PEYGAMBERİMİZİN
YARATILIŞI HAKKINDAKİ MUCİZELER VE ÖZELLİKLER
Sevgili
Peygamberimizin Mübarek Gözleri İle İlgili Özellik Ve Mucizeler
Peygamberimizin
Mübarek Ağzı, Tükrüğü Ve Dişleri
Peygamberimizin
Mübarek Yüzünün Müstesna Güzelliği Ve Özelliği
Peygamberimizin
Koltuk Altının Bembeyaz Oluşu
Onun
Lisanı Ve İfadesindeki Özellik.
Peygamberimizin
Mübarek Kalbi Hakkındadır
Peygamberimizin
Esnemekten Korunmuş Olması
Peygamberimizin
İşitmesindeki Özelliği
Peygamberimizin
Sesinin Çok Uzaklardan Duyulması
Peygamberimizin
Boyunun Özelliği
Peygamberimizin
Kadem-i Şerifi (Ayakları)
Peygamberimizin
Yürüyüşündeki Özellik
Peygamberimizin
Uykusundaki Özellik
Peygamberimizin
Cinsi Kuvveti Ve Ailelerinin Hepsini Bir Gecede Dolaşması
Peygamberimizin
İhtilamdan Mahfuz Oluşu
Peygamber
Efendimizin Hilkati Yani Yaratılışının Sıfatı
Peygamberimizin
Şemaili Şerifesi Ve Hilye-i Nebisi
Peygamberimizin
İsimlerinin Çok Oluşu
Allah'ın
İsimlerinden Bazı İsimlerin Peygamberimize İsim Olarak Verilmesi
Peygamberimizin
Anasının Vefatı Sırasında Zuhur Eden Alametleri
Peygamberimiz
Dedesinin Hangi İşini Görmeye Gitse O İşin Mutlaka Görülmesi
Abdül-Muttalibin,
Torunu Muhammed’in Kıymetini Çok İyi Takdir Etmiş Olması
Peygamberimiz
Amcası Ebu Talib’in Yanında İken Meydana Gelen Bazı Alametler
Peygamberimiz'in
Amcası Ebu Talib İle Şam’a Seferi Ve Bu Sırada Vukua Gelen Bazı Alametler
Ebu
Talibin Peygamberimiz Hürmetine Yağmur Duasında Bulunması
Allah'ın,
Peygamberimizi Cahiliye Adetlerinden Koruması
Buhari ve Müslim, Sâib
bin Zeyd'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ben, Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in tam arkasına dikilip O'nun iki omzu arasındaki Nübüvvet Mührü
denilen kısma dikkatle baktım; gördüğüm, keklik yumurtası büyüklüğünde
idi."
Müslim ve Beyhakî'nin
Câbir bin Semura'dan rivayeti ise şöyledir: "Ben Resûlüllâh Efendimiz'in
iki omzu arasındaki nübüvvet mührünü, tıpkı bir güvercin yumurtası şeklinde
gördüm. Rengi de, kendi cesediniri rengine yakındı." imâm Tirmizî ise
bunu: "Güvercin yumurtası büyüklüğünde ve kırmızımtırak bir bez idi"
ifadesiyle vermiştir." [1]
Müslim, Abdullah bin
Cercls'in şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Peygamberimizin iki omzu
arasındaki nübüvvet mührüne baktığım zaman onu; sol omuz kemiğinin çıkıntısı
yanında ve üzerinde siyahımsı benler bulunan bir yumru hâlinde gördüm."
îmam Ahmed ve Beyhakî
de Kurre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben dedim ki: "Ey Allah'ın
Resulü, omzunuzdaki mührü bana gösterir misiniz?" Peygamberimiz buyurdu
ki: "Elini uzat!" Elimi uzattım baktım, omzu ucunda, yumurta büyüklüğünde
bir şeydi."
Yine İmam Ahmed,
Beyhakî ve îbn-i Sa'd, çeşitli tarikler ile Ebû Ramse'den şöyle rivayet
ederler: "Ben babamla birlikte Peygamberimiz'e gitmiştim. O'nun iki omzu
arasındaki mühre baktığımda onu, (güvercin yumurtası büyüklüğünde) bir ur
şeklinde gördüm."
İmam-ı Buhârî'nin
Tarih'inde, BeyhakVnin Sünen'inde Ebû Saîd'den rivayetlerine göre, o şöyle
demiştir: "Peygamber Efendimiz'in iki omuzları arasındaki mühür, bir et
çıkıntısı idi" Tirmizi de: "Arkasında, yumru hâlinde bir et parçası
idi" şeklinde rivayet eder.
Yukarıda geçen bir
bahiste görüldüğü veçhile ve Beyhakî'nin rivayeti ile, Selmân-ı Fârisî de bu
hususta şunları söylemektedir: "Ben Peygamber'e (s.a.v.) gittiğim zaman,
ridâsını omuzundan biraz sarkıtıp: "Ey Selmân, sana söylenen mührü görmek
istersen bak!" buyurdular. Baktığımda, iki omuzu arasında, güvercin
yumurtası büyüklüğündeki mührü gördüm."
Ahmed, Tirmizî ve
sahihtir kaydiyle Hâkim, Ebû Ya'lâ ve Taberânî Ulba bin Ahmed'den o da Ebû
Zeyd'den şöyle rivayet ederler: "Resûlüllâh Efendimiz bana dediler ki: "Ey
Ebû Zeyd, bana yaklaş ve elinle arkamı meshet!" Yaklaştım ve elimle
arkasını meshedip parmaklarımı mühür üzerine koydum."-Yanındakiler Ebû
Zeyd'e: "Mühür nedir?" diye sordular. O da: "Omuzundaki toplu
olarak bitmiş olan kıllardır" cevabını verdi."
Taberanı ile îbn-i
Asâkîr ise Ebû Zeyd bin Ahtab'dan şöyle rivayet ediyor: "Ben Peygamber
Efendimizin iki omzu arasındaki mührü; kan alma şişesinin vurulduğu yer kadar
büyüklükte, bir et çıkıntısı olduğunu gördüm."
îbn-i Asâkîr ve
Târih-i Nisabur adlı eserinde Hâkim, îbn-i Ömer'den şöyle rivayet ederler:
Hâtem-i Nübüvvet, Peygamber (a.s.)'ın arkasında fmdık büyüklüğünde bir et
parçası olup üzerinde "Muhammedün Resûlüllâh" yazısını andırır bir
şekil vardı."
Ebû Nuaym ise,
Selman'dan şöyle rivayet etmektedir: "Bu nübüvvet mührünün bâtınında:
"Allah birdir, O'nun ortağı yoktur, Muhammed ise Allah'ın
Resulüdür!1" diye yazılı idi. Zahirinde ise "Nereye isterse oraya
teveccüh et! Bil ki sen, mansûr ve muzaffersin!" diye yazılıdır[2]
Taberanı ve Ebû Nuaym
El-Ma'rife adlı eserinde Abbâd bin Ömer'den şöyle rivayet ederler: "O'nun
iki omzu arasındaki nübüvvet mührü, küçük bir oğlağın diz kapağındaki mühür
gibiydi ve Resûlüllâh bu mührün görülmesinden pek hoşlanmazdı."
İbnü Ebî Hayseme
tarihe dâir yazdığı eserinde, Hz. Aişe'den naklen der ki: "Nübüvvet mührü,
siyah bir ben idi, biraz sarıyı andırıyordu... Benin etrafında, at yelesi gibi
sık kıllar vardı..."
İZAH:
Alimlerimiz dediler ki; Peygamber Efendimiz'in iki omuzu arasında bulunduğu
rivayet edilen nübüvvet mührü hakkındaki sözler; birbiriyle farklı
bulunmaktadır. Fakat aslında bu, mühim bir ihtilaf sayılmamalıdır. Zira bu
râvîlerden her biri, bir benzetme yoluyla rivayet etmekte ve rivayetleri
arasında önemli bir fark bulunmaktadır. Râvîlerden biri: "Bir keklik yumurtası
büyüklüğünde idi" derken biri: "Güvercin yumurtası kadardı" demekte; bir diğeri de:
"Bir keçi yavrusunun dizindeki mühür kadardı" demektedir.
Biri: "Bir et yumrusu idi" derken, biri: "Bir et çıkıntısı
idi" demekte; biri "Siyah bir bendi" derken bir diğeri:
"Şişenin kan almak için vurulduğu yerde bıraktığı iz gibiydi."
demektedir. Yâni, bunların hepsi birbirine yakın şeylerdir. Ve gerçekten o, bir
et parçasından ibaret idi. îşte, âlimlerimiz böyle izah etmektedirler. Bunlar
arasından îmam-ı Kurtubî ise şöyle demektedir: "Sabit ve sahih olan
hadisler delâlet eder ki, Resûlüllâh Efendimiz'in iki omuzu arasındaki mühür;
sol omuz yanında kırmızımtırak renkte ve çıkıntı halinde bir şey idi. Küçülüp
azaldığı zaman güvercin yumurtası şeklinde oluyor, büyüyüp şiştiği zaman da
yumruk kadar oluyordu... (Resûlüllâh'm vefatı zamanında ise, şişkinlik
kaybolmuştu...)
Süheylî de demiştir
ki: "Nübüvvet mührü, sol omuz kemiğinin çıkıntısı yanında idi. Çünkü
peygamber (a.s.) şeytanın vesvesesinden masum bulunuyordu. Mührün bulunduğu yer
de; kalbin karşısında olup şeytanın vesvese vermesine engeldi..." Alimler,
"Resûlüllâh'in iki omuzu arasındaki mührün doğuştan mı, yoksa doğduktan
sonra mı vurulduğu üzerinde ihtilaf ettiler. İkinci şıkkı tercih edenler,
yukarıda geçen ve O'nun süt emmesi ile ilgili bulunan Şeddâd bin Evs hadisini,
delil tutarlar. Az önce işaret ettiğimiz gibi, bu mühür, Resûlüllâh'm vefatından
sonra da kaybolmuştu... Bunu, ayrıca O'nun vefatı bölümünde anlatacağız... Bu
konuda, Hâkim'in Müstedrek'inde, Vehb bin Münebbih'ten şu rivayeti vardır:
"Cenâb-ı Hakk'ın
gönderdiği bütün peygamberlerin sağ elleri içinde bir peygamberlik nişanı
vardı. Ancak, bizim peygamberimiz müstesna. Zira O'nun peygamberlik nişanı, iki
omuzu arasında idi[3]
Yüce Allah Kur'ân'da
buyuruyor ki: "Muhammed'in gözü şaşmadı ve sının aşmadı." (Necm, 17).
îbn-i Adiyy, Beyhakî
ve îbn-i Asâkir Aişe'den şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Peygamber
Efendimiz, ışıkta gördüğü gibi karanlıkta da görür idi."
Beyhakî'nin rivayetine
göre, bu hususu îbn-i Abbas şöyle ifade etmiştir: "Resûlüllâh Efendimiz,
gündüzleyin ışıkta gördüğü gibi, geceleyin karanlıkta da görürdü."
Buharı ve Müslim, Ebû
Hüreyre'den ittifakla şöyle rivayet ederler: O demiştir ki: "Bir defasında
Resûlüllâh Efendimiz bizlere hitaben: "Siz benim yalnız ön tarafı mı
gördüğümü sanıyorsunuz? Vallahi sizin rukûnuz da, secdeleriniz de bana gizli
değildir! Ben sizi arkamdan da görmekteyim" buyurdular.
Müslim ise Enes'ten
şöyle rivayet eder: "Resûlüllâh Efendimiz buyurdular ki: Ey insanlar! Ben
sizin imâmınızım. Rükû ve secdelerinizi benden önce yapmayınız. Çünkü ben sizi,
hem önümden, hem de arkamdan görmekteyim."
Abdürrâzzâk, Hâkim ve
Ebu Nuaym da Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: "Peygamberimiz
buyurdu: Ben ön tarafımı da, arka tarafımı da görürüm." Yine Ebu Nuaym Ebu
Saîd el-Hudrî'den şöyle nakleder. O demiştir İd: "Bir defasında
Peygamberimiz, "Ben arkamdan da görürüm!" buyurdular.
El-Humeydî
Müsned'inde, îbn-i Münzir Tefsîr'inde ve Beyhakî, Mücâhîd'den naklen demiştir
ki: "Peygamberimiz (s.a.v.), önünden rahatlıkla gördüğü gibi, arkasından
ve saflar arasından da rahatlıkla görürdü." Mücahid bu açıklamayı,
aşağıdaki âyet-i celile dolayısiyle yapmıştır. Şöyleki: "O ki, gece namaza
kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında senin dolaşmanı da
görüyor." [4]
Alimlerimiz diyorlar
ki: Bu Önden de, arkadan da görmek işi; hakîki bir idraktir ve mucize
kabilinden olup Peygamberimiz'e mahsustur; O'na ait büyük özelliklerden
biridir. Sonra bu görme işinin, O'nun iki gözüyle olması da caizdir. Ve görülen
şeyin karşısında bulunma şartı olmaksızın, yâni hârika'1-âde bir şekilde
görmesi gerçekleşmektedir. Ehl-i sünnet'e göre, görülen şeyle karşı karşıya
bulunmak şart değildir. Hak olan da budur. Nitekim âhirette Allah'ı görmek de
haktır. Fakat bunda da karşı karşıya bulunmak şart değildir.
(Bâzıları da demiştir
ki: Peygamberimiz'in arkasında iğne deliği kadar bir gözü vardı. Onunla hiçbir
engel tanımadan görür idi. Bu tefsir ise, zayıftır. Kabul edilemez bir
durumdadır.) (Suyûti)[5]
Vâil bin Hucr'dan
Ahmed, İbn-i Mâce, Beyhakı ve Ebû Nuaym rivayet ediyor. O demiş ki:
"Peygamberimiz bir kuyunun başında iken kendilerine bir kova su verildi,
ondan içti, sonra kalanını kuyuya döktü. Derhal bu kuyudan etrafa misk gibi bir
güzel koku yayıldı." Ebû Nuaym'ın rivayetine göre Enes diyor ki:
"Peygamberimiz'in evinde bir kuyu vardı Medine'de suyu ondan daha tatlı
olan bir kuyu yok idi,"
Beyhakı ve Ebû Nuaym
Peygamberimiz'in azadlısı Ruzeyne'den şöyle rivayet ederler:
"Peygamberimiz, Aşûra günü kızı Fâtıma'mn ve diğerlerinin süt emer
çocuklarını çağırır ve mübarek tükrüğünden o çocukların ağzına bir miktar
bulaştırırdı. Çocukların analarına da: "Akşama kadar onlara süt
vermeyiniz!" diye tenbih eder, akşama kadar çocuklara O'nun tükrüğü kâfi
gelirdi."
Taberani de Umeyre
binti Mes'âd'dan şöyle nakleder, O demiştir ki: "Ben, dört kardeşim ile
birlikte biat etmek üzere Hz. Peygamber'e gittiğimde, O kadid (yâni güneşte
kurutulmuş bîr et parçası) yiyiyordu. Mübarek ağzında bir miktar kadid
çiğnediler ve bana verip "Birer parça hepsine ver, ağızlarında
çiğnesinler!" buyurdular. Hepimiz öyle yaptık ve içimizden hiç biri,
yaşadığı müddetçe ağzında fena kokudan eser duymadı."
Yine îmam-ı Taberani
rivayet ediyor: Ebû Ümâme şöyle demiştir: "Bir kadın vardı, dili kötü idi.
Bir ara Peygamb erimiz'in yanma geldi. Bu sırada Resûlüllâh kadîd yiyordu.
Kadın dedi ki: "Ondan bana vermez misin?" Resûlüllâh, önündeki
kadidden bir miktar ona uzattı. O: "Hayır, ondan değil, ağzmdakinden
vermelisin!" dedi. Peygamberimiz de ağzmdakini çıkarıp ona verdi. O da onu
yedi. Bu olaydan sonra, o kadının dilinden bir daha kötü ve çirkin bir söz
işitilmedi..."
Beyhakı Umer bin Şebbe'den,
o da Ebû Ubeyd en-Nahvî'den nakleder: Bir gün, Amir bin Kureyz, oğlu Abdullah'ı
alarak Resûlüllah'a getirmiş. Abdullah o sırada beş yaşında imiş. Resûlüllâh
tükrüğünden bir miktar onun ağzına koymuş... O, büyüdü ve o kadar kuvvetli ve
bereketli oldu ki, çakmağını taşa vursa su çıkarırdı..."
Yine Beyhakî Muhammed
bin Sâbit'ten şöyle rivayet eder: Onun babası Sabit, Abdullah bin Übeyy'in kızı
Cemîle'yi boşadığı zaman o Muhammed'e hâmile idi. Cemile çocuğunu doğurduğu
zaman, kocası Sâbit'in kendisini boşamasına kızarak: "Vallahi onun
çocuğunu emzirmem!" diye yemin etmişti... Peygamberimiz de duruma muttali
olarak onun kendisine getirilmesini istemiş, Sâbit'in oğlu Muhammed'i kendisine
getirdikleri zaman, mübarek tükrüğünden onun ağzına bir miktar bırakmış
ve: "Onu, ihtiyacı
oldukça bana getiriniz!" buyurmuştur. Sabit diyor
ki: Çocuğumu üç gün Hz. Peygambere götürüp getirdim. Sonra araptan bir kadın
ile karşılaştım. Bana: "Sabit bin Kays kimdir?" diye soruyordu. Ben:
"Onu ne yapacaksın?" dedim. Dedi ki: "Bu gece rüyamda bana,
Sabit bin Kays'in oğlu Muhammed'i emzirmem söylendi." Ben de dedim ki:
"Sabit benim. îşte bu da, oğlum Muhammed'dir. Götür emzir!"
îbn-i Asakîr'in Ebû
Cafer'den nakline göre o şöyle demiştir: "Bir gün Hasan, Resûlüllah ile
birlikte bulunuyordu. Hasan iyice susamıştı. Resûlüllah onun için su aradı
bulamadı. Dilini çıkarıp, Hasan'm ağzına koydu. Hasan, Resûlüllah'm dilini emdi
ve susuzluğu gitti...
Yine İbn-i Asâkir ve
Taberanî, Ebû Hüreyre'den rivayet ederler, o demiştir ki: "Biz,
peygamberimizle birlikte gidiyorduk. Nihayet bir yoldan geçtiğimiz sırada bir
ses duyuldu. Bu ses, Hasan ve Hüseyin'in sesi idi. Analarının yanında oldukları
halde ağlıyorlardı. Resûlüllah sür'âtle gidip niçin ağladıklarını sordu.
Anaları: "Susuzluktan" dedi. Resûlüllah su aradı ise de, bir damla su
bulunamadı. İçeride Resûlüllah'ın: "Çocukların birini bana ver"
dediğini duydum. Çocuğu anasından alıp bağrına basmış, susturmaya çalışmıştı.
Fakat çocuk var sesiyle ağlayıp bağırıyordu... Peygamberimiz mübarek dilini
çıkarıp ağzına koydu, o da O'nun dilini emmeye başladı. Sonunda susuzluğunu
giderdi ve susup sükûnete erdi. Artık sesi duyulmuyordu... Diğeri ise
ağlamasına devam ediyordu. Onu da anasından alıp bağrına bastı ve mübarek
dilini verip emdirdi. O da susup sükûnete erdi,"
Dâremî, Tirmizî
(Şemâü'de), Beyhakl, Taberanî (el-Evsat'ta) ve îbn-i Asâkir, îbn-i Abbas'tan
rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlüllah'ın (s.a.v.) ön dişleri, ince
ve biraz seyrek idi, konuştuğu zaman, nûr gibi parlar ve iki ön dişleri
arasından ışık saçardı..."
Taberanî de Ebu
Kursâfe'den şöyle nakleder: "Ben, annem ve teyzem, Resûlüllah'a gidip biat
ettik. Döndüğümüz zaman annem ve teyzem dediler ki: Yavrum, bizler Hz.
Peygamber kadar güzel, O'nun kadar temiz, O'nun kadar güzel ve tatlı konuşan
birisini görmedik... Konuşurken mübarek ağzından sanki nûr çıkıyordu..." [6]
Bu konuda, îbn-i
Asâkir Câbir'den şöyle rivayet eder: "Peygamberimiz buyurdular ki: Cebrail
bana gelip Rabbim'in selamını ve şöyle buyurduğunu tebliğ eyledi: "Habîbim
Ben, Yusuf un güzelliğini kürsî'nin nurundan verdim. Senin güzelliğini ise,
arşımın nurundan verdim!"
(Bunu böyle rivayet eden İbn-ı Asakîr, aynı
zamanda bu rivayetin durumu hakkında bilgi vermiş ve aynen şöyle demiştir:
"Bu rivayetin senedinde mechûi bir râvi vardır ve bu hadîs,
münkerdır.")
îbn-i Asâkir Aişe'den,
onun şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ben, seher vaktinde dikiş
yapıyordum... İğnemi düşürdüm, aradım ise de bulamadım. Bu sırada Resûlüllah
içeri girdiler. O'nun yüzünün nuru ile, iğnemi buldum. Ben, bunu kendisine de
söyledim. Bunun üzerine buyurdular ki: 'Yâ Aîşe, yazıklar olsun, yine yazıklar
olsun, yine yazıklar olsun o kişiye ki, benim yüzüme bakmaktan mahrum olmuştur!..."
Not: İbn-i Asâkîr,
bundan önceki rivayetinin münker olduğunu bildirdiği halde, bu rivayeti
hakkında sükût etmiştir... Halbuki bu rivayet, bundan öncekinden daha
münkerdir... Bir İbn-i Ubeyy ki, Peygamberimizin yüzüne defalarca bakmış,
arkacında günlerce namaz kılmış, fakat O'na ve O'nun getirdiği dine inanmakta
samimî olmadığı için, kendisine yazıklar olmuştur... Hiç peygamberinin yüzünü
görmediği halde, O'na ve O'nun dînine olan inancında samimi oldukları İçin,
nice milyon insan ise, mes'ud ve bahtiyar olmuşlardır. [7]
Buharı ve Müslim,
Enes'den şöyle rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben Resûlüllah'ı
(s.a.v.); ellerini kaldırmış dua ederlerken gördüm, ellerini, koltuklarının
beyazlığı görülecek derecede kaldırmış idi."
îbn-i Sa'd da,
Câbir'den şöyle nakleder: "Peygamber Efendimiz, secde ettikleri zaman,
koltuklarının beyazlığı görülürdü..." Yine ashâb-ı kiramdan pek çokları,
Peygamber Efendimiz'in koltuk altının bembeyaz olduğuna dâir müteaddid hadisler
rivayet etmişlerdir...
Allâme Muhibbü'd-Din-i
Taberî bu hususta der ki: "Bütün insanlarda, koltuk altının rengi, kendi
derilerinin renginden biraz değişikliğe uğramış bir vaziyettedir...
Peygamberimiz'de ise, bunun tersine, bembeyaz idi. Bu, kendilerine hâs, bir
özellik idi..."
İmam Kurtubî de, buna
yakın açıklamalarda bulunmuş ayrıca Peygamber Efendimizin koltuk altında kıl
olmadığını da ifade etmişlerdir..." [8]
Ebâ Ahmed el-Gıdrîf,
îbn-i Mende, Ebû Nuaym, İbn-i Asâkîr; Büreyde tarîki ile Ömer îbnü-l Hattâb'dan
rivayet ediyorlar. O demiştir ki: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'e hitaben:
"Ey Allah'ın Resulü, sen,-hep bizim aramızda büyüdüğün halde, niçin
hepimizden daha fasîh (açık ve düzgün) konuşuyorsun?" diye sordum. Peygamberimiz
de cevabında buyurdular ki: "Ey Ömer, ceddim Ismâîl (a.s.)'m dilindeki
fesahat, zamanla halk içinde hayli ihmâl edilmiş idi. Şu islâm devrinde
kardeşim Cebrâîl gelip bana, bu dilin bütün güzellik ve inceliklerini
Öğretmiştir..."[9]
Beyhakî Şuabü'l-îmân
adlı kitabında, îbnü Ebüd-Dünyâ Kitâbü'l-Matar da, Hatîb Kitâbü'n-Nücûm'da,
aynı zamanda îbn-i Ebî Hatim ile îbn-i Asâkîr; Muhamed bin îbrâhim et-Teymî'den
rivayet ederler. O şöyle demiştir: Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü,
biz senden daha fasîh konuşanı görmedik. Bunun hikmeti nedir?" O da
buyurdu ki: "Neden böyle olmasın! Biliyorsunuz ki, Kur'ân benim lisanımla,
hem de gayet açık bir Arapça ile indirilmiştir!"
Yine îbn-i Asâkîr,
Muhammed bin Abdurrahmân ez-Zührl'den rivayet ediyor: Adamın biri Peygamberimiz'e
hitaben: "Yâ Resûlallah kişi, kendi hanımına müdâleke (yâni oyalama) yapar
mı?" diye sordu. Peygamberimiz de: "Evet, eğer hanımı müflic
ise" buyurdu. Bunu duyan Ebû Bekir: "Ey Allah'ın resulü,, o adam size
ne sordu ve siz ona ne cevap verdiniz?" diye sordu. Bunun üzerine de
peygamberimiz şöyle buyurdular: "Adam bana: Kişi kendi hanımına müdatele
(oyalama) yapar mı? diye sordu. Ben de kendisine: "Eğer hanımı müflic ise
evet" diye cevap verdim." Bunun üzerine Ebû Bekir: "Ey Allah'ın
Rasûlü, ben Araplar arasında çok dolaştım, fakat, sizin gibi düzgün ve güzel
konuşanı görmedim" demekten kendisini alamamıştır. Peygamber Efendimiz de:
"Ey Ebû Bekir, beni Rabbim edeblendirdi ve ben, Sa'd Oğulları kabilesinde
büyüdüm!" diyerek karşılık verdiler." [10]
lbn-i Sa'd Yahya bin
Yezîd es-Sa'dt'den rivayet ediyor. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz
buyurdular ki: "Sizin en iyi ve düzgün konuşanınız benim! Ben,
Kureyş'tenim! Ve benim lisanım, Sa'd Oğullarının lisanıdır!"
Taberanî de Ebû Saîd
el-Hudrî'den şöyle rivayet etmektedir. O demiştir ki: "Sizin en güzel
konuşanınız benim! Ben Kureyş içinde doğdum ve Sa'd Oğulları içinde büyüdüm!
Benim konuşmama, pürüz ve hatâ nereden gelecek?" [11]
Cenâb-ı Hak İnşirah
Sûresinin 1. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Habibim, biz senin göğsünü
açıp genişletmedik mi?"
îmâm-ı Beyhakî'nin
tahricine göre, îbrahîm bin Takman bu âyetin manasını Sa'd'a sormuş, o da ona
Katâde'nin Enes'ten naklettiği şu bilgiyi vermiştir:
"Peygamberimizin
göğüs hizasından tâ karnının alt kısmına kadar yarılıp açılmıştır... Kalbi
çıkartılmış ve altından bir tas içinde yıkanmış, sonra îmân ve hikmetle iyice
doldurulmuş, yerine iade edilmiştir..."
îmâm-ı Ahmed ve
Müslim, Enes'ten naklen şu bilgiyi vermektedir: "Peygamber Efendimiz,
çocuk arkadaşları ile oynarken Cebrail (a.s.) gelmiş ve O'nu alıp yere
yatırmış, göğsünü yararak kalbini çıkarmış, kalbini yararak içinden bir pıhtı
çıkarmış ve: "îşte bu şeytanın nasibidir!" demiştir. Sonra O'nun
kalbini altın bir tas içinde zemzem ile yıkamış, sonra kalbini iyileştirip
yerine iade etmiştir. Yanındaki çocuklar ise, koşarak O'nun dadısına gitmişler
ve: "Muhammed'i öldürdüler" diyerek feryad etmişlerdir... Onlar da
koşarak gelmişler ve Peygamberimiz'i, rengi uçuk bir vaziyette
bulmuşlardır."
Enes diyor ki:
"Ben, Peygamber Efendimiz'in göğsündeki dikiş yerini görmüştüm."
Ahmed, Baremi,
sahihtir kaydiyle Hâkim, Beyhâki, Taberanî ve Ebû Nuaym, Utbe bin Abd'den
rivayet ederler. O, Peygamberimiz'in şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Ben,
süt annem Halîme'nin bir çocuğu ile hayvanları gezdirmek için çıkmıştım.
Yanımıza yiyecek bir şey de almamıştık. Ben süt kardeşime dedim ki:
"Kardeşim, haydi annemize git de bir miktar yiyecek getir." O yiyecek
getirmeye gitti. Ben de hayvanların yanında kalmıştım. Derken iki beyaz kuş
geldi. Biri diğerine: "Bu, O mudur?" dedi. Diğeri de:
"Evet" dedi. Hemen beni alıp yere sırtüstü yatırdılar ve derhal
karnımı yardılar. Sonra kalbimi çıkarıp yardılar ve içinden iki parça siyah
pıhtı çıkardılar. Biri diğerine: "Kar suyunu bana ver!" dedi ve
onunla göğsümün içini iyice yıkadı. Sonra: "Dolu suyunu bana ver!ı; dedi
ve onunla da kalbimi iyice yıkadı. Sonra: "Sekîneti bana ver!" dedi
ve onu kalbime serpti... Sonra yine bunlardan biri diğerine dedi ki:
"Haydi hemen kalbini dik!" O da hemen kalbimi dikti ve üzerini
peygamberlik mührü ile mühürleyip kapattı... Sonra dedi ki: "Haydi onu
terazinin bir kefesine koy, öbür kefesine de ümmetinden bir kişiyi koyup
tart!" O da öyle yaptı ve benim ağır geldiğimi görüp: "Eğer biz bunu,
ümmetinin tamamı ile tartsak, yine ağır gelecektir" dedi. Sonra beni kendi
hâlime bırakıp gittiler. Ben ise, şiddetli bir şekilde korkmuştum. Sonra
toparlanıp süt anneme gittim ve başıma gelenleri anlattım ve onun yanlış
anlamasından endişe ettim. Q da: "Allah saklasın!" diyerek Allah'a
olan güvenini ve endişeye mahal olmadığım ifade etti. Bir deve hazırlayarak
yola çıktık. Beni devenin havuduna bindirdi, kendisi ise arkasına bindi.
Böylece Mekke'nin yolunu tutttuk. Aileme geldiğimizde o dedi ki: "Ey
Amine, işte emânetim ve zimmetim! Hiç bir kusurum olmaksızın teslim
ediyorum!" Ben, başımdan geçenleri öz anneme da anlattım. O hiç bir korku
ve endişeye kapılmadı ve dedi ki: "Bu senin büyük bir özelliğindir! Zâten
ben seni doğurduğum zaman, benden büyük bir nûr çıktı ve Şam'daki sarayları
aydınlattı..."
Yine bu hususta bazı
kaynakların Ebû Hüreyre'den naklen verdikleri bigiye göre, bu manevî ve
meleklerin tavassutu ile olan "Kalb Ameliyatı" sırasında, Sevgili
Peygamberimiz'in "Hiç acı duymamıştım" buyurduğu da haber
verilmektedir... Ayrıca denilmektedir ki: "...Kalbimi yardıktan sonra:
"Kin ve hasedle ilgili bütün duyguları çıkar at!" dedi. O da kan
pıhtısına benzer bir şey çıkarıp attı... Sonra yine dedi ki: "Şefkat ve
merhamet duygularını kalbine iyice yerleştir!" O da kalbime gümüş renginde
bembeyaz şeyler koydu. Sonra: "Haydi geçmiş olsun, mübarek olsun!"
diyerek gittiler... Ben de o günden sonra herkese karşı daha şefkatli ve daha
merhametli oldum... Küçük büyük herkesi sevdim..." '
Bunu nakledenlerden
Ebû Nuaym der ki: Râvilerden Mûaz bin Muhammed, bunu rivayet etmekte ve:
"O sırada Peygamberimiz on yaşında idi" demekle yalnız kalmıştır.
Diğer râvîler buna katılmamıştır.
Ebû Nuaym Yunus bin
Meysere'den naklediyor. O demiştir ki: Resûlüllah şöyle buyurdular: Melek bana
geldi, kalbimi çıkarıp yardı ve elindeki altın tas içinde yıkadı. Karnımın
içini de iyice temizleyip toz şeklindeki bir ilacı serperek iyileştirdi. Sonra
da dedi ki: "Çok kuvvetli ve sabit bir kalb! Neyi kavrarsa güzel muhafaza
eder... Gözlerin görür, kulakların da işitir ve sen Allah'ın Resulü
Muhammed'sin! Peygamberlerin sonuncusu ve hâtemisin! Senin kalbin selimdir,
lisanın sâdıktır, nefsin itmi'nânlıdır, huyun güzeldir!..."
(İbn-ı Ganem'in
rivayeti de buna yakındır).
Müslim Enes'ten
rivayet eder. Resûlüllah şöyle buyurmuştur: "Ben ailemin yanında idim.
Cebrail beni Zemzem'in yanına götürdü, göğsümü yarıp kalbimi zemzemle yıkadı.
Sonra içerisi îmân ve hikmetle dolu olan bir altın tas getirip onu göğsüme
boşalttı..."
Enes der ki:
"Resûlüllah Efendimiz, bunu söyledikleri zaman bize göğsündeki yarılan
kısmı göstermişti." Sonra Resûlüllah devamla: "Sonra melek beni alıp
Mîrâca çıkardı" buyurdular ve Mirac'la ilgili hadîsi sonuna kadar
zikrettiler."
Bu konuda imâm Beyhakî
diyor ki: "ihtimaldir ki Resûlüllah Efendimizin göğsünün yarılması
mucizeleri, birkaç defa vâki olmuştur.
Birincisi süt
annesi Halîme'nin yanında iken,
ikincisi
peygamber olarak gönderildiği sırada,
üçüncüsü de
Mîrâc gecesi'nde olmuştur..."
Ben de derim ki, süt
annesi Halîme'nin yanında iken, göğsünün yarıldığına dâir müteaddid rivayetler,
kendi bahsinde de bundan önce geçmişti. Diğerleri de, peygamber olarak
gönderilmesi ve Mîrac mucizesi bahislerinde gelecektir. Bunların hepsini
gözönüne alarak deriz ki, Peygamberimiz'in göğsünün yarılması olayı, gerçekten
bir defa değil, birkaç defa vukua gelmiştir ve bu üç defa olmuştur. Bu hususta
âlimlerimizden Süheylî bunun iki defa olduğunu söylemiştir. Keza îbn-i Dıhye
ile îbn-i Müneyyer de bu görüştedir... Üç defa vukua geldiğini açıkça beyan
edenlerden, Ibn-i Hacer'i de zikredebiliriz... O, bu hususta bir de güzel bir
açıklama yapmış ve: "Bu, aynı zamanda yıkama ve temizlemedeki sünnet olan
üçlemeye benzemektedir... Buna üç ayrı vaktin ayrılmış olması da çok manalıdır.
Birincisi, şeytani vesveselerden korunmada, en mükemmel bir hâl üzere yetişip
gelişmesi için seçilen sabîlik vaktidir. İkincisi, Vahiy gibi ilâhî bir imameti
tam bir ehliyetle yükleneceği ba's vaktidir. Üçüncüsü ise; ilâhî huzura
çıkarılacağı ve yüce Allah'a en yakın makamda münâcâtta bulunacağı Isrâ ve
Mîrâc zamanıdır."
"Göğsün yarılıp
yıkanması" olayının Peygamberimiz'in özelliklerinden olup olmadığı
üzerinde ihtilaf edilmiştir...
İbnü'l-Müneyyer
demiştir ki: "Bu, bizim Peygamberimiz'e mahsustur, diğer peygamberlerde
böyle bir hal olmamıştır... Peygamberimiz'in bu özelliği, Hz. ibrahim
tarafından kurban edilmek istenen oğlu ismail'in kurban edilmeğe cânü gönülden
razı olup sabretmesi gibidir... Hattâ ondan daha büyük bir sabır isteyen büyük
bir ibtiladır. Zira Hz. Ismâîl, sâdece kurban edilmek durumuna mâruz kalmıştır,
fakat kurban edilmemiştir, Yâni Cenâb-ı Hak buna mâni" olmuştur. Peygamber
Efendimiz ise, bırbüyük ibtilâyı hem de üç defa olmak üzere ve bir hakikat
olarak yaşamıştır. Bilhassa öz ailesinden uzakta, gurbet ilde: Benî Sa'd
kabilesinde küçük bir çocuk iken büyük korkular içinde geçirdiği "Şerh-ı
Sadr" denilen bu kalb ameliyatını yaşamış olması sabır ve metanet
bakımından, çok büyük bir olay olmuştur. Sâdece Peygamber Efendimiz tarafından
yaşanmış ve O'na mahsûs bir mucize olmuştur."
(Bunun İsmail'in
kurban edilme ihtilasından daha büyük bir ibtilâ olduğu doğru olmasa gerek.
Zira Efendimizin o esnada acı duymadıkları, ilgili rivayetlerde açıkça ifâde
edilmiştir.) [12]
tmâm-ı Buhari
Târih'inde, îbn-i Ebî Şeybe Musannefinde, keza îbn-i Sa'd, Yezld bin Asamdan
rivayet ederler. O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz, hiç bir vakit
esnememişlerdir!"
îbn-i Ebî Şeybe'nin
Abdü'l-Melik bin Mervân'ın oğlu Mesleme'den rivayetinde ise, o şöyle demiştir:
"Hiç bir peygamber, asla esnememiştir!" [13]
Tirmizl, îbn-i Mâce ve
Ebu Nuaym Ebû Zerr'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
"Gerçekten ben
sizin görmediğinizi görür, işitmediğinizi işitirim! Ben, göklerin gıcırdayıp
inlemekte olduğunu da duymaktayım... Göklerin gıcırdaması ise, haktır ve
lâyıktır! Gökler meleklerle öylesine dopdoludur ki, dört parmak kadar bir yer
dahî boş bırakılmış değildir. Her tarafında melekler tâat ve
ibâdettedirler." [14]
Yine Ebû Nuaym Hakim
bin flızâm'dan şöyle rivayet eder. O demiştir ki: "Biz, Resûlüllah
Efendimiz'in etrafında toplanmış idik. O, ashabına hitaben buyurdu ki:
- "Benim
işittiğimi sizler de işitiyor musunuz?" Ashâb:
- "Biz bir şey
işitmiyoruz" dediler. O buyurdu ki:
- "Ben göklerin iniltisini duymaktayım!
Gökler, inlediği için kınanamaz! Zira göklerde bir karışlık boş yer yoktur, her
taraf meleklerle doludur. Meleklerin kimisi secdede, kimisi kıyamdadır." [15]
Beyhakî ve Ebû Nuaym,
Berâ'dan rivayet ediyor. O şöyle diyor: "Bir gün Peygamberimiz bize hutbe
irâd ettiler. O'nun bu hutbesi o kadar uzaklara duyuldu ki, evinden çıkmayan ve
yeni yetişen kızlar bile, bu hutbeyi duyup dinlemişlerdir."
(Ebû Nuaym'ın
Büreyde'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz bir gün namazı
kıldırdıktan sonra yüksek sesle nida ettiler, odasından çıkmıyan kızlar bile
O'nun sesini duydular.)
İmâm-ı Beyhakî ve Ebû
Nuaym, Aişe'den rivayet ederler: "Bir Cum'a gününde Peygamberimiz minber
üzerine oturdular, sonra ashabına hitaben: "Oturunuz" buyurdular. Bu
sırada Abdullah bin Ravâha ta Gunm Oğulları yurdunda bulunuyordu. Efendimiz'in
"oturunuz" sesini işitip, hutbeyi dinlemek üzere oturmuştur." [16]
îbn-i Sa'd, Ebû Nuaym,
Abd-urrahmân bin Muâz et-Teyml'den nakleder. O demiştir ki: "Minâ'da
Peygamberimiz bir hutbe irâd ettiler. Kulaklarımız öylesine açıldı ki, bizler
yerimizden ayrılmadığımız halde, O'nun bu hutbesini rahatlıkla
duyabildik." [17]
îbn-i Mâce ve Beyhaki,
Ümmü Hânî'den rivayet eder. O demiştir ki: "Bizler, Peygamber Efendimiz'in
Kabe'de gece yarısı okuduğu Kur'ân'ı, rahatlıkla duyardık ve ben o sırada, evin
damı üzerinde idim." [18]
îbn-i Asâkir ve
Hıyle'sinde Ebû Nuaym, Vehb bin Münebbih'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir:
"Ben, tam yetmiş bir aded kitap okudum. Bunların hepsinde; dünya
yaratılalıdan beri, hiçbir kimseye Hz. Muhammed'in, (a.s.) aklı gibi bir aklın
verilmediği yazılı idi. Ve deniliyordu ki: "Herhangi bir kimseye verilmiş
olan aklın, Muhammed'e (s.a.v.) verilen akim yanındaki durumu; bir kum deryası
yanında, oradaki bir kum tanesinin durumu gibidir." Aynı zamanda bu
kitaplarda: "Muhammed (s.a.v.) akıl ve düşünce bakımından, gerçekten bütün
insanlardan daha üstündür" diye okuyordum." [19]
Müslim Enes'ten
rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz bir gün, bulunduğumuz odaya
geldiler. Az sonra kuşluk uykusuna yattılar. Derken terlemeye başladılar...
Anam gelip O'nun mübarek terini bir şişede toplamaya başladı. Derken
Peygamberimiz uyandılar:
- "Ey Ümmü
Süleym, ne yapıyorsun?" dediler. Anam:
- "Terinizi
topluyordum, ey Allah'ın Resulü! Onu, kokumuzun içine katacağız ve bizim en
güzel kokumuz budur" dîye karşılık verdi."
Ebû Nuaym, Muhammed
îbn-i Sîrin tarîki ile Ümmü Süleym'den nakleder. O demiştir ki:
"Resûlüllah Efendimiz, bizde kuşluk uykusuna yatardı. Üzerinde uyudukları
deride çok miktarda ter bırakırdı. Ben O'nun mübarek terini buradan alır, bir
miktar misk ile iyice yoğururdum. Bizim en güzel kokumuz da bu idi."
Dâremî, Beyhakî ve Ebû
Nuaym, Câbir bin Abdullah'tan rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'in bazı özellikleri vardı. Bu cümleden olarak O, bir yoldan
geçtiği zaman, sonra bu yoldan geçen biri, buradan Peygamberimiz'in geçmiş
olduklarını, O'na mahsûs olan kokudan anlardı. O'nun teri ve kokusu, bir
özellik arzederdi. Keza O'nun geçtiği yerlerdeki her bir taş veya ağaç, O'na
secde ederdi."
Hafız Bezzâr ue Ebû
Yala, Enes'ten şöyle naklederler: "Peygamber Efendimiz, Medine
sokaklarından birinden geçtiği zaman, oradan geçenler, O'nun oradan geçmiş
olduğunu, hoş kokudan anlarlardı. Derlerdi ki: "Buradan Peygamber
Efendimiz geçmiştir."
Dâremî'nin İbrahim
Nahaî'den rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimizin bir yoldan
geçtikleri, o günün gecesinde dahî belli olurdu."
Hatîb, İbn-i Asâkir,
Ebû Nuaym, Deylemî ve Muhammed bin İsmail el-Buharî; Hişâm bin Urve'nin
babasına dayanan bir sened zinciri ile, Hz. Aişe'den şöyle rivayet ederler. O
demiştir ki: "Birgün ben, oturmuş çıkrığımın başında yün eğiriyordum.
Peygamber Efendimiz de ayakkabısını yamamakla meşgul idiler. Baktım, alnından
ter damlacıkları dökülüyordu... Mübarek teri, bir nûr gibi parlıyordu. Öylece
bakakalmışım. Bunun farkına varan Efendimiz: "Yâ Aişe, neden
bakakaldm?" diye sordular. Ben de dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü,
alnınızdan çıkan terler,, bir nûr gibi ışık saçıyor. Eğer şu hâli, Hüzel
kabilesinin o ünlü şâiri Ebû Kebîr görseydi; şüphesiz en müstesna şiir
mısraları ile hakkınızda övgüler sunardı." Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz, elindeki işi bırakıp ayağa kalktı ve bana yaklaşıp iki gözüm
arasından öptü ve şöyle buyurdular: "Ey Aişe, Allah seni iyilikle
mükafatlandırsın! Beni o kadar sürûrlandırdm ki, hiç bu kadar sürûrlandığımı
hatırlamıyorum."
Not: Hadîs
âlimlerimizden Ebû Ali Salih bin Muhammed el-Bağdâdî demiştir ki: Bu haberin
râvîleri arasında adı geçen Ebû Ubeyde'nin, Hişâm bin Urve'den hadis
naklettiğini ' bilmiyorum... Bununla birlikte bu rivayet bana göre hasen'dir.
Muhammed bin İsmail el-Buharî, bu hadîsi çıkarmış olmasına bakarak, bu kanâate
varmış bulunuyorum." (Süyûtî).
Yine Ebû Nuaym'in
rivayetine göre, Aişe validemiz şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz;
insanların en güzel yüzlüsü, en nurlu tenlisi idi. O'nu vasfedip anlatanlardan
hiç biri, O'nun mübarek yüzünü ay'm ondördüne benzeterek, anlatmaktan kendini
alamamıştır. O'nun mübarek teri, alnında inci dâneleri gibi tomurcuklanır,
misk-i ezfer'den daha güzel kokardı."
Hafız Dâremî, Hureyş
Oğullarına mensûb bir adamdan nakleder. O şöyle demiş: "Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz; Mâiz bin Mâlik'e recm cezasını tatbik ettirdikleri zaman, ben
babamın yanında idim. Oradakiler Mâiz'i taşlamaya başlamışlardı. Ben, (evli
olduğu halde zina etmiş bulunan ve suçunu gelip kendisi haber veren ve itirafta
bulunan) Mâiz'in; bu şekilde taşlanmasından dehşete düşüp korktum. Benim
korktuğumu anlıyan Resûlüllah, beni yanma alıp kucaklayıp bastırdı. Bu sırada
terlemekte olan Resûlüllah'm terinden üzerime ter damlacıkları döküldü. Sanki
üzerime en güzel kokulu misk damlaları dökülmüş gibiydim."
(Es-Sahâbe adlı
kitabın müellifi Abdan, yukarıdaki haberi rivayet ettiği yerde: "Hureyş
Oğullarına mensub bir adamdan" yerine, "Hureyş'ten" şeklinde
rivayet etmiştir.)
Hafız Bezzar, Muâz bin
Cebel'den rivayet eder. O da bu hususta şöyle demiştir: "Bir gün ben,
Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte gidiyordum. Bana: "Yâ Muâz yaklaş!"
dediler. Ben de yaklaştım. Ben, Resûlüllah Efendimizin kokusundan daha hoş olan
ne bir misk koklamışım, ne de bir anber!"
[20]
Beyhakı, İbn-i Asâkîr
ve Tarihinde îbn-i Hayseme Aîşe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Peygamber
(s.a.v.), ne çok uzun boylu idi, ne de fazla kısa boylu idi. (İkisi ortası) orta
boylu idi. O'nun boyu; yalnız başına yürümesi ile, başkaları ile birlikte
yürümesi halinde başkalık arzederdi. İnsanların en uzun boylusu ile yürüdüğü
'zaman, O'nun boyu, yanında yürüyenden daha uzun olurdu. Her iki tarafındaki
iki uzun boylu kişiden, daha uzun görünürdü. Onlardan ayrıldığı zaman ise, yine
orta boylu olarak kabul edilirdi.
îbn-i Seb', El-Hasâis
adlı ese'rinde, O'nun bu özelliği hakkında şu ifadeyi kullanmıştır:
"Peygamberimiz oturduğu zaman da, mübarek omuzları, yanında oturanların
omuzundan daha yüksek olurdu."
Hakîm-i Tirmizi'nin
Zekvan'dan rivayetine göre de, Peygamberimizin gerek gün. ışığında, gerekse ay
ışığında gölgesi yere düşmezmiş. îbn-i Seb ise bu hususta şöyle demektedir:
"Efendimiz'in gölgesi yere düşmezdi. Çünkü o, bir nûr idi. Ne gündüzleri,
ne geceleri O'rum gölgesi görünmezdi, bazıları demiştir ki: Peygamber
Efendimizin bir duasında: "Allah'ım, beni bir nur eyle"
buyurmalarında buna bir işaret vardır."
Kadı Iyâd Şifâ'sında,
Azafi de Mevlid'inde demiştir ki: Peygamberimiz1 in bir özelliği de, O'nun
üzerine sineklerin konmaması idi. Yine O'nun bir Özelliği olarak, bit kendisine
ezâ vermezdi." [21]
Saîd bin Mansûr, îbn-i
Sa'd ve diğerlerinin rivayetine göre, Halid bin Velid Yermuk savaşı gününde
başlığını kaybetmiş, arayıp bulmuş ue demiş ki: "Peygamber Efendimiz umre
yaptığı zaman başını traş ettirdi. İnsanlar iki tarafına dizilip kesilen
saçlarını derhal alıp saklıyorlardı. Ben de O'nun alın kısmından kesilen bir
miktar saçını alıp bu başlığımda saklıyordum. O yanımda iken giriştiğim
savaşlardan hiç birini kaybetmiş değilim."[22]
Hafız Bezzâr'ın ve
diğerlerinin Abdullah bin Zübeyr'den rivayetleri şöyledir: Ben, bir defasında
Peygamber Efendinıiz'in yanma gitmiştim. O, bu sırada kan aldırıyordu. Kan
aldırma işi bitince bana dedi ki: "Ey Abdullah, şu kanı al ve kimsenin
görmeyeceği bir yere dök gel!" Ben, kanı aldım ve gittim, sonra hepsini
içip geri geldim. Peygamberimiz bana: "Ey Abdullah; ne yaptın?" diye
sordu. Ben de cevabımda: "İnsanlardan kimsenin göremeyeceğini tahmin
ettiğim gizli bir yere döktüm" dedim. Peygamberimiz: "Ey Abdullah,
belki sen onu içtin" buyurdu. Ben de: "Evet, ey Allah'ın Resulü"
dedim. Peygamberimiz bunun üzerine buyurdular ki: "Ey Abdullah, bu yüzden
sana ve senin yüzünden nice insanlara yazık olacak -aranızda kanlı çatışmalar
olacak-."
Derler ki: Abdullah
bin Zübeyr'in, o emsalsiz denilecek kadar kuvvetli oluşu, Peygamberimiz'in
kanını içmesi sebebiyledir. [23]
Beyhaki Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O demiştir ki: "Peygamberimiz (s.a.v.), yere
bastığı zaman tam basardı. Ayağının altında çukurluk yok idi." Keza İbn-i
Asakir'in Ebû Emâme el-Bâhili'den rivayeti de bu mealdedir. Yâni peygamberimiz
yürürken çok kuvvetli bastığı için, ayak izinde fazla bir çukurluk eseri
görülmezdi.
Beyhaki de Câbir bin
Semura'dan şöyle nakleder: "Peygamberimiz'in ayağındaki küçük parmağı
biraz uzunca idi."
îmam-ı Ahmed îbn-i
Abbas'dan şöyle nakleder: "Bir gün Kureyş bir kadın kâhine müracat ederek:
"Şu İbrahim makamı denilen yerin sahibine içimizde en çok benzeyen kimdir,
bize söyle" dediler. Kâhin kendilerine: "Şu yere bir yaygı seriniz,
sonra sırayla hepiniz üzerinde yürürsünüz. Ben de sizlerin ayak izine bakarak
cevabımı veririm" demiş. Onlar yere yaygı serip üzerinde yürümüşler. Kâhin
de Peygamberimizin ayak izine bakarak: "İşte içinizde İbrahim'e en çok
benzeyeniniz budur" demiş. Kureyş, bu olaydan sonra yirmi sene kadar
yaşamış, sonra da peygamber efendimiz ba's olunmuştur (Peygamber olarak
gönderilmiştir)." [24]
îbn-i Sa'd Ebû
Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Ben, bir defasında peygamberimizle
birlikte bir cenazede bulundum. Yürüdüğüm zaman hep peygamberimiz beni
geçiyordu. Yanımdaki bir adama hitaben dedim ki: "Yer, bizim
peygamberimize ve Halilüllah İbrahim peygambere dürülüp kısaltılıyor."
îbn-i Sa'd Yezid bin
Mersed'den rivayet eder, O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.), yürüdükleri
zaman sür'atli ve kuvvetli yürürlerdi. Hatta
O'nun arkasında yürüyen biri koşarcasına giderdi de, yine O'na
yetişemezdi." [25]
Buhari ve Müslim'in
Aişe'den rivayetine göre o; "Ey Allah'ın Resulü, vitir namazını kılmadan
uyur musunuz?" diye sormuş. Peygamber Efendimiz de: "Ey Aişe, benim
iki gözüm uyur, fakat kalbim uyumaz" buyurmuştur. Ebû Nuaym'in Ebû
Hüreyre'den sevkettiği bir rivayet de bu manadadır.
Yine Buhâri ve Müslim
Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir:' "Bir defasında peygamber
efendimiz; "Peygamberlerin gözleri uyur, fakat kalbleri uyumaz"
buyurdular.
îbn-i Sa'd'm Atâ'dan
rivayeti ise şu mealdedir: Peygamberimiz bir hadislerinde: "Biz
peygamberler topluluğu ki, gözlerimiz uyursa da, kalblerimiz uyumaz!"
buyurdular.
Hasan-ı Basri'den ve
Câbir bin Abdullah'tan gelen rivayetler de, Peygamberimiz'in uyku esnasında
gözlerinin uyuduğu, fakat kalblerinin uyumadığı meâlindedir. [26]
Buhâri, Katâde
tarikiyle Enes'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.),
bir gecede ailelerinin hepsini dolaşırdı." Kâtâde sorar: "Ey Enes,
O'nun buna gücü yeter miydi?" Enes cevap verir: "Biz kendi aramızda,
O'na otuz erkek gücü verilmiştir" diye konuşurduk."
îbn-i Sa'd'ın
Selmâ'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamberimiz» dokuz ailesinin her birini
bir gecede dolaşırdı.[27]"
Taberani ve diğerleri Enes'den rivayet eder. O şöyle der: "Resûlullah
Efendimiz buyurdular ki: "Ben; semahat, secâat, cinsi kuvvet ve yakalayıp
tutuşdaki şiddet gibi hasletlerle başkalarına üstün kılınmışımdır."[28]
İhtilâm ki, ona düş
azması veya şeytan aldatması da denilir, bütün peygamberler bundan korunmuştur.
Onlar, ihtilâm olmazlar. Nitekim îmam-ı Taberani, İkrime yoluyla, Dineverî de Mücahid
yoluyla îbn-i Abbas'dan şöyle rivayet ederler: "Hiç bir peygamber ihtilâm
olmamıştır. Zira ihtilâm, şeytandandır." [29]
Buhari ve Müslim Berâ
bin Azib'den rivayet ederler. O demiştir ki: "Resûlullah (s.a.v.)
Efendimiz, bütün insanların yaratılışça en güzeli idi! Mübarek yüzleri de bütün
insanların yüzlerinden daha güzeldi."
Yine Buhâri Bera dan
nakleder. O'na sormuşlar: Peygamberimizin yüzü kılıç gibi miydi?" O şu
karşılığı vermiştir: "Hayır, O'nun yüzü ay'ın on dördü gibiydi!"
Müslim Cabir bin
Semura'dan nakleder. Ona demişler ki: "Ey Câbir, Efendimiz'in yüzü uzun
muydu?" O, şu karşılığı vermiştir: "Hayır, bilâkis O'nun yüzü ay ve
güneş gibi yuvarlak idi."
Yine Câbir bin Semura
demiştir kî: "Ben, bulutsuz bir gecede Peygamber Efendimizi gördüm,
üzerinde kırmızı renkte bir hırka vardı. Ben, bir O'na bir de ay'a baktım, bana
göre O, ay'dan daha güzeldi."
Buhari'nin Ka'b bin
Mâlik'ten nakline göre, o da şöyle demiştir: "Peygamberimiz, sevinip
sürûrlandıkları zaman mübarek yüzleri, bir ay parçası gibi nûr saçardı." [30]
Hafız Ebû Nuaym ise,
Ebû Bekir es-Sıddik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Sevgili
Peygamberimizin mübarek yüzü, ay gibiydi." [31]
Beyhâki, Hemedan'lı
bir .kadından nakleder. [32]O
demiştir ki: "Ben, Peygamberimizle birlikte hac yaptım. O'nun mübarek
yüzü* sanki ay'ın ondördü idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra O'nun
bir mislini gördüm."
Yine bu hususta
Rubeyyi'binti Muavvize'ye demişler ki: "Bize peygamber efendimizi vacfcder
inicin?" O da şu karşılığı vermiştir: "Eğer siz O'nu görmüş
olsaydmıs, muhakkak "güneş doğdu!" derdiniz."
îmam-ı Müslim'in, en
son vefat eden sahabi olan Ebû Tufeyl bin Amir'den nakline göre; kendisine:
"Bir sahabi olarak Peygamberimizi bize anlatır mısın?" dedikleri
zaman, o şöyle demiştir: "Peygamberimiz, son derece güzel idi, yüzü de nûr
gibiydi."
'Buhâri ve Müslim
Enes'ten rivayet ederler. O demiştir ki: "Sevgili Peygamberimiz; kavminin
orta boylusu idi, boyu ne fazla uzun idi, ne de kısa idi. .Rengi; ne esmer idi,
ne de donuk beyaz. Pembeye meyyal beyaz idi. Saçı; ne fazla kıvırcık, ne de
dümdüz idi. Yenice taranmış, hafif dalgalı idi."
Tirmizi ve diğerleri
Ebû Hüreyre'den şöyle nakleder: "Ben, Peygamber (s.a.v.)'den daha güzel
bir şey görmedim! Sanki güneş, O'nun mübarek yüzünde cerâyan ediyordu. O'ndan
daha hızlı yürüyen birini de görmedim. O kadar ki, sanki yer duruluyor
sanırdınız. Biz ne kadar hızlı yürüsek, yine de O'na yetişemezdik."
îbn-i Sa'd ve başkası
Enes'ten rivayet eder. O demiştir ki: "Cenâb-ı Hakk bir peygamber
gönderdiği zaman, mutlaka onu güzel yüzlü ve güzel sözlü olarak göndermiştir.
Nihayet sıra bizim Peygamberimiz'e geldiğinde, O'nu da güzel yüzlü ve güzel
sözlü olarak göndermiştir."
îbn-i Asâkir'in Ali
bin Ebû Tâlib'den olan rivayetinde ise, "soyca da şerefli ve keremli
olarak gönderir" kaydı bulunmaktadır. Dâremi'nin nakline göre de İbn-i
Ömer şöyle demiştir: "Ben Peygamberimiz'den daha şecâatli, daha cömert,
daha güzel bir kimseyi hiç görmedim."
Müslim Câbir bin
Semura'dan nakleder. O demiştir ki: "Yaratılışı itibariyle Peygamber
Efendimiz; geniş ağızlı, kırmızı gözlü (göz akında kırmızılık bulunan), küçük
topuklu idi; (topuklarında et az idi)."
Beyhâki'nin rivayetine
göre de Ali: "Peygamberimizin gözleri büyük, kirpikleri uzun idi.
Gözlerinin beyazlığında biraz kırmızılık vardı" demiştir.
Tirmizi ve Beyhâki'nin
rivayetlerinde ise, Ali (r.a.) şöyle demiştir: "Resûlullah (s.a.v.); ne
fazla uzun boylu, ne de çok kısa idi; uzuna yakın orta boylu idi. Saçı ne
kıvırcık kısa, ne de düz idi; ikisi ortası hafif dalgalı idi. Ne fazla zayıf,
ne de şişman idi; ikisi ortası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi, büsbütün
yuvarlak değildi. Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kirpikli idi. iri
kemikli ve geniş omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün
ortasmdatası ve sıkı etli idi. Yüzü değirmi idi,, büsbütün yuvarlak değildi.
Duru beyaz tenli, iri ve siyah gözlü, uzun kiprikli idi. îri kemikli ve geniş
omuzlu idi. Göğsü ve karnı kılsızdı, ancak göğsünün ortasından göbeğine kadar
siyah kıllardan teşekkül eden bir çizgi vardı. İki avucunun içi ve ayaklarının
altı dolgunca idi. El ve ayak parmakları ise kalınca idi. Yürüdüğü zaman, sanki
yokuş aşağı inercesine eğilir ve ilerlerdi. Sağma-soluna bakmdığı zaman, yalnız
başıyla değil, bütün vücudu ile dönerdi. İki omuzu arasında, peygamberlik mührü
denilen bir nişan vardı. Göz bebeği çok siyahtı. Alnı geniş, başı büyük, sakalı
sık idi. Ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra, O'nun bir mislini görmedim. Mübarek teri, inci daneleri
gibiydi, yürüdüğü
zaman sür'atli ve kuvvetli yürürdü. Mübarek alınları, nûr gibi parlardı."
îmam-ı Ahmed ve
başkaları Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Peygamber
Efendimiz'in pazuları geniş ve kuvvetli, omuzlarının arası geniş, kirpikleri
uzun idi. Çarşıda bağırarak konuşmaz, çirkin söz söylemezdi. Yöneldiği zaman
tam yönelir, döndüğü zaman da tam dönerdi. Sakalı sık ve siyahtı. Ağzı ve ön
dişleri çok güzeldi."
Hz. Enes'e:
"Peygamberimiz, ihtiyarlamış mıydı?" diye sormuşlar. O da demiştir
ki: "Hayır, Allah O'na o günleri göstermedi. Efendimiz vefat ettikleri
zaman, mübarek başında ve sakalında ancak on yedi veya on sekiz kadar beyaz tel
vardı." [33]
Buhâri ve Müslim'in
rivayetine göre de Berâ şöyle demiştir: "Peygamberimiz, orta boylu, geniş
omuzlu, uzun saçlı idi. Saçı, kulak yumuşağına değiyordu. Ben, O'ndan dalxa
güzelini görmedim."
Muharriş el-Ka'bi'de
demiş ki: "Peygamberimiz Ci'râne'de umre yapmak üzere ihrama girdiği zaman
mübarek arkalarını gördüm, gümüş gibi bembeyaz idi." [34]
Ebû Hüreyre'den Bezzâr
ve Bey haki şöyle naklederler: "Peygamberimiz, insanların en güzeliydi,
orta boylu olup biraz uzunca idi. Geniş omuzlu, pürüzsüz ve düz yüzlü, siyah
saçlı idi. Gözleri sürmeli, kirpikleri uzundu. Ayağı ile yere bastığı zaman tam
basardı. Hırkasını çıkarıp yere koyduğu zaman, mübarek omuzlarının gümüş gibi
parladığı görülürdü. Gülümsşdiği zaman, inci misali dişleri nûr saçardı. Ben,
ne O'ndan evvel, ne O'ndan sonra O'nun bir mislini görmedim."
Buhari ve Müslim de
Enes"den şöyle naklederler: "Hz. Peygamberin elinden daha yumuşak ne
bir ipeğe, ne de ipekli bir kumaşa dokunmuş değilim! Hz. Peygamber'in
kokusundan daha hoş ne bir misk, ne de amber koklamış da değilim."
Yine Müslim, Câbir bin
Semura'dan nakleder, O demiştir ki: "Peygamber Efendimiz yüzümü okşamıştı.
Mübarek eli gayet serin ve misk kutusuna batırılmış gibi hoş kokulu idi."
Beyhaki'nin Yezid bin
Esved'den tesbitine göre o da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz elimi
tutmuştu. Gerçekten O'nun eli, kardan daha soğuk, miskten daha hoş idi."
Müstevrid'in babası
Şeddâd da şöyle diyor: "Bir gün ben, Peygamber Efendimiz'e gitmiştim.
Mübarek elini tuttuğumda, ipekten daha yumuşak, kardan daha beyaz olduğunu
gördüm."
îmam-ı Ahmed'in
nakline göre, Sa'd bin Ebi Vakkas demiştir ki: "Ben, veda haccı sırasında
Mekke'de hastalandığım zaman Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz ziyaretime geldi,
mübarek elini alnıma koydu ve yüzümü, göğsümü ve karnımı mesnetti. Mübarek eli,
o kadar hoş ve serindi ki, hâlen onun serinliğini duyar gibi oluyorum."
İbn-i Sa'd ile îbn-i
Asakir'in Ali (r.a.)'den verdikleri bilgi de şöyledir: "Peygamber
Efendimiz, pembeyi andırır beyaz tenli idi. Siyah gözlü, ince burunlu, düz
yanaklı idi. Sakalı sık, saçı uzun, göğsünden göbeğine doğru uzanan siyah kıl
çizgisi ise kamış gibi ince idi. Göğsünde ve karnında bundan başka kıl yoktu.
Terlediği zaman, yüzünden inci daneleri gibi ter damlacıkları dökülürdü.
Terinin kokusu ise, miskten çok daha hoş idi."
Yine bu iki kaynağın
Ali'den şöyle bir rivayeti vardır: "Peygamber (s.a.v.) beni Yemen'e
vazifeli olarak göndermişti. Bir gün ben, Yemen'de halka hutbe irad ediyordum.
Yahudi hahamlarından biri, beni ayakta dinliyor ve elindeki bir kitaba bakarak
takib ediyordu. Sonra beni görüp dedi ki: "Ey Ali, bana peygamberiniz
Ebu'l-Kâsım'ın vasfını yapar mısın?" Ben de dedim ki: "Peygamberimiz;
ne uzun, ne de kısa idi, ikisi ortası az uzunca idi. Saçı, ne düz ne de
kıvırcık idi, hafif dalgalı ve simsiyah idi. Başı büyüktü, rengi pembemsi beyaz
idi. Dirsekleri ve omuz başları büyük olup, el ve ayak parmakları da kalın idi.
Göğsü ile göbek arasındaki kıl çizgisi uzun idi, kaşları birbirine yakın olup
kirpikleri de uzun idi. Alnı açık ve yüksek, iki omuz arası geniş idi. Yürüdüğü
zaman kuvvetli ve şiddetli yürürdü, sanki yokuş aşağı inercesine eğilir ve
hızla ilerler idi. Ben, ne O'ndan evvel, ne de O'ndan sonra bir O'nun gibisini
asla görmedim!"
İşte, o yahudi
hahamına karşı bunları söyleyip sustum. Haham bana: "Sonra neler?"
diyerek anlatmaya devam etmemi istedi. Ben de: "Şimdilik söyleyeceklerim,
kısaca bunlardır" dedim. Haham söze başlayıp: "Her iki gözünde biraz
kırmızılık var, sakalı gayet güzel, ağzı gayet hoş, kulakları tam,
sağına-soluna döndüğü zaman da tam döner, değil mi?" diye sordu. Ben de:
"Evet, ta kendisi" diyerek tastik ettim. Haham: "Daha da var!"
dedi. Ben: "Nedir?" dedim. Haham: "Önüne eğilir" dedi. Ben:
"Bunu sana söyledim, yürürken başını öne eğerek ilerler" dedim
şeklinde karşılık verdim. Haham: "Biz, O'na âit bu, sıfatları
atalarımızdan bize kalan kitaplarda okuduk. Aynı zamanda O'na âit şu bilgileri
de edindik: O, Mekke Haremin'den peygamber olarak gönderilecek, bu doğduğu yer
olan şehirde bir müddet peygamberlik yaptıktan sonra, kavmi O'nu buradan
çıkaracak. O da başka bir Harem'e hicret edecek ve bu hicret ettiği yer de
Harem-i Nebi olacak. Burası hurmalık
olan bir yer olacak ve burasının halkı, kendisine ve O'nun getirdiği dine
bi-hakkın yardımcı olacak ve Ensar adım alacak. Bunlar, Amr bin Amir'in
neslinden olan bir kavimdir ve burada çok sayıda yahudiler de ikâmet etmiş
olacak" dedi. O, bunları söyledikten sonra, böyle değil mi ey Ali?"
dedi. Ben de: "Evet, evet!" dedim. Bunun üzerine Yemen'li o haham:
"îmdi ben ey Ali, şehâdet ederim ki O, bir peygamberdir! Yine şehâdet
ederim ki O, bütün insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!" diyerek
tanıklık etti."
Yine bu hususta, îbn-i
Ömer'den gelen bir rivayet de bu mealdedir. Sâdece burada verilen bilgilerde:
"...Mübarek boynu gümüşten bir ibrik gibiydi. Gırtlağı (boynundaki çıkıntı
kemiği) altın gibi parlardı" diye farklılık bulunmaktadır.
Ebû Hüreyre tarikinden
gelen rivayette ise şu farklılık vardır: "Peygamber Efendimiz'in
vefatından sonra idi. Kudüs'teki hahamlardan biri geldi ve Ali'ye mürâcât
ederek: "Ey Ali, bana peygamberinizin sıfatlarını anlatır mısın?"
dedi. Ali de verdiği cevapta, Peygamberimiz'in bilinen sıfatlarını: "O'nun
orta boylu, pembeye çalar beyaz tenli" oluşu gibi niteliklerini anlattı ve
bu meyanda: "ikiye ayrılmış saçı, kulak yumuşağına kadar uzanır idi.
Sakalı sık ve güzel idi, ön dişleri aralıklı idi. Boynu gümüş ibrik gibiydi, köprücük
kemiği altın gibi parlardı. Oturduğu yerden kalktığı zaman, orası uzun müddet
misk gibi kokardı..." gibi bilgiler de verdi. Ali'den bu bilgileri alan
Kudüs'lü Haham, sonunda: "Ey Ali, ben bu sıfatları Tevrat'ta okumuşumdur.
Şehâdet ederim ki o, Allah'ın Resulüdür!" diyerek tanıklık etmiştir."
Beyhaki ve îbn-i
Asakir Mukatil bin Hayyan'dan nakleder. O demiştir ki: "Yüce Allah, Meryem
oğlu îsâ'ya şöyle vahyetmiştir: "Ey' îsâ, sana olan emrimde ciddi ve
gayretli ol, dinle ve itaat eyle! Ey tâhire, bakire ve betülün [35] oğlu!
Ben seni babasız olarak dünyaya getirdim ve âlemlere ibret alınacak bir âyet
kıldım! îmdi sen, ancak bana ibâdet et, ancak bana güven! Sur Şehrine git ve
halkına: "Ben'den başka ilâh olmadığım, Benim ezeli ve ebedi, hayy ü
kayyüm olduğumu, onlara açıkça tebliğ et! Deveye binen, gömlek ve sarık giyen,
elinde asası ve ayağında tasması bulunan ümmi peygamberim Muhammed'e inanıp
tastik etsinler. O, yaratılışı itibariyle başı büyük, alnı açık ve yüksek,
kaşları birbirine yakın, gözleri siyah ve büyük, kirpikleri ve burun ucu ince,
yanakları düz, sakalı sıktır. Teri alnından inci gibi dökülür, etrafına misk
gibi koku saçar, boynu gümüş ibrik gibidir. Köprücük kemiği altın gibidir.
Göğsünden göbeğine doğru siyah kıllardan oluşan kamış gibi bir çizgi uzanır. Başkaca
göğsünde ve karnında kıl yoktur. El ve ayak parmakları kalındır, bir toplulukla
geldiği zaman herkesi misk gibi hoş kokular içinde bırakır. Yürüdüğü zaman,
kuvvetli ve biraz sür'atli yürür. Nesli, kız evladından devam eder ve sayıca
çok değildir." [36]
Başta Tirmizı'nin
Eş-Şemâil adlı kitabı olmak üzere çeşitli kaynakların Hasan bin Ali'den
rivayetlerine göre, o şöyle demiştir: "Dayım îbn-i Ebî Hâle'ye
Peygamberimiz'in Hilye'si hakkında sordum, bana verdiği cevapta o dedi ki:
"O, büyük ve kuvvetli idi. Mübarek yüzü, ay'm ondördü gibi parlardı. Boyu,
ortadan az uzunca, başı büyük ve saçı biraz dalgalı idi. Eğer saçı
kendiliğinden ayrılırsa, onu kendi halinde bırakırdı. Saçını uzattığı zaman,
kulak yumuşağını geçerdi. O, pembemsi beyaz tenli, geniş alınlı, ince ve gür
kaşlı idi ve kaşları arasında fazla açıklık yoktu, iki kaşı arasında bir damar
olup kızdığı zaman şişerdi. Burun ucu inceydi ve nûr gibi parlardı. Fazla
dikkat etmeyen, bu yüzden burnunu uzun zannederdi. Sakalı sık, gözbebeği
simsiyah, yanakları düz, ağzı büyükçe, dişleri gayet güzel ve seyrekçe idi.
Göğsünden göbeğine doğru inen incecik bir kıl çizgi vardı. Boynu gümüş gibi
parlardı.
"O'nun vücud
yapısı ve bütün organları gayet mu'tedil ve mütenâsibdi. Ne şişman, ne de zayıf
idi. Göğsü ile karnı aynı hizadaydı, göğsü aynı zamanda geniş idi. Keza iki
omuz arası geniş, el ve ayak parmakları uzun, kalın ve kuvvetli idi. Kollan
kıllı, memeleri kılsızdı. Elleri geniş, kolları uzun, el ve ayak parmaklarının
kemikleri düz ve pürüzsüz idi. Her iki ayağının altı biraz çukurdu. Üzerleri
ise düz ve pürüzsüzdü. Ayakları ıslandığı zaman, su üzerinden kayar giderdi.
Yürürken ayağım kuvvetle kaldırır ve ileriye atardı. Adımları genişti. Kolay,
kuvvetli ve vekarlı yürürdü... Döndüğü zaman, yalnız boynu ile değil tam
dönerdi. Bir şeye bakmak ihtiyacı olmadığı zaman gözünü yumardı. Hayası ve
tevazuu son derece olup, yukarı daha az, aşağı daha çok bakardı. Bakışlarının
pek çoğu, göz kenarı ile olurdu. Arkadaşları önde, kendisi arkada giderdi.
Karşılaştığı kimselere önce kendisi selam verirdi."
"Ben, dayıma
dedim ki: O'nun konuşması nasıldı? Bana bunu da anlatır mısın?"
"O da cevabında
bana dedi ki: "O, devamlı düşünceli ve hüzünlü idi, rahat nedir bilmezdi,
ihtiyâç olmadıkça konuşmaz susardı, sükûtu çok uzun sürerdi.
O, Arabm dâima beğenip
övdüğü gibi ağzını doldura doldura konuşurdu.Sözü çok güzel ve anlamlı söyler,
az kelime ile çok manâ ve hikmetleri dile getirirdi. Konuşmalarında, fazla veya
eksik bir şey olmazdı... Bütün sözleri açık ve üstün olup, bâzan tam anlaşılsın
ve iyi bellensin diye üç defa tekrarlandığı olurdu. Yumuşak huylu ve alçak
gönüllü idi. Herhangi bir nimeti asla küçümsemez, yemeği arzu etmese ile
zemmetmezdi. Mücerred tat alma duyusu bakımından, ne kötüler, ne de överdi.
Allah'ın haklarından herhangi birine taarruz edildiği zaman, O'nun öfkesinin
önüne geçilmezdi. Mutlaka o hak, yerine getirilirdi. Fakat kendi şahsına ait
herhangi bir şeyin zayi edilmesi sebebiyle öfkelenmez, illâ hakkımı alacağım
diye peşine düşmezdi. Bir şeye işaret etmek ihtiyacını duyduğu zaman elinin
tamamı ile işarette bulunur, hayret ettiği zaman da elini aşağı yukarı
çevirirdi. Öfkelendiği zaman, yüzünü çevirir ve susardı. Sevindiği zaman gözünü
yumardı. Çoğu zaman gülmesi, tebessüm etmekten ibaretti... Bu sırada mübarek
dişleri, beyaz dolu dâneleri gibi görülüp parlardı." [37]
Sevgili
peygamberimiz'in isimleri pek çoktur. Bu isimlerden her biri, hiç şüphesiz
O'nun büyüklüğüne ve şerefinin yüksekliğine delâlet etmektedir... bazı âlimler,
gerek Kur'ân'da geçen gerek hadislerde bulunan, gerekse daha Önce nazil olmuş
semavî kitaplarda bulunan bu isimlerin sayısının bin olduğunu söylemektedirler[38]
Buharı ve Müslim'in
Cübeyr bin Mut'im'den rivayeti şöyledir: Ben, Resûlüllah (s.a.v.)'in şöyle
buyurmakta olduğunu işitmişimdir: "Biliniz ki; benim bazı isimlerim
vardır! Ben, Muhammed ve Ahmed'im! Ben, Allah'ın kendisi sebebiyle küfrü imha
ettiği el-Mâhî'yim! Ben, insanların kendi kademi üzerinde haşrolunacakları
el-Hâşir'im! Yine ben el-Âkib'im! O Âkib ki, kendisinden sonra asla bir
peygamber gelmeyecektir!..."
(Taberânî ve Ebû
Nuaym'in Câbir bin Abdullah'tan sevkettiklerİ rivayette aşağı yukarı bu
mealdedir.)
Yine Cübeyr'den
Ahmed'in, Tayâlisî'nin (ve diğer bazı kaynakların) rivayetinde ise, yukarıda
geçen beş isme ilâveten: "...Yine ben, el-Hâtem'im ki, peygamberlik
benimle mühürlenmiştir" buyurulmuş-tur.
Ahmed ile Müslim'in
Ebû Musa el-Eşarl'den rivayeti ise şöyledir, o demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.),
kendi zâtına ait bazı isimleri bize haber vermişti. Bunlardan bazılarını
hafızamızda tuttuk, bazılarım ise tutamayıp unuttuk... Hafızamızda
tuttuklarımız şöyledir: O buyurmuştu ki: "Ben Muhammed'im, Ahmed'im! Ben
Mukaffa ve Hâşir'im! Ben, tevbe peygamberi, savaş peygamberi ve rahmet
peygamberiyim."
Tirmizî ve diğer
bazı kaynaklara göre ise bu
isim şöyle sıralanmaktadır. (Yâni
Önce rahmet peygamberi olduğu bildirilmekte ve şöyle buyurulmaktadır):
"iyi belleyiniz, ben; rahmet peygamberiyim, tevbe peygamberiyim, el
-Mukaffa 'yını, el-Hâşir'im ve de savaşlar peygamberiyim."
Ebû Nuaym, İbn-i
Merdûye ve Deylemî Ebu't-Tufeyl'den rivayet ederler: "Bir defasında
Peygamber Efendimiz şöyle buyurdular: "Rabbim'in indinde benim on adım
var: Muhammed, Ahmed, Fâtih, Hâtem, Ebu'l-Kâsım, Haşir, Âkıb, Mâhî, Yâsîn ve
Tâhâ[39]
Mücâhid'in rivayeti
ise şöyledir: "Ben Muhammed ve Ahmed'im. Ben Melhame yani savaş
peygamberiyim. Ben Mukaffa ve Hâşir'im. Ben, zirâat yapmak için değil, Allah
yolunda savaşmak için gönderildim."
İbn-i Adiyy ile İbn-i
Asâkîr îbn-i Abbas'tan, o da Peygamber'den şöyle rivayet eder: "Benim
Kur'ân'daki adım Muhammed, İncil'deki adım Ahmed, Tevrat'taki adım da
Ahyed'dir. Bana Ahyed denilmiş, çünkü ben, ümmetimi cehennem ateşinden
uzaklaştırıyorum."
(Şevkanî diyor ki:
"Bu rivayetin râvilerı arasında, yalandan hadîs uyduran bir ravı de
vardır." Suyûtî.)
Ebu Nuaym'in îbn-i
Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: "Peygamber Efendimiz, geçmiş kitaplarda
Ahmed, Muhammed, Mâhî, Mukaffa, Nebiyyü'l-Melâhim, Hımtaya, Faraklîd ve Mazmaz
diye isimlendirilirdi"
Yine İbn-i Abbas'tan
Ibn-i Fâris'in rivayeti de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Benim Tevrat'taki adım: "Çok gülen ve savaşan Ahmed'dir." Yine
Tevrat'ta benim hakkımda: "O! deveye biner, gömlek giyer, birkaç lokma ile
iktifa eder, kılıcı boynundadır" denilmiştir." [40]
Kadı îyâd der ki: Yüce
Allah, kendisine ait isimlerden otuz kadarını Peygamber Efendimiz'e isim olarak
vermiş ve bu suretle O'na bir hususiyet bahsetmiştir. İşte o isimler sırasıyla
şunlardır: El-Ekrem, El-Emîn, El-Ewel, El-Âhir, El-Beşîr, El-Cebbâr, El-Hakk,
El-Habîr, Zü'1-Kuvve, El-Raûf, El-Rahîm, El-Şehîd, El-Şekûr, El-Sâdık. El-Azîm,
El-Afüvv, El-Alîm, El-Azîz, El-Fâti$ El-Kerîm, El-Metîn, El-Mü'min,
El-Müheymin, El-Mukaddes, El-Mevlâ, El-Veliyy, El-Nûr, El-Hâdî, Tâhâ ve
Yâsîn." [41]
Biz, bunlardan daha
fazlasını tesbit etmiş durumdayız... Yâni peygamber efendimize âit isimlerden
üçyüz kırk kadarını bazı kaynaklardan alarak bir risalede toplamış ve
manalarını da şerh etmiş bulunuyoruz... Bu isimlerden bazıları şunlardır:
"El-Ehad, El-Esdak, El-Ahsen, El-Ecved, El-A'lâ, El-Amir, El-Nâhî,
El-Bâtm, El-Berru, El-Burhân, El-Hâşir, El-Hâfız, El-Hafîz, El-Hasîb, El-Hâkim,
El-Halîm, El-Hayyü, El-Halîfe, El-Dâî, El-Râfi1, El-Vâdı, El-Selâm,
Rafîu'd-Dere-cât, El-Seyyid, El-Şâkir, El-Sâbir, El-Sâhib, El-Tayyib, EI-Tâhir,
El-Adl, El-Aliyy, El-Gâlib, El-Afüvv, El-Ganiyy, El-Kâim, El-Karîb, El-Mâcid,
El-Mu'tî, El-Nâsih, El-Nâşir, El-Vefîyy, Hâmîm, Nûn..." [42]
Ali bin Zeyd bin
Cüd'ân der ki: "Bazı arkadaşlar toplantı hâlinde idiler. Aralarında
müzâkerede bulunuyorlardı. Bir ara içlerinden birisi: "Arap şâirlerinin
söylediği şiirler arasında en güzel beyt hangisidir?" diye sordu. Cevap
olarak dediler ki: "Şüphesiz Hassân'ın "Allah ona isminden bir isim
ayırdı" beytidir."
"Peygamber
şairi" olarak anılan Hassan'ın bu şiirinde, şu mealde mısralar da
bulunmakta idi: "Allah, O'nun adını kendi adı ile beraber andırıyor:
Müezzin beş vakit ezanları okuyup "eşhedü" dediği müddetçe...
Lütfedip O'na Kendi isminden bir isim ayırdı. Arş'ın Rabbi'nin bir adı Mahmûd.
Peygamberinin adı da Muhammed’[43]
îbn-i Asakir'in
nakline göre îbn-i Abbas demiştir ki: "Peygamberimiz doğduğu zaman, dedesi
Abdü'l-Muttalib O'nun nâmına akika kurbanı olarak bir koç kesmiş ve O'na
Muhammed adını koymuştur. Abdü'I-Muttalib'e demişler ki: "Ey Ebû Haris,
torununa Muhammed adını vermenizin sebebi nedir? O'na niçin atalarının
isimlerinden bir ad vermediniz?" O da şu karşılığı vermiştir: "O'nu
gökte Allah, yeryüzünde de insanlar övsün diye, O'na Muhammed adını
verdim," [44]
îbn-i Sa'd'ın îbn-i
Abbas'tan, Zühri'den ve Asım bin Ömer bin Katâde'den rivayeti şöyledir:
Peygamber Efendimiz'in Medine ziyaretiyle ilgili olarak dediler ki:
"Peygamberimiz'in Medine'de dayıları vardı. Bunlar, Medine'deki Adiyy bin
Neccâr Oğullarına mensub idiler. Efendimiz, altı yaşma girdiği zaman, anası
O'nu yanına alarak dayılarını ziyarete götürdü. Yanlarında Ümmü Eymen de vardı.
Medine'ye vardıklarında Nâbiğa'nm evine indiler ve bir ay Medine'de kaldılar,
işte bu ziyaret zamanına ait bizzat Peygamber Efendimiz bazı şeyler hatırlar ve
derdi ki: "işte, o zaman biz anamla birlikte bu eve inmiştik. Ben, Adiyy
bin Neccâr oğullarına ait olan bir kuyuda güzelce yüzmüş tüm."
Yine onlar, bu
ziyaretle ilgili olarak demişler ki: Peygamberimiz o kuyuda yüzdüğü sırada,
başına yahudiler toplanmışlar ve O'na dikkatle bakmışlardır. Ümmü Eymen
demiştir ki: "Ben, kulağımla işittim, yahudilerden biri açıkça diyordu ki:
işte bu çocuk, bu ümmetin peygamberi olacaktır! Bu şehir de, O'nun hicret yurdu
olacaktır!" Yine Ümmü Eymen: "Ben, bütün bunları onların
konuşmalarından işittim, sonra Amine ve çocuğu ile birlikte Mekke'ye döndüm,
dönüş sırasında Ebvâ denilen yere geldiğimizde Amine hastalandı ve orada vefat
etti" demiştir.
Ebû Nuaym'in
Vâkıdî'nin şeyhlerinden çıkardığı bir rivayette de aynen böyle denilmiştir.
Ancak bu rivayette şu fark vardır: "Peygamberimiz aynı zamanda demiştir
ki: Ben, o kuyuda yüzerken yahûdînin birinin dikkatle ve tekrar tekrar bana
baktığını gördüm. O yahûdî bana: "Senin adın nedir?" diye sordu. Ben
de: "Ahmed" diye cevap verdim. Sonra dikkatle arkama baktı ve:
"Bu, bu ümmetin peygamberidir!" diye konuştu. Sonra dayılarıma gidip
bunu onlara da söyledi. Dayılarım da anama söylediler... Bunun üzerine bana bir
şey olur diye anam korkuya kapıldı... Ve Medine'den çıktık..."
Yine Ümmü Ey men, bu
noktada şunları söyler: "Bana yahûdîlerden iki adam gelip: "Ahmed'i
çıkar da bize göster" dediler. Ben de çıkardım. Onlar da onu
evirip-çevirdiler, iyice incelediler... Sonra biri d'ğerine dedi ki: "Hiç
şüphesiz bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir! Bu Medine şehri de onun hicret
yurdu olacaktır ve bu şehirde büyük bir harb de olacaktır." Ben bu
sözleri, aynen onların konuşmalarından almış bulunuyorum." [45]
Ebû Nuaym Zührı
tarikiyle Ümmü Semâa'dan o da anasından şöyle rivayet eder: Ben, Amine'nin
vefatı ile neticelenen hastalığa yakalandığı zaman, onu gördüm. O sırada
Muhammed de onun başucunda idi ve beş yaşlarında görünüyordu. Amine, büyük bir
üzüntü ve hasretiyle oğlu Muhammed'in yüzüne baktı ve sonra şiir halinde
şunları söyledi: "Ey oğlum! Allah seni mübarek kılsın! Sen ki, çok
mi'metler ihsan edici Allah'ın yardımı ile ve adına yüz deve kesilerek
kurtulmuş bir babanın evladısın! Baban Abdullah'a çıkmıştı kurrâ da, yerine bu
yüz deve feda edilmişti. Oğlum, eğer **ü'yâda gördüğüm aynen çıkarsa, muhakkak
sen insanlara peygamber olarak gönderileceksin; celâl ve ikram sahibi Allah
tarafından meb'ûs olacaksın... Mekke'de ve Mekke'nin dışında hakikati ortaya
çıkarmakla ve islâmı kullara tebliğ etmekle mükellef bulunacaksın... îslâm ki,
Senin atan ve büyük insan İbrahim'in dînidir; îbrâhim ki, ne kadar i>i bir
kuldur. Oğlum ben seni böyle görüyorum ve insanlara uyarak putlara saygı
göstermekten seni sakındırıyorum!..."
Sonra Amine şu sözleri
ilâve etti: "Şüphesiz her yaşayan ölür! Her yeni eskir, her genç kocar.
îşte ben ölüyorum, fakat adım bakî kalacak! Ben, insanlara büyük bir hayır
bırakıyorum, ben senin gibi tertemiz bir çocuk dünyaya getirmişim!"
Bunları ifade etti ve sonra oracıkta vefat eyledi."
Cinlerin, Amine gibi
büyük bir kadın için yas tutup ağladıklarım duyuyor ve onların şu sözleri
söylediklerini işitiyorduk:
"Bizler, Amine
gibi büyük bir kadının vefatına ağlıyoruz!" "Bu güzellik ve yüksek
iffet sahibinin acısıyla içimizi dağlıyoruz!" "Öyle bir kadın ki,
oğlu âhir zamanın peygamberi olacak!" "Öyle bir peygamber ki,
mimber'i Medine'de kurulacak..." [46]
îbn-i Sa'd, îbn-i
Ebi'd-Dünyâ, Beyhaki, Taberani, Ebû Nuaym ve îbn-i Asakir Mahreme bin
Nevfel'den, o da anası Rukayka bint-i Sayfi'den rivayet eder. Rukayka
Abdü'l-Muttalib'in yaşıtı olup şöyle demiştir: "Mekke'de pek çok yıllar
peşpeşe kurak gidiyordu. Bedenler zayıflamış, kemikler incelmişti. Bir gün ben,
hafif uykuya dalmıştım. Gizliden bir ses: "Ey Kureyş, size içinizden
gönderilecek olan peygamberin gelmesi günleri yaklaşmıştır. Haydi geliniz bol
yağmura ve bereketli yeşilliğe! Gidiniz o orta boylu, güzel huylu, geniş
omuzlu, büyük kemikli, beyaz renkli, herkes indinde hürmetli adama. O'nun
öğünülecek hasletleri, uyulacak güzel adetleri vardır. O ve onun çocuğu ve
torunu ortaya çıkıp seçilsinler. Her aileden bir adam güzelce temizlenip, güzel
kokular sürünüp Haceru'l-Esved'i selamlasınlar, Kabe'yi yedi defa tavaf
etsinler, sonra Ebû Kubeys dağına çıksınlar, o büyük zat (Abdü'l-Muttalib) dua
etsin ve diğerleri de onun duasına amin desinler, işte bunu yapınız, bol ve
bereketli yağmura kavuşunuz" diye nida ediyordu. Sabah olunca uyanmış ve
beni şiddetli bir titreme kaplamıştı. Hayretler içindeydim. Mekke sokaklarında
dikilip rü'yamı anlatmaya başladım. Herkes: "Tamam bu, Şeybetü'1-Hamd
dediğimiz Abdü'l-Muttalib'tir!" diyordu. Sonra kadınlar da gelip topluluğa
katıldı lar. Tulumlardan biraz su damlatıp ayrıca koku süründüler.
Hacerü'l-Esved'i selamlayıp Kabe'yi tavaf ettiler. Sonra Ebû Kubels dağına
çıktılar. Tâ zirvesine yürüdüler ve bu sırada Abdü'l-Muttalib, yanında torunu
Muhammed de (s.a.v.) olduğu halde ayağa kalktı. Peygamberimiz henüz bulûğ
çağına yaklaşmış bir çocuk idi. Abdü'l-Muttalib ellerini kaldırıp şöyle dua
ediyordu: Ey açığımızı dolduran, fakirlik ve ihtiyacımızı gideren Allah'ım! Ey
sıkıntılarımızı alıp üzerimize açıklık ve ferahlık getiren Rabbim! Şüphesiz
Sen, her şeyi bilensin, her şey kendisinden istenensin! îşte kullarının hali
Sana malûm, Senin Harem-i Şerifinin kenarında hallerini Sana arzedip Sana
yalvarıyorlar ve Senden istiyorlar. Hayvancıklarını mahv u perişan eden kıtlık
ve kuraklık belasından kurtarılmaları için, ancak Senden yardım istiyorlar.
Allah'ım! Bol ve bereketli yağmurlarını yağdır, kullarının yüzünü güldür!"
Onlar daha yerlerinden
ayrılmadan yağmur başladı ve Öyle
bereketli yağdı ki, bütün vadi boyunca seller aktı. Bunun üzerine Kureyş'in
yaşlıları Abdü'l-Muttalib'e hayır dualar ettiler. "Ey şu vadinin atası, ne
mutlu sana! Sayende vadi hayata kavuştu" dediler.
Şâir Rukayka'nm şu
sözleri de bu münasebetle söylenmiştir:
"Şeybe'nin
hürmetine Allah, beldemizi suya kandırdı.
Sıkıntımız
şiddetlenince Allah, bize kendini andırdı.
Yağmurlar dinmiş,
sular çekilmişti vadimizde artık!
Şimdi, gitti susuzluk,
yamandı hacetlerimi zdeki yırtık. Şüphesiz Allah'tan bir lütuf, Şeybe sâdece
bir sebeb. Mudar'dakiler de anlamışlardı hayırla onu hep. Gerçekten mübarek
adam! Öyle ki sayesinde yağmur istenilir. Halk içinde bir başka onun gibisi,
nasıl gösterilebilir!" [47]
Târihinde Buharı,
Tabâkat'ında îbn-i Sa'd, sahihtir kaydiyle Hâkim ve daha birtakım kaynaklar
Kendir bin Saîd'den şöyle rivayet ederler: Kendir'in babası Saîd demiştir ki:
"Ben câhiliye zamanında hac yapıyordum. Kabe'yi tavaf sırasında bir adam
gördüm, nazım halinde şunları söylüyordu: "Ey Rabbim! Muhammed'i
develerimi bulmaya gönderdim, O'nun işini rast getir, O hayli gecikti, O'nu
salimen bana geri getir." Ben: "Bu kimdir?" diye sordum.
"Bu, Abdü'l-Muttalib'tir" dediler ve ilave ettiler: "O, torunu
Muhammed'i develerini aramaya yolladı. Her ne zaman O'nu, bir haceti için
yollasa, mutlaka o haceti görülmüş olur. Şimdi Muhammed geciktiği için, böyle
dua ediyor." Derken Peygamberimiz (s.a.v,), dedesine âit develerle
birlikte çıkageldi.
Diğer bazı kaynakların
Muâuiye bin Hayde'den rivayetleri ise, şu farklılığı arzetmektedir: "Hayde
bin Muâviye câhiliye devrinde Umre için çıkmıştır Tavaf etmekte olan bir
ihtiyara rasladı. İhtiyar şunları söylüyordu: "Rabbim, develerimi bana
döndür, elçimi salimen geri çevir." Ben, bu ihtiyarın kim olduğunu sorduğumda;
"Kureyş'in efendisi Abdü'l-Muttalib" cevabım aldım. Aynı zamanda
onlar bana dediler ki: "O'nun pek çok develeri vardır. Bir gurub devesi
kaybolduğu zaman onları bulup getirmeleri için oğullarını gönderir. Onlar bulup
getiremediği zaman, torunu Muhammed'i gönderir, işte şimdi de, develerini bulup
getirmesi için Muhammed'i göndermiştir. Fakat o biraz geciktiği için, böyle
Allah'a yalvarıp yakarmaktadır." Ben onlardan bunları dinlediğim yerden
ayrılmadan önce Muhammed (s.a.v.), dedesine âit develeri bulup
getirmiştir." [48]
Beyhaki ve îbn-i îshâk
Abdullah bin Ma'bed'den, o da bazı ev halkından rivayet eder. Şöyle demiştir:
"Kabe'nin gölgesinde gelip" oturması için Abdü'l-Muttalib adına bir
minder konulurdu. Ona hürnıeten, evlatlarından hiç biri bu mindere oturmazdı.
Peygamber Efendimiz ise, hiç çekinmeden gelir bu minder üzerine otururdu.
Amcaları ise, oturmasın diye O'nu çekip uzaklaştırmak isterler, Abdü'l-Muttalib
de O'na müdahale etmemelerini söyler, O'nun başını ve sırtını okşar ve:
"Benim bu oğlumun şanı çok büyük olacak!" derdi. Derken
Abdü'l-Muttalib vefat etti. Bu sırada Peygamberimiz sekiz yaşında idi. Ebû
Talib'e, kendisini himayesine alması için vasiyette bulunması üzerine, bundan
sonra onun himayesinde oldu.
(Demek ki dedesi
Abdü'l-Muttalib'in O'nu himayesi, iki sene sürmüştür.)
Bu noktada Ebû
Nuaym'in rivayeti şu farklılığı arzeder: "Bırakın O'nu, bana has olan
minder üzerine varsın otursun! Görmüyor musunuz, O'nun halinde bir başkalık
var. O, kendi içinde birşeyler hissetmese, gelip oturur mu buraya! Ben eminim
ki, bu çocuk, hiç bir arabm ulaşamadığı şan ve şerefe erişecektir"
Mücahid ve Nâfı' bin
Cübeyr'den gelen rivayette ise: "Bırakın O'nu, O bir meleğe arkadaşlık
etmektedir" denilmiştir ve bu sıralarda idi ki Müdlic oğullarına mensub
bir grup adam gelmiş, Abdü'l-Muttalib'e hitaben: "Bu çocuğu iyi koru,
Makam-ı İbrahim'deki ayak izine O'nun ayağı kadar benzeyen bir ayak biz
görmedik" demiştir. Yine Abdü'l-Muttalib Ümmü'l-Eymen'e hitaben demiştir
ki: "O'nu gözün gibi koruyacaksın! Baksana ehl-i kitap, benim bu oğlumun
şu ümmetin peygamberi olacağını söylemektedirler."
Ebû Nuaym, Vâkıdî'den,
o da şeyhlerinden rivayet eder. demişler ki: "Abdü'l-Müttalib bir gün Kabe
yanında idi. Yanında Necran üskufu (papazı) vardı. Papaz onun tanıdığı ve
arkadaşı idi. Konuşurlarken kendisine dedi ki: "Bizler ismail oğullarından
gelecek olan bir peygamberin bazı niteliklerini okumuşuz. O, bu şehirde
doğacak, şöyle şöyle sıfatları bulunacak." Derken Peygamberimiz oraya
çıkageldi. Necran Üskufu, O'nun gözlerine, arkasına ve ayaklarına dikkatle
baktı ve kendisini gözden geçirdi. Derhal dedi ki: "O, işte budur! Bu
çocuk, senin neyin oluyor?" O: "Oğlum" dedi. Üsküf: "O'nun
babası hayatta olmayacak" dedi. Abdü'l-Muttalib: "O, oğlumun oğludur,
O'nun babası, anası kendisine hamile iken vefat etmiştir." Üsküf:
"Doğru söylüyorsun" dedi. Abdü'l-Muttalib, oğullarına hitaben:
"O'nu iyi koruyunuz, görmüyor musunuz O'nun hakkında ne söyleniyor!"
diye emir verdi."
Burada, bir de Seyf
bin Zi Yezen'in babası ile ilgili bir rivayet bulunmaktadır. îran Kisrâsı'mn
yardımı ile Yusuf bin Zi Yezen Habeşistan'ı emri altına almış ve bu
başarısından dolayı Kisrâ'nm emriyle Yemen'e vali olmuştu. Bu olay,
Peygamberimiz'in doğumundan iki sene sonra olmuştu. Bu sırada çeşitli arap
heyetleri Yusuf u tebrike giderler. Kureyş'i temsilen giden heyetin başında da
Abdü'l-Muttalib vardır. Yusuf kendisine demiştir ki: Ey Abdü'l-Muttalib!
Bildiklerim arasından sana önemli bir sır, söylemek istiyorum. Başkası olsaydı,
bu sırrı asla söylemezdim. Fakat baktım ki sen de aynı madendensin. Bunun için
sana söylüyorum. Bu önemli sır, Allah'ın O'na izin vermesine kadar saklı
kalsın.
Şöyle ki: Benim
bildiğime ve okuduğuma göre, bir büyük hayır var! Fakat yine aynı büyüklükte
bir şer de var. Hayatın da, vefatın da şerefi bunda bulunmaktadır. Bu, herkese
şamil bir şey, fakat senin ailene de özellik arzeden bir şey!"
Abdü'l-Muttalib derhal: "Bu nedir?" diye sordu. Yusuf da dedi ki: "Mekke
vadisinde bir çocuk doğacak, O'nun iki omuzu arasında bir beni olacak. Önderlik
kendisinin olacak, sizler O'nun sayesinde başkanlığı ele alacaksınız. Şimdi tam
onun doğumu zamanıdır, belki de doğmuş bulunmaktadır, ismi Muhammed olacak,
babası ve anası vefat etmiş olacak. O'nu önce dedesi, sonra amcası himayesine
alacak. Allah O'nu, açıkça elçi gönderecek. Bizlerden de ona nice yardımcılar
olacak. Dostları onunla şerefe, düşmanları da zillete erecek. Büyük fetihler
olacak. O, Rahmân'a ibâdet edecek, şeytanın burnunu kıracak. Ateşi söndürecek,
putları kıracak. O'nun sözü hakem olacak, hükmü sırf adalet olacak, iyiyi
emredip kötüyü yasaklayacak ve ortadan kaldıracak. Örtüsüne bürünmüş Kabe'ye
yemin ederim ki, sen O'nun dedesisin, ey Abdü'l-Muttalib! Bunda hiç bir yalan ve
hilaf yok. Sen, buna dâir daha önce bir şey hissettin mi?"
Abdü'l-Muttalib: "Evet" dedi ve ilave etti: "Ey hükümdar, benim
bir oğlum vardı, onu çok seviyordum ve canım gibi koruyordum. Büyüyünce
kendisini kavmimin en şerefli ailesinden Vehb'in kızı Amine ile evlendirdim.
Bir oğlanları oldu. Ben de kendisine Muhammed adını koydum. Sonra babası ve
anası öldüler. Şimdi O'nu kendi himayeme almış bulunuyorum. Sonra da amcası
O'nu himaye edecek." Yusuf bin Zi Yezen: "Ey Abdü'l-Müttalib, benim
sana söylediklerim, aynen senin bana söylediklerindir. O'nu iyi koruyun.
Bilhassa yahudilerden çok iyi sakının. Gerçi yüce Allah, O'nu onlardan ve diğer
serlerden koruyacaktır. Fakat gene de sizler, koruma vazifenizi, büyük bir
dikkat ve titizlikle yapmaya çalışınız. Eğer ben, O'nun Peygamberlik zamanına
sağ çıkarsam, şüphesiz emrimdeki askerler ve diğer imkanlarla O'nun yardımına
koşarım. Hattâ Medine'ye yerleşirim. Zira ben, konuşan kitapta ve geçerli
ilimde Medine'nin O'nun müstahkem kalesi olacağına dair bilgi bulmaktayım. Bu
bilgiler arasında, Medine halkının da kendisine yardımcı olacaklarım, ve O'nun
kabrinin dahi orada olacağını görmekteyim."
Vâkıdî ve Ebû Nuaym,
Ka'b bin Mâlik'in oğlu Abdullah'tan şöyle rivayet ederler: O demiştir ki:
"Kavmimden bazı üstadlar bana dediler ki: "Bizler umre için Mekke'ye
gitmiştik. O zaman Abdü'l-Müttalib de hayatta idi. Bizim yanımızda Teym
yahudilerinden biri vardı. Bize arkadaşlık ediyor ve ticarette bulunuyordu. Bu
adam, Abdü'l-Müttalib'i gördüğü zaman ona dedi ki: "Bizler, kitabımızda
okuduk ki, bu adamın neslinden bir peygamber gelecek, biz yahudileri ve kendi
kavminden nicelerini öldürecek."
İbn-i Sa'd'ın Ebû
Hâzım'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz henüz beş yaşlarında
iken Mekke'ye bir kâhin gelmişti. Peygamberimiz'i ve Abdü'l-Müttalib'i dikkatle
süzdükten sonra hemen dedi ki: "Ey Kureyş topluluğu! Derhal bu çocuğu
öldürünüz! Çünkü bu, sizden pek çok kimseyi öldürecek ve sizi parça parça
dağıtacak." Kâhinin bu çağrısından sonra Kureyş, hep Peygamberimiz'in hâl
ve işinden korkar olmuştur." [49]
Ata bin Ebû Rebâh'ın,
hocası İbn-i Abbas'dan rivayeti aynen şöyle: "Ebû Talib'in oğulları, sabah
uykudan kalktıkları zaman gözleri hep çapaklı olurdu. Peygamberimiz'in gözleri
ise tertemiz ve son derece parlak olurdu. O, kendi çocuklarını ve
Peygamberimizhi sofraya çağırır, onun oğulları derhal sofrada ne varsa
kapışırlardı. Alan gider ve aldığını yerdi. Peygamberimiz ise, asla onlarla
birlikte bir şey kapmak için elini uzatmazdı. Onlar, mevcudu kapar giderler, o
da eli boş kalırdı. Bunu fark eden Ebû Tâlib, daha sonraları Peygamberimiz'in
yiyeceğini ayırmış ve ona yalnız olarak yedirmiştir."
Yine aynı tarikten ve
ilâveten Mücahid'den ve daha başkalarından rivayet edilir. Şöyle anlatılır:
"Ebû Tâiib'in ev halkı, yemeklerini ister ayrı ayrı yesinler, ister toplu
olarak yesinler, bir türlü doymazlardı, Peygamberimiz'le birlikte yedikleri
zaman hepsi doyardı. Sabah veya akşam yemeği sırasında Ebû Tâlib ev halkına
derdi ki: "Bekleyiniz! Yeğenim Muhammed gelmedikçe yemeğe başlamak
yok!"
O gelir, hep beraber
yerlerdi. Sofraya konulan yemeği bitiremezlerdi. Eğer Peygamberimiz sofrada
bulunmazsa, hiç biri doymazdı. Süt içtikleri zaman da, önce Peygamberimiz
içerdi. Kalanı ise ev halkının hepsine yeter, hepsi süte kanardı. Amcası,
kendisine hitaben "Oğlum, sen gerçekten mübarek bir çocuksun" derdi.
Amcasının çocukları sabahleyin uykudan kalkınca gözleri çapaklı olurdu.
Peygamberimiz'in iki gözü ise tertemiz ve parlak olurdu. Yağlanmış ve
sürmelenmiş bulunurdu."
Bazı kaynaklar, Ümmü
Eymen'den bir rivayet sevkeder. Buna göre Ümmü Eymen demiştir ki: "Ben,
hiç bir zaman Peygamber'in (s.a.v.) açlıktan veya susuzluktan şikayet ettiğine
raslamadım. Sabahleyin Harem-i Şerife gider Zemzem'den içerdi. Bazen kendisine
sabah kahvaltısını sunardık. O da yemek istemez ve: "Ben şimdi tokum"
derdi."
İbn-i Sa'd'm
Îbnü't-Kıptıyye'den rivayeti de şöyledir: "Vadiye çıkıldığı zaman, Ebû
Tâlib'in istirahat etmesi için bir yaygı dürülür, yastık haline getirilir ve
onun yerine konulurdu. Peygamberimiz de gelir bu yaygıyı açar ve üzerine
sırtüstü yatardı. Ebû Tâlib geldiğinde O'nu bu vaziyette görür ve:
"Mekke'nin kudsiyetine yemin ederim ki şu benim yeğenim, gerçekten büyük
bir nimet ve mutluluk hissetmektedir." Diğer bir rivayette de:
"Muhakkak benim şu oğlum, büyük bir keramet hissetmektedir"
denilmiştir. [50]
Beyhaki îbn-i
îshak'tan şöyle nakleder: Peygamberimizin dedesi vefat ettikten sonra kendisini
amcası Ebû Tâlib himayesine almıştı. Kureyş'ten bir kafile ticaret için Şam'a
çıkarken bu kafileye Ebû Tâlib de katılmıştı. Yanında Peygamberimiz de vardı.
Kafile yoluna devam edip Busrâ denilen yere vardıkları zaman yük indirip
istirahate çekildi. Burada Bâhirâ adında bir rahip vardı. Kendisi
hıristiyanlarm en bayük alimi idi. Veraset yoluyla elde ettiklerini iddia
ettikleri ilmin tamamına sahib bulunuyordu. Kureyş kafilesi bu sefer daha
kalabalık idi. Daha önce kendileriyle ilgilenmeyen râhib Bahirâ, bu sefer onlar
için yemek hazırlatıp kendilerini yemeğe çağırdı. Küçük büyük hür veya köle
herkesin gelmesini de tenbihlemişti. Herkes geldi, fakat Peygamberimiz genç
olduğu için eşyanın ve develerin başında bekçi kaldı.
Kureyş, Bahirâ'nın
böyle bir ziyafet vermesini, gördüğü bir şeye yoruyordu. Şöyleki: O, kendisine
mahsus yerde ibâdet ederken Kureyş kafilesinin gelişini görmüş, kafile gelirken
içlerinden birinin üzerinde bir bulutun birlikte seyrettiğini farketmiş. Kafile
gelip bir ağacın altına yerleştiği zaman ağacın dallarının, güneşte kalan
Peygamberimiz'in üzerine doğru meylederek O'nu gölgelendirdiğini de fiarketmiş.
Bu sebeble kendilerine fazla iltifat gösterip işin aslını iyice öğrenmek
istemişti. Buna vesile olması için de büyük bir ziyafet verdi. Kureyş, ziyafet
yerine geldiği zaman, Bahirâ'ya hitaben: "Biz buraya çok uğrardık.
Böylesine bir iltifatı daha Önce görmedik" dediler. Bahirâ da şu karşılığı verdi: "Doğru söylersiniz. Fakat
sizler misafirsiniz.
Hepinizin yiyeceği bir
yemekle sizlere ikramda bulunmak istedim."
Ayrıca Bahirâ
Peygamberimizin gelmemiş olduğunun farkına vararak: "Ey kavim! Ben
sizlerin hepsinin gelmesini istemiştim, fakat içinizden gelmeyen de var!"
dedi. Kureyş: ''O gençtir, ağacın altında eşyalarımızın başında kaldı"
dediler. Bahirâ: "Olmaz mutlaka onu da getiriniz" diye İsrar etti.
Kureyş'ten biri de: "Gerçekten Ebû Tâlib'in yeğenini bu ziyafetten mahrum
etmemiz, bize lâyık değildir" diyerek gitti ve Peygamberimiz'in koluna
girerek kendisini getirdi. Peygamberimiz geldikten sonra Bahirâ hep kendisini
dikkatle süzüp gözden geçiriyordu. Her şeyi daha önceden okuyup bildiği gibi
buluyordu. Kureyş yemeği yedikten sonra dağıldı. Bahirâ Peygamberimiz'e
hitaben: "Ey genç, Lât ve Uzza adındaki putlar hakkı için sana
soracaklarıma cevap ver!" dedi. Peygamberimiz ise: "Ben hiçbir zaman
Lât ve Uzza adına birşey yapmam! Benim en çok kızdığım şeyler putlardır!"
cevabını verdi. Bahirâ'nm öyle söylemesi, Peygamberimiz'in kavminin öyle yemin
ettiklerini daha önce işitmiş olmasmdandı. Peygamberimiz'den bu cevabı alınca:
"Ey Muhammed, Allah adına, sana soracaklarıma cevap ver!" dedi.
Peygamberimiz de: "Madem ki Allah adına soruyorsun, sen sor, ben de
cevaplarını vereyim" dedi. Bunun üzerine Bahirâ, Peygamberimiz'in şahsi
ahvâline, işlerine ve uykusuna varıncaya kadar pek çok şeyi sordu.
Peygamberimiz de hepsinin cevabını verdi. Aldığı bütün cevablar, o hususlardaki
bilgisine uygun oluyordu. Sonra Peygamberimiz'in arkasına bakıp iki omuzu
arasındaki nübüvvet mührünü gördü. Sonra amcası Ebû Tâlib'e dönerek: "Bu
genç senin neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi.
Bahirâ: "Bu, senin oğlun olamaz! Bunun babası yaşıyor olmamalıdır"
dedi. Ebû Tâlib: "O, benim kardeşimin oğludur ve âdetimiz gereği ben O'na
oğlum derim" dedi. Bahirâ: "Babasına ne oldu?" diye sordu. O da:
"Öldü, o sırada anası bu gence hamile idi" dedi. Bahirâ: "Doğru
söyledin" dedi ve ilave etti: "Sen hemen bu genci al ve memleketine
götür! Bilhassa yahudilerden O'nu iyi sakla. Allah'a yemin ederim ki, eğer
yahudiler onu görecek olsalar ve tanısalar, muhakkak ona büyük kötülük ederler,
onu öldürürler. Zira senin kardeşinin oğlu olan bu zât için, çok büyük şeyler
olacaktır."
Bunun üzerine Ebû
Tâlib, ticaret işlerini derhal bitirip büyük bir acelecilik ile yeğenini
alarak, Mekke'nin yolunu tuttu."
Derler ve iddia
ederler ki, Ehl-i Kitap'tan olan Zübeyr, Temmâm \ı> Dın^, Peygamberimizi
görmüşler, ondaki bazı alametleri fark etmeler ve O'na kötülük yapmak
istemişler. Fakat Râhib Bahirâ, kendilerini bu hususta teskin etmiş, Allah'ın
irade ve takdirinin önüne geçilemiyeceği hususunda onları ikna etmiştir. Onlar
da onu bu hususta tastik etmişler, Peygamberimiz'e kötülük yapma isteğinden
vazgeçmişler ve dönüp gitmişlerdir. Bunu böylece konuşan halk, yine Ebû
Tâlib'in aşağıdaki beyitleri de bu vesile ile söylemiş olduğunu konuşmakta ve
iddia etmektedirler:
Ebû Talib'in söylediği beyitler şu mealde idi:
"Gönüllerin
gamını gideren sözleri Muhammed'den işittiler de dönüp gittiler. Ferd veya
toplu olarak söylenen şeylere dâir haberleri işittiler. Halbuki Zübeyr, Temmâm
ve Diris, O'na kötülük kurmuşlardı. Önce inanmamışlardı amma, Bahirâ bu hususta
kendilerini ikna etti de O'na kötülükten el çektiler, çekip gittiler. Diğer
bazı rahiplerin yaptıkları gibi. Fakat Bahirâ bu hususta gerçekten çok yoruldu,
mücadeleler edip ter döktü. Allah için nice güzel nasihatler verdi: "Bunun
böyle olacağı bütün kitaplarda dahi her renk mürekkeble yazılıp anlatılmış
değil midir?" diyerek ne diller döktü." [51]
Vâkıdî'nin şeyhlerinden
nakli de bu mealdedir. Ancak onun rivayetinde ayrıca şöyle denilmektedir:
"Bahirâ O'nun gözlerinin kızarıklığına da dikkatle baktı ve bunun geçici
olup olmadığını sordu. Kendisine: "Gözlerimdeki kızarıklık hiç
geçmez" denildi. Uykusunun nasıl olduğunu sordu. Peygamberimiz de:
"Gözlerim uyur fakat kalbim uyumaz!" dedi. Neticede Bahirâ: "Biz
bu nitelikleri okuduğumuz kitaplarda böyle bulmuştuk. Ve bizlerden bu hususta
söz de alınmıştır" dedi. Bunun üzerine Ebû Tâlib: "Sizlerden kim söz
almıştır?" diye sordu. Bahirâ da cevabında: "Zamanı gelince bunu
böylece açıklamamız için Allah bizlerden söz almıştır. Buna dair ayetini,
Peygamberimiz Meryem oğlu İsa'ya indirdiği kitapta göndermiştir" diye
konuşmuştur.
îbn-i Sa'd'm Dâvûd bin
Husayn tarikından çıkardığı haberde ise, Peygamberimiz'in o sırada yaşının on
iki olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Ebû Nuaym'in de Ali'den bir rivayeti var.
Buradaki fark ise şöyle: "Peygamberimiz, Râhib Bahirâ'nın manastırına
girdiği zaman, manastırın her tarafı nura buyandı. Bunun üzerine Bahirâ:
"Bu genç, Allah'ın araplardan bütün insanlara peygamber olarak göndereceği
zattır" demekten kendisini alamadı." [52]
Şimdi de yine îbn-i
Sa'd'ın ve îbn-i Asakir'in Muhammed bin Akilin oğlu Abdullah'tan sevkettikleri
bir rivayeti görelim. O demiştir ki: "Ebû Tâlib Şam'a sefere çıktığı zaman
yanında yeğeni Muhammed'i de götürdü. Bir manastırda yaşamakta olan rahibin
yanma indiler.
Râhib, Ebû Tâlib'e:
"Bu genç neyin oluyor?" diye sordu. O da: "Oğlum" dedi.
Râhib: "Bunun babası hayatta olmaması lazım" dedi. Ebû Tâlib:
"Niçin?" diye sordu. Râhib: "Çünkü bu genç peygamber
olacaktır" dedi. Ebû Tâlib: "Peygamber ne demektir?" dedi. Râhib
de: "Peygamber vahiy yoluyla Allah'ın emir ve isteklerini kendisine bildirdiği
ve bunları insanlara bildirmesi için mükellef kıldığı kimse" demektir
cevabını verdi. Ebû Tâlib bunu yine anlayamadı ve: "Allah, bu senin
dediğinden yücedir" demekten kendisini alamadı. Râhib son olarak: "Bu
genci, özellikle yahudilerin şerrinden sakın!" tenbihinde bulundu.
Ebû Tâlib oradan ayrılıp
yoluna devam etti. îleride yine bir rahibin yanında konakladı. O da benzeri
soruları sordu ve benzeri cevapları aldı. Sonunda dedi ki: "Ey Ebû Tâlib,
bu gencin siması peygamber simasıdır, gözleri de bir peygamber gözüdür."
Ebû Tâlib, şaşkınlık içinde: "Sübhânellah! Allah, senin bu dediğinden
uzaktır!" demekten kendisini alamadı. Yeğeni Muhammed'e dönerek:
"Oğlum Muhammed, görüyor musun, adamlar neler de söylüyorlar?" dedi.
Peygamberimiz de: "Amcacığım, Allah nelere kadir değildir ki? Sakın
Allah'ın kudretini inkâr etme!" karşılığını verdi.
îbn-i Sa'd'ın
çıkardığı diğer bir haberde ise, rahibin: "Bu genci, özellikle
yahudilerden sakın! Çünkü onlar araplardan âhir zaman peygamberinin gönderilmiş
olmasını çekemezler. Onlar O'nu, kendilerinden beklemektedirler" dediği
belirtilmektedir. [53]
îbn-i Asakir
Tarih'inde Celheme'den şöyle nakletmektedir. O demiştir ki: "Ben Mekke'ye
gitmiştim. Orada kıthk hüküm sürmekte idi. Kureyş ileri gelenleri Ebû Tâlib'e
giderek: "Görüyorsunuz ki, vadiler kurudu, çoluk çocuk aç... Lütfedin de
yağmur duasına çıkınız" dediler. Ebû Tâlib de duaya çıktı. Yanında öyle
bir çocuk vardı ki, yüzü sanki karanlık buluttan sıyrılıp çıkan güneş gibiydi.
Etrafında da bazı çocuklar bulunuyordu. Ebû Tâlib O'nun elinden tutarak
Kabe'nin yanma gitti, arkasını Kabe'ye dayadı. Çocuğun şehâdet parmağını yukarı
tutarak dua etti... Havada ise hiç bulut yoktu. Derken sağdan soldan bulutlar
çıkmağa başladı. Yağmur yağmaya başladı, yağdı da yağdı... Vadide seller aktı.
Köylü ve kentli herkes bol nimetlere kavuştu... îşte Ebû Tâlib'in aşağıdaki
mısraları, bu sebeple söylenmişti:
"Güzel Muhammed!
Sen, ne kadar mübareksin!...
Yağmur istenir, yüzün
hürmetine senin..."
"Yetimlere ve
dullara sen sığınaksın...
Haşim Oğullarına da
bir dayanaksın..."
"Onların yanında
O, ne kadar kutludur!
Nimete ermişler, bak
hepsi de mutludur..."
Ebû Nuaym'in îbn-i Avn
tarikiyle sevkettiği bir rivayete göre, Amr bin Saîd demiş ki: Yahudiler Ebû
Tâlib'e gelerek ondan bir şey satın almak istedi. Henüz genç yaşta bulunan
Peygamberimiz onların yanında çıkageldi. Onlar O'nu görünce ahş-verişi bırakıp
orayı terkettiler ve kaçmaya başladılar. Ebû Tâlib yanındaki adamına: "Koş
onların felan yerde önlerine geç ve onlara karşı ellerini çırparak;
"Şaşılacak şey, çok şaşılacak şey!" diye bağırmaya başla... Sonra
onların sana ne diyecekleirini bekle" dedi. O adam da koşarak gitti ve
öyle yaptı... Yahudiler kendisine: "Şaşılacak sen ne gördün? Asıl
şaşılacak şeyi bizler gördük!" dediler. Adam onlara hitaben: "Sizler
şaşılacak ne gördünüz?" diye sordu. Onlar da şu cevabı verdiler:
"Bizler az önce, Muhammed'in yeryüzünde yürüdüğünü gördük, daha ne
görelim?"
îbn-i Asakir'in
Ebâ'z-Zinâd'dan naklettiğine göre, Ebû Tâlib ile Ebû Leheb güreş tutup
yarışmışlar. Ebû Leheb, Ebû Talib'i yenmiş, yere indirip göğsü üzerine
çökmüş... Peygamberimiz o zaman yaşı küçük olduğu halde, Ebû Leheb'in saçından
tutarak Ebû Tâlib'in üzerinden defetmiş... Ebû Tâlib de ayağa kalkmış... Ebû
Leheb demiş ki: "Ey Muhammed! Ben de senin amcanım, o da senin amcan...
Niçin bana karşı ona yardım ettin?" Peygamberimiz de: "Ben onu senden
daha çok seviyorum" demiş... îşte o günden beri Ebû Leheb de
Peygamberimizi sevmezmiş...
îbn-i Sa'd, Sa'lebe
bin el-Uzeri'nin oğlu Abdullah'tan şöyle nakleder: Ebû Tâlib, vefatı yaklaştığı
zaman Abdü'l-Muttalib'in oğullarını çağırıp kendilerine şöyle nasihatta
bulunmuştur: "Bakınız, eğer yeğenim Muhammed'e kulak verir ve O'nu
dinlerseniz, dâima hayır ve iyilik üzere bulunursunuz. O halde O'na itaat
ediniz, O'na yardım ediniz, işte bu taktirde doğru yolda bulunmuş
olursunuz..."
îmanı-ı Müslim'in
çıkardığı bir habere göre de, Abdü'l-Muttalib'in oğlu Abbas, bir gün
Peygamberimiz'e: "Ey Allah'ın Resulü, sizin amcanız Ebû Tâlib'e bir
faydanız veya şefaatiniz olacak mıdır?" diye sormuş. Peygamberimiz de:
"Elbette! O cehennemin üst tabakasında ve topuklarına kadar ateşe girmiş
olarak ceza görecek... Eğer ben olmasaydım, cehennemin tâ alt tabakasında
yanardı" buyurmuştur. Ebû Tâlib'in Peygamberimiz'i çok sevdiği, sevip
koruduğu, dâima O'nu düşmanlarına karşı koruyup kendisine destek olduğu târihen
bilinen bir husustur...
Yine îbn-i Sa'd, Ajfân
bin Müslim'den, Abdullah bin Hâris'e varan bir senedle şöyle bir haber
sevkeder: Peygamber Efendimiz'e amcası Abbas: "Yâ Resûlallah, Ebû Tâlib
için ümid besliyor musunuz?" diye sormuş. Peygamberimiz de: "Ben
Rabbim'den her hayn ummaktayım" diye karşılık vermiş...
(Bunu, Ibn-i Asakir de
rivayet etmiştir.) .
Yine îbn-i Asâkir Amr
ibn-i Abbas'tan rivayet eder. Amr diyor ki: "Ben bir defasında
Peygamber'in (s.a.v.) "Ebû Tâlib'in bende, ödenmesi gerekli bir akrabalık hakkı vardır, onu
elbette ödüyeceğim!"
buyurduğunu işitmişimdir [54]
îbn-i Asâkîr Hasan bin
îmâre yoluyla şu haberi nakletmiştir: "Peygamber Efendimiz ve Ali bin Ebû
Tâiib, kendisi hakkında dua edip istiğfarda bulunmak üzere Ebû Tâlib'in kabrine
gittiler... Yüce Allah, bu vesile ile aşağıdaki âyetini indirerek ona
istiğfarda bulunmaktan nehy etmiş tir... ilgili âyetler şöyledir:
"Peygamber'in ve
mü'minlerin müşrikler için istiğfar - etmeleri lâyık değildir..." [55]
Ebû Tâlib'in küfür
üzere ölmesi Peygamber Efendimize çok ağır geldi. Bununla ilgili olarak da şu
âyet nazil olmuştur:
"Sen, sevdiğine
hidâyet veremezsin, fakat Allah istediğini doğru yola iletir..." [56]
Cenâb-ı Hakk, bu
âyetteki "Sen sevdiğine hidayet veremezsin" cümlesi ile Ebû Tâlib'i;
"Fakat Allah dilediğine hidayet verir" cümlesi ile de amcası Abbas'ı
kasdediyor... Her ikisi de Peygamberimiz'in amcalarından idi. Peygamberimizin amcaları
arasında en çok sevdiği de Abbas idi." [57]
îbn-i Asâkîr'in
Abdullah bir Cafer'den rivayeti ise şöyle: "Peygamberimiz'in amcası Ebû
Tâlib vefat ettiği zaman Kureyş'in akılsızlarından biri, Peygamberimiz'in
karşısına çıkarak başına toprak saçmıştır. Kızlarından biri koşarak gelmiş,
Peygamberimizin başından ve yüzünden toprakları temizlemiş ve ağlamıştır...
Peygamberimiz ise şöyle demeye başlamıştır: "Kızım ağlama, kızım ağlama.
Muhakkak ki Allah babam koruyacaktır!" [58]
Buhari ve Müslim,
Câbir bin Abdullah'tan rivayet ediyor. O demiştir ki: "Kabe'nin yeniden
yapımı sırasındaydı... Efendimiz de sırtında taş taşıyordu. Üzerinde belden
aşağı doladıkları izâr denilen giysi vardı. Amcası Abbas O'na dedi ki: "Ey
kardeşimin oğlu, izarını çözsen de çalışsan, daha rahat çalışırsın. Izarmı
omuzuna alıver! Taşlar omzunu harap etmesin..." Peygamberimiz de bunun
üzerine izarını çözüp omzuna koydu ve derhal baygın yere düştü. Bundan sonra
bir daha böyle yaptığı hiç görülmedi."
Yine Buharı ve Müslim
Câbir'den nakleder. O demiştir ki: "Kabe yeniden yapıldığı zaman
Peygamberimiz ve Abbas taş taşımaya-başladılar. Abbas Efendimiz'e dedi ki:
"İzarını çözüp omzuna koy, bu suretle omzunu taşların zarar vermesinden
koru!" Peygamberimiz de böyle yaptı ve derhal baygın yere düştü. Sonra
ayılıp ayağa kalktı ve: "îzarım, izarım!..." diye bağırmaya
başladı... Oradakiler de derhal izarını üzerine bağladılar."
Beyhakî ve Ebû Nuaym
Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Biz kardeşimin oğlu ile birlikte Kabe'nin
yapımı sırasında omuzlarımızda taş taşıyorduk. İzarlarımız ise omuzlarımızda
idi. İnsanların arasına çıkacağımız zaman ise, izarlarımızı belden aşağı
kuşanıyorduk... Omuzumuzda taş giderken, Peygamberimiz'in de önümüzde gitmekte
olduğunu gördüm. Fakat O ansızın bayılıp yere düştü. Hemen O'nun yanma koştum.
Baktım ki, O semaya bakmakta... Kendisine: "Sana ne oldu?" diye
sordum. O, ayağa kalktı izarını alıp kuşandı ve: "Ben, çıplak olarak
yürümekten nehyolundum" dedi. Ben bunu kimselere söylemedim. Çünkü
insanların onun hakkında alay etmesinden: "O'nu bundan yasaklayan da
kimmiş?" demelerinden ve O'na deli diye laf atmalarından
korkuyordum."
Yine Beyhaki, Ebû
Nuaym ve sahihtir kaydiyle Hâkim Ebu't-Tufayl'den şöyle rivayet ederler:
"Kabe'nin yeniden yapılması sırasında Kureyş omuzlarında taş taşımıştır.
Bu sırada Peygamberimiz de omzunda taş taşırken, ansızın avret yeri açıldı...
Bir ses kendisine: "Ey Muhammed avret yerini ört!" diye nida etti.
Peygamberimiz'e semadan gelen ilk nida budur... Bu olaydan önce veya sonra,
O'nun avret yerinin açıldığı asla görülmedi."
Bazı kaynakların îbn-i
Abbas'tan verdikleri haberde de şöyle denilmiştir: "Ebû Tâlib Zemzem
kuyusunu yapmağa çalışıyordu. Peygamberimiz de kendisine taş getiriyordu,
izarım alıp omzuna koydu, bu suretle taşların zarar vermesinden sakınmak
istemişti. Derhal bayılıp yere düştü. Ayılıp da ayağa kalktığı zaman Ebû Tâlib
kendisinene olduğunu sordu. O da cevabında: "Beyaz elbiseli biri gelip
"Yâ Muhammed örtün!" diye haykırdı. Bu sesin te'siriyle bayılıp
düştüm" demiştir, işte bir peygamberlik alâmeti olarak Peygamberimiz'in
gördüğü ilk semavî varlık da bu olmuştur. Bu günden sonra, bir daha asla
Peygamberimiz'in avret yeri görülmemiştir."
Keza îbn-i Sa'd'ın
Aişe validemizden sevkettiği rivayete göre, o şöyle demiştir: "Ben,
Peygamber Efendimiz'in avret yerini niç görmedim." [59]
îbn-i Râhuye'nin
Müsned'inde ve diğer bazı kaynaklarda Ali (r.a.) den şöyle rivayet
edilmektedir: "Ben Resûlüllah'm (s.a.v.) şöyle dediğini işittim:
"Câhiliye devrinde kadınların da katıldığı eğlence ve müsâmere-lere ancak
iki defa katılmayı düşünmüşümdür. Her iki gecede de bu eğlencelere katılmaktan
Allah beni korumuştur. Bunlardan birincisinde ben; birlikte koyunlarımızı
otlatmakta olduğumuz arkadaşlardan birine, benim koyunlara da bakıvermesini
rica edip eğlence yerinin yolunu tuttum, Mekke'ye girdiğimde bir evin
kenarından geçerken bir düğün eğlencesine rastladım. Defler çalınıp, düdükler
öttürülmekte idi. Birine sordum: "Burada ne oluyor?" diye... O da:
"Falancanın oğlunu1 falanın kızıyla everiyorlar. Onların evlenme oyunu
var..." diye cevap verdi. Derken oracıkta bana öylesine bir ağırlık
bastırdı ki, hemen uyuya kalmışım. Allah'a yemin ederim ki, beni ancak ufukta
yükselen güneşin yakıcı sıcağından başka birşey uyarmış değildir... Sonra
arkadaşıma döndüğüm zaman bana "ne yaptığımı" sordu. Ben de:
"Hiç bir şey" yapmadım, yolda giderken bir düğün evinin kenarında
uyuyakalmışım" dedim. Başka bir günün gecesinde arkadaşıma aynı ricada
bulundum. O da ricamı kabul etti... Koyunları ona emanet ederek Mekke'deki
müsamereye katılmak üzere yine yola koyuldum. Yine yolumun üzerinde bir düğün
vardı. Onu seyredeyim derken, yine uyuyakalmışım... Allah'a yemin olsun ki,
yine beni uyaran sadece güneşin yükselerek sıcağıyla beni uyandırması olmuştur.
Arkadaşıma döndüğümde, o yine bana, ne yaptığımı sordu. Ben de cevabımda,
"hiç bir şey" yapmadığımı söyledim ve durumu olduğu gibi anlattım...
İşte benim bu iki teşebbüsümden her ikisi de böyle geçmiştir... Bundan sonra
da, ne böyle hir teşebbüsde bulundum, ne de böyle bir şey aklımdan geçti...
Sizi, Yüce Allah'a yemin ederek te'min ederim ki aynen böyle olmuştur ve ben bu
hâl üzere, tâ bana peygamberlik verilinceye kadar devam ve sebat ettim."
(İbn-i Hacer, bu
rivayetin râvilerini sağlam, senedinin hasen ve muttasıl olduğunu,
bildirmiştir.)
Taberanî, Ebû Nuaym ve
îbn-i Asakır Ammâr bin Yâsir'den şöyle rivayet
ediyor: Ammar demiştir ki: "Bazı
kimseler Peygamber Efendimiz'e:
"Ey Allah'ın Resulü, siz hiç câhiliye devrinde kadınlara gittiniz
mi?" diye sordular. Peygamberiniz de şu cevabı verdiler: "Hayır!
Benim bu hususta iki randevum vardı. Birinde bir düğün evinin kenarında
uyuyakâldım, diğerindeyse daha kalabalık bir eğlence yerine rastadığımda yine
orada Allah üzerime bir ağırlık verdi. Güneş'in ortalığı iyice kızdırdığı
zamana kadar oracıkta uyuyakalmışım... işte hepsi bu kadar."[60]
Buharı ve Müslim îbn-i
Abbas'dan şöyle rivayet ederler: Cenab-ı Hakk, Şüarâ Süresindeki:
"Habîbim, yakın akrabanı inzâr et!" mealindeki âyetini indirdiği
zaman Peygamberimiz, Kureyş'in bütün kabilelerini çağırıp topladı ve onlara
şöyle hitap etti: "Söyleyiniz bakalım! Şimdi ben sizlere, "şu dağın
arkasında düşman var, sabahın erken vaktinde hücum edip hepinizi helak
edecek!" desem, bana inanmaz mısınız?" Onlar cevabında dediler ki:
"Elbette inanırız! Çünkü bizler, bugüne kadar senin hiçbir yalanını
yakalamadık!" Bunun üzerine Peygamberimiz: "tmdf beni iyi dinleyiniz!
Ben, sizleri uyarmak üzere gönderilmiş bir peygamberim. Eğer dinleyip
uymazsanız, muhakkak şiddetli bir azaba duçar olacaksınız" buyurdular.
Orada bulunanlardan Ebû Leheb, hemen ortaya atılıp: "Yâ Muhammed! Sana
yazıklar olsun! Sen bizi buraya bunun için mi çağırdın!" diye haykırdı.
Yüce Allah da bunun üzerine: "Ebû Leheb'in iki eli kurusun! Kurudu
da!" mealindeki âyetini inzal buyurdu."
Ebû Nuaym'in Aişe
validemizden rivayeti: "Peygamberimiz buyurdular ki: Ben, Zeyd bin Amr bin
Nüfeyl'i putlar adına kurban kesmeyi açıkça ayıplarken işittim. O, Allah'tan
başkası adına kesilenlerin yenilemiyeceğini söylüyordu. Ben de, Allah'ı beni
peygamberlikle keremlendirdiği güne kadar, putlar adına kesilen-hayvanların
etinden hiç yemedim."[61]
Ebû Nuaym ve îbn-i
Asâkîr Ali'den şunu naklederler: Bir gün Peygamber Efendimiz'e:
- "Ey Allah'ın
Resulü, sen hiç puta tapdın mı?" diye soruldu. Peygamberimiz de şu
karşılığı verdi:
- "Hayır!"
Tekrar denildi ki:
- "Hiç içki içtin
mi?" O da cevabında:
- "Hayır, içmedim" dedi ve şunları
ilave etti: "Ben, Allah'ın bana verdiği temiz fıtratla, bütün bunların
kötü olduğunu biliyor ve bütün bunlardan uzak kalıyordum! Kureyş'in atalarını
takliden üzerinde bulunduğu yolun, şirk ve küfür yolu olduğunu da biliyordum...
Ancak bana peygamberlik verilmezden önce, Kitâb'm aslı nedir, imanın aslı
nedir, bilmezdim..." [62]
Bazı kaynaklar (Ebû
Nuaym, îbn-i Sa'd ve îbn-i Asâkir) îbn-i Abbas'tan şu haberi çıkarmıştır:
"Ümmü Eymen bana bir defasında dedi ki: "Büvâne denilen yerde bir put
vardı. Kureyş senenin bir gününde bu putu ziyaret eder, ona tazimler sunardı.
Ebû Tâlib de kavmiyle beraber orada bulunurdu... Bu günü bayram sayardı. Ebû
Tâlib, bu güne götürmek üzere Peygamberimiz'e de İsrar ederdi. Peygamberimiz
ise red ederdi. Bir defasında bu yüzden Ebû Tâlib Peygamberimiz'e iyice
kızmıştı... Halaları bile O'na kızmışlar, şiddetli bir Öfkeyle: "İlahlarımıza
(tanrılarımıza) saygı göstermekten kaçınmakla başına bir hal gelmesinden
korkuyoruz Ey Muhammedi Kavminin bayramına katılmamakla ne kasd ediyorsun
bilmiyoruz..." diye söylenmişler, hattâ O'nu götürmeye ikna etmişlerdi.
Onlarla beraber yola
çıkan Peygamberimiz, biraz sonra kayıplara karışmıştır... Dönüp geldiği zaman
yine halaları kendisine: "Sana ne oldu, seni kim korkuttu?" diye
sormuşlardı. Peygamberimiz: "Bana bir hâl olmasından korkuyorum"
demişti. Halaları da: "Ey Muhammed, hiç korkma! Şeytanın sana zarar
vermesine Allah müsâade etmez. Çünkü sen, çok iyi ve hayırlı bir zâtsın...
Şimdi hiç korkmadan, ne gördüğünü bize anlatır mısın?" demişlerdi.
Peygamberimiz de yine cevabında: "Ben her ne zaman putlardan birine biraz
yakın olsam, beyaz elbiseli biri gelip haykırıyor: "Geriye ey Muhammed,
geriye! Sakın yaklaşma ve asla hiç bir puta el sürme!..."
Bu olayı anlatan Ümmü
Eymen der ki: "Bu seneden başka bir daha onların bayramına, Peygamberimiz
asla katılmamıştır..."
Yine Ebû Nuaym'in
îbn-i Asâkır'le birlikte Ata tarîkinden ve îbn-i Abbas'tan da şöyle bir
rivayetleri bulunmaktadır: "Bir gün Peygamberimiz amcasının oğulları ile
birlikte îsâf denilen putun yanında durdular. Peygamberimiz gözünü Kabe'ye
dikerek bir müddet öylece kaldılar. Sonra dönüp geldiği zaman, amca oğulları
kendisine neden öyle yaptığını sordular. Efendimiz de verdiği cevapta:
"Putların yanında dikilmekten men'olundum!" buyurdular." [63]
Beyhaki, Ebû Nuaym ve
sahihtir kaydiyle Hâkim, Zeyd bin Hârise'den şöyle nakleder: "Isâf denilen
bakırdan bir put vardı. Buna, Naile de derlerdi. Müşrikler, Kabe'yi tavaf
ederken bu puta el sürerek teberrük ve tazimde bulunurlardı. Bir defasında
Peygamberimiz tavaf ederken, ben de onun yanında tavaf ediyordum. Isâf veya
Naile denilen putun yanma vardığım zaman ona el sürdüm. Derhal Peygamberimiz:
"Yâ Zeyd, sakın ona el sürme!" diyerek beni ikâz etti. Tabiî, henüz
kendisine peygamberlik gelmiş değildi. Bu sırada ben, kendi kendime dedim ki:
"Yine el süreyim de bakayım, ne olacak?" Ona yaklaştığım zaman yine
el sürdüm... Peygamberimiz tekrar: "Sana, ona el sürme demedim mi?"
diye uyarıda bulundular. Ben de Allah'a yemin ederim ki, bir daha bir puta el
sürmedim... Ve de el sürmeden islâm devrine girdim..."
îmam-ı Ahmed, Urve bin
Zübeyr'den rivayet ediyor. O demiştir ki: Bana Hadlce validemizin bir
komşusunun anlattığına göre, bir defasında Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Ey Hadîce, Allah'a yemin ederim ki ben, asla Lâfa ibadet
etmem! Ebediyen Uzzâ'ya ibâdet etmem!"
îbn-i tshak, Beyhakl
ve Ebû Nuaym'in Cilbeyr bin Mut'im'den rivayetleri aynen şöyle: "Ben, bir
hac mevsiminde Peygamber'in devesi üzerinde Arafat'ta vakfe yapmasına şahit
olmuş idim. O, kendilerine Humus deyip Arafat'a çıkmayan, vakfelerini
Müzdelife'de yapan Kureyş eşrafının (!) âdetlerini böylece terketmiş, halkla
birlikte Arafat'a çıkmıştır... Şüphesiz bu O'na, Allah'ın bir yardımı idi.
islâm'a uygun olanın, câhiliye zamanında bile yaşanması idi."
(Buharı ve Müslim'in
Aışe'den rivayetlerinde de: Kureyş'in kendilerini "biz eşraftanız ve harem
ehliyiz" diyerek halktan ayırdıkları ve vakfe için Arafat'a çıkmadıkları
hakkında açık beyan bulunmaktadır.)
Hasen bin Süfyân
Müsned adlı eserinde, El-Beğavî Mu'cem'inde, el-Bârûdî el-Sahâbe adlı kitabında
Rubey'a el-Cüraşi'den şöyle naklederler: "Cahiliyye zamanında idi.
Peygamberimiz de kavmi ile beraber hac için çıkmıştı. Vakfesi için halk ile
beraber Arafat'a gidip devesi üzerinde durmuş idi. Ben kendi kendime dedim ve
bildim ki, hiç şüphesiz Allah O'nu buna muvaffak kılmıştı." [64]
[1] İmam, aynı zamanda: "Bu hadis, hasendir,
sahihtir" demiştir. Bakınız, hadis no" 3644
[2] Bunu, bu şekilde Hakîm-İ Tİrmızî dahi rivayet
etmiştir. Fakat tahkîk ehli âlimlerimizden imamn Kastaiânî Ei-Mevâhibü'l-
Ledünniye adlı kitabında, Şeyhu'l-lslâm İbn-i Hacer el-Askalâni'den naklen
derki: "Resûiüllâh'ın omuzundaki mühür; kan alma şişesinin izi gibiydi,
siyah bir bendi, yeşil bir bendi, üzerinde Muhammed Allah'ın Resulüdür diye yazılı
idi." gibi rivayetlerden hiç biri, sabit değildir! Bilakis bunların bâzısı
büsbütün batıl, bâzısı da zayıf rivayetlerdir. Bu gibi rivayetleri sükutla
geçiştirmek, doğru değildir. Hafız İbn Hibban’ın Sahih’inde bu gibi
rivayetlerin bulunduğuna bakarak sakın aldanma! Çünkü o, bu rivayetleri sahih
saymakla fahiş bir hataya düşmüştür. Ayrıca, Hafız Nureddin el-Heytemi’nin de
bu konuda “Bazı raviler, Resulüllah’ın iki omuzu arasındaki mühür ile, yazı ve
mektuplarını mühürlediği mührü ,
birbirine karıştırmışlardır” dediğiğini bildirmektedir. (Mevahib ve Şerhi
Zerkani, 1156).
[3] Hafız, Allâme eş-Şâmî bu rivayet hakkında tevakkuf
gösterip; "Ben, bu rivayetin sahih olabileceğini zannetmiyorum! Lütfen
senedine nazar kılınsın... Bu rivayet Vâkidî tankından gelmektedir. Vâkidî ise
metruktür Hattâ hadîs ilmi âlimlerinden bir topluluk; onun yalancı olduğunu
söylemişlerdir" demektedir. (Bakınız, Şerhu'z-Zerkânî
Alel-Mevâhibı'l-Le-dünniye, 1/156).
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/115-117.
[4] Şuara suresi, 218, 219
[5] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/117-118.
[6] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/119-120.
[7] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/120-121.
[8] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/121.
[9] Şüphesiz, sevgili ve büyük peygamberimiz (s.a.v.);
bütün insanların en fasîhi idi. Son derece açık ve düzgün konuşurlardı. Bâzan,
sözleri iyice anlaşılsın diye üç defa tekrarlardı. Konuşmalarında, hiçbir
kapalılık ve pürüz bulunmazdı. Bütün sözleri, gayet fasîh ve vazıh idi. Asla
esrarlı veya ta'kîydli değildi. Yâni, gizlilik ve kapalılık bulunmazdı. Zira,
kapalı veya sırlı konuşulmasını hiç
sevmezlerdi. Zâten bunu da, açıkça yasaklamış bulunuyorlardı. Nitekim bir
hadislerinde aynen şöyle buyurmuşlardır: "Ben, îmânda açıklık ve kesinliği,
amelde ise kolaylığı esas edinmiş bir din ile gönderildim! Her kim, benden
sonra bu dinde, dînin bu iki büyük özelliğine aykırı gider (ve dinde kapalılık
ve zorluk çıkarırsa = teşdid ve ta'kîyd'e yönelirse,) bilsin ki o kişi benden
değildir!" (El-Câmius-Sağîr ve Şerhi Es-Siracü'l-Münîr, 2/131).
Tâbiîn'in büyüklerinden
İmam-ı Zührî, Urve tarîki İle Hz. Aişe'den nakleder. O demiştir ki:
"Peygamberimiz konuşurken acele etmez, tane tane ve son derece açık olarak
konuşurlardı." Hz. Enes de şöyle bildirmektedirler: "Peygamber
Efendimiz, konuşurlarken, manası iyice anlaşılsın diye sözlerini üç defa
tekrarlar idi." (Bakınız, Cem'u'l-Vesâfl Fî Şerhı'ş-Şemâil, 1/8-9).
işte, dînî ve tarihî gerçekler bu merkezdedir. Buna rağmen, her nedense
ve hangi maksada matûfen ise; bunun aksini İddia edenler de olmuştur
[10] Burada Müflic olarak geçmekte olan kelimenin
doğrusunun Mülfic olduğu bildirilmekte ve Hgiii rivayet hakkında geniş bilgi
verilmektedir: Bakınız, (Keşfü'l-Hafâ, 1/70)
[11] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/121-123.
[12] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/123-126.
[13] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/126.
[14] Buradaki "Göklerin gıcırdayıp inlemesi" kelâmından
maksat, meleklerin çokluğudur... Yani bu, takrîbî bir sözdür. Esas murâd olunan
manâ, Allah'ın azametini, kudretinin büyüklük ve sonsuzluğunu beyândır...
(Muhammed Fuâd Abdü'l-Bâkî, Sünen-i Ibn-i Mâce, 2/1402).
[15] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/126.
[16] Abdullah bin Ravâha, Ansâr'ın Hazrec kolundandı.
Peygamberimizin şâirlerinden biri olup, Mûte Gazvesi'nde şehid olmuştur.
(Muhakkik). Not: Bundan böyle
dipnottaki bilgiler, Hasâisi tahkîk eden Dr. Muhammed Halîl Herrâs'a aittir...
Başka kaynaklara âit olanlar, ayrıca zikredilecektir.
[17] Bu Veda Hutbesi idi. İslâm esaslarını, insan haklarını
cami bir hutbe idi
[18] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/127.
[19] Peygamber Efendimiz'in; insanların en akıllısı
olduğuna şüphe yoktur. Ancak Vehb'in bunu, yetmiş bir kitapta okudum, demesi,
kabul edilemez bir mübalağadır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/127.
[20] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/128-129.
[21] Bu rivayet sabit görülmemektedir. (Levamiu'l-Ukûl,
5/624)
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/129-130.
[22] Halid bin Velid, bunun hangi Umre olduğunu
belirtmemiştir. Peygamberimiz'İn vedâ'haccı sırasındaki umreleri olması
muhtemeldir, j^cak bu sıradaki tıraş esnasında Peygamber Efendimiz, sağ
tarafından kesilen saçını Ebû Talha'ya vermiş, diğer tarafından kesilen
saçlarını ise, insanlara dağıtılmasını yine Ebû Talha'ya emretmişti.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/129-130.
[23] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/130.
[24] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/131.
[25] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/131.
[26] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/131-132.
[27] Sahih olan Ebu Rafi’nin haberine göre, Efendimiz bir
gecede bütün hanımlarını dolaştığı zaman, hepsinin yanında ayrı ayrı gusül
abdesti almıştır. Ebu Rafi’ demiş ki: “Bir defa gusül etmeniz kâfi değil
miydi?” Efendimiz de: “Böyle davranmak, temizlik bakımından daha iyidir ve daha
hoştur” buyurmuştur.
[28] Şüphesiz kipeygamberimizin diger insanlara üstünlügü
bü dört şeye munhasır değildir keremli ve izzetli her bir huyda q herkezden çqk
dahaileri veüstündür.
[29] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/132.
[30] Ka'b, Ensâr'ın Hazrec kolundan idi. Hicri 49 yılına
doğru vefat etti.
[31] Hz. Ebû Bekir'in adı Abdullah olup babası Ebû
Kuhâfe'dir. Erkeklerden ilk müslaman olan odur. Efendimizin Yâr-ı Gâr*ıdır.
Peygamberimizden sonra bu ümmetin en faziletli şahsiyetidir, flesûlullah'ın
vefatından sonra halife seçilmiş ve bu makamda iki sene üç ay üstün vazifeler
yapmıştır. Vefat ettiğinde 63 yaşında idiler. (Resûlullah gibi, verilen zahirin
tesiriyle vefat etti)
O, halife seçildikten sonra, birisi kendisine hitaben: "Ey Allah'ın
halifesi" demişti. Derhal bunu red etmiş ve: "Ben, Allah'ın halifesi
değil Resûlullah'm halifesiyim!" diyerek gerekli düzeltmeyi yapmıştır.
(Mo-zâhib-i Leduniyye Şerhi Zerkani, 3/313)
[32] - Hemedân, Yemon'do Vr kf.blledir. Bu kab'lenir»
müsîüman olduğu haberi geldiği zaman Peygamberimiz: "Sûîâm
He^eüpn'a!" dermiş vo şükür secdesi yapmıştır.
[33] Aslında ihtiyarlık, ayıp sayılacak bir şey değildir.
Haberde gelmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s.) saçının beyazlaştığını görünce:
"Yâ Râbbi, bu nedir?" demiş. Cenab-ı Hakk da: "Vekardır"
buyurmuş. Bunun üzerine İbrahim (a.s.): "Yâ Rabbi, vekarımı ziyade
eyle!" diye niyazda bulunmuştur.
[34] Bu umre, Huneyn Gazve'sinden sonra idi. Peygamberimiz,
Huneyn'de elde edilen -ganimetleri de Ci'râne'de dağıtmıştı.
[35] Betül, "kendisini Allah'a kulluğa adamış"
anlam rrida olup, kız çocuklarına verilecek güzel isimlerdir. Nitelik bildiren
bir kelimedir.
[36] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/133-137.
[37] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/138-139.
[38] Bu sözde, bir mübalağa olduğu görülmektedir. Sonra
bunların pek çoğu isim olmaktan ziyade, birer sıfattır. Bir zâta âit sıfatların
çok olması, onun isimlerinin de o kadar çok olmasını gerektirmez. Aksi halde,
sıfatlar çoğaldıkça isimler de çoğalır gider ve bunun arkası gelmez
[39] Ebû'l-Kâsım Peygamberimiz'in ismi değil, künyesidır.
Tâhâ ve Yasın isimleri ise, sahih olan kavle göre, Peygamberimizin değil,
Kur'an Sûrelerinden bazılarının adıdır. Hamim ve Yasın'ın sure adları olduğu
gibi
[40] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/139-140.
[41] Bu hükmü olduğu gibi kabule imkan yoktur. Zira bu
isimlerden bazıları mutlak söylendiği zaman Allah'a mahsus olan isimlerdir.
Meselâ El-Aziz, El-Hakk, El-Cabbar, El-Azim isimleri böyledir. Bazıları ise,
Allah'a itlakı caiz olmıyan isimlerdir. Meselâ: El-Emin ve El-Beşir isimleri.
Bunlar da Allah'ın isimleri değildir, bazıları ise Allah ile kulları arasında '
müşterek olan İsimlerdir. Meselâ El-Şehid, El-Şekür isimleri. Burada bir
noktayı da asla unutmamak lazımdır. Şöyleki: El-Şehid, El-Şekür ve El-Raûf gibi
isimler müşterek isimlerdir, derken; bunun sadece bu isimlerin delalet ettiği
mananın cinsinde olduğu, yoksa hususiyette ortaklık olmadığı iyice
bilinmelidir. Yâni bu müşterek isimlerden biri ile Allah isimlendiği zaman,
bunun manası; Allah'a hâs ve Allah'a layık bir mana olur. Yaradılmışlardan hiç
biri, bu has manâda O'na ortak olamaz. Yine bu isimlerden biri ile bir mahluk
isimlendirildiği zaman, bu da bu mahluka layık bir mana olur; bu mahluka layık
olan manada, yaratıcı vasıflandırılamaz. işte bu inceliği hiç unutmamalıyız.
[42] Bir önceki notta söylediklerimizi, burada da
hatırlatmak istiyoruz ve diyoruz ki, El-Ehad, El-Esdak, El-Bâtın gibi isimler
de Allah'a mahsus isimlerdir. Allah'tan başkasına verilmesi caiz değildir. Biz
hiç bir zaman, ilmin sınırlarını zorlamamalı, aşırılığa kaçmamalı, en küçük bir
şirk şaibesinden bile şiddetle kaçınmalıyız. Müellif merhumun gerek burada,
gerek bundan önce Kâdi lyad'dan naklen söyledikleri şeyleri (ve benzeri
rivayetleri) aynen kabul edemeyiz. Aynen kabulü hâlindeki mahzura önemle
dikkati çekiyor ve diyoruz ki:
Aşırılığa kaçmadaki çeşitli mahzurları bilen sevgili ve büyük
Peygamberimizin aşağıdaki hadis-i şerifleri, ne kadar önemli ve çarpıcıdır! O,
bütün açıklığı ile buyurmuştur ki: "Nasaranın Meryem oğlu İsa hakkında yaptıkları
gibi, sakın beni övmekte aşırı gitmeyiniz! Ben, ancak bir kulum. O halde siz
benim hakkımda deyiniz ki: O, Allah'ın kuludur, Resulüdür." (Sahİh-i
Buhari, 4/142- Kitabü-I-Enbiyâ).
[43] Lügat ilmine vakıf olanlar bilirler ki, Muhammed ismi
Mahmud isminden ayrılmış değildir. Her iki isim de "Hamd" kökünden
iştikak etmiştir
[44] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/140-142.
[45] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/142-143.
[46] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/143.
[47] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/144-145.
[48] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/145.
[49] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/146-148.
[50] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/148-149.
[51] Yâni onlar, her ne kadar onu öldürmeyi istedilerse de,
Allah bunun böyle olmasını istemediği için, onlar istediklerini yerine
getiremediler, böylece Allah O'nu, onların şer ve kötülüğünden korumuş oldu,
demek istiyor
[52] Peygamber
Bendımız'ın nurundan bahsederken, bunu hissi ve maddi bir nûr olarak anlamak ve
anlatmak, doğru olmasa gerekir. Görmez misiniz ki, Aışe validemiz, geceleyin
ö'nu aramaya çıktığı zaman, ortalık iyice karanlık olduğundan mescidde el
yordamı ile arıyorken, nihayet eli Peygamberimizin ayağına dokunuverdi. Halbuki
kendisi peygamberimizi göremiyordu. Kıssacıların anlattığı şekilde ve manada
olsaydı, orasını Efendimizin nuru iyice ışıklandırmış olacaktı. Aişe
validemizin bu arayışı ise, sıhhatli senetlerle rivayet edilmiş olup sahihtir.
O halde Peygamberimiz'e ait olan o büyük ve eşsiz nuru, O'nun getirdiği hidayet
ve hakikatin nuru olarak anlamamız lazımdır
[53] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/149-152.
[54] İmam-ı Ahmed'e ve başkalarına göre hadisin aslı ve
metni şöyledir: "insanlar falanca veya falanca aileye mensup olmakla benim
evliyam (dostlarım) olamazlar1 Benim velilerim, ancak şirkten, küfürden ve
günahtan sakınanlardır. Şüphesiz akrabalarımın bir akrabalık hakları
bulunmaktadır. Ben de bu hakkı elbette ödeyeceğim!" Görüldüğü gibi, asıl
hadis metninde "Ebû Tâlib" adi geçmektedir
[55] Tevbe suresi, 113
[56] Kasas suresi, 56
[57] Şüphesiz Efendimiz, amcası Hamza'yı hepsinden daha
fazla severdi. O Hamza ki Allah'ın da Resûlüllah'ın da aslanı idi. Uhud'da
şehid düştüğü zaman Peygamberimiz pek çok üzülmüştü. Peygamberimiz'in bir
başkası için bu kadar üzüldüğünü söylemek herhalde mümkin değildir. Aynı
zamanda Hamza (r.a.), sâbikin-İ evvelin'den idi.
[58] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük
Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/152-154.
[59] Hadisin asıl
metni itibariyle mes'ele şöyledir: "Ne ben peygamberin avret yerini
gördüm, ne de peygamber benimkini görmüştür.
[60] Hadisin râvisi bulunan Ammar bin Yâsir, aslen Yemen'li
olan Y.âsir'in oğludur. Babası Yâsir ve anası Sümeyye ile birlikte ailecek
müslüman olmuşlar ve islâm uğrunda ağır işkencelere tabi tutulmuşlardır.
Onların Allah yolundaki bu hallerini gören Allah Resulü: "Sabrediniz, ey
Yâsir ailesi, sabrediniz!" diyerek kendilerini sabır ve metanete davet
ederdi. Gerek Yâsir, gerek Sümeyye Allah yolunda şehid olmuşlar ve Sümeyye ilk
islâm kadın Şehidi vasfını kazanmıştır. Ammâr ise, gerçekten Ashâb'ın en
hayırlılarından İdi. Peygamber Efendimiz'e son derece bağlı idi. Ammâr,
Sıffîn'de Ali ile beraber karşı tarafla savaşırken Şehid olmuştur. Namazı orada
kılınıp, oraya defn edilmiştir. Efendimiz'in onun hakkındaki bir hadisleri şu
mealdedir: "Şu Ammâr'a acıyorum! Onu, bağı (isyan halinde bulunan) bir
grup kat [edecektir."
[61] Anlaşılıyor ki, temiz yaratılışı sebebiyle, Allah O'nu
bunlardan korumuştur.
[62] Burada da, O'nun temiz fıtratının verdiği ilhama
işaret vardır
[63] Efsâneciler, bu isaf ve Naile adındaki iki puttan
birinin erkek diğerinin kadın olduğunu, günahları sebebiyle taş kesildiklerini
söylerler
[64] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/155-159.