Otuzuncu
Bölüm: HZ. PEYGAMBER'İN Bİ'SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR
30.1.
KUREYŞ'İN RASÛLULLAH (A.S.)'A UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM
30.2.
HZ. HAMZA (R.A.)'NIN İSLÂM'I KABUL ETMESİ
30.3.
HZ. ÖMER (RA.)'NIN İSLÂM'I KABUL ETMESİ
30.4.
Şİ'B-İ EBÎ TÂLİB'DEKİ ESARET
30.5.
HZ. HATİCE (R.A.) İLE EBÛ TALİBİN VEFATI
30.7.
EBÛ TALİB'İN VASİYETLERİ
30.8.
EBU LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)'I HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR
30.9.
RASÛLULLAH (A.S.)'IN HZ. SEVDE (R.A.) İLE EVLENMESİ
30.10.
RASÛLULLAH (A.S.)'IN HZ. AYŞE (R.A.) İLE İZDİVACI
Otuzuncu
Bölüm: HZ. PEYGAMBER'İN Bİ'SETİNİN ALTINCI YILINDAN ONUNCU YILINA KADAR
Müslümanların Habeşistan'a ikinci
hicretinden sonra Mekke'de çok az sayıda müslümanlar kalmışlardı. Bunlardan
bazısı kadındı, İslâm düşmanları bu sıralarda tam kudurmuş durumda idiler.
Onlar bir kere müslümanların Habeşistan'a hicreti yüzünden öfkeliydiler. Bunun
üstüne de Habeşistan'da müslümanlara rahat ve huzur içinde yaşamalarına izin
verilmişti ve onları getirmek için gönderdikleri heyet elleri boş dönmüştü. Öfke
ve hırstan gözleri dönmüş olan Kureyşliler Rasûlullah (a.s.)'ı gittikçe
sıkıştırmaya ve rahatsız etmeye başladılar.
30.1.
KUREYŞ'İN RASÛLULLAH (A.S.)'A UYGULADIĞI BASKI VE ZULÜM
Buhârî'de yer alan Urve bin
Zübeyr'in rivâyetine göre kendisi (Hz. Urve) Hz. Abdullah bin Amr bin el-As'a,
müşriklerin Rasûlullah (a.s.)'a en çirkin ve en sert davranışını ne zaman
gördüğünü sorunca, şöyle dedi: "Bir gün Hz. Peygamber (a.s.) Ka'be'nin
avlusunda (başka bir rivayete göre Ka'be'nin duvarlarının yanında) namaz
kılıyordu. Birden bire Ukbe bin Ebi Mu'ayt gelip boynuna bir kumaş parçası
geçirip onu öldürmek içi sıkmaya başladı. Fakat tam o sırada Hz. Ebu Bekr
(r.a.) yetişip Ukbe'yi uzağa attı." Hz. Abdullah bin Amr'ın ifadesine
göre, Hz. Ebu Bekr (a.s.) bu alçak ve deyyus ile boğuşurken şunları söylüyordu:
"Sen bir kişiyi, yalnızca Rabbim Allah'tır dediği için mi öldürmek
istiyorsun?" İbn Cerir kendi tarih kitabında aynı olayı Ebû Seleme bin
Abdurrahman'a istinaden nakletmiştir. Ancak Nesâî ile İbni Hâtim bu vak'ayı,
Hz. Abdullah'ın babası Hz. Amr bin el-As'a dayanarak az bir ifade farkıyla
nakletmişlerdir. Bu ifadeye göre; bu çirkin hareketi Ukbe bin Ebi Mu'ayt yerine
bazı Kureyşliler topluca yapmışlardı; Hz. Ebu Bekr (r.a.) ise hem ağlıyor hem
Hz. Peygamber (a.s.)'i korurken yukarıda bahsedilen sözleri söylüyordu.
İmam Buhârî bu olayı kendi
eserinde çeşitli yerlerde nakletmiştir. Bu olayın râvileri bazı yerlerde Hz.
Amr bin el-As, bazı yerde de Hz. Abdullah bin Amr bin el-As'tır[1].
Bir yerde Hz. Amr bin el-As'ın şu rivâyeti vardır: "Ben hiçbir zaman
Kureyş'in, Hz. Peygamber (a.s.)'in hayatına kastettiğini ve onu öldürmeyi
plânladığını görmedim, ama bir defası hariç, Kureyşliler Kâ'be'nin gölgesinde
oturmuşlardı. Rasûlullah (a.s.) ise Makam-ı İbrahim'de namaz kılıyordu. Bu arada
Kureyşliler birbirini Rasûlullah (a.s.)'a saldırmak için sıkıştırtmaya
başladılar. Nihayet Ukbe bin Ebi Mu'ayt yerinden kalktı ve çarşafını Rasûlullah
(a.s.)’ın boynuna geçirip çekmeye başladı, öyle ki, Rasûlullah (a.s.) dizleri
üzerine düştü. Bunun üzerine kâfirler arasında bir gürültü koptu. O sırada Hz.
Ebu Bekr (r.a.) koşarak geldi ve Rasûlullah (a.s.)'ın kollarını arkadan tutarak
o gaddar kişilere dedi ki: "Bu zâtı, sırf Rabbinin Allah olduğunu
söylediği için mi öldürmek istiyorsunuz?" Sonra adamlar oradan dağıldılar.
Rasûlullah (a.s.) namazını kıldıktan sonra kendisine tecâvüzde bulunanların
yanından geçerken şunları söyledi: "Canım elinde olan Rabbime yemin ederek
söylüyorum, ben size zebîh ile (kurban olmak için) gönderildim." Ebû
Cehil dedi ki, "Ey Muhammed, sen hiçbir zaman aptal değildin."
Rasûlullah 'a.s.) da, "fakat sen onlardansın" diye karşılık
verdi." (Ebu Ya'lâ, İbni Hibbân, Taberânî ve Beyhakî de bu olayı Hz. Amr
bin el-As'ın rivâyetiyle nakletmişlerdir).
Sahih-i Buhârî'nin bir başka
rivâyeti şöyledir: Müşrikler Hazreti Peygamber (a.s.)'in mübarek saç ve
sakalından kılları çektiler. Hazreti Ebû Bekr onu korumak için kalktı ve
ağlayarak söylendi: "Bu adamı, sırf Rabbinin Allah olduğunu söylediği
için mi öldürmek istiyorsunuz?" Rasûlullah (a.s) ise kendisine şöyle dedi:
"Ey Ebû Bekr, canım elinde olan Rabbime yemin ederek söylüyorum, ben
bunlara zebîh ile gönderildim". Bunun üzerine kalabalık dağıldı.
İbni Hişâm, İbni Cerir, Taberî ve
Beyhakî'nin İbni İshâk'a dayanarak yazdıklarına göre Urve bin Zübeyr, Hz.
Abdullah bin Amr bin el-As'a şöyle bir soru sordu: "Kureyş'in Rasûlullah
(a.s.)'a gösterdiği husûmetin en şiddetli örneği hangisiydi?" Hz. Abdullah
bin Amr dedi ki, ben günlerden bir gün Kureyşlilerin bir toplantısına gittim.
Onların reisleri Kâ'be'nin duvarlarının gölgesinde idiler. Bunlar Rasûlullah
(a.s.)'tan bahsederken dediler ki, "vallahi, bu adama çok tahammül ettik.
Artık dayanamayacağız. Bu adam bizim aptal olduğumuzu söyledi, atalarımızda
ayıp aradı. Dinimize lâf attı ve toplumumuzu böldü. Hakikaten biz
sabretmişiz." Onlar aralarında bunları konuşurken, Rasûlullah (a.s.) çıkâ
geldi. Rasûlullah (a.s.) oraya gelince önce Hacer-i Esved'i öptü ve daha sonra
Kâ'be'yi tavaf ederken Kureyşlilerin yanından geçti. Bunlar Rasûlullah (a.s.)'a
iğneleyici bir lâf attılar. Bunun Rasûlullah (a.s.) tarafından hoş
karşılanmadığını gördüm. Rasûlullah (a.s.) ikinci defa Kâ'be'yi tavaf ederken
onlar yine lâf atınca, Rasûlullah (a.s.) durakladı ve şöyle dedi: "Ey
Kureyşliler, beni dinliyor musunuz, elinde canım olan Rabbime yemin ederek
söylüyorum, ben size kurban olarak gönderilmişimdir." Abdullah bin Amr
diyor ki : Rasûlullah (a.s.)'ın bu sözleri Kureyşlilere soğuk duş etkisi yaptı
ve onlar dona kaldılar. Daha sonra, onlardan en çok konuşan biri ileriye gelip
Hazreti Peygamber (a.s.)'i yatıştırma için epeyce dil döktü, hatta şunu da söyledi:
"Ey Ebu'l-Kasım, buralardan ses çıkarmadan geç. Sen daha önce aptal
değildin." Rasûlullah (a.s.) oradan sessizce ayrıldı. Ertesi gün bunlar
yine orada toplandılar ve ben onlarla beraberdim. Onlar aralarında şöyle
dediler: "Hiç hatırlıyor musunuz, bu adam (Hz. Peygamber) sizinle ilgili
olarak ne kadar ileriye gitmiştir? Hatta dün bize neler demedi ki. Ama siz onu
hiçbir şey olmamış gibi bıraktınız." Kureyşliler kendisine hücum ettiler
ve "bize böyle böyle diyen sen misin?" Rasûlullah (a.s.) da
"evet onları diyen benim" dedi. Bu arada, o hayvanlardan birinin,
Rasûlullah (a.s.)'ın çarşafını yakasından tutarak sıktığım gördüm. Bu sırada
Hz. Ebû Bekr (r.a.) duruma müdahale etti ve Rasûlullah (a.s.) için siper oldu.
Kendisi ağlıyordu ve mırıldanıyordu: "Siz bu kişiyi, sadece Rabbim
Allah'tır dediği için mi boğmak istiyorsunuz." Bundan sonra adamlar
oradan dağıldılar. İşte tanık olduğum Kureyşlilerin Hazreti Peygamber (a.s.)'e
yaptıkları en kötü muamele budur. (Müsned-i Ahmed'de bu olay aynı şekilde
geçiyor).
30.2. HZ.
HAMZA (R.A.)'NIN İSLÂM'I KABUL ETMESİ
İşte bu sıralarda, Hazreti Hamza
(r.a.)'nın da İslâm dairesine girmesine sebep olan bir vak'a meydana geldi.
Tarihçiler, Hz. Hamza'nın İslâm'ı kabul ediş tarihi konusunda değişik ifade
kullanmışlardır. İbni Hacer, "İsâb"de Hz. Hamza'nın, Bi'set'in ikinci
yılında müslüman olduğunu yazmıştır. İbn Abd il-Berr önce 2. yıl yazmış daha
sonra, Hz. Peygamber(a.s.) Dâr-ı Erkâm'a girdikten sonra Bi'set'in 6. yılında
müslüman olduğunun bildirildiğini kaydetmiştir. Fakat İbni Sa'd, İbn-ul-Cevzi
ve Utekî bu tarihin kesinlikle Bi'setten sonra 6. yıl olduğunu açıklamışların
İbn-ul-Kayyım da "Zâd'ul Me'âd"da Hz. Hamza'nın İslam'ı kabul etme
vak'asını müslümanların Habeşistan'a ikinci hicretinden sonra kaydetmiştir.
Aynı görüşü İbni Esir, "Tarih'ul-Kâmü"de açıklamıştır. Ayrıca, Hz.
Hamza'nın müslüman olmasına yol açan olayın mahiyeti de olayın Bi'set'ten sonra
2. yılda meydana gelmediğini göstermektedir. Böyle bir olay ancak İslam ile
Küfr arasındaki çekişmenin en çetin safhaya varmasından sonra meydana
gelebilirdi çünkü. Bi'set'in ikinci yılında, Ebû Cehl, Hazret Peygamber
(a.s.)'e küfretmek şöyle dursun, onunla göz göze gelmeye bile cesaret edemezdi.
Olay şöyledir:
İbni İshâk'ın rivâyetine göre
Rasûlullah (a.s.) bir gün Safâ yakınlarından geçiyordu. (Bazı diğer
rivâyetlere göre Hacûn'dan geçiyordu). O sırada Ebu Cehl, Hazreti Peygamber
(a.s.)'e ana-avrat küfretmeye başladı ve hem kendisi hem dini hakkında çok kötü
lâflar etti. Fakat Rasûlullah (a.s.) onun hezeyanlarına kulak asmadı. Bu
haberi, Beni Teym'in bir reisi olan Abdullah bin Cud'ân'ın serbest bıraktığı
bir hizmetçisi (bazı rivayetlere göre Hz. Hamza'nın kız kardeşi Hz. Safiyye
veya iki kadın) Hz. Hamza (r.a.)'ya iletti. Hz. Hamza (r.a.) Kureyş kabilesinin
en soylu, cesur ve şerefine düşkün bir zatı idi. Rasûlullah (a.s.)’ın hem
amcası, hem süt kardeşiydi. Ayrıca, annesi de Rasûlullah (a.s.)'ın annesi,
Amine'nin amca kızıydı. Hz. Hamza yaşça da Hz. Peygamber (a.s.)'den ancak 2-4
yaş büyüktü. Hz. Hamza (r.a.) Rasûlullah (a.s.)'ı çok seviyor ve sayıyordu. Ava
meraklıydı ve yay ve okla avdan dönerken, kendisine Ebû Cehl'in küstahlığıyla
ilgili haber ulaştı. Öfke içinde Harem'e gidip Ebu Cehl'in başına öyle bir yay
darbesi vurdu ki, başı yarıldı; sonra şöyle dedi: "Sen ona küfrediyorsun
ha! Al işte ben de onun dinine girdim ve o ne diyorsa ben de onu diyorum.
Cesaretin varsa aynı küfürleri bana da yap." Bunun üzerine Beni Mahzûm'un
adamları galeyana geldiler ve kavga etmek istediler. Ama, Ebû Cehl dedi ki,
"Bırakın Ebû Umâre (Hz. Hamza)'yi, ben onun yeğenine hakikaten çok kötü
küfürler ettim." Taberânî ve İbni Ebî Hâtim'in rivâyetine göre Hamza
(r.a.) şöyle dedi: "Benim dinim de Muhammed'in dinidir. Cesaretiniz varsa
beni durdurun bakalım."
"El-Meğâzi" yazarı Yunus
bin Bukeyr, İbn İshâk'a dayanarak bu hikâyeyi daha etraflıca anlatmıştır. Buna
göre, Hz. Hamza hiddet içinde namusu için İslâmiyet'i kabul etmişti. Ama eve döndükten
sonra kendi kendine dedi ki: "Vallahi, ben Kureyş'in mümtâz reislerinden
biriyim. Ben dinden dönen bir kişiye tabi oldum ve atalarımın dinini terk
ettim. Bunun yerine ölseydim daha iyi olurdu." Daha sonra Allah'a dua
etti: "Ya Rab, eğer bu doğru yolsa kalbimi bundan yana yap. Değilse,
bundan kurtulmam için bir yol göster." Hz. Hamza (r.a.) o gece Şeytan'ın
vesvesesi yüzünden çok huzursuz kaldı, ta ki sabah oldu. Sabah Rasûlullah
(a.s.)'ın yanına gitti ve "yeğenim, ben şu anda içinden çıkılmayacak bir
durumdayım. Biliyorsun, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmeyen benim gibi
bir adam için bu çok büyük bir meseledir." Rasûlullah (a.s.) onun vesvese,
şüphe ve tereddütlerini dinledikten sonra ona nasihatte bulundu; Allah'tan
korkmasını istedi ve müslüman olmasından dolayı kutladı. Nihayet Allah, Hz.
Hamza'nın kalbini imanla doldurdu. Ve nihayet, Hz. Hamza dedi ki, "senin
doğru olduğunu ilân ediyorum." (Bu olayı Beyhakî de Yunus bin Bukeyr ve
İbni İshâk'a dayanarak nakletmiştir).
30.3. HZ.
ÖMER (RA.)'NIN İSLÂM'I KABUL ETMESİ
Kureyş henüz bu büyük darbenin
etkisinden kurtulmamışken ikinci bir büyük darbe daha yedi ve bir gün Hazreti
Ömer bin Hattab (r.a.)'ın da müslüman olduğunu duyunca deliye döndü. Hz. Ömer
(r.a.), İslâmiyete muhalefet eden cephenin en ağır toplarından biriydi ve iman
edenlere zulüm etmekte önde idi. Kureyşliler ona büyük saygı gösteriyorlardı.
Arabistan'da revaçta olan soylarla ve şecerelerle ilgili hesap tutmada uzmandı.
Kureyşliler onu bazı diplomatik faaliyetleri için dışarıya gönderirlerdi.
Kabileler arasında kavga ve anlaşmazlıklarda arabuluculuk ve hakemlik
görevlerini de yapardı ve verdiği kararlara büyük önem verilirdi. Çok güçlü,
cesur ve yiğitti. İyi bir biniciydi. Büyük bir konuşma kabiliyetine sahipti ve
usta bir hatipti. Kureyşliler, Hz. Ömer (r.a.) gibi bir şahsiyetin kendi
kamplarından çıkıp karşı kampa geçeceğini akıllarının uçlarından bile
geçirmemişlerdi. Fakat Allah’ın hikmeti böyle idi. Hz. Ömer (r.a.)'in iç
dünyası değişiyordu ve kendisinin İslam ordusunun bir neferi olması için sahne
hazırdı bile.
30.3.1. Hz. Ömer (r.a.)'in Etkilendiği İlk Olay
Müsned-i Ahmed ile Taberânî'de Hz.
Ömer'in etkilendiği ilk olaydan söz edilmiştir. Bunu Hz. Ömer (r.a.) kendisi
dile getirmiştir. O diyor ki, "ben İslâmiyet'i henüz kabul etmemişken bir
gün Rasûlullah (a.s.)'ı rahatsız etmek üzere evden çıktım. Ben oraya varınca
Rasûlullah (a.s.) namaza kalkmıştı ve Hakka sûresini okuyordu. Ben arkasına
geçtim ve kendisini sessizce dinlemeye çalıştım. Kur'an-ı Kerim'in sihri benim
bütün vücudumu sarmıştı ve kendi kendime diyordum ki bu adam mutlaka bir
şairdir, nitekim Kureyşliler kendisine bu lakabı takmışlardı. O sırada
Rasûlullah'ın mübarek ağzından şu kelimeler çıktı:
"Şüphesiz Kur'ân çok şerefli
bir peygamberin sözüdür. O, bir şair sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz."
(Ayet; 40-41)
O zaman dedim ki, kendisi mutlaka
bir kâhindir. Tam o sırada Rasûlullah (a.s.) şu ayetleri tilavet ediyordu:
"(O) bir kâhin sözü değildir.
Ne az düşünüyorsunuz. O, alemlerin Rabbi Allah tarafından indirilmiştir."
(Ayet; 42-43)
"Bu kelâmı dinledikten sonra
İslam kalbime yerleşmeye başladı." (Bu olayı İbni Sencer, kendi müsnedinde
nakletmiştir.)
30.3.2. Hz. Ömer (r.a.)'in Habeşistan'a Hicret'ten
Etkilenmesi
Hz. Ömer (r.a.)'in, İslâm'dan
etkilendiği ikinci olay, İbni Hişâm'ın "Siret'inde İbni İshâk'tan,
Taberânî'nin tarihinde ve İbn Esîr'in "Üsdül-Ğabe"sinde Hz. Leylâ
binti Ebi Hasme (r.a.)'den naklolunmuştur. Hz. Leylâ, Hz. Ömer'in yakın
akrabalarındandı ve kocası Hz. Amir bin Rebi'at-ul-'Anzi ile beraber Habeşistan'a
gitmişti. Hz. Leylâ'nın ifadesine göre, "ben hicret için eşyalarımı
topluyordum ve kocam Amir bin Rebî'a bir iş için dışarıya çıkmıştı. Derken,
henüz müslüman olmamış olan Hz. Ömer bize geldi. Biz onun elinden çok
çekmiştik. Fakat o sırada o, bir yerde durup bizi seyrediyordu. Sonra lafa
girdi, "Abdullah'ın annesi, gidiyor musun?" "evet, sizler bizi
çok rahatsız ettiniz ve bize çok zulüm ettiniz. Biz artık Allah'ın
topraklarından birine gideceğiz. Umarız orada bu zorluklardan kurtuluruz"
dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer "Allah sizinle beraber olsun" dedi.
Sesi titriyordu ve yüzü ağlamaklıydı. Bizim Mekke'den ayrıldığımızda belli ki
çok üzülmüştü. Bundan sonra Amir gereken eşyaları getirince kendisine dedim ki,
"Abdullah'ın babası, keşke sen Ömer'i görseydin. Bizim ayrılmamıza nasıl
da üzülüyordu, zavallı. Az önce burada idi." Amir, benim, onun müslüman
olmaya meyilli olduğunu sezip sezmediğimi sordu. Ben "evet" dedim.
Amir dedi ki: "Biraz önce gördüğün adam, Hattab'ın eşeği müslüman oluncaya
kadar müslüman olamayacaktır."
30.3.3. Hz. Ömer (r.a.) Nasıl Müslüman Oldu?
Hz. Ömer (r.a.)'in kafası karma
karışıktı. Hak ile Batıl arasında bocalıyordu. Bu zihnî yükten kurtulmak ve
her şeyi bitirmek için Rasûlullah (a.s.)'ı öldürmeyi plânladı. İbni İshâk'ın
ifadesine göre Hz. Ömer bu niyetle kılıç kuşanarak evden çıktı. Ama yolda
bizzat Hz. Ömer'in kabilesinin eşrafından olan ve gizlice müslümanlığı kabul
etmiş olan Hz. Nu'aym bin Abdullah en-Nahhâm ile karşılaştı. Kendisi,
"hayır ola, ne tarafa?" diye sordu. Hz. Ömer "Kureyş arasında
ikilik yaratan, hepimizi enayi yerine koyan, dinimizi ayıplayan ve
mabutlarımızı kötüleyen o sabi (dinsiz)'yi öldüreceğim." Nu'aym dedi ki,
"vallahi, senin nefsin seni aldatmıştır. Sen zannediyor musun ki, Muhammed
(a.s.)'i öldürdükten sonra Abd-i Menaf seni sağ bırakacaktır? Sen önce kendi
evine bak." Hz. Ömer, "hangi eve?" diye sordu. Nu'aym dedi ki:
"Senin enişten ve amcazaden Sa'id bin Zeyd ve kardeşin Fâtıma ikisi de
müslüman olmuşlardır. Ve onlar Muhammed (a.s.)'e tabi olmuşlardır." Hz.
Ömer bunu duyar duymaz öfke içinde kız kardeşinin evine gitti. Orada Hz. Habbâb
bin Erett önünde bir kumaş parçası açıp oturuyordu. Kumaş parçasında Tâhâ
Sûresi yazılıydı. Erett bundan Hz. Fâtıma'ya okuyordu. Hz. Ömer (r.a.)'in
gelişi belli olunca Hz. Habbâb evin bir köşesinde saklandı ve Hz. Fâtıma ise
Kur'an'ın yazılı olduğu kumaş parçasını baldırının altına sakladı. Fakat Hz.
Ömer o zamana kadar Hz. Erett'in kıraatını duymuştu. İçeriye girdikten sonra,
"biraz önce duyduğum ses neydi?" diye sordu. Hz. Fâtıma ile Hz. Sa'id
(r.a.) dediler ki öyle bir ses yoktu. Hz. Ömer dedi ki: "hayır
vardı". Sonra şunları ekledi: "Duyduğuma göre siz ikiniz Muhammed
(a.s.)'in dinine tâbi olmuşsunuz." Bunu dedi ve eniştesini dövmeye
başladı. Hz. Fâtıma (r.a.) kocasını kurtarmak isteyince o da dayak yedi; öyle
ki başı yaralandı. Bu noktada karı koca dediler ki: "Evet biz müslüman
olduk ve Allah'ın Rasûlüne iman ettik. Artık sen ne istersen yap." Hz.
Ömer (r.a.) kız kardeşinin başından kan aktığını görünce yaptığı hatadan pişman
oldu ve az önce okudukları Kur'ân parçasını getirmesini söyledi: "Bakayım,
Muhammed (a.s.)'in getirdiği şey ne imiş" dedi. Hz. Ömer (r.a.) okuma
yazma bilen bir kişiydi ve Kur'an'ı okumak istiyordu. Fakat kız kardeşi dedi
ki: "Senin bunu kaybedeceğinden endişe ediyoruz". Hz. Ömer dedi ki:
"Hiç endişelenme" ve mâbudlarına yemin ederek bunu geri vereceğini
söyledi. Kız kardeşi bu arada ümitlenmişti, belki Ömer müslüman olur diye. Onun
için kendisine dedi ki: "Sevgili kardeşim, sen müşrik olduğun için temiz
değilsin. Halbuki, bu kitaba ancak temiz İnsanlar el sürebilir." Bunu
duyunca Hz. Ömer banyo yaptı ve Hz. Fatma kendisine Kur'an-ı Kerim'in o
parçasını verdi. Hz. Ömer, Tâhâ sûresinin henüz ilk bölümünü okumuşken,
"ne kadar güzel ve şahane bir belagattır bu" dedi. Hz. Habbâb bin
Erett, "ey Ömer, öyle sanıyorum ki Rasûlullah (a.s.)'ın duasının
gerçekleşme ânı gelmiştir. Çünkü ben Rasûlullah (a.s.)'ın dün böyle dua
ettiğini duydum: "Ya Rabb, Ebu'l-Hakem bin Hişâm (Ebu Cehl) veya Ömer bin
Hattab vasıtasıyla îs-lâm'ı teyid et." Onun için ey Ömer gel, Allah'a
gel." Hz. Ömer, "Beni Muhammed (a.s.)'e götürün ki, müslüman
olayım" dedi. Hz. Habbâb bin Erett dedi ki, "kendisi Safa
yakınlarında bir evde (Dâr-ı Erkam) bazı sahabelerle oturuyor." Böylece
Hz. Ömer, belinde kılıç asılı vaziyette Rasûlullah (a.s.) ve arkadaşlarının
bulunduğu eve itti ve kapıyı çaldı. Sahabelerden biri kalkıp dışarıya göz attı.
Baktı Hz. Ömer belinde kılıçla bekliyor. Çok korktu ve geriye dönüp Rasûlullah
(a.s.)'a haber verdi. Hazreti Hamza dedi ki: "Müsaade edin, gelsin.
Niyeti iyiyse biz de kendisine iyi muamele ederiz. Yok niyeti bozuksa, onun
kılıcıyla onun işini bitiririz." Rasûlullah (a.s.) da dedi ki:
"Gelsin". Verilen emre uyuldu ve Hz. Ömer içeriye alındı. Hz. Ömer
içeriye girer girmez, Hz. Peygamber (a.s.) onun çarşafının bir ucunu sımsıkı
eline alarak sordu: "İbni Hattab, seni buraya getiren nedir? Vallahi bana
öyle geliyor ki Allah sana büyük bir âfet göndermediği sürece sen
vazgeçmeyeceksin." Hz. Ömer dedi ki: "Ya Rasûlullah, ben Allah ve
Rasûlüne ve Rasûlün talimatına iman etmek için huzurunuza gelmiş
bulunuyorum." Bunu duyunca Rasûlullah (a.s.) "Allahu Ekber" diye
seslendi. Bu tekbir sesiyle evdeki herkes Hz. Ömer'in müslüman olduğunu
anlamış oldu. Müslümanlar buna çok sevindiler. Hz. Hamza (r.a.)'dan sonra Hz.
Ömer'in de müslüman olması müslümanların gücüne güç kattı. İbni İshâk Medine'li
ravilerin Hz. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesiyle ilgili rivayetlerinin bundan
ibaret olduğunu belirtiyor. Hâfız Ebû Ya'lâ bu rivâyeti Hz. Enes bin Mâlik'e
dayanarak nakletmiştir. Bezzâr ise bizzat Hz. Ömer'in ifadelerini kullanmıştır.
30.3.4. Hz. Ömer (r.a.)'in Kendi İfadesi
Bezzâr, Taberânî, Beyhakî, İbni
Asâkir, Ebû Nu'aym ve Dârekutnî; Hz. Enes bin Mâlik, Ömer'in mevlası Eslem ve
vs.'ye dayanarak bizzat Hz. Ömer'in kendi ifadesiyle İslâmiyet'i kabul
etmesinin hikâyesini kaydetmişlerdir. Bu ifade, çok ufak tefek ayrıntıların
dışında yukarıda naklettiğimiz İbni İshâk'ın rivâyetinin aynısıdır. Yine de,
Ebu Nu'aym ve İbni Asâkir'in Hz. Abdullah bin Abbas'a dayanarak naklettikleri
Hz. Ömer'in rivâyetinde şu ilave bilgiler vardır: "Ben müslüman olduktan
sonra Rasûlullah (a.s.)'a dedim ki, "ya Rasûlullah ister ölelim ister
kalalım, biz Hak üzerinde değil miyiz?" Rasûlullah (a.s.) dedi ki,
"canım elinde olan Rabbime yemin ederim, siz ölseniz de, kalsanız da, Hak
üzerindesiniz." Ben dedim ki, "o zaman, ya Rasûlullah (a.s.),
gizlenmemize ne gerek vardır? Biz hak üzerinde ve onlar batıl üzerinde iken
dinimizi niçin saklayalım?" Rasûlullah (a.s.) buyurdu: "Ey Ömer,
sayımız çok azdır ve bizim hangi şartlar altında yaşadığımızı görüyorsun."
Ben arz ettim: "Sizi Hak ile beraber peygamber olarak öndermiş olan
Rabbime yemin ederim, bundan sonra, daha önce küfrümle oturduğum hiçbir
toplantıyı bırakmayacağım. Artık oralarda İslâm'la oturacağım." Daha sonra
biz iki grup halinde oradan çıktık. Bir grupta Hz. Hamza (r.a.) ve bir gurupta
ben vardım. Bu şekilde Mescid-i Haram'a girdik. Kureyşliler bizi böyle görünce
beyinlerinden vurulmuşa döndüler. Çok üzüldükleri ortadaydı." Bu olayı
İbn Mâce ile Hâkim ve İbni Sa'd biraz değişik şekilde aktarmışlardır. İbni
Hişâm, Hz. Ömer'in şu ifadesini de nakletmiştir: "İslâmiyeti kabul ettiğim
gün düşündüm ki, Rasûlullah (a.s.)'ın en ezeli düşmanını İslâm’a davet edeyim.
Bunun üzerine doğru Ebu Cehl'e gittim ve evinin kapısını çaldım. Ebu Cehl beni
görünce her zamanki hoş tavrıyla, "Hoş geldin yeğenim, hayır ola ne için
geldin?" diye sordu. Ben de ona dedim ki, "ben müslüman oldum, bunu
sana haber vermeye geldim." Ebu Cehl, "lânet olsun sana ve senin
getirdiğin şeye" dedi ve pat diye kapıyı kapattı."
30.3.5. Hz. Abdullah bin Ömer (r.a.)'in Rivâyeti
İbni İshâk, Nâfi'e dayanarak Hz.
Abdullah bin Ömer (r.a.)'in rivâyetine nakletmiştir, ki bunun bazı değişik
kısımları şöyledir: "Hz. Ömer (r.a.) İslâmiyeti kabul ettikten sonra
arkadaşlara sordu: "Kureyşten haberleri en süratli şekilde yayan kişi
kimdir?" Arkadaşlar Cemil bin Ma'mer bin Habib el-Cumahi'nin adını
verdiler. Hz. Ömer bu zâtı aramaya çıktı. Ben (Hz. Abdullah) de peşinde idim.
Ben o sıralarda bir şeyi görüp anlayacak yaşta idim.[2]
Hz. Ömer, Cemil'i buldu ve ona dedi ki: "Ben müslüman oldum ve Muhammed'in
dinini kabul ettim." Bunu duyar duymaz Cemil sessizce yerinden kalktı ve
bulunduğu yerden ayrıldı. Hz. Ömer onun peşinde idi, ben de onların peşinde. O
adam Mescid-i Haram'a vardıktan sonra, "ey Kureyşliler" diye bağırdı.
Kureyşli kabile reisleri o sırada Kâ'be'nin etrafında gruplar halinde
oturuyorlardı. Onlar, Cemil bin Ma'mer'in sesini duyunca dikkatlerini ona
çevirdiler. O dedi ki, "haberiniz olsun, Ömer dinden dönmüştür." Hz.
Ömer arkasından bağırdı: "Hayır, bu adam yalan söylüyor, ben dinimden
dönmedim. Ben sadece müslüman oldum ve ilân ediyorum ki Allah'tan başka bir
ilah yoktur ve Hz. Muhammed (a.s.) O'nun kulu ve Rasûlüdür." Bunun
üzerine kavga çıktı. Kureyşliler Hz. Ömer'i dövüyordu, Hz. Ömer de gücü
yettiği kadar onları hırpalıyordu. Nihayet güneş yükseldi ve Hz. Ömer yorulup
oturdu. Adamlar onun etrafında oturuyor veya ayakta duruyordu. Hz. Ömer de
diyordu ki, ne isterseniz yapın. Bu arada Kureyşlilerden ihtiyar ve muhterem
bir zât öne çıktı ve kalabalıktan meselenin ne olduğunu öğrenmek istedi. Kalabalık
dedi ki, "Ömer dinden dönmüştür." O zât dedi ki, "Allah Allah ne
oldu yani? Bu adam istediği dini seçmiştir. Onun işine ne karışıyorsunuz, Beni
Adiyy'in kendi adamını size teslim edeceğini mi sanıyorsunuz? Bırakın onun
peşini." Bu sözler üzerine kalabalık dağıldı. Ben babama bu adamın kim
olduğunu sordum. "Oğlum, o As bin Vâil Sehmi (Amr İbn ul-As'ın babası)
idi" dedi babam." Taberânî ile Bezzâr, Abdullah bin Ömer'in bu
rivâyetini özetleyerek nakletmişlerdir.
Buhârî'de yer alan Hz. Abdullah
bin Ömer (r.a.)'in rivâyetindeki bazı yeni bilgiler şunlardır: "Hz. Ömer
(r.a.) evinde korku içinde otururken, Cahiliyye döneminde bizim müttefikimiz
olan As bin Vâil kendisine geldi ve niçin böyle oturduğunu sordu. Hz. Ömer dedi
ki, "senin adamların beni öldürmek istiyorlar, zira ben müslüman
olmuşumdur." As bin Vâil Sehmi dedi ki, "ben sana emân verdiğim için
kimse sana el kaldıramaz." As kendilerine ne istediklerini sordu. Onlar
dedi ki, "biz Ömer'in işini bitirmek istiyoruz. O dinden dönmüştür."
As bin Vâil Sehmi onları sert bir dille uyardı ve dedi ki: "Kimse Ömer'e
el kaldıramaz." Bunun üzerine herkes dağıldı."
30.3.6. Hz. Ömer (r.a.)'in İslâmı Kabul Etmesinin
Tarihi
Hz. Ömer (r.a.) İslâmiyet'i, Hz.
Peygamber (a.s.)'in bi'setinin 6. yılında kabul etmiştir. Nitekim, İmam
Nevevî, "Tezhib'ul-Esmâ"da ve "el-Lugât"ta ve Molla Ali
Kâri "Erba'in-i Nevevî'nin Şerhi'nde bunu yazmışlardır. Bazı yazarlar,
Hz. Ömer'in, Hz. Hamza'nın müslüman olmasından üç gün sonra, bazıları da üç ay
sonra İslâmiyet'i kabul ettiğini belirtmişlerdir. Fakat Ebû Nu'aym İsfahani,
Hz. Abdullah bin Abbas'ın bizzat Hz. Ömer'e İslâmiyet'i ne zaman kabul ettiğini
sorduğunu ve kendisinin Hz. Hamza'dan üç gün sonra müslüman olduğunu
anlattığını kaydetmiştir. İbni Sa'd, Eslem (r.a.)'e dayanarak Bi'setten sonra
Zilhicce 6 tarihini vermiştir. Fakat, bu olayın bundan daha önce geçmiş olması
ihtimali vardır. Süheylî, Hz. Ömer'in müslüman olduğu sırada Rasûlullah
(a.s.)'ın etrafında sadece 40 müslüman bulunduğunu yazmıştır. Vâhidi ise buna
10 kadını eklemiştir. Ancak Hâfız İbni Hacer, "Menâkıb-ı Ömer" adlı
eserinde İbni Ebi Hayseme'ye dayanarak Hz. Ömer'in şu sözlerini nakletmiştir:
"Rasûlullah (a.s.)'ın yanında 30 kişi vardı. Ben onlara katılarak 40
sayısını tamamladım." Pek mümkündür ki, Hz. Ömer ancak bu kişilerin
müslüman olduğunu biliyordu. Zira birçok müslüman din ve imanlarını gizli
tutuyordu.
30.4. Şİ'B-İ
EBÎ TÂLİB'DEKİ ESARET
Bu sıralarda Kureyş'in öfke ve
hiddeti dorukta idi. Zira onların bütün oyunlarına, entrika, baskı, zulüm ve
işkencelerine rağmen İslâmiyet günden güne gelişiyordu. Bu durum sadece
Mekke'ye mahsus değildi. Mekke'nin dışındaki kabileler de İslâm camiasına
giriyorlardı. Ayrıca müslümanların adı ve sanı Habeşistan'a kadar duyulmaya
başlamıştı. Habeş Kralı Necâşî, müslümanların hamisi olmuştu. Habeşistan'dan da
bazı Hıristiyanlar heyet halinde Mekke'ye gelip müslüman olmaya başlamışlardı.
Bunun yanı sıra, Hz. Hamza (r.a.) ile Hz. Ömer gibi yiğit ve namlı kabile
reislerinin İslâmı kabul etmesi müslümanları hayli cesaretlendirmişti. İbn Ebi
Şeybe ile Taberânî, Hz. Abdullah bin Mes'ûd'un şu sözlerini nakletmişlerdir:
"Vallahi, Hz. Ömer İslâmiyet'i kabul edinceye kadar Beytullah'ın
etrafında namaz kılamıyorduk."
Bütün bu faktörler birleşerek
Kureyşlileri o kadar çileden çıkardı ki, onlar bir mahzer (vesika)
hazırladılar. Bu mahzer, Hz. Muhammed (a.s.)'in ailesinin ve diğer
müslümanların boykot edilmesinin ilânıydı. Bu mahzere imza koyanlar, Beni Hâşim
ve Beni el-Muttalib Hz. Muhammed (a.s.)'i kendilerine teslim etmedikçe bu iki
aile ile her türlü ilişkilerini, evlilik bağları, konuşma, alış veriş ve diğer
sosyal ve ekonomik bağlarını keseceklerini ilân ettiler. Kureyş'in bütün
ailelerinin reisleri bu belgeyi tasdik ettiler ve bunu Kâ'be'ye astılar. İbni
Sa'd ile İbn Abd-il-Berr'in ifadesine göre bu olay 1 Muharrem, Bi'setten sonra
7. yılda[3]
cereyan etmişti.
Mûsâ bin Ukbe, İmam Zührî'ye
dayanarak "Meğâzi"de demiştir ki, Ebu Tâlib Kureyşlilerin Hz.
Muhammed (a.s.)'in canına kastettiklerini duyunca Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'i topladı ve onların Hz. Muhammed (a.s.)'i yanlarına alıp Şi'b-i
Ebi Tâlib'te[4]
toplanmalarını onu bu son nefeslerine kadar korumalarını istedi. Ebu Tâlib'in
bu önerisini her iki aile de kabul etti ve ailelerde yer alan ister müslüman,
ister kâfir olsun herkes Şi'b-i Ebi Tâlib'e çekildiler. Kureyş'in, diğer kabile
reislerinin yukarıda bahsedilen mahzeri o zaman imzalayıp Kâ'be'ye astığı
rivayet ediliyor[5].
Bunun aksine İbni Sa'd, Vakıdi ile
İbni İshâk'ın şu rivâyetini nakletmiştir: Kureyşliler önce Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'in boykot edilmesine ilişkin belgeyi hazırladılar ve daha sonra
iki aile Ebu Tâlib'in direktifi üzerine Şi'b-i Ebi Tâlib'te mahsur kaldılar.
Aynı ifadeyi, İbni Abd il-Berr kendi siyer kitabında kullanmıştır. Ebû Leheb,
bu kritik ânda ailesinden uzak kaldı ve gidip Kureyşli boykotçulara katıldı.
Beni Abd-i Menâfin geriye kalan iki ailesi Beni Abd-i Şems ile Beni Nevfel de
kendi soylarından uzak kaldılar ve düşmanlarına katıldılar.
İbni Hişâm, İbni İshâk'a dayanarak
Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib'in mahsur kalmalarının müddetini 2-3 sene
olarak göstermiştir. Ancak, İbni Sa'd ile Mûsâ bin Ukbe bu müddetin kesinlikle
üç olduğunu tesbit etmiştir. Bütün bu süre içinde Kureyşlilerin muhasarası
bütün acımasızlığıyla devam etti. Şi'b-i Ebi Tâlib'tekiler öylesine boykot ve
tecrit edildiler ki, onlara bütün ikmal yolları kesildi. Musa bin Ukbe'nin
ifadesine göre dışardan tüccar ve satıcılar gelince Mekkeliler onların etrafını
sarar ve bütün yiyecek, içecek, giyecek türünden mallarını satın alırlardı, ki
muhasara altındakilere bir şey kalmasın. Daha önce işaret ettiğimiz gibi, Ebu
Leheb, Mekke'ye gelen tüccarlardan muhasara altındakilerden mallarının normal
fiyatının beş-altı mislini isterdi. Fiyat bu kadar yüksek olunca kuşatılmış
kişiler istedikleri mallan alamıyorlardı. Daha sonra da Ebu Leheb bütün bu
mallan normal fiyatlara alırdı. İbni Sa'd ile Beyhakî'nin rivâyetine göre
mahzur kalanların durumu öylesine kötüleşmişti ki, aç çocuklarının inilti
sesleri Şi'b-i Ebi Tâlib'in dışına kadar duyuluyordu. Mahsur kalanlar ancak Hac
mevsiminde saklandıkları yerden çıkabiliyorlardı ve ikinci hacca kadar aynı
yerde bulunuyorlardı.
Muhasara süresince Hz. Hatice
(r.a.)'nin yeğeni Hakim bin Hizam ve Nadle bin Hâşim bin Abd-i Menâfin yeğeni
(üvey kardeşi) Hişâm bin Amr ve el-Amiri gizlice mahzur kalanlara yardım
ederlerdi. İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a dayanarak yazdığına göre, bir defasında
Ebu Cehl, Hakim bin Hizâm'ın teyzesi için erzak götürürken yakaladı ve
kendisine şöyle dedi: "Sen Beni Hâşim için yiyecek ve erzak götürüyorsun
ha! Vallahi, ben seni Mekke'de herkesin önünde rezil etmeden
bırakmayacağım." Bu sırada Beni Esed bin Abdul-Uzza bin Kusayy'dan ve Hz.
Hatice'nin yakın akrabası olan Ebul-Bahteri bin Hişâm oraya geldi ve meselenin
ne olduğunu sordu. Ebu Cehl dedi ki, "bu adam Beni Hâşim için erzak
götürüyordu." Ebul-Bahteri dedi ki: "Bırak onu, o teyzesine erzak
götürüyor. Bu erzak da teyzesinindir. Sen Hatice (r.a.)'nin erzakını ona
götürmesine izin vermeyecek misin?" Ebu Cehl "hayır" diye cevap
verdi. Bunun üzerine ikisi arasında kavga çıktı ve Ebül-Bahteri, Ebu Cehl'i iyice
hırpaladı. Öyle ki, bir devenin çene kemiğiyle başını yardı. Bütün bu olayı
Hz. Hamza dikkatle izliyordu. İki kâfir durumun farkına varınca, Beni Hişâm
memnun olmasın diye utanarak kavgalarına son verdiler. İbni Hişâm ayrıca, İbni
İshâk'a dayanarak Hişâm bin Amr ve el-Amiri'nin bir hikâyesini de
nakletmiştir. Verilen bilgiye göre Hişâm bin Amr da gizlice Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'e yardım ederdi. Hişâm erzakları bir deve üzerine koyup getirir ve
gece Şi'b-i Ebi Tâlib'in kenarına gelip bunu çukura yuvarlayıverirdi. Mahsur
kalanlar erzakı aşağıdan alırlardı ve deveyi serbest bırakırlardı. Kureyşliler
onu da tehdit ettiler, ama Ebu Süfyan onu bırakmalarını söyledi ve bir kişinin
akrabalarına yardım etmesine mani olunmamasını istedi.
Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib'in
boykot edilmesi olayı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Ama daha evvel
belirttiğimiz gibi, Rasûlullah (a.s.) davet işini hiç aksatmadan sürdürüyordu.
Boykot başlayalı iki yıl olmuştu ki, Ay'ın ikiye bölünme Mu'cizesi gibi
muazzam bir olay meydana geldi. Mekkeli kâfirler böyle bir Mu'cizeyi göz ardı
edemezlerdi. Muhaddisler ile müfessirler bu Mu'cizenin, Medine'ye hicretten
beş yıl önce (yani, Bi'setten sonra, 8. yılda) Minâ'da meydana geldiğinde
ittifak etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de de bu olay şöyle anlatılmıştır:
"Kıyamet yaklaştı ve ay
bölündü. Onlar bir Mu'cize görseler yüz çevirip 'bu devam edegelen kuvvetli
bir sihirdir' derler." (Kamer; 1-2)
Bazı akılcı kimseler ayın
bölünmesi vak'asına akılcı yaklaşım getirmeye çalışmışlardır. Bunlar
"inşakk-al kamer" kelimelerini, ayın bölünmesinin uzak bir ihtimal
olduğunu düşünerek "ay bölünecek" anlamına almışlardır. Halbuki bu
kelimeler "ay bölündü" anlamındadır ve "ay bölünecek"
anlamını çıkarmaya çalışırsak, bütün ayetin tercümesi muğlak ve anlaşılmaz
hale gelir. İlk ayette ayın bölünmesi vak'ası kıyametle eşdeğer tutulmuştur.
Yani, ayın bölünmesi kıyametin bir işareti olarak gösterilmiştir. Bunun ilerde
meydana gelecek bir vak'a olarak kabul ettiğimizde "ayın
bölünmesi"nin, kıyametin alameti veya işareti olacağı söylenemez. Bundan
sonraki ayetin manası tamamıyla kaybolur. Zira orada deniliyor ki, bu kâfirler
o kadar inatçı ve sapıktırlar ki, bunlar dünyanın en büyük Mu'cizesini bile
görseler buna sihir diyeceklerdir. Bu olay uzak bir gelecekte vuku bulacak
olsaydı, Mekkeli kâfirlerin bu tutumundan böylece bahsedilmesi anlamsız
olurdu. Zaten ay Mu'cizesi çok muteber hadislerle de sabittir.
Hadisler Buhârî, Müslim, Tirmizî,
Ahmed, Ebû Avâne, Ebu Dâvûd Tayalisi, Abdurrezzak, İbni Cerir, Beyhakî,
Taberânî, İbni Merdûye ve Ebu Nu'aym İsfahani'de birçok güvenilir senetlerle,
özellikle Hz. Abdullah bin Ömer, Hz. Huzeyfe bin el-Yeman, Hz. Enes bin Mâlik
ve Hz. Cubeyr bin Mut'im tarafından naklolunmuştur. Bunlardan üç zât, yani Hz.
Abdullah bin Mes'ud, Hz. Huzeyfe ve Hz. Cubeyr bin Mut'im bir Mu'cizenin görgü
tanıkları olduklarını açıklamışlardır. Diğer iki râvi, yani Hz. Abdullah bin
Abbas ile Hz. Enes bin Mâlik ise görgü tanığı olamazlar; zira bu olay onların
doğuşundan önce ya da küçük yaşta iken cereyan etmişti. Ama bunların ikisinin
de mümtaz sahabeler olduğu ve olayı büyüklerinden duydukları şüphe götürmez.
Bütün rivayetler bir araya
toplanınca ayın bölünmesi vak'asının tafsilatı şöyle ortaya çıkar: Hicret'ten
beş sene evveldi. Kameri ayın 14. günüydü. Ay henüz çıkmıştı. Birden bire
ikiye bölündü; bir parçası karşıdaki tepenin bir tarafına, bir parçası da
tepenin başka bir tarafına kaydı. Bu, bir anlık bir durumdu. Daha sonra ayın
iki parçası da birleşti. Rasûlullah (a.s.) o sırada Minâ'da idi. Rasûlullah
(a.s.) yanındakilere dedi ki, "bakın ve buna şahit olun." Kâfirler
dedi ki: "Muhammed bizi büyülemişti, onun için gözlerimiz aldandı."
Diğer kimseler dedi ki, "Muhammed bizi büyüleyebilirdi, ama sizi ve
dışarıdakileri büyüleyemezdi, onlar gelsin, onların da bu olayı görüp
görmediklerini araştıralım." Dışardan gelenler de dediler ki, onlar da bu
manzarayı görmüşlerdi.
Bu olayın Mu'cize olup olmadığı ve
işin aslının ne olduğuna daha ayrıntılı bahsi bu kitabın ilk cildinde Hz.
Peygamber (a.s.)'in Mu'cizeleri bölümünde yaptığımız için, bu noktalara temas
etmiyoruz.
30.4.2. Ebû Tâlib Tepesindeki Boykot Nasıl Sona Erdi?
Mekkeli serseri, gaddar ve inatçı
kabile reisleri öfke içinde olan diğer hemşehrilerinin durumundan istifade
ederek şehrin iki kuvvetli ve kudretli ailesi, Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'in her bakımdan boykot edilmesini temin etmişlerdi. Ama bu öfke ve
hiddet geçici olduğu için boykotun ilelebet devam etmesi düşünülemezdi.
Mekke'de bu iki aile ile münasebet ve akrabalıkları bulunmayan fert veya aile
hemen hemen yok gibiydi. Bu sebeple, başından beri bazı kimseler yakınlarının
ve akrabalarının bu şekilde tecrit edilmelerini beğenmemişlerdi. Boykot ve
tecrit uzadıkça bu hoşnutsuzluk da arttı. Zira Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'e mensup olanlar, özellikle çoluk-çocuk aç ve susuz kalmaya
başlamışlardı. Çocukların iniltileri ve ağlama sesleri çevrede duyuluyordu.
Şi'b-i Ebi Tâlib'in dışında bulunan eş, dost ve akrabalar çocukların bu inilti
ve ağlamalarım duydukça tedirgin oluyorlardı. Musa bin Ukbe'nin ifadesine göre
üç yılın sonunda Beni Hâşim ile evlilik ve diğer ilişkilerde bulunan Beni
Abd-i Menaf, Beni Kusayy ve diğer aileler birbirine düştüler ve birbirini
suçlamaya başladılar. Bunlar diyorlardı ki; kendileri yakınlarını ve
arkadaşlarını boykot etmekle Arabistan'da süregelen geleneklerini açıkça ihlal
etmişlerdir ve insanlığa aykırı davranmışlardır.
Taberî ile İbni Hişâm, Muhammed
bin İshâk'a dayanarak ve Belazuri, Vâkıdi'ye dayanarak, nihayet, Hişâm bin Amr
ve el-Amiri'nin bu boykota ve insanlık dışı harekete son vermek için seferber
olduğunu yazmışlardır. Hişâm ilk önce Beni Mahzûm'un reisi Züheyr bin Ebi
Ümeyye ile görüştü. Züheyr, Hz. Ümmü Seleme'nin kardeşi ve Hazreti Peygamber
(a.s.)'in teyzesi Atike binti Abdulmuttalib'in oğluydu. Hişâm, Züheyr'e dedi
ki: "Ey Züheyr, sen rahat yiyip, içip şenlik içinde yaşarken yakınlarının
açlıktan ölmeleri, onlarla her türlü alışverişin durdurulması ve onlarla bütün
sosyal ve izdivaç ilişkilerinin kesilmesinden hiçbir rahatsızlık duymuyor ve
vicdan azabı çekmiyor musun? Ben yemin ederim ki, aynı muamele Ebu'l-Hakem bin
Hişâm'a (Ebû Cehl'e) yapılsa ve onların en yakın akrabalarına bugün senin
akrabalarına revâ görülen muameleyi yapman emredilmiş olsaydı, o (Ebû Cehl)
bunu asla kabul etmeyecekti." Züheyr dedi ki: "Ben tek başıma ne
yapabilirin-.? Beni destekleyen olursa, inan ki, akrabalarımızın tecrit
edilmesiyle ilgili belgeyi yırtıp attırırım." Hişâm dedi ki: "Seni
destekleyen ilk kişi benim." Züheyr dedi ki: "Bir kişi daha
bul."
Bundan sonra Hişâm, Beni Nevfel
bin Abd-i Menâfin reisi Mut'im bin Adiyy'e gitti ve dedi ki: "Ey Mut'im
sen Abd-i Menâfin iki büyük ailesinin yok olmasını mı istiyorsun? Sen buna
seyirci mi kalacaksın. Beni iyice dinle, eğer bu konuda Kureyşlilerden yana
çıkar ve Kureyşlilerin bu iki aileyi yok etmelerine seyirci kalırsan, aynı
muamele er geç sana da yapılacaktır. Mut'im "ben tek başıma ne
yapabilirim ki" dedi ve başkalarının da yanında olması gerektiğini söyledi.
Hişâm, "bir benim, bir de Züheyr bin Ümeyye." Mut'im dedi ki:
"Bir arkadaş daha ara."
Bundan sonra Hişâm, Beni Esed bin
Abdül-Uzzâ'nın reisi Ebul-Bahteri As bin Hâşim ile görüştü ve Mut'im'e
söylediklerini ona da tekrarladı. Ebul-Bahteri "bizimle hemfikir olan
başka kimse var mıdır?" diye sordu. Hişâm "bir benim, bir Züheyr bin
Ebi Ümeyye ve bir de Mut'im bin Adiyy". Ebul-Bahteri dedi ki, "Artık
bir kişiyi daha bul, ondan sonra bu iş tamamdır." Bunun üzerine Hişâm,
Zeme'a bin el-Esved bin Muttalib ile görüştü. Zeme'a, Beni Esed bin
Abdül-Uzza'nın kabile reislerinden biriydi ve o da bu işe evet dedi.
Bundan sonra bu beş kişi gece
vakti Mekke'nin yukarısında Hacûn'da bir araya gelip boykot veya tecrit
vesikasının yok edilmesi yolunda gayret sarf etmek için and içtiler. Züheyr
dedi ki, "Söze ben başlayacağım, ve siz beni teyid edeceksiniz."
Ertesi sabah bu zevat Kureyşlilerin toplandıkları yere gittiler. Züheyr,
Kâ'be'yi 7 defa tavaf ettikten sonra Kureyşlilere hitaben dedi ki: "Ey
Mekke ahalisi, bir yanda Beni Hâşim can çekişirken bize doyasıya yemek, içmek
ve giymek yakışıyor mu? Ne onlardan bir şey satın alınıyor ne de onlara bir
şey satılıyor. Vallahi şu gaddarca ve merhametsizce yazılan mahzer yırtıp
atılıncaya kadar yerime tekrar oturmayacağım." Ebu Cehl bağırdı:
"Sen yalan söylüyorsun. O mahzer yırtılmayacaktır." Bu sırada Zeme'a
lafa karıştı ve Ebu Cehl'e dönerek, "Vallahi, en büyük yalancı sensin.
İnan ki, bu mahzer hazırlanırken de biz memnun değildik." Sonra
Ebul-Bahteri hemen yerinden fırladı ve dedi ki: "Evet Zeme'a sen doğru
söylüyorsun. Bu belgede yazılanların hiçbirini beğenmemiştik ve
onaylamamıştık." Mut'im kalktı ve dedi ki: "Siz ikiniz haklısınız ve
sizden farklı görüş ileri süren yalancıdır. Biz tanrı huzurunda bu vesikadan ve
bunun içinde yazılanlardan beraat ediyoruz." Hişâm bin Amr da bunu teyid
etti. Bunun üzerine Ebu Cehl dedi ki: "Bu bir tertiptir. Siz bunu bir gece
bir yerde hazırlamışsınızdır."
30.4.3. İlâhi Kudretin Bir Belirtisi
Öte yandan, İbni Sa'd ve İbni
Hişâm ile Belâzuri'nin rivayet ettiği gibi, Beni Hâşim ile Beni el-Muttalib'in
boykot edilmesiyle ilgili belgedeki bütün yazıların güve tarafından yenildiği
ve sadece Allah'ın isminin sağlam kaldığı Cenab-ı Allah tarafından Hz.
Peygamber (a.s.)'e bildirildi (İbni İshâk, Musa bin Ukbe ve Urve'nin ifadeleri
bunun tam aksidir. Bunlar diyorlar ki, belgede iki aileye boykot ve zulüm
yapılmasıyla ilgili yazı ve maddeler sağlam kalmış ve sadece Allah'ın isminin
bulunduğu yer güve tarafından yenilmişti. Fakat bu ifadeler pek inandırıcı
değildir ve daha doğru ve inanılır ifade yukarıdaki yazarlarınkidir).
Rasûlullah (a.s.) bunu amcası Ebu Tâlib'e bildirdi. Ebu Tâlib, "bunu
Rabbin mi sana bildirmiştir?" diye sordu. Rasûlullah, "evet"
dedi. Bunun üzerine Ebu Tâlib meseleyi kardeşlerine açtı. Onlar Ebu Tâlib'in
fikrini sordu. Ebu Tâlib şunları söyledi: "Vallahi, Muhammed hiçbir zaman
bana yalan veya yanlış bir şey söylememiştir." Ebu Tâlib bundan sonra ne
yapılması gerektiğini öğrenmek istedi. Rasûlullah (a.s.) buyurdu: "Bana
kalırsa, siz en iyi elbiselerinizi giyip Kureyş'e gidin ve kendilerine durumu
izah edin." Bu teklif üzerine ailenin büyükleri oradan Kureyşli büyük ve
akıllı simaların bulunduğu Hicr'e gittiler. Kureyşliler, Beni Hâşim ve Beni
el-Muttalib'in reislerinin bu şekilde kendilerine doğru gelmekte olduğunu
görünce şaşırdılar ve ne söyleyeceklerini merakla beklediler.
Gerçi tarihçiler duruma bir
açıklık getirmemişlerdir. Ama biraz düşünecek olursak; Ebu Tâlib ve
arkadaşlarının, Züheyr ve arkadaşlarının haremde Ebu Cehil ile tam
kapıştıkları sırada yetiştiklerini tahmin edebiliriz. Ebu Tâlib oraya vardıktan
sonra dedi ki: "Biz bir sual ile geldik, umarız siz bunun doğru cevabını
vereceksiniz." Kureyşliler "Ehlen ve sehlen, hoş geldiniz. Bizde sizi
memnun edecek pek çok şey var. Siz ne istiyorsunuz?" diye sordular. Ebu
Tâlib, Hz. Peygamber (a.s.)'den duyduklarını anlattı ve şöyle dedi:
"Yeğenim bana bu haberi vermiştir ve vallahi, o hiçbir zaman yalan
söylemez. Siz o vesikayı getirin. Eğer yeğenimin söyledikleri doğruysa, bize
uygulanan boykot kaldırılsın ve bu vesikada ne yazılıysa geçersiz sayılsın.
Fakat yeğenim yalan çıkarsa ben onu size teslim ederim. Ondan sonra
yapacağınızı siz bilirsiniz. İster onu öldürün ister sağ bırakın."
Kureyşliler Ebu Tâlib'in iyi bir teklifte bulunduğunu söylediler ve vesikanın
getirilmesini emrettiler. Vesika geldi ve herkes gördü ki, Hz. Peygamber (a.s.)’e
Rabbi tarafından verilen bilgi doğruydu. Bunu gördükten sonra Kureyşliler dona
kaldılar ve boyunları büküldü. Ebu Tâlib şöyle dedi: "Gördüğünüz gibi
zulüm, kötü muamele ve merhametsizlik gibi suçları siz işlediniz. O halde, biz
niçin daha mahpus kalalım?" Bu sözleri söyledikten sonra Ebu Tâlib
maiyyetindekilerle beraber Kâ'be'nin örtülerine tutunarak Allah'a dua etti:
"Ya Rabbi, bize zulüm eden, bize merhametsizlik yapan, bizim için haram
ettiklerini kendileri için helal eden ve bizimle bütün münasebetlerini
kesenlere karşı bize yardım et." Ebu Tâlib oradan arkadaşlarıyla birlikte
Şib-i Ebi Tâlib'e hareket etti. Onların gitmesinden sonra Kureyşlilerden pek
çok kişi kendilerine yapılan zulüm ve haksızlıktan dolayı hayıflandılar. Bu tür
görüş ileri surenler arasında Mut'im bin Adiyy, Adiyy bin Kays, Zame'a bin
Esved, Ebu'l-Bahteri bin Hâşim ve Züheyr bin Ümeyye önde idiler. Sonra bunların
hepsi silahlarıyla birlikte Şi'b-i Ebi Tâlib'e gittiler ve Beni Hâşim ile Beni
el-Muttalib'e artık evlerine dönebileceklerini müjdelediler.
İbni Sa'd, Belazuri ve İbni Abd
il-Berr'in ifadelerine göre boykot Bi'set'ten sonra 10. yılda sona erdi.
30.5. HZ.
HATİCE (R.A.) İLE EBÛ TALİBİN VEFATI
Boykot ve muhasaranın bitiminden
sonra Hz. Peygamber (a.s.) henüz rahat bir nefes alamamıştı ki, ard arda gelen
iki acı olay yüzünden yine üzüntüye kapıldı. Bu acı olaylar, Rasûlullah'ın
(a.s.) kötü gün dostu ve en büyük destekçilerinden biri olan muhterem amcası
Ebû Tâlib ile dünyanın en sâdık ve vefakâr zevcelerinden ve Rasûlullah (a.s.)’ın
hayat arkadaşı, can yoldaşı, Hz. Hatice (r.a.)'nin öbür dünyaya göçmeleriydi.
Bu her iki âfet de Şi'b-i Ebî Tâlib'deki muhasaranın kalktığı Bi'set'ten sonra
10. yılda koptu.
Bazı tarihçiler, Hz. Hatice
(r.a.)'nin, Ebû Tâlib'ten evvel vefat ettiğini ifade etmişlerdir. (Meselâ;
Vakıdî, Hz. Hatice'nin Ebû Tâlib'ten 35 gün sonra öbür dünyaya intikal ettiğini
yazmıştır). Fakat muteber ve güvenilir rivayetlere göre ilk vefat eden Ebu
Tâlib'ti ve bundan kısa bir müddet sonra da Hz. Hatice (r.a.) vefat etti.
Beyhakî ve İbni İshâk'ın rivayetlerine göre her ikisi de Hicret'ten üç yıl
önce aynı yılda vefat etti. Bu tarihçilerin dayandıkları kaynak Muhammed bin
İshâk'tır. İbni Abd il-Berr ise Ebu Tâlib'in, Şi'b-i Ebi Tâlib'den
çıkmalarından 6 ay sonra Hz. Hatice'nin de ondan üç gün sonra Hakk'ın rahmetine
kavuştuğunu beyan etmiştir. İbni Sa'd diyor ki, Ebu Tâlib 15 Şevval, bi'set'ten
sonra 10. yılda 80 yaşında vefat etti, bundan bir ay beş gün sonra da Hz.
Hatice (r.a.) 65 yaşında hayata gözlerini yumdu. İbni Esir, Ebu Tâlib'in
Şevval veya Zilkade (10 Bi'set) de vefat ettiğini bildirmiştir. Hz. Hatice'nin
de 35 gün sonra öldüğünü kaydetmiştir. Hâfız Ebu'l-Ferec İbn-Ul-Cevzi bu iki
muhterem zâtın ölümü arasında sadece 5 günlük fark olduğunu açıklamıştır. İbni
Kuteybe ise ikisinin ölümü arasında sadece üç günlük fark olduğuna işaret
etmiştir. Kastallânî ise "Mevâhib'ul-Ledünniyye"de doğru olanın Hz.
Hatice'nin Ramazan 10. Biset'te vefat etmiş olduğunu bildirmiştir. Belazuri ise
Hakim bin Hizâm'a dayanarak Hz. Hatice'nin vefat tarihinin 10 Ramazan
bi'set'ten sonra 10. yıl olduğunu göstermiştir.
Rasûlullah (a.s.) Bi'set'ten sonra
10. yılın "Âmul Hüzn" (Üzüntü Yılı) olduğunu söylerdi. Bir taraftan
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)'nın başına bu felâketler geldi ve bir taraftan
Kureyşli kâfirler ve müşrikler, Ebû Tâlib gibi kuvvetli ve heybetli
destekçisinin ortadan kalkmasından sonra kimsesiz ve çaresiz kaldığını görerek
kendisine zulüm, tehdit ve işkencelerini arttırdıkça arttırdılar. Beyhakî'nin
Urve bin Zübeyr'e dayanarak naklettiği rivayete göre Rasûlullah (a.s.) şunları
buyurdu: "Kureyş, Ebu Tâlib'in vefatına kadar korkakça davrandı." Bu
demektir ki bundan sonra Kureyşliler melanetlerini ve menfur emellerini
arttırdıkça arttırdılar. Hâkim, Urve bin Zübeyr'in aynı rivâyetini aynı
ifadelerle, Hz. Ayşe (r.a.) nin ağzından nakletmiştir.
İbni İshâk, Kureyş'in gittikçe
artan cür'et ve cesaretinin bir örneğini Urve bin Zübeyr'e dayanarak
nakletmiştir. Buna göre, bir defasında Kureyş'in bir serserisi uluorta Hazreti
Peygamber (a.s.)'in mübarek başına toprak attı. Hz. Peygamber (a.s.) aynı
vaziyette eve vardı. Hz. Peygamber'in kızlarından biri başını yıkıyor ve
ağlıyordu. Hz. Peygamber de kendisini teselli ediyordu ve şunları söylüyordu:
"Ağlama kızım, Allah, senin babanın destekçisidir."
İmam Buhârî, "Kitâb-üt
Teharet, Kitâb'üs-Salât, Kitâb-ul Cizye, kitâb'ul-Cihâd ve Kitab'ul Meğâzi"de
çeşitli yerlerde Hz. Abdullah bin Mes'ûd'a istinaden şu rivâyeti nakletmiştir:
Rasûlullah bir gün Ka'be yakınlarında namaz kılıyordu ve Kureyş'in adamları
bir tarafta oturuyorlardı. Bunlardan biri (Müslim'e göre Ebû Cehl)
arkadaşlarına şöyle dedi: "Acaba sizlerden kim falanca kişinin evinden,
kesilmiş bir dişi devenin midesi, bağırsağı ve rahmini getirip bu adamın (Hz.
Muhammed) secdeye gittiği zaman sırtına atabilir?" Bunun üzerine
Kureyşlilerin en katı kalbli mel'unu, Ukbe bin Mu'ayt kalkıp gitti ve tarif
edilen pisliği getirip Rasûlullah (a.s.)'ın sırtına atıverdi. Rasûlullah (a.s.)
bu pisliğin ağırlığı yüzünden secdeden başını kaldıramadı. Kureyşli mel'ûnlar
bu manzarayı görüp katıla katıla gülüyorlardı. Haber, Hz. Peygamber (a.s.)'in
evine ulaştırıldı. Hz. Fatma koşarak geldi ve aziz babasının sırtındaki ağır
şeyleri tek tek attı. Sonra Kureyşlilere dönerek kendilerini ağır bir şekilde
azarladı ve onlar için beddua etti. (Hâfız Bezzâr diyor ki, kâfirlerden hiçbiri
Fatma'ya bir şey söylemedi). Rasûlullah (a.s.) namazı kıldıktan sonra "ey
Allah'ım, Kureyş'in işini hallet" dedi. Bazı rivâyetlere göre üç defa.
Buhârî'nin rivâyetine göre Kureyşliler, Hz. Muhammed (a.s.)'in bu sözlerini
dinledikten sonra Kureyşlilerin keyfinin kaçtığı ve hatta bazılarının çok
korktuğu yazılıdır. Başka bir rivayete göre Hazreti Peygamber (a.s.) Ebu Cehl,
Utbe bin Rebî'a, Şeybe bin Rebi'a, Velid bin Utbe bin Rebi'a, Ümeyye bin Halef,
Ukbe bin Ebi Mu'ayt ve Umare bin Velid'in isimlerini anarak beddua etti. (Bu
hadisi, Buhârî ve Müslim'in yanı sıra, İmam Ahmed, Nesâî, Bezzâr, Taberânî ve
Ebû Dâvud Tayâlisi vb. da nakletmişlerdir. Tayâlisî'nin hadisinde Hz. Abdullah
bin Mes'ûd'un şu sözlerine de yer verilmiştir: "Ben bundan önce hiçbir
zaman Hazreti Peygamber (a.s.)'in bu adamlar için beddua ettiğini
görmemiştim.")
Bu hadisi rivayet edenler bu
olayın ne zaman meydana geldiğini açıklamamışlardır. Fakat olayda geçen bir
nokta, bunun zamanını tayin etmektedir. O nokta sudur: Hazreti Peygamber
(a.s.) secdede iken sırtına pislik atılınca evine haber yollandı ve bu haberi
duyarak babasının sırtındaki pisliği atmak üzere olay yerine Hz. Fatma (r.a.)
geldi. İbn Abd il-Berr'in kayıtlarına göre Hz. Fatma, Rasûlullah (a.s.) 41
yaşında iken dünyaya gelmişti. Zürkâni, "Şerh,i Mevâhib'te bu tarihin
doğru olduğunu beyan etmiştir. Bu demektir ki, olayın meydana geldiği sırada
Hz. Fâtıma (r.a.) en az 9 yaşında idi. Zira bundan daha küçük bir çocuğun dişi
devenin midesini, bağırsağını ve rahmini kaldırıp atması zordur. Tahminimize
göre bu olay, Hz. Hatice (r.a.) ve Ebû Tâlib'in vefâtından sonra meydana geldi.
30.7. EBÛ
TALİB'İN VASİYETLERİ
Allâme Kastallânî
"Mevâhib'ul-Ledünniyye"de Allâme Zürkâni, bu eserin şerhinde Hişâm
bin Muhammed bin es-Saib Kelbî'ye istinaden demişlerdir ki, Ebu Tâlib ölüm
döşeğinde iken Kureyşli kabile reisleri kendisiyle görüşmeye geldiler. Ebu
Tâlib kendilerine Kureyş kabilesinin büyüklüğünden ve faziletinden
bahsettikten sonra şunları vasiyet etti: "Bakın, şu Kâ'be'ye hürmete
riayet edeceksiniz, zira Rabbinizi ancak bu şekilde memnun edebilirsiniz.
Akraba ve yakınlarınıza merhametli davranacaksınız. Birbirinizin hakkını
yemeyeceksiniz. Davet verenin davetini kabul edeceksiniz. Dilenci ve dilek
sahibinin ihtiyaçlarını karşılayacaksınız. Doğruyu söyleyecek ve emanetinize
sâdık kalacaksınız." Daha sonra bu hususla ilgili olarak şunları söyledi:
"Ben sizin, Muhammed (a.s.)'e iyi davranmanızı vasiyet ediyorum. Çünkü o
Kureyş'te emin ve bütün Arabistan'da en sâdık (doğru sözlü, doğru hareketli)
kişi olarak tanınıyor. O, benim size tavsiye ettiğim bütün meziyetlerin
toplamıdır. O, öyle bir şey getirmiştir ki, kalb onu kabul ediyor, ama dil,
insanların husûmeti sebebiyle reddediyor. Fakat Allah'a yemin ederim, benim
gözlerim, Arabistan'ın fakir fukaralarının etraftaki insanların ve diğer
mazlum kişilerin öne çıkıp onun davetini kabul edeceklerini, onun kelimesini
tasdik edeceklerini, onun davasını ileriye götüreceklerini, onun da onları
yanına alıp tehlikelerle dolu denize atlayacaklarını ve Kureyş'in kabile reislerinin
ve eşrafının da avuçlarını yalayacaklarını görüyor gibidir."
İbni Sa'd'ın dediği gibi:
"Ebû Tâlib vefat etmeden önce evlâtlarına şu nasihatte bulundu:
"Muhammed (a.s.)'in sözlerini dinlediğiniz ve emirlerini yerine
getirdiğiniz sürece huzur ve emniyette olacaksınız. Onun için, O'na tabi olun
ve O'na yardım edin. Bu şekilde daima doğru yolda olacaksınız." Hazreti
Peygamber (a.s.) dedi ki: "Amcacığım, siz onlara nasihatte bulunuyorsunuz,
ama kendiniz için bir şey söylemiyorsunuz." Ebu Tâlib dedi ki: "Ben
ölüm anında korkarak ve dayanamayarak kararımdan cayan bir kişi olarak bilinmek
istemiyorum. Kureyşlilerin, benim sağlığım yerinde iken bu şeyi reddettiğimi,
ancak ölüm anında korkarak bunu kabul ettiğimi söylemelerini
istemiyorum."
İbni Sa'd, İmam Muhammed bin
Sirin'e dayanarak demiştir ki, Ebu Tâlib son nefesini vermeden önce Rasûlullah
(a.s.)'ı yanına çağırttı ve kendisine şöyle dedi: "Evladım, ben öldükten
sonra Beni Neccâr'ın yakınları (dedenin ailesinin bulunduğu Medine'ye git.
Zira, onlar kendi akrabalarını korumakta herkesten ilerdedirler."
Bu vasiyetler gösteriyor ki, Ebu
Tâlib son derece zeki ve basiretli bir zâttı. Uzak geleceği görebiliyordu. Ebu
Tâlib'in özellikle Rasûlullah (a.s.)'ın Medine'ye gitmesiyle ilgili fikri çok
isabetliydi ve bu fikir Hicret'ten üç yıl önce ortaya atılmıştı. Halbuki bu
sözlerin söylendiği zaman kimse Medine'nin Hazreti Muhammed (a.s.)'i bağrına
basacak ve İslâmiyet'in merkezi olacak bir kent olacağını tahmin etmemişti.
Medine ve ahalisi Hazreti Peygamber (a.s.)'i ve müslümanları öylesine
destekledi ve öylesine güçlerine güç kattı ki, müslümanlar kısa bir zamanda
bütün Arabistan'a hâkim oldular. Aynı şekilde, Ebû Tâlib'in Kureyşli kabile
reislerine söylediği sözlerde tamamıyla doğru çıktı. Hazreti Peygamber
(a.s.)'den yana olan daha aşağı tabakadaki İnsanlar ve mazlum kişiler devlet ve
memleket işlerinin en üst mevkiinde yer alırken inatçı Kureyşli kabile reisleri
avuçlarını yaladılar. İbni Abd il-Berr, "İstiâb"da Hz. Ömer'in halifelik
devrinin bir vak'asını nakletmiştir. Buna göre, bir gün aralarında Kureyş'in
Süheyl bin Amr ve Ebû Süfyan gibi reislerinin de bulunduğu bir heyet, Emir
ul-Müminin, Hz. Ömer ile görüşmeye geldi ve oturmak için Halife'nin işaretini
beklediler. Bu arada, Hz. Bilâl ve Hz. Suheyb gibi diğer kişiler içeriye
almıyordu. O sırada Ebu Süfyân arkadaşlarına şikâyet eder bir tavırla,
"vallahi, şu hale bak, ne günlere kaldık. Bizim gibi reisler dışarıda
bekliyor ve bu köleler ağırlanıyor" dedi. Bunun üzerine Süheyl bin Amr
dedi ki: "Bu şikayeti kendi kendinize yapacaksınız. Zira İslâmi davet
verildiği zaman bu adamlar öne çıkmış ve siz geri kalmıştınız."
30.8. EBU
LEHEB, RASÛLULLAH (A.S.)'I HİMÂYE ETMEYE KALKIYOR, SONRA VAZGEÇİYOR
İbni Sa'd'ın ifadesine göre
Mekke'de Hazreti Peygamber (a.s.)'e müşrik ve kâfirlerin revâ gördükleri kötü
muamele gittikçe artınca bir gün Ebû Leheb, Rasûlullah (a.s.)'a gelip şunları
söyledi: "Ey Muhammed, sen ne yapmak istiyorsan yapmaya devam et. Ebû
Tâlib'in hayatında yaptığın işine devam et. Lât ve Uzza'ya yemin ederek
söylüyorum, ben yaşadıkça kimse sana elini kaldıramaz." Bundan sonra Hz.
Peygamber (a.s.) evinden çıkıp yolda yürürken İbn-ul Ğaytale[6]
kendisine küfredince Ebu Leheb evinden çıkıp bu adamı fena şekilde azarladı.
Bunu duyduktan sonra İbnül Ğaytale yaygarayı bastı ve arkadaşlarına: "Ey
Kureyşliler, beni dinleyin. Ebu Utbe (Ebu Leheb) de atalarının dininden
dönmüştür." Bu gürültüyü duyanlar Ebu Leheb'e geldiler ve işin alını
öğrenmek istediler. Ebu Leheb dedi ki: "Ben Abdül-Muttalib'in dinini terk
etmedim. Fakat şunu bilin ki, yeğenimi himaye edeceğim, zira artık onun hiçbir
velisi kalmamıştır." Kureyşli kabile reisleri, "vallahi, bu iyi bir
şeydir, akrabalara merhamet göstermek iyidir" diye cevap verdiler. Bundan
sonra birkaç gün Rasûlullah (a.s.) huzur ve emniyet içinde kaldı ve kimse
kendisini rahatsız etmedi. Nihayet, bir gün Ebu Cehl ile Ukbe bin Mu'ayt
aralarında anlaşarak Ebu Leheb'e geldiler ve dediler ki: "Yeğenine
sorsana, onun dedesi ve senin baban Abdulmuttalib, âhirette nereye
gidecek?" Ebu Leheb bu soruyu Rasûlullah (a.s.)'a yöneltti. Rasûlullah
(a.s.) dedi ki: "Kavmi nereye giderse o da oraya gidecektir." Ebu
Leheb, Rasûlullah (a.s.)'ın bu cevabını arkadaşlarına iletti. Onlar dediler
ki: "Bundan bir şey anladın mı, bu demektir ki baban Cehennem'e
girecektir." Ebu Leheb, gelip Hz. Nebi-yi Kerim'e sordu: "Ey
Muhammed, Abdulmuttalib Cehenneme mi gidecektir?" Rasûlullah (a.s.) dedi
ki: "Evet, Abdulmuttalib'in dinine bağlı olarak ölen diğer kimseler de
Cehennem'e gideceklerdir." Bunu duyan Ebu Leheb hiddetlendi ve "Tanrı
aşkına, ben her zaman senin düşmanın olacağım. Sence Abdulmuttalib Cehennem'de
yanacak ha?" dedi. Böylece, birkaç gün Hakk'ın destekçisi olan bu
Allah'sız ve Allah düşmanı özüne dönmüş oldu.
30.9.
RASÛLULLAH (A.S.)'IN HZ. SEVDE (R.A.) İLE EVLENMESİ
Hz. Hatice (r.a.)'nin vefatından
sonra ev işi önemli bir sorun olarak ortaya çıkmıştı. Evde, Rasûlullah (a.s.)’ın
yaşları küçük olan sadece iki kızı kalmışlardı. Hz. Ümm-ü Gülsüm ile Hz.
Fâtıma (r.a.); bunlara bakmak bir mesele olmuştu. Rasûlullah (a.s.) tebliğ
işleri için dışarıya gidince bu kızlar yapayalnız kalıyorlardı. Bu sebeple,
Rasûlullah (a.s.), Hz. Hatice'nin vefatından birkaç gün sonra, yaşlı bir kadın
olan çocuklara bakmak için uygun olan Hz. Sevde binti Zeme'a ile nikâh kıydı[7].
Bu hatun Beni Amir bin Lueyy'den olup, eski kocası Sekrân bin Amr'dı. Sekrân,
Hz. Sevde'nin amcası oğlu ve Süheyl bin Amr'ın kardeşiydi. Bu karı-koca çok
önceden müslüman olmuşlardı ve Habeşistan'a yapılan ikinci hicrete katılmışlardı.
Musa bin Ukbe ve Ebul-Ma'şer'in ifadesine göre Hz. Sekrân Habeşistan'da vefat
etmişti. Fakat, Muhammed bin İshâk ile Vakıdî diyorlar ki, Sekrân
Habeşistan'dan Mekke'ye döndükten sonra vefat etti[8].
İbni Sa'd'ın Vakıdi'ye dayanarak naklettiği rivayete göre, Rasûlullah (a.s.)
Hz. Sevde'ye evlilik için mesaj gönderince kendisi şöyle dedi: "Hakkımda
vereceğiniz her karar başımın üstündedir." Bunun üzerine Rasûlullah
(a.s.), ondan, nikâhlarını kıymak için bir kişi tayin etmesini istedi. Hz.
Sevde nikâh kıymak için Süheyl bin Amr'ın kardeşi olan ve çok eskiden
müslümanlığı kabul etmiş olan Hz. Hâtıb bin Amr bin Abd-i Şems'i tayin etti.
Hâtıb da nikâhı kıydı.
Muhtelif rivayetler gösteriyor ki,
Hz. Hatice (r.a.)'den sonra Rasûlullah (a.s.)'ın ikinci zevcesi bu hâtûndu ve
Hz. Ayşe'den önce Hz. Peygamber (a.s.)'in zevcesi oldu. İbni Abd il-Berr ise
Katâde, Ebu Ubeyd ve İmam Zührî'ye dayanarak aynı şeyi söylemiştir, İbni Sa'd
da bunu teyit etmiştir. İbni İshâk da Hz. Ali bin Hüseyin (İmam Zeyn
ul-Abidin)'e dayanarak Hz. Hatice'den sonra Rasûlullah (a.s.)'ın ikinci
karısının Hz. Sevde binti Zeme'a olduğunu kaydetmiştir.
30.10.
RASÛLULLAH (A.S.)'IN HZ. AYŞE (R.A.) İLE İZDİVACI
Fakat, İmam Ahmed, Taberânî, İbni
Cerir, Taberî ve Beyhakî bunun tam aksine, çok ayrıntılı bir rivayet
nakletmişlerdir. Bu rivayette şu bilgiler verilmiştir: Hazreti Hatice (r.a.)
öbür dünyaya intikal edince Hz. Osman bin Ma'zûn'un karısı Havle[9]
binti Hakis'üs-Sülemiyye, Rasûlullah (a.s.)'ın yanına geldi ve şöyle arz etti:
"Ya Rasûlullah, siz evlenecek misiniz?" Rasûlullah (a.s.)
"kiminle?" diye sordu. "Bakire de olabilir, dul da" dedi
Havle. Rasûlullah (a.s.), "bakire kimdir?" diye sordu. Hz. Havle,
"bütün İnsanlar arasında en çok sevdiğiniz kişi, yani Hz. Ebu Bekr'in
kızı, Hz. Ayşe." Daha sonra, Rasûlullah (a.s.), "Pekiyi, dul
kimdir?" diye sordu. Hz. Havle arz etti: "Size iman eden ve size
tabi olan Hz. Sevde binti Zeme'a." Rasûlullah (a.s.) kendisinin her
ikisine de gidip konuşmasını istedi.
Hz. Havle ilk önce Hz. Ebû Bekr'in
evine gitti ve zevcesi, Ümm-ü Ruman (r.a.)'a "Allah size nasıl da hayır ve
bereket ihsan etmiştir" dedi. Hz. Ümm-ü Ruman bunun ne demek olduğunu
sorunca, Hz. Havle dedi ki: "Rasûlullah beni Ayşe'yi istemek üzere size
göndermiştir." Ümm-ü Ruman dedi ki: "Ebu Bekr gelsin". Hz. Ebû
Bekr gelince Havle, ona da "Allah size nasıl da hayır ve bereket ihsan
etmiştir" dedi. Hz. Ebu Bekr "o da ne?" diye sordu. Hz. Havle,
Hz. Ayşe'yi Rasûlullah (a.s.)'ın izdivacına almak dileğinde olduğunu bildirdi.
Hz. Ebû Bekr, "Ayşe onun için caiz midir? O, onun yeğenidir?" dedi.
Hz. Havle bunu sormak için Rasûlullah (a.s.)'a gitti. Rasûlullah (a.s.)
"Ona de ki, o benim din kardeşimdir. Onun kızı benim için helâldir."
Hz. Havle bunu Hz. Ebu Bekr'e iletti. Hz. Ebu Bekr, "biraz bekle"
diyerek dışarıya çıktı. Ümm-ü Ruman, Hz. Havle'ye dedi ki: "Mut'im bin
Adiyy Ayşe'yi oğlu için istemişti ve Allah biliyor, Ebu Bekr hiçbir zaman
verdiği sözden dönmemiştir." Öte yandan, Hz. Ebu Bekr, Mut'im'in evine
gitti. Mut'im'in karısı Hz. Ebu Bekr'e dedi ki: "Ey Ebu Bekr, eğer biz
oğlumuzu senin kızınla evlendirirsek, korkarız ki onu da dininden
döndüreceksin." Hz. Ebu Bekr, Mut'im'in de aynı şekilde düşünüp
düşünmediğini sordu. Mut'im de aynı fikirde olduğunu söyledi. Hz. Ebu Bekr bu
cevabı aldıktan sonra evine döndü ve Mutim'e evlilikle ilgili verdiği vaad
yüzünden girdiği çıkmazdan Allah onu kurtardı. Hz. Ebu Bekr, Hz. Havle'ye dedi
ki: "Rasûlullah (a.s.)'ı evime getir." O Rasûlullah (a.s.)'ı oraya
getirdi. Hz. Ebu Bekr de kızını onunla evlendirdi. O sırada Hz. Ayşe'nin yaşı 6
idi.
Bundan sonra Havle, Hz. Sevde
binti Zeme'a'nın evine gitti ve kendisine "Allah sana nasıl hayır ve
bereket ihsan etmiştir?" dedi. Hz. Sevde bunun ne demek olduğunu sordu.
Havle dedi ki: "Rasûlullah (a.s.), evlilik teklifiyle beni sana
göndermiştir." Hz. Sevde dedi ki: "Bunu babama söyle". Babası
çok ihtiyar bir adamdı. Hz. Havle onunla konuştu, ona cahiliyye usulüne göre
selâm verdi ve dedi ki: "Muhammed bin Abdullah (a.s.) beni Sevde'yi sizden
istemek üzere göndermiştir." Babası dedi ki: "Bu teklif iyidir ve
ikisi iyi bir çift teşkil ederler. Fakat senin kız arkadaşın ne diyor?"
Havle dedi ki: "O da bu teklifi beğeniyor." Babası Hz. Sevde'yi
yanına çağırıp fikrini öğrenmek istedi ve o da evet dedi. Bunun üzerine o
Rasûlullah (a.s.)'ı çağırıp kızını onunla evlendirdi. Daha sonra, Hz. Sevde'nin
kardeşi Abd bin Zeme'a, hac yaptıktan sonra eve gelince kız kardeşinin
Rasûlullah (a.s.) ile evlendiğini duyduktan sonra yaygara kopardı ve başına
toprak attı ve saçlarını yoldu. Fakat Abd bin Zeme'a, bir müddet sonra müslüman
olunca bu çocuksu hareketinden hicap duymaya başladı.
30.10.1. Hz. Ayşe (r.a.) İle Nikâh'ın Tarihi
Yukarıdaki rivayet gösteriyor ki,
Rasûlullah (a.s.) Hz. Ayşe ile, Hz. Sevde'den daha önce evlendi; ayrıca bu
evlilik Şevval, H.Ö. 3. yılında olduğu için Hz. Ayşe'nin yaşı 6 idi. Bu
demektir ki, hicret sırasında Hz. Ayşe 9 ve Şevval H.S. 2 yılında baba evinden
koca evine geldiği zaman 11 yaşında idi. Halbuki, bütün rivayetlere göre Hz.
Ayşe nikâhı sırasında 6 yaşında ve koca evine geldiği zaman 9 yaşında idi. Bu
tenakuzu ortadan kaldırmak için bazı ulemâ şu açıklamada bulunmuşlardır: Hz.
Ayşe (r.a.) hicretten 7 ay sonra koca evine gitti. Hâfız İbni Hacer bu rivâyeti
benimsemiştir. Ancak İmam Nevevî, "Tehzib'ul-Esmâ ve'l-Lugât"da ve
Hâfız İbni Kesir "el-Bidâye"de ve Allâme Kastallânî,
"Mevâhib'ul-Ledünniyye"de Hz. Ayşe'nin kesinlikle H.S. 2'de koca
evine gittiğini yazmışlardır. Hâfız Bedreddin Aynî, "Umdet'ul-Kâri"de
Rasûlullah (a.s.) Bedir savaşından döndükten sonra Şevval H.S. 2'de Ayşe'nin
onun yanına gittiğini ifade etmiştir. Hem İmam Nevevî, hem Allâme Ayni, Hz.
Ayşe'nin hicretten 7 ay sonra koca evine gittiği rivâyetinin asılsız olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Bundan sonra aklımıza gelen bir soru da "madem ki,
Hz. Ayşe H.S. 2'de koca evine gitmiştir, o zaman nikâh tarihi nedir?"
şeklinde ortaya çıkıyor. Yani Ayşe'nin nikâh sırasında 6 yaşında ve zifaf
sırasında 9 yaşında olduğu yolundaki rivâyeti tarihî hakikatlere nasıl
uydurmalıyız? Bunun cevabını Buhârî'de yer alan Hz. Urve bin Zübeyr'in
naklettiği hadiste bulabiliriz. Bu hadiste Urve diyor ki, hicretten üç yıl
önce Hz. Hatice (r.a.) vefat etti ve Rasûlullah yaklaşık iki yıl bekledikten
sonra Hz. Ayşe ile evlendi. O sırada Hz. Ayşe'nin yaşı 6 idi, daha sonra 9 yaşında
iken koca evine gitti. Bu hadisi değerlendirdiğimizde hesabın denk geldiğini
görürüz. Yani, Hz. Ayşe 6 yaşında iken hicretten takriben 1 sene evvel nikâhı
kıyıldı ve zifafı hicretten sonra 2 yılında oldu. Hz. Urve'nin bu rivâyeti
"mürsel"dir, ancak Hâfız İbni Hacer diyor ki, Urve bu tür rivayetleri
Hz. Ayşe (r.a.)'den[10]
dinleyerek naklettiği için buna "muttasıl" denebilir.
30.10.2. Hz. Ayşe (r.a.)'nin Nikâhı Üzerine İtirazlar
Burada Hz. Ayşe'nin nikâhından söz
açılmışken, Rasûlullah (a.s.)’ın bu evliliğine yapılan itirazlara cevap
vermemiz sanırız daha uygun olacaktır. Bazıları şöyle der: 54-55 yaşında iken
9 yaşındaki bir çocukla evlenmek ve Kur'an-ı Kerim açısından başka biriyle
evlenmesine imkân bırakmayacak şekilde, onu 18 yaşında dul bırakmak, bir zulüm
değil midir? Böylesine yaşı ilerlemiş bir kişinin bu kadar küçük bir kızla
evlenmesi hâşâ sübyancılık, seks düşkünlüğü veya şehvet düşkünlüğünün bir
örneği değil midir? Dokuz yaşındaki bir kız çocuğuna izdivaç ve ev işlerini yüklemek
günah değil midir?
Maalesef, bu tür anlaşmazlıklar ve
itirazlar, Rasûlullah (a.s.)'ın Hz. Ayşe ile evliliğinin, normal bir erkek ile
kadın arâsındaki evliliğe benzetilmesinden doğmaktadır. Halbuki, burada durum
bambaşka idi. Bu alelade bir izdivaç veya nikâh değildi. Hazreti Muhammed,
Allah’ın peygamberi idi ve büyük bir görev ile dünyaya gönderilmişti.
Hayatının gayesi, dünyada geniş kapsamlı, kalıcı bir devrim yapmaktı. Hz. Ayşe
olağanüstü meziyet ve kabiliyetleri haiz bir hatundu. Onun bütün zihinsel gücü
yeni bir devrimci toplumun oluşturulmasında kullanılarak büyük basan
kazanılabilirdi. Gerçekten de Hz. Ayşe, Rasûlullah (a.s.), ile birlikte
öylesine büyük işler başardı ki, diğer ezvâc-ı mütehherât bunları
yapamazlardı. Hatta, şunu hiç çekinmeden söyleyebilire ki; dünyada hiçbir
peygamberin veya liderin zevcesi hiçbir zaman Hz. Ayşe kadar uyumlu, enerjik,
dinamik ve kararlı bir şekilde çalışamamış ve eşine bu kadar yardımda
bulunamamıştır. Hz. Ayşe'nin çocukken bu Allah vergisi meziyet ve
kabiliyetlerini gayet tabii ki, Cenab-ı Hak'tan başka kimse bilemezdi. Onun
için Cenabı Allah, Hz. Peygamber (a.s.)'e refakat için ondan başkasını
seçmedi. Buhârî, "Bab-ı Tezvic-i Ayşe"de Rasûlullah (a.s.)'ın şöyle
dediği kaydedilmiştir: "Rüyamda sen bana iki defa gösterildin ve senin
benim zevcem olduğun buyuruldu." Tirmizî, "Ebvâb-ul Menâkıb"da
şöyle denilmiştir: Cebrail, Rasûlullah (a.s.)'a Hz. Ayşe'nin resmini yeşil ipek
kumaşı üzerinde getirdi ve dedi ki: "bu kız dünyada ve âhirette refikanız
olacaktır". Demek ki bu seçim Hz. Rasûlullah (a.s.)'ın değil, bizzat
Cenab-ı Allah'ındı.
Bu hususta Hazreti Peygamber
(a.s.)'e seks düşkünlüğü ve şehvet düşkünlüğü gibi iftiralarda bulunanlar kendi
vicdanlarına sorsunlar; ömrünün baharında, yani 25 yaşında bir genç iken
kendisinden 15 yaş büyük olan bir kadınla evlenen, 50 yaşına kadar kendisine
sadık kalan ve başka bir kadına bakmayan bir kişi şehvet düşkünü müdür? Bu aynı
kişi, ilk karısından sonra yine yaşlı bir hanımla evlenmiş ve dört-beş yıl
buna kâni olmuştur. Seks düşkünlüğü bu mudur? Şayet Hazreti Peygamber (a.s.)
sekse ve kadınlara düşkün olsaydı, kendi nefsi ve zevki için cemiyetin en genç
ve en güzel kadınlarını kendisine eş olarak seçebilirdi. Cemiyette kendisi o
kadar seviliyor ve sayılıyordu ki, bu gibi arzu ve isteklerde bulunduğu
takdirde bütün aileler ve ana-babalar kendi kızlarını onunla evlendirmekten
memnuniyet duyarlardı. Bundan sonra da Rasûlullah (a.s.) sadece biri hariç, hep
dul ve daha önce evlenmiş ve boşanmış kadınlarla evlenmiştir. Gerçek şu ki, bu
gibi itiraz ve iftiralarda bulunanların kendi kafa ve zihniyetleri pislik
doludur ve onlar bu izdivaçlardan seks veya şehvetin dışında başka bir amaç ve
hedef çıkarmaya çalışmıyorlar. Rasûlullah (a.s.)'ın zevceleri aslında onun
Allah yolunda verdiği mücadele ve yeni bir toplumun yaratılmasında kendisine
yardımcı olan hayat arkadaşlarından başka bir şey değillerdi.
Büyük yaş farkına ve
"zulüm" ve "günah" yapıldığı gibi itirazlara gelince,
itiraz edenler sadece yaşlı bir insanın 9 yaşındaki bir kız çocuğuyla evlendiğini
ve onu 18 yaşında dul bıraktığını düşünürler. Onlar bu genç kızın hayatının
heba olduğunu, zira ikinci bir evliliğe imkân olmadığı için hayatı boyunca dul
kaldığını sanırlar. Halbuki, bu İnsanlar görüş açılarını biraz genişletse,
büyük bir ideal uğruna yüzlerce ve hatta binlerce insanın hayatlarının feda
olunduğunun bir tabiat kanunu olduğunu göreceklerdir. Hazreti Peygamber (a.s.)
Allah'ın emri üzerine zaman ve mekân sınırlarının ötesinde ve belli bir
memleket ve millet için değil, bütün dünya ve insanlık için mükemmel bir nizam
tesis etmeye çalışıyordu ve bunda genç . bir kızın gençliği ve güzelliği feda
olunmuşsa bu çok büyük bir "zulüm" ve "günah" mıdır? Ayrıca
bu büyük ve meziyetli hatun sadece gençliğinden ve güzelliğinden feragat ve
fedakârlık etmek zorunda kaldı; dünyanın diğer nimetlerinden mahrum kalmadı.
Diğer tarafta, onun olağanüstü zekâsına, kabiliyetine, sosyal ve siyasi
çalışmalarına bakın. Yeni İslâm toplumunun oluşumunda, o ne büyük katkılarda
bulunmuştur ve müslüman erkek ve kadınlarla birlikte İslâmî nizamın binasını
nasıl sağlam temellere bina etmiştir? Edeb, ahlâk ve fazilet ile Kur'an ve
hadis ilminin yayılmasında en büyük hizmetlerde bulunmuştur? Hadis ilmini
incelemiş olan bir kişi diyebilir ki, din bilgisi ve fıkıh ile ilgili Hz.
Ayşe'nin çaba ve hizmetlerine Nübüvvet devrinin kadınları şöyle dursun, ne
muhteşem erkeklerinin bile varması mümkün değildir. Şayet, Hz. Ayşe,
Rasûlullah (a.s.)'ın nikâhlı refikası olmasaydı ve onun yanında yetişme imkânı
bulmasaydı, İslâm din bilgisi hazinesinin büyük bir bölümü daha sonraki devrin
müslümanlarına ulaşamazdı. Sadece Hz. Ayşe (r.a.)'den 2210 hadis rivayet
olunmuştur. Hz. Ayşe hadisleri rivayet etmekle yetinmedi. Kendisi aynı zamanda
hatırı sayılır bir fâkihe, müfessire, müctehide ve müftiye idi. Hz. Ayşe
ittifakla müslüman kadınların en bilgili fakihesi kabul edilmiştir. En büyük
sahabeler ondan fıkıh meselelerini öğrenirlerdi. Hatta, Hz. Ömer ve Hz. Osman
da bazen Hz. Ayşe'nin fikrine müracaat ederlerdi. Hz. Ayşe, Medine'nin en güvenilir
ulemâ ve müftilerinden biri sayılır. Bunca toplumsal yararların yanında küçük
bir kişisel zararın ne önemi vardır? Ne gariptir ki, bu gibi itirazların çoğu
Hıristiyanlardan geliyor. O Hıristiyanlar ki, dinlerinde, insanların iyiliği ve
mutluluğu için din adamları ve rahipler ile-rahibelerin mücerret hayat
yaşaması, izdivaçtan ve çoluk-çocuktan kaçınması en büyük ve mecburi
özelliklerden biri sayılıyor.
Burada Hz. Ayşe (r.a.)'nin dokuz
yaşında zifaf gecesinde Hz. Peygamber (a.s.) ile buluştuğuna itiraz edenlere
de bir çift sözümüz vardır. Bu itiraz edenler İslâmiyet'in bir fıtrat dini
olduğunu unutuyorlar. Fıtrata göre bir kız bu yaşta iyice gelişmiş ve bülûğa
erişmişse, kocası ile ilişki kurması caiz, meşru ve makuldur. Ancak tabiata ve
tabiat kanunlarına aykırı olan bir toplum ya da yasa, nikâh ve zifaf için
belli bir yaş haddi koyabilir. Gördüğümüz odur ki Batılı medeni ve modern
dediğimiz toplumlarda meşru evlilik ve kadın-erkek ilişkileri için yaş haddi,
kısıtlama söz konusu olmuyor. Bu sözde ileri toplumlarda meşru izdivaç için yaş
haddi varken evlilik öncesi çocuk yaşındaki erkek ve kız çocukları arasında cinsel
ilişki mubah görülüyor ve bugün bu toplumlarda 9-10 yaşında çocukların
serbestçe cinsel ilişkide bulundukları bir gerçektir. Ne tuhaftır ki, bu gayri
meşru ve günah dolu ilişkilerin sonunda evlenmemiş bir kız hamile kalınca bütün
toplumun sempatisini kazanıyor ve hatta doğan bebeğin bakımı için de özel
çabalar gösteriliyor! Bu durumlarda ne genç kızlar ne de erkekler hor görülüyor.
Böylesine aşağılık, kokuşmuş ve rezil ahlâk kurallarına sahip olanlar acaba ne
yüzle İslâmın izdivaç kanunlarına dil uzatıyorlar. İslâm diyor ki, bedenen ve
ruhen gelişmiş ve bülûğ çağına erişmiş olan kız ve erkekler arasında evlilik
caizdir, bunun için bir yaş tahdidi yoktur. Yaş tahdidi koymak; meşru evliliği
geciktirmek, gayri meşrû cinsel ilişkilere davetiye çıkarmaktan başka bir şey
değildir.
Bu kısa ama gerekli bahisten sonra
isterseniz biz gene asıl mevzumuza dönelim.
Rasûlullah (a.s.) ailevi
meselelerini hallettikten sonra, Belazuri ve İbni Sa'd'ın rivâyetine göre
Şevval 10. Bi'set'in sonunda Mekke'nin 50 mil doğusunda bulunan Taife hareket
etti. Yolculuğun maksadı İslâmi daveti Mekke'nin dışına taşımaktı. Zira
Rasûlullah (a.s.) artık Mekkeli Kureyş'ten ümidini kesmişti. Mekkeli kâfir ve
müşrikler Rasûlullah (a.s.)'ı bıktırmışlardı ve tebliğ işini tamamıyla
tıkamışlardı. Rasûlullah (a.s.) istiyordu ki, Taifliler de İslâmiyet'in ne
olduğunu bilsinler. Rasûlullah (a.s.) en azından Taif in en güçlü kabilesi Beni
Sakif i kendi lehine çevirerek onlara sığınmak ve oradan İslâmi tebliğe devam
etmek arzusundaydı. İbni Sa'd'ın Cubeyr bin Mut'im bin Adiyy'e dayanarak
naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.)'e bu yolculuk sırasında Hz. Zeyd
bin Hâris de refakat etmişti. İbni Kuteybe ile Belazuri de aynı ifadede
bulunuyorlar. Ama Musa bin Ukbe ile İbni İshâk Rasûlullah (a.s.)'ın tek başına
Taife gittiğini yazmışlardır. Hz. Peygamber bu yolculuğu yürüyerek yaptı ve
hiçbir binek havyanı kullanmadı. İbni Sa'd'in ifadesine göre Hz. Peygamber
(a.s.) Taifte 10 gün kaldı. Ancak Hâfız Sehâvi, Hz. Peygamber'in 20 gün
Taiflilere vaaz ve telkinde bulunduğunu kaydetmiştir. Sehâvi, ayrıca Hz.
Peygamber'in 10 gün Abdi Yâlil ile buluştuktan sonra orada kaldığını
açıklamıştır. İbni Kuteybe de Taifte kalış müddetini bir ay olarak göstermiştir.
30.11.1. Tabilerin Rasûlullah (a.s.)'a Büyük Zulüm ve
İşkence Yapmaları
İbni İshâk ve Vakıdi vb.'nin
ifadelerine göre Taifte kabile reisliği Amr bin Ümeyr bin Avfın üç oğlu Abdi
Yâlil, Mes'ud ve Habib'in ellerinde idi ve bunlardan birinin evinde Kureyşli
bir kadın Safiyye binti Ma'mer Cumahi vardı. Rasûlullah (a.s.) bunlarla görüştü
ve bunları İslâma davet etti. Rasûlullah (a.s.) kendilerine şöyle dedi:
"Ben size geldim ki, İslâmî tebliğde bana yardımcı olasınız ve bana
muhalefet etmekte olan, benim milletime karşı beni destekleyesiniz."
Bunlardan biri dedi ki: "Eğer Allah seni Rasûl yapmışsa ben Kâ'be'nin
perdelerini yırtarım." Diğeri şöyle dedi: "Yahu, Allah senden başka
bir Rasûl bulamadı mı?" Üçüncüsü dedi ki: "Ben seninle hiç
konuşmayacağım. Zira eğer sen gerçekten Allah'ın Rasûlüysen, benim cevabıma
muhtaç değilsin ve eğer sen Allah'ın adını anarak yalan söylüyorsan, sen cevap
verilmeye lâyık değilsin." Peygamber (a.s.) bu hezeyanları dinledikten
sonra onlardan hiçbir hayır beklenemeyeceği kanısına vardı ve oradan ayrıldı.
Ayrılırken de şunları söyledi: "Bana nasıl muamele ettinizse ettiniz;
sizden rica ediyorum, aramızdakiler burada kalsın." Rasûlullah (a.s.)'ın
bunu demesinin maksadı, Kureyşlilerin bunu duyup da cesaretlenmesine imkân
vermemekti. Ne var ki, bu Taifli reisler çok adi idiler ve tam aksini yaptılar.
Bunlar Rasûlullah (a.s.)'ın peşine sokak serserilerini, avare kişileri ve
köleleri taktılar ki, her gittiği yerde aleyhinde propaganda yapsınlar. Bu
mel'unlar bağıra bağıra küfretmeye, alaylı sözler söylemeye başladılar. Bu
gürültü-patırtı sebebiyle Rasûlullah (a.s.)'ın etrafında büyük bir kalabalık
toplandı ve bu kalabalık içinde Rasûlullah (a.s.), Utbe bin Rebî'a ile Şeybe
bin Rebî'a'ya ait olan bir ağaçlığın duvarına kadar sürüklendi.
İbn Sa'd'in Vakıdi'ye dayanarak
naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.) Taifte Beni Sakif in zengin ve
reislerinden her birine gitti, ama kimseden müsbet cevap alamadı. Hatta bu
reisler ve soylular kendi gençlerinin Rasûlullah (a.s.) tarafından
"saptırılacağından" korktular. Bu sebeple Rasûlullah (a.s.)'a rest
çektiler: "Ey Muhammed, sen şehrimizden git ve açık arazide hangi
arkadaşın varsa onunla buluş." Bu alçaklar daha sonra sokak serserilerini
kışkırtıp Hazreti Peygamber efendimiz (a.s.)'in peşine taktılar. Bu serseriler
yine küfrettiler, gürültü yaptılar ve milleti etrafında topladılar. Musa bin
Ukbe diyor ki, bu hayasızlar daha sonra ellerine taş alarak Rasûlullah (a.s.)’ın
diz ve topuklarına nişan alarak atmaya başladılar. Bu Allahsızlar, sokağın iki
tarafında saf oluşturmuş, Rasûlullah (a.s.)'ı taşlıyorlardı. Ta ki Rasûlullah
(a.s.)'ın ayakkabıları akan kanla doldu. Süleyman et-Teymî diyor ki, Rasûlullah
(a.s.) taşlara hedef olduktan sonra acı içinde kıvranırken, birkaç defa
yıkıldı, ama bu gaddar kişiler her defasında onu ayağa kaldırarak taşlamaya
devam ettiler. Bu hayvanlar, Rasûlullah (a.s.)'ın yürümesine ve oradan
ayrılmasına da imkân bırakmamışlardı. Vâkıdî'nin rivâyetine göre Hz. Zeyd,
Rasûlullah (a.s.)'ı kurtarmak için siper oldu ve o da şiddetle taşlandı, öyle
ki başı yarıldı.
30.11.2. Hz. Peygamber (a.s.)'in Acı Dolu Duası
Hz. Peygamber (a.s.) zar-zor Taif
in dışına çıkmayı başardı. Şehrin hududlarının dışına çıkınca Taifli serseriler
de peşini bıraktılar. Hz. Peygamber (a.s.) ağır yaralı idi ve acılar içinde
kıvranıyordu. Bu vaziyette Ukbe ve Şeybe'nin ağaçlığının duvarına yaslanarak
bir üzüm ağacının altında oturdu, içi kan ağlıyordu ve o an ellerini Rabbine
açarak acı dolu bir dua etti. Bu duanın sözleri Taberânî'nin
"Kitâ'üd-Dua" ve "Mu'cem-i Kebir'inde, İbni Hişâm'ın
"Siyer'inde İbni İshâk'a dayanarak, Taberî'nin "Tarih"inde,
İbn-ul-Kayyım'ın "Zad-ul Meâd"ında ve Hâfız İbni Kesir'in
"el-Bidâye"sinde yer almıştır; ki şöyledir:
"Ya Rab! Kimsesizliğimi,
çaresizliğimi ve başkalarının gözlerinde küçük düşürüldüğümü sana şekva ve
şikâyet ediyorum. Ey Rahim ve Rahmân! Sen bütün zayıfların Rabbisin ve benim de
Rabbim sensin. Sen beni kime teslim ediyorsun? Bana kaba ve sert davranan
yabancılara mı? Ya da bana galip gelme gücünü verdiğin bir düşmanıma mı? Eğer
sen bana dargın değilsen, bütün eziyet ve işkenceler bana hiç gelir. Fakat
senin mağfiretin bana nasip olursa ben daha da ferahlayacağım. Ben, karanlıkta
aydınlık yaratan ve dünya ile âhiret işlerini düzelten Senin varlığının nuruna
sığınıyorum. Ya Rabbi. Senin gazabın ve öfken bana gelmeden önce beni kurtar.
Ben senin rızana tabiyim, tâ ki sen benden razı olana kadar. Senden başka bir
kuvvet ve kudret yoktur."
30.11.3. Rasûlullah (a.s.)'in Merhameti
Buhârî, "Bid-ul Halk, Zikr-ul
Melâike"de, Müslim, "Meğâzi"de ve Nesâî, "Bü'ûs"ta,
Hz. Ayşe'nin bir rivâyetini nakletmişlerdir. Buna göre Hz. Ayşe, Rasûlullah
(a.s.)'a sordu: "Siz Uhud savaşından sonra acı bir tecrübe geçirdiniz
mi?" Buna cevap olarak Rasûlullah (a.s.) Taif te başına gelenleri anlattı
ve şöyle devam etti: "Ben acı ve üzüntü içinde bir tarafa yürüdüm. Henüz
ne yapacağıma karar vermemişken kendimi birden bire Kam-üs Se'âlib[11]
mevkiinde buldum. Yukarıya baktığımda bir bulutun beni gölgelediğini gördüm.
Daha sonra bu bulutun içinde Cebrail'i gördüm. Cebrail bana şöyle seslendi:
'Kavminizin size söylediklerini ve size verdiği cevabı Allah işitmiştir.
Dağlara hakim olan bu meleği Allah size göndermiştir. Ona istediğiniz emri
verebilirsiniz.' Dağlara hâkim olan melek bana döndü ve selam verdi. Sonra
şöyle dedi: 'Ben dağların meleğiyim. Rabbiniz beni size, istediğiniz emri
vermeniz için göndermiştir' (Müslim'de yar alan rivâyetin sözleri böyledir.
Taberânî'de 'istediğiniz emri verebilirsiniz' yazılıdır. Buhârî'de ise 'Ey
Muhammed, ne yapmak isterseniz, elinizdedir' kaydedilmiştir), 'isterseniz ben
onları (Kureyşlileri) Mekke'nin iki dağı (Ebu Kubeys ile Ku'aykı'ân) ile örtebilirim'[12].
Rasûlullah (a.s.) şu cevabı verdi: "Hayır, ben ümit ediyorum ki onların soyundan
Allah, tek ve ortağı olmayan Allah'a ibadet eden nesiller çıkaracaktır."
30.11.4. Hıristiyan Addâs'ın İslâmı Kabul Etmesi
İbni Hişâm'ın İbni İshâk'a
dayanarak naklettiği rivayete göre Hz. Peygamber (a.s.) yara ve bereler içinde
Utbe ve Şeybe'nin çiftliğinin duvarına yaslanarak bir üzüm ağacının altında
otururken Kureyşli bu iki kabile reisi gayrete geldiler ve hemşehrisine
yapılan kötü muamele yüzünden öfke ve utanç duydular. Rivayete göre Taifli
reislerin evlerinde kalan Beni Cumahlı Kureyşli kadın da Rasûlullah (a.s.) ile
görüştü ve Rasûlullah (a.s.) kendisine şöyle dedi: "Gördün mü şu Taifli
akrabaların, bana ne yaptılar?" 'Utbe ile Şeybe ise Hıristiyan olan köleleri
Addâs'a dediler ki; "al şu üzüm salkımını tabağa koy ve ağacın altında
oturan adama götür." Köle, tabağı Rasûlullah (a.s.)'a götürdü ve üzümleri
yemesini istedi. Rasûlullah (a.s.) besmele ile üzüm yemeye başladı. Besmeleyi
duyan Addâs, "vallahi bu memlekette bu sözleri söyleyen başka kimse
yoktur" dedi. Rasûlullah (a.s.) kendisine nereli olduğunu ve dininin ne
olduğunu sordu. Addâs "ben Hıristiyan’ım ve Ninova'lıyım" dedi.
Rasûlullah (a.s.) buyurdu: "Sen, sâlih insan Yunus bin Matta'nın hemşerisi
misin?" Addâs, "siz onu nereden tanıyorsunuz?" diye sordu[13].
Rasûlullah (a.s.) dedi ki: "O benim kardeşimdir. O da peygamberdi, ben de
peygamberim". Bunu duyunca Addâs Hz. Peygamber (a.s.)'e eğilerek başını,
elini ve ayaklarını öptü. Süleyman et-Teymî, siyer kitabında şunları
yazmıştır: Addâs "sizin Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğunuza şehâdet
ediyorum" dedi. Rebi'a'nın oğulları bu manzarayı görünce aralarında
dediler ki: "Al işte, bu adam bizim kölemizi de elimizden aldı."
Addâs efendilerine geri gelince onlar şöyle dedi: "Ulan, sana ne oldu? O
adamın başını, elini ve ayaklarını öpmeye başladın?" Addâs şu cevabı
verdi: "Efendiler, vallahi bütün yeryüzünde ondan daha iyi bir insan
yoktur. O, bana öyle bir şeyden haber verdi ki, bunu ancak bir peygamber
yapabilir." Onlar kendisine şöyle dediler: "Addâs, kendi dininden
dönme. Senin dinin onun dininden dâha iyidir."
30.11.5. Cinlerin Kur'an-ı Kerim'i Dinlemeleri
Rasûlullah (a.s.) Taiften Mekke'ye
dönüş sırasında birkaç gün Nahle mevkiinde kaldı. Mekke'ye girip girmemekte
tereddüt ediyordu. Biliyordu ki, Taif'te başına gelen felâketin haberi orman
yangını gibi Mekke'ye varmıştı. Kâfirlerin kendisine daha acımasızca ve
alçakça davranacağından endişe ediyordu, işte, bocalama döneminde bir gece
namazda Kur'an-ı Kerim okurken cinlerin bir grubu yanından geçti. Cinler,
Kur'an'ı dinleyip müslüman oldular. Sonra geri dönüp kendi hemcinsleri arasında
İslam dinini tebliğ etmeye başladılar. Cenab-ı Allah bunun haberini Rasûlullah
(a.s.)'a verdi ve dedi ki: "İnsanlar davetinden kaçabilirler ama, cinler
sana tabi olmuşlardır ve İslam'ı hemcinsleri arasında yayıyorlar". (Bk.
Ahkâf sûresinin 29-32, ayetleri)
Cinlerin gelişi ve Kur'an-ı
Kerim'i dinlemeleriyle ilgili rivayetleri nakleden Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz.
Zübeyr, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Hasan Basri, Sa'id bin Cubeyr, Zirr bin
Hubeyş, Mücâhid, Hz. İkrime ve diğer pek çok râvi bu olayın Nahle'de cereyan
ettiğinde ittifak etmişlerdir. İbni İshâk ile Ebu Nu'aym İsfahani ve Vakıdi
diyorlar ki bu vak'a, Rasûlullah (a.s.) Taiften eli boş Mekke'ye dönerken vuku
bulmuştu. Yolda gece Nahle'de kalmıştı. Orada yatsı, sabah veya teheccüt namazı
sırasında Rasûlullah (a.s.) Kur'an-ı Kerim okurken cinlerin bir grubu oradan
geçti ve Kur'an-ı Kerim dinlemeye başladı. Bununla beraber, bütün rivayetlerde
cinlerin gözükmediği ve Rasûlullah (a.s.)'ın onların gelişinden haberdar
olmadığı, ancak daha sonra, Cenab-ı Allah’ın, vahiyle bu olaydan kendisini
haberdar ettiği kaydedilmiştir.
Olayın asıl geçtiği yer ya
Ez-Zeyme ya da Es-Seyl-ul Kebir'di. Bu iki yer de Nahle vadisinde bulunuyordu
ve her iki yerde de su ve yeşillik vardı. Taiften gelenler geceyi umumiyetle
burada geçirirler.
Cinlerin, Rasûlullah (a.s.)'ın
ağzından dinledikleri sûre, Rahman suresiydi. Bezzâr, İbni Cerir, İbn ul-Münzir,
Dâre-Kutni, İbni Merdûye ve Hatib (Tarih'inde)'in Hz. Abdullah bin Ömer'den
naklettikleri rivayete göre bir defasında Rasûlullah (a.s.) Rahmân sûresini
tilavet etti, ya da huzurunda başka birisi okudu. Daha sonra, Rasûlullah
(a.s.) yanındakilere dedi ki: "Sizden cinlerin Rablerine verdikleri cevap
kadar iyi bir cevap almıyorum." Cinlerin Rablerine ne cevap verdikleri
sorulduğunda Rasûlullah (a.s.) dedi ki: "Ben Allah'ın buyruğu olan 'o
halde, Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?'! okurken, cinler de
'Biz Allah'ın hiçbir nimetini inkâr edemeyiz' diyorlardı." Benzeri bir
rivayet Tirmizî, Hakim ve Hafız Ebu Bekr Bezzar, Hz. Cabir bin Abdullah (r.a.)a
atfen nakletmişlerdir. Bu rivayet şöyledir: Rahman suresinin okunuşu sırasında
herkes suskun iken, Hz. Peygamber buyurdu: "Ben bu sûreyi, Kur'an dinlemek
için toplanan cinlere o gece okumuştum. Onlar bunun cevabını sizden daha iyi
veriyorlardı. Ve ben Allah'ın buyruğu olan, "ey cinler ve İnsanlar,
Rabbinizin hangi nimetlerini inkâr edebilirsiniz?"; okuduğumda, cinler
dedi ki: "Ya Rab, biz hiçbir nimetini inkâr etmiyoruz. Bütün övgüler senin
içindir."
30.11.6. Dönüşte Rasûlullah (as)'ın Mekke'ye Girişi
İbni Sa'd'ın Vakıdi'ye istinaden
naklettiği rivayete göre Rasûlullah (a.s.) Nahle'den Mekke'ye dönme niyetinde
iken Hz. Zeyd bin Hârise, kendisine şöyle dedi: "Siz oraya nasıl
dönebilirsiniz? Zira Kureyş, sizi Mekke'den çıkarmıştır." Rasûlullah
(a.s.) dedi ki: "Ey Zeyd, Allah şimdi, içinde bulunduğumuz şartlardan
çıkmamız için mutlaka bir yol gösterecektir. O kendi dininin hâmisi ve
yardımcısıdır ve kendi peygamberini galip kılacaktır." Bundan sonraki
olayları Vakıdi kısaltmıştır, ama İbni İshâk bunu etraflıca anlatmıştır. İbni
İshâk diyor ki, Rasûlullah (a.s.) Hira dağına vardıktan sonra Ahnes bin
Şerik'in himayesine girmek için ona Abdullah bin Ureykıt[14]'ı
gönderdi. Ahnes bin Şerik dedi ki: "Ben Kureyş'in müttefiklerinden biriyim
ve müttefik bir kişiyi himayem altına alamam"[15].
Bunun üzerine Rasûlullah (a.s.), İbni Ureykıt'ı, Süheyl bin Amr'ın yanına
yolladı. Süheyl dedi ki: "Ben Rasûlullah (a.s.)'a Beni Amir bin Lueyy Beni
Ka'b'a karşı eman veremem". Bundan sonra Rasûlullah (a.s.) o adamı, Beni
Abdi Menafin bir kolu olan Beni Nevfel'in ileri gelenlerinden Mut'im bin
Adiyy'e gönderdi. Ureykıt ona gidip dedi ki: "Muhammed (a.s.) senden eman
istiyor ki, Rabbinin talimatını halka duyurabilsin." Mut'im, Rasûlullah
(a.s.)'a eman vereceğini ve dolayısıyla onun Mekke'ye gelmesini söyledi.
Böylece Rasûlullah (a.s.) Mut'im'in evine gitti ve geceyi orada geçirdi. Sabah
olunca Mut'im'in 6-7 oğlu, Rasûlullah (a.s.)'ı yanlarına alıp silahlarıyla
birlikte Harem'e vardılar ve Rasûlullah (a.s.)'tan Kâ'be'yi tavaf etmesini
istediler. Tavaf sırasında bu gençler, Rasûlullah (a.s.)'ı korumak için nöbet
tuttular. Ebu Süfyan (Taberî'nin rivâyetine göre, Ebu Cehl) kendilerine şöyle
bir soru yöneltti: "Siz onu himaye mi ediyorsunuz, yoksa onun dinine mi
girdiniz?" Mut'im dedi ki: "Hayır biz onu himaye edenlerdeniz".
Ebu Süfyan dedi ki: "Senin himayene halel gelmez. Sen kimi himaye ettinse
biz de onu himaye ettik."
Mut'im bin Adiyy'in işte bu
iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah (a.s.) Bedir savaşında esir düşen
Kureyşlilerle ilgili olarak şunları söylemişti: "Eğer Mut'im hayatta
olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest bırakılmasını istemiş olsaydı,
ben onun hatırı için bunları serbest bırakırdım." (Buhârî, Ebû Dâvûd,
Müsned-i Ahmed).
[1]
Bu olayın asıl râvîsinin Hz. Amr bin el-As olduğu, Hz. Abdullah'ın muhtemelen
babasından duyarak naklettiği anlaşılıyor. Zira, Hz. Abdullah bin Amr H. 65'te
vefat etti. Vefatı sırasında 72 yaşındaydı. Buna göre hesap yaptığımızda
kendisinin bu olayın görgü tanığı olmadığı, zira doğumunun Hicret'ten sadece 7
yıl önce yani, Bi'set'ten sonra 6. yılda olduğu ortaya çıkıyor.
[2]
İbn Sa'd, Hz. Abdullah bin Ömer'in o sıralarda 6 yaşında olduğunu ifade
ettiğini belirtmiştir. Hâfız İbni Hacer ise, "Feth ul-Bârî"de, o
zaman Hz. Abdullah'ın 5 yaşında olduğunu kaydetmiştir.
[3]
İbn Abd-il-Berr kendi "Siret'inde bu rivâyeti Mûsâ bin Ukbe'nin dışında
Muhammed bin Abdurrahman Ebul-Esved ve Ya'kub bin Hamîd bin Kâsib'e de
dayanarak nakletmiştir.
[4]
Şi'b, tepe demektir. Şi’b-i Ebî Tâlib, Ebû Kubeys dağının tepelerinden biriydi.
Ebû Tâlib ve ailesi buraya sığınmışlardı. Günümüzde bunun adı Şi'b-i Ali'dir.
Buna ayrıca Sûk-ul Leyl de denilir.
[5]
İbn Abd-il-Berr, Mûsâ bin Ukbe'ye dayanarak İmam Zührî'nin şu garip rivâyetini
nakletmiştir: Şi'b-i Ebî Tâlib'de Hâşim ve Muttalib aileleri mahsur kaldıktan
sonra Hz. Peygamber (a.s.) mazlum müslümanların Habeşistan'a hicret etmelerini
istedi. Halbuki, bu ifade gerçeklere aykırıdır.
[6]
Bu şahsın asıl ismi Hâris bin Kays bin Adiyy-üs-Sehmî idi. Kays bin Adiyy'nin
karısı, Benî Mürre'nin cadısı (kâhine) idi, adı Gaytale idi. Bu sebeple bütün
evlâtları "Ğayâtıle" olarak biliniyor.
[7]
İbni Sa'd, Vâkıdiye dayanarak nikâhın Ramazan, Bi'set'ten sonra 10. yılda
kıyıldığını yazmıştır. Kastallânî ise Hz. Hatice'nin Ramazan'da vefat ettiğini,
nikâhın ise Şevval'da kıyıldığını yazmıştır.
[8]
Taberî ile İbni Esîr'in ifadelerine göre bu zât daha sonra Mekke'den tekrar
Habeşistan'a gitti ve Hıristiyan olarak öldü. Ama Belazuri, İbni İshâk'a ve
Vakıdiye dayanarak onların ifadesinin doğru olduğunu belirtmiştir. Bizzat İbni
Esîr "Üsd-ul Ğabe"de Sekrân'ın öldüğü sırada müslüman olduğunu
kaydetmiştir. Hâfız İbni Hacer ise "İsâbe"de Sekrân'ın adıyla birlikte
"radıyallahü anh" yazmıştır.
[9]
İbni Hişâm ve bazı diğer tarihçiler bu hatunun ismini "Huveyle"
olarak yazmışlardır.
[10]
Bilindiği üzere Hz. Urve bin Zübeyr, Hz. Ayşe'nin yeğeniydi. Bu bakımdan
-rivâyetlerinde bundan bahsetsin ya da etmesin- balası hakkında anlattıkları ondan
duyduklarına dayanıyordu.
[11]
Bu yere "Karn-ul Menazil" de denilir. Bu Necdlilerin mîkâtıdır.
Necdliler burada ihram bağlarlar. Bu mevki, Mekke'ye bir günlük mesafededir.
[12]
Dağların meleğinin Kureyşli kâfir ve müşrikleri dağlarla örtmek istemesinin
sebebi, Taif'te Rasûlullah (a.s.)'ın başına onlar yüzünden bu belaların
gelmesiydi. Mekkeli Kureyşliler böylesine şiddetli muhalefette bulunmasaydı Rasûlullah
(a.s.) da ecnebi yerlerde ve yabancı İnsanlar arasında bu hale gelmeyecekti.
[13]
Süheyli'nin Et-Teymi'ye dayanarak verdiği bilgiye göre Rasûlullah (a.s.)'ın
ağzındın Hz. Yunus ile ilgili cümleyi işitince Addâs şöyle dedi: "Vallahi,
ben Ninova'dan ayrılırken orada Matta'nın kim olduğunu bilen 10 kişi bile
yoktu. Siz onu nasıl tanıyabilirsiniz. Siz ümmisiniz ve kavminiz de ümmidir."
[14]
Bu şahıs müşrikti, ama Rasûlullah ile Hz. Ebu Bekr onu güvenilir bir kişi
olarak tanırlardı. Nitekim Medine'ye hicret gibi tehlikeli bir yolculuk
sırasında kılavuz olarak onu yanına almıştı. Bu adam yol boyunca vefalı
davrandı. Halbuki, Kureyş'e yolculuğu hakkında muhbirlik yaparak iyi bir ödül
alabilirdi.
[15]
Bu şahıs aslen Benî Sakif tendi, ama Mekke'de Benî Zührenin müttefikiydi. Şahsî
meziyet ve kabiliyetleri yüzünden Beni Zühre'nin ileri gelen reisleri arasında
sayılırdı.