PEYGAMBERİMİZE
VAHİY GELDİĞİ SIRADA ZUHUR EDEN BAZI ALAMETLER
Peygamberimizin
Cebrail'i Yaratıldığı Surette Görmesi
Ağacın Peygamberimize
Doğru Gelişi
Henüz Yaşını
Doldurmamış Ve Koç Görmemiş Kuzunun Memelerinden Süt Sağması
Büyükçe Bîr
Yemek Kabından Kırk Kişinin Doyması Mucizesi
Peygamberimizin
Ebu Talib’in İyileşmesi İçin Duası
Ebu Talib’in
Peygamberimizin Hürmetine Yağmurun Yağmasını İstemesi
Cenabı Hakkın
Peygamberimizi, İnsanlardan Koruyacağına Dair Vadi İlahisi
Allah'ın
Peygamberimizi Ebu Cehl’in Zararından Koruması Ve Bu Hususta Meydana Gelen
Mucizeler
Peygamberimizin
Avra Bint-i Harb’in (Ümmü Cemil) Gözünden Perdelenip Korunması
Allah'ın
Peygamberimizi Mahzum’lu Kafirlerden Koruyuşu
Peygamberimizin
Nadr Bin El-Haris'in Suikasdından Korunması
Peygamberimizin
Hakem’in Suikasdından Korunması
Peygamberimizin
Rükane İle Güreşinde Görülen Harikuladelik
Osman Bin
Affan’ın Müslüman Oluşu Hakkında Vukua Gelen Fevkaladelik
Ömer Bin
El-Hattab’ın Müslümanlığı Kabul Edişindeki Fevkaladelik
Dımad'ın
Müslüman Oluşundaki Fevkaladelik
Amr Bîn
Abdttl-Kays’ın Müslüman Oluşundaki Fevkaledelikler
Devs'li
Tufeyl Bin Amr'in Müslüman Oluşunda Görülen Mucizeler.
Osman Bin
Mazun’un Müslüman Oluşundaki Fevkaladelikler
Cinlerin
Müslüman Olması Ve Bu Hususta Görülen Mucizeler
Rumların
Kıssası Ve Bununla İlgili Mucizeler
Sorular
Yönelterek Peygamberimizi İmtihan Etmeleri
îbn-i Ebû Dâuûd
Kitâbu'l-Mesâhif adlı eserinde Ebû Cafer'den nakleder. O şöyle demiştir:
"Ebû Bekir; Cebrail'in Peygamberimiz'e nsüdayışuıı işitir fakat kendisini
göremezdi..."
Buharı ve Müslim
Aişe'den rivayet ederler. O demiştir ki: Haris bin Hişâm Peygamber Efendimiz'e:
"Sana vahiy nasıl geliyor?" diye sordu. Peygamberimiz de buyurdu ki:
"Bâzan çıngırak sesi gibi gelir, bana en ağır geleni de budur. Sonra vahiy
benden kesilir, ben de bana söyleneni aynen alıp ezberlemiş olurum... Bâzan da
melek bana bir insan suretine temessül etmiş olarak gelir ve bana söyler, ben
de onun söylediğini aynen bellemiş olurum."
Aişe validemiz,
Peygamber Efendimiz'in kendisine gelen vahiy hakkındaki bu sözlerini böylece
naklettikten sonra demiştir ki: "Ben, gerçekten Peygamberim iz'e soğuğu
şiddetli bir günde vahy geldiğine şahit olmuştum. Vahiy kesildiği zaman
şakakları şapır şapır terliyordu..."
Müslim'in Ubâde bin
Sâmit'ten nakli de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'e vahiy geldiği
zaman, bu kendisine çok ağır gelirdi, hattâ mübarek yüzünün rengi iyice
solardı."
Yine Aişe validemizin
bir rivayetinde de: "Peygamberimiz'e vahiy geldiği zaman, bu kendisine çok
ağır gelirdi" denilmiştir. Nitekim âyet-i celîlede: "Ey Muhammed,
doğrusu biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız" buyurulmuştur. [1]
Taberânl'nin tesbitine
göre de yine Zeyd bin Sabit şöyle demiştir: "Ben, Resûlüllah Efendimiz'in
huzurunda vahiy yazıyordum, vahiy geldiği zaman Resûlüllah'ı şiddetli bir
sarsıntı kaplar ve şakakları inci daneleri gibi ter dökerdi. Sonra vahiy
kesilir, Resûlüllah da açılırdı. Resûlüllah söyler, ben de yazardım. Nazil olan
ilâhi vahiy benim üzerimde dahî öylesine bir ağırlık yapardı ki, nazil olan
Kur'ân âyetleri sebebiyle ben ayağımın kırıldığım ve bir daha yürüyemeyecek
hâle geldiğini sanırdım..."
Ebû Nuaym'in nakline
göre îbn-i Abbas da şöyle demiştir: "Resûlüllah Efendimiz'e vahiy geldiği
zaman mübarek yüzünün ve cesedinin rengi solardı; ashâbtan hiç kimse bu sırada
kendisiyle konuşamazdı..."
Ahmed, Taberanî ve Ebû
Nuaym îbn-i Amr'den şöyle rivayet ederler. O demiştir ki: "Ben: Ey
Allah'ın Resulü, vahyin gelişini siz hisseder misiniz?" diye sordum.
Resûlüllah'm bana cevabı da şöyle oldu:
"Evet, vahiy bana
gelir, ben de onu çıngırak sesi gibi işitirim ve şiddetle sarsılırım. Sonra
sarsıntı geçer ve ben sâbitleşir karar kılarım. (Bana söyleneni de aynen alır
zaptederim). Bu şekilde (çıngırak sesi şeklinde) gelen vahiy bana o kadar ağır
gelir ki, her defasında ben, "muhakkak bu sefer canım çıkacak"
zannederim!"
Ebû Nuaym'in Feltân
bin Asım'dan rivayeti ise şöyledir: "Vahiy geldiği zaman Peygamber
Efendimiz'in her iki gözü açık bir vaziyette dikilir kalırdı. Allah'tan gelen
vahyi aynen alıp ezberlemek için kulağını ve kalbini de iyice verirdi..."
Buhari, Müslim ve Ebû
Nuaym, Yâlâ bin Ümeyye'den rivayet ediyorlar. O şöyle demiştir: "Peygamber
Efendimîz'e vahiy geldiği sırada iyice kendisine baktım. O'nun şiddetli bir
hırıltı çıkardığını, gözlerinin ve şakaklarının iyice kızarmış olduğunu
gördüm."
Îbn4 Sa'd'ın Devs'li
Ebû Erva'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz'e vahiy geldiği
zaman gördüm, kendisi devesi üzerinde idi. Vahyin ağırlığı sebebiyle devesi
sağa sola yalpa yapıyor ve Ön ayaklarını atamaz hâle geliyordu. Bazen
dayanamayıp yere çöktüğü,[2])
bazan da ön ayaklarını dikerek ayakta durakladığı oluyordu. Peygamberimiz'in de
şakakları şapır şapır ter döküyordu."
Yine bu noktaya temas
eden Ahmed ve Beyhaki'nin Aişe'den rivayeti şöyledir: "Resûlullah
Efendimiz'e vahiy geldiği zaman, üzerine bindikleri devesi vahyin ağırlığı
sebebiyle yere çökerdi. Peygamberimiz de şakaklarından şapır şapır ter dökerdi.
İsterse soğuk bir günde olsun."
Taberâni'nin Esma
binti Amis'ten rivayeti ise şöyledir: "Resûlullah (s.a.v.)'in üzerine
vahiy indiği zaman, neredeyse bayılacak gibi olurdu."
Ahmed, Taberâni,
Beyhaki ve Ebû Nuaym Esma binti Yezid'den rivayet ederler. O demiştir ki:
"Mâide Sûresi Resûlullah'a nazil olduğu zaman, kendileri devesi üzerinde
bulunuyorlardı ve devenin yularından ben tutuyordum. Nazil olan sûrenin
ağırlığından neredeyse devenin ön ayaklan kırılacak idi."
Yine bu konuda Ebû
Nuaym'in rivayetine göre, Ebû Hüreyre demiştir ki: "Kendilerine vahiy
indiği zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in başı şiddetli ağrıdığı için,
ağrısı dinsin diye başına kına vurulduğu olurdu."
îbn-i Sa'd îkrime'den
rivayet eder. O da şöyle demiştir: "Resûlullah Efendimiz'e vahiy indiği
zaman, vahyin şiddetinden neredeyse bayılmış gibi olurdu ve bir müddet böyle
kalırdı."
Müslim'in Ebû
Hüreyre'den olan rivayetinde de şöyle denilmiştir: "Resûlullah Efendimiz'e
vahiy indiği zaman, ashâbdan hiç biri vahiy hali geçinceye kadar Resûlullah'a
bakamazdı," [3]
Ahmed, îbn-i Ebû Hatim
ve Ebû'ş-Şeyh îbn-i Mes'ûd'dan rivayet ediyorlar. O şöyle diyor:
"Peygamber (s.a.v.) Cebrail (a.s.)'ı yaratıldığı şekil ve surette iki defa
görmüştür. Bunlardan birincisi: Peygamberimiz ona, kendisini yaratıldığı
şekilde göstermesini istemişti de o da göstermişti ve bütün ufku kaplamıştı.
Diğeri ise: îsrâ Gecesinde Sidre-i Müntehâ yanında olmuştur." '
Yine Ahmed'in tek
başına Ibn-i Mes'ud'dan rivayeti de şöyledir: "Peygamber Efendimiz
Cebrail'i yaratıldığı şekilde gördüğü zaman, ona altı yüz kanadı ile ve bütün
ufku kapatmış bir vaziyette ve her bir kanadından renk renk inci ve yakutların
döküldüğü bir şekilde görmüştür. Ki bunların çeşit, renk ve miktarını ancak
Allah bilirdi."
Yine Ahmed ve
Taberâni'nin îbn-i Abbas'tan bir rivayeti var. O şöyle diyor: "Peygamber
Efendimiz Cebrail'e kendisini göstermesini istediği zaman, "Allah'a bu
hususta dua et!" cevabını almıştı. Peygamberimiz de dua etmişti. Derken
doğu ufkundan bir karaltı yükselip yayılmaya ve bütün ufku kaplamağa
başladı."
Buhari ve Müslim
Aişe'den şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Cebrail'i yaratıldığı
şekil ve surette ancak iki defa görmüştür. Onu, semâdan yere inerken ve bütün
semâ ile arz arasını doldurmuş bir vaziyette görmüştür. Çünkü Cebrail, çok
büyük olarak yaratılmıştır."
îmam-ı Ahmed'in
Aişe'den rivayetinde ise, o bunu, Peygamberimizin ağzından naklen şöyle ifâde
etmiştir: "Peygamberimiz buyurdu: "Ben Cebrail'i gökten yere iner bir
vaziyette ve arz ile semâyı tamamen, doldurmuş bir şekilde gördüm. Üzerinde ise
inci ve yakutlarla süslenmiş ince ve has ipekten bir elbise vardı."
Ebu'ş-Şeyh'in
rivayetinde ise Aişe şöyle demektedir: Peygamberimiz buyurdu: "Ben,
Cebrail'e: "Seni yaratıldığın şekilde görmek istiyorum" dedim.
Cebrail de kanatlarından birini açıverdi. Semânın ufkunu tamamen kapladı. O
kadar ki, semadan hiç bir şey görünmüyordu."
Ebu'ş-Şeyh'in bir
rivayetinde îbn-i Mes'ud demiş ki: "Peygamber Efendimiz Cebrail'i gördüğü
zaman, Onun üzerinde yeşil renkte bir elbise vardı ve O, yerle gök arasını
tamamen kaplamış idi."
Yine Ibjı-i Mes'ud'dan
Ebu'ş-Şeyh'in ve îbn-i Merdüye'nin rivayetleri de şu mealdedir: "Peygamber
Efendimiz Sidre-i Müntehâ'da Cebrail'i iki ayağını Sidre üzerine -atmış bir vaziyette
ve üzerinde bitki üzerindeki çığ dâneleri gibi, inciler dizlln+iş bir şekilde
görmüştür."
Yine Ebû'ş-Şeyh'in
rivayetine göre, Şüreyh bin Ubeyd'in bu husustaki sözü de şu mealdedir:
"Peygamber (s.a.v.) Efendimiz semaya çıktıkları zaman Cebrail'i yaratıdığı
şekilde gördü. Cebrail'in kanatlarında bir nûr gibi parlayan zeberced, inci ve
yakutlar vardı. Kendileri bu hususta buyurmuştur'ki: "Cebrail o kadar
büyüktü ki, sanıyorum sadece iki gözü arası bütün ufku kaplamıştı. Ben onu,
daha önceleri muhtelif şekillerde görüyordum. En fazla olarak da onu
Dıhyetü'l-Kelbi sûresinde görmüştüm. Zaman zaman da onu, bir kimsenin
arkadaşını tül perde, arkasından görmesi gibi görüyordum."
îbn-i Sa'd ve Nesai
sahih bir sened ile îbn-i Ömer'den şöyle rivayet eder: "Cebrail (a.s.)
Peygamber Efendimiz'e Dıyhe el-Keîbi suretinde gelirdi."
Taberâni'nin Enes'ten
rivayetinde ise şöyle denilmiştir: "Peygamber Sfedimiz buyurdular ki:
"Cebrail hana, Dıhye el-Kelbi suretinde geliyordu. Dıkye, yaratılışı güzel
bir adamdı."
El-Uceli'nin tarihinde
Uuâııe bin Hakemden naklen: "İnsanların en güzeli; vahiy meleği olan
Cebrail kimin suretinde gelir idiyse işte. odur" diye
kaydedilmiştir." [4]
îbn-i Ebû Şeybe, Ebû
Yûlâ, Baremi, Beyhaki ve Ebû Nuaym el-A'meş tarikiyle Ebû Süfyan'dan, O da
Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Cebrail Peygamber Efendimiz'e geldi,
kendileri bu sırada Mekke dışında idi ve Kureyş tarafından kanlrr içinde
bırakılmıştı. Cebrail: "Bu hal nedir?" diye sordu. Peyga^erimiz de:
"Kuroyş beni kanlar içinde bıraktı" dedi. (cebrail peygamberimize
teselli için: "Bir mucize görmek ister misiniz7" diye sordu,
peygamberimi.'! de "Svot" dedi. Cebrail: "Şu ağacı çağır"
dedi. O da çayırdı. Ağaç.yeri yararak gelip Peygamberimizin önünde durdu.
Cebrail: "Emret de yerine gitsin!" dedi. O da yerine gitmesi için
ağaca emretmiş, ağaç da yerine dönmüştür. Bu olay üzerine Peygamberimiz:
"Bu kadarı bana yeter" demiştir. [5]
Beyhaki Hasan-ı
Basri'den rivayet eder: "Peygamberimiz Kureyş'in kendisini yalanlamaları
sebebiyle son derece üzülmüş ve Mekke'den dışarı çıkarak bazı dağ yollarında
yürümeye başlamıştı. Bu sırada: "Ey Rabbim, bana teselli olacağım ve
kendisiyle üzüntüden kurtulacağım bir şey göster!" diye niyazda bulunmuş.
Kendisine, karşısındaki ağacın hangi dalını isterse yanma gelmesi için
çağırması hakkında vahiy gelmiş. O da çağırmış. Bunun üzerine dal ağacından
ayrılarak O'nun yanma gelmiş. Peygamberimiz o dala yerine gitmesini emretmiş,
dal da yeri yararak geri dönmüş ve âit olduğu ağaçla birleşmiştir. Bunun
üzerine Resûlullah Efendimiz'in nefsi itmi'nan bulmuş ve Allah'a hamdederek
Mekke'ye dönmüştür."
îbn-i Sa'd, Ebû Yâlâ,
Bezzâr, Beyhaki ve Ebû Nuaym güzel bir sened ile Hasan-ı Basri'den, o da Ömer
Îbnü'l-Hattâb (r.a.)'ten rivayet ederler. Şöyle ki: "Peygamber Efendimiz
Mekke'den çıkıp Hacûn tarafında bulunuyordu, oldukça üzgün idi. Müşriklerin
ezalarını hatırlıyor ve: "ilâhi, bugün bana öyle bir ayet göster ki, bir
daha üzülmeyecek şekilde kalbim itmi'nana ersin!" diye dua ediyordu. Bu
sırada kendisine "Vadideki ağaçlardan birini çağırması" emredildi. O
da çağırdı. Ağaç yeri yararak geldi, O'nun önünde durdu ve kendisine selâm
verdi. Sonra Peygamber ağaca: "Yerine dönmesini" emretti. Ağaç da
geldiği gibi yerine döndü. Bunun üzerine Peygamber (a.s.): "Bu tecelliden
sonra, beni yalanlamalarına hiç de aldırmam!" dedi."
Ebû Nuaym Câbir'den
naklediyor, O demiştir ki: "Müşrikler Peygamber'e (s.a.v.) eziyet
ediyorlardı. Cabrâil gelerek Peygamber'i aldı ve Mekke'nin dışına çıkardı.
Ağaçlık bir vadinin kenarından geçerlerken Peygamberimiz'e hitaben:
"Ağaçlardan hangisini istersen çağır!" dedi. Peygamberimiz de bir
ağacı çağırdı, ağaç geldi ve O'nun önünde durdu. Bunun üzerine Cebrail:
"Ey Peygamber, gerçekten sen hak üzeresin!" dedi." [6]
Tayâlisi, îbn-i Sa'd,
îbn-i Ebû Şeybe, Beyhaki ve Ebu Nuaym Îbn4 Mes'ûddan rivayet ediyor. O demiştir
ki: "Ben yeni yetişmekte olan bir genç idim ve Mekke'de Ebû Muayt oğlu
Ukbe'nin koyunlarını güderdim. Peygamberimiz ve Ebû Bekir, Mekke müşriklerinden
kaçarlarken bana uğradılar ve dediler ki: "Ey delikanlı, yanında bize
içireceğin süt var mıdır?" Ben ise, "Bir emanetçi olduğumu"
bildirerek cevab verdim. Dediler ki: "Güttüğün sürü içinde henüz koç
görmemiş ve yaşına basmamış dişi kuzu yok mudur?" Ben: "Vardır"
diyerek cevapladım ve kuzuyu
onların yanına getirdim.
Ebû Bekir kuzuyu
bağladı.
Peygamberimiz de
kuzunun memesini eline aldı ve dua etti. Kuzunun memesi süt ile doldu... Ebû
Bekir içi çukur bir taş bulup getirdi, Peygamberimiz sütü bunun içine sağdı.
Sonra sütten Peygamberimiz ve Ebû Bekir içtiler. Bana da içirdiler. Sonra
Peygamber Efendimiz kuzunun memesine "sütünü çek" diye seslendi. O da
eski hâline geldi." [7]
[8]îbn-i Sa'd ve Beyhakî Muhammed bin Abdullah bin
Amr'den[9]
nakleder: 'Hâlid bin Saîd, Islâm'in ilk günlerinde müslüman olmuştu. O'nun
müslümanlığı kabul edişi gördüğü bir rüyaya dayanır. Şöyle ki: Rüyasında pek
büyük bir ateş görür, babası kendisini bu ateşe itmektedir. Kendisi de bu
ateşin kenarında bulunmaktadır. Peygamberimiz ise gelip ateşe düşmesin diye
arkasından tutup onu çekmektedir. Ürpererek uykusundan uyanmış ve:
"Allah'a yemin ederim ki bu, bir hak rüyadır!" demiş. Derhal Ebû
Bekir'e giderek rüyasını anlatmış. Ebû Bekir de: "Bu gerçekten hayırlı bir
rüyadır" demiş ve: "Hiç durma, işte Resûlüllah, hemen gidip kendisine
imân et!" tavsiyesinde bulunmuştur. O da hemen Peygamberimiz'e gidip:
"Ey Muhammed, sen insanları neye çağırıyorsun?" diye sormuş.
Peygamberimiz: "Ben Allah'ın elçesi olarak insanları Allah'ın birliğine,
eşi ve benzeri olmadığına, Muhammed1 in de Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna
inanmaya çağırıyorum. İşte seni de buna ve putları aradan çıkarıp atmaya
çağırıyorum! Elbette ki insan, fayda da, zarar da vermekten âciz bulunan,
kendisine ibadet edenle etmiyeni farketmiyen taş parçasına tapınamaz!...
buyurmuştur. Bunun üzerine Hâlid müslüman olmuştur. Durumu öğrenen babası
Hâlid'in peşine adam takmış, yakalatıp getirmiş, fena sözler söyleyip
doğmuştur. Öfkesini yenemeyip: "Vallahi ey Hâlid, sana bir lokma yiyecek
vermeyeceğim!" diyerek haykırmıştır. Hâlid de babasına hitaben: "Eğer
sen yiyeceğimi vermezsen, Allah benim rızkımı istediği şekilde
verecektir!" diyerek karşılık vermiştir."
îbn-i Sa'd Salih bin
Keysân'dan [10]şöyle nakleder;
"Hâlid bin Saîd gördüğü rüyayı
arılatarak demiştir ki:
Peygamberimiz'i gönderilmesinden önce idi. ... Ben, bütün Mekke'yi
kaplayan, dağları ve vadileri örten bir karanlık gördüm, rüyamda... Sonra Zemzem
tarafından sabah aydınlığı gibi bir nûr çıktı. Büyüdükçe büyüdü ve iyice
yukarıya çıktı. îlk önce bu nurun aydınlığında gördüğüm şey Kabe olmuştur.
Sonra sırasıyla dağları ve vadileri gördüm... îyice büyüyen ve yükselen bu nûr,
o kadar yayılmıştı ki tâ Medine'nin hurmalıklarını aydınlatıyordu. Bu nurun
içinden biri şöyle sesleniyordu: "O, münezzehtir, münezzehtir!... Söz
tamam olmuş» şirkin bütün yolları kaldırılmıştır! Bu ümmet mutlu olmuş,
Peygamberini bulmuştur! Şu karyenin yalanladığı Kitab kemâline ermiştir. Bu
karye iki defa azâb görmüş, üçüncüsünde tevbeye gelecektir." Hâlid, bu
rüyasını kardeşi Amr'e anlatmış, Amr de demiştir ki: "Gerçekten sen
şaşılacak bir şey görmüşsün! Nurun Zemzem'den çıktığını gördüğüne göre, ben
derim ki: "Senin bu rüyanın karşılığı, Abdü'l-Muttalib Oğullarından çıksa
gerektir..."
Darekutnî ve îbn-i
Asâkîr Vakıdî tarikiyle nakleder: İbrahim bin Ukbe'nin oğlu İsmail, amcası Mûsâ
bin Ukbe'den rivayetle der ki: "Hâlid bir Saîd'in kızı Ümmü Hâlid,
babasının bu rüyasını aynen nakleder ve bu esnada babasının "Bu seseble
Allah beni îslâm'a hidayet etmiştir" sözüne temasla: "Babam ilk
müslüman olan kişidir! O, rüyasını Rasûlüllah'a gidip anlatmış, Resûlüllah
Efendimiz de kendisine: "Ey Hâlid, vallahi ben, senin gördüğün bu nurum!
Ben, Allah'ın Resulüyüm!" buyurmuş, bunun üzerine babam da derhal müslüman
olmuştur" şeklinde ifade etmiştir." [11]
Îbn-i Ebu'd-Dünyâ ve
îbn-i Asaklr Sa'd bin Ebû Vakkâs'tan nakleder. O demiştir ki: "Ben
müslüman olmazdan üç gün önce rüyamda çok büyük bir karanlık gördüm; öyle ki
hiçbir şey görünmüyordu. Derken ansızın Ay doğuverdi. Ben bu Ay'a bakıyor ve
başka kimlerin bulunduğuna dikkat ediyordum. Baktım ki Zeyd bin Harise ile Ebû
Bekir de oradalar, benimle birlikte Ay'ı takib ediyorlar... "Siz buraya ne
zaman geldiniz?" diye kendilerine soruyor, onlardan "şimdi
geldik" cevabım alıyordum... Uyandığım zaman, Resûlüllah'ın insanları
gizlice islâm'a davet ettiğine dâir duygumu hatırladım ve bu maksatla kendisini
görmek istedim. Ciyad taraflarında bir yolda kendisiyle karşılaştığımda:
"Ey Muhammed, Sen insanları neye davet ediyorsun?" diye sordum.
Resûlüllah da bana: "Allah'tan başka ilâh olmadığı,
bildirilmektedir.
Hicretin 140. yılında vefat etmiştir. Zehebi el-Mizân'da onun hakkında:
"Ulemâdan iti m ad edilir bir zattır" der. Kaderiyeden olduğu iddia
edilmişse de, bunun asılsız
olduğunu bildirir.
Muhammed'in de
Allah'ın elçisi bulunduğu hakikatini kabul edip şehâdet getirmeye davet
ediyorum! Haydi buna şehadet et de müslüman ol" buyurdu. Ben de derhal
şehadet getirerek müslüman oldum." [12]
tbn-i Sa'd Nâfi
tarikiyle Sâlîm'den [13]o da
Ali'den nakleder. Şöyle ki: "Peygamber (s.a.v.) Hatice'ye bir miktar yemek
hazırlamasını emretti, o da hazırladı. Sonra bana: "Ey Ali, haydi
Abdü'l-Muttalib Oğullarını çağır" dedi. Ben de çağırdım... Kırk kişi kadar
geldiler. Peygamberimiz kendilerine: "Haydi buyurunuz!" diyerek serîd
ikram etti. Hepsi de yiyip doydular. Aslında bu yemek, onlardan birinin tek
başına yiyebileceği miktarda idi. Sonra kendilerine süt ikram etmemi
söylediler. Ben de süt ikram ettim. Hepsi içip süte kandılar. Aslında bu da,
onlardan birinin tek başına içebileceği kadardı. Fakat kırk kişi olmalarına
rağmen hepsini kandırmıştı. Ebû Leheb derhal söze atılarak: "Gördünüz mü,
Muhammed sizleri nasıl da büyüledi!" dedi ve oradakilerin dağılmalarına
sebeb oldu... Aradan bir kaç gün geçtikten sonra yine bir miktar yemek
hazırlatan Peygamber Efendimiz, bana hitapla: "Ey Ali haydi kavmini
topla!" buyurdular. Ben de onları topladım, hepsi gelip yediler ve
içtiler. Doyup kandılar... Sonra Peygamberimiz topluluğa hitapla: "Şimdi
beni, üzerimde bulunduğum bu dâvada kim destekleyecek?" diye sordu... Ben
hemen söze atarak: "Ben destekliyeceğim, ey Allah'ın Resulü! Şu topluluğun
en genci de benim!" diyerek karşıladım... Oradakileri bir sükût kapladı,
hiç kimseden bir ses çıkmadı. Sonra babama hitapla: "Ey Ebû Tâlib, oğlunun
yaptığını görüyor musun?" dediler. Babam da kendilerine: "Bırakın
onu, o elinden gelen hiç bir şeyi esirgemeksizin amcası oğlunu desteklemeye
devam edecektir" karşlığını verdi..."
Yine Ebû Nuaym İbn-i
îshâk tarikiyle Berâ bin Azib'ten nakleder: "Peygamber Efendimiz'e
"Ey Muhammed, yakınlarını inzâr et!" mealindeki âyet indiği zaman,
Peygamberimiz Abdü'l Müttalib oğullarını topladı, o gün onlar kırk kişi idiler.
Ali'ye, bir koyun budundan bir miktar yemek hazırlamasını emretti. O da
hazırlayıp Resûlullah'a takdim etti. Resûlullah bu yemekten bir parça alıp bu
parçanın bir kısmını yedi, kalan kısmını da yemek kabının etrafında
dolaştırarak yemeğe dokundurdu. Sonra onar kişi hâlinde gelip yemelerini
söyledi. Onlar da onar kişi halinde gelip hepsi bu yemekten yediler ve
doydular. Sonra Peygamberimiz süt kabım isteyip eline aldı, bir yudum içtikten
sonra onlara verdi: "Buyurunuz sırayla içiniz, bismillah" dedi. Hepsi
içtiler ve süte kandılar. Ebû Leheb derhal söze başlayıp: "Hiç bir kimse,
bu adamın sizi büyülediği gibi kimseyi büyülemiş değildir!" dedi ve oradakileri
dağıttı. Ertesi günü Peygamberimiz onları tekrar çağırtıp topladı. Aynı şekilde
bir kişinin yiyebileceği miktardaki bir yemekle hepsini doyurdu, aynı
miktardaki sütle de hepsini süte kandırdı. Sonra başkasma fırsat vermeden söze
başlayıp kendilerine tebligatını yaptı." [14]
îbn-i Adiy, Beyhaki ve
Ebû Nuaym (zayıf bir senedle) yâni Heysem bin Hammâd tarikiyle Enes'ten rivayet
eder. O diyor ki: "Ebû Talib hasta olmuştu. Peygamberimiz kendisini
ziyaret etti. Bu sırada Ebû Talib: "Ey kardeşimin oğlu, kendisine ibadet
ettiğin Rabbine dua et de bana şifâ versin" ricasında bulundu.
Peygamberimiz de: "Allah'ım, amcama şifa ihsan eyle!" diyerek dua
etti. Ebû Tâlib de sanki hiç hasta değilmiş gibi iyileşip ayağa kalktı.
Peygamberimiz'e hitaben: "Ey kardeşimin oğlu, Senin kendisine ibâdet
ettiğin Rabbin, sana itaat edip isteğini yerine getiriyor" dedi.
Peygamberimiz de kendisine: "Ey amca, eğer sen Allah'a itaat etsen,
elbette O da sana itaat eder!" diyerek karşılık verdi."
(Bu rivayeti tek
başına Heysem nakletmiştırve kendisi zayıf bir râvidir -Süyûti-).[15]
îbn-i Asâkir'in
Târih'inde naklettiğine göre Celheme bin Arfeta demiştir ki: "Ben Mescid-i
Haram'a gitmiştim. Kureyş'in dağınık bir vaziyette bulunduğunu, izdiham ve
gürültüden geçilmediğini gördüm. Yağmur duası yapıyorlardı. İçlerinden biri:
"Lât ve Uzzâ adındaki putlarınızın yanma giderek, onlardan şefaat
isteyin!" diye bağırıyordu. Bir başkası da: "Menât'a gidiniz,
Menât'a" diyerek haykırıyordu, içlerinden yaşlı birisi bu arada:
"Vesim ve Kasim! Yani meşhur ve büyük adam! Güzel yüzlü, tatlı ve haklı
sözlü! Size ne oluyor da O'na başvurmuyorsunuz?
ibrahim'in bakiyesi, ismail'in
sülâlesi sizin
içinizdedir!"
dedi. Bu yaşlı kişiye: _"Ebû Talib'i mi kastediyorsun?" diye
sordular. O da: "Evet" karşılığını verdi. Hep birlikte kalkıp Ebu
Talib'in evine gittiler. Ben de gittim. Kapıyı çaldıklarında Ebû Talib dışarı
çıktı ve niçin geldiklerini anlatmaları üzerine de: "Öğle vaktinin
girmesini ve rüzgarın esmesini bekleyiniz" dedi. Güneşin zevalinden sonra,
yanında sanki buluttan sıyrılan güneş gibi biri bulunduğu halde halkın yanma
çıktı. Etrafında başka gençler de vardı. Ebû Talib yanındaki güneş yüzlü gencin
elinden tutup Kabe duvarının dibine ve arkası Kâbeye dayalı bir vaziyette
oturttu. O genç de şehadet parmağını yukarı kaldırarak dua edip sığındı.
Yanındaki diğer gençler de yalvarıp yakarıyorlardı. Semada ise hiç bulut yoktu.
Derken bulutlar görünmeye ve çeşitli taraflardan yükselmeye başladı. Çok
geçmedi hava iyice kapandı ve bol bol yağmur yağdı. Vadilerden seller aktı ve
her taraf bolluk bereketlik oldu. Ebû Tâlib de bunun üzerine şiir hâlinde şu
sözleri söyledi:
"Nûr yüzlü! O'nun
yüzüsuyu hürmetine yağmur istenir. Kendisi yetimlerin sığınağı, dulların
dayanağıdır.
Her tarafı kıtlık ve
kuraklık sarmışken, nimete ve berekete kavuşuldu.
Adalet terazisi bir
arpa ağırlığında hatâ etmez. "
Tartıcısı da gerçek ve
güvenli olunca, hiçbir haksızlık olmaz!" [16]
Peygamber Efendimiz'in
sahih haberlerle sabit bulunan mucizelerinden birisi de, Ay'ın yarılması
mûcizesidir ki buna Şakkı-Kamer mucizesi denilmektedir. Üzerinde ittifak
edilmiş bulunan sahih hadisler ve haberler, Ay'ın bü-fiil ikiye ayrılmasına
şehadet ettiği gibi; ilgili âyet-i kerime de bu hususta sarihtir; açıkça buna
delâlet etmektedir. Nitekim Kamer Sûresi'nin birinci âyetinde aynen şöyle
buyurulmaktadır:
"Kıyamet saati
yaklaştı, Ay yarıldı."
Buharı ve Müslim de
sahihlerinde Enes'ten şöyle rivayet ederler: "Mekke halkı Peygamber
(s.a.v.)'den kendilerine bir mucize göstermesini istediler. Peygamberimiz de
onlara Ay'ın ikiye yarılması mucizesini gösterdi." Yine her iki sahihlerin
Ibn-i Mes'ud'dan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) zamanında
Mekke'de Ay iki parçaya ayrıldı. Peygamber Efendimiz Mekke'lilerin dikkatini bu
mucizeye çekerek: "Şahit olunuz" buyurdular.
Buharî ve Müslim'in
yine, İbn-i Mes'ud'dan olan diğer bir revâyetleri de şu mealdedir."Mekke
de Ay ikiye yarıldığı zaman biz peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk.
Ben şahsen bu mucizeye şahit oldum. Ay ikiye ayrıldı, bir parçası dağın öbür
tarafında, bir parçası da bu tarafînda oldu. Peygamberimiz Mekke'lilere
hitaben: "Şahit olunuz" buyurdular.
Yine îbn-i Mes'ûd'dan sahihlerin
bir diğer rivayetinde: "...Ay'ın bir parçası dağın üst kısmında, diğer
parçası da beri kısmında idi" denilmiştir.
Yine îbn-i Mes'ûd'dan
Beyhakî'nin bir rivayeti var. Bu rivayette ise şöyle denilmektedir: "Ben
Mekke'de ayın ikiye ayrılışına bizzat şahit olup kendi gözümle gördüm.
Peygamber Efendimiz henüz Mekke'den çıkmamış idi. (Hicretten evvel idi).
Mekke'lilerin kendisinden bir mucize göstermesini istemeleri üzerine, Peygamber
Efendimiz mub.ârek parmağıyla Ay'a işaret etti ve Ay ikiye ayrıldı. Bir parçası
Ebû Kubeys dağının üzerinde, diğer bir parçası da aşağı tarafta idi. Müşrikler
dediler ki: "Muhammed Ay'ı büyüledi" îşte bunun üzerine:
"Kıyamet saati yaklaştı, ay ayrıldı" mealindeki ilgili âyet nazil
oldu. [17]
Beyhakî ve Ebû
Nuaym'in îbn-i Mes'ûd'dan olan rivayetleri de şöyledir: "Mekke kâfirleri
Peygamberimizden bir mucize istediler. Peygamberimiz de onlara Ay'ın yanlışı
mucizesini gösterdi. Kâfirler bunun üzerine: "Bu bir sihirden ibarettir,
Ebû Keşbe'nin oğlu (Muhammed) sizi büyüledi!" dediler. Sonra, seferde
olanlar döndüklerinde onlardan bunu sormaya karar verdiler. "Eğer seferde
bulunanlar da sizin gördüğünüzü görmüşlerse, Muhammed sözünde sâdıktır, eğer
görmemişlerse, burada size sihir yapıldığından hiç şüpheniz olmasm(!)" dediler.
Seferde olanlar da dönmeye, çeşitli cihetlerden gelmeye başladılar. Onlar da
her gelene soruyor, sorduklarından: "Evet gördük" diye cevab
alıyorlardı." [18]
Ay'ın ikiye yarılması
mucizesini Buharı ve Müslim Abdullah îbn-i Abbas'tan rivayet ettikleri gibi,
ayrıca Müslim Abdullah îbn-i Ömer'den de kısaca şöyle nakleder: "Mekke'de
Ay'ın ikiye yarılması mucizesi vukua gelmiştir. Ay'ın bir parçası dağın öbür
tarafında, bir parçası da beri tarafında idi. Peygamberimiz de bunun üzerine:
"Allah'ım şahit ol!" demişti."
Beyhakî ve Ebû Nuaym
Cübeyr bin Mut'im'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Mekke'de Ay ikiye
ayrıldığı zaman bir Peygamber Efendimiz'in yanında bulunuyorduk. Ay'ın bir
parçası şu dağın üzerinde diğer parçası da şu dağın üzerinde idi. insanlar yâni
kâfirler: "Muhammed bizi büyüledi!" dedi. İçlerinden birisi de:
"Sizi büyüledi ise, bütün insanları da büyüledi değil ya!" diyerek
söz attı. Yine Ebû Nuaym'ın Atâ- ve Dahhâk tarikiyle İbn-i Abbas'tan bir
rivayeti var.
Bunda da denilmiştir
ki: "Müşrikler toplanıp Peygamberimiz'e geldiler ye: "Ey Muhammed,
eğer davanda sâdık isen, bize şu Ay'ı ikiye ayır! Öyle ki bir parçası şu Ebû
Kubeys dağının üzerinde, diğer parçası da şu Kuaykân dağının üzerinde
olsun!" dediler. Vakit gece idi, Ay da aydınlık idi. Resûlüllah Efendimiz
Allah'a duâ ettiler, Rabbi'nden müşriklerin kendisinden istedikleri şeyi
vermesini dilediler. Bunun üzerine Kamer ikiye ayrıldı. Yarısı Ebû Kubeys
dağının üzerinde, diğer yarısı da Kuaykân dağının üzerinde oldu... Mucizenin
gerçekleşmesi üzerine Peygamber Efendimiz de: "Şahit olunuz!"
buyurdular.
(Ebû Nuaym'm yalnız
Dahhâk tarîkinden sevkettiği bir rivayet daha var. Burada ise yine îbn-i
Abbas'm şöyle dediği kaydedilir: "Ay İki parça oldu. Bir parçası Safa
tepesi üzerinde, diğer parçası ise Merve tepesi üzerinde idi. ikindi vaktinden
akşam vaktine kadar olan müddet mfEtarmca Ay'ın parçaları bu tepeler üzerinde
kaldı. Onlar da buna bakmaya devam ettiler. Sonra Ay battı.)[19]
İslam âlimleri dediler
ki: Ay'ın ikiye ayrılması mucizesi, gerçekten çok büyük bir mucizedir. Diğer
Peygamberlere verilen mucizelerden hiç biri, bu büyüklükte bir mucize
değildir... Çünkü bu mucize bu alemde carî bulunan tabiî ve fıtrî kanunların
fevkinde olan bir mucize ve tecellîdir... Tamamen semavî ve ulvî bir tecelli ve
mucizedir. Tabiatta var olan kânun ve özelliklerin dışında büyük bir harikadır.
Tabiî yollardan herhangi biriyle başkasının buna ulaşmasına ve taklîd etmesine
asla imkân yoktur. Bu itibarla, bu mucizeyi izhar edenin davasında sâdık
olduğuna delâleti de, çok açık ve kesindir. [20]
Tirmizî, Hâkim,
Beyhakî ve Ebû Nuaym'in Aişe'den rivayetine göre o şöyle demiştir:
"Peygamber (s.a.v.), Önceleri nöbetçiler dikilerek ' insanların kendisine
bir kötülük yapmasından
korunması için bekleniyordu...
Nihayet şu âyet nazil oldu:
130- "Ey
Muhammed, Allah seni insanlardan koruyacaktır." [21]Bunun
üzerine başını kubbeden çıkaran Peygamber nöbetçilere hitaben: "Ey
İnsanlar, haydi gidiniz, Allah beni koruyacağını va'd buyurdu" demiştir.
Ahmed, Taberânî, Ebû
Nuaym Cude'den naklediyor: "Birgün ben Peygamber Efendimiz'in huzurunda
idim. Oraya bir adam getirdiler ve: "Ey Allah'ın Resulü, bu adam sizi
öldürmek istedi" dediler. Peygamber Efendimiz de: "Korkuya mahal yok,
korkuya gerek yok! Eğer sen beni öldürmek istemişsen bile, Allah bunun için
sana fırsat vermeyecektir!" buyurdular. [22]
Müslim Ebû Hüreyre'den
rivayet ediyor: "Bir gün Ebû Cehil büyük bir öfkeleyle: "Demek,
Muhammed aranızda yüzgösterip istediği gibi ibâdet mi ediyor?" diye
bağırdı." Kendisine: "Evet" dediler. Bunun üzerine Ebû Cehl:
"Lât ve Uzzâ adındaki putlarımıza yemin ederim ki, eğer Muhammed'in bir
daha böyle yaptığını görecek olursam, muhakkak boynunu çiğneyeceğim! Yahut ta
yüzünü yerlere süreceğim!" dedi. Peygamberimiz ise tekrar gelip namaz
kılmaya başladı. O'nun boynunu çiğnemek için ilerliyen Ebu Cehl, birden bire
geri çekilmeye ve eliyle kendisini korumaya çalışır gibi hareketlere başladı ve
oradan derhal uzaklaştı. Kendisine niçin böyle yaptığım sorduklarında:
"Muhammed-le benim aramda ateşten bir hendek açıldı. Müthiş korktum. Sonra
aramızda birtakım kanatlar da zuhur etti" cevabını verdi. Peygamber efendimiz
de bu hususa temasla: "Eğer o bana yaklaşsaydı meleklerin kanadıyla parça
parça edilirdi" buyurdular. Cenab-ı Hak da:
"Hayır, gerçekten
insan azar. (Rabbi'nin bunca iyiliğine rağmen yine de taşkınlık eder)"
mealindeki âyeti ve onu takîb eden diğer âyetleri inzal buyurdu. [23]
İbn-i îshâk, Beyhâki
ve Ebû Nuaym îbn-i Abbas'tan rivayet ederler: "Bir gün Ebû Cehil, Kureyş'e
hitaben: "Ey Kureyş topluluğu, bildiğiniz gibi Muhammed dînimizi
ayıplıyor, atalarımızı kötüleyip aklımızla alay ediyor! Üstelik ilahlarımıza da
hücum ediyor... Ben Allah'a and içiyorum ki, yarın elime bir taş alıp
Muhammed'in namaz kıldığı yerin yakınına oturacağım, o namaza durup secdeye
varınca, başım taşla ezeceğim! Muhammed Öldükten sonra, onun yakınları olan
Abdü Menâf oğulları ne isterlerse yapsınlar!" diyerek öfkesinden
kükrüyordu. Derken ertesi günün sabahında Resûlüllah Efendimiz geldi ve namaza
durdu. Ebû Cehil elinde taş orada bekliyordu. Kureyş de orada toplanmış merakla
bekliyor ve bakıyordu. Peygamberimiz secdeye vardığı zaman Ebu Cehil taşı
yüklenerek ilerledi ve Peygamberimiz'e biraz yaklaştığı sırada ansızın geri
çekilmeye başladı. Dehşete kapılmış ve rengi solmuş bir vaziyette idi. Sanki
eli kurumuş gibiydi. Nihayet taşı elinden indirdi. Kureyş'ten bazı adamlar
yanma gelerek: "Sana ne oluyor?" diye bağırdılar. Ebû Cehil'de
onlara: "Muhammed'e yaklaştığım zaman büyük bir deve bana hücum etti!
Neredeyse beni yiyeyazdı." diye karşılık verdi. Bunu Peygamberimize
duyurdukları zaman: "Büyük ve korkunç bir deve suretinde ona hücum eden
Cebrail idi. Eğer bana biraz daha yaklaşsaydı, onu parçalardı" buyurdular.
Yine İbn-i Abbas'tan
Buharî'nin rivayetinde şöyle denilmektedir: Ebû Cehil: "Eğer Muhammed'in
Kabe'de namaz kıldığını görürsem, boynunu çiğneyip onu ezeceğim!" diye
haykırmıştı. Bunu Peygamberimize haber verdikleri zaman şöyle buyurdular:
"Eğer öyle bir şey yapsa, melekler onu gözönünde parçalarlar!"
Diğer bazı
kaynaklarında îbn-i Abbas'tan bir rivayeti var. O da bunu babası Abbas'tan
nakleder. Şöyle ki: "Birgün ben Mescid'de idim. Ebû Cehil dedi ki:
"Eğer Muhammed'i burada namaz kılarken görürsem, secdeye vardığı zaman
boynunu çiğneyip ezeceğime dair Allah'a söz veriyorum!" Ben Resûlüllah'a
giderek Ebû Cehl'in bu andından haber verdim. Peygamberimiz gadada gelerek
yerinden kalktı ve doğruca Mescid'e gitti. Mescid'in kapısından girerken müthiş
bir izdiham vardı. Herkes ne olacak diye heyecanlanmıştı. Peygamber (s.a.v.)
okumağa başladı: Kur'ân'm "Yaratan Rabbinin adıyla oku" mealindeki
ayeti okudu, sonra bu âyeti takîb eden âyetleri okudu. Nihayet Ebu Cehil
hakkındaki "Hayır insanoğlu gerçekten azıp taşkınlık eder!"
mealindeki âyeti okuduğu sırada, oradakilerden biri Ebû Cehl'e yanaşarak:
"Duyuyor musun, Muhammed neler okuyor, neler diyor?" dedi. Ebû Cehil
de o adama cevaben: "Duyuyorum, fakat siz ufukta benim gördüğümü görmüyor
musunuz? Vallahi semânın bütün ufku benim aleyhime kuvvetlerle doluverdi"
dedi.
Kaynakların Ebû Süfyan
el-Sekâfi'den tesbitine göre, o da şöyle demiştir: "Eraş kabilesinden bir
adam devesine binerek Mekke'ye geldi. Ebû Cehil bu deveyi bu adamdan satm aldı,
fakat parasını vermedi. Adam Kureyş topluluğuna giderek durumu anlattı:
Kendisinden bir garip ve yolcu olduğunu söyleyerek, Ebû Cehîl'den hakkının
alınması hususunda kendisine kimin yardım edebileceğini sordu... Onlar da sırf
ikisi arasındaki soğukluk ve düşmanlığı bildikleri için; "İşte şu adamı
görüyorsun ya, ancak sana o adam yardım edebilir" diyerek Resûlüllah'a
işaret ettiler ve: "Haydi ona git!" dediler. Peygamberimiz o
sırada Mescid'in bir
tarafında idi. Adamcağız Peygamberimiz'e giderek durumu O'na anlattı.
Peygamberimiz de bu adamcağızı yanma alarak doğruca Ebu Cehl'in evine gitti ve
kapıyı çaldı. İçeriden Ebû Cehl: "Kim o?" diye seslendi.
Peygamberimiz de: "Muhammed" diyerek cevap verdi. Dışarı çıkan Ebû
Cehl, gerçekten toprak gibi kesilmişti. Peygamberimiz kendisine: "Derhal
bu adamın hakkını Öde!" dedi. Ebû Cehl: "Ayrılmayınız, hemen hakkını
Ödeyeyim" dedi ve evine girip çıktı. Adamın hakkını ödedi. Efendimiz de o
adamla birlikte oradan ayrıldı. Olayı takip edenlerden bâzıları Ebû CehVe
hitaben: "Ey Ebû'l-Hakem, doğrusu sen şaşıracak bir şey yaptın, derhal
Muhammed'e itaat ettin" dediler. Ebû Cehl onlara verdiği cevapta:
"Haklısınız, şaşılacak bir iş yaptım doğrusu... Fakat Allah'a yemin ederim
ki, o benim kapımı çaldığı zaman beni müthiş bir korku kapladı, kapıyı açıp
baktığım zaman, tepemde bir büyük deve dikiliyordu! Şimdiye kadar hiç böylesini
de görmüş değildim. Eğer ben Muhammed'e derhal itaat etmeseydim, muhakkak o
deve beni parçalayıp yerdi."
Şimdi de Selam bin
Miskinin anlattığını dinleyelim. Bunu nakleden de Ebû Nuaym'dir: "Bana
anlattıklarına göre, adamın birinin Ebû Cehil'de bir miktar alacağı varmış,
fakat bir türlü bu alacağını alamıyormuş... Birisi kendisine: "Bu hususta
sana kimin yardımcı olabileceğini söyliyeyim mi?" demiş. Kendisinin
"Evet" demesi üzerine: "Sen doğruca Muhammed bin Abdullah'a
git!" denilmişti, O da bunun üzerine Peygamber Efendimiz'e müracât
etmiş... Efendimiz de o adamı yanma alarak doğruca Ebû Cehlin evine gitmiş ve:
"Derhal bu adamın hakkını ver!" diye ona emretmiş. O da:
"Derhal" diyerek evine girmiş, parayı getirip ödemiş... Bâzıları bu
hususta Ebû Cehl'e hitaben: "Bütün bunlar, Muhammed1 den korktuğun için
değil mi?" demiş. Ebû Cehil de verdiği cevapta: "Bütün varlığım
elinde olan Allah'a yemin ederim ki),[24]
Muhammed'in yanında, ellerinde kargı birçok adamlar vardı. Eğer o adamın
hakkını vermeseydim, muhakkak karnımı yararlardı" demiş. [25]
Yüceler Yücesi Allah
buyuruyor:
"Sen Kur'ân
okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanların arasına kapalı bir perde
çekeriz." [27]
Yine sânı yüce Allah
buyuruyor:
"Önlerinden bir
sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık onlar görmezler."
[28]Aralarında
Beyhakî ve Ebû Nuaym'in de bulunduğu kaynaklanınız Ebû Bekir'in kızı Esmâ'dan
şu haberi naklederler; O demiştir ki: "Yüceler Yücesi Allah "Ebû
Leheb'in iki eli kurusun; zâten kurudu da!" [29]âyetini
inzal buyurduğu zaman, Avrâ bint-i Harb büyük bir velvele ve gürültü kopararak
geldi, elinde de bir taş vardı. Peygamber Efendimiz de, yanında Ebû Bekir
bulunduğu halde Mescid'de idi. Ebû Bekir, Avrâ'nm gelişini görünce: "Ey
Allah'ın Resulü, ben onun sizi görmesinden korkuyorum" dedi. Peygamberimiz
de: "Ey Ebû Bekir, o asla beni görmeyecek!" buyurdu ve Kur'ân'dan
bâzı âyetler okudu... Bunları okuyarak Allah'a sığındı. Avrâ da gelip Ebû
Bekir'in başucunda dikildi ve Peygamberimiz1 i göremedi. Ebû Bekir'e hitaben:
"Ey Ebû Bekir, bana haber verdiklerine göre senin arkadaşın Muhammed,
beni' kötülemiş" dedi. Ebû Bekir de cevaben: "Şu Kabe'nin Rabb'ine
yemin ederim ki O senin hakkında hiciv söylememiştir" dedi. Bunun üzerine
Avrâ oradan uzaklaştı."
Yine bu hususta
Beyhakî'nin Esmadan sevkettiği bir diğer rivayet var. Oradaki ifade de
şöyledir: "...Ebû Bekir Avrâ'ya verdiği cevapta: "Vallahi arkadaşım
Muhammed şâir değildir, şiir nedir bilmez, de" demiştir. Peygamber
Efendimiz Ebû Bekir'e olan kelamında: "Ona sor bakalım, senin yanında
başkasını görebiliyor mu? O beni elbette göremiyecektir. buyurmuştur. Ebû Bekir
Avrâ'ya bunu sorduğu zaman o sinirlenmiş ve: "Ey Ebû Bekir, benimle alay
mı ediyorsun? Vallahi ben senin yanında kimseyi görmüyorum!" diyerek
karşılık vermiş ve ordan uzaklaşmıştır."
Bir de bu hususta îbni
Ebû Şeybe'nin ve Ebû Nuaym'in îbn-i Abbas'tan bir rivayeti var. Bunda da
denilmektedir ki: "Ebû Leheb ve karısı Avrâ ile ilgili olarak Tebbet
Sûresi nazil olduğu zaman, Ebû Leheb'in karısı büyük bir öfkeyle geliyordu.
Bunun farkına veren Ebû Bekir: "Ey Allah'ın Resulü, ondan saklansanız!
Zira bilirsiniz ki o çok - ağır konuşur" demiş... Peygamber Efendimiz de:
"Onunla benim arama perde çekilir ve o beni asla göremez" karşılığını
vermiştir. O hışımla gelmiş ve: "Ey Ebû Bekir, arkadaşın bizi hicvetmiş"
demiş. Ebû Bekir de: "Arkadaşım şiir söylemez ve söylememiştir"
demiş. Avrâ da bunu doğru kabul etmiş ve geri dönmüş... Ebû Bekir
Peygamberimiz'e hitaben de: "Yâ Resûlallah, o sizi görmedi" demiş.
Efendimiz de: "O buradan gidinceye kadar bir melek, beni ondan kanadıyla
gizledi" buyurmuştur. [30]
Beyhaki, Süddî
es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da îbn-i Abbas'tan rivayet
eder. [31]Şöyle
ki: "Cenab-ı Hakk'ın: "Önlerinden bir sed, arkalarından bir sed
çektik de onları kapattık, artık onlar görmezler" mealindeki âyet-i
celîlesiyle bize bildirmek istediği kimseler, Kureyş kâfirleridir. Ayette:
"...Onları kapattık, artık onlar görmezler" yâni gözlerini
perdeledik, artık onlar Peygamber'i görmezler, manası murâd edilmiş, görmeyince
de O'na eziyet edemeyecekleri bildirilmiştir. Bu âyetin iniş sebebiyle ilgili
olay şöyle olmuştur:
Mahzûm kabilesinden
bazı kimseler ki bunlar: Velîd bin Mugîre, Ebû Cehl, Züheyr İbnü Ebû Ümeyye,
Abdullah bin Ümeyye ve Esved bin Abdü'1-Esed idiler. Bunlar Peygamberimiz'i
öldürmek için kendi aralarında anlaştılar... Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in
kalkıp namaza durduğu zaman O'nun okuduğunu duydular. O'nu öldürmesi için
aralarından Velîd bin Muğîre'yi yolladılar. Velîd Peygamberimiz'in namaz
kıldığı yere geldi. O'nun sesini işitiyor, fakat kendisini göremiyordu. Dönüp
öbürlerinin yanma gitti, durumu onlara anlattı. Onlar da hep beraber oraya
geldiler. Peygamberimiz'in sesini işitiyor fakat kendisini göremiyorlardı. Tam sese
yaklaştıkları zaman, sesin arka tarafdan geldiğini işitiyorlar ve o tarafa
gidiyorlardı. Sese yaklaştıklarında yine sesin arka taraflarından geldiğini
işitiyor tekrar o tarafa gidiyorlardı. Böyle birkaç defa gidip geldiler, bir
türlü sesin sahibini göremediler. Göremiyeceklerini anlayınca da çekip
gittiler. İşte yukarıdaki âyet-i celîle de bu sebeple nazil oldu..,"
Beyhakî: "Bu
rivayeti te'yîd- eden bir rivayet, îkrime'den nakledilmiştir" der. Derim
ki, Beyhakî1 nin bu sözüyle söylemek istediği rivayet, îbn-i Cerîr'in
Tefsirinde İkrime'den sevkettiği rivayettir. Bu rivayette denilmiştir ki:
Ebû Cehil büyük bir
öfkeyle: "Eğer Muhammed'i görürsem, yemin ediyorum ki O'na şöyle şöyle
yapacağım!" diye haykırdı. İşte bunun üzerine Yâsîn Süresindeki ilgili
âyetler nazil oldu, tâ; "Onlar artık görmezler" mealindeki âyete
kadar... Ebû Cehl'in yanındaki adamlar; "işte Muhammed" diyerek
Peygamber Efendimiz'i gösteriyorlar, Ebû Cehl de: "Hani nerde, hani
nerde?" diyordu ve O'nu bir türlü göremiyordu..." [32]
Ebû Nuaym Mu'temir bin
Süleyman el-Teymî'den [33]rivayet
eder. O da babasından naklen der ki: "Mahzûm kabilesinden biri, eline bir
taş alarak Peygamber Efendimiz'in üzerine yürüdü. Peygamberimizin yanma
geldiği zaman kendisinin namaz kılmakta olduğunu gördü ve elindeki taşıyla O'na
vurmak istedi. Elini kaldırıp tam vuracağı sırada eli tutulup kaldı. Bir türlü
taşı fırlatamıyordu. Dönüp arkadaşlarının yanına gitti. Arkadaşları kendisine:
"Sen ondan korktun" dediler. O da: "Hayır, korktuğumdan değil;
baksanıza elim kurudu, taş elimde kaldı" diye karşılık verdi. Onlar da bu
durum karşısında hayret ettiler ve taş üzerinde kuruyan parmaklarını açarak
taşı yere düşürdüler. "Bu doğrusu şaşılacak bir şey ve senin hakkında
Allah tarafından irâde edilmiş bir husus" demekten kendilerini
alamadılar." [34]
Vâkıdî ve Ebû Nuaym
Urue bin Zübeyr'den naklediyor. O şöyle diyor: "Nadr bin Haris Peygamber
Efendimiz'e zaman zaman eziyet eder, taarruzda bulunurdu. Birgün Peygamberimiz
öğle vakti yaklaşırken haceti için Seniyyetü'l-Hacûn tarafına gitti. Adetleri
veçhile oldukça uzağa gitti. Bunu gören Nadr: "Böyle bir fırsat ebediyen
bir daha elime geçmez, pusuya yatıp ansızın onu öldürmeliyim!" diyerek
gidip pusuya yattı... Sonra ansızın müthiş bir korkuya kapılarak geri döndü.
Dönüş sırasında Ebû Cehl kendisine "Nereden geldiğini?" sordu. Nadir
şu karşılığı verdi: "Muhammed'in peşinden gitmiştim. O'nun yalnız olduğunu
görerek hesabım görmek istemiştim. Bu maksatla gidip pusuya yattım, fakat
simsiyah ve korkunç yılanların dişlerini birbirine çarparak ağızlarını açmış
bir vaziyette bana hücum ettiklerini gördüm, müthiş korktum ve süratle evime
dönüyordum!" Ebû Cehl de kendisine: "Bu, O'nun sihirlerinden
birisidir" karşılığım verdi." [35]
Taberânî, îbn-i Münde
ve Ebû Nuaym, Kays bin Hubra tarikiyle Hakem'in kızından şöyle nakleder:
"Bana atam dedi ki: Kızım ben sana, nıüslüman olmazdan önce bizzat
kendimizin yaşadığı ve gözlerimizin gördüğü bir olay nakledeyim: Bir
Resûlüllah'ı yakalayıp öldürmek üzere anlaşmıştık. O'na yaklaştığımız zaman
Öyle büyük bir gürültü duyduk ki, Tihame'de parçalanmıyan hiç bir dağ
kalmadığını zannettik ve müthiş korktuk... Bulunduğumuz yerde baygın yere
düştük... Bu sırada Resülüllah namazını kılıp bitirmiş ve evine dönmüştür...
Sonra biz, bir başka günün gecesinde Resûlüllah'ı öldürmek üzere kendi aramızda
sözleşmiştik. Bu seferinde de Safa ve Merve tepelerinin üstüste gelerek aramıza
girip, O'nu koruduğunu gördük... Vallahi bu seferinde dahi O'na kâ"rşı bir
şey yapamadık... Nihayet Allah bizim hakkımızda hidâyet murâd etti ve bize
müslüman olmamız için izrı>' verdi. Bizler de müslüman olduk..." [36]
Beyhakî îbn-i îshak
tarikiyle rivayet eder. O diyor ki: "Babam İshâk bin Yesâr'ın bana
anlattığına göre, Hicaz'ın meşhur pehlivanı Rükâne bin Abdü Yezîd'e hitaben
Peygamberimiz demiş ki: "Ey Rükâne, İslâm'ı kabul eyle!" Rükâne
karşılığında: "Eğer senin söylediğinin hak olduğunu bilmiş olsam, kabul
ederim!" demiş. Peygamberimiz de." "Eğer ikimiz güreş tutar ve
ben seni bu kadar güçlü olmana rağmen yıkarsam, İslâm'ın hak olduğunu kabul
eder misin?" demiş. Rükâne de bu teklifi kabul edip güreşe tutuşmuşlar.
Peygamber Efendimiz onu bir hamlede alıp yere indirmiş. Neye uğradığını
bilemeyen Rükâne: "Yâ Muhammed, güreşi tekrarlayalım" demiş ve
tekrarlamışlar. Bu seferinde de Peygamberimiz onu alıp yere indirmiş... Sonra
yerden kalkan Rükâne: "Ben bugüne kadar böyle bir sihir görmedim"
diyerek oradan ayrılmış... Bu güreşi anlatırken Rükâne şöyle dermiş:
"Vallahi ben, O'nun tarafından yere indirildiğim zaman, kendimde hiç bir
şey yapmağa güç
bulamadım![37]"
Yine Beyhakî'nin
Rükâne'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Ben ve Hz. Peygamber koyun
güderdik... Birğün bana Peygamber dedi ki: "Ey Rükâne, benimle güreş
tutmayı kabul eder misin?" Ben: "Nesine?" diye sordum. O da:
"Bir koyuna" dedi. Ben de kabul ettim ve güreşe tutuştuk. Fakat o
beni yıkarak koyunu kazandı ve bana ikinci defa güreşip güreşmeyeceğimi sordu,
ben de kabul ettim. Bu seferinde de beni yenerek bir koyun da kazandı. Üçüncü
defa güreşmeyi teklif etti ki, ben bunu da kabul ettimse de neticede yine
yenildim ve bir koyun daha kaybettim... Gayet üzüntülü ve düşünceli olarak
oturuyordum. Bana niçin bu kadar üzüldüğümü sordu, ben de kendisine: "Hem
güreşte yenildim, hem de babama döndüğümde üç koyunun hesabını vereceğim!"
dedim. Hz. Peygamber ki peygamberliğinin ilk günleri idi, bana dedi ki:
"Peki dördüncü defa güreşmek ister misin?" Ben: "Hayır"
dedim. Peygamber: "Babana koyunlann hesabını vermene gerek yoktur, zira
koyunlar senindir" diyerek üzüntümü azalttı... Çok geçmeden de îslâm
Dâvası'nı aşikâre eyledi. Ben de kendisine giderek müslüman oldum. Kendisiyle
güreş tuttuğumuz gün, kendi kuvvetiyle değil, kendisine verilen mucizevî bir
kuvvetle güreştiğini anlamıştım... Allah'ın bana hidâyet vermesine bunun sebeb
olduğu kanâatini taşıyorum." [38]
îbn-i Asâkır'in
tahricine göre Osman binAffân (r.a.): "Ben câhiliye zamanında kadına
düşkün biriydim... Bir gün ben, Kabe yakınında Kureyş'le birlikte oturuyordum.
Birisi gelip: "Muhammed, kızı Rukiyye'yi amcası Ebû Leheb'in oğlu Utbe ile
nikahladı" diye bir haber getirdi. Ben bu habere üzüldüm, zira Rukiyye çok
güzeldi ve ben Utbe'den evvel davranıp onunla evlenmek isterdim. Bu fırsatı
kaçırdım. Az sonra evime döndüm. Evde halam oturuyormuş. Kendisi zaman zaman
kehânette bulunurdu... Beni görünce şöyle konuşmaya başladı: "Müjde ey
Osman! Üç sene yaşıyacak, sonra üç sene daha, sonra bir üç sene daha, ayrıca
ilâveten bir sene daha... Yâni on sene daha yaşadıktan sonra sana büyük bir
hayır ulaşacak... Temiz ve güzel bir bakire ile evleneceksin, sen de o güne
kadar evlenmemiş olacaksın ve aldığın kızın soyu ve şerefi çok büyük
olacak..." Ben onun bu sözlerine çok şaştım... Dedim ki: "Ey hala,
sen neler söylüyorsun?" Dedi ki: "Ey esman, güzel yüz senin, tatlı
söz senin, O bir peygamberdir ve peygamberliğini isbât eden mucizesi vardır.
O'nu hak peygamber olarak Deyyân olan Allah gönderilmiştir. 'O'na tenzil ve
furkân gelmiştir; hiç durma O'na uy! Sakın putlar seni mahvetmesin!" Dedim
ki: "Ey hala, sen şu anda hiç söz konusu olmayan bin şeyden bahsediyorsun.
Bunu açıklar mısın?" O da dedi ki: "Muhammed bin Abdullah, Allah'ın
Resulüdür, kendisine kitap indirilmiştir, O insanları Allah'a çağırır. Sabah
aydınlığı gibi bir aydınlık. Tam manası ile kurtuluş yolu olan bir din!
Başarılı ve kahraman, muzaffer bir kumandan! Çağırıp bağırmanın yok bir
faydası... Kılıç onun elinde, söz onun, kuvvetli olan O..."
Onun bu sözleri
gerçekten içime işlemişti. Ben bâzan Ebû Bekir'in meclisine katılır, onları
dinlerdim. Kalktım onun yanına gittim. Duyduklarımı kendisine anlattım. O da
bana: "Ey Osman, sen akıllı ve tedbirli bir adamsın, hak olanla bâtıl
olanı birbirinden ayırdedebilecek durumdasın... Bizim şu kavmimizin tapındığı
putlar nedir ki? Konuşmaz, görmez, fayda ve zarar da vermez; taş parçalarından
ibaret değil midir?" Ben kendisine: "Yemin ederim ki doğru
söylüyorsun" diye karşılık verdim. Ebû Bekir tekrar: "Vallahi halan
sana doğru söylemiş, İşte Allah'ın Resulü Muhammed bin Abdullah, gerçekten
Allah O'nu elçi olarak göndermiş bulunuyor. Bizzat kendisine gidip O'ndan
dinlemeye ne dersin?" dedi. Ben de: "Giderim" dedim ve gittim...
Peygamber bana dedi* ki: "Ey Osman, Allah sizleri cennetine çağırıyor, bu
daveti kabul etmelisin! Bilesin ki ben Allah'ın sana diğer kullarına gönderdiği
elçisiyim." Ben, O'nun bana olan bu davetini kabul etmemezlik edemedim,
derhal orada müslüman oldum... Sonra aradan bir zaman geçmemişti ki ben
Peygamber'in kızı Rukiyye ile evlendim...
Dillerde söylenen şu
idi: "En güzel evlilik, Rukiyye'nin Osman ile evliliğidir." [39]
îbn-i Sa'd, Ebû Yâlâ,
Hâkim ve Beyhakî'nin Enes'ten tesbitlerine göre, o şöyle demiştir: "Ömer
bir gün kılıcını kuşanarak yola çıkmış gidiyordu... Zühre Oğullarından bir adam
kendisine rastlayıp: "Nereye yöneldin, yâ Ömer?" diye sormuş. Ömer:
"Muhammed'i öldürmeye gidiyorum!" demiş. Adamcağız: Hâşim ve Zühre
Oğullarının elinden nasıl kurtulacaksın yâ Ömer?" demiş... Ömer: "Her
halde sen de müslüman olmuşsun!" demiş. Adamcağız: "Daha fazla
şaşıracağın bir şey söyleyeyim mi? Kızkardeşin ve enişten bile müslüman olmuş
durumdalar" diye karşıiık vermiş. Ömer büyük bir öftkeyle eniştesinin
evine gider ve kapıyı çalar... Onun gelişini hisseden Hâbbab hemen saklanır.
İçeri giren Ömer: "Birşeyler mırıldanıyordunuz, neydi okuduğunuz?"
der. Onlar ise o sırada Tahâ Sûresini okuyorlarmış... Fakat Ömer'den
çekindikleri için on"a verdikleri cevapta: "Hiç öyle aramızda
konuşuyorduk" demişler. Ömer: "Hayır, siz birşey okuyordunuz, siz
müslüman olmuşsunuz!" diyerek bağırmış. Eniştesi kendisine: "Ey Ömer,
eğer hak senin dîninin dışındaki bir dinde ise, buna ne dersin?" diye
karşılık vermiş. Bunun üzerine Ömer, eniştesinin üzerine yürümüş ve onu yere
serip ezmeye başlamış. Kızkardeşi gelip Ömer'i iterek kocasını onun altından
kurtarmak istemiş. Ömer kardeşinin yüzüne bir yumruk vurarak yüzünü kanlar
içinde bırakmış ve: "Okuduğunuz şeyi bana vereceksiniz ve ben ne
okuduğunuza bakacağım!" diye ısrar etmiş... Kardeşi kendisine: "Sen
pissin, gusül yapmazsın; bizim okuduğumuza ise temiz olmayanlar dokunamaz; kalk
yıkan da okuduğumuz şeyi sana verelim" karşılığını vermiş... Ömer de
kalkıp yıkanmış ve onların okuduğu şeyi eline alarak okumaya başlamış. Tâhâ
Sûresini tâ:
"Gerçekten ben
evet Allah'ım; Ben'den başka hiçbir tanrı yoktur! O halde yalnız Bana kulluk
et, Beni anmak için namaz kıl!" [40]âyetine
kadar okumuş. Derin bir düşünceye dalan Ömer: "Muhamme-din bulunduğu yere
beni kılavuzlayın, O'nu görmek istiyorum" demiş. Saklandığı yerde Ömer'in
bu sözünü duyan Habbâb saklandığı yerden çıkmış ve: "Ey Ömer, sana müjde ederim!
Sevgili Peygamberimiz Perşembe gecesi şu duayı yapıyordu: "Allah'ım, yâ
Hattâb'm oğlu Ömer ile, yahut Hişâm'm oğlu Amr ile İslâm'ı azız kıl."
O'nun bu duasının senin hakkında kabul olduğunu umuyorum!" diyerek
kendisini müjdelemiş ve İslâm'a teşvik eylemiştir. Doğruca Peygamberimiz'in
bulunduğu yere giden ve O'nunla konuşan Ömer, Peygamberimiz'in huzurunda
müslüman olmuştur."
îmam-ı Ahmed Hz.
Ömer'den nakleder. O demiştir ki: "Birgün ben dışarı çıkmış Resûlüllah'ın
önüne geçmeye çalışmıştım. Hâlâ müslüman olmamıştım... Baktım Resûlüllah beni
geçmiş ve benden evvel Mescid'e varmış... Ben O'nun arkasında idim. Kendisi
Hakka Sûresini okumaya başladı. Ben onun okuduğunu dinliyor, Kur'ân'ın fesahat
ve belâğatine hayran oluyordum. Diyordum ki: "Bu ne kadar güzel bir
şiirdir! Nitekim Kureyş de böyle söylemektedir..." Derken Resûlüllah:
"Gerçekten o şerefli bir elçinin sözüdür, bir şâirin sözü değildir, ne
kadar az inanıyorsunuz!" mealindeki âyeti
okudu. Ben de: "Öyleyse o
bir kahindir"
dedim. Peygamber:
"O bir kahin sözü de değildir! Ne kadar az düşünüyorsunuz. O âlemlerin
Rabbi Allah'ın indinden indirilmedir" âyetini okudu ve sûrenin sonuna
kadar devam etti. O gün îslâm sevgisi, bütün kalbimi istilâ etmişti."
îbn-i Sa'd, Ahmed,
sahihtir kaydiyle Tirmizî, îbn-i Hibbân ve Beyhakl îbn-i Ömer'den rivayet
ediyorlar. O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz dua buyurup:
"Allah'ım, şu iki adamdam hangisi sana daha sevimli ise, onlardan biri ile
İslâm'ı azız eyle! Ebû Cehiî bin Hişam ile Ömer bin el-Hattâb'dan birine müslümanlık
nasib et" diye Cenâb-ı Hakk'a yalvarmıştı."
Bu mealdeki bir hadisi
Beyhakî, Enes'ten de rivayet etmektedir, tbn-i Mâce ile Hâkimin Aişe'den olan
rivayetinde ise, Resûlüllah Efendimiz'in bu duasında sâdece Ömer'in adının
geçtiği kaydedilmiştir. Ayrıca Hâkim'in Enes'ten dahi bir rivayeti olup bu
rivayette de sâdece Ömer'in adı geçmektedir.
Taberâni' ve Hâkim
îbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Gerçekten Peygamber (s.a.v.):
"Allah'ım, Ömer'e hidâyet vererek islâmı azız-kıl yahut Ebû Cehl'e hidayet
vererek müslümanlığı te'yîd eyle" diyerek dua etmiş; O'nun bu duası Ömer
hakkında kabul edilmiştir. Ömer müslüman olmuş ve islâm mülkünü Allah'ın
lütfettiği bu hidayet üzerine bina kılmıştır.[41]
(Buharî'nin rivayetine
göre îbn-i Mes'ûd: "Biz Ömer'in müslüman olduğu günden itibaren hep
izzetli ve kuvvetli idik" demiştir. Diğer bir rivayete göre de:
"Ömer'in müslüman olmasından önce biz, Kabe'de namaz kılamazdık"
demiştir.)
Hâkim Huayfe'den şöyle
rivayet etmiştir: "Ömer'in zamanında müslümanlık,-devamlı ilerliyen bir
adam gibi hep terakki ve teali eylemişti! Ömer'in şehîd edilmesinden sonra ise,
hep gerilemiştir."
îbn-i Sa'd Suheyb bin
Sinan'dan şöyle nakletmektedir: "Ömer müslüman olunca müslümanlık aşikâre
oldu... Açıkça îslâm'a davet devresine girildi. Kabe'nin etrafında halka olup
oturduk, Kabe'yi tavaf eyledik, bize kötü sözler sarfedenlere karşı bir nevi
intikam aldık..."
Yine îbn-i Sa'd'ın
Saîd bin el-Müseyyib'ten bir rivayeti de şöyle: "Ömer müslüman olduğu
zaman, kırk birinci olarak İslâm'ı kabul etmiş oldu... On aded de kadın
müslüman vardı. Hepsinin sayısı elli bir idi. Ömer'in îslâm'ı kabul etmesi ile
müslümanlık açığa çıktı."
Hâkim ve îbn-i
Mâce'nin îbn:i Abbas'tan rivayetlerinde ise: "Ömer müslüman olunca,
Cebrâîl gelip: "Ömer'in İslâm'ı kabul etmesine bütün gök ehli sevindiler,
ey Allah'ın Resulü!" diyerek müjde getirdi" denilmiştir."[42]
Ahmed, Müslim ve
Beyhakî'nin îbn-i Abbas'tan rivayeti: îbn-i Abbas diyor ki: "Bir gün Ezd
kabilebinden olan Dımâd Mekke'ye gelmiş, Kureyş'le konuşmuş... Kendisi yel ve
benzeri hastalıkları tedaviye çalışırmış... Kureyş'ten bâzı akılsızlar ona:
"Muhammed delirdi" demişler. Dımâd da Peygamberimiz'e acıyarak:
"Gidip şu adamcağızı tedavi edeyim umulur ki Allah ona benim elimle şifa
verir" diye Peygamberimizin yanına gelmiş... Demiş ki: "Ey Muhammed,
ben, bâzı hastalıkları okuyup tedavi etmeğe çalışırım. Allah da dilediği
kuluna, benim elimle şifa verir... İstersen, seni de tedavi etmeğe
çalışırım!" Onun bu sözlerine karşılık olacak Peygamber Efendimiz de
buyurmuş ki:
"Olanca hamd ü
sena gerçekten Allah içindir! Biz yalnız O'na hamdeder, yalnız O'ndan .yardım
dileriz... O'na hakkiyle inanır, hakkiyle tevekkül ederiz... Nefislerimizin
şerrinden ve yaptıklarımızın kötülüklerinden de yine O'na sığınırız... Bir
kimse ki Allah ona hidâyet vermiştir; hiçbir kimse onu bu hidâyetten
saptıramaz. Bir kimse ki Allah onu saptırmıştır, kimseler ona hidâyet
veremez... Ben, bütün varlığımla şehadet ederim ki: Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur! Yine şehadet ederim ki: Muhammed de, gerçekten O'nun kuludur ve
Resulüdür!"
Dımâd, bu muhteşem
îmân ve tevhtd cümlelerini duyunca hayran olmuş ve demiştir ki: "Ey
Muhammed, bu emsalsiz güzellikteki sözleri bana tekrar eder misin?"
Peygamber Efendimiz de kendisine bu cümleleri tekrar buyurmuşlar. Bunun üzerine
Dımâd: "Ey Muhammed, ben kâhinlerin sözlerini de işittim, sihirbazların,
şâirlerin kelamlarını da dinledim. Fakat bunlar kadar güzel sözleri, şimdiye
kadar hiç duymuş değilim! Bu cümleler, gerçekten ilim ve hikmet deryasının tâ
merkezine ulaşmıştır. Ey Allah'ın elçisi, elini bana uzat da müslümanlı-ğı
kabul etmek üzere sana biat edeyim!" demekten kendisini' alamamıştır.
Resûlüllah Efendimiz da ona mübarek elini uzatmış, o da müslüman olmak üzere
Resûlüllah'a bîatta bulunmuştur." [43]
İbn-i Şahin Hüseyin
bin Muhammed tarikiyle şöyle bir rivayet sevketmiştir: "Bize, Abdü'1-Kays
kafilesinin içinde bulunan bâzı kimseler anlattı: aynı kabileden olan Eşec
adındaki kişinin, kendisiyle samimiyet kurduğu bir râhib vardı. O bunu,
yolculuk esnasında tanımıştı. Râhib, Lübnan'ın bir kasabası olan Dârin'de
otururdu. Eşec, her sene gittiği ticaret seferinde mutlaka onunla konuşur,
ondan bir şeyler öğrenmeğe çalışırdı. Bir seferinde bu râhib Eşec'e demiş ki:
"Yakında Mekke'de bir peygamber çıkacaktır. Bu peygamber, hediye olan
maldan yer, sadaka olandan yemez. İki omuzu arasında bir işaret bulunur.
Getirdiği din, diğer dinlerin üzerine çıkacaktır." Sonra râhib vefat
etmiş. Eşec de, kızkardeşinin oğlu olan Amr İbn-i Abdü'l-Kays'ı Mekke'ye
göndermiş. Amr, Mekke'ye geldiği zaman hicret yılı imiş. Yine de Mekke'de
peygamberle karşılaşıp görüşmüş. Söylenen alametlerin doğruluğunu görünce
müslüman olmuş. Peygamber (s.a.v.) kendisine Fatiha Sûresini ve Alalf Sûresini
öğretmiş. Ayrıca kendisine: "Kabilene vardığın zaman dayını da İslâm'a
davet et! O da Allah'ın bu hak dinini kabul etsin" buyurmuştur
Amr, Mekke'den
kabilesine müslüman olarak ve bazı Kur'an Sûrelerini öğrenmiş bulunarak, hem de
islâm'ın bir dâvetcisi olarak dönmüştür. Kabilesine vardığı zaman, dayısı
el-Eşec'i de İslama çağırmış ve bu husustaki peygamberin sözünü kendisine haber
vermiştir. El-Eşec de derhal müslüman olmuştur. Fakat duruma göre davranarak
müslümanlığını bir müddet gizlemiştir. Sonra yanında onaltı arkadaşıyla
birlikte Medine'ye gelmiştir. Bu sırada, henüz onlar gelmeden arkadaşlarının
yanına çıkmış olan Hz. Peygamber; "Ashabım, bu gecenin sabahında bir
kafile gelecek, şu doğu tarafından. Bunlar müslüman olmaları için hiçbir
zorlama görmeksizin, kendi iradeleriyle müslüman olacaklar" buyurmuş;
onlar da öylece gelip müslüman olmuşlardır."
(Bunların Mekke'ye
gelişinin Mekke'nin fethi yılına rasladığını rivayet edenler varsa da, doğru ve
sahih olanı; hicretin dokuzuncu yılında, Resûlullah'm Tebük Gazvesinden dönüşü
sırasında geldikleridir.)[44]
Buhari, Ebû
Hüreyre'den nakleder. O demiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr, Peygamber
Efendimiz'e gelip: "Ey Allah'ın Resulü, şu bizim Devs kabilesinin
insanları; Allah'a isyan ediyorlar, islâm'ı red ediyorlar! Onlar hakkında
beddua et" demiştir. Sevgili ve büyük Peygamberimiz de hemen kıbleye
dönüp: "Ey Allah'ım, Devs kabilesinin insanlarına hidayet ver, onlara
iyilik ve ihsanda bulun" diyerek onlar hakkında hayır duada
bulunmuştur."
Beyhaki îbn-i
îshak'tan rivayet ediyor: "Devs'li Tufeyl bin Amr kendisi anlatır: Ben
Mekke'ye geldiğim zaman Resûlullah henüz oradan hicret etmiş değildi. Benim
akıllı, şâir ve şerefli bir adam oluşuma bakarak Kureyş büyükleri etrafımda
toplanıp: "Ey Amr, ülkemize hoş geldin, safa getirdin! Bilesin ki Muhammed
aramızda yepyeni bir dava ile ortaya çıktı. Birliğimizi bozup işimizi
darmadağan eyledi. Onun sözü tıpkı sihir gibi insanları büyülüyor, kişi ile
babasının, kişi ile kardeşinin, kişi ile karısının arasım açıyor. Sakın
Muhammed seni de büyülemesin! Sonra senin sebebinle kavminin araşma ayrılık
gayrılık sokar! Ondan çok sakınmalısın, yâni onu hiç dinlememelisin" diye
beni ondan sakındırmaya çalıştılar. O kadar İsrar ettiler ki, ben de vallahi
onu hiç dinlememeye kesin olarak karar verdim, ondan hiçbir şey duymamak için
kulaklarımı da pamukla tıkadım. Sabahleyin herkes gibi Mescid'e gittim, bir de
ne göreyim, Peygamber (s.a.v.) Mescidi gelmiş, el bağlayıp namaza durmuş,
ibâdetini yapmaktadır. Ben her ne kadar O'nu dinlememeğe azmetmişsem de, Allah
bana ondan bazı şeyleri duymamı taktir etmiş. Baktım çok güzel şeyler okuyor.
Kendi kendime dedim ki: "Sen akıllı, şâir ve edip bir kimsesin! Mücerret
bir insanın kelâmını duymuş olmaktan böyle korkmanın bir mânası yoktur.
Dinleyip anlarsın, gerçekten güzelse kabul edersin, değilse red edersin."
Peygamber orada ibâdetini tamamlayıncaya kadar oturup bekledim. O, oradan
ayrılıp evine döndüğü zaman, ben de peşinden gittim, kendisine dedim ki:
"Ey Muhammed, senin kavmin senin hakkında bana böyle böyle söylediler.
Fakat buna rağmen ben seni dinledim. Gerçekten senin dâvan nedir? Getirdiğin bu
yepyeni din nedir? O da bana müslünıanlığı arz etti, Kur'andan bazı ayetler
okudu. Allah'a yemin ederim ki, O'nun bana söyledikleri've okudukları, o kadar
güzel şeylerdi ki; ben onların bir benzerini görmüş veya işitmiş değilim!
Bunlar, son derece güzel, son derece adaletli ve gerçek olan şeylerdir. Ben de
hemen oracıkta müslüm anlığı kabul ettim ve dedim ki:
"Ey Allah'ın
Resulü, ben kavmim içinde kendisine itibar ve itaat edilen bir adamım. Şimdi
ben onlara müslüman olarak döneceğim ve kendilerini islâma çağıracağım. Allah'a
benim hakkımda dua ediver de,
Allah bana
fevkaladeliği olan bir alâmet ihsan buyursun!" Benim bu ricamı kabul eden
Peygamberimiz: "Allah'ım, ona bir alâmet ihsan eyle!" diye dua etti.
Ben de yola çıktım. Seniyye-i Kedâ'ya vardığım zaman iki gözümün arasından
kandil gibi bir nûr çıkmaya başladı. Bunun kötüye yorul ab ileceğinden endişe
ederek: "Allah'ım, bu alâmeti yüzümden başka bir yere nakleyle!" diye
dua edip Allah'a sığındım. Bir de ne göreyim, kandil gibi bir nûr, başımdan
ışık saçmaktadır. Kavmime vardığımda onları İslama davet ettim. Fakat onlar
bunu geciktirdiler. Ben de Resûlullah'a gidip durumdan şikayetçi oldum ve
kavmimin aleyhine dua etmesini rica ettim. Fakat Hz. Peygamber onların aleyhine
değil, lehine dua etti ve şöyle buyurdu: "Ey Allah'ım! Şu Devs kabilesinin
insanlarına hidayet ver!" Sonra bana dönüp şu tenbihde bulundu: "Ey
Amr, haydi kavmine git, onları İslama davet eyle! Sakın kendilerine katı
davranma! Onlara gayet yumuşak ve anlayışlı olarak davran!" [45]
Sonra bana kavmime
dönmemi emrettiler. Ben de kavmime döndüm. Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz'in
Medine'ye hicretlerine kadar, onları İslâm'a davete devam ettim. Bir müddet
daha devam ettikten sonra, yanıma yetmiş-seksen kadar müslüman ev halkını
alarak Resûlullah'a gittim. O sırada Resûlullah Efendimiz, Hayber Gavzesine
gitmişti. Ben de kendisini burada ziyaret ettim."
Ebû'l-Ferec Isfehâni
el-Eğâni adlı eserinde, senedi Abbas bin Hîşâm'a varan bir rivayet sevkeder. Bu
rivayette denilmiştir ki: "Devs'li Tufeyl bin Amr Mekke'ye gittiği zaman
Resûlullah orada peygamberliğini ilân etmiş, sonra da Medine'ye hicret
buyurmuşlardı. Kureyş Amr'i Peygamberimiz'e göndermiş ve kendisine şu teklifi
yapmıştı: "Ey «Amr, Medine'ye git, Muhammed'le konuş, O'nun durumunu
gözden geçir, dâvasını iyice incele. Sonra gelip bize haber verirsin."
Bunun üzerine Amr, Mekke'den ayrılıp Medine'ye gelmiş, Peygamberle görüşmüş.
Peygamber kendisine İslâm'ı arz eylemiş, O da Peygamber'e demiş ki: "Ey
Muhammed, ben akıllı ve şair bir adamım, şimdi sen benim söyliyeceklerimi
dinle!" Amr, böyle söyleyip bazı şiirler okumuş. Peygamber Efendimiz de
kendisine:
"Ey Amr, şimdi
ben sana bazı şeyler okuyacağım, bunları dikkatle dinlemelisin" buyurup
akabinde Eûzü Besmele çekerek: "De ki: "Allah birdir, Allah
sameddir" diye İhlâs Sûresinin âyetlerini baştan sona
kadar okumuş. Sonra
Kul-eûzü sûrelerini okumuş. Sonra: "Ey Amr, işte duydun ve anladın, islâmı
kabul et" buyurmuş. Amr da hemen orada müslümanhğı kabul etmiş."
Amr, müslüman olduktan
sonra izin alarak kavmine dönmüş, yolda giderken karanlık bir gecede yağmura
tutulmuş. Nereye gittiğini, nereye ayak bastığını göremiyormuş. Kılıcının
kenarından kandil gibi bir ışık zuhur edip yolunu aydmlatıyormuş. Bu şekilde
kavmine ulaştığı zaman, onun kılıcının ucundan çıkan ışığı tutup avuçlamak
istemişler. Parmaklarının arasından da bu nurun fışkırmakta olduğunu görmüşler.
Amr, babasını ve anasını îslâm'a davet etmiş, babası müslüman olmuş, fakat
anası müslümanhğı kabul etmemiş. Sonra bütün kavmini İslama çağırmış, kavminden
ilk müslüman olan da Ebû Hüreyre olmuştur. [46]
Tefsir sahibi îbn-i
Cerir'in Îbnü'l-Kelbi'den bir rivayeti var. O şöyle demiştir: "Tufeyl bin
Amr'm Zi'n-Nûr diye lakabı vardı. Ona bu lakabın verilmesinin sebebi şu idi: O,
Resûlullah'a gidip müslüman olduğu zaman: "Ey Allah'ın Resulü, benim kavmimi
îslâm'a davet ederken üzerimde bir alâmet olması lâzım. Bu hususta dua ediver
de Allah bana bir alâmet ihsan eylesin" ricasında bulunmuştu. Resûlullah
da: "Ey Allah'ım, ona bir nûr ihsan eyle!" diye dua ediverdi. Tufeyl
kavmine giderken, iki gözünün arasından kandil gibi bir nûr hasıl oldu. Tufeyl
bunun yanlış anlaşılmasından endişe ederek, Cenâb-ı Hakk'tan tebdilini istedi.
Cenâb-ı Hak da onu, kılıcının ucunda kıldı. Tufeyl karanlık gecede yoluna devam
ediyor, bu nur da kandil gibi önüne ışık veriyordu."[47]
Ahmed ve îbn-i Sa'd
îbn-i Abbas'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz Mekke'deki
evinin yanında oturuyordu. Osman bin Maz'un oradan geçerken, Peygamberimiz'e
karşı yüzünü ekşiterek güya tehdid etmek İstediğini gösterdi. Peygamberimiz:
"Osman, oturmak istemez misin?" dedi. Osman: "Evet" deyip
oturdu. Konuşmaya başladılar. Bu sırada Resûlullah gözünü semaya dikip
bakakaldı. Bir müddet böyle kaldıktan sonra gözünü sağ tarafa indirip baktı,
sonra g baktığı noktaya geçip oturdu. Başını hareket ettirerek dikkatle
dinlemeğe (o sırada gelen vahyi almaya) başladı. Osman da bu durumu iyice
gözden geçiriyordu. Sonra Resûlullah, önceki gibi gözünü semaya dikip bir
müddet öyle kaldı. Vahiy hali sona ermişti. Sonra Osman'a dönüp yaklaştı.
Osman: "Ey Muhammed, hiç daha önce böyle bir şey yaptığını
görmemiştim" dedi. Resûlullah: "Ey Osman, sen ne yaptığımı görmüş
bulunuyorsun" buyurdu. Osman, gördüğü hali peygambere haber 'verdi.
Peygamberimiz de: "Demek ki sen o hali anlamışsın" buyurdu. Osman:
"Evet" dedi. Peygamberimiz de: "Ben o hali yaşarken, bana
Cebrail gelmişti" buyurdu. Osman: "Cebrail sana n-e dedi?" diye'
sordu. Peygamberimiz de: "Cebrail bana şu âyeti getirdi" buyurup
nazil olan âyeti okudu: "Allah gerçekten adaleti, ihsanı, akrabaya iyiliği
emreder; fuhuştan, münkerden ve hakka tecâvüzden de meneder! Öğüt alasınız diye
size böylece öğüt verir!" [48]
Osman diyor ki:
"îşte bu ayet nazil olduğu zaman, benim kalbim İslama ısındı ve ben
Muhammed'i (s.a.v.) sever oldum." [49]
Yüce Allah buyuruyor
ki:
"Bir zamanlar
cinlerden bir gurubu, Kur'an dinlemek üzere sana yöneltmiştik. Ona
geldiklerinde: "Susun dinleyin" dediler. Okuma bitirilince de
uyarıcılar olarak kavimlerine döndüler." [50]
Yüce Allah buyuruyor
ki:
"De ki: Bana
vahyolundu ki, cinlerden bir topluluk Kur'an dinlediler de şöyle dediler: Biz
harikulade bir Kur'an dinledik." [51]
Buhari ve Müslim îbn-i
Abbas'tan şöyle naklederler: "Resûlullah Efendimiz ashabından bâzıları ile
birlikte meşhur Ukâz panayırına gitmişti. Bu sırada şeytanların semavî
haberleri dinlemesi yasaklanmıştı. Dinlenmeğe kalkışan olursa gönderilen
alevlerle dinleme yerlerinden sürülüyorlardı. Şeytanlar kendileri arasında
büyük bir toplantı yaparak durumun ne olduğunu görüşmek istemişler. Demişler
ki: "Semanın haberiyle bizim aramıza giren şeyin, çok mühim bir olay
olduğunda şüphe yoktur. Acaba bu olay, ne olabilir?" Bâzıları bu soruya:
"Dünyanın doğusunu batısını, her tarafını kontrol etmemiz gerekir"
demiş ve araştırma yapmak üzere dağılmışlar... Tihame taraflarına giden grup,
Nahle denilen yere geldiklerinde Resûlüllah Efendimiz'in ashabı ile birlikte
namaz kıldıklarını görmüş... Peygamberimizin okuduğu Kur'ânı işitince:
"Durun dinleyelim!" demişler. Dikkatle kulak verip dinlemişler ve
demişler ki: "Vallahi bizimle semanın haberi araşma gerilen şey budur! O
halde buna inanmamız gerekir."[52].
Böyle deyip Kur'ân'a îmân etmişler ve buradan kavimlerine (diğer cin ve
şeytanlara) döndükleri zaman da onlara hitaben demişler ki: "...Ey bizim
kavmimiz, biz harikulade bir Kur'ân dinledik. O Kur'an gerçekten doğru yola
iletiyor, biz ona îmân ettik. Artık bundan böyle Rabb'imize hiç bir kimseyi
ortak koşmayacağız!" [53]
îbn-i Cerir, sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhakî ve Ebû Nuaym Ebû Osman el-Hudaî tarikiyle îbn-i
Mes'ûd'dan rivayet ederler, O demiştir ki: "Resûlüllah Efendimiz ashabına
hitaben buyurdu ki: "Bu gece cinlerin hâlini görmek isteyen benimle
gelebilir." Benden başka Peygamberimizle çıkan olmadı. İkimiz birlikte
gittik Mekke'nin üst tarafına çıktığımız zaman ayağı ile bir yere çizgi çekti
ve bana oraya oturmamı emretti. Sonra kendisi biraz ileri gitti ve Kur'ân
okumaya başladı. Sonra üzerini birtakım karaltılar kapladı. Artık O'nu hiç gör
emiyordum, sesini de duyamıyordum... Sonra bulut parçaları gibi gitmeye
başladılar, ancak içlerinden bir grup kalmıştı. Sonra şafak attı...
Peygamberimiz de oradan ayrılarak yanıma geldi. "Hani o grup nerede?"
diye seslendi. İşte oradalar dedim. Eline kemik ve tezek parçası alarak onlara
vedi, sonra: "Bu ikisi ile istincâ yapmayınız, zira bunlar cin
kardeşlerinizin yiyeceğidir" buyurdular. [54]
îbn-i Mes'âd'a âit bir
rivayette, o gece toplanıp Kur'ân dinleyen cinlerin sayısı on beş kadardı ve
bunlar kardeş çocukları ve amcaoğulları idiler. Yine îbn-i Mes'ûd'a âit bir
diğer rivayette, o gece Resûlüllah ile birlikte gittikleri yer el-Hacûn idi.
Cinlerin büyüğü Peygamber Efendimiz'e: "Ben bunları sana hiçbir zarar
vermeden alıp götürürüm" demişti. Peygamberimiz'in cevabı da:
"Allah'tan bana gelecek olan bir zarardan, hiçbir kimse beni
kurtaramaz!" olmuştu. Cinlerin büyüğünün adı ise Verdân idi.
Ebû Nuaym îbn-i
Mes'ûd'dan şöyle tahric etmiştir: "Cinlerden bir grubun Resûlüllah
Efendimize çevrildikleri gece, ben O'nun yanında idim. Cinlerden biri, elinde
bir alev parçası ile Resûlüllah'ın üzerine yürüdü. Cebrâîl de Peygamberimiz'e:
"Yâ Muhammed sana bir dua öğreteyim ve sen bu şekilde dua ederek Allah'a
sığın! Bu suretle onun alevi sönecek ve kendisi burnu üstüne yere yuvarlanacaktır.
[55]Bir
dua öğretti. Peygamberimiz duasını yaptı, Yüce Alah da şeytanları hezimete
uğrattı... Dua şudur:
"De ki: Ben
keremi sonsuz Allah'a, O'nun vechine, O'nun kelimâtına (hiç bir kimse o
kelimeleri geçemez) sığınırım; semâdan inen ve semâya çıkan şeyin şerrinden,
arza giren ve arzdan çıkan şeyin şerrinden, gecenin ve gündüzün şerrinden...
(Ancak geceleyin ansızın gelen biri müstesnadır ki, o bana hayırla gelir.) işte
bütün bu serlerden, beni sen koru ey Rahman..."
Taberânl, Ebû Nuaym
Ebû Zeyd tarikiyle îbn-i Mes'ûd'dan şöyle rivayet ederler: "Biz Mekke'de
Peygamberimizle birlikte idik. Peygamberimiz ashabına hitaben: "Tam bir
ihlâs ve istekle benimle gelmek isteyen varsa, gelebilir" buyurdu. Ben
kalkıp kendisiyle beraber yürüdüm, yanıma da bir su kabı aldım. Birlikte
yürüyüp Mekke'nin üst tarafına vardık. Ben o sırada bulut gibi bir karaltı
gördüm. Peygamberimiz bana: "Ben gelinceye kadar şurada otur, bekle"
buyurdu. Ben de beklemeye koyuldum. Peygamberimiz ileriye vardı, onlar O'na
üşüşüyorlardı. Peygamberimiz kendileriyle geç vakte kadar müsâmere-de bulundu.
Şafak atarken benim yanıma geldi. Bana: "Buradan hiç ayrılmadın değil
mi?" dedi. Ben de: "Ayrılmadım" dedim. Sonra: "Abdest almak
için yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Ey Allah'ın Resulü var"
dedim ve su kabını açtım. Fakat içinde nebîz (şerbet) varmış... Ben bunu
aldığım zaman, içinde su vardır zanniyle almıştım, fakat nebîz imiş, dedim...
Resûlüllah da: "Hurma temizdir, su temizleyicidir; bunun içinde ise bu
ikisi vardır" buyurdu ve onunla abdest aldı... Namazına duracağı zaman
cinlerden ikisi O'nun yanına gelip: "Ey Allah'ın Resulü, biz Senin bize
imam olarak namaz kıldırmanı istiyoruz" dediler. Peygamberimiz de onları
saf halinde dizdiler, sonra hepimize birden namaz kıldırdılar... Sonra Mekke'ye
dönüşe geçtik. Ben kendisine: "Bunlar kimlerdir, yâ Resûlallah?" diye
sordum. Buyurdular ki: "Bunlar, Nusaybin cinleridir. Kendi aralarında
vukua gelen bir ihtilafa hakem olmam için bana geldiler. Bana ayrıca ne
yiyeceklerini sordular, ben de kendilerine; "Deve ve sığır dışkısını
kurumuş hurma olarak bulacaklarını, Allah'ın adiyle boğazlanmış hayvanların
kemiklerini de nzık olarak bulacaklarını söyledim..." İşte bu olaydan
sonra Peygamber (s.a.v.), kemik ve tezekle taharetlenmeyi yasakladı."[56]
Yine îbn-i Mes'ûd'dan
gelen bir rivayette, onun cinleri beyaz elbiseli siyah adamlar şeklinde gördüğü
ve onların tıpkı: "...Hepsi O'nun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi
birbirine gireceklerdi" [57]mealindeki
âyette bildirildiği gibi, O'nun üzerine üşüştükleri bildirilmektedir... Bu
sırada Ibn-i Mes'ûd diyor ki: "Cinlerin bu izdihamına karşı Resûlüllah'ı
korumak istedim, fakat O'nun bana olan tenbihini hatırlayarak yerimden
ayrılmadım. Cinlerin oradan ayrılırken Resûlüllah'a: "Yerlerinin uzak
olduğunu söylediklerini, yiyeceklerininin ne olacağını" sorup kemik ve
tezek olacağı cevabını aldıklarını duydum."
Yine îbn-i Mes'ûd'dan
Taberânî ve Ebû Nuaym şöyle rivayet ederler: "...Resûlüllâh bana yerimden
hiç ayrılmamamı tenbih ederek sür'âtle dağa doğru gitmişti. Dağların
tepelerinden bâzı adamların Resûlüllah'a doğru üşüştüklerini görünce kılıcımı
çekip: "Derhal gidip Resûlüllah'ı müdâfa etmeliyim" dedim, fakat
Resûlüllah'm bana olan tenbihini hatırlayarak durakladım... Şafak sökerken
yanıma gelen Resûlüllâh bana: "Yerinden hiç ayrılmadın değil mi?"
diye sordu. Ben de: "Yâ Resûlallah, ben burada bir ay beklesem, Sen yanıma
gelmedikçe yerimden ayrılamam!" dedim... Sonra kendisine, bir ara
gördüklerimin te'siriyle kılıcımı çekip kendilerini kurtarmaya gelmeyi niyet
ettiğimi, fakat kendilerinin bana olan emirlerini hatırlayarak vazgeçtiğimi
anlattım... Buyurdular ki: "Ey îbn-i Mes'ûd, eğer böyle bir şey yapsaydın,
kıyamete kadar sen beni, ne ben de seni göremezdik! Sonra parmaklarını
parmaklarıma geçirerek buyurdular ki: "Ben, insanlara ve cinlere
gönderilmiş bir peygamberim; bana insanların da, cinlerin de îman edecekleri
va'd olunmuştur! Bir insan olarak senin bana îmân ettiğin gibi, cinler de bana
îmân etmiştir, nitekim sen bunu gördün..."
(Diğer rivayette, îbn-i Mes'ûd'un cinleri
elbisesiz olarak gördüğü fakat onların avret yerlerinin görünmediği; boylarının
uzun olup bedenlerinin zayıf olduğu kaydedilmektedir... Yine bu rivayette, bir
ara cinlerin İbn-i Mes'ûd'a iyice yaklaştıkları ve kendisinin onlardan
korktuğu, sabahın aydınlığının belirmesi üzerine dağıldıkları
kaydedilmektedir... Yine aynı rivayette, diğer bir grup cinnin beyaz elbiseli
oldukları, uzun boylu ve zayıf bedenli bulundukları kaydedilmekte ve bir ara
Resûlüllah'm kendinden geçtiği ve bu sırada etrafındaki cinlerin birbirine, bu
hususta bir mesel söylemek gerektiğini belirterek mesel getirdikleri ve
te'vilini yaptıkları bildirilmektedir..-. Buna göre bir grup cin: "Bunun
meseli şuna benzer: "Bir ulu efendi var, büyük bir bina yaptırmış... Sonra
büyük bir ziyafet hazırlatmış... İnsanları bu ziyafete çağırması için de bir
dâvetçi göndermiş... Bu dâvetçi insanları bu ziyafete çağırmış... Gelmeyenleri
o ulu efendi, azâb edip cezalandırmış..."
Cinlerden bir kısmının
bu darb-i meseline, diğer bir kısmı da te'vil (yorum) getirmiş ve demiş ki:
"O ulu efendi; yüceler yücesi Allah'tır ki O, bütün alemlerin Rabbidir.
Yaptırdığı büyük binanın meseli ise îslâmdır!... Hazırlattığı nimetler de
cennettir... Gönderdiği dâvetçi ise, şu peygamberdir. Kim bu dâvetçiye (Muhammed'e)
gerçekten uyarsa, ebedî saadet yurdu cenneti kazanır. Uymayanlar da cehennemi
hakeder."
Bu darb-i meselden ve
onun yorumundan sonra îbn-i Mes'ûd diyor ki: Resûlüllah Efendimiz uyandılar...
Bana: "Ey Ümmü Abd'in oğlu, ne gördün?" diye sordu. Ben gördüklerimi
O'na anlattım. Buyurdular ki: "Onların söylediklerinden hiçbir şey bana
gizli kalmış değildir... Bunlar meleklerden bir gruptur." [58]
Ebû Nuaym Ebû Recâ'dan
rivayet eder: O demiş ki: "Biz arkadaşlarla birlikte seferde idik... Bir
suyun başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben hemen, kuşluk uykusuna uzandım.
Birde ne göreyim, çadırıma bir yılan girdi. Dilini çıkarmış adetâ yal
varıyordu... Herhalde dedim, bu yılancağız benden su istiyor. Hemen su kabının
-ağzını açıp az az ağzına su serptim, o da içmeye devam etti. İkindi vakti de
öldü. Ben heybemden beyaz bir parça çıkararak onu sardım. Bir çukur açarak onu
defnettim. Aynı günün akşamından önce oradan ayrıldık. Gece boyunca da yola
devam ettik. Sabahleyin yine bir su başına inip çadırlarımızı kurduk. Ben yine
kuşluk uykusuna uzanmıştım ki, bâzı sesler: "Ey müslümanlar, sizlere
tekrar tekrar selâm olsun! Bir kere, on kere, yüz kere, bin kere değil; daha
çok selâmlar olsun!" diyordu... Ben: "Siz kimsiniz?" diye
seslendim. Onlar şu karşılığı verdiler: "Biz, cinleriz... Allah'ın bol
bereketi senin üzerine olsun! Sen gerçekten bize,
bizim sana karşılığını
ödeyemeyeceğimiz bir şekilde iyilikte bulundun." Ben: "Neymiş bu
yaptığım iyilik?" diye sorduğumda; "O senin^ su verdiğin, ölümünden
sonra de defnettiğin yılan; bizden biri idi. Resûlüllah'a (s.a.v.) bîat eden
cinlerdendi."
Ebû Nuaym Übeyy bin
Ka'b'dan rivayet eder. O demiş ki: "Bir grup, hacc için yola çıktıklarında
yolu şaşırmışlar, çok yorulup takatsiz düşmüşler. Ölmek üzere olduklarını görüp
kefenlerini giymişler ve uzanmışlar... Bu sırada yanlarına bir cinnî gelmiş ve
onlara: "Ben, Peygamber Muhammed'e (s.a.v.) îmân eden, Ondan Kur'ân
dinleyen cinlerdenim. Ben Peygamberimiz'in bir defasında: "Mü'min mü'minin
kardeşidir, onun gözü ve kılavuzudur! Onu yardımsız bırakmaz!" buyurduğunu
duymuştum. Sizler suya yakın bir yerde bulunuyorsunuz, haydi kalkınız, ben
sizlere hem suyu, hem yolu göstereceğim" demiş ve onlara kılavuzluk
etmiştir."
Beyhakî Üseyde'den
şöyle nakleder: "Ömer bin Abdü'1-Azîz Mekke'ye giderken çölden
geçiyormuş... Ansızın ölmüş bir yılana rastlamış. "Bana kürek
getiriniz" demiş ve oraya açtığı bir çukura yılanı defnetmiş... Kendisini
görmedikleri bir ses (hatif); "Allah'ın rahmeti senin üzerine olsun, ey
Serk! Sen Peygamber'in senin hakkında: "Ey Serk, sen çölde öleceksin,
ümmetimin en hayırlısının eliyle de defn olunacaksın!" dediğini
duymuştun..." Ömer bin Abdü'1-Azîz, bu kendisini görmediği sesin sahibine
hitab ederek: "Sen kimsin?" diye sormuş... O da demiş ki: "Ben
cinlerdenim, şu defnettiğin de Serk'dir. Resûlüllah'a bîat eden cinlerden
sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah'a bîat eden
cinlerden sadece ikimiz kalmıştık... Ben şehadet ederim ki, Resûlüllah onun ve
senin hakkında böyle buyurmuştu, bu sözü söylemişti." [59]
Yüce Allah buyuruyor
ki: "Elif lâm mîm. Rumlar yenildi, en yakın bir yerde. Onlar bu
yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." [60]
Ahmed, Beyhakî ve Ebû
Nuaym îbn-i Abbas'tan şöyle nakleder: Müslümanlar Rumların Farsları yenmesini
isterlerdi, zira Rumlar ehl-i kitap idi. Müşrikler de Farsların Rumları
yenmesini isterlerdi, çünkü Farslar da kendileri gibi müşrik idi. Müslümanlar
bu durumu Ebû Bekir'e, Ebû Bekir de Peygamber'e andı. Peygamberimiz:
"Yakında Rumlar Farslan yenecek" buyurdu. Ebû Bekir de bunu
müşriklere intikal ettirdi. Müşrikler dediler ki: "Peki aramızda bir
müddet tayin et, eğer bu müddet zarfında Rumlar gâlib gelirse, sana şunu şunu
verelim. Eğer Farslar gâlib gelirse, biz de senden aynı şeyleri alırız." Ebû
Bekir onlarla arasında beş seneyi tayin etti. Bu müddet dolduğu halde Rumların
galebesi gerçekleşmedi. Ebû Bekir durumu Peygamberimiz'e anlattı. O da
kendisine: "Onlarla on senenin altında anlaşsaydın ya!" dedi.
Hakikaten bundan sonra Rumlar, Bedir günü Farslara gâlib geldiler." [61]
Beyhakı'nin îbn-i
Şihab'dan rivayeti ise şöyledir: "Müşrikler müslümanlar ile mücadele
ediyor ve: "Rumlar da sizin gibi kitap ehlidir, işte Farslara yenildiler.
Siz kendinizin, Peygamberinize indirilen Kitap sebebiyle üstün geleceğinizi
iddia ediyorsunuz. Şimdi kitap ehli olan Rumlar nasü Farslara yenildilerse, siz
de bize öylece yenik düşeceksiniz" diyordu. İşte bunun üzerine Yüce Allah,
şu âyeti inzal buyurdu:
"Elif lâm mîm.
Rumlar yenildi: en yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra
yeneceklerdir; birkaç yıl içinde (dokuz seneyi geçmez)." [62]
-îbn-i Şihâb der ki:
Bana Ubeydullah bin Abdullah şöyle haber verdi: "Bu iki âyet nazil olduğu
zaman Ebû Bekir, müşriklerden bâzıları ile bahis tutuştu. Kumar henüz haram
değildi. Bahsin şartı şöyleydi: Eğer yedi sene zarfında Farslar yenilgiye
uğramazsa müşrikler kazanacaktı. Peygamberimiz durumu öğrenince; "Niçin
yedi sene üzerine şart koştun? On sayısının altındaki her sayı âyette
bildirilen "Fî bid'ı Sinîn = Birkaç sene" manâsında dahildir"
buyurdu. Farslann Rumlara galebesi dokuz senede idi. Hudeybiye andlaşması
zamanında ise Rumlar Farslara üstün geldiler. Müslümanlar bu sebeble
sevindiler." [63]
Beyhakî Katâde'den
şöyle nakleder: "Allah Teâlâ Rumların yenilgiden sonra yeneceklerine dâir
ilgili âyetlerini indirdiği zaman, müsîümanlar hiç tereddüd etmeksizin buna
inandılar ve Rumların sonunda üstün geleceğini anladılar ve müşriklerle bahis
tutuştular... Aralarında beş sene üzerine ve beş deve şartıyla anlaştılar... Bu
andlaşmada müslüman tarafı Ebû Bekir, müşrik tarafı da Übeyy bin Halef temsil
ediyordu... Tabiî henüz kumar haram kılınmış da değildi. Beş sene müddet
dolduğu halde, Rumların Farslara galebesi gerçekleşmedi. Müşrikler bahsi
kazandıklarını söyleyerek beş deveyi taleb ettiler. Müslümanlar da durumu Hz.
Peygamber'e arz eylediler. O da buyurdu ki: "Müslümanlar, on seneden daha
azı üzerinde müddet tayin eylemekte haklı olamazlar! Zira âyetteki "Bid'ı
sinîn = Birkaç sene" sözü, üç seneden on seneye kadardır."
Müslümanlar da bunun üzerine hem seneyi, hem de devenin sayısını artırdılar...
Yüce Allah da dokuzuncu senenin başında Rumları Farslara üstün getirdi. Bu
sırada müslümanlar Hudeybiye'den dönmüşlerdi. Ehl-i Kitap olan ramların
mecûsîlere galebesi sebebiyle müslümanlar sevindiler. Ve bu olay, yüce Allah'ın
islâmı kendisi sebebiyle kuvvetlendirdiği hadiselerden biri oldu."
Yine Beykakî
Zübeyr'den şöyle nakleder: "Ben Farsların Rumları yendiğine, Rumların da
Farsları yendiğine şahit olduğum gibi; müslümanlarm hem Farsları, hem de
Rumları yendiğine de şahit olmuşumdur. Bütün bunlar on beş sene içinde
gerçekleşmiştir. [64]
îbn-i îshak, Beyhakî
ve Ebû Nuaym îbn-i Abbas'tan rivayet ederler: "Kureyş müşrikleri toplanıp
aralarından Nadir bin Haris ile Ukbe bin Ebû Muayt'ı Medine'deki yahûdî
âlimlerine bâzı sorular sorup cevaplar getirmeleri için elçi olarak gönderdiler
ve bu ikisine hitaben dediler ki: "Yahûdî âlimlerine Muhammed'e âit
sıfatları bir bir anlatıktan sonra, O'nun hakkında ne diyeceklerini sorunuz,
çünkü onların peygamberler hakkında bilgileri vardır, onlar kitap ehlidir;
bizim ise bu hususlarda bilgimiz yoktur" dediler. Onlar da Medine'ye gelip
yahûdî âlimleri ile görüşüp sorularını bunlara yönelttiler. Yahûdî âlimleri de
bunlara üç mes'ele öğretip Hz. Peygamber'e yolladılar. Bunlar Peygamberimiz'e
gelip o üç meseleyi sordular. Sorular şunlardı:
1- Çok
önceleri şehirlerini terk ederek bir mağaraya sığman ve şaşılacak durumları
olan, o bir avuç genç grup kimlerdir; şaşılacak halleri nedir?
2-
Yeryüzünün doğusunu da batısını da dolaşan gezgin adam kimdir ve kendisine ait
haberler nedir?
3- Rûh
menşei ve mâhiyeti itibariyle nedir? Ruha âit ne gibi bilgiler vardır? (Bunları
cevapladığı taktirde kendilerince peygamberin doğruluğu anlaşılacaktır.)
Medine'deki yahûdî
âlimlerinden öğrendikleri bu sorularla Mekke'ye dönen Nadir ve Ukbe, önce
Kureyş topluluğunu görerek davayı hail ve fasl edecek olan şeyi öğrenip
geldiklerini söylediler, sonra da Hz. Peygamber'e gidip sorularını yönelttiler.
îşte onların bu sorularına cevab olmak üzere Cebrail (a.s.) Ashâbu'1-Kehf
hakkındaki Kehf sûresini, gezgin adam olan Zü'1-Karneyn hakkındaki âyetleri ve
ruh hakkındaki sorularına cevap teşkil eden;
"Sana ruhtan
sorarlar. De ki: "Rûh Rabbimin emrindendir. Size ilimden az bir şey
verilmiştir" âyetini indirmiştir." [65]
Yine îbn-i Abbas'tan
Ahmed, Beyhakl, Nesaî ve Ebû Nuaym'iıı rivayeti de şöyledir: "Kureyş
yahudîlere dedi ki: Peygamberliğini ilân eden şu adama karışı
yöneltebileceğimiz bâzı şeyleri bize öğretiniz de gidip kendisine
soralım!" Yahudiler Kureyş'e: "Gidip ona rûh hakkında sorunuz!"
dediler. Kureyş de gidip Hz. Peygamber'e bunu sordu... İşte bunun üzerine rûh
hakkındaki bu âyet nazil oldu." [66]
Ebû Nuaym Suddî
es-Sağîr tarikiyle Kelbî'den, o Ebû Salih'ten, o da îbn-i Abbas'tan rivayet
eder: "Kureyş Medine'ye bir heyet gönderdi. Bu heyet Resûlüllah hakkında
yahûdîlerden bilgi alacaktı. Önce yahudîlere peygamber hakkındaki kendi
bilgilerini anlattılar; Hz. Peygamber'in peygamberlik dâva ettiğini, adının
Ahmed olduğunu, yetim ve fakir bulunduğunu, iki omuzu arasında bir mühür
bulunduğunu söylemişler. Yahudiler de kendilerine, bu sıfatları Tevrat'ta
okuduklarını söyleyip: "Eğer sizin O'nun hakkında söyledikleriniz doğru
ise; O peygamberdir, davası haktır" demişler. Fakat kendisine şu üç şeyi
sormalarını, birinci ve ikinci soruya cevap verip üçüncü soruya cevap vermezse,
hak peygamber olduğunun iyice anlaşılacağını söyle- misler. Birinci soru:
Zü'1-Karneyn, ikinci soru: Ashâb-ı Kehf, üçüncü soru: Rûh imiş. Kureyş gelip bu
soruları Peygamberimiz'e yöneltmiş. Peygamberimiz de Zü'1-Karneyn ile Ashab-ı
Kehf hakkında bilgi verip rûh hakkında ise: "Rûh, Rabbimin emrindendir,
onun hakikatini Rabbim bilir; bu hususta benim bilgim yoktur" buyurmuştur.
Neticeden memnun olmayan Kureyş: "iki sihirbaz, Tevrat ve Kur'ân adiyle
birbiriyle yardımlaştılar! Biz her ikisini de inkar ediyoruz"
demişlerdir."
Taberânî ve Ebâ Nuaym
Muhammed bin Hamza'dan, O da Abdullah bir Selâm'ın oğlu Yusuf'tan, bu dâhi
babası Abdullah bin Selam'dan naklederler: O demiştir ki: "Ben bâzı yahûdî
hahamlarına hitaben: "Hepimizin atası bulunan İbrahim'in mescidine giderek
bir müddet kalacağım" dedim ve Medine'den ayrılarak Mekke'ye geldim. Bu
sırada Resülüllah (s.a.v.) de Mekke'de idiler. Fakat ben Mekke'ye vardığım
zaman Peygamber Mina'da imiş. Kendileri ile Mina'da buluştum. Etrafım insanlar
sarmıştı. Ben de o insanlar arasında yerimi aldım, Peygamber'e bakıyordum...
Peygamber (a.s.) da bana baktı ve: "Sen Abdullah bin Selâm'sm, değil mi?"
buyurdu. Ben de "Evet" diyerek cevap verdim. Bana yaklaşmamı emretti,
ben de kendisine yaklaştım... Dedi ki: "Ey Abdullah, Allah aşkına doğru
söyle, benim peygamber olduğuma dâir Tevrat'ta bilgi bulmuyor musun?" Ben
de kendisine dedim ki: "Bana, Allah'ın sıfatlarını söyler misin yâ
Muhammed?" îşte bunun üzerine Cebrail (a.s.) geldi ve insanlara Allah'ı
tanıtan Ihlâs Sûresini getirdi ve okudu:
Kur'ân ve ihlâs dîni
olan müslümanlığm temeli ve özü bulunan bu sûre; dört âyetten ibarettir ve
meali şöyledir: "De ki: Allah birdir. Allah Sameddir. (Her şey, varlığını
ve bekasım O'na borçludur, O'na muhtaçtır. O hiçbir şeye muhtaç değildir. Her
şeyin (ve özellikle inanan kişinin) başvuracağı, yardım dileyip sığınacağı tek
varlık O'dur!) Asla doğurmamıştır ve doğurulmamıştır ve hiçbir şey O'nun dengi
olmamıştır!"
Cebrail'in getirdiği
bu âyetleri, Resülüllah Efendimiz bana tebliğ ettiler. Ben, bu gerçekten Tevhîd
ve İhlâs âyetlerini dinleyince derhal müslümanlığı kabul ederek şehâdet
getirdim:
"Bütün varlığımla
şehâdet ederim ki Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur! Yine şehâdet ederim ki
Sen Allah'ın Resulüsün!" dedim... Sonra Peygamber'den (s.a.v.) ayrılarak
Medine'ye döndüm. Fakat müslümanlığı kabul ettiğimi gizledim. Hicreti
sırasında Peygamberimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye yöneldiği zaman ben,
olgunlaşan meyvelerini toplamak üzere hurma ağacının üzerinde idim.
Peygamberimiz Medine'ye teşrif ettiler. Ben sevinç ve heyecanımın şiddetinden
kendimi ağaçtan yere attım... Anacığım bana dedi ki: "Oğlum, Allah seni
korusun! Sen ne yapıyorsun? Herhalde Peygamber Mûsâ gelse idi, yine kendini
ağaçtan yere atmazdın!" Ben şu karşılığı verdim: "Anacığım, ben
vallahi Resûlüllah'ın Medîneye gelişinden, daha fazla sevinmiş durumdayım! Eğer
Peygamberimiz Mûsâ çıkıp gelmiş olsaydı, herhalde bu kadar sevinmezdim..."[67]
[1] Muzzemmıl suresi, 5
[2] Nitekim Resûlullah efendimiz Veda Hacet sırasında
Arafat'ta iken kendilerine vahiy geldiğinde de, devesi üzerinde bulunuyorlardı.
Vahyin ağırlığına dayanamayan devesi, yere çökekalmıştı. O sırada inen âyet de
şu idi: "Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim, size olan nimetimi
tamamladım ve size din olarak islamı seçip beğendim." (Maide suresi, 3)
[3] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/213-215.
[4] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/215-216.
[5] Peygamber Efendimiz Allah'ın izni olmadıkça Mekke
dışına çıkamazdı. Ayrıca Allah'a olan büyük imanı ve iman ndaki yakîrv
sebebiyle, böyle bir mucize görmeye de ihtiyaç duymazlardı Bezzâr'm Buroyde'den
olan rivayetinde, böyle bir mucize gösterilmesini İsteyenin, Peygamberimizin
yanına gelen bir adam olduğu ve kendisine böyle bir mucizenin gösterildiği
kaydedilmekte ise do, bu rivayet Oo zayıf bir rivayettir. Râvıleri arasında,
Salih bin Hayyân vardır
[6] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/216-217.
[7] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/217-218.
[8] Ebû'l-Yazkân ve başkası Haüd'in Ebû Bekir'den evvel
müslüman olduğunu zikreder. Fakat sahih olan, Ebû Bekir'in ondan önce İslâm'ı
kabul ettiğidir. Resûlüllah, Hâlid'i Zebid Oğullarının vergilerini toplamaya
vazifelendirmiştir. Hâlid, Yermuk savaşında şehid olmuştur
[9] Zehebi muhammet binabdullah bin amrin sağlam
olduğunubir başka defasında ise kavi olmadıgını söylemiştir imamı buharide onun
hakkında neredeyse rivayetlerine itibar edilmeyecektabirini kullanmıştır
[10] El-Meârif'te Salih bin Keysân'ın künyesinin Ebû Muhammed olduğu ve kendisinin; Decs'li
Muaykıb bin Fâtıma ailesinin azadlısı bulunan bir kadının azadlısı
olduğubildirilmektedir hicretin
140.yılında vefat etmiştir.zehebi el-mizan ‘daqnun hakkında ülemadan itimat
edilir bir zattır der kaderiyeden qldugu iddaa edilmissede bunun asılsız olduğu
bildirilir
[11] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/218-219.
[12] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/219-220.
[13] Bu rivayet zincirinde zikri geçen Nâfi' ve Salim
hakkında kısaca bilgi verelim: Nâfi' Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ın azadlısıdır,
Imam-ı Mâlik kendisinden pek çok hadis rivayet eder, bunları e!-Muvatta' adlı
kitabına almıştır. Imam-ı Malik'in: Nâfi'den, o da İbn-i Ömer'den kaydiyle
yaptığı rivayet; hadis'de altın silsileyi teşkil eder. Sâlim'e gelince: Bu,
Abdullah bin Ömer'in oğludur. Ve kendisi Tâbiin'dendir. Babası Abdullah'tan çok
hadis rivayet etmiştir. Nâfi' de hadisi ondan alırdı
[14] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/220-221.
[15] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/221.
[16] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/221-222.
[17] Kamer suresi, 1
[18] O günden bugüne Hind ülkesinde dahi, Ay'ın yarılması
mucizesi hakkında tarihi bilgiler veren yazılar bulunmaktadır.
[19] Ay'ın ikiye ayrılmasından sonra bir parçasının biı;
dağın üzerinde, diğer parçasının ise diğer bir dağın üzerinde olduğuna dair
sevkedilen bu riayetler hakkında müellifimiz, herhangi bir tenkidde
bulunmamıştır. Hâlbuki bu ve benzeri rivayetler, ma'kul ve makbul olamazlar.
Zira adı geçen Ebû Kubeys dağı İle Kuaykân dağlarından biri Mekke'nin
doğusunda; diğeri de batısındadır. Ay'ın ikiye ayrılmasından sonra,
parçalarının iki ayrı dağ üzerinde olması nasıl olabilir? Zâten bu kabil
rivayetlerden hiç birisi, sahihlerde rivayet edilmiş de değildir. Özellikle
Ay'ın yarılması mucizesi sırasında orada bulunan ve bunu gözleriyle görmüş olan
Ibn-i Mes'ud'a âit rivayetlerde, böyle bir şey yoktur. Mâkul ve makbul olan,
rivayet bakımından sahih bulunan; "Ay'ın varıldığı, bir kısmının Ebû
Kubeys dağının üzerinde, diğer kısmının da aynı dağın beri tarafında
görüldüğüdür."
[20] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/222-224.
[21] Maide suresi, 67
[22] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/224-225.
[23] Alâk suresi, 6-19
[24] Bu şekilde yani "varlığım elinde olan..."
ifadesiyle yemin etmek, câhiliye devrinde bilenin ve de tatbik edilen bir şey
değildir... Ebû Cehl'in bu şekilde yemin etmiş olması, oldukça garip
görünmektedir... Ancak o, diğer câhiliye insanları gibi "Allah'a yemin
ederim ki" diyerek yeminde bulunmuş olabilir. Peygamberimiz ise, bu tâbiri
çokça kullanırdı.
[25] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/225-227.
[26] O, Ebu Süfyan’ın kardeşi olup künyesi Ümmü Cemil’dir.
[27] İsra suresi, 45
[28] Yasin suresi, 9
[29] Mesed (Tebbet) suresi, 1
[30] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/228-229.
[31] Süddî'nin bu rivayet tariki, son derece zayıf olduğu
itimâda şayan değildir
[32] ibn-i Kesir tefsirinde; bunun manevî körlüğe de şâmil
olduğuna dair bilgi vardır.
[33] Zehebî el-Mîzân'da: "Mu'temir bin Süleyman
el-Teymî el-Basrî, büyük hadîs âlimlerinden biri olup sikadır. Yani güvenilir
ve ıtimad edilir bir râvidir. İbn-i Harrâş kendisi için: "Sazan hatâ eder,
eğer ezberinden rivayet ediyorsa. Fakat yazdığı noktalardan rivayet ettiği
zaman gerçekten sikadır" demiştir. Ben derim ki: O, her iki halde de
sikadır. İbn-i Dıhye ise, İbni Maîn'in onun hakkında "hüccet
değildir" dediğini nakleder" şeklinde bilgi vermektedir. Adı geçen
ravinin durumu, aslında ne olursa olsun, şu rivayetin garabeti ortadadır ve bu,
sadece ondan rivayet edilmektedir
[34] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/229-230.
[35] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/230-231.
[36] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/231.
[37] Peygamberımiz'e en az otuz kişinin kuvveti verilmiş
olduğuna dâir hadîs, bundan önce geçmişti
[38] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/231-232.
[39] Hz. Osman, cahiliye devrinde de son derece hayalı,
ağırbaşlı idi. Kendiliğinden içkiyi yasaklamıştı. Osman'ın Rukİye ile
evlenmesi, Utbe'nin onu boşamasından sonra olmuştur. Rukiye, Medine'ye
hicretten iki sene kadar sonra vefat etti. Resûlüllah'ın Bedr'e çıktığı sırada
ağır hasta idi, Osman da onun başında idi, bu sebeple Bedr'e katılamamıştı.
Sonra Osman, Peygamberimizin Uteybe'den boşanan kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Bundan
dolayı kendisine Zİ'n-Nûreyn (iki nûr sahibi) denildi
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/232-233.
[40] Tâhâ suresi, 14
[41] Gerçekten îbn-i Mes'ûd doğru söylemektedir. Zira nice
imparatorluklara, iran'ın Osmanlı'nın, Mısır'ın kurduğu geniş İslâm
Devletleri'ne şâmil bulunan Büyük İslâm Devleti'ni te'sis eden, Hattâb'ın oğlu
Ömer olmuştur. Allah ondan razı olsun... Kendisinden sonra İslâmî fetihlerin
devam ederek, bu genişlik ve büyüklükteki İslâm Devleti'ne erildiği tarihten
itibaren bilinen bir keyfiyettir... Gerçekten Ömer'in müslüman olmasından
itibaren müslümanlık aziz olmuş, şirkin temelleri yıkılmıştır. Bunun içindir ki
müşrikler Ömer'i öldürmek istemişlerdi. Bu hususta, Peygamber Efendimiz'in
güzel bir rüyasını anlatan sahih bir hadis var... Şöyle ki: Peygamberimiz
kendisini bir kuyunun başında görmüş, elindeki kova ile kuyudan dilediği kadar
su çekmiş.-.. Sonra kovayı Ebû Bekir'e vermiş. O, bir veya iki kova çekmiş,
fazla çekememiş... O da kovayı Ömer'e vermiş... Ömer, bu kuyudan o kadar çok su
çekmiş ki, kimselerin çekemiyeceği kadar... Bu husuta hiçbir kahramanın
kendisiyle yanşamayacağı kadar... Allah ondan ve ashabından razı olsun!.
[42] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/233-236.
[43] Sahih hadisle sabit olmuştur ki peygamberimiz gerek Cuma hutbelerinde. gerekse diğer
hutbelerinde söze bu mübarek ve muazzam tevhîd cümleleri ile başlarmış... Bu
cümleler, büyük ve sevgili Peygamberimiz'in en vecîz sözlerindendir... Bunun
içindir ki, Dımad gibi bedevileri hayretler içinde bırakıp islâm hidayetine
erdirmiş, ilmin ve hikmetin tâ merkeziyle temasa geçirmiştir. (Bu ve benzeri
muhteşem tevhîd cümlelerinin İslâm'daki yerinin ne kadar büyük ve mühim
olduğunu, bunların fazilet ve ulviyetini mütâlâ etmek için, "İslam
Hidayeti ve Kelime-i Tevhid" adlı eseri tavsiye edebiliriz... Sönmez
Neşriyat, İst. 1969) (M.)
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/236.
[44] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/237.
[45] Allah yoluna davet edenlerin seyyidi ve yegâne mürşidi
bulunan peygamber efendimiz'in dâved metodu işte böyledir... Allah'ın kullarına
gayet yumuşak ve anlayışlı davranmak. Kolaylaştırıp güçleştirmemek, müjdeleyip
sevindirmek, korkutup ürkütmemek... Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de: "Rabb'in
yoluna hikmetle, güzel öğütle ve mücâdelenin en güzeli ile" (Nahl Sûresi,
125) davet edilmesini âmir bulunmaktadır. Resûlüllah'ın Muâz'ı, Ebû Musa'yı
Yemen'e gönderirken de, bu hususu önemle tavsiye ettikleri, ilim erbabınca
bilinen gerçeklerdendir..
[46] Amr'm Medine'ye gelişi h. 7. yılda olmuş, bu sırada
peygamberimiz Hayber'de olduğundan oraya gitmiş, Hayber'den Medine'ye O'nunla
birlikte dönmüştür. Anası Ümeyme ise, Peygamberimizin daveti ile musluman
olmuştur. Ebû Hüreyre'yegelince: Ashabın hadisi en çok bilenlerinden idi.
Hicretin 57 veya 59. yılında vefat etmiştir.
[47] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/238-240.
[48] Nah! suresi, 90
[49] İbn-i Kesir, tefsirinde bunu rivayet eder ve: "Bu
rivayetin senedi iyidir, güzeldir ve muttasıldır" der. Ayrıca bunu İbnü
Ebû Hâtim'in de kısaca Abdü'l-Hamid bin Behram'dan rivayet ettiğine dair bilgi
verir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/240-241.
[50] Ahkâf suresi, 29
[51] Cin suresi,
[52] Nitekim Cin suresinin 1. ve 2. âyetlerinde ve bunları
takîb eden diğer âyetlerinde, aynen beyan edilmiştir.
[53] Adı geçen Nahle, Tâif ile Mekke arasında bir vadidir.
Müşriklerin Uzzâ adındaki putları da bu vadide idi.
Ibn-i Abbas hadisinde denilmiştir ki: "O gece Peygamberimiz cinleri
görmedi, cinlere karşı okumadı, sâdece cinler O'nun okuduğunu dinleyip
döndüler." Ibn-i Mes'ud hadisinde ise, Peygamberimizin, cinlerin orada
toplandıklarını oradaki ağacın bildirmesi ile haberdar olduğu anlatılmaktadır.
İbn-i Kesir; arada bir çelişki olmadığını beyan sadedinde der ki:
"ihtimaldir ki bu, ilk defasında böyle olmuştur. Mümkündür ki, önce
cinlerin orada toplandıklarından haberi olmadı, sonra oradaki ağaç bunu
kendisine hissettirdi. Daha doğrusunu ancak Allah bilir. Veyahut bu birbirinden
farklı gibi görünen rivayetler, daha sonraki olaylarla ilgili olabilir.
Şüphesiz en İyisini bilen Allah'tır." Bundan sonra ibn-i Kesir, Hafız
Beyhaki'den şöyle nakleder: "İbn-i Abbas'ın dediği, cinlerin ilk defa
gelişine aittir. Ancak bu seferinde Peygamberimiz onları görmemişti. Sonra
cinlerin davetcisi geldi, Peygamberimiz de ona karşı Kur'an okudu, onları
Allah'a ve Allah'ın dinine çağırdı. İbn-i Mes'ud'un dediği de budur. Arada
birbirini tutmazlık da yoktur. Allah, bu iki büyük sahabinin, her ikisinden de
razı olsun."
[54] Onlar orada Resûlullah'a "ne yiyeceğiz?"
diye sormuşlardı. Resûlüllah da: "Allah'ın adı anılarak boğazlanmış
davarların kemiği size yiyecektir. Her deve ve davar dışkısı da hayvanlarınızın
yemidir" buyurmuştur.
[55] Elindeki alevle hücuma geçen; Resûlullah'tan Kur'an
dinleyip müslüman olmak için oraya gelen cinlerden değildir. Bil'akİs o ve o
gibiler, etraftaki dağ ve vadilerden inip Resûlullah'a tuzak kuran azgın
şeytanlardır. Nitekim Ebû Nuaym'in bundan sonraki rivayetinde de bu husus
açıkça belirtilmiştir.
[56] Bunu bu şekilde Ibn-i Kesir, tmam-ı Ahmed'den ve yine
Ebû Zeyd tarikiyle rivayet eder. Fakat şu lafızla: "Cin gecesi Resûlüllâh
bana: "Yanında su var mı?" diye sordu. Ben de: "Yanımda su yok,
fakat İçinde nebiz bulunan bir su kabı var" dedim. Resûlüllâh da:
"Hurma aslında temizdir, Rabbimiz de temizleyicidir" buyurdu. îbn-i
Kesir daha sonra bunu yine Ebû Zeyd'den Ebû Davud, Tirmizİ ve Ibn-ı Mâce'nin de
rivayet ettiklerine dair bilgi vermektedir.
[57] Cin suresi, 19
[58] Şeyh Ahmed Şakir, Müsned'in hamişinde: "Bu
rivayetin isnadı sahihtir ve bu rivayet Mecmeu'z-Zevaid'de de vardır"
demiştir.
[59] Ümmetin en hayırlısının Ömer bin Abdü'l-Aziz olmadığı
bilinen bir husustur. Yani Resûlullah'tan sonra bu ümmetin en hayırlısı Ebû
Bekir ile Ömer'dir. Ömer bin Abdü'l-Aziz ise, bu ümmetin hayırlılarındandır.
Yüce ve biricik Allah'ımız, hepsinden razı olsun
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/241-246.
[60] Rûm suresi, 1-3
[61] Evet galib geldiler, çünkü Kur'ân: "Onlar bu
yenilgilerinden sonra yeneceklerdir" diyordu ve bunu, birkaç yıl içinde
(ki seneye varmayacağına işaret edip) gerçekleşeceğini haber veriyordu.
[62] Rûm suresi, 1-4
[63] Bundan önce söylediğimiz gibi, doğrusu: Rumların
Farslan Bedir Savaşı sırasında yenmiş olmaları, müslümanların hem buna, hem de
Bedir zaferine sevinmiş bulunmalarıdır
[64] On beş sene değil de, yirmi beş sene denilecekti
herhalde. Zira iranlılar Rumlara galip geldiği zaman müslümanlar, Mekke'de
idiler. Sonra-Rumlar üstün geldiklerinde ise müslümanlar Bedir Harbini
yapmışlardı (veya Hubeybiye'den dönmüşlerdi). Müslümanların iran ve Rum devletlerini
yenmeleri ise; Emira'l-Mü'minin Ömer (r.a.) zamanında; hicretin yirminci
yılında olmuştur. Demek ki arada yirmi beş sene kadar bir zaman vardır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 1/246-248.
[65] İsra suresi, 84
[66] Meşhur olan bu âyetin Medine'de nazil oluşudur.
Buhari, Müslim ve Ahmed'in tbn-i Mes'ud'dan rivayetleri: İlgili soruyu bizzat
yahudilerin sordukları ve âyetin Medine'de nazil olduğu şeklindedir. İbn Kesir,
bu ayetin Medine'de ikinci defa nazil olmuş olabileceğine veya daha önce nazil
olan bu ayeti okuyarak Hz. Peygamber'in onlara cevap vermiş olabileceğine
dikkati çeker
[67] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 1/248-250.