Barış kelimesiyle aynı kökü paylaşan
ve anlamlarından biri de barış olan "İslâm"da asıl ve doğal olan
sulh, selâmet ve barıştır. Gel gör ki İslâm'ın düşmanları, barış çağrılarının
önünde engel oldukları, yeryüzünde fitne çıkarttıkları, insanlara ve insanî
değerlere zulmettikleri için, yeryüzünü ıslah etmekle görevli bulunan Peygamber
ve O'nun izinden giden müslümanlar, fıtrat/insanlık düşmanlarının zararlarına
engel olmak maksadıyla kaçınılmaz olarak savaşa kapılarını açmıştır.
Bütün insanlığa ve tüm âlemlere
rahmet olarak gönderilen peygamberimiz (21/Enbiyâ, 107), Allah'a dâvetin önünde
engel olan zâlimlere karşı; kendisinin, aynı zamanda "savaş peygamberi" (Câmiu's-Sağîr, 1/108) olduğunu
belirtmiştir. Dost-düşman, kabul etmek zorundadır ki, O'nun savaşları da baştan
sona bir rahmet ve merhamet kuşağı idi. O ve O'na bağlı insanlar, mecbûriyet
dışında savaşmazlarken, savaştıklarında da insanları öldürmemek; tam tersine,
onları ihyâ etmek için tüm yolları tek tek kullanıyorlardı. Hz. Peygamber, sulh
zamanında olduğu kadar, savaşırken de rahmet peygamberi olduğunu
gösteriyordu.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in saldırgan
olmaktan sakınmasına rağmen; savaş tekniğini, kendisine saldıranlardan çok daha
iyi bildiğini, uyguladığı savaş taktiklerinden ve savaştığı düşmandan sayı
olarak çok az askeri ve silâhı olmasına rağmen savaşlarının neticelerinden
görüyoruz. O'nun saldırıdan ve savaşı başlatmış olmaktan sakınması, kesinlikle
savaşı bilmediğinden ya da korkudan değildi. Bu konuda en küçük âcizlik ve
korkaklık kırıntısı O'nda yoktu. O'nun savaştan sakınması, savaşı, sakınılması
mümkün olmayan ve sevilmeyen bir zarûret olarak değerlendirmesindendi. Allah'ın
dâvâ ve dâvetinin başarısı, insanlara ulaşması için savaş dışında başka çıkar
yol bulduğu zaman savaştan sakınırdı. İslâm'ın kılıç zoruyla yayıldığı gibi bir
değerlendirme, özellikle Hz. Peygamber dönemi ve O'na bağlı yönetimler açısında
kesin ve büyük bir iftirâdan başka şeyle tanımlanamaz. Şâyetİslâm, kendisine
karşı iknâ ve delil ile savaşılabilen bir düşünceye karşı kılıçla savaş açmış
olsa, bu, belki barışseverlik açısından kınanabilirdi. Ancak, ona kulak
vereceklerin önüne geçip İslâm'ın önünde bir engel olarak duran güce
güçle/kılıçla savaş açmasını ayıplamak, ayıplanacak bir suçtur. Çünkü kuvvet,
ancak kuvvetle engellenir. İnsanları zulüm, fitne ve fesattan kurtarmak için,
başka türlü yola gelmeyen saldırgan fesatçı tâğutlara karşı savaştan başka
çıkar yol yoktur.
İslâm düşmanları, çoğunlukla
düşünceye karşı savaş açarlarken; İslâm, savaşı bile düşünce ile önlemenin
yollarını aramıştır. İslâm dâvetini, hidâyeti kabullenmeleri, cizye vermeyi
kabul etmeleri veya barış antlaşmasına rızâ göstermeleri gibi barışçı çözümleri
savaşı durduracak ve ona alternatif olacak şekilde, insanlara, hatta saldırgan
savaşçılara şans tanıyarak sunmuştur. Bütün bunlara rağmen, "kâfirler tâğut ve bâtıl dâvâlar
yolunda savaştıkları" (4/Nisâ, 76) için, "iman
edenler de Allah yolunda savaşmak" (4/Nisâ, 76) zorundadır; çünkü "onlar, eğer güçleri yeterse,
müslümanları dininden döndürünceye kadar onlara karşı savaşa devam
ederler." (2/Bakara, 217). Saldırganlara
karşı teslimiyet değil; onlara hadlerini bildirmek ve hiç kimseye
zulmetmelerine fırsat vermemek gerekir: "Dininize
saldırırlarsa, küfrün önderleriyle savaşın." (9/Tevbe, 12). "Fitnenin tamâmen yok edilinceye ve din
(kulluk) yalnız Allah için oluncaya kadar savaşmakla" (2/Bakara, 193)
emrolunan mü'min, iyi bilmelidir ki; "şâyetsavaştan
vazgeçerlerse zâlimlerden başkasına düşmanlık ve saldırı yoktur." (2/Bakara,
193). Bu konuda ölçü bellidir, aşırılığa gitmek, Allah için yapılması gereken
savaşa dünyevî ve nefsî istekler karıştırmak yasaklanmıştır: "Size karşı savaş açanlara, siz de Allah
yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin; çünkü Allah aşırı gidenleri
sevmez." (2/Bakara, 190)
Bu girişten sonra, Rasûlullah'ın
savaş meydanlarındaki konumundan, bir mücâhid ve komutan olarak Rahmet
Peygamberinden bahsedebiliriz. İslâm'ın savaş dini olmadığı, Hz. Peygamber'in
de savaşı isteyen ve başka yol bulunduğu halde onu seçen bir savaşçı kişilik
arzetmediği halde, savaşın gerekli olduğu zaman Hz. Muhammed (s.a.s.), üstün
yetenekli bir komutan, çok basîretli bir mücâhid, dâhi bir stratejist id. Başkalarının
savaş ve eğitimle öğrenemediği savaş tekniğini O, vahyin kılavuzluğu ile
bilirdi. O'nun tüm güzel vasıflarının olduğu gibi, savaş dehâsı da
peygamberliğinin isbâtıdır.
O'nun savaşçı konumunun belli başlı
özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Cesâret, meşverete başvurma, eldeki
imkânları en üst seviyede kullanma, savaşta rûhî özelliklere, duâ ve ibâdete
yer veren bir yaklaşım, düşmanın sayı ve silâh üstünlüğüne rağmen, iman ve ona
dayalı cesâret, sabır, irâde, cihad, şehâdet gibi mânevî kuvvete, psikolojik
imkânlara önem vermek, bunun yanında asker sayısı ve silâh gücünü tâviz
vermeden artıracak imkânları ihmal etmemek...
Ganimet veya intikam almak için
değil; sadece Allah için ve sadece O'nun yolunda, yani îlâ-yı kelimetullah
uğruna savaşması, düşmanlarının
birbiriyle yardımlaşması ve ortak güç hazırlamalarını engellemek için savaş
öncesi tedbirler alması, diğer düşmanlarını savaş için etkisiz hale getirip
savaşacak düşmanını daima teke indirmeye çalışması, savaş yerini seçmeyi
düşmana bırakmayıp kendi belirlediği alanda savaşı tercihi, ordu komutanı ve
devlet başkanı olduğu halde savaş cephesinin gerisinde değil; cephenin
ortasında, hatta zaman zaman en başında savaşması, ordusunun moralini en üst
düzeye çıkaracak her güzel yolu kullanması, istihbârata ve gizliliğe büyük önem
vermesi, ordudan önce keşif ve istihbârat güçlerini kullanması, gerektiği
durumlarda savaşla ilgili hazırlıkları, kimlere ve nereye karşı sefere
çıkılacağını son âna kadar gizlemesi...
O, savaş öncesinde Kureyş'in savaş kaynağı
için düzenlediği ticaret kervanlarından haber alıyor ve hemen peşlerine
seriyyeler takıyordu. Yani, düşmanın silâh dışında başka yollarla da
savaştığını veya savaşa zemin hazırladığını biliyor, pis suyu kaynağından
kurutmaya çalışıyordu. Komutan tâyininde ve onlara nasihatlerde de örnek bir
seçici ve görevlendiriciydi. Bazen müfreze komutanının dışında, askerler bile
nereye gideceğinden, bir savaş için mi, yoksa keşif göreviyle mi
gönderildiklerinden haberleri olmazdı. Durumu, ancak asıl istenen görevin
harekâtına başlanmadan birkaç saat önce, artık mutlaka açıklanması gereken
saatte öğrenirlerdi. Herkes ona göre son hazırlığını yapacak ve düşman, görevi
açıklanmasından sonra durumu haber alsa bile, buna karşılık hazırlık
yapabilmesi için yeterli zaman bulamazdı. Bazı durumlarda, komutan bile nereye
ve niçin gittiğini bilmez, kendisine emredildiği gibi, belirlenen stratejik
yere geldiğinde, yazılı olarak verilen mühürlü/kapalı tâlimâtı açar ve ona göre
emirleri uygulardı. Bunlardan biri, Hz. Peygamber'in, Cahş oğlu Abdullah'ı
kapalı bir mektupla, yanına verdiği mücâhidlerin başında göndermesi ve iki gün
yol aldıktan sonra mektubu açmasını istemesidir. Mektupta şunlar yazıyordu:
"Batn-ı Nahle denen yere ulaşıncaya kadar, Allah'ın isim ve bereketiyle
durumu gizli tut. Arkadaşlarından hiçbirini seninle beraber yola devam etmeye
zorlama. Seninle beraber gelenlerle birlikte oraya ulaşıncaya kadar yola devam
et. Orada Kureyş kervanını gözetle ve bize onun hakkında mâlûmat topla!"
Kureyş'in, kendisini ve sahâbelerini
gözetlemek için câsus ve istihbârâtçı gönderme ihtimalini hesaba katar,
stratejik haberleri etrafındaki güvenilir insanlardan bile bazen gizlerdi.
Allah Rasûlü, "savaşın hile
olduğunu" belirtir, gizlenme ve düşmanı aldatma yöntemlerini en güzel
şekilde kullanırdı. Sayılarını ve
örneklerini, dergi sayfalarının imkânıyla sınırlanan bu yazıda
çoğaltamayacağımız daha onlarca Peygamber taktiği vardır ki, yukarıda
anlatılanlarla birlikte çağımızdaki savaşlarda ve istihbârâtlarda, keşif ve
gözlemlerde örnek alınmakta, daha iyisi bulunamadığı için O'nun düşmanlarınca
bile bu taktiklerin ihmal edilmemesi istenmektedir.
Şâyetmodern asrın savaş tekniklerini
çok iyi bilen bir eleştirmen, o yüce insanın savaşlarını inceleyip tenkide tâbi
tutacak olsa, savaş tekniği açısından hatalı hiçbir yön bulamayacak, O'nun bu
imkânlarla uyguladığı taktik ve davranışlardan daha doğru başka bir yöntem
gösteremeyecektir. Bu durum, günümüze kadar hiçbir İslâm ve Peygamber düşmanı
veya müsteşrik tarafından, (itiraf edilmese bile) çok istedikleri halde
eleştirilememesiyle zımnen kabul edilmektedir.
İyi bir komutan, salt kendi bilgi ve
tecrübelerine güvenmez; uygun (ehil ve emin) kişilerle istişâreyi ihmal etmez.
İyi bir komutan, savaş ve taktik uzmanlarının bilgisinden, cesurların
cesâretinden istifade eden, yönettiği insanların akıl, kalp ve bedenî
kuvvetlerinden de en az elindeki silâhlar kadar yararlanmasını bilen kimsedir.
Bütün bunlar, en yüksek oranda o büyük komutanda mevcuttur.
Meşvere (şûrâ ve istişâre de denilen
teknik danışma), tüm savaşlarda, savaş planları ve savunma yöntemleriyle ilgili
olarak, Ekrem Rasûl'ün ihmal etmediği bir esastır. Bedir'de Habbâb bin
Münzir'in, mevzîlenen yerden başka bir yere, Bedir kuyularının yanına taşınma
teklifine kulak vermiş ve onu uygulamıştır. Bedir'e katılamamış genç ve cesur
müslümanların teklifiyle Medine dışında Uhud çevresinde ordusunu
konuşlandırmıştır. Selmân-ı Fârisî'nin teklif ettiği "hendek kazmak"
gibi o dönemin Arap toplumlarında hiç bilinmeyen savunma sistemini
uygulamıştır. Denilebilir ki, Medine'ye baskın yapılacağı sırada İranlı Selman
Medine'de bulunmasa ve bu yöntem teklif edilmeseydi, Hz. Peygamber, hendek
kazılmasını kendisi icat edip emredebilirdi. Çünkü O, gedikleri kapatmaya ve
arkadan gelecek saldırılara karşı tedbirli olmaya âzamî önemi verirdi. Uhud
savaşında dağı arkasına almış ve düşmanın sızma ihtimali bulunan geçide de elli
okçu yerleştirerek onlara şöyle emir vermişti: "Bizi arkadan koruyun. Bizi
arkadan sarmalarına engel olun. Onları yendiğimizi görseniz bile ordugâhlarını
ele geçirinceye kadar yerlerinizden ayrılmayın. Öldürüldüğümüzü görseniz bile
bize yardıma gelmek için yerlerinizi terketmeyin. Sizin yapacağınız, düşman
atlılarına ok atmaktır. Çünkü atlar okların atıldığı tarafa yanaşmaz." Bir
dağın geçidinde düşmanın fırsatlardan yararlanabileceği her duruma tedbir alan
komutan, Medine'ye düşmanın sızma ihtimali bulunan yerine de hendek kazar veya
benzer bir alternatif bulurdu.
Bu, insanların en merhametlisi ve
aynı zamanda dünyanın en büyük komutanı olan örnek insanın savaştaki uzak
görüşlülüğü darb-ı mesel haline gelmişti. Sahâbelerin savaş öncesinde Bedir
kuyusundan su içen iki köleyi dövdüklerini gördü. Sebep, Kureyş ordusunun
sayısını söylememeleriydi. Peygamber (s.a.s.) üstün zekâsıyla, onları sınava
tâbi tutarak onların doğru söylediklerini, müslümanları aldatmayı
kasdetmediklerini anladı. Düşman ordusunun sayısını gerçekten bilmediklerini
anlayınca, kestikleri develerin sayısını sordu. Böylece yenen yemek miktarını
değerlendirerek asker sayısını tahmin etti. Bunun gibi, düşman hakkında bilgi
toplarken, kendi istihbârâtçıları ve gözcülerine ilâve olarak, düşmanın geçtiği
yollarda ve o yörede yaşayan halktan da yararlanırdı.
Düşmanlarının kendilerine karşı
savaşacaklarını haber alınca, onların ânî baskında bulunmalarına fırsat
vermezdi. Aksine, Tebük gazvesinde olduğu gibi, kuraklık ve şiddetli sıcaklığın
kavuruculuğuna rağmen stratejisinden ve düşmanı takipten vazgeçmezdi. Düşmanın
nasıl davranacağını beklemekle vakit ve fırsat kaybetmezdi. Düşmanın
mühimmâtını tamamlayarak baskın yapma avantajına veya savaşta toparlanma
fırsatına meydan vermezdi. Ancak Hendek gazvesinde olduğu gibi baskının,
baskında bulunanın aleyhinde olduğu durumlarda isteyerek düşmanı beklemesi ayrı
bir taktik zaferidir.
Napolyon, Hitler, Mussolini ve ...
gibi askerî dehâ olduğu söylenen nice kahramanlar(!), hayatları boyunca askerî
dersler aldıkları, meslekleri savaş olduğu halde, nice hatalara düşmüşler,
zâlimlere has mel'un gâlibiyetler yanında, nice rezil mağlûbiyetler de
almışlardır. Bunların ve benzerlerinin hiçbirini Rasûlullah'ın askerî dehâsıyla
mukayese etmek mümkün değildir. Rasûlullah bu sayılan veya sayıl(a)mayan
komutanların düştükleri hatalara hiç düşmemiştir. Peygamber'in büyük askerî
özelliğinin esası, en az savaşla ve savaşta (mecbûriyet varsa) en az insan
öldürmesi, savaşırken hiçbir düşmana işkence yaptırmaması, savaşmayan
sivillere, mâsum insanlara olduğu kadar, çevreye bile zarar vermeyi
yasaklaması, esirlere her yönüyle misafir muâmelesi yapması... gibi insanî
esaslardadır. O, kılıcından devamlı kan damlayan, her gittiği yeri yakıp yıkan
ceberut, müstekbir bir zorba değildir. Ulu Önderimiz'in on senelik Medine
hayatı boyunca bizzat katıldığı 27 gazvede ve çeşitli yerlere ashâbından
birinin komutasında gönderdiği 60 kadar seriyyede, (yani Peygamberimiz
zamanındaki 90 civarındaki savaşlarda) toplam 150 kişinin öldürüldüğünü
görmemiz, gerçekten şaşırtıcıdır. (Bkz. Hamidullah, Hz. Peygamber'in Savaşları,
s. 11; A. Önkal, Rasûlullah'ın İslâm'a Dâvet Metodu, s. 125). En abartılı
olarak bu sayıyı âzamî 1000'e çıkaranlar vardır. Rasûlullah döneminde
"Rusya hâriç, Avrupa büyüklüğünde ve üzerinde milyonlarca halkın yaşadığı,
bir buçuk milyon kilometrekareden fazla bir alanda cereyan eden tüm seriyye ve
gazvelerde, savaş başına düşen ölü sayısını düşündüğümüzde "büyük
komutan"a hayrân olmamak mümkün değildir. Bu durum, O'nun, savaşırken de
"rahmet peygamberi" olduğunun hemen göze çarpan özelliklerindendir.
(Küçük bir karşılaştırma olarak, her iki taraftan 500 000 civarında ölü ve
yaralıya mal olan Çanakkale savaşının askerî açıdan nelere mal olduğu, savaş
kazanmak için 190 000 Türk askerinin yitirildiğini ve zaferi büyük oranda
gölgelediğini hatırlayıverelim. Dünya savaşlarındaki yamyamlığı ve hâlâ devam
eden vahşî saldırıları, barbarlıkları, mâsum insanların üzerine yağan bombaları
göz önüne getiriverelim!)
Rasûlullah'ın savaş esnâsında
çatışmaya katılmayan yaşlıların, kadınların ve çocukların öldürülmesini
yasaklayan, aşırı gidilmemesi, zulüm ve işkencede bulunulmaması, gözleri
oyarak, kulak ve burun gibi uzuvları keserek müsle yapılmaması konusundaki
emirleri de (Buhârî, Cihad 147, 148; Müslim, Cihad 3) hayranlık vericidir.
Bütün bunların yanında Rasûlullah
(s.a.s.), bu askerî dehâsını, zarûret bulunmadığı müddetçe kullanmamıştı.
İnsanı, savaştan, sadece korkaklık ve acziyet geri bırakmaz. Rasûlullah'ın
temsil ettiği dâvâ, kuşandığı risâlet ve sahip olduğu merhamet gibi değerler
zarûret olmadıkça O'nu ve bağlılarını savaştan alıkoymuştur. Bununla birlikte,
mecbur olduğu savaşlarda O'nun kahramanlık ve cesâretini anlatabilecek diller,
yazabilecek eller var mıdır? O, savaş ateşinin kızıştığı, vahşet ve dehşetten
en yiğitlerin korktuğu zamanlarda bile savaş safında askerleri arasındaydı.
Kahramanlar kahramanı Hz. Ali şöyle der: "Biz, savaş kızıştığı zaman
Rasûlullah (s.a.s.)'la korunurduk. Kendisinden düşmana daha yakın kimse
olmazdı." Huneyn savaşında ordunun çoğunluğu kaçtığı ve neredeyse yalnız
kendisi ok ve mızraklara hedef olduğu halde sebât etmeseydi, müslümanlar
yenilgiye uğrayabilirdi. Uhud savaşında dişi kırılmış, yanağı yarılmıştı.
Peygamber'in şehid edildiği haberlerine karşı Rasûlullah (s.a.s.), savaşın en
can alıcı safhasında kendisinin hayatta olduğunu, dostlarına olduğu kadar
düşmanlarına da yiğitçe haykırıyor; bir taraftan ordusuna moral veriyor, diğer
taraftan büyük risk alıyordu. Bunlar, Rasûlullah'ın onlarca destansı
kahramanlık ve cesaretinden bir-ikisi...
Mekke döneminin son günlerini
düşünün. Gemisini en son terkeden kaptandı O. Önce Habeşistan'a, sonra
Medine'ye müslümanları emin bir şekilde ulaştırmış, kendisine yardım edecek ve
destekçi olacak insan bile bırakmadan en son hicret eden O olmuştur. Medine'de
de, devlet başkanı olduğu halde bundan farklı davranmamıştı. Düşmanın baskın
tehditleri etrafa yayıldığı bir zamanda, gece karanlığında etrafı kontrol
maksadıyla Medine'yi dolaşması, üstün cesâretinden değilse neden ileri
geliyordu? Oysa, o gün Medine'de bu işleri yürütecek kimseler de vardı ve o
evinde rahat uyuyabilirdi. Fakat durumu kendi gözleriyle görmek istiyor, korku
O'nu bundan alıkoyamıyordu. O, askerini savaşa sokup kendisi uzaktan seyreden
komutanlardan/devlet başkanlarından değildi.
Yukarıda özetlenen bütün bu özellikleri
O'nun peygamberliğinin isbatıdır ve bütün bu ve benzeri güzel sıfatları,
Peygamberlik ve kulluk sıfatından sonra gelir. Salât ve selâm O'na ve O'nun
izinden gidenlere olsun!
Hz. Peygamber'in savaş dehâsından
dolayı, İslâm devletindeki askerliğe "Peygamber ocağı" denilir(di). O
ocakta Peygamber'in imanı, ahlâkı, cihadı, kahramanlığı, Allah'ın düşmanlarına
düşmanlığı, müslümanlara/insanlara merhameti... öğretilirdi. Ve İslâm
askerleri, ceyş-i Muhammed (Peygamberin askeri), "Asâkir-i mansûre-i
Muhammediyye" (Muzaffer Muhammed (s.a.s.)'in askerleri), küçük birer
"Muhammed", yani "Mehmetçik" olarak yetişirdi... Evet,
İslâm devletinde böyleydi; Şimdiki durum mu?!..
Seni tanıyan Sana hayran olur. Ama
Seni tanıyamadık; dostlarını unuttuk. Senin düşmanlarını teşhis edemeyen, daha
da kötüsü, düşmanlarınla işbirliği yapan bir toplum içindeyiz ey Nebî! Senin
savaşını/mücâdeleni bilmiyor insanımız. Senin mücâdelenden önemli geliyor
Mustafa'lara; falan takımla filan takımın maçı! Senden başka önder ve kahraman
arayışında gencimiz. Senin askerin olamadık yâ Muhammed (s.a.s.)! Senin
bayrağını, senin gösterdiğin burçlara dikemedik ey Rasûl! Sığınacak bir
kâlemiz, hicret edecek bir yurdumuz bile yok; Medine'ler oluşturamadık,
Mekke'lerimizi fethedemedik. Senin adınla birlikte yazılan tevhid sancağını
yükseltmesi gereken (Muhammed'ler demeye dilim varmıyor) Mehmed'ler Coni'lerin
bayrağını taşıyor. Senin adını istismar edenlere, sana ve yoluna hakaret
yağdıranlara anlayacakları dilden cevap bile veremedik. Senin getirdiğin Kitap
raflarımızı süslerken, senin düşmanlarının kitap(sızlık)ları beyinlerimizi,
gönüllerimizi, evlerimizi, sokaklarımızı... kirletiyor. Senin özgürlüğe
kavuşturduğun ruhlarımız kimlerin işgalinde bir görsen ey Rasûl,
dillendiremiyoruz. Sana şikâyet için düşmanının adını zikretmekten bile çekinir
olduk, korkar olduk ey korkusuz insan!
Belki inanmazsın ama, bizim
dünyamızdaki Ebû Cehiller...
Senin komutanlığına giremedi
dünyamız, o yüzden kurtulamadı insanımız. (Ahmed Kalkan, Vuslat, Sayı 5, Kasım
2001)
Bütün Arap kabileleri,
Kâbe'nin muhâfızları olarak Kureyş'e büyük saygı duyduğundan diğer Arap
kervanlarına nazaran Kureyş'inkiler büyük avantaja sahipti. Kureyş kabilesi,
Suriye, Irak, Yemen ve Habeşistan gibi ülkelerden ziyaret izni ve güvenlik
garantileri almışlar, bu ülkelereri çeşitli yerlerine kervanlarını rahatsa
götürübilme imkânlarına sahip olmuşlardı. Hz. Peygamber'in büyük dedesi Hişam,
doğu ülkeleri ile Suriye ve Mısır arasında Arabistan'dan geçerek yapılan
uluslar arası ticarette yer almayı düşünüp başarmıştır. Mekke'nin en asil
kabilesi olan Kureyş'e mensup insanların, hac mevsiminde değişik yerlerden
gelen hacılara yaptıkları hizmetler sebebiyle saygı ile anılmalarına sebep
oluyordu. Onlara ait malların yollarda çalınması konusunda hiç endişe
duymuyorlardı. Üstelik diğer kervanlardan alınan, oldukça ağır geçiş ve ticaret
vergileri de Kureyş kabilelerinden alınmazdı. Bu imkânlarla uluslar arası
ticaret sebebiyle komşu ülkelerin insanları ve farklı medeniyet ve kültürü ile
doğrudan ilişki kurma fırsatına sahip olduklarından, Kureyş'in eğitim, kültür
ve bilgi standartlarını hiçbir Arap kabilesiyle karşılaştırılamayacak şekilde
yükseltmişti. Kureyş, Fil vak'asına kadar ticaret ile büyümeye ve zenginleşmeye
devam etti. Aynı yıl, Peygamber (s.a.s.) doğdu. Allah, bu Ebrehe ordusunu
herkesi şaşkınlığa düşürecek şekilde İlâhî mûcizesi ile ebâbil denilen küçücük
kuşlar vâsıtasıyla bozguna uğrattı (Bkz. 105/Fîl, 1-5). Böylece Allah Kâbe ile
birlikte onun hizmetçisi ve koruyucusu Kureyş'i de yok olmaktan korumuş ve
diğer kabilelerin gözünde itibarlarını ve Kâbe muhâfızları olarak şereflerini
arttırmıştır. İşte, Peygamberimiz'in ilk ticaret hayatına başladığında, bu
atmosfer ile Kureyş'in gücü ve zenginliği devam ediyordu.
Dedesi
Abdü'l-Muttalib'in ölümünden sonra Peygamberimiz, Kureyş'in diğer liderleri
gibi Mekke halkının geçim kaynağı olan ticaretle meşgul olan amcası Ebû
Tâlib'in yanında yaşamaya başladı. Ebû Tâlib, Mekke'den Suriye'ye giden bir
ticaret kervanı ile Şam'a gidiyordu. Rasûlullah (s.a.s.) o zaman henüz dokuz
yaşındaydı. Onu hiç kırmayan amcasına sarılan Muhammed (s.a.s.)'i de bu
yolculukta yanına aldı. İbn Hişam ve Tirmizî'nin rivâyetine göre, kervan
Suriye'de Busra denen mevkîye vardığında orada konakladı. Manastırda Bahira
adında bir râhip vardı. Ebû Tâlib onunla görüştü, râhip onları yemeğe dâvet
etti. Bu meyanda Hz. Muhammed (s.a.s.)'i görünce dikkatini çekti. O'nda
peygamberlik alâmetlerini sezdi. Ebû Tâlib'e: "Kardeşinin oğluyla geri
dön, yahûdilerden onu görüp zarar vermelerinden korkarım" dedi. Ebû Tâlib
de yeğeni ile geri döndü. İşte Hz. Peygamber'in ilk dış gezisi bu şekilde
Suriye'ye olmuştu.
Amcasının evinde büyüyen
Muhammed (s.a.s.), ondan ticarî işler konusunda birtakım tecrübeler edinmişti.
Büyüdüğünde, amcasının o kadar zengin olmadığını, beslemek zorunda olduğu büyük
bir ailesinin olduğunu anlayınca, Mekke'de kendi adına ticaret yapmaya başladı.
Genelde bilindiğinin aksine; ticarî hayata Hz. Hadîce ile müşterek çalışmaya
başlamasından çok önce girmiştir. Mekke'de küçük çapta işler yapardı. Bir
yerden mal alır, başkalarına satardı. Bu, Hatîce ile çalışmaya başlamadan önce
başkalarıyla ticarî ortaklığa girdiğini gösteren sonraki olaylar ile te'yid
edilmiştir. Kureyş'in bir ferdi olarak O'nun da geçimi için kabilesinin diğer
fertleri gibi aynı mesleği, yani ticareti benimsemesi gâyet doğaldı. Kendi
adına ticaret yapacak sermayeye sahip olmamasına karşılık, kendi sermayelerini
işletemeyecek olan, fakat dürüst insanlarla ortaklık yapmak isteyen sermaye
sahibi birçok zengin, dul ve yetime ait büyük bir sermaye birikimi bulunuyordu.
Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.a.s.) için sâbit bir maaş karşılığı veya kâr
ortaklığı yoluyla iş hayatına girmesi yönünde birçok imkânlar vardı. Hz.
Hadice, Mekke'de temsilcileri vâsıtasıyla iş yapan zengin hanımlardan biriydi.
Muhammed (s.a.s.) çocukluğundan beri çalışkan ve dürüstlüğü sebebiyle halk
arasında "el-Emîn" (güvenilir) ve "Sâdık" (doğru)
isimleriyle tanınırdı. Böylece O'nu güvenilir ve kâr getirici bir ortak olarak
gören Hadîce de bazen ücretle, bazen de kârdan pay vererek Hz. Muhammed
(s.a.s.)'i birçok defalar kuzeydeki ve güneydeki değişik pazarlara, ticarî
seferlere göndermişti.
Hz. Peygamber onun
sermayesiyle pek çok ticarî sefere çıktı. Bunlardan biri çok meşhurdur ki; bu
seferin sonunda Hadice O'na hizmetkârı vâsıtasıyla evlenme teklifinde
bulunmuştu. Bu sefer, Suriye'de Busra'ya yapılmıştı. Bu geziye çıktığında yaşı
25 civarında idi. Hz. Hadice ile Suriye seferi için anlaşmasından önce Hz.
Peygamber'in tâcirliği ve dürüstlüğü ile, özel olarak ticarî piyasada, genel
olarak da Kureyş'te büyük bir isim yaptığı anlaşılmaktadır. Yaptığı ticaretin
çoğunluğunu Yemen'e yaptığı ve bu gâye ile oradaki ticarî merkez ve ticarî
fuarlara çok sayıda katıldığı bilinmektedir. Hz. Hadice için buralara dört
sefer yapmıştır. Hz. Peygamber'in Arap yarımadasının doğu kısmında yer alan
Bahreyn'e de birkaç sefer yaptığı bilinmektedir.
Özetle ifade edebiliriz
ki; Hz. Peygamber, ticarî işlere oldukça genç bir yaşta, muhtemelen 17-18
yaşlarında başlamıştır. Herhangi bir dürüst ve kendisine saygısı olan kişi
gibi, maddî açıdan zengin sayılamayacak
durumda olan amcasına daha fazla yük olmaktan hoşlanmamış ve ticarete
atılmıştır. Bu sebeplerle de komşu ülkele, özellikle Yemen, Bahreyn ve Suriye
şehir ve kasabalarına ve muhtemelen Habeşistan'a gitmiştir. Muhakkak ki O,
hayatını helâl yoldan kazanma arayışı içinde çok gayret sarfetmiştir. İş
hayatına, bir sermaye sahibi birinin ortağı olarak veya belirli bir ücret
karşılığında çalışan bir kişi olarak başlamış olmalıdır. Daha sonra, bu sahada
kazandığı tecrübelerle ve doğruluğunun, dürüstlüğünün çevreye yayılması üzerine
yukarıda sözü edilen Hz. Hadice'nin O'nu birçok kere maaş karşılığı ticaret
için çeşitli yerlere göndermesi ve sonra aynı amaçla büyük bir meblâğla
Suriye'ye göndermesi olayında olduğu gibi, kendisine diğer insanların sermayesi
ile iş yapması teklif edildi.
Bu olaylar, O'nun çocukluğunda küçük
bir ücret karşılığında Mekke halkının koyunlarına çobanlık yaptığını
öğrendiğimizde (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5,
hadis no: 2149) daha bir gerçeklik kazanıyor. Hz. Peygamber, büyürken,
gençliğinin ilk dönemlerinde ticarî hayatına muhtemelen sâbit ücretler
karşılığında başlamıştı. Daha sonraları bu tarz ticareti, Yemen pazarlarına
düzenlediği her seferin sonunda aldığı bir deve karşılığında Hz. Hadice için
birkaç defa yapmıştı. Bu sebeplerden dolayı Peygamberimiz, hayatının gençlik
dönemlerinde sâbit ücret karşılığında Hz. Hadice de dâhil, Mekke'nin farklı
zengin insanlar için ticaret yapıyor görmemiz gâyet normaldir.
Günün birinde genç Hz.
Muhammed (s.a.s.), birisyle ticarî bir anlaşma yaparken, aralarında bir problem
çıktı; bunun üzerine karşısındaki O'ndan iddiâsını ispatlaması için "Lât
ve Uzzâ" putları üzerine yemin etmesini istedi. Bunun üzerine O "hiçbir zaman bunu yapmadım. Yolum o
heykellerin yakınlarından geçse, kasden onlardan kaçınıyor ve değişik bir yol
tutuyorum" buyurdu. O'nun tavrından oldukça etkilenen adam "Sen
doğru ve âdil birisin. Söylediklerin de hakikattir. Allah için, sen,
bilginlerimizin ve kitaplarımızın sözünü ettiği kişisin" dedi (İbn Sa'd,
c. 1, s. 130).
Tarihî kayıtlarda O'nun
Said bin Ali Saib ile ortak ticaret yaptığından söz edilir. Mekke'nin fethinden
sonra Saib O'nu ziyârete geldiğinde ashâb onun iyiliğinden söz edince Peygamberimiz
(s.a.s.), onu herkesten daha iyi tanıdığını ifâde etti. Onu sevgiyle
karşılayarak "gel, gel, hoş geldin
kardeşim ve benimle hiçbir zaman tartışmayan ticaret ortağım!" buyurdu.
Saib de gençliğinde Peygamberimiz'le ortaklık yaptığını ve O'nun ticaret
hesaplarını her zaman dürüstçe tuttuğunu anlattı.
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in
Hz. Hadice ile evlenmeden önce, Suriye ve Yemen'de çeşitli yerlere Hz. Hadice
adına seferlere çıktığı konusunda hiçbir şüphe yoktur. Bununla beraber,
maîşetini temin için benzeri ticarî gezilere defalarca çıktığı muhtemeldir.
Zaten O'nun gibi dürüst bir genç adamın, vaktini amcasının yanında boş
geçirdiğini düşünmek imkânsızdır. Çok küçük yaşlarda iken bile amcasının
omuzundaki geçim yükünün birâzını almak için Kurey'te çobanlık yaptığı
bilinmektedir. 25 yaşına gelineceye kadar yaşlı amcasına bir yük olarak
işsiz-güçsüz gezdiğini nasıl umabiliriz? O'nun karakteri ve ahlâkı da göz önüne
alındığında, tüm deliller, en meşhurları Said bin Ali Saib ve Kays bin Saib
olmak üzere birçok kişilerle ortak olarak veya kendi adına çeşitli ticarî
faâliyetlerde bulunduğunu göstermektedir. Yine eldeki kaynaklar bu amaçla Hz.
Hadice kendisini ticarî işleri için seçmeden önce Yemen'e ve kasabalarının
pazarlarına birkaç sefer yaptığını göstermektedir. Peygamberimiz'in mizacında
genç bir adamın gençliğinde bu tarz ticarî işlere girmiş olması gâyet mâkul ve
olağandır.
Hz. Muhammed (s.a.s.)
gibi bir insanın, gençliğinde ve hatta oldukça erişkin bir yaşta maîşeti için
başkalarına bağılmı bir hayat sürmesi hiçbir zaman ileri sürülemez.
Peygamberimiz'in Hz. Hadîce ile anlaşma yapmadan ve Ebû Tâlib'in konuşması ve
isteği vuku bulmadan önce en azından Yemen'e birkaç ticarî sefer yapmış olması
kuvvetle muhtemeldir. Bahreyn'e yaptığı birkaç sefer, Abdul Kays heyetinin
liderine "Sizin topraklarınızı
ayaklarımla çiğnedim" buyurması ile kendi ağzından te'yid edilmiştir.
Bu ifâde, Peygamberimiz'in ticarî amaçlarla Bahreyn'e birkaç kez gittiğini
açıkça göstermektedir.
Evlilik Sonrasında
Ticârî Meşgaleleri: Hz. Muhammed (s.a.s.), Hz. Hadîce ile evlendikten sonra, bu
kez işin idârecisi ve hanımının ortağı olarak ticarete eskisi gibi devam etti.
Buna bağlı olarak komşu ülkelerin ve ülkesinin çeşitli ticarî merkezlerine ve
panayırlarına pek çok kereler yolculuk yaptığı kesinlik kazanmaktadır.
Evlendiği 25 yaşından itibaren peygamberlik görevi kendisine tevdî edilinceye,
yani 40 yaşına kadar Arap yarımadasının değişik bölgelerine ve Yemen, Bahreyn,
Irak, Suriye gibi sınır komşusu ülkelere ticarî seferlere gitti; yani bugünkü
tâbirle ithâlat ve ihrâcat işiyle meşgul oldu.
Otuz yaşlarının sonuna
doğru, daha çok tefekküre vakit ayırdığı bir gerçektir. Bunun için Hira dağında
(Cebel-i Nûr) günler, haftalar geçirmiştir. Ancak daha önceki dönemlerinde
otuzlu yaşlarının ortasına kadar normal bir ticaret adamı gibi çalışmıştı.
Evlendikten sonra yaptığı üç ticarî gezisi tesbit edilmiştir. Bunlar sırasıyla
Yemen, Necd ve Necran'adır. Bunun yanında O'nun hac mevsiminde Ukaz ve
Zü'l-Mecaz panayırı (ticarî fuarları) zamanında yoğun ticarî faâliyetlerde
bulunduğu bilinmektedir. Diğer zamanlarda da Mekke çarşısında toptancılık
işiyle uğraştığı rivâyet edilmektedir.
Alış-verişleri: O'nun
peygamberlik öncesinde ve sonrasında hem Mekke ve hem de Medine'deki ticarî
muâmeleleri hakkında geniş mâlûmât vardır. rivâyetlerde alımlarından
bahsedildiği gibi satış işlerine de yer verilmiştir. Peygamberliğin gelişi ile
Hicretin vukuuna kadar satımdan çok alım akdi yaptığı bilinir. Medine'ye
hicretinden sonra ise satış muâmeleleri oldukça az olup bunlardan sadece üç
tanesine hadis metinlerinde yer verilmiştir. Alışlarına ise hayli fazla
diyebileceğimiz örnekler verilir.
Hz. Peygamber, hicretten
sonra bazen vekil aracılığıyla, bazen de kendisi başkalarına vekâleten ticaret yapmıştır.
Ama iş hayatının çoğunda kendisi vekiller kullanmıştır. Rehin karşılığında veya
rehinsiz borç alır, peşin veya borçla mal alırdı. Ölen insanların borçlarının
ödenmesine de kefil olurdu. Gelirinden sadaka/zekât verdiği bir miktar toprağı
vardı. Peygamberlik gelmeden önce birçok ticarî iş yaptığı halde, İlâhî mesajın
kendisine tevdî edilmesinden sonra bu işler devamlı azalma çizgisi
göstermiştir. Medine'ye hicretinden sonra çok az satış yaparken, birçok alım
yapmıştır. Hicretten sonra birçok kişiden borç almıştı. Ama çok cömert bir
borçlu idi; zira iyi niyet ve teşekkür belirtisi olarak her zaman borcundan
fazlasını geri öderdi ve ayrıca o kişiye; "Allah
evini ve servetini korusun. Borç için hediye, Allah rızâsı ve borcun geri
alınmasıdır" şeklinde duâ ederdi (Zâdu'l-Meâd)
Bir defasında birisinden
kırk sâ'/ölçek borç almıştı. Adam daha sonra muhtaç duruma düşünce Rasûlullah
(s.a.s.)'a gelerek alacağını istedi. Adam bir şey söyleyecekken Rasûlullah
(s.a.s.): "İyilikten başka hiçbir
şey söyleme; çünkü borcunu ödeme bakımından ben borçluların en iyisiyim" diyerek
kırk sâ' borcuna karşılık, kırk sâ' da onun iyi niyetine teşekkür şeklinde bir
jest olarak seksen sâ' ödemiştir. Yine bir gün bir deve satın almıştı. Devenin
sahibi sonradan gelerek, çok kaba sözlerle parasını isteyince, ashâb hemen onu
yakaladı. Fakat Hz. Peygamber: "Onu
bırakın. Bir hakkın sahibinin (yani alacaklının) konuşmaya hakkı vardır" buyurdu
ve borç aldığı deveden daha değerli bir deve verdi. Adam: "Bana borcunu
tam ödedin, Allah da sana ödesin" dedi. Bunun üzerine Allah'ın Rasûlü: "En hayırlınız, borcunu en iyi
ödeyendir." Buyurdu. (Buhârî, İstikrâz 4,6, 7, 13; Müslim, Müsâkat
118-122, hadis no: 1600, 1601). Bir seferinde ise aldığı malın karşılığın
ödeyecek parası yoktu. Sonra o malı satarak kârını Benî Muttalib'in dullarına
harcadı ve "bundan sonra karşılığını
ödeyecek param oluncaya kadar hiçbir şey satın almayacağım" (Ahmed bin
Hanbel, I/235, 323; Ebû Dâvud) buyurdu. Başka bir gün, bir alacaklısı oldukça
sert sözlerle alacağını isteyince Hz. Ömer onun üzerine yürüdü. Peygamberimiz
(s.a.s.): "Ey Ömer, dur! Benden
borcumu ödememi, ondan da sabırlı olmasını istemen daha doğru olur" buyurdu
(Zâdu'l-Meâd).
Ticaretinin Prensipleri: Ö'nun ticareti diğer
insanlarınkinden farklıydı. O, sadece hayatını kazanmak, yani geçimini helâl
yoldan sürdürmek istiyor; zenginlik ve servet biriktirmek gibi arzular peşinde
koşmuyordu. Çünkü bu ticarî işler, o devirde dürüst para kazanılabilecek ender
işlerdendi. Kazandıkları ancak hayatını idâme ettirmesine yeterli oluyordu.
Ancak, ne olursa olsun, her yaptığı işi en mükemmel bir şekilde ve
"el-Emîn" ve "Sâdık" vasıflarına uygun şekilde yapıyordu.
Peygamberimiz, iş
hayatını gâyet âdil ve dürüst olarak sürdürdü. Alışveriş yaptığı hiçbir
kimsenin şikâyetine meydan vermedi. Her zaman sözünü tutar, müşterilerine söz
verdiği nitelikteki malı tam zamanında teslim ederdi. Henüz çok genç yaşlarda
dürüst ve doğru sözlü bir tâcir olduğu şeklindeki ünü her tarafa yayılmıştı.
Diğer insanlarla olan ilişkilerinde daima büyük bir sorumluluk ve dürüstlük
anlayışına sahip olmuştur. O, yalnızca hakkaniyet ve dürüstlük esaslarına
dayalı bir ticaret yapmakla kalmadı, doğru ve âdil ticarî muâmeleler
konusundaki temel ilkeleri de vaz' etti. İlişkilerindeki dürüstlük, adâlet ve
doğruluk bütün tüccar ve işadamları için takip edecekleri ebedî kurallar haline
geldi. Ticarete ilk atıldığı zamandan beri, diğer insanlarla olan işlerinde
daima sorumluluk ve dürüstlük göstermiştir. Bu konuda kendisi ile ticaret
yapmış insanların çeşitli nakilleri bulunmaktadır: Abdullah bin Hamza, O'nunla
bir alışverişe başladığını, fakat daha ayrıntıları belirlemeden âcil bir işinin
çıkmasıyla hemen ayrılmak zorunda kaldığını anlatmaktadır. Geri dönmeye söz
verdiği halde unuttuğu için, ancak üç gün sonra hatırlayarak oraya koşmuş ve
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in orada üç gün boyunca beklediğini belirtmekten başka
hiçbir şey söylemediğini belirtmiştir. O'nun cömertliği ve âdil kişiliği sadece
kendi çağındakilere değil; kendinden sonra gelen bütün insanlara da ticarî
münâsebetler için temel prensipler olarak kabul görmüştür.
Hz. Peygamberimiz,
ticaret yaptığı insanlara karşı çok nâzikti ve ashâbının da öyle davranmasını
isterdi. Âllah'ın Rasûlü, peygamberliğinden önce de sonra da ticarî işlerinde
devamlı dürüst olduğu gibi; ashâbına da aynı şekilde davranmalarını tavsiye
etmişti. Medine'de devletin başına geçince ticarî sahadaki bütün sahtekârlık,
fâiz, şüphe, belirsizlik, haksız kazanç, sömürü, karaborsa gibi unsurları
çıkarıp atmıştır. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini standartlara bağlayarak
insanların, güvenilirliği şüpheli ağırlık ve uzunluk birimlerini kullanmasını
yasaklamıştır.
Maîşet Temini Açısından Ticâretin Önemi: İslâm'da rızık temin
etmenin en faziletli yolu cihad'tan (ganimetten) sonra ticarettir. Sonra ziraat
ve sonra da zanaattır. Bütün bu rızık temin etme yollarında alış-veriş işlemi
sözkonusu olmaktadır.
İnsanlara hizmet
anlayışıyla yapılan bu mânâdaki ticareti İslâm hem meşrû hem de makbûl
saymıştır. Ticaret hakkında Allah'u Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, ticareti helâl, ribâyı da haram kıldı."
(2/Bakara, 275). Devrinin en güvenilir tâciri olan Peygamberimiz de bu konuda
şöyle der: "Güvenilir, doğru ve
müslüman tâcir, kıyamet günü şehidlerle beraberdir." (İbn-i Mâce,
Ticârât, 1). Hadîs-i Şerîfi de dürüst ticaretin sahibine ne kadar sevap
kazandıracağını belirtmektedir.
İslâm'a göre ticaret;
değerli olan bir malı, değerli olan bir diğer mal veya para karşılığında
değiştirmektir. Dinimizin ticarette gözettiği gaye, her ne pahasına olursa olsun
kazanmak değil, insanlara, ihtiyaçları olan faydalı eşyayı temin ederek
hizmette bulunmak, bu vesîle ile de normal, meşrû bir kazanç sağlamaktır. Meşrû
bir ticarette şu özellikler bulunmalıdır:
1) Alan ve satanın
rızası,
2) Karşılıklı iyi niyet
ve dürüstlük,
3) Ticaretin,
taraflardan birine veya başkalarına zarar vermemesi.
Doğu kültürünü yansıtan
bir alışveriş anı.
Ticarette bulunması
gereken bu vasıfları Kur'an şöyle zikreder; "Ey
îman edenler! birbirinizin mallarını haksızlıkla değil, karşılıklı rıza ile
yapılan ticaretle yeyin, (haram ile) nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz size
merhamet eder. Bunu, kim aşırı giderek haksızlıkla yaparsa onu ateşe sokacağız.
Bu, Allah'a kolaydır." (4/Nisâ, 29-30).
Hz. Muhammed (s.a.s.)
Peygamber olduğu zaman Hicaz'da Arapların çoğu ticaretle uğraşıyordu. Peygamber
(s.a.s.) vahiy gereği olarak düzenleyici bazı hükümler getirerek dürüst bir
piyasanın teşekkülünü sağladı. Peygamberimiz, kendisi örnek bir tüccar olduğu
gibi, ashâbına ve tüm müslümanlara ticaretle ilgili çeşitli tavsiye ve
emirlerde de bulunmuştu. İşte onlardan bazıları:
"Ticarette çok yemin etmekten sakının. Çünkü yemin
sürümü artırır, fakat bereketi yok eder." (Müslim, Müsâkat, 27).
"Allah'ın rahmeti, satarken, alırken ve iddiâ ederken
yumuşak olan kimseyedir." (Buhârî) buyurmuştur. Yine Buhârî'nin rivâyet
ettiği bir hadiste şöyle buyrulur: "Alışverişte
yemin, malın sürümünü arttırsa bile, hakikatte kazancın bereketini
giderir." (Müslim, Müsâkat, 131, 133, İman 117; Buhârî, Büyû' 26)
Ebû Zer'den rivâyet
edildiği üzere Rasûlullah (s.a.s.): "Üç
sınıf vardır ki kıyâmet gününde Allah Teâlâ bunlara iltifat buyurmaz, yüzlerine
bakmaz, onları temize çıkarmaz; onlar için can yakıcı bir azâp vardır" buyurdu.
Peygamberimiz, hüsrânda kalanlardan birinin, "malını yalan yere yemin ederek satan" olduğunu
belirtmiştir (Müslim). Yine Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Sizden önce bir adam vardı. Bir melek
onun ruhunu almaya geldi. Melek ona; 'hayatında hiç iyilik edip etmediğini'
sordu. O da bilmediğini söyledi. Düşünmesi söylendiğinde, ihtiyacı olanlara
borç verdiğini, zenginlere ödemeleri için zaman tanıdığını, fakirlerin borcunu
ise affettiğini söyledi. Bunu üzerine Cennete götürüldü." (Buhârî,
Büyû' 18, Enbiyâ 50; Müslim, Müsâkat 31, hadis no: 1562; Nesâî, Büyû' 104). Bir
diğer hadiste de şöyle buyrulur: "Dürüst
ve güvenilir tâcir peygamberler, sıddâklar ve şehidlerle beraberdir." (İbn
Mâce, Ticârât 1) "Kıyâmet gününde
tüccarlar kötüler olarak dirilecektir; Allah'tan korkanlar, dürüstler ve
hakikati konuşanlar hâriç" (Tirmizî, İbn Mâce, Dârimî)
Allah, Helâl Rızık İçin Çalışanları Sever: Allah Rasûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah elinden iş gelen sanatkâr mü’min
kulu sever” (Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II/290). Evet, böyle. Zira, başka türlü
demesi mümkün değildir. Çünkü Allah Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur: “De ki: İstediğinizi işleyin; Allah,
peygamber ve mü’minler işlediklerinizi görecektir” (9/Tevbe, 105). Yani bir
kısım kriterlerle, kıstaslarla, işlediğiniz şeyler değerlendirmeye tâbi tutulacaktır.
Mahşerde yapılan bütün işler sergilenecek ve herkes gelip, "buna bir iş
denir mi denmez mi?" diye teftiş mâhiyetinde bakacaktır. İşte insanlar, bu
mülâhaza ile amel etmeli, çalışmalıdır. Bir hadis-i şerifte de şöyle buyrulur: “İş yaptığınız zaman, Allah o işte itkan
etmenizi yani sağlam, ârızasız ve kusursuz yapmanızı sever.”
(Kenzu’l-Ummâl, III/907). Söz konusu ettiğimiz âyet (9/Tevbe, 105), ilme teşvik
prensipleri adına üzerinde durulması gereken mûcizelerdendir. Allah Rasûlünden
benzer bir teşvik ise şöyledir: “Allah
sanatkâr, mü’min kulu sever.” "Şüphesiz
Allah, güzeldir, güzeli/güzel işi sever." (Müslim, İman, I/93; İbn
Mâce, Duâ 10) "Şüphesiz Allah, her
şeyde ihsânı/iyilik ve güzelliği yazmıştır (farz kılmıştır)..." (Müslim,
Sayd ve'z-Zebh 57; Ebû Dâvud, Edâhî 12). "Kendinize
göre makbul bir iş yapınız. Sırf başkalarına rekabet olsun diye
yapmayınız..." (Tirmizî, Birr 63) "Kovandaki
suyu, isteyenin kabına boşaltmak ve mü'min kardeşine güler yüzle konuşmak gibi
de olsa, iyi, güzel ve doğru hiçbir sözü, işi ve davranışı küçümseme
(yapabilirsen hiç durma, yap)!" (Ebû Dâvud, Libas)
Evet Allah, şeriate uygun ve meşrû
dairede çalışan, didinen, yorulan ve kazananları sever. Hz. Peygamber'in
dünyasında ve O’nun amel ve aksiyon anlayışı içinde çalışma, amellerin en
faziletlisi ve Allah sevgisine en çabuk ulaştıranıdır. O asla, “râhipler gibi
kiliselere kapanın, evlenmeyi terkedin, yemeyi içmeyi bırakın, dünyayı boş
verin, tâ Allah’a vâsıl olasınız...” dememiştir. Allah Rasûlü, insanlardaki
evlenme ve hemcinsine alâka duyma duygusunu güdükleştirmemiş, saptırmamış,
hapsetmemiş dolayısıyla da depresyonlara sebebiyet verecek yollara girmemiştir.
O, bu duyguyu, olumluya,, meşrûya kanalize etmiş ve bu noktada dahi, Ümmet-i
Muhammed’i, Allah’ın rızâsına ve hoşnutluğuna ulaştıracak yollar göstermiştir.
O’nun terbiyesi; fıtratı, karakteri yönlendirme ve ona yaratılış gâyesine uygun
hedefler bulma istikametinde olmuştur.
Ticaret, Ziraat ve Cihad: İşleri dengeleme mevzunda da O’nun eşi menendi yoktur. Bir
hadis-i şeriflerinde O şöyle buyurur: “Siz
kendinizi îne alışverişine saldığınız; sadece ziraatle iktifa ettiğiniz;
sığırlarınızın ardına takılıp gittiğiniz (yani sadece hayvancılıkla
uğraştığınız) ve cihadı terkettiğiniz zaman, Allah sizin başınıza öyle bir mezellet
indirir ki tekrar dininize dönmedikçe de bu mezelletten kurtulamazsınız.” (Ebû Dâvud, Büyû’ 54; Ahmed bin Hanbel,
II/84) buyurmaktadır. Îne alış verişi: Bir şahsın, diğer bir şahıstan veresiye
bir şey satın alıp, sonra da aynı adama onu çok daha ucuza satması şeklinde
ta’rif edilmiştir ki, birçok tarifinden sadece bunu vermek yeterli olur. Bu,
ister kapalı bir fâiz sayılsın, ister başka bir spekülasyon, Rasûlullah'a göre
sakıncalıdır. Bu hadisin bize anlattığı, işaret ettiği hususları ancak, sanayî
devrimi ve sanayî hareketlerinden sonra anlayabildik. Onu da doğru
anlayabildiysek. Cihadı, zâten unutmuştuk; sanayî derken ziraat ve hayvancılığı
da ihmal ettik ve kendimizi bir başka dengesizliğin uçurumunda bulduk.
Oysa ki, yapılacak şeyi, hem de 14
asır evvel Allah Rasûlü haber veriyordu. Ve O, her meselede olduğu gibi, bu
meselede de fevkalâde dengeliydi. Elbette ki, ziraat ve hayvancılık olacaktır.
Nitekim bu tür çalışmaları teşvik eden hadis-i şerifler de vardır. Ancak, bütün
himmet ve gayreti bunlara ayırmak; işte doğru olmayan budur. Şehir hayatına
karışmadan, bir dağa çekilip, kendi ibâdet anlayışı ve duygularıyla baş başa
kalmayı arzulayan insandan tutun da, teşebbüs gücünden mahrum ziraatçı ve
hayvancıya kadar şümûlü olan bu ifade, bize önemli bir iktisat ve ekonomi dersi
vermektedir. Ayrıca, dünya ölçüsünde yerinizi almak için, gerekli caydırıcı
gücü elde tutmadığınız, cihadı terkettiğiniz veya cihadı terkedip de, devlet
oluşturamadığınız, gücünüzü ve dünyadaki değerinizi kaybettiğiniz zaman Allah,
size altından kalkamayacağınız bir mezellet/rezillik musallat edeceğini,
mağlûbiyetler, esâretler, tahakkümler altında kalıp ezileceğinizi de
hatırlatmaktadır ki, bu durum, yeniden dine dönüp, İslâm’ı hayata hâkim
kılacağınız âna kadar da devam edecektir. Allah Rasûlü, nasıl ki, istidat ve
kabiliyetleri sınırlamamış, aynı şekilde bedenî güç ve kuvvetleri de hakir
görmemiştir. Görmemiş ve aksine şöyle buyurmuştur: “Kuvvetli bir mü’min, (beden sıhhatine sahip olan bir mü’min) Allah
indinde zayıf mü’minden daha hayırlı ve sevimlidir.” (Müslim, Kader 34; İbn
Mâce, Mukaddime 10; Ahmed bin Hanbel, III/366). Allah indinde sevimli olmak
isteyenler, kalp sıhhatiyle beraber beden sıhhatine, cisim sağlıyıla beraber
ruh sağlığına da sahip olmalıdır. Görülüyor ki, Allah Rasûlü,
“Zayıflayacaksınız, perhize girecek, bedenî güç ve kuvvetinizi kıracaksınız ki
Allah indinde makbul olasınız...” demiyor. Tam tersine; ruhbanlığa, keşişliğe
ve papazlığa karşı realiteyi, fıtrî ve tabiî olmayı öne çıkarıyor ve
meselelere, tabiatı içinde bir mecra araştırıyor; ve bizi o istikamete kanalize
ediyor. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, s. 385)
En Hayırlı Kazanç; Kendi Eliyle Çalışıp Kazanma: Peygamberimiz (s.a.s.),
çocukluğundan başlayarak dürüst bir şekilde çok çalışmakla hayatını kazanmış,
güzel ve nezih bir hayatın temel esaslarını koymuştur. "Hiçbir kimse, kendi elinin emeğiyle kazandığından daha
hayırlısını yememiştir. Allah'ın peygamberi Dâvud (a.s.) da elinin emeğini
yerdi" (Buhârî, Büyû' 15) buyurmuştur. Hz. Âişe (r.a.)'den rivâyetle
Peygmaber (s.a.s.): "En güzel
şeyler, yediğinizin en temizi kendi çalışıp kazandığınızdan geldiği gibi,
çocuklarınız da bundan gelir." (Ebû Dâvud, Büyû' 79; Tirmizî, Ahkâm
22; Nesâî, Büyû' 1; İbn Mâce, Ticâret 1) buyurmuştur. En güzel kazancın ne olduğu
sorulduğunda; "Helâl yoldan olan ve
kişinin kendi eliyle kazandığıdır" (Ahmed bin Hanbel, Müsned) diye
cevap vermiştir. Beyhakî'nin rivâyet ettiğine göre, "Farz olan birçok vazife gibi, helâl yoldan maîşetini temin etmek
de bir farzdır."
Başkasına Yük Olmadan
Yaşamak; Helâl Maîşet Temini: Cenâb-ı Hak, "Yeryüzünü
size boyun eğdiren (ondan yararlanmanız için size itâat ettiren) Allah
Teâlâ'dır. O halde yeryüzünün sırtlarında (dağlarında tepelerinde ve
ovalarında) dolaşın da Allah'ın size verdiği rızıklardan yararlanın."
(67/Mülk, 15). buyurmuştur. Yeryüzünde dolaşmaktan maksat insanlara faydalı
olan nîmetlerin ortaya çıkarılmasını sağlamak ve bunun için araştırma
yapmaktır. Cenâb-ı Allah yeryüzünü insanlar için rızık sağlama yeri kılmıştır.
Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'tan rivâyetedilen bir hadîste Hz. Peygamber (s.a.s.)
şöyle buyurmuşlardır: "Rızık
sağlamak gayesiyle çalışmak her müslüman üzerine farzdır. " Buna göre
müslümanlar helâl ve haramlara dikkat ederek kendilerinin ve aile ferdlerinin
rızıklarını sağlamak zorundadırlar. Ancak bu rızkı sağlamak için çalışıldığında
mutlaka Allah'ın rızası ve O'nun koyduğu sınırlar gözetilmelidir. Hz. Ebû
Bekr'in: "Haram ile beslenen bir vücûda ancak Cehennem ateşi
yakışır." sözü müslümanın rızık temini ve alış-veriş anlayışını en güzel
bir şekilde belirtmektedir. Ashâbın helâl alışveriş yapmak ve haramlardan uzak
durmak için şüpheli olan hususları bile terk ettiklerini biliyoruz.
Aynı şekilde İslâm,
çalışıp kazanabilme gücüne sahip olan bir kimsenin dilenmesini yasaklamıştır.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: "Allah'a
yemin ederim ki sizden birinizin, ipini alıp da, dağdan bir bağ odunu taşıyıp
getirmesi ve bu odunu satıp onunla ailesinin ve kendisinin geçimini sağlaması,
başka birinden istemesinden çok hayırlıdır. Kim bilir yardım istediğiniz kimse
ya verir minnetine girersin, yahut vermez zilletini çekersin. "
(Buhârî Musâkât, 13, Zekât, 50, Buyû', 15; İbn Mâce, Zekat, 25; İbn Hanbel, I,
167)". Buna göre, çalışmaya gücü yeten kimsenin dilenmesi meşrû değildir.
Maîşet Temini İçin Peygamberimiz
Çobanlık da Yapmıştır: "Allah hiçbir
peygamber göndermedi ki, koyun çobanlığı yapmamış olsun." "Sen de
mi, Ey Allah'ın Rasûlü?" diye sordular. "Evet, ben de bir miktar kırat mukabili Mekke ehline koyun
güttüm." (Buhârî, İcâre 2; Muvattâ, 18 -2, 971-; İbn Mâce, Ticârât 5,
hadis no: 2149). Nesâî'nin bir rivâyetinde şöyle denir: "Koyun sahipleri
ile deve sahipleri övünmüşlerdi. Rasûlullah (s.a.s.): "Hz. Mûsâkoyun çobanı olduğu halde pegamber oldu. Hz. Dâvud koyun
çobanı olduğu halde peygamber oldu. Ben de ehlimin koyunlarını Ciyâd'da
güderken peygamber oldum" dedi.
Peygamberlerin çobanlıktan
geçmelerindeki hikmeti âlimler şöyle açıklamışlardı: "Peygamberler
koyunları güderek, yürütülmesi boyunlarına yüklenen ümmetlerinin işleri
hususunda tecrübe sahibi olmuşlardır. Zîra koyunlarla haşır neşir olma sonunda
onlarda hilm ve şefkat duyguları gelişir. Çünkü onlar, koyunları gütmeye ve
mer'ada dağılmalarından sonra toplamaya, bir otlaktan diğer bir otlağa
nakletmeye, hayvanların vahşi hayvan ve hırsız nev'inden düşmanlarını defetmeye
sabrettiler. Hayvanların tabiatlarındaki farklılıkları, zayıflıklarına ve
muâhedeye olan ihtiyaçlarına rağmen
aralarındaki şiddetli iftirakları görüp tecrübe edinirler. Bu durumdan ümmete
karşı sabretmeye ülfet kazanırlar ve ayrıca ümmetin tabiatlarındaki
değişiklikleri, akıllarındaki farklılıkları anlarlar. Böylece ümmetin yarasını
sarar, zayıflarına merhamet eder, onlarla daha iyi geçinir. Bu davranışların
vereceği meşakkatlere çobanlıktan gelenlerin tahammülleri, bu işlere birden
bire girenlerden daha kolay olur. Koyun güdünce bu hususlar tedricen kazanılır.
Bu tecrübe işinde koyun üzerinde durulmuştur. Çünkü koyun diğerlerinden daha
zayıf, bunların dağılmaları da deve ve sığırda daha fazladır. Çünkü deve ve
sığırın bağlama imkânı vardır. Adeten koyun kırda bağlanmaz. Ayrıca, koyun daha
çok dağılsa da, emirlere uyması diğerlerinden daha çabuk olur."
Yaşadığı Sâde Hayat ve
İsraftan Kaçınması: Rasûlullah (s.a.s.) çok sade bir insadı, tüm hayatı sadelik
içinde ve hem kendi yaşayışı ve hem de ailesinin geçiminde en küçük israf tavrı
göstermeden geçmiştir. Gençliğinde olduğu gibi, hicretten sonra, yani devlet
başkanı ve halkın tartışmasız lideri olduğu zaman bile, ne verilirse yer, kalın
ve kaba (ucuz) elbiseler giyerdi. Onun ne sarayı, ne tahtı/koltuğu, ne lüks ve
israf içinde yaşayışı vardı. Tek başına veya bir meclisteyken tereddüt
etmeksizin yere, toprağa veya hasır üstüne otururdu. Kuru ekmek yemiş, günler
boyu sadece kuru ekmek yemiş, günlerce yalnız hurma ile idare etmiştir. Sade
kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Böyle bir hayatı yaşarken, devletin
tüm hazineleri (Beytu'l-Mal) O'nun elinde ve emrinde bulunuyordu. O, toplumunun
en fakir bir üyesinin hayat standartlarına göre yaşamayı sürdürüyordu.
Kendisi sade hayatı
sevdiği gibi, ailesinin de sade bir hayat sürmesini ve gösterişli hayattan
kaçınmalarını isterdi. Kadınlar için altın gümüş gibi ziynete izin verilmiş
olmasına rağmen, kendi hanımlarının bunları takmasından hoşlanmazdı. Hanımlarının
diğer kadınlara, takı ve altınlarıyla örnek olmasını değil, takvâsıyla örnek
olmasını isterdi. Zaten toplumda dar gelirlilerin isyanı, zenginlerin halkın
göreceği şekilde israf ve lüks içinde bir hayat sürmesi ve kendilerini onlarla
karşılaştırmaları sebebiyle olur. Bir gün kızı Fâtıma'nın boynunda altın bir
kolye görünce: "İnsanların,
Rasûlullah'ın kızı boynuna ateş takmış demeleri hoşuna gider mi?" demiştir.
Bir defasında da Hz. Âişe'nin kollarında bilezikler görmüş ve şöyle demiştir: "Onların yerine safranla boyanmış
darasttan (basit) bilezikler taksan daha iyi olur."
O, daima sade kıyafetler
giyerdi. Ancak, Hz. Ömer onun Cuma günlerinde, bayramlarda ve başka ülkelerden
heyetleri kabul ettiği zaman gösterişli kıyafetler giymesini isterdi. Buna
rağmen Rasûlullah sade giymeyi tercih etti. Bir kere, bir dükkânda ipek bir
elbise gören Hz. Ömer, Rasûlullah'tan Cuma namazlarında ve dış heyetleri kabul
ederken giymek için onu satın almasını rica etti. Rasûlullah şöyle cevap verdi:
"Bunu, âhiretten alacağı bir payı
olmayan giysin."
Peygamberimizin yatağı,
bazen bir kaba kumaş, bazen hurma yaprağıyla doldurulmuş deri idi. Hanımı Hz.
Hafsa'nın anlattığına göre bir gece yumuşatmak için Rasûlullah'ın yatağına dört
kat bez koydu. Fakat ertesi sabah, Rasûlullah memnun olmamıştı. İslâm
Devletinin Yemen'den Suriye'ye kadar yayıldığı Hicret'in dokuzuncu yılında, bu
Devlet'in başkanı ve tek hâkiminin yalnız bir yatağı, bir de su kırbası vardı.
Hz. Âişe'nin rivâyet ettiğine göre Rasûlulllah vefat ettiğinde, evde bir miktar
arpadan başka yiyecek bir şey yoktu ve para ve kıymetli eşya cinsinden hiçbir
şey de miras bırakmamıştı.
Hz. Âişe Vâlidemiz’den rivâyet
edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Rasûlü evinde, herhangi bir insan
gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tâmir eder ve ev
işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu” (Tirmizî, Şemâil 78; Ahmed bin
Hanbel, 6/256). O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın dört bir yanında
anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle
ayarlamıştı ki, bu kadar önemli sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de
fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya lâyıktı ve öyle
de oldu.
Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün
aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve
O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan
çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor. Derken, Sahâbi de onların arkasına
düşüyor ve Allah Rasûlü gâyet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor
sonra geri dönüyor” (Kadı İyaz, eş-Şifâ, I/131, 133). Bu iş, belki bir ev
süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa
olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O’nun bu
hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O’nun rüyâlarına bile girememişti.
Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. O,
insanların en şecaatlisiydi. Hz. Ali der ki: “Biz savaş meydanında korktuğumuz
zaman Allah Rasûlü’nün arkasına sığınır ve O’nunla korunurduk” (Ahmed bin
Hanbel, I/86). Hatta O’nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven
verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu
sadece O’nun tevâzuundan, sade yaşayışındandır.
Rasûlullah (s.a.s.),
büyük bir devletin başkanı ve peygamber olmasına rağmen, mûtedil ve çok sade
bir hayat yaşamıştır. Hayatın normal zevklerinin dışına çıkmamış, orta halli ve
hatta fakir bir insan gibi çok az bir yiyecek ve giyecekle yetinmiş, normal bir
insan gibi evde ve dışarıda çalışmıştır. Özel ve sosyal hayattaki her çeşit
lüks ve israftan, aşırılıklardan şiddetle kaçınmıştır. Mekke'de bir tüccar ve
Medine'de de devlet başkanı olarak her çeşit imkân varken de bu sadeliğini
bozmamış, artan para ve kıymetli eşyayı hep Allah yolunda infak etmiştir.Bütün
ömrünce ifrat ve tefritten sakınmış ve özel hayatıyla ashâbına ve tüm insanlığa
da en güzel örnek olmuştur.
Rasûlullah (s.a.s.)
yemeği az yediği gibi, az uyurdu. Bu durum, tüm hayatı boyunca tartışmasız
O'nun özelliği idi. O, ümmetini de bu yönde teşvik ederdi. Özellikle de az yeme
ile az uyumanın birlikte sürdürülmesini isterdi. Bu konudaki bir tavsiyesi
şöyledir: "İnsanoğlu, karnından dah
akötü bir küp (kap) doldurmamıştır. Ona, belini doğrultacak kadar yemesi
yeterlidir. Eğer mutlaka karnını doyuracaksa üçte birini yiyeceğe, üçte birini
içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın." (Tirmizî, Zühd 47,
hadis no: 2381; İbn Mâce, Et'ıme 50, hadis no: 3349)
Rasûlullah'ın en hoşuna
giden yemek, çok kimse ile birlikte yediği, onlara ikram ettiği yemekti. Âişe
annemizin anlattınığına göre, Rasûlullah'ın karnı doyuncaya kadar yediği hiçbir
zaman sözkonusu değildir. Eğer yemek verilirse yer; verdikleri yemek ne olursa
olsun, onu yer ve verdikleri içecek ne ise içerdi. (Tirmizî, Şerh-i Şemâil,
Aliyyu'l-Kari, s. 235)
Kurucusu olduğu Medine
İslâm Devletinin devlet başkanı olan Peygamberimiz'in kendisi ve ailesi sadelik
içinde yaşar, fakat Allah rızâsı için devamlı infak ederdi. İmkânı olup da,
hayatında bir defa olsun "yok" veya "hayır!" dememiştir.
Rasûlullah'tan bir şey istenip de O'nun "hayır!"
dediği vâki değildir (Müslim, Fezâil 56, hadis no: 2311). Üzerinde ve
evinde altın, gümüş para bulundurmaz, olunca hemen fakirlere dağıtırdı. O,
geniş imkânlar içinde fakir bir hayat sürer, fakat fakirlere yardımdan geri
durmazdı.
Enes (r.a.), diyor ki:
"Rasûlullah, yanında hiçbir şeyi ertesi gün için biriktirmezdi." Bir
adam Rasûlullah'a gelerek O'ndan birşeyler istedi. Rasûlullah, yanında verecek
bir şeyi olmadığı ve isteyeni de boş çevirmemek için, başkasından yarım ölçek
borç alıp ona verdi. Alacaklı, yarım ölçek malını istemeye geldiğinde, ona bir
ölçek verdi ve: "yarısı borcum için,
yarısıı da bağıştır" (Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2363) buyurdu.
İbn Abbas (r.a.) diyor
ki, Rasûlullah (s.a.s.), hayır yapmada insanların en cömerdi idi. En cömert
olduğu zaman da Ramazan ayı idi. Cebrâil (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise
esen rüzgârdan daha cömert olurdu (Müslim, Fezâil 50, hadis no: 2308; Tirmizî,
Cihad 14, hadis no: 1687); İbn Mâce, Cihad 9, h. no: 2772).
Enes (r.a.)'den rivâyet
edilmiştir: Bir adam Rasûlullah'tan bir şeyler istemiş, Rasûlullah da ona bir
vâdi dolusu koyun vermiştir. Bunun üzerine adam kabilesinin yanına dönerek,
onlara: "Koşun, müslüman olun! Çünkü Muhammed (s.a.s.), bir kimsenin artık
fakirlik çekmeyeceği kadar mal veriyor" dedi. Rasûlullah birden çok
kimseye yüzer deve vermiştir. Ebû Süfyan'a üç ayrı defa yüzer deve vermiş,
onların kalplerini bu infaklarla İslâm'a ısındırmış, malı Allah yolunda infak
etmenin en güzel örneklerini sunmuştur. Rasûlullah'ın peygamber olmadan önceki
ahlâkı da böyle idi. Varaka bin Nevfel, bir rivâyette Hz. Hadîce O'na demişti
ki: "Sen yükü çekiyorsun, insanlara bulamadıkları şeyi veriyorsun."
(Buhârî, Bed'u'l-Vahy)
Allah'ın Rasûlü, o güzel
insan, Havâzin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine
Abbas (r.a.)'a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş
getirilmi, bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini
bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi. Sonra bir adam gelip
istedi. Ona: "Yanımda artık hiç
kalmadı. Ama git, ihtiyacın olan şeyi benim adıma satın al! Bana bir şey
gelince ben parasını öderim" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Yâ
Rasûlallah, Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef tutmadı ki, niye
böyle yapıyorsun?" diye sordu. Bu söz, Peygamber'in hoşuna gitmedi.
Ensârdan bir sahâbî de: "Ver ey Allah'ın Rasûlü! Arzın Sahibi'nin
azaltacağından korkma!" dedi. Rasûlullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden
belli oluyordu. Buyurdu ki: "Ben,
bununla emrolundum." (Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî,
Şemâil; İbn Kesir,
el-Bidâye 6/63)
Sehl ibnu Sa'd (r.a.) anlatıyor:
"Bir adam, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradı. Efendimiz, yanında
bulunan bir zâta: "Şu gelen kimse
hakkında reyin nedir?" diye sordu. Adam: "O, halkın
eşrâfındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye; birisi
lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır" dedi.
Rasûlullah (s.a.s.) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha uğradı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: "Pekiyi bunun hakkında reyin nedir?" dedi. Adam: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Bu, müslümanların fakir takımındandır. Vallahi, bu bir kıza
tâlib olsa evlendirilmemeye, şefaatte bulunsa itibar edilmemeye, bir şey
söylese dinlenilmemeye lâyıktır?" cevabını verdi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Bu, onun
gibilerin bir arz dolusundan daha hayırlıdır?" buyurdu." [Buhârî,
Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu Mâce, Zühd 5, (4120).]
Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) efendimiz buyurdular ki: "Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı ziyân etmekle
olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde olandan daha çok
güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı sebebiyle, onun
devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no: 2341; İbn
Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)
Bu hadis, hakîki zâhidliğin nasıl
olduğunu anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü
bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi bir kısım zoraki davranışların
zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde gerçek zühd, kişinin Allah'ın
rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek, ummadığı yerden rızık verdiğine
kesin bir îmanla inanmak, Allah'a olan îtimad ve güvenini, elinde tuttuğu akar
mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere olan
güveninden çok fazla kılmaktır. Çünkü kendi elindekilerin telef olması,
bir bir yok olması mümkündür, fakat Allah'ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir.
Nitekim âyet-i kerîmede: "Sizde olanlar tükenir ama, Allah
katında olanlar sonsuzdur" (16/Nahl 96) buyurulmuştur.
Musîbetle ilgili cümlenin mânasını
da Aliyyü'l-Kârî şöyle açıklar: "(Musîbete karşı şikâyetçi, tahammülsüz
olma. Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek, yokluğundan ziyâde varlığına
rağbet et, devamını iste. İşte bu iki hal, senin gerçekten dünyayı terkedip
âhirete yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil şâhiddir."
Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni mesrur edecekse sana
dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın zenginlerle sohbet
arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş addetme."
(Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781)
Rezîn şunu ilâve etmiştir:
"Urve dedi ki: "Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ), bir elbiseyi eskitip
yamamadıkça ve içini dışına ters çevirip (bir zamanlar da öyle giyerek iyice
eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş
olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini
tasadduk etti). Câriyesi ona: "Bana ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın
ya!" dedi. Hz. Âişe: "(Para varken) hatırlatmış olsaydın, isteğini
yapardım" dedi."
Bu rivâyet, Âl-i Beyt'in yaşayışına
ışık tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını, gölgelenmek üzere bir müddet
dibine oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun, güzergahta rastladığı ağaçla
olan irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî
beraberliği daha bir garantileyecek hayat tarzının bir sahnesini tasvir ediyor:
"Elbiseyi yamalı olarak giymeden yenilememek."
Âişe vâlidemiz (r. anhâ), sadece
yamamakla kalmıyor, renk vs. yönleriyle daha az yıpranıp, yenilik havası
taşıyan iç yüzünü dış yüz yaparak, bir müddet öyle giyiyor. Urve
(rahimehullah)'nin açıklaması, Hz. Âişe'nin bu davranışının fakirlik veya
cimrilikten olmayıp, zahidlikten olduğunu göstermektedir. Umumî Açıklama
kısmında temas edildiği üzere gerçek zâhidlik budur. Maddî imkanlar varken
dünyaya itibar etmemek... Yüce vâlidemiz bunun örneğini vermiştir.
Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini doğrultacak kadar ver.” -Bir
diğer rivâyette- "yetecek kadar
ver" buyurmuştur." (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis
no: 1055; Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2362)
Rasûlullah (s.a.s.) Allah'tan rızk
olarak, ölmeyecek kadar istemiştir. Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile
ifâde edilmektedir. Kût ve kefâf. Kût, "ölmeyecek kadar",
"belini doğrultmaya yetecek kadar" veya "başkasından istemeye
ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek" diye açıklanmıştır. Kefâf daha önce,
Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız üzere, zarûrî ihtiyaçları tam
karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar olarak tarif edilebilir.
Âl-i Muhammed tabiri ile, bu
hadiste, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hanımları ile çocukları
kastedilmiş olmalıdır. Resûlullah'ın ve ailesinin asgari miktarla
yetindiklerini te'yîd eden rivâyetler çoktur. Tirmizî'nin "Resûlullah ve
ehlinin mÂişetleri adında bir babta kaydettiği rivâyetlerden bazıları şöyle:
"Rasûlullah (s.a.s.) ekmek ve
etten doyuncaya kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."
"Rasûlullah (s.a.s.) arpa ekmeğinden
doyuncaya kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi,
üst üste üç gün doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."
"Rasûlullah (s.a.s.) üst üste
birçok geceleri aç geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların
ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."
"Rasûlullah (s.a.s.) yarın için
bir şey biriktirmezdi."
"Rasûlullah (s.a.s.) ölünceye
kadar (mükellef hazırlanmış) bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince
yapılmış ekmek de yemedi."
Resûlullah'ın zenginliği, kalbinde
Rabbine karşı beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten de,
tuğyana atıcı zenginlikten de Allah'a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve
zenginliğin iki aşırı kutupları teşkîl ettiğine delil vardır.
O Yüce Peygamber'in hayatına ve onun
mal hakkındaki tavırlarına baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: Yeryüzünün
hazineleri, ülkelerin anahtarları O'na verilmiştir. Önceki peygamberlere helâl
kılınmayan savaş ganimetleri O'na helâl edilmiştir. O hayatta iken Hicaz, Yemen
ve bütün Arap yarımadası, Irak ve Şam'ın yakın bölgeleri fethedilmişti.
Oralardan elde edilen "ganimetlerin
beşte biri, Allah'a, Rasûlüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve
yolcuya aittir." (8/Enfâl, 41). Cizye ve zekâtlardan, başka ülkelerin
krallarında bile toplanamayacak kadar çok mal Rasûlullah'a toplanıp
getiriliyordu. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey, kendine almamış, bir dirhem
dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve onlarla başkalarının
ihtiyaçlarını gidermiş ve müslümanları güçlendirmiştir. Buyurmuştur ki: "Uhud Dağı kadar altınım olsa da, ondan
borç ödemek üzere alıkoyduğumun dışında bir dinarın yanımda bir gece kalması
beni memnun etmez." (Müslim, Zekât 9, hadis no: 3394; İbn Mâce, Zekât
3, hadis no: 1787; Buhârî, Zekât, Rikak)
Bir defasında Peygamberimiz'e bir
miktar para gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu
da hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu
parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki; "işte şimdi rahatladım." (İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ,
s. 14)
Dünyanın en cömerdi, o en büyük
insan vefat ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhı rehinde idi. O, yiyecek,
giyecek ve meskenden ihtiyacı kadar, en az ile yetinilecek kadarını kâfi
görürdü. Asgarî ihhtiyacından fazla hiçbir şeyi olmazdı. Elbise gözetmez,
bulduğunu giyerdi. Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli
kaftanları, yanında bulunanlara ve uzaktaki fakirlere paylaştırırdı. Çünkü
giysilerle gösteriş yapmak, övünmek, onlarla süslenmek O'na ve O'nun getirdiği
ölçülere göre bir şeref ve yücelik sebebi olamazdı.
Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemizden
rivâyet ediliyor: "Rasûlullah (s.a.s.), vefat edinceye kadar üç gün ar
arkaya buğday ekmeği ile karnını doyurmamıştır." (Buhârî, Et'ıme 23;
Müslim, Zühd 202, hadis no: 970). Diğer bir rivâyette arpa ekmeği ile de arka
arkaya iki gün karın doyumadığı bildirilir. Onun ailesi de, O'nunla birlikte
aynı yoksul hayatı severek paylaşıyordu. Halbuki eğer dileseydi Allah Teâlâ
O'na akla gelmeyecek şeyler lutfederdi. Yüce Peygamber, silâhı, katırı ve
vefatından sonra sadaka olduğunu belirttiği bir arâziden başka hiçbir miras
bırakmamıştır (Müslim, Vasiyyet 18, hadis no: 1635; Buhârî, Vesâyâ, Megâzî).
Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: "Peygamber vefat ettiğinde evinde raftaki
birazcık arpadan başka, canlı mahlûkun yiyeceği hiçbir şey yoktu. Rasûlullah,
bana dedi ki: "Bana Mekke'deki Betha
vâdisinin, istersem benim için altın kılınması arz edildi. Ben, 'Ya Rabbi, gün
olur aç olurum, gün olur tok olurum. Aç olduğum halde Sana duâ ve niyaz ederim;
tok olduğum günde de Sana hamd ve senâ ederim' dedim." (Müslim, Zühd
27, hadis no: 2973; Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2348). Bir başka hadis-i şerife
göre de Cebrâil, Rasûlullah'a gelerek dedi ki: "Allah sana selâm ediyor ve
'eğer istersen şu dağları senin için altın yapayım ve nerede olursan seninle
beraber olsunlar' buyuruyor. Rasûlullah (s.a.s.) başını önüne eğerek: "Ey Cebrâil, dünya, yurdu olmayanların
yurdudur; malı olmayanların malıdır. Onu aklı olmayanlar biriktirir" dedi.
Cebrâil de O'na: "Allah bu sağlam sözde seni sâbit kılsın!" dedi.
(Beyhakî, Zühd; İbn Saad, Tabakat; İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 25)
Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor:
"Bir adam Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin
fakirlerinden değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine
sığındığın bir zevcen var mı?" Adam: "Evet" dedi. Abdullah:
"Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!" deyince
Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim
var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!"
dedi." (Müslim, Zühd 37, hadis no: 2979)
Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor:
"Muhâcirlerin fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir
kısmı, bir kısmı(nın karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir
okuyucu da bize (Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve
üzerimizde dikildi. Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı
bıraktı. Resûlullah da selam verdi ve: "Ne
yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik, o
kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim
arasında, kendileriyle birlikte sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah'ıma
hamdolsun!" dedi. Sonra, kendisini bizimle eşitlemek üzere Rasûlullah,
ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret ederek: "Şöyle
(halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu, yüzleri ona
döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın onlar arasında benden
başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini alınca)
Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey
yoksul muhâcirler, size müjdeler olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde
ediyorum. Sizler cennete, insanların zenginlerinden yarım gün önce
gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya günleriyle) beşyüz yıl eder." (Ebû
Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî, Zühd 37, hadis no: 2352)
Bu hadis, Medîne'ye hicret eden bir
kısım müslümanların maddî durumlarını aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir:
Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü sağlamaya çalışacak kadar fakirlik.
Fakirlik, özellikle insanın kendi ve
ailesinin karnını doyuramayacak derecede olursa, sabrı çok zor olan bir
imtihandır. Zenginlik de, çoğu zaman insanı istiğna duygusuna boğarak,
mâneviyattan, kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında
gayr-i meşrûkazanç ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe
ihtimâli, malın muhâfaza ve artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi
fazlaca işgal etme tehlikeleri/riskleri mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her
zümresine karşı rahmet ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
bu zümrelerin zayıf noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından daha tabiî
bir şey olamaz.
Dînimizin getirdiği hayat
felsefesine göre, insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Kimisi azlık,
kimisi çokluk; kimisi kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık, kimisi
hastalık; kimisi nimet, kimisi musibetle veya aynı insan yerine göre bazan
sağlık, bazan hastalıkla, bazan bolluk, bazan darlıkla, nimet veya musibetle...
imtihan edilecektir. Şeriat, bu farklı hallerin her birinde her bir farklı hal
sâhibine nasıl davranmak gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu talimata
uymasını emretmiştir. Bu talimâtı anlayacak derecede aklı olan herkes, buna
uyup uymama durumuna göre hesaba çekilecektir.
Öyle ise zenginlik ve fakirlikle
ilgili hadisleri belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu tâlimatta servet
sahiplerine düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların beyânı, belirtilen şartlarda
gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir başka ifade ile dinin
siyâseti aranmalıdır.
"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler, zayıflarınız sebebiyle
(onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve rızka mazhar
kılınıyorsunuz."
(Ebû Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd 43, -6, 45,46-).
Nesâî'nin rivâyetinde: "Allah bu
ümmete zayıfları sebebiyle, onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için
yardım eder." Zayıfların ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir.
Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl değildir. Himmetleri bir şeyde
toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür, amelleri (riyâdan) pâktır.
Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.)
anlatıyor: "Bir adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum"
dedi. Rasûlullah: "Ne söylediğine
dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni
seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun
üzerine adama: "Eğer beni
seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik,
hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." (Tirmizî, Zühd 36, hadis
no: 2351)
Aslında her mü'min Rasûlullah
(s.a.s.)'ı sevmekle mükelleftir, O'nsuz mü'min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri
derecede bir sevgi duygusunun ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye
bir kısım özelliklere sahip olması ve fedâkârlıklara hazır olması
gerekeceğindendir ki, Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği
mes'ûliyetlere katlanıp , titizlikleri yaşayabilecek misin? mânâsında: "Ne söylediğine dikkat et!" buyurmuştur.
"... Fakirlik için zırh
hazırla!" uyarısının gerisinde ciddî, zor, azîm bir işe karar
vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek misin? Bu, basit bir karar
değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun arkasında pek çok belâ ve
musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve musibetlere atmaktan daha
büyük bir risk var mı? gibi mânâlar zihne gelmektedir. Peygamber'i gerçekten
sevmek, O'na benzemeye çalışmak demektir, O'nun sünnetine sarılıp O'nun izinden
gitmektir. Peygamber'in yaşadığı gibi sade, fakir bir hayat yaşamak, O'nun gibi
ve O'nun yolunda mallarını infak etmek demektir. Rahat koltuklar üzerinde ve
günlük yaşayışında hiçbir fedâkârlığa katlanmadan Allah ve Rasûlullah
sevgisinden bahsetmek, ne kadar gerçekçi olur?
Aliyyü'l-Kaarî, burada hazırlanması emredilen
zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. "Çünkü der, sabır fakrı örter,
tıpkı zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi." Belânın gelmesine selin
misal verilmesi, sür'ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan sel süratlidir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın: "İnsanlardan
en şiddetli belâya mâruz olanlar önce peygamberler, sonra sâlihler, sonra
derece derece iyi hal sahibi diğer mü'minlerdir." (Tirmizî, c. 7, s.
78-79; Dârimî, c. 2, s. 320; Süyûtî, Câmiu's-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin
Hanbel) hadisi göz önüne alınınca, sadedinde olduğumuz hadis daha iyi
anlaşılır. Hak yolunda en büyük zorluk ve musîbetlere katlanan Efendimizin
yolundan gidenler, ona yakınlıklarının derecesini, onu sevme yolunda
katlandıkları fedâkarlıklar, sıkıntılar ve mahrûmiyetlerle ölçebilirler.
Bu ölçünün, zamanımız için çok daha
geçerli olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin
yaşanmasında ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda çeşitli mâniler var.
Bırakalım pek çok hayatî sünnetleri, farzların yerine getirilmesi bile bir
kısım zorluk ve dünyevî riskleri berâberinde getirmekte, mü'minleri işinden,
aşından, terfîsinden etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu zorlukları göze
alamayıp, tâvizkârlığa düşen, rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da
ağırlaşmasına zemin hazırlayıp, dinî hayatta daha çok tâvizler istenmesine
sebep olmaktadırlar. Bu hadis, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir beyan olduğu
görülmektedir. Rabbimizden, Rasûl-i Ekrem'ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb
etmesini niyaz ediyoruz. Allah sevgisi için de benzeri şeyler söylenebilir.
Çünkü Allah'ı sevmenin göstergesi, Rasûlullah'a tâbi olmaktır (3/Âl-i İmrân,
31).
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz
Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbnu Umeyr
(radıyallâhu anh) göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile
yamanmış bir bürdesi vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken
giyim kuşam yönünden yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden biri, sabah bir
elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek tabakalarının biri
getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve kilimler ile) Ka'be
gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün, dediler, biz
bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz karşılanmış olacak,
biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız.” Buyurdu ki: "Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir."
(Tirmizî, Kıyâmet 36, hadis no: 2478)
Mus'ab İbnu Umeyr, İslâm'ın ilk
kahramanlarından biridir. Mekke' nin zengin ailelerine mensuptur. En iyi
giyinen, en yakışıklı gençlerindendir. Müslüman olunca ailesinin boykotuna
maruz kalmış, maddî sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki derisi buruş buruş olmuştur.
Ayrıca ondaki İslâm aşkını bu sıkıntılar sarsmamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) Akabe
biatından sonra, daha hicret etmeden, İslâm'ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere
Medîne'ye göndermiştir. Medîneli müşriklere hep Kur'ân okuyarak teblîğde
bulunduğu için kerdinsine mukri' (ve kaarî') denmişti.
Mus'ab (r.a.), Rasûlullah'ın rikkate
gelerek gözlerinden yaşlar boşanmasına sebep olan maddîsıkıntı içerisinde,
İslâm'a hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud savaşında şehîd olduğu zaman,
vücudunu örtecek kefen bile bulunamamıştır. Kıyamet günü huzur-u İlâhî'de tam
bir şeref hil'ati yerine geçecek olan üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı
örtülmüş, ayakları da izhir otuyla kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ile berâber hicret ettik. Sırf
Allah'ın rızasını düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir kısmımız
ücretinden hiç bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada) meyveleri
olgunlaştı ve topladı. Mus'ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka hiçbir şey
bırakmadan öldü. (Uhud'da öldüğü zaman) bu elbise ile başını örttüğümüz vakit
ayakları açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu. Rasûlullah: "(Elbisesiyle) başını örtün, ayağına da
izhir otu koyun" diye emretti."
Rasûlullah, bu hadiste maddî
bolluğun, dînî gayret ve ibâdette hassasiyet getirmeyip, her hususta rehâvet ve
gevşekliğe sebep olacağını ders vermektedir. İslâm cemiyetini, maddîdarlık
değil, bilâkis bolluk ve rehâvetin yıkıma götüreceğini Hz. Peygamber pek çok
hadislerinde beyan etmiştir. Tarih, medeniyetler Kur’antoplumların hep
maddîrefahın zirvesine ulaştıktan sonra gerilemeye ve yıkıma gittiklerini
gösterir. Günümüzde bile, toplumsal çöküşlerin göstergesi kabul edilen içki ve
uyuşturucu salgınına ve çeşitli cinsi sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep
zengin ve müreffeh toplumlarda rastlamaktayız.
Ebû Ümâme İbnu Sa'lebe el-Ensârî
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi.
Buyurdular ki: "Duymuyor musunuz,
işitmiyor musunuz? Mütevâzi/sade giyinmek îmandandır, mütevâzi giyinmek
imandandır!" (Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn Mâce, Zühd 22,
h. no: 4118)
Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde
mü'mine sâde ve mütevâzi giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir
sohbette te'kîdli bir üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi,
giyimin "dünya"ya ait bir keyfiyet olduğunu gösterir. Kılık
kıyafette, günümüzde olduğu gibi, bir moda yarışı ile, eskimeden elbise atmanın
dînen te'yîd edilen bir yönü yoktur. Tevâzu ve sâdelik esastır, ancak bunu
"sünepelik" olarak da anlamamak gerekir; maddî gelire uygun olarak
giyinmeyi dînimiz câiz görmüştür. Ama, özellikle İslâm düşmanlarının,
yahûdilerin keselerini dolduracak şekilde, onların reklâmlarının etkisinde
kalarak markalarını tâkip etmek, hele üzerindeki giyecek ile onların bedava
reklâmını yapmak, israf yanında ekstra başka günahlara da sebep olacaktır.
İmkân sahiplerinin sabah bir çeşit, akşam bir başka çeşit giyme havasına
girmeleri toplumun ekonomik hayatında birkısım sıkıntılara sebep olacak, ahlâkî
ve dînî hayatta da bunun akisleri görülecektir. O yüzden, imkân sahiplerinin de
böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek, buna meydan vermemek
düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin tavsiye ettiği sırât-ı
müstakîm olmaktadır.
"Rasûlullah (s.a.s.)’ın yanında
bir adamın çok ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan
bahsedilmişti. Efendimiz: "Verâ'ya
denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!" buyurdu."
(Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521) (Verâ: Haramlardan, harama benzeyen
şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânasına gelir.)
Gazâlî, verâ'yı harama vesîle
olabilir endişesiyle bazı helâl şeyleri (şüpheli şeyleri) de terketmek olarak
târif eder. Önceki hadiste geçtiği üzere, zengin kimsenin helâl olduğu halde
lüks ve pahalı giyinmeyi terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi verâ'dır.
Bu hal, sadece giyim kuşamla ilgili değildir; mesken, yiyecek, binecek, konuşma
gibi her çeşit aslî ve gayr-ı aslî ihtiyaçlar için de sözkonusudur.
"Kişi mahzurlu/sakıncalı olan
şeyden korkarak mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz." (Tirmizî,
Kıyâmet 20, (2453). Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın
bırakılmasına emir vardır. Mü'min, "haram değildir" diyerek, veya
"helâldir" diye lüzumu olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu
"helâl"i Rasûlullah (s.a.s.), özel olarak bir konuya bağlamamış,
mutlak bırakmıştır; öyleyse, hayatımızı ilgilendiren her şey olabilir: Yeme,
içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku, harcama vs. Bunların gerekli miktarında
kalmak esastır, çükü fazlası haram olabilir veya harama sebep olabilir. Nitekim
her çeşit israf yasaklanmıştır. Aslında israf, yasaklanan şeylerde değil, helâl
olan şeylerde sözkonusudur. İmam Gazâlî şöyle der: "Helâlin fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük
göstermek, nefsin oburluk ve tuğyânı ve hevânın temerrüd (inatçılık) ve taşkınlığı
sebebiyle, kişiyi harama ve mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin
olmak isterse bu hatardan (risk) sakınmalı, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta
ki, tümüyle haramdan korunmuş olsun. Herkes için en mükemmel takvâ, din için
hiç bir zararı olmayan şeyin tercihidir.
Allah Rasûlü, peygamberliğin
aydınlık iklimine adımını attığı andan, dünya bütün debdebe ve ihtişâmıyla
O’nun ayağının önüne serildiği âna kadar hiç tavrını değiştirmedi. Hatta O,
dünyaya geldiği anda sahip olduğu mal varlığına, vefat ederken sahip değildi.
Çünkü neyi var, neyi yoksa hep dağıtmış ve infâk etmişti. Bakın maddî mirasına:
Kayda değer olarak, hanımlarının içinde bulundukları küçük odalardan başka bir
şey yoktu. Onlar da yine millete ait sayılırdı ki, analarımız vefat edince,
hepsi de mescide dâhil edilmişti. Oraya giden herkesin de bilebileceği gibi, bu
hücreler mescidin bir köşesine sıkışacak kadar dar bir yer işgal ediyordu.
(Buhârî, Ferâiz 3; İbn Kesîr, el-Bidâye, 5/306)
Hasır Üzerinde Yatması: Hz. Ömer (r.a.), bir gün Allah Rasûlü’nün huzuruna girdi.
Efendimiz yattığı hasırın üzerindeydi ve yüzünün bir tarafına, hasır iz
yapmıştı. Odasının bir yanında işlenmiş bir deri, bir diğer köşesinde de,
içinde birkaç avuç arpa bulunan küçük bir torba vardı. İşte Allah Rasûlü’nün
odasında bulunan eşyalar bundan ibaretti. Hz. Ömer (r.a.), bu manzara
karşısında çok duygulandı ve ağladı. Allah Resûlü niçin ağladığını sorunca da
Ömer: “Yâ Rasûlallah! Şu anda kisrâlar, krallar saraylarında kuş tüyünden
yataklarında yatarken, Sen, sadece kuru bir hasır üstünde yatıyorsun ve o
hasır, Senin yüzünde iz bırakıyor. Gördüklerim beni ağlattı.” cevabını verir.
Bunun üzerine Allah Rasûlü, Ömer (r.a.)’e şu karşılıkta bulunur: “İstemez misin, Yâ Ömer! Dünya onların,
âhiret de bizim olsun.” (Buhârî, Tefsir (66), 2; Müslim, Talâk 31) Başka bir rivâyette ise Efendimiz şöyle
buyururlar: “Dünya ile benim ne alâkam
var. Ben bir yolcu gibiyim. Bir ağaç altında gölgelenen bir yolcu. Sonra da
orayı terkedip yoluna devam eden.” (Tirmizî, Zühd 44; İbn Mâce, Zühd 3;
Ahmed bin Hanbel, I/301)
O, dünyaya bir vazifeyle gelmişti.
Duygu ve düşüncede insanlara diriliş solukları getirmiştir. Vazifesi bittiği
zaman da dünyayı terkedecekti. Dünya ile bu kadar alâkasız bir insanın, dünya
adına bazı şeylere temâyül edeceğine, ihtimâl vermek aklın kabul edeceği
şeylerden değildir. Evet, O, asla dünyaya meyletmedi, ve O, hiçbir zaman
istikametten sapmadı, hiç dünyevîleşmedi.
Sadaka Hususundaki Hassâsiyeti: “Akşam yatmış, fakat sabaha kadar
dönüp durmuş, bir türlü uyuyamamıştı. Sağına dönüyor, soluna dönüyor, “uf”layıp
duruyordu. Sabah, hanımı sordu: “Yâ Rasûlallah, bu gece rahatsız mıydınız? Çok
ıstırap çektiniz.” Allah Rasûlü’nün cevabı şu oldu: "Yatağımı hazırlarken, yere düşmüş bir hurma buldum. Onu ağzıma koydum.
Fakat sonra aklıma geldi ki, bizim evde sadaka ve zekât hurmaları da bulunuyor.
Ya bu hurma, onlardan ise! İşte sabaha kadar bunu düşündüm, bunun ıstırâbıyla
sağa sola dönüp durdum. Bir türlü gözüme uyku girmedi.” (Ahmed bin Hanbel,
II/193)
Sadaka ve zekât O’na haramdı. Ancak
bu hurma, kendine ait hediye hurmalardan da olabilirdi. Hatta bu ihtimal, diğer
ihtimalden daha kuvvetliydi. Çünkü O’nun hânesinde, sadaka veya zekât malları
gecelemez, geldiği gibi dağıtılırdı. Şüphenin en küçüğüne karşı böyle davranan
ve hayatını hep böyle hassâsiyet içinde geçiren bir insanın, kesin haram olan
bir işe yanaşması mümkün müdür? O, en küçük ve şüpheli bir şeyle dahi, ruh
dünyasını kirletmeme konusunda fevkalâde hassastı. Böyle bir irâde, nasıl olur
da kesin bir günah karşısında gevşerdi? Hayır, O hiçbir günah karşısında
gevşemedi ve ruhunda hiçbir günaha yol vermedi. Ruhu ve irâdesi her zaman nezîhti,
tertemizdi, öyle yaşadı ve Refîk-i a’lâya da öyle yükseldi.
“Beni Hûd Sûresi İhtiyarlattı” Hz. Ebû Bekir (r.a.), Allah
Rasûlü’ne sorar: “Yâ Rasûlallah! Saçınızda ak görüyorum. Birdenbire
ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?” Ve İki Cihan Serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri
ihtiyarlattı.” (Tirmizî, Tefsir 57). Hûd Suresinde O’na: “Emrolunduğun şekilde dosdoğru ol”
(11/Hûd, 112) denmişti. Bu doğruluk, Cenâb-ı Hakk’ın, Habîbi için çizdiği
doğruluktu. Ve O’ndan, bu çizginin korunması isteniyordu. Mürselât, cennet ve
cehennemin, zümre zümre ayrıldığını, insanların dehşet içinde iki büklüm
olduğunu anlatıyordu. Vâkıa, yine bu zümreleri gösterip teşhir ediyordu. Bu
sûrelerde anlatılanlar, Allah Rasûlü’nü dehşette bırakıyor ve ihtiyarlatıyordu.
Âhirete Bakışı: Bir sahâbî, evinde Kur’ân okuyordu. Aynı zamanda okuduğu Kur’ân,
dışarıdan da duyuluyordu. Bu sahâbî âyetleri okurken, Allah Rasûlü oradan
geçmekteydi. Birden rengi sarardı ve diz üstü yere çöktü. Sanki âyetler, O’nu
ırgalıyor gibiydi. Evet, O, bu âyetlerin tehdidinden öyle korkmuştu.
(Kenzu’l-Ummâl, 7/206). Bu âyetler: “Hiç
şüphesiz Bizim nezdimizde (onlar için hazırlanmış) boyunduruklar, yakıcı bir
ateş, boğazdan geçmez bir yiyecek ve elem verici bir azâb var”
(73/Müzzemmil, 12-13) diyordu. Aslında, bu gibi ifâdelerden hiç endişe etmemesi
gereken birisi varsa, o da Allah Rasûlü’ydü. Ancak O, bize edep, terbiye ve
Allah (c.c.) karşısında takınılacak tavır adına ders veriyordu.
Hayırdaki Sür’ati: Birgün mescide geldi, cemaatinin önüne geçti ve namaza
durdu. Ardından hemen namazını bozdu ve odasına doğru telâşla yürüdü. Öyle bir
heyecan ve telâş içindeydi ki, O’nu gören, yangına gidiyor zannederdi. Biraz
sonra geldi. Eski heyecanından eser yoktu. Geçti namazı kıldırdı. Namazdan
sonra sahâbî, biraz evvelki heyecan ve koşturmasının sebebini sorunca, şu
cevabı verdi: “Biraz evvel bana,
fakirlere dağıtılmak üzere bir şeyler getirildi. Ben, dağıtmayı unuttum. Tam
namaza durduğum sırada hatırladım. Evimde böyle bir mal varken, namaz kılmak
hoşuma gitmedi. Gidip Âişe (r.anha)’ye, o malı dağıtmasını söyledim.”
(Buhârî, Ezan 158; Nesâî, Sehv 104). İşte buna zühd denir, işte buna incelik
denir, işte buna takvâ denir ve işte buna O’nun dünya ile alâkası denir.
Defalarca, dünya O’na temessül etmiş, kendini kabul ettirmek istemişti de O,
her defasında elinin tersiyle onu itmişti. (Ahmed bin Hanbel, II/231)
Günlerce Aç ve Susuz Kalışı: O’nun, günlerce ağzına bir tek lokma koymadığı çok olurdu
(Ahmed bin Hanbel, III/213). Zaten hayatı boyunca, arpa ekmeğiyle dahi, karnını
bir kere doyurduğu vâki değildir (Buhârî, Et’ıme 23; Müslim, Zühd 22). Aylar
geçer O’nun evinde bir çorba kaynatmak için ateş yanmazdı (Buhârî, Rikak 17;
Müslim, Zühd 28).
Bir gün namazını oturarak kılıyordu.
Kıldığı nâfile bir namazdı. Ebû Hüreyre (r.a.), namazdan sonra sordu: Yâ
Rasûlallah! Bir hastalığınız mı var? Namazı oturarak kılıyorsunuz? Verilen
cevap cihanı ürpertecek şekildeydi: “Yâ Ebâ Hüreyre, günlerdir ağzıma götürecek
birşey bulamadım. Açlık tâkatimi kesti, ayakta duracak dermanım kalmadı, onun
için namazımı oturarak kılıyorum.” Ebû Hureyre diyor ki, bunu duyunca ağlamaya
başladım. Allah Rasûlü kendi durumunu unutmuş, bana teselli veriyordu: “Ağlama Ya Ebâ Hureyre! Burada çekilen
açlık, insanı âhiret azâbından kurtarır.” (Ebû Nuaym, Hilye 7/109;
Kenzu’l-Ummâl, 7/199)
O, bir liderdi. Raiyyetinin arasında
günlerce aç kalanlar vardı (Bkz. Buhârî, Et’ıme 23; Müslim, Zühd 12;
Mecmeu’z-Zevâid, 10/322). İşte, Allah Rasûlü de kendi hayat standardını onlara
göre ayarlamıştı. Tebaası içinde, maddî hayat itibariyle en fakirâne hayatı O
yaşıyordu. Hem de bunu kendi ihtiyarıyla yapıyordu. İsteseydi müreffeh bir
hayat yaşayabilirdi. Bu, O’nun için hiç de zor değildi. Zira, sadece kendisine
hediye olarak gelenleri dağıtmayıp yanında bırakmış olsaydı, o gün için en
zengin bir hayat yaşamasına kâfi gelirdi; ama O böyle yapmayı hiç düşünmedi.
Bu, kesinlikle, O’nun ve
yetiştirdiği cemaatinin dünyaya küsmüşlüğü veya dünyayı terketmişliği mânâsına alınmamalıdır.
Mesele bir kısım şom ağızların, “Bir lokma, bir hırka” deyip Allah Rasûlüne âit
bir ahlâk ölçüsünü alaya aldıkları gibi değildir. İsteyen, kazanır, zengin olur
ve Allah (c.c.)’ın emrettiği ölçüde zekâtını verir, infakta bulunur; evet kimse
böyle bir kazancın karşısında değildir. Hatta helâlinden kazanmak İslâm’da
teşvik bile görmüştür. Bununla beraber, Allah Rasûlü’nün ve O’nun has dairedeki
bir kısım arkadaşlarının, yukarıda müşahhas misâllerini verdiğimiz anlayışa ve
idrâke sâdık kalmaları gerekir. Aksi halde, her gün hızla büyüyen, Mekke ve
Medine sınırlarını çoktan aşan bu cemaati, ilk günkü saffet ve duruluğunda
tutmak mümkün değildir. Bu cemaat, sırf bir beden ve cismâniyet cemaati
değildir. Bu cemaat, aynı zamanda, ruh, kalp, irâde ve vicdan cemaatidir. Ve
işte Allah Rasûlü, cemaatini bu dinamiklerle ayakta tutmaya çalışıyordu.
Onlardan istediği her fedâkârlığı da, evvelâ kendisi gösteriyor ve her meselede
olduğu gibi bu meselede de ümmetine örnek oluyordu. İşte, en çarpıcı
örneklerden bir tablo:
Gecenin yarısıydı. Açlık Allah
Rasûlü’nün bütün dermanını tüketmiş ve artık gözüne uyku da girmez olmuştu.
Belki biraz uyuyabilseydi, açlığın o şiddetli ıstırabından geçici de olsa
kurtulacaktı. Ne var ki açlık, O’nu terkedeceğe benzemiyordu. Evinden çıktı,
bir tarafa doğru yürümeye başladı. Biraz sonra da bir karartı hissetti. Gelen
biri vardı. Dikkatini oraya çevirdi; tanımıştı... Bu, hayatının hiçbir ânında
O’ndan ayrılmayan insandı. Düşüncede, aksiyonda hep O’nunla beraber olmuştu.
Şimdi de gecenin yarısında, Medine’nin bu tenha köşesinde randevulaşmış
gibiydiler. Gelen, Hz. Ebû Bekir (r.a.)’di ve Allah Rasûlü, ona selâm verdi.
Ardından da sordu: “Yâ Ebâ Bekir! Gecenin
bu vaktinde seni dışarıya çıkaran nedir?” Ebû Bekir (r.a.), Allah Rasûlü’nü
görünce derdini unutuvermişti. Zâten o, hep öyle idi. Hani Mekke’de Allah
Rasûlü’nü kurtarmak için girdiği kavgada komalık olmuş, bir gün baygın kalmış
ve gözlerini ilk açtığında “Allah Rasûlü’ne ne oldu?” diye sormuştu. Anası Ümmü
Ümâre kızmış: “Ölüyorsun; fakat hâlâ O’nu düşünüyorsun” (İbn Kesir, el-Bidâye
3/40) demişti. O, bilmiyordu ki, Ebû Bekir (r.a.), O’nu düşünmediği zaman
ölürdü. Çünkü Allah Rasûlü, onun hayat kaynağıydı. İşte şimdi de O’ndan ayrı
kalamamış ve bilemediği bir his, onu buraya kadar sürüklemişti. Sürüklemişti ve
Rasûlullah’ın sorusuna “Açlık” diye cevap veriyordu. “Evde yiyecek bir şey
bulamadım, gözüme uyku girmedi ve dışarıya çıktım.”
Hemen ardından ekledi: “Anam babam
Sana feda olsun Yâ Rasûlallah, Sen niye çıktın?” Cevap aynıydı. Allah Rasûlü de
açlıktan dolayı çıkmıştı. Tam bu esnâda bir karartı daha belirdi. Belli ki bu
uzun boylu, görkemli insan Ömer’di. Zâten, tablonun tamamlanması gerekiyordu.
Allah Rasûlü, sağ tarafına Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i almıştı; ama, henüz sol
tarafının her zamanki konuğu yoktu; sanki tabloyu yarım bırakmamak için o da
koşup geliyordu. Evet gelen Hz. Ömer (r.a.)’di. Karşısında bu iki dostu görünce
O da şaşırıp kalmıştı. Selâm verdi, selâmı alındı. Ve Söz Sultanı, Ömer
(r.a.)’e de niçin çıktığını sordu. O da, aynı cevabı verdi: “Açlık, Ey Allah’ın
Rasûlü, açlık beni dışarıya çıkardı” dedi. Efendimiz’in hatırına Ebû’l-Heysem
(r.a.) geldi. Evi o taraflardaydı. İhtimal gündüz de onu bağında görmüştü. Hiç
olmazsa onlara hurma ikram eder ve açlıklarını yatıştırırlardı. “Gelin
Ebû’l-Heysem’e gidelim” dedi.
Ebû’l-Heysem (r.a.)’in evine
vardılar. Ebû’l-Heysem ve hanımı, uyuyordu. Evde, bir de küçük bir çocukları
vardı. Yaşı, beş veya altıydı. Önce kapıyı Hz. Ömer (r.a.) çaldı. O gür sesiyle
“Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslendi. Ebû’l-Heysem de hanımı da sesi duymadı.
Fakat, yatağında mışıl mışıl uyuyan o yavru, birden yatağından fırladı, “Baba!
kalk Ömer geldi” dedi. Ebû’l-Heysem (r.a.), çocuğunu rüya görüyor sandı. “Yat
oğlum, gecenin yarısı, bu vakitte burada Ömer’in işi ne?!” Çocuk yattı. Kapı
açılmayınca, bu defa da o nârin sesli Ebû Bekir (r.a.), gelip seslendi: “Yâ
Ebe’l-Heysem!” Çocuk yine fırladı, kalktı ve “Baba! Ebû Bekir geldi” diye
bağırdı. Babası onu tekrar yatırdı. Fakat son gelen, sesi soluğu cenâzeleri dahi
canlandıran Allah Rasûlü’ydü. O, “Ya Ebe’l-Heysem!” diye seslenince, çocuk,
artık yayından fırlayan bir ok olmuştu. Hem kapıya doğru koşuyor, hem de “Baba
kalk, Rasûlullah geldi!” diyordu. Ebû’l-Heysem (r.a.), neye uğradığını
şaşırmıştı. Hemen kapıya koştu. Gözlerine inanamıyordu. Gecenin bu saatinde,
hânesine, Sultanlar Sultanı nüzûl etmişti. Hemen onları içeri aldı. Gidip bir
oğlak boğazladı. Bu şeref, insana hayatta belki bir kere nasip olurdu.
Hayatının en mutlu ânını yaşıyordu. Canını bile sofraya koysa azdı. Hurma
getirdi, süt getirdi, et getirdi ve bu aziz misafirlerine ikram etti.
Açlıklarını bastıracak kadar yediler. Ardından da yine Allah Rasûlü’nün gözleri
dolu dolu oldu. Ve her hâdiseye ayrı bir buud ve derinlik kazandıran
dudaklarından şu sözler döküldü: “Allah’a
kasem ederim, işte şu nimetlerden yarın hesaba çekileceksiniz.” (Müslim,
Eşribe 140, hadis no: 2038; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebî 28, h. no: -2, 932; Tirmizî,
Zühd 39, h. no: 2370)Ardından da şu âyeti okudu: “O gün, muhakkak bütün nimetlerden hesaba çekileceksiniz” (102/Tekâsür,
8).
İşte O, hayatını bu kadar hassas ve
bu kadar derin ölçüler içinde geçiren müstesnâ bir insandı. Hz. Ömer (r.a.)
O’na en yakın olanlardandı ve O’nun hayatının zühd yanını şöyle anlatıyordu:
“Allah’a yemin ederim, ben, Rasûlullah’ın, sabahtan akşama kadar kıvrandığını
bilirim. Zira, hurmanın en kötüsü olan (dakal) denen hurmayı dahi bulup karnını
doyuramıyordu.” (Müslim, Zühd 36; İbn Mâce, Zühd 10; Ahmed bin Hanbel, I/24,
50)
Halbuki O, kimden isteseydi, O’nun
için en mükellef sofralar hazırlardı. Hem buna ne hâcet? Kendisine gelen
hediyeler, her gün O’na ve ailesine, müreffeh bir hayat yaşatacak ölçüdeydi.
Ancak O, geleni dağıtıyor ve yarınlara bir şey bırakmıyordu. (Buhârî, Bed’u’l-Vahy
5-6, Savm 7; Müslim, Fezâil 50)
Kendisine, niçin dünya nimetlerinden
istifade etmediği sorulunca da O, şöyle cevap veriyordu: “Dünya nimetlerinden istifadeyi nasıl düşünebilirim ki, İsrâfil sûru
eline almış, Cenâb-ı Hakk’ın emrini beklemektedir. Böyle bir durumda olan
insan, gelişigüzel, dünya nimetlerinden nasıl istifâde eder ki?” (Tirmizî,
Kıyâme 8; Ahmed bin Hanbel, I/36; III/7) (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 2, s. 229
vd.)
İbn Abbâs (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve
akşam yemeği bulamazlardı. Ekmekleri çoğunlukla arpa ekmeği idi."
(Tirmizî, Zühd 38, hadis no: 2361)
Hz. Ömer (r.a.) insanların nâil
oldukları dünyalıktan söz etti ve dedi ki: "Gerçekten ben Rasûlullah
(s.a.s.)'ın bütün gün açlıktan kıvrandığı halde, karnını doyurmaya adi hurma
bile bulamadığını gördüm." (Müslim, Zühd 36, hadis no: 2978)
"Şurası muhakkak ki, Allah hakkında benim korkutulduğum kadar kimse
korkutulmamıştır. Allah yolunda bana çektirilen eziyet kadar kimseye eziyet
çektirilmemiştir. Zaman olmuştur, otuz gün ve otuz gecelik bir ay boyu, Bilâl
ile benim yiyeceğim, Bilâl'in koltuğunun altına sıkışacak miktarı
geçmemiştir."
(Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2474)
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.)'a arpa ekmeği ile kokusu değişmiş erimiş yağ
getirmiştim. (Bir seferinde) şöyle söylediğini işittim: "Muhammed ailesinde, dokuz kadın bulunduğu bir zamanda, bir sa'
hurma, veya bir sa' hubûbat bile gecelememiştir." (Buhârî, Rehn 1,
Büyû 14; Tirmizî, Büyû 7, (1215); Nesâî, Büyû 50, (7, 288).]
Hz. Ali (r.a.) anlatıyor:
"Evimden soğuk bir günde çıktım. Çok açtım, (yiyecek) bir şey arıyordum.
Bir yahudîye rastladım, bahçesinde çıkrıkla sulama yapıyordu. Duvardaki bir
açıklıktan adama baktım. "Ne istiyorsun ey bedevi, kovasını bir hurmaya
bana su çeker misin?" dedi. Ben de: "Evet! ama kapıyı aç da
gireyim!" dedim. Adam kapıyı açtı, ben girdim, bir kova verdi. Su çekmeye
başladım. Her kovada bir hurma verdi. İki avucum hurma ile dolunca kovayı
bıraktım ve bu bana yeter deyip hurmaları yedim, sudan içip sonra mescide
geldim." (Tirmizî, Kıyâmet 35, hadis no: 2475)
Ebû Talhâ (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah
(s.a.s.)'a açlıktan şikâyet ettik ve karınlarımızı açıp gösterdik. Herkeste bir
taş vardı. Resûlullah (s.a.s.) da karnını açtı, O'nda iki taş vardı."
(Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2372)
Utbe İbnu Gazvân (r.a.) anlatıyor:
"Gerçekten ben kendimi, Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte olan yedi kişiden
yedincisi olarak görmüşümdür. Huble (asma) yaprağından başka yiyeceğimiz yoktu.
Öyle ki avurtlarımız yara oldu." (Müslim, Zühd 15, hadis no: 2967)
Fudâle İbnu Ubeyd (r.a.) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) cemaate namaz kıldırırken, bazı kimseler açlık
sebebiyle kıyam sırasında yere yıkılırlardı. Bunlar Ashâb-ı Suffe idi.
(Medîne'de misâfir olarak bulunan) bedevîler, bunlara delirmiş derlerdi.
Efendimiz namazdan çıkınca yanlarına uğrar ve: "Eğer (bu çektiğiniz sıkıntı sebebiyle) Allah indinde elde
ettiğiniz mükâfaatı bilseydiniz, fakirlik ve ihtiyaç yönüyle daha da artmayı
dilerdiniz" derdi." (Tirmizî, Zühd 39, hadis no: 2369)
Bu hadisler, (son on hadis)
Rasûlullah (s.a.s.) ve ashâb-ı kirâmın zâhidâne hayatı hakkında bilgi
vermektedir. Hattâ son rivâyette görüldüğü özere, ashâb-ı suffe, zühdün
ötesinde "yokluk" ve "darlık" şartlarını yaşamıştır. Zühd,
belli bir ölçüde irâdî bir hayat tarzı, varlığa rağmen bir tercihdir. Halbuki
açlıktan karna taş bağlamak, namazda kıyam sırasında yere yığılıp kalmak irâdî
bir zühd değil, yokluğun getirdiği bir mahkûmiyettir. İslâm inkılâbı, bu maddî
imkânsızlıklar içerisinde başlamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) şahsen mahkûm olduğu
maddî darlıktan hiç şikâyetçi olmadan, zerre kadar fütura düşmeden sıkıntılara
katlanmış, Allah indindeki sevabı hatırlatarak ashâbını da metânet ve sabra
dâvet etmiştir.
Rivâyetler, Efendimiz'in fetihlerden
sonra, gelirlerin artmasıyla maddî bolluğa kavuşulmuş olmasına rağmen yaşayış
tarzını değiştirmeyip üst üste üç gün buğday ekmeğini doyuncaya kadar
yemeyecek, mutfağında günlerce ateş yakmayacak kadar mütevâzi/sade yaşayışını
devam ettirdiğini bildirmektedir. Yani
O, ömrü boyunca, irâdî ve kasdî bir zühd hayatı yaşamış, ümmetine vecîbe
kılmadan, ideal hayat örneğini fiilen vermiştir. (İbrahim Canan, Kutub-i Sitte
Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları, 7/463)
"Sizden kim nefsinden emin, bedeni sıhhatli ve günlük
yiyeceği de mevcut ise sanki dünyalar onun olmuştur." (Tirmizî, Zühd 34, h.
no: 2347; İbn Mâce, Zühd 9, h. no: 4141).
"Âdemoğlunun şu üç şey dışında (temel) hakkı yoktur.
İkamet edeceği bir ev, avretini örteceği
bir elbise, katıksız bir ekmek ve su." (Tirmizî, Zühd 30, hadis no: 2342)
"İslâm hidâyeti nasip edilen ve yeterli miktarda
mÂişeti olup, buna kanaat edene ne mutlu!" (Tirmizî, Zühd 35,
hadis no: 2350)
Ebû Saîdi'l-Hudrî (r.a.)
anlatıyor: "Ensâr (r.a.)'dan bazı kimseler, Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir
şeyler talep ettiler. Peygamberimiz de istediklerini verdi. Sonra tekrar
istediler, o yine istediklerini verdi. Sonra yine istediler, o isteklerini yine
verdi. Yanında mevcut olan şey bitmişti; şöyle buyurdular: "Yanımda bir mal olsa, bunu sizden ayrı olarak (kendim için)
biriktirecek değilim. Kim iffetli davranır (istemezse), Allah onu iffetli
kılar. Kim istiğna gösterirse Allah da onu gani kılar. Kim sabırlı davranırsa Allah ona sabır verir. Hiç
kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş bir ihsanda bulunulmamıştır."
(Buhârî, Zekât 50, Rikak 20; Müslim, Zekât 124, hadis no: 1053; Muvattâ, Sadaka
7 -2, 997-; Ebû Dâvud, Zekât 28, h. no: 1644; Tirmizî, Birr 77, h. no: 2025;
Nesâî, Zekât 85, -5, 95-) Rezin rahimehullah şu ziyâdede bulunmuştur: "İslâm'a girip, yeterli miktarla
rızıklandırılan ve verdiği bu miktara Allah'ın kanaat etmeyi nasip ettiği kimse
kurtuluşa ermiştir."
"Ey ademoğlu! Eğer fazla malını Allah yolunda harcarsan
bu senin için daha hayırlıdır. Kendine saklarsan senin için zararlıdır. Kefâf
(yeterli miktar) sebebiyle levm edilmez, kınanmazsın. (Harcamaya), bakımları
üzerinde olanlardan başla. Üstteki el (yani veren), alttaki elden (yani
alandan) daha hayırlıdır." (Müslim, Zekât 97, hadis no: 1036; Tirmizî,
Zühd 32, h. no: 2344).
"Siz Allah'a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri
de, kuşları rızıklandırdığı gibi
rızıklandırırdı: Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz." (Tirmizî, Zühd 33,
hadis no: 2345)
"Zenginlik mal çokluğuyla değildir. Bilâkis zenginlik
göz tokluğudur, gönül zenginliğidir." (Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 120,
hadis no: 1051; Tirmizî, Zühd 40, h. no: 2374)
"(Hakiki) miskîn (yoksul), kapı kapı dolaşırken verilen
bir iki lokmanın veya bir iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat
gerçek miskîn, ihtiyacını giderecek bir şey bulamayan ve halini anlayıp
kendisine tasaddukta bulunacak biri çıkmayan, (buna rağmen) kalkıp halktan
birşey istemeyen kimsedir." (Buhârî, Zekât, 53, Tefsir, Bakara 48; Müslim,
Zekât 102, hadis no: 1039; Muvattâ, Sıfatu'n-Nebiyy 7, -2, 923-; Ebû Dâvud,
Zekât 23, h. no: 1631, 1632; Nesaî, Zekât 76 -5, 85-)
"Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün
olana bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin. Böyle
yapmak, Allah'ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz için gereklidir." (Buhârî, Rikak 30;
Müslim, Zühd 8, hadis no: 2963; Tirmizî, Kıyâmet 59, h. no: 2515). Rezin bir
rivâyette şu ziyâdede bulundu: "Avn İbnu Abdillah İbnu Utbe rahimehullah
dedi ki: "Ben zenginlerle düşüp kalkıyordum. O zaman benden daha heveslisi
yoktu. Bir binek görsem benimkinden daha iyi görürdüm; bir elbiseye baksam,
benimkinden daha iyi olduğuna hükmederdim. Ne zaman ki bu hadisi işittim,
fakirlerle düşüp kalktım ve rahata erdim."
"Sizden biri dilenmeye devam ettiği takdirde yüzünde
bir parça et kalmamış halde Allah'a kavuşur." (Buhârî, Zekât 52; Müslim, Zekât 103, hadis no: 1040; Nesâî,
Zekât 83 -5, 94-)
"İstemeler bir nevi cırmalamalardır. Kişi onlarla
yüzünü tırmalamış olur. Öyle ise,
dileyen (hayâsını koruyup) yüz suyunu devam ettirsin, dileyen de bunu
terketsin. Şu var ki, kişi, zarûrî olan
(şeyleri) iktidar sahibinden istemelidir." (Ebû Dâvud, Zekât 26,
hadis no: 1639; Tirmizî, Zekât 38, h. no: 681; Nesâî, Zekât 92 -5, 100-)
"Bir adam
Rasûlullah (s.a.s.)'dan bir şeyler istedi. Peygamberimiz de verdi. Adam dönmek
üzere ayağını kapının eşiğine basar basmaz, Rasûlullah: "Dilenmede olan (kötülükleri) bilseydiniz kimse kimseye birşey
istemek için asla gitmezdi!" buyurdu." (Nesâî, Zekât 83 -5, 94,
95-)
"Kişinin iplerini alıp dağa gitmesi, oradan sırtında
bir deste odun getirip satması, onun için, insanlara gidip dilenmesinden daha hayırlıdır. İnsanlar
istediğini verseler de vermeseler de." (Buhârî, Zekât 50, Büyû' 15)
Sevban (radıyallahu anh)
anlatıyor: "Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) (bir gün):"Cenneti
garanti etmem mukabilinde, insanlardan hiçbir şey istememeyi kim garanti edecek?" buyurdular. Sevban
(r.a.) atılıp: "Ben, (Ey Allah'ın Rasûlü!)" dedi. Sevban (bundan
böyle) hiç kimseden birşey istemezdi." (Ebû Dâvud, Zekât 27, hadis no:
1643; Nesâî, Zekât 86, -5, 96-)
"İstemede ısrar etmeyin. Vallahi, kim benden bir şey
ister, ben ona vermek arzu etmediğim halde, ısrarı (sebebiyle) bir şey
kopartırsa, verdiğim o şeyin bereketini görmez." (Müslim, Zekât 99,
hadis no: 1038; Nesâî, Zekât 88 -5, 97, 98-)
İbnu'l-Firâsî'nin
anlattığına göre, babası: "Ey Allah'ın Rasûlü! (ihtiyacımı başkasından)
isteyeyim mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.s.) da: "Hayır, isteme! Ancak istemek zorunda kalmışsan, bâri sâlihlerden
iste!" buyurmuşlardır. (Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1646; Nesâî,
Zekât 84, -5, 95-)
"Kim, kendisini müstağni kılacak miktarda malı olduğu
halde isterse (dilenirse), kıyâmet günü, istediği şey suratında bir tırmalama
veya soyulma ya da ısırma yarası olarak gelir!" Yanında bulunanlar:
"Kişiyi müstağni kılan (miktar) nedir?" diye sordular. "Kırk dirhem altın veya o kıymette bir başka
şey!" buyurdu." (Ebû Dâvud, Zekât 23, hadis no: 1626; Tirmizî,
Zekât 22, h. no: 650; Nesâî, Zekât 87, -5, 97-; İbn Mâce, Zekât 26, hadis no:
1840)
"Kim (malını artırmak için) insanlardan dilenirse, o
mutlak surette ateş talep etmiş olur. Öyleyse ister azla yetinsin isterse
çoğaltmayı istesin, (artık kendisi bilir)!" (Müslim, Zekât 105,
hadis no: 1041)
Kabisa İbnu Muharik
(radıyallahu anh) anlatıyor: "Sulh için diyet (hamâle) ödemeyi
kabullenmiştim. Bu hususta yardım istemek için Rasûlullah (s.a.s.)'ı aradım ve
karşılaştık. (Meseleyi açınca): "Bekle,
bize sadaka malı gelecek. O zaman ondan sana da verilmesini emrederim" buyurdular.
Sonra da: "Ey Kabisa! İstemek, üç
kişi dışında hiç kimseye helâl olmaz: Sulh diyeti (hamâle) kabullenen kimse.
Buna, gereken miktarı buluncaya kadar, istemesi helâldir. Ama o miktara ulaşınca, artık istemez. Âfete
uğrayıp malını kaybeden kimse. Buna da mÂişetini temin edecek miktarı elde
edinceye kadar istemesi helâldir. Fakirliğe uğrayan adam. Eğer kavminden üç
kişi, "Falancaya fakirlik isâbet etti" diye ittifak ederlerse,
geçimine yetecek miktarı elde edinceye kadar istemesi helâldir. Bunlar
dışında istemek, ey Kabisa
haramdır." (Müslim, Zekât 109, hadis no: 1044; Ebû Dâvud, Zekât 26,
hadis no: 1640; Nesâî, Zekât 86, -5, 96, 97-)
Enes (r.a.) anlatıyor:
"Ensârî bir zat gelip Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'dan birşeyler
istemişti. "Evinde hiçbir şey yok
mu?" buyurdular. Adam:"Evet, dedi. Bir çulumuz var. Bir kısmıyla
örtünüp, birkısmını da yaygı olarak yere seriyoruz! Bir de su içtiğimiz kabımız
var." "Onları bana getir!"
diye emrettiler. Adam gidip getirdi. Peygamberimiz eşyaları eline alıp: "Şunları satın alacak yok mu?" buyurdular. Bir adam:
"Ben bir dirheme satın
alıyorum" dedi. Rasûlullah: "Bir dirhemden fazla veren yok mu?" dedi
ve iki üç sefer tekrarlayarak (açık artırmaya çıkardı). Orada bulunan bir adam:
"Ben onlara iki dirhem veriyorum" dedi. Rasûlullah eşyaları ona
sattı. İki dirhemi alıp Ensârîye verdi ve: "Bunun
biriyle ailen için yiyecek al, ailene ver. Diğeriyle de bir balta al bana
getir!" buyurdular. Adam gidip bir balta alıp getirdi. Rasûlullah, ona
eliyle bir sap geçirdi. Sonra: "Git,
odun topla, sat ve on beş gün bana gözükme!" buyurdu. Adam aynen böyle
yaptı, sonra yanına geldi. Bu esnâda on dirhem kazanmış, bunun bir kısmıyla
giyecek, bir kısmıyla da yiyecek satın almıştı. Rasûlullah: "Bak, bu senin için, kıyâmet günü
alnında dilenme lekesiyle gelmenden daha
hayırlıdır!" buyurdu ve sözlerine şöyle devam etti: "Dilenmek, sersefil, fakirliğe düşmüş
veya rüsvay edici borca batmış ya da elem verici kana bulaşmış insanlar
dışında, kimseye câiz değildir." (Ebû Dâvud, Zekât 26, hadis no: 1641;
Tirmizî, Büyû' 10, hadis no: 1218; İbn Mâce, Ticârât 25, hadis no: 2198)
Habeşî İbn Cünâde
es-Selûlî (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) Arafat'ta vakfede iken
bir bedevî gelerek ridâsının bir ucundan tutup, ondan bunu istedi.
Peygamberimiz de ridâsını ona verdi. Adam ridâyı beraberinde alıp gitti. Tam o sırada dilenmek haram
kılındı. Bunun üzerine Rasûlullah: "Sadaka
zengine helâldeğildir; sağlığı yerinde
güç kuvvet sahibine de helâldeğildir. O,
sersefil edici, fakre düşen, haysiyeti kırıcı borca giren, eleme boğan kana
bulaşan kimseler dışında hiç kimseye helâldeğildir. Öyleyse, kim malını
artırmak için insanlara el açarsa, bu, kıyamet günü suratında cırmalama
yaralarına ve cehennemde yiyeceği kızgın taşlara dönüşür. Öyleyse (buyursun)
dileyen azla yetinsin, dileyen de çoğaltmaya çalışsın." (Tirmizî,
Zekât 23, hadis no: 653). Rezin merhum şu ziyâdede bulunmuştur: "Ben, bir adama ihsanda bulunurum. Adam
da onu koltuğunun altına koyarak alıp gider veya yiyip midesine indirir.
Halbuki bu, (eğer lâyık değilse) o adam için ateşten başka bir şey
değildir." Rasûlullah'ın bu sözü üzerine Hz. Ömer (r.a.): "Ey
Allah'ın Rasûlü! Öyleyse ateş olan bir şeyi niye veriyorsunuz?" diye
sordu. Rasûlullah: "Allah benim
cimri olmamı kabul etmedi, insanlar da benden istememeyi kabul etmedi!" cevabını verdi. Orada
bulunanlar:"Dilenmeyi haram kılan zenginlik nedir?" diye sordular.
Peygamberimiz: "Sabah veya akşam
yetecek kadar yiyecektir!" buyurdular." (Kütüb-i Sitte, c. 14,
s. 66)
"Kim kendisine
gelen bir fakirliği hemen halka intikal ettirirse (yani onlara açarak dilenmeye
kalkarsa), onun fakirliğinin önüne geçilmez. Kime de fakirlik gelir, o da bunu
(sadece) Allah'a açarsa, Allah ona er veya geç rızkıyla imdat eder." (Tirmizî, Zühd 18,
hadis no: 2327; Ebû Dâvud, Zekât 28, hadis no: 1645)
Hz. Ömer (r.a.) şöyle
hitap etmiştir: "Ey insanlar! Bilin ki
tamahkârlık fakirliktir, yeis (tamahkâr olmamak) zenginliktir. Kişi bir
şeye tamah göstermezse ondan müstağnî olur." (Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, c. 14, s. 68)
İbn Ömer (r.a.)
anlatıyor: "(Babası) Ömer İbnu'l-Hattab (r.a.) dedi ki: "Rasûlullah
(s.a.s.), (zaman zaman) bana ihsanda bulunuyordu. (Her seferinde ben):
"(Ey Allah'ın Rasûlü!) bunu, buna benden daha muhtaç olan birine
verseniz!" diyordum. Rasûlullah da: "Al
bunu! Bu maldan, sen istemediğin ve
gelmesini bekler durumda olmadığın halde gelen birşey olursa onu al ve temellük
et (yani kendi malın kıl, malın olduktan sonra) dilersen ye, dilersen sadaka
olarak bağışla. (Bu vasıfta) olmayan mala nefsini bağlama!"
buyurdular. (Hadisi İbn Ömer'den rivâyet eden) Sâlim der ki: "Bu (hadis)
sebebiyle Abdullah, kimseden bir şey istemezdi, (kendiliğinden) gelen bir şey
olursa onu da reddetmezdi." (Buhârî, Ahkâm 17, Zekât 51; Müslim, Zekât 110, hadis no: 1045; Nesâî, Zekât 94,
-5, 105-)
Amr İbnu Tağlib
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'a bir mal -veya bir şey- getirilmişti.
Hemen onu taksim edip dağıttı. (Ancak, bunu yaparken) bir kısmına verdi, bir
kısmına vermedi. Kendilerine verilmemiş olan kimselerin, sonradan hakkında
dedikodu yaptıkları kulağına geldi. Bunun üzerine, (uygun bir fırsatta, halka
hitap etmek üzere doğruldu). Allah'a hamd ve senâ ettikten sonra: "Sadede gelince; vallahi ben, birine
verip diğerine vermediğim olur (bu doğrudur, ancak) vermediğim, nazarımda,
verdiğimden daha çok sevgiye mazhardır. Ben bir kısım insanlara, kalplerinde
gördüğüm sabırsızlık ve hırs sebebiyle veririm; bir kısmını da, Allah Teâlâ'nın
kalplerine koymuş bulunduğu zenginlik ve hayra havâle eder (ve onlara bir şey
vermem). İşte bunlardan biri Amr İbnu Tağlib'dir!" buyurdular. Amr
devamla der ki: "Vallahi, Rasûlullah (s.a.s.)'ın (hakkımda telaffuz
buyurduğu) bu kelâmına bedel kırmızı develerim olsaydı bu kadar
sevinmezdim." (Buhârî, Cum'a 29,
Humus 19, Tevhid 49)
"Muhammed'in nefsini elinde tutan Zat-ı Zülcelâl'e
yemin olsun ki, Âl-i Muhammed'de hiçbir zaman akşamdan sabaha bir sa'
miktarında ne zahire ne de kuru hurma bulunmuştur." Halbuki o sıralarda
Aleyhissalâtu vesselâm'ın dokuz zevceleri vardı." (Buhârî, Kitabu'l-Bey')
"Al-i Muhammed'de ancak bir nüdd miktarı yiyecek
maddesi sabahlamıştır" veya "Al-i Muhammed'de bir nüdd yiyecek (bile)
sabahlamadı." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 576)
Süleymân İbn Surad
(r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) bize geldi ve bir yiyecek
(ikramına) gücümüz yetmeksizin -veya bir yiyeceğe gücü yetmeksizin- üç gece
kaldık." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 576)
Hz. Ebû Hureyre (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)’a
bir gün sıcak bir yemek getirilmişti. Yedi ve yemekten çıkınca: "Elhamdülillah, şu şu vakitten beri
mideme sıcak bir yemek girmemişti" buyurdu." (Kütüb-i Sitte Muht.
Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 577)
Hz. Ali (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın kızı (Fâtıma gerdek gecesi) bana
gönderildi. Onun gönderildiği gece yatağımız koyun derisinden başka bir şey
değildi." (Kütüb-i Sitte Muht. Terc. ve Şerhi, c. 17, s. 577)
Çocuklarını Ebedî Hayata Hazırlaması: Allah Rasûlü ebediyete, yani
insanların yaratılış itibariyle talip oldukları şeye talipti. Evet insan, ebed
için yaratılmıştır. Ebedden Ebedî Zât’tan başka bir şeyle de tatmin olması
mümkün değildir. Binaenaleyh O’ndan başka bir şey istemez.. bilerek-bilmeyerek
hep O’nu arzular. Bu itibarla da insana ebediyeti vereceğiniz âna kadar onun
doyup tatmin olması mümkün değildir. Evet, insanın sonsuz emelleri ve arzuları
vardır. Ona ne verseniz tatmin edemezsiniz! Zaten bütün dinlerin ve
peygamberlerin mesajlarının esası da işte bu ukba buudlu nizamdır. Bu
itibarladır ki, Allah Rasûlü (s.a.s.)bir taraftan avuç avuç ve kucak kucak
onlara huzur taşırken, diğer taraftan da onları ebedî huzura, ebedî saadete
hazırlamayı hiç mi hiç ihmâl etmiyordu. Bunun en çarpıcı misallerinden birini
şu vak’ada görmek mümkündür: Fâtıma Vâlidemiz, boynunda bir gerdanlıkla Allah
Rasûlü’nün huzuruna gelir. Allah Rasûlü (s.a.s.), bir rivâyette (Nesâî’nin
rivâyeti) Fâtıma Vâlidemiz’in boynundan gerdanlığı alır. Başka bir rivâyette
gerdanlık Fâtıma Validemiz’in elindedir ve Allah Rasûlü ona şöyle buyurur: "İster misin ki halk Peygamberin kızı
elinde cehennemden bir zincir, bir kolye taşıyor? desin?" (burada,
halktan maksat, insanlar veya melekler, sema sâkinleri olması arasında fark
yoktur.) Evet bir taraftan onları aziz tutuyor, diğer taraftan da
teveccühlerini bütünüyle ahirete, Allah’a, ebedî ve uhrevî güzelliklere
çeviriyordu. Bu söz Hz. Fâtıma’ya yetmişti. Zira bu söz, onun gönlünde taht
Kur’anve onu bütün letaifiyle fetheden insandan geliyordu. Onun için Hz. Fâtıma
diyor ki: “Hemen kolyeyi sattım. Parasıyla bir köle aldım ve o köleyi de hemen
hürriyete kavuşturdum. Sonra da Allah Rasûlü’nün huzuruna geldim. Geldim ve
yaptıklarımı kendisine bir bir nakledince mesrûr oldu, sevindi. Sonra da
ellerini açıp Allah’a şöyle hamd etti: “(Kızım)
Fâtıma’yı cehennemden koruyan Allah’a hamdolsun.” (Nesâî, Zînet 39)
Elbette ki, Hz. Fâtıma boynuna taktığı
bu kolye ile harama girmiş değildi. Ancak Allah Rasûlü onu mukarrebîn
dairesinde tutmaya çalışıyordu. Efendimiz’in ikazı takva ve kurb buudluydu. Bu
bir cihetle dünyaya karşı alâkasızlık, ama daha çok da, bulundukları yer ve
kıyamete kadar temsil edecekleri cemaat itibariyle, “Ehl-i Beyt”in anasına
düşen bir titizlik ve hassasiyet örneğiydi: Evet, Hasan’a, Hüseyin’e ve daha
sonra gelecek Zeynelâbidin gibi âbidlerin, ziya kaynağına ana olmak elbette
kolay değildi. Allah Rasûlü onu Ehl-i Beyt’e ana olmaya hazırlıyordu. Sanki
ona: “Kızım sen, öyle bir koca evine giriyorsun ve öyle bir eve gelin
gidiyorsun ki, senin o mübârek hanenden teselsülen ortaya çıkacak dünya kadar
altın halkalar var. Bırak boynundaki şu altın kolyeyi, sen onlara ana olmaya
bak!” diyordu. Evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrabîne ana olmak kolay değildi.
Onun için Allah Rasûlü bu hususta, kendi hanesine karşı daha hassas ve daha
sert idi. Evet, O, bu davranışlarıyla şefkat ve re’fetin yanında onların
nazarlarını uhrevî âlemlere çevirme itibariyle de sırat-ı müstakimin ayrı bir
yönünü hatırlatıyor ve büyük-küçük bütün fenalıklara karşı kapı ve pencereleri
kapatıp onların nazarlarını sadece ahirete çeviriyor ve “size Allah gerek,
Allah!” diyordu.
Allah Rasûlü, bu en sevdiklerini,
gerçek sevginin gereği olarak dünyevî bütün ricsten, pisliğin her çeşidinden
temizliyor, eteklerine dünyevî tozun-toprağın bulaşmasına fırsat vermiyor,
onların nazarlarını ulvî âlemlere çeviriyor ve onları oradaki beraberliğe
hazırlıyordu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir”
(Buhârî, Fezâilu’l-Ashâb 9; Müslim, Zikr 80, 81; Ebû Dâvud, Edeb 100). Hz.
Muhammed’i seviyorsanız, yolunda olacaksınız, yolunda olanlar ötede O’nunla
beraber olacaklardır. İşte bu beraberliğe hazırlama yolunda Allah Rasûlü bir
taraftan onları seviyor, bağrına basıyor, diğer taraftan da bu sevip bağrına
basmayı çok iyi değerlendiriyordu. Şefkat olacak, sevgi olacak, kalple ve hisle
kucaklama olacak; fakat âhiret adına da kesinlikle bir gevşeklik olmayacak.
İşte Sırat-ı Müstakim; orta ve en doğru yol! Bir yol ki Allah Rasûlü de bu
yolun Baş yolcusu...
Hz. Fâtıma’nın Hizmetçi İstemesi: O’nun terbiye sisteminden bir diğer kesiti de İmam
Buharî ve Müslim veriyor. Hâdiseyi bize Hz. Ali (r.a.) anlatıyor ve diyor ki:
“Evimizde hizmetçimiz yoktu. Bütün işlerini bizzat Fâtıma kendisi yapıyordu.
Zâten, bütünü bir tek odadan ibâret olan bir hücrecikte kalıyorduk. O odacıkta,
Fâtıma ocağı yakar ve yemek pişirmeye çalışırdı. Çok kere, ateşi alevlendirmek
için eğilip üflerken, ateşten çıkan kılvılcımlar benek benek elbisesini
yakardı. Onun için elbisesi delik-deşik olmuştu. Yaptığı sadece bu değildi.
Ekmek yapmak, evin ihtiyacı olan suyu taşımak da onun yüklendiği işlerdendi.
Ayrıca değirmen taşını çevire çevire eli; su taşıya taşıya da sırtı nasır
bağlamıştı.
Bu arada bir harp dönüşü Medine’ye
esirler getirilmişti. Allah Rasûlü bu esirleri, müracaat eden Medine halkına
dağıtıyordu. Fâtıma’ya, babasına gidip ev işlerinde kendisine yardımcı
olabilecek bir hâdim (hizmetçi) istemesini söyledim. O da gitti ve istedi... Şimdi,
hâdisenin gerisini Hz. Fâtıma Vâlidemiz’den dinleyelim: “Babama gittim; fakat
evde yoktu. Hz. Âişe: “Geldiğinde ben haber veririm” dedi, ben de geri döndüm.
Az sonra Allah Rasûlü birdenbire çıkageldi. Ben ve Ali doğrulmak istedikse de
O, buna mâni oldu ve aramıza oturdu. Öyle ki ayağındaki serinliği
hissediyordum. Arzumuzu sordu. Ben de durumu aynen naklettim. Allah Rasûlü
birden uhrevîleşti ve şöyle dedi: “Yâ
Fâtıma, Allah’tan kork ve Allah’a karşı vazifende kusur etme! Allah’ın omuzuna
yüklediği farzları hakkıyla yerine getir. Kocana da dâima sâdık ve itaatkâr ol!
Onun hakkını da gözet! (Yani, senin iki vazifen var: Allah’a karşı kulluk etmek
ve sonra da kocana itaatde bulunmak.) Sana ayrı bir şey daha söyleyeyim:
Yatağına girmek istediğin zaman, otuz üç defa 'Sübhânallah', otuz üç defa
'El-hamdü lillâh', otuz üç defa da 'Allahu ekber' de. İşte bu, senin için
hizmetçiden daha hayırlıdır.” Bunun mânâsı şu idi: Ben senin nazarını
uhrevî âlemlere çeviriyorum ve orada senin, bana ulaşman ve benimle beraber
olman için de iki yol var: Birincisi Rabbine karşı kulluk vazifende kusur
etmemen. İkincisi de; kocana karşı vazife ve mükellefiyetlerini yerine
getirmen. Eğer bir hizmetçi, senin kocana karşı vazifelerinde senin yerini alır
ve senin yapman gerekenleri o yaparsa, bu bir ölçüde senin eksik kalmana
sebebiyet verebilir. Oysa ki senin iki kanatlı olman gerekir. Bir insan, nasıl
en mükemmel kul olur ve Allah’a kulluğunu en mükemmel şekilde yerine getirir?
Bir insan nasıl en mükemmel insan olur ve üzerindeki mükellefiyetleri kusursuz
ve arızasız yerine getirir? İşte sana düşen bunları araştırmaktır.
Sen evvela, Rabbine karşı kulluğunu
en mükemmel şekilde edâ et ve mükemmel bir kul ol! Sonra da Ali gibi kıyâmete
kadar gelecek ehlullah’ı sulbünde taşıyan büyük bir insana karşı,
mükellefiyetlerini yerine getir ve mükemmel bir insan ol! Ol ki, bütün
mükemmeliyetlerin ve mükemmellerin toplanma yeri olan cennette benimle beraber
olabilesin! Hz. Fatıma’nın zü’l-cenâheyn (iki kanatlı) olması için Hz. Ali ve
ona hizmet bu denli önemli olunca, Hz. Fâtıma’nın hizmetçi kullanması, onun
kanatlarından birinin kırılması demektir. Böyle tek kanatlı biri ise Hz.
Hasan’a, Hz. Hüseyin’e ve kıyâmete kadar gelecek bütün aktâba, müceddidîne,
müçtehidîne ana olamazdı. Allah Rasûlü onu bu büyüklükte bir ana yapmak için,
âdeta dünyaya ait bütün alâkalarını kesiyor onun nazarını tamamen âhirete
çeviriyordu. Zira Allah (c.c.) da O’nu böyle yapmış ve böyle terbiye etmişti.
(İbn Hişam, Sîre I/262).
Fâtıma O’nun kızıydı. Hakk’ın
terbiye adına kendisine lutfettiği ve ihsanda bulunduğu şeyleri o kızından
esirgeyemezdi. O kız ki, Hz. Hasan ile Hüseyin’den son şerif ve seyyide kadar
birçok velînin/Allah dostunun anası olacaktı. Bu itibarla onun bu mübârek
meyvelere çekirdek olabilecek mâhiyette yetiştirilmesi gerekiyordu. İşte bundan
dolayı Efendimiz, bir taraftan fevkalâde sevgisi, şefkati ve gönüllerinde taht
kurmanın yanında, diğer taraftan da Fâtıma’nın nazarını hep uhrevî âlemlere
çeviriyordu.
O'nun Mutluluk Evinin Genel Atmosferi: Allah Rasûlü’nün saâdet hânesinde
sürekli bir haşyet, Allah korkusu tüter dururdu. Allah Rasûlü’nün bakışlarını
yakalayabilenlerin, o bakışlarla her zaman cennetlerin imrendiriciliğine veya
cehennemlerin ürperticiliğine ulaşmaları, hatta görüp hissetmeleri mümkündü.
O'nun evinde yaşayanlar, O'nunla uzun müddet beraber kalanlar, O’na bakanlar,
her zaman Allah’ı hatırlardı. İmam Nesaî naklediyor: “Allah Rasûlü
(s.a.s.)namaz kılarken içinde bir güveç kaynıyor gibi ses duyulurdu.” (Nesâî,
Sehv 18). O, daima ağlamalı, kaynamalı bir içle Allah’a teveccüh eder ve
namazını öyle kılardı. Âişe Validemiz kaç defa O’nu Rabbinin huzurunda, başı
yerde titreyerek, irkilerek secde eder vaziyette bulmuştu. (Nesâî,
İşretü’n-Nisâ 4)
Tabii ki, O’nun bu hali, ev halkına
da müsbet yönde tesir ediyor, ve terbiye adına onlara çok şey kazandırıyordu.
Allah’tan çok korkan bu Nebiler Sultanı’nın, hanım ve evlatlarında da aynı
haşyet, aynı korku vardı. Çünkü Allah Rasûlü, hep yaşadığını söylüyor ve
söylediklerini de yaşadıklarıyla örneklendiriyordu. İnsanın yaşadığını
söylemesindeki tesiri, en bariz şekli ve en çarpıcı keyfiyetiyle ancak O’nun
evinde görebiliriz. Yeryüzünde mevcut bütün pedagog ve terbiyeciler, bütün
terbiye sistemleri adına, bildikleri ne kadar mâlûmâtları varsa hepsini seferber
etseler, insan yetiştirme adına, o hâne-i saâdetteki, mutlu yuvada, güzel
evdeki etkiye ulaşamazlar ve ulaşamamışlardır da.
Evet, Allah Rasûlü (s.a.s.), yapmak
ve anlatmak istediği şeyleri daha çok, davranışlarıyla temsil ve ifade etmiş,
sonra da davranışlarından dökülen bu şeylere tercüman olmuştur. Allah’a karşı
nasıl haşyet duyulacak, nasıl takvâ ve zühd içinde yaşanacak, secdeler nasıl
bir derinlikle edâ edilecek ve nasıl iki büklüm olunarak rükû yapılacak;
gecelerde nasıl feryad edilecek, Allah Rasûlü bütün bunları evinde yapmış,
sonra da, arkadaşlarıyla sohbetlerinde: “İnsanlar şöyle yapmalıdırlar.
Çocuklarına şu şekilde sahip çıkmalıdırlar. Hak ve hakikate şu denli tercüman
olmalıdırlar” demiş ve dedikleri de hem kendi evinde, hem de dışarıda, hemen
hüsn-ü kabul görmüş ve inanan insanların hayatlarında yankılanmıştır.
Her şeyden evvel O, eşi benzeri
olmayan bir baba ve dedeydi. Hayat adına bize çok basit gibi görünen bu husus,
esâsen her insan için aşılması gereken en zor engel ve engebelerden biridir ve
Allah Rasûlü bu engeli en kolay şekilde aşmış en birinci baba ve dededir. Hem
O, öyle evlât ve torunlar yetiştirmiştir ki, onların sulbünden gelen ne kadar
altın halkaya âit insan varsa, hepsi de insanlığın ufkunda, âdetâ asırlara
saçılmış güneşler, aylar ve yıldızlar gibidirler. Bu husus, sadece Allah
Rasûlü’ne has bir mazhariyettir ki, Cenâb-ı Hak O’nu bu mazhariyette de
tek kılmıştır. İçlerinde tek bir mürted
barındırmayan veya başka bir ifâdeyle, içlerinden tek bir mürtedin çıkmadığı
tek nesil, hem de milyonlara varan sayılarıyla Allah Rasûlü’nün neslidir.
Nice Hak dostları vardır ki,
kendileri çok büyük olmalarına rağmen, evlerinde yetiştirdikleri evlâtları
itibarıyla fevkalâde fakirdiler. Onların evlâtları veya torunları, azıp sapmış
ve şeytanın ağına takılmışlardır. Günümüzde dahi bunun yüzlerce örneğini
gösterip anlatmak mümkündür. Ancak Allah Rasûlü’nün evlat ve torunlarıdır ki,
hiçbirisi yetiştikleri haneye, o hânenin mâna köklerine ihanet etmemişlerdir.
Değil ihanet etmek, her fırsatta bu cibilli alâkayı göstermiş ve vefa misali
olmuşlardır. Evet, işte bu da yine Allah Rasûlü’nün risâletinin bir delilidir
ki, insan ne kadar dâhi de olsa bu ölçüde bir terbiyeci olması kat’iyen mümkün
değildir. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, s. 361 vd.)
O öyle parlak bir ayna idi ki,
Cenâb-ı Hakk’ın “Kerîm” ismi, O’nda tecelli ile kendini gösteriyordu. O, her
konuda olduğu gibi bu hususta da Allah Teâlâ'nın en zirvede bir kulu idi ve
yeryüzünde O’ndan daha kerim bir ikinci insan gösterilemezdi. Hz. Muhammed
Aleyhisselam, keremin; kerem ise cennetin yoludur. Cimrilik ise, insanı
cehenneme götüren bir yoldur. İki Cihan Serveri’ni uzaktan görenler dahi, O’nu,
vasıflarından hemen tanır ve "bu O’dur!" derlerdi. O, insanlık,
dolayısıyla da cennet yolunun biricik rehberidir. O, diğer vasıflarıyla
giremediği gönüllere keremiyle girmenin yolunu bulmuştur. O, hilmi/yumuşak
huyluluğu, tevâzusu ile ruhları fethetmiş, keremi/cömertliği ile de gelip bu
ruhlara taht kurmuştur.
O isteseydi, dünyanın en zengin
insanı olurdu. Zaten, daha nübüvvetini ilân ettiği ilk günlerde, Kureyş O’na
dâvâsından vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? (İbn Hişam,
Sîre, I/285). Daha sonra da, bütün müslümanların Allah yolunda verecekleri
şeyler hep O’nun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin
haddi-hesâbı yoktu. Fakat O şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı
düşünmedi, hatta aklının köşesinden dahi geçirmedi.
O, kendisini daima bir yolcu telakki
ediyor ve yakın bir gelecekte göç edeceği anlayışı ile yaşıyordu. O’na göre
uzun bir yolculuk esnâsında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen
bir ağaçtı dünya. Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten önem verilmesi
gereken hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, O’nun insanlığa giden
yolları, insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında
kalacak, daha sonra da yoluna devam edecekti (Buhârî, Rikak 3). Gâye ve hedef
yüce idi. Allah’a ulaşmak O’nun en birinci gâyesiydi ve insanları aynı hedefe
ulaştırabilme vazifesi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda
olan insan için dünya malının ne önemi olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise,
gönül bağlamaya değmezdi...
O, kendi bireysel hayatı için fakirliği
seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç
kimsenin midesi altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zâten, O büyük
insanın sâyesinde müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti
haline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan
bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama,
onların içinde öyle zâhidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var
ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da câzip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir
diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatmayı sevmedir; yaşama zevkini
terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları
anlamaları da mümkün değildir.
Bir iftar sofrasında, Hz. EbûBekir’e
bir bardak soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları,
boğazında düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: Birgün
Allah Rasûlü, kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da
ağlamış ve: “O gün nimetlerden hesaba
çekileceksiniz!” (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak, "işte bu nimetten de
hesaba çekileceğiz" buyurmuştu. Bunu hatırladım ve onun için
ağladım... (Müslim, Eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilye, I/30)
Halbuki, Hz. Ebû Bekir gâyetsade ve
fakirâne bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gâyet hafifti. Halife iken uzun
zaman başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye
çalıştı. Neden sonra kendisine maaş bağlandı, ama bu defa da verileni çok
buldu. O, Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu
itibarla da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk
senelik hilâfeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği
zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi
vasiyet ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük
küçük paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye
hitâben şöyle deniyordu: “Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır.
Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu
testiye koydum. Dolayısıyla, bu paralar hazineye âittir ve oraya konulmalıdır.”
Hz. Ömer mektubu okuyunca ağladı ve: “Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük
bıraktın, ya Ebâ Bekir!” dedi. (Taberî, Tarihu’l-Ümem ve’l-Mülûk, IV/252)
Hz. Ebû Bekir, böyle zâhidâne
yaşamayı Hz. Muhammed Aleyhisselam’dan öğrenmişti. Zira Allah Rasûlü, pratikte,
böyle yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün
ashâbına öğretmişti.
Düşünün ki, Efendimiz, bütün
ganimetlerin beşte birine, hem de Cenâb-ı Hakk’ın fermânıyla (8/Enfâl, 41)
sahip bulunuyordu. Yani ganimetlerin humusu Allah Rasûlü’nün şahsî
tasarrufundaydı. Onu istediği gibi kullanma selâhiyeti, doğrudan doğruya
Cenâb-ı Hakk tarafından O’na tevdî edilmişti. Halbuki, Hz. Ömer birgün, O’nun
saâdet hücresine girecek ve hıçkıra hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin
ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle diyecekti: "Ya Rasûlallah! Dünya
kralları, Kisrâlar servet içinde yüzüyorlar. Senin ise altına sereceğin bir
sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde yattığın zeminin izleri var."
Allah Rasûlü, şu cevabı verir: "İstemez
misin yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!" (Buhârî, Tefsir
66, -2-; Müslim, Talâk 31)
Allah Rasûlü, bunları söylerken, başka
türlü yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde
söylediği sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas
ettiğimiz gibi, o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Meselâ, bir
fikir vermesi bakımından, sadece Huneyn’den O’nun payına düşen beşte biri
belirtelim: 40.000 koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir
okka dört kilo demektir (İbn Sa’d, Tabakat II/152). Diğer savaşlarda elde
edilen ganimetlerle, krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa,
Efendimiz’in en müreffeh bir hayat yaşamasına engel hiç bir şey yoktu. Ancak O,
en fakir bir insanın yaşadığı hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise,
bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O, cisimlenmiş kerem ve cömertlik idi. Bu
kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak Rasûlullah olabilir...
Allah Rasûlü, dış-iç uyumu açısından
en dengeli bir insan tipini temsil ediyordu. O’nun dış görünüşü, farklı ve hoş
bir heybet arzediyor ve güzelliği de âdetâ insanları büyülüyordu; iç dünyası
itibarıyla da aynı ölçüde insanları teshir ediyordu. Hz. Enes: “Allah Rasûlü,
insanların en güzeliydi” (Müslim, Fezâil 48; Buhârî, Menâkıb 23) der. Evet, hem
sîret/yaşayış, hem de sûret/şekil itibarıyla O, insanların en güzeliydi. Hz.
Âişe Vâlidemiz de O’nunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: “Mısır
kadınları, Yusuf’u görünce ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş
olsalardı, ellerindeki bıçakları sînelerine saplarlardı.”
O insanların en güzeliydi. ve
Enes’in sözü devam ediyor: “O, insanların en cömertiydi.” Sûret ve cemâl
yönüyle “ahsenu’n-nâs” (insanların en güzeli) olan Allah Rasûlü, kalp ve
irâdesiyle “ecvedu’n-nâs” (insanların en cömerti) idi. (Müslim, Fezâil 48). İbn
Abbas’ın ifâdesiyle, özellikle Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi
sürükleyip götüren bir rüzgâr gibi cömert kesilirdi (Buhârî, Deavât 11; Ebû
Dâvud, Edeb 100; Ahmed bin Hanbel, I/136). Yani, elinde-avucunda kalan en son
şeyleri de dağıtıverirdi. Bu bir ruh ve irâde meselesiydi. O, kendi için
yaşamaz, hep başkaları için yaşardı. Sürekli başkalarının/ümmetinin mutluluğunu
düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye fırsat bulamamıştı. Zâten, insanları
mesut görmek kadar, O’nu mutlu edecek bir başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında,
en son sırayı da kendi hânesi, kendi yakınları teşkil ediyordu. Yani, O,
evvelâ, kendisine uzak olanlardan başlayıp ilgisini, alâkasını yayıyor, en
sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu. Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve
Uhud’da bulunup şehid düşenlerin ailelerine öncelik tanınıyordu. Ve sık sık,
kendi evindekilere: “Ben onlara vermeden
size hiçbir şey veremem” (Müslim, Cihad 78) diyordu.
O'nun hilminin/yumuşaklığının ve
diğer ulvî duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, O’na
kerem/cömertlik anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan
biridir: Hz. Enes anlatıyor: “Allah Rasûlü, Huneyn’e giderken, bu şahıstan
ödünç olarak silah almıştı. Huneyn’de elde edilen ganimetlere Safvan hayran
hayran ve hırsla bakıyordu. O’nun bu durumu Allah Rasûlü’nün dikkatini
çekmişti. “Bakıp beğendiğin o develer senin olsun” dedi. Ardından daha birçok
şey verdi. Safvan bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Rasûlü’ne
karşı buğz ve kinle dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah
Rasûlü’nün bu keremi onu, bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan
Serveri onun için insanların en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvan’ı
kazanmak elbette binlerce deve, sığırdan daha mühimdi. Allah Rasûlü de en
önemli olanı yapmıştı. Nitekim Safvan’a karşı gösterilen bu cömertlik, neticesiz
kalmamıştı. Safvan hemen kavmine gidip şöyle demişti: “Ey kavmim koşun İslâm’a
girin! Zira Hz. Muhammed bir veriş veriyor ki, ancak, fakirlikten korkmayan ve
Allah’a tam itimat eden bir insan böyle verebilir!” (Müslim, Fezâil 57; Ahmed
bin Hanbel, Müsned, VI/465; İbn Hişam, Sîre IV/135; İbn Hacer, el-İsâbe,
II/187; Kenzu’l-Ummâl, 10/505)
O, kendisinden birşey istenildiğinde
varsa verir, olmadığı takdirde de borç alıp verir ya da vaad ederdi. Bazen
üzerine giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen
veriverirdi.
Bir bedevî gelip O’ndan birşey
istemişti, Allah Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Adam bir kere daha istemiş,
O yine vermişti. Üçüncü isteğinde ise, verecek bir şey olmadığı için Allah
Rasûlü vaadetmişti. Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum
Hz. Ömer’i fevkalâde üzmüş, Allah Rasûlü’nün bu derece rahatsız edilmesinden
rahatsız olmuştu. Dizleri üzerine doğruldu ve: “İstediler verdin. Bir daha
istediler, yine verdin. Bir daha istediler, vaadettin. Yani, kendini bu kadar
eziyete sokma ya Rasûlallah!” dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasûlü’nün hiç
hoşuna gitmemişti. Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b.
Huzâfet’üs-Sehmî ayağa kalkmış ve: “Ver Ey Allah’ın Rasûlü, sakın Allah’ın seni
fakir bırakacağını ve senden nimetlerini kesivereceğini zannetme! ” İki Cihan
Serveri bir müddet sessiz durduktan sonra şöyle dedi: “İşte Ben de bununla emrolundum.” (Müslim,
Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)
Ferazdak ne güzel söyler: “O
teşehhüdün dışında asla “hayır” demedi. Eğer teşehhüd olmasaydı O’nun “Hayır”
sözü de “Evet” olurdu.” O, “evet” lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şer’î
daire içinde O’ndan ne istense hemen icâbet eder ve isteyene istediğini
verirdi.
Evet Nebîler Sultanı’nın cömertlikte
de benzeri yoktu. Bu ölçüdeki bir cömertlik de, ancak peygamberlikle izah
edilebilirdi. Hem eğer cömertlik Allah’a yaklaştıran bir huy ise, Allah Rasûlü
nasıl cömert olmaz ki? Halbuki O, Allah’a yakınlıkta, Cibril’i bile geride bırakmıştı.
Zâten bizzat, kendisi de şöyle buyuruyordu: “Cömert;
Allah’a, cennete ve insanlara yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah’a,
cennete ve insanlara uzak, cehenneme yakındır.” (Tirmizî, Birr 40)
Bu konuda yine Allah Rasûlü şöyle
buyururlar: “Ey insanlar! Allah sizin
için din olarak İslâm’ı seçti. Öyleyse siz de İslâm’la olan arkadaşlığınızı,
cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin.” İslâm, güzel ahlâk ve cömertlik
yörüngesinde yürür. “Güzel ahlâk ve
cömertlikle İslâm’a ihsanda bulunun! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü cennette,
dalları ise dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe
davranırsa, er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün
bulunduğu cennete yükselir.” (Kenzu’l-Ummâl, 6/571)
Cimrilik, bir dengesizlik, bir
ifratsa, yok yere saçıp savurma da bir tefrittir ve ikisi de birer
dengesizliktir. Peygamber fetâneti/zekâsı, cömertliği İslâm dinini
i’lâda/yüceltmede, kalpleri Allah için kazanmada kullanır. O, rahmet ve yumuşak
huylulukla kalplere girdiği gibi, Allah’ın kendisine ihsan ettiği şeyleri
kullanmak sûretiyle de kalplere girmiş ve en açılmaz zannedilen kalpleri ikram
ve cömertlik anahtarıyla açmıştır.
Hz. Hadîce Vâlidemiz, İslâm’a en
erken uyanan kadındır. Zâten Hadîce, kelime manâsıyla da “erken doğan”
demektir. O Efendimiz’den on beş sene erken doğmuş ve İslâm’a da herkesten
erken uyanmıştır. Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemmâ uygunluğu da vardır.
Mekke’nin en zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Rasûlü
uğruna harcayıp tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak
kadar dahi varlığı kalmamıştı. İhtimâl Allah Rasûlü, borç bulduğu para ile ona
kefen bezi almıştı ki, bu, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli idi, ölüm
sonrası hali de böyle olmalıydı. Halbuki O, İslâm’a girmeden önce,
zenginliğiyle dillere destandı. Bu koca servet, son kuruşuna kadar dinin
i’lâsı, İslâm'ın yayılıp güçlenmesi uğruna sarfedilmişti (İbn Kesir, el-Bidâye,
III/158, 159). Bu da ayrı bir sırat-ı müstakim örneğiydi. Allah Rasûlü, cömertliğini
öyle bir fetânet ve ferâsetle kullanmıştı ki, yaptığı ikramların zerresi dahi
boşa gitmemiş ve İslâm gücü olarak geriye dönmüştü. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c.
1, Feza Y. -Zaman Gazetesi-, İst. 1994, s. 328 vd.)