buna Kur'an-ı Kerim "Büyük Zafer"
adını vermiştir. Ve aynı yıl İran Şahı bütün Bizans topraklarından geri çekildi
ve Bizanslılara Kudüs'ten alınan kutsal haçı geri verdi. Bizans İmparatoru bu
kutsal haçı yerine koymak için 629'da şahsen Kudüs'e gitti. Aynı yıl Hudeybiye
Anlaşması uyarınca Hz. Muhammed (a.s.) umre edâ etmek üzere hicretten sonra
ilk defa Mekke'ye girdi.
Bundan sonra, Kur'an-ı Kerim'in
istikbale ait haberlerinin doğru olduğu konusunda kimsenin şüphesi kalmadı.
Arabistan'ın birçok önde gelen simaları İslam'ı kabul ettiler. Übey bin
Halefin varisleri bahsi kaybettikleri için Hz. Ebu Bekr'e 100 deve vermek
zorunda kaldılar. Bu develer daha sonra Hz. Peygamber (a.s.)'in emriyle sadaka
olarak verildi.
[1]
Batılı bir Doğubilimci son derece küstahlıkla şunları yazabilmiştir:
"Şeytanî ayetler iptal edilip Necm'in 21 -23. ayetleri indirildi." Bu
mesnetsiz iddia için bu oryantalist hiçbir dayanak göstermemiştir. Zâten
gösteremez de.
[2]
Yakut, "Mu'cemül-Buldan'da "Uzza" kelimesini tarif ederken,
Kureyşlilerin Kâ'be'yi tavaf ederken "vel-Lât vel-Uzzâ ve
Menât-üs-Sâlisel-ul Uhrâ..." dediklerini belirtmiştir. Bununla şu ihtimal
ortaya çıkıyor: Rasûlullah (a.s.)'ın ağzından Lât ve Uzzâ'nın ismini duyan bir
kişi bu sözleri yüksek sesle söylemiş ve toplantıda hazır bulunanlar bunların Hz.
Peygamber (a.s.)'in sözleri olduğunu sanmışlardır.
[3]
Mekke'den Yemen'e giderken beş günlük mesafededir. Bu yerin isminin yazılışında
ihtilâf vardır. Bizim yazdığımız isim "Feth-ul Bâri" de yer almıştır.
"Mu'cem-ul Buldân'da bu isim "Birk-ul Ğimâd" yazılmıştır. Bir
başka yazılışı da Birk ul Ğumâddır.
[4]
Hazreti Ca'fer bin Ebî Tâlib'in konuşmasının, metni Hz. Ümm-ü Seleme'nin
rivâyetine dayanılarak İbni İshâk tarafından nakledilmiştir. Konuşma şöyledir:
"Ey Kral, biz cehâlet içinde bocalayan bir millettik. Putlara tapar,
ölüleri yer ve fuhuş yapardık. Merhamet ile hiçbir ilgimiz yoklu. Komşuluk
hakkı nedir bilmezdik. Verdiğimiz sözde durmazdık. Bizde güçlü olan zayıf olanı
ezerdi. Biz böylesine perişan bir durumda iken Cenâb-ı Allah bize yine bizden
birini Peygamber olarak gönderdi. Biz bu peygamberin soyluluğunu, sadakatini,
emânetini ve dürüstlüğünü bilirdik. O bizi Allah’a çağırdı, ki Tevhid'ini
kabul edelim O'na ibadet edelim ve gerek bizim gerekse atalarımızın taptığı
taşları ve putları bırakalım. O doğru söz söylemimiz, emanete riayet etmemizi,
merhamet göstermemizi, komşuluk hakkını ve verdiğimiz sözleri yerine
getirmemizi ve haram fiiller ile kan dökmekten kaçınmamızı emretti. Bizi
fuhuştan, yalandan, yetimlerin mallarını yemekten ve temiz kadınlara iftira
atmaktan kurtardı. Bizim tek Allah'a inanmamızı ve ona ortak koşmamamızı
isledi. Bizim namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekât vermemizi istedi. Biz de
bu daveti kabul ettik. Bu şekilde Allah'tan gelen her emre boyun eğdik. Biz
sadece Allah'a ibadet ettik ve O'na ortak koşmadık. Hangi şeyleri haram ilan
ettiyse biz de haram saydık ve hangi şeyleri helâl etmişse onları helâl saydık.
Bunları böyle yapınca milletimiz bize hücum etti ve bize inanılmaz zulüm ve
eziyetler yaptı. Din konusunda bize zulüm elti ki, biz bunalarak putlara dönelim
ve bizim için haram edilen şeyleri helâl edelim. Nihayet, onlar bize akıl almaz
zulümler yaptı ve hayatlarımızı çekilmez hale gelirdiler. Kısacası, din
yolumuzu tıkadılar. Bunun üzerine biz çareyi sizin memleketinize gelmekte
bulduk: Biz başka memleketlere gitmektense sizin memleketinize gelmeyi tercih
ettik ve sizden emân istedik; şu ümitle majesteleri, ki memleketinizde zulüm
olmayacaktır."