Hazreti Peygamber'in
"ikişer ikişer kardeşleşiniz" emri üzerine,
Muhâcirler Ensâr kardeşleri
tarafından kucaklandılar. Böylece her şeyden mahrum olan Muhâcirler
bir anda bir çok şeye sahip oldular. Kardeşleşme emri karşısında Rasûlullah (s.a.s.), Hz. Ali ile kardeşleşmiş: Ebû Bekir, Hârise b. Zübeyr; Hz. Ömer, Itbân b. Mâlik;
Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh; Muâz b. Cebel; Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Rabî
ile ve diğer sahabiler de Ensâr
ve Muhâcirlerden birer kardeş bulmuşlardır. Böylece muâhât
ile kan kardeşliğinden daha üstün bir kardeşlik kurulmuş oldu. (Buhârî, Menâkıbül-Ensâr, 3)
Bu kardeşliğin
tesisinden sonra ensârın, muhâcirlere
karşı gösterdiği fevkalâde alâka ve ev sahipliği Hz. Muhammed (s.a.s.),
tarafından övülmüştür. (Müslim, Fedailü's-Sahabe,
171,188-198)
Ensâr ve Muhâcirler
arasında yapılan kardeşlikle ensâr, muhâcir
kardeşlerinin özellikle maddî ihtiyaçlarını karşılamak üzere arazilerinin ikiye
bölünmesini, hattâ eşlerinden birisini boşayarak muhacir kardeşine nikahlamak
üzere vermeyi teklif ettikleri bir vakıadır. Nitekim Abdurrahman
bin Avf'ın, Ensâr kardeşi
malının yarısını ve hanımlarından birini ona vermek istediği zaman Abdurrahman bin Avf, Ensar kardeşine yük olmamak için bunları kabul etmeyerek
kendisine çarşı ve pazar yolunu göstermesini istemiş, kısa sürede yaptığı
ticaret ile büyük bir servet sahibi olmuştur. (Buhârî,
Nikâh 68, Menâkıbu'l-Ensâr
3)
Peygamberimize bir şey ikram
edildiği zaman Efendimiz, ne maksatla getirildiğini sorardı. Sadaka olduğu
söylenirse kendisi kabul etmez, ashâb-ı suffeye gönderirdi. Şâyethediye
olduğu söylenirse, bir kısmını ailesi için alıkoyar, bir kısmını yine ashâb-ı suffeye gönderirdi.
Buhârî'nin rivâyet ettiği bir hadis-i şerifte Rasûlullah (s.a.s.): "İki
kişilik yiyeceği olan, Ashâb-ı Suffe'den
bir üçüncüsünü, dört kişilik yiyeceği olan, bir beşincisini,
yahut da altıncısını alıp birlikte götürsün" buyurmuş ve bizzat
kendisi on tanesini evine götürmüştür. Ebû Bekir de
(r.a.) üç tanesini götürmüştür (S. Buhârî Tecrid-i Sarih Tercümesi, II/540).
Hz. Peygamber ilme çok önem verirdi;
müslümanlar bir hurma ağacının gölgesinde, bir evin
kenarında ya da camide toplanarak onun anlattıklarını dinliyorlardı. Bir de Mescid’in kendilerine ayrılan bir bölümünde
kalan bekâr ve kimsesiz bazı kişiler vardı ki bunlara “Ashâb-ı
Suffe” adı verilirdi. Ashâb-ı
Suffe sürekli Peygamberimizin sohbetinde bulunur,
ilimle meşgul olurdu. Hz. Peygamber de kendisine gelen hediyelerin büyük
çoğunluğunu bu ilim talebelerine gönderir, zekat ve
sadaka olarak gelen yardımlardan da onlara verirdi. Şu hadise de Rasûlullah’ın talebelerine verdiği önemi göstermektedir:
Hz. Fâtıma
yoksul bir hayat sürüyordu. Eliyle çektiği değirmenden yorgun düşer, su
taşımaktan elleri yaralanırdı. O sırada bir savaş sonunda Medine’ye ganimet
malları gelmişti. Bunun üzerine Hz. Fâtıma babasından
bir hizmetçi istedi. Hz. Peygamber kızının isteğini “Suffe
talabeleri böyle yoksul yaşarken size nasıl hizmetçi
verebilirim?” diyerek geri çevirdi.
Rasûlullah, toplum ve kabilelerin farklı
oluşuna rağmen müslümanlar arasında birlik ve
beraberliği sağlamayı, onların kalplerini İslam sayesinde birbirine ısındırıp,
onları tek bir ümmet haline getirmeyi başarmıştır. Bu cemaatin fertleri
arasında, her türlü yakınlıktan, hatta akrabalıktan önde gelen din kardeşliği
temeline oturan bir yardımlaşma, birlik ve beraberlik ortaya çıkarmıştır.
Siyasî veya dinî şahsiyeti olan
cemaatlerin fertleri üzerinde hakları olduğunu zikretmiş ve emniyeti tesis
etmekte o hakkın rolünü ortaya koymuştur. Umûmî iş ve
menfaatlerin dağılımında Yahudi cemaatin Müslümanlarla eşitliğini şart koşmuş;
böylece İslam’a ilgi duyanlar için de yolu açmıştır. Hz. Peygamber Medine’de
ilk defa vatan mefhumunu ortaya koyuyordu. Böylece anarşiye ve kuvvet
üstünlüğüne son veriliyor, mü’minlerin hakkı kabile
hakkının üzerine çıkıyordu. Böylece ayırıcı vasfı anarşi olan bir toplum içinde
büyük İslam Medeniyeti’nin temeli atılıyordu.
Rasûlullah’ın liderlik vasfının gittikçe
genişleyen halkalar şeklinde bir tedricîlik taşıdığını görmekteyiz. Önce aile
fertleri ve yakın arkadaşlarından başlayan tebliğ süreci Mekke halkı ile devam
etmiş, daha sonra hac için Mekke’ye gelen Arap kabilelerine, hicret sonrasında
ise tüm Arap Yarımadası’na uzanmıştır. Hudeybiye
Anlaşması ise önemli bir dönüm noktası olmuş, bundan sonra dünya devletlerine
Allah’ın mesajı iletilmiştir.
Hicretin altıncı yılında akdedilen Hudeybiye Anlaşması’na kadar Müslümanlar sürekli Mekke
müşrikleri ile mücadele etmek zorunda kalmışlardı. Bu anlaşma ile temin edilen
sükûnet ortamı Hz. Peygamber’in çeşitli devlet başkanlarına İslam’a dâvetmektupları göndermesine zemin sağlamıştır. O dönemin
en büyük iki devleti Bizans ve Sasanî İmparatorları
başta olmak üzere Habeşistan ve Mısır Kralları, Gassanî
Emiri ve bazı kabile reislerine halklarıyla beraber
İslam’a girme çağrısı yapılmıştır. Bu mektuplar dine dâvetmaksadı
taşımalarının yanı sıra siyasî açıdan da büyük bir öneme sahiptirler. Hz.
Peygamber’in bu mektupları göndermekle gösterdiği cesaret ve kararlılık ancak o
dönemin dünya siyasî hakimiyet tablosu göz önünde
bulundurulduğunda anlaşılabilir. Devlet geleneğine sahip olmayan bir toplumun
içinden çıkmış bir liderin dünya hakimiyetini elinde
bulunduran imparatorlara gönderdiği bu mektuplar siyasî bir meydan okuma anlamı
da taşımaktaydı. Bu tavrı Hz. Peygamber’in “cemiyet” anlayışının, içinde
yaşadığı çevre ile sınırlı olmayıp bütün dünyayı içine aldığını da
göstermektedir.
Rasûlullah, hutbesine Allah’a hamd ederek başlar ve sadece Allah’a sığınılacağını,
Allah’tan başka ilah olmadığını, ancak O’nun doğru yola ileteceğini hatırlatır,
Allah’a itaati tavsiye eder. Bundan sonra Haram Belde ve haram ayların
mukaddesliğine riâyetedilmesi, emanete sadakat
gösterilmesi, ribânın yasak oluşu, kan davalarının
kaldırılması, insan canının, malının ve şerefinin korunmuşluğu, cahiliye
âdetlerinin terk edilmesi gerekliliği üzerinde durur ve aile ilişkileri, miras
gibi konularda önemli hatırlatmalarda bulunur. Ribâ
ve kan davasının kaldırılışından bahsederken kendi yakınlarını zikretmesi bir
lider tavrı olarak özellikle dikkat çekicidir: “Kaldıracağım ilk ribâ amcam Abbas b. Abdulmuttalib’in
ribâsıdır.” ; “Kaldıracağım ilk kan dâvâsı yeğenim Âmir b. Rabîa b. Hâris b. Abdulmuttalib’in
kan dâvâsıdır.”
“Bu yıldan sonra bulunduğum bu yerde belki de sizlerle tekrar
buluşamayacağım” ifadesiyle
yakın bir gelecekte vefat edeceğine açıkça işaret etmesine rağmen siyasî
iktidara kimin getirileceğine dair bir söz sarf etmemiştir. Hutbe politik bir
vasıf taşımıyor, sadece sosyal hayatı düzenleyen mesajlar veriyor gibi
görünmekle birlikte kendisinden sonra karşılaşılacak problemlerle ilgili
uyarılarda bulunan şu ifadeler Hz. Peygamber’in evrensel siyaset anlayışını da
ortaya koymaktadır:
Benden sonra küfre sapıp birbirinizi
boğazlar hâle gelmeyin. Gerçekte ben size öyle bir şey bırakıyorum ki ona sıkı
sarılır da sebat ederseniz dalâlet ve sapıklığa düşmezsiniz; bu Allah’ın kitabı
ve O’nun Nebîsinin sünnetidir. Dikkat edin! Tebliğ
ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!
Ey insanlar! Rabbiniz bir, ceddiniz
birdir. Hepiniz Âdem’den türemiş bulunuyorsunuz. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.
Allah indinde en mükerem ve makbul olanınız O’ndan
korkup çekineninizdir. Bir Arabın Arap olmayan
üzerinde bir üstünlüğü yoktur; varsa bu, takva yönündendir. Dikkat edin! Tebliğ
ettim mi? Ey Allah’ım sen şahit ol!”
Hz. Peygamber (s.a.s.), vahyin
indirilmediği durumlarda daima arkadaşları ile istişâre
yoluna gitmiştir. Ashâb-ı kirâm,
Rasûlullah'ın kendi fikriyle hareket ettiğini
bildikleri konularda, kendi fikirlerini O'na açıklar, o da uygun fikir
doğrultusunda hareket ederdi. Bunun örnekleri pek çoktur.
Hz. Peygamber önemli işler hakkında
karar verirken mutlaka ashâbı ile istişare ederdi.
Bedir Savaşı’nda birçok Mekkeli, Müslümanlar tarafından esir alınmıştı. Âdeti
üzere Rasûlullah bu esirlerin âkıbeti
konusunda ashâbının fikrini sordu. Bazı kimseler hepsinin öldürülmesinde ısrar
ettiler. Esirlerin her birinin yakın akrabası olan bir müslüman
tarafından öldürülmesini teklif ediyorlardı. Hz. EbûBekr
ise bir fidye karşılığında serbest bırakılmalarını teklif etti. Rasûlullah Hz. EbûBekr’in
teklifini uygun buldu. Bu arada okuma-yazma bilen esirlerin de fidye olarak on
kişiye okuma-yazma öğretmesine karar verildi. Fidye ödemek için hiçbir gücü
olmayan, kendisine yardım edecek dostları da bulunmayan bazı esirler ise
karşılıksız serbest bırakıldı. Bu esirlerden İslâm aleyhine bir faaliyete
katılmama sözü alındı.
Uhud Savaşı öncesinde ise savaş
taktiğinin belirlenmesinde istişareye başvurduğunu görüyoruz. Bedir Savaşı’nın
intikamını almak isteyen müşrikler 3000 kişilik bir ordu ile Medine’ye doğru
yola çıkmışlardı. Rasûlullah, kendi fikri, şehirde
kalıp muhasarayı savunma harbi ile karşılamak olmasına rağmen özellikle genç
kumandanların ısrarı ile teklif edilen açık bir meydanlıkta düşmana taarruz
harbi ile karşılık verilmesi görüşünü kabul etti.
Adâlet, her ferdin kanunla aynı şekilde
muhatap olması, imtiyaza müsaade edilmemesi anlamına gelmektedir. Hz. Peygamber
de bu hususta büyük titizlik göstermiş, dost-düşman, zengin-fakir, müslüman-gayrimüslim ayrımı yapmamıştır. Medine
Yahudilerinin besledikleri düşmanlığa rağmen aralarındaki anlaşmazlıkları
karara bağlaması için Rasûlullah’a gelmeleri onun adâletine ne kadar güvendiklerini gösterir. Şu meşhur hadise
de onun adâlet anlayışını açık bir şekilde gözler
önüne sermektedir:
Kureyş kabilesinin Mahzumoğulları
kolundan itibarlı bir kadın, kolunun kesilmesini gerektirecek seviyede bir
hırsızlık suçu işlemişti. Bu kadının toplum içindeki itibarlı mevkiini gözönüne alan bazıları, cezanın uygulanmasını durdurma
ümidiyle Hz. Üsâme’yi Rasûlullah’a
şefaatçi olarak gönderdiler. Hz. Peygamber Üsâme’ye
“Demek sen Allah’ın koyduğu bir cezanın uygulanmasını istemiyorsun, öyle mi?”
diyerek davranışının yanlış olduğunu bildirdikten sonra halkı toplamış ve şu
ikazı yapmıştı:
“Sizden
evvelki toplumların helâk olmalarının başlıca sebebi, aralarında itibarlı bir
kimse suç işlediği zaman ona dokunmamaları; zayıf ve kimsesiz biri suç işlediğinde
onu cezalandırmaları olmuştur. Allah’a yemin ederim ki şâyetbu
hırsızlığı kızım Fâtıma da yapsaydı mutlaka onun da
elini keserdim.”
Kendi Çıkarını Gözetmeyen Bir İdareci Olması: Hz. Peygamber, idareciliği asla bir
çıkar kapısı olarak görmemiş, böyle görenleri de tasvip etmemiştir. O, “Biz
Peygamberlerin mirası paylaşılmaz, ne bırakırsak bütün müslümanlarındır”
diyerek kendi ailesine hiçbir şey bırakmayan tek devlet adamı olmuştur. (Hatice
Işılak, Veli Karataş, Ahmed Kalkan)