PEYGAMBERİMİZİN
VEFATI SIRASINDA GÖRÜLEN MUCİZE VE ÖZELLİKLER
Peygamberimizin
Vefatını Kendisinin Haber Vermesi
Peygamberimizin
Vefat Edeceği Günü Ve Yeri Haber Vermesi
Peygamberimize
Peygamberlikle Beraber Şehitlik Faziletinin De Verilmesi
Peygamberimizin
Hastalığı Sırasında Vukua Gelenler
Peygamberimizin
Vefatından Önce Vukua Gelen Mucizeler Ve Bazı Özellikler
Peygamberimizin
Ruhu Şeriflerinin Çıktığı Sırada Vukua Gelenler
Peygamberimizin
Mubabek Cesedi Yıkanırken Vukua Gelen Fevkaladelikler
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Cenaze Namazının İmamsız Kılınışı İdi
Peygamberimizin
Özelliklerinden Biri De, Onun Vefat Ettiği Yere Defnedilmesi Ve
Cenaze
Namazının Üç Gün Sürmesidir
Peygamberimizin
Taziyesi Hususunda Görülen Fevkaladelikler
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Kabri Üzerine Namaz Kılmanın Haram Oluşudur
Peygamberimizin
Bir Özelliği De, Cesedinin Çürümemesidir
Peygamberimizin
Kabrinde Diri Olması Ve Namaz Kılması
Peygamberimizin
Vefatını Müteakib Vukua Gelen Fevkaladelikler
Peygamberimiz
Zamanından Beri Devam Edip Gelmiş Bulunan Bir Mucize
Ahmed, Ebû Yala ve
sahih bir senedle Taberani Vasile bin el-Eska'dan rivayet eder. O şöyle der:
Birgün peygamber (s.a.v.), evinden çıkıp bizim yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
"Sizler zannediyorsunuz ki, ben sizin hepinizden sonra vefat edeceğim!
Halbuki ben sizin en evvel vefat edecek olanınızım! Benim peşimden de sizler,
bölük bölük geleceksiniz! Kiminiz kiminizi helak edecektir."
Buhari Ebû Hüreyre'den
nakleder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), her yılın ramazanında on gün itikafa
girerdi. Vefat ettiği senede ise,-yirmi gün itikafta bulunmuştur. Cebrail (a.s.)
her sene kendisine gelir, Kur'an'ı arz ederdi. Vefat ettiği senede ise, iki
defa arz etmiştir."
Buhari ve Müslim'in
Aişe'den rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) Fâtıma'ya hitaben demiştir
ki: "Her sene Cebrail gelip Kur'anı bana arz ederek karşılaştırma
yaptırırdı. Bu senenin ramazanında ise, iki defa karşılaştırma yaptırdı. Kızım
ben bunu, ecelimin yaklaşmış olması şeklinde anlıyorum."
Yine Buhari ve
Müslim'in Aişe'den naklettikleri diğer rivayet (biraz lafız farkı ile)
şöyledir: "Ölümüyle neticelenen hastalığı sırasında Peygamber (s.a.v.)
Pâtıma'yı çağırıp gizlice birşey söyledi. Fatıma ağlamaya başladı. Sonra
gizlice bir şey daha söyledi. Bunun üzerine Patıma güldü. Ben bunun sebebini
kendisine sorduğumda şu cevabı aldım: "Babam bana ilk defa, bu
hastalığının, vefatıyla neticeleneceğini söyledi. Bu sebeple ağladım. Sonra,
ev halkının kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı söyledi. Ben de bu sebeble
sevinip güldüm."
Taberani ve
Beyhaki'nin de Aişe'den bu mealde bir rivayeti bulunmaktadır. Yalnız onun
sonundaki ifade biraz farklı ve şöyledir: "Ve babam bana dedi ki:
"Kızım, müslüm ani arın kadınları içinde musibeti en büyük olan şüphesiz
sensin! Sabrı en az planları da sen olmamalısın!" Bu sırada ayrıca babam
bana, Ehl-i Beytinden en evvel kendisine kavuşanın da ben olacağımı haber
verdi ve: "Kızım sen, cennet ehli kadınların seyyidesisin. Ancak Imran
kızı Meryem müstesna" buyurdu. Ben de bunun üzerine sevinip güldüm."
[1]
Buhari, îbni Abbas'tan
rivayet eder. O şöyle der: Ömer bin el-Hattab bana: îzâcâe nasrullahi ve'1-feth
sûresi hakkında sordu." Ben de kendisine cevaben: "Bu, Resûlüllah
Efendimiz'in ecelinin yakın oluğunu haber vermektedir" dedim. O da dedi
ki: "Ben de bundan başkasını düşünmüş değildim."
Buhari ve Müslim Ebû
Said el-Hudri'den rivayet eder. O şöyle der: Bir gün peygamber (s.a.v.),
insanlara bir hutbe irâd etti. Bu hutbesinde dedi ki: "Allah; kullarından
birini, dünya hayatı ile kendi indindeki nimetler arasında muhayyer bıraktı. O
kul da Allah'ın yanında olanları tercih etti." Ebû Bekir, bu sözleri
duyunca ağlamaya başladı. Biz, Ebû Bekir'in ağlamasına teaccüp ettik. Halbuki
peygamberimiz'in sözünü ettiği kul, kendisi imiş. Peygamberimiz kendisine
hitaben buyurdu ki: "Ey Ebû Bekir ağlama! Bilmelisin ki insanlar içinde
bana arkadaşlığında en güvenilir olan, malını benim yolumda harcamakta en
samimi olan, sensin! Eğer ben, Allah'tan başka halil (özel ve biricik dost)
edinmiş olsaydım, muhakkak seni edinirdim. Fakat ey Ebû Bekir, bizim aramızdaki
hiç şüphesiz islâm kardeşliğinden ibarettir. Şu andan itibaren mescid'e açılan
kapıların hepsi, Ebû Bekir'in kapısı hariç, kapatılsın!" [2]
Beykaki Ebû Yala dan
şu haberi nakletmiştir: Peygamber (s.a.v.) bir hutbe okuyup: "Allah, bir
kulunu, dilediği kadar dün ada yaşamak ile, Allah'a kavuşmak arasında muhayyer
kıldı. O kul da Rabbi'ne kavuşmayı tercih etti." Bu sırada Ebû Bekir
ağlamaya başladı ve Resûîüllaha hitaben: "Aksine bizler, bütün
mallarımızı, canlarımızı ve çocuklarımızı sana feda etmeliyiz, ey Allah'ın
Resulü!" dedi.
Ahmed, îbni Sa'd,
Darimi, Hâkim, Beyhaki ve Taberâni Ebû Mil-veyhibe'den rivayet ederler. O şöyle
der: Resûlüllah (s.a.v.) geceleyin beni uyardı ve dedi ki: "Ey Ebû
Müveyhibe, ben gidip şu Medine Kabrista-nındakiler için istiğfar etmekle
emrolundum." Ben de, Resûlüllah'ın hizmetinde olan biri olarak derhal
kalktım ve O'nunla beraber gittim. Bakî'a vardığımızda, Resûlüllah ellerini
kaldırdı ve onlar için istiğfar etti. Sonra buyurdu ki: "Ey toprağın
altında yatanlar, sizin durumunuz, toprağın üstündekilere nisbetle daha kolay
ve iyidir, İşte fitneler, karanlık gece parçaları gibi gelmektedir. Biri
diğerini takibeden bu fitnelerin, sonuncusu evvelinden daha beter!" Sonra
Resûlüllah Efendimiz bana iltifat buyurup: "Ey Ebû Müveyhibe, bana
gerçekten dünyanın hazinelerinin anahtarları verildi. Sonra ne kadar istersem o
kadar dünyada yaşamak ile cennet arasında muhayyer kılındım! Şüphesiz ben de,
Rabbim'e kavuşmayı tercih eyledim!" Bundan sonra o Baki'den evine
döndü. Sabahleyin ise
hastalandı ve bu hastalığı, O'nun vefatı ile neticelendi."
Buhari'nin Ukbe bin
Amir'den rivayetine göre, O şöyle demiştir; Resûlüllah (s.a.v.), bir gün
evinden çıkıp Ühud'a gitti. Oradaki şehidle-rin üzerine, cenaze namazı kılar
gibi namaz kılıp dua etti. Sonra Mes-cid'ine dönüp minbere çıktı ve şöyle
buyurdu: "Ben, içinizden Önce gidenim! Ben, sizin üzerinize şahidim ve
şimdi ben, vallahi Havzım'ı görmekteyim! Gerçekten bana dünyanın hazineleri
teslim edilmiştir. Vallahi ben, kendimden sonra sizler için, tekrar şirke
düşeceğinizden korkuyor değilim. Benim sizin hakkınızdaki korkum; dünya malı ve
mülkü üzerinde birbirinizle rekabete düşmenizdir!"
îbni Sa'd, tshak
binRâhuye, Yahya bin Cu 'deden nakleder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), kızı
Fatıma'ya hitaben: "Kızım, bir peygamber; kendinden önceki peygamberin
ömrünün yarısı kadar yaşar! Nitekim Isâ, kırk sene yaşamıştır" buyurdu.
îbni Hacer, Metâlib-i
Aliye adlı eserinde der ki: "Bunun manası, Peygamber olarak yaşadığı yaş,
kırk senedir demektir." [3]
(İbni Sa'd'm İbrahim
el-Nehai'den, Buhari'nin Tarih'inde Zeyd bin Erkam'dan rivayet ettikleri
hadisler de, yukarıdaki hadisin ifadesine uygun düşmektedir.)
Akmed, îbni Sa'd, Ebâ
Yâlâ ve Beyhaki Aişe'den rivayet ederler. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.),
odamın önünden her geçişinde, mutlaka gönlümü alacak ve surürlandıracak bir söz
söylerdi. Birgün geçti ve hiç bir şey söylemedi. Ben de başımı sarıp yatağıma
uzandım. Peygamberimiz geldiğinde: "Aişe neyin var?" diye sordu. Ben
de: "Başım ağrıyor" dedim. Peygamberimiz ise: "Aişe, aksine
benim başım ağrımaktadır! Vay başım" buyurdu. Meğer o gün Cebrail gelip
kendisine, e-celinin yakın olduğunu haber vermiş."
Bezzar'ın rivayetine
göre, Peygamber Efendimizin amcası Abbas bin Abdü'l-Muttalib şöyle demiştir:
"Ben bir gün rü'yamda, yeryüzünün yukarıdan sarkıtılmış büyük halatlarla
göğe doğru çekilmekte olduğunu gördüm. Bu rü'yamı, gidip Peygambere (s.a.v.)
arz ettim. Peygamberimiz ise bunun tâbirinde: "Ey amca, bu, senin
kardeşinin oğlunun vefatı günüdür!" buyurdu.[4]
îbni Asakir Mekhul
tarikiyle Peygamber'in (s.a.v.) Bilâl'e hitaben şöyle buyurduğunu nakleder:
"Ey Bilâl, pazartesi günü orucunu ihmal etme! Çünkü ben pazartesi günü
doğdum, pazartesi günü ilâhi vahye mazhar oldum, pazartesi günü hicret ettim,
pazartesi günü de vefat e-derim! [5]
Ahmed ve Beyhaki'nin
îbni Abbas'tan rivayetleri de şöyledir: "Biliniz ki Peygamberimiz
pazartesi günü doğmuştur. Yine aynı günde peygamber olmuş, aynı günde hicret
etmiş, Medine'ye aynı günde girmiş, Mekke'yi aynı günde fethetmiş ve yine aynı
günde vefat etmiştir." [6]
Ebû Nuaym Mâkıl bin
Yesâr'dan nakleder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Medine benim
hicret yurdumdur, aynı zamanda vefat edeceğim yerdir." [7]
Zübeyr bin Bekkâr
Ahbarü'l-Medine adlı kitabında Hasan'dan naklen, Peygamber'in (s.a.v.) şöyle
buyurduğunu nakleder: "Medine benim hicret yurdumdur. Orada vefat eder,
oradan haşrolunurum!"
(Atâ bin Yesâr'a ait
mürsel haberler arasında da bunun benzeri bir rivayet bulunmaktadır.) [8]
Buhari ve Beyhaki
Aişe'den rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.), vefatıyla neticelenen
hastalığı sırasında şöyle buyurdu: "Ben, Hayber'de bana verilen o zehirli
yemeğin acısını devamlı duyageldim! işte şimdi, o zehirin te'siriyle belimin
koptuğu andır!" [9]
Hâkim sahihtir
kaydıyla Ümmü Bişr'den rivayet eder. O şöyle der: Ben, Peygamber'e (s.a.v.)
gidip: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun, sizin
rahatsızlığınız nedir?" dedim. O da buyurdu ki: "Benim rahatsızlığım,
Hayber'de bize verilen yemektendir. İşte şimdi, tam te'sirini gösterip belimi
koparmaktadır."
İbni Sa'd Aişe'den
nakleder. O şöyle der: Peygpmber'in (s.a.v.) hastalığı sırasında, Bişr bin
Berâ'nın anası geldi ve eliyle peygamberi-miz'e dokundu. O'nun ateşler içinde
olduğunu anladı. Dedi ki: "Ey Allah'ın Resulü, ateşiniz ve acınız çok
yüksek!" Peygamberimiz şu karşılığı verdi: "Biz peygamberlerin ecri
ve sevabı büyük olduğu gibi, acı ve sıkıntıları da büyük olur." Sonra
şunu sordu: "Ey Ümmü Bişr, insanlar benim hastalığım hakkında ne
diyorlar?" Ümmü Bişr: "Zâtü'1-Cenb hastalığına yakalanmış"
diyorlar dedi. Peygamberimiz de: "Allah, böyle bir hastalığın bana
yaklaşmasına izin vermez!" buyurdu. Hastalığının, çektiği acı ve sıkıntıların;
Hayber'de kendisine yedirilen zehirli yemekten olduğunu bildirdi ve:
"Nitekim senin oğlun Bişr de o zehirli yemekten yemişti. Ben bunun
acısını devamlı olarak duyagelmişimdir. İşte şimdi o zehirin, belimi kopardığı
andır!" dedi. Sevgili peygamberimiz, böylece o zehirin te'siriyle ölüp
şehidlik sevap ve faziletini de kazanmış oldu. Resûlüllah, şehid olarak vefat
etti.
Ahmed, İbni Sa'd, Ebû
Yâlâ, Taberani, Hâkim ve Bey haki İbni Mes'ud'un şöyle dediğini nakleder:
"Benim için, "Resûlüllah öldürülmedi" demektense,
"Resûlüllah vallahi öldürüldü!" diyerek dokuz defa yemin etmek daha
isabetlidir! Zira Peygamberimiz'i peygamber edinen Yüce Allah; aynı zamanda
O'nu, şehidlik faziletine de kavuşturmuştur!"[10]
İbni Sa'd, Ebû Yâlâ,
Taberani, Beyhaki ve Ebû Nuaym Fadl bin Abbas'tan naklederler. O şöye demiştir:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Başımı bağlayın. Ben Mescid'e çıkmak
istiyorum!" Ben, başını bağladım. O da Mescid'e çıktı. Tâ minbere kadar
iki kişiye dayanarak gitti. Minbere oturduğu zaman; şu hutbesini irâd etti:
"Bundan sonra derim ki: Ey insanlar, benim sizlerden ayrılığım, gerçekten
yaklaşmış bulunmaktadır. Şimdi ben sizlere diyor ve haber veriyorum! Kimin
sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelip hakkını alsın. Kimin malını almışsam,
işte malım, gelip hakkını alsın! Kime sövüp hakarette bulunmuşsam, işte
haysiyetim ve namusum; gelip aynı şekilde davranarak benden hakkım alsın! Hiç
bir kimse, sakın ola ki, "ben, Resûlüllah'a böyle bir şey yapmaktan veya
söylemekten korkarım!" diye düşünmesin. Zira hakkını almak isteyen
birisine karşı, kızmak veya ona düşmanca davranmak; Allah'ın elçisi olarak
benim şanımdan ve ahlakımdan değildir! Bu böylece biline."
Sonra Reülüllah
(s.a.v.) sözlerine şöyle devam ettiler: "Sizlere haber veriyorum! Kim
içinden bir şey duyup söylemek isterse, kimin nefsinden şikayeti varsa;
mutlaka kalkıp söylesin! Ben onun için, Allah'a dua edivereceğim!"
Resûlüllahm bu sözü üzerine adamın biri ayağa kalktı ve şöyle dedi: "Yâ
Resûlellah, ben; münafığın ve cimrinin birisiyim! Aynı zamanda ben; korkak,
çok uyuyan ve çok yalan söyleyen birisiyim! Benim için dua buyurur
musunuz?"
Sevgili Resulümüz, o
adamın bu sözleri ve ricası üzerine buyurdular ki: "Allah'ım, bu kuluna
iman nasib eyle! Onun imanını ve islammı gerçek kıl! Onun nefsindeki çok uyuma,
yalan söyleme, cimrilik gibi huyları gider! Onun korkaklığını da, cesaret ve
kahramanlığa kalb eyle."
Fadl bin Âbbas der ki:
Ben daha sonraları o adamın haline dikkat ederdim. Bir savaşta, halini müşahade
ettim. Ondan daha kahramanını, ondan daha sabırlısını, ondan daha az uyuyanını
göremedim."
Fadl îbni Abbas;
(Peygamberimiz'in Mescid'deki hutbesi sırasında diğer olanları anlatmak üzere)
der ki: O sırada kadının biri ayağa kalkıp parmağı ile dilini göstererek bir
işarette bulundu. Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyan Peygamber (s.a.v.):
"Ey hanım, sen Aişe'nin evine git, benim oraya gelmemi bekle!"
buyurdu. Sonra Aişe'nin odasına gitti. Orada kendisini beklemekte olan kadının
başına, elindeki asasını dokundurup onun için de dua eyledi."
Aişe validemiz bu
hususta demiştir ki: "Eğer ben olsaydım, muhakkak Resûlüllah'm o kadın
hakkındaki duasını tanır, bellerdim. Eğer benim hakkımda böyle bir dua ve uyarı
yapılmış olsaydı, her halde: "Ey Aişe, namazını güzel kıl!" şeklinde
olurdu." [11]
îbni Sa'd, Aişe'nin
şöyle dediğini rivayet eder: "Ben, Resûlüllah (s.a.v.) kadar, ölüm
hastalığında çok sıkıntı çeken birisini hiç görmedim."
Buhari ve Müslim de
Abdullah ibni Mes'ud'un şöyle dediğini naklederler: "Ben, Resûlüllah'ın
(s.a.v.) hastalığı sırasında, O'nun yanma girmiştim. O'nun, çok şiddetli bir
sıkıntı ve acı çekmekte olduğunu gördüm ve dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü,
acınızın oldukça fazla olduğu anlaşılmaktadır!" Peygamberimiz de şöyle
buyurdu: "Evet, ben şu anda, içinizden en az iki kişinin dayanabileceği
kadar acı çekmekteyim!" Bunun ü erine ben: "O halde yâ Resûlüllah,
ecriniz de iki misli olması lazım!" dedim. Peygamberimiz de bunu:
"Evet, yâ Ibni Mes'ud!" diyerek karşıladı." [12]
Buhari ve Müslim
Abdullah îbni Mes'ud'danf'şöyle rivayet ederler: Ben, Resûlüllah'ın (s.a.v.)
huzuruna girdiğimde, O'na dokundum ve a-teşinin şiddetinden çok sıkıntı
çekmekte olduğunu anladım. Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, sıkıntınız çok
şiddetli herhalde?" O da buyurdu ki: "Evet, çünkü ben, iki adamın
çektiği kadar sıkıntı çekmekteyimdir." Dedim ki: "O halde, ecriniz de
iki adammki kadar olacaktır." O da: "Evet" buyurdu.
Ahmed de el-Zühd adlı
eserinde Ömer bin el-Hattâb'tan şöyle nakleder: "Peygamber'in (s.a.v.) hastalığı
sırasında, O'nun huzuruna girdiğimde, elimi elbisesinin üzerine koydum.
Ateşini elbisesinin üzerinden duydum. Dedim ki: "Ey Allah'ın resulü, ateşi
seninkinden daha yüksek olan bir hastaya rastlamıştım!" O da cevaben şöyle
buyurdu:
"Bizim sevâb ve ecrimiz
de böyle fazla olur. Bilinsin ki, insanların en şiddetli belâlara uğrayanları
peygamberler, sonra sâlih kullardır!"
Buharı ve Müslim Ebû
Musa'dan şöyle rivayet eder: Peygamberimiz hastalığı iyice arttığı sırada:
"Ebû Bekir'e söyleyin, namazı kıldırsın!" buyurdu. Aişe: "O,
yufka yüreklidir! Senin makamına durduğu zaman, namaz kıldırmaya güç
yetiremez!" dedi. Peygamberimiz: "Ebû Bekr'e emrediniz, insanlara
namazı kıldırsın!" diyerek emrini tekrarladı. Aişe yine: "O buna güç
yetiremez" dedi. Peygamberimiz de: "Ebu Bekr'e emrediniz, insanlara
namazı kıldırsın" buyurdu ve "Siz kadınlar, Yusufun arkadaşlarısınız!
Yâni bir sözü söyler, fakat o Özle başka mânâyı kasdedersiniz!" diyerek
sözünü bitirdi. Elçi gidip Ebû Bekir'e Peygamberimiz'in emrini bildirdi. Ebû
Bekir de, Peygamberimiz'in sağlığında insanlara namaz kıldırdı."
Buhârî'nin Aişe
validemizin o sıradaki sözüyle ilgili olarak naklettiğine göre, bizzat Aişe
validemiz şöyle demiştir: "Ben, bu husustaki sözümü tekrarlıyarak,
Resûlüllah'a karşı koymak istememiştim. Ben, sadece Rasulullah'tan sonra, O'nun
makamına geçen bir adamı insanların iyi görmeyeceğinden korkarak öyle
söylemiştim... Ben, Resûlüllah'ın makamına geçen birisini insanların uğursuz
sayacaklarını zannediyordum... Ve istemiştim ki, Resûlüllah Ebû Bekr'in yerine
bir başkasını görevlendirsin..."
îbni Sa'd'ın Muhammed
bin İbrahim'den rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.) hastalığı sırasında
buyurdu ki: "Ebû Bekr insanlara namaz kıldırsın!" Bir ara kendisinde
hafiflik hisseden Resûlüllah Efendimiz, namaza çıktı. Bu sırada Ebû, Bekr,
namazı kıldırmakta idi ve Resûlüllah'ın geldiğini farketmemişti. Resûlüllah
eliyle onun omzuna dokundu. Ebû Bekr de geri çekildi. Peygamberimiz onun sağına
oturdu ve namazı onun arkasında kıldı. Namazı yine Ebû Bekir kıldırmış oldu.
Namaz kılındıktan sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Hiç bir peygamber
ümmetinden birinin arkasında namaz kılmadan vefat etmemiştir!" [13]
Beykakî'nin rivayetine
göre de Aişe validemiz şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), vefatıyla neticelenen
hastalığı sırasında, Ebû Bekir'in arkasında ve oturduğu yerden namazını
kıldı." [14]
Yine Beyhakî Enes'ten
rivayet ediyor: Peygamberin (s.a.v.) cemaatla kıldığı son namaz; bir kat
elbiseye sarınarak gelip Ebû Bekir'in arkasında kıldığı namaz olmuştur."
Beyhakî, Enes'ten
naklettiği bu rivayetle ilgili olarak der ki: "Bu namaz, Peygamber
Efendimiz'in vefat ettiği Pazartesi günü kıldığı Sabah Namazıdır." [15]
Taberânî Şeddâd bin
Evs'ten rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) vefat ederken yanında
idim... Bana hitaben buyurdu ki: "Ey Seddâd, senin neyin var?" Ben
de: "Dünyâ başıma dar geldi!" dedim... Buyurdu ki: "Ey Şeddâd,
böyle söyleme ve unutma ki yakında Şam fethedilecektir, Kudüs fethedilecektir.
Sen ve evlâdın, orada müs-lümanlarm önderlerinden olacaksınız, inşâallah!"
îbni Sa'd, Ömer bin
Ali'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Pey-gamber'in (s.a.v.) ilk hastalandığı
gün, Çarşamba günü idi. Hastalığı, vefat edinceye kadar tam on üç gün devam
etti." [16]
Buharı ve Müslim'in
rivayetine göre, Aişe şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.), hasta olmazdan Önce:
"Bir peygamber, vefat ettikten sonra gideceği cenneti görüpde muhayyer
bırakılmadıkça vefat etmez!" buyururdu. Nitekim hastalığı ağırlaştığı
sırada, ben O'nu kucağımda tutmakta idim. Bir ara kendisine bir ağırlık gelip
bayıldı. Sonra kendisine gelip gözlerini açtı... Sonra gözlerini odanın
tavanına dikerek: "Ey Allah'un, refîk-i â'lâ'ya" dedi. Hatırladım ve
bildim ki, bu O'nun bize daha evvel haber verip söylediği şeydir."
Yine Buharı ve Müslim
Aişe 'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Biz, kendi aramızda Resûlüllah'm
(s.a.v.), dünyâ ile âhiret arasında muhayyer bırakılmadan vefat etmeyeceğini
konuşur dururduk... O'nun vefatıyla neticelenen hastalığı başladığı zaman,
sesinde bir kısıklık oldu. O, o haliyle şöyle diyordu: "...Allah'ın
müstesna nimetlere erdirdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerle
beraber. Onlar gerçekten ne güzel arkadaştırlar!" [17]
Aişe'den Beyhakl'nin
rivayeti ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.) bayıldığı sırada, O'nun mübarek başı
benim kucağımdaydı. Ben, O'nun yüzünü siliyor ve kendisine şifa bulması için de
dua ediyordum... Bir ara kendisine gelip dedi ki: "Bilakis yâ Aişe, artık
ben Rafîk-i Alâ ve Es'ad'a gidiyorum! Cibril'in, Mîkâîl ve israfil'in
arkadaşlığı ne güzeldir!"
Ahmed, îbni Sa'd ve
Ebû Nuaym sahih bir senedle Aişe'den şöyle rivayet ederler: Peygamber (s.a.v.)
buyurdu: "Peygamberlerden her biri, vefat etmezden önce muhakkak muhayyer
bırakılır. O da âhireti seçer de ondan sonra vefat eder." Ben,
Peygamberimiz'in bu sözünü iyi akhmda tutuyordum. Hastalandığı sırada da O'nun
başı benim kucağımda idi
îbni Sa'd, Câbir bin
Abdullah'tan şöyle nakleder: Ka'bü'l-Ahbâr, Ömer zamanında gelip Peygamber'in
(s.a.v.) vefatından önce, en son o-larak söylediği şeyin ne olduğunu sordu.
Ömer de kendisine: "Bunu gidip Ali'ye sormalısın" karşılığım verdi.
O da gidip Ali'ye sordu ve ondan şu cevabı aldı: "O'nun son sözü:
"Namaz'a dikkat ediniz, Namaz'a!" olmuştur.
Buhârî ve Müslim'in
Enes 'ten rivayetleri ise şöyledir: Resûlüllah'm (s.a.v.) en son vasiyeti şöyle
olmuştur:
"Namaza dikkat
ediniz, namaza! Bir de elinizin altındakilerin hukukuna!" Evet, Sevgili
Peygamberimiz'in nefesi çıktığı ve dili döndüğü müddetçe söyleyip durduğu ve
tekrarladığı son sözü ve vasiyeti, işte böyle olmuştur!" [18]
Bezzâr ve Beyhakî
sahih bir senedle Aişe'nin şöyle dediğini nakleder: Peygamber (s.a.v.), mübarek
başı kucağımda olduğu halde vefat etti... Mübarek ruhu çıktığı zaman, etrafa
öylesine hoş bir koku yayıldı ki, ben o âna kadar o kadar güzel bir koku
duymamıştım...
Beyhakı'nin rivayetine
göre de Urve şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir
gelip peygamberimizi öptü ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resulü, hayatta iken
ne kadar temiz ve hoştunuz! Vefat ettiğinizde de ne kadar temiz ve
hoşsunuz."
(Beyhâkî ve Ibni Sa'd,
benzeri bir rivayeti Saîd bin el-Müseyyeb'ten de nakletmişlerdir.)
Beyhâki ue Ebû Nuaym
el-Vâkıdî tarikiyle onun şeyhlerinden şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz
vefat ettiği zaman, O'nun gerçekten vefat edip etmediğinde şüpheye düştüler.
Bâzıları: "Evet O, vefat etmiştir" dedi. Bâzıları ise: "Hayır,
henüz vefat etmedi" dediler. Bu sırada orada bulunmakta olan Esma binti
Umeys, elini Peygamberimiz'in mübarek omzuna koydu ve: "Gerçekten vefat
etmiştir! Zira omzundaki nübüvvet
mührü
kaybolmuştur" dedi. îşte bu suretle, Peygamberimiz'in gerçekten vefat
etmiş olduğunu anladılar." [19]
îbni Sa'd, Ebû Dâvud,
Hâkim, Beyhakî ue Ebû Nuaym Aişe'den naklederler, O şöyle demiştir: Peygamber
(s.a.v.) vefat ettiğinde, O'nu nasıl gasledeceklerini bilemediler ve:
"Vallahi biz, O'nu nasıl gasledeceğimizi bilemiyoruz! Acaba elbisesini
çıkararak mı, yoksa çıkarmaksızın mı gasledeceğiz?" dediler. Bu sırada
Allah kendilerine derin bir uyku verdi. Herkes çenesini göğsüne dayamış
uyuyordu. Sonra birisi konuştu ve: "Peygamber'i (s.a.v.), elbisesi
üzerindeyken gaslediniz" diye bir nidada bulundu. Evden gelen bu sesin,
kime âit olduğunu ise farkedeme-diler." [20]
(Yine bu mealde,
Büreyde ve îbni Abbas'tan nakledilmiş diğer rivayetler de bulunmaktadır.)
îbni Sa'd, Beyhakî
el-Şâ'bî'den şöyle dediğini naklederler: Peygamber'i (s.a.v.) Ali yıkadı ve
O'nu yıkarken şöyle diyordu: "Ey Alla 'm elçisi, anam babam sana feda
olsun! Sen, gerçekten temiz ve hoş olarak yaşadın, temiz ve hoş olarak vefat
ettin!"
Ebû Dâvud, Hâkim,
Beyhakî ve îbni Sa'd'ın Saîd bin el-Müseyyeb tarikiyle Ali'den naklettikleri
rivayet de şöyledir: "Peygamber'i (s.a.v.) ben yıkadım. O'nu yıkarken
dikkat ettim, diğer vefat eden insanlarda görülen şey, O'nda hiç görülmedi.
Zaten O, yaşarken de tertemiz idi, vefat ettiği zaman da tertemiz idi!"
(îmâm-ı Ahmed'in îbni
Abbbâs'tan naklettiği bir rivayete göre de, Ali bu hususta böyle demiştir.)
Beyhaki'nin Ebû
Maşer'den, onun da Muhammed bin Kays'tan rivayetine göre de Ali şöyle demiştir:
"Peygamber'i (s.a.v.) gaslettiğimiz sırada, O'nun azasını yıkamak için
tutup kaldırmak istediğimde sanki kendiliğinden kalkıyormuş gibiydi."
(Diğer bir rivayette ise, Ali'nin şunu da
ifade ettiği kaydedilir: "O sırada etrafa ve semâya öylesine bir güzel
koku yayıldı ki, o âna kadar o kadar güzel bir kokuyu ben hiç duymamıştım.
Dedim ki: "Ey Allah'ın Resulü, anam babam sana feda olsun! Sen, gerçekten
tertemiz yaşadın, tertemiz olarak vefat ettin!")
îbni Sa'd, Abdül-Vahid
bin Ebû Avn'den rivayet eder. O şöyle demiştir: Peygamber (s.a.v.) Ali'ye hitaben
buyurdu: "Ey Ali, ben vefat ettiğim zaman, beni sen yıkayacaksın!"
Ali de dedi ki: "Ey Allah'ın Rasulü, ben hiç cenaze yıkamadım."
Peygamberimiz: "Yâ Ali, hiç çekinme! Bunu sana Allah kolay
kılacaktır!" buyurdu. Ali, bunu anlatmak üzere sonra demiştir ki:
"Ben, Peygamberimiz'i gaslederken, bunu bana Allah kolay eyledi.
Resûlüllah'ın hangi azasını yıkamak üzere tutsam, kendiliğinden kalkıyormuş
gibi bana çok hafif geldi. Bana bu sırada yardım etmekte bulunan Fadl ise:
"Yâ Ali, çabuk ol! Neredeyse belim kırılacak!" diyordu."[21]
Evet, Peygamber'in
(s.a.v.) özelliklerinden biri de O'nun cenaze namazının kılınışının O'na has
bir şekilde olması idi. Şöyle ki^Maslü-manlar O'nun cenaze namazım, önlerinde
bir imam olmaksızın ve bilinen cenaze duasını da okumaksızm, teker teker, grub
grub kılmışlardır. Bu sırada da bazı fevkaladelikler vukua gelmiştir. Nitekim
bu hususta müteaddid rivayetler bulunmaktadır. Önce tbni İshak ile Beyhaki'nin
rivayetini görelim. Bunların rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir:
"Peygamber
(s.a.v.) vefat ettiği zaman, önce erkekler gelip grub grub O'nun namazını
kıldılar. Önlerinde imam yoktu. Erkekler bitirdiği zaman, kadınlar gelip onlar
da önlerinde bir imam bulunmaksızın O'nun namazını kıldılar. Sonra çocuklar
gelip kıldılar. Sonra köleler gelip kıldılar ve hiçbirinde, hiç bir kimse
kendilerine imam olmadı." [22]
îbni Sa'd ile
Beyhaki'nin, Sehl bin Sa'd'dan rivayeti de şöyledir: Peygamber'in (s.a.v.)
cenaze namazım müslümanlar, önlerinde bir imam olmaksızın kıldılar. O'nun
gaslini tamamlayıp kefenledikten sonra, şerir üzerine koydular, sonra bu şeriri
kabrin kenarına bıraktılar. Sonra grub grub gelip O'nun üzerine namaza
durdular."
îbni Sa'd, îbni Meni,
Hâkim, Beyhaki ve Taberani Îbni Mes'ud'dan rivayet ederler. O şöyle demiştir:
Peygamber (s.a.v.), hastalanıp iyice ağırlaştığı zaman, biz kendisine:
"Vefatınız halinde sizi kim yıkayacak, Ey Allah'ın Resulü?" diyerek
sorduk. O şöyle buyurdu: "Beni, ehl-i beytimden bana en yakın olanlar
yıkayacaktır. Fakat sizlerin göremeyeceğiniz pek çok melekler de
bulunacaktır!" Bundan sonra kendisine: "Namazını kim
kıldıracak?" diye sorduk. O da: "Siz beni yıkayıp kefenime koyduktan
ve güzelce kokuladıktan sonra, şeririm üzerine koyunuz! Sonra şeririmi kabrimin
kenarına bırakınız. Sonra yanımdan çıkıp bir müddet bekleyiniz. Zira o sırada
üzerime ilk namaz kılacak olan Cebrail olacaktır. Sonra Mîkâîl, sonra İsrafil,
sonra da Azrail olacaktır. Bunların her birinin yanında meleklerden cemaatleri
de olacaktır. Sonra sizlerden ilk olarak ehl-i beytim gelip namazımı
kılsınlar. Sonra grub grub veya ferd ferd gelip namazımı kılarsınız." Biz,
Peygamberimizin bu sözlerini böylece dinledikten sonra: "Peki Ey Allah'ın
Resulü, sizi kabrinize kim koyacak?" diye de sorduk. O da buyurdu ki:
"Beni kabrime, ehlim koyacaktır ve bu sırada bir çok melekler de bulunur,
onlar sizleri görür amma, sizler onları göremezsiniz."
Bu rivayetle ilgili
olarak Beyhaki der ki: "Bunu, sadece Selâm el-Tavil rivayet
etmiştir." Ibni Hacer ise onun bu sözüne itiraz ederek şöyle demiştir:
"Bunu, aynı tarikten Müslime bin Salih de rivayet etmiştir ve onun bu
rivayeti Selâm el-Tavil'in rivayetini desteklemektedir." (Bunu ayrıca
Hafız Bezzâr da, bir başka tarik ile İbni Mes'ud'dan rivayette bulunmuştur.)
İbni Sa'd'm Ali'den
rivayeti de şöyledir: Peygamber (s.a.v.) şeriri üzerine konulduğu zaman ben
insanlara dedim ki: "O'nun cenaze namazını kılarken, hiç biriniz
insanlara imam olamaz! O, sağken de, vefatı halinde de sizin imamımzdır! Grub
grub içeri giriniz, saf saf durunuz ve O'nun namazını kılınız." Onlar da
grub grub gelip böyle yaptılar. Bilinen cenaze duasını da okumadılar. Tekbir
aldıktan sonra sâdece: "Esselâmü aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetüllahi ve
berekâtühü." "Ey Allah'ın peygamberi, Allah'ın selâmı, rahmeti ve
bereketi senin üzerine olsun!" diyerek selamladılar ve sonra da:
"Allah'ım bizler şahitlik ederiz ki, senin peygamberin senin O'na
indirdiğin kitabını tebliğ etmiştir! Ümmetine hakkıyla yol gösterip nasîhatta
bulunmuştur, senin yolunda hakkıyla cihâd etmiştir! Tâ senin dînin izzet ve
kuvvet bulup yerleşin-ceye kadar, nasihat ve cihâdında devam etmiştir.
Allah'ım, sen bizleri O'na indirdiğin Kitâb'a hakkıyla uyanlardan eyle ve
bizlere dînimizde sebat ver! Bizi yarın âhirette O'na kavuştur!" işte
bâzıları böyle dua e-diyor, bâzıları da bu duaya amîn diyordu. Erkekler bu
şekildeki cenaze namazlarını bitirdikten sonra kadınlar, sonra da sabiler edâ
ettiler."
(Ibni Sa'd ile
Beyhakî'nin Muhammed bin İbrâhîm el-Teymî'den olan rivayeti de bu şekildedir.)
İbni Sa'd, Ebû Hazım
el-Medenî'den rivayet eder. O şöyle diyor: Peygamber (s.a.v.) vefat ettikleri
zaman, O'nun cenaze namazını ilk o-larak muhacirler edâ ettiler. Sonra ensâr.
Bölük bölük gelip namazını kılıyor, sonra çıkıyorlardı. Sonra Medine ehli
kıldı. Böylece erkekler edâ ettikten sonra kadınlar edâ ettiler. Kadınlar,
âdetleri veçhile feryâd ve figân ediyorlardı. Ansızın büyük bir gürültü
duyuldu. Bundan korkan kadınlar sustular. Birisi bu sırada şöyle demekteydi:
"Her bir musibetin ve kaybın, Allah tarafından verilecek bir karşılığı ve
bedeli vardır. Eksiğini, Allah'ın vereceği ecir ve sevâb ile gidenlere ne
mutlu! Asıl musibete uğrayan ise, sevaptan mahrum kalandır!"[23]
Peygamber'in (s.a.v.)
özelliklerinden biri de, O'nun vefat ettiği yere defnedilmesi ve cenaze
namazının üç gün sürmesidir. Keza kabrine kadife yayılması da O'nun bir
özeliği idi.
Îbni Sa'd îkrime'den
şöyle nakleder: Peygamber (s.a.v.), vefatından sonra kabrinin kenarına konuldu
ve üzerine namaz kılındı. Vefat günü Pazartesi idi. Kabrine defnedildiği vakit
ise, ertesi günün gecesridi."
Beyhakî'nin îkrime
kanalıyla Îbni Abbas'tan rivayeti de şöyledir: "Peygamber'in (s.a.v.)
cenazesi hazırlanıp kabrinin kenarına, Pazartesi gününün öğle vakitlerinde
konulmuştu... Salı günü Güneş battığında ise, hâlâ insanlar O'nun namazım
kılmakta idiler."
îbni Sa'd'm Sehl bin
Sa'd el-Sâidî'den rivayeti ise şöyledir: "Peygamber (s.a.v.), Pazartesi
günü vefat etti... Pazartesi günü, Salı günü namazı kılınmaya devam edildi.
Nihayet Çarşamba günü defnedildi." [24]
Beyhakî'nin Mekhûl'dan
nakli de şöyledir: "Peygamber (s.a.v.), vefatından sonra, üç gün kabrine
defnedilemedi. İnsanların onun üzerine kıldıkları cenaze namazı üç gün
sürdü... İnsanlar; bölük bölük gelip namazını edâ ediyorlardı. Saf tutmuyorlar
ve bir imama da uymuyorlardı."
Yine Beyhakî ile îbni
Sa'd'ın îbni Abbas'tan rivayetleri de şöyledir: "Peygamber1 in (s.a.v.)
vefatından sonra, nereye defnedileceği hususunda ihtilâfa düşüldü... Bâzıları:
"O'nu, Mescid'e defnedelim!" dediler. Bâzıları: "Medine
Kabristanına defnedelim!" dedi. Ebû Bekir de: "Ben, Peygamber'in
(s.a.v.) kendisinden duydum! O, bu hususta şöyle buyurmuştu: "Hiç bir
peygamber, vefat ettiği yerden başka bir yere defnedil-memiştir!" işte Ebû
Bekir'in bu sözü üzerine Peygamberimiz'in üzerinde vefat ettiği yatak
kaldırıldı, bu yatağın serildiği yere O'nun kabri kazıldı ve O buraya defnedildi."
(Bu rivayetin, mevsûl
ve mürsel başka tarikleri de bulunmaktadır.) [25]
îbni Sa'd, ibniEbû
Müleyke'den nakleder. O şöyle der: "Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde
şöyle buyurmuştur: "Allah'ın vefat ettirdiği her bir peygamber, ancak
vefat ettiği yere defnedilmiş tir."
Beyhakl, Salim bin
Ubeyd'den nakleder. Salim bin Ubeyd, Askâb-ı Suffe'den olan bir zâttır ve şöyle
demiştir: "Peygamber (s.a.v.) vefat ettiği zaman, Ebû Bekir gelip içeri
girdi. Sonra dışarı çıktı... Bu sırada kendisine: "Resûlüîlah (s.a.v.)
vefat etti mi?" diye soruldu. O da: "Evet" diye cevâb verdi.
Onun bu cevâbı ile, Peygamberimiz'in artık vefat etmiş olduğunu anladılar.
Sonra kendisine: "Peki O'nun namazını nasıl kılacağız?" diye
soruldu. O da: "Önümüzde bir imam bulunmaksızın, bölük bölük girip O'nun
üzerine namazını kılacaksınız" dedi. Onlar da onun dediği gibi yaptılar.
Onlar daha sonra: "Peygamberimiz defnedilecek midir?" dediler. O da:
"Evet" dedi. "Nereye defnedilecek?" diye sordular. O da:
"Vefat ettiği yere" karşılığını verdi. Onlar da, bunun böyle yapılması
gerektiğini anladılar ve öyle yaptılar."
(Ebû Yâlâ'nm
rivayetine göre, Aişe, bu husustaki ihtilâf sırasında, Ali'nin dahi bu şekilde
söylediğini ifâde etmiştir.)
Ahmed, îbni Sa'd ve
Beyhakl îbni Abbas'tan rivayet ederler: O şöyle demiştir:
"Peygamberimiz'in (s.a.v.) vefatından sonra, O'nun kabrini kazmayı mûrad
ettikleri sırada, bu işi kimin yapacağım müzâkerede bulundular. Bu sırada
Medine'de müslümanlarm kabrini kazan iki kişi vardı. Bunlardan biri Ebû Ubeyde,
diğeri de Ebû Talha idi. Ebû Ubey-de'nin usûlü şakk, Ebû Talha'nın usûlü da
lahd idi. Peygamberimiz'in amcası Abbas, iki adam çağırıp bunlardan birini Ebû
Ubeyde'ye, diğerini de Ebû Talha'ya yolladı. Hangisi erken gelirse,
Resûllüllah'ın kabrinin ona göre olmasını istedi ve: "Ey Allah'ım, sevgili
peygamberimiz için sen, hangisi hayırlı olacaksa, onu nasîb eyle!" diyerek
de istihare, yâni hayırlısını Allah'tan isteme şeklinde bir duada bulundu. Ebu
Talha erken bulunup erken oraya geldi ve Resûlüllah'm kabri de böylece, lahd
usûlüne göre kazılmış oldu." [26]
îbni Sa'd, Hâkim ve
Beyhakî Aişe'den nakleder. O şöyle demiştir: "Ben rü'yâmda üç Ay
görmüştüm... Bu üç Ay, semâdan kucağıma düştü... Babam Ebû Bekir'e bu rüyamın
tâbirini sordum. O da dedi ki: "Yeryüzünün en hayırlı üç insanı senin
odana defnedilecektir." Peygamber (s.a.v.) vefat ettikten sonra benim
odama defnedildi. Babam da bana dedi ki: "Ey Aişe, işte senin rüyanda
gördüğün üç Ay'dan birincisi ve en hayırlısı! Senin odana defnedilmiş
bulunmaktadır."
îbni Sa'd, îbni
Abbas'ın şöyle dediğini nakleder: "Peygamber (s.a.v.), kabrine defnedilin
e zden ve konulmazdan önce, altına kırmızı renkli bir kadife serildi. Sonra
bunun üzerine konuldu." işte îbni Abbas'ın bu rivâyetiyle ilgili olarak
Vekî' der ki: "Bu, sâdece Peygamberi-miz'e hâs idi. O'nun bir özelliği
idi."
(Bu hadîsi, Vekî'in bu
sözü olmaksızın Müslim dahî rivayet etmiştir.) [27]
îbni Sa'd, Hasanın da
şöyle dediğini nakletmiştir: "Resulüllah (s.a.v.) Efendimiz bir
hadîslerinde: "Benim kabrim de lahdim açıldığı zaman, altıma şu kadifemi
seriniz! Biliniz ki yeryüzü, Peygamberin cesedine, musallat olamaz..."
Bezzâr, sahih bir
senedle îbni Saîd'den şöyle rivayette bulunur: Biz, Resulüllah (s.a.v.)'i
kabrine defnettikten sonra, aradan henüz fazla bir zaman geçmeden, kalbi
erimizin çok değiştiğini hissettik..."
îbni Sa'd, Hâkim ve
Beyhakî'nin Enes'ten rivayetleri de şöyledir: "Peygamberin (s.a.v.) vefat
ettiği gün, sanki Medine'nin üzerine koyu bir zulmet çökmüştü!... Her şey,
kapkaranlık idi. O'nun kabrine defnedilip ellerimizin toprağını silkeleyerek
hayâta döndük... Aradan çok zaman geçmeden, kalblerimizde çok değişiklik
oldu."
(Yine Hâkim ile
Beyhakî'nin Enes'ten diğer bir rivayetleri de, buna yakın bir mealdedir.)[28]
Sahihtir kay diy
leHâkim ve Beyhakî, Câbir'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Peygamber (s.a.v.) vefat ettiği zaman melekler taziyede bulundular.
Ashab-ı kiram, kendilerine taziyede bulunan meleklerin sesini duyuyor ve fakat
kendilerini göremiyorlardı. Taziyede bulunan meleklerin sözleri şöyle idi. Yâni
onlar dediler ki: "Ey Peygam-ber'in ev halkı! Allah'ın selâmı, rahmeti ve
berakâtı sizlerin üzerinize olsun! Biliniz ve unutmayınız ki Allah'ın indinde,
her bir musibetin bir karşılığı ve ecri vardır! Herkes, sabrı ve Allah'a olan
tevekkül ve teslimiyeti nisbetinde ecir ve sevaba erecektir. O halde Allah'a
sığınıp O'ndan yardım dileyiniz! O'na dayanıp güveniniz!... O'ndan ecir ve
sevap umunuz!... Biliniz ki, esas mahrum kişi; ecir ve sevaptan mahrum kalandır.
Haydi sabrediniz! Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi hepinizin üzerine
olsun!" .
îbni Sa'd ile îbni Ebû
Şeybe'nin, keza Ebû Yâlâ'nın ve güzel bir senedle Taberânî'nin Sehl bin
Sa'd'dan rivayetleri şu merkezdedir:Peygamber (s.a.v.) bir hadîslerinde şöyle
buyurdular: "insanlar, benim vefatımdan sonra, bana olan taziye
sebebiyle, birbirlerine taziyede bulunacaklardır." İnsanlar,
Peygamberimiz'in bu sözünü iyi anlayamamışlar ve: "Acaba bunun mânâ ve
mâhiyeti nedir?" demişlerdi; Ne zaman ki peygamberimiz vefat etti, insanlar
da birbirlerine olan taziyelerinde, O'nu kaybetmiş olmanın en büyük musibet
olduğunu hatırlatarak (kendi kayıplarının bunun yanında küçük kaldığını düşündürerek)
taziyede ve tesellide bulunur oldular." [29]
Evet, Peygamber'in
(s.a.v.) pek çok özelliklerinden biri de, O'nun kabri üzerine namaz kılmanın
haram oluşudur. Nitekim Buharı ve Müslim, Aişe'nin şöyle dediğini ittifakla
rivayet ederler: "Ben, Peygamberin (s.a.v.) vefatıyla neticelenen
hastalığı sırasında (vefatından birkaç gün önce), O'nun şöyle buyurduğuna şâhid
oldum:
"Allah,
peygamberlerin kabirlerini mescid edinen yahûdî ve nasârâya lanet etsin!"
Aişe validemiz, bu
hadîsi rivayet ettikten sonra da şöyle demiştir: Eğer Peygamberimiz'in bu
şiddetli yasağı olmasaydı, O'nun kabri meydanda olurdu ve insanlar O'nun
kabrini mescid edimlerdi. Fakat Peygamberimiz, kabrinin bir mescid (put)
hâline getirilmesinden korktuğu için, bunu şiddetle yasaklamıştır!" [30]
Peygamber'in (s.a.v.)
özelliklerinden biri de, mübarek cesedinin kabrinde çürümemesidir. Nitekim tbni
Mâce, Ebû Nuaym, Evs bin Evs el-Sekaft'den şöyle rivayet ederler: Peygamber
(s.a.v.) buyurdu: "Günlerinizin en faziletlisi, Cuma günüdür! Bu mübarek
günde bana salât ü selâmı çok getiriniz! Çünkü sizin salât ü selâmınız bana arz
edilir." Ashâb dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, Sen kabrinde çürüyüp
gittiğin halde, bizim salât ü selâmlarımız sana nasıl arz olunur?" Peygamberimiz
de şu karşılığı verdi: "Allah, toprağa, peygamberin cesedini yiyip
çürütmeyi haram kılmıştır!" [31]
Zübeyr bin Bekkâr
Hasan'dan rivayet eder. O şöyle der: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Cebrail'in kendisiyle konuştuğu bir peygamberin, ölümünden sonra
bedenini yiyip çürütmesini; Allah toprağa haram kılmıştır!"
Yine Zübeyr ile
Beyhakî Ebû 7-Aliye'den rivayet ederler. O da şöyle demiştir: "Toprak,
peygamberlerin cesedini çürütmez... Yırtıcı hayvanlar da yemez..."[32]
Peygamber (s.a.v.),
kabrinde diri olup namaz kılmaktadır. Aynı zamanda O'nun kabrinde, ümmetinin
kendisine olan salât ü selâmlarım tebliğ etmekle mükellef ve müvekkel bir melek
bulunmaktadır. Bu suretle Peygamberimiz de kendisine salât ü selâmda
bulunanlara mukabelede bulunmaktadır.
El-Esbehânî'nin
Terğîb'teki Ebû Hüreyre'den rivayetinde şöyle denilmiştir: "Peygamber
(s.a.v.): "Her kim bana, kabrimin başında salât ü selâm ederse, o bana
teblîğ edilir" buyurdu. [33]
Ahmed, Nesâî, sahihtir
kaydiyle Hâkim, Beyhakî ve Bezzâr; îbni *Mes'ûd'dan rivayet ederler. O şöyle
demiştir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Allah'ın, yeryüzünde dolaşmakta
olan birtakım melekleri bulunmaktadır.
Bunların vazifeleri, ümmetimden bana salât
ü selâm edenlerin salât ve
selâmlarını bana ulaştırmaktadır." (Ibni Adiyy de Ibni Abbas'tan bunun bir
benzerini rivayet etmiştir.)
Kâdî îsmâîl,
"Peygamberimiz'e salât ü selâm'm fazileti" hakkındaki eserinde
Ali'den şöyle rivayet eder: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu: "Sizler, nerede
bulunursanız bulunun, bana salât ü selam ediniz! Zira sizin salât ü
selâmlarınız bana tebliğ olunur." [34]
Kâdî Îsmâîl, Eyyûb'tan
şu rivayeti nakletmiştir: "Bana ulaşan bîr habere göre, Peygamber'e
(s.a.v.) getirilen salât ü selamları, O'na ulaştırmakla mükellef ve müvekkel
bir melek bulunmaktadır."
tbni Râhâye îbni
Abbas'ın şöyle dediğini nakleder: "Ümmet-i Mu-hammed'den her kim
peygamber'e (s.a.v.) salât ü selâm gönderirse, bu buna müvekkel olan melek
tarafından mutlaka Peygamber Efendimize: "Senin ümmetinden falan kişinin
sana olan salât ve selâmıdır!" diyerek tebliğ olunur."
Ebû Dâvud, Ebû
Hüreyre'den (r.a.) şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.) buyurdu:
"Ümmetimden herhangi bir kimse bana sâlât ü selâm getirdiği zaman, Allah
mutlaka ruhumu bana iade eder de ben o kimsenin salât ü selâmına karşılık
veririm![35]
Ebû Nuaym, Saîd bin
el-Müseyyeb'in şöyle dediğini nakleder: Ben, Harra Gününün gecelerinde
Resûlüllah'm Mescidi'nde kaldığım zaman, bu Mescid'de benden başka kimse yoktu.
Ben ise, her namaz vakti geldiğinde, Resûlüllah'm kabrinden ezan sesi
duyardım." [36]
(Zübeyr bin Bekkâr'm
Saîd'den rivayeti de bu merkezdedir.)
Ebû Yâlâ ile
Beyhakî'nin Enes'ten rivayetleri ise şöyledir: Peygamber (s.a.v.), bir
hadîslerinde şöyle buyurdular: "Peygamberler, kabirlerinde diridirler ve
namaz kılarlar." [37]
Ibni Sa'd, el-Vakıdî
tarikiyle Şebel bin Aladan rivayet eder. O da babasından, şöyle demiştir: Bir
gün Peygamber (s.a.v.), Fatıma'ya hitaben buyurmuştur ki: "Kızım, ben
vefat ettiğim zaman; "Innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn!" diyerek
istircâda bulun. Zira Allah'ın indinde her bir musibetin karşılığı, ecir ve
sevabı vardır..."
îbni Sa'd'ınAta bin
Ebû Rebâh'tan rivayeti de şöyledir: Resûlüllah (s.a.v.), bir defasında buyurdu
ki: "Sizden biriniz bir musibetle karşılaştığı zaman, benim hakkımdaki
musibetini hatırlasın! (Benim için "Pey-gamberimiz'i kaybetmiş olmaktan
daha büyük musibet mi olur?" diyerek, musibetinin acısını hafifletmeye
çalışsın...) Zira bir müslüma-nın en büyük musibeti, beni kaybetmiş olması sebebiyle
uğradığı musibettir."
Beyhakî ise Ümmü
Seleme den nakleder: O, bir gün, Peygamber'i (s.a.v.) kaybetmiş olmayı hatırlar
ve: "Bışımıza çöken, ne büyük bir musibettir, hey!... Biz, Peygamberimiz'i
kaybettikten sonra, başımıza gelen musibetlerin her biri, bize çok hafif
gelmiştir. Zira, o sırada biz, esas musibetimiz olan Peygamber'i (s.a.v.)
kaybetmiş olduğumuzu hatırlar, böylece diğer musibetler gözümüzde küçülür
giderdi." demiştir.[38]
Peygamber'in (s.a.v.)
vefatını müteâkıb, ashâb-ı kirâm'm savaşlarında ve diğer benzeri yerlerde de
birtakım fevkalâde olaylar vukua gelmiştir. Buna daîr çeşitli haber ve
rivayetler bulunmaktadır. Şimdi bunları sırayla zikredelim:
Ebû Nuaym'in
rivayetine göre; Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Ben, Alâ bin el-Hadramî ile
birlikte sefere çıktım. Bu seferimiz esnasında kendisinden öyle şaşılacak
fevkalâdelikler gördüm ki, bunların hangisi diğerinden daha üstün idi
bilemem... Dicle kıyısına vardığımız zaman, karşı tarafa geçmek için gemimiz
yoktu... O bu sırada dedi ki: "Haydi, besmele çekip yüce Allah'ın adım
anarak, develerimiz üzerinde karşı tarafa geçiyoruz!" O, bu enirini verdi.
Bizler de ona uyarak "Bismillah!" deyip develerimizi suyun üzerine
sürdük. Salimen karşı tarafa geçtik... Baktık ki, sâdece develerimizin
ayaklarının altı ıslanmıştı... Seferden dönüş sırasındaydı. Çölde gidiyorduk...
Suyumuz kalmamıştı. Kendisine durumu haber verdik... O hemen iki rek'at namaz
kılıp dua etmeye başladı. Derken kalkan büyüklüğünde bir bulut belirdi. Sonra
kırbadan dökülürcesine yağmur yağdı. Biz de hem suya kandık, hem de bütün su
kablarımızı doldurduk... Hayvanlarımızı da bir güzel suya kandırdık... Derken
Alâ bin el-Hadramî vefat etti... Biz de onun namazını kılıp defnettik. Sonra
yolumuza devam etmeye başladık... Derken, yırtıcı hayvanların gelip onun
kumsaldaki kabrini deşerler ve cesedini yerler diye endişe edip geri döndük...
Ne kadar aradıksa da onun kabrini bulamadık..."
(îbni Sa'd'ın rivayetinde de Ebû Hüreyre'nin:
"Aradık fakat kabrinin yerini bulamadık" dediği kaydedilmiştir.)
Ebû Nuaym
Îbnü'd-Dakîl'den nakleder. O şöyle der: îslâm başkumandanı Sa'd Ibni
Ebu'l-Vakkâs, trân fütuhatına giriştiği zaman, Neh-reşîr'e vardığında karşı
tarafa geçebilmeleri için gemi bulamadı. Emir verdi ise de, hiç bir gemi te'mîn
edilemedi. Safer ayının bâzı günlerini beklemekle geçirdiler, Birgün rü'yâsında
islâm askerinin atlarının Dicle suyu üzerinden karşı tarafa geçtiklerini
gördü... Dicle'de o günlerde büyük bir medd olayı yaşanmakta idi. Suyu çok
kabarmıştı... Sa'd, gördüğü rü'yâ üzerine hayli düşündü. Sonra askerlerini
toplayıp onlara dedi ki: "Ben, bu nehrin üzerinden geçmeye kesin karar
verdim! İnşâallah salimen nehri geçip Medâin'i fethedeceğiz!" Askerlerin
ileri gelenleri de onun bu kararını iyi ve yerinde buldular. Bütün askerlere
ilân edildi ve denildi ki:
"Haydi hepiniz,
"Allah'a sığınıp O'na tevekkül ettik! Allah bize kâfidir! Ve O, ne güzel
vekildir!... Bütün güç ve kuvvet, sâdece ve sâdece yüce ve büyük olan Allah
iledir" deyiniz."
Bütün askerler; böyle
diyerek Allah'a sığınıp tevekkül ettiler. Sonra atlarını Dicle'nin azmış ve
kabarmış suyuna sürdüler. Sanki onlar, atlarına değil de kabaran ve coşan
dalgalara binmişlerdi. Dalgalar, etrafa köpük saçıyordu. Suyun yüzü, koyu
karanlık idi. Müslümanlar ise, sanki karada gidiyorlarmış gibi, birbirleriyle
konuşup şakalaşarak, neşe ve huzur içinde karşıya geçiyorlardı ve geçmişlerdi
bile... Tabiî karşı tarafın hesabında böyle bir şey yoktu... Netice islâm
askerlerinin kesin zaferiydi. Tek ve kesin bir hamle ile Medâin'i ele
geçirmişlerdi. Iran kralının (Kisrâ) Şîrîn'in ve daha sonrakilerin
köşklerindeki bütün mallar, müslümanların ganimeti oluvermişti. Artık, Kisrâ'nm
başşehri diye bir Medâin yoktu... İşte müslümanlar, Sa^d'ın kumandasında bu
şekilde bu şehri; hicretin on altıncı yılında, Safer ayı içinde fethetmiş
o-luyorlardı. [39]
Ebû Nuaym, Ebû Osman
en-Nehdî'den, Sa'd'ın, askerlerini atlarını suya sürerek Dicle'yi geçmeye
davet edişiyle ilgili olarak şöyle nakleder: "Atlarımızı ve bütün
hayvanlarımızı Sa'd'ın daveti (emri) üzerine Dicle suyuna sürdük. Dicle'nin
yüzünü öylesine kapladık ki, bu taraftan öbür tarafa kadar asker dolu idi. Hiç
kimse suyun yüzünü göremiyordu. Öbür tarafa geçtiğimiz zaman, atlarımız
yelelerini silkeliyor, kişneyerek karşı tarafa ses veriyordu. Bunu gören
iranlılar, hiç arkalarına dönüp bakmadan kaçıyorlardı. Biz bu şekilde Dicle'den
geçerken, hiç bir zâyiât da vermedik... Sâdece askerin birinin su kabı, bağı
koparak düşmüştü... Aynı asker, suyun Öbür tarafına çıktığı zaman, su kabını
kenarda görmüş ve eğilip almıştır..."
Ebû Nuaym'ın, Ebû
Bekir bin Hafs bin Ömer'den rivayeti de şöyledir: Biz bu şekilde Dicle'nin
karşı tarafına geçerken, komutanımız Sa'd'm yanında Selmân gitmekteydi. Sa'd
şöyle diyordu: "Hasbünallahü ve ni'melvekîl! Allah bize yeter, O ne güzel
vekîl'dir! Vallahi, Allah kendi dostlarına yardım edecek, kendi dînini muzaffer
kılacak, düşmanı hezimete uğratacaktır!... Eğer, bu orduda, sevablanmıza baskın
çıkan günahlar yoksa, muhakkak bu böyle olacaktır!... Sa'd'ın bu sözünden sonra
Selmân da şöyle diyordu: "Vallahi, Allah'ın bu dostları (evliyası) için,
denizlerin bu şekilde itaat etmesi kadar lâyık ve güzel bir şey olamaz!
Baksanıza, deniz kendilerine bir kara parçası gibi itaat etmektedir" işte
onlar; böylece karşıya geçtiler. Salimen öbür yakaya çıkıp hiç bir zâyiât
vermediler. Suyun yüzünden geçerken konuşup şakalaşmaları da, karada giderken
yaptıkları konuşmalardan hiç de az değildi..."
Yine Ebû Nuaym, Umeyr
el-Sâidî'den şu nakilde bulunur: "Müslümanlar komutanları Sa'd'ın
emriyle, atlarını suya sürdüler. Selmân, Sa'd'ın yambaşmda idi. Sa'd: "Bu,
hiç şüphesiz, Azız ve Alîm olan Allah'ın bir takdiridir!" diyordu. Dicle
ise, son derece coşkun, dolup taşmakta idi. Atlarımız ise elbette yoruluyordu.
Dalgalar sanki küçük tepecikler gibiydi. Yorulan atım da, sanki kara parçasında
topraktan bir tepecik üzerinde dinlenircesine bu dalgalar üzerinde istirahat
ediyor, sonra yüzmeye başlıyordu. İşte bizim Medâin seferimizde; bundan daha
hayret verici bir fevkaladelik olmamıştır. Bu sebeptendir ki, bizim bu
seferimize ve günümüze "Yevmü'l-Cerâsîm" denilmiştir ki bununla,
Dicle'nin kabaran dalgaları anlatılmak istenilmiştir. Zira yorulan atlarımız,
sanki önlerine çıkan bir küçük tepe üzerinde dinleniyor, sonra yüzmeye devam
ediyordu..."
Ebû Nuaym'in
rivayetine göre, Habîb bin Sahbân da bir noktayı belirtmek üzere şöyle
demiştir: "İslâm askerinin Medâin seferi sırasında, atlarını suya sürerek
Dicle'nin öbür yakasına geçtiklerini gören iranlı'lar; gördüklerine inanamayıp
şaşırmışlar ve: "Bunlar, insan değildir! Olsa olsa cinler ve
perilerdir" demekten kendilerini alamamışlardır..."
Ahmed el-Zühd adlı
kitabında, Beyhakî sahihtir kaydıyle Süleyman bin Mugîra'dan şöyle rivayet
ederler: "Humeyd'in dediğine göre, Ebû Müslim el-Havlânî Dicle'ye geldiği
zaman, Dicle'nin suyu kabarmış, dalgalar odun taşımakta ve atmakta imiş... Buna
rağmen Ebû Müslim suyun üzerinden geçip gitmiş... Ahmed'in rivâyetindeki ifâde
şöyledir: "Dicle'nin kenarına geldiği zaman durup Allah'a ham'd ü senada
bulunmuş ve Allah'ı zikretmiş... Sonra Isrâîl Oğullarının denizi geçmelerini
Allah'ın nasıl kolaylaştırdığım yâdetmiş... Sonra hayvanını suya sürerek
selâmetle karşı tarafa geçmiştir.... Tabiî arkasındaki insanlar da ona tabî olarak
hayvanlarını Dicle'ye sürmüşler ve onunla birlikte geçmislerdir. Karşıya
geçildiği sırada Ebû Müslim, arkadaşlarına dönmüş ve demiştir ki: "Bir
şeyiniz zayi olduysa söyleyiniz: Allah'a dua edeyim de neyiniz kayıpsa iade
etsin."
Ebû Yâlâ, Beyhaki ve Ebû
Nuaym Ebû's-Sefer'den şöyle naklederler: Hâlid bin Velîd, el-Hîra'yı ele
geçirdiği zaman, kendisine: "Sakın buranın ânında insanı öldüren
zehirleriyle düşmanlar, bir hilesini yapıp seni Öldürmesinler!" şeklinde
bir uyarıda bulundular. Hâlid: "Peki siz şimdi bana, o dediğiniz zehirden
getiriniz!" dedi. Getirdiler. Halid zehiri eline aldı ve:
"Bismillah!" diyerek içti... Zehirin ona hiç bir zararı dokunmadı."
(Bu haberi, Ebû Nuaym,
diğer vecihlerden de rivayet etmiştir.)
Yine Ebû Nuaym'ın
çıkardığı bir habere göre, el-Kelbl şöyle demiştir: "Hâlid bin Velîd, Ebû
Bekr'in halifeliği zamanında el-Hîra'yı fethetmek üzere yürüdüğü zaman,
Hıra'lılar Abdü'l-Mesîh adındaki adamı ona elçi olarak gönderdiler.
Abdü'l-Mesîh yanında, insanı ânında öldüren zehir taşıyordu. Halîd'i bu
hususta uyarıp dikkatli olmaya çağırmışlardı. Hâlid ona: "Yanında, insanı
ânında öldüren zehirden var mı?" dedi. Abdü'l-Mesîh de "evet"
karşılığını verdi. Hâlid: "Peki onu bana ver bakayım!" dedi. O da
verdi. Hâlid, ondan aldığı zehire baktı, sonra "Bismillah" diyerek o
zehiri içti... "Bismillah!" diyerek Allah'a sığınan bir kimseye,
Allah'ın adıyla birlikte hiç bir şeyin zarar veremeyeceğini de söyledi.
Baktılar ki, Hâlid'e içtiği bu zehir, hiç bir zarar vermedi. Bunu böylece ve
şaşkınlıkla izleyen Abdü'l-Mesîh, derhal kavminin yanına döndü ve onlara
hitaben şöyle dedi: "Ey kavmim, sizin beni elçi olarak gönderdiğiniz
müsllümanlann lideri ve sahih adamları; bizce meşhur olan o ânında adamı
öldüren zehiri alıp içti de, kendisine hiç bir zarar vermedi!... Bu, onlara
bahşedilmiş fevkalade bir şey değil midir?"
îbni Ebü'd-Dünyâ da
sahih bir senedle Hayseme'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Adamın
biri Hâlid bin Velid'in yanına geldi. Adamın yanında şarap tulumu vardı. Hâlid
adama hitaben: "Tulumunda ne var?" dedi. Adam: "Sirke var"
dedi. Hâlid de: "Allah onu gerçekten sirke kılsın!" dedi. Açıp
baktılar, hakîkaten içindeki sirke olmuştu... Halbuki o, sirke değil, şarap
idi." (Bir defasında da birinin şarabı, Halid'in duası ile bala dönüşmüştü.)
Muharib bin Disâr'dan
îbni Sa'd'ın naklettiği haber de şöyledir: "Bir gün şikâyeti olanlardan
biri Halid bin Velid'e gelip: "Senin askerinin içinde şarap içen
var!" dedi. Bunun üzerine Hâlid, derhal askerin i-çine teftişe çıktı...
Dolaşırken, tulumunda şarap olan birinin yanma geldi. Ona dedi ki: "Senin
şu tulumunun içinde ne var?" Adam: "Bunun içinde sirke var"
cevabını verdi. Hâlid de dedi ki: "Ey Allah'ım, şu kulunu yalancı çıkarma!
Tulumun içindekini sirke eyle." Halid'in bu duasından sonra, tulumun
içinde ne olduğuna baktılar. îçindekinin sirke olduğunu gördüler. Tulumun
sahibi dedi ki: "Bu, Hâlid'in duasının neticesidir..."
Ebû Nuaym Haris bin
Abdullah el-Ezdî'den naklediyor. O şöyle diyor: "Ebû Ubeydetü'bnül-Cerrâh
Yermûk'e indiği zaman, Rum askerinin komutanı, kendi adamlarının
sayılılarından birini ona gönderdi. Gönderilen bu adamın adı Cercîr idi. Ebû
Ubeyde'ye geldiği zaman dedi ki: "Ben, Rum Kıralı'nın Samdaki Valisi
tarafından sana gönderilmiş bir elçiyim. Beni sana elçi olarak gönderen der ki:
"Bana, akıllılarınızdan bir adam gönder. Ben onunla konuşayım ve sizin ne
istediğinizi ondan öğreneyim?'1 Bunun üzerine Ebû Ubeyde, Hâlid'e hitaben:
"Hâlid, ona elçi olarak sen git" dedi. Hâlid de: "Sabah olunca
erkenden giderim!" dedi. Namaz vakti olduğu için, müslümanlar namazlarım
kıldılar. Rumların elçisi Cercîr ise, müslümanlann namaz kılışlarım hayranlık
ve dikkatle izliyordu. Namaz kılınıp, dua edildikten sonra Cercîr, Ebû
Ubeyde'ye: 'Yirmi küsur sene oldu. Kimimiz, Peygamberimizin davetinin ilk yıllarında,
kimimiz de son yıllarında müslümanlığı kabul etmiştir" diye
ce-vablandırdı. Cercîr: "Peki, Peygamberiniz kendisinden sonra peygamber
geleceğini de haber verdi mi?" diye sordu. Ebu Ubeyd ise şu cevabı verdi:
"Hayır, böyle bir şey demedi. Bilakis, kendisinden sonra bir daha peygamber
gelmeyeceğini haber verdi. Aynı zamanda îsâ Ibni Meryem'in, kendisinin
geleceğini kavmine bildirmiş olduğunu da bize haber verdi..." Rûm elçisi
bunun üzerine dedi ki: "Ben buna, candan şehâdet ederim. Evet, Isa (a.s.),
bize Râkib-i Cemel'in (deveye binen bir peygamberin) geleceğini haber
vermiştir. Ben bunun, sizin peygamberiniz olduğunu zannediyorum. Eğer
peygamberiniz Isâ hakkında bir şey söylemişse, onu bana haber veriniz! Hem
müslümanlar olarak sizin îsâ hakkındaki sözünüz nedir? Ben bunu da sizden
duymak istiyorum..." Bunun üzerine Ebû Ubeyde dedi ki: "Bizim îsâ
hakkındaki sözümüz, Allah'ın bu husustaki âyetlerinin haber verdiği şeylerdir.
Onlardan bâzılarını sana haber vereyim: Yüce Allah bir âyetinde şöyle buyurur:
"Şüphesiz Allah indinde isa'nın meseli, Adem'in meseli gibidir. O onu,
topraktan yaratmıştır." [40] Yüce
Allah, bir âyetinde de şöyle buyurur: "De ki: "Ey kitâb ehli olanlar!
Sakın dîninizde aşırılığa gitmeyiniz..." [41]
Ebû Ubeyde'nin bu
söylediklerini tercüman; Rum'un elçisi Cercîr'e Rumca'ya aktararak anlattı...
Cercîr bunun üzerine çok duygulandı ve hemen şöyle dedi: "Ben, bunun
gerçekten isa'nın sıfatım haber verdiğine inanıyorum ve ben hiç tereddüde yer
vermeksizin sizin peygamberinizin doğruluğunu da tasdik ediyorum! Ve O,
gerçekten bizim Peygamberimiz isa'nın bize haber verdiği peygamberdir!"
Cercîr, işte bunları söyledikten sonra orada, müslümanlığı kabul etti..."
Ebû Yalanın Amr bin
el-As'tan rivayeti ise şöyledir: "Başlarında ben olmak üzere, bir miktar
islâm askeri yola çıktık ve iskenderiye'ye geldik. Buranın büyüklerinden biri
dedi ki: "Kendisiyle konuşmak üzere, akıllılarınızdan birini bana elçi
olarak gönderiniz..." Ben de bunun üzerine, onunla konuşmak üzere gittim.
Kendisine dedim ki: "Biz, Arabız ve Allah'ın evi olan Kabe'nin
adamlarıyız... Bizim arazîmiz çok dar, gelirimiz de pek az idi. Mecburen leş
ve kan yiyorduk... Bâzan da birbirimize baskınlar yapıp elimize ne geçerse
yağmalıyorduk... Derken bizim içimizden bir adam çıktı. Bu adam, zengin birisi
değildi. Fakat kendisinin peygamber olduğunu îlân etti... Bize, o zamana kadar
bizim bilmediğimiz şeyler emderiyor ve bâzı şeyleri de bize yasaklıyordu.
Bizim ve a-talanmızın üzerinde bulunduğumuz puta tapıcılığı da, çok açık bir şekilde
menediyordu. Biz, bu sebeble kendisine karşı koyduk ve O'nun bize
söylediklerini kabule yanaşmadık... Fakat başkaları O'na inandı ve arka
çıktı... O'na inananlar dediler ki: "Ey Allah'ın Resulü, biz seni, bütün
söylediklerinde tasdik ediyoruz! Sana inanıyor ve tâbi oluyoruz! Seni ve senin
dînini, malımız ve canımızla koruyacağımıza kesin olarak söz veriyoruz."
Bunun üzerine O da, bizden ayrılıp onlara katıldı. (Onların şehri olan
Medine'ye göç etti...) Biz de kendisiyle savaştık... Fakat O bize gâlib geldi
ve Beytüllah'm bulunduğu Mekke'yi fethetti... Biz de sonunda hepimiz
müslümanhğı kabul ettik ve şimdi de müslümanlık uğrunda savaşmaya
başladık..." O, benim bu sözlerimi dikkatle dinledi ve bana dedi ki:
"Evet, Allah'ın Resulü sizlere hep doğruyu söylemiştir. Bizim
peygamberlerimiz de, hep bunları tebliğ etmişlerdir, aslında... Fakat bizim
aramızdan iki adam çıkıp, bizim dînimizin aslım bozarak kendi hevâ ve hevesleri
istikâmetinde insanları sevketmişlerdir. Eğer sizler, başkalarının te'sîrinde
kalmadan, aynen peygamberinizin gösterdiği yoldan giderseniz,
mücâdelelerinizde sizi kimse mağlûb edemez... Eğer siz de sonradan hevâ ve
hevesinize uyar, peygamberinizin yolundan ayrıhrsanız, sayınız ne kadar çok da
olsa, yine sonunda perişan olursunuz..."
Buharı ve Beyhakl
Enes'ten rivayet ederler. O şöyle demiştir: "Ömer bin el-Hattâb, kıtlık ve
kuraklık sebebiyle yağmur duasına çıkıldığı zaman, Peygamberimiz'in amcası
Abbâs ile istiskâda bulunurdu. Onu öne geçirip dua ettirerek, yağmur yağdırması
için Allah'a tevessül ederdi. işte birgün böyle yağmur duasına çıkıldığında,
şöyle dedi:
"Allah'ım, bizler
Sana, peygamberimiz ile tevessül ederdik de Sen bize yağmurunu indirerek
lutufda bulunurdun! işte şimdi ise, Peygamberimiz'in amcası ile Sana
tevessülde bulunuyoruz! Ey Allah'ım, bize bugün dahî yağmurunu yağdırmakla
ihsanda bulun!..." Ve bunun üzerine yağmur yağdı..."
İbni Sa 'd ve Beyhakl
Sabit el-Benânî 'den şöyle rivayet ederler: Enes bin Mâlik'in arazisine bakan
adamı gelip dedi ki: "Ey Enes, arazîn yağ-mursuzluktan kurumuştur."
Bunun üzerine Enes, kalkıp namaz kıldı ve Yüce Allah'a dua ve niyazda bulundu.
Derken bulutlar belirmeye başladı. Çok geçmeden de yağmur yağmaya başladı. O
kadar bol yağdı ki, Enes'in büyük su havuzu dahi dolmuştu... Enes, durumu görüp
sevindi ve adamlarından birini göndererek yağmurun nerelere kadar yağmış
olduğunu anlamak istedi. Fakat adamın getirdiği haber çok hayret verici idi.
Zira Enes'in adamı kontroldan döndüğünde dedi ki: "Yağan yağmur, senin
arazînin sınırından dışarı düşmemiştir!"[42]
(Bu mealdeki bir
rivayeti de îbni Sa'd, Sümâme bin Abdullah'tan nakletmiş tir.)
îbni Sa'd, îbni
Ömer'in âzadlısı Nafi' ile Zeyd bin Eşlemden şu haberi nakletmiştir: "Bir
Cuma günü, Ömer bin el-Hattâb hutbesini o-kumakta iken:
"Ey Sariye bin Zenîm!
Dağa dikkat et dağa! (dağa tırmanınız ve kurtulunuz!) Bilesin ki, sürünün
başına çoban diye kurtları bırakan birisi, gerçekten de zulmetmiş olur"
diye bir söz söyledi. Sonra hutbesine kaldığı yerden devam ederek tamamladı.
Oradakiler ise, bu-arada söylenen sözden bir şey anhyamadılar. Nihayet Sâriye
seferinden dönüp Medine'ye geldi ve gidip Ömer'i gördü... O'na dedi ki:
"Ey mü'minlerin emiri, ben askerlerimle birlikte düşmanı muhasara ettiğim
bir sırada, dağın eteğinde bulunuyorduk. Bulunduğumuz yer de biraz çukur idi.
Düşman ise, kalenin içindeydi. Kale oldukça yüksekte idi. işte tam bu sırada
ben bir ses duydum! Duyduğum ses bağırarak diyordu ki: "Yâ Sâriye bin
Zenim, dağa tırman» dağa!" Ben de arkadaşlarımla birlikte dağın zirvesine
doğru tırmanışa geçtim... Sonra aradan fazla bir zaman geçmeden, o kal'anın
fethini Yüce Allah bize müyesser kıldı..."
Bir ara Ömer'e
soruldu: "Senin o Cuma hutbesi esnasında, "Ey Sâriye!..." diye
söylediğin söz ne idi?" Ömer de şu karşılığı verdi: "Vallahi ben o
sözü, düşünüp hazırhyarak söylemiş değilim! Öyle.bir söz işte... Dilime geldi,
ben de söyleyiverdim." [43]
Bârûdl ve îbni Seken
îbni Ömer'den rivayet eder: O şöyle demiştir: Halife Osman minberde hutbe
okumakta iken, Cahcâh el-Gıfârî ayağa kalkarak halîfe Osman'ın yanma gitti.
Onun asâsmı elinden alıp dizleri üzerine vurarak kırdı. Bir sene geçmemişti ki
Cahcah'ın elinde uyuz hastalığı çıkıp eli dökülmeye başladı. Hastalık ilerledi.
Senesi dolmadan da bu yüzden ölüp gitti..."
(Yine îbni Sekenin
Füleyh bin Selimden nakline göre, Füleyh'in babası ve amcası bu olayda hazır
bulunmuşlardır ve şöyle anlatmışlardır: "O gün Cahcah Hz. Osman'ın
elinden asâsmı alıp kırdı, insanlar şaşkınlıkla bağırdılar. Cenâb-ı Allah,
Cahcâh'm dizlerine ve eline bir uyuz hastalığı verdi. Senesini doldurmadan bu
yüzden Ölüp gitti...) [44]
Beyhaki'nin nakline
göre, Hubeyb bin Mesleme, kendi başından geçen bir olayı şöyle anlatmıştır:
"Ben, bir grup askerin komutanı olarak gazaya çıkmıştım... Düşmanla
karşılaştığımızda, Sevgili Peygamberimizin bir hadîsini hatırladım.
Peygamberimiz bu hadîslerinde şöyle buyuruyorlardı:
"Bazı müslümanlar
bir araya toplanır, içlerinden biri dua eder, diğerleri de bu duaya âmîn
derlerse; Allah teâla onların bu duasını muhakkak kabul buyurur." Ben de
buna göre dua etmek üzere Yüce. Allah'a hamd ü senada bulundum ve şöyle dua
ettim: "Ey Allah'ım, biz müslü-man kullarının kanlarını sen muhafaza eyle!
Bizi öldürmeleri için düşmana fırsat verme! Bununla birlikte bize yine şehid
sevabı ver." Biz bu durumda, gerçekten büyük bir tehlike ile karşı karşıya
idik... Sonra baktık, düşman askerlerinin komutanı atından inip çadırına girdi
ve bize saldırmaktan vazgeçti..."
îbni Ebü'd-dünyâ ve
Beyhakî, yine Hubeyb'den şöyle rivayet ederler: Ben bir defasında bir kaleyi
kuşatmış fethe çalışıyordum... Düşman da bütün gücüyle dayanıp mukavemet
ediyordu. Ben de bütün îmân ve ruhumla: "Lâ havle vela kuvvete illa
billahi" diyerek, güç ve kuvvetin ancak Allah ile olduğunu dile
getirdim... Bütün askerin de böyle söylemelerini emrettim. Onlar da bunu
söylediler. Bu şekilde hep beraber Allah'a sığındıktan sonra, bir hamle daha
yaptık, kale yerle bir oluverdi..."
Ebû Nuaym'in
rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Ebû Talha, gazaya çıkmıştı...
Denizde giderken hastalanıp öldü... Arkadaşları bir kara parçası veya adaya
rastladıklarında cenazesini defnetmek üzere yola devam ettiler. Fakat yedi gün
gittikleri halde, bir adaya rastlamadılar. Bu müddet zarfında Ebû Talha'nm
cesedi hiç bozulmadı. Onu, ancak yedi gün sonra defnedebildiler..."[45]
Ebû Nuaym îbni
Ömer'den şöyle rivayet etmektedir: Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Hacc
ibâdeti kabul olunan bir kimsenin, Cemreler'e attığı taşlar, semâya ref
olunur."
(Ebû Nuaym ile
Beyhakî'nin Ebû Saîd el-Hudrî'den sevkettikîeri rivayet de bu mealdedir.)
Bir de bu hususta Ebû
Nuaym ile Beyhakî'nin îbni Abbas'tan rivayetleri var, O şöyle demiştir:
"Atılan taşların kabul edilenleri semâya kaldırılmaktadır. Böyle
olmasaydı, dağ gibi yığılırdı..." Ebû Nuaym da, bunun üzerine şöyle
demektedir: "İşte bu, Peyganıber'in (s.a.v.) peygamberliğinin sıhhatine
ve Onun şerîatinin haca vâcib kılışına, büyük bir alâmet ve mucize teşkil
eder..."[46]
[1] Acaba şu dünyada, O muazzam baba'yı kaybeden Fatıma
Anamız'dan, musibeti daha büyük olan kim olabilir? Elbette bu, yalnız Fatıma'nın
musibeti de değildir. Bilakis koskoca bir ümmet, butun ufkunu ve dünyasını
İlâhi ve İslâmi hakikatlerle doldurmuş bulunan Peygamberini kaybediyordu ve
musibet, bütün ümmetin musibetiydi. Ümmetinden bir sevgi ve saygı, bir hediye
ve mükafat olarak, O büyük ve şerefli Peygamber'e, binlerle salat ü selâmlar
olsun! O'nun izzeti, şeref ve keremi, yüceldikçe yücelsin. (Amin!).
[2] Bu hadis, Peygamberimiz'in; Kendisinden sonra halife
olacak kişinin Ebû Bekir olduğuna en büyük işaretlerinden biri mahiyetindedir.
Şiiler ise buna karşı çıkıyor ve: "O sırada Peygamberimiz, Ali'nin
kapısından başka kapıların kapatılmasını emretti" yalanını uyduruyorlar.
[3] Biz, lsâ(a.s.)'ın, Peygamber olarak kırk sene
yaşadığını zannetmiyoruz. Belki o, kırkına girmeden göğe kaldırılmıştır.
Muhakkak burada: "Belki, kırkına girmeden göğe kaldırılmıştır"
demekle, Hz. İsa'nın "Otuz üç yaşındayken reîolunduğu" şeklindeki
rivayete işarette bulunmak istemiştir. Halbuki bu rivayet, Nasrâni (hrıstiyan)
kaynaklıdır. İslâmive Muhammedi kaynaklı haberler İse böyle değildir. Zira
Peygamber Efendimİz'eâit hadisler, Hz. İsa'nın semâya kaldırıld ığı zaman
yüzyirmi yaşında bulunduğu merkezindedir. İmam-ı Taberani ile Hâkim'in
Müstedrek'inde Hz. Aişe'den rivayet edilen hadisten anlaşılan da budur. Evet,
sevgili Peygamberimiz; vefatıyla neticelenen hastalığı sırasında, kızı
Fatıma'ya hitaben, Hz. İsa'nın yüz yirmi yaşındayken semâya kaldırıldığını
haber vermiştir. Bu rivayetin çeşitli tarikleri bulunmaktadır, râvileri de
sıkadır: sağlam ve muteber şahsiyetlerdir. (Mevahib-i Ledünniye ve Şerhi
Zerkâni, 5/351 -Beyrut, 1393)
[4] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 533-535.
[5] Sahihlerden Müslim'in rivayet ettiği hadis de dâhil,
pazartesi günü oruç tutmanın müstehap bulunduğuna dair müteaddid hadisler
vardır.
[6] ibni Abbas'ın bu hadisi sahih olduğu taktirde ki, biz
de onun ancak sahth olduğunu zannetmekteyiz; Pazartesi günü tutulan orucun,
bütün bu nimetlere bir şükür olacağı anlaşılmaktadır.
[7] ölümün Medine'de olmasının çok mübarek bir şey
olduğuna dair Muvatta ve Tirmizi de hadisler vardır. Fakat Peygamberimiz'in
"Medine'de öleceğini haber vermiş olması", sabit olmasa gerekir.
Zira kişinin nerede öleceğini bilmesi, Kur'an'a göre mümkin değildir ve bu
"Müğayyebât-ı Hamse" denilen Beş Gayıbtan biridir. Bunları Allah'tan
başkası bilmez. (Lokman Sûresi, 34).
[8] Hasan'm ve Ata'nın rivayetleri mürseldir. Mürsel
haberler ise, şer"an delil teşkil etmezler.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 536.
[9] Yüce Allah, Peygamber Efendimiz'in bu zehrin
te'siriyle ölmesini murad etmiştir. Böylece O'na peygamberlik faziletiyle
birlikte şehidlik mertebesini de kazandırmıştır.
[10] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 536-537.
[11] Buhari'nin rivayetine göre, Abbas; oturmuş ağlamakta
olan bir topluluğun yanından geçiyormuş. Onlara bunun sebebini sormuş. Onlar
da demişler ki: "Peygamber (s.a.v.), Mescid'e başı sarılı olarak geldi ve
bize bir veda hutbesi irâd etti." Artık, ayrılık iyice yaklaşmıştır"
buyurdu. Bunun ve bu esnada söylediği diğer şeylerin te'siriyle ağlıyoruz. Bu
sırada Peygamberimiz, özellikle Ensar"ı medhu sena eyledi ve onlara karşı
iyi davranılma-sını öğütledi. Ayrıca Allah'ın kendisini dünya ile âhiret
arasında muhayyer kıldığını, kulunun ise âhireti ve Rabbine kavuşmayı tercih
ettiğini söyledi. Bütün bu söylenenler, bizi bu hale getirdi."
işte onlar, Rasulullah'ın amcası Abbas'a bu cevabı vermişler ve
kendilerinin de ifade ettikleri gibi Rasulullah'ın firâkıyla gözyaşı döküp
ağlamışlardır.
[12] Tirmizi'nin Aişe'den rivayeti ise şöyledir: "Ben,
Resûlüllah'ın hastalığı sırasında acı ve sıkıntılarının şiddetini gören bîr
kişi olarak; artık bundan sonra herhangi bir kimsenin kolayca ölüvermesinde
imrenilecek bir şey olmadığı kanâatine varmış oldum." Nesai'nin rivayetinde
de şöyle denilmiştir: "Resûlüllah (s.a.v.); mübarek başı benim kucağımda
olduğu h^lde vefat etti. Ben, bu sırada Sevgili Peygamberimiz'in çektiği
şiddetli sıkıntıyı gördüğüm için, artık bundan sonra bir kimsenin çok sıkıntı
çekerek vefat etmesini, asla ve ebediyen kerîh görmez oldum!"
(Müellrfimiz'in burada zikrettiği hadis metni ise; Buhari, Müslim ve
Tir-mizi'ye âit bulunmaktadır.)
[13] Bu, yanlıştır. Zira Peygamberimiz imam olmuş, Ebû Bekr
O'na uymuş,.cemâat da Ebû Bekr'e uyarak kılmıştır. Peygamberimiz oturduğu
yerden kılmış, Ebû Bekr ise ayakta kılmış ve cemaata tebliğ etmiştir ve kılınan
bu namazdan sonra böyle bir hadis irâd edilmemiştir. Peygamberimizin o
sözü;-sabah namazını kıldırmakta olan Abdurahman bin Avf'ın arkasında namaz
kıldığı zaman söylemiştir. Peygamberimiz bu namazın ikinci rekatinde yetişmiş
ve namazdan sonra da: "Güzel eylediniz" buyurup sonunda da o mealdeki
hadisini irâd etmiştir.
[14] Peygamberimiz, o sırada oturduğu yerden namazını
kılmıştır. Fakat Ebû Bekir'in arkasında değil, sağında kılmıştır.
Peygamberimiz Ebû Bekr'e değil, Ebû Bekr Pey-gamberimiz'e uymuştur. Cemâat da
Ebû Bekr'e uyarak namazını edâ etmiştir.
[15] Peygamber Efendimiz'in bu şekilde kıldığı namaz,
bundan önceki hadiste gördüğümüz gibi, Ebû Bekr'in sağ tarafına durarak
kıldığı namazdır. Bu sabah namazı değil, öğle namazı idi. Pazartesi günü ise,
cemaata çıkamamıştır. O gün, Peygamberimiz; Aişe'nin odasının perdesini
aralıyarak çıkmış ve onların sabah namazını kılmalarını seyretmiş ve çok
sevinmiştir. Ebû Bekr, O'nun namaza çıkacağını zannederek geri çekilmiş, Peygamberimiz
ise, namazlarını kılmağa devam etmeleri için eliyle onlara işarette
bulunmuştur. Sonra Peygamberimiz içeri girip odanın perdesini indirmiştir.
[16] Hastalığının ikinci çarşamba gününde hastalığı
şiddetlenmiş ve o gün, bir kağıt istiyerek bir şey yazdırmak talebinde
bulunmuştu. Vefatı bundan beş gün sonra olmuştur.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 537-541.
[17] Nisa suresi, 69
[18] Sevgili ve şanlı Peygamberimizin son vasiyetlerinin
namaz ve kul hakkına riâyet üzerinde olması, ne kadar da güzel olmuştur! Bunu
aklı başında hiçbir müslüman ya-dırgayamaz! Biri, Allah'ın vahdaniyetine
İmândan sonra Allah'ın kullan üzerinde en büyük hakkı bulunan namaz. Diğeri de,
bir insanın elinin altında bulunan ve kendisine emânet olan köle ve
hizmetlilerinin hukukuna riayet. Onlara güzel bakmak, onları güzel eğitip
yetiştirmek. Haklarından hiç birini hafife almamak.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 541-542.
[19] Onların arasında bu şekilde bir ihtilâf veya tereddüd
olmamıştır. Buhari'nin rivayetine göre Aişe validemiz: "Ve kendisine
verdiğim misvakı kullandıktan sonra Rafık-ı Alâ'ya!" dedi. Bunu üç defa
tekrarladı ve "vefat etti" demiştir. Bunda bir tereddüd ifadesi bulunmamaktadır.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 542-543.
[20] Ebû Davud'un rivayetinde: "Sonra kalkıp elbisesi
üzerinde olduğu halde O'nu gaslettiler. Ovuştururken, elleriyle O'na dokunarak
değil, üzerindeki gömleğiyle ovuşturdular" denilmektedir.
[21] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 543-544.
[22] ibni Abdü'l-Berr der ki: "Peygamberimizin cenaze
namazının bu şekilde kılındığı üzerinde itifak vardır." İbni Dıhye de
Peygamberimizin cenaze namazını otuz bin kişi kılmış idi" der.
[23] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 544-546.
[24] Bu husustaki ifadelerde mühim bir fark
bulunmamaktadır. Zira: "Salı günü defnedildi" diyenin maksadı, Salı
günü akşamında defnedildiğini haber vermektir. "Çarşamba günü
defnedildi" diyenin maksadı da, Çarşamba gününün gecesinde defnedildiğini
haber vermekten ibarettir.
[25] Ebû Bekr"İn bu hadisi rivayet etmesiyle de, vâki'
ihtilaf sona ermiştir. Zaten Peygamberimiz'in ashabı hep böyle idiler. Bazı
meselelerde ihtilaf ve İçtihat ederler. Peygamberimiz'in bir hadisi
nakledilince de, işi o noktaya bağlıyarak ihtilaft sona erdirirlerdi.
[26] Tirmizi'nin rivayetine göre de: Peygamberimiz'in
kabrini kazan ve (ahdini (sapmasını) yapan Ebû Talha idi. Altına kadifeyi
seren de Şakrân idi.
[27] Yani başka herhangi bir kimsenin kabrine
defnedilirken, altına bir yaygı sermek müstehab değildir. (Başkaları için böyle
bir şey, güzel görülmemiştir.)
[28] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 546-548.
[29] Yani insanlar, musibet sahibine; Peygamberimizi bile
kaybetmiş olduğumuzu hatırlatarak taziye ve tesellide bulunur oldular.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 548-549.
[30] Bu, Peygamberimiz'in kabri hakkında özel bir yasaklama
değil, bütün kabirlerle İlgili umumi bir yasak olup, müslümanlar bundan
sakındırılmıştır. Nitekim bir hadiste de: "Sizden öncekiler,
peygamberlerin ve sâlihlerin kabirlerini mescid edinirlerdi. Sakın sizler de
onlar gibi, kabirleri mescid edinmeyiniz!" buyurulmuştur.
Celaleddin es-Suyuti,
Peygamberimizin Mucizeleri ve Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 549.
[31] Bunu, Hâkim, Ibni Hıbban ve Nesaİ de rivayet
etmişlerdir.
[32] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 530.
[33] İbni Kesir, bu rivayetin senedinde Muhammed bin
Mervân'ın bulunduğunu ve onun metruk olduğunu söylemektedir.
[34] Kâdî ismâîl bunu Ali bin Huseyn bin Ali tarikiyle
şöyle rivayet etmiştir: "Peygamber (s.a.v.) buyurdu: "Sakın sizler
benim kabrimi bayram yerine çevirmeyiniz! Kendi ev-lerinizide kabir hâline getirmeyiniz. Nerede
bulunursanız bulununuz, bana salât
ü selâmlarınızı getiriniz! Zira sizin salât ve selâmlarınız bana teblîğ
olacaktır." Hafız ibn Kesir ise, bu rivayet hakkında şöyle demektedir:
"Bunun senedinde mübhern bir râvî bulunmaktadır. Fakat bu rivayet, mürsel
olarak bir diğer tarîkten dahî nakledimiş bulunmaktadır."
[35] Bunu yalnız Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Fakat Nevevi
de El-Ezkâr adlı kitabında bunun sahih olduğunu söylemiştir.
[36] Eğer, gerçekten bunu bu şekilde Sâid bin el-Müyesseb
söylem işse; O büyük bir zattır. Tâbiin'dendir. Muhakkak doğru söylemiştir.
Fakat biz korkarız ki, bu onun adına uydurulmuş bir şeydir.
[37] Herhalde bu, Mirâc ve Isrâ Hadisinden alınmıştır. Zİrâ
orada Peygamberimiz; Musa (a.s.)'ı kabrinde namaz kılarken görmüştü. Fakat
buradaki Enes Hadisi muztaribtir: Merfu olarak da, mevkuf olarak da rivayet
edilmiştir.
[38] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 550-552.
[39] Rivayet edilen bu ve benzeri haberler için bizim
kısaca diyeceğimiz şudur: "Bunlardan sahih ve sabit olanları, şüphesiz
Allah yolunda candan ve cihandan geçerek ci-had eden bu islâm askerlerinin, bu
büyük kahramanların kerametleri; sevgili ve büyük Pey-gamberimiz'in de birer
mûcizesidir. Allah, bu büyük İslâm mücâhidlerinden razı olsun! Sevgili
Peygamberimizi de salat ü selâmlar kılsın."
[40] Al-i Imran suresi, 59
[41] Maide suresi, 77
[42] İşte bu, meşhur Tevessül Hadisi'dir. Bazıları bunu
yanlış anlıyarak kişiler ve şahıslar ile tevessül etmek ve onlar adına Allah'a
iksamda bulunmak gibi yanlış neticeler çıkarıyorlar. Hayatta olmayan kişi ve
şeyhlerin zâtları ile tevessülde bulunuyorlar ve her ne zaman başları dara
düşse, türbe ve yatırlara koşup onlardan meded diliyorlar. Güya kendilerince
caiz olan ve pek te'sirli (!) bulunan bir tevessülde bulunuyorlar. Halbuki
onların bu yaptıkları caiz değildir ve kendilerinin yaptıkları hakkında, bu
Tevessül Hadisinde bir delil de yoktur. Çünkü öyle bir şey caiz olsaydı, Hz.
Ömer gibi bir zat; Peygamber1! (s.a.v.) bırakıp da, O'nun amcası ile tevessülde
bulunmazdı. Bu hadis, tam tersine, ölülerle tevessülde bulunmanın caiz
olmadığına delalet etmektedir! Halbuki sevgili Peygamberimiz; ölümü halinde de,
hayattaki hali gibidir. Böyleyken, O'nunla tevessülün terkedilmesi ve hayatta
olanlardan biriyle tevessülde bulunulmuş olması; nasıl olur da türbe ve
yatırdakilerle tevessülde bulunmanın caiz olduğuna delil olabilir? Kaldı ki
tevessül; insanların zatları ile değil, yapı verecekleri dualarıyla
olmaktadır. Yâni Hz. Ömer, dua etmesi için Abbas'ı öne geçirdiği zaman, onun
zatıyla değil, ediverdiği duası ile Allah'a tevessülde bulunmuş idi. Nitekim
rivayetlerde, onun Abbas'a hitaben: "Haydi elini kaldır, bizler için dua
ediver!" dediği kayıtlıdır. O gün, Abbas'ın ediverdiği dua dahi Hyıtlara
geçirilmiştir ve şöyledir: "Allah'ım, belalar günahlar sebebiyle inmekte,
tevbe ve dua ile de kalkmaktadır! İşte günahkar ellerimizi biz de sana açtık!
Günahlarımızdan tevbe ediyor, Senden yağmur dileniyoruz! Bizlere rahmetini
indir Allah'ım!" işte Hz. Abbas'ın duasında, bu cümleler de vardı. Ömer'in
onunla tevessülde bulunmasının manası da; onun bu çok manalı ve bereketli
duası İdi. Nitekim o da dua ettikten sonra, müslümanlar yağmura kavuşmuşlardı.
Keza sevgili Peygamberimiz dahi sağlığında, yağmurunu indirmesi için, böylece
Allah'a dua eder, Yüce Allah da yağmurunu lütfeder yağdırırdı.
[43] Bu Sâriye İle ilgili hadisi, sahihlerde rivayet
edilmiş olarak bulamıyoruz. Ancak, bizzat sahih olması halinde, hiç şüphesiz
Ömer hakkında ve bu islâm askeriyle ilgili olarak Allah'ın lütfettiği büyük bir
keramettir. Aradaki mesafe çok uzak olmakla beraber, Hz. Ömer'in sesinin
onlara' ulaşmış olması da, mücerred akla dayanılarak red ve inkar edilemez!
Allah, dileyince, dilediği-manevi vasıta ile, bunu onlara ulaştırmıştır.
[44] Demekki Cahcâh, bu suretle, Resûlüllah in minberinde
hutbesini okumakta olan Resûlüllah'ın halifesine karşı yaptığı saygısızlığın
j/# zulmünün cezasını, kısa zamanda bulmuş oldu.
[45] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 552-560.
[46] Celaleddin es-Suyuti, Peygamberimizin Mucizeleri ve
Büyük Özellikleri, Uysal Kitabevi: 560.