PEYGAMBERİMİZİN,
DİĞER PEYGAMBERLERE ÜSTÜNLÜĞÜNÜ İFADE EDEN ÖZELLİKLERİ
Peygamberimizin,
Diğer Peygamberlere Üstünlüğünü İfade Eden Özellikleri
Peygamberimizin
Diğer Peygamberlerden Önce Yaratılmış Olması Ve Onlardan Önce Peygamber Olması.
Peygamberimizin
Bir Büyük Özelliği De, O'nun Mucizesinin Kıyamete Kadar Baki Oluşudur
Peygamberimizin
Özelliklerinden Biri De, Otna İndirilen Kitapta Nasih Ve Mensüh Bulunmasıdır.
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Kendisine Arş Hazinesinden Ayetler Verilmesidir
Peygamberimizin
İns Ve Cinne Peygamber Olarak Gönderilmiş Olması
Peygamberimizin
Alemlere Rahmet Olarak Gönderilmesi
Peygamberimizin,
Allah'ın Onun Hayatı İle Kasem Etmiş Olması Özelliği:
Allah'ın
Peygamberimize Hitap Şeklini Daha Önceki Peygamberlere Hitap Şeklinden Ayırması
Yüce Allah'ın
Kur'an'da Peygamberimize, Hiç Adıyla Çağırmaması Da O'nun Bir Özelliğidir.
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Avret Yerinin Başkaları Tarafından Hiç Görülmemiş Olmasıdır,
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Ölüm Meleği Azrail'in O'nun Yanına O'ndan İzin Alarak
Girmesidir.
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Savunucusunun Allah Olmasıdır.
Peygamberimizin
Diğer Bazı Özellikleri
Peygamberimizin
Bir Diğer Özelliği Daha
Peygamberimizin
Bir Özelliği Daha
Peygamberimizin
Bir Özelliği Daha
Peygamberimizin
Bir Özelliği Daha
Onun
Özelliklerinden Biri De, Dört Vezir İle Teyid Edilmiş Olmasıdır
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, O'nun Künyesi İle Künyelenmenin Haram Oluşudur!
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Kendisiyle İksam Alellah’ın Caiz Oluşudur
Peygamberimizin
Bîr Özelliği De Kadınlarının Ve Kızlarının Bütün Kadınlardan Daha Üstün
Oluşudur.
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Her İki Şehrinin Diğer Beldelere Üstün Kılınmasıdır
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Beş Vakit Namazın Topluca Kendisine Verilmesidir
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Kendisine Ezan Ve İkametin Verilmesidir.
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Namazlarının Rüku İle Ve Cemaatle Kılınmasıdır
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Namazdaki "Rabbena Lekelhamd" Duasıdır
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Ayaklarında Naleyni İle Namaz Kılmasıdır
Peygamberimizin
Özelliklerinden Biri De, O'nun Mihrabda Namaz Kılmayı Kerih Görmesidir.
Peygamberimizin
Ümmetiyle İlgili Bazı Özellikleri
Peygameberîmizin
Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır
Peygamberimizin
Özelliklerinden Biri De, Namazda Konuşmasının Yasak, Oruçta Serbest Olmasıdır
Peygamberimizin
Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır
Peygamberimizin
Özelliklerinden Bazıları Da Şunlardır
Peygamberimizin
Bir Hususiyeti De, Ümmetinin Kur’an’da "Ey İman Edenler"
Diye
Çağrılmasıdır. Halbuki Diğer Ümmetler
"Ey Miskinler" Diye Çağrılırdı
Peygamberimizin:
"Önceki Ümmetlere Nazaran Sizin Nöbet Devreniz, İkindi
Vaktiyle
Akşam Arası Gibidir" Hadisiyle İlgili Bir Bölüm
Bu Ümmetin
Sevabının Diğer Ümmetlerin Sevabından Çok Oluşu
Peygamberimizin
Bu Ümmetin İmanı Hakkındaki Hadisleriyle İlgili Bir Bölüm
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, İlk Kendine Gelip Dirilen Ve Kabrinden İlk Kalkacak Kişi
Olmasıdır
Peygamberimizin
Bazı Özellikleri De Şunlardır
Peygamberimizin
Özelliklerinden Bazılarıda Şunlardır:
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, O’nun Ümmetini Yüce Allah'ın Adaletli Hakimler Makamında
Kılmasıdır
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Ümmeti İçin Cehennem Ateşinin Ancak Hamam
Bu bölümde, Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'e verilip de diğer peygamberlere verilmemiş olan,
Peygamberimiz1 in afdaliyetini bildiren bazı büyük özellikleri anlatılacaktır.
Bunların sayısı hakkında bir fikir veren Ebû Sâid el-Nisâburi, Şerefü'l-Mustafa
adlı kitabında şöyle demektedir: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in diğer
peygamberlere karşı üstünlüğünü ifade eden özellikleri, sayı itibariyle altmış
kadardır." işte o, böyle demektedir. Ben de diyorum ki: "Sevgili
Peygamberimiz'in bu sayıdaki özelliklerini, birden altmışa kadar saymış ve bunu
yazıya almış bir alim bilmiyorum. Benim naçizane araştırmalarıma göre ise,
aslında bu sayı daha da büyüktür. Yâni Peygamber Efendimiz'in özellikleri; bu
husustaki hadislerin ve eserlerin tamamını gözden geçirdiğimiz zaman, bunların;
yukarıda bildirilen sayının üç katma çıktığı görülür. Ben bunları inceledim ve
aynı zamanda dört kısma ayrılmış olduğunu gördüm. (Yâni tamamını, dört bölümde
mütalaa ettim). Şöyle ki: Sevgili ve büyük Pey-gamberimizm bu büyük
özelliklerinin birinci kısmı: O'nun zatına ait olup dünyada kendisine verilmiş
bulunanlar, ikincisi: Yine O'nun zatına ait olup ahirette kendisine verilmiş
(verilecek) olanlar. Üçüncüsü: O'nun ümmetine ait olup dünyada verilmiş
bulunanlar. Dördüncüsü: Yine O'nun ümmetine ait olup ahirette verilecek
olanlar. Şimdi böylece dört kısma ayırdığımız bu özellikleri, geniş bir şekilde
ve ayrı ayrı bölümler halinde anlatalım.[1]
Evet, Peygamber
(e.a.v.) Efendimiz, daha Adem (a.s.) yaratılışına maya teşkil eden çamurun içinde
iken, yaratılmış ve peygamber kılınmış idi. [2]
Bundan önce de geçtiği
gibi, Peygamberimiz hakkında diğer peygamberlerden söz alınmıştır. Aynı
zamanda peygamberimiz, "elestü bi-rabbiküm?" hitabına da, herkesten
ve bütün peygamberlerden önce cevap verip: "Evet, Rabbimiz'sin!"
demiştir. [3]
Burada şunu da
zikredenin ki: Gerek Adem (a.s.), gerek diğer peygamberler ve bütün yaratıklar
sadece O'nun hürmetine yaratılmışlardır. [4]
O'nun mübarek adı,
günün beş vaktinde okunan ezanlarda söylenip durduğu gibi; bunun Adem (a.s.)
zamanında ve melekût-ı alâ'da da söylendiğim hatırlamış olalım. Ayrıca
meleklerin de O'nu her zaman ve saatte zikrettiklerini söyliyelim. [5]
Gerek Adem (a.s.)'dan,
gerek diğer bütün peygamberlerden, peygamber efendimiz'in sağlığına yetiştikleri
taktirde O'na iman edecekleri, O'na yardımcı olup destekleyecekleri hakkında
kendilerinden Mîsâk, yani ilahi bir ahid ve söz alınmış olması da; sevgili
Peygamberimiz'in büyük bir özelliğidir! [6]
Önceki nazil olan
semavi kitaplarda, gerek Peygamberimiz'in geleceği, gerekse O'nun ümmetinin,
ashabının ve halifelerinin bazı özellikleri de bildirilmiş ve müjdelenmiş tir.
Peygamberimiz'in
doğumu sebebiyle de şeytanlar göklerden kovulmuş, tard edilip
uzaklaştırılmıştır. [7]
Peygamberimiz'in
kalbinin, bütün ilâhi vahiy ve ilhamlara isti-dadlı olması için kalbi Cebrail
tarafından yarılıp ameliyat edilmiş; nûr ve hikmetle doldurulmuştur.
Sırtında, tam kalbinin
hizasına düşecek yerde de Hâtemü'n-Nübüvvet yaratılmış; O'nun mübarek kalbi bu
tarafından da şeytanın vesveselerine kapalı kılınmıştır.
O, sefer halinde iken,
melekler kendine gölge edip onu sıcaktan korumuşlardır. [8]
Ve O, bütün insanların
en akıllısı olarak yaratılmıştır! [9]
Kendisine verilmiş
bulunan güzellik de, O'nun özelliklerinden biridir. Öyle ki, O'na verilmiş
bulunan güzelliğin ancak yansı kadarı Yusuf (a.s.)'a verilmiş idi.
Peygamberimiz'in vahiy
geldiği zaman şiddetle sarsılıp kendinden geçer gibi olması ve bu sırada
harıldaması da, kendisine vahiy halindeyken verilmiş bulunan bir özellik idi.
Aynı zamanda o, kendisine vahiy getiren Cebrail (a.s.)'ı da yaratıldığı şekilde
iki defa görmüştür. Bu da O'na verilen bir özelliktir. [10]
Kendisine peygamberlik
verilmesinden itibaren, kahinlerin kehaneti, şeytanların kulak hırsızlığı
yaparak ilâhi vahiyden çalıntılar yapması da sona erdirilmiş, semalar onlardan
korunmuştur. Buna yeltenenler de akıcı ve yakıcı alevlerle tard edilmiştir.
O'nun şefaati ile
kafirlerin azabının hafiflemesi de, O'nun özelliklerinden biridir. Nitekim Ebû
Talib'in kıssasından da bu husus anlaşılmaktadır.
Allah, düşmanlarından
koruyacağına dâir, kendisine ilâhî bir va'd de bulunmuştur.
Hele Isrâ ve Mirâc
mucizesi, bu mucizenin şümulüne giren husustur ki, yedi kat gökler ve daha
yüceleri kendisi için açılmış ve bir yol olmuştur. O bu gecede, "Kabe
kavseyn" makamına yükselmiştir. Hiç bir meleğin ve peygamberin ayak
basmadığı âlemlere ayak basmıştır.
O gece peygamberler
kendisi için diriltilmiş, kendisinin arkasında durmuşlar, O da onlara namaz
kıldırmıştır. O gece O'na, hattâ mekekler bile cemâat olmuşlardır. [11]
Beyhakfnin anlattığına
göre, o gece cennet ve cehennemi de görmüştür ve daha nice büyük İlâhî
âyetlerin tecellîsine mazhar olmuştur. Gördüklerini hıfzetmiş, gözü başka
noktaya kaymamıştır. Rabbini de iki defa görmüştür... Melekler onunla birlikte
savaşmıştır, işte bunlar; daha önce geçen hadîslerle anlatılan O'nun kırk kadar
özelliğidir. [12]
Nitekim bu hususların
te'yîdi mâhiyetine, O'nun en büyük mucizesi ve özelliği bulunan Kur'an-ı
Kerim'de bir çok âyetler vardır. Şimdi bunlardan bâzılarının meallerini
görelim. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"De ki:
"Andolsun, eğer insanlar ve cinler şu Kur'ân'm bir benzerini getirmek
üzere toplansalar, yine onun benzerini getiremezler. Birbirlerine arka olup
yardım etseler de bunu yapamazlar!" [13]
"O zikri
(Kur'ân'ı) biz indirdik biz; O'nun koruyucusu da elbet biziz!" [14]
"O yanlış yola
sapanlar, kendilerine gelen Kur'ân'ı inkâr ettiler. Halbuki o, Öyle eşsiz bir
kitaptır!" [15]
"Öyle bir kitap
ki, ne önünden, ne ardından ona bâtıl gelmez! O, hikmetli, çok övülen Allah
tarafından indirilmiştir!" [16]
"...Sana bu
kitab'ı, her şeyi açıklayan ve müslümanlara yol gösteren, rahmet ve müjde dolu
bir kitap olarak gönderdik!" [17]
"Bu Kur'ân,
Isrâîl Oğullarına, kendilerinin ayrılığa düştükleri şeylerin birçoğunu
anlatıyor." [18]
"Andolsun biz,
Kur'ân'ı öğüt almak için kolaylaştırdık! Öğüt alan yok mudur?" [19]
"Onu, bir Kur'ân
olarak (âyet âyet) ayırdık. Ki Onu insanlara dura dura okuyasın! Ve biz onu
parça parça indirdik." [20]
"İnkar edenler:
"Kur'ân, O'na bir defada indirilmeli değil miydi?" dediler. Biz
onunla senin kalbini sağlamlaştırmak için onu böyle parça parça indirdik ve onu
ağır ağır okuduk." [21]
"Onların sana
getirdikleri her misâle (bâtıl soruya) karşı mutlaka biz sana, o bâtılı yok
edecek bir gerçeği ve en güzel açıklamayı getiririz!" [22]
Buharî Ebû Hüreyre'den
rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder: "Benden önce
gönderilmiş hiçbir peygamber yoktur ki, kendisine beşerin inanacağı mü'menün
bih olan (îmân prensiplerini ihtiva eden) bir şey verilmemiş olsun! Bana
gelince; Allah bana herşeyin esâsını ihtiva eden îlâhî vahyini gönderdi. Umîdim
odur ki, ümmeti en çok olan, ben olacağım!"
Beyhakî, "O öyle
bir kitaptır ki, ne önünden, ne de ardından ona bâtıl gelmez!" mealindeki
âyeti kerîme üzerinde, Hasanü'l-Basrfnin şöyle dediğini nakleder: "Yâni,
Allah Kur'ân'ı şeytanın ona bir zarar vermesinden korumuştur! Şeytan ona hiçbir
yönden yanaşamaz! Ona herhangi bir bâtılı sokamaz, ondaki îlâhî hakikat ve
hikmetlerden de hiç bir şeyi eksütemez.,."
Yine Beyhakî, Yahya
bin Eksem'den şöyle bir haber nakleder: Bir gün Halîfe Me'mûn'un yanma bir
yahûdî girdi. Onunla konuştu. Fakat çok güzel konuştu. Ne derece bilgili ve
kültürlü olduğu, konuşmasından anlaşılıyordu. Buna bakarak halîfe kendisini
îslâm'a davet etti. Yahûdî onun bu teklifini kabul etmedi, izin alıp giden bu
yahûdî, bir sene sonra yine halîfe ile görüşmek istedi. îzin verilince içeri
girdi. Bu sefer, müs-lümanlığı kabul ederek gelmişti... Yine çok güzel
konuşuyordu. Halîfe kendisine: "Müslümanlığı kabul edişinizin sebebi
nedir?" diye sordu. O şu karşlığı verdi:
"Ben sizin
huzurunuzdan ayrılıp gittikten sonra, bütün dinleri (şu üç büyük dîni), bir
defa daha gözden geçirmek istedim... Bu maksatla Tevrat'ı ele aldığımda, onun
gerçekten tahrif edilmiş olduğu kanâatine vardım ve Tevrat ehlini bu hususta
imtihan etmek istedim. Üç nüsha (aded) Tevrat yazdım. Her bir nüshasında bâzı
ilâve ve çıkarmalar yaptım. Sonra bunları yahüdüerin havrasına götürüp satmak
istediğimi söyledim ve derhal alıcı buldum ve sattım. Sonra İncil'i ele alıp
ondan da üç nüsha yazdım. Her bir nüshasına ilâveler yaptım, bâzı çıkarmalarda
bulundum. Götürüp hristiyanlarm kilisesinde müşteri aradım. Çok geçmeden her
üç nüshaya da alıcı buldum ve sattım. Sonra Kur'ân'ı ele aldım. Ondan da üç
nüsha yazdım ve her bir nüshasında ilâveler ve çıkartmalar yaptım. Götürüp
mushaf-ı şeriflerin satıldığı yerde müşteri aradım. Fakat müslümanlarm
kitapçıları, ellerine aldıkları bu mushaf nüshalarını tetkik etmeye başladılar.
Tashîhsiz ve tasdiksiz olduğunu derhal farkettiler. Bana, "sen bunları
nereden aldın?" diye çıkıştılar. Ben de ellerindeki nüshaları alıp durumu
kendilerine sezdirmeden oradan kayboldum... Ve böyle bir mushafm müslümanlara
kabul ettirilemiye-ceğini anladım... Dolâyısıyle, Kur'ân'm Allah'ın Kitabı
bulunduğuna ve Onun İlâhî koruması altında bulunduğuna kanâat getirdim ve
müslü-manlığı kabule karar verdim, işte müslüman oluşumun sebebi ve hikâyesi
bundan ibarettir."
Yahya bin Eksem [23] der
ki: Aynı sene ben hacca gitmiştim. Bu olayı orada karşılaştığım Süfyân bin
Uyeyne'ye naklettim. O da bunun üzerine dedi ki: "Bunu doğrulayıcı olarak
Allah'ın Kitabında âyet vardır. Hangi âyet olduğunu biliyor musun?" Ben de
hangi âyeti kasdettiğinin kendisi tarafından söylenmesini rica ettim. Benim
ricam üzerine o da dedi ki: "Malûm olduğu veçhile yüce Allah, Tevrat ve
İncil hakkındaki bir âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur: "Kendilerini
Allah'a vermiş bulunan yahûdî zâhidleri ve âlimleri, Tevrat'ı korumakla görevli
ve yükümlü idiler..." [24] işte
bu âyetten de anlaşıldığı gibi, Tevrat'ın korunması onlara (kullara)
kalmıştı... Halbuki yüce Allah, Kur'ân ile ilgili bir âyetinde meâlen şöyle
buyurmaktadır: "O zikri (Kur'ân'ı), biz indirdik biz; ve onun koruyucusu
da elbette biziz!" [25] işte
bu âyetten anlaşılan da, yüce Allah Kur'ân'ı (şu veya bu sebeple) koruyacağını
bildirmiş bulunmaktadır. Demek ki Kur'ân, bizzat Allah'ın koruması altındadır,
asla onu zâyî etmeyecektir!" [26]
Beyhakî, îmânın
Şubeleri adlı kitabında, Hasan-ı Bâsri hazretlerinden nakleder. Buna göre o
demiştir ki: "Yüce Allah, yüz dört kitâb inzal buyurmuştur! Bu yüz dört
kitabın ilim ve hikmetlerini, dört büyük kitapta toplamıştır. Bu dört büyük
kitab da malûm: Tevrat, incil, Zebur ve Fürkân (Kur'ân) dır. Sonra yüce Allah;
Tevrat, Incîl ve Zebur'daki bütün ilâhi hikmet ve ilimleri de Fürkân'da
(Kur'an'da) toplamıştır [27])._____________________
Sâid bin Mansûr, îbni
Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Her kim ilimde kemâle ermek
isterse, Kur'ân üzerinde çalışmalıdır. Zira evvelkilerin de, sonrakilerin de
haberi ve bilgisi Kur'an'dadır!" [28]
îbni Cerîr ile îbni
Ebû Hatim de yine îbni Mes'ud'dan şöyle rivayet ederler: "Yüce Allah, şu
Kur'an'da ilmin tamamını indirmiş ve bizlere a-çıklamıştır! Bunda asla şüphe
yoktur. Şu kadar var ki, biz kulların a-kılları ilmin tamamını Kur'an'dan
almaya, Onu hakkıyla anlamaya yetmemektedir."
Ebû Şeyh,
Kitabu'l-Azamet adlı eserinde Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini nakleder:
"Peygamber (s.a.v.), bir defasında kitabımız Kur'an hakkında şöyle
buyurmuştur: "Eğer yüce Allah, bazı şeyleri kitabında zikretmeyi bırakmış
olsaydı, zerreyi, hardal tohumunu, sivrisineği zikretmeyi bırakmış olurdu!"
Hâkim ve Beyhaki îbni
Mes'ud'dan naklederler, O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Önceki kitablar, bir bölümden ve bir harf üzerine nazil olurdu. Kur'an
ise, yedi bölüm ve yedi harf üzerine nazil olmuştur. Kur'an; emreder, nehyeder,
haramı ve helali bildirir. Muhkemi, müteşabihi ve emsali (darb-ı meselleri)
vardır."[29]
Buharı ve Müslim'de de
îbni Abbas'tan rivayet edilen şu hadis-i şerif bulunmaktadır:
"Cebrail bana,
Kur'an ayetlerini bir harf (bir okuyuş) üzere okuyordu. Ben kendisine müracat
edip daha fazla okuyuş ile okunmasını (ve böylece O'nun okunmasında çeşitli
kabilelere mensub insanlar için bir kolaylık sağlanmasını) istedim. O da bunu
biraz artırdı. Ben daha fazlasını istedim, o da bunu artırdı ve sonunda yedi
harf (okuyuş) üzere bana okudu."
Müslim tek başına
Übeyy bin Kab'tan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Rabbim
Kur'an ı bana, bir harf üzere okunacak şekilde gönderdi. Ben ona müracaat
ederek ümmetim için bunun kolaylaştırılmasını istedim. Rabbim de bunu kabul
buyurup iki harf üzere o-kunmasına izin verdi. Ben yine müracatta bulunarak
bunun artırılmasını istedim. Rabbim de benim bu müracatımı kabul buyurarak
Kur'an'm yedi harf (okunuş) ile okunmasına müsaade etti." [30]
İbni Ebû Şeybe,
el-Musannef adlı eserinde ve İbni Cerir, Ebû Mey-sere'den şu haberi
çıkarmıştır. Ebû Meysere demiştir ki: "Kur'an her lisan ile inmiştir
(yani onda her lisandan bazı kelimeler vardır.)"
(İbni Ebû Şeybe, bunun
benzeri bir haberi de el-Dahhak'tan rivayet etmiştir.)
îmam Fahrüddin-i Râzi
der ki: "Kur'an'm, diğer semavi kitablara tam otuz hasletle üstünlüğü
vardır. Ki bu hususiyetler (özellikler) diğer semavi kitablarm hiç birinde
bulunmamaktadır."
îbn Münzir Tefsirinde
Vehb bin Münebbih'in şöyle dediğini haber vermiştir: "Çeşitli milletlerin
konuştuğu dillerden hiç biri yoktur ki, Kur'ân'da onların dilinden bir şey
bulunmamış olsun." Vehb bin Mü-nebbih böyle konuştuğu zaman kendisine:
"Peki Kur'ân'da Rumca'dan hangi kelime vardır?" diye sormuşlar... O
da şu cevabı vermiştir: "Bakara süresindeki: "Fesurhünne"
kelimesi Rumîcedir ki, "Onları kendine çek ve kes"
anlamındadır."[31]
Peygamberimiz
(s.a.v.); mucizesinin kıyamete kadar baki oluşu gibi, bir büyük özelliğe de
sahip bulunmaktadır. Kıyamete kadar bakî olan bu mucize ise, hiç şüphesiz
Kur'ân-ı Kerîm'dir! Diğer peygamberlerin mucizeleri ise, kendi zamanları ile
kayıtlı ve geçici idi. Peygambe-rimiz'in bir özeliği de, peygamberler içinde en
çok mucizeye sahip olmasıdır. Onun bu mucizelerinin sayısı üzerinde beyânda
bulunan bazı âlimler: "Bunlar sayıca bine varmaktadır" demiştir.
Bâzıları ise, bunların üç bin kadar olduğunu söylemiştir. Nitekim, Beyhakî de
böyle demiştir. Bu hususta Allâme el-Huleymî de şöyle der: "Peygamber
Efendimiz, mucizelerin sayısı bakımından bütün peygamberlerden önde olduğu
gibi, mucizelerinin keyfiyeti bakımından da bir üstünlüğe sahiptir. Zîra diğer
peygamberlerin mucizeleri arasında, cisimlerin yarılması şeklinde (meselâ
Ay'ın yarılıp ikiye bölünmesi gibi) bir mucize bulunmamaktadır. Bu mânâ ve
mâhiyet de, Peygamberimize verilmiş bulunan bir özelliktir."
Bu hususta ben de
derim ki: Peygamberimizin büyük özellikleri arasında; daha önceki peygamberlere
verilmiş bulunan bütün mucizelerin kendisine verilmiş olması da vardır. Zîrâ
daha önceki peygamberlerden herhangi birine, sadece bir nevî mucize
verilmiştir. Onlardan hiç birine her nevî mucize verilmiş değildir. Bizim
Peygamberimiz'e ise, hem her nevî mucize, hem de her nevî fazîlet ve üstünlük
dahî verilmiş durumdadır. [32]
îzzüddîn Ibni
Abdüsselâm da der ki: Peygamber'e (s.a.v.) taşın selâm vermesi, O'ndan
ayrılması sebebiyle kuru kütüğün inlemesi, parmaklan arasından su fışkırması
gibi mucizeler de, O'nun özellikleri a-rasındadır. Zira bu gibi mucizeler başka
peygamberlerden hiç birisine olmamıştır. Keza inşikâk-ı kamer (ay'm yarılması)
mucizesi de O'nun bir özelliğidir."[33]
Nitekim Yüce Allah
ilgili bazı âyetlerinde şöyle buyurmaktadır:
"Muhammed, sizin
erkeklerinizden birinin babası değil, fakat Allah'ın resulü ve peygamberlerin
sonuncusudur. Allah, her şeyi bilendir." [34]
"Sana da,
kendinden Önceki kitapları doğrulayıcı ve onları kollayıp koruyucu olarak bu
kitabı gerçekle indirdik..." [35]
"O, Resulünü
hidâyetle ve hak dinle gönderdi ki, Allah'a ortak koşanlar hoşlanmasa da o hak
dîni, bütün dinlerin üstüne çıkarsın..." [36]
Bu konuda fikir beyân
eden âlimlerden Ibni Seb, şu son iki âyeti Peygamberimiz'in getirdiği şeriatın,
kendinden önceki şerîatleri nes-hettiğine dâir, birer delil olarak
zikretmiştir.
Ebû Nuaym, Ömer bin
Hattâb'ın aşağıdaki hadisi naklettiğini kaydetmiştir. Bu kayda göre Ömer şöyle
demiştir: "Ben, Peygamber (s.a.v.)'e gitmiştim. Yanımda da, ehl-i kitâbtan
bâzı dostlarımdan not ettiğim yazılar vardı. Bunları Hz. Peygambere okumak
istemiştim. O, buna kızarak buyurdu ki: "Varlığım elinde olan Allah'a
yemin ederim ki, eğer Mûsâ (a.s.) bugün sağ olup aramızda bulunasaydı, ona,
bana tâbi olmaktan başka bir şey düşmezdi!" [37]
Yüce Allah bir âyet-i
celîlesinde şöyle buyurur: "Biz, daha iyisini veya benzerini getirmedikçe
bir âyetin hükmünü yürürlükten kaldırmaz veya onu unutturmayız..." [38]
Bu âyet-i kerime,
Kur"ân'da nâsih ve mensûh bulunduğunu açıkça haber vermektedir. Fakat bu,
daha önceki kitaplarda bulunmamakta idi. işte bu sebepledir ki yahûdîler neshi
inkâr etmişler, bunu havsalalarına sığdıramamışlardır. Bunun sırrı ise şu idi:
Daha önceki kitaplar toplu olarak bir defa inerdi. Bunun için o kitaplarda hem
nesneden, hem de neshe uğrayan âyetlerin bulunması imkansızdı. Zira nesheden
(yürürlükten kaldırılan) bir âyetin bulunmasının şartı, neshettiği âyetten
sonra inmiş olmasıdır. Şüphesiz bu ise, bütün âyetleri aynı anda ve bir defada
inmiş bulunan bir kitapta mümkün olamazdı. Bu itibarla yahûdüerin kitaplarında
da böyle bir durum yoktu. İşte bu sebepten neshi inkâra düştüler. [39]
Evet, Peygamber
Efendimiz'in özelliklerinden biri de budur. Nitekim sahih bir hadîste şöyle
buyurmuştur: "Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetler bana, Arş'm altındaki
hazîneden verilmiştir!"[40]
Yüce Allah, Kerîm
Kitâbı'nda buyurur ki: "Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bilmezler!" [41]
Yüce Allah bir
âyetinde de şöyle buyurur; "Alemlere uyarıcı olsun diye kulu Muhammed'e
Furkân'ı (hakkı bâtıldan ayırma ölçüsü olan Kur'ân'ı) indiren hayır ve bereketi
pek çoktur!" [42]
Bu konuda Buhârî ve
Müslim Câbir'den şu hadîsi rivayet ederler: "Benden önceki peygamberlerden
hiç birine verilmemiş bulunan beş şey, sâdece bana verilmiş bulunmaktadır: Ben,
bir ayhk mesafeye korku salan bir peygamberim, yeryüzü bana mescid ve
toprağından teyemmüm etmek üzere temiz kılınmıştır. Ümmetimden herhangi biri,
namaz vaktine nerede ulaşmış olursa namazını orada kılsın! Sonra bana
harplerde alman ganimetler helâl kılınmıştır, halbuki bu, daha önce hiçbir peygambere
helâl kılmmış değildi. Bana şefaat verildi, bir de daha önceki peygamberler
sâdece kendi kavimlerine gönderilirken, ben bütün insanlara peygamber olarak
gönderilmiş bulunuyorum."
Bezzâr, Beyhakî, Ebû
Nuaym'in ve Târih'inde Buhart'nin îbni Ab-bas'tan olan rivayetleri ise
şöyledir: "Bana beş şey verildi ki, benden önceki peygamberlere bunlar
verilmemişti: Arz benim için mescid ve tahûr kılındı; Önceki peygamberler
ibâdet yerlerine varmadan namazlarını kılamazlardı. (Ben ve ümmetim ise nerede
vakit olursa orada namazımızı kılarız), benden bir aylık mesafede bulunan
müşriklerin kalbine Allah benim korkumu salmıştır; önceki peygamberler sâdece
kendi kavimlerine gönderilirdi, ben ise ins ve cinne gönderilmiş bulunuyorum;
önceki peygamberler elde ettikleri harb ganimetlerinin beşte birini ayırır,
ateş gelip onu yakardı... Ben ise ümmetimin fakirlerine dağıtırım! Önceki
peygamberlerden her biri duasını yaptı ve duası kabul edildi. Ben ise duamı,
âhiret günü ümmetime şefaat olmak üzere saklamış bulunuyorum!"
îbni Ebû Hatim ve
Kitâbü'r-Red ale'l-Cehmiye adlı eserinde Dârimî, Ubâde bin Samiften şöyle
naklederler. O demiştir ki: "Bir defasında peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Cebrail bana gelip: "Yâ Mu-hammed, çık ve Rabbi'nin sana olan
nimetlerini Onun kullarına anlat!" dedi ve bana, insanlara anlatmak üzere
on iki şeyi müjde etti ve bunların daha önce hiç bir peygambere verilmediğini
bildirdi! Bu oniki şey ise şunlardı:
1- Allah'ın
beni bütün insanlara göndermiş olması, cinleri dahi u-yarmakla me'mûr oluşum,
2- Hiç
okur-yazar olmadığım halde bana kitabını indirmiş olması ve Cebrail vasıtasıyla
bildirmiş olması,
3- Gelmiş
geçmiş bütün günahımın bağışlanmış olması,
4- Bana
Kevser verilmesi,
5-
Melekleriyle beni te'yid buyurmuş olması,
6-
Savaşlarda bana zafer vermesi,
7- Önümüzdeki bir aylık mesafede bulunan
düşmanlara benim korkumun salınmış olması,
8- En büyük
havzm bana verilmiş olması,
9- Okunan
ezanlar vasıtasıyla adımın yükseltilmiş bulunması,
10- Kıyamet
günü Makâm-ı Mahmûd'un bana verilmesi,
11-
Kabrinden ilk kalkacak olanın ben olmam,
12- Cennete
benim şefaatimle yetmiş bin kişinin sevkedilecek olması ki bunlar, hiç hesaba
çekilmeden doğruca cennete girecek olanlarıdır. Ve ben cennete girdiğim zaman
Rabbim beni cennetin en yüksek makamına çıkaracaktır! Benim makamımdan daha
yüksekte, sâdece Arş'ı yüklenen melekler bulunacaktır... Bu meyanda (bana
verilen bu on şey arasında) bana sultanlığın verilmiş olması ve ganimetlerin
helâl kılınması da vardır. Halbuki bu, bizden evvel hiç bir kimseye verilmiş
değildir." [43]
Ebâ Yâlâ, Taberânî ve
Beyhakî îbni Abbas'tan rivayet ederler. O demiştir ki: "Allah, Muhammed
(a.s.)'ı bütün gök ehli ve peygamberler üzerine üstün kılmıştır." Bunun
üzerine bâzıları da: "Ey Ibni Abbas, Peygamberimiz'in gök ehli üzerine
olan üstünlüğü nedir?" diye sormuş. Cevabında da tbni Abbas şöyle
demiştir: 'Yüce Allah, gök ehli hakkında: "Onlardan (yâni meleklerden) her
kim: "Ben, O'ndan başka bir tanrıyım!" derse onu cehennemle
cezalandırırız!" buyurmuştur. [44] Peygamberimiz
Muhammed (a.s.) için ise: "Habîbim, biz sana apaçık bir fetih verdik. Ta
ki Allah senin günahından geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın! Bütün tasalarını
gidersin ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin"
buyurmuştur. [45]
Ibni Abbas'ın bu
konuşmasından sonra, oradakilerden biri: "Peki, peygamberimiz'in diğer
peygamberler üzerine olan üstünlüğünü nasıl i-fade edersin?" dedi. O da şu
cevâbı verdi: "Yüce Allah, peygamberler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Biz her bir peygamberi ancak kendi kavminin lisanı ile gönderdik." [46]Bizim
Peygamberimiz Muhammed (a.s.) için ise şöyle buyurmaktadır: "Yâ Muhammed,
biz seni ancak bütün insanlara müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik, fakat
insanların çoğu bilmezler." [47]Evet,
yüce Allah, son elçisi Muhammed (a.s.)'ı bütün insanlara ve cinlere peygamber
olarak göndermiştir."
îbn Sa'd ise, bu
konuda Hasan-i BasrVden rivayette bulunur. Buna göre Hasan demiştir ki:
"Peygamber (s.a.v.), hadîslerinin birinde şöyle buyurmuştur:
"Ben, benim
zamanımda yaşamakta olan kimselere ve benden sonra doğacak bulunan insanlara
peygamber olarak gönderildim!"
Müslim'in Enes'ten bir
rivayetine göre de peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Peygamberler içinde
ümmeti en çok olan, şüphesiz benim."
Yine bu hususta Ebû
Hüreyre'den bir rivayette bulunan Bezzar, onun şöyle dediğini bildirmiştir:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, benimle beraber ümmetim de
gelir. O kadar çok olurlar ki, sanki selin ve gece karanlığının her tarafı
kapladığı gibi, her tarafı kaplarlar. Bunun üzerine melekler der ki:
"Muhakkak şu günde Muhammed'le beraber gelen ümmeti, diğer bütün
peygamberlerden ve onların ümmetlerinden daha çoktur!" [48]
Yine Müslim, Enes'ten
rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Hiç bir
peygamberi, beni tasdik ettikleri gibi (çok sayıda insan) tasdik etmemiştir!
Hattâ ümmetinin tamâmı, bir kişiden ibaret bulunan peygamber dahî vardır."
[49]
Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in bütün ins ve cinne peygamber o-larak gönderilmiş bulunduğunda,
icmâ ve ittifak vardır. Meleklere dahî peygamber olarak gönderilmiş olduğu
üzerinde ise ihtilâf edilmiştir. Imâm-ı Sübkî'nin tercîh ettiği; meleklere dahî
gönderilmiş olmasıdır. Abdürezzak'm tkrime'den rivayeti göz önüne alınarak buna
delil getirilmek istenilmiştir. O rivayet ise şöyledir.
"Yeryüzündekilerin safları, gökyüzündekilerin safları üzerindedir.
Yeryüzünde söylenen bir "Amîn!" gökyüzündekilerin söyledikleri
"Amîn!" sözüne rastladığı zaman, biliniz ki Allah kulunu
atfetmiştir." [50]
Peygamberimiz
(s.a.v.), bütün âlemlere hattâ kâfirlere bile rahmet olarak gönderilmiş ve
gerçekten rahmet olmuştur. Nitekim Peygamberimiz gönderildikten sonra,
kâfirlerin bu dünyâdaki azabları da te'hîre uğratılmıştır. Daha önceleri
peygamberlerini yalanlıyan kavîmlerin a-zablannm acele verildiği gibi, azabları
verilmez olmuştur.
Bu hususta yüce
Rabbimiz, Kerîm Kitâbı'nda şöyle buyurmaktadır: "Ey Muhammed, biz seni
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik!" [51]Bu
âyet-i kerîme ile ilgili olarak Ibni Abbas hazretleri şöyle demiştir:
"Her kim Muhammed (a.s.)'a îmân ederse, Muhammed (a.s.)'m onun hakkındaki
rahmet oluşu, dünyâda ve âhirette tamamlanmış olur. Eğer îmân etmeyecek olursa,
daha önceki ümmetlerin derhal uğradıkları azaptan afiyet bulmuş, dünyâdaki
azabı âhirete te'hîr edilmiş olur."
Yüce Allah, bir âyet-i
celîlesinde de şöyle buyurmaktadır: "Sen onların içinde bulunduğun
müddetçe, Allah onlara azâb edecek değildir." [52]
Ebû Nuaym'in Ebû
Umâre'den rivayetine göre, Peygamber (s.a.u.), bir hadîslerinde şöyle
buyurmuştur:
"Allah Teâlâ
beni, gerçekten bütün âlemlere rahmet ve müttekî kulları için de bir vesîle-i
hidâyet olarak göndermiştir!"
(Bu husustaki
hadislerin biri de şöyledir: "Ben ancak, bir rahmet ve hidayetim!"
Diğer bir rivayet ise şu şekilde gelmiştir: "Allah beni, gerçekten bir
rahmet ve hidayet olarak göndermiştir! Bazı insanlar benim sayemde en yüksek
derecelere yükselir, bazıları da yine benim sebebimle en aşağı derekelere
yuvarlanır.")
Müslim'in Ebû
Hüreyre'den rivayeti ise şöyledir: "Ben ancak bir rahmet olarak
gönderildim, yoksa azab olarak gönderilmedim!"[53]
Yüce Allah, Kerim
kitabında buyurur ki: "Ey Resulüm, senin ömrüne andolsun ki, onlar, o
sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı!" [54]
Ebû Yâlâ, îbni
Merdûye, Beyhaki, Ebû Nuaym ve îbni Asakir, îbni Abbas'tan şöyle rivayet
ederler: "Yüce Allah, yarattığı kulları ve varlıkları içinde kendisine
Muhammed (a.s.)'dan daha sevgili birini yaratmamıştır ve Muhammed (a.s.)'m
hayatından başka birinin hayatı üzerine and da vermemiştir. Nitekim ilgili
ayetinde Allah şöyle buyurmuştur: "Ey Resulüm, senin hayatına andolsun ki,
onlar, o sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı!" îşte bu âyet-i celile,
sizlere söylediğim hususun delilini teşkil etmektedir."
Ayrıca îbni Merdûye
Ebû Hüreyre'den şöyle nakletmiştir: Ebû Hü-reyre bu tesbite göre demiştir ki:
"Peygamber (s.a.v.), bu ayet-i celile ü-zerinde konuştu ve buyurdu ki:
"Allah, Muhammed'in hayatından başka bir kimsenin hayatı ile and
içmemiştir." Peygamberimiz böyle buyurdu, sonra ilgili ayet okudu."[55]
Peygamber Efendimiz'in
bir özelliği de, şeytanının müslüman oluşu ve hanımlarının da daima kendisine
yardımcı olmaları idi. Nitekim bu hususta da Efendimiz'in bazı hadisleri
bulunmaktadır.
Bezzâr'm Ebû
Hüreyre'den rivayet ettiği hadis şöyledir: "Ben diğer peygamberlere karşı
şu iki hasletle de üstün kılınmışımdır: Benim şeytanım kâfir idi. Allah'ın
bana olan yardımı ile, benim şeytanım müslüman olmuştur."
Bezzâr'm rivayetine
göre, Ebû Hüreyre bu birinci özelliği söyledikten sonra, ikinci özelliği
unuttuğunu beyan etmiştir.
Beyhaki ve Ebû
Nuaym'ın îbni Ömer'den olan rivayetinde ise her iki haslet beyan edilmiş ve
şöyle denilmiştir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben Adem'e karşı şu
iki hasletle üstün kılındım: Benim şeytanım kafir idi, Allah bana yardım etti
de müslüman oldu ve benim hanımlarım, hep bana destek ve yardımcı oldular.
Adem'e gelince: Onun şeytanı kafir idi. Hanımı da, cennette irtikab edilen
hatada kendisine yardımcı olmuştur."
Müslim'in
îbniMes'ud'dan rivayeti ise şöyledir:Peygamber (s.a.v.): "Sizlerden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere, her birinizin hem bir şeytanı, hem de
kendisinden ayrılmayan bir şeytanı vardır" buyurdu. Bunun üzerine ashab:
"Ey Allah'ın elçisi, buna sen de dahil misin?" dediler.
Peygamberimiz de verdiği cevabda: "Evet, fakat yüce Allah bana yardım etti
de benim şeytanım müslüman oldu, artık bana sadece hayır ve iyilikle
emreder" buyurdu. [56]
Bu konuda Ebû Nuaym
der ki: Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir özelliği de; Allah'ın diğer
peygamberlere hitap şekli ile Peygamberimiz'e olan hitap şeklini ayırmış
olmasıdır. Bu suretle yüce Allah, Resûlü'ne verdiği şeref ve kıymeti
artırmıştır. Şöyle ki: Önceki ümmetlerde peygamberlerine karşı: "Râinâ,
sem'ake! = Bize kulak ver, bizi gözet!" gibi bir hitap şekli vardı. Daha
sonraları da yahudiler bunu bir hakaret şekline sokmuşlardı. Allah Teâlâ bunu,
bu ümmete yasaklamıştır. Müslümanların bu şekilde peygamberlerine hitab etmeleri
yasaklanmıştır. Nitekim bir ayet-i celile, bunu yasaklar ve şu mealdedir:
"Ey mü'minler, peygamberinize karşı; "Râinâ, bizi gözet!"
demeyiniz! "Un-zurnâ, bize bak" deyiniz ve o'na itaat ediniz! Biliniz
ki kafirler için acı bir azâb vardır!" [57]
Alimlerimiz bu konuda
demişlerdir ki: Yüce Allah'ın Peygamberi-miz'e Kur'an'da hiç adıyla çağırmamış
olması da, Peygamber (s.a.v.) E-fendimiz'e ait Özelliklerden birini teşkil
eder. Ki, Rabbimiz, O'na Kur'an'da hep lakabı ve sıfatları ile hitap etmiştir.
Buna dair ayetler çoktur. Şimdi onlardan bazılarım hatırlatalım: Bir ayet-i
celilesînde yüce Allah:
"Yâ
eyyühen-nebiyyüj (ey peygamber)" buyurmuş.
Bir ayetinde: "Ey
Resul!" diye hitap etmiş, diğer bir ayette: "Ey Müddessir!"
demiş, bir diğer ayette de: "Ey Müzzemmil!" diye O'na hitapta
bulunmuştur.
Daha Önceki
peygamberlere ise isimleri ile hitabda bulunmuştu.
Nitekim Kur'an-ı
Kerim'deki; "Yâ Ademü, Yâ Nuhu, Yâ îbrahimü, Yâ Mûsâ, Yâ îsâ, Ya
Davûdu" gibi hitablar; açıkça bunu göstermektedir. [58]
Ebû Nuaym, bu konuda
der ki: Peygamberin (s.a.v.) özelliklerinden biri de, ümmetinden herhangi
birisinin, O'na adı ile çağırmasının haram kılınmış olmasıdır. Fakat bu, daha
önceki ümmetlerde böyle değildi. Onlar, peygamberlerini adıyla
çağırabiliyorlardı. Allah Teâla öncekilerin durumunu bizlere hikaye eder ve
buyurur ki:
"Dediler ki: Ey
Mûsâ, bak bunların nasıl tanrıları var, bize de öyle bir tanrı yap! Mûsâ da
dedi ki: Siz hakîkaten câhil bir topluluksunuz!" [59]
Diğer bir âyet-i
celılesinde de şöyle buyurur; "Havariler demişlerdir ki: Ey Meryem oğlu
îsâ..." [60]işte öncekiler için
âyetlerin haber verdiği durum böyle...
Yüce Allah'ın bu ümmet
için olan emri ise şöyledir: "Peygambere çağırmayı (veya peygamberin
çağırmasını) herhangi birinizin çağırılması gibi tutmayınız!..." [61]
Yukarıda geçen âyet-i
kerîme ile ilgili olarak Ebû Nuaym Dahhâk tarikıyla îbni Abbas'tan şu rivayette
bulunur: îbni Abbas demiş ki: "Müslümanlar Önceleri Peygamberiruiz'e
ismiyle hitâb ediyorlar ve: "Ey Muhammed, Ey Ebû'l-Kâsım!"
diyorlardı. Allah Teâlâ, bu şekilde peygamberine hitâb edilmesini müslümanlara
yasakladı ve bu yasak ile peygamberinin büyüklük ve şerefini artırmış oldu. Bu
yasaktan sonra müslümanlar da: "Yâ Nebîyyallah! Yâ Resûlallah!" diye
hitâb eder oldular."
Yine yukarıda geçen
âyetle ilgili rivayetlerden biri de şudur: Bey-hakî, Alkarna ile El-Esved'ten
rivayet ediyor. Onlar şöyle demişler; "Allah bu âyetle müslümanlara:
"Ey müslümanlar, sizler peygamberinize "Ey Muhammed" diyerek
hitap etmeyiniz, "Yâ Nebiyyallah, Yâ Resûlallah!" diyerek hitap
ediniz, diye emretmektedir."
(Ebû Nuaym'm Hasan-ı
Basri ile Saidbin Cübeyr'den olan rivayeti de bu mealdedir. Keza Katade'den
sevkettiği rivayet de bu merkezdedir. Bunların hepsinin özeti; Peygamber
(s.a.v.) ile konuşurken islâmi edebi takınmaktır. Bu da, yukarıdaki ayetin
emrini yerine getirmek, aynı zamanda Peygamber'in bedduasından da sakınmaktan
ibarettir. Bu da, bu hususta verilen ikinci mananın hükmüne riayetten
ibarettir.)"[62]
îmam-ı Ahmed ve
Beyhaki Aişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.)
bu hususta buyurdu: "Kabir fitnesine gelince: Sizler kabirlerinize
konulduğunuzda benden yana imtihana çekilir, bir soru ile karşılaşırsınız.
Allah'ın iyi kullarından biri, kabrinde oturtulup da benden yana sorguya
çekildiği zaman, şu karşılığı verir: "Evet Mu-hammed (a.s.), Allah'ın
bizlere gönderdiği Resûlü'dür!" Melekler de ona, cennetteki yerini
gösterirler. (Eğer o kul, mü'min değil de kafir veya münafık ise, benden yana
sorguya çekildiği zaman; "Ben aslında bilmiyorum. İnsanlar onun hakkında
ne söylemişlerse, ben de onu söylemiştim. Hakikatte Allah'ın elçisi olup
olmadığım bilmem" der. Sorucu melekler tarafından bu kula denilir ki:
"Evet, hakikati bilmedin ve bilene de uymadın! Şimdi layık olduğun cezanı
çek!" Sonra ensesine demirden bir çekiçle ve şiddetle vururlar. O da
öylesine bir sayha atar ki, bütün yakınmdakiler duyar. Sadece insanlar ve
cinler bunun farkına varamazlar."[63]
Evet, Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz'in özelliklerinden birisi de, O'nun avret yerinin başkaları
tarafından hiç görülmemiş olmasıdır. Eğer, herhangi bir kimse O'nun avret
yerini görmüş olsa idi, muhakkak o kişinin gözleri kör olurdu. Buna dair bir de
hadis bulunmaktadır. Biz bu ilgili hadisi, Peygamberimiz1 in vefatına dair olan
ve ileride gelecek bulunan bölümde vereceğiz. [64]
Peygamber'in (s.a.v.)
bir özelliği de, Ölüm meleği Azrail'in O'nun yanma O'ndan izin alarak
girmesidir. Buna dair bazı rivayetleri, ilerdeki "peygamberimizin
vefatı" bölümünde kaydedeceğiz. Şahsen ben, el-Berzah adlı kitabımda
Azrail (a.s.)'m; izin almaksızın ibrahim (a.s.)'ın, Musa ve Davud (a.s.)'m
üzerlerine girdiğim kaydetmiştim." [65]
Bu hususta Yüce Allah,
Kerim Kitabında buyuruyor ki: "Sizin Allah Resûlü'ne eziyet etmeniz ve
kendisinden sonra O'nun hanımlarını nikahlamanız, asla olmaz! Çünkü bu, Allah
katında büyük bir günahtır!"
Halbuki bu, daha
önceki peygamberlerde böyle değildi. Sâre validemizin o zalim hükümdarın
yanında geçen kıssası ve ibrahim (a.s.)'m Sâriye hakkındaki; "bu benim
kardeşimdir" sözü, aynı zamanda İbrahim'in Sâriye'yi o sırada o Cebbar'ın
nikahlaması için boşamak istemesi göz önüne alındığında; diğer peygamberlerden
herhangi birinin hanımının başkası tarafından nikahlanmasının haram olmadığına
delil sayılabilir." [66]
Hakim ve Beyhaki
Huzeyfe'nin, kendi hanımına şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Ey hanımım,
eğer sen cennettâ de benim hanımım olmayı arzu edersen, benden sonra başkası
ile evlenmemelisin! Zira cennetlik bir kadının cennetteki kocası, dünyada iken
en son kocası kim ise odur." [67]
işte Huzeyfe'nin dile
getirdiği bu sebebtendir ki, Peygamberimizin hanımlarının, O'ndan sonra bir
başkası ile evlenmesi haram kılınmıştır. Zira peygamberimizin hanımları,
cennette de peygamberimizin hanımları olacaktır. Sonra peygamberimizin
hanımları, bütün mü'minlerin a-nalarıdırlar. Bu bakımdan da onlardan herhangi
birinin, bir başkası tarafından nikah edilmesi mümkün değildir. Aksi halde
böyle bir şey, Peygamber Efendimiz'in çok yüksek makamına da ters düşerdi.
Sonra, Peygamber Efendimiz vefatından sonra da kabrinde diri bulunmaktadır. Bu
bakımdan da, böyle bir şey doğru olamazdı. [68] Bu
yüzdendir ki el-Mâverdi, Peygamberimiz1 in vefatından sonra hanımlarının dört
ay on Ahzab suresi, 53 günlük Ölüm iddetini çekmelerine gerek olmadığına dair
bir söz naklet-miştir. Peygamberimizin bayatta iken ayrıldığı hanımı ile bir
başkasının nikahlanmasmın haram olup olmadığında ise bir kaç söz vardır. Bunlardan
biri: Onun da başkası ile evlenmesinin haram oluşudur. îmam-ı Şâfn bunu
savunmaktadır. Ayetin umumuna bakarak el-Ravzâ'da sahih görülen mezheb de
budur.
"Peygamberimiz'den
sonra" denilince; Peygamberimiz'in vefatından sonra demek değil
"Peygamberimiz'in nikahlamasından sonra" demektir. [69]
Tabii bunun zıddını söyleyenler de olmuştur. Üçüncü söz: Peygamberimizin
hanımlarından Peygamberimizle birleşmesi gerçekleşmiş olanların bir başkası
tarafından nikah edilemeyeceği; nikahtan sonra birleşme gerçekleşmeden
ayrılanın, bir başkası tarafından nikah edilebileceği merkezindedir. Nitekim
el-Şerhu's-Sağir'da bildirildiğine göre, îmam-ı Haremeyn ile îmam-ı Rafii, bu
sözü seçmişler ve sahih görmüşlerdir. Buna delilleri de, Eş'aş bin Kays'm,
Peygamberimiz'den birleşme gerçekleşmeden ayrılmış bulunan el-Müsteize ile
evlenmiş olmasıdır. [70]
Eş'aş, bu kadın ile evlendiği zaman; bunu haber alan halife Ömer, Eş'aş'ı recm
ettirerek öldürtmek istemişti. Fakat kendisine, bu kadın ile Hz. Peygamber
arasında nikahtan sonra birleşme gerçekleşmemiş olduğu haber verilmiş, o da
bundan vazgeçmiştir, ihtilâf, Peygamber Efendimiz'in: "Allah ve Resulü ile
dünyayı seçmek" arasında kendilerini serbest bıraktığı zaman dünyayı
seçerek Peygamberimiz'den ayrılmış olanın üzerinde de vardır. îmam-ı Haremeyn
ile îmam-ı Gazali arasında en sahih görülen; böylesinin nikah edilmesinin helâl
olduğu şeklindedir. Hatta bazıları buna kesin olarak hükmetmiştir. Zira Peygamber
Efendimiz'in onları muhayyer bırakmasının hikmeti ancak bu şekilde anlaşılır,
demişlerdir. Onlar da, dünyayı değil de, Allah ve Resûlü'nü seçince, dünyada
da, çenette de Resûlüllah Efendimiz'in hanımları olma mükafatını
kazanmışlardır."[71]
Ebû Nuaym demiştir ki:
Peygamberimiz'in özelliklerinden biri de, O'nun savunucusunun Allah olmasıdır.
Bu, daha önceki peygamberlerde böyle değildi. Peygamber, kavmine karşı
kendisim, kendisi savunur, onların inkar ve itirazları karşısında, onlara
cevaplar vererek kendini müdafa ederdi. Mesela Nuh (a.s.), kavminin itirazları
karşısında kendini savunmuş ve onlara: "Ey kavmim, bende bir sapıklık yok,
ben, alemlerin rabbi tarafından gönderilmiş bir elçiyim!" demiştir. [72]
Keza, Hud (a.s.) da,
kavminin kendisini beyinsizlikle itham etmeleri karşısında demiştir ki:
"Ey kavmim, bende bir beyinsizlik yok. Ben alemlerin rabbi tarafından
gönderilmiş bir elçiyim." [73]
Diğer peygamberlerin
de, bu şekilde kavimlerine karşı kendilerini savunduklarını görüyoruz. Bizim
peygamberimizi ise, kendisinin yerine Allah müdafa etmiştir. Kavminin ve
düşmanlarının kendisine yönelttikleri şeylere karşı, bizzat Allah cevab
vermiştir. Nitekim bir ayet-i ce-lilesinde şöyle buyurmuştur: Kaleme ve
yazdıklarına andolsun! Sen, Rabbinin sana olan nimeti sayesinde, mecnun
değilsin!" [74]
Diğer bir ayet-i
celilesinde de şöyle buyurmuştur: "Akan yıldıza andolsun ki, arkadaşınız
sapmadı, azmadı! O, havadan konuşmaz. O, kendisine vahyedilen bir vahiyden
başkası değildir." [75]
Bir ayeti de şu
mealdedir: "Biz ona (Muhammed'e) şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da.
O'nun size getirdiği, sâdece bir öğüt ve apaçık bir Kur'an'dır!" [76]Bizim
bu söylediğimizi teyid eden başka ayetler de vardır. [77]
Yine Ebû Nuaym der ki:
Peygamerimiz'in bir özelliği de, yüce Allah'ın O'nun risâleti (elçiliği)
üzerine and içmiş olmasıdır. Nitekim Yâsîn Sûresinin baş tarafında şöyle
buyurmaktadır: ırYâsîn. Şu hikmetli Kur'an'a andolsun, sen elbette gönderilmiş
elçilerdensin!"[78]
Evet, Peygamber
Efendimiz'in özellikleri arasında, böyle iki kıbleyi ve iki hicreti cemetmiş
olmak gibi hasîsalar (Özellikler) bulunmaktadır. [79]
Şeyh îzzüddin bin
Abdüsselâm der ki: "Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, Allah
Teâlâ'nm; vahiy çeşitlerinden her biri ile O'nunla konuşup kelâm etmiş
olmasıdır. Bu vahiy çeşitleri ise üçtür: Birincisi: Sâdık rü'yâ, ikincisi:
Vasıtasız kelâm (konuşma), Üçüncüsü de Cebrail vasıtasıyla konuşmadır." [80]
Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in Özelliklerinden bâzıları da şunlardır: Bir aylık mesafeye korku
salması ki, bir aylık ön tarafındaki mesafeye, bir aylık da arka tarafındaki
mesafeye şâmildir.
Ahmed, İbni Ebâ Şeybe
ve Beyhakî Ali'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.v.)
buyurdu: "Peygamberlerin hiç birine verilmeyen bana verildi: Bir aylık
mesafedeki düşmanıma korku salmı-şımdır. Yeryüzünün hazîneleri verilmiş, Ahmet
adı verilmiş, toprak temiz kılınmış, ümmetim de en hayırlı ümmet kılınmıştır."
Müslim'in Ebu
Hüreyre'den rivayeti ise şöyledir: "Ben, altı şeyle diğer peygamberlere
üstün kılınmışımdır: Bana cevâmiu'l-kelinı [81]
verilmiş, düşmanıma korku salınmış, ganimet helâl kılınmış, yeryüzü mescid ve
temiz kılınmış ve ben bütün halka peygamber olarak gönderilmişim ve
peygamberlik benimle son bulmuştur,"
Taberanî de bu hususta
Sâib bin Yezîd'den bu mealde bir hadîs rivayet etmiştir. Bunda ise önemli bir
fark: "Ve ümmetim için şefaatimi saklamış bulunuyorum" buyurulmuştur.
[82]
îmâm-ı Gazali,
Peygamber Efendimiz'de gerek peygamberliğin, gerek sultanlığın toplanmış
olması hususunda îhya'sında şu beyanda bulunmuştur: "Nübüvvet, mülk ve
saltanatın kendisinde birleşmiş olduğu içindir ki, diğer peygamberlerden daha
üstün olmuştur. Zira yüce Allah, O'nun bunları kendisinde taşıması sebebiyledir
ki, dîni de, dünyâyı da salâha (iyilik ve düzene) kavuşturmuştur."
Beyhakfnin Katâde'den,
Peygamber Efendimiz'in Cenâb-ı Hakk'tan "sultan-ı nasır" yâni yardımı
dokunan bir güç ve kuvvet, des-tekliyen bir delîl istemesiyle ilgili bulunan
âyet hakkında, bir nakilde bulunur. Bu Isrâ Sûresi'nin 80. âyeti olup şu
mealdedir:
"De ki:
"Rabbim, beni doğruluk girdırişiyle girdir, beni doğruluk çıkarışıyla
çıkar. Bana katından bir sultân-ı nasır, yardımı dokunan bir
kuvvet ver!" [83]
îşte Katâde, bu
hususta şöyle demektedir: "O, böyle dua etti. Allah da kendisini, doğruluk
çıkarışıyla Mekke'den çıkardı ve doğruluk girdi-rişiyle Medine'ye girdirdi.
Eğer kendisine lütfettiği bir güç ve kuvvet olmasaydı, O bu şekilde Mekke'den
çıkıp selâmetle Medine'ye varamazdı. Aynen bunun gibi O; Allah'ın kitabını
tebliğ ve tatbik edebilmek, Kitâbullah'ın emir ve hudutlarını koyabilmek için
de Allah'tan sultan-ı nasîr taleb etmiş; Allah da kendisine bu gücü ve desteği
vermiştir. Yoksa bunda muvaffak olamazdı. Allah'ın lütfettiği, bu yardımı
dokunan bir güç ve kuvvettir ki, aynı zamanda Allah'ın bir rahmeti olarak
tecellî etmiştir de, kullar birbirine karşı anlayışlı ve yardımcı olmuşlardır.
Yoksa, Allah'ın bu yardımı ve rahmeti bulunmasa; insanların kuvvetlileri
zayıflarını yer, insanlık mahvolurdu."
Buharî ve Müslim Ebû
Hüreyre'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v. ) bir hadîslerinde:
"Ben etrafıma korku salmakla Allah'ın yardımına mazhar oldum ve bana
devamlı kelim verildi. Ben uyurken bana geldiler ve yeryüzünün hazînelerinin
anahtarlarını teslim ettiler" diye buyurmuştur! Evet Peygamberimiz böyle
buyurmuştu amma, şimdi sizler dünyâ malına ve nimetlerine dalmış
bulunuyorsunuz..."
îbni Şihâb der ki:
Bana ulaşan bilgiye göre, Peygamber (s.a.v.) E-fendimiz'e verilmiş bulunan
"Cevâmiu'l-Kelim" Yüce Allah'ın pek çok şeyi O'nun için cemetmiş
olmasıdır ki, bunlar, daha önceleri bir veya birkaç hususta ilâhî vahiyle
yazılıp tesbît edilmiş bulunan şeylerdir, işte bunların hepsi, bizim Peygamberimi
z'e toplu olarak verilmiş bulunmaktadır.
Güzel bir senedle
Taberânl, Beyhakî Îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Resûlüllah (s.a.v.), bir
gün Cebrail ile birlikte Safa tepesinde bulunuyordu. Buyurdu ki: "Ey
Cebrail, Muhammed'in ev halkı için evlerinde, ne bir avuç un, ne de bir avuç
sevîk bulunmaktadır. Onların akşamleyin hiçbir yiyeceği bulunmamaktadır!"
Peygamberimiz bunu söyler söylemez, bir duvar yıkılıyormuş gibi semâdan bir
ses duyuldu ve derhal Isrâfîl (a.s.) gelip şöyle bir teklifte bulundu:
"Allah, senin dediğini duymuş ve beni sana göndermiş bulunuyor!
Yeryüzünün bütün hazînelerinin anahtarlarını sana getirmiş bulunuyorum! Eğer
sen istersen, bütün Tihama Dağlarım seninle beraber zümrüt, yakut altın ve
gümüş olarak taşıyacağım! Dilediğin yerde dilediğin kadar harcarsın... Eğer
istersen, hükümdar bir peygamber olursun, istersen kul peygamber olursun! Ben,
bunu sana arz etmekle mükellef ve me'mûrum! Dilediğini seç ya
Resu-lallah!" Bu sırada Cebrail (a.s.), Peygamber Efendimiz'e, "Tevâzû'
gösterip kul peygamber olarak kalmayı tercih etmesi" hakkında işarette
bulunur... Peygamber Efendimiz de:
"Bil'akis ben,
kul peygamber olmayı seçiyorum!" diye üç defa tekrarlamış, "Kul
Peygamber" olmayı tercih buyurmuşlardır."
îbni Sa'd ve Ebâ
Nuaynı Ebû Ümâme'den rivayet eder. O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.)
buyurdu: "Rabbim bana, Mekke Vadisini altın yapmayı teklif etti de ben:
"Hayır Rabbim, ben bunu istemem, bil'akis ben, bir gün doymayı, bir gün de
aç kalmayı tercih ederim! Aç kaldığım gün, Sana yalvarıp yakarırım; tok olduğum
günde Sana şükür ve hamdede-rim!" dedim."
Îbni Sa'd ve Bey haki
Hz. Aişe'den şöyle rivayet eder: Bir gün an-sardan bir kadın, benim odama
geldi. Bu sırada Peygamber efendimiz'in yatağına gözü ilişti. Onu, ikiye
katlanmış bir aba şeklinde görünce yadırgadı. Kalkıp evine gitti. Bana, içine
yün doldurulmuş bir yatak gönderdi. Biraz sonra da Resûlüllah eve geldi ve o
kadının gönderdiği yatağı görünce: "Yâ Aişe, bu nedir?" dedi. Ben de
durumu kendisine anlattım. Derhal: "Bunu, o kadına iade et" buyurdu.
Ben ise, doğrusu bu yatağı göndermek istemediğimden "peki" diyemedim.
Çünkü yatak çok hoşuma gitmişti. Fakat, Peygamber Efendimiz: "Aişe, bu
yatağı o kadına gönder!" diye tekrarlayınca, göndermeye mecbur kaldım.
Üçüncüsünde E-fendimiz: "Aişe, bunu iade et! Vallahi eğer ben istemiş
olsaydım, Allah benim yanımda altından ve gümüşten dağlar yürütürdü"
buyurmuştu.
Îbni Ebû Şeybe
Müsned'inde ve Ebû Yâlâ Ebû Musa'dan naklederler. O demiştir ki:
"Resûlüllah Efendimiz bir hadisinde: "Bana kelime ve sözlerin en
güzeliyle başlayıp en güzeliyle bitirmek ve en veciz bir şekilde konuşmak
hassası verilmiştir" buyurdu.
Ahmed ve sahih bir
senedle Taberani Îbni Ömer'in şöyle dediğini naklederler: Peygamber (s.a.v.)
bir hadislerinde: "Bana, her şeyin anahtarı ve ilmi verildi. Sâdece beş
gayb'm ilmi verilmedi. Bu beş şeyin ilmi-
ne, ne bir melek-i
rnukarreb, ne de bir nebiyy-i mürsel vakıf olamaz! Şüphesiz kıyametin ne zaman
kopacağına dair bilgi, sadece Allah'a mahsustur!" [84]
(Yine Ahmed ve Ebû
Yâlâ'nm tbni Mes'ud'dan olan rivayetleri de, bu meal ve merkezdedir.)
Ahmed, Ebû Said
el-Hudri'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s,.a.u.) buyurdu: "Önceki
peygamberlerden her biri, ümmetini deccâl fitnesinden mutlaka sakındırmış tır!
Bana ise bu hususta daha fazla bilgi verilmiştir: Biliniz ki, deccâlin bir gözü
kördür. Allah ise körlükten münezzehtir." [85]
tbni Seb' demiştir ki:
Peygamber'in (s.a.u.) bazı özellikleri de şunlardır: O abdest almak ister
fakat su bulamazsa, ellerini uzatır, parmaklarından akan su ile abdestini
alırdı. [86] Akşam aç yatar, tok
olarak sabahlardı. Hiç kimse O'nu, kuvvetiyle yenemezdi [87]
.O, Allah'ın habibi,
haîili ve kelimi olmuştur. Allah O'nunla, hiç bir meleğin ve peygamberin ayak
basmadığı yüce bir makamda, Kâbekavseyn makamında kelâm söylemiştir ve yeryüzü
kendisi için durulmuştur."
Peygamber'in (s.a.v.)
göğsünün açılması, vizrinin (sırtındaki yükünün) indirilmesi, zikrinin
yükseltilmesi (adının Allah'ın adıyla birlikte anılması), gelmiş-geçmiş
günahlarının bağışlandığına dair söz verilmesi, Allah'ın dostu olması, Adem
Oğullarının efendisi ve bütün yaratılmışların en faziletlisi kılınması, bütün
peygamberlerden ve meleklerden üstün kılınması, ümmetinin kendisine arzedüerek
onların tamâmını görmüş olması, tâ kıyamete kadar ümmetinin içinde meydana
gelecek olayların kendisine gösterilmesi, Besmele'nin, Fâtiha'nm, Ayetel
Kürsfnin, Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetlerin kendisine verilmesi, aynı
zamanda âyet sayıları yüzü, iki yüzü geçen uzun ve mufassal Kur'ân sûrelerinin
kendisine verilmiş olması gibi hususlarda, O'nun Ö-zellikleri arasında yer
alırlar... Nitekim ilgili âyetlerde de buna dâir açık beyânlar bulunmaktadır.
îşte inşirah sûresinin ilk âyetleri ki şu mealdedir: "Habîbim, biz senin
göğsünü açmadık mı? Ve indirmedik mi senin üzerinden yükünü? Ki o, ağırlığından
sırtını çatırdatmıştı. Ve senin şanını yükseltmedik mi?" [88]
Fetih sûresinde de
şöyle buyurmaktadır: "Biz sana apaçık bir fetih verdik! Tâ ki Allah senin
günâhından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın, bütün tasalarını giderip sana
olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin!" [89]
Bezzâr, güzel bir
senedle Ebû Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber Efendimiz
buyurdular ki: "Ben, diğer peygamberlere karşı altı şeyle üstün kılındım
ki bunlar, başka hiçbir peygambere verilmemiştir. Şöyle ki:
1- Benim
geçmiş bütün günahlarım bağışlanmış,
2-
Ganimetler helâl kılınmış,
3- Ümmetim
en hayırlı ümmet kılınmış, ,
4- Yeryüzü
mescid ve tahûr kılınmış
5- Bana
Kevser verilmiş,
6- Bir aylık
mesafedeki düşmanlarıma korku salınmıştır. Varlığım elinde olana yemin ederim
ki, sizin arkadaşınız, kıyamet gününde "Livâü'1-Hamd" adh sancağın
sahibidir! Adem'den bu tarafa herkes onun gölgesinde bulunacaktır... [90]
Şeyh îzzüddln bin
Asdüs-Selâm der ki: Allah Teâlâ'nın, O'nun gelmiş geçmiş günahlarının
bağışlanmış olduğunu haber vermesi; O'nun bir Özelliğidir! Başka bir peygamber
için böyle bir şey buyurulmamıştır. Nitekim mahşer yerinde diğer bütün
peygamberlerin "nefsî, nefsî..." diye çağıracak olmaları da bunu
göstermektedir."
Müfessir îbni Kesir
ise, Tefsîr'inde fetih âyetini açıklarken şöyle demektedir: "işte bu,
peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden birisidir! O'nun bu özelliğine, diğer
peygamberlerden hiç biri ortak değildir."
Taberânl, Beyhakı ve
Ebû Nuaym îbni Abbas'tan şöyle rivayet e-derler: Peygamberimiz bir defasında
buyurdular ki: "Ben, Rabbime mürâcât edip bir şey istedim. Fakat keşke
böyle bir istekte bulunmamış olsaydım, diyordum... Dedim ki: "Ey Rabbim,
benden önce gönderdiğin peygamberlerden öyleleri var ki, ölüyü diriltmiş...
Bâzısına rüzgarı müsahhar kılmışsın (emrine vermişsin...)" Rabbim bana
buyurdu ki: "Habîbim, seni yetim olarak bulup da barındırmadık mı? Seni
yolunu şaşırmış bulub da yola kılavuzlamadık mı? Fakirdin de zengin kılmadık
mı? Sırtını çökerten yükünü sırtından indirmedik mi? Zikir ve sânını çok yüce
kılmadık mı?" Ben de Rabbim'e cevaben: "Evet, yâ Rabbi!"
dedim." [91]
îbni Sa'd, Mücemmi'
bin Cariyeden nakleder. O şöyle der: Bizler, Hudeybiye'den dönüp Medineye doğru
giderken Dacnân denilen bir yere geldiğimizde, bir çok kimselerin atlarım hızla
sürerek Resûlüllah Efen-dimiz'e doğru ilerlediklerini ve ilerlerken de
"Resûlüllah'a bâzı âyetler inmiş, onları dinleyip belleyelim!"
dediklerini duydum... Tabu ben de a-tımı hızla sürerek Resûlüllah'ın yakınına
vardım... Bir de ne görelim, Resûlüllah Efendimiz: "Biz sana, gerçekten
açık ve büyük bir fetih verdik..." mealindeki âyeti okumaktadır. Cebrail
(a.s.), bu âyeti indirdiği zaman peygamberimizin fethini tebrik etmiş... Bizler
de Peygamberi-miz'e tebriklerimizi sunduk..." [92]
îbni Cerır, îbni Ebû
Hatim, Ebû Yâlâ, îbni Hıbbân ve Ebu Nuaym Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet
ederler. O da Resûlüllah'tan rivayet eder: "Cebrail bana, Kur'ân'daki:
"Biz, senin sânım yükseltmedik mi?" âyetiyle ilgili olarak geldi ve
yüce Allah'ın: "Habîbim, ben zikredildiğim zaman sen dahi
zikredilirsin" buyurduğunu tebliğ etti..."
îbni Ebû Hatim,
Katâde'den yine bu âyetle ilgili olarak şöyle nakleder: Yüce Allah, O'nun
adını ve şanını dünyâda ve âhirette yükseltmiştir. Hiç bir hutbe okuyan,
şehâdet getiren, ezan okuyan veya namaz kılan yoktur ki, "eşhedü enlâ
ilahe illallah" dedikten sonra, "eşhedü enne Muhammeden
resûlüllah!" diyerek O'nun adını anmamış ve yükseltmemiş olsun!"
Ebû Nuaym de, Enes'ten
şöyle nakletmiştir: ResûlütlahHs.a.v.) buyurdu: "Ben, Yüce Allah'ın
samâvât (tsrâ ve Mîrâc) ile olan emrini yerine getirdikten sonra şöyle bir
münâcatta bulundum: "Ey Rabbim, benden Önceki peygamberlerine birtakım
ikramlarda bulundun: îbrahîm'i Halil, Musa'yı Kelîm kıldın. Davud'a dağları
müsahhar eyledin... Rüzgarı ve cinleri Süleyman'ın emrine verdin... Isâ için
Ölüleri diriltiverdin... Bana olan ikramın nedir?" Rabbim bana hitaben
buyurdu ki: "Habîbim, ben sana bütün bunlardan daha faziletli olanı
vermedim mi? Ben anıldım mı, mutlaka sen de anılırsın! Sonra senin ümmetinin
kalblerini Kur'ân'm hazînesi kılmadım mı? Baksana onlar, Kur'ân'ı ezberlerinden
okumaktalar... Böyle bir ikram, daha Önceki ümmetlere nasîb olmuş değildir.
Ayrıca sana, Arş'ımm hazînelerinden bir cümle lütfettim ki, siz o cümle ile
Bana en güzel şekilde sığınır, Ben'den güç ve kuvvet istersiniz: "Lâ
havle velâ kuvvete illâ billah!" dersiniz. (Allah'ım, senin bize vereceğin
güç ve kuvvetten başka, güç ve kuvvet yoktur! Bize güç ve kuvvet ver, bizleri
destekle) diyerek Bana sığınır, bu şekilde îmân ve güveninizi
tazelersiniz..."
Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz, yine bir hadîslerinde kendisine verilmiş bulunan altı Özellikten
bahisle, bunun sonunda da: "...Ve aynı zamanda ümmetimin tamâmı bana
arzedilmiştir. Ümmetimin âlimi ve câhili, hep bana gösterildi de ben onların
hepsini tanıdım" buyurmuştur.
Taberâni Huzeyfe bin
Esîd'den nakleder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Dün akşam
ümmetim bana arz olundu. Başından sonuna kadar bana gösterildi." Ben
dedim ki: "Ey Allah'ın elçisi, şimdi yaratılmamış olanlar nasıl
gösterildi?" Cevaben şöyle buyurdu: "Halen yaratılmamış olanlar dahi
Öyle gösterildi ki, sizden birinizin arkadaşını tanıdığı gibi, onların her
birini tanımış bulunuyorum." [93]
Dârekutnî ve Taberâni
Büreyde'den rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Bana Öyle bir
âyet indirildi ki, Süleyman (a.s.)'dan başka bir peygambere indirilmiş
değildir. Bu âyet: "Bis-millâhirrahmânirrahîm!" âyetidir."
(tbni Merdûye de îbni
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kur'ân'da bir âyet var, pek çok
kimseler o âyetin Peygamberimiz'den bir de Süleyman peygamberden başkasına
indirilmemiş olduğunu bilmezler, îşte bu âyet:
"Bismillâhirrahmânirrahîm!" âyetidir." [94]
Ebu Ubeyd ve tbni
Durays, Kur'ân'm faziletlerine dâir yazdıkları kitablannda Ali bin Ebû Tâlib'in
şöyle dediğini kaydetmişlerdir: "Aye-tel-Kürsî, Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'e Arş'm altındaki hazîneden verilmiş bir âyettir! Bu âyet, sizin
peygamberinizden önce herhangi bir peygambere verilmiş değildir." [95]
Ahmed, Taberâni ve
Beyhakî'nin rivayetlerine göre ki bunu Huzeyfe rivayet etmektedir; Peygamber
(s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Bakara Sûresi'nin sonundaki şu âyetler bana,
Arş'm altındaki hazîneden verilmiştir ve bunlar, benden önce hiç bir
peygambere verilmemiştir."
(Imâm-ı Ahmed, benzeri
bir rivayeti, Ebû Zerr'den nakletmiştir). [96]
Taberâni Ukbe bin
Âmir'den rivayet eder. O şöyle der: "Bakara Sûresi'nin sonundaki
"Amenerasûlü..." diye başlıyan iki âyeti çok okumaya (ve mânâsı
üzerinde düşünüp onlardaki hakikatleri anlamaya) bakınız! Zira yüce Allah;
Peygamber Efendimizi, kendisine bu âyetleri vermekle seçkin kılmıştır!"
Hâkim, Mâkil bin
Yesâr'dan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Bana Fatiha Sûresi ve Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetler, arş'ın
altında verilmiştir. Fazladan olarak da Mufassal verilmiştir."
Müslim îbni Abbas'tan
rivayet eder. O demiştir ki: Peygamber'e (s.a.v.) bir melek gelip: "Yâ
Muhammed, sana iki büyük nuru müjdelemek için geldim, bunlar senden önce hiç
bir peygambere verilmiş değildir! îşte bu iki nûr: Fatiha Süresiyle, Bakara
Sûresi'nin sonundaki âyetlerdir!" demiştir.
Beyhakî de Vasile bin
el-Eska'dan şöyle rivayet eder, O demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.)
buyurdu: "Bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre, Zebur yerine âyet sayıları
yüz civarında olan sûreler, incil yerine de el-Mesânî verilmiştir. Fazladan
olarak da el-Mufassal verilmiş bulunmaktadır!"
(îbni Cerır ile îbni
Merdûye'nin îbni Abbas'tan olan rivayetleri ise şöyledir: "Kur'ân-ı
Kerîm'deki: "Andolsun ki Sana, ikişerlerden yedi, bir de bu büyük Kur'ân'ı
verdik!" [97] mealindeki âyetle ilgili
olarak îbni Abbas; "Bu ikişerli yedi'den murâd, "Sebû'd-Tıvâl"
denilen yedi uzun sûredir! Bunlar daha önce hiç bir peygambere verilmiş
değildir. Sâdece Mûsâ (a.s.)'a, altısı verilmişti..."
(îbni Merdûye'nin
naklettiği bir haberde ise, îbni Abbas'ın şöyle dediği kaydedilmiş
bulunmaktadır: "Peygamberimiz'e yedi uzun sûre verilmiş bulunmaktadır.
Bunlardan sâdece altısı, yalnız Mûsâ (a.s.)'a verilmiş idi. O ise, kendisine
verilen levhaları yere koyduğu zaman, bunlardan ikisi gitmiş, dördü kalmıştır. [98]
Ebû Nuaym, el-Mârife
adlı kitabında Abdurrahmân bin Ğa-nem'den şöyle nakleder: "Bizler,
Peygamberin (s.a.v.) yanında oturuyorduk. O sırada biz, Mescid'de idik.
Ansızın bir bulut meydana geldi ve Resûlüllah Efendimiz buyurdular ki: "Az
önce bana bir melek inip dedi ki: "Ey Allah'ın elçisi, ne zamandan beri
sana gelmek için Rabbim'den izin istiyordum. Nasîb şimdi imiş ve sana gelmiş
bulunuyorum. Geliş sebebim ise, "Yüce Allah indinde, senden daha keremli
ve daha şerefli bir kul olmadığını sana müjde etmektir!"[99]
Beyhakî 'nin
rivayetine göre îbni Mes 'ûd şöyle demiştir: "Gerçekten Muhammed (a.s.),
kıyamet gününde Allah'a karşı bütün yaratılmışların
en keremlisidir!"
Yine Beyhakl 'nin
naklettiği bir habere göre, Abdullah bin Selâm da şöyle demiştir: "Allah
indinde yaratılmışların en keremlisi, hiç şüphesiz Muhammed (a.s.)' dır!"[100]
Peygamber'in (s.a.v.)
bir diğer özelliği ise, kendisine ve diğer peygamberlere olan ilâhî hitaptaki
farktır. Bunu, bâzı âyetlerle misallendi-rebiliriz. Meselâ Dâvud (a.s.) ile
ilgili bir âyet-i celile şu mealdedir: "Sakın hevâye uyma, aksi halde seni
Allah'ın yolundan sapıtır." [101]
Halbuki peygamberimiz hakkında: "O, hevâdan konuşmaz!"
buyurul-muştur. [102]
Böylece hevâsına uymaktan ve hevâdan konuşmaktan tenzih edilmiştir. Keza Musa
(a.s.) ile ilgili bir âyette: "Bana bir kötülük yaparsınız diye korkup
sizden kaçtım..." buyurulmuştur. [103]Peygamber
Efendimiz hakkında ise: "Kâfirler senin için tuzak kurdukları
zaman..." denilmiş ve O'nun Mekke'den çıkışı ve hicreti en güzel bir tabirle
belirtilmiştir. [104]
Keza Peygamberimizin Mekke'den çıkarılışı da, O'nun düşmanlarına nisbet edilmiş
ve Peygamberimiz için "firar" kelimesi asla kullanılmamıştır. Ki
elbette "firar" kelimesinin kullanılmasında, bir nevî eksiklik söz
konusudur." [105]
Peygamberimiz'in
Özelliklerinden biri de, Onunla gizli konuşup fısıldaşmak isteyen birisinin, bu
şekilde konuşmasını yapabilmesinin bir şarta bağlanmış olmasıydı. Bu ise, önce
sadaka vermekten ibaretti. Fakat böyle bir şey önceki peygamberlerde görülmüş
değildi. Nitekim ilgili âyette meâlen şöyle buyurulmuştur: "Ey mü'minler,
siz, peygamberle gizli konuşup fısıldaşacağınız zaman, önce bir sadaka veriniz!
Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet buna imkân bulamazsanız,
Allah, bağışlayan ve esirgeyendir." [106]
îbniEbû Hâtim'in
rivayetine göre, îbniAbbas, bu âyetle ilgili olarak şöyle demiştir:
Müslümanlar, Peygamberimiz'e fısıldayarak pek çok şey soruyorlardı. Bu da
Peygamberimiz'e ağır geliyordu. Yüce Allah, bunu şarta bağlamakla,
Peygamberimizin sıkıntısını hafifletmek istiyordu. Bu âyet-i kerîme nazil oldu
ve müslümanların pek çokları sorularını azalttılar... Hâttâ çekinip sormaz
oldular. Cenâb-ı Hakk da bunun üzerine aşağıdaki âyetini inzal buyurdu:
"Sadaka vermekten korktunuz mu? Çünkü yapmadınız. Allah da sizi bundan
affetti. (Sadaka vermeden konuşabilirsiniz). Artık namaz kılın, zekât verin,
Allah'a ve Resûlü'ne itaat edin! Allah, yaptıklarınızı bilendir!" [107]
İşte bu âyetin inmesinden sonra, müslümanlara olan darlığı kaldırmış, genişlik
lütfetmiştir.
Saîd bin Mensur da,
Mücâhid'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Her kim Peygamber Efendimizle
gizli konuşup fısıldaşacak olursa, bir dinar sadaka verirdi. Bunu ilk tatbik
eden de Ali bin Ebû Tâlib olmuştur. Sonra bu husustaki ruhsat, yâni kolaylıkla
ilgili âyet nazil olmuştur." [108]
Peygamber'in (s.a.v.)
özelliklerinden biri de, O'na itaat edilmesini kesin ve mutlak bir farz olarak
Yüce Allah'ın herkese farz kılmış olmasıdır. Allah bunu, hiçbir şarta
bağlamamış ve hiç bir istisna da koymamıştır. Nitekim ilgili bir âyetinde
şöyle buyurmuştur: "...Peygamber size ne verdiyse (neyi getirip emretti
ise), onu olduğu gibi alınız! Size neyi de yasakladı ise, ondan kaçınınız!
Allah'tan korkunuz! Çünkü Allah'ın azabı şiddetlidir." [109]
Diğer ilgili bir
âyetinde de şöyle buyurmaktadır: "Her kim Resûl'e itaat ederse, şüphesiz
Allah'a itaat etmiş olur..." [110]
îşte, ilgili âyetlerden de anlaşıldığı gibi, Yüce Allah, herkese O'nu örnek
edinmesini kesinlikle farz kılmış; gerek işde, gerek sözde O'na uymalarını emretmiştir.
Bunu, mutlak bir şekilde emredip hiç bir istisna ve şart koymamıştır. O'nun,
mutlak bir şekilde örnek alınması hususunda bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun, Allah'ın elçisinde sizin için uyulacak en güzel bir örnek
vardır." [111]
Halbuki Halîli İbrahim (a.s.)'m örnek alınmasında şöyle buyurmuştur:
"ibrahim'de ve onunla beraber bulunanlarda sizin için güzel bir misâl
vardır." Sonra bu âyetin sonuna doğru: "Yalnız ibrahim'in babasına:
"Senin için mağrifet dileyeceğim, fakat senin için Allah'tan bir şeye
gücüm de yetmez" demesi hâriç. (Bu size misâl değildir.) [112]
işte âyetin bu kısmında bir istisna yapılmıştır. Fakat peygamberimizle ilgili,
bir istisna dahî söz konusu değil..." [113]
Peygamber'in (s.a.v.)
bir diğer özelliği de, Yüce Allah'ın Kendi Zâtı'na itaat edilmesini,
yasakladığı şeylerden sakımlmasını, hükümleri ve farzları, va'dini ve veîdini
zikrettiği yerlerde; Peygamber Efendimizi de zikretmiş olmasıdır. Bu gerçekten
böyledir. Bu suretle Yüce Allah, Habîbi'nin şerefini ve büyüklüğünü
artırmıştır. Buna dâir Kur'ân'dan pek çok misâller vermek mümkündür... Biz
burada bâzılarım zikredelim: Önce itaat konusundaki misallerden
bâzılarını-görelim:
"Ve Allah'a ve
Resule itaat ediniz!" [114]
"Eğer müminler
iseniz, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne itaat ediniz!" [115]
"Onlar Allah'a ve
Resûlü'ne itaat ederler." [116]
Şimdi de îmân veya
tekzîb bakımından olan misalleri görelim:
"Mü'minler ancak
o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Resûlü'ne i-nandılar, sonra da şüphe
etmediler..." [117]
"Allah'tan ve
O'nun Resûlü'nden andlaşma yaptığınız müşriklere bir ihtardır!... "[118]
".. .Ve oturup
kaldı o Allah ve Resûlü'ne karşı yalan söyleyenler,.."[119]
Şimdi de itaat etmeyip
karşı çıkanlarla ilgili âyetlerde Yüce Allah'ın Kendi adını zikrederken,
Resûlü'nün adını da nasıl zikretmiş olduğunun bir kaç misâlini görelim:
"...Kim Allah'a
ve Resûlü'ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur!" [120]
"...Kim Allah ve
Resûlü'ne karşı gelirse, şüphesiz Allah'ın cezası çetin olur." [121]
"Onlar bilmediler
mi ki, kim Allah ve Resûlü'ne karşı koymaya kalkarsa, onun için ebedî kalmak
üzere cehennem ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur!"[122]
Bu husustaki âyetler
pek çoktur. Burada misâl olarak verdiğimiz mealler, bu konuda yeteri kadar
bilgi vermiş olacaktır ve bu misâllerden açıkça görüldüğü gibi, Yüce Allah,
Zâtı'nm adını zikrettiği yerlerde Resûlü'nü de zikretmiş ve bu suretle O'nun
büyüklüğünü ve şerefini artırmış bulunmaktadır. Bu da O'nun Resûlü'nün
üstünlüğünü ifâde eden bir özellik mâhiyetini taşımaktadır. [123]
Bu hususta Bezzâr ve
Taberânl'nin îbni Abbas'tan olan rivayetlerini burada kaydedelim. îbni Abbas
demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ beni,
dört vezîr ile te'yîd etmiş bulunuyor! Bunlardan ikisi ehl-i semâdan olan Cibril
ile Mîkâîl'dir. Diğer i-kisi de ehl-i arzdan olan Ebû Bekir ile Ömer'dir!"
[124]
îbni Mâce ile Ebu
Nuaym'in Câbir bin Abdullah'tan olan rivayetleri ise şöyledir: "Peygamber
(s.a.v.) yürüdüğü zaman, ashabı O'nun Önünde yürürler ve arka tarafını
meleklere bırakırlardı..."
Hâkim, îbni Asakir de
Ali'den şu haberi naklederler: "Bir defasında Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Her peygambere yedi adet yakın arkadaş verilmiştir. Bana ise on
dört yakın arkadaş verilmiş bulunmaktadır." Ali, bu haberi duyurduğu zaman,
kendisine: "Bu on dört yakın arkadaşın kimler olduğunu bize söyler
misin?" dediler. O da onlara cevap olmak üzere: "Ben, Hamza, iki
oğlum Hasan ve Hüseyin, Cafer, Akıl, Ebû Bekir, Ömer, Osman, Mikdâd, Selmân,
Ammâr, Talha ve Zü-beyr'dir'" dedi." [125]
Dârekutnî el-Mü'telef
adındaki kitabında Cafer bin Muham-med'den şu haberi nakletmiştir: "Hiç
bir peygamber yoktur ki, arkasında duası müstecâb olan bir ehl-i beytini
bırakmamış olsun... Bizim Peygamberimiz de bizim ehl-i beytimiz'de İki kabule
şâyân dua örneği bırakmıştır! Bu makbul iki duanın biri, şiddet ve
musibetlerle ilgili, diğeri ise ihtiyaçlarımızın te'miniyle ilgili
bulunmaktadır. Bize isabet edecek olan şiddet ve musibetlerle ilgili bırakılan
dua şudur:
"Ey varlığı dâima
ezelî ve edebî olan! Ey benim ve babalarımın ilâhı olan rabbim! Ey hayyü kayyûm
olan Allah..."
ihtiyâçlarımı zın
te'miniyle ilgili bırakılan dua da şudur:
"Ey herşeye kâfi
olan ve hiç bir şeyin kendisinin vereceğini veremeyen rabbim! Ey Allah!... Ey,
Muhammed'in Rabbi! Borcumu ödemem (ve ihtiyaçlarıma kavuşmam) için bana yardım
et..." [126]
Peygamber'in (s.a.v.)
özelliklerinden biri de, O'nun künyesi ile künyelenmenin haram oluşudur.
Bâzıları, O'nun ismiyle ad koymanın da haram olduğunu söylemişlerdir. Böyle bir
haramlık, önceki peygamberlerin hiç biri için yoktu... Bu konuda Hâkim'in Ebû
Hüreyre'den bir rivayeti var. Buna göre Ebû Hüreyre demiştir ki:
"Peygamber
(s.a.v.) buyurdu: "Sakın, benim adımla künyemi ikisi bir arada bir şahsa
koymayınız! Ben, Ebul-Kâsım'ım! Allah verir, ben de taksim ederim!"
(Imam-ı Ahmed'in,
Ensârlı Abdurrahmân bin Ebû Amra'dan naklettiği rivayet de bu mealdedir.) [127]
Enes'ten gelen bir
rivayete göre, o şöyle demiştir: "Bir gün Peygamber (s.a.v.) Medine
kabristanında idi. Bu sırada adamın biri: "Ey Ebul-Kâsım!" diye nida
etti. Peygamberimiz de kendisine çağrıldığını zannederek o tarafa doğru
baktı... Nida eden adam, Peygamberimiz'in kendisine doğru baktığını görünce: "Ben
sana çağırmadım, ey Allah'ın Resulü!" dedi. Bunun üzerine Peygamber
Efendimiz: "Sizler, benim adımı veriniz, fakat künyemi vermeyiniz"
buyurdu.
Hâkim'in Câbir'den
naklettiği rivayet ise şöyledir: Ensârdan birinin oğlu dünyâya geldi ve o, ona
"Muhammed" adını verdi. Ensâr buna kızdı ve dediler ki:
"Peygamberimiz'e sorulmadan, nasıl bu adı verebilirsin?" Sonra
soruldu. Peygamberimiz de: "Ensâr iyi etmiştir. Sizler benim adımı
veriniz, fakat künyemi vermeyiniz! Ben Ebul-Kâsım'ım! Aranızda Allah'ın izni ve
emri veçhile taksimde bulunurum!" buyurdu,
îmâm-ı Şafiî der ki:
"Herhangi bir kimseye, ister Muhammed adı verilmiş olsun, ister başka bir
ad verilmiş olsun, Ebû'l-Kâsım künyesinin verilmesi asla caiz olmaz!"
îmâm-ı Rafit de bu
konuda şöyle der: "Alimlerden bazıları, sâdece isim ve künyenin birlikte
verilmesine karşı çıkmıştır, ikisinden birini vermeyi ise caiz görmüştür...
îmâm-ı Mâlik ise, Peygamberimiz'in vefatından sonra, O'nun künyesi ile
künyelenmeyi caiz görmüş ve: "O'nun vefatından sonra, birisi: "Ey
Ebûl-Kâsım!" diye çağırdığı zaman, kimi çağırdığı belli olmama gibi bir
durum söz konusu değildir ve peygamberimize ezâ vermiş olmak da mümkin
değildir. Bu bakımdan, O'ndan sonra caiz olur" demiştir. [128]
Taberânl'nin îbni
Abbas 'tan rivayeti ise şöyledir: "Bir kimsenin üç oğlan çocuğu olur da
bunlann birine olsun benim adımı vermezse, işte o kimse cahillik etmiş
olur..." [129]
îbni Ebû Asım, îbni
Ebû Füdeyk kanalıyla Cehm bin Osman'dan, o da îbni Cüşeyb'teri, o da babasından
naklen Hz. Peygamber'in şöyle dediğini rivayet eder: "Benim ismimi alan
bir müslüman, bana verilmiş bulunan bereketten nasîbdâr olmayı umar ve
gerçekten bu berekete erer ve kıyamete kadar da bu bereket içinde
bulunur..."[130]
Evet, Peygamber
Efendimiz'in özellikledinden biri de, O'nunla İksâm Alellah'ın caiz oluşudur.
Yâni Yüce Allah'a dua ederken; "Ey Allah'ım, Muhammed hakkîçün..."
diyerek niyazda bulunmak... Bu, O'ndan başkasına verilmemiştir. Yalnız O'na
mahsûs olduğu içindir ki, O'nun özellikleri arasında bundan da söz edilmiştir.
(Nitekim, Şeyh
îzzüddîn bin Abdüsselâm bu görüştedir.) [131]
Buhârî Tarih'inde,
Beyhâkî sahihtir kaydiyle, Ebû Osman el-Mârife adlı eserinde Osman bin Hanîften
şöyle rivayet ederler: Gözleri âmâ olan birisi Peygamber e (s.a.v.) gerelek:
"Ey Allah'ın elçisi, dua edi-veriniz de Yüce Allah bana şifâ ve afiyet
versin!" diyerek ricada bulundu. Peygamber Efendimiz'de: "istersen,
senin için bu dua işini tehîr edelim, bu senin için daha hayırlıdır"
buyurdu, Amâ: "Hayır yâ Resûlallah, dua ediveriniz!" dedi.
Peygamberimiz de bunun üzerine o âmâya; önce güzel bir abdest almasını, sonra
iki rek'at namaz kılmasını ve şu şekilde dua etmesini'emretti:
"Allah'ım, ben
senden istiyorum ve peygamberin Muhammed (s.a.v.) ile sana yöneliyorum! O,
âlemlere rahmet peygamberi olarak gönderilmiştir. Ey Muhammad, ben seninle
Rabbim'e yöneliyorum, şu hacetimin Rabbim tarafından görülmesini istiyorum!
Allah'ım, ben bu şekilde peygamberini şefaatçi kıldım, O'nun benim hakkımdaki şefaatini
kabul eyle!"
O âmâ adam da,
Peygamberimiz'in kendisine Öğrettiği şekilde duasını yaptı. Duadan sonra,
oturduğu yerden kalktığı zaman, gözlerinin âmâlığı gitmiş, derdine derman
bulmuştu..." [132]
Beyhakî ve Ebu Nuaym,
Ebû Ümâme'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Adamın biri, bir ihtiyâcının
görülmesi için Osman bin Affan'a gider gelirdi. Osman, o adamın ihtiyâcını
görmez, kendisine de iltifat etmezdi. Bu adanı, bir gün Osman bin Hanîf le
karşılaştı ve derdini ona açtı... O da kendisine: "Haydi bir güzel abdest
al, sonra mescide gidip iki rek'ât namaz kıl. Sonra şu şekilde dua eyle:
"Allah'ım, ben
senden istiyor ve peygamberin Muhammed ile sana yöneliyorum! O, şüphesiz bir
rahmet peygamberidir! Ey Muhammed, ben seninle Rabbim'e yöneliyor ve Rabbim'in
hacetimi bitirmesini O'ndan istiyorum!" îşte böyle dersin ve hacetinin ne
olduğunu da bu sırada zikredersin... Sonra kalkar Osman'a gidersin!"
Adam, Osman bin Hanîf
in dediğini yaptı, sonra kalkıp Osman'ın kapısına gitti. Kapıcı dışarı çıkıp o
adamın elinden tutarak içeri aldı ve Osman'ın huzuruna çıkardı. O da o adamı
yanma aldı ve üzerine oturmakta olduğu yaygının üzerine oturttu. Adama
hitaben: "Bir ihtiyâcın varsa, bize söyle" dedi. Adam, Osman'ın
yanından çıktıktan sonra, yine Osman bin Hanîf ile karşılaştı ve ona:
"Allah seni yaptığından dolayı mükâfatlandırsın, eğer sen benim hakkımda
Osman ile konuşmasaydm, onun beni göreceği ve bana yüz vereceği yoktu."
dedi. Osman bin Hanîf de o adama: "Ben onunla konuşmuş falan değilim. Ben
sâdece sana, Peygamber Efendimiz'in âmâya öğrettiği duayı öğrettim. O
kadar" dedi ve ama ile ilgili hadîsi de başından sonuna kadar bu vesile
ile tekrarlayıp anlattı."[133]
Peygamber'in (s.a.v.)
bir özelliği de, kadınlarının ve kızlarının, bütün kadınlardan daha faziletli
oluşudur. Aynı zamanda Peygamberimizin zevcelerinin sevabı da, ıkâbı da
başkalarına kıyasla iki kattır... Bu hususla ilgili bâzı âyetler ve rivayet
edilmiş haberler bulunmaktadır... Önce ilgili âyetleri görelim. Bu âyetler, şu
mealdedir:
"Ey peygamber
kadınları, sizler kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz..." [134]
"Ey
peygamberlerin kadınları! Sizden kim açık bir çirkinlikte bulunursa, onun için
azabın iki katı vardır! Ve bu, Allah'a göre kolaydır." [135]
"Fakat sizden kim
Allah'a ve Resûlü'ne itaate devam eder, yararlı iş ve amellerde bulunursa onun
da mükâfatını iki kat veririz! Ve cennette onun için bol bir nzık
hazırlanmıştır." [136]
Bu konudaki ilgili
rivayetlere gelince: Önce Tirmizî'nin Ali'den rivayetini görelim: Buna göre o
şöyle demiştir: "Bir defasında Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki; "Kendi
zamanının en hayırlı kadım, Meryem idi. Şimdi de kendi zamanının en hayırlı
kadını Fâtımadır!"
Haris bin Ebû
Üsâme'nin Urve'den naklettiği haber de şöyledir: Resûlüllah buyurdu:
"Aleminin en hayırlı kadını Meryem'dir. Kendi âleminin en hayırlı kadını
da Fâtuna'dır!"
Ebû Nuaym, Ebû Sâid
el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Bir defasında Peygamber (s.a.v.)
buyurdu: "Fâtıma; cennet ehlinin en üstün kadınıdır. Ancak Meryem binti
îmrân için olan başka..." [137]
Yine Ebû Nuaym,
Ali'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ey Fâtıma, Allah
senin için buğzeder, senin için razı olur! Senin Allah yanındaki derecen bu kadar
üstündür..." [138]
îbn Cerîr, bu konuda
şöyle der: "Peygamberin (s.a.v.) kızlarının kadınlarından daha üstün
olduğu konusunda, Ebu Yalâ'mn Ibni Ömer'den olan rivayeti delil kabul edilir.
Bu rivayet ise şöyledir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Hafsa, Osman'dan
daha hayırlısı ile evlendi. Osman da, Hafsa'dan daha hayırlısı (Peygamber'in
kızı) ile evlendi."
Taberâni Ebu Ümâme'den
şöyle nakleder: Bir defasında Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Dört sınıf
insan vardır. Bunların sevâblan iki defa (iki kat olarak) verilecektir.
Bunlardan biri de, Peygamberin zevceleridir..."
Alimlerimiz
demişlerdir ki: İlgili hadîsde belirtilen "iki defa" ücret; âhirette
o kişiye verilecek olan iki kat sevaptır., bâzıları da bu konuda farklı
mütâlâada bulunmuş ve: "Bu iki kere verilecek olan sevaptan biri, bu
dünyâda verilecek olanı; diğeri de öbür dünyâda verilecek olanıdır"
demiştir.
"Azabın iki
kat" olmasında da bu şekilde farklı mütâlâalar bulunmaktadır. Bâzıları:
"Biri dünyada, diğeri de âhirette olmak üzere iki azâbtır. Çünkü diğerleri,
dünyâda azâb olunduğu zaman, ahiret azabı ondan kaldırılır" demişlerdir.
Bâzıları da: "Hayır, bunun mânâsı, başkalarına verilen cezanın, iki
katının dünyâda verilmesidir" demiştir. Bu şekilde anlamış olan;
Mükâtil'dir. Alimlerimizden Saîd bin Cübeyr de bunu kabul etmiş ve: "Keza
onlardan birine iftira edene de iki kat iftira cezası verilir" demiştir.
Kâdî lyâd'ın Şifâ adlı
kitabında da şöyle bir mütâlâa bulunmaktadır: "Bazı âlimlerin bu
söylediği, Aîşe validemizden başkasıyla ilgilidir. Zira Aişe validemize
iftirada bulunana verilecek olan ceza; Ölüm cezasıdır. Zira Aişe validemizin
öyle bir çirkinlikten uzak oluşu; Allah'ın âyetleriyle sabittir. Buna rağmen
Aişe validemize iftirada bulunan kişi, Allah'ı ve O'nun bu âyetlerini inkâr
etmiş olur ve kendisine ölüm cezası verilir..."
Bâzı âlimler ise,
"Aişe validemize iftira edene verilecek ceza ile, Peygamberimiz'in
zevcelerinden diğer birine iftira edene verilecek ceza aynıdır. Ona dahî, ölüm
cezası verilir" demişlerdir.
Cezanın farklılığına
bir işaret olmak üzere, Telhis adındaki kitabın sahibi, aşağıdaki âyetleri
zikretmiştir:
"Sana ve senden
öncekilere şöyle vahyedüdi: "Andolsun, eğer Allah'a şirk koşarsan amelin
boşa çıkar ve ziyana uğrayanlardan olursun!" [139]
"Eğer Biz seni
sağlamlaştırıp sabit kılmış olmasaydık, onlara bir parça meyledecektin!" [140]
"Ve o takdirde
sana hayâtın da, ölümün de kat kat azabını taddı-rırdık! Sonra Bize karşı bir
yardımcı da bulamazdın." [141]
Telhis'in yazarı, bu
âyetleri zikrettikten sonra, "halbuki başkaları, şirk üzerine öldüğü
takdirde bütün amelleri boşa çıkmaktadır" der."[142]
İbni Cerîr,
Kitâbü's-Sünne adlı eserinde Câbir bin Abdullah'tan ş?,yle rivayet eder:
Resulullah (s.a.v.) buyurdu: "Gerçekten yüce Allah benim ashabımı, nebiler
ve resuller hâriç, diğer bütün insanlardan üstün kılmıştır! Ashabımdan da
dördünü seçip diğerlerinden üstün kılmıştır. Bunlar, sırasıyla Ebû Bekir,
Ömer, Osman ve Ali'dir ve diğer sahabelerimden daha faziletlidirler... Aslında
ashabımın hepsi, hayırlı ve faziletlidir Topyekün ümmetimi de diğer ümmetlerden
üstün kılmıştır. Ümmetimin ilk dört asrı diğer asırlardan daha üstündür...
Birinci, ikinci ve üçüncü asırlar birbirinin peşinden gelir. Dördüncü asır ise
ayrıdır." [143]
Bu konuda âlimlerin
çoğunluğu demişlerdir ki: "Ashâb-ı kirâm'm hepsi, daha sonrakilerin
hepsinden afdaldır. Daha sonrakilerin içinde i-limde ve amelde pek yüksek
derecelere ermiş kişiler bulunsa dahî, bu böyledir..."[144]
Peygamberimizin
özelliklerinden biri de, her iki şehrinin (Mekke ile Medine'nin) diğer bütün
beldelerden üstün kılınmış olmasıdır. Bu fazilet ve özelliklerinden dolayıdır
ki, Mekke ile Medine'ye Deccâl de gi-remiyecektir. Tâûn hastalığı da... Keza
Peygamber Efendimiz'in mescidinin diğer mescidlerden üstün oluşu da, O'nun bir
özelliğidir. Vefatından sonra defnedildikleri toprak parçası ise, Kabe'den ve
hattâ Arş'dan bile afdaldır. Bu husus dahî Peygamberimizin bir Özelliğidir.
Ahmed, Abdullah bin
Zübeyr'den şöyle rivayet etmiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu:
"Benim şu
mescidimde namaz kılmak; Mescid-i Haram müstesna, diğer mescidlerde kılınacak
olan bin namazdan daha faziletlidir. Mescid-i Haram'da kılınan bir namaz ise,
benim şu mescidimde kılınan yüz namazdan daha faziletlidir!" [145]
Tirmizî Abdullah bin
Adiyy'den rivayet eder. Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Ey Mekke,
vallahi sen yeryüzünde en hayırlı, Allah'a en sevgili yersin!"
Hâkim 'in Ebû
Hüreyre'den rivayetine göre ise, peygamberimiz şöyle buyurmuştur:
"Allah'ım, beni yeryüzünün bana en sevgili olan yerinden çıkardmî'O halde
beni, Sana en sevgili olan yerde sakîn kıl!"
Ahmed de Ebû
Hüreyre'den şöyle nakletmiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Medine ve
Mekke'nin giriş-çıkış yerleri, meleklerle korunmuştur! Bu iki mübarek beldeye,
tâûn ve deccâl girmez..."[146]
Bu hususta, bundan
önceki bölümlerde ve O'nun ümmetinin Tevrat ve incil'de nasıl anlatıldığına
daîr olan kısımda, bâzı hadîsler ve eserler geçmiştir. Burada abdest ve
teyemmümle ilgili bâzı haberlere gelince: Taberânî'nin Ebud-Derdâ'dan rivayeti
şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
1- Ben, bana
verilen dört özellik ile üstün kılınmış bulunuyorum.
2- Ben ve
ümmetim, namaz kılarken meleklerin saf bağladıkları gibi saf bağlarız...
3- Ben,
toprakla teyemmüm ederim, yeryüzünün her tarafı bana mescid kılınmıştır.
4- Ve
ganimetler bana helâl kılınmıştır..."
Huleymî şöyle
demiştir: "Abdest'in, bu ümmetin özelliklerinden biri olduğu hususunda,
Buhâri ve Müslim'in rivayet ettikleri hadîs ile delil getirilir. Zira bu
hadîsde şöyle buyurulmuştur: "Ümmetim kıyamet gününde, aldığı abdestin
eseri olarak abdest azaları nûr gibi parlar bir şekilde davet
olunacaktır!"
Huleymfnin bu sözüne
ise, şu şekilde karşı çıkılmıştır: "Bu ümmete mahsûs olan, abdestin
kendisi ve aslı değil, abdestin eseri olan parlaklık ve nurdur. Zira bir
hadîsde de şöyle buyurulmuştur: "işte bu, benim ve benden önceki
peygamberlerin abdestidir!" Bu durumda abdestin aslının bu ümmete hâs
olduğu, nasıl iddia edilebilir?"
îbni Hacer de bu
mevzuda şöyle demektedir: "Buna verilecek cevâb şudur: Bu hadîs, zayıftır.
Yukarıdaki sahih hadisle çatışamaz... Eğer bu hadisin sabit olduğu kabul
edilecek olursa, bu takdirde de şöyle deriz: Demek ki abdest, önceki
peygamberlerin bir özelliği idi. Fakat onların ümmetlerinde yoktu. Ümmet olarak
abdest almak, sâdece bu ümmete mahsûstur..."
Ben de derim ki: îbni
Hacer'in ileri sürdüğü bu hususu te'yîd eden bir rivayet de vardır. Nitekim bu
rivayet, önceki bahislerden "Peygam-berimiz'in ümmetinin Tevrat ve
İncil'deki sıfatı" bölümünde zikredilmiştir. Orada: "Bazı uzuvlarını
yıkayarak abdest alırlar..." diye bir ifâde bulunmakta idi. işte bu ifâde
de, îbni Hacer'i destekler mâhiyettedir. Bu rivayetteki Ebû Nuaym, îbni
Mes'ûd'dan, Dârimî de Ka'bül-Ahbâr'dan nakletmişlerdi."[147]
Peygamber'in (s.a.v.)
özelliklerinden biri de, beş vakit namazın topluca kendisine verilmiş
olmasıdır. Daha önce hiçbir peygambere bu verilmiş değildi. Keza yatsı namazım
ilk kılanın Peygamberimiz olması da O'nun bir özelliğidir. Zira daha önceleri
bunu başka bir peygamber kılmamıştır. Buhârî, Ebû Musa'dan rivayet eder. O
demiştir ki: "Bir gün peygamber (s.a.v.) yatsı namazı için hazırlığını
yaptı ve gece yarısına kadar bekledi. Sonra kalkıp namazı kıldırdı. Namazdan
sonra buyurdu ki: "Ashabım, sizlere müjdeler olsun! Muhakkak şu namazı
sizden başka kılanın olmayışı, yüce Allah'ın ancak sizlere nâbîb buyurduğu
büyük bir nimetidir..."
Ahmed ve Nesaî, îbni
Mes'ûd'un şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Bir gün Peygamber (s.a.v.),
yatsı namazına bir müddet çıkmadı. Sonra çıkıp Mescid'e girdi. Gördü ki ashâb
toplanmış namazı beklemekteler... Onlara hitaben buyurdu ki: "Ashabım, şu
dinlerin mensûblarından, şu saatte Allah'ı zikreden (şu yatsı namazını kılan) hiçbir
topluluk yoktur! Allah'ın size olan bu nimeti ile sevininiz!"
Ebû Dâvûd ve îbni Ebu
Şeybe ve Beyhakî Muaz bin Cebelden şöyle rivayet ederler: "Peygamber
(s.a.v.), yatsı namazını hayli geciktirmişti. Toplanan cemâat, Peygamber
Efendimiz'in namazını kıldığını zannetti. Sonra Peygamberimiz Mescid'e çıkıp:
"Ey ashabım, şu yatsı namazım, gecenin üçte biri geçinceye kadar te'hîr
ediniz! Ve biliniz ki, sizler bu yatsı namazı ile diğer ümmetlerden faziletli
kılındınız! Sizden önceki ümmetlerden bunu kılan olmamıştır..."[148]
Bu konuda Müslim,
Huzeyfe ve Ebû Hüreyre'den şu hadîsi rivayet eder: "Allah, bizden öncekilere
Cum'â'yı nasîb kılmadı! Onlar çok istediler ve aradılar amma, bir türlü
bulamadılar... Yahudiler için Cumartesi, Nasrânîler için de Pazar günü oldu.
Sonra biz devreye girdik ve yüce Allah, bizlere Cum'â gününü lütfetti. Böylece
bizleri öne geçirdi. Önce bizim günümüz olan Cum'a günleri, sonra Cumartesi,
daha sonra da Pazar günü gelmektedir. Onlar, kıyamet gününde de böylece bize
tabî olacaklar, bizden sonra geleceklerdir. Dünyâda sonra gelenleriz, fakat öne
geçip âhirette ilk gelenler de biziz! Bütün ümmetlerden Önce hesabımız
görülecek, herkesten evvel cennete gireceğiz..."
îbni Asâklr'in RubeyyV
bin Enes tarikiyle rivayeti de şöyledir: "Bize, Peygamberimiz'in ashabının
bâzılarından intikâl eden habere ve onların bâzı Isrâîl oğulları âlimlerinden
işittiklerine göre; Zekeriya (a.s.)'m oğlu Yahya (a.s.), Allah tarafından beş
kelimeyi (beş esâsı) tebliğe me'mûr kılınmıştır. Aynı zamanda bu beş şey ile
güzelce amel ederek vefat eden kişilerin, hesaba çekilmeksizin cennete
girecekleri de müjde edilmiştir. Bu beş şey (esas) da şunlar imiş:
"Asla Allah'a
şirk koşmayacaklar, sâdece Allah'a ibâdet edecekler,
Namaz kılacaklar,
Oruç tutacaklar,
Sadaka (yani zekât)
verecekler,
Allah'ı zikredip asla
unutmayacaklar..."[149]
îşte Yüce Allah,
Muhammed'e ve O'nun ümmetine bu beş şeyi vermiş, bunlara ilâveten beş şey daha
vermiştir. Bunlar da: "Cum'â, söz dinlemek itaat etmek, Allah ve dini
uğruna hicret etmek ve cihâd etmektir." [150]
Ahmed ve Bey haki
Aişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Onlar bize
karşı, Allah'ın bize lütfettiği Cum'a gününe hased ettikleri kadar hiçbir şeye
hased' etmemektedirler! Onlar bunu kaybetmişlerdir. Bir de son derece hased
ettikleri bir şey, bizim kıblemizdir! Onlar bunu da kaybetmişlerdir. Sonra
bizim namaz kılarken imamın arkasında (ve fatiha'nm sonunda) Amin! dememiz var
ya, işte buna da son derece hased ederler."
îbni Mace îbni
Abbas'ın şu rivayetini verir: "Resülüllah (s.a.v.) buyurdu:
"Yahudiler, size karşı "selâm vermeniz" ve bir de imamın arkasında,
"amin!" demenize hased ettikleri kadar hiçbir şeye hased etmiş
değillerdir!"
Taberani de Mûaz bin
Cebelden şöyle rivayet etmiştir: "Peygam-ber'e (s.a.u.), bir defasında da:
"Biliniz ki, yahudiler müslümanlan şu üç şeyden daha faziletli bir şey
sebebiyle kıskanmış değillerdir: Selamlaşmak, namazdaki safları ikâme etmek ve
farz namazlarda imamın arkasında "amin!" demek" buyurdu.
Haris bin Ebû
Üsame'nin Enes'ten rivayeti ise şöyledir: "Bir defasında Resülüllah
Efendimiz: "Bana şu üç şey verilmiştir: Namaz kılarken safları ikâme
etmek, selâmlaşmak (ki cennet ehlinin selâmı da budur), bir de imamın arkasında
"amin!" demek. Bunlar sizden önceki ümmetlere verilmiş değildir.
Ancak Harun (a.s.)'ın Mûsâ (a.s.)'m duasına "amin!" demesi
hariç." [151]
îbni Ebâ Şeybe,
Beyhaki ve Ebû Nuaym, Huzeyfe'den rivayet ederler. O, şöyle der: Peygamber
(s.a.v.) buyurdu: "Ben, şu üç şeyle insanlara üstün kılınmışımdır!
Yeryüzünün her tarafı bize mescid kılınmıştır, toprağı da abdestlenmemiz için
teiniz kılınmıştır (ki biz onunla teyemmüm ederek abdestleniriz), namazdaki
saflarımız da meleklerin safları gibidir ve bana Bakara sûresinin sonundaki
ayetler Arş'in altındaki hazineden verilmiştir. Bunlar ancak bana verilmiş
olup, benden Önce kimseye verilmiş değildir."[152]
Sâid bin MansurEbû
Umeyr bin Enes'ten rivayet eder. O şöyle der: Ensardan olan amcam bana şu
şekilde haber verdi: Peygamber (s.a.v.), insanları namaza nasıl davet edeceği
hususunda merak etmişti. O bu hususta ashabı ile istişarelerde bulundu.
Kendisine denildi ki: "Namaz vakti gelince, etraftan görülecek bir şekilde
yüksek bir yere bir sancak çektiriniz!" O, bu fikri beğenmedi. Denildi ki:
"Boru çaldırınız!" O bu fikri de beğenmedi ve: "Bu, yahudilerin
işidir" diyerek reddetti. O'na denildi ki: "Peki, çan çalınsın!"
O, bunu da beğenmedi ve: "Bu da nasranilerin işidir" diyerek
reddetti. Bu istişare toplantısında bulunan Abdullah bin Zeyd de, meraklı ve
tasalı olarak evine dönmüştü. O gece rü'yasında Ezan'ı gördü." [153]
Müfessirlerden bir
topluluk, yüce Allah'ın kerîm kitabındaki: "...Allah'ın huzuruna durup
rükû edenlerle beraber siz de rükû ediniz!" (Bakara, 43.) mealindeki âyeti
tefsir ederken şöyle demişlerdir: "Namazda rükû etmenin meşruiyeti, bu
ümmete mahsûs birşeydir. Isrâîl Oğullarının kıldığı namazlarda rükû
bulunmamakta idi. Bu sebepledir ki, Ümmet-i Muhammedle beraber rükû etmeleri,
yüce Allah tarafından kendilerine emredilmiştir."[154]
Ben derim ki:
Müfessirlerin bu söylediklerine, Bezzâr ve Taberânfnin Ali'den naklettiği
rivayet ile de delîl getirilmiştir. Zira bu rivayete göre Ali demiştir ki:
"Bizim edâ ederken kendisine rükû yaptığımız ilk namaz, ikindi namazıdır.
Ben, böyle rükû ederek kıldığımız bu ikindi namazından sonra efendimize:
"Ey Allah'ın Resulü, bu nedir?" diyerek sormuştum. O da cevaben:
"Ben böyle rükû etmekle emrolun-dum" buyurmuştu... [155]
Bununla delîl
getirmenin sebebi ve vechi şudur: Peygamberimiz, bu ikindi namazından önce öğle
namazını kılmıştı... Ve beş vakit namaz farz kılınmazdan önceleri de, gece
namazını ve diğer namazları kılmıştır. Hz. Ali'nin bahsettiği ikindi
namazından önce kılman namazların rükû etmeksizin kılınmış olması, daha önceki
ümmetlerin namazlarında da rükû olmadığını göstermektedir. îbni Ferişteh de
Şerhu'l-Mec'ma' a-dındaki eserinde, Peygamber Efendimiz'in: "Her kim bizim
kıldığımız namazı kılar, bizim kıblemize dönerse, o kişi bizdendir!"
mealine gelen hadîslerinden bahsettiği yerde, şu açıklamayı yapmıştır:
"Sevgili peygamberimiz, burada; "Bizim kıldığımız namazı
kılarsa" derken, cemâatle kılman namazı kasdetmiştir. Zira münferiden
namaz kılmak, bizden önceki ümmetlerde de vardır."
Onun bu sözünden de
anlaşılıyor ki, cemâatle namaz kılmak da Peygamberimiz'in (ve dolayısıyla bu
ümmetin) bir özelliğidir." [156]
Beykakî'nin Sünen'inde
Aişe'den rivayeti şöyledir: Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu ki:
"Yahudiler bizim hakkımızda şu üç şeyi kıskandıkları gibi, başka bir şeyi
kıskanmış değillerdir: Selamlaşmak, amîn demek, bir de namazımızdaki
"Allahümme Rabbena lekel-hamd!" duamızdır!"[157]
Bu hususta da Said bin
Mansûr'un Şeddâd bin Evs'ten rivayeti var. O demiştir ki: "Peygamber
(s.a.v.) bir hadîslerinde aynen şöyle buyurmuşlardır: "Yâni ayaklarınızda
nâleyniniz (ayakkabılarınız) bulunduğu halde namaz kılınız ve bu suretle
yahûdîlere muhalefet ediniz!"
Ebû Dâvud ile Beyhakl,
bu hadîsi şu lafızla rivayet etmişlerdir: "Yahûdîlere muhalefet ediniz!
Zira onlar, mestleri veya ayakkabıları a-yaklarında iken namaz kılmazlar."
[158]
Peygamber'in (s.a.v.)
bir özelliği de, O'nun mihrabda namaz kılmayı kerîh görmüş olmasıdır. Halbuki
daha önceleri mihrabda namaz kılmakta idi. Nitekim ilgili bir âyet-i celîlede
şöyle buyurulmaktadır: "Zekeriyâ mihrabda durmuş namaz kılarken, melekler
kendisine nida ettiler..." [159]
Evet, Peygamberimiz'in
özelliklerinden bâzıları da bunlardır: İnşân kendisini daha da güçsüz hissedince
veya sırf Allah'ı zikir için "lâ havîe"yi okumak, bir musibet
zamanında istirca'da bulunmak ve namaza iftitâh tekbîri ile başlamaktadır.
"Lâ Havle..."yi okumak ki, buna kısaca Havkala da denilir, gerçekten
bu ümmetin bir özelliği olmuş ve Resûlüllah tarafından: "Bana bu, cennet
hazînelerinden bir hâzine olarak verildi" buyurulmuştur. Çok büyük bir
zikirdir ve ilâhî bir hazînedir ve tamâmı şöyledir:
"Lâ havle velâ
kuvvete illâ billahi'l-aliyyi'l azîm"
"Ben kendisinin
vereceği güç ve kuvvet dışında hiçbir güç ve kuvvet bulunmayan, sonsuz güç ve
büyüklük sahibi ve çok yüce bulunan Allah'a sığınırım!" demektir. (Ve bu
"Lâ Havle..."yi okumaktan maksat da budur. Yoksa, güç ve kuvvetin
insana verilmiş bulunanının tamâmım inkâr etmek değildir.) [160]
"Bir cennet
hazînesi" bulunan "Lâ Havle..." yi okumakla ilgili bâzı
hadîsler, "Peygamberimiz'in Göğsünün Açılması" bölümünde ve duyulacak
bir sesle Allah'ı zikretmek kısmında geçmişti... Şimdi isti â ile ilgili hadîsi
verelim!
Taberânı'nin Îbni
Abbas'tan rivayet ettiği bu hadîs ise aynen şöyledir: "Ümmetime, daha
önceki ümmetlerden hiç birine verilmemiş olan bir şey verilmiştir! Bu da, bir
musibet zamanında: "Bizler; mülk, mahlûk ve kullar olarak Allah'a âit
bulunuyoruz! O, üzerimizde dilediği gibi tasarruf eder! Dilerse tatlı, dilerse
acı verir... isterse verir, isterse alır... Biz sonunda O'na dönüp
yaptıklarımızdan ve yapmadıklarımızdan mutlaka hesab vereceğiz! O ise, acılara
karşı sabredip dayanmayı ve sabırlı olmayı çok sever! Ayrıca bunun da büyük
mükâfatını elbette verir!..." diyerek O'na sığınmaktır." [161]
Abdurrezzâk ve Îbni
Cerîr Tefsîr'lerinde Saîd bin Cübeyr'in şöyle dediğini rivayet ederler:
"Bu ümmetten başkasına, musibet zamanında: "Innâ lillah..."
demek verilmemiştir. Baksanıza Yâkûb (a.s.), oğlu Yu-sufu kaybetme musibeti
üzerine: "...Yâ esefâ alâ Yûsufa..." diyerek kendini teselliye
çalışmıştır." [162]
Yine Abdurrezzâk,
Muammer tarikiyle, Ebân'ın şöyle dediği haberini nakletmiştir: "Namaza
tekbîrle başlama, sâdece bu ümmete verilmiş bir özelliktir."
îbni Ebû Şeybe de şu
haberi nakleder: Ebu'l-Aliye'ye sormuşlar: "Daha önceleri peygamberler,
namaza ne ile başlıyorlardı?" O da şu karşılığı vermiştir: "Onlar
namaza, tevhîd, tesbîh ve tehlîl ile başlıyorlardı."[163]
Peygamber Efendimiz'm
hususiyetlerinden bâzıları da şunlardır: Ümmetinin istiğfar ile günahlarının
bağışlanması, pişman olmalarının tevbe sayılması, kendilerine ve
çoluk-çocuklarma harcadıklarının da sadaka sayılması, sevaplarının âhirete
saklanmakla beraber dünyada verilmesi, dualarının müstecâb (makbul) olması...
Bu konuyla ilgili pek
çok hadîs daha önce ilgili bölümlerde geçmiş olmakla beraber, burada da
bâzılarım zikredelim. Bu cümleden olmak üzere, Feryâbî Kaş'tan şu haberi
nakleder: O demiştir ki: "Bu ümmete, şu üç haslet verilmiştir ki, bunlar
daha önce herhangi bir ümmete verilmiş olmayıp, sâdece peygamberlere verilmiş
idi. Bir peygambere: "Sen, açıkça tebliğ et! Üzerine herhangi bir güçlük
yoktur. Sen, dua et, duan kabul edilsin. Sen kendi kavminin üzerine şahid de
olacaksın!" denilirdi. Bu ümmete ise: "Ve Allah, dinde üzerinize
herhangi bir güçlük kılmamıştır!" buyurulmuştur. [164]
Yine buyurulmuştur ki:
"Siz, insanlar üzerine şâhidler olasınız diye..." [165]
Bir âyet-i celîlede de
şöyle buyurulmuştur: "Siz bana dua ediniz, Ben de sizin duanızı kabul
edeyim!" [166]
Nesâî, Hâkim, Beyhakî
ve Ebû Nuaym, Ebû Hüreyre'nin, Kur'ân-ı Kerlm'deki: "Musa'ya nida
ettiğimiz zaman, Sen Tûr'un yanında değildin..." anlamına gelen âyetiyle [167]
ilgili olarak şöyle dediğini naklederler: "Kendilerine nida olunarak
denilmiştir ki: "Ey Ümmet-i Muhammed siz Bana dua etmezden Önce duanızı
kabul etmişimdir! Siz Benden istemezden önce Ben sizlere vermişimdir!..." [168]
Ebu Nuaym da Amr bin
Abese'den nakleder. O der ki: "Ben, yukarıda geçen âyetle ilgili olarak
Hz. Peygamber'e sordum ve: "Bu âyette geçen nida ve rahmet nedir?"
dedim. O da bana cevaben buyurdu ki: 'Yüce Allah, mahlûkatını yaratmazdan iki
bin sene önce bir kitaba yazmış, sonra şöyle nida etmiştir: "Ey Ümmet-i
Muhammed, rahmetim ga-dabımı geçmiştir! Ve Ben sizlere istemenizden önce
vermişimdir. Bana istiğfar etmenizden Önce, günahlarınızı bağışlamış imdir,
içinizden her kim bana, "Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed (a.s.) da
Allah'ın kulu ve resulüdür" demiş ve buna kalbten inanarak şehâdet
getirmiş o-larak gelecek olursa, ben onu mutlaka cennete korum!" [169]
Ahmed ve Hâkim, îbni
Mes'ûd'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Nedamet etmek, tevbedir!"
Bâzı âlimlerimiz, bu
hadîsle ilgili açıklama yaparken; "nadim olmanın, tevbe etmek demek
oluşu" bu ümmete mahsûs bir şeydir. Daha önceki ümmetlerde böyle
değildi" demişlerdir.[170]
icabet saati, Kadir
gecesi, Ramazan ayı, Ramazan ayındaki beş haslet (ki bunlar, günahların affına
vesiledir), kurban bayramı, kurban kesmek, kabirde cenaze için sapma açılması,
oruca imsak vakti sahur yemeği yiyerek başlamak, orucu akşam olur-olmaz açmak,
şafak vaktine kadar oruç bozan şeylerin serbest olması, arefe günü, arefe
gününün o-rucunun iki senelik günâha keffâret oluşu...
Allâme Konavî
Şerhu'l-Mühezzeb adlı eserinde şöyle der: "Kadir gecesi, bu ümmete mahsûs
bulunan bir fazilettir! Allah Teâlâ, onun şerefini artırsın, çok da şerefli
bir gecedir. Bu, bizden önceki ümmetlerde yoktu..."
îmâm Mâlik Muvatta'
adlı kitabında şöyle der: Bana ulaşan habere göre, Peygamber'e (s.a.v.)
kendinden Önceki ümmetlerin ömürleri gösterilmiş, onların ömürlerinin çok uzun
olduğunu görünce kendi ümmetinin kısa olduğuna, ümmetinin önceki ümmetlerin
ameline ulaşamıyacakla-rına üzülmüş... Yüce Allah da, O'na ve ümmetine Kadir
Gecesini vermiştir ve lütfettiği bu Kadir Gecesinin, "bin aydan hayırlı
olduğunu" bildirmiştir."[171]
Bu haberi destekleyen
diğer bazı haberlerde bulunmaktadır. Ben bunları, el-Tefsirü'1-Müsned adlı
kitabımda açıklamış bulunuyorum.
Deylemî Enes'ten şöyle
rivayet eder: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Allah, ümmetime Leyle-i Kadr'i
lütfetti. Bunu daha önceki ümmetlere vermiş değildir." [172]
Îbni Cerîr de Atâ'nın,
"Oruç üzerinize yazıldı, sizden Öncekilerin üzerine yazıldığı
gibi..." [173]
mealindeki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini kaydeder: "Yâni üzerinize
her ayın üç gününde olmak üzere oruç farz kılınmıştır." Ramazan ayı'nın
orucu farz kılınmazdan önce insanların tuttuğu oruç bu idi. Sonra Allah,
Ramazan orucunu farz kıldı." [174]
Yine îbni Cerîr
el-Süddî'nin, yukarıdaki âyetle ilgili olarak şöyle dediğini nakletmiştir:
"Bizden öncekiler, nasrânüerdir. Onların üzerine de Ramazan Orucu farz
kılınmıştı. Fakat onların, uyuduktan sonra yemeleri ve içmeleri yasaktı. Sonra
Ramazan boyunca hammlarıyla yatmaları da yasaklanmıştı. Bu kendilerine zor
geldiği için, toplanıp bir karara vardılar. Bu karara göre, her sene Ramazan
Oruçlarını, yılın ilk baharında tutacaklardı ve bu yaptıklarına karşı bir
keffâret olmak üzere de, oruca yirmi gün daha ilâve ettiler... Müslümanlar da
ilk yıllarında Ramazan oruçlarını, bu şekilde tutuyorlardı. Nihayet Ebû Kays
bin Sarma ile Ömer bin el-Hattâb'm olayları meydana geldi. Bundan sonra Yüce
Allah, işi kolaylaştırıp hafifletti. Yâni oruç gecelerinde müslü-manlarm, imsak
vaktine kadar yeme-içmelerini ve hanımlarına yaklaşmalarını helâl kıldı."
Bizim Ramazan
orucumuzun keyfiyeti ve bâzı özellikleri bulunmaktadır. Bunlar da bir rivayete
göre beş tanedir. El-Esbahânfnin el-Terğîb adınd ki kitabında bu hususla ilgili
Ebû Hüreyre'den rivayeti şöyledir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Ümmetime Ramazan'da beş haslet verilmiştir. Bunlar, daha önceki ümmetlere
verilmemiştir. Şöyle ki:
1- Oruç
tutanın ağız kokusu, Allah indinde misk kokusundan daha hoştur!
2- Orucun
iftar vaktine kadar melekler kendileri
için istiğfar e-derler.
3- Şeytanların azgınları hapsedilir de diğer
günlerde verdikleri zararı veremez olurlar.
4- Her gün
cennetin süslenmesine ve kendisine layık olanlar için hazırlanmasını yüce Allah
emreder...
5- Ramazanın son gününde Ümmet-i Muhammed'in
günahları bağışlanır."
Peygamberimiz bu
müjdeyi verdikleri zaman, ashâb: "Ya Resulal-lah, bu son gün, Kadir Gecesi
midir?" diye sordular. Peygamberimiz de: "Hayır. Fakat bilirsiniz ki,
bir işi yapan, işi bitirdiği gün onun ecrine nail olur" buyurdular.
Hâkim sahihtir
kaydiyle îbni Ömer'den şöyle rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Ben, Kurban Bayramı ile emrolundum ve Allah bunu, bu ümmete lütfetmiştir."
[175]
Müslim'in Amr bin
el-As'tan rivayeti de şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu: "Bizim
orucumuz ile ehl-î kitabın orucu arasındaki fark, sahur yemeğidir!" [176]
Ebû Dâvûd ve îbni
Mâce, Ebu Hüreyre'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Müslümanlar,
iftarlarını te'hîr etmedikleri müddetçe, bu dîn zahir (açık ve sâf) olarak
devam eder! Biliniz ki yahûdîler ve nasranîler oruçlarım te'hîr
ederler..." [177]
Kütübü Sitte'nin
(Buharî ile Müslim dışında kalan) dördü, îbni Abbas tarikiyle Peygamber'in
(s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Kabirlerdeki lahd bize, şakk
da bizden başkalarına emredilmiştir!" [178]
Ahmed, Cerîr bin
Abdullah el-Becelî'den şöyle rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Lahd bizim içindir, şakk da ehl-i kitâb i-çindir."
Müslim de Ebu
Katâde'den şöyle rivayet eder: "Bir gün Peygam-ber'e (s.a.v.) Aşûrâ
Orucunu sordular. Peygamberimiz de cevâbında: "Geçmiş senenin günahlarına
keffârettir" buyurdu. Arefe Gününün o-rucunu da sordular... O da:
"Arefe Günü Orucu, hem geçmiş senenin, hem de gelecek senenin günahlarına
keffârettir" buyurdu. Alimler derler ki:
"Bunun böyle olması, Arefe Gününün (ki Kurban Bayramından bir gün
öncesidir), Peygamberimize ait bir gün olmasındandır. Aşûra Günü ise, Mûsâ (a.s.)'ın günüdür... Böyle olunca,
Peygamberimizin sünneti, Mûsâ (a.s.)'ın sünnetinden afdal olmuştur. (Hattâ bu
Arefe Günü, senenin bütün günlerinden daha faziletli bir gün olmuştur.) [179]
Hâkim'in Selmân'dan
olan rivayeti de buna yakın durumdadır. Buna göre Selmân şöyle demiştir: Ben
Peygamber'e (s.a.v.) dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, ben Tevrat'ta, yemeğin
bereketinin yemekten evvel elleri yıkamak olduğuna dâir bir şey
okumuştum?" O da buyurdu ki: "Yemeğin bereketi, yemekten evvel ve
sonra elleri güzelce yıkamaktır."
Yine Hâkim, Aişe'den
merfûan şöyle rivayet eder: “Yemekten evvel elleri yıkamak, bir hasenedir!
Yemekten sonra yıkamak ise, [180]
Peygamberuniz'in bir
özelliği olarak bu ümmette, namazda konuşmak haram, oruç iken konuşmak ise
serbest kılınmıştır. Önceki ümmetlerde ise bunun tersine idi.
Saîd bin Mansûr Sünen
adlı kitabında Muhammed bin Ka'b el-Kurazî'den şöyle rivayet eder:
"Peygamber (s.a.v.) Medine'ye hicret ettiği zaman, insanlar namaz kılarken
bâzı ihtiyaçları hakkında konuşabiliyorlardı. Nitekim dana Önceki ümmetlerden
yahûdîlerde de durum böyle idi. Nihayet, "...Tam bir bağlılık ve saygı ile
Allah'ın huzuruna durunuz!" [181]
mealindeki âyet indi de namazda konuşmak haram oldu."
îbni Cerîr de Îbni
Abbas'ın yine bu âyetle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Yani
ehl-i dînden olan herkes Allah'ın huzuruna durur... Fakat sizler, tam bir huzur
ve saygı ile Allah'ın huzuruna durunuz! Onlar gibi namazdayken konuşmayınız!..."
îbni Arabî,
Tirmizî'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde der ki: "Bizden önceki
ümmetler; oruç tutarken yemekten ve içmekten sakındıkları gibi, konuşmaktan da
sakınırlardı. Bu suretle büyük bir zorluk içinde kalırlardı. Yüce Allah, bu
ümmete lütfedip kolaylık ihsanında bulundu. Oruç ibâdetini günün gündüz vaktine
tahsis buyurdu, oruçlu iken konuşmayı da serbest kıldı." [182]
Evet, Peygamberimiz
(s.a.v.), ümmetinin bu muvaffakiyet ve mahzariyetleriyle de büyük bir özellik
kazanmıştır. O'nun ümmetinden başka ümmetlerde bu mahzariyetler
bulunmamaktadır. Bu mahzari-yetler, daha önceki ümmetlerin sâdece peygamberine
verilmiştir. Bu hususla ilgili bir âyet-i celîlede şöyle buyurulmaktadır:
"Siz, insanlar i-çinden çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz..." [183]
Yine bu hususla ilgili
bir âyet-i celîlesinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun biz
Kur'ân'ı hatırlamak ve öğüt almak için kolaylaştırdık!... [184]
Yüce Allah'ın bir
âyet-i celîlesi de şu mealdedir: "Allah; bu Kur'ân'dan önceki kitaplarda
da, bu Kur'ân'da da size "müslümanlar" adını vermiştir." [185]
Bu konuda Ahmed'in,
hasendir kaydiyle TirmizVnin, İbni Mâce'nin ve Hâkim'in, Muâviye bin Hayda'dan
naklettikleri rivayet de şöyledir: Ben, Peygamber'in (s.a.v.), Kur'ân-ı
Kerîm'deki: "Siz, insanların hayrı için çıkarılmış en hayırlı ümmet
oldunuz" mealindeki âyet-i celîle ile ilgili olarak şöyle dediğini duydum:
"Ey benim ümmetim! Sizler, geçmiş ümmetlerin sayısını yetmişe tamamlayan
bir ümmetsiniz! Ve bütün bu ümmetlerin Allah yanında en hayırlı ve en sevgili
olanı da sizsiniz!" [186]
îbni Ebû Hâtim'in
rivayetine göre, Ubeyy bin Ka'b şöyle demiştir: "Allah'ın gönderdiği
peygamberi ve o peygamberi ile ulaştırdığı dîni kabul etmekte, en iyi ve en
musbet davranan; bizim ümmetimiz olmuştur ve bu ümmet, bu sebeble bütün
ümmetlerin en hayırlısı olma şerefine ermiştir."
îbni Râhûye'nin
Müsned'inde, îbni Ebû Şeybe'nin de el-Musannefinde Mekhûl'dan naklettikleri bir
haber var. Buna göre Mekhûl şöyle demiştir:
"Ömer (r.a.)'in
bir yahûdîde alacağı vardı. Birgün bu alacağını istemeye gitti... Adam Ömer'i
oyalamak istedi ve ağır davrandı. Ömer: "Muhammed'i bütün kullarından
şerefli kılan Allah'a yemîn ederim ki, alacağımı almadan buradan
ayrılmam!" diye yemin etti. Yahûdî de şu karşılığı verdi: "Ben de
Allah'a yemin ederim ki, Allah Muhammed'i bütün kullarından daha şerefli
kılmamıştır!" Buna sinirlenin Ömer yahûdîye bir tokat attı... Yahûdî de,
Hz. Peygamberce giderek durumu anlattı ve Ömer'i şikayet etti. Peygamberimiz de
Ömer'e hitaben: "Sen bu adamın gönlünü alıp kendini ona bağışlatın alısın,
yâ Ömer" buyurdu. Yahûdîye hitaben de:
"Bilesin ki, Adem
Safiyyullah'tır, îbrâhîm Halîlüllah'tır, Mûsâ Neciyyullah'tır, Isâ da
Rûhullah'tır!... Ben ise, Habıbullah'ım! Ey Yahûdî, unutma ki, Allah; kendi
isimlerinden iki isimle de benim ümmetimi isimlendirmiş ve onlara
"müslümanlar" ve "mü'minler" demiştir. Ey Yahûdî, hatırla
ki, siz çok faziletli bir günü çok aradınız, fakat bulamadınız! O, bizim
Cûmâmızdır! Sonra sizin gününüz, sonra nasaranın günü gelmektedir. Evet siz,
ümmet olarak bizden Önce gelmişsiniz. Fakat biz sonra gelip öne geçen bir
ümmetiz! Bil ki, ben cennete girmeden diğer peygamberler; benim ümmetim cennete
girmeden de diğer ümmetler cennete giremeyeceklerdir!" [187]
Peygamber Efendimiz'in
Özelliklerinden biri de, sarığına püskül yaparak sarkıtması ve belden aşağı
izâr giyinmesidir. Bu husustaki haber ve rivayetler, Peygamberimiz'in Tevrat
ve İncil'de zikredildiğine dâir haberler meyâmnda geçmiştir ve orada, O'nun
ümmetiyle ilgili haberde: "...Ve onlar, bellerinden aşağı izâr
giyinirler..." diye zikredilmişti.
Bu şekilde giyinmenin,
meleklerin sîmâsı ve kıyafeti olduğuna dâir de bir haber bulunmaktadır. Bu
haberi Deylemî Amr bin Şuayb tarikiyle onun babasından, o da onun dedesinden
nakleder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah (s.a.v.) bir hadîslerinde şöyle
buyurdular: "Sizler, belden a-şağıya izâr giyininiz! Ben meleklerin,
Rab'lerinin huzurunda bu şekilde giyinmiş olarak saf tuttuklarını gördüm... Ve
bu izârı, bacaklarınızın diz kapağı ile topuk kısmının ortasına kadar da
uzatınız. Bundan fazla uzun da yapmayınız..."[188]
tbni Asâkîr'in
rivayeti de Aişe'den. O şöyle diyor; "Peygamber (s.a.v.), Abdurrahman bin
Avf m başına sarığını sarıverdi ve sarığından bir miktarını püskül gibi
sarkıttı. Sonra: "Ben melekleri böyle sarıklı gördüm" buyurdu.
Meşkûr îbni
Teymiye'nin bu hususta bir tevcihi var... O şöyle der; "Sarığın ucunu
püskül yapıp omzundan arkaya doğru sarkıtmanın hikmeti; Peygamber (s.a.v.)
(rü'yâsında), yüce Allah'ın tecellîsine mazhar olduğu zaman; "Bu sırada
Rabbim, elini iki omzumun arasına koydu" diye ifâde buyurduğu hususu
kendince bu şekilde şereflendirmek, ke-remlendirmek istemesidir."
Hafız Irâkî ise, onun
bu tevcîhini, "ben, bu hususta bir nass ve nakil görmedim" diyerek
red etmek istemiştir." [189]
Peygamberimiz'in
Özelliklerinden bâzıları da şunlardır: O'nun ümmetinden, daha önceki ümmetlerin
üzerindeki ağır yük kaldırılmış, önceki ümmetlerin pek çok meşakkatli işleri
hafifletilmiş, kendilerine dînde herhangi bir güçlük kılınmamıştır. Hatâ,
unutkanlık veya zorlama ile yapılan şeylerin mes'ûliyeti üzerinden
kaldırılmış, sırf içinden düşünmek sebebiyle günaha girmiş olmak da üzerinden
kaldırılmıştır. O'nun ümmetinden her kim, içinden bir günâhı işlemeyi geçirmiş
olsa da işlemese, bu kendisine günah olarak yazılmaz, üstelik Allah için
vazgeçmiş olursa bir sevap yazılır. Fakat bir iyiliği yapmayı niyet ettiği
halde yapmamış olursa, yine kendisine bir sevab yazılır, eğer yapacak olursa en
azından on sevap yazılır.
Yine O'nun ümmetinden
tevbe etmiş olmak için kendisini Öldürmesi veya pislik bulaşan bir yerini
yıkamayıp kesmesi gibi şeyler de kaldırılmıştır. Zekât mükellefiyeti dörtte
birden, kırkta bire indirilmiş, duaları müstecâb kılınmıştır. Haksız yere
öldürülen kişinin velîlerine, kısas ile diyet arasında seçim yapma hakkı
tanınmıştır. Evlenmede dörde kadar izin verilmiş, câriye nikahlamaya da müsâde
edilmiştir.
Önceki ümmetlerde,
kişi hanımı ay hâlinde olduğu günlerde hanımını tamamen kendisinden tecrid
eder, onunla bir sofrada yemek bile yemezdi. Bu ümmette ise, cinsî yakınlık
dışındaki yakınlık ve arkadaşlıklara izin verilmiştir... Birlikte aynı odada
kalırlar, aynı sofrada yemek yerler... Yine önceki ümmetlerde kişi yatakta,
hanımı ile yüzyüze gelmek şartıyla cinsî muamele yapabiliyordu ve buna çok önem
veriliyordu. Bu ümmette ise, kişi isterse, hanımı yüzüstü yatar vaziyette iken
de cinsî muamele yeri aynı olmak şartıyla, hanımına yaklaşabilmektedir.
Yine O'nun ve
ümmetinin bir özelliği olarak, avret yerlerinin açılması, suret ve heykeller
yapılması ve sarhoşluk veren şeylerin içilmesi ise haram kılınmıştır. îşte
bütün bunlar da, O'nun özellikleri arasında yer almış bulunmaktadır.
Bu hususla ilgili
Kur'ân-ı Kerîm'de âyetler de bulunmaktadır. Bunlardan bazılarını burada
(meâlen) zikredelim: Yüce Allah, bir âyetinde şöyle buyurmuştur: "Allah,
sizin üzerinize dînde bir zorluk kılmamışlar!"[190]
Bir âyetinde de şöyle
buyurulmuştur: "Allah sizin için kolaylık murâd eder, güçlük murâd
etmez!..." [191]
Yine Yüce Allah bir
âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Rabbimiz, eğer unutur ya da yanılırsak bizi
sorumlu tutma! Rabbimiz, bize bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük
yükleme!..."[192]
Yine Yüce Rabbimiz bir
âyetinde de şöyle buyurmaktadır: "...0 peygamber ki, onların üzerindeki
ağırlıkları, sırtındaki zincirleri kaldırıp atar..." [193]
Yüce Allah, bu ümmetin
dualarının müstecâb oluşuyla ilgili bir âyetinde ise şöyle buyurmaktadır:
"...Kullarım, sana Benden sorarlarsa, şöyle söyle: Ben onlara yakınım!
Bana dua ettikleri zaman, dua edenin duasını kabul eder, karşılıksız
bırakmam..." [194]
Konumuzla ilgili
olarak Feryâbt'nin Tefsîr'inde Muhammed bin Ka'b'tan naklettiği bir haber
var... O demiştir ki: "Yüce Allah, beşeriyete gönderdiği nebi ve
rasûllerden her birine: "İçlerinde olanı ister gizlesinler, ister açığa
çıkarsınlar, mutlaka onları bundan dolayı hesaba çekeceğim!" mealinde bir
emrî, muhakkak göndermiştir. Önceki ümmetler nebî veya resullerine gelirler;
"Bizler, yapmadığımız bir şeyi sırf içimizden geçirmekle mes'ûl mü
olacağız?" diyerek mürâcâtta bulunurlar ve bu yüzden küfür ve dalâletlere
düşerlerdi. Bu mealdeki âyet Peygam-ber'e (s.a.v.) indiği zaman, bu müslümanlara
da güç gelmişti... Onlar da Peygamber Efendimiz'e mürâcât ederek: "Ey
Allah'ın Resulü, bizler yapmadığımız bir şeyi, sırf içimizden geçirmek
sebebiyle sorumlu mu o-luyoruz?" demişlerdi. Peygamber Efendimiz de
kendilerine: "Sizler, söz dinleyiniz, itaat ediniz ve Rabbiniz'e yönelip
Û'ndan isteyiniz" buyurdu. Bundan sonra da "Amener Resulü..." [195]âyetleri
indi. Böylece Yüce Allah, sırf içinden konuşmak veya geçirmek suretiyle sorumlu
olmayı bu ümmetten kaldırdı. Ancak düşündükleri şeyi bilfiil yaparlarsa başka...
Bunda sorumluluk olduğu ise kafidir.
Nitekim ilgili âyette
gaye açık olarak: "Herkesin kazandığı iyilik kendi yararına, işlediği
kötülük de kendi zararmdadır" buyurulmuştur. [196]
(Bu konuda Müslim ve
Tirmizî'nin Ibni Abbas'tan rivayetleri de, aşağı yukarı bu merkezdedir.)
Buharî ile Müslim'in
Ebû Hüreyre kanalıyla Peygamber'den (s.a.v.) rivayet ettikleri hadîs-i şerîfise
şöyledir:
"Gerçekten Allah,
benim için ümmetimin içlerinden geçirdiklerini, ağızlarıyla söylemedikçe veya
bilfiil onu yapmadıkça onlardan bağışlamıştır!" [197]
Yine bu konuda, Ahmed,
Ibni Hibbân, Hâkim ve îbni Mâce'nin de îbni Abbas'dan bir rivayetleri
bulunmakta ve şu mealdedir: "Gerçekten Allah; yanılma, unutkanlık veya
zorlama neticesi yapılan işlerden sorumlu olmayı benim ümmetimden
kaldırmıştır!"
(Keza îbni Mâce'nin
Ebû Zerr kanalıyla yaptığı bir rivayet de, a-şağı yukarı bu merkezdedir.)
Ahmed, Ebû Bekir
el-Şâfiî, Ebû Nuaym ve îbni Asâkîr Huzeyfe'den şöyle rivayet ederler: "Bir
gün Peygamber (s.a.v.) secdeye vardı. Secdede o kadar çok kaldı ki, bizler
gerçekten O'nun secdedeyken ruhunu teslim ettiğini zannettik... Sonra başım
secdeden kaldırdı ve şunları söyleyip müjde etti:
"Rabbim bana
tecellî buyurup sordu ve: "Habîbim, senin ümmetine nasıl bir muamele
etmemi istersin?" dedi. Ben de: "Nasıl dilersen Rabbim! Çünkü onlar
senin kullanndandır" dedim. Rabbim bunu bana, tam üç defa sordu. Ben de
her defasında aynı cevâbı verdim... En sonunda Rabbim bana buyurdu ki:
"Bil ki, Ben seni, ümmetinin hakkında asla utandırmayacağım!" îşte
Rabbim bana böyle buyurdu ve ayrıca da, ben cennete girerken benimle beraber
ümmetimden yetmiş bin kişinin cennete gireceğini ve bunlardan her bin kişilik
grubun arkasında bir yetmiş bin kişilik cemâatin bulunacağını ve böylece hiç
hesaba çekilmeden cennete gireceğimizi de müjdeledi!... Sonra bana şefaat
verildi: "Habîbîm, sen dua edip iste, duan kabul edilecektir! Şefaatte
bulunup iste, şefaatin kabul olunacaktır" Duyurulduğunu haber verdi. Sonra
bana, gelmişimin ve geçmişimin bağışlanmış bulunduğunu müjdeledi."
"Ashabım,
bilirsiniz ki, benim sadrım da şerh edilmiştir! Bana Kevser verilmiştir. Bu
Kevser, cennette bir nehir olup oradaki Havzıma akar... Bana Rabbim, aynı
zamanda bir aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine korku salmak, kuvvetli
ve başarılı (muzaffer) olmak gibi özellikler de vermiştir. Cennete ilk girme
hususiyeti de bana verilmiştir. Ganimetler ümmetime helal kılınmıştır. Önceki
ümmetlere zor gelen pek çok şey, bize helâl kılınıp kolaylaştırılmıştır.
Üzerimize dînde bir güçlük kılınmamıştır, işte ben, bütün bunları hatırladım
da, böyle uzun bir secdeden başka şükrümü ifâde edecek bir şey
bulamadım..." [198]
îbn Münzir Tefsîr'inde
ve Beyhakl Şuabiı'l-îmân adlı kitabında îbni Mes'ûd'dan rivayet ederler, O
şöyle demiştir: "îsrâîl Oğullarından biri bir günâh işlediği zaman,
işlediği bu günâhı için ne gibi keffârette bulunacağı, ertesi günün sabahında
kapısının eşiğine yazılmış olurdu. O da ona göre hareket ederdi. Sizin
günâhlarınızın keffâreti ise, istiğfar ederek afimizi yüce Allah'tan istemenizdir.
Böylece günahlarınız bağışlanmış olur. Ben Allah'a yemîn ederek söylüyorum ki,
Allah bize Kur'ân'mda bir âyet indirmiştir, işte bu âyet bana, yeryüzünden ve
bütün y'eryüzündekilerden daha sevimlidir! Bu âyet, Al-i Imrân Süresindeki şu
âyet-i cehledir:
"Ve onlar bir
kötülük yaptıkları, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayarak
hemen günahlarına tevbe ederek bağışlanmalarını isterler. Zaten Allah'tan
başka günahları da kim bağışlayabilir? Ve onlar, bile bile, yaptıklarında
ısrar da etmezler!" [199]
îbni Cerir'in
Ebu'l-Aliye den rivayetine göre, adamın biri Peygam-ber'e (s.a.v.) gelip:
"Ey Allah'ın Resulü, bizim keffaretlerimiz de israil o-ğullarının
keffaretleri gibi olsa nasıl olur?" dedi. Efendimiz de cevaben:
"Allah'ın size verdiği, şüphesiz daha hayırlıdır. îsrail oğulları bir hata
işledikleri zaman bunu, ertesi günün sabahında kapısının üzerinde yazılı
olarak bulurdu. Keffaretini de... Eğer, günahının bildirilen bu keffa-retini
yeri e getirirse, dünyada başkalarına rezil olurdu. Eğer yerine getirmezse,
âhirette kendisi için bir rezillik olmak üzere te'hir edilmiş olurdu. Elbette
Yüce Allah'ın size verdiği, bundan daha hayırlı bir şeydir!" Sevgili
peygamberimiz bunu söyledikten sonra şu âyet-i celileyi o-kudular:
"Kim bir kötülük
yapar, yahut nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse, şüphesiz
Allah'ı bağışlayıcı ve esirgeyici bulur." [200]
Sevgili Peygamberimiz
bu âyeti okuduktan sonra da şöyle buyurdular: "Beş vakit namazlardan her
biri diğer namazla kendi arasında işlenilen günahlara keffâret olduğu gibi, bir
Cum'a namazı da diğer Cum'â namazı ile kendisi arasında işlenilen günahlara
keffârettir."
îbni Ebû Hâtim'in Ali
tbn' bû Tâlib'den rivayeti de şöyledir: Ali (r,a.)} İsrail Oğullarından
buzağıya tapanlar hakkında demiştir ki: "Onlar Musa'ya gelip: "Bizim
tevbemiz nedir?" dediler. Mûsâ da: "Birbirinizi öldürmenizdir"
buyurdu. Bunun üzerine birbirlerini öldürmeye başladılar. Öyle ki, kişi kime
raslarsa öldürüyordu. Kardeşini, babasını, anasını öldürenler oluyordu. Böylece
birbirlerini kırmışlardı."
îbni Mâce Abdurahman
bin Hasene'den rivayet eder. Onun nakline göre Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "İsrail oğulları idrar bulaşan yeri, makasla kesmeğe mecbur
idiler. İçlerinden biri bunu onlara yasaklamıştı. O da bu yasaklamanın cezası
olarak kabirde azaba mâruz kalmıştır."
Yine bu hususta Hâkim,
sahihtir kaydiyle Ebû Musa'dan rivayet eder: "Peygamber (s.a.v.), bir
hadislerinde buyurdular ki: "Gerçekten İsrail oğulları, üzerlerine bir
bevil (insan idrarı) bulaştığı zaman, o bulaşan yeri makasla kesmekle mükellef
idiler."
îbni Ebû Şeybe
el-Musannefinde Aişe'den şöyle nakleder: Birgün ben, yahudi kadı. arından
birinin yanına gitmiştim. O kadın bana, kabir azabının sebebinin, bevil
bulaşması (pislik) olduğunu söyledi. Ben de kendisine: "Öyle şey mi
olur?" diyerek itiraz etmiştim. Kadın tekrar bana: "Evet, benim
dediğim gibidir! İstersen Peygamber'e sor!" dedi. Ben de bunu Hz.
Peygamber'e sordum. O da bana: "Evet, yâ Aişe, öyledir" buyurdu.
Ahmed, Müslim,
Tirmizi, Nesai ve îbni Mâce'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir: Yahudiler,
kadınları ay halini gördükleri zaman, onları esaslı bir şekilde tecrit
ederlerdi. Hanımları ile aynı odada kalmazlar, onlarla aynı sofrada yemek bile
yemezlerdi. Ashab-ı kiram bunu Pey-gamber'den (s.a.v.) sordular. Bunun üzerine
aşağıdaki âyet nazil oldu:
"Habibim sana,
kadınların âdet görme meselesini soruyorlar. De
ki: "O, eziyettir." Adet halindeki kadınlardan çekilin!
Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın. Temizlendikleri zaman, Allah'ın emrettiği
yerden onlara varın. Allah, tevbe edenleri sever, temizlenenleri sever." [201]
İşte bu âyet nazil
olduktan sonra, Peygamberimiz: "Allah, bu ayet-leriyle, âdet gören kadınla
cinsi münasebette bulunmayı yasaklıyor! Bundan maada şeyleri yapabilirsiniz!
(Onlarla aynı odada kalıp, onlarla birlikte aynı sofrada yemek
yiyebilirsiniz!)" buyurdu.
Yahudiler de bunu
duydukları zaman rahatsız olmuşlar ve: "Bu adam, acaba ne istiyor.
Neredeyse bize ait olan işlerin tamamında bize aykırı gidecek!" diye
söylenmeye koyuldular. Çünkü yahudiler, âdet halini gören kadınları büsbütün
kendilerinden uzaklaştırırlardı. Yüce Allah ise, inzal buyurduğu âyetiyle iki
haîin ortasını emretti.
îbni Ebû Şeybe
el-Musannefinde Kurratul-Hemedâni'den nakleder: O şöyleidemiştir: 'Yahudiler,
cinsi münasebet esnasında ailelerini ibrâk etmekten (yani yüzaşağı yatırmaktan)
sakınırlar ve bunu çok çirkin bir şey sayarlardı, işte onların bu zihniyetini
kaldırmak üzere, Kur'an'ın: "Aileleriniz, sizin harsımzdır
tarlanızdır" [202]
mealindeki âyeti inmiştir. Bu âyetiyle yüce Allah, müslümanlara, cinsi
münasebet esnasında ailelerine diledikleri taraftan yaklaşmalarına izin
vermiştir. Tabii Allah'ın emrettiği hars yerine, (aynı cinsi organa) varmak
şartıyla..."
Ebû Nuaym de el-Mârife
adlı eserinde Enes'ten şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), Osman bin
Maz'ûn'a hitaben buyurdu ki: "Bizim dinimizde üzerimize ruhbaniyet
yazılmamıştır! Benim ümmetim (yani bütün müslümanlann) ruhbaniyeti, beş vakit
namazların vakitlerini beklemek üzere mescidlere erken gidip beklemek, hacc ve
umre ibadetlerini yapmaktır!"
Ahmed ve Ebû Yalanın
yine Enes'ten olan rivayetleri ise aynen şöyledir:
"Her peygamber
için bir ruhbaniyet vardır. Benim ümmetimin ruhbaniyeti ise, Allah yolunda
cihâd etmektir!"[203]
Ebâ Davud Ebû Ümâme'den
nakleder. O şöyle der: Adamın biri Peygamber'e (s.a.v.) gelip: "Ey
Allah'ın Resulü, Allah rızası için en se-vablı bir ibadet olmak üzere seyahate
çıkmak istiyorum. Bana izin veriniz!" dedi. Peygamber Efendimiz de bu
adama verdiği cevabta: "Benim ümmetimin seyahati, Allah yolunda
cihâddır" buyurdu.
îbni Mübarek de Umâre
bin Gazye'den şöyle nakleder: Peygamber Efendimizin yanında seyahatten
bahsedilmişti. Bu sebebîe Peygamber Efendimiz: "Allah bunu, bu ümmette,
"Allah yolunda cihad" olarak emretmiştir! Ve cihada gidenlerin, her
tepeden aşarken getirecekleri tekbir olarak münasib görmüştür!" buyurdu.
(îbni Cerir'in
Aişe'den naklettiği bir rivayette ise: "Bu ümmetin seyahati, Allah rızâsı
için nafile oruç tutmaktır" Duyurulmuştur.) [204]
Buhari'nin rivayetine
göre îbni Abbas demiştir ki: "İsrail oğullarında, haksız yere öldürülen
bir kişinin davacıları için ancak kısas taleb etmek vardı. Diyet (kan bedeli)
taleb etmek hakkı tanınmamıştı. Yüce Allah bu ümmet için ise şöyle
buyurmaktadır:
"Ey mü'minler!
Öldürmede kısas size farz kılındı. Hür olana karşılık hür, köleye köle, kadına
kadın. Fakat kim (herhangi bir katil), kardeşi tarafından affedilirse, o zaman
affedene diyeti ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir
rahmettir. Kim, bundan sonra da saldırıya kalkarsa, onun için acı bir azab
vardır."[205]
işte, bu ayette
görüldüğü gibi, bu ümmette (islâm şeriatinde), hem kısas, hem de diyet vardır.
Ayette geçen aftan maksat, kısas taleb etmekten vazgeçip, diyet talebinde
bulunmaktır. Elbette bu, ilgili ayette açıklandığı veçhile, Allah'tan bir
hafifletme ve bir rahmettir. îslâm şeriâtindeki kolaylık ve genişliğe bir
örnektir. [206]
(îbni Cerir'in de bu
hususta îbni Abbas'tan bir rivayeti bulunmaktadır. Fakat o da aşağı yukarı bu
merkezdedir.)
Yine îbni Cer ir,
Katade'den şöyle rivayet etmektedir: Tevrat
ehline yazılıp farz kılınan, sâdece kısas idi. Onların şeriatinde diyet
yoktu. încil ehlinde ise, sâdece affetmek olup, kısas yoktu. îşte onlar bu
şekilde em-rolunmuşlardı. Yüce Allah, bu ümmet için ise; hem kısası, hem
diyeti, hem de tamamen affetmeyi meşru kılmıştır ki bizim şeriatimizin daha
büyük ve daha geniş olduğu, burada da açığa çıkmaktadır. Evet, öldürülenin
velileri, isterlerse, aralarında halâ din kardeşliği sona ermemiş bulunan
katili, tamamen affedip diyet almaktan da vazgeçebilirler. Böyle bir prensib,
daha önceki ümmetlerin ve şeriatlerin hangisinde görülmüştür? Hiç birinde
görülmemiştir.
Îbni Ebû Şeybe
el-Musannefinde şöyle der: "Bize Veki' rivayet etti. Ona Süfyân söylemiş,
ona Leys nakletmiş... Ona da Mücâhid haber vermiş ve şöyle demiştir: "Yüce
Allah'ın bu ümmete (müslümanlara) olan kolaylıklarından biri de, ehl-i kitaptan
olan bir nasrâniyenin veya bir cariyenin nikâhını helâl kılmış olmasıdır."
(Burada Beyhakî, Vehb
bin Münebbih'ten bir rivayette bulunuyorsa da, Ümmet-i Muhammed'in bâzı
vasıflarıyla ilgili bölümde bunlar geçmiş olduğundan, burada tekrarına lüzum
görülmedi. Nitekim bir kısmı da, içinden geçenlerin günah olup olmadığıyla
ilgili hadîsler mey ânına geçmiştir.)[207]
O'nun ümmeti açıktan
helak olmaz, gark olmaz; önceki ümmetlerin uğradığı azâblara uğratılmaz.
Kendilerinden başka köklerini kazıyacak bir düşmanın tasallutu altında
bırakılmaz. Sapıklık üzerine toplanıp ittifak etmez... îşte bundan dolayıdır
ki, Ümmet-i Muhammed'in ittifakı kesin bir hüccet ve delîl olmuştur! ittifak
edemeyip ihtilâflara düşmeleri de yine onlar için bir kolaylık ve ruhsat
olmuştur. Halbuki önceki ümmetlerin ihtilâfı, onların azâb ve helak sebebi idi.
Müslim Sevbân'dan
şöyle rivayet etmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Yeryüzü benim için
dürüldü de ben onun doğusunu ve batısını gördüm. Ümmetimin mülkü de, bana
dürülen yerlere kadar uzanacaktır!... Yeryüzünün hazînelerine (altınına ve gümüşüne)
vâris olacaktır. Aynı zamanda ben Rabbime dua edip ümmetimi umûmî bir kıtlıkla
helak etmemesini istedim! Rabbim de benim bu istek ve duamı kabul buyurdu.
Kendilerinden başka kendilerim ezecek düşmanları olmamasını da istedim, bu
duam da Rabbim tarafından kabul edildi."
îbni Ebû Şeybe'nin
Sa'd'dan olan rivayeti de şöyledir: "Ben Rab-bim'e dua edip ümmetimi umûmî
bir kıtlıkla helak etmemesini ve onları gark etmemesini istedim. Rabbim de
benim bu isteğimi kabul etti... Yine Rabbim'e dua edip ümmetimin birbirlerine
zulmetmemesini, birbirlerinden azâb görmemelerini istedimse de, Rabbim bu
duamı kabul etme-di.[208].
Dârimî, îbni Asâkîr,
Amr bin Kays'tan şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "...Yüce
Allah bana, ümmetimi şu üç şeyden koruyacağını va'd buyurdu: Onlara umûmî bir
kıtlık vermeyeğine, düşmanlarının kendilerini yok etmesine fırsat
vermeyeceğine, delâlet üzerine birleşmelerine imkân vermeyeceğine..." [209]
Hâkim'in îbni Ömer'den
rivayet ettiği hadîs de aynen şöyledir: "Allah, bu ümmeti ebediyen
sapıklık üzerinde toplamayacaktır!"
Yine Hâkim'in îbni
Abbas'tan bu mealde de bir rivayeti bulunmaktadır. Bir de Şeyh Nasr
el-Makdist'nin Kitâbü'l-Hucce adlı eserinde birisinden naklettiği bir rivayet
bulunmaktadır. O da şu mealdedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Ümmetimin
ihtilâfı rahmettir." [210]
Hafib de Ruvâtü
Mâlık'te İsmail bin Ebu'l-Mücâlid'den şöyle nakletmektedir: "Birgün Hârûn
el-Râşid, İmâm-ı Mâlik'e hitaben dedi ki: "Yâ imam, senin bu kitaplarını
yazdırıp bütün islâm beldelerine dağıttırmak istiyorum! Herkesin senin yazdığın
kitaplarla amel etmesini istiyece-ğim!" Imâm'ın ona cevâbı ise şöyle
olmuştur: "Yâ emîra'l-mü'minîn, sakın böyle yapmayınız! Zira şu ümmetin
âlimlerinin (teferruata âit meselelerde) ihtilâf etmeleri, haddi zâtmda bu
ümmet için Allah'ın bir rahmetidir. Herkes kendince sahih ve sabît olana
uymaktadır. Hepsi hidâyet üzeredirler. Hepsi de Allah'ın rızâsını
aramaktadırlar."[211]
Buhârî, Tirmizî ve
Nesâi Ömer bin el-Hattâb'dan şöyle rivayet e-derler: Resûlüllah (s.a.v.)
buyurdu: "Müslümanlardan herhangi bir kimse için dört müslümün hayırla
şahitlikte bulunursa, o müslümanı Allah cennete kor!" Bunun üzerine
denilmiştir ki: "Ey Allah'ın Resulü, eğer bir kimsenin hayır ve iyiliği
için üç kişi şahitlikte bulunursa, o kimse de cennetlik midir?"
Peygamberimiz: "Evet" buyurdu. Yine sordular: "Peki iki kişi
şahitlikte bulunursa, yine böyle midir?" Peygamberimiz yine
"evet" buyurdular. Bunun üzerine biz, "bir kişi şahitlikte
bulunsa dahi böyle midir?" diye sormadık." [212].
Buhârî ve Müslim Üsâme
bin Zeyd kanalıyla rivayet edilen şu hadîsi nakletmiştir: "Tâûn hastalığı,
îsrâîl Oğullarına gönderilmiş bir azaptır! Bu sizden öncekilerin hepsine de bir
azâb olarak gönderilmiştir."
Buhârî'nin Aişe'den
rivayet ettiği hadîs ise şu mealdedir: "Ben, Peygambere (s.a.v.) tâûn
hastalığı hakkında sordum. O da bana dedi ki: "Allah'ın dilediği kullarına
gönderdiği bir azaptır! Fakat Yüce Allah bunu, bu ümmet için bir râhmat
kılmıştır. Kendi beldesinde taun hastalığı çıkan bir kimse, eğer sabreder ve
sevabını da Allah'tan umduğu halde beldesinde kalır, sonra bu hastalığa
yakalanarak ölürse; muhakkak kendisine, bir şehide verilen sevâb kadar sevab
verilir!" [213]
Buhârî ve Müslim
(ittifak hâlinde) Muğîre bin Şûbe'den şu hadisi rivayet ederler:
"Ümmetimden bir taife, tâ kıyamete kadar hep hak üzere bulunacaktır!"
Ebû Nuaym'in İbni Ömer
tarikiyle naklettiği hadîs ise, şu mealdedir: "Her asırda, ümmetimin
içinde öne geçen ve mertebeleri çok yüksek olan bâzı zâtlar bulunur."
Ebû Yâlâ'nın Câbir'den
rivayetine göre, Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Benim ümmetim, tâ
İsa ininceye kadar hak üzere bulunur. Isâ indiği zaman, ümmetimin tamâmı ona
der ki: "Buyurun, öne geçip namazı kıldırın!" Isâ ise öne geçmek
istemez ve: "Sen buna daha layıksın. Sizin bazılarınız bazılarınıza âmir
bulunmaktadır" der. îşte bu, Allah'ınım ümmete büyük keramet olarak
verdiği bir özelliktir!"
Bu hadîsi, Müstim de
rivayet etmiştir. Yalnız onun ifâdesi biraz farklı olup şöyledir:
"Mü'minlerin emîri o zaman İsa'ya: "Haydi buyur, öne geçip namazı
kıldır!" der. îsâ da: "Hayır, sizin bâzınız bâzınıza emîr ve imamdır.
Bu da size Allah'ın büyük bir ikramıdır!" diyerek karşılık verir."
Buharı Ebû Hüreyre'den
rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini bildirir: "Ey ümmetim siz
nasıl olacaksınız o zaman ki, Isâ inmiş olacak ve imamınız da sizden
bulunacaktır!'
Ahmed de sahih bir
senedle Aişe'den şu rivayeti nakletmektedir: "Bir gün Peygamber (s.a.v.),
deccâl ile mücâdele zamanında müslüman-ların uğrayacakları büyük bir sıkıntıdan
bahsetti. Ashâb: "O zaman, en hayırlı mal hangisi olacak?" diye
sordu. Peygamberimiz de: "Ailesine su getirebilecek bir cğlan çocuğu, her
şeyden kıymetli olacaktır! Yiyecek bir şey ise, zâten bulunamayacaktır"
buyurdu. Ashab tekrar sordu: "Peki o zamanki müslümanlar ne yiyecekler?"
Peygamberimiz de şu karşılığı verdi: "Onların yiyeceği, tesbîh, tekbir ve
tehlîl olacaktır!" [215]
Ahmed, bu hadîsin
benzerini de, Esma binti Yezid'den rivayet etmiştir. (Yine bu mealdeki bâzı
hadîsleri, Taberânî ile Hâkim dahî rivayet etmişlerdir.)[216]
Yine O'nun bir
hususiyeti olarak ümmetinin okuduğu ezanları ve getirdiği telbiyeleri gökte
melekler dinler. O'nun ümmeti her hâl ü kârda Allah'a hamdeder. Her tepeyi
aşışta "Allahü Ekber" her inişte de "Süb-hanellah" diyerek
Allah'ı tekbir ve teşbihte bulunurlar. Bir iş yapacakları zaman
"inşâallah" diyerek Allah'ın izin ve iradesine olan bağlılıklarını
ifade ederler. Gadablandıkları zaman "lâ ilahe illallah" derler,
birbiriyle çekiştiklerinde de "fesübhanâllah!" derler. Mushafları
göğüsle- rinede (ezberlerinde) dir. Öne geçenleri, gerçekten de öne geçmiştir!
Orta halli olanları kurtulmuş, kendisine yazık edenleri de bağışlanmış bir
ümmettir. Bir istisnası olmaksızın, hepsine merhamet edilmiştir. Onlar, aynı
zamanda cennet ehlinin elbisesi olan beyaz renkli elbiseleri tercih ederler.
Namaz vakti gelmiş midir, diye güneş'e dikkat ederler.
Peygamberleri
sayesinde bu ümmet, gerçekten bir "ümmet-i vasat" ve bir
"ümmet-i adTdir! Yâni tam merkezde bulunan bir orta ümmettir! Adaleti
temsil eden bir ümmettir! Allah'ın tezkiyesi ile, bunun böyle olduğu sabittir.
Bu ümmet, düşmanları ile bir savaşa girdikleri zaman, onların bu savaşına melekler
de gelip hazır olurlar. (Onlara yardım e-derler.) Kendilerine, peygamberlere
farz kılman şeyler farz kılınmıştır. Yâni: Abdest, gusül, hacc ve cihad. Aynı
zamanda kendilerine, peygamberlerin nafile ibadetleri de verilmiştir. Bu
nafilelere de ehil ve layık kılınmışlardır. (Bunların pek çoğu,
Peygamberimiz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine dair olan Önceki
bölümlerde, bâzı eserlerin zikredil-mesiyle geçmiş bulunmaktadır. O bölümlerde;
peygamberimiz'in ve ümmetinin bu özelliklerinden pek çoğu anlatılmış idi.)
Bu bölümde zikri geçen
özelliklerden bazılarıyla ilgili rivayetlerden birinde ki, bunu îbni Ebu Hatim,
Hayseme'den nakletmiştir, şöyle denilmiştir: "Siz Kur'an'da, kendinize:
"Ey mü'minler!" diye hitab edilmekte olduğunu görüyorsunuz! Halbuki
Önceki ümmetlere olan hitâblarda: "Ey miskinler!" deniliyordu."
Yine îbni Ebû Hatim,
îbni Abbas'tan şöyle nakleder: "Yüce Allah, Kitabında: "Sonra Kitabı
kullarımız arasından seçtiklerimize miras verdik" buyuruyor. [217] Bu
âyetle bu ümmetin Özelliğini bildiriyor. Allah bu ümmeti, indirdiği her kitaba
vâris kılmış, kendilerine yazık e-denleri bağışlamış, orta halli gidenlerin
hesablarmı kolay kılmış, öne geçenlere hesaba çekilmeksizin cennetini
lütfetmiştir." [218]
Saîd bin Mansûr Ömer
Îbnü'l-Hattab'tan naklederek şöyle der: "Ömer, herhangi bir hususta nizâa
düşüp de delil getirmek durumunda kaldığı zaman, yukarıda geçen Fatır Sûresinin
32. ayetini okur ve delil getirirdi. Sonra derdi ki: "işte bu âyet gereği,
bu ümmetin öne geçenleri doğrudan cennete girecekler, orta halli olanları da
yakayı kurtaracaklar, iyi amelle kötü ameli birbirine karıştırıp nefislerine
yazık edenler de bağışlanacaklardır! Bizim ümmetimizin üç sınıfının akıbetleri
böyle o-lacaktır."
duydum
(Bunu bu şekilde
Ömer'den, "ben bunu Peygamber Efendimizden um" diyerek merfuân, îbni
Lâl da rivayet etmiştir.)[219]
Şeyh Izzüddin bin
Abdüsselâm der ki: Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, O'nun
ümmetinin amelinin (ve ömrünün) az olmasına karşılık, sevâb ve mükâfatın çok
olmasıdır."
Buharî ve Müslim îbni
Ömer'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Önceki
ümmetlere nazaran sizin nöbet devreniz (ve zamanınız), tıpkı ikindi vaktiyle
akşam arası gibidir. Tevrat ehli, günün ilk saatlerinde (sabahleyin) devreye
girdi, öğle vaktine kadar amel etti... Öğle olunca, yorulup işi bıraktılar.
Birer kıratlık ücretini alıp devre dışı kaldılar. Sonra încil ehli nöbete
girdi. Onlar da ikindi vaktine kadar çalışıp yoruldular ve işi bıraktılar.
Birer kıratlık ücretlerini alıp devreden çıktılar. İkindi vakti olunca biz
nöbete girdik... Güneş batıncaya kadar amel edip çalıştık... Çalışma süremiz
böylesine kısa olduğu halde, bize ikişer kîrât ücret verilmiştir. Hiç bir
işinde haksızlık bulunmayan, her hükmü hikmetli ve güzel olan Rabbimiz, böyle
hükmedince; diğer kitâb ehli olanlar buna diyeceklerdir ki: "Ey Rabbimiz,
Ümmet-i Muham-med'e hep ikişer kıratlık ücret ve sevâb verdin, bizlere ise,
çalışma zamanımızın çok olmasına rağmen, birer kîrât verdin. Bunun sebebi ve
hikmeti nedir?" Rabbimiz de onlara diyecektir ki: "Ben, sizlerin de
Rabbi olarak, sizlere verdiğim ücrette bir haksızlık ve eksiklik yapmış
mıyım?" Onlar: "Hayır, bize herhangi bir haksızlık yapmadın"
diyecekler. Rabbimiz de: "Bu benim bir lütuf ve fadlımdırl Dilediğim
kullarımı, lütuf ve fadlımla mazhar kılarım!" buyurur.[220]
îmam Fahrüddîn el-Râzî
demiştir ki: "Peygamberlerden hangisinin mucizesi daha zahir ise, onun
ümmetinin sevabı daha azdır." [221]
Allâme îbni Seken de
bu konuda şöyle demiştir: 'Yâni, O peygamberin ümmetinin; peygamberini tasdik
bakımından alacağı sevâb daha az olur. Zira inşam tasdîke götüren delil ve
mucizenin daha aşikâr olduğu bir sırada tahakkuk eden tasdîk-i kalbî, daha
kolay olmuştur. Bu tasdikte, daha az zahmet çekilmiş, daha az fikir sarfedilmiş
demektir. Fakat bu söylenen, Önceki ümmetlerin birbirine olan münâsebeti ve kıyâsı
itibariyledir. Yoksa bu ümmete, hem mucizeler daha zahir bulunmuş, hem de
sevâb ve mükâfatlar daha çok kazanılmıştır. Bu ümmet, Önceki ümmetlere kıyâs
edilemez..."[222]
Evet, Peygamberimiz'in
bir özelliği de, O'nun ümmetine evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerinin
verilmiş ve ilim hazînelerinin kendilerine açılmış olmasıdır. Keza bu ümmete
İsnâd ilmi, Ensâb İlmi, îrâb ilmi gibi ilimler de verilmiş ve hiç bir ümmette
görülmemiş bir şekilde çeşitli konularda ve çok sayıda kitaplar vücûde
getirilmiştir. Bu ümmetin âlimleri, "îsrâîl Oğullarının Peygamberleri
Gibi" olmuştur. [223]
Peygamber Efendimiz'in
Tevrat ve İncil'de adının geçtiğine dâir olan bölümde: "...Öyle bir
peygamber ki, O'nun ümmetine, evvelkilerin ve sonrakilerin ilimleri
verilmiştir" anlamındaki hadîs zikredilmiştir.
Burada da Ebâ
Zür'a'nın Târih'inde Şefi bin Mâti' el-Esbahî'den naklettiği haberi kaydedelim.
Şefi demiştir ki: "Bu ümmette her şey keşfedilecektir. Hatta yerin
dibindeki hazîneler bile bu ümmete açılacaktır."
îbni Hazm da, bu
ümmetin özellikleri beyanında şöyle demektedir: "Aklı, adaleti ve mürüveti
yerinde olan sika râvîlerin, yine bu vasıfta olan diğer râvîlerden naklederek
Peygamber'in hadislerini koruyup sonraki nesillere aktarması ve bu suretle
sünnete hizmet etmeleri; Yüce Allah'ın sırf bu ümmete nasîb buyurduğu büyük bir
özelliktir. Geçmiş ümmetlerden hiç birinin, böyle hafızları yoktu..." [224]
îmâm-ı Nevevî de
el-Takrîb adlı kitabında şöyle demektedir: "îsnâd, yâni Peygamberimiz'in
hadîslerini naklederken senede itibâr ve îtinâ göstermek, bu ümmete mahsûs bir
keyfiyettir! Önceki ümmetlerde böyle bir şey yoktu."
Ebâ Ali el-Cübbâi de
bu konuda şöyle der: Yüce Allah, bu ümmete üç büyük hususiyet (özellik)
vermiştir. Bunlardan biri, Isnâd, biri Ensâb, bir diğeri de Irâb ilmidir."
Mâliki îbni Arabi de
Tirmizl'nin Sünen'i üzerine yazdığı şerhde şöyle demektedir: "Bizden
önceki ümmetlerin hiç birinde, bu ümmetin âlimlerinde görülen kitâb tasnif
etme, yazılan kitapların ve çeşitli ilmî konuların esaslı bir şekilde
araştırılıp tahkik ve tedkik edilmesinde a-labildiğine derinleşme ve bu
hususlar, asla ve asla mevcûd değildi. Bu, sâdece bu ümmetin âlimlerine verilmiş
çok büyük bir özelliktir."[225]
Abdullah bin Ahmed,
Zevâidü'z-Zühd adlı kitabında Mâlik bin Dinar'ın şöyle dediğini nakleder:
"Bize ulaşan bir habere göre, bu ümmete verilmiş bulunan îmân, üç defadan
fazla yük taşımaz... Yâni onun üzerine üç defadan fazla yük yükletilmez...
Sonunda mutlaka bir çıkış yolu ve kurtuluş verilir." [226]
Evet, Peygamber'in
(s.a.v.) özelliklerinden biri de, ilk kendine gelip dirilecek ve ilk olarak
kabrinden kalkacak kişi olmasıdır. Mahşere giderken yetmiş melek refakatinde
gitmesi, O'nun adına Mevkıf ta ezan okunması, Mevkıf ta cennet hüllelerinden
iki büyük hülle giydirilmesi ve makamının Arş'in sağ tarafında olması da O'nun
bâzı özellikleridir. Bu hususlarla ilgili hadisler vardır. Bunlardan bâzılarını
da burada zikredelim:
Müslim, Ebâ
Hüreyre'den şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde buyurdu:
"Kıyamet günü Adem oğullarının efendisi, kabri ilk yarılacak olan, ilk
şefaat edici, şüphesiz benim!"
Buharı ve Müslim
(ittifakla) Ebû Hüreyre'den, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu nakleder:
"Bütün insanlar, sûr üfürüldükten sonra ölmüş ve kendinden geçmiş olurlar,
tik kendine gelip dirilecek olan, şüphesiz ben olacağım!" [227]
Tirmizî hasendir
kaydiyle Ebû Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Kıyamet günü bana cennet hüllelerinden bir hülle verilir, bunu giyerim ve
sonra Arş'ın sağındaki yerimi alırım! Bu makama benden başka hiçbir kimseye
durmak yoktur! Bu, ancak bana hâs olan bir makamdır!"
Ebû Nuaym'in îbni
Mes'ûd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "ilk elbisesi
giydirilecek olan, îbrâhîm (a.s.)'dır. Sonra o, Arş'a doğru dönerek yerini
alır. Sonra benim elbisem getirilir, Ben de onu giyer ve onun sağındaki yerimi
alırım. Buraya benden başkası duramaz! Çünkü burası, bana mahsûs, bir
makamdır. Beni bu makamda gören bütün insanlar, bana gıpta ederler." [228]
Yine Ebû Nuaym'in Ümmü
Kürz'den bir rivayeti var. O da şöyle demiştir: Ben, Peygamberin (s.a.v.) şöyle
dediğini işittim: "Ehl-i îmânın kabirlerinden dirildikleri günde, onların
efendisi benim! Sırattan ilk geçecek olanları da benim. Onlar ümîdsizliğe düştükleri
zaman, müjde-leyicileri benim. Secdeye vardıklarında önlerinde yine ben
olacağım... Rab Teâlâ hazretlerine en yakın olanları da şüphesiz benim! Bu
itibârla o gün konuşan, şefaat eden,
şefaati kabul edilen, Rabbim'den dilekte bulunan ve dileği yerine getirilen de
ben olacağım!"
Dârimî, Tirmizî, Ebû
Yâlâ, Beyhakî ve Ebû Nuaym, Enes'ten rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu naklederler: "Öldükten sonra dirilme gününde kabrinden ilk
kalkan, mahşer yerinde toplanırken önde giden, herkesin sustuğu sırada
konuşan, Mevkıf ta bekletildikleri zaman cümle mahşer halkına şefaatçi,
ümidsizliğe düştükleri sırada kendilerine müjdeci olan, kerem ve şeref sancağım
elinde tutan, cennetin anahtarları kendisinde bulunan hep ben olacağım! Adem
oğullarının Allah indinde en keremli ve şerefli olanı benim! Ben bunu asla
övünmek için söylemiyorum! (Sâdece Rabbim'in bana olan lütuf ve nimetlerini
duyurmak için söylüyorum!) Ben, cennete girdikten sonra da etrafımda bin
hizmetçi dolaşır."[229]
Sevgili
Peygamberimiz'in bu özellikleri yanı sıra, şu özellikleri de vardır: O gün,
peygamberlerin imâmı dahi O'dur, hatipleri, önderleri, şefaatçileri, ilk şefaat
edenleri, Allah'a ilk nazar edenleri, secde etmeye ilk izin verilenleri,
secdeden ilk başını kaldıranları da hep O'dur. Keza O'nun bir büyük özelliği
de, diğer peygamberlere, peygamberlik vazifelerini nasıl tebliğ ettikleri
sorulacağı ve buna dâir şâhid isteneceği halde, O'nun peygamberliğini tebliğ
ettiğine daîr şahit istenmeyecektir.
Şüphesiz O'nun bir
büyük özelliği de, Şefâat-i Uzmâ'nm kendisine ^verilmiş olmasıdır ki, kıyamet
günü, mahşer yerinde bekletilen halk, bütün peygamberlerden, haklarında hüküm
verilmesinin başlaması için şefaat taleb edecekler, onlar ise hep bundan
kaçınacaklardır. Sıra Pey-gamberimiz'e gelecek ve bu hususta ancak O şefaat
edecektir, işte O'nun bu şefaati, şefaat-i uzma'sı olacaktır ve O'nun bu
şefaati bütün mahşer halkına (kâfirine, mü'minine...) şâmil bulunacaktır."
[230]
O'nun orada diğer
şefaatleri de olacaktır. Burada sırasiyle bunları da zikredelim. Şöyle ki:
Peygamberimiz
(s.a.v.), Şefaat-i Uzmâ'sından sonra, ikinci olarak, bâzı mü'minlerin hiç
hesaba çekilmeden doğruca cennete gitmeleri hakkında şefaat edecektir. Onlar
da doğruca cennete gideceklerdir. Sonra; kendileri ehl-i tevhîd ve ehl-i
îmândan oldukları halde bâzı günahlarla geldikleri için cehennem azabını
hakedenlerin, cehenneme girmeden cennete gönderilmeleri hakkında şefaat edecek,
O'nun bu şefaati de kabul edilecektir. Sonra, cennet ehlinin derecelerinin
yükseltilmesi hakkında şefaat edecektir ve onların dereceleri, bu şefaat
sayesinde yükseltilecektir." [231]
Yine Efendimiz'in bir
özelliği olarak, ebediyen cehennemde kalacak olan kâfirlerin azabının
hafiflemesi şeklinde de O'nun şefaati olacaktır. Keza müşriklerin sabî iken
ölmüş bulunan çocukları hakkında da şefaat edeceğine daîr rivayet bulunmaktadır.
Yüce Allah, Kerîm
Kitabında buyurur ki: "...Habibîm, böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama
ulaştırır." [232]
îmâm-ı Ahmed, Ebû
Hüreyre'den şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde de şöyle
buyurmuştur: "Ben, şüphesiz kıyamet günü insanların efendisiyim! Fakat
bunun hikmetini sizler biliyor musunuz?" Bunun tecellîsi şöyle olacaktır:
"Yüce Allah,
bütün insanları (evvelkileri ve sonrakileri), kıyamet günü bir sahrada (mahşer
yerinde) toplayacaktır. O gün Güneş, son derece yaklaşıp insanları hararet ve
ter içinde bırakacaktır. Bu sebeple insanlar, tahammüllerinin üstünde bir
sıkıntı ve şiddete mâruz kalacaktır, insanlardan bâzıları diyeceklerdir ki:
"Şu içinde bulunduğunuz hâli görüp dururken, buna bir çâre aramıyacak
mısınız? Bizlere kim şefaat edecek acaba? Bunu arayıp sormayacak
mısınız?" İşte bâzılarının bu sözü üzerine, bâzıları da: "O halde
atamız Adem'e gidip, ondan şefaatçi olmasını rica edelim!" diyecekler. Bu
suretle Adem'e gidecekler ve diyecekler ki:
"Ey Adem, sen
bütün beşerin babasının! Allah, seni eliyle yaratmış ve ruhundan sana üflemiş,
meleklerini de sana secde ettirmiştir. Sen Allah'ın bunca lütfuna mazhar olmuş
bir büyüğümüz olarak, bizim hakkımızda Allah'a şefaatçi oluver! îçinde
bulunduğumuz hâli ve ne duruma geldiğimizi görüyorsun..."
Adem'in onlara
vereceği cevap ise şöyle olacaktır: "Bugün Rabbi-miz, şimdiye kadar
gadaplanmadığı derecede gadaplı bulunuyor! Halbuki benim O'na karşı bâzı
kusurlarım olmuştur. O beni, cennetteki o ağaçtan yememem hakkında uyarmışken,
ben yiyip hata işledim. Bu sebeple bugün, kendimden başkasını düşünecek halde
değilim... En iyisi sizler, bir başkasına, meselâ beşerin ikinci atası
durumunda bulunan Nuh'a gidiniz!"
Bunun üzerine onlar da
Nuh'a gidecekler ve ona:
"Ey Nûh, sen,
resullerin ilkisin! Allah sana: "Çokça şükreden kulum!" demiştir.
Sen, bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi oluver! içinde bulunduğumuz sıkıntıyı
görüyor, biliyorsun!" diyecekler. Nuh'un onlara vereceği cevâb ise şöyle
olacakür: "Rabbim bugün son derece gadaphdır. Ben vaktiyle kavmim için
beddua etmiştim... Bu küsurumu hatırlayıp, burada sâdece kendimi
düşünebilmekteyim... Sizler en iyisi bir başkasına, ibrahim'e gidiniz... Belki
o size şefaatçi oluverir."
Nuh'tan bu cevâbı
alınca, doğruca ibrahim'e gidecekler ve diyecekler ki: "Ey îbrâhîm, sen,
hem Allah'ın nebisi, hem de halîli bulunuyorsun. .. içinde bulunduğumuz durumu
ve ne hâle geldiğimizi görmüyor musun? Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi
oluver." îbrâhîm de onlara şu cevabı verecektir: "Rabbim bu gün son
derece gadablıdırî Benim de Rabbim indinde bâzı kusurlarım olmuştur. [233]
Bugün ben dahî, kendimden başkasını düşünebilecek, mahşer halkına şefaat
edebilecek durumda değilim... Siz, en iyisi bir başkasına, Musa'ya gidiniz!
Belki o sizin için şefaatçi oluverir."
Onlar bunun üzerine
Musa'ya gidecek ve ona diyecekler ki: "Ey Mûsâ şüphesiz sen Allah'ın
resulüsün! Allah seni risâleti ve kelâmı ile seçip şereflendirmiş tir. Sen
olsun bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi ol; içinde bulunduğumuz hâli
görmüyor musun?" O da kendilerine şu karşılığı verecektir: "Bugün
Rabbim, misli görülmemiş ve görülmeyecek derecede gadablı bulunuyor. Ben
vaktiyle, emrolunmadığım halde bir nefsi öldürmek durumunda kalmıştım. Bu
yüzden bugün kendimden başkasını düşünecek ve başkalarına şefaat edecek durumda
değilim... En iyisi siz bir başkasına, İsa'ya gidiniz. Belki o size şefaatçi
olabilir. [234]
Mahşer halkını
temsîlen bir şefaatçi bulmak için çabalayan bu insanlar, Musa'dan da bu cevâbı
alınca doğruca îsâ'ya giderler ve ona derler ki: "Ey îsâ, bildiğimiz
kadarıyla sen Allah'ın Resulü ve Meryem'e ilkâ buyurduğu kelimesi ve ruhusun!
Daha beşikte iken insanlarla konuştun... Bizim hakkımızda Rabbimiz'e şefaatçi
ol! îçinde bulunduğumuz hâli ve bize ulaşan sıkıntı ve şiddeti görmüyor
musun?"
İsa'nın onlara
vereceği cevâb da şu olacaktır: "Bugün Rabbim, öylesine gadab etmiş
bulunuyor ki, bu derece şimdiye kadar hiç gadab etmemişti, şimdiden sonra da
etmez! Ben, Rabbim'in bu derece gadablı olduğu bir günde, kalkıp O'na kulları
hakkında şefaatçi olamam! Siz, en iyisi bir başkasına, Muhammed'e gidiniz!
Umarım ki sizin hakkınızda O şefaatçi olur."
işte onlar, bunun
üzerine bana gelirler ve derler ki: "Ey Muham-med, şüphesiz sen Allah'ın
resulü, peygamberlerin en sonuncususun! Allah senin gelmişini ve geçmişini
affetmiştir. Bugün bizler için Rabbi-miz indinde şefaatçi olmanı istiyoruz!
Bize ulaşan şiddeti ve içinde bulunduğumuz hâli görmüyor musun?" Ben de
onların bu mürâcatları üzerine yerimden kalkar, Arş'ın altına varır, derhal
secdeye kapanırım! Secdedeyken, Rabbim'in bana olan ilhamına ve feyzine göre
O'na hamd ü senalarda bulunurum.... Öylesine güzel ve müstesna bir şekilde hamd
ü sena ederim ki, böylesi bundan önce hiçbir kimseye nasîb olmamıştır. Ben, bu
şekilde hamd ü senaya devam ederken Rabbim bana seslenir ve derki:
"Ey Muhammed!
Başını secdeden kaldır ve iste! Bugün senin iste-' diklerin verilecek; şefaatte
bulun, şefaatin kabul edilecek." Ben de başımı secdeden kaldırıp
Rabbim'den ümmetimi ister, "Rabbim, ümmetim, ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim,
ümmetim! Ey Rabbim, ümmetim, ümmetim" diyerek inlerim. Bunun üzerine bana:
"Ey Muhammed, ümmetinden hesaba çekilmeyecek olanları al cennete
götür!" diye nida olunur. Ben de onları alıp cennete götürürüm. Onların,
istedikleri cennet kapısından cennete girme hakları bulunduğu halde, sağdaki
cennet kapısından girmeleri emredilir. Onlar da oradan cennete girerler."
"Ben, varlığım
kendi elinde bulunan Rabbim'e yemin ederim ki, cennet kapılarından birinde
bulunan iki kanadın büyüklüğü, Mekke'den Hecer arası kadar vardır."
(Buhâri ile Müslim'in
rivayet ettikleri uzun şefaat hadîsi de, buraya kadar olan kısmın sonrasına
âit şu bilgiyi içermektedir.)
"...Şefaatimin
kabul edildiği bildirildikten sonra, başımı secdeden kaldırırım. Bana,
ümmetimden muayyen bir kısmını cennete götürmem emredilir. Ben de onları
cennete sevkederim... Sonra ikinci defa, secde ettiğim makama gelip Rabbim'e
dua ve niyazda bulunurum. Rabbim, benim secdede kalmama izin verdiği kadar
secdede kalırım. Sonra bana buyurur ki: "Muhammed, başını secdeden kaldır!
Söyle, dediğin yerine getirilecek, iste, istediğin verilecek; şefaat et,
şefaatin kabul olunacaktır." Ben derhal başımı secdeden kaldırıp O'nun
bana öğrettiği şekilde O'na hamd ü senada bulunur, sonra şefaat ederim. Bana
yine, ümmetimden muayyen sayıda bir topluluğu cennete sevketmem için izin verilir.
Ben de onları cennete sevkederim. Sonra o makamıma üçüncü defa gelir secdeye
kapanırım. Rabbimin izin verdiği kadar secdede kalır, O'na hamd ü senada
bulunurum. Sonra bana denilir ki: "Muhammed, başını kaldır ve söyle!
Söylediğin yerine getirilecek, iste, estediğin verilecek, şefaat et, şefaatin
kabul olunacaktır. Ben de derhal başımı kaldırıp şefaat ederim. Bana yine
ümmetimden belli sayıda bir topluluk gösterilip onları cennete sevkeder,
tekrar makamıma gelir, dördüncü defa şefaatte bulunurum. Sonra da derim ki:
"Ey Rabbim, geride artık sâdece Kur'ân'm hapsedip alakoydukları
kalmıştır."
Peygamber (s.a.v.), bu
hususta ayrıca buyurmuşlardır ki: "Lâ ilahe illallah!" deyip de
kalbinde arpa dânesi kadar bir iyilik bulunan kimse, mutlaka cehennemden
çıkarılır! Bundan sonra da, "lâ ilahe illallah!" deyip de kalbinde
buğday danesi kadar hayır bulunan kimse, cehennemden çıkarılır. Bundan sonra
da, "la ilahe illallah" demiş ve kalbinde zerre kadar bir iyilik
bulundurmuş bulunan kimseler cehennemden çıkarılır." [235]
îmâm-ı Ahmed, Enes'ten
sahih senedle rivayet eder. îşte onun rivayet ettiği bu şefaat hadisinin
sonunda da şöyle denilmektedir:
"...Bu sırada
Yüce Allah Cebrail'e vahyeder ve der ki: "Muham-med'e git ve O'na de ki:
"Başını secdeden kaldır, iste, istediğin verilecek! Şefaat et, şefaatin
kabul edilecek." Ben de bunun üzerine şefaatte bulunacağım, her doksan
dokuz kişiden biri hakkında şefaat edeceğim... Tekrar tekrar şefaatte
bulunacağım... O kadar ümmetim hakkında şefaatte bulunacağım ki, nihayet
sonunda bana, Rabbim tarafından şöyle denilecektir:
"Ey Muhammed,
ümmetinden her kim, günün birinde "lâ ilahe illallah!" demiş ve bu
itikad üzere ölmüşse, onları cennete götür."
Yine Ahmed veEbû
YâlâîbniAbbas'tan rivayet ederler. Onların bu rivayetinde de, yukarıda gördüğümüz
uzun şefaat hadîsi anlatılmakla beraber, farklı olarak bunun baş tarafında
şöyle denilmektedir: "Her bir peygamberin, mutlaka kabul edilecek bir
duası vardır. Benden önceki peygamberler, bu dualarını dünyâda iken yapıp
geçmişlerdir. Ben ise duamı âhirette ümmetime şefaat etmek üzere saklamış
bulunuyorum." [236]
Buhârî'nin de tek
başına îbni Abbas'tan şöyle bir rivayeti var: "Kıyamet günü insanlar diz
çöküp otururlar. Her ümmet, kendi peygamberine tabî olur. Buna rağmen her bir
nebiden şefaat umarak: "Bize şefaat et, bize şefaat et!" diyerek
yalvarırlar. Nihayet onların mürâcatları Peygamber'de (s.a.v.) son bulur.
Peygamber Efendimiz de hepsine şâmil olmak üzere şefaat eder. îşte bu, İlgili
âyette belirtilen Makâm-ı Mahmûd'a Peygamber Efendimiz'in gönderilmesidir."
Bezzâr ve Beyhakî
Huzeyfe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: 'Yüce Allah, insanları mahşer
yerinde toplar. Orada hiçbir kimse konuşamaz, îlk çağrılan da peygamberimiz
olur. Peygamberimiz de derhal: "Buyur Rabbim! Emrin başım-gözüm üzerine!
Bütün iyilik senin elindedir, şer ise sana değildir. Hidâyete eren senin
hidayette kıldığındır, tşte kulun, senin huzûrundadır! Ancak sana sığınmış,
sana dayanmıştır. Kulun biliyor ve inanıyor ki, senin azabından kurtulmak için,
sana sığınmaktan başka hiçbir çâre de yoktur! Ey Rabbim, ne büyük, ne yücesin!
Ben seni her nevî kusur ve eksikliklerden tehzîh ederim! Beyt'in sahibi de
ancak Sensin!"
Peygamberimiz, işte bu
şekilde (ve yüce Allah'ın kendisine ilham ettiği veçhile) Allah'a hamd ü
senalarda bulunur. Bu sırada da şefaat etmesi için kendisine izin verilir. Bu
da, ilgili âyetin haber verdiği veçhile, Rabbinin O'na va'dettiği Makâm-ı
Mahmûd'dur.
îbni Ebû Asım'ın
Enes'ten rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyu-rulmuştur: "Ben, ümmetim
hakkında tekrar tekrar şefaat ederim. Rabbim de her defasında şefaatimi kabul
buyurur. En sonunda ben derim ki: "Ey Rabbim, beni "lâ îlâhe
illallah!" diyenler hakkında da şefaatçi kıl!" Rabbim bana der ki:
"Bu ne sana, ne
de başkalarına ait değil! İzzetim, celâlim ve rahmetim hakkı için, inanarak:
"Lâ ilahe illallah!" demiş hiç bir kulumu, cehennemde
bırakmayacağım!" [237]
Ahmed, Taberani,
Bezzar, Mûaz bin Cebel ile Ebû Musa'dan şöyle rivayet ederler: "Rabbim
beni, ümmetimin yarısını cennete koymak ile, onlar hakkında şefaatte bulunmam
arasında muhayyer bıraktı. Ben de ümmetim için şefaatçi olmayı seçtim. Bildim
ki, benim onlar için şefaatçi olmam, onlar için daha geniş ve daha hayırlı
olacaktır. Benim bu şefaatim, ümmetimden hiç bir şeyi Allah'a şirk koşmaksızın
ölmüş bulunanların hepsini içine alacaktır."
(Taberâni'nin Ebû
Hüreyre'den, Ebû Yâlâ'nm Avf bin Mâük'ten, Ahmed ile îbni Ebû Şeybe ve
Taberâni'nin Ebû Musa el-Eşari'den naklettikleri rivayetler de, aşağı yukarı
bu mealdedir.)
Müslim îbni Ömer'den
şöyle rivayet eder:Peygamber (s.a.u.), İbrahim (a.s.)'ın sözünü okudu: O
diyordu ki: "Kim bana uyarsa bendendir. Kim bana karşı gelirse, o da senin
rahmetine kalmıştır. Şüphesiz sen, bağışlayan ve esirgeyensin!" [238]
Sonra Peygamberimiz Isâ (a.s.)'m ümmeti hakkındaki kavlini okudu: O da diyordu
ki: "Eğer onlara azab edersen, onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan, şüphesiz sen daima üstünsün! Hikmet sahibisin!" [239]
Sonra mübarek ellerini semâya kaldırıp: "Ümmetim, ümmetim!" diyerek
inledi ve ağlamaya başladı. Bu sırada Cenâb-ı Hakk, Cebrail'i gönderip:
"Muhammed'e git, ümmeti hakkında kendisini razı edeceğimi kendisine
bildir" buyurdu. Cebrail de gelip bunu Peygamberimiz'e tebliğ etti."[240]
Bezzar ve Taberâni de
Ali 'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Ben,
ümmetim hakkında şefaat edeceğim, o kadar şefaat edeceğim ki, Rabbim bana:
"Yâ Muhammed, artık razı oldun mu?" diye seslenecektir. Ben de
diyeceğim ki: "Evet Rabbim, artık razı oldum!" [241]
îbni Ebû Şeybe, ve Ebâ
Yâlâ sahih bir senedle Enes'ten rivayet e-derler: Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurdu: "Ben, Rabbim'e niyaz edip insanların oyun yaşında iken vefat
etmiş bulunan sabilerini bana bağışlamasını diledim. Rabbim de bunları bana
bağışladı."
Allâme îbni Abdül-Berr
der ki: Bu hadiste işaret edilenler, akıl ve buluğ çağına ermeden vefat eden
çocuklardır. Bunların gerçekten işleri, oyun ve eğlence gibi olur. Çünkü henüz
onların akılları ermemektedir.
Ahmed, îbni Ebû Şeybe,
Hâkim ve Beyhaki Übeyy bin Ka'b'dan şöyle rivayet ederler: "Resûlüllah
(s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü, peygamberlerin imamı ve hatibi ben
olacağım! Şefaat sahibi de ben olacağım! Ben bunu, asla Övünmek için
söylemiyorum!" [242]
Darimi, Tirmizi veEbû
Nuaym îbniAbbas'tan şöyle rivayet ederler: "Peygamber Efendimiz'in ashabı
oturdular, O'nu bekliyorlardı. Bu bekleme sırasında kendi aralarında konuşmaya
başladılar. Bazıları: "Hayret edilecek bir iş! Allah, yarattığı kullan
arasında Halil (hâs dost) seçmiştir. İbrahim, Allah'ın Halilidir!" dedi.
Bazıları da: "Bu senin dediğin, Allah'ın Mûsâ ile konuşmasından daha mı
hayret edilecek bir şeydir?" dedi. Bir diğeri de: "Allah, isa'yı da
Rûhullah olarak seçmiştir" dedi. Bir başkası da: "Adem de
Safiyyullah'tır" diyerek konuştu, işte bu sırada Peygamber (s.a.v.) geldi
ve ashabına hitaben buyurdu ki: "Ben, sizlerin konuştuklarınızı duydum.
Evet, adını andığınız peygamberler dediğiniz gibidirler. Haberiniz olsun ki,
ben de Allah'ın Habibi bulunuyorum -ve bunu övünmek için söylemiyorum. Kıyamet
günü, Livâül-Hamd'i ben taşıyacağım. Adem ve diğerleri onun altında olacaklar,
ilk şefaat edip şefaati kabul edilen de ben olacağım. Cennet kapısının kilidini
ilk açacak olan da benim. Allah onu bana açacak, ben de fakir mü'minler yanımda
oldukları halde cennete gireceğim. Allah indinde, evvelkilerin ve sonrakilerin
en şereflisi benim! Övünmek yok!"
Ebû Nuaym îbni
Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirir:
"Ben, bütün ins ve cinne, beyaza siyaha peygamber olarak gönderildim!
Diğer peygamberlere yasak olan ganimetler, bana helal kılındı. Bütün yeryüzü
bana mescid ve tâhur kılındı. Bir aylık mesafedeki düşmanlarımın kalblerine
korku salındı. Bakara Sûresinin sonundaki âyetler bana, Arş'm hazinelerinden
verildi ve yalnız bana verildi. Aynı zamanda bana, Tevrat yerine yedi uzun sûre,
incil yerine âyet sayıları yüz civarında bulunan sûreler, Zebur yerine de Hâmîm
Sûreleri verildi. Ayrıca Mufassal Sûrelerle de seçkin kılındım."
"Dünyada ve
âhirette Adem oğullarının efendisi benim, övünmek yok! Kabrinden ilk kalkan
peygamber ben olacağım, ilk kalkan ümmet de benim ümmetim olacaktır. Övünmek
yok! Livâü'1-Hamd benim elimde bulunacak ve bütün peygamberler de onun altında
olacaktır, övünmek yok! Cennetin anahtarları da benim elimde olacaktır! Şefaat
de benimle başlıyacaktır, övünmek yok! Cennete ilk giren ben olacağım, ö-vünmek
yok! Ben, en önde olacağım, ümmetim de arkamda bulunacaktır."[243]
Peygamber'in (s.a.v.)
bazı özellikleri de şunlardır: O, sırattan ilk geçendir, cennetin kapısını ilk
çalacak olan ve ona ilk girecek olandır. Kendisinden sonra cennete girecek olan
ise, kızı Fatıma'dır. Fâtıma validemiz, her tarafını kuşatan nurlar içinde
cennete giderken, mahşer halkına gözlerini yummaları söylenecek, o da böylece
sırattan geçip cennete girecektir.
Buhari ve Müslim Ebû
Hüreyre'den naklederek, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirirler:
"Cehennem üzerine köprü kurulur, bu köprüden (sırattan) ilk geçen ben
olurum!"
Müslim Enes'ten
rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), bir hadislerinde: "Cennetin
kapısını ilk olarak ben çalacağım" buyurdu.
Yine Müslim Enes'ten
rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle dediğini bildirmiştir: "Kıyamet günü
ben, cennetin kapısına varıp açılmasını isteyeceğim. Kapıdaki vazifeli melek:
"Sen kimsin?" diyecek. Ben de:
"Muhammed'im"
diyeceğim. Melek de: "Ben de zaten Senden başkasına kapıyı açmamakla
emrolunmuştum" diyecektir." [244]
Beyhaki ve Ebû
Nuaym'ın Enes'ten olan rivayetleri de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Kıyamet günü, kabrinden ilk kalkan ben olacağım! Bana Livâü'1-Hamd adlı
sancak verilecek, övünmek yok! O günün efendisi ben olacağım! Övünmek yok!
Cennete ilk giren de ben o-lacağım, övünmek yok! Şükretmek var."
Taberâni'nin güzel bir
senedle Ömer bin el-Hattab'dan rivayetine göre de Peygamber (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur: "Ben cennete girinceye kadar diğer peygamberlere, benim
ümmetim girinceye kadar da diğer ümmetlere cennete girmek yasaktır!"
(Yine Taberâni, îbni
Abbas'tan da bunun bir benzerini rivayet etmiştir.)
Ebû Nuaym'ın Ebû
Hüreyre'den rivayetine göre, Resûlüllah (s.a.v.) bir hadislerinde de şöyle
buyurmuştur: "ilk cennete girecek olan benim, Övünmek yok! Cennette benim
yanıma ilk gelecek olan da kızım Fatıma olacaktır. Onun bu ümmetteki yeri,
Meryem'in İsrail oğulları ümmetin-deki yeri gibidir."[245]
Yüce Allah, Kerim
kitabında şöyle buyurur: "Biz sana Kevser'i verdik." [247]
Ebû Nuaym îbni
Abbas'tan rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder:
"Bana bazı Özellikler verilmiştir. Ben bunları övünerek söylemiyorum!
Benim gelmişim ve geçmişim bağışlanmıştır. Ümmetim, en hayırlı ümmet
kılınmıştır. Bana Cevâmiü'l-Kelim verilmiştir. Düşmanlarıma korku salınarak
bana yardım edilmiştir. Yeryüzünün tamamı benim için mescid ve tahûr
kılınmıştır ve bana Kevser verilmiştir. Onun kâseleri, yıldızlar
kadardır," [248]
Müslim İbni Ömer'den
rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Müezzin ezan
okurken, siz de onun dediklerini aynen deyiniz! Ezan bittikten sonra bana salât
ü selâm getiriniz. Sonra benim için Allah'tan Vesileyi isteyiniz. Vesile,
cennette bir mertebedir ve Allah'ın kullarından sadece birine layıktır. O kulun
ben olacağımı umuyorum. Benim için Vesileyi dua edip isteyene cennet helâl
olur."
Darimi, "Sapık
Cehmiye Mezhebini Red" diye isimlendirdiği kitabında, Ubâde bin Sâmit'ten
rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yüce
Allah, kiyamet günü beni, Naim cennetinin en yüksek makamına yükseltecektir.
Benim yukarımda, Arşı taşıyan meleklerden başka kimse olmayacaktır."
Beyhaki de Ümmü
Belemeden rivayetle şu hadisi bildirir: "Minberimin ayakları, yarın
cennette makamımın merdiveni olacaktır."
(Hâkim de bunun bir
benzerini Ebû Vâkıd el-Leysi'den rivayet etmiştir.)
îbni Sa'd da şu hadisi
Ebû Hüreyre'den rivayet eder. Onun bu nakline göre Peygamber (s.a. v.) şöyle
buyurmuştur: "Benim şu minberim, yarın cennette yüksek bahçelerden bir
bahçe olacaktır."
Buhari ile Müslim de
ittifak halinde Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber'in (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu bildirirler: "Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir
bahçedir!"
Evet, Peygamber'in
(s.a.v.) özelliklerinden bazıları da şunlardır: O'nun ümmeti dünyada sonra
gelip ahirette öne geçmiştir. Önce O'nun ümmetinin hükmü verilecektir. Ümmet-i
Muhammed, Mevkıfta iken, yüksek bir yerde bekleyecektir. Oraya abdest azaları
nur gibi parlar bir vaziyette gelecektir. Ummet-i Muhammed'in azabı dünyada
iken verilip âhirete tertemiz geleceklerdir. Kalan azabları olmuşsa, onu da
kabirde çekip âhirete öylece geleceklerdir. Onlar, kabirlerine günahla
girerler, kabirlerinden günahsız olarak çıkarlar. Günahlarının böylece bağışlanmasına,
mümin kardeşlerinin istiğfarı da çok hayırlı bir vesile olmaktadır. Onların
kitapları sağından verilir, onlar mahşer yerine gelirken ve sırattan geçerken,
sabi çocukları ve
nurları önlerinde giderler.
Simalarında yaptıkları
secdelerin eseri görülür. Nurları, peygamberlerin nurları gibi çift olur.
Sevabları mizanda çok ağır gelir. Onlar öyle bir ümmettir ki, hem kendi
yaptıklarının, hem de kendileri adına yapılanların sevabına nail olurlar.
Diğer ümmetler ise böyle değildir."
Bu ümmetin nurlarının
önlerinde gideceği ve çift olacağı ve abdest azalarının nur gibi parlayacağı
hakkındaki hadis, Peygamber Efendi-miz'in adının Tevrat ve İncil'de geçtiğine
dair olan bölümde anlatılmıştır. Şimdi burada diğer hadisleri görelim:
îbni Mâce (daha
doğrusu Buhari ve Müslim), Ebû Hüreyre ve Hu-zeyfe'den şöyle rivayet eder:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Biz, dünya ehli
olarak sonra gelmişiz, fakat ahiret ehli olarak öne geçmişizdir! Bütün mahşer
halkından önce, benim ümmetimin işi görülüp hükmü verilecektir."
Hâkim sahihtir
kaydiyle Abdullah bin Selâm'dan nakleder. O şöyle der: "Kıyamet günü
olduğu zaman, Yüce Allah kullarını ümmet ümmet ve peygamber peygamber sevkeder.
Peygamberimiz ve onun ümmeti de tam merkezde yerlerini alırlar. Derken cehennem
üzerine sırat kurulur. Biri nida eder ve: "Ahmed-i Muhammed \e O'nun
ümmeti nerededir?" der. Peygamberimiz ve O'nun peşi sıra ümmeti kalkar,
iyisi ve kötüsü hep O'nu takib ederler. Derken sırat üzerine gelirler, tşte bu
sırada O'nun düşmanlarının gözleri Allah tarafından görmez olur. Sıratın sağından
ve solundan aşağıya, yani cehenneme düşerler. Peygamber (s.a.v.) ve O'nun
ümmetinden iyiler kurtulurlar. Melekler de O'nunla beraber giderler ve adım
adım O'nu ve ümmetini cennetteki yerlerine götürürler. Sonra nida eden:
"îsâ ve O'nun ümmeti nerededir?" diye onları çağırır." [249]
îbni Cerir ve îbni
Merdûye Câbir bin Abdullah'tan rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber
(s.a.v.) buyurdu: "Ben ve ümmetim kıyamet günü, yüksek bir tepenin
üzerinde bulunacağız. Diğer mahşer halkı bizden aşağıda bulunacaklar ve bizden
olmayı çok arzu edecekler. Kavmi tarafından yalanlanmış bulunan her bir peygambere
de biz mahşerde şahidlik yapacağız. "Evet, Rabbimiz, o senin risaletini
kavmine tebliğ etti" diyeceğiz."
Ahmed Ka'b bin
Malik'ten nakleder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"însanlar mahşer yerine toplandıkları zaman, ben ve ümmetim yüksek bir
yerde bulunuruz. Sonra Rabbimin emriyle ben, yeşil bir hülle giyerim. Sonra
bana izin verilir. Ben de Allanın bana ilham ettiği ve hakkımda dilediği
şekilde O'na hamd ü senada bulunurum ve şefaat ederim, işte bu, bana verilen
Makâm-ı Mahmûd'tur."
Buhari ve Müslim Ebû
Hüreyre'den rivayet ederler. O şöyle demiştin: Peygamber (s.a.v.) bir
hadisinde şöyle buyurdular: "Kıyamet günü benim ümmetim, bütün abdest
azaları nur gibi parlar bir vaziyette davet olunacaktır."
Ayrıca Müslim
Kuzeyfe'den rivayetle şu hadisi bildirir: "Benim havzım, Aden ile Eyle
arasından daha uzundur. Ümmetimden olmayanları orada rahatlıkla
ayırırım." Ashab sordu: "Ey Allah'ın Resulü, sen bizi orada nasıl
tanıyacaksın?" Resûlüllah cavap verdi: "Havzmın başında durup
develerini sulayan bir adam, yabancı develeri nasıl tanıyıp ayırırsa, öylece
tanır ve ayırırım. Hem orada sizlerin abdest azaları nur gibi parlayacağı için,
bu gayet kolay olacaktır."
Ahmed ve Bezzâr
Ebud-Derdâ'dan rivayet ederler. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet
günü, şefaatte bulunması için secde etmesine ilk izin verilecek olan, şefaati
kabul edilip başını secdeden ilk kaldıracak olan şüphesiz benim! Baktığımda,
ümmetimi de diğer ümmetler arasında tanırım. Kimi ön tarafımda, kimi arkamda,
kimi \sağımda, kimileri de solumda yer almış olarak onları görürüm." Bu sırada
biri: "Ümmetini nasıl tanırsın, ey Allah'ın Resulü?" diye sordu.
Resûlüllah da şu cevabı verdi: "Onların abdest azaları nur gibi parlak
olacaktır! Bu alamet diğer ümmetlerde bulunmayacaktır. Aynı zamanda kitapları
(amel defterleri) de sağ ellerinde olacak, sabi iken ölmüş çocukları ve
nurları da önlerinde bulunacaktır."
(Yine Ahmed, sahih bir
senedle Ebû Zerr'den de bu mealde bir hadis rivayet eder. Onun bu rivayetinin
sonunda ise, sâdece, "nurları da önlerinde bulunacaktır"
buyurulmuştur.)
Taberâni'nin
el-Evsat'ında Enes'ten rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir! Hepsine merhamet olunmuştur. Bunun
için, ümmetim kabrine günahıyla girer, fakat günahlarından temizlenmiş olarak
kabrinden çıkar! Mü'min kardeşlerinin kendileri hakkındaki istiğfarları
sebebiyle, bu günahlarından temizlenmiş olurlar." [250]
Ahmed'in Aişe
tarikiyle rivayet ettiği hadisde ise şöyle buyurul-maktadır: "Kıyamet günü
hesaba çekilen müslüman, bağışlanmış olur. Zira müslümanlardan her biri,
amelinin karşılığını (cezasını) kabrinde görmüş olur."
Hâkimi Tirmizi de bu
konuda şu açıklamayı yapar: "Mü'min'in kabrinde hesaba çekilmesi, yarın
ahiretteki mevkıfta fazla sıkıntı çekmemesi içindir. Kabrinde azâb görmesi de,
günahlarından temizlenmiş olarak kabrinden çıkması içindir."
Taberâni, sahihtir
kaydıyla Hakim, Abdullah bin Yezid'den şu rivayeti naklederler: O şöyle
demiştir: Ben Resûlüllah'ın (s.a.v.): "Bu ümmetin azabı, dünyadadır"
buyurduğunu işittim."
îbni Mâce ve Bey haki
Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Şu ümmet, merhamet olunmuş bir ümmettir. Onun azabı, kendi dindendir.
Kıyamet günü olunca, müslü-manlardan her bir adamın yerine müşriklerden biri
cehenneme gönderilir ve o müslümana: "işte senin yerine cehenneme giren
adam budur!" denilir."
El-Esbehani'nin
Leys'ten rivayeti de şöyledir: "Isâ bin Meryem, bir konuşması sırasında
demiştir ki: "Ümmet-i Muhammed, Mizanda sevabı en ağır gelecek olan
ümmettir! Zira onların dilleri, müslümanlığın en büyük alâmeti ve esası bulunan
lâ ilahe illallah kelime-i tevhidini çokça söylemeye, çok müsait bulunmuştur.
Bu sayede, kendinden önceki ümmetlerden daha fazla sevap kazanmışlardır."
îbni Ebû Hatim, îkrime'den
nakleder. O şöyle der: "Yüce Allah'ın kitabındaki: "insan için ancak
çalışıp kazandığı vardır!" [251]
anlamına gelen âyeti; ibrahim'in suhufunda ve Musa'nın suhufunda böyle olduğunu
bildirir. Bu ümmette ise, kişi hem çalışıp kendisinin kazandığının mükafatını,
hem de kendisi için başkaları tarafıdan yapılanların mükafatını
görecektir." [252]
Birinci ve üçüncü
hususlarla ilgili hadisler, az Önce geçmiş bulunmaktadır, ikinci hususla
ilgili hadis ise, Isrâ ve Mirâc bölümünde îbni Mes'ud hadisi olarak geçmiştir.[253]
Şeyh îzzüddîn bin
Abdüsselâm der ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendi-mîz'in kendisine verilmiş
bulunan büyük özelliklerden biri de, O'nun ümmetinden yetmiş bin kişilik bir
cemâatin, hiç hesaba çekilmeksizin doğruca cennete girecek olmasıdır. Bu, başka
peygamberlerden herhangi birisi için sabit değildir."
Buharî ve Müslim, îbni
Abbas'tan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) birgün bizim yanımıza
geldi ve bize şunu haber verdi: "Bana, ümmetler arz olundu. Bir peygamber
arz edildi (gösterildi) ya-' nmda ümmeti olarak bir kişi vardı. Diğer bir
peygamberin de ümmeti iki kişiydi. Öyle peygamber gördüm ki, hiç ümmeti
yoktu... (Zira peygamberliğini tebliğ ettiği kavimden hiç kimse ona
inanmamıştı...) Yine bir peygamber gösterildi, yanında on kadar ümmeti
vardı.... Derken, ümmeti çok kalabalık olan bir peygamber, yanımdan geçirildi.
Baktım, çok sayıda bir ümmet ve ben onlann, benim ümmetim olmasını arzu
ettim... Bana denildi ki: "Bu, Musa ve onun ümmetidir." Sonra bana,
"bak" diye emredildi. Baktım, o kadar kalabalık bir ümmet gördüm ki,
bütün ufku kaplamıştı... Bana yine: "Şu tarafa, bu tarafa da bak"
diye emredildi. Baktığımda, gerçekten her tarafı kaplamış bir kalabalık gördüm.
Sonra bana yine denildi ki: "Bu gördüğün büyük topluluk, senin ümmetindir!
Onlara ilâveten yetmiş bin kişilik bir topluluk daha vardır. Hiç hesaba
çekilmeden cennete gireceklerdir." [254]
Tirmizî'nin hasendir
kaydiyle Ebû Ümâme'den rivayet ettiği hadîs ise, şu anlamdadır: "Rabbim
bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati hiç hesaba çekmeksizin cennete
göndereceğini va'd buyurdu. Onlara, bir azâb dahî yoktur. Onlardan her birinin
arkasında da, yetmiş bin kişilik bir topluluk daha bulunacak ve bunlar da,
hesâbsız ve azâbsız cennete gideceklerdir. Ayrıca Rabbim, üç büyük cemâati
daha, kendisi cennete gönderecektir."
Taberânî ve Bey haki
Ömer bin Hazm'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Rabbim bana, ümmetimden yetmiş bin kişilik bir cemâati, hesâbsız ve
azâbsız cennete koyacağım va'd buyurdu. Ben bunun artırılmasını istedim. Rabbim
de bu isteğimi kabul etti ve yetmiş binden her birinin arkasında bir yetmiş bin
daha olmak üzere cennete gördermeyi kabul etti. Ben bunun üzerine:
"Rabbim, benim ümmetimin sayısı bu kadar olacak mı?" dedim. Rabbim
de: "Ben, senin için onları bu sayaya ikmal edeceğim" buyurdu.[255]
Şeyh îzzüddtn bin
Abdüsselâm der ki: "Peygamber'in (s.a.v.) özelliklerinden biri de, yüce
Allah'ın O'nun ümmetini adaletli hâkimler makamında kılması ve ümmetinin hesâb
gününde, insanlar üzerinde şahitlik yaparak onlara gönderilen peygamberlerin,
teblîğ vazifelerini tastamam yaptıklarına dâir hüküm vermeleridir. Halbuki
böyle bir ö-zellik, diğer peygamberler de bile bulunmamaktadır."
Bilindiği gibi, Yüce
Allah bir âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Böylece sizi orta (adaletli) bir
ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, peygamber de size şahit
olsun..." [256]
Buharı, Tirmizİ ve
Nesâî Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayet eder. O şöyle demiştir: "Resûlüllah
(s.a.v.) buyurdu: "Nûh (a.s.) kıyamet günü çağrılır ve: "Tebliğ ettin
mi?" denilir, O da: "Evet" der. Ümmeti çağırılıp: "Nûh size
tebliğ etti mi?" diye sorulur. Onlar da: "Bize kimse gelmedi, kimse
birşey tebliğ etmedi!" derler. Bunun üzerine Nuh'a denilir ki: "Sana
şahitlik yapacak var mı?" O da: "Bana, Muhammed ve O'nun ümmeti
şahitlik yapacaktır!" der. işte bu, yukarıda mealini gördüğümüz âyetin,
haber verdiği şeydir. Siz de bunun üzerine çağırılır ve Nûh (a.s.)'ın, Allah'ın
risâletini kavmine tebliğ ettiğine dâir şahitlik edersiniz..."
Ahmed, Nesâî ve
Beyhakî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den rivayetleri ise şöyledir: Peygamberimiz
(s.a.v.) buyurdu: "Kıyamet günü bir peygamber getirilir, yanında bir kişi
bulunur. Peygamber gelir; yanında iki kişi bulunur. Bâzılarının ise daha çok...
O peygamberlere: "Tebliğ ettin mi?" diye sorulur. Onlar da
cevaplarında: "Evet" derler. Kavimleri çağrılıp sorulur: "Bu
size tebliğ etti mi?" diye. Onlar: "Hayır tebliğ etmedi" derler.
Peygamberlere: "Peki size şahitlik yapacak kimdir?" denilir. Onlar
da: "Ümmet-i Muhammed" derler.
Bunun üzerine Ümmet-i Muhammed
çağırılır, onların tebliğ ettiklerine şahitlik ederler. Sonra onlara hitaben:
"Siz, bu peygamberin tebliğ ettiğini nereden biliyorsunuz?" diye
sorulur. Onlar da derler ki: "Bizim Peygamberimiz bize bir kitab getirdi.
Bu kitab da sizlere, çeşitli âyetleriyle bu peygamberlerin tebliğ ettiklerini
haber verdi. Biz de hiç tereddüt etmeden bu kitâb'm (Kur'ân'm) bu haberini dahî
aynen inanıp tasdik ettik." Onların bu cevâbı üzerine de kendilerine
denilir ki: "Evet, sizler gerçekten doğru söylüyorsunuz!" îşte bu:
"Böylece biz sizi bir orta ümmet kıldık" mealindeki âyet-i celîlenin
haber verdiği hakikattir. Bu âyetin söylediği Ümmet-i Vasat'ın mânâsı da,
adaletli, faziletli ümmet demektir."[257]
Evet, Peygamberimiz'in
bir özelliği de, ümmeti için cehennem ateşinin, ancak hamam harareti kadar
olacağını bildirmiş olmasıdır. Ta-berânî, el-Evsat'mda Ebû Bekir'den rivayette
Peygamber'in (s.a.v.) şöyle buyurduğunu bildirmektedir: "Cehennemin
ümmetim üzerine olan harareti, ancak hamam harareti kadar olacaktır."[258]
[1] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/353.
[2] Bunun manası: Allah'ın ilminde ve her şeye sebkat eden
Kader-i İlâhisinde böylece yazılı ve sabit oluşudur. Yoksa bedenen ve frtraten,
hepsinden önce yaratılmış olması manasında değildir. Rivayetlerin delâlet
ettiği mânâ da budur.
[3] Bunu sağlam bir delile dayanmadan söylemek zor olsa
gerekir. Böyle bir delil ise yoktur. İlgili âyet-i kerimeden anlaşıldığına
göre; "Evet, Rabbimiz'sin" ikrarı; aynı anda ve bütün ruhlar
tarafından verilmiştir. Herhangi birinde bir gecikme ve te'hir olmamıştır. Bir
imtihan evi olan şu dünyamızda bu ikrarını bozanlar ise, hüsrana düşmüştür.
[4] İmam-ı Sağâni'ye göre, bu rivayet mevzudur.
[5] Ezan, Peygamberimiz'in ve O'nun ümmetinin büyük bir
özelliğidir. Bu, Adem zamanında yoktu. Allah'ın bazı melekleri ise, O'na salat
ü selâm ederler. (İlgili âyetin bildirdiği de budur.)
[6] Bu dahi, âyetle sabittir ve O'nun büyük özelliklerinden
biridir.
[7] Bu O'nun peygamber olarak gönderilişi (biseti)
sebebiyle olmuştur
[8] Melekler değil, bulutlar O'nu gölgelendirmiştir
[9] Hiç şüphesiz o, bütün insanların akılca en ileri ve
kuvvetli olanı idi
[10] Necm Sûresinin âyetleri buna delâlet etmektedir.
Bunlar, ittifakla sabit olan hususlardır.
[11] O gece, peygamberin ruhları, kendilerinin cesedlerine
benzer birer cesede bürünerek gelmişlerdir. Yoksa dirilip de kabirlerinden
kalkmış değiler.
[12] . Ebû Zerr
hadisinde olduğu gibi, Mirac'ta Nuru Hicâb'ı görmüştür. Rabbini görmesi,
gözleriyle değil, kalbiyle olmuştur. Nitekim İbni Abbas hadisi de buna delâlet
etmektedir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/353-355.
[13] İsra suresi, 88
[14] Hıcr suresi, 9
[15] Fussılet suresi, 41
[16] Fussılet suresi, 42
[17] Nahl suresi, 89
[18] Neml suresi, 76
[19] Kamer suresi, 17
[20] İsra suresi, 106
[21] Furkan suresi, 32
[22] Furkan suresi, 33
[23] Yahya bin Eksem, fakih, edib bir zat olup Basra
kadılığı yapmıştır. Sonra Bağdat baş kadısı olmuş, halife Me'mûn'la birlikte
çalışmıştır. Mütevekkil onu azletmiş, hac dönüşü Rabze'de vefat etmiştir.
[24] Maide suresi, 44
[25] Hicr suresi, 9
[26] Müslümanlar olarak bunda hiç şüpheniz olmasın! Zira
bunca sinsi ve menfi çalışmalara rağmen Yüce Allah Kitabı'nı korumaktadır ve
de koruyacaktır! Gerek Siyonizm, gerek
emperyalizm, bütün gücüyle Kur'ân'a karşı çalışmakta, takat bir netice elde
edememektedir. İşte bütün bu düşmanlıklara rağmen, Kitabımız, hiç birtahrîfe
uğramadan, dimdik ayakta ve nazil olduğu günkü tazelik ve asliyetiyle
ortadadır! Gün gelip Allah'ın onu mus-haflardan
ve kalblerden çıkarıp
kaldıracağı zamana kadar
da böylece kalacaktır, inşallah!...
[27] Elbette Kur'ân; ulûm ve meârifin, ahkâm ve mevâizın,
âdâb ve kanunların, hüccet ve burhanların cümlesini câmî olan bir kitaptır!
Allah O'nu, çeşitli dertlerimizin dermanı, gönüllerimizin bahân kılsın! (Amîn!)
[28] Bâzıları bunu, bir isim zikretmeksizin ve ilaveli
olarak: "Kur'ân'ın mânasını da Fâtiha'da; Fatiha'nın mânâsını Besmele'de,
Besmele'nin mânâsını onun "B" harfinde toplamıştır" demiştir.
Bâzıları ise, bununla da yetinmeyip: "Bu B harfinin mânâsını da, bu harfin
altındaki noktada toplamıştır" demiştir ki, bu asla doğru olmaz! (M.)
Mecâlisüs-Seniyye, 3, İmâm-ı Füşenî, Mısır. 1315)
[29] Hâkim bunu, Îbni Mes'ûd'tan merfû plarak rivayet
etmiştir. Fakat aslında mevkuf (yânî bir sahâbî sözü) de olabilir.
[30] Kur'ân'ın "yedi harf üzerine nazil
olmasının" meşhur kavle göre mânâsı; çeşitli kabilelerin muhtelif
lehçeleri olması ve her kabîlenin kendi lehçesine göre okumasıdır. Bu, gerek
Resûlüllah'ın, gerekse ilk İki halîfesinin zamanında bilinen ve devam eden bir
husustu... Osman zamanında ise, Huzeyfe gelip insanların bir lehçe üzerinde
birleştirilmesini, böylece bâzı kıraat ihtilâflarının bertaraf edilmesini
teklîf etti. Osman (r.a.) de, bir heyet toplayarak böyle bir çalışmanın
yapılmasını emretti. Ashabın kurrâsı da çalışıp Kur'ân'ı bir kıraat vechi üzere
yazdılar. Diğer kıraat vechlerini ihtiva eden sahîfeler imha edildi. Mus-haf-ı
Şerîf çoğaltılarak, diğer islâm merkezlerine de birer nüsha gönderildi. Böylece
kıraat (okuyuş) farkından doğan ve büyümesinden korkulan fitne de Önlenmiş
oldu.
(Nitekim Efendimizin sağlığında Übeyy bin Ka'b gibi bir sahâbî bile bu
hususta fitneye düşeyazmıştı. İslâm'ın ilk günlerinde sırf Ümmet-i Muhammed'e
bir kolaylık olsun diye istenilen ve izin verilen bu hususu, Übeyy bin Ka'b;
kendi tabiriyle o kadar yadırgamış ve böyle bir şeyi İlk defa gördüğünde
öylesine sarsılmış, öylesine bir şek ve tereddüde mâruz kaim ıştır ki; kıraat
ihtilâfına düşen iki sahâbiden her ikisine de Resûl-i Ekrem'in: "Evet
güzel okudunuz" buyurmasıyla câhiliye zamanından daha beter bir hâle
düşmüştü... Fakat Peygamberim iz'in mübarek eliyle göğsünü sıvaması ve onun
hakkındaki duası üzerine; kalbine hücum eden bütün şek ve tereddüdler, zail
olup gitmişti... İşte Hz. Osman'ın (r.a.) emriyle yapılan çalışmalar sonunda,
bâzı müslümanları fitneye düşürmesinden korkulan bâzı okuyuş farkları
kaldırılıp bire indirilmiş, mushaflar da bu şekilde yazıya alınmıştır...)
(El-Hasâsiu'l-Kübrâ, 2/285-Beyrut, 1405)
[31] Bu kelime (çok asırlarca Önceleri Rumca'dan gelip
Arapça'ya karışmış bir kelime olsa bile...) Kur'ândaki hâli ve şekliyle,
şüphesiz hâlis Arapça olan bir kelimedir. Artık onun Rumca veya Farsça olduğunu
söylemek mümkün değildir. Sonra bu gibi hususlarda Vehb bin Münebbih'e ve
benzerlerine itimâd etmek de, doğru olmaz. Nitekim bunu, bu şekilde kabul etmiş
ve tefsîrinde nakletmiş herhangi büyük bir müfessir de olmasa gerek...
Kur'ân'ın; kendisinin de açıkça beyân ettiği gibi, açık bir Arapça ile nazil
olduğunda, herhangi bir mü'minin asla şüphesi yoktur.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/356-360.
[32] Evet Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; sâhib bulunduğu
faziletleri ve mekârim-i ahlâkı bakımından, diğer peygamberlere verilmiş
bulunanların tamâmını kendisinde toplamış durumdadır. Bunda hiç şüphe yoktur.
Fakat mucizelere gelince: Allah'ın bu husustaki âdeti ve kânunu öyledir ki, her
bir peygamberin mucizesini o peygamberin kavmi içinde mevcûd ve meşhur bulunan
şey cinsinden kılmıştır. Mûsâ (a.s.)'ın
asası gibi ki, kavminin sihirbazlarını mağlûb etmiştir. Isâ (a.s.)'ın
mucizeleri ki, kavminin meşhur tabiblerinİ âciz bırakmıştır. Peygamberimiz'e
verilen Kur'an mucizesi ki, bu da kavmi içinde meşhur ve çok yaygın bulunan
fesahat ve belagat cinsinden olmuştur ve kavminin bütün fasîh ve beliğlerini
âciz bırakıp şaşkına çevirmiştir. Yoksa, bütün peygamberlerin mucizelerinin
Peygamberimize verilmiş olduğunu iddia etmek; doğru ve makbul bir söz
değildir.
[33] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/360-361.
[34] Ahzab suresi, 40
[35] Maide suresi, 48
[36] Tevbe suresi, 33
[37] İmâm-ı Ahmed'in rivayetine göre de Abdullah bin Sabit
şöyle anlatmıştır: "Ömer, Peygamberimiz'e gelip, Kurayza'lı bir yahûdî
dostundan yazdığı bâzı notları okumak istedi. Peygamberimiz'in derhal rengi
attı. Ben Ömer'e: "Görmüyor musun, Peygamberimiz'in rengi değişti?"
dedim. Ömer de bunun üzerine derhal: "Ben, rab olarak Allah'a, dîn olarak
İslama, peygamber olarak da Muhammed'e inanıp razı oldum!" dedi. Bunun
üzerine de Peygamberimiz'in rengi düzeldi ve mesrur oldu ve şöyle buyurdu:
"Varlığım elinde olana yemin ederim ki, eğer Mûsâ aranızda olsa, siz de beni
bırakıp ona uysanız, muhakkak sapıtmış olurdunuz! Siz benim ümmetim, ben de
sizin peygam berin izim!"
Câbir'den olan rivayete göre, Peygamberimiz bu sözünü şöyle
tamamlamışlardır: "Siz, ehl-i kitaba bir şay sormayınız! Onlar hidâyette
değildir ki sizi hidâyete sevketsİnler! Onlara inanırsanız, ya hakkı inkâr, ya
da bâtılı tasdîk etmiş olursunuz. Vallahi Mûsâ hayatta olsa, ona helal olan
sâdece bana uymak olurdu!" Diğer bir rivayette ise: "Mûsâ ve Isâ
hayatta olsa ar. onlara düsen bana uvmak olurdu" buvurulmustur.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/362.
[38] Bakara suresi, 106
[39] Yahûdîlere veya diğer ümmetlere gelen nesihler ise,
bir diğer peygamber göndermek suretiyle olurdu. Nitekim bu durumu Isâ (a.s.)'ın
dilinden haber veren ayette şöyle buyurulmuştur: "Ben, benden önce gelen
Tevrat'ı doğrulayıcı olarak, size haram kılınan bâzı şeyleri helal yapayım diye
gönderildim..." (Al-i İmrân, 50)
Buna rağmen bâzılarının Kur"an'da nâsih ve mensûh bulunduğunu kabul
etmemelerine aldırmamak gerekir. Nitekim Ebû Müslim el-!sfehânî gibiler
böyledir. Zira Kur'ân'da, nâsih ve mensûh bulunduğuna dâir sarîh âyetler
vardır: İşte Bakara Sûresi âyet 187 ki meâlen: "Oruç gecesi kadınlarınıza
yaklaşmak size helâl kılındı. Artık onlara yaklaşabilirsiniz." Keza:
Enfâl Sûresinin 66. âyeti ki: "Şimdi Allah sizden yükü hafifletti. Sizde
za'f bulunduğunu bildi" meâlindedir. Keza: Mücâdele Sûresi 13. âyeti ile,
Müzzemil Sûresi 20. âyeti de bu hususta açık delillerdir. Bundan dolayı, neshi
inkâr edenlerin mezhebi yanlıştır, bâtıldır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/363.
[40] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/363.
[41] Sebe’ suresi, 28
[42] Furkan suresi, 1
[43] Burada zikri geçen ve Peygamberİmiz'e verilmiş bulunan
Kevser, cennette bir nehirdir ve onun suyu; sütten beyaz, baldan da tatlıdır,
iki büyük oluğu vardır ve buradan Havz'a akmaktadır. Peygamberimiz'in bu
havzından bir deîâ İçenler ise, ebediyen bir daha susuzluk nedir
bilmeyeceklerdir.
Makâm-ı Mahmûd
hakkındaki sahîh tefsîr ise, bunun, Peygamber Efendimizin cümle mahşer halkı
İçin yapacağı Şefâat-i Uzmâsı olduğudur. Ancak bu şefaatten sonradır ki, halk
Mahşer yerindeki bekleme yerinden kurtulup hesab yerine gidebileceklerdir.
Yine sahih hadîsde
bildirildiği gibi, kabrinden ilk kalkacak olan kişi de Peygamberimiz olacaktır.
Ancak bu sırada Peygamberimiz, Mûsâ (a.s.)'ı Arş'ın direğine tutmuş vaziyette
görecektir. Bu hususta kendileri: "Bilmiyorum, kabrinden benden evvel mi
kalkmış, yoksa Tûr'daki bayılıp kendinden geçmesine bir mükâfat olarak mı
buradadır" buyurmuştur.
Hesaba çekilmeden cennete sevkedilen bu yetmiş bin kişiden her bin
kişinin arkasında da bir yetmiş bin kişinin daha bulunacağı da sahih hadîsle
bildirilmiş bulunmaktadır
[44] Enbiya suresi, 29
[45] Fetih suresi, 1-2
[46] İbrahim suresi, 4
[47] Sebe' suresi, 28
[48] Cennet ehlinin yüz yirmi saf olacağı ve bunun
sekseninin ise bu ümmetten olacağı vârid olmuştur. (Yâni Cennet ehlinin üçte
ikisi...)
[49] Hattâ yanında ümmeti olarak bir tek kişinin
bulunmadığı bir peygamberin de, mahşer yerine böylece yapayalnız geleceği de
bildirilmiştir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/364-367.
[50] Evet, Sübkî bu kavli tercîh etmiştir. Fakat onun bu
tercîhini te'yîd eden sağlam bir delîl yoktur. Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği bu
hadîste dahî bu kavli tercîhe destek olacak herhangi bir husus bulunmamaktadır.
(Gökyüzündeki meleklerin amîn'ferinin, yeryüzündeki mü'minlerin âmîn'lerine
rast gelmesinden neş'et eden böyle bir fazilet ve sevâb, müccerred Sübkî'nin
tercîh ettiği hususa, bir delil teşkil etmemektedir.)
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/367.
[51] Enbiya suresi, 107
[52] Enfa! suresi, 33
[53] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/367-368.
[54] Hicr suresi, 72
[55] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/368.
[56] İlgili hadîsin tefsirinde bâzı ihtilaflar olmuş,
bâzıları: "Bunun mânası: "Teslim oldu da ben onun zararından
vesvesesinden kurtuldum" demektir" demişlerdir. Bâzıları ise:
"Müslüman oldu" demişlerdir ki, hadîsin zahiri de bu tevcîhı te'yîd
eder mâhiyettedir
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/369.
[57] Bakara suresi, 104
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/369-370.
[58] Evet, Kur'an'da böyledir. Fakat Kur'an'ın dışında
Allah'ın, Habîbini ismiyle çağırdığına dair, bir hadîs vardır ki bu, Hadîs-i
Sevbân'dır ve şu mealdedir: "Azîz ve Celil olan Allah bana dedi ki:
"Ey Muhammed; ben bir şey için hükmettim mi hükmüm red olunmaz..."
Şüphesiz Kur'ân'dakİ hitâb şekliyle Yüce Allah, Resulünün izzet ve keremini
artırmıştır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/370.
[59] A'raf suresi, 138
[60] Maide suresi, 112
[61] Nur suresi, 63
[62] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/370-371.
[63] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/371-372.
[64] Aişe validemizin hadisinde: "Ne ben onun avret
yerini, ne de o benim avret yerimi görmüş değildir" denilmektedir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/372.
[65] Bu İddianın sağlam bir delili olmasa gerektir...
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/372.
[66] Müelitimiz'in bu İstidlal tarzı, son derece zayıftır.
Zira İbrahim (a.s.) Sâriye'yi e-linden almalarından korktuğu için: "Bu
benim kardeşimdir" demişti. Eğer "karımdır" deseydi, Sâriye'yi
temelli almak maksadıyla İbrahim'i öldüreceklerdi. Zâlim hükümdar, Sâriye'yi
zorla alıp nikahlamış olsaydı bile, hiç
zâlimin yaptığı ile delîl göstermek doğru olur mu? Sonra İbrahim; Sâriye'yi
boşamak istemiş de değildi! Müellifimizin bu iddiası yerinde değildir
[67] Ebud-Derdâ'nm da bu şekilde hanımına bir vasiyeti
olmuştur
[68] Bunu, iddete manî bir dirilik mânâsında almak doğru
değildir. Zira Efendimiz'in hanımları, O'ndan sonra iddetlsrini çekmişlerdir
[69] Ayetin zahirinin mânâsı, "O'nun ölümünden
sonra" mânâsıdır
[70] Bu müsteîze; Ümeyme bınîı Nûmân adındaki kadındır.
Bâzıları bunun, Leys'li prenses, bâzıları da Fâtıma binti Dahhâk olduğunu
söylemiştir.
[71] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/373-374.
[72] A'raf suresi, 61
[73] A'raf suresi, 67
[74] Kalem suresi, 1-2
[75] Necm suresi, 1-4
[76] Yasin suresi, 69
[77] Önceki peygamberlerin Allah tarafından müdâfâ
edilmeyip, kendilerini kendilerinin savunduğunu söylemek, doğru bir hüküm
değil; Peygamberimizin özelliklerini çoğaltmak gayretiyle acele verilmiş bir
hükümdür. Bu hükmü veren Ebû Nuaym ve onu olduğu gibi nakleden müellifimiz,
acaba Kitâbımız'ın şu mealdeki âyetleri karşısında ne diyeceklerdir?
"Allah, mü'minleri müdâfaa eder..." (Hacc Sûresi, 38.) Şüphe
yok ki,- peygamberler, mü'minlerin efendileridirler... İbrahim (a.s.) hakkında:
"Ona bir tuzak kurmak İstediler, biz de onları esfelînden kıldık!"
(Sâffât, 98) Keza, Ahzâb 69, Al-i İmrân 55. âyetleri de bu mâhiyettedir
[78] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/374-375.
[79] Peygamber efendimizin iki kıbleyi cemetmiş olduğu
malûm... Fakat iki hicreti cemetmiş olmasını, doğrusu anlayamadık. (M.
[80] Şeyh izzüddin burada, vahyin çeşitlerinden
dördüncüsünü saymayı unutmuştur. Bu ise, kalbe koymak, söylemektir.
[81] Cevâmiu'l-Kelim'in mânâsı: Yüce Allah'ın kendisine az
kelime ile pek çok mânâyı ifâde etme hasletini vermiş olmasıdır. Bu kelâmın
O'na son derece vecîz ve muhtasar kılındığını ifâde eder...
[82] Sahih hadîste: "Her peygamber duasını yaptı. Ben
ise duamı, ümmetime şefaat olmak üzere saklamış bulunuyorum, inşallah, Allah'a
hiç şirk koşmaksızın ölenlere nasîb o-lacaktır" buyurulmuştur.
[83] Isra suresi, 80
[84] Lokman suresi, 34
[85] Deccâlle ilgili hadîsler sahih ve pek çoktur. Bunlar,
mânevi tevatür ifâde eder
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/376-379.
[86] Kabdaki suya elini sokar, bu su fazlasıyla
bereketlenirdi.
[87] Otuz kişi kuvvetinde" olduğunu konuşurlardı.
Rükane ile güreştiği zaman, rahatlıkla onu tepelemişti. Kimse O'nu yenemezdi
[88] İnşirah suresi, 1-4
[89] Fetih suresi, 1-2
[90] Şefaat Hadîsi'ndeki Hz. isa'ya âit ifâde de, bunun
peygamberimize hâs olduğunu göstermektedir
[91] Bunu, Îbni Ebû Hatim de rivayet etmiştir.
[92] Müslümanların Hudeybiye Musâlehasından üzgün dönmeleri
üzerine, onları sevinç ve sürûrâ gark eden Fetih Sûresi inmiş, Resûlüüah da
bunu onlara ve bilhassa Ömer'e hitaben okumuştur
[93] Ben, bu hadîsin şahinlik veya zayıflık bakımından
derecesinin ne olduğu hakkında, bir bilgiye rastlayamadım. Kendiliğimden,
derecesi ve hikmeti şudur, diye birşey söylemek de istemiyorum.
[94] Besmele'nin fazîlesi hakkındaki bu mevkuf hadîsin
sahih ofaması mümkündür
[95] Sahih hadîste, Bakara Sûresi'nin sonundaki âyetlerin
Peygamberimiz'e Arş'ın altındaki hazîneden verildiği ve daha önce hiçbir
peygambere verilmediğini bildirmiştir. Aye-tel-kürsî ile ilgili olarak da:
'Onun bir dili olup Arş'ın direği yanında Allah'ı takdîs ettiği" vârid
olmuştur.
[96] Sahîh hadîste: "Bakara Sûresi'nin sonundaki iki
âyeti, geceleyin okumanın kâfi olduğu" bildirilmiştir.
[97] Hicr suresi, 87
[98] el-Mesânî, Uzun Yedi Sûre'dir ki bunlar: Bakara, Af-İ
imrân, Nisa, Mâide, En'âm, Araf, Enfâl Sûreleridir. (Enfâl Sûresi denilince,
Berâe yâni Tevbe Sûresi de buna dâhildir.) el-Mufassal'in hakkında ihtilâf
vardır. En meşhur olanı: Kâf Sûresinden itibaren Mufassal sayıldığıdır.
[99] Bunun ve bundan sonraki iki eserin doğruluğunda hiç
şüphe yoktur. Elbette Peygamber Efendimiz'den daha keremli ve daha şerefli;
Allah İndinde daha sevgili ve daha kıymetli bir kul yaratılmış değildir!
Elbette yaratılmışların sultânı ve en üstünü, Peygamberimiz Muhammed
(s.a.v.)'dir.
[100] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/379-384.
[101] Sâd suresi, 26
[102] Necm suresi, 3
[103] Şuara suresi, 21
[104] Enfal suresi, 3
[105] Rabbimiz'irı peygambere olan ilâhî hitabı, bir ve
müsâvîdir. Bu hususta gösterilen bu tekellüf, doğru değildir. Nitekim Yüce
Aliah, bizim Peygamberimiz'e dahî: "...Sana gelen ilimden sonra, eğer
onların nevalarına uyacak olursan, andolsun ki Allah'tan sana ne bir dost, ne
de bir yardımcı bulunmaz!" buyurulmuştur. (Bakara, 120).
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/384.
[106] Mücadele suresi, 12
[107] Mücadele suresi, 13
[108] Ve önceki âyetin sadaka hükmü bu âyetle neshedilmiştir
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/384-385.
[109] Haşr suresi, 7
[110] Nisa suresi, 80
[111] Ahzab suresi, 21
[112] Mümtehine suresi, 4
[113] Zâten İbrâhîm (a.s.)'ın örnek alınması, özel bir
emirle ilgili idi. O da, Allah'ın düşmanlarını dost edinmemekten ibaret idi. O,
bu ümmetin peygamberi olmadığı için, onun her hususta örnek alınması mümkün
değildi.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/385-386.
[114] Maide suresi, 92
[115] Enfal suresi, 1
[116] Tevbe suresi, 71
[117] Hucurat suresi, 15
[118] Tevbe suresi, 1
[119] Tevbe suresi, 90
[120] Ahzab süresi,36
[121] Enfal suresi, 13
[122] Tevbe suresi, 63
[123] Bundan sâdece ibâdet ve ibâdet mâhiyetinde olanlar
müstesnadır. Zira bu gibi hususlarda Yüce Allah; ortaklık kabul etmez ve de
etmemiştir! Meselâ Kitâbı'nın hiç bir yerinde: "Allah'a ve Rasulüne
ibadet ediniz" buyurmamıştır ve bu manâya alınabilecek hususlarda
Resûlü'nün adını zirketmemiştir. Zira ibâdet ve o mânâya alınabilecek hususlar,
Allah'a hâs olan haklardır. Başka hiçbir kulun bunlarda hakkı ve salâhiyeti
bulunmamaktadır. Bunlar da: Tevekkül, rahmet, rağbet, haşyet, ibâdet ve
"hasbiyallah = Allah bana yeter" derken anlaşılan yeterlilik gibi
hususlardır. İşte bunlarda, Resulünün ismi, Allah'ın yanında anılma-mıştır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/386-387.
[124] Bunu, farklı bir lafızla Tirmizîde rivayet etmiştir.
Buna göre, her peygamberin böyle dört vezîri bulunduğu bildirilmiştir
[125] Tirmizinin bildirdiği rivayette,isimler biraz
farklıdır,
[126] Buhârî, Cafer bin Muhammed'in rivayetini hüccet
saymamıştır.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/387-388.
[127] Tırmızî'nın rivayeti de aşağı-yukarı bu mealdedir
[128] Imâm-ı Mâlik'in bu sözü ve tevcîhi, kuvvetli ve
müraccahtır. Biz de bunu kabul ediyoruz. Zira Efendimiz'den sonra herhangi bir
iltibas ve ezâ (karışıklık ve O'nu üzme) söz konusu değildir.
[129] Muhakkik, bu rivayet üzerine hiçbir not bırakmamıştır.
Fakat müellifimiz bizzat kendisi, eİ-Camiu's-Sağîr'da: "Bu rivayet
zayıftır" notunu koymuştur. Bakınız adı geçen eser, 2/156, Meymene, 1321.
(M.)
[130] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/388-389.
[131] Sahih olan Peygamberimizle dahî Allah'a karşı iksâmda
bulunmamaktır. Imâm-ı Azam Ebû Hanîfe (r.a.), Ebû Yusuf'un kendisinden
rivayetine göre şöyle demiştir: "Allah'tan ancak, Allah ile
istenilir!" Yâni, Allah'ın izin verdiği şer'î dualar; "Allah'ın
Esmâ-i Hüsnâsı vardır, O'na onlar ile dua ediniz!" (Araf, 180) âyetinin
hududu içinde kalınarak yapılan dualardır. Pek çok Hanefî mezhebi âliminin
naklettikleri gibi, Ebû Hanîfe, aynı zamanda: "Dua eden bir müslümanın
duası esnasında: "Ey Allah'ım, ben senden îalan kulun hakkîçün istiyorum!"
demesi caiz değildir! Zira Allah üzerinde hiç bir kulun hakkı olamaz"
demiştir, işte Onun bu sözleri, ihtilaflı ve nâzik olan bu mes'eleyi halleder
mâhiyettedir. Şer'an izin verilmiş duanın ne olduğunu, çok güzel ifâde
etmektedir.
[132] Ibni Tâhir, Tezkiratü'l-Mevzûât adlı kitabında bu
rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu haberin râvîleri arasında, Avn bin
Arnâra bulunmaktadır ve bu râvi hüccet olacak durumda değildir."
Faziletli şeyh Zührî en-Neccâr, Sıddık Hasan Han'ın Eddînü'l-Hâlis
adındaki kitabı üzerine yazdığı notunda der ki: "Bâzılarının eldeki bir
silah gibi kullandığı bir "Âmâ Hadîsi" var. Bu rivayetin aslında iki
senedi bulunmaktadır. Bunlardan biri, Tirmizrnin de dediği gibi garîb olan
seneddir. Bilindiği gibi garîb rivayetler, aslında zayıf rivayetlerin kısımları
arasındadır. İkinci sened ise kavîdir. Bunun hulasası ise: Hem âmânın dua
etmiş olması, hem de Peygamberimiz'in onun hakkında dua edivermiş bulunmasıdır.
Dua etmek veya bir başkasından kendisi hakkında dua edivermesini istemek ise;
her zaman meşru olan bir şeydir ve her kim, bir başkası İçin dua ediverirse,
onun hakkında şefaatçi olmuş demektir. Cenaze için olan dua da böyledir.
Nitekim ilgili rivayette aynen: "...Ve biz bu kulun için şefaatçiler
olarak geldik" denilmiştir, ilgili rivayette geçen âmâ zât da; Efendimiz'e
gelmiş ve O'ndan dua rica etmiştir. Peygamberimiz de onun için dua buyurmuştur.
İşte bu dua da onun hakkında bir şefaat olmuştur. Nitekim âma dahî dua etmiş
ve: "O'nu benim hakkımda bir şefaatçi kıl!" diyerek niyazda
bulunmuştur. Fakat şimdi biri kalkıp da; "Peygamberimiz benim hakkımda da
dua etti ve bana şefaatçi oldu" diyerek iddiada bulunamaz. Binâenaleyh,
duası sırasında: "Yâ Rabbi, ben sana peygamberin İle yöneliyorum, O'nun
benim hakkımdaki duasını kabul buyur ve O'nu bana şefaatçi kıl!" da
diyemez."
[133] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/389-391.
[134] Ahzab suresi, 32
[135] Ahzab suresi, 30
[136] Ahzab suresi, 31
[137] Meryem'in bütün kadınlardan alelitlak üstün olduğuna
dair âyetler vardır. Bu sebeble Meryem'in peygamber olduğunu söyleyen
alimlerimiz de olmuştur.
[138] Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tırmizi'nın rivayetinde:
"Fâtıma, benden bir parçadır. Kim onu gadablandırırsa beni gadabiandırmış
olur" buyurulmuştur.
[139] Zümer suresi, 65
[140] Isra suresi, 74
[141] Isra suresi, 75
[142] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/391-393.
[143] İbni Tâhir Tezkire's inde şöyle der: "Gerçekten
Allah, ashabımı peygamberler hariç, diğer insanlardan üstün kıldı"
mealindeki hadisin ravileri arasında, Abdullah Kâtibü'l-Leys vardır ve bu ravi
çok yalancıdır.
[144] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/393-394.
[145] Bu hadisi; Buhari, Müslim, Nesaİ, Tırmizi ve
el-Muvatta'ında Mâlik rivayet etmişlerdir
[146] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/394.
[147] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/394-395.
[148] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/395-396.
[149] Tirmizi'nin rivayetinde: "Ey Mekke, ne hoş, ne
sevgili bir beldesin! Eğer ben çı-karılmasa İdim, senden çıkmazdım"
buyurulmuştur.
[150] Bu haber, imam-ı Ahmed tarafından merfu olarak
(Peygamberimiz'in bir sözü olarak da) rivayet edilmiştir. Ayrıca bu mahiyetteki
bir hadisi, Tirmizi, Nesai, ibni Huzeyme ve ibni Hıbbân da rivayet etmişler ve
Tirmizi: "Bu hadis, hasen ve sahihtir" demiştir.
[151] Bunu İbrahim (a.s.)'ın Kabe'nin temellerini
yükselttiği zaman yaptığı duasına, "Amin!" diyerek katılan oğlu
İsmail (a.s.) için söylemek de mümkündür. Çünkü İsmail (a.s.) da babası İbrahim
(a.s.)'ın duasına, "Amin!" diyerek katılmıştır
[152] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/396-398.
[153] Bu da gösteriyor ki Peygamber Efendimiz, daima
yahudilere ve nasranilere muhalefet etmeyi severlerdi. Rivayet edilen hadis
açıkça, ezanın bu ümmetin büyük bir özelliği olduğuna delalet etmekte ve bu,
bizden önceki ümmetlerin hiç birinde, asla bilinmemekte idi.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/398.
[154] Bu müfessırler, Yüce Allah'ın: "...Ey Meryem, sen
de Rabbi'nin huzuruna durup rüku edenlerle beraber rüku et!" (Al-İ Imran,
43) âyetine ne diyecekler acaba? Sonra Efen-dimiz'in: Kendisinde rüku olmayan
bir dinde hayır yoktur" hadisini ne yapacaklar? Evet, bu rüku'dan maksat
namazdır, denilebilir. Fakat, rüku'suz namaz nasıl olur?
[155] Bu taktirde Efendimiz ve müslümanlar, daha önceleri
nasıl namaz kılıyorlardı? sorusu variddir. Fakat bu rivayet, sahihlerde mevcud
olmadığına göre, doğrudan doğruya red de edilebilir.
[156] Aynı zamanda bizim namazımız, onların namazından
keyfiyet bakımından da farklıdır. Fark, yalnız cemaatle kılma noktasında
değildir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/398-399.
[157] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/399.
[158] Hadis'in zahirine göre, ayakkabı ile namaz kılmak, yâ
vacib, ya da müekked sünnet olması lazımdır. Fakat şaşılacak şeydir ki, bazı
kimseler, hem ehl-i sünnet olduklarını iddia ederler, hem de bunu şiddetle
inkarda bulunurlar. Hatta böyle yapanı kâfir sayanları bile vardır. Bunlar
derler ki: "O zaman Medine sokakları kuru idi, ayakkabılar necaset
emmiyordu. Şimdi ise böyle değildir." Sanki Peygamberimiz bunu sadece
Medine halkına emretmiş gibi! Sanki Medine sokaklarında çamurlar, hayvan
dışkıları ve beviller yokmuş gibi! Sanki Peygamber Efendimiz müslümanlara
ayakkabılarını nasıl temizleyeceklerini emretmemi?, öğretmemiş gibi! Halbuki
o, müslümanlara: "Ayakkabıların yere sürtülmesi veya birbirine sürtülmesi
ile temizleneceğini" öğretmiş bulunmaktadır. Bu hususta bu derece şiddet
gösterip harbetmenin sebebini anlayamıyoruz. Allah cümlemize insaf versin.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/400.
[159] Al-i İmran suresi, 39
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400.
[160] Bakınız, Merâkıl-Felâh Haşiyesi Tahtâvi, 152-Mısır,
Bulak, 1318.
[161] İlgili sahih bir hadiste: "Kim musibet zamanında
istircada bulunur ve: "Allah'ım bana, bu musibetimden dolayı ecir ve sevab
ver ve bana ondan daha hayırlısını ihsan eyle!" diye dua ederse, muhakkak
dua ettiği kendisine verilir" buyurulmuştur.
[162] Evet, Yâkûb (a.s.) böyle diyerek esefini İlân etmiş,
"gel Yusuf'um gel gel..." demiştir. Fakat O, bu musibete karşı
sabrını yitirmiş de değildi. Böyle söylemesi, kendisine vahyedilmiş de değildi.
[163] Bunlar, bazı tabiinden nakledilen eserlerdir. Kendi
başına delil olmaya yeterli değillerdir. Ve önceki ümmetlerin, en faziletli bir
ibadet olan Allah’ı zikirden hali olduğu da düşünülemez.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/400-401.
[164] Hacc suresi, 78
[165] Bakara suresi, 143
[166] Ğâfir suresi, 60. Dinde güçlük olmaması, İnsanlar
üzerine şahitlik; şüphesiz bu ümmetin özelliklerindendir. Fakat dünyanın makbul
olması, bir özellik olarak ileri sürülemez. Bu, Allah'ın geniş rahmetine uygun
düşmez.
[167] Kasas suresi, 46
[168] Bunu, ibni Cerîr ve tbni Ebû Hatim de rivayet
etmiştir. Fakat Ebû Zür'a, bunun Ebû Hüreyre'nin kendi sözü olduğuna dikkati
çekmiştir. Aslında bu, bu âyetle ilgili olarak garîb bir tefsirdir. Zira âyet,
Peygamber Efendimİz'e eğer vahy-i ilâhî olmasaydı, bundan haberdar
olamayacağını bildirmektedir. Emsali âyetlerde olduğu gibi ve Peygamberimizin
peygamberliğinin bir delîli olmaktadır
[169] Sahih bir hadîsde de: "Gerçekten rahmetim,
gadabıma galiptir" duyurulmuştur
[170] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/402-403.
[171] İbni Kesîr demiştir ki: "Mâlik'in bu sözü, Kadir
gecesinin bu ümmete mahsûs olmasını iktizâ eder. Cumhuru ulemânın kavlinin
böyle olduğunu, Şafiî alimlerden el-Udde sahibi nakletmiştir. Hattâbî ise,
bunda icmâ bulunduğunu, Kâdîde mezhebin bu olduğunu söylerler.
[172] Eğer bu hadîs sahih ise, bu husustaki ihtilâfı keser
atar
[173] Bakara suresi, 183
[174] Biz öncekilerin oruçlarının ne ve nasıl olduğunu
bilemiyoruz. Bir habere göre de, onlara Ramazan farz kılınmış, fakat onlar
Ramazan'ı zâyî etmişler. Cûmâ'yı kayb ttikleri gibi...
İlgili âyetin zahirinden anlaşılan mânâ İse; onların oruçlarının bizim
orucumuza keyfiyet bakımından değil de, farziyet bakımından benzediğidir. Yâni
oruç; bize olduğu gibi, onlara da farz kılınmıştır
[175] Rivayet olunduğuna göre, Peygamber Efendimiz Medine'ye
geldikleri zaman,' ensârın oynayıp eğlendikleri iki günleri vardı. Onlar bu iki
günü bayram kabul etmişlerdi. Peygamberimiz onlara hitaben: "Yüce Allah,
sizlere bu iki gününüze bedel, çok hayırlı iki bayram vermiştir! Kurbân ve
Ramazan Bayramları" buyurmuştur. (Ebû Dâvud, Nesâî.)
[176] Zira onlar, uyuduktan veya yatsıyı kıldıktan sonra
yeyip-içmeleri yasaktı... Nitekim bidayette müslümanlar için de bu yasaktı.
Fakat bu ümmete bir özellik olarak, sonra sahura kadar yemek-içmek helâl
kılındı.
[177] Zira müslümanların böyle yapmaları, Sünnet-i
Resûlüllah'a sımsıkı bağlı olduklarını, başkalarının te'sîri altında
bulunmadıklarını ifâde ve temsil eder. Sonraları bu ümmete arız olan zayıflık
ise; hiç şüphesiz başkalarının te'sîri altında kalmaları sebebiyle olmuştur.
Maalesef bu te'sîr, İslâm dînini ve medeniyetini çökertecek kadar fazla olmuş
ve bugünkü duruma gelinmiştir. Gayr-i müslimlerin âdetleri ve merasimleri,
alabildiğine taklîd edilerek onlardan müslümanlara nakledilmiştir.
[178] Tirmîzi bu rivayete garîb demiştir. Nevevî de, kabirde
lahd ve şakk'ın caiz olduğunda icmâ bulunduğunu bildirmiştir
[179] Senenin en faziletli günü olan Arefe'ye, "Hacet
Ekber" günüdür, denilmiştir. (Yâhud da, bayramın birinci gününden sonra,
fazilette ikinci gelir.)
[180] Bunu Tirrnîzî ve Ebû Dâvud da rivayet etmiştir.
Firuzâbâdî, zayıf olduğunu söylemiş... Sağânîise mevzu olduğuna hükmetmiştir.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/403-406.
[181] Bakara suresi, 238
[182] .Onların şerîatlerinde, sırf konuşmamak suretiyle de
oruç adanır ve tutulurdu. Bizim şerîatimiz ise bunu yasaklamıştır. Nitekim
adamın biri güneşte dikiliyormuş. Peygamberimiz bunu görmüş ve sebebini
sormuş. Verilen cevapta: "Bu adam, hiç konuşmadan ve güneş altında
dikilerek oruç tutmayı adamış, şimdi bu adağını yerine getiriyor"
demişler... Peygamberimiz de o adama; gölgede oturup konuşmasını, fakat orucuna
devam etmesiçi emretmiştir
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/406-407.
[183] Al-i İmran suresi, 110
[184] Kamer suresi, 22
[185] Hacc suresi, 78
[186] Bu, Muaz bin Cebel ile Ebû Saîd el-Hudrîden de rivayet
edilmiştir, ibni Kesîr bu hususta şu açıklamayı yapar: "Bu ümmetin en
hayırlı ümmet oluşunun sebeb ve hikmeti; Peygamberi m iz'in en son ve en büyük
peygamber oluşudur! Bütün peygamberlerin Allah indinde en şereflisi ve en
keremlisi şüphesiz O'dur! En büyük, en kâmil ve en son şerîat de O'na
verilmiştir. Bu sebeble işlenen amel az da olsa, en güzel ve en hayırlı amel;
O'nun şerîatine uygun olarak işlenen amel olmaktadır. Bu şerîatle amel edenler
de, ümmetlerin en hayırlısı makamına ulaşmaktadırlar.
[187] ibni Kesîr, bunun râvîsinın yalnız kaldığını
bildirmiştir. Sahihlerin haberinde ise tokadı atanın Ensâr'dan biri olduğu ve
olayın sonunda Efendimizin: "Beni, Musa'dan hayırlıdır diyerek,
anmayınız" buyurduğu kaydedilmiştir.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/407-408.
[188] Bu haber mevzudur. Müslim'in rivayetinde ise melekler
kaydı yoktur. Ibni Ömer'e hitaben: "Izârını sâk'ının ortasına kadar
uzat!" diye emredildiği bildirilmektedir
[189] lrâk?nin öyle demesinin bir mânâsı yoktur. Zira İbni
Teymiye bunu birtevcîh ve yorum olarak vermiştir, yoksa bir nakilde
bulunmamıştır. Kişi, elbette yorum ve içtihadında isabet ettiği gibi,
yanılabilir de... Onun bu tevcîhi ise, son derece latîf ve nefîs bir yorumdur.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/408-409.
[190] Hacc suresi, 78
[191] Bakara suresi, 185
[192] Bakara suresi, 286
[193] A'raf suresi, 157
[194] Bakara suresi, 186
[195] Bakara suresi, 285
[196] Bakara suresi, 286. ayetinden
[197] Hadîs'ten açıkça anlaşıldığına göre, bu ümmete mahsûs
bulunmaktadır, bu ümmetin özelliğidir.
[198] Evet, buna şükür secdesi denilir. Bir nîmete
mazhariyette veya sevindirici bir haber geldiğinde şükür secdesi yapmak
meşrudur. Hemedân'ın müslümanlığı kabul ettiği haberi geldiği zaman da
Efendimiz bunu yapmıştır. Ebû Bekir de, Müseylime'nin Öldürüldüğü haberini
alınca, şükür secdesine kapanmıştır.
[199] Al-i İmran suresi, 135
[200] Nisa suresi, 110
[201] Bakara suresi, 222
[202] Bakara suresi, 223
[203] İlgili hadîslerin temas ettiği "Ruhbaniyet"
tamamen kendini ibâdete verip ailesinden ve dünyâdan çekilip kesilmek
manasınadır. Bunu, Peygamberimizin açıkça yasakladığına dâir, Sa'd bin Ebû
Vakkâs'ın rivayet ettiği sahih bir hadis de vardır. Diğer bir sahîh hadis de
şöyledir: "Günahların bağışlanmasına ve derecelerin yükselmesine vesîle
olan ibâdeti size haber vereyim mı?" Ashâb: "Evet" dedi.
Peygamberimiz: "Bu, her zaman abdesti güzel almak, mescide gidip gelip
cemâate devam etmek (ve işi yoksa) kılınan namazdan sonra diğer namaz vaktini
mescidde beklemektir. İşte benim ümmetimin bekleyip nöbet tutması, Allah'ın
rızâsına uygun rabıta yapması budur!" (Böyle buyurdu ve bunu üç defa
tekrarladı.)
[204] Bu rivayetlerde geçen seyahat da bir nevî
ruhbaniyettir... Ve önceki ümmetlerde: "Kendini Allah'a vererek yollara ve
çöllere düşmek" demekti... Fakat bu ümmette, bu mânâda bir seyahat ve
ruhbâniyet kabul edilmemiştir. Nitekim Tâvûs'un rivayet ettiği bir hadîsde de:
"...İslâm'da ruhbâniyet ve seyahat yoktur" buyurulmuştur
[205] Bakara suresi,
[206] Buhârî bunu: "Haksız yere öldürülenin velîsi
muhayyerdir, bunlardan birini tercih eder" adlı bölümde rivayet etmiştir
[207] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/409-416.
[208] Bu hadîs, sahîh pek çok tarîkten rivayet edilmiş
bulunmaktadır ve pek çok sahâbî bunu rivayet etmiştir: Câbir bin Abdullah,
Câbir bin Üteyk, Huzeyfe, Enes, Nâfi bin Hâlİd, Câbır bin Semura, Habbâb, îbni
Abbas, Ebû Hûreyre ve Sa'd bin Ebû Vakkâs bunlardandır. Allah cümlesinden râzî
olsun' (Amîn.)
[209] Tirmizî'nin rivayetinde: "Allah bu ümmeti dalâlet
üzerinde toplamaz! Allah'ın eli, cemâat üzerindedir. Ayrılan, cehenneme
ayrılmış olur" buyurulmuştur.
[210] Bu, peygamberimizin sözü değil, seleften bâzı zâtların
sözüdür. O zatlar da bunu, bâzı teferruat itibariyle söylemişlerdir
[211] Aslında Imâm-ı Mâlik'in sözü: "Böyle yapma, zira
onlardan her biri, kendilerine ashâbtan rivayet edilen şey üzeredir. Onları
bulundukları hâl üzere bırak!" şeklindedir.
[212] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/416-417.
[213] Bir hadîsde de şöyle gelmiştir: "Şehîdler beştir:
"Taundan, iç hastalığından, yıkıntıdan ölenler. Suda boğulanlar. Bir de
Allah yolunda savaşırken ölenler..." Bâzı hadîslerde de: "Malını,
dînini, namusunu ve canını korumak için çabalarken ölenler şehîddir!"
buyurulmuştur.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/418.
[214] Bu normal şart ve zamanda bir insanın bu hâle gelmesi
değil, hârikaların hüküm sürdüğü kıyamet öncesi bir zamanda, içecek sudan gayri
bir şey bulamayan insanların hârika ve kerametli hallerinin ifâdesi olsa
gerektir. Nitekim az ilerideki hadîslerde görülecektir.
[215] Şüphesiz deccâl, kıyamet alâmetlerinin en
büyüklerinden biridir. Onun zamanı da, bir takım hârikaların meydana geldiği
bir zaman olacaktır. Binaenaleyh, bu hadiste söylenenler uzak görülmemelidir.
Müslümanlar isâ ile birlikte, deccâl ile birlik olmuş bulunan yahudilerle de
savaşmış olacaklar ve sonunda deccali öldüreceklerdir. Öldûrmeseler de zâten o
isa'yı gördükten sonra, tuzun suda eridiği gibi eriyip yok olacaktır
[216] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/418-419.
[217] Fatır suresi, 32
[218] Ayetin tefsirinde iki vecıhten bin ve en kuvvetlisi
budur. Nefsine yazık edenden maksat da, iyi amelle kötü ameli karıştırandır
[219] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/419-420.
[220] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/421.
[221] Râzî'nin bu sözünü isabetli bulmuyoruz. Tam tersine,
mucizeler daha zahir o-lunca, sevâb ve mükâfatlar da daha çok olur. Zira
mucizenin çok oluşunun bereketiyle varılan tasdîk ve elde edilen imân, daha
kuvvetli ve daha nurlu olur. Keza yapılan salih ameller de buna göre daha temiz
ve daha ihlaslı bulunur. Dolayısıyla sevablar da daha çok olarak kazanılmış
olur. Zâten bütün mucizeler, aklın ve fikrin kendisini zorlama ve çalıştırma
sınırlarının üstünde bulunurlar. Hepsi de aynı gayeye delâlet ederler.
[222] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/421-422.
[223] Bu mealde söylenen ve ileri sürülen rivayetler sahih
olmayıp mevzûdurlar
[224] Bu, çok yerinde ve doğru bir tesbîttir. Zira hâlen
yahûdîlerin ve hristiyanlann ellerindeki Tevrat ve İncil adındaki kitapları
bile, bizim sahih hadîs kitaplarımızın sahib bulundukları ısnâd gibi bir
isnâddan mahrumdur!... Nerde kaldı ki, peygamberlerinin sünnetine sâhib
bulunsunlar. Târih de bildirir ki, Tevrat ve İncîl kitapları, Mûsâ ve İsâ
peygamberlerden asırlarca sonra bulunup konulmuş kitaplardır. Bugün, hiç bir
kimse, mevcut Tevrat ve İncîllerin, Hz. Mûsâ ve İsa'ya inen kitapların aynı
olduğunu ıddiâ edemez... Bunlar, çeşitli zamanlarda tahrif ve tağyîre uğramış
kitaplardır.
[225] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/422-423.
[226] Bu kelâm pek anlaşılmamakla birlikte, her halde;
"Bir mü'minin imânı en fazla üç defa imtihan geçirir. Sonra Allah'ın
yardımı kendisine ulaşır" denilmek istenilmiştir.
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/423.
[227] Hadîs'in sahihlerdeki metni, şu mealdedir:
"Yahûdînin biri, malını satarken, az fiyat vermelerine kızar ve:
"Musa'yı bütün beşer üzerine seçmiş bulunan Allah'a yemin ederim ki, bunu
bu fiyata vermem!" der. Bunu duyan ensârdan biri, bu yahûdîye bir tokat
atar. Yahudîde onu Hz. Peygamber'e şikâyet'eder. Peygamberimiz sorup durumu
öğrenir ve kızar: "Sakın peygamberler arasında bir üstünlük sözü
etmeyiniz! Zira sûra üflendiği zaman, bütün insanlar Ölür. Ancak Allah'ın
dilediği bâzı kulları bundan müstesnadır. Sonra kabrinden ilk kalkan ben
olurum. Bakarım ki Mûsâ.Arş'ın yanında...Bilemem, benden evvel mi dirilmiştir,
yoksa Tûr'daki bayılması karşılığı, Sûr'da bayılmaktan müstesna kılınanlar
arasında mı kalmıştır. Ben şahsen, hiçbir kimsenin, Yunus bin Mettâ'dan daha
hayırlı olduğunu söyleyemem!" buyurur.
[228] Bütün
mahşer halkının kendisine
gıpta edecekleri makam,
Makâm-ı Mahmûd'dur ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu makamından cümle
mahşer halkı için, onların orada beklemelerinin şiddet ve hararetinden
kurtulmaları için şefâat-i uzmâsını yapacaktır. Bu, sahihlerin rivayet ettiği
uzun Şefaat Hadîsinde aynen geçmektedir ve az ileride bu hadîsin tamamı
gelecektir
[229] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/423-424.
[230] Bâzı duahanların âdet ettiği anlaşılan bir duacümlesi
vardır. Derler ki: "Yâ Rabbi, bizleri yarın mahşer yerinde sevgili
Peygamberimiz'in şefâat-i uzmâsı'ndan mahrum eyleme..." Halbuki bu
yanlıştır. Zira şefâat-i uzmâ, bütün mahşer halkına şâmil bulunan bir şefaattir. O halde, yâ mutlak
şefaatinden nasîb olması istenilmeli.yâhud da; "O'nun şefaatine lâyık
olanlardan eyle!" şeklinde niyazda bulunulmalıdır. (M.)
[231] Mutezile Mezhebi mensûbları, şefaat nevilerinden
sâdece bu kısmını kabul e-derler. Ehl-i Sünnet ise, her nev'ini kabul eder.
(M.)
[232] İsra suresi, 79
[233] Ibrâhîm (a.s.)'ın burada "bâzı kusurlarım"
dediği; üç şeydir: Kavmi kendisine putları niçin kırdığını sordukları zaman:
"Belki o putları, şu büyük put kırmıştır!" demişti. I-kincisi: Kavmî
kendisini, bayramlarına katılmaya davet ettiği zaman, gitmemek için: "Ben
hastayım" demişti. Üçüncüsü ise: O zâlim hükümdarın yanında, Sâriye
validemizin, kendisinin nesi olduğu sorulduğu zaman: "Bu benim
kardeşimdir" demişti
[234] Mûsâ (a.s.) bununla, Mısır'lı kıbtîyİ kasd etmektedir.
O, bir yahûdî ile kavgaya tutuşmuş, yâhudî de Musa'dan yardım istemişti. Mûsâ
da bunun üzerine kıbtîye bir yumruk vurmuş, o da bu yüzden oluvermişti.
Musa'nın ise öldürme kasdı yoktu... Tabiî buna çok ü-zülmüş, pişman olmuş ve:
"Bu, insanları şaşırtan şeytanın bir işidir. Asıl düşman, şüphesiz
şeytandır!" demiş, samîmî bir şekilde istiğfar ederek: "Rabbim,
kendime kötülük ettim, beni bağışla!" diyerek yalvarmış, Rabbi de onu
bağışlamıştı... (Kasas suresi, 15-16.)
[235] Bu, Katâde'nin Enes'ten olan rivayetidir. Buradaki
"Kur'ân'm hapsettiği kimselerden murâd, ebediyen cehennemde kalmaları
gereken kimselerdir. Şüphesiz onlara, oradan çıkmaları için şefaat
olmayacaktır. Katâde, sonra şu mealdeki âyeti okumuştur: "Böylece Rabbin
Seni, bir makâm-ı mahmûda ulaştıracaktır." (Isrâ, 79). Ayeti okuduktan
sonra da: "İşte Allah'ın peygamberi m iz'e va'd buyurduğu makâm-ı mahmûd,
budur" demiştir.
Buhâri ve Müslim'in Mabed
bin Hilal'dan olan rivayetleri ise, yukarıdakinden daha kısa olup, sonunda
şöyle denilmiştir: "...Biz Zahru'l-Cebân denilen yerde idik. Hasan-ı Basrî
ise, bu sıralarda Ebû Halîfe'nin evinde saklanıyordu. Farkına vardırmadan onun
yanına gidip Enes'in rivayet ettiği Şefaat Hadisi hakktnda ondan bilgi almak
istedik ve gittik... Dedik ki: "Ebû Hamza, mislini hiç işitmediğimiz
şekilde bir şefaat hadîsi rivayet ediyor." Onu bana naklediniz, dedi. Biz
de naklettik. Daha söyleyin, dedi. Biz de hepsi bu kadar dedik... Dedi ki:
"O bize, yirmi seneye yakın bir zamandır şefaat hadîsini, bundan daha uzun
olarak naklet-mişti. O zaman müsiümanlar da birlik halinde idiler. Belki üstâd
bir kısmını unutmuştur, belki de tamâmını haber vermekten çekindiği bir şey vardır."
Biz kendisine: "Bize tamâmını söyle!" dedik. O da güldü ve:
"Tamâmını söylemek istediğim için, böyle konuştum. Fakat insan
a-çetecidir. İşte bize, onun söylemediği kısmını haber veriyorum" dedi ve
hadisi okudu: "...Sonra ben, dördüncü defa olarak secdeye kapanır, rabbime
hamdü senada bulunurum. Bana denilir ki: "Ey Muhammed, başını kaldır,
iste, istediğin verilecek! Şefaat et, kabul edilecek." Derim ki: "Ey
Rabbim: Lâ ilahe İllallah! diyenlere şefaat etmem için izin ver!" Rabbim
der ki: "Onları sana havale etmeyeceğim! İzzetim, kibriyâm ve azametim
hakkı için, onları cehennemden ben çıkaracağım."
Mâbed, böylece rivayet ettikten sonra der ki: "Şehâdet ederim ki
Hasan bunu, böylece yirmi seneden beri Enes'ten dinler dururmuş... Ve o zaman
müsiümanlar da birlik ve beraberlik halinde İmişler..."
[236] Bunu, bu şekilde Buhârîve Müslim dahî rivayet
etmişlerdir.
[237] Önceki notlarımızın birinde, Hasan-ı Basrî'nin:
"Yirmi senedir Enes, bu hadîsi bize anlatır dururdu" dediği rivayette
de, bu mealde cümleler var idi ve bunu, Bûhârî ve Müslim rivayet etmişlerdi.
[238] İbrahim suresi, 36
[239] Maide suresi, 118
[240] Bunu, ibni Ebû Hatim de rivayet etmiştir
[241] Bu, Kur'ân'daki: "Rabbin sana verecek, sen de
râzî olacaksın." (Duhâ, 5) mealindeki âyetin delâlet ettiği şeydir.
[242] Zira Peygamberimiz bunu, sâdece Allah'ın nimetlerini
anmak için söylemektedir
[243] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/425-432.
[244] Müslim'in metninde: "Ancak sana açmakla
emrolundum" tabîri de vardır.
[245] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/432-433.
[246] Halk arasında kullanılan yanlış bir tâbir var. Hem de
yaygın... Müellif burada o tâbiri aynen kullanıp: "Kabri İle minberi
arası" demiş... Halbuki az ileride Buhârî ve Müslim hadîsi olarak
görüleceği gibi, hadisdeki tâbiri aynen kullanıp: "Evi ile minberi
arası" demesi gerekirdi.
[247] Kevser suresi, 1
[248] İbnı Abbas'tan meşhur kavle göre, Kevser; "çok
hayır" demek olup cennetteki Kevser Irmağı da, bu çok hayrın bir kısmıdır
[249] Bunu müellif, Hâkim'den mevkuten rivayette
bulunmuştur. Yâni bu, Peygamber Efendimiz'in değil, Abdullah bir Selâm'ın
sözüdür. Doğrusu böyle olsa gerek..
[250] Ebû Davud'un Ebû Mûsâ el-Eş'arîden rivayeti de buna
benzer ve şöyledir: "Ümmetim, -ümmet-i merhumedir! Ona âhirette azâb
yoktur! Onun azabı dünyada mâruz kaldığı zelzeleler, fitneler ve
kıtallerdir..."
[251] Necm suresi, 39
[252] Ayetten zahir olan, hükmünün umûmî olmasıdır. Yani bu
ümmette de, kişinin ancak çalışıp kazandığının faydasını göreceğidir. Bunun
için, dirilerin yaptığı amellerden sadece sadaka ve duaların, ölmüşlere faydası
dokunmaktadır. Şafiî ve başkaları, bu âyeti delil getirerek, okunan Kur'ân'ın
sevabını ölülere bağışlamanın, onlara faydası olmayacağını söylemişîerdir.
(Evet Şafiî Mezhebinde meşhur olan budur. Fakat, bazı Şafiî âlimleriyle beraber
nice ehl-i sünnet imamları; kişinin namaz, oruç, hac, zikir ve Kur'ân kıraati
gibi sâlih bir amelini başkasına bağışlıyabileceğini ve bağışlanan kimsenin de
bundan fayda göreceğini kabul etmişlerdir. Bilhassa kulun sebeb olduğu amelin
sevabını göreceğinde ittifak vardır.) (Haşiye-i Tahtâvî, 341. Fıkhü's-Sünne,
1/385, Mektebetü'l-Hadise, Cidde).
Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri,
Uysal Kitabevi: 2/434-437.
[253] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/437.
[254] Bu hadîsin devamı şöyledir: "Sonra Peygamberimiz
yanımızdan ayrılıp evine girdi. İnsanlar, bu yetmiş bin kişinin kimler
olabileceği hakkında konuşmaya başladılar. Bazıları: "Bunlar, belki islâm
devrinde dünyâya gelmiş hiç Allah'a şirk koşmamış olanlardır." Bâzıları:
"Bunlar, Peygamberimiz'e tam arkadaşlık etmiş olanlardır..." gibi
çeşitli görüşler ileri sürdüler. Bu sırada evinden çıkıp yanımıza gelen
Peygamber (s.a.v.); onların bu sözlerini kendilerinden dinledi ve sonra:
"Bunlar; hastalanınca başkalarına okutmayanlar, dağ vurmayanlar,
uğursuzluk duygusuna yer vermeyenler, bir de sâdece Allah'a
güvenenlerdir!" buyurdu. Ashâb arasından Ukkaşe bin Mıhsan ayağa kalkıp:
"Dua buyurunuz da, Allah beni de onlardan kılsın!" dedi.
Peygamberimiz de: "Sen onlardansın!" buyurdu. Sonra biri daha ayağa
kalkıp aynı istekte bulundu. Peygamberimiz de: "Ukkaşe senden önce
davrandı" karşılığını verdi.
[255] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/438-439.
[256] Bakara suresi, 143
[257] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/439-440.
[258] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 2/440.