Cemiyetin Lideri Olarak Hz. Peygamber

 

Kardeşlik Tesisi: Medine’de karşılaşılan ilk problem muhacirlerin intibakı meselesi idi. Hz. Peygamber, Mekke’den gelenler ile Medineli ailelerin başkanlarının katıldığı büyük bir meclis topladı. Muhacirlerin yeni yerleşim merkezine uyumlarını kolaylaştırmak maksadıyla bir işbirliği teklif etti. Medineli her bir aile Mekkeli bir muhacir ailesini kendi yanına alacaktı. Böylece oluşan “kardeşlik münasebeti”ne göre her ikisi de müştereken çalışacaklar elde ettikleri kazancı aralarında paylaşacaklar ve hatta birbirlerine mirasçı da olacaklardı. Muhacirler Medine’deki iktisadî yapı içinde bütünleşip yerleştiğinde Rasûlullah mirasçı olabilme şartını iptal etmiştir. Böylece 186 Mekkeli aile, aynı sayıda Medineli aile yanına yerleştirildi. Kurulan bu kardeşlik bağı paylaşmanın en mükemmel örneği oldu. Hatta Hz. Ömer kendi kardeşi ile zamanı dahi paylaştıklarını ifade etmiştir. Buna göre bir gün biri hurma hasadı işinde çalışırken diğeri Rasûlullah’ın yanına gitmekte, ertesi gün ise tam tersi olmaktaydı. Her akşam buluştuklarında da Rasûlullah’ın yanında bulunan diğerine öğrendiklerini aktarıyordu.

 

Hazreti Peygamber'in "ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine, Muhâcirler Ensâr kardeşleri tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik; Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî ile ve diğer sahabiler de Ensâr ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. (Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3)

 

Bu kardeşliğin tesisinden sonra ensârın, muhâcirlere karşı gösterdiği fevkalâde alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.), tarafından övülmüştür. (Müslim, Fedailü's-Sahabe, 171,188-198)

 

Ensâr ve Muhâcirler arasında yapılan kardeşlikle ensâr, muhâcir kardeşlerinin özellikle maddî ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhacir kardeşine nikahlamak üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman bin Avf'ın, Ensâr kardeşi malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman bin Avf, Ensar kardeşine yük olmamak için bunları kabul etmeyerek kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur. (Buhârî, Nikâh 68, Menâkıbu'l-Ensâr 3)

 

AshâbSuffe: Medineli müslümanlar olan Ensar evini-barkını, bütün mal varlığını geride bırakarak şehirlerine hicret eden müslümanlara maddî ve mânevî yönlerden çok yardımcı oldular. Fakat buna rağmen, yer-yurt sahibi yapılamayan bazı kimsesiz müslümanların açıkta kalmaması için böyle bir yer yapıldı. Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Hz. Peygamber (s.a.s.) bizzat ilgilenir, Beytü'l-mâl'e ve kendisine gelen malların büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği hâllerde Ashâb'a tavsiye eder, evlerine Suffe ehlinden götürebilecekleri kadar misafir almalarını söylerdi. Bu sebeple bunlara: Edyâfu'l-müslimîn (Müslümanların Misâfirleri) de denilmiştir (Buhârî, Rikak 17). Suffe ehlinin ihtiyaçlarıyla Peygamberimiz, kendi ailesinin ihtiyaçlarından daha çok ilgilenirdi. AshâbSuffe hayatlarını Peygamber medresesinden ilim ve irfan tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Bunlar daima Mescid-i Nebevî'de bulunurlar, kendilerini ilim ve ibâdete verirler, hep oruçlu olurlar, Kur'an tahsil ederler, Hz. Peygamber'in vaaz ve irşâdını dinlerler, onunla beraber savaşlara iştirak ederlerdi. Onların geçimleriyle bizzat Hz. Peygamber ilgilenir ve ashâbın zenginlerini de onlara yardım etmeye teşvik ederdi.

 

Peygamberimize bir şey ikram edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu söylenirse kendisi kabul etmez, ashâbsuffeye gönderirdi. Şâyethediye olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkoyar, bir kısmını yine ashâbsuffeye gönderirdi.

 

Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.): "İki kişilik yiyeceği olan, AshâbSuffe'den bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini, yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir de (r.a.) üç tanesini götürmüştür (S. Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi, II/540).

 

Hz. Peygamber ilme çok önem verirdi; müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin kenarında ya da camide toplanarak onun anlattıklarını dinliyorlardı. Bir de Mescid’in  kendilerine ayrılan bir bölümünde kalan bekâr ve kimsesiz bazı kişiler vardı ki bunlara “AshâbSuffe” adı verilirdi. AshâbSuffe sürekli Peygamberimizin sohbetinde bulunur, ilimle meşgul olurdu. Hz. Peygamber de kendisine gelen hediyelerin büyük çoğunluğunu bu ilim talebelerine gönderir, zekat ve sadaka olarak gelen yardımlardan da onlara verirdi. Şu hadise de Rasûlullah’ın talebelerine verdiği önemi göstermektedir:

 

Hz. Fâtıma yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su taşımaktan elleri yaralanırdı. O sırada bir savaş sonunda Medine’ye ganimet malları gelmişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma babasından bir hizmetçi istedi. Hz. Peygamber kızının isteğini “Suffe talabeleri böyle yoksul yaşarken size nasıl hizmetçi verebilirim?” diyerek geri çevirdi.

 

Yeni Bir Devlet Kuruluyor: Rasûlullah, Medineliler arasında dinini yayıp kısa sürede kendisine çok sayıda tâbi bulduğu gibi kabileler arasında barış sağlamaya, Muhacirler ve Ensar’dan meydana gelen Müslümanlar ile Yahudiler arasında anlaşma akdetmeye de muvaffak oldu. Tüm Medine halkı arasında yapılan anlaşma incelendiğinde görülür ki:

 

Rasûlullah, toplum ve kabilelerin farklı oluşuna rağmen müslümanlar arasında birlik ve beraberliği sağlamayı, onların kalplerini İslam sayesinde birbirine ısındırıp, onları tek bir ümmet haline getirmeyi başarmıştır. Bu cemaatin fertleri arasında, her türlü yakınlıktan, hatta akrabalıktan önde gelen din kardeşliği temeline oturan bir yardımlaşma, birlik ve beraberlik ortaya çıkarmıştır.

 

Siyasî veya dinî şahsiyeti olan cemaatlerin fertleri üzerinde hakları olduğunu zikretmiş ve emniyeti tesis etmekte o hakkın rolünü ortaya koymuştur. Umûmî iş ve menfaatlerin dağılımında Yahudi cemaatin Müslümanlarla eşitliğini şart koşmuş; böylece İslam’a ilgi duyanlar için de yolu açmıştır. Hz. Peygamber Medine’de ilk defa vatan mefhumunu ortaya koyuyordu. Böylece anarşiye ve kuvvet üstünlüğüne son veriliyor, mü’minlerin hakkı kabile hakkının üzerine çıkıyordu. Böylece ayırıcı vasfı anarşi olan bir toplum içinde büyük İslam Medeniyeti’nin temeli atılıyordu.

 

Rasûlullah’ın liderlik vasfının gittikçe genişleyen halkalar şeklinde bir tedricîlik taşıdığını görmekteyiz. Önce aile fertleri ve yakın arkadaşlarından başlayan tebliğ süreci Mekke halkı ile devam etmiş, daha sonra hac için Mekke’ye gelen Arap kabilelerine, hicret sonrasında ise tüm Arap Yarımadası’na uzanmıştır. Hudeybiye Anlaşması ise önemli bir dönüm noktası olmuş, bundan sonra dünya devletlerine Allah’ın mesajı iletilmiştir.

 

Hicretin altıncı yılında akdedilen Hudeybiye Anlaşması’na kadar Müslümanlar sürekli Mekke müşrikleri ile mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu anlaşma ile temin edilen sükûnet ortamı Hz. Peygamber’in çeşitli devlet başkanlarına İslam’a dâvetmektupları göndermesine zemin sağlamıştır. O dönemin en büyük iki devleti Bizans ve Sasanî İmparatorları başta olmak üzere Habeşistan ve Mısır Kralları, Gassanî Emiri ve bazı kabile reislerine halklarıyla beraber İslam’a girme çağrısı yapılmıştır. Bu mektuplar dine dâvetmaksadı taşımalarının yanı sıra siyasî açıdan da büyük bir öneme sahiptirler. Hz. Peygamber’in bu mektupları göndermekle gösterdiği cesaret ve kararlılık ancak o dönemin dünya siyasî hakimiyet tablosu göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir. Devlet geleneğine sahip olmayan bir toplumun içinden çıkmış bir liderin dünya hakimiyetini elinde bulunduran imparatorlara gönderdiği bu mektuplar siyasî bir meydan okuma anlamı da taşımaktaydı. Bu tavrı Hz. Peygamber’in “cemiyet” anlayışının, içinde yaşadığı çevre ile sınırlı olmayıp bütün dünyayı içine aldığını da göstermektedir.

 

Vedâ Hutbesi: Vefatından üç ay önce yerine getirdiği hac farîzası esnasında, 140.000 kişi civarında bir cemaat huzurunda îrad ettiği “Vedâ Hutbesi”, Hz. Peygamber’in sadece o günkü değil, gelecekteki müslümanların da lideri oluşunu vurgulayan önemli bir metindir. Bu hutbe, Rasûlullah’ın tüm müslümanlara vasiyetidir. Hutbe, Müslümanlar için hayatlarını şekillendirecek mesajlar içermesinin yanı sıra Hz. Peygamber’in bir lider olarak tanınması, örnek alınması için de güzel bir fırsat sunmaktadır.

 

Rasûlullah, hutbesine Allah’a hamd ederek başlar ve sadece Allah’a sığınılacağını, Allah’tan başka ilah olmadığını, ancak O’nun doğru yola ileteceğini hatırlatır, Allah’a itaati tavsiye eder. Bundan sonra Haram Belde ve haram ayların mukaddesliğine riâyetedilmesi, emanete sadakat gösterilmesi, ribânın yasak oluşu, kan davalarının kaldırılması, insan canının, malının ve şerefinin korunmuşluğu, cahiliye âdetlerinin terk edilmesi gerekliliği üzerinde durur ve aile ilişkileri, miras gibi konularda önemli hatırlatmalarda bulunur. Ribâ ve kan davasının kaldırılışından bahsederken kendi yakınlarını zikretmesi bir lider tavrı olarak özellikle dikkat çekicidir: “Kaldıracağım ilk ribâ amcam Abbas b. Abdulmuttalib’in ribâsıdır.” ; “Kaldıracağım ilk kan dâvâsı yeğenim Âmir b. Rabîa b. Hâris b. Abdulmuttalib’in kan dâvâsıdır.”

 

“Bu yıldan sonra bulunduğum bu yerde belki de sizlerle tekrar buluşamayacağım” ifadesiyle yakın bir gelecekte vefat edeceğine açıkça işaret etmesine rağmen siyasî iktidara kimin getirileceğine dair bir söz sarf etmemiştir. Hutbe politik bir vasıf taşımıyor, sadece sosyal hayatı düzenleyen mesajlar veriyor gibi görünmekle birlikte kendisinden sonra karşılaşılacak problemlerle ilgili uyarılarda bulunan şu ifadeler Hz. Peygamber’in evrensel siyaset anlayışını da ortaya koymaktadır:

 

Benden sonra küfre sapıp birbirinizi boğazlar hâle gelmeyin. Gerçekte ben size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sıkı sarılır da sebat ederseniz dalâlet ve sapıklığa düşmezsiniz; bu Allah’ın kitabı ve O’nun Nebîsinin sünnetidir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!

 

Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz birdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır. Allah indinde en mükerem ve makbul olanınız O’ndan korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayan üzerinde bir üstünlüğü yoktur; varsa bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!”

 

Hz. Peygamber’in Lider Olarak Sahip Olduğu Bazı Özellikler

 

İstişareye Önem Vermesi: İstişâre ile işlerin güzel neticelere varması, siyâsi, içtimâî, askeri vs. bütün alanlarda problemlerin çözülmesi mümkündür. Kişi ne kadar akıllı, zeki ve tecrübeli bulunursa bulunsun, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'anKerîm'inde işaret ettiği ve fâillerini övdüğü müşâvere esasına uygun hareket etmedikçe, faydalı sonuçlara ulaşması ve problemlerini güzel bir şekilde çözümlemesi pek mümkün değildir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.), akıl ve zekâ yönüyle insanların en mükemmeli iken, Allah ona bile müşâvereyi emretmiştir.

 

Hz. Peygamber (s.a.s.), vahyin indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre yoluna gitmiştir. Ashâbkirâm, Rasûlullah'ın kendi fikriyle hareket ettiğini bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.

 

Hz. Peygamber önemli işler hakkında karar verirken mutlaka ashâbı ile istişare ederdi. Bedir Savaşı’nda birçok Mekkeli, Müslümanlar tarafından esir alınmıştı. Âdeti üzere Rasûlullah bu esirlerin âkıbeti konusunda ashâbının fikrini sordu. Bazı kimseler hepsinin öldürülmesinde ısrar ettiler. Esirlerin her birinin yakın akrabası olan bir müslüman tarafından öldürülmesini teklif ediyorlardı. Hz. EbûBekr ise bir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif etti. Rasûlullah Hz. EbûBekr’in teklifini uygun buldu. Bu arada okuma-yazma bilen esirlerin de fidye olarak on kişiye okuma-yazma öğretmesine karar verildi. Fidye ödemek için hiçbir gücü olmayan, kendisine yardım edecek dostları da bulunmayan bazı esirler ise karşılıksız serbest bırakıldı. Bu esirlerden İslâm aleyhine bir faaliyete katılmama sözü alındı.

 

Uhud Savaşı öncesinde ise savaş taktiğinin belirlenmesinde istişareye başvurduğunu görüyoruz. Bedir Savaşı’nın intikamını almak isteyen müşrikler 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye doğru yola çıkmışlardı. Rasûlullah, kendi fikri, şehirde kalıp muhasarayı savunma harbi ile karşılamak olmasına rağmen özellikle genç kumandanların ısrarı ile teklif edilen açık bir meydanlıkta düşmana taarruz harbi ile karşılık verilmesi görüşünü kabul etti.

 

Âdil Bir Yönetici Olması: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman da adâletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphe yok ki Allah her şeyi hakkıyla işiten hakkıyla görendir.” (4/Nisâ, 58)

 

Adâlet, her ferdin kanunla aynı şekilde muhatap olması, imtiyaza müsaade edilmemesi anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber de bu hususta büyük titizlik göstermiş, dost-düşman, zengin-fakir, müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmamıştır. Medine Yahudilerinin besledikleri düşmanlığa rağmen aralarındaki anlaşmazlıkları karara bağlaması için Rasûlullah’a gelmeleri onun adâletine ne kadar güvendiklerini gösterir. Şu meşhur hadise de onun adâlet anlayışını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir:

 

Kureyş kabilesinin Mahzumoğulları kolundan itibarlı bir kadın, kolunun kesilmesini gerektirecek seviyede bir hırsızlık suçu işlemişti. Bu kadının toplum içindeki itibarlı mevkiini gözönüne alan bazıları, cezanın uygulanmasını durdurma ümidiyle Hz. Üsâme’yi Rasûlullah’a şefaatçi olarak gönderdiler. Hz. Peygamber Üsâme’ye “Demek sen Allah’ın koyduğu bir cezanın uygulanmasını istemiyorsun, öyle mi?” diyerek davranışının yanlış olduğunu bildirdikten sonra halkı toplamış ve şu ikazı yapmıştı:

 

Sizden evvelki toplumların helâk olmalarının başlıca sebebi, aralarında itibarlı bir kimse suç işlediği zaman ona dokunmamaları; zayıf ve kimsesiz biri suç işlediğinde onu cezalandırmaları olmuştur. Allah’a yemin ederim ki şâyetbu hırsızlığı kızım Fâtıma da yapsaydı mutlaka onun da elini keserdim.”

 

Kendi Çıkarını Gözetmeyen Bir İdareci Olması: Hz. Peygamber, idareciliği asla bir çıkar kapısı olarak görmemiş, böyle görenleri de tasvip etmemiştir. O, “Biz Peygamberlerin mirası paylaşılmaz, ne bırakırsak bütün müslümanlarındır” diyerek kendi ailesine hiçbir şey bırakmayan tek devlet adamı olmuştur. (Hatice Işılak, Veli Karataş, Ahmed Kalkan)