Diğer Arap Kabileleri
Huzâ’a Kabilesi
747. Arabistan’ın en kuvvetli kabilelerinden biri olan Huzâ’a, İslam’ın ilk ortaya çıkış dönemlerinde önemli bir rol oynamıştır. Kökü Yemen’e uzanan bu kabile, ünlü Mârib su bendi yıkılınca, aralarında Gassan, Ezd-Şanû’a ve diğerlerinin de bulunduğu birçok kabileyle birlikte topraklarını terk etmiş ve artık kesin olarak yerleşebilecekleri başka bir toprak parçası aramaya çıkmışlardı. İbn Habib’in verdiği bilgiye göre,899 o sırada Roma İmparatoru Desiyus iktidarda idi (ö. 251). Mekke yakınlarına geldiklerinde, Gassanlılar kuzeyde Suriye’ye doğru yol almaya devam ettiler. Ezd-Şanû’alar ise doğuya yönelip sonunda Umân’a vardılar. Aksine, Huzâ’alılar daha fazla ilerlemek istemedi. Başkanları Mekke’ye bir haberci gönderip,900 orada oturan Curhumlulardan, keşif görevlileri uygun bir yer buluncaya kadar bölgede geçici olarak kalabilmeleri için izin istedi. Huzâ’alılar çok kalabalık oldukları için, Curhumlulardan korkup çekinecek bir şeyleri yoktu. Ama onlar bu isteği reddettiler. Bu duruma öfkelenen Huzâ’alılar savaş çıkardılar ve sonunda Curhumlular perişan oldu. Huzâ’alılar böylece Mekke’yi ele geçirdiler ve etraftaki kılıç artığı Curhumluları, hatta savaşta tarafsız kalmış aileleri bile bölgeden kovup çıkardılar. Ancak İsmail (AS) soyundan gelen ve sayıları fazla kabarık olmayan bir kısım şehir ahalisine dokunmadılar.
748. Burada bulunan Ka’be sayesinde, Mekke önceden beri bir Hac yeriydi. Curhumlular, buraya gelen hacılar üzerine ondalık (öşür) vergisi koymuşlar ve bu nedenle bütün ülkenin nefretini üzerlerine çekmişlerdi. Huzâ’alılar, Ka’be’yi ziyaretle ilgili kural ve uygulamaları geliştirip bazı değişiklikler getirdiler. Tarihi kayıtlara göre, putperestliğin Mekke’ye girişi bunlar zamanında gerçekleşmiştir. Huzâ’alı kabile başkanı Rabi’a, Ka’benin çevresine çok sayıda put yerleştirdi. Muhtemelen ticaret amacıyla gittiği Filistin’deki Maob şehrinde oturan Amalikîlerden Hubel adı verilen büyükçe bir putu getirip, Ka’be’nin içine dikti.901 Başkan Rebi’a, her halde Hubel’e nasıl tapılacağını kendilerine öğretmek için, gelen hacıları çok cömert bir biçimde karşılıyor ve Ka’be’nin dış duvarlarını pahalı kumaşlardan yapılmış perdelerle kaplıyordu.902
749. Muhammed (AS)’ın atalarından Kusay, Huzâ’alı başpapazın kızı Hubbâ bint Huleyl ile evlenmişti. Kayınpederi olan papazın ölümü üzerine Kusay, Ka’be’nin anahtarlarını eline geçirdi. Bunun üzerine Huzâ’alılarla, hem Kudâ’a ve hem de Esed kabilelerinden yardım alan Kusay arasında bir savaş başladı.903 Sonunda Huzâ’alılar yenilgiyi kabul edip şehri terk ettiler ve Mekke’nin dışında oturmaya razı oldular. Tek eşli bir aile hayati süren Kusay’ın hanımı, Huzâ’alı olması nedeniyle, bu işi çabucak tatlıya bağlamış görünüyor. Zira Kusay’ın oğlu olan Abd Menâf da Huzâ’alı bir kızla evlenmiştir. Resulullah (AS)’ın hanımı Hatice’nin ve Muhammed (AS)’ın annesi Amine’nin ninelerinden biri de Huzâ’a kabilesindendi. Aynı şekilde Ömer’in ve Kusay soyundan gelen daha birçok kimsenin dede ve nineleri arasında çok sayıda Huzâ’alı bulunmaktaydı.904 İbn Hişâm, Resulullah (AS)’la aynı dönemde yaşayan Huzâ’alı Budeyl ibn Verkâ’nın Mekke’de bir evi olduğundan bahseder.905 İbn Habîb’in belirttiğine göre,906 Kusay’ın soyundan gelen Kureyşliler, Hac işlerinin idaresiyle ilgili bir takım ayrıcalıklara sahiptiler ve bunları Huzâ’alılarla birlikte paylaşıyorlardı. Hatta bu özellikler nedeniyle kendilerine el-Hums (sertlik ve şiddet yanlısı) kabileleri adı verilmişti. Bu arada, Kusay’ın soyu ile Huzâ’alıların bazı kollarının, Ehâbişlerle yaptıkları ittifak anlaşması sayesinde Benû Bekrler’e karşı bir dayanışma içinde olduklarını da hatırlatalım.
750. Bu iki kabile arasındaki dostluk ve dayanışma yüzyıllarca devam etmiş ve dedesi Abdu’l-Muttalib zamanından başlayarak Muhammed (AS)’ın ailesi içinde daha da pekişmiştir. Abdu’l-Muttalib bazı su kuyularının kullanımı konusunda amcası Nevfel’le ihtilafa düştüğünde, Nevfel’in Abdu Şems kolu ile yaptığı ittifak karşısında bir denge unsuru olmak üzere, o da Huzâ’alılarla anlaşmıştır. Bu ittifak anlaşmasının metni şöyledir:
“Ey Allahım! Senin adınla başlarım! Bu, Abdu’l-Muttalib ibn Hâşim’in Huzâ’a kabilesiyle, bu kabilenin başkanları ve içlerinde güzel önerilerde bulunan kişilerin bulunduğu bir heyet, O’nun huzurunda iken yapılmış bir ittifak anlaşmasıdır. Müzakerelere katılmayanlar, hazır bulunanların aldığı kararları kabul ve tasdik etmek durumundadırlar. Allah’ın güvence ve koruması sizin ve bizim üzerimizedir. Şurası da unutulmamalıdır ki el ve iş (eylem ve hareket) bir bütün oluşturur ve zafer de toplumun tamamına aittir. Bu birlik, Sebir Dağı’nın (güneş ışıkları altında) ışıldadığı, Hira Dağı bulunduğu yerde kaldığı ve deniz bir sûfeyi (istiridye kabuğu ya da bir yün parçasını) ıslatmaya (yetecek suyu kalıncaya) kadar sürecektir. Sonsuza dek sizin ve bizim aramıza bu anlaşmanın yenilenmesinden başka hiçbir şey girmeyecektir.”
Aynı anlaşmanın son bölümüyle ilgili bir başka rivayet ise şöyledir:
“Burada parçalara ayırıp bölen değil, toplayıp bir araya getiren bir anlaşma söz konusudur: yaşlılar yaşlılarla, gençler gençlerle, burada bulunanlar bulunmayanlarla beraberdir. Onlar böylece ittifak etmişler ve kendi aralarında sıkı ve güvenilir bir biçimde, hiçbir ayrılık ve kopmaya meydan vermeksizin birbirleriyle anlaşmışlardır. Bu durum, güneş Sebîr Dağı üzerinden doğduğu, bir deve çölde acıdan inlediği, Ahşaban dağının iki tepesi ayakta kaldığı ve insanlar Hac (Umre) için Mekke’ye geldikleri sürece devam edecektir. Bu anlaşmada kabul edilen hükümler zaman akıp durduğu sürece geçerli olacaktır. Öyle ki her güneş batışıyla bu anlaşma daha da pekişecek ve her gecenin karanlığı bu anlaşmanın süresini uzatacaktır! İmdi, Abdu’l-Muttalib, onun oğulları ve onlarla birlikte olan herkes, Huzâ’a kabilesinin insanlarıyla karşılıklı yardımlaşma içinde olacaklar ve birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşacaklardır. Abdu’l-Muttalib’in kendisine ve arkadaşlarına düşen görev ise, her türlü saldırgan harekete karşı onlara yardım etmektir. Huzâ’alılara düşen görev ise, ister doğuda ister batıda, ister ovada ister dağda-bayırda, her nerede otururlarsa otursunlar bütün Araplara karşı Abdu’l-Muttalib’e, onun çocuklarına ve onlarla dostluk içinde olan herkese yardım etmektir. İşbu anlaşmanın yürütülmesinde taraflar Allah’ı kefil –hem de ne güzel bir kefil!- olarak kabul ederler.”907
751. Muhammed (AS) Mekke’de İslam dinini tebliğ etmeye başladığı zaman, bizzat kendi hemşehrilerinin ve özellikle bazı Huzâ’alıların çeşitli muhalefet ve itirazıyla karşılaşmıştır. Bu Huzâ’alılar arasında örneğin İbn et-Tulâtile (ki adı bazı kayıtlarda Amr908 ya da el-Hâris909 değil, Mâlik910 olarak geçmektedir), “Kureyşliler arasındaki şeytanlardan biri” olan Ebû Burde el-Eslemî911 ve Adî ibn el-Hamrâ912 adlı isimler sayılabilir. Bunlar aslında Muhammed (AS)’ın ailesi ile ittifak halinde bulunmayan bir takım soplara ait kişilerdi. Hatırlatalım ki, Muhammed (AS) Taif’den döndüğünde, kendisi için bir eman ve himaye hakkı tanıyacak kimse bulması için bir Huzâ’alıyı Mekke’ye göndermişti.913 Hicret yolculuğu sırasında da, yolda rastladığı Huza’alı bir kadın olan Umm Ma’bed’e süt temin etmesi için başvurmuştu. Ancak o sırada bu hanımın elinin altında süt yoktu. Hadislerde anlatıldığı üzere, Resulullah (AS)’ın gösterdiği bir mucize sonucu bu hanım, hasta ve açlıktan bitkin haldeki koyunundan bol bol süt sağmıştır. Yolcular gittikten sonra otlaktan dönen kocası durumu öğrendiğinde, karısı ile birlikte Müslüman olmuştur.914 Burada söz konusu edilen ve Muhammed (AS)’ın Uhud savaşından hemen sonra Kureyşlileri Hamrâ el-Esed’e kadar kovaladığı sırada, yoluna çıkan Kureyşlilere rastladığı takdirde onlara Muhammed (AS)’ın kendilerini büyük bir ordu ile beklemekte olduğunu haber vermesini istediği zat, henüz bir putperest olan Ebû Ma’bed’in oğlu Ma’bed el-Huzâ’î, muhtemelen bu karı-kocanın oğludur.915 Bundan sonrasını ise biliyoruz.
752. Huzâ’alılar, bir savaş çıkması durumunda on bin kadar asker çıkarabiliyorlardı.916 Mekke’nin güney bölgelerinden kuzeydeki Râbiğ’e varıncaya dek onlara rastlamak mümkündü. Huzâ’alıların iki kolu olan ve Muhammed (AS)’ın hayatında önemli bir rol oynayan Eslem ve Musta’lik kabileleri bu liman şehrinin yakınlarında otururlardı.
753. Yapılan ilk ittifak anlaşmalarının hemen hepsinde Eslemlilerin adı geçmektedir.Mekkeli Kurz ibn Câbir’in Medine’ye yaptığı baskınlar ve Resulullah (AS)’ın onu Safavân’a kadar kovalayıp izlediği hatırımızdadır. İşte tam bu bölgede, İbn Habîb’e göre,917 Resulullah (AS) Gıfâr kabilesinin yanı sıra Eslem’lilerle de bir ittifak anlaşması imzalamıştır. Bu anlaşmalar Bedir Savaşı’ndan bir ay önce (H. 2 yılı Ramazanı) yapılmıştır. Aynı yazarın belirttiğine göre,918 Ku’aybe bint Sa’d adında Eslemli bir kadın, hasta ve yaralıların tedavisiyle meşgul olmak için Medine’deki Mescid-i Nebevî’ye yerleşmişti. Elimizde bazı Eslemlilerin erken dönemde İslam’ı kabul ettiğini gösteren başka kanıtlar da bulunmaktadır. Ayrıca Resulullah (AS)’ın el-Huseyn ibn Evs el-Eslemî’ye hitaben yazdığı ve kendisine el-Furgayn ve Zâtu Ayşâş yörelerini tımar olarak bağışladığını bildiren bir belge de vardır.919 Eslemlilerle ilgili bir başka imtiyaz belgesi ise derinlemesine bir incelemeyi gerektirmektedir:
“Huzâ’a kabilesinden Eslemliler arasında, Allah’a inanan, namazlarını kılıp zekâtlarını veren ve Allah yolunda samimiyetle iş yapanlar içindir. Aralarından haksız yere saldırıya uğrayanların yardımına koşulacaktır. Bunun karşılığında, Resulullah (AS) kendilerini yardıma çağırdığında derhal yardıma koşmakla yükümlü olacaklardır. Yerlilerine tanınan haklar bunların göçebeleri için de aynen geçerlidir ve nerede bulunursa bulunsunlar (İslam topraklarına) hicret edenler Müslümanlarla aynı hükümlere tabi olacaklardır. Bu belge el-’Alâ ibn el-Hadramî tarafından yazılmış ve kendisi buna şahit olmuştur.”920
754. Bu belgenin tarihini belirleme konusunda kâtibin adı olan el-’Alâ ibn el-Hadramî bize bir ipucu vermemektedir. Zira bu zat, Benû Umeyye’nin mevlası olarak Mekke’ye yerleşmiş ve erken dönemde, Hicretten önce İslam’ı kabul etmiştir. Belgede geçen zekât kelimesi bize H. 9 yılını düşündürmektedir ki, bu tarihten sonra zekât vergisini ülke genelinde toplamak üzere özel görevliler tayin edilmişti. Ancak aynı belgede Hicret muafiyetinden de söz edilmektedir. Oysa bilindiği gibi Resulullah (AS) Mekke dışından gelip yeni Müslüman olanların kendi memleketlerini terk edip İslam diyarına yerleşmelerini zorunlu tutmuştu ve H. 8 yılında Mekke’nin fethiyle bu uygulamaya son verilmişti. (Bununla beraber, daha önce de gördüğümüz gibi, H. 5 yılında Muzeynelilere böyle bir muafiyet tanınmıştı). Burada şuna işaret etmek gerekir ki, Vâkıdî’nin anlatımında921 Eslemli elçi heyetinin başkanı olarak Bureyde ibn el-Huseyb’in adı geçmekte, görüşmelerin yapıldığı yer olarak da, Mekke’ye üç günlük uzaklıkta, Mekke-Medine yolunun Cidde sapağı ile Usfân arasında bulunan Gadîru’l-Eştât gösterilmektedir.922 Ancak namaz ve zekatla ilgili bir kayda rastlanmamakta, aynı katibin adı zikredilmekte ve benzer cümle ve ifadeler yer almaktadır:
“Bu belge, onlar arasından Allah rızası için hicret edip, Allah’dan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna iman eden kimseler içindir. Allah’ın ve Resulünün güvence ve koruması Allah’a bu şekilde inanan kimse üzerinde olacaktır. Gerçekte, bize haksız yere saldıran kimselere karşı sizin ve bizim hedefimiz aynıdır; el ve iş birliğinde ortak olunca zaferde de ortak olunacaktır. Onların göçebeleri yerlileriyle aynı haklara sahip olacaklar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar kendilerine muhâcir işlemi yapılacaktır.”
755. Burada, ilk belgede ele alınandan farklı bir kabile söz konusu edilmeksizin, düşünebiliriz ki, ilk belge, farklı dönemlere ait iki değişik belgenin bir karışımı niteliğindedir: Namaz ve zekâttan bahseden bölüm daha sonraki bir döneme, karşılıklı yardımlaşmadan söz eden bölüm ise çok daha önceki dönemlere, belki H. 5’den önceye kadar gitmektedir.
756. Vâkıdî’ye göre, Eslem heyetinin başkanı dikkatimizi çekmektedir. Hatırlayacağımız gibi bu zat hicret yolu üzerinde iken Resulullah (AS)’la karşılaşmış, bunun üzerine kendisi ve bütün ailesi İslam’ı kabul ederek, Resulullah (AS)’a büyük bir itibar ve saygı göstermişlerdi. Aynı yolculuk sırasında, Evs ibn Hucr adlı bir başka Eslemli de, devesi uzun yol yürümekten dolayı yorgun düşen Resulullah (AS)’a, Mes’ûd ibn Huneyde adlı elçinin güttüğü bir deveyi ödünç vermişti.923
757. Gıfar ve Eslem kabileleri ile aynı anda yapılan ve yukarıda zikrettiğimiz ittifak anlaşması, bu iki kabilenin komşu olduklarını düşündürmektedir. Resulullah (AS)’ın sahabesi Bureyd el-Eslemî’yi hem Eslemlilere hem de Gıfarlılara vergi toplama memuru olarak tayin etmiş olması bu varsayımımızı doğrulamaktadır.924 Ayrıca, Resulullah (AS)’ın şu iki hadisini de hatırlıyoruz:
1º “Kendilerinden en çok razı olduğum insanlar, Mekkeli Muhacirler, Medineli Ensâr, Gıfarlılar ve Eslemlilerdir.”
2º (Bir kelime oyunu yaparak) Eslem sâlemehullah, Gıfâr gaferahullah (Allah Eslemlilere selamet versin, Gıfârlılara gufrân nasip etsin).”925
758. Eslemlilerle olan ilişkilerin aksine, Huzâ’alılar’ın bir başka kolu olan Benu’l-Musta’lik’le İslam’ın ilişkileri, belirteceğimiz şu nedenden dolayı, genellikle zorluklar içinde geçmiştir: el-Fur’ mevkiine926 bir günlük uzaklıktaki el-Mureysî kuyusu çevresinde oturan Benu’l-Musta’likler, Kureyşlilerin sadık müttefiki olan Ehâbişlerin bir bölümünü oluşturuyorlardı. H. 5’deki Hendek Savaşı’nda gayrı müslimlerin yapmış olduğu büyük saldırı ittifakı zamanında, kabile başkanının Medine’ye hücum etmek üzere “kendi halkını ve diğer Arapları” bir araya getirmekte olduğu haberi Medine’ye ulaşmıştı. Resulullah (AS), Musta’liklerin başkanı el-Hâris ibn Ebî Dırar’ın akrabası olan Eslemli Bureyde ibn el-Huseyb’i onların arasına gönderip savaş hazırlıkları hakkında kesin bilgi toplamayı başardı. El-Hâris’in Medine’ye gönderdiği keşif eri öldürüldü ve Resulullah (AS) Musta’likleri pusuya düşürdü: On erkek öldürülüp, yüz kadar kadın esir alındı, gerisi ise kaçmayı başardı. Resulullah (AS), kadın tutsaklar arasında bulunan, Musta’liklerin başkanının kızı Cuveyriye’yi serbest bıraktı ve kısa zamanda uzlaşma sağlandı: Musta’likler İslam’ı kabul ettiler. Savaş esirlerinin serbest bırakılması konusunda, kaynaklarımız biraz farklı bilgiler vermektedir: İbn Hişâm’da927 iki anlatım vardır: 1º Resulullah (AS) Cuveyriye’yi nikâhladıktan hemen sonra, savaşa katılan bütün Müslümanlar, ganimet olarak aldıkları esirleri azat ettiler; 2º Savaş esirleri Medine’ye getirildi; el-Hâris de kızının fidyesini verip onu geri almak için geldi ve Müslüman oldu. Bunun üzerine Resulullah (AS) kızını kendisine nikahlamasını istedi, o da rıza gösterdi. İbn Sa’d’e göre ise,928 Resulullah (AS), bu savaş esirlerinin ya tamamını ya da kırk kadarını Cuveyriye’nin mehri olarak serbest bırakmıştır. Son ihtimale göre, geri kalanlardan bir bölümü karşılıksız, bir bölümü ise fidye mukabilinde (bir kadın ya da çocuk başına altı deve) serbest bırakılmıştır. Akrabalığı nedeniyle, Bureyde el-Eslemî’nin tutsaklarla ilgilenmek üzere görevlendirilmesine şaşırmıyoruz.929
759. Bu olayın Şa’ban ayında geçtiği yolunda herkesin görüş birliği içinde olduğunu hatırlatalım. Yıl konusunda ise Musa ibn Ukbe H. 4 (bk. Buhârî), Vâkıdî 5; İbn İshâk ise 6 yılından bahsetmektedir 10.000 kadar savaşçının bir varlık gösteremediği H. 5 yılındaki Hendek Savaşı’ndan sonra, Musta’lıklardan birkaç yüz kişilik bir kuvvet H. 6 yılında Medine’ye tek başlarına yeni bir saldırıyı asla göze alamazdı. Bu durumda biz, İbn Sa’d ve Belazurî’nin kabul ettiği H. 5 yılını tercih ediyoruz. Bu tespitimiz, Hendek Savaşı’nı tertipleyen düşmanın büyük ittifakıyla da uyuşmaktadır.930
760. Yine bu arada hatırlatalım ki, Hendek Savaşı için Mekkelilerin yola çıktığı haberini Resulullah (AS)’a getiren Huzâ’alılar, normal zamanda oniki günde alınan bir yolu sadece 4 günde almışlardı.931
761. Etrafına Ehâbişlerden bazı kimseleri toplayan Huzeyl kabilesi başkanı Sufyân ibn Nubeyh’i öldürmek üzere, Abdullah ibn Uneys el-Kudâ’î’nin yaptığı faaliyetleri de aynı döneme oturtmak gerekir.932 Sufyân, Nahle ya da Urana’da oturmaktaydı ki, her ikisi de Mekke’nin doğusundadır (Bu da, yapılacak işin ne denli tehlikeli olduğunu göstermeye yeter). Görevli memur kendisini bir Huzâ’alı gibi tanıttı ve görevini başarıyla tamamladı.933 Çünkü Kudâ’a ve Huzâ’a kelimeleri arasında pek az bir telaffuz farkı vardır ve bu Arap lehçelerinde bile genellikle birbirine karıştırılır. Böylece, Medine’ye düzenlenecek saldırı ittifakına dahil kabilelerden biri daha zararsız hale getirilmiş oldu.
762. Huzâ’a kabilesi ile ilgili en önemli husus, bunların H. 6 yılında Hudeybiye barış anlaşmasında oynadıkları roldür. Onlar bu sırada Müslümanların safında olmak üzere anlaşmada taraf olmuşlardı. Ancak burada sadece bazı kabileler söz konusu idi: Gerçekten de, Huzâ’alı iki başkan, Amr ibn Sâlim ve Busr Resulullah (AS)’a hediye olarak bir miktar deve ve koyun gönderirken (ki Resulullah bu hayvanları İslam ordugâhına getiren çobana bir kaftan hediye etmiş ve ordu da kendisine büyük bir ziyafet çekmişti);934 öte yandan, Budeyl el-Huzâ’î, Kureyşlilerin elçisi olarak Resulullah (AS)’ın huzuruna gelerek Müslümanları tehdit etmiş ve Ebû Bekir’le şiddetli bir tartışma yapmıştır.935Yine iki yıl sonra Mekke’nin fethi sırasında aynı Budeyl, İslam Ordusunun harekâtıyla ilgili haber toplamak üzere Ebû Sufyân’la birlikte bulunuyordu.936
763. Huzâ’alı bu büyük başkanın kişisel özellikleri üzerinde biraz durmak istiyoruz: Hudeybiye barış görüşmelerine kendisi Mekkelilerin temsilcisi sıfatıyla katılmıştı; ancak anlaşmanın imzalanması sırasında, o ve kabilesine mensup üyeler Müslümanların yanında yer aldılar. Aradan bir yıl geçmeden Mekkeliler Huzâ’a kabilesi topraklarına girmek suretiyle anlaşmayı ihlal edince, Budeyl Medine’ye gelmiş ve Resulullah (AS)’dan, onları cezalandırmak üzere bir sefer düzenlenmesini istemiştir. Dönüş yolu üzerinde Ebû Sufyân’a rastlamış, sorması üzerine, ona Medine’den gelmediğini söylemiştir. Bir süre sonra Ebû Sufyân, İslam ordusunun gizlice Mekke yakınlarına kadar geldiğini fark edince, yanında bulunan Budeyl, onu büsbütün şaşırtmak için, kendisine Müslümanlarla değil de, daha çok Huzâ’alılarla ilgilenmesi gerektiğini telkin etmiştir. Bütün bunlardan, kendisinin hem Resulullah (AS)’ın hem de Ebû Sufyân’ın güveninden kendi lehine yararlanma yeteneğine sahip biri olduğu sonucunu çıkarabiliriz.
764. Resulullah (AS)’ın, katıldığı bu son askerî sefer sırasında937 ne Huzâ’alı bir keşif erinin görevlendirilmesine, ne de yanlarında kurbanlık hayvanlar olduğu halde, başkanları Nâciye komutasında bu sefere kuvvetli bir Eslem birliğinin katılmasına938 izin vermemesine şaşırmamalıyız. Zira Resulullah (AS) Mekke’ye Hac niyetiyle gitme niyetinde olduğunu açıklamıştı. Yolculuğun bazı bölümlerinde Resulullah Muhammed (AS)’ın, fazla işlek olmayan sapa yollardan geçerken Eslemli rehberlerden yararlanması gayet doğaldı.939 Ancak başvuru kaynağımız olan Makrîzî’de bize tuhaf gelen bir husus da, Resulullah (AS)’ın Hudeybiye karargâhından Mekke’ye, Ka’be’nin tam karşısındaki Merve tepesinde bu Hac ibadetinin gereği olarak kurban edilmek üzere yirmi kadar deve göndermiş olmasıdır. Hayvanların getirilip boğazlanmasından sorumlu olan Eslemli sahabe, kurban edilen hayvanların etlerini Mekke’li yoksullara dağıtmıştır.940 Bu haber başka kaynaklarda geçmez; zira diğer bütün kaynaklarda Mekkelilerin Müslümanlara sadece şehre girmelerini değil, aynı zamanda Hudeybiye ötesine kurbanlık hayvan göndermelerini de yasakladıkları yazılıdır. Bu konuda, anlaşma maddesi kesindir:
“Onlar kurbanlarını, şu anda bulundukları yerde (yani Hudeybiye’de) keseceklerdir.”
Belki de sadece Eslemlilere ait kurbanlıkların şehre sokulmalarına (yine Budeyl el-Huzâ’î’nin aracılığıyla) izin verilmiş, Resulullah (AS) da buna itiraz etmemiştir.
765. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (AS), bu anlaşma ile Mekkelilere tanıdığı “suçluların tek taraflı olarak geri verilmesi” hükmünden kadınları muaf tutmuştur. Tarihçilerin çoğunluğuna göre, Kulsüm bint Ukbe o sırada Resulullah (AS)’ın Hudeybiye’deki karargâhına sığınmıştı. Makrîzî de aynı haberi yinelemekte,941 ancak başka bir anlatımda,942 durum ortaya çıkınca, Huzâ’alı bir rehberin kendisini devesi üzerinde Medine’ye götürdüğünü söylemektedir.
766. Elimizde Resulullah (AS)’ın Huzâ’alılara gönderdiği, ancak hangi koşullarda yazıldığı bilinmeyen bir mektubu vardır. Mektupta şu satırları okuyoruz:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Budeyl ibn Verkâ’ ve Busr’a, ayrıca Benû Amrların (yani Huzâ’alıların) Başkanlarına:
İmdi size Allah’ın övgülerini bildiririm: O’ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Hemen ekleyeyim ki ne ben sizin olan bir şeye zarar verdim, ne de sizin tarafınızdan (bana) bir gasp ve tecavüzde bulunuldu. Sizler, Tihâme ahalisi içinde en çok takdir edip beğendiğim ve akrabalık yönünden kendime en yakın bulduğum insanlarsınız. Bu sözlerim size ve sizi izleyen Mutayyibûn (Koku sürünenler) arasında bulunanlaradır.
Ayrıca, ben kendi adıma sahip olduğum şeyleri, kesinlikle sizin aranızdan çıkan Muhacirler için elde ettim. Yani bulunduğu yerden küçük hac (umre) ya da büyük Hac dışında bir amaçla Mekke’ye hicret eden bir kimse, kesinlikle orada yerleşip kalamaz. İmdi, sizinle barış anlaşması yaptığımdan beri size asla endişe vermedim; sizin de benden yana korkacak bir şeyiniz olmadı ve kendi aranızda da bir karışıklığa düşmediniz.
Yine ilave edeyim ki, Alkame ibn Ulâse ile birlikte Havza’nın iki oğlu olan ‘Addâ ve Amr, ayrıca Amir ibn İkrime kabilesinden Hâlid ibn Havza’nın iki oğlu İslam’a girip hicret ettiler ve kendilerini izleyenler adına bana biatte (bağlılık yemininde) bulundular. Şimdi bizler helal kılınan şeylerde olduğu gibi haram kılınan şeylerde de aynı durumdayız (Bize helal ve haram kılınanlar aynen size de helal ve haram kılınmıştır). Ben size asla yalan söylemedim.
Rabbiniz size muhabbet ve şefkatiyle muamelede bulunsun! (bir diğer okunuşa göre) Rabbiniz sizin ömrünüzü uzun etsin! 943
767. Yukarıda, Budeyl’in ne Hudeybiye anlaşması sırasında ve ne de Mekke’nin fethi sırasında Müslüman olmadığını görmüştük. Belgenin başında “Selamu aleyke ifadesinin bulunmayışı, onun bu mektubu aldığı sırada İslam’ı kabul ettiğini göstermez. Putperest olmalarına rağmen, Huzâ’alılar, Hudeybiye anlaşması sırasında Müslümanların safında yer almışlardı. Anlaşıldığına göre Mekkeliler Budeyl’e güvenmekle birlikte bu durumdan rahatsız olmuşlardı. Huzâ’alılar ise her iki tarafça, yani Müslümanların yanında yer aldıkları için Mekkelilerce, putperestliklerinde ısrar ettikleri için de Resulullah (AS) tarafından terk edildikleri duygusuna kapılmışlardı. Muhtemelen içinde bulundukları bu sıkıntılı durumu Resulullah (AS)’a bildirmişler, o da bu mektupla kendilerine cevap vererek, onlara duyduğu samimi dostluk konusunda güvence vererek, onları kendisine bağlayan bir takım dünyevî ilişkilere işaret etmişti. Mutayyibûn kelimesini de bu bağlamda kullanmıştır. Bilindiği gibi, Kusay’ın ölümü üzerine oğulları arasında ihtilaf baş göstermiş ve Mekke halkı iki hasım zümreye bölünmüştü: Müttefikûn (Hısımlar ya da Müttefikler) ve Mutayyibûn (Koku sürünenler). İkinci zümreye, ittifak için yemin ettikleri sırada ellerini bir kokuya bandırdıkları için bu ad verilmişti. “Koku sürünenler”, Muhammed (AS)’ın mensup olduğu Haşim Oğullarına bağlı kabileleri (Benû Zuhre, Benû’l-Hâris ibn Fihr, Teym ve Esed) kapsıyordu.944 “Küçük Hac” ve “Büyük Hac” kavramlarına gelince: Ka’be’nin yılda bir kez Hac mevsimi geldiğinde, yani Zilhicce ayında ziyaret edilmesine büyük Hac; bu dönem dışında, özellikle Receb ayında ziyaret edilmesine de küçük Hac (Umre) adı veriliyordu. Mektupta Kilâb kabilesinden Alkame ve Havza’nın oğulları Amirlilerin İslam’a girdiklerinin945 belirtilmesindeki amaç ise, muhtemelen Huzâ’alıları da Müslüman olmaya teşvik ve ikna etmekti.
768. H. 7 yılında gecikmeli olarak yapılan Hac sırasında, Eslemli Nâciye yeniden Resulullah (AS)’a refakat etmiş ve Mekke’de kurban edilecek hayvanlarla ilgilenmek üzere görevlendirilmişti.946 Bu olay sırasında bu kabile ile ilgili belirtilmesi gereken özel bir durum yoktur. Ancak bir süre sonra, anlaşıldığına göre birkaç ay sonra, H. 8 yılı ortalarında bu kabile, aşağıda belirtilen çok ciddi bir olaya karışmıştır:
769. Huzâ’a ve Bekr kabilelerinin kuşaklar boyunca savaş halinde olduğunu biliyoruz. Hudeybiye anlaşması bunların düşmanlıklarına da bir son vermişti. Ancak, üzerinde çalıştığımız bu dönemde, Bekrlilerden birinin çıkıp da Huzâ’alıların huzurunda Resulullah (AS) aleyhinde ağır hakaretlerde bulunması üzerine, Huzâ’alı biri derhal Bekr’linin üstüne atlamış ve onu yaralamıştı.947 Bunun üzerine Bekriler misillemede bulunarak, Mekke’nin güneyindeki Vetîr ovasında, Huzâ’alılara gece baskını düzenlediler. Tarihçilerin ifadesine göre948 bazı Mekkeliler onlara silah ve erzak yardımında bulunmuşlar, hatta gizlice bu yağma olayına bizzat katılmışlardı. Bu suçu işleyenler daha sonra Mekke’ye sığınmışlar ve oradan himaye (eman) elde etmişlerdi. Bunun üzerine Huzâ’alılar da Medine’ye bir heyet göndererek, Resulullah (AS)’dan yardım talep etmişlerdi. Heyet sözcüsü Amr ibn Sâlim doğaçtan (irticalen) şu şiiri okumuştur:
“Ey Allahım! Ant verdim Muhammed’e (ki hatırlasın)
Babamızla babası arasında yapılan ittifak anlaşmasını…
Gerçekten Kureyşliler anlaşmayı bozdular;
Ve senin görkemli anlaşmanı da!
Onlar bana Kadâ’da bir pusu kurdular,
Ve yardıma çağıracak kimsem olmadığını sandılar.
Bununla birlikte onlar horlanmış ve sayıca daha azdılar.
Ve bizi öldürdüler, diz üstü ya da secdede iken.”949
770. Bu sonuncu mısra, bu baskında daha önce Müslüman olmuş Huzâ’alı ailelerin de bulunduğu yolundaki izlenimimizi güçlendirmektedir. Daha sonra Mekke’nin fethi sırasında Müslümanların harekâtı ile ilgili bilgi toplamak amacıyla Ebû Sufyân’la birlikte950 keşfe çıkmış olan ve bu kez Budeyl’in başkanlığında bir başka elçi heyeti Medine’ye geldi. 951 Olayın bundan sonrasını biliyoruz. Yalnız, şunu hatırlatalım ki, şehrin fethi sırasında Resulullah (AS) genel af ilan etmiş, ancak Bekrîleri (Benû Nufâse952) bundan muaf tutmuştu. Bunun üzerine Huzâ’alılar onlardan intikam almaya kalktılar. Ancak, bu “af kapsamı dışında tutma” işini yeniden gözden geçiren Resulullah (AS), aşırıya kaçtıkları için Huzâ’alıları azarlayıp uyarmak durumunda kalmıştır.953 Eslemlilerin de doğal olarak bu fetih harekâtına katıldıklarını belirtmeye gerek görmüyoruz. Bunların sayıları o kadar çok idi ki, biri Nâciye’nin, diğeri ise Bureyde’nin elinde olmak üzere her biri özel bir sancağa sahip iki tabur çıkarmışlardı.954
771. Mekke’nin İslam Devleti’ne bağlanmasının ardından, Muhammed (AS), şehrin çevresinde bulunan ve kutsal bölge sınırlarını gösteren işaretleri elden geçirip onarmak üzere Temîm ibn Esed el-Huzâ’î’yi buraya gönderdi.955 Fetih sırasında bir Eslemli Resulullah (AS)’ın huzuruna gelerek kendisine birkaç koyun hediye etmiş, Resulullah da bunları kabul etmişti, daha sonra bütün bir koyun sürüsünü Eslemliye ihsan ederek onu ödüllendirdi.956 Eslemli Bureyde birçok kez Resulullah (AS) tarafından özel işlerde görevlendirilmiştir. H. 9 yılında Muhammed (AS), Tebûk seferi için kabilesi el-Fur’dan çıkabilecek gönüllüleri toplamak üzere onu göndermiştir.957 Yine H. 10 yılında, Resulullah (AS)’ın damadı Ali (RA) Yemen seferine çıktığında, dürüstlüğünden dolayı ganimetleri muhafaza etmesi için Bureyde’yi görevlendirmiştir.958 H. 11 yılında da Usâme, Bizans topraklarına karşı bir sefere komuta ederken, bu birliğin sancaktarlığını Bureyde üstlenmiştir.959
772. Anlaşıldığına göre Huzâ’alılar oldukça cömert insanlardı. Onlar, çevrelerindeki bütün kabilelerin, kurak geçen aylarda gelip kendi arazilerinde oturmalarına izin verirlerdi. Müslüman olmadan önce Huzâ’alıların memleketinde yaşayan ve vergi ödemeyi reddeden Temimlilerden daha önce bahsetmiştik. Daha sonraları Resulullah (AS) yerli halk arasından yeni bir vergi memuru olarak Eslemli Bureyde’yi seçmiş ve onu hem Eslem hem de Gıfâr kabilelerinin vergilerini toplamakla görevlendirmiştir.960 Diğer vergi memurlarıyla birlikte ona da, Resulullah (AS) tarafından vergi tarifelerinin açıklandığı bir mektup gönderilmiştir.961
Benû Suleym Kabilesi
773. Eslemlilerle komşu olan Suleymliler, Medine’nin güneydoğusunda, Orta Arabistan’da otururlardı. Bunların toprakları otlakların, vahaların, altın, gümüş ve demir madenlerinin bulunduğu Hicaz ve Necd bölgeleri üzerinde uzanıp gidiyordu. Savârikiye, Rabaze ve Sufeyne buradaki en parlak ve gelişmiş şehirlerdi. Savaşçı özelliklerle donatılmış olan süvarileri etrafa dehşet saçardı. Arap edebiyatının en büyük kadın şairi olan el-Hansâ962 bunlar arasından çıkmış olup, onun oğlu el-’Abbâs ibn Mirdâs da Arap şiirinde oldukça ün yapmış bir şairdir. Bunların Mekke ile olan ilişkileri çok erken dönemlerde başlamıştı:
774. Mekke ile Ta’if arasındaki Nahle’de, içinde el-’Uzzâ adlı bir put olan tapınak bulunmaktaydı Mekkeliler kadar, Gatafân, Ganî ve Bâhile kabileleri de bu puta çok saygı ve itibar gösterirlerdi. Buranın hizmetkârları kimi zaman Gatafânlılar,963 kimi zaman ise Suleymliler964 arasından çıkardı.
775. Resulullah (AS)’ın şöyle bir hadis söylediği rivayet edilir:965
“Ben ‘Atikelerin oğluyum (başka bir metne göre966): Suleym kabilesinden ‘Atike ve Fâtıma’lardanım.”
Gerçekten, Resulullah (AS)’ın annesinin babası Vehb ve yine Resulullah (AS)’ın iki atası Hâşim ve ‘Abd Menâf, ‘Atike adını taşıyan Suleymli annelerden dünyaya gelmişlerdi.967
776. Öte yandan, Resulullah (AS)’ın amcası Ebû Tâlib, Suleymli kabilelerden biriyle ittifak anlaşması yapmıştı.968
777. Ancak ne, her zaman yürürlükte kalmış olan bu ittifak anlaşması, ne de yüzyıllar öncesine dayanan akrabalık bağları, Resulullah (AS)’ın bir işine yaramamış ve Suleymliler onun için birçok sıkıntıya yol açmıştı. Peki bunun sebebi neydi?
778. Hiç kuşkusuz, Suleymlilerin elinde büyük bir itibara sahip ve o sırada Ka’be’nin rakibi durumundaki el-’Uzzâ adlı put bulunmaktaydı. Fakat bu puttan Arabistan’ın hemen her yerinde vardı. Mekkelilerle Kayslıları birçok defa kana boğan Ficâr savaşları bu nedenlerin kendisi ya da birçoklarından biri olabilir. Ama niçin sadece Suleymliler ve Gatafânlılar? Bu iki kabilenin İslam karşıtlığını neredeyse kendi tekellerine alarak sert ve amansız toplumlar haline gelmesi için, ortada maddi ya da psikolojik nitelikli, zincirleme etki ve tepki doğuran bir neden bulunması gerekir. Bunu hala bilmiyoruz.. Bununla birlikte şu önemli olguyu da göz ardı etmeyelim: el-Hâzimî’ye göre,969 Suleymlilerin başına Mâlik ibn Hâlid ibn Sahr ibn Şerîd adında bir başkan geçince, bu kabileyi ihtiraslı ve zaferle sonuçlanan birçok savaşa sürükledi. Bunun üzerine Suleymliler kendisine krallık tacı giydirdiler ve o da Zu’t-Tâc (Tac sahibi) adını aldı. Ancak, giriştiği Burze savaşında talihi yaver gitmemiş, hatta hayatını da kaybetmişti. Bundan kısa bir süre sonra İslam ortaya çıkmış ve Suleymlilerin bütün Arabistan üzerinde egemen olma tutkularına son vermiştir.
779. Muhtemelen yaptıkları kardeş savaşları ile Suleym kabilesi bölünmüş ve bunlardan birinin Müslüman olması otomatik olarak diğerlerinin gözünü korkutmuştur. Böylece el-Hallâc ibn ‘Ilât es-Sulemî, Mekke’ye gelip yerleşmiş, hatta oradan bir kızla evlenmiş,970 üstelik Mekkelileri971 ve tabii ki Suleymlileri de üzüntüye boğacak şekilde İslam’ı kabul etmiştir. Diğer bir Suleymli olan Kays ibn Nuşbe, İslam uğruna o kadar coşkulu ve gayretli işler yapmıştır ki, Resulullah (AS) tarafından kendisine Hayru Benî Suleym (Benû Suleym’in en hayırlısı)972 unvanı verilmiştir. Kaynağımız şöyle ekliyor: “Nuşbe, Kutsal Kitapları okuyup incelemişti.” Acaba bu bilgiye dayanarak, kendisinin Müslüman olmadan önce bir Hıristiyan olduğu söylenebilir mi? Habeşli Ebrehe, Yemen’den hareketle Mekke’ye karşı meşhur Fil seferine giriştiğinde, Suleymli iki kişi, gönüllü (paralı asker?)973 olarak mı Ka’be’nin yıkım işini üstlenmişlerdi. Bu olay, Suleymlilerin Mekkelilere karşı besledikleri ezeli bir kinin göstergesidir. Nitekim cereyan eden olaylar, onların verdikleri şeref sözüne güvenilmeyeceğini göstermiştir. Aşağıya aldığımız küçük olay, bu durumun bir sonucudur: “Medine’li Evs kabilesi Suleymlilerle bir ittifak anlaşması yapmak isteyince, Resulullah (AS) kendilerini şöyle uyarmıştır:
“İslam’da (gayrı müslimlerle yeniden) yapılabilecek ittifak anlaşması yoktur. Eski anlaşmalara gelince, İslam bunlara daha çok önem verir.”974
Daha sonra göreceğimiz gibi, bunlar
mizaç ve yaratılışları gereği fitne ve karışıklık çıkaran kişilerdi. Biz sadece
şunu hatırlatalım ki, İbn Habîb’e göre,975 İslam
öncesi Arabistan’ında bazı kabilelere “tencere taşları” (v§U8«)(sac ayağı)
denilmekteydi. Bu üç ayaktan birini Hevâzinlilerle birlikte Suleymliler,
ikincisini Gatafânlılar, üçüncüsünü de A’surlarla Muhâribler oluşturuyordu.”
Bunların soyağacı aşağıda verilmiştir.
Bu sacayağını oluşturan kabileler, İslam’ı ortak düşman olarak gören bir
dayanışma içinde bulunuyordu.
780. Bizi burada en çok ilgilendiren nokta, Suleymlilerin Hicret’ten önce sahneye çıkmış olmalarıdır: el-’Uzzâ tapınağının hizmetkârı olan Eflah es-Sulemî ölüm döşeğine düştüğü zaman, Ebû Leheb ziyaretine gelerek, ondan geleceğe dair bilgiler vermesini istemişti. O da Ebû Leheb’e:
“Benden sonra el-’Uzzâ yok olup gidecek!”
diyerek kaygılarını dile getirince, Ebû Leheb onu şöyle teselli etti:
“Asla! Bu işle bizzat ben ilgileneceğim. Şayet Muhammed muzaffer olursa –ki asla olamayacaktır- o ne de olsa benim yeğenimdir (O’nun el-’Uzzâ’ya bir kötülük yapmasına engel olabilirim); ama el-’Uzzâ bu işten galip çıkacak olursa –ki o galip gelendir!- onun lütuf ve nimetlerine layık olabilmek için el-’Uzzâ’ya bir hizmette bulunmayı çok isterim!”
Bunun üzerine, Allah, elçisi Muhammed (AS)’e Leheb Sûresi’ni nâzil etmiştir:
“Kurusun elleri Ebû Leheb’in, ki zaten kurudu da!”
İbn el-Kelbî’nin verdiği bilgiye göre,976 el-’Uzzâ’nın hizmetkârının adı Dubeyye ibn Haramî es-Sulemî idi. Kısa bir süre sonra, peygamberliğinin 10. yılında (Hicretten 3 yıl önce), Resulullah (AS) Hac mevsimi sırasında kendisiyle yabancılar arasından ittifak anlaşması yapacak kimseler ararken, aralarında Suleymlilerin de bulunduğu onbeş hacı kafilesi ile art arda temaslarda bulunmuştur. Onların, içinde bulundukları putperestliği bırakıp Resulullah (AS)’ın davetine uymayışlarına hiç şaşırmıyoruz (bk. yukarıda § 274).
781. Müslümanların Medine’ye hicret etmesiyle birlikte Mekke ekonomisine karşı girişilen askerî seferlerden ilki, Abdullah ibn Cahş’ın, Suleymlilerin tapınağının bulunduğu Nahle’ye yaptığı seferdir. Bu birlik, Suleymlilerin toprakları üzerindeki Buhrân’dan da geçmişti. Suleymlilerin çıkarlarına bu şekilde zarar verilmiş, ancak Resulullah (AS) bu kabileyi yatıştırmak için bir girişimde bulunmamıştır. Bundan iki ay kadar sonra Bedir Savaşı başladığında Suleymlilerin tepkileri akıl almaz boyutlara varınca, Resulullah (AS) bunlara karşı bir cezalandırma seferi düzenlemek zorunda kalmıştır. Ana başvuru kaynağımız olan İbn Hişâm bu konuda şöyle diyor:
“Bedir Savaşı’ndan sonra, Resulullah (AS)’ın Medine’ye dönüşünün üzerinden henüz yedi gece geçmişti ki, tekrar ordusunun başına geçip Suleymlilerle savaşmaya çıktı. Onların El-Küdr’deki su kaynağına varıp üç gece düşmanı bekledi. Ancak hiçbir ize rastlayamayınca, Medine’ye geri döndü.”977
Bu küçük anlatım üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekir. Elimizde daha başka ayrıntılı bilgi olmadığı için, buradan belki de Bedir’deki karşılaşma sırasında Suleymlilerin tavırlarının İslam için bir tehdit unsuru oluşturması nedeniyle böyle bir cezalandırma seferine gerek duyulduğu sonucunu çıkarmak gerekir. İbn Sa’d’deki anlatımda “Suleymlilerle Gatafânlıların bir araya gelişlerinden söz edilmektedir. Acaba bunlar Bedir’deki Kureyşlilerin yardımına gitme hazırlığı içinde miydiler? Bu sefer sırasında ele geçirilen tek savaş esiri Yesâr adlı bir köle çobandı. O da İslam’ı kabul edince Resulullah (AS) kendisini azat edip serbest bırakmıştır.
782. Biraz efsanevî nitelikteki şu anlatım, belki de Ali (RA)’nın İslam sancaktarlığını yaptığı bu askerî seferle ilgilidir: Müslüman coğrafya bilginlerinden İbn Mücâvir’e göre,978 bu kabilenin hurmalığında, üzerinde birçok arı kovanının bulunduğu kutsal bir ağaç vardı. Ne zaman bir düşman bu kabileye saldıracak olsa, bu hurma ağacını tütsülerler ve kovanlarından kızgınlıkla fırlayan arılar gidip düşman askerlerini sokarak onları bozguna uğratırlardı. Resulullah (AS) Suleymlilere karşı savaşmak üzere yola çıkınca, Ali’yi önceden buraya gönderdi. O da müthiş kılıcı Zu’l-Fikar’ın bir darbesiyle bir çırpıda ağacın gövdesini devirdi. Batıl inançlara sahip olan Suleymliler –kutsal ağaca yapılan bu saldırı karşısında tanrının gazabından korkarak- kaçıştılar. Ürkerek kovanlarından dışarı uğrayan arılar ise, Suleymlilerin koşuştuğunu görüp her bir yönden onların peşine düştüler. Suleymliler çok geçmeden gerçek Tanrının kim olduğunu öğrendiler ve İslam’ı kabul etmek üzere Resulullah (AS)’ın huzuruna geldiler. Öte yandan, İbn Habîb’in belirttiğine göre,979 Suleymli temsilci heyeti, kabile olarak İslam’a geçtiklerini açıkladığı zaman, Resulullah (AS) onlara İslamî dönemde de kendisini tasdik etmek üzere, başkanlarının kim olduğunu sordu. Suleymliler, “Bizi her zaman yöneten, Kaçak oğlu kaçak’tır” dediler. Üç kez aynı soruyu tekrarlaması üzerine, bu kişinin Hibbân ibn el-Hakem olduğunu açıkladılar. Aynı kaynağın verdiği bilgiye göre bu kişi, Benû Avf karşısında tutunamayıp kaçtıktan sonra Kaçak lakabını almış ve hayatını sürdürebilmek için bunun en iyi politika olduğuna inandığını böbürlenerek söyleyip durmuştur. Bu kabilenin putperestliği ile ilgili olarak şunu hatırlatalım ki, Tâ’if yakınlarındaki Nahle’de bulunan el-’Uzzâ putunun hizmetkârları, Resulullah (AS)’ın amcası olan Ebû Tâlib’in müttefiki ve aynı zamanda Suleymlilerin sopundan Benû Şeybân kabilesine mensup idiler.980
783/1. Karkaratu’l-Küdr’e karşı düzenlenen bu seferde kesinlikle kan dökülmemiştir. Ancak kaynaklarımız981 beş yüz deve vs. gibi önemli bir ganimetten söz ederler. Bu durum, Suleymlilerle olan ilişkilerin daha da bozulmasına yol açmış olmalıdır. Dolayısıyla, Suleym ve Gatafân kabilelerinin Medine’ye saldırıya geçmek üzere işbirliği hazırlığında olmalarına şaşırmamamız gerekir. Bilgi toplamakla görevli memurları Resulullah (AS)’ı uyarmışlar, o da, bu saldırıyı önlemek amacıyla, Zu’l-Kussa ve Zû Amr istikametine 450 kişilik bir kuvvet göndermiştir ve düşman, canını kurtarmak için çareyi kaçmakta bulmuştur. Bu askerî seferde de görüldüğü gibi, Resulullah (AS)’ın amacı kesinlikle siyasi değildi. Nitekim, yolda bir düşman ele geçirilmiş, Resulullah (AS)’ın kendisine İslam’ı anlatması üzerine o, sadece Müslüman olmakla kalmayıp, aynı zamanda, kendiliğinden düşmanın toplu halde saklandığı yeri açıklamıştır. Saldırının başlayacağı gün yağmur yağmaya başladı. Düşmanın dağılmasından sonra, Resulullah (AS) giysilerini kurutmak üzere bir ağacın dallarına serdi, kendisi de ağacın altına uzandı. Düşmanın önde gelen başkanlarından Du’sûr el-Muhâribî982 onu bir tepenin ardından gözetlemekteydi. Bir fırsatını bulup tepeden aşağı inerek Resulullah (AS)’ın karşısına yalın kılıç dikildi ve şöyle haykırdı:
“-Şimdi seni elimden kim kurtaracak?”
Muhammed (AS) uzandığı yerden doğrularak, sükûnetle cevap verdi:
“-Allah!”
Koskoca kabile reisi bu cevap karşısında o kadar heyecanlandı ki, kılıcını elinden düşürüp tir tir titremeye başladı. Bu kez Resulullah (AS) kılıcı eline alarak sordu:
“-Peki, şimdi seni benim elimden kim kurtaracak?”
-Vallahi hiç kimse! Kurtaracaksa da ancak Allah kurtarır, ve ben şehadet ederim ki Allah’tan başka tanrı yoktur, ve yine şehadet ederim ki Sen Allah’ın Elçisisin.”
Bunun üzerine Muhammed (AS) ona kılıcını geri vermiş ve o da bundan böyle İslam’ın yayılması için çalışmıştır.983
783/2 Bu arada, klasik dönem yazarlarının eserlerinde ele aldıkları ayrıntılarda bazı farklılıklar olduğuna da işaret edelim. Şöyle ki:
a) Resulullah (AS)’ın hayatına karşı düzenlenen bu suikast girişimi, Hicretin 2. mi, 3. mü yoksa 7. yılında mı yapılmıştır?
b) Bu olay Zû ‘Amr’da mı, Zâtu’r-Rikâ’da mı meydana gelmiştir?
c) Burada söz konusu olan başkan Du’sûr ibn el-Hâris mi, yoksa onun kardeşi Ğavres midir?
d) Düşman, kılıcını vurmak üzere kaldırdığında, Resulullah (AS) kılıcı bir ağaca dayalı olarak uyuyor muydu, yoksa uyanıktı da düşmanını kibarca karşılayıp, onun isteği üzerine, nezaketen kılıcını incelemesine izin vermişti?
Buhârî (bk. 64/31/0, 1, 8 ve 64/32/2) olayın Zâtu’r-Rikâ’da, Gavrat’ın başkanlığında ve H. 7 yılında geçtiği görüşünde olup, Resulullah (AS) o sırada uyuduğunu ve hasmının hücum etmeden önce o devrin savaşçılarına özgü bir nara atarak kendisini uyandırdığını ileri sürer. Olayın H. 2 ya da 3. yılda meydana geldiği rivayetlerine gelince, burada, daha önce açıkladığımız (yukarıda § 759 dipnotu) basit bir takvim başlangıcı meselesi söz konusudur. H. 7 tarihi ise, sadece Buhârî’nin çıkardığı bir hükümdür. Zira onun rivayet ettiği hadiste yer alan ek bilgide, Resulullah (AS)’ın bu askerî sefer sırasında, tehlike nedeniyle özel bir tarzda (korku namazı; bk. Nisâ Sûresi: 4/101-102) namazlarını kıldığı ve kendisine bu hadisi nakleden Ebû Hureyre’nin İslam’ı ancak H. 7 yılında kabul ettiği belirtilmektedir. Ancak bu olay, Resulullah (AS)’ın sadece bir kez değil, durumun gerektirdiği her defasında bu şekilde namaza başvurduğu, ayrıca aynı bölgede uzun yıllar boyunca birçok askerî sefere komuta ettiği gerçeğiyle açıklanabilir. Buhârî, savaşın yapıldığı Zâtu’r-Rikâ (kelime anlamı: Yamalı kimse) ile ilgili olarak, bunun bir yer ismi olmadığını, ordunun geçtiği bölgenin taşlık ve kayalık olması nedeniyle yalın ayaklı bazı askerlerin ayaklarının yaralandığı bir savaşa verilen sıfat olduğu açıklamasında bulunur. Zû ‘Amr konusunda ise bir anlaşmazlık yoktur. Suikasta adı karışan kişinin adının da bu anlatımda hiçbir önemi yoktur. Aynı şekilde, olay sırasında Resulullah (AS)’ın uyanık mı yoksa uyur vaziyette mi olduğu da önemsizdir. Burada daha çok olayı anlatan kişinin izlenimi söz konusudur. Kısacası, her iki anlatım da özü itibarıyla birbirini destekler niteliktedir.
784. Birkaç ay sonra, Muhammed (AS), Suleymlilerin diyarına gitmek üzere tekrar Medine’den ayrıldı. Maden yataklarının bulunduğu el-Fur’ bölgesindeki Buhrân’a geldi ve Rebiu’l-Ahir ve Cumade’l-Ûlâ ayları boyunca orada kaldı.984 Bu süre boyunca herhangi bir olumsuz olay olduğu kaydedilmemiştir. Orada kalış süresinin uzaması, onun bu kabile ile uzlaşma ve onlarla ittifak yapma girişiminde bulunduğunu akla getirse de, kendisi buna muvaffak olamamıştır. (İbn Sa’d, yalnızca on günlük bir kalış süresinden söz eder.)
785. Kısa bir süre sonra, yani H. 4 yılının Sefer ayında, İslam’ı tebliğle görevli 70 sahabenin, Suleymlilerin topraklarında bulunan Bi’ru Maûne kuyuları mevkiinde ‘Amir ibn Tufeyl tarafından pusuya düşürülerek haince kılıçtan geçirildiği o acı olay meydana geldi. (Kuşkusuz Suleymliler, daha önceki aylarda Müslümanların kendi topraklarına yaptığı askerî seferlerden hiç de memnun olmamışlar ve bunun intikamını almak için, doğuracağı sonuçları hiç düşünmeksizin ellerine geçecek ilk fırsattan yararlanmak istemişlerdi. Kaynakların belirttiğine göre, İslam’ın o sırada uğraşmak zorunda kaldığı diğer sıkıntılar nedeniyle, Bi’ru Maûne şehitlerinin kanı yerde kalmış gibi gözüküyor.) Adı geçen ‘Amir’in annesi Kebşe, aynı zamanda meşhur savaşçı ‘Urve er-Rahhâl’in kızı idi. ‘Amir’in şöhreti de tüm Arabistan dışında o denli yaygındı ki, ne zaman bir Arap kabile başkanı Kayser’in (Suriye valisi ya da Bizans İmparatoru?) huzuruna çıksa, bu kişi kendisine: “Senin ‘Amir’le ne gibi bir akrabalığın var?”, diye sorardı. Huzâ’a kabilesinden söz ederken belirtildiği gibi, ‘Amir’in bir akrabası olan ‘Alkame ibn ‘Ulâse bu durumu kıskandı ve aralarında bir gerginlik meydana geldi. Bundan başka, ‘Amir, Resulullah (AS)’ı ziyaret edip yurduna döndükten kısa bir süre sonra985 hıyarcık vebâsından (tâun) öldü. Kabilesi,986 kimsenin bir saygısızlıkta bulunmaması için, mezarının çevresindeki iki kilometre karelik alanı kutsal ilan itti. Burada ne hayvanlar otlayabilir, ne de yolcular yaya veya binekli olarak yakınından geçebilirlerdi.987
786. Bu olaydan bir yıl sonra Medine’de Hendek Savaşı meydana geldi. Saldırı ittifakı için hazırlık yapmakta olan Hayber Yahudileri, bu kabileye de bir heyet gönderdiler. Sonunda bir anlaşma sağlandı ve Suleymlilerden oluşan 700 kişilik bir kuvvet, Medine yolu üzerinde Marru’z-Zahran denilen yerde Mekke ordusuna katıldı.988 Suleymliler bu savaşta pek varlık gösteremediler ve Mekkeliler kuşatmayı kaldırmaya karar verir vermez diğer kabilelerle birlikte çekilip gittiler.
787. Resulullah (AS)’ın, H. 6 yılı Rebiu’l-Ahir ayında Zeyd’in komutasında Suleymlilerin bölgesindeki el-Cemûm’a niçin bir askerî birlik gönderdiği bilinmiyor. Zaten burada hiçbir göçebe kabilesine de rastlanmamıştır.989
788. Öyle anlaşılıyor ki İslam, tüm bunlara rağmen, bu kabile içine yavaş yavaş nüfuz etmeye başlamıştı. H. 7 yılında Resulullah (AS) Hayber üzerine yürüyüşe geçtiğinde, Suleymli şair el-’Abbâs ibn Mirdâs haberi Mekke’ye yetiştirerek, Müslümanların savaşı kaybedeceği kehanetinde bulunmuştu. Hatta birçok kimse sonuç hakkında bahse bile tutuşmuşlardı. Aksine, aynı zamanda tüccar olan el-Hacc ibn ‘İlât adlı bir diğer şair, daha Hayber’de iken İslam’a geçmiş ve Müslümanlarla birlikte savaşa katılmıştı. Daha sonra, İslam’ın muzaffer olduğu haberi henüz oraya ulaşmadan, Mekke’ye dönüp geldi. İslam’a geçmesi dolayısıyla Mekke’deki mallarının yağmalanmasını önlemek için de bir kurnazlık düşündü: Kendisinin Hayber’den geldiğini, Müslümanların orada ağır bir yenilgiye uğradıklarını, Muhammed’in esir alındığını ve Yahudilerin kendisini hediye olarak Mekke’ye yollayacaklarını bildirdi. Ve şöyle ekledi: “Yahudiler ele geçirdikleri ganimetleri satacaklar, ve bu fırsatı değerlendirmek için de bana para lazım.” Böylece Mekke’deki bütün alacaklarını tahsil ettikten sonra çekip gitti. Birkaç gün sonra gerçek haber Mekke’ye ulaştı ve Mekkeliler, hem yenilmekten, hem de oyuna getirilmekten dolayı iki yönlü bir kedere boğuldular.990
789. Olayın üzerinden birkaç ay geçtikten sonra (H. 7 sonları), İbn Ebi’l-Evcâ’ adlı bir Suleymli, İslam’ı tebliğ etmek amacıyla 60 kişilik bir heyetin başında Suleymlilerin yanına gönderildi. Bu insanlar, onu dinlemek yerine, gelen görevlileri ok atarak karşıladılar ve ağır yaralanarak daha sonra Medine’ye götürülen komutanları dışında hepsini öldürdüler.991
790. Fakat ertesi yıl, Mekke’nin fethi sırasında bu kabileden tam donanımlı bir bölüğün Kudeyd’de İslam askerî birliğine katıldığını görmekteyiz.992 Beraberlerinde çok sayıda at da getirmişlerdi; Resulullah (AS) onları Hâlid ibn Velîd’in emrine verdi. Bununla birlikte, içinde bulundukları ruhsal durumun pek de memnuniyet verici olmaması bizi şaşırtmamaktadır. Mekke üzerine düzenlenecek olan seferin hazırlıkları tam bir gizlilik içinde sürdürüldüğü sırada, Ebû Bekir bir gün kızı Ayşe’ye (Resulullah’ın hanımı ve Müminlerin annesi) şöyle sordu:
“-Resulullah (AS)’ın gitmeye niyetlendiği yer hakkında ne düşünüyorsun?”
Ayşe şöyle cevap verdi:
“-Bilmiyorum, belki Suleymlilerin, belki de diğerlerinin üzerine.”993
Böylece o, Resulullah (AS)’ın kendisine verdiği sırrı gizli tutmak istiyordu. Ancak konuşma sırasında ağzından kaçırdığı Suleymliler sözcüğü, Müslümanların o dönemde genel olarak taşıdıkları duyguları çok iyi yansıtmaktadır. Mekke’nin fethinden sonra Hevâzin kabilesinin takındığı tehditkâr tutum, Resulullah (AS)’ı şehrin dışına çıkmak ve Huneyn’de onlarla savaşmak zorunda bırakmıştı. Makrîzî,994 Suleymli kuvvetlerin bu savaş sırasındaki davranışlarından uzun uzadıya bahseder: İki taraf karşılaştığında, önce Suleymli süvariler kaçışmaya başladılar. Zor kazanılan bir zaferden sonra, Resulullah (AS) düşmanı takip etmelerini emrettiği zaman, kendileri bu emri yerine getirmedikleri gibi, diğerlerinin bunu yapmalarına da engel oldular. Muhammed (AS)’e nispet edilen aşağıdaki meşhur kelime oyunu, muhtemelen o dönemde söylenmiştir:
“Usayye asat Allah ve Rasûleh.”995
(Yani, “Suleymlilerin bir kolu olan Usayyeler, Allah’a ve Resûlüne isyan ettiler”, ya da “‘Usayye, Allah ve Resûlünün arslanıdır.”) Resulullah (AS), bu savaşta ele geçirdiği ganimetle Mekkeli Ebû Sufyân, Suleymli el-’Abbâs ibn Mirdâs vb. İslam’a yeni girmiş olan birçok kimseyi ödüllendirmiştir. El-’Abbâs, kendisine tahsis edilen miktardan memnun olmadığı için, Resulullah (AS) aleyhinde bir taşlama (hicviye) dizelemişti.996 Resulullah (AS) ise, ona karşı bir disiplin cezası uygulamak yerine, sadece şairin ödül payının iki katına çıkartılmasını emretti. Birkaç gün sonra, Huneyn’de yenilgiye uğrayan Hevâzinli bir heyet Resulullah (AS)’ın huzuruna girmiş, İslam’a geçtiklerini bildirerek, kendisinden mallarının yanı sıra, esir alınan kadın ve çocuklarının iadesini rica etmişlerdi. Daha önce de gördüğümüz gibi, Resulullah (AS) esir alınan tutsakların azat edilmelerini emretti. Savaşa gönüllü olarak katılan ve aralarında bu şair ‘Abbâs’ın da bulunduğu bazı gruplar böyle yapılmasına karşı çıktılar. Abbâs şöyle diyordu:
“Ben kabilem adına buna hayır diyorum!”
Makrîzî’nin verdiği ek bilgiye göre,997 Suleymli diğer savaşçılar, Resulullah (AS)’ın aralarında sütannesinin kabilesinin de bulunduğu esirleri azat etme emrine karşı çıkılmasını bir rezalet olarak değerlendirerek, şöyle haykırdılar:
“-Hayır! Biz Suleymliler de diğerleri gibi, elimizde bulunan Hevâzinli köleleri azat ediyoruz.”
‘Abbâs açıkça bu duruma öfkelenerek, kendisini böyle yalnız bırakıp aşağıladıkları için kabilesi mensuplarına sitem ve serzenişte bulunmuştur.
791. Aynı askerî sefer sırasında Resulullah (AS), bir yandan da Mekke’nin güneyinde, Yelemlem dağının eteklerinde oturan Benû Cezîme kabilesine Hâlid ibn Velîd komutasında bir tebliğ heyeti gönderdi. Bu sefere Suleymli süvariler de katılmıştı. Ancak bir yanlış anlama nedeniyle, komutan, daha önce Müslüman olmuş olan Benû Cezîme kabilesi mensuplarını tutuklayıp, sonra da hepsinin kılıçtan geçirilmesini emretti. Âdet olduğu üzere savaş tutsakları, gözetim altında tutulmaları için birlik üyeleri arasında taksim edilirlerdi. Bu emri sadece Suleymliler yerine getirdiler. Diğerleri, iyi birer Müslüman olduklarına bakarak tutsakların suçsuzluğuna hükmedip, onları serbest bıraktılar. Komutan bu durumdan hiç de hoşnut olmadı. Birlik seferden döndüğünde, Resulullah (AS) komutan Hâlid’i fena halde azarladı ve mağdur kabileye kan bedeli olarak yüklü bir meblağ gönderdi. Dökülen insan kanının yanı sıra, köpeklerin su içtikleri kırık çanakların bedeline varıncaya kadar tüm zararın giderilmesi için de Ali’yi görevlendirdi. Ayrıca “bizim bilmediğimiz daha ne kadar zarar ziyan varsa hepsi için” diyerek fazladan bir tazminat ödenmesini emretti. Bu tavır, mağdur kabilenin yatışması için yeterli oldu.998
792. Ertesi yıl (H. 9), Resulullah (AS), ülke halkını merkezî hükümet yararına düzenli bir vergiye bağlama kararı aldığında, iki komşu kabile olan Suleymliler ve Müzeynelilerden vergi tahsil etmek amacıyla, Medineli ‘Abbâd ibn Bişr el-Eşhalî’yi görevlendirdi.999 Ancak, daha H. 5 yılında Suleym madenlerinden vergi alınmaktaydı. Hatta Selmân-ı Fârisî’nin azat edilmesi için Yahudi efendisine verilmesi gereken parayı, Resulullah (AS), Suleymlilerin işlettiği altın madenlerinden alınan zekatla ödemişti.1000
793. O tarihte henüz Suleymlilerin tamamı İslam’ı kabul etmiş değildi. Temimliler, Huzâ’alıların topraklarında misafir olarak bulunan Müslüman vergi memurlarını tehdit edip kötü davranınca, ev sahibi durumundaki Huzâ’alılar buralardan çekilerek, Suleymlilerin yanına sığınmışlardır.1001
794. Birkaç ay sonra, Resulullah (AS) Tebûk Seferi hazırlıklarına giriştiğinde, şair ‘Abbâs’ı, kendi kabilesinden gönüllü asker toplamakla görevlendirdi.1002 Ancak bu olayla ilgili ayrıntılı bilgi yoktur.
795. Resulullah (AS)’ın Suleymlilere bazı toprakları tımar olarak vermesine, daha doğrusu onların eskiden sahip oldukları mülkiyet haklarını onaylamasına hiç şaşırmamak gerekir. Savârikiye hurmalıklarını içindeki sarayla birlikte Sa’îd ibn Sufyân er-Ri’lî’ye tımar olarak vermesi de böyle olmuştur.1003 Kayıtlarda, Medfû bölgesinin iki ayrı kişiye tımar olarak verildiği gözükmektedir: Seleme ibn Mâlik ve el-’Abbâs ibn Mirdâs.1004 Bir başka belge ile, Seleme ibn Mâlik’e bir kısım toprak daha tımar olarak bağışlanmıştır.1005 Eğer burada sözünü ettiğimiz, yukarıda söz ettiğimiz Seleme ile aynı kişi ise, burada ilk bağışın yerine geçmek üzere siyasal ya da kişisel nedenlerle yenilenen bir işlemden söz etmek mümkündür. El-Cifr’in bölgesinin tamamı, Benû Usayye’nin bir koluna mensup olan Havza ibn Nubeyşe’ye bağışlanmıştı.1006 Kaynaklarda bu konu ile ilgili ondan fazla belgeden söz edilmektedir.1007
796. Bu konuyu bitirirken, Resulullah (AS)’ın Sanâ bint es-Salt adlı Suleymli bir kızla evlenme hazırlığında olduğunu, ancak kızın daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettiğini belirtelim.1008 Yine bu konuda, Resulullah (AS)’ın Kelb kabilesinden evlenmek üzere olduğu iki nişanlısından bahsedilir. Muhtemelen burada tek bir evlilik söz konusu olup, isim karışıklığı nedeniyle sanki birçok evlilik yapıldığı, oysa bu evlilik girişimlerinin hepsinde, nişanlıların daha Medine’ye gelmeden yolda vefat ettikleri için bu yanılgıya düşüldüğü söylenebilir.
Hevâzin Kabilesi ve Tâ’if Şehri
797. Suleymlilerle ittifak halindeki Hevâzinliler, İslam öncesi Arabistan’ında yaşanmakta olan şiddetli kargaşa ortamının sacayaklarından birini oluşturuyorlardı. Bu büyük kabile, Mekke ile Necd arasındaki bölge ile, güneyde Yemen’e kadar uzanan topraklarda yaşıyordu. Bunlar arasında bulunan Sakîfliler Tâ’if şehrinde otururlardı. ‘Amir ibn Sa’sa’alar daha çok göçebe bir hayat sürerlerdi. Yemen’deki Kinde krallığı Hevâzinlileri kendisine tâbi kılmakla birlikte, meşhur en-Nefrevât Günü savaşından sonra bunlar tekrar bağımsızlıklarını elde etmişlerdir. Çok geçmeden kuzeydeki kabilelerle yeni bir savaş başlatmışlar, ancak ‘Abs’larla Zubyânların kudretli birliği onları bir bozguna sürüklemiştir. Mekke’ye çok yakın olan bölgelerde, Haram Aylar’da ve el-Ficâr günlerinde olmak üzere dört kez çatışma yasağını delmişlerdi. Bir defasında, Hevâzinli biri yıllık Ukâz fuarında Kinaneli birine kredili bir satış yapmış, ancak üzerinden yıllar geçtiği halde borç ödenmemişti. (Bu durum savaşa yol açmış ve çatışma yardıma gelen diğer toplulukların müdahalesi sonucu ciddi boyutlara ulaşmadan önlenmişti.) Bir defasında da Hire kralı, bu fuarda satmak istediği mallara Ukâz’a kadar yolda korumalık etmesi için ‘Urve er-Rahhâl adlı bir Hevâzinliyi görevlendirmişti. Kinâneli bir haydut olan el-Berrâd, ‘Urve’yi yolda öldürdü. Bu olay, söylentiye göre Muhammed (AS)’ın de gençliğinde katıldığı yeni bir savaşın çıkmasına yol açtı. Bu ihtilafı çözmeye tek bir çatışma yetmemiş ve savaş birçok kez yeniden başlamış ve her defasında sonuç farklı olmuştu. Burada belirtmek gerekir ki, Mekkeli Kureyşliler bu savaşlarda her defasında Hevâzinlilere karşı Kinânilerin safında yer almışlar, Hevâzinliler de Suleymlilerle ittifak yapmışlardır. Belki de bu “sacayaklarının (tencere taşları)” Kureyşli Resulullah (AS)’a karşı olan düşmanlığının nedenini burada aramak gerekmektedir.
798. Tâ’if, Hevâzinliler için övünç kaynağı olan bir şehirdi. Deniz seviyesinden yüzlerce metre yükseklikte bir yaylaya kurulmuş olan bu şehir, oldum olası çöllük Arabistan’dan çok, bereketli Suriye’nin bir parçası olarak görülmüştür. Birbirlerine eşek sırtında bir, deve sırtında ise iki günlük uzaklıktaki Tâ’if ile Mekke, birbirlerinin ayrılmaz parçası iki şehir durumunda idi. Tâ’ifliler ziraî ürünlerini Mekke’de satarlar, Mekkeliler de yaz mevsiminde Tâ’if ikliminin yumuşaklığını ararlardı. Çoğu Mekkelinin Tâ’if’de arazisi bulunur, aynı şekilde Tâ’if’liler de özellikle ticaret yapmak için Mekke’de otururlardı. Buradaki refah ve işten arta kalan boş zamanların çokluğu Tâ’if’te kültürel etkinliklerin yayılmasını kolaylaştırmış ve insanlarının entelektüel düzeylerini yükseltmişti. Buna birkaç örnek verelim:
799. İslam’ın başlangıcında Arabistan’ın bu bölgesinde tanınan tek tabip olan el-Hâris ibn Kalade, Benû ‘İlâc kabilesinden bir Tâ’if’liydi.1009 Tıp eğitimini İran’daki Cundaysâbûr tıp okulunda yapmış1010 ve tabip olarak ünü Arabistan sınırları dışına taşmıştı. Bir gün, Nûşcân adlı İran’lı bir satrap hastalanmış ve İranlı doktorların tedavisi onu iyileştirememişti. El-Hâris ibn Kalade sayesinde eski sağlığına kavuştu.1011
800. Sakîf kabilesinden biri İran İmparatorunu ziyarete gitmiş ve o da bundan o kadar memnun olmuştu ki, bedevînin bütün arzularını yerine getirmeye söz vermişti. Bu vaadini yerine getirmek için, İranlı bir mühendisi Tâ’if’e göndermiş ve oraya korunaklı bir kale ile surlar inşa ettirmişti.1012 (Sur anlamındaki Tâ’if ismi buradan gelmektedir; eskiden buraya Vac deniliyordu. Tâ’if’in bugün üzerinde kurulu olduğu vadiye de aynı ad verilmektedir.) Bu surlar o kadar önemli idi ki, ilerde de göreceğimiz gibi, Muhammed (AS)’ın H. 8 yılında şehre yaptığı hücumda orayı ele geçirememişti. Halkının entelektüel yaşantısı ile ilgili olarak, Sakif’li Gaylân ibn Seleme’nin, Ukâz fuarında kurulan mahkemenin başkanı olduğunu ve kendisinin orada bir gün mahkeme işleriyle, ikinci gün şiirlerini yazmakla ve üçüncü gün de gelen ziyaretçileri kabul etmekle meşgul olduğunu söyleyebiliriz.1013 Arabistan’ın en meşhur şairlerinden biri olan en-Nâbigatu’l-Ca’dî de aynı kabileye mensuptu. Meşhur Ukâz fuarı da bu bölgede kurulmaktaydı. Aynı bölgede sürdürülen ticaret, spor, “uluslar arası” hakemlik, edebî çalışmalar (şiir ve düzyazı), dinî ve toplumsal reform hareketleri gibi etkinlikler, Tâ’if’i eski Arabistan’ın en ideal merkezi yapmak üzere bir araya gelmiş bulunuyordu.1014 Tâ’if’de çok sayıda Yahudi vardı.1015 Yine burada faizcilerin hummalı çalışmalarına işaret edilmektedir; yıllık % 100 faizle nakit para ya da hububat borç olarak verilirdi. Eğer borçlu, bir yılın sonunda borcunu geri ödeyemezse, aynı koşullar altında sözleşmesini yenilemek zorundaydı. Yani aldığı 100 dirhem borç, bir yıl sonunda 200 dirhem, ikinci yıl sonunda 400 dirhem ilh. oluyordu.1016
801. Arabistan’ın diğer yerlerinde olduğu gibi, Tâ’if’ nüfusu tek bir yapıdan oluşmuyordu. Hevâzinliler’den (Sakîfliler) ve aynı zamanda yabancı müttefiklerden (kaynaklarımızda Ahlâf olarak geçmektedir) başka burada, iki temel grup olan Mekkeliler, Yahudiler ve diğer birçok kabileye mensup mevlalar bulunuyordu. Araplar genellikle putperesttiler. Tâ’if’de, bir kaya üzerine kurulmuş, tanrıça el-Lât’a ait meşhur bir tapınak vardı. Duvarları perdelerle kaplı olan bu tapınakta, babadan oğula devam eden kapıları açıp kapatmakla görevli insanlar vardı. Tapınağın çevresindeki arazi, mutlak bir korumaya sahipti: Burada ne sıradan biriyle, ne de cinayet suçu işlemiş biriyle bile kavga edilemediği, ayrıca bir av hayvanının bile öldürülemediği gibi, komşu vadideki yabani ağaçlar bile kesilemezdi. Bu putperestlik dininin törenleri, Sakîfler arasında bulunan Yesâr ibn Mâlik ailesinden el-Ebu’l-’As’ın evindeki kimselerce icra edilirdi.1017 Başvuru kaynağımızda hem bu putu, hem de Cihâr adlı bir başka putu ziyarete gelenlerce okunan dua ve formüller yer almaktadır. Cihâr denilen put da Hevâzinlilere aitti ve Ukâz’da dikiliydi. Hizmetkârları Benû Nasr ailesinden el-’Avf’ın ocağından gelirler ve bu görevi Muhâriblerle birlikte yerine getirirlerdi. Put, Ethal Dağı eteklerinde bulunuyordu (Bu değerli bilgiden hareketle, Ukâz’ın tam olarak nerede kurulduğunu yeniden ortaya çıkarmamız mümkün olacaktır).
802. Bu arada, şu sıradan olaya değinmeden geçemeyeceğiz: Habeşistanlı Ebrehe, Kâ’be’ye karşı sefer düzenlediği zaman, yolu üzerinde, önce Yemen’de ve daha sonra da Has’am adlı büyük kabilenin topraklarından geçtiği sırada, bu girişime karşı çıkan bazı Arap kabileleriyle karşılaştı. Ebrehe, bu tür direnişleri kırarak, Has’am’lı komutan Nevfel’i esir aldı. Nevfel, kendisine rehberlik etme vaadiyle hayatını kurtardı. İstilacılar Tâ’if’e ulaştıklarında, Sakîfli Mes’ûd ibn Mu’attîb, Ebrehe’nin yanına gelerek, halkının dostane duygularını iletti ve Tâ’if’deki el-Lât tapınağına ilişmemesi koşuluyla, kendisine Mekke’ye kadar yol gösterecek kılavuzlar tahsis etti. Ebrehe buna razı oldu ve kendisine yol göstermesi için Ebû Rigâl adlı bir rehber verildi.1018 Halk arasında anlatıla gelen rivayetlere göre, Ebû Rigâl, ordu Mekke’nin dış mahallelerine gelir gelmez, el-Muğammas denilen yerde ansızın ölmüş ve oraya gömülmüştür. Mekkeliler, ona duydukları nefretin bir göstergesi olarak, mezarını taşlamayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Yine söylentiye göre, onunla birlikte mezarına –ganimet olarak almış olduğu- “altından yapılmış iki ağaç dalı” gömülmüştü. Daha sonra Resulullah (AS) mezarın açılmasını ve bu hazinelerin oradan çıkartılmasını emretmiştir.1019
803. Tâ’iflilerin entelektüel düzeylerinin genel olarak komşularından daha yüksek olması bizi şaşırtmamalıdır. Muhammed (AS)’ın doğumuna yakın, Tâ’if taraflarına çok sayıda göktaşı düşmüş, Tâ’ifliler de, bu kaygı verici olay hakkında kendisine danışmak üzere, yukarıda bahsi geçen İlac kabilesinden ‘Amr ibn Umeyye’nin (aynı adı taşıyan Damra kabilesinden büyük diplomatla karıştırılmasın) yanına gitmişlerdi. Bu zat şöyle cevap verdi:
“-Şayet insanların yeryüzünde ve denizlerde yollarını bulmak ve yağmur mevsimlerini tahmin etmek için başvurdukları yıldızlar(ın düşmesi) söz konusu ise, bu dünyanın sonunun geldiği anlamına gelir. Ama eğer kimsenin bilmediği yıldızlarsa söz konusu olan, endişelenmeyiniz: Allah bununla size bir mesaj vermek istemektedir. Ancak korkulacak ciddi bir şey yoktur.”1020
804. Tâ’if yakınlarında, kayalıklar üzerine kazınmış, tarih öncesi dönemlerden kalma çok sayıda hayvan vb. resimleri bulunmuştur. Bu da, söz konusu toplulukların geçmişinin çok eskilere dayandığını gösterir ki, şu anda özel olarak üzerinde durduğumuz konuyla fazla bir ilişkisi yoktur.1021
805. Resulullah Muhammed (AS)’ın hayatının daha ilk dönemlerinden itibaren, Hevâzinliler sahneye çıkmışlardır. Nitekim, ‘Abd Yâlil kabilesinden olan dayıları Tâ’if’de otururlardı.1022 Mekke’li sermaye sahipleri Tâ’iflilere ödünç para verirlerdi.1023 Amcası ‘Abbâs’ın da aynı işi yapmasında şaşılacak bir şey yoktur. (Vedâ Haccı sırasında, Resulullah, amcası ‘Abbâs’a ait olan faiz borçlarını kaldırdığını açıklamıştı.)1024 Diğer iki amcası da, kızlarını Sakîflilere ya da Hevâzinlilere nikâhlamışlardı.1025 Resulullah Muhammed (AS) dünyaya geldiğinde, kendisini ilk yıllarda emzirip büyütme işiyle Hevâzinli Halîmetü’s-Sa’diye görevlendirilmişti. Hatta onun çocukken sütannesiyle birlikte Ukâz fuarına gittiğini görüyoruz. Resulullah (AS) bu hanıma ve ailesine karşı daima büyük bir şefkat ve yakınlık göstermiştir. O da, Resulullah (AS) evlendikten sonra Mekke’ye ziyaretine gelirdi. Elimizde mevcut olan bazı verilere bakılacak olursa, kendisi çok ileri bir yaşta iken, Ömer (RA)’in halifeliği döneminde vefat etmiştir.1026 (Medine’deki Bâkî Kabristanı’nın Kuzey-Doğusunda bulunan kabri halen ziyaret edilmektedir.) Başka kaynaklar ise, onun H. 8 yılından önce vefat ettiğini, Resulullah (AS) Mekke’nin fethi sırasında vefat haberini alınca gözlerinden yaşlar boşandığını ve sütannesinin bir akrabasına bir deve, bir elbise ve 200 dirhem para bağışladığını naklederler.1027
806. Muhammed (AS)’ın ilahi tebliğ görevinin ilk on yılı boyunca, Tâ’if ya da Hevâzinliler hakkında kayda değer hiçbir olaya işaret edilmemektedir. Mekkelilerin boykot faaliyetlerinin yol açtığı mahrumiyetlerin bir sonucu olarak Hatice ve Ebû Tâlib vefat etmiş, kabilenin yeni başkanı Ebû Leheb de Resulullah (AS)’ı çeşitli ambargolar uygulayarak toplum dışı ilan etmişti. O da doğduğu yeri terk ederek, Tâ’if’deki akrabaları ‘Abd Yâlillerin yanında kendisine sığınacak bir yer aramak üzere doğduğu şehri terk etti. Ancak akrabaları ne İslam’ın tebliğine kulak vermek, ne de İslâm’ın bu tebliğcisini korumaları altına almak istediler; aksine ona hakaretler yağdırıp, sokak çocuklarını onun peşinden koşup taşa tutmaya kışkırttılar. Bunun sonucunda mübarek başı ve ayakları ciddi biçimde yaralanıp kanlar içinde kaldı.1028 Rastlantı sonucu, Mekkelilere ait bir üzüm bağı görüp oraya sığındı. Muhammed (AS) çok üzüntülüydü ve acılar içinde Allah’a şöyle dua ediyordu:
“Allahım! Ben ancak senin rızan için çalışmaktayım; ama şimdi çok zayıf ve tamamen çaresizim. Kuşkusuz ilâhi tebliğ görevimi sürdürmek istiyorum ve bu güçlüklere aldırmıyorum. İnşaallah bu sıkıntılar bana senin gazabından dolayı gelmemiştir; Herşeye rağmen senin himaye ve koruman daha hoştur. Sen her şeye gücü yeten ve en çok bağışlayansın..”
Üzüm bağının sahibi kendisine acıdı; O’na Ninovalı Hıristiyan kölesi ve bekçisi ‘Addâs’ın eliyle bir salkım üzüm gönderdi. Resulullah Muhammed (AS) salkımı eline alıp, onu yemeye başlamadan önce “Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla” diyerek besmele çekti. ‘Addâs buna şaşırdı ve bu misafire soru sormaya başladı. Resulullah Muhammed (AS) kendisine: “Tıpkı senin hemşehrin Yunus Peygamber gibi, ben de Allah’ın bir Elçisiyim” deyince, köle ona daha çok ilgi gösterdi. Daha sonra Muhammed (AS), Tâ’iflilerden ümidini keserek Mekke’ye geri döndü.
807. Aralarındaki rekabet ve çekişmelere rağmen, Mekke ile Tâ’if halkı, İslam’ın putperestliği kaldırmak için başlattığı harekete karşı işbirliği halindeydiler. H. 3 yılındaki Uhud Savaşı sırasında, Mekkeli ‘Abdullah ibn Ebî Umeyye ibn el-Mugîre doğruca Medine’den Tâ’if’e gitmiş ve oradan, Mekke’deki dostlarına savaşla ilgili haberler göndermişti.1029 Hendek Savaşı sırasında Sakîfler, Mekkelilerin safında yer almışlardı.1030 Ancak ertesi yıl (H. 6), Resulullah (AS)’ın çevresinde Tâ’ifliler görülmeye başlamıştı: Muhammed (AS) Hudeybiye’de Mekkeli elçi heyetini kabul ettiği sırada, Mugîre ibn Şu’be kendisine korumalık yapıyordu.1031 Hudeybiye’deki İslam ordugâhına sığınmış olan Ebû Busayr da Sakîfliydi. Barış görüşmeleri sırasında Mekkelilerin Muhammed (AS)’ın huzuruna gönderdikleri heyetlerden birine Mugîre ibn Şu’be’nin amcası ‘Urve ibn Mes’ûd başkanlık etmekteydi. ‘Urve çok seyahat etmiş bir kimseydi ve kendisinin Bizans, Ktesifon (Medâyin) ve Habeşistan hükümdarları tarafından kabul edildiğini iddia ediyordu. Görüşmeleri tamamlayıp Mekke’ye döndüğünde, Mekkelilere sakin olmalarını ve ılımlı davranmalarını tavsiye etti.1032 Tâ’ifliler de, Mekkeliler kadar, kuzeydeki kervan yollarının kesilmesinden rahatsız idiler. Bu durumda, Hudeybiye anlaşmasında açıkça Tâ’if’den söz edilmesine hiç şaşmamak gerekir:
“Kim ki Hac ya da Umre niyetiyle Mekke’ye gelir ya da Yemen ve Tâ’if’e gitmek üzere buradan (Mekke’den) transit olarak geçerse, emniyet içinde olacaktır.”1033
808. Anlaşıldığına göre, Hevâzinlilerin göçebe kolları da aynı görüşte değillerdi ve anlaşma koşullarına riayet etmemişlerdi. Resulullah (AS) da, Hudeybiye Anlaşmasından onbir ay sonra, bu koşullara uymayan bazı kabileleri cezalandırmak üzere, Mekke’nin güneyinde dört günlük uzaklıktaki Turabe’ye, Ömer (RA)’i gönderdi. Ancak onlar bulundukları yeri çoktan terk ettikleri için, Ömer’in komutasındaki birlik düşmanla karşılaşmadan geri döndü.1034 Ancak kaynaklarımız bu askerî seferin gerçek nedenleri hakkında kesin bir bilgi vermezler. Aynı ay, Necd’deki Dâriye’de oturan, ‘Amir ibn Sa’sa’a’nın bir kolu durumundaki Benû Kilâbları cezalandırmak amacıyla, bu kez Ebû Bekir komutasında bir başka sefer düzenlendi. Yapılan gece baskınında düşmana pek çok zayiat verdirildi ve bir genç kız da esir alındı. Ancak Resulullah (AS), Mekke bölgesindeki bazı esir Müslümanlara karşılık, bu kızı serbest bırakmıştır.1035 Hemen hemen aynı günlerde, Turabe ve Dariye gibi Hevâzinin oldukça uzak bölgelerindeki iki koluna yapılan bu ziyaretler, merakımızı çekmekten uzak değildir. Bu seferlerde belki de Medine’ye karşı düzenlenmekte olan büyük bir kışkırtma olayına karşı önlem alınması söz konusu idi. Birkaç ay sonra (H. 8, Rebiu’l-Ahir), Resulullah (AS), maden yataklarının bulunduğu bölgenin biraz ilerisindeki Rukbe yakınlarında, Si denilen yerde oturan ‘Amir ibn Sa’sa’aları cezalandırmak için, Şuca’ ibn Vehb komutasında 24 kişilik bir askerî birlik gönderdi. Bu sefer sırasında bir miktar esir ele geçirilmişse de, daha sonra Medine’ye gelen bir heyet bunların kusurlarının bağışlanmasını isteyip İslam’a geçtiklerini de bildirince, bunlar serbest bırakılmışlardır.1036 Ancak bu konuyla ilgili başka bir bilgiye sahip değiliz. Bundan birkaç ay sonra, Hevâzinlilerin Huneyn’de yapılacak olan büyük savaşa katılmak üzere bir araya gelmeleri hiç de şaşırtıcı değildir. Bu arada, Ebû Bekir’in kızı Ayşe’nin, Mekke’ye karşı girişilecek olan gizli fetih hazırlıklarından henüz habersiz babasına verdiği kaçamak cevabı bir kez daha hatırlatalım:
“-Bilmiyorum, belki Suleymlilerin, belki Hevâzinlilerin, belki de Sakîflilerin üzerine gidilecektir.”1037
Makrîzî’nin verdiği bilgiye göre (İmtâ, I, 366), Resulullah (AS)’ın, keşif kıtası olarak el-Arac’dan başlamak üzere Mekke yolu üzerine gönderdiği süvari birliği, Hevâzinlilerden bir casusu ele geçirmiş ve bu adam, o sırada Hevâzinlilerin toplanma hazırlığı içinde olduklarını, başlarında Mâlik ibn ‘Avf’ın bulunduğunu, Benû ‘Amir’den Ka’b ve Kilâb kabilelerinin ise bu sefere katılmayı reddettiklerini itiraf etmiştir. Resulullah (AS), sefer (Mekke’nin Fethi) tamamlanıncaya kadar koruyup gözetmesi için, bu casusu Hâlid ibn Velîd’e teslim etmiştir. Müslüman askerlerin güzel davranışları bu casusun çok hoşuna gitmiş ve o da İslam’ı kabul etmiştir. Mekke’nin fethinden üç gün sonra (H. 8, Ramazan), Resulullah (AS), çevrede bulunan putları yıkmaları için birçok askerî birlik gönderdi. Bunlardan Hâlid ibn Velîd komutasındaki bir birlik, Mekke ile Tâ’if arasındaki Nahle’ye gelerek, buradaki meşhur el-’Uzzâ putunu devirdi.1038 Bu olay, kendi putları Lât’ın da başına aynı olayın gelmesinden korkan Tâ’iflileri daha çok galeyana getirdi. Hevâzinliler çoktan yürüyüşe geçmişlerdi. Resulullah (AS)’ın görevlendirdiği bir casus, Evtâs’da kıpırdanmalar başlar başlamaz, Resulullah (AS)’ı mektupla haberdar etti. Durumdan daha da emin olmak isteyen Resulullah (AS), Mekke’ye bir keşif eri göndermiş ve o da kesin bilgilerle dönüp gelmişti.1039 Bunun üzerine Resulullah (AS), düşmanla karşılaşmak üzere Mekke’den ayrıldı.1040 Hareket halindeki ordusu Huneyn’de sabahın ilk saatlerinde ansızın pusuya düşürüldüğünde, kendisi henüz yolda idi.1041
809. Huneyn adı Kur’an’da günümüze kadar tekrarlanarak gelmiştir. Ancak, aradan geçen bin yılı aşkın bir süreden sonra, bu bölgeyle ilgili tüm bilgiler yok olup gitmiştir. Kimileri burasının deve sırtında Mekke’ye bir günlük, kimileri iki günlük, bir kısmı da üç, hatta dört günlük uzaklıkta bir yer olduğunu söylerler. Kuşkusuz Huneyn, sudan yoksun, çöllük ve uzun zamandır kimseciklerin oturmadığı bir yerdi. Galiba Resulullah (AS) bir saldırı harekâtıyla düşmanı şaşırtma girişiminde bulunabilmek için, her zaman yaptığı gibi, farklı bir yoldan gitmeyi tercih etmişti. Fakat o sırada Mekke’ye doğru daha önceden yola çıkmış bir düşmanı durdurması gerekiyordu. Bu durumda düşmanı bizzat kendisinin karşılaması daha yerinde bir hareket olacaktı. Tarihî kaynaklardaki bazı veriler bizim onun daha sonra izlediği yol hakkında aydınlanmamızı sağlamaktadır. Huneyn’deki çatışmadan sonra, Resulullah (AS), düşmanın sürülerini, kadın ve çocuklarını bıraktığı Evtâs’a doğru yürüyüşe geçti. Daha sonra, yanına aldığı ganimetlerle birlikte, günümüzde hala bilinen ve Mekke’nin kuzeyine onbeş kilometre uzaklıktaki Ci’râne’ye geldi. Daha sonra, Huneyn’den kaçanların sığınmış olduğu Tâ’if’i kuşatmak üzere yola çıktı. Bu durumda, Huneyn ve Evtâs’ın Tâ’if (Mekke’nin güney-doğusu) istikametinde bulunmadıkları, aksine buralara giden yolların Ceyrane’de Tâ’if’e giden yolla kesiştiklerini düşünmek gerekir. Kanaatimizce, Huneyn ve Evtâs bölgelerini Mekke ve Tâ’if’de değil de, Mekke’nin kuzey-doğusunda aramak daha doğru olur. Resulullah (AS)’ın izlediği yolla ilgili ayrıntılı bilgi veren İbn Hişâm, onun Ci’râne’den sonra, buradan doğu yönündeki Nahle’ye, oradan da, Lîye ve daha sonra Tâ’if’e ulaşmadan önce, güney-doğudaki Karn’a geçtiğini belirtir. Lîye’nin Tâ’if’in doğu-güney-doğu istikametinde, şehre yaklaşık on kilometre uzaklıkta bir yer olduğunu da hatırlatmak gerekir. Böylece, Resulullah Muhammed (AS)’ın Mekke, Huneyn ve Tâ’if arasında yarım daire biçiminde bir güzergâh izlediği anlaşılıyor.
810. Durum ne olursa olsun, 12.000 kişilik bir İslam Ordusu Huneyn’de baskına uğramıştı: Süvari birlikleri önce yoğun bir ok yağmuruna tutuldu ve sonra kaçış başladı. Askerlerin geri kalanı uzun süre direnemediler. Tam ricat başlamıştı ki bozgun Resulullah Muhammed (AS)’ın soğukkanlılığı sayesinde önlenmiş oldu. Etrafındaki bir avuç sahabesi ile, saldıran düşmana yiğitçe göğüs gerip, kaçışan askerlerini tekrar bir araya getirmeyi başardı. Durum çok geçmeden tersine dönmüş ve bu kez düşman dağ yolları ve vadilere sığınarak takipten kurtuldu. Kur’an bu olaydan şöyle bahseder:
“Andolsun ki Allah, birçok yerde (savaş alanlarında) ve Huneyn Savaşı’nda size yardım etmişti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi bozguna uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti; sonunda (bozularak) sırtınızı düşmana döndürmüştünüz.
Daha sonra Allah, Resulü aracılığıyla inananlar üzerine sekînetini (sükûnet ve huzur duygusunu) indirdi, sizin görmediğiniz ordular (melekler) indirdi ve böylece kâfirlere azap etti. İşte bu, o kâfirlerin cezasıdır.”1042
811. İbn Hanbel’den nakledilen (bk. Müsned, III, 435) aşağıdaki hadiste, Muhammed (AS)’ın en ağır ve çirkin tahrikler karşısında bile son derece yüksek insanî ve ahlakî niteliklerini koruduğu görülmektedir. Huneyn savaşının yapıldığı gün, kendisinin düşmanı takip amacıyla gönderdiği askerî birlik, birkaç çocuğun da ölümüne neden olmuştu. Resulullah (AS)’ın azarlaması üzerine, savaşçılarından biri:
“Bunlar zaten putperest müşriklerin çocuklarıydı”,
diyerek kendisini mazur göstermeye kalkınca, Resulullah (AS) şu cevabı verdi:
“Sizin aranızdaki en seçkin Müslümanlar da müşrik ve putperestlerin çocuklarıydılar! Dikkat edin, asla çocuk yaştaki kimseleri öldürmeyin! Her insan, (hangi dini seçtiğini) kendi diliyle söyleyinceye kadar İslâm yaratılışı üzerindedir. Onun bir Yahudi ya da Hıristiyan olmasına sebep, onu bu şekilde eğitip yetiştiren ana-babalarıdır.”
812. İslam tarihçileri,1043 İslam Ordusunda görev alıp çarpışan bazı hanım sahabelerin anılarını özellikle eserlerine almışlardır. Huneyn savaşında yararlıklar gösteren bu hanımlardan biri, daha sonra Resulullah Muhammed (AS)’den, düşman karşısında gevşeklik gösterip kaçan tüm erkekleri hor görerek, bunların ölümle cezalandırılmalarını istemişti! Evtâs mevkiinde kolayca ele geçen ganimetlerden sonra Resulullah (AS), Tâ’if’e doğru yoluna devam etti. Kaynaklar, Resulullah (AS)’ın bu arada Mekke’ye bir görevli göndererek oradan çok sayıda elbise satın aldırdığını ve Evtâs’da ele geçirilen esirlerin hepsinin bu elbiselerden birer tane almalarını emrettiğini belirtirler.1044 Lîye’ye gelindiğinde, İslam Ordusu düşman başkomutanı Mâlik’e ait müstahkem kaleyi bir hücumla ele geçirip yerle bir etmiştir.1045 Daha sonra meydana gelen Tâ’if kuşatmasında, Müslümanların taş atmak için mancınıklardan yararlandıklarını ve düşmanın oklarından korunmak için öküz derisiyle kaplanmış tekerlekli sur rampaları kullanarak, böylece şehrin surlarına iyice yaklaşıp temelinden yıkmaya çalıştıklarını biliyoruz. Yine İslam karargâhının düşmanın gece baskınlarına karşı nasıl savunulduğunu da biliyoruz: Burası bir ucu toprağa gömülü kereste ve kütüklerle çevrilmişti. Bu arada, (muhtemelen kale kapılarının ön tarafı) düşmanın istediği gibi çıkmasını engellemek için, dikenli ağaç dallarıyla kaplanmıştı.1046 Ancak, kuşatma altındaki Tâ’if kalesinin içinde hiçbir şey eksik değildi ve Resulullah (AS)’ın elindeki her türlü imkâna rağmen, burası ne düşürülebildi, ne de vergiye bağlanabildi.
813. Ancak “soğuk savaş” daha etkili olmuştur. Resulullah (AS), “düşmanın elinde bulunan kölelerden kim teslim olur da İslam’a girerse, ona özgürlüğünü bağışlayacağını” ilan etti. Belazurî’nin verdiği bilgiye göre1047 bu esirlerin sayısı 80 kadardı. Bunlar şehrin içinde çatışma çıkarmak istemişlerse de, Resulullah (AS), sayılarının azlığı nedeniyle kendilerini engellemiş ve sadece İslam Ordusunun saflarına katılmakla yetinmelerini istemiştir. Resulullah (AS) ayrıca, Tâ’if’e sığınmış olan Hevâzinli komutan Mâlik’in, İslam ordugâhına gelmesi halinde hem aile mensupları ile birlikte özgürlüklerinin bağışlanacağını, hem de kendisine lütuf ve ihsanda bulunacağını bildirmiş, bunun üzerine de Mâlik çıkagelmiştir.1048 Muhammed (AS) Tâ’iflileri, o sırada ellerinde bulunan bağ ve bahçeleri, ayrıca sulama tesislerini yıkmakla tehdit etmiştir. Durumdan endişelenen kent sakinlerinin, “onları tahrip etmektense kendi mülkiyeti içine almasını” bildiren cevabı gelmekte gecikmemiştir. Bu konudaki yalvarıp yakarmalar devam ettiyse de, Resulullah (AS) hepsini reddetmişti. Ancak şehir teslim olmak istemiyordu. Kuşatmanın başlangıcından bu yana kırk gün geçtiği halde bir sonuç alınamamıştı. O zaman, İslam Ordusu küçük bir savaş meclisi topladı. Toplantıda Nevfel ibn Mu’âviye ed-Di’lî, çevredeki bütün kabilelerin esasen İslam egemenliğine girmiş olmaları nedeniyle, zaten tek başına kalan Tâ’if’in İslam Devleti’nin güvenliğini tehdit edemeyeceği görüşünde olduğunu, aksine şehri hücumla almanın “yeraltındaki inine saklanan bir tilkiyi yakalamakta” olduğu gibi, büyük bir sabırla mümkün olabileceğini söyledi.1049 Resulullah (AS) da bu görüşü benimseyip kuşatmayı kaldırarak, Mekke yönüne doğru geri çekildi.
814. Ci’râne’ye geldiği zaman Evtâs’da ele geçirilen ganimetlerin ve Hevâzinli tutsakların akıbetinin ne olacağı konusunu ele aldı. Ganimetler kolayca bölüştürüldü. Sayıları altı bini bulan1050 tutsakların ise İslam Devleti tarafından nasıl yedirilip içileceği belirsizliğini koruyordu. Resulullah (AS) uzun bir süre tereddüt ettikten sonra, bunların köle sıfatıyla kendi adamları arasında dağıtılmasına karar verdi.
815. Muhammed (AS) tarafından önce Tâ’if’de, daha sonra da Ci’râne’de yapılan uzlaşma girişimleri, yavaş yavaş kaçak durumdaki Hevâzinlilerin kulağına kadar gitmiş olmalıydı. Ci’râne’de iken, tutsaklar arasında bulunan bir kadın kendisini Resulullah (AS)’a tanıtarak, kendisinin süt kardeşi Şeymâ olduğunu söyledi. Durumdan emin olunca bu hanıma büyük bir ilgi ve alaka göstererek, eğer isterse kendi yanında şerefli ve itibarlı bir şekilde kalabileceğini ya da isterse kendi yurduna dönebileceğini bildirdi. O yurduna dönmeyi yeğlemiş, Resulullah (AS) da yanına bir muhafız bölüğü katarak, binek hayvanı ve çok sayıda hediye ile yola çıkarmıştır. Şeymâ, kendisine gösterilen bu yakınlıktan yararlanarak, vaktiyle bir Müslüman’ı diri diri yakıp öldürdüğü için İslam karargâhında tutuklu bulunan ve kendi kabilesine mensup bir esirin lehine tanıklık yapmış, Resulullah (AS) da suçluyu bağışlayarak serbest bırakmıştır.1051
816. Birkaç gün sonra, Resulullah (AS) henüz Ci’râne’de iken, Hevâzinlilerden bir heyetin onun huzuruna çıktığını görürüz. Bunlar, pişman olduklarını ve İslam’a girmek istediklerini, ayrıca kendisinin süt kardeşiyle akrabalıkları olduğuna göndermede bulunarak affedilmelerini istiyorlardı. Muhammed (AS) heyettekilerden, bunu cemaatle namaz kılındıktan sonra Ordu önünde alenen yapmalarını emretti. Onlar da öyle yaptılar. Resulullah (AS) bu arada bir uyarıda bulundu:
“Ben sizin İslam’a girmenizden çok mutluluk duyuyorum. Ancak siz çok geç kaldınız. Ben sizleri, Huneyn gününden beri, sizin payınıza düşen ganimetleri dağıtmaksızın haftalardır bekledim. Siz yine de şu iki şıktan birini seçin: Ya savaş esirleri ya da ganimet malları.”
Heyettekiler doğal olarak esir düşmüş kabile mensuplarını seçmeyi tercih ettiler. Bunun üzerine Muhammed (AS) şöyle dedi:
“Bu esirler, savaşçılar arasında köle olarak taksim edilmişlerdir. Ancak ben, şahsım ya da aile bireylerim adına bana düşen köleleri sizin hatırınız için, hiçbir fidye almaksızın azat ediyorum.”
Bunun üzerine Ebû Bekir de derhal ayağa kalkıp, kendi ailesinin de aynı şeyi yapacağını açıkladı. Diğerleri de onu izlediler ve böylece çok geçmeden kölelerin tamamı serbest bırakılmış oldu.1052 Hevâzinli komutan Mâlik’e ise ayrıcalıklı bir işlem yapıldı: Hem ailesi hem de bütün malları kendisine geri verildi. Üstelik kendisine 100 tane de deve hediye edildi. Bedevî, gösterilen bu yakınlıktan çok etkilendi ve ateşli bir İslam tebliğcisi haline geldi. Öyle ki, Tâ’if’de bulunan Sakîfli putperest akrabalarıyla bile savaşacak kadar ileri gitti.1053
817. Tâ’ifli ‘Urve ibn Mes’ûd, oldukça farklı özelliklere sahip bir insandı. Hudeybiye Antlaşması sırasında Mekkeli bir heyete başkanlık yapmış ve Müslümanların Resulullah (AS)’a karşı gösterdikleri saygı ve hürmetten çok etkilenmişti. Daha sonra Müslümanların Tâ’if’e bir saldırı düzenleyeceklerinden endişelenerek, kendisi gibi soylu birini yanına alıp acele ile Yemen’e gitti. Amacı, burada mancınık, deri kaplı kuşatma arabaları vb. savaş gereçlerinin nasıl yapıldığını öğrenmekti.1054 Muhammed (AS) kuşatmadan sonra Tâ’if’den ayrılırken, artık din değiştirmeye karar verdi ve Medine yolunda iken ya da Medine’ye vardıktan hemen sonra onun huzuruna çıktı. Bu şekilde İslam’ı kabul ettiğini açıkladıktan sonra, Resulullah (AS)’tan, Tâ’if’de İslam’ı tebliğ etmek için kendisine izin vermesini istedi. Muhammed (AS), savaştan hemen sonra tebliğ görevine başlayacak olursa, Tâ’if’lilerin olası bir düşmanlıkta bulunabileceklerini göz önünde tutarak, ‘Urve’nin hayatını tehlikeye sokmamak için önce tereddüt etti. ‘Urve’nin ısrarı üzerine Resulullah Muhammed (AS) sonunda razı oldu. Hemşehrileri arasında sahip olduğu büyük nüfuz ve itibara rağmen, İslam’ın emrettiği ibadetleri herkesin gözü önünde yerine getirmesi Tâ’iflileri öylesine tahrik etti ki, sonunda onu ok darbeleriyle şehit ettiler.1055 Masum şehidin kanı Tâ’iflilerin vicdan azabı çekmelerine yol açtı ve onları Mekke pazarındaki paylarını kaybedişlerinden, Müslüman olmuş komşu kabilelerin düşmanca tavırlarından vs. çok daha fazla etkiledi. Çok geçmeden, sükunet içinde oturup düşünmeye başladılar. ‘İlac kabilesinin bilgesi ‘Amr ibn Umeyye işleri yoluna koymak üzere harekete geçti. Kendisi ile şehirdeki bir diğer soylu olan ve Resulullah (AS)’ın yakın akrabası ‘Abd Yâlil arasındaki kişisel ilişkiler uzun zamandır kopma noktasında idi. Bir gün ‘Abd Yâlil’e, ‘Amr’ın kapıya geldiğini ve kendisiyle konuşmak istediğini haber verdiler. ‘Amr’ın şu sözleri karşısında ‘Abd Yâlil’in şaşkınlığı daha da arttı:
“Birbirimizden ayrılıp parçalanmamız nedeniyle durum oldukça ciddi… İslam’ın bu bölgede yaptığı atılımları sen de gördün. Sence de bunun üzerinde durup düşünülmesi gerekmez mi?”
Tâ’ifliler sonunda, bütün halkı temsil etmek üzere, Medine’ye bir heyet göndermeye karar verdiler. Benû Mâlik ve Ahlâf kabileleri kendi temsilcilerini seçtiler; ‘Abd Yâlil de bunların başına getirildi. H. 9 yılının Ramazan ayında, Resulullah (AS) uzunca süren Tebûk seferinden döndüğü sırada, Medineliler uzaktan Tâ’ifli heyetin gelmekte olduğunu fark ettiler. Onları beklemiyorlardı. Mugîre ibn Şu’be onları hemen tanıyıp, haber vermek üzere Resulullah (AS)’ın yanına koştu. Yolda Ebû Bekir’le karşılaştı. O da haberi duyunca, bunu Resulullah (AS)’a iletme şerefini kendisine vermesini rica etti. Zira Sakîflilerin İslam açısından taşıdığı önem biliniyordu. Muhammed (AS), heyeti büyük bir alaka ile karşılayıp itibar gösterdi ve onları Mescid-i Nebevî’ye yerleştirdi; ve her zaman olduğu gibi heyete ikramlarda bulunup konukseverlik gösterdi. Heyettekiler de artık İslam’ı kabul etmeye hazır olduklarını bildirip biat ettiler ve aşağıdaki koşulları öne sürdüler:
1. Tâ’ifliler günlük farz namazlardan muaf tutulacaklardır.
2. Onlar, zekât vermekten de muaf tutulacaklardır.
3. Tâ’if şehri kutsal bir şehir olarak tanınacaktır (Mekke gibi; bu şart ile heyet her halde Ka’be’yi haccetme görevinden de muaf tutulmak istiyordu).
4. Zorunlu askerlik hizmetinden (Cihattan) muaf olacaklardır.
5. Şehirlerindeki putun bulunduğu tapınak yıkılmayacaktır (Acaba Putperest ibadetlere devam etmek için mi?)
6. Kendileri için gayrı meşru cinsel ilişki (zina) yasaklanmayacaktır.
7. Aynı şekilde, faizle borç para vermek de yasaklanmayacaktır.
8. Alkollü içki içmek de onlar için yasak sayılmayacaktır.1056
818. Rivayete göre heyettekiler anlaşma koşullarını baştan sona yazmışlar, sadece Muhammed (AS)’ın mührü için boş yer bırakmışlardı. Onların, listeyi tamamlamak üzere, Ramazan orucundan da muaf tutulmalarını isteyip istemediklerini bilmiyoruz. Görüldüğü gibi heyet, Tâ’if’lilerin İslamî ibadet ve yaşayışlardan muaf tutulmak koşuluyla, Muhammed’i Allah’ın Elçisi olarak tanımaya razı olmuşlardı. Öyle görünüyor ki, heyettekilerin gözünde İslam siyasal bir bağlılık, herhangi birini kendilerine bir başbuğ, siyasî bir şef olarak görmek anlamına geliyordu. Bu üyelere göre Resulullah Muhammed (AS) sadece kişisel şan ve şöhret peşinde koşan biriydi.
819. Öne sürdükleri koşullar dolayısıyla, Resulullah (AS) bunları huzurundan hakaret edip kovabilirdi; ama o, onlara tatlı ve yumuşak bir dille hitap edip meseleleri o kadar güzel açıkladı ki, heyettekiler istedikleri şeylerden dolayı utanç duymak zorunda kaldılar. Onlara şöyle dedi:
“Namaz, Rabbimiz olan Allah’ın varlığını kabul etmenin sadece bir dış görüntüsüdür. Allah inancı taşıyan bir din, namaz kılmak gibi Allah’ın varlığını tanımayı ifade eden bir hareketi içinde barındırmıyorsa, din denilmeye layık değildir. Fuhuş ve zinaya gelince, toplumsal hayatta bundan daha iğrenç ve nefrete layık bir hareket yoktur. İçinizden hanginiz hanımının, kız kardeşinin ya da kızının herhangi bir insan tarafından tecavüze uğramasını ister? Öyleyse diğer insanların da sizden kendi akrabalarına tecavüzde bulunmanızı istememelerini anlayışla karşılamanız gerekir.”
Kaynaklarda, Resulullah (AS)’ın alkollü içkiler konusunda neler söylediği belirtilmemiştir. Kuşkusuz o, bu tür içkilerin insan ahlakı ve onuru üzerindeki zararlı etkilerine heyettekilerin dikkatlerini çekmiş olmalıdır. Tâ’if’in kutsallığını kabul etme konusunda, Muhammed (AS) buna hazır olduğunu açıklamıştır. Aynı şekilde, onları zorunlu askerlik hizmetinden (cihat) ve zekât vergisini ödemekten muaf tutmuştur. Faizli işlemler konusunda öyle anlaşılıyor ki, Resulullah (AS), şehrin ileri gelenlerini yatıştırmak için, onları bir süreliğine serbest bırakmıştır. Put konusunda ise, Muhammed (AS), meselenin köküne inerek, onlara şu açıklamayı yapmıştır:
“Eğer put gerçekten herhangi bir kuvvet ve kudrete sahip ise, her şeyden önce kendisine zarar veren kimseyi cezalandırması gerekir. Hem onu sizin içinizden birinin yıkması gerekmez. Onu yıkacak olanları biz buradan göndeririz ve böylece, putun olası gazabına da onlar uğrarlar.”
820. Heyettekiler durum değerlendirmesi yapmak için huzurdan ayrıldılar ve arabulucu bir kimsenin bir süre iki taraf arasında gidip gelmesinden sonra, heyet, Resulullah (AS)’ın kendilerine önerdiği şeyleri kabul ettiklerini açıkladı.
821. Oldukça nâzik bir ortamda geçen bu görüşmelerde Resulullah Muhammed (AS)’ın üstlendiği ilâhî tebliğ görevinin esası ve hangi noktalar üzerinde durduğu hemen göze çarpmaktadır. Allah’ın birliği (vahdâniyet) ve putperestliğin kabul edilemezliği konularında o sarsılmaz bir kararlılık sergiliyordu. Yine, fuhuş ve zina gibi, ahlâka aykırı düşen en önemli kusur ve kötü fiilleri kesinlikle hoş karşılamıyordu. Geriye kalan diğer konularda ise, bunlar İslam’ın sine qua non (olmazsa olmaz) koşulları olmadıkları için, üzerlerinde fazla durmuyordu. İşte bu nedenle bu insanları merkezî hükümete vergi vermekten muaf tutmuş, yine askerî seferlere gönüllü olarak katılma şartını da kaldırmıştır. Ebû Dâvûd’un naklettiği bir hadise göre, heyet kendisinin huzurundan ayrılırken, Resulullah (AS), şaşkın durumdaki sahabelerine, İslam’ın bu iki emrinin kesinlikle lağvedilip kaldırılmadığını, ancak, İslam’a girdikten sonra kalplerinin ısınacağına olan inancı dolayısıyla Tâ’if’lileri bunlardan muaf tuttuğunu, onların yakında bu emirlerin de İslam’ın ayrılmaz bir parçası olduğunu anlayacaklarını ve o zaman kendilerinden istenmeksizin gönüllü olarak bunları yerine getireceklerine inandığını açıklayıp, sahabesini ikna etmiştir. Ordu kuvveti ve devlet hazinesi toplumun ortak kurumları olup, Devlet Başkanı’nın keyfi ve rahatı için tahsis edilmiş şeyler değildir. Gerçekten de, Muhammed (AS) yanılmamıştı: aradan henüz iki yıl geçmişti ki, halife Ebû Bekir’in dinden dönme (irtidat) harekâtı için oluşturduğu birliklere Tâ’if’den gelen gönüllülerin de katıldığı görüldü.1057 Tâ’if şehrinin kutsallığı, yani buradaki ağaçların kesilmesinin ve av hayvanlarını avlanmasının yasak edilmesinde İslam’a ters düşen bir şey yoktur. Bu durumda orası bir “milli park” haline gelecekti ki, bunun devam ettirilmesi İslam için kesinlikle bir engel oluşturmazdı.1058 Tâ’if hiçbir zaman Mekke’deki Ka’benin yerini almamıştır ve Tâ’if’liler de, kimsenin baskısı olmadan, şehirlerinin kutsallık taşıdığı iddiasından kısa zamanda vazgeçmişlerdir. Eğitim ve öğretim, merkezî hükümetin elinde olduğu için, tebliğ faaliyetleri için Medine’den gönderilen muallimler, Tâ’if’lilere İslam’ın ne olduğunu öğretmişlerdir.
822. Kısacası, bu görüşmeler sonunda bir anlaşma yapılarak, üzerinde anlaşılan hususlar kayıt altına alınmıştır. Maddeler halinde gösterdiğimiz anlaşma metni şöyledir:
1. Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
2. Allah’ın Elçisi Muhammed’in Sakîf (kabilesi) için (yazdırdığı ) bir yazı(sı)dır.
3. O şöyle yazdırdı: Bu belgenin içeriği ile ilgili olarak, onlar (Sakîfliler), kendisinden başka tanrı olmayan Allah’ın ve Abdullah’ın oğlu Resulullah Muhammed’in teminatı altındadırlar.
4. Onların vadileri, bütünü itibariyle kutsaldır (haramdır) ve burada bulunan yabanî ağaçlar ile av hayvanlarına karşı her türlü tecavüz, hırsızlık ve kötü muamele, Allah adına yasaklanmıştır.
5. Sakîfliler, Vac’(vadisin)in mülkiyet hakkına herkesten daha fazla sahiptir. Onların surlarla çevrili şehirlerine (Tâ’if) asla zorla girilemez, ve hiçbir Müslüman, onlara baskı yapmak niyetiyle buraya giremez. Onlar, vadilerindeki etrafı surlarla çevrili bu şehirlerine inşaat vb. konularda ne isterlerse getirebileceklerdir.
6. Onlardan öşür (onda bir vergisi) toplanmayacak ve onlar bu yükümlülüğe tabi olmayacaklardır. Ayrıca, onların mallarına ve şahıslarına yönelik hiçbir zorlamada bulunulmayacaktır.
7. Onlar, Müslümanlarla birlikte bir ümmet (topluluk) oluştururlar ve istedikleri yerde Müslümanların arasına karışabilir ve canlarının istediği yere girebilirler.
8. Ellerindeki bütün esirler kendilerine ait olacaktır. İstedikleri gibi tasarruf edebilmeleri için, onlar hakkında herkesten daha çok hak sahibi olacaklardır.
9. Bir rehin karşılığında güvence altına alınmamış, ancak vadesi gelmiş bütün borçlar, (borcunu ödemeyen) borçlunun, Allah’ın (ve onun Elçisinin) haram kıldığı faiz suçunu işlemesine yol açacaktır. Ukâz fuarına denk gelen tarihler dışında vadesi dolan ve bir rehinle teminat altına alınan borçların sadece anaparaları, kendilerine Ukaz’da ödenmiş olacaktır.
10. Sakîflilerin İslam’a girdikleri gün, halktan olan ve kayıt altına alınmış alacakları kendilerine ödenecektir.
11. Sakîflilere ait olup, halkın elinde bulunan mal, yahut köle şeklindeki her türlü emanet, ister onu alanın eline ganimet olarak geçsin, isterse elden çıkıp kaybolsun, her iki durumda da asıl sahiplerine ödenecektir.
12. Sakîfliler arasında bulunan herkes, (anlaşmayı imzalayanlarla birlikte) burada bulunmasalar da, ve onlara ait bütün mallar, burada hazır bulunanlarla aynı güvenceye sahip olacaklardır. Öte yandan, onların Lîye’de sahip oldukları her şey, Vac’da sahip olduklarına tanınanlarla aynı güvenceye sahip olacaklardır.
13. Sakîflilerle ittifak halindeki herkes ya da (yabancı oldukları halde onların memleketinde bulunan, her tüccar, Sakîflilerle aynı muameleye tabi tutulacaklardır.
14. Eğer herhangi bir suçlayıcı Sakîflileri suçlar ya da herhangi bir zalim onlara zulmedecek olursa, (Sakîflilerin) ne canları ne de malları konusunda böyle bir kimseye itaat edilmeyecektir. Aksine, Resulullah (AS) ve Müslümanlar, zulmeden kişiye karşı onlara yardım edeceklerdir.
15. Kendi aralarına girmesini istemedikleri hiç kimse, onların arasına girmeye çalışmayacaktır.
16. Alışveriş ve Pazar işleri evlerin avlularında yapılacaktır.
17. Herkes kendi başkanını kendi kabile mensupları arasından seçecektir: Benû Mâlikler kendi başkanlarını, Ahlâflar da kendi başkanlarını.
18. Mülkiyeti Kureyşlilere ait olup, Sakîfliler tarafından sulanan üzüm bağlarından elde edilen gelirin yarısı, onu sulayanlara verilecektir.
19. Vâdesi içerisinde rehinle güvence altına alınan hiçbir borç karşılığında faiz işletilmeyecektir. Eğer borçlular (anaparayı) ödeme imkanına sahipse, bunu derhal ödeyecekler; ödeme imkanı olmayanların borçları, ertesi yılın Cumâdel-Ûlâ ayına kadar ertelenecektir. Vadesi geldiği halde borcunu ödemeyen kimse faiz suçu işlemiş olur!
20. Devlete vergi borcu olanlar, bu borçlarının sadece anaparasını vermekle yükümlüdürler.
21. Ellerinde bulunan esirleri, eğer sahibi satmak istiyorsa satabilecektir. Satılmamış olanların fidyesi, iki farklı kalitede, yani yarısı dört yaşında, diğer yarısı yağlı ve semiz olmak üzere üç yaşında on devedir.
22. Bir şeyi satın alan kimse, o şeyle ilgili tüm haklara da sahip olacaktır.”1059
823. Bu önemli belge ile ilgili bazı karanlık noktaları aydınlatmaya çalışmadan önce, bir başka belge metnine göz atmak istiyoruz. Bu belgede, Vac vadisinin kutsallığı konusunda alenî bir açıklama söz konusudur ki, aynı konu, yukarıdaki belgenin 4. maddesinde de ele alınmıştır. Metni aynen veriyoruz:
“Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Müminlere:
Ne Vac vadisinde bulunan dikenli ağaçlar ve ne de orada bulunan fundalıklar kesilmeyecektir. Orada bulunan av hayvanları da öldürülmeyecektir. Kim böyle bir fiili yaparken yakalanırsa, giysileri çıkarılarak kırbaçlanacaktır. Kim bu konuda haddini aşarsa, bizzat yakalanarak Resulullah Muhammed (AS)’ın huzuruna getirilecektir. Bu Allah’ın Elçisi Muhammed’in emridir.
Bu belge, ‘Abdullah’ın oğlu Resulullah Muhammed’in emriyle Hâlid ibn Sa’îd tarafından yazılmıştır. Eğer bir kimse, Resulullah Muhammed (AS) tarafından emredilen bu yasak konusunda kendisine yazık etmek istemiyorsa, bu emre karşı gelmesin.”1060
824. Bu anlaşmanın esas bölümü, üzerinde uzlaşılan şu koşulları kapsamaktadır: 4. madde ile Tâ’if vadisinin kutsallığı kabul edilmektedir; ve yukarıda da gördüğümüz gibi, Resulullah (AS) heyetin isteklerini kabul etmekle kalmamış, aynı zamanda, bu maddenin ihlali halinde uygulanacak yaptırımları içeren bir genelge yayınlamıştır.
825. Anlaşmadaki 6. madde ile Tâ’ifliler askerlik hizmetinden ve vergiden muaf tutulmuştur. Burada hatırlatılması gereken iki nokta vardır: Iº Bu çifte muafiyet sadece Tâ’if’lilere tanınmış bir lütuf değildi; Gerçekten de, kaynaklarımızda, farklı Arap kabileleriyle yapılan ve Resulullah Muhammed (AS)’ın rıza gösterdiği benzer imtiyazların yer aldığı çok sayıda anlaşma metni bulunmaktadır.1061 2º Öşür vergileri konusuna gelince: Tarihî kaynaklar1062 burada bağ ve bahçelerin söz konusu olduğunu belirtmektedir; Ebû Yûsuf,1063 Tâ’if’lilerin ayrıca kendi ülkelerinde ürettikleri bal üzerinden her zamanki vergiyi ödemeye devam ettiklerini belirtmektedir.
826. 6. ve 21. maddeler, Tâ’if’lilerin ellerinde bulunan savaş tutsaklarıyla ilgilidir. Onların bu tutsaklar üzerindeki haklarını tamamen kabul etmekle birlikte, Resulullah (AS), bunların serbest bırakılmaları için bazı imkânlar sağlamış, fidye miktarını bile belirlemiştir. Bunların köle statüsüne sokulması ise yasaklanmıştır.
827. 9. maddenin Arapça özgün metninden yaptığımız çeviride, iki yerde bazı kelimeler ekledik; Bunlardan ilki olan “ve O’nun Elçisinin” kısmı, anlamda hiçbir değişikliğe yol açmadığı gibi, zaten bir başka varyantta da bu şekliyle geçmektedir. “Borcunu ödemeyen” şeklindeki ikinci ekleme çok daha önemlidir. Zira böyle bir açıklamanın yapılmaması halinde cümle anlamsız görünecekti. Ancak, 19. maddede konunun bir kez daha ele alınmasıyla, ortadaki belirsizlik ve anlaşılmazlık giderilmiştir: Vadesi geldiği halde borcun ödenmesinin geciktirilmesi de bu madde ile açıkça faiz kadar ağır bir suç teşkil edecektir. Bu metni şerh edip yorumlayan İbnu’l- Esîr1064 “Ukâz fuarının kurulacağı vakte kadar ek bir süre tanındığını” hatırlatmaktadır. Başka bir yazar ise, daha açık ve daha da merak uyandıracak bir biçimde, bu maddenin içinde şöyle bir cümle bulunduğuna dikkat çekmektedir:
“Ukâz fuarında faizli işlemler de yapılabilecektir (yulât bi-’Ukâz) [bu durumda (bu işlemler] geciktirilemeyecektir.1065
Anlaşma Ramazan ayında imzalanmıştı. Buradan, Resulullah (AS)’ın bu imtiyazı, ‘Ukâz fuarının üç ay sonra kurulacağı gelecek mevsime kadar, birtakım bankerlerin lehine tanıdığı sonucunu mu çıkarmak gerekir? Yoksa bu ek kısmının, metni nakleden râvilerin hata ya da yanlış anlamasından mı kaynaklandığını düşünmek gerekir? Bu konular üzerinde durmak gerekir.
828. 13. maddede, Tâ’if’deki yabancı kervanlardan söz edilmektedir. Acaba burada üzerinde durulan, uluslararası kervanlar mı, yoksa Yahudiler gibi, Arap olmayan tüccarlar mıdır? Kaynaklarımız bu konuda da bizi fazla aydınlatmamaktadır.
829. 18. madde ziraî şirketlerden bahsetmektedir. Bu şirketlerde toprak sahibi ile ekip biçen kişiler farklı olup, elde edilen ürünü paylaşmaktadırlar. Acaba anlaşmaya konulan bu hükümle, örfe dayanan eski bir uygulama mı kastedilmekte, yoksa -yukarıda bahsettiğimiz gibi- şehrin kuşatılması sırasında Tâ’if’lilerin Resulullah (AS)’a bırakmış oldukları bağlar söz konusu edilip, şimdi toprak sahibi (Hükümet) ile üzerinde çalışan ziraatçı arasındaki ilişkilerin normale dönmesi mi amaçlanmaktadır? Bu ihtimallerden hangisinin gerçek olduğu hakkında yeterli verilere sahip değiliz. Ziraî ürünlerin yarısı için çalışmak (yarıcılık), şüphesiz Tâ’if’de bir gelenek idi.1066 Aynı gelenek Hayber’de de yaygındı.
830. Her ne kadar, 17. maddeye göre Tâ’if’in valisi ancak bir Tâ’if’li olabilir idiyse de, onu seçmek Resulullah (AS)’ın elinde olan bir husustu. Ebû Bekir’in tavsiyesi üzerine, Resulullah (AS), gelen heyetin en genç üyesi ‘Osmân ibn Ebi’l-’Âs’ı Tâ’if bölgesinin valisi olarak atadı. Ebû Bekir şöyle bir tespitte bulunmuştu:
“Ben bu genç adamı, heyetin en liyakatlisi olarak görüyorum: Kendisi, heyetteki diğer üyelerden daha fazla miktarda Kur’an ezberlemiş durumda; ve yine, ibadetin uygulamaya yönelik esaslarını yerine getirmede en coşkulu ve en samimi davranan o.”
Tâ’if heyeti dönmek için tam yola çıkacağı sırada, Resulullah (AS) bu genç valiye şu talimatı verdi:
“Cemaatle kılınan namazlarda ılımlı ve yumuşak tutumlu ol; ölçüt olarak, cemaat içindeki yaşlıları, küçük çocukları, hasta ve zayıfları, ve işleri dolayısıyla acelesi olanları göz önünde bulundur.”1067
831. Muhammed (AS), kısa bir süre sonra, Lât adlı putu ortadan kaldırmak için Tâ’if’e özel görevliler gönderdi. Bu küçük heyetin içinde Sakîfli Mugîre ibn Şu’be de bulunuyordu. Putu kırmakla görevli heyet belirtilen yere gelince, özellikle şehirdeki batıl inançlı kadınlar arasında büyük bir üzüntüye yol açtı. Mugîre, hemşehrilerinin ruhsal durumunu çok iyi bildiğinden, biraz eğlenmek için bundan yararlanmak istedi: Puta ilk darbeyi indirir indirmez bir çığlık atıp, bayılmış gibi yaparak kendini yere attı. Henüz gönülleri İslam’a tam bağlanmamış olanlar ve batıl inançlı kimseler bundan çok hoşlandılar. Aralarında bu konuyla ilgili olarak konuşmaya dalmışken, Mugîre kahkaha atarak ayağa kalktı ve putu ve bütün tapınağı yerle bir edip, daha önce puta adak olarak getirilip bırakılmış bütün kıymetli eşyaya, İslam hükümeti adına el koydu. Muhammed (AS), buradan ele geçirilen para ve değerli eşyanın, çok miktarda borç bırakarak şehit olan ‘Urve’nin oğlu Ebu’l-Muleyh’e, sadaka olarak verilen diğer paralarla birlikte yardım olarak verilmesini emretti.1068
832. Şurası dikkat çekicidir ki, heyetin Resulullah (AS)’tan istediği şeylerin başında alkollü içkilerin serbest bırakılması geliyordu. Yukarıda verilen her iki belgede de bu konuya değinilmemiştir. Ancak elimizde Resulullah (AS)’ın Tâ’if halkına hitaben yazdırdığı ileri tarihli başka bir mektupta şu ifade yer almaktadır:
“(Mısırdan yapılan) Gubeyra içkisi yasaklanmıştır.”1069
Buradan, Resulullah (AS)’ın içki konusunda hiçbir ayrıcalıkta bulunmadığı sonucu çıkarabiliriz: Genel hüküm Tâ’if’lilere de uygulanmaktaydı. Bu insanlar, üzümden yapılan içkileri içmekten kaçınıyorlardı. Ama içlerinden bazıları, anlaşıldığı kadarıyla Kur’an’da bu konuyla ilgili olarak sadece hamr kelimesinin kullanıldığını göz önünde bulundurarak, üzümden başka maddelerden yapılan üretilen içkilerin yasaklanmadığı yorumunu çıkartmışlardır. İşte Resulullah (AS), muhtemelen işleri sıkı tutan valinin isteği üzerine, gubeyra (bira)’nın da yasak olduğunu açıklamıştır
833. Bu anlaşmanın bazı kimseler tanık gösterilerek sağlama bağlanması için alınan önlemlerden de söz ederek bu bahsi kapatalım: Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, diğerlerinin yanı sıra, Resulullah (AS)’ın kızı Fâtıma’dan dünyaya gelen iki torunu Hasan ve Hüseyin de bu olaya tanık gösterilmişlerdir.1070 O sırada, büyük olan Hasan dört yaşında idi. Acaba Tâ’if’li heyet üyelerinin isteği üzerine, mühür olarak bu iki çocuğun parmak izleri mi kullanılmıştı, yoksa onların yerine biri çıkıp, onların adını belgelerin üzerine mi yazmıştı? Bu konu bilinmemektedir.
834. İşte dönemin toplumsal tarihi bakımından ilginç olan küçük bir olay daha: İslam’a yeni girmiş olan Tâ’if’li Gaylan ibn Seleme’nin on hanımı vardı. Resulullah (AS), ona, içlerinden kendi tercih ettiği dördünü alıkoyup, diğerlerini boşamasını emretmiştir.1071 Gaylan’ın kızının takı ve mücevherleri Arabistan’da dillere destan idi.1072 İbn Habîb’in söylediğine bakılırsa (bk. Muhabbar, s. 357), Tâ’if’te Müslüman olduğu sırada on hanımı olan 5 kişi daha vardı.
Ezd Kabilesi ve Curaş Şehri
835. Tâ’if’in komşularıyla ilgili birkaç kelime söylemek istiyoruz: Tâ’if’in güneyinde bulunan yukarı Necd bölgesinde, Curaş denilen bölge birçok vadiden akıp gelen derelerle sulanırdı. Hemdânî1073 bu bölgeyi “müstahkem kaleler ve ekili alanlar ülkesi” ya da “üzüm bağları ve kuyular ülkesi” olarak tasvir eder. Curaş şehri müstahkem bir kale (medînetu’l-muğlaka) haline getirilmişti ve vaktiyle göçebe durumdaki birçok kabilenin mensupları burada yerleşik bir düzen kurmuşlardı.1074 Muzhic kabilesinin taptığı put olan Yeğus’un bulunduğu tapınak da bu şehirde idi.1075 Bu yörede kulağı ve kuyruğu olmayan, kısa boylu ve tüysüz, hazef adlı bir tür koyun yetiştirilip ihraç edilirdi.1076 Curaş’ın develeri Şair Lebîd’in şiirine konu olmuştu.1077 Burada aynı zamanda mancınık, deri kaplı rampalı arabalar gibi, hem putperest Arapların hem de Müslümanların Tâ’if kuşatması sırasında kullandıkları savaş araç gereçleri imal edilmekteydi.1078
836. İslam bu bölgeye pek erken bir dönemde girmişti. Devs kabilesinden Tufeyl ibn ‘Amr, daha Hicret’ten önce Mekke’de Müslüman olmuş, daha sonra ülkesine giderek İslam’ı tebliğle uğraşmıştı. Ebû Hureyre, Ebû Musâ el-Eş’arî ve diğerleri, onun çabaları sayesinde İslam’la tanışmışlardı.1079 Pek tabiidir ki, yörenin bütün sakinleri aynı görüşte olmayıp, bazıları putperest olarak kalmışlardı. H. 8 yılında Mekke’nin İslam’a girmesinden sonra, Tufeyl, Resulullah (AS) tarafından Zu’l-Kafeyn (ya da Zu’l-Kaffeyn) adlı putu yakarak ortadan kaldırmak üzere buraya gönderilmiştir.1080
837. H. 10 yılına doğru, Ezd kabilesinden onbeş kişilik bir heyet, kabilelerinin İslam’ı kabul ettiklerini bildirmek üzere Medine’ye geldiler. Resulullah (AS), bunlar arasından Surad adlı birini başkan tayin etmiş ve onları Curaş bölgesinde savaşmakla görevlendirmiştir. Surad kabilesine dönerek, Curaşlar üzerine gönderilen askerî birliği yönetmiştir. Bu arada, Cureyşlilerin Resulullah (AS)’la görüşmelerde bulunmak üzere Medine’ye gönderdiği iki heyet de işlerini bitirmiş ve memleketlerine dönme hazırlığı içinde idiler. Surad’ın Curaş kabilesine karşı giriştiği sefer çok kanlı bir şekilde sonuçlandı ve sonunda, bu şehrin sakinleri İslam’a olan düşmanlıklarından vazgeçip, dinlerini değiştirmeye karar verdiler. Bu amaçla Medine’ye gönderdikleri heyet, aşağıdaki koşulları içeren bir anlaşma yaparak geri döndü:
“Bu, Curaş halkı lehine, Resulullah (AS) tarafından çıkarılmış bir fermandır:
İslam’a girdikleri sırada sahip oldukları ve otlak olarak kullanılan alanlar yine onların mülkiyetinde kalacaktır. Kim sahiplerinin rızası olmaksızın burada kendi sürüsünü otlatmaya kalkarsa, mallarını ölmüş bilsin.
Has’am kabilesinden Zuheyr ibn el-Hamâse’ye gelince: Onu alınız, zira o onların elinde rehine olarak bulunuyordu.
Şahitler: Ömer ibn el-Hattâb ve işbu belgeyi kaleme alan Mu’âviye ibn Ebî Sufyân.”1081
838. İbn Hişâm,1082 Has’amların İslam’dan önce, komşuları olan Ezdlere karşı baskınlar düzenleyip, Haram ayları ihlal ettiklerine kısa bir göndermede bulunur; Yukarıda ele aldığımız belgenin son kısmında da bu konuya dikkat çekilmektedir. Resulullah (AS)’ın emriyle girişilen ve Surad’ın icra ettiği savaş kuşkusuz aynı kusurlu davranışlarla ilgiliydi. Yazar burada açık bir ifade ile, Curaş’a yerleşmiş birçok Has’amlının bulunduğunu söylemektedir.
839. Çok geçmeden, Has’amlar da Medine’ye bir elçi heyeti göndermiş ve bölgede barışın sağlanmasına yönelik, aşağıdaki fermanı elde etmişlerdir:
“Bu, Has’am kabilesine ve aynı zamanda Bişe’nin yerleşik ve göçebe halkına Allah’ın Elçisi Muhammed tarafından çıkarılan bir fermandır:
İslam’dan önceki her türlü kan dökme suçlarınız bağışlanmıştır. Ayrıca, içinizden gönüllü ya da zorla İslam’ı kabul eden ve gökyüzünden yağan yağmurla ya da düşen çiğle ıslanmış, yumuşak ya da sert bir toprağa sahip olan ve kıtlık ve kuraklık dönemleri dışında, üzerinde ziraat yapılan bir araziye sahip kimsenin, bu topraklar üzerinde biten ilk çimen ve meyveler üzerinde hakkı olacaktır. Aksine, toprak eğer bir akarsu ile sulanıyorsa ürünün onda biri (öşür), kovalarla (taşıma su ile) sulanıyorsa onda birin yarısı tutarında vergi ödemek zorundadır.
Şahitler: “Cerîm ibn ‘Abdullah ve hazır bulunan kimseler.”1083
840. Bu metin bize, diğer konuların yanı sıra, Muhammed (AS)’ın ziraî vergilerle ilgili hikmet dolu politikasını göstermektedir. Ebû Sufyân’ın Curaş valiliğine atanması1084 da bu bölgeye verilen önemi gösterir.
841. Bu fermanda, Bişe bölgesinin adına da yer verilmiştir. Bu yörenin verimli topraklarında, Bahile gibi, diğer kabileler de oturmaktaydı. Aşağıdaki belge bu duruma işaret etmektedir:
“(Bu belge) Bâhile kabilesinden Mutarrıf ibn el-Kâhin ve Bişe’de oturan Bâhilîler içindir:
Kim üzerinde ağaç yetişmeyen kıraç bir toprağı, içinde develerin gezinip çeşitli hayvanların dinlenebileceği verimli bir hale getirirse, oranın mülkiyeti o kişiye ait olacaktır. Bu kişi, her bir 30 baş sığır için üç yaşında bir dana, her bir 40 koyun için genç bir koç ve her bir 5 deve için ergin bir koyun olmak üzere vergiye tabi olacaktır. Bu vergileri toplamak üzere gelen memurlar, mera yerleri dışında bu vergileri tahsil edemeyeceklerdir.”
Bu vergi mükellefleri de Allah’ın emniyet ve himayesi altındadırlar.”1085
842. Burada, Muhammed (AS)’ın ekonomik bakımdan geri kalmış bölgeleri kalkındırmak için duyduğu kaygılar da görülmektedir.
843. Elimizde, yine Bâhile kabilesinin Benû Vâ’il kolu için verilmiş aynı türde bir başka belge (ferman) daha bulunmaktadır. Resulullah (AS) bu belgede, söz konusu kabileyi günlük namazları kılmak ve vergileri vermekle yükümlü kılmanın yanı sıra, onlara putperestlerle de her türlü ilişkiyi kesmelerini de emrediyordu.1086 Onlara emniyet ve himaye hakkı tanıyor, askerlik hizmetinden muaf tutuyor ve yöneticilerini sadece kendi kabileleri içinden seçmelerine rıza gösteriyordu. Bu yazıda ise, Resulullah (AS)’ın damadı Osman (RA) şahit olarak gösterilmiştir.
Gatafânlılar
844. Muhtemelen Suleymlileri Resulullah (AS)’ın düşmanı haline getiren nedenlerden dolayı, üç sacayağından biri olan Gatafânlılar da, tıpkı Suleymliler gibi, hemen hemen sonuna kadar İslam’la düşmanca ilişkiler içinde olmuşlardı.
845. En büyük Arap kabilelerinden biri olan Gatafânlılar tamamen göçebe insanlardan oluşmaktaydı. Yerleşik hayat sürenleri kendilerinden saymazlardı. Bunlar Hayber yakınlarından başlamak üzere, Necd’den başlayıp Mekke’nin güneyine kadar uzanan topraklar üzerinde yaşarlardı.Bu kabilenin hayat hikâyesi, savaşma hırsını atalarından miras almış olan başkanları ‘Uyeyne ibn Hısn’ın kişiliğine odaklanmıştır. Gerçekten, İbn Habîb,1087 verdiği diğer bilgilerin yanı sıra, Huneyn Günü Bekr ibn Vâ’illere karşı girişilen savaşta Gatafânlıların başında ’Amr ibn Cu’ayye’nin bulunduğunu bildirmektedir. Onun oğlu Bedr ibn ‘Amr bu insanları Benû Esed’e karşı yönlendirmiştir. Bedr’in oğlu Huzeyfe ise, en-Nasâr ve el-Cifâr kabileleriyle savaşıldığı günlerde onlara kumanda etmiş ve nihayet Dâhis savaşında öldürülmüştür. Yukarıda sözünü ettiğimiz ‘Uyeyne, aslında büyük savaşçı Huzeyfe’nin torunuydu. Bu kabileden çıkan kadınlar da az cengâver değillerdi: Bedr’in kız torunu Umm Kirfe Fâtıma ve Umm Kirfe’nin kızı Umm Ziml bunlara örnektir.1088
846. Arabistan’ın her yerinde olduğu gibi, bu kabile içinde de dışarıdan gelmiş kimseler ya da bu kabile içinden çıkıp başka kabilelere sığınanlar vardı. Örneğin,1089 Mekkeli ‘Avf ibn Lu’ey Gatafânlıların arasına gelip yerleşmiş, Lakît ibn ‘Abd Kays da Medine’nin Benû Zufer kabilesini kendisine yurt edinmişti. Putperest olan Gatafânlılar, Nahle’deki ‘Uzzâ’ya taparlardı; Tapınağın hizmetkârları ise Benû Şirme ibn Murre kabilesine mensuptular.1090 ‘Ukâz fuarı bu tapınağın hemen yanı başında kurulurdu. Kuşkusuz Gatafânlılar da buraya sık sık giderlerdi.
847. Bunların farklı kolları arasında Fezâre, Eşca’, Muhârib, Sa’lebe ve Murre, Resulullah Muhammed (AS)’ın hayatı boyunca özellikle dikkat çeken kabilelerdir. Görünüşe bakılırsa Fezâreler en kalabalık ve en güçlü olanlardı ve ellerinin altında kalabalık bir süvari birliği bulunuyordu. ‘Uyeyne ibn Hısn el-Fezârî’ye gelince: Bu zât Arap edebiyatında iki isim altında tanınır: İbn Lakîta (yolda bulunmuşun oğlu) ve el-Ahmak em-Mutâ’ (itaat edilen ahmak). Birinci lâkabı, pek önem taşımayan çeşitli biçimlerde açıklanmıştır. Kimin taktığı bilinmeyen ikinci lâkabı ise onun kişiliğini tam anlamıyla özetlemektedir. Burada özelliği olan küçük bir olayı aktaralım (bk. Suheylî, II, 187-188): Bir gün, önceden izin almaksızın Resulullah (AS)’ın Mescid-i Nebevî’deki özel dairesine girdi ve Resulullah’ın zevcesi Ayşe’yi görünce, şöyle söylemekten çekinmedi: “Ey Muhammed! Benim karılarımdan birine karşılık, şu gonca gülü (:hümeyra) bana bağışlasana!” Hiç şüphesiz, Resulullah (AS) bu densiz teklife gereken cevabı vermiştir.
848. İlahî tebliğ görevinin 10. yılında, Resulullah Muhammed (AS), Hac amacıyla Mekke’ye gelen çeşitli putperest kabile mensuplarına, İslam’ı anlattıktan sonra kendilerinden sığınma hakkı istediğinde, bunlar arasında bulunan Fezâreler, Muhammed (AS)’i hiç desteklememişlerdi.1091 Hicretten sonra, 3. yıl başlarında Medineliler, Gatafânlılardan Muhârib ve Sa’lebe kollarının, Medine’ye bir baskın düzenlemek üzere, Du’sûr el-Muhâribî komutasında bir araya geldiklerini haber aldılar. Resulullah (AS), bir miktar süvariyle birlikte 450 kişilik ordusunun başına geçti ve Zû Amr’a doğru hareket etti. Yolda, düşman kabile mensuplarından Cebbâru’s-Sa’lebî esir olarak ele geçirildi. Resulullah (AS) kendisiyle konuştuktan sonra Cebbâr İslâm’ı kabul etti ve kendi kabilesi aleyhine de olsa ona rehberlik etti. Medineliler düşmana baskın düzenlediyse de, bunlar olanca hızlarıyla kaçıp dağlara sığınmayı başardılar. Resulullah (AS) Zû Amr’da karargâhını kurduğunda, hayatına kastedilen bir suikast girişimiyle karşılaşmıştır ki bundan daha önce bahsetmiştik. (bk. yukarıda § 783/1 ve 783/2)
849. H. 4 yılının sonuna doğru, Resulullah (AS), Muhârib ve Sa’lebe kabileleriyle savaşmak üzere Zâtu’r-Rikâ’ya1092 doğru yürüyüşe geçti. Düşman saflarında çok sayıda asker vardı ve her iki taraf da birbirinden çekiniyordu. Bu nedenle, Resulullah (AS) vakit namazlarını gerçek bir korku namazı şeklinde kıldırdı (Bu durum Nisa: 4/101-4’de açıklanmıştır). Dönüş sırasında düşman tarafındaki küçük birlikler baskın yaparak Müslümanları tedirgin etmek istediler. Bir gece, son derece tehlikeli bir vadide mola verildiğinde, Resulullah (AS), en çok zarar gelebilecek iki noktayı gözetmek üzere iki nöbetçi dikti. Bunlar sırayla nöbet tutuyorlardı. İlk nöbetçi namaza durduğunda onun secde hareketleri düşmanın dikkatini çekti. Ve okunu atarak isabet ettirdi. Nöbetçi yine de namazını bozmayıp devam etti. Düşman, okun hedefe isabet etmediğini sanarak bir ok daha attı. Müslüman asker namazına bozmadı ve böylece üç ok daha vücuduna isabet etti. Ve ancak o zaman, düşmanla ilgilenmesi için arkadaşına seslendi ve ona: “İslam Ordusu’nun güvenliği için böylesine önemli bir nöbetle görevlendirilmiş olmasaydı, namazını bozmaktansa, kendisini bitirip tüketen bu yaralara tahammül edip ölmeyi yeğleyeceğini” söyledi. Kaynağımız, bu yolculuk sırasında meydana gelen bir başka olaydan daha söz eder. Resulullah (AS)’ın Câbir adlı bir sahabesinin devesi yorgunluk belirtileri gösterdi. Resulullah (AS)’ın aldığı önlemler sayesinde deve iyileşti. Daha sonra Resulullah (AS) ile Câbir arasında şöyle bir konuşma geçti.
“- Ey Câbir! Deveni bana satmak istemez misin?
- Elbette ey Resulullah (AS)! Ancak onu, yolculuk bittikten sonra Medine’ye vardığımızda teslim etmek koşuluyla.
- Peki kaça satmayı düşünüyorsun?
- Fiyatı sen belirle!
- Bir dirheme razı mısın?
Bunun üzerine Câbir, Resulullah (AS)’ın şaka yaptığını anladı ve aynı latifeli sözlerle karşılık verdi:
- İşin doğrusu, sen beni oyuna getirmek istiyorsun.
Ciddiyetini hiç bozmayan Resulullah (AS):
- Öyleyse iki dirhem olsun,
dedi ve pazarlık sonunda devenin fiyatını 40 dirheme kadar çıkarınca, Câbir de bunu kabul etti, olay da tatlıya bağlanmış oldu. Muhammed (AS) daha sonra konuyu değiştirerek, Câbir’le ailesi hakkında konuşmaya başladı. Ona, evli olup olmadığını sordu.Câbir:
- Evet, kısa bir süre önce nikâhlandım.
- Bir bakireyle mi, yoksa dulla mı?
- Bakireyle değil.
- Niçin bir kızla evlenmedin? Birbirinizle daha hoşça vakit geçirirdiniz.
Bunun üzerine Câbir şöyle cevap verdi:
- Ey Allah’ın Elçisi! Bildiğin gibi babam Uhud’da şehit düştü ve geride yedi kız çocuğu bıraktı. O zaman ben de aileme sahip çıkacak ve onlara göz kulak olacak bir kadınla evlenmek istedim.
- Çok güzel düşünmüşsün, ey Câbir! Medine’ye döndüğümüzde, birkaç deve kesip dostları davet ederek senin bu nikâhını kutlayalım.
Medine’ye döndüklerinde Câbir bütün olup biteni hanımına anlattı. Nikâhlı hanımı bütün bunları Câbir’in bir şaka olarak kabul etmesi gerektiğinde ısrar edip durduysa da, Câbir dayanamayıp deveyi Resulullah (AS)’ın evine götürdü. Resulullah (AS) gülmeye başladı, sonra kişisel hesaplarını tutan memuruna dönerek, devenin parası olan kırk dirhemi ödemesini emredip, Câbir’e de devesini yanında alıkoyabileceğini söyledi. Kasadan sorumlu Bilal, üzerinde anlaşılan miktardan biraz daha fazla vererek hesabı kapattı. Bu deve kırk yıl kadar daha yaşamıştır. Kaynağımızın belirtmemesine rağmen, Câbir’in söz konusu düğün ziyafeti de yine Resulullah (AS) tarafından düzenlenmiştir. Bu arada Câbir karşılaştığı herkese, hatta Yahudilere bile, bu deve hikâyesini anlatmadan edememiştir. Hatta İbn Râhûye ve Ebû Ya’lâ’nın naklettiğine göre, bu Yahudilerden biri şaşkın şaşkın: “Nasıl! Sana hem deveyi hem de parasını mı geri verdi?” demiştir (bk. İbn Hacer, Metâlib, Nº 3827).
850. Gatafânlıların bir kolu olan Eşca’ ve ‘Amir ibn İkrime kabileleri kervan yolları üzerinde otururlar ve yolcu ve tüccarların kendi bölgelerinden geçerken yaptıkları alışverişle geçimlerini sağlarlardı. Resulullah Muhammed (AS), kuzeye giden Mekke kervanlarına İslam’ın etki alanı içindeki bölgelerden geçme yasağı getirince, bu durum adı geçen kabileler açısından ciddi bir krize yol açmıştı. Bunun üzerine bu kabile mensupları Medine’ye heyetler göndererek, Müslümanlarla birçok anlaşmalar imzaladılar.1093 Eşca’lara gelince, onlarla ilgili olarak elimizde şöyle bir ferman bulunmaktadır:
“Bu (yazı) Nu’aym ibn Mes’ûd ibn Ruheyle el-Eşca’î’nin yemini ile üzerinde anlaşmaya varılan hususlardır: O, Uhud (Dağı) yerinde durduğu ve deniz bir sûfe’yi (yün parçasını ya da kılı) ıslatmaya gücü yettiği sürece onunla (Muhammed) yardımlaşma ve istişare etme konusunda anlaşmıştır. Ali tarafından yazılmıştır.”1094
851. Bu belge bize fazla bir bilgi vermemektedir. Kullanılan ifade biçimleri hicretin ilk yıllarına aittir ve biz, Eşca’ların Hendek Savaşı sırasında kuşatmacı düşman grupları arasında karışıklıklar çıkararak Müslümanlar lehine gerçekten övgüye lâyık hizmetlerde bulunduklarını biliyoruz.. Resulullah (AS) vefat ettiğinde, Gatafânlıların çoğu dinlerinden dönerken, Eşca’lar inançlarında sebat etmişlerdir.1095 Yine Resulullah (AS) ölüm döşeğinde iken, sadık bir Müslüman olan Nu’aym’a, bu dinden dönenlerle savaşmak gibi önemli bir görev yüklemiştir. Hatırlayacak olursak, Hendek Savaşı dolayısıyla Yahudi-Mekke ittifakının yapıldığı sıralarda, Resulullah (AS) Dûmetu’l-Cendel bölgesine bir cezalandırma seferi düzenlediği zaman, yolu Gatafân topraklarından geçmekteydi. Yine hatırlanacak olursa, bundan birkaç hafta önce Resulullah (AS) Benû Musta’likler üzerine bir cezalandırma seferine çıktığı zaman da, Gatafânlı ‘Uyeyne ibn Hısn’ın, içinde savunma amaçlı hiçbir kuvvetin kalmadığı Medine’ye hücum etmesinden korkuluyordu.1096 Bu durumda, Resulullah Muhammed (AS), kendisiyle bir dostluk ve iyi komşuluk anlaşması yapmak üzere bu başkanla temas kurdu. Makrîzî,1097 o dönemde bir ittifak anlaşması yapıldığını doğrulamakla birlikte bize işin ayrıntısı hakkında bilgi vermemektedir. Öyleyse bunun, hiçbir kural ve vicdanî endişe tanımayan ‘Uyeyne’nin bir aldatmacası olması gerekir. Zira birkaç gün sonra kendisi, kuşatmacı kuvvetlere katılmak üzere Medine’nin yolunu tutmuştur; orada Gatafânlılar, Uhud yakınlarında Medineli Benû Hâriselerin oturduğu mahallenin tam karşısına konuşlanmışlardı.1098 Gatafânlı süvari birliğinin sayısı üçyüz kadardı. Hatta bir defasında ‘Uyeyne, birkaç arkadaşı ile birlikte hendeği aşmayı başardı. Bu arada, Resulullah (AS)’ın, daha önce sözünü ettiğimiz gibi, ‘Uyeyne ile ayrı bir barış anlaşması yapmak üzere gösterdiği çabaları da hatırlatalım.
852. Hendek Savaşı’nın üzerinden henüz dört ay geçmişti ki, Gatafânlılar, Medine’nin dış mahallelerine bir baskın düzenlediler. ‘Uyeyne (veya oğlu), 40 kadar süvarinin başına geçip, yirmi deveyi gasp etti ve Ebû Zerr’in oğlu olan çobanı öldürüp, yaşlı anasını da yanlarına alarak kaçtılar. Burada muhtemelen, daha önce “Mekke ile ilişkiler” bölümünde sözünü ettiğimiz, Hendek Savaşı sırasında ayrı bir barış anlaşması yapılması konusunda ‘Uyeyne tarafından istenen ücretin reddedilmesi söz konusu idi. Medineliler de karşı saldırıda bulundular ve bu çatışmada Seleme ibn el-Ekvâ büyük yararlıklar gösterdi: Büyük ve ünlü süvari, atıyla düşmana yetişip, attığı oklarla, gasp edilen develerin yarısını kurtardı. Düşmanı takip sırasında, bizzat Resulullah (AS)’ın komutasındaki Medineliler, namazlarını “korku namazı” usulleri çerçevesinde kıldılar. Akşam olunca, Resulullah (AS), savaşçı sahabelerine ziyafet çekmek için, düşmandan ele geçirilen birçok hayvanı kestirdi. Beş gün sonra da tekrar Medine’ye döndü. Daha sonra, Ebû Zerr’in hanımı, çalınan develerden birine binerek Medine’ye gelmiş ve nasıl kaçıp kurtulduğunu şu sözlerle anlatmıştır:
“Ey Allah’ın Elçisi! Ben, şayet Allah beni selamete erdirirse, bu hayvanı boğazlayıp, ciğerini yiyeceğime dair adakta bulundum!”
Resulullah (AS) bunun üzerine gülümseyerek ona şöyle cevap verdi:
“- Ne kötü bir adak! Hem hayvan sana ait değil, hem de seni kurtaran bu hayvanı kurban ediyorsun. Şimdi selametle evine dön; sen böyle bir adakla bağlı değilsin.”1099
Makrîzî’ye göre,1100 daha sonra ‘Uyeyne’nin bir yeğeni Medine’ye gelerek, Resulullah (AS)’a, söz konusu baskında çalındığını fark ettiği bir deve hediye etmişti. Ama o, yine de gülümseyerek bu hediyeyi kabul etmiş ve misafirini bir miktar parayla ödüllendirmiştir.
853. H. 6 yılı Ramazan ayında, Zeyd ibn Hârise, bir ticaret kervanının başında Gatafân topraklarından geçtiği sırada pusuya düşürüldü. Tüm arkadaşları öldürülüp, malları yağmalandı. Zeyd yaralı bir halde Medine’ye döndü, daha sonra misillemede bulunmak üzere yeniden askerî bir birliğin başına geçip şehrin dışına çıktı. Düşmanla Vâdi’l-Kurâ yakınlarında karşılaştı ve başta Umm Kirfe ve kızı Câriye olmak üzere birçoklarını esir aldı. ‘Uyeyne’nin yeğenlerinden biri olan bu kadının onüç oğlu vardı ve çevresinde o denli saygın biriydi ki, Gatafânlılar arasında çıkacak bir savaşın durdurulması için, onun sadece peçesinin gönderilmesi yetiyordu. Kendisi, uzun zamandan beri kabilesini Resulullah (AS)’a karşı kışkırtmaya ve İslam topraklarına bir baskın düzenlemek üzere bir araya getirmeye çalışıyordu. Zeyd’in bu kadını yakalayıp idam ettirmesi ihtiraslı gönüllerin yatıştırılması için yeterli olmadı.1101 Gerçekten de, Hayber’in soylularından Ebû Râfi’, Gatafânlıları yeniden Medine üzerine kışkırtmak üzere onlarla irtibata geçti. Neden sonra, süt annesinin Hayberli olması nedeniyle bu yöreyi çok iyi bilen Medineli bir ajan, Ebû Râfi’in hayatına son verdi.1102 Birkaç ay sonra, Hayberli bir başka soylu olan Esîr ibn Zârim, öldürülen hemşehrisinin intikamını almak isteyerek, Gatafânlılardan parayla asker tutmuş, ancak o da, Samhudî’nin verdiği bilgiye göre (2. bs., s. 1165), Hayber’e altı mil uzaklıktaki Sibâr denilen yerde öldürülmüştür.
854. H. 7 yılı başlarında, Resulullah (AS) Hayber’e karşı bir başka askerî sefer düzenledi. Yol, Gatafânlıların topraklarından geçiyordu. Hayberli Yahudilerin de kendilerine yardıma koşmalarına şaşmamamız gerekir. Sayıları 4.000 kişiyi buluyordu. Resulullah (AS) önce Gatafânlıları tarafsız kalıp bu işe karışmamaları için iknaya çalıştı ve kendilerine bazı avantajlar da önerdi. Ancak hırs ve tamahkârlık gözlerini öylesine bürümüştü ki, Muhammed (AS) bu durumda yolunu değiştirdi. Hayber’e değil de, o sırada asıl kuvvetler Hayber’e hareket ettiği için, en iyi savaşçılarından yoksun kalmış olan Gatafânlıların ülkesine gidecekmiş gibi bir harekat planı hazırladı. Gatafânlı askerler endişeye kapılıp, kendi yurtlarını savunmak üzere birliklerini derhal geri çektiler ve Hayber Savaşı sonuna kadar da yerlerinden kıpırdamadılar.1103 Müslümanlar savaştan sonra Medine’ye dönünce, ‘Uyeyne Resulullah (AS)’ın huzuruna çıkıp, hiç utanmadan, tarafsız kalması için savaştan önce kendisine sunulan ayrıcalıkları istedi. Pek tabii, onun bu girişimleri bir sonuç getirmemiştir.
855. Aynı yılın Şevval ayında, Gatafânlı bir Müslüman, bu kabilenin Medine’ye baskın düzenlemek amacıyla hazırlık içinde oldukları ve ‘Uyeyne’nin de onlara destek olacağı vaadinde bulunduğu haberini getirdi. Bunları durdurmak üzere, Ensâr’dan Beşîr ibn Sa’d komutasında 300 kişilik bir birlik, Yumm, Cubâr ve el-Cinâb kabilelerinin bulunduğu Hayber ve Vâdi’l-Kurâ arasındaki bölgeye geldi ve iki esir almayı başardı. Medine’ye getirilen bu esirler İslam’ı kabul ettiklerini açıkladılar ve Muhammed (AS) de onları serbest bıraktı.1104 Aslında bu gibi durumlarda benzeri beyan ve açıklamalara pek güvenilmemesi gerekirdi. Ancak Resulullah (AS)’ın bundan daha farklı bir yaklaşım tarzı sergilemesi düşünülemezdi. Bazı sakıncaları göze almak gerekiyor ve bazen onun bu yumuşaklığı bu bedevîleri etkileyerek, onların anlayışlarında olumlu yönde değişikliğe yol açıyordu. Bu defa ‘Uyeyne de artık Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar takınmaya cesaret edemez hale gelmiş ve hatta İslam’ı kabul ettiğini açıklamıştır.
856. H. 8 yılı Şaban ayında, Ensar’dan Ebû Katâde komutasında 15 kişilik bir askerî birlik, Hudra bölgesindeki Muhâribleri cezalandırmak üzere Medine’den hareke etti.1105 Birkaç hafta sonra aynı birlik, Mekke üzerine düzenlenecek sefer hazırlıklarını düşmanın dikkatinden gizlemek için, Suriye yolu üzerinde bulunan ve Medine’nin kuzeyine birkaç günlük uzaklıktaki Batnu İdâm’a1106 gönderilmiştir.
857. Resulullah (AS), ertesi ay askerleriyle birlikte Mekke’yi fethetmek üzere Medine’den ayrıldı. Tam bir gizliliğin sağlanması için, çeşitli kabilelerden bu sefere gönüllü olarak adlarını kaydettirenlerin şimdilik yerlerinde kalmalarını ve kendi memleketlerinden geçtiği sırada asıl orduya katılmalarını emretti. ‘Uyeyne Resulullah (AS)’a el-’Arec’de katılmış, ancak kendi kabilesinden kimseyi yanına almadığına sonradan pişman olmuştur. Zira Resulullah (AS), kabilelerinden önemli miktarda gönüllü asker toplayarak İslam Ordusu’na katılan herkesi, tabur komutanı olarak atamıştır.1107 Mekke’nin kan dökülmeksizin fethedilmesinden hemen sonra, Müslümanlar, Hevâzinlilerden gelebilecek bir saldırıya karşı savunma önlemi olarak, derhal şehri terk etmek zorunda kalmışlardır. Savaş devam ederken, ‘Uyeyne, Batnu İdâm seferi sırasında İslam’a geçtiği halde öldürülen, kendi kabilesinden ‘Amir ibn el-Edbet el-Eşca’î’nin kan diyetini istemekte ısrar etmiş, Resulullah (AS) da onu tatmin edici bir tutum sergilemiştir.1108 Birkaç gün sonra, Resulullah (AS) Huneyn’de yenilen düşmanı izlemek üzere Tâ’if’i kuşattığı sırada (bk. önceki sayfalar), ‘Uyeyne, yanındaki arkadaşlarından birine, buraya gelmekteki amacının Resulullah (AS)’a yardım etmek değil, aslında Sakîf kabilesinden bir kızı ganimet olarak almak olduğunu itiraf etmiştir.1109 Tâ’if kuşatması kaldırılıp Hevâzinlilerden bir heyetin kabulünden sonra, Resulullah Muhammed (AS), esir düşenlerin serbest bırakılmalarını emretmiş, birisi ‘Uyeyne olmak üzere iki kişi dışında herkes bu emre itaat etmiştir. Muhammed (AS), bütün esirlerin serbest bırakılmasında ısrar ederek, emre karşı gelenlere, daha sonra Devlet hazinesinden ödül verilmesini vaat etmiştir.1110 Vaat yerine getirilmiş ve her şeye rağmen birkaç gün sonra, Resulullah (AS) İslam’a yeni girenlere zengin armağanlar verirken, ‘Uyeyne’ye de yine bir miktar bağışta bulunmuştur.1111
858. Ertesi yıl (H. 9), onlarca Arap kabilesi, İslam’ı kabul ettiklerini açıklamak üzere Medine’ye heyetler gönderdiler. Bunlar arasında, ‘Uyeyne’nin yakın akrabası olan Hârice ibn Hısn başkanlığındaki Gatafân heyetini de görmekteyiz. Bu heyet kuraklık ve kıtlıktan yakınınca, Resulullah (AS) bir yağmur duası yapmıştır.1112 Aynı yıl Resulullah (AS) bütün İslam ülkesini Devlet adına zekât vergisine bağlamış ve bu vergileri toplamak için Amr ibnu’l-AS’ı Gatafânlılar arasına tahsildar olarak gönderilmiştir.1113 Yine o sırada, Temîmliler, daha önce de belirttiğimiz gibi, vergi tahsildarlarına silahla karşı koymuşlardır. Bu haber Medine’ye ulaştığında, o sırada orada bulunan ‘Uyeyne, bu dik kafalıların cezalandırılması için hizmete amade olduğunu belirtmiş, Resulullah (AS) da buna rıza göstermiştir. Bunun üzerine ‘Uyeyne kendi kabilesinden 50 kişilik bir süvari birliğinin başında sefere çıkmıştır. Olayın nasıl seyrettiğini “Temim Kabilesi” adlı bölümde anlatmıştık (bk. § 654 vd.).
859. Bir yıl sonra Muhammed (AS) vefât ettiği zaman, ‘Uyeyne İslam’dan çıkarak mürted olmuş ve Esed kabilesinden çıkan sahte peygamber Tulayha ile işbirliği yapmıştır. Ancak bu uzaklaşma, halife Ebû Bekir’in aldığı önlemler sayesinde uzun süre devam etmemiştir. Seyfullah (Allah’ın Kılıcı) lakaplı Hâlid ibn Velîd, ‘Uyeyne’yi esir alıp Medine’ye göndermiş; Ebû Bekir kendisini ölümle cezalandırmak isteyince de, kurnaz ve hilekâr Bedevî ona şöyle demiştir:
“Ey Ebû Bekir! Resulullah Muhammed (AS) için hiçbir şey gizli ve saklı değildi; benim ikiyüzlülüğüme, münafıklığıma rağmen bana hep hoşgörü ile davrandı. Ama şimdi gerçekten pişmanlık duyuyor ve İslam’ı yeniden kabul ediyorum. Beni bağışla, Allah da seni ödüllendirsin!.”
Ebû Bekir merhamet edip, bu bedeviyi serbest bırakmıştır.
860. Sahneye çıkığından beri İslam için nice kaygı ve endişeye yol açan bu kabilenin hareketli öyküsü işte bundan ibarettir.
Tay’lar
861. Asıl vatanları Yemen olan bu kabile, Arap göçleri tarihinde başından en dikkat çekici ve heyecanlı serüvenlerin geçtiği bir topluluk olmuştur. Onlara verilen Tay adı, Tâzî, Tâcik, Tâşî vb. gibi Orta ve Doğu Asya’nın çeşitli dillerinde Arapları ifade etmek üzere kullanılan kelimelerin doğmasına yol açmıştır. H. 9 yılından önce bu kabile ile İslam arasında herhangi bir ilişki olduğu bilinmemektedir. Bu kabilenin bir bölümü, o sırada Orta Arabistan’da, özellikle de Necd bölgesinde oturuyordu. Selmâ ve Acâ’ adlı sıradağlara, Tay’ın İki Dağı denilmekteydi. Bunlar, Araplara özgü barış ayları olan Eşhuru’l-Hurum kurumunu tanımıyorlar, bu nedenle Hac mevsiminde yaptıkları yağma ve baskınlar özellikle nefretle karşılanıyordu. Bununla birlikte, içlerinden konukseverliği ve cömertliğiyle ün yapmış Hâtim gibi birini çıkaran da yine bu haydut ve soyguncu kabile idi.
862. Mekke’nin fethedilip idarenin İslam devletine bağlanması, birçok kabileyi öteki kabilelerden soyutlanmaktan vazgeçirmiş ve İslam’la birlikte yaşama çareleri aramaya yöneltmiştir. H. 9 yılında Medine’ye gelen heyetler arasında Tayları da görürüz. Bunların temsilcilerinden biri olan Zeydu’l-Hayl (yani At Zeyd) Medine’ye geldiğinde (onun buraya geliş nedeni bilinmemektedir), Resulullah (AS) getirdiği dinin esaslarını kendisine anlatmış, o da dinini değiştirmeyi kabul etmişti. Bunun üzerine Resulullah (AS) onun adını Zeydu’l-Hayr (Hayırlı Zeyd) olarak değiştirmiş ve şu sözlerle onun özelliklerine dikkat çekmiştir:
“Bana ne zaman bir Arap şahsiyetin büyüklüğünden bahsedilse ve ben onu daha sonra görsem, hep bu övgülerde abartma yapıldığını fark ederim. Ancak Zeydu’l-Hayl müstesna: Onun hakkında söylenenlerde hiç abartma yoktur.”1114
Muhammed (AS) ona, arasında son derece verimli toprakları olan Feyd bölgesinin de bulunduğu önemli miktarda arazi bağışında bulunmuştur.1115 Zeyd’in hikayesiyle ilgili iki anlatım vardır: Bunlardan ilkine göre Zeyd, Medine’ye gelmeden önce, kabilesine ait Fils adlı putu kendi eliyle devirmiş ve Fils’e adak olarak sunulan iki değerli kılıcı da getirip Resulullah (AS)’a hediye etmiştir.1116 Diğer anlatıma göre, Resulullah (AS) putu yıkıp içindeki hazinelere el koyması için Ali (RA)’yi göndermiştir.1117 Zeyd’in akıbetinin ne olduğu konusuna gelince: Kimilerine göre o, dönüş yolculuğu sırasında vefat etmiş, bazılarına göre ise Ebû Bekir’in halifeliği dönemindeki dinden dönme savaşlarına faal bir şekilde katılacak kadar uzun bir ömür sürmüştür.
863. Efsanevî Hâtim’in oğlu ‘Adî, Ali (RA)’nin putu kırmakla görevlendirildiği bu sefer esnasında, ordunun geldiğini öğrenince ortadan kaybolmuştu. Kendisi Hıristiyan dininden olduğu için, ailesiyle birlikte Suriye-Filistin yoluna düştü. Ancak, muhtemelen Suffâne adındaki kız kardeşini de beraberinde götürmeyi ihmal etmişti. Bu kadın esir alınıp Medine’ye getirildi. Resulullah (AS)’ı görür görmez, ona şöyle dedi:
“- Babam öldü, kardeşim ise utanç verici bir biçimde beni terk etti. Sen bâri bana karşı cömert davran. Allah da sana karşı cömert olsun.”
Resulullah (AS), Tayy’a giden bir kervana katılması için ona bir binek temin etti ve gerekli ne varsa hepsini yanına verdi. Bu hanım daha sonra Suriye’deki kardeşinin yanına varmış ve kendisini yüz üstü bırakıp kaçtığı için ona sitemde bulunmuş, ama kolayca da barışmışlardır. Ona daha sonra başından geçenleri anlatarak şöyle demiştir:
“- Senin de Medine’ye gitmen gerek; eğer Resulullah (AS) gerçekten Allah’ın Elçisi ise, onu en önce kabul ve tasdik edenler daha çok övgüyü hak edeceklerdir; eğer sıradan bir hükümdar ise, ona biat edip boyun eğmen senin değerini düşürmez, çünkü sen ne isen öyle kalırsın.”
‘Adî, bu öneriyi kabul edip Medine’ye geldi ve Resulullah (AS)’ı mescitte tanıyarak ona selâm verdi. Muhammed (AS) kendisine yakınlık ve ilgi gösterip, onu evine götürmek üzere mescitten ayrıldı. Yolda yaşlı bir hanım Resulullah (AS)’ın yanına gelip onunla uzun uzun konuştu. ‘Adî, bir hükümdarın böyle bir şeye asla izin vermeyeceğini anlamıştı. Eve girdiklerinde, Resulullah (AS), sahip olduğu tek minderi ‘Adî’ye uzatıp, oturması için ısrar etti, kendisi de toprak zemine oturdu. ‘Adî giderek daha çok etkilendi. Daha sonra Resulullah (AS) kendisine, kabilesinin giriştiği baskınlarda ele geçirilen ganimetin dörtte birini alıp almadığını, ve onun dinine göre bunun yasak olup olmadığını sordu. ‘Adî hatasını itiraf etti. Ardından, Muhammed (AS) ona İslam’ın inceliklerini açıklayarak, şöyle ekledi:1118
“Senin bu dini kabul etmene engel olan nedir? Eğer Müslümanların fakir olduklarını düşünüyorsan, şunu bil ki kısa bir süre sonra onların arasında sadaka kabul edecek kimse kalmayacaktır; yok eğer onların zayıf olduklarını düşünüyorsan, yakın bir gelecekte bir kadının Irak’taki Kadisiye’den Mekke’ye kadar, Hac yapmak amacıyla ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmaksızın tek başına seyahat edebileceğini göreceksin; eğer hükümdarlığın Müslümanlardan başka uluslarda bulunduğunu söylüyorsan, yakında Bâbil’deki beyaz sarayların kapılarının onlar için açılacağını göreceksin.”
‘Adî sonunda Müslüman oldu ve gerçekten, inanmakta güçlük çektiği, Tayların yağmaladıkları ülkelerden geçen yolların güven içinde olduğunu ve İslam Ordularının Sasanî İmparatorluğunu fethedişini görecek kadar uzun yaşadı. Bu arada şunu da hatırlatalım ki, Benû Ma’n ve Tay kabileleri İslam’ı kabul ettikleri sırada, Resulullah (AS), fermanın da işaret ettiği gibi, kendilerinden dinin emirlerini uygulamanın yanı sıra, “Müslüman oldukları sırada ellerinde bulunan toprakların sahipliğini vererek”, yolların güvenliğini sağlamalarını da istemiştir.1119
864. Bu kabilenin çeşitli kolları lehine Resulullah (AS) tarafından verilmiş on kadar fermanın var olduğu biliniyor.1120 Bunlardan metin itibariyle birbirinin benzeri olan beş tanesi elimizdedir. Muhammed (AS), bir yandan söz konusu kabileye himaye ve destek sağlarken, İslam’ı kabul ettikleri sırada ellerinde bulunan mal varlıkları üzerindeki haklarını da geri vermekte, öte yandan, bunlara İslam’ın gereği olan ibadetleri uygulayıp, vergilerini ödemelerini ve ana-babaları da olsa bütün putperestlerle ilişkilerini kesmelerini emretmektedir. Benû Ecâ’ya verilen fermanda, ister göçebe isterse yerleşik olsun, tüm kabileler arasında söz konusu haklar bakımından bir eşitlik olduğu dile getirilmektedir. Bu fermanlardan üçünde, “sabah erkenden otlatmaya çıkarılan koyun sürülerinin geceyi kendi bölgelerinin dışında geçirebilecekleri” ne işaret edilmektedir. Belki de bu hüküm, Tayların sürülerini kendilerine ait bölgenin dışında otlatmamaları gerektiği anlamını taşımaktadır. Bu yazıyla Resulullah (AS), otlatma bölgesini, sabah erkenden çıkan bir sürünün akşam olduğunda ağıla döneceği kadar bir mesafe ile sınırlamakta, daha fazlasına izin vermemekteydi. Bu da bizi, onların komşusu olan Benû Esedlerden söz etmeye sevk etmektedir.
Benû Esed Kabilesi
865. Tayların komşusu olan Benu Esedler de büyük bir kabileyi oluşturuyorlardı. Görüldüğü kadarıyla, kültürel düzeyleri oldukça yüksektir. Zira Arabistan’ın göçebe kabileleri içinden ilk demirci ustasını bunlar çıkarmışlardır: el-Hâlik ibn Esed, daha sonra Benû’l-Kayn (demirci oğulları)1121 adını alacak olan kabilenin atasıdır.
866. Resulullah (AS) tarafından bu kabileye verilen ferman çok dikkat çekicidir. Şöyle ki:
“İlave ediyorum ki: Tayların ne sularına ne de topraklarına kesinlikle yaklaşmayınız, zira onların suları sizin için kesinlikle meşru değildir ve davet edilenler dışında onların topraklarına girilmesine izin yoktur. Aksi halde, Resulullah Muhammed (AS)’e itaatsiz davranan kimse üzerinden emniyet ve himaye (emân) hakkı kaldırılacaktır…”1122
867. Ardı arkası kesilmeyen bu sınır ihlalleri nihayet güçlü bir el sayesinde önlendiği zaman, baskın ve yağmalama olaylarındaki bu kısır döngünün kesilmesi ve uzun zamandır hasret kalınan barış ve iyi komşuluk ilişkilerinin bölgeye yeniden dönmesi çok tabii idi.1123 Zaten sadece İslam geçmişi unutturup yeni bir hayatı başlatabilirdi.
Kudâ’a Kabilesi
868. Büyük bir kabile olan Kudâ’alılar, Resulullah (AS)’ın hayatında önemli bir rol oynamışlardır. Aynı kabilenin Cuheyne, ‘Uzra, Balî ve Kelb gibi kolları bile, bağımsız kabileler oluşturacak kadar güç ve kudret sahibi idiler. Anlatılanlara göre, Kudâ’alılar Güney Arabistan kökenli olup, meşhur Mârib su bendinin yıkılması üzerine ülkelerini terk etmişler ve Medine’nin kuzeyinde, Filistin’e kadar uzanan topraklar üzerinde yaşamaya başlamışlardır. Bu arada, Resulullah (AS)’ın büyük dedelerinden Kusay’ın annesinin de bir Kudâ’alı olduğunu hatırlatalım. Dul kalınca, kendi kabilesinden biriyle tekrar evlendi. Mekke doğumlu olan oğlu Kusay, gençlik yıllarını bu kabile içinde geçirmiş, üvey kardeşi ve onun kabilesiyle sıkı dostluk ilişkileri kurmuştu. Kusay, bu sayede Mekke’de iktidarı ele geçirirken, Kudâ’alılardan destek aldı.1124 Bunlarla ilgili şöyle tuhaf bir fıkra anlatılır: el-Gavs ibn Mur, İslam’dan önceki dönemlerde Hac işlerini düzenleme görevini yerine getirirken, Arafat’taki topluluğa şöyle bir hutbe vermeyi adet haline getirmişti:
“Ey Allah! Ben (önceden konulmuş) kural ve kaidelerin uygulanmasına nezaret ediyorum. Eğer bir kusur ve günah işleniyorsa, bunun vebali Kudâ’alılar üzerine olsun.”1125
Kudâ’alılar kutsal aylara (Eşhuru’l-Hurum) riayet etmezler ve gelen Hacı adaylarına baskın verip mallarını yağmalarlardı.. Yedi kuşak sonra, Kusay Mekke’de iktidarı ele geçirdiği zaman, bu durum hiç kuşkusuz tamamen değişmiştir: Zira onun gelişinden itibaren, bu kabilenin içinden Hums (gayretli ve yardımsever) adı verilen ve dini kurallara sıkı sıkıya bağlı bir takım kimselerin çıktığı görülür.1126 Diğerleri de, Ka’be’yi aşağılayıp ona saygısızlık etmek şöyle dursun, onun getirdiği kurallara katıldılar. Bilindiği gibi, hicretten 3 yıl önce, Muhammed (AS), Minâ’ya gelen kabilelere kendisini takdim edip onlardan eman hakkı istediğinde, büyük atası Kusay’ın soyundan gelen Kudâ’alı ‘Uzre’ye de müracaat etmişti.1127
869. İlk dönemlerde Kudâ’alılar İslam’ı kabul etmemiş olmalarına rağmen, İslam’la ilişkileri her zaman için iyi ve hatta dostça olmuştur. Bunların bir kolu olan Cuheyne’lerden daha önce söz etmiştik. Dûmetu’l-Cendel seferi sırasında (H. 5) İslam Ordusu’na Mezkûr adında bir ‘Uzreli rehberlik etmişti.1128 Olayın tam olarak hangi tarihte geçtiğini belirlemeksizin şunu nakledelim ki, Umm Kebşe adında ‘Uzreli bir kadın sahabe, yaralılarla vs. ilgilenmek üzere, bu seferlerden birine hemşire olarak katılabilmek için Resulullah (AS)’tan izin istemişti (İbn Hacer’den naklen (Metâlib, Nº 1970), İbn Ebî Şeybe, Ebû Ya’lâ ve Taberânî’den rivayet edilmiştir). Mu’te Savaşında (H. 8) İslam ordusunun sağ kanadına komuta eden Kutbe ibn Katâde de bir ‘Uzreli idi.1129 Bunun hemen akabinde Amr ibnu’l-As diplomatik görüşmelerde bulunmak üzere aynı bölgeye gönderildiğinde de, Resulullah (AS) kendisine ‘Uzrelilerin yardımını kabul etmesini emir ve tenbih etmişti.1130 Bir yıl sonra (H. 9) girişilen Tebûk Seferi’nde, Müslüman ordugâhında ‘Uzreli Müslümanlara rastlarız; bunlardan biri, Resulullah (AS)’a bir at hediye etmişti.1131 Yine H. 11 yılında, komutan Usâme, Hureys adlı bir ‘Uzreliyi rehber olarak kullanmıştır.1132
870. Öte yandan, H. 9 yılında Uzreli bir temsilci heyetinin Medine’ye gelmiş olması bizi şaşırtmamaktadır. Bu heyetin başkanı Zemil ibn ‘Amr, Resulullah (AS)’ı öven bir şiir kaleme almış, Resulullah (AS) da buna karşılık, taşıyacağı yetki ve sorumlulukların bir göstergesi olarak bir sancak, ayrıca bütün kabile mensupları üzerinde onun idareci olarak tayin edildiğini ve İslam’ı tebliğ etmekle görevlendirildiğini gösteren bir ferman vermiştir.1133 Ancak İbn Sa’d’in verdiği bilgilere bakacak olursak,1134 bu kabile ile Muhammed (AS) arasında daha H. 6 yılından önce bir takım yazışmalar cereyan etmiştir. İbn Sa’d şöyle nakleder:
“Resulullah (AS) Uzrelilere hitaben bir mektup yazdırıp, bunu Uzre’li biriyle gönderdi. Yolda Sa’d-Huzeym kabilesinden Verd ibn Mirdâs konvoya saldırıp, ele geçirdiği mektubu yırttı. Ancak daha sonra aynı Verd İslam’ı kabul etti ve Zeyd’in Vâdi’l-Kurâ ya da el-Karade üzerine yaptığı sefer sırasında şehit düştü.”
(Zeyd’in Karadeye karşı çıktığı sefer H. 3 yılı ortalarına rastlar ki, bu çok erken bir dönemdir. Vâdi’l-Kurâ’ya yapılan sefer ise H. 6 yılında yapılmıştır ve İbn Hişâm da eserinde bundan söz eder;1135 ancak ona göre bu seferde şehit düşen büyük sahabenin adı Verd ibn ‘Amr ibn Medâş’tır.) Söz konusu mektubun içeriği hakkında bir bilgi mevcut değildir.
871. H. 9 yılı Rebi’ul-evvel ayında, aynı kabilenin Belî adlı kolu Medine’ye bir temsilci heyeti göndererek İslam’ı kabul etti ve gayet memnun bir şekilde geri döndü.1136 Elimizde bu konuyla1137 ilgili çok değerli bir belge olup, aşağıda sunulmuştur:
“(Belîlerin soyundan gelen) Benû Cu’ayller hakkındadır:
Bunlar Kureyş’in, özellikle ‘Abd Menâf oğullarına mensup kolunu teşkil ederler. Burada söz konusu olan haklar ve aynı zamanda yükümlülükler onlar için de geçerlidir. Ayrıca onlar (askerlik hizmeti için) çağrılmayacak ve öşür vergisinden de muaf tutulacaklardır. İslam’ı kabul ettikleri sırada sahip oldukları mal ve mülk onlara aittir. Aynı şekilde, Nasr, Sa’d ibn Bekr, Sumâle ve Huzeyl kabilelerinden toplanan zekât vergileri ve sadakalar bu kabileye tahsis edilecektir.” (Bu yazıda şahit olarak, diğerlerinin yanı sıra Ebû Sufyân’ın da adı geçmektedir.)
872. Belîler, Kuzey Arabistan’ın uç kesiminde, Akabe körfezi yakınlarında oturuyorlardı. Acaba bunlara bağlı olan Benû Cu’ayl kolu Mekke bölgesine mi gelip yerleşmişti, yoksa burada Resulullah (AS)’ın ailesiyle bütünleşmelerini sağlayan ve sonuç itibarıyla onların Bizans sınırında oturmalarına engel olmayan basit bir askerî ittifak anlaşması mı söz konusuydu? Birinci varsayıma göre burada az sayıda bir insan topluluğu söz konusudur; yoksa, aralarında en azından Huzeyllerin oldukça önemli bir yer tuttuğu bu dört kabileden toplanan devlet gelirlerinin bunların lehine tahsis edilmesinin bir anlamı olmazdı. Ama eğer bunlar Bizans sınırı yakınlarında oturuyor idiyseler, uzak bir bölgeden değil de, Mekke’nin hemen yanı başında oturan Huzeyller gibi oturdukları bölgeye komşu topraklardan gelen Devlet gelirlerinin kendilerine tahsis edilmesi gerekirdi. Her ne olursa olsun, Tebûk Seferi sırasında Belîlerin yaptığı yardımın çok özel bir yeri olmuştur.1138 Zira onlar, Mu’te savaşı sırasındaki düşmanlıklarını tamamen unutmuşlardı.1139
873. Sa’d-Huzeym kabilesinden bir heyet, H. 9 yılında Medine’ye gelmiş, burada birkaç gün kalıp İslam’ı kabul ettikten sonra memleketlerine dönmüşlerdir. Bu arada Resulullah (AS), onları yönetmek üzere kendi içlerinden bir başkan seçip, çok sayıda hediyeye boğarak onları uğurlamıştır. Heyet bu şekilde geri döndüğünde, bütün kabile üyeleri İslam’ı kabul etmişlerdir.1140
874. Bu arada, Benû’ Uzre’li âşıkların Arapçada darbı mesel haline geldiğine de işaret edelim. İslam’dan önce, Benû Vebereler dışında, Sa’d-Huzeymler ve Kudâ’aya mensup diğer bütün Arap kabileleri es-Sa’îde ve Menât adlı putlara tapıyorlardı. Menât adlı putun Kızıldeniz yakınlarında bir de tapınağı vardı. Ezdler de bu iki puta tapıyorlardı. Benû Vebereler ise, Dûmetu’l-Cendel’de dikili olan Vad adlı puta taparlardı. Bu putların babadan oğula geçen hizmetkarlarının adları ve bunlara tapınmaya gelenlerin okudukları dua formülleri kayıtlarda geçmektedir.1141
Kelbler ve Dûmetu’l-Cendel Şehri
875. Kelbler de Kudâ’alıların bir kolunu teşkil etmekteydi. Bunların yönetim merkezi olan ve günümüzde Cevf adıyla bilinen Dûmetu’l-Cendel, Arabistan’ın kuzey ucunda ve vaktiyle çok önem taşıyan bir yerdi. Kuzeyden ve güneyden gelen kervanların kesiştiği noktada bulunması dolayısıyla, Aram ve Babil’den gelen yollarla Mısır ve Hindistan’dan gelen yollar, bu noktada kesişirlerdi. Hatta Mekkelilerin bile, Suriye’ye ya da Irak’ gitmek üzere yollarını ayırmadan önce, buraya kadar çıkmaları gerekiyordu.1142 Öyleyse, burada Mârid1143 adlı meşhur bir kalenin, ve Kur’an’da sıkça geçen Ved adlı putun tapınağının bulunmasına şaşırmayalım. Halk arasında anlatılan rivayetlere göre, Nuh (AS) zamanındaki putperestlerin tapındığı putlar, Tufan sırasındaki dalgalarla Cidde’ye kadar sürüklenmişler ve Has’amlı ‘Amr ibn Rebî’a tarafından, bir Cin’in yol göstermesiyle bulundukları yer keşfedilmişti. Daha sonra bu putlar Arabistan’ın değişik kabileleri arasında dağıtılmıştır. İşte bu sırada Kelb kabilesinden ‘Avf (b. Kinâne b. ‘Avf b. ‘Uzre b. Zeydellât b. Rufeyde b. Kelb), Ved denilen putu ele geçirmiş ve onu Dûmetu’l-Cendel’e dikmiştir. Buradaki bütün Kudâ’alılar onun kutsallığını kabul etmişlerdir.1144 Yine bu nedenle, her yıl Dûmetu’l-Cendel’de böyle önemli bir fuarın kurulması ve bölgenin sahipliği konusundaki tartışmaların sürekli uzayıp gitmesi bizi şaşırtmamaktadır. Aşağıda, bu bölgede kurulan fuarlar ve ekonomik hayatla ilgili önemli bir değerlendirme bulacaksınız:
“İslam öncesi Arabistan’ındaki ünlü fuarlar ve buralarda uygulanmakta olan alış-veriş tarzı şöyleydi: Bunlardan Suriye ve Hicâz bölgeleri arasında bulunan Dûmetu’l-Cendel fuarı, Rebi’ul-evvel ayının ilk gününden, ayın sonuna kadar açık kalır ve ertesi yıl aynı mevsimde tekrar kurulmak üzere dağılırdı. Kelb ve (Tay’ın bir kolu olan) Cedîle kabileleri bu fuara yakın bölgelerde otururlardı. Siyasal iktidar, ‘İbâdî-Sekûnî’lerin Ukeydir ve Kelblilerin Kunâfe kolları arasında nöbetleşe el değiştirirdi. Bu fuara, iktidar sırası İbâdiler’e geldiğinde Ukeydir, Gassanlılar (Kelbliler ?) geldiğinde ise Kunâfe başkan olurdu. İktidarı ele geçirme yöntemi şöyleydi: Her iki hükümdar birbirlerine bilmeceler (:muammâ) sorarlardı; her iki hükümdardan hangisi daha çok bilmece çözerse iktidarı ele geçirmiş olur, ve yenilen taraf, istediği gibi yönetebilmesi için fuarı rakibine bırakırdı. Gerçekten de, bu hükümdar kendi istediği şeylerin tamamı satılıncaya kadar, kimse onun yetki ve izni olmaksızın burada hiçbir şey satamazdı. Ayrıca bu kişi, fuarda satılanlar üzerinden öşür vergisi alırdı. Kelb kabilesine gelince: Bunlar buraya (fuhuş için) çok sayıda köle kadın getirirlerdi. Bunlar, yün çadırlar altında kendilerini (müşterilerine) sunarlardı. Bu kabile, genç kızlarını fuhuş yapmaya zorlardı ve fuara katılan en kalabalık Arap kabilesi idi. Arapların bir mal alırken başvurdukları yöntem ise, çakıl taşı atmaktı. Bazen birçok kişi aynı malı satın almak üzere toplaşıp, sahibiyle pazarlık ederlerdi. Fiyatı kabul eden, elindeki taşı ortaya atardı. Bazen de birçok kişi aynı malı ortaklaşa almak üzere anlaşırlar (ve ellerindeki taşı aynı anda atarlardı). Bu durumda malı aralarında bölüştürmek gerekirdi. Diğer bazı durumlarda ise, alıcılar kendi aralarında anlaşarak, kendi ortak rızalarıyla, birlikte taş atmaktan vazgeçerlerdi. Bu yönteme, sayıca fazla oldukları ve mal sahibine karşı aralarında anlaşarak fiyatta indirim yapmasını istedikleri zaman başvururlardı. Yemen ya da Hicâz’dan yola çıkan her tüccar, Mudâr topraklarında yolculuk yaptıkları sürece yanlarına Kureyşlilerden muhafız alırlardı. Zira hiçbir Mudarlı bir başka Mudarlının mallarına baskın yapıp yağma etmez ve Mudarlıların hiçbir müttefiki de bu şekilde bir baskına yeltenmezdi. Aralarında böyle bir uzlaşma vardı. Bu durumda, Kelbliler de Temîmlilerle olan anlaşmaları nedeniyle bu kervanları yağmalayamazdı; Tayy’lar da Benû Esedlerle olan anlaşmaları nedeniyle böyle bir işe kalkışamazlardı. Mudarlılar şöyle söylemeyi adet haline getirmişlerdi: “Kureyşliler, bizim (atamız) İsmâil’e olan namus borcumuzu ödediler.” Bu kervanlar İran yönüne gidecek olurlarsa, bu takdirde Benû Kays ibn Salebelerin bir kolu olan Benû ‘Amr ibn Mirsâdlardan koruma alırlardı. Bu, Rebî’aların bütün kolları için yeterli idi. (Bu fuardan) Sonra buradan kalkıp, Hacer’de kurulan el-Müşekker’e gelinirdi. Buradaki fuar, Cumâde’l-Âhire ayının ilk gününden, ayın son gününe kadar devam ederdi. İranlılar buraya deniz üzerinden mallarıyla birlikte geçerek gelirlerdi. Sonra, ertesi yıl aynı dönemde yeniden bir araya gelmek üzere dağılırlardı. ‘Abd el-Kays ve Temîm kabileleri bu bölgenin yakınlarında otururlardı. Bunların hükümdarları, Münzir ibn Sâvâ ailesinden Benû ‘Abdallah ibn Zeyd’in bir kolu durumundaki Temîmlilerdi. İran hükümdarları, Hîre’ye Benû Nasr hanedanını, ‘Umân’a da Benû Müstekbir hanedanını nasıl tayin ettilerse, onları da bu bölgeye öyle tayin etmişlerdi. (el-Müşekker’deki bu hükümdarlar) burada şenlikler düzenlerler ve Dûmetu’l-Cendel’in hükümdarları gibi hareket ederlerdi: (yani) burada öşür toplarlardı. Kim olursa olsun, buraya gelmek isteyen tüccarlar, yanlarına Kureyşlilerden koruma alırlardı, zira buraya ancak Mudar topraklarından geçerek ulaşılabiliyordu…”1145
876. Dûmetu’l-Cendel’deki hükümdarlık seçiminin, yukarıda belirtildiği gibi, bilmece sorma yöntemiyle, barışçı ve masum bir şekilde yapılması, savaşlardan ve şiddetten söz etmenin alışkanlık haline geldiği Araplar arasında pek görülmemiş bir şeydi.
877. Biraz da bu bölgedeki nüfus yapılanmasını incelemekle vakit geçirelim. Yukarıda aynen iktibas ettiğimiz metinde, İbn Kelbî bize Kelb, Cedîle ve İbâdî-Sekûnî kabilelerinden söz etmektedir. Hepsi de Yemen kökenli olan bu kabileler, Arabistan’ın en uçtaki güney bölgelerinden gelmektedirler. Onların buraya oldukça eski bir dönemde gelmiş olmaları gerekir. Zira o sırada bölgenin egemenliğini ellerine geçirmişlerdi ve artık ortalıkta Kuzey-Arabistan kökenli kabileler kalmamıştı. Kelb’e gelince: Bu kelime, anlam olarak “köpek” demektir. Ancak buradan, bu kabilenin putlara taptıkları ya da bir köpeğin soyundan geldikleri sonucunu çıkarmamak gerekir. Arapçıdaki özel isimlerin çoğu üç grupta toplanır: Bitki isimleri, taş isimleri, hayvan isimleri. Bütün bu isimler, ahlâkî ve ruhsal bir anlam yüklenmişlerdir: Cömert, cesur, muzaffer gibi. Köpeğin iki vasfı vardır: Sahibine bağlılık ve sadakat, yabancılara karşı dikkatli ve uyanık olma. Kelblerin büyük babasının adı Tağlib (yani, galebe çalıp üstün gelen) idi. Sürekli savaşların olduğu bir ülkede, köpeğin, aslanın, kaplanın, kayanın vs. üstün nitelikleri, doğal olarak, yeni doğmuş bir bebeğin babasını en çok cezbeden sıfatlar olmuştur. ‘İbâdlara (=tapıcılar) gelince: Bunlar, elde mevcut bazı bilgilere göre, şatafat ve gösterişin, savaş dönemlerinin en değerli ve gözde hayvanı olan “at”a taparlardı. Aynı durum, sıcaklığından dolayı güneşe tapan soğuk ülke insanları için de geçerlidir.
878. Kelb, ‘İbâd ve Tayy kabilelerinin vaktiyle Hıristiyanlık faaliyetlerine hedef oldukları gözlenmekle birlikte, buradan, bütün kabile kollarının, İslam henüz ortaya çıkmadan önce, yüzeysel de olsa Hıristiyanlığı kabul ettikleri sonucunu çıkarmamak gerekir. Tayy’lardaki Fils ve Dûmetu’l-Cendel’deki Ved tapınakları bunun aksini göstermektedir. Ayrıca, ilâhî tebliğ görevine başlamasının 10. yılında (hicretten 3 yıl önce), Resulullah (AS), Kelblerin bir kolu olan Benû Abdullah’a hitaben yaptığı bir konuşmada, onlara aynen şöyle söylemişti:
“Ne kadar güzel bir adınız var: Abdullah, yani “Allah’a kulluk eden! Sizler tek bir Allah’a inanmaya ve vahdâniyet dinine girmeye en çok lâyık olanlarsınız!”
Ancak onlar, nâzik bir biçimde, dinlerini değiştirmek istemediklerini belirttiler.1146 Medinelilere göre, Kelblilerin yaşadığı bölgeler oldukça uzaktı: Mekke’den yaya 27 gün, Medine’den 15 gün. Bu nedenle, İslam Devleti ile Dûmetu’l-Cendel’deki bu kabile arasında doğrudan ilişkilerin kurulması için uzun bir sürenin geçmiş olması bizi şaşırtmamalıdır. Mes’ûdî’nin verdiği bilgiye göre,1147 Resulullah (AS), H. 5 yılında, Dûmetu’l-Cendel hükümdarı Ukeydir’i cezalandırmak üzere Medine’den çıktı. Çünkü bu hükümdar “İmparator Herakliyus’a (bir başka rivayete göre İran hükümdarı Kisrâ’ya)1148 sadakat gösteriyor ve Medine’ye giden kervanlara baskın düzenliyordu. Bu olayın Hendek Savaşına neden olan büyük komplo ile nasıl aynı zamana denk geldiğini daha önce açıklamıştık. Çözümlenmesi gereken tek bir sorun kalıyor ki, o da, Hayberli başkanların Dûmetu’l-Cendel hükümdarıyla ittifak yapabilmek için ne gibi çarelere başvurduklarının bilinmesidir. Ancak ortada gerçek olan bir şey vardır: Nabatlılar, o sırada nüfusu hızla çoğalan Medine ahalisi için hububat ithalatı yapıyorlardı.1149 İşte muhtemelen bu Nabatlılar, Mezopotamya ve Suriye’den getirdikleri malları nakletmek amacıyla Dûmetu’l-Cendel’den geçerken, bu ittifakı sağlamışlardır. Her halde Resulullah (AS)’ın bu sefer için Rebi’ul-evvel ayını seçmesi anlamlıdır: Şehrin fuarı bu ayda kurulurdu ve Resulullah (AS), o sırada Ukeydir ve taraftarlarını fuarda bulacağından emindi. Mezkûr el-Uzrî’nin rehberliğinde çıkılan bu seferde, Resulullah (AS)’ın arkasında bin kişilik bir ordu vardı. İbn Sa’d’ın da bize belirttiği gibi, o dönemde Dûmetu’l-Cendel’de hiç kimsenin olmaması düşünülemezdi. Bu konuda, daha kesin bir ifade kullanan İbn Hişâm’a kulak vermek yerinde olacaktır: Resulullah (AS) yarı yolda iken dönmüş ve bu sırada da Gatafânlıların arazisinden geçmiştir. İbn Sa’d’in verdiği bilgiye inanmak gerekirse,1150 aynı sefer sırasında Gatafânlıların başkanı ‘Uyeyne ibn Hısn, Resulullah (AS) ile bir ittifak anlaşması yapmış ve sürülerini İslam toprakları içindeki Taglameyn’de otlatma izni almıştı. ‘Uyeyne, bundan az önce, verilecek bazı ayrıcalıklar karşılığında, Medine’nin istilasına katılmak üzere Hayberli Yahudilerin teklifini de kabul etmişti. Acaba çıkar dağıtımında zarara uğramış bir Gatafânlı mı Resulullah (AS)’ı istila planlarından haberdar etmişti? Bu oldukça güçlü bir ihtimal gibi gözüküyor. İşte Resulullah (AS) da bunun üzerine, başlangıçtaki hedefi olan Dûmetu’l-Cendel’e gitmekten vaz geçip, acele ile Medine’ye dönmüştür. Müttefik düşman kuvvetleri Medine’yi kuşatmaya gelinceye kadar da, Benû Mustalikleri dağıtmak üzere çıkışı dışında, artık hiçbir yere kımıldamamıştır.
879. Medine önünde kazılan hendek önünde bozguna uğrayan düşmanın hücum gücü böylece kırıldıktan ve belki de Dûmetu’l-Cendel’deki koşullar hakkında daha net bilgiler topladıktan sonra, Resulullah (AS), sahabeleri arasından bölgeyi en iyi bilmesi gereken, en büyük tüccarlardan biri durumundaki ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’ı, Dûmetu’l-Cendel’e gidecek olan 700 kişilik orduya komuta etmek üzere görevlendirdi.1151 Kendisine verilen talimatlar arasında, bir Hıristiyan olan Kelbli el-Esbağ’ın yanına varıp onu İslam Devleti ile ittifaka davet etmek, ayrıca kabul ettiği takdirde kızını nikâhlamak da vardı. Gerçekten de Esbağ İslam’ı kabul etti ve kızı Tumâdir de ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’ın çocuklarının annesi oldu. Kelbliler, Ukeydir’in rakipleriydi. İttifakın önemi işte buradan ileri geliyordu. Gatafânlılar gibi düşman kabilelerle İslam topraklarının ayrıldığı bölgede böyle bir Müslüman savunma hattının kurulması dışında hiçbir şey, kuvvetler dengesini en azından hemen ilk birkaç ay içinde İslam lehine bozacak kadar önemli bir rol oynamamıştır
880. Gerçekten, İbn Hanbel1152 bu konuda şu bilgiyi nakleder:
“Resulullah (AS)’ın kişisel hizmetlerine bakan Enes bize, Resulullah (AS)’ın, Ukeydir’e, kendilerini İslam’a davet etmek üzere bir mektup yazdırıp gönderdiğini söyledi.”
Ancak İbn Hanbel mektubun içerik ve tarihi hakkında kesin bir bilgi vermediği gibi, diğer kaynaklar da bundan söz etmezler. Resulullah (AS) tarafından yabancı hükümdarlara mektuplar H. 7 yılı başlarında gönderilmişti. Görüldüğü kadarıyla davet mektuplarından hiçbir sonuç alınamamıştı. Ancak aradan henüz iki yıl geçmesine rağmen hem Mekke’nin fethedilmiş olması İslam devletinin ihmal edilmemesi konusunda herkesi ikna etmeye yetmiş, hem de Hayber’in İslam topraklarına bağlanması ile ülke sınırları Dûmetu’l-Cendel’e kadar genişlemiştir. H. 9 yılı içerisinde, Hârise ibn Katan ve Hamel ibn Sa’dâne başkanlığında bir Kelb heyeti Mekke’ye gelerek İslam dinine geçmişlerdi. Resulullah Muhammed (AS), askerî komutanlık simgesi olarak Hamel’e bir sancak, diğer başkan Hârise’ye de, muhteva olarak bazı problemler taşıyan bir ferman vermiştir:
“Resulullah Muhammed’den, Hârise ibn Katan’ın velayeti altında Kelb kabilesine bağlı kolların oturduğu Dûmetu’l-Cendel ve civarı sakinlerine fermandır:
Yer altı kaynaklarıyla sulanan bütün araziler bize, yerleşim birimlerindeki hurmalıklar ise size ait olacaktır. Akarsularla sulanan araziler öşür (1/10) vergisine, kuyu ve sarnıç suları ise yarım öşüre (1/20) tabi olacaklardır. Otlak hayvanlarınızdan hiçbir vergi alınmayacaktır. Vergi hesaplanmasında ortaya çıkan küsuratlar da dikkate alınmayacaktır. Namazlarınızı vaktinde kılacak ve zekât vergilerinizi gereği gibi ödeyeceksiniz. Otlaklar size hiçbir zaman yasak edilmeyecek, evlerinizdeki araç-gereçler de öşür vergisine tabi olmayacaktır. Bunlarla ilgili her hususta size garanti ve güvence verilmiştir. Bunun karşılığında, bize karşı hep iyi muamelede bulunacak ve verilen görevleri en güzel şekilde yerine getireceksiniz. Bütün bu koşullar, Allah ve Resulünün zimmet ve teminatı altındadır. Allah ve burada hazır bulunan Müslümanlar bu (yazıya) şahittirler.”1153
881. Aralarında savaş çıkmadığı ve Kelbli temsilci heyeti kendi isteğiyle Medine’ye geldiği halde kaynakta kesin ifadelerin yer alması, bizi zor durumda bırakmaktadır. Bu tür durumlarda topraklara el konulmasının mantıklı bir açıklaması olamaz. Üstelik, aşağıda göreceğimiz gibi, kendisi yenilip esir düştüğünde Ukeydir ile yapılan anlaşmada da aynı ifadeler kullanılmıştır. Bu arada, aynı kaynak, yani İbn Sa’d, özet olarak da olsa, Kelbler arasındaki Benû Cinâblar lehine verilen ve tam metnini başka kaynaklarda1154 da bulabileceğimiz bir ferman metnini vermektedir. Resulullah (AS) bu ikinci yazıyı Katan ibn Hârise’ye (önceki belgenin verildiği kişinin oğlu, ya da baba ve oğulun isim karışıklığından dolayı aynı kişi) vermiştir. Resulullah (AS), bu ikinci fermanla, bunların topraklarına el koymak bir yana, sürülerin vergilendirilmesi sırasında, gıda maddesi taşıyan develerin hesaba katılmayacağını da açıkça belirtmiştir. Hiç kuşku yok ki burada H. 9 yılının başları söz konusudur.
882. Bu olaydan birkaç ay sonra, Resulullah (AS) Tebûk’e geldiği zaman, buradan, Hâlid komutasında bir birlik gönderdi ve o da Ukeydir’i kolayca yakalamayı başardı. İbn Sa’d’in belirttiğine göre, bir Hıristiyan olan Ukeydir, İslam’a girmeye yanaşmamış, ancak cizyesini ödemeyi ve hayatını kurtarmak için kendi kalesini teslim etmeyi kabul etmiştir. Bununla birlikte, aynı yazar, kendisinin putperestlikten vazgeçip Müslüman olduğundan söz eden bir anlaşma metnine de yer vermektedir. – (Belazurî’nin ifadesine göre, Ukeydir herkesin gözü önünde İslam’ı kabul ettiğini söylemesine rağmen, İslam Ordusu bölgeden uzaklaşır uzaklaşmaz, bu kararından vazgeçip, eski dinine dönmüştür; Resulullah (AS)’ın vefatından sonra Hâlid ibn Velîd, bu bölgeye düzenlediği büyük sefer sırasında Ukeydir’i tekrar ele geçirmiş ve onu ölümle cezalandırmıştır)- İbn Sa’d’in ek olarak verdiği bilgiye göre, Hâlid, geceleyin avlanmaya çıktığı sırada Ukeydir’i esir alınca, kendisine İslam Ordusu’nun girmesi için kale kapılarını açmasını önermiş ve sefer dönüşünde hayatını bağışlayacağını, onu Tebûk’de bulunan Resulullah (AS)’ın huzuruna götüreceğini ve onun istediği doğrultuda bir karar vereceğini söylemiştir. Resulullah (AS) Ukeydir’i ancak Medine’de kabul edebilmiş ve ona aşağıdaki fermanı vermiştir.1155 Yine aynı yazar, Resulullah (AS)’ın söz konusu belge üzerine, mühür yerine parmak bastığını ekler.1156 Fermanın metni şöyledir:
““Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla!
Allah’ın Elçisi Muhammed’den Ukeydir’e:
Onun (Ukeydir’in), Dûmetu’l-Cendel ve çevresindeki putlara ve Allah’ın hasımlarına tapınma dininden vazgeçerek, Allah’ın kılıcı Hâlid ibn Velîd huzurunda İslam’a girdiği sırada (kaleme alınmıştır):
Su kaynakları bakımından fazla zengin olmayan ve etrafı çitle çevrilmemiş bütün topraklar ve aynı zamanda terk edildiği ya da ihmal edildiği için kıraçlaşmış bütün araziler bize ait olacaktır. Ayrıca, bütün zırhlı giysiler, silahlar, ekili topraklarda bulunan her türlü sular da bizimdir. Geviş getiren hayvanlarınızın otlatılmasına hiçbir zaman engel olunmayacaktır. Sürü hayvanları üzerinden alınan vergilerde küsuratlar göz önünde bulundurulmayacaktır. Otlaklar da size asla yasaklanmayacaktır. [Sizden sadece iyice kök salmış hurmalıklarınızdan öşür vergisi tahsil edilecektir].1157 Namazlarınızı belirlenen vakitlerde kılacak ve zekât vergilerinizi gereği gibi ödeyeceksiniz. Bütün bunlar için Allah’ın taahhüt ve güvencesi altında olacaksınız. Bunun karşılığında, size iyi niyet ve vefa ile davranılacaktır. Allah (C.C.) ve o sırada hazır bulunan Müslümanlar (bu yazıya) şahittirler.”1158
883. Hadis bilgini Ebû Ubeyd, bu mektup metnini bizzat Dûmetu’l-Cendel’de rastladığı yaşlı birinden sağladığı özgün metinden kopya ettiğini beyan etse de,1159 biz bu metnin, Ebû Ubeyd’den (öl. H. 224) önceki bir dönemde, Ukeydir’in ölümünden birkaç kuşak sonra uydurulmuş olduğunu düşünüyoruz. İçerdiği metinlerin Hârise ibn Katan’a yazılan mektupla aynı olması, her iki belgenin de kuşkuyla karşılanmasına yol açmaktadır. Bazı cümlelerin gerçek olma ihtimali vardır; ama öyle görünüyor ki, bazı tarih tutarsızlıkları ve göze batan bir takım uydurma cümleleri saymazsak, atalarının şan ve şerefi uğruna, asıl metne sonradan bir takım düzmece cümleler eklenmiştir. (bk. Documents adlı kitabımız, s. 97-100).
884. Bu belgeyi bir yana bırakarak, toplumsal açıdan ilgi çekici bazı ayrıntılar üzerinde duralım: Resulullah (AS)’la buluştuğu sırada, Ukeydir’in üzerinde altından bir haç ve (İran İmparatorundan aldığı)1160 ipek giysiler bulunuyordu. Müstahkem kalesi elinden gittikten sonra, Ukeydir Hire’deki akrabalarının yanına sığınmış ve orada aynı şekilde Dûmetu’l-Cendel adıyla yeni bir hisar inşa ettirmiştir.1161
885. ‘Ureyneler de Kelblerin bir koluydu. Çok sayıda kaynakta, H. 6 yılının 10. ayında, sekiz kişilik bir Ureyne heyetinin Medine’ye geldiği ve İslam’a geçtiği bildirilmiştir. Bu haydutlar daha sonra Medine’nin havasının kendilerine dokunduğundan şikâyet edince, Resulullah (AS) onları develerini otlatabilecekleri şehir civarında bir yere gönderdi. Ayrıca onların bu hayvanların sütüyle beslenmelerine ve tedavi amacıyla onların idrarını içmelerine izin verdi. Aradan bir süre geçip tekrar eski güçlerine kavuşunca, bir çobanı öldürdüler ve sürüsünü alıp kaçtılar. Bunlar izleri sürülerek bulunup Medine’ye getirildiler ve Samhûdî’nin ifadesine göre (2. bs., s. 879), Medine’nin Cummâvât adlı tepelik bölgesinin batısında bulunan Fayfâ el-Habâr’da hak ettikleri cezaya çarptırıldılar.1162 Birkaç yıl sonra Resulullah (AS) bu kabile ile tekrar uzlaşma çareleri aramış ve başkanları Ri’ye es-Sulemî’ye bir mektup göndermiştir. Ri’ye buna öyle kızmıştır ki, üzerinde Peygamber mektubunun yazılı olduğu deri parçasını, su kırbasının tamirinde yama olarak kullanmıştır. Bunun üzerine bir cezalandırma seferi düzenlenmiş, kendisi kaçıp kurtulduysa da oğlu yakalanarak esir alınmıştır. Daha sonra Ri’ye, Müslüman olduğunu açıklamak üzere Medine’ye gelmiş, Resulullah (AS) da oğlunu kendisine iade etmiştir.1163
886. Yukarıda, ‘Abdurrahman ibn ‘Avf’e kızını eş olarak veren el-Esbağ el-Kelbî’den bahsetmiştik. Bu zatın ölümü üzerine Resulullah (AS), oğlu İmru’ul-Kays ibn el-Esbağ’ı bölgenin başkanı tayin etmiştir. Resulullah (AS)’ın vefatından sonra ise, bölgede bazı karışıklıklar çıkmasına rağmen, İmru’ul-Kays’ın kabilesinin sadakat ve bağlılığı sarsılmaz bir şekilde devam edip gitmiştir.1164
887. Kaynaklarımızın işaret ettiğine göre, Resulullah (AS), büyük bir kabile olan Kelblerle daha çok kişisel ilişkiler kurmak istemiştir. Gerçekten de, onun siyasî elçilerinden biri olan Dihyetu’l-Kelbî, kız kardeşini Resulullah (AS)’a eş olarak vermiş, ancak bu hanım, henüz Medine’ye varmadan, yolda vefat etmiştir. Bunun üzerine Dihye bir başka kız kardeşini vermek istediyse de, bu kez Resulullah (AS), onun gelişinden önce son nefesini vermiştir.1165
Cuzâmlar
888. Bu bölümü yine İslam’la bir türlü kolayca anlaşamamış olan Cuzâmlarla bitirelim. Bedevîlere özgü tüm kötülüklere kendisini kaptırmış ve göçebe bir hayat süren bu kabilenin İslam öncesi geçmişi oldukça karanlıktır. İşte buna bir örnek: Zeyd ibn ‘Amr ibn Nevfel, daha İslam’dan önce putperestliği reddeden nadir Mekkelilerden biriydi. Kendisi, gelişmiş dinleri incelemek amacıyla Suriye’ye birçok yolculuk yapmış, ancak ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık ona hoş görünmemişti. Bu seyahatlerden birinden dönüşü sırasında, Cuzâmların diyarından geçerken, onu öldürdüler.1166 Muhammed (AS) Zeyd’i gençliğinde tanımış ve İslam’ı tebliğ sırasında da onu sık sık yad etmiştir.
889. Cuzâmların ülkesi, Arabistan’ın en kuzey bölgesinde yer almaktaydı. Bunlara ait köylerden biri olan Hismâ, Medine’ye sekiz günlük uzaklıkta bulunuyordu.1167 Ancak bunlara Filistin’deki Ma’ân ve ‘Ammân’a kadar olan yerlerde rastlamak mümkündür.
890. Bedir Savaşı’nın (H. 2) çıkmasına yol açan Mekkelilere ait büyük ticaret kervanını hatırlıyorsunuzdur. Ebû Sufyân Suriye’ye doğru yol alırken henüz Filistin’de bulunduğu sırada, Resulullah (AS)’ın kendisine pusu kurduğu haberini getiren de bir Cuzâmlıydı.1168 Cuzâmlılar Medine’ye oldukça uzakta oturdukları için, İslam bunlarla oldukça geç dönemlerde doğrudan ilişkiye girebilmiştir.
891. Bütün kaynaklar, bu kabilenin Dubeyb kolundan Rifâ’a ibn Zeyd’in H. 6 sonlarına doğru Medine’ye gelerek İslam’ı kabul ettiği ve kendisine şu hayret verici tavsiye mektubunun verildiği konusunda görüş birliği içindedirler:
“Ben bu (mektubu), onları Allah ve Resûlün(ün yoluna) davet etmesi için, aralarına girmiş bulunan yabancılar da dahil olmak üzere bu yörenin insanlarına göndermiş bulunuyorum. Bu durumda, onların arasından kim bu çağrıya kulak verirse Allah’ın hizbine ve O’nun Elçisinin hizbine dahil olacaktır; kim yüz çevirip reddederse, kendisine iki aylık bir süre tanınacaktır.”1169
892. Bu bölgenin yağma ve baskınlar nedeniyle ne kadar çok zarara uğratıldığını da unutmayalım. Gerçekten, daha Rifâ’a kabilesine döner dönmez, Resulullah (AS)’ın Herakliyus’a gönderdiği elçisi Dihye, bu bölgede baskına uğramış ve eşyaları yağmalanmıştı. Haberi alan Rifâ’a hemen onun yardımına koştu. Daha sonra Resulullah (AS), misillemede bulunmak üzere buraya Zeyd komutasında bir birlik gönderdi. Ancak Zeyd, bu sırada İslam’a yeni girenleri de takip etmeye kalkınca, Resulullah (AS) zararı telafi etmek için Ali (RA)’yi göndermek zorunda kalmıştır.1170
893. Ertesi yıl (H. 8), Cuzâmlıların Mu’te’deki Bizans Ordusu saflarına katıldığını görürüz. Bir süre sonra Resulullah (AS) Amr ibnu’l-As’ı bölgeye diplomatik görevli olarak gönderdiğinde, Amr, Cuzâmların topraklarından geçmek zorunda kalmış ve bunların gösterdiği tavır nedeniyle küçük Müslüman birliği savaş düzeni almıştır. Amr’ın talebi üzerine Resulullah (AS) hemen kendilerine bir takviye birliği göndermiştir. Sulsul’de (Zâtu’s-Selâsil) yapılan küçük bir çatışmadan sonra, Müslümanlar Medine’ye dönmüşlerdir. Bu konuda, insanın merakla okuyacağı birkaç ayrıntıya değinelim:
894. O günlerde hava çok soğuktu. Bir gece Müslümanlar ısınmak için bol miktarda odun topladılar. ‘Amr (tabii ki karargâhın yerinin belli olmaması için) her türlü ateş yakılmasını yasaklamıştı. Bu askerlerinin pek hoşuna gitmedi. Bir başka gece, komutanın gusül abdesti alması gerekmişti. Ancak Kur’an’da ihtiyaç halinde izin verildiği için teyemmümle yetindi ve bu halde namaz kıldırmak üzere cemaatin başına geçti. Bu durum, asker arasındaki hoşnutsuzluğu daha da artırmıştı. ‘Amr İslam’a yeni girmiş biriydi ve o sırada Müslümanlar arasında özellikle Ebû Bekir, Ömer ve takviye birliğinin komutanı Ebû ‘Ubeyde gibi seçkin sahabeler de bulunuyordu. Ebû ‘Ubeyde’nin gelişi üzerine, Müslümanlar cemaate onun imamlık etmesini istediler. ‘Amr, bu durumu protesto ederek şöyle dedi:
“Namazda imamlık yapmak, Ordu komutanına tanınmış bir ayrıcalıktır. Başkomutan benim! Sen ise bana yardım etmek üzere geldin!”
Bunun üzerine Ebû ‘Ubeyde imamlığı ona bırakmak zorunda kaldı. Bundan başka, ‘Amr bir gün düşman devriye birliklerinin takip edilmesini yasaklamıştı. Ordu Medine’ye döndüğünde, ‘Amr, Resulullah (AS)’a, geceleyin ateş yakılmamasının ve düşmanın takip edilmemesinin, tamamen askerî kaygılarla ve düşman tarafından pusuya düşürülmemek için verilmiş emirler olduğunu açıkladı. Bunun üzerine Resulullah (AS)’ın kendisini övmekten başka yapacağı bir şey kalmamıştır.1171
895. Aradan onüç ay geçtikten sonra (H. 9 Receb ayı), Resulullah (AS) Tebûk’e büyük bir askerî sefer düzenledi. Kaynaklarda, Bizans Ordusu saflarında o dönemde bile hala bazı Cuzâmlıların bulunduğu yolunda bilgiler vardır.1172 Makrîzî’de yer alan şu bilgi,1173 bildiğim kadarıyla başka hiçbir kaynakta bulunmamaktadır:
896. “(Yazarın hangi kabileden olduğunu belirtmediği)’ Ubeyd ibn Yâsir ve beraberindeki (yine adı belirtilmeyen) Cuzâmlı biri, Tebûk’e gelerek Resulullah (AS)’ın huzuruna çıktılar ve İslam’a girdiler. Resulullah (AS) bu sırada (Akabe körfezi üzerinde bir liman kenti olan) Maknâ’dan yeni dönmüştü. Bu yörenin insanları, her yıl meyve ve balık türünden ürettikleri şeylerin dörtte birini İslam hükümetine ödemeyi kabul etmişlerdi.” Resulullah (AS)’ın, Cuzâmlıların İslam’a girmelerine verdiği önem, yeni Müslüman olmuş bu iki kişiye, Maknâ’da ele geçen ganimetlerin hükümete düşen payının tamamını vermesi olayında açıkça görülmektedir. Yazarın ilave ettiğine göre, adı geçen ‘Ubeyd, Resulullah (AS)’a saf kan bir at hediye etmiş ve hemen orada, Murâvih denilen yerde düzenlenen at yarışında, bu at galip gelmiştir. Resulullah (AS) bu atı en iyi süvarilerinden olan Mikdâd ibn ‘Amr’a bağışlamıştır (Bu Maknâ konusuna, “Yahudilerle İlişkiler” adlı bölümde tekrar döneceğiz.)
897. Resulullah Muhammed (AS)’ın Tebûk’e geldiğini öğrenen Cuzamlı başkan (Ahmar ya da ‘Umar’ın oğlu) Mâlik el-’Avfî, onun huzuruna çıkarak İslam’ı kabul etmiş ve aşağıdaki fermanı almıştır:1174
“Bu, Resulullah Muhammed’den Malik ibn Ahmer ve onun yolundan giden Müslümanlar için, onlara himaye ve eman hakkı vermek üzere verilmiş bir belgedir. Onlar namazlarını kıldıkları, zekat vergilerini ödedikleri, Müslümanlarla birlikte olup müşrik ve putperestlerden uzaklaştıkları, ganimetin beşte birini, ağır borç altına girmiş olanların (garimîn) ve filan ve falanca kişilerin vermeleri gereken miktarı ödedikleri sürece, Aziz ve Celîl olan Allah’ın ve Resulullah (AS)’ın emân ve himâyesini elde etmiş olacaklardır.”
898. Yakın akraba da olsa müşriklerle olan ilişkinin kesilmesi burada da karşımıza çıkmaktadır. Bilindiği gibi, İslam kan, vatan ya da dil birliği üzerine değil, sadece hayat anlayışı, ortak bir dünya görüşü ilkesine dayalı bir toplum oluşturmaya çalışıyordu. Bu, doğum (kan bağı) esasına ya da arızî-tesadüfî özelliğe dayalı olmayan, bireysel ve serbest irâdeye dayalı bir tür “milliyetçilik” anlayışıdır. “Borçluların yükümlülüğü ile ilgili husus, Kur’an’ın (Tevbe: 9/60) yanı sıra, Medine Şehir-Devleti’nin anayasasında ayrıntılı olarak sözü edilen “sosyal güvence” kurumuna işaret etmektedir. Bu anayasada her insan topluluğu ayrı bir birim olarak ele alınmakta ve üyelerinden biri, örneğin kasta dayanmayan bir cinayete karışarak tazminat ödemek zorunda kaldığında, birliğin oluşturduğu ortak hazine (fon), bu tazminatı ödeme yoluna gitmektedir. Kuşkusuz Resulullah (AS), bu kabilenin kendi içinde bir “sosyal sigorta”, bir yardımlaşma sandığı oluşturması üzerinde durmaktadır.
899. Bildiğimiz kadarıyla Resulullah Muhammed (AS)’ın, Benû Cifâl kabilesi lehine ve muhtemelen H. 9 dolaylarında verdiği1175 ve bu kabilenin İrem bölgesinde sahip oldukları mülkiyet haklarını tasdik eden bir fermanı daha vardır. Cuzâm ve Sa’d-Huzeym kabilelerine birlikte gönderilen bu fermanda vergi tarifeleri gösterilmekte ve bunların, ganimetlerden elde edilenlerin beşte biriyle birlikte, Resulullah (AS)’ın görevli memurlarına bizzat teslim edilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.1176 Ancak Benû Cifâllerin görevlendirildiği askerî seferle ilgili ayrıntılar hakkında bir bilgimiz yoktur.
Diğer Kabileler
900. İslam’la olan ilişkileri konusunda haklarında kesin ve net bilgilere sahip olduğumuz daha başka kabileler de vardır. Fakat bu küçük insan topluluklarıyla ilgili konuların fazla önem taşımaması ve bu ilişkilerin tekdüze benzerliği, öyle sanıyoruz ki, bunları göz ardı etmemiz için yeterlidir.