Bedir Savaşına Tekrar Blr Bakış
Sevik Savaşı
(Hicri 2. Yıl,
Zilhicce Ayı)
Hz.
Fatıma'nın Evliliği (Hicri 2.
Yıl, Zilhicce Ayı)
Hicri 3. Yılda
Yaşanan Olaylar
Htcrl 4. Yıl'da
Yaşanan Değişik Olaylar
Benî Kaynuka Savaşı (Hicri
2. Yılı Şevval Ayı)
Ka'b Ibn Eşref'in
Öldürülmesi (Hlcrl 3. Yılı
Rebiülevvel Ayı)
Beni Nadir Savaşı
(Hicri 4. Yıl
Reblülevvel Ayı)
XVI. Mureysa Savaşı Ve Diğer Olaylar
XVIII. Kureyza Oğullarının Sonu Ve Diğer Olaylar
Peygamber
Efendimizin Zeynep (Ra) Île
Evlenmesi: (Hlcri 5.
Yıl)
Hicri 5. Yılda
Meydana Gelen Değişik Olaylar
XXI. Hayber Fethi Ve Sonuçları
Hayber Savaşının
Siyasi Ve İdari
Sonuçları
(Hicri 8. Yıl, Cemâziye'l-Ûlâ)
Öldürülecekleri
İlan Edilenler
Mekke'nin
Fethi Ve Putların
Kırılması
Hicri 8. Yıla
Ait Değişik Olaylar
XXVI. Tebük Seferi, Dırar Mescidi Ve İslâmî Hac
Araplar'da Savaş Ve Yağmacılık
Araplar'da Vahşice Davranışlar
Hz. Peygamber'in Savaşlarının Nedenleri ve Türleri
Fatihle Peygamber
Arasındaki Fark
Avrupalı yazarların
tuhaf taraflarından biri de Peygamberimiz'in savaşlarına dair yazılan yazılar
ve dizilen destanlarla olabildiğince memnun ve mutlu olmalarıdır. Bunun
nedenini anlamak zor değildir. Avrupalı yazarlar, genelde îslâmiyetin kılıçla
yayıldığını iddia ettikten sonra bu görüşü güçlendirecek ve destekleyecek
dayanaklar bulmaya çalışmışlardır. Bunlar, İslâm'ın zulüm ve baskı ile yayüdığmı
allayıp pullayarak insanlara kabul ettirmeyi asılsız hikayeler ve çarpık
yorumlarla başaramayacaklarını bildiklerinden, bir kaç damla değil aksine
nehirler dolusu kanların aktığı savaşlarla İslâm'ın yayıldığını anlatmak istemişlerdir.
Yaklaşık bütün Avrupalı yazarlar, Hz. Peygamber'in hayatmı kaleme alırlarken,
insanları zorla müslümanlaştırmak için yapılan zincirleme savaşlar içinde
geçmiş bir hayat şeklinde göstermeye çalışmışlardır. Bu düşünce baştan başa
yanlış ve uydurma olduğundan gazvelere başlamadan önce bu konuya açıklık getirmek
istiyoruz.
Doğu bilimciler
genellikle, 'islâm Mekke'de bulunduğu günlerde yani Mekke döneminde bin bir
çeşit zulüm ve işkenceye maruz kalmıştı. Ama Medine'ye gelince sıkıntı ve
eziyetler son bulmuştu' görüşünü ileri sürerler.
Bu yaklaşım doğru
değildir. Mekke'de yapılan zulüm ve kötülükler her ne kadar çok şiddetli idiyse
de kişilerle sınırlı kalmış ferdî olaylardı. Ama Medine'ye geldikten sonra
bunların şekli değişmişti. Mekke'nin tamamı tek bir kabileydi. Medine'de ise
ensârla birlikte yaşayan ama âdetleriyle, özellikleriyle, din ve inançlarıyla
ensâr-dan tamamen farklı ve hatta onlara rakip olan yahudiler vardı. Buna
ilaveten İslâm'ın koynundaki yılan olarak ikisinden de tehlikeli olan
"münafıklar" vardı.
Mekke eğer kontrol
altına alınsa ve Mekkeliler'e hakim olunsaydı o zaman Kabe'nin geniş
etkisinden dolayı bütün Araplar'a boyun eğdirilebilirdi. Ancak Medine'nin
etkisi dört duvarla sınırlıydı. Medine o ana kadar dış tehlikelerden tamamen
uzakta ve güven içinde bulunuyordu. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in ikamet ettiği yer olması ve de Kureyş'in kin ve öfkesi, onu
yokedilebi-lecek bir hedef haline getirmişti.
Hz. Peygamber
efendimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye geldikten birkaç gün sonra Kureyşliler,
Medine'ye hicretten önce Ensânn lideri olan ve Ensârm taç giydirmek için
merasim hazırlıkları yaptığı Abdullah b. Übeyy'e mektup yazdı.[1]
Mektup şöyledir:
"Adamımızın
şehrinize sığınmasına izin verdiniz. Allah'a yemin ederiz ki; onu ya öldürün ya
da Medine'den çıkarın. Aksi takdirde hepimiz saldıracağız. Sizi yok ettikten
sonra da kadınlarınızı aramızda paylaşacağız!"[2]
Hz. Peygamber
efendimiz bunu haber alır almaz hemen Abdullah'ın yanına gitti ve ona:
"Kendi oğullarınla ve kardeşlerinle savaşacak mısın?" buyurdu. Ensârm
çoğu müslüman olduğundan Peygamberimiz; onlarla savaşmanm kendi kardeşleri ve
evlattan ile savaşmak olduğunu imâ etmişti. Abdullah bu inceliği anladı ve
Kureyş'in emrini uygulayamadı. Bedir savaşından sonra Kureyş aynı anlamda bir
mektup daha yazdı. Bu konuda ileride geniş bilgi verilecektir.
Kureyş'in tahrik ve
teşviklerinden münafıkların ve Medine yahudilerinin başı dönmüştü. O günlerde
yani Bedir savaşından önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir bineğe
binerek Benî Haris b. el-Hazrec'in mahallesine gitti. Müşrikler, Medine
münafıkları, yahudiler ve bazı müslümanlar birlikte oturuyorlardı. Yanlarından
geçerken Hz. Peygamber'in bindiği bineğin çıkarttığı tozdan dolayı Abdullah b.
Übeyy yüzünü bezle kapattı ve hakaret eder bir edâ ile: "Tozutma"
dedi.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem topluluğu selamladı ve birkaç Kuran-ı Kerim ayeti
okudu. Abdullah: "Ey adam! Bu benim hoşuma gitmiyor. Sözün doğru bile olsa
topluluklarımıza gelerek bizi rahatsız etme. Git, yanına gelenlere anlat"
dedi,[3]
Müslümanlar bu hakaretten ve aşağılayıcı ifadelerden dolayı hiddetlendiler.
Neredeyse kargaşa çıkıp kan akacaktı. Hz. Peygamber iki tarafı da teskin etti.
îşte o günlerde Evs'in
büyük lideri Sa'd b. Mu'âz (ra) umre yapmak için Mekke'ye gitti. Ümeyye b.
Halefle Sa'd b. Muâz'ın yıllara dayanan bir dostluğu vardı. Bu ilişki ve
dostluk İslâm'dan sonra da devam etti. Bu ilişkiden dolayı Sa'd (ra) bu
seyahatinde Ümeyye'nin misafiri oldu. Bir gün, Ümeyye'yi alarak Kabe'yi tavafa
çıktı. Tesadüfen Ebu Cehil'le karşılaştılar. Ebu Cehil, Ümeyye'ye:
"Bu yanındaki
adam kimdir?" diye sordu. Ümeyye de: "Sa'd'dır" dedi. Ebu Cehil:
"Sizler,
sâbiîleri (=kâfirler, Hz. Peygamberle müslümanlara sâbiî yani dinden dönmüş
derlerdi) himayenize aldınız, şehrinize sığınmalarına izin verdiniz. Kabe'ye
gelebilmenize asla tahammül edemem. Andolsun ki eğer Ümeyye ile birlikte
olmasaydınız benden kurtulup geri dönemezdiniz" dedi. Sa'd (ra) da:
"Eğer siz bizi
hacdan menederseniz, biz de sizin Medine yolunuzu -Suriye ticaret yolunu-
keseriz" dedi.[4]
Kabe mütevellisi
olmalarından ve Kabe'nin çevresinde oturmalarından dolayı bütün Araplar
Kureyş'e saygı duyarlardı. Mekke'den Medine'ye kadar yayılmış olan kabilelerin
hepsi Kureyş'in nüfuzu altında bulunurdu.[5] Bu yüzden
Kureyş, bütün kabileleri, islâm'a karşı düşman hale getirdi. Hicretin 6. yılına
kadar Yemen ve diğer beldelerin insanları, Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi
vesellem'in yanına gelemiyorlardı. Nitekim Hicrî 6. yılda Bahreyn'den
Abdulkays'ın elçileri gelince, heyette bulunanlar Hz. Peygamber'e: "Mudar
kabileleri, size ulaşmamıza engel oldular. Bu yüzden sadece savaşın
durdurulduğu hac günlerinde huzurunuza gele-biliyoruz" dediler.[6]
Kureyşliler, bununla
da yetinmediler. Aksine Abdullah b. Übeyy'e yazdıkları gibi Medine'ye
saldırarak İslâm'ın kökünü kazıma hazırlığı yapıyorlardı. Allah Resulü bir
süre geceleri uyanık geçirdi. Nesâî Sahih'inâe şöyle yazmıştır:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiği ilk günlerde geceleri uyanık
geçirirdi."
Sahîh-i Buhârî'nin
Cihâd bölümünde şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bir keresinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz: 'Bugün daha becerikli biri
nöbet tutsun' buyurunca Sa'd b. Ebu Vakkâs silahını kuşanıp gece boyu nöbet
tuttu. Hz". Peygamber sallallahu aleyhi vesellem içi rahat
uyuyabildi." Bundan daha kesin ve açık ifadelerle Hâkim'in şöyle bir
rivayeti vardır:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem ve sahabe-i kiram Medine'ye gelip de ensâr onları
koruma altına alınca bütün Araplar, onlara baskın yapmakla tehdit ettiler.
Bunun üzerine sahabe-i kiram silahlarını kuşanmış olarak geceyi geçirmeye ve
sabahlara kadar bu vaziyette durmaya başladılar."
Bu yıl Allah Teâlâ
cihâda izin verdiğinden tarihçiler, gazveleri anlatmaya bu olaylardan
başlamaktadırlar. Ama ince görüşlü biri şu açıklamalardan ve kesin ifadelerden
olayın aslının ne olduğunu kavrayabilir. el-Mevâhibu'l-Ledünniyye ve
Zer-kânî'de şöyle yazar: "Allah Teâlâ hicretin 2. yılının Sefer ayının
12'sinde cihâda izin verdi/' Bu sözün sağlam ve doğru olduğunu ispat yolunda
Imam-ı Zührî'nin şu sözünü de nakletmektedir:
"Cihâda ve savaşa
izin veren ilk âyet: 'Kendileriyle savaşılan kimselere de artık savaşma izni
verilmiştir. Çünkü onlara zulmedilmektedir ve Allah'ın onlara yardım etmeye
gücü yeter." (Hac, 22/39)[7]
İbn Cerîr tefsirinde
şöyle yazılıdır: Savaş hakkında inen ilk âyet şudur: "Sizinle savaşanlara
karşı Allah yolunda siz de savaşın." (Bakara, 2/190) Dikkatle bakıp
incelediğimizde görürüz ki iki âyette de kendileriyle savaş yapılmasına izin
verilen kimseler, müslümanlarla savaşmaya gelen kimselerdir. Anlaşılan odur
ki, müs-lümanlar savaşa mecbur bırakılmışlardı.
Herşeye rağmen gerçek
şudur ki: Medine'ye geldikten sonra Hz. Peygamber, koruma tedbirlerini
almıştır. Sadece kendini ve muhacirleri değil, ensân da koruma altına almaya
çalışmıştır. Çünkü ensâr, Mekke'den hicret eden müslüman-lara sığınma hakkı
tanıdıkları ve onları koruma altına aldıkları için Kureyşliler ceza olarak
Medine'yi yerle bir etmeye karar vermişlerdi. Bu amaçla müttefikleri plan
kabileler arasında bu ateşi yaktılar. O yüzden Hz. Peygamber iki önemli önlem
aldı. Birincisi; Kureyş'in üstünlük iddiası ve en büyük geçim kaynağı olan
Suriye ticaret yolunu, barış yapmaya mecbur bırakmak için kapattı. Hatırlanacağı
üzere Sa'd b. Mu'âz (ra) Mekke'de Ebu Cehil'i bununla tehdit etmişti. İkinci
olarak da Medine'nin çevresindeki kabilelerle barış ve saldırmazlık anlaşmaları
yaptı.
Demek istediğimiz
şudur ki; bunlardan dolayı Bedir savaşından önce yüzer-el-lişer kişilik askeri
birlikler Mekke tarafına doğru gönderilmeye başlandı. Ebvâ'ya gönderilen
birlikten Önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın kendisi hiç bir
askeri sefere katılmadı. Hicretin 2. yılının sefer ayında meydana gelen ve Hz.
Peygamber'in de bizzat katıldığı Ebvâ'ya askeri birlik gönderilmesinden önce
si-yerciler üç sefer daha yapıldığım anlatmaktadır. Bunlara "seriyye"
denilmiştir. Hamza seriyyesi, Ubeyde b. Haris seriyyesi, Sa'd b. Ebu Vakkâs
seriyyesi. Siyerci-lerin daha önce zikrettikleri üç seriyye bunlardır.
Ama bu seriyyelerin
hiç birinde çatışma ve kan akıtma olmamış, ya bir karşılaşma olmuş, ya da
düşmanın yalanından geçip gitmişlerdir.
Siyerciler,
seriyyelerin amacının; Kureyş'in ticaret kervanlarını durdurmak olduğunu
söylemektedirler. Yani Sa'd'm (ra) tehdidine uygun olarak müslümanların amacı,
Suriye ticaret yolunu Kureyş'e kapatmaktı.
islâm düşmanları:
"Bu seriyyelerle, sahabeye yağmacılık eğitimi veriliyordu"
demektedirler. Bu suçlama ne kadar bilgisizcedir. Bu iddia çok korkunç bir
bilgisizliğin ifadesidi. Herşeyden önce yağmacılık, İslâm şeriatında büyük
günahtır, ikinci olarak bu seferlerin nelere yol açtığıdır? Bu seriyyelerin
hiçbirinde, sahabe-i kirâm'm kervan mallarını yağmaladığı zikredilmiş midir?
Bunlardan hiçbiri, Ku-reyş ticaret kervanlarından en ufak birşey almış mıdır?
Üçüncüsü; eğer bu seriyyelerin amacı yağmalamak ve yol kesmek olsaydı,
Kureyş'in ticaret kervanları dışında başka bir kervanda bu maksat
gerçekleştirilemez miydi?
Çevre kabilelere,
kendileriyle anlaşma yapılması için askeri birlikler gönderildi. İlk asker
gönderilen kabile Cüheyne kabilesidir. Bu kabile Medine'den üç durak ileride
yerleşmişti ve yerleştikleri dağlık arazi geniş bir alana yayılmaktaydı.
Onlarla, hem müslümanlar, hem de Kureyş'le eşit ilişkiler kurmaları üzere anlaşma
yapıldı. Yani iki tarafa da aym mesafede duracak, iki taraftan biriyle tek
basma anlaşma yapıp onun müttefiki olmayacaklardı.
Hicretin ikinci
yılının sefer aymda Hz. Peygamber 60 muhacirle birlikte Medine'den çıktı ve
Ebvâ'ya kadar gitti. Buraya yakın bir yerde Ebvâ gazvesi veya Ved-dân gazvesi
olmuştur. Hz. Peygamber'in mübarek annesinin mezarı da orada bulunmaktadır.
Ebvâ'nm idari merkezinin adı Fer'dir. Burası geniş bir kasabadır ve Cüheyne
kabilesi burada yaşamaktadır. Medine'den aşağı yukarı seksen mil mesafededir
ve Medine'nin en uç sinindir. O bölgelerde Benî Damra kabilesi yaşamaktaydı ve
bu civarlar onların idare alanına giriyordu.
Hz. Peygamber orada
bir kaç gün kaldıktan sonra Benî Damre ile anlaşma yaptı. Benî Damre'nin
lideri Mahşî b. Amr ed-Damrî idi. Anlaşma'nm metni şuydu:
"Bu yazı,
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'den Damre oğullarına verilmiştir. Damre
oğullarının canları ve mallan emniyette olacaktır. Biri kendilerine saldırdığı
taktirde saldırgana karşı kendilerine yardım edilecektir. Allah'ın dinine karşı
savaş açmalan müstesnadır. Peygamber kendilerini yardıma çağırdığı zaman
yardıma geleceklerdir."[8]
Bütün hadisçiler,
gazvelerin işte bu olayla başladığını söylerler. Sahîh-i Buhârî de bu olayı,
gazvelerin ilki kabul etmiştir. Bu olaydan bir ay kadar sonra Mekke'nin
liderlerinden Kürz b. Câbir el-Fehrî Medine otlaklarına saldırmış ve Hz.
Peygamber'in hayvanlarını yağmalayıp götürmüştü. Takip için arkasından asker
gönderildiyse de kurtulup kaçan Kürz b. Câbir daha sonra müslüman olmuş ve
Mekke'nin fethinde yolda yürürken şehid olmuştu.
Cemâzîyes-sânî, yani
bu olayın üçüncü ayında Allah Resulü 200 muhacirle birlikte Medine'den çıktı
ve Zü'1-aşîre denen yere ulaşarak Müdlic oğulları ile anlaşma yaptı. Burası
Medine'den dokuz durak ötede Yenbu' bölgesindeydi. Benî Müd-lic, Benî Damre'nin
yeminli müttefikleri idi. Benî Damre önceden İslâm ittifakına girdiğinden aynı
şartları onlar da kabul ettiler.
Bir kaç gün sonra yani
Hicrî 2. yılın Receb ayında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Abdullah
b. Cahş'ı (ra) oniki kişiyle birlikte Batn-ı Nahle'ye gönderdi. Burası Mekke
ile Tâif arasında, Mekke'den geceli gündüzlü tam bir günlük mesafede idi. Hz.
Peygamber, Abdullah b. Cahş Hazretlerine bir mektup vererek: "İki gün
sonra bu mektubu açacaksın." buyurdu. Abdullah (ra) mektubu açtığında
içinde: "Nahle bölgesinde kal ve Kureyş'in durumunu araştır, öğren ve bize
haber ver" diye yazılmış olduğunu gördü. Tesadüf eseri Suriye'den ticaret
mallan yüklenmiş kervanı getirmekte olan bir kaç Kureyşli karşılarına
çıkıverdi. Abdullah b. Cahş onlara saldırdı. Onlardan Amr b. Hadramî öldürüldü,
ikisi esir alındı ve mallan ele geçirildi. Abdullah (ra) Medine'ye gelerek
olayı anlattı. Ganîmet mallarını da takdim etti. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem: "Buna izin vermemiştim" buyurdu ve ganîmet
mallarını da kabul etmedi. Sahabe-i Kiram Abdullah'a öfkelenerek: "Sana
izin verilmeyen bir şey yaptın, kervanı soydun. Hem de haram aylarda savaştın.
Halbuki bu ayda savaşman emredilmemişti" dediler.[9]
Yakalanan ve
öldürülmüş olan kimseler eşraftandı. Öldürülen Amr b. Hadramî, Abdullah
Hadramrnin babasıydı. Abdullah Hadramî ise Harb b. Ümeyye'nin -Muâviye'nin
dedesinin- müttefiki idi.[10]
Harb, Kureyş'in büyük lideri olup Ab-dulmuttalib'den sonra Kureyş'in
başkanlığını ele geçiren kimseydi. Yakalananlar, yani Osman ve Nevfel'in ikisi
de Muğîre'nin torunlanydı.[11]
Muğîre, Velîd'in babası, Hâlid'in (ra) dedesi ve Harb'den sonra ikinci
derecede Kureyş'in başkanıydı. O yüzden bu olay bütün Kureyş'i öfkelendirdi,
hatta çılgına çevirdi. İntikam almaya ve kanını yerde koymamaya yemin ettiler.
Bedir savaşı ve arkasından gelen olaylar işte bu intikam ve öc alma isteğinin
sebeb olduğu olayların devamıdır.
Hz. Aişe'nin yeğeni
olan Urve b. Zübeyr açık ifadesinden de anlaşıldığı üzere Bedir savaşının ve
Kureyş'le yapılan bütün savaşların sebebi, işte bu Hadramfnin öldürülme
olayıdır. Allâme Taberî şunları kaydetmiştir:[12]
"Bedir savaşını
tahrik eden ve Hz. Peygamber'le Kureyş müşrikleri arasında ortaya çıkan bütün
çatışmaların sebebi, Vâkıd b. Abdullah es-Sehmf nin Amr b. el-Hadramfyi
öldürmesidir."
Bedir savaşı, bütün
savaşların ve gazvelerin kaynağını oluşturduğu için bu hadiseyi önce kısa ve
öz olarak yazacak, sonra ayrıntılı şekilde bilgi vereceğiz. [13]
"Andolsun, sizler
güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan
sakının ki, O'na şükretmiş olasınız." (Al-i îmrân, 3/123)
Bedir, her yıl panayır
kurulan bir köyün adıdır. Burası, Suriye'den Medine'ye giden yolun sarp ve
aşılması güç derelerden geçtiği kısma yakın bir noktadadır. Me-dine-i
Münevvere'den aşağı yukarı seksen mil mesafede bulunmaktadır. Yukarıdan buraya
kadar yazageldiğimiz gibi Kureyş, hicretin hemen arkasından Medine'ye saldırma
hazırlıklarına başlamıştı. Abdullah b. Übey/e mektup yazarak: "Ya
Muham-med'i öldür, ya da biz gelip onunla birlikte seni de yok ederiz!"
diye tehditte bulunmuşlardı. Kureyş'in küçük çapta ve az sayıda insandan
oluşan birlikleri, Medine çevresini dolaşıyor ve şehri her an kontrol altında
tutuyordu. Hatta Fehr kabilesinden Kürz Medine'nin otlaklarına kadar gelip
hayvanları yağmalayıp gitmişti.
Bir ordu veya askeri
birliğin, bir yere saldırması için en önemli ve en gerekli şey, savaş
ihtiyaçlarının temin edilmesidir. O yüzden ihtiyaç duyulan para ve mühimmatı
tedarik etmek için Kureyş'in Suriye'ye gönderdiği bu sezonun ticaret kervanı,
Mekkeliler'in ellerinde bulunan bütün paralan tek kuruşuna varıncaya kadar
verdikleri bir sermaye ile hareket etmişti.[14]
Sadece erkekler değil, ticari işlere çok az katışan kadınlar bile bu ticari
sefere ortak olmuşlardı. Kervan Suriye'den geri dönmek üzere hareket etmemişti
ki Hadramfnin beklenmeyen öldürülme olayı meydana geldi. Bu olay Kureyş'in Öfke
ateşini daha da alevlendirdi. O sırada Mekke'de, müslümanlann kervanı
yağmalayacağı haberleri yayıldı. Kureyş'in kin ve öfke bulutu bütün dehşetiyle
Arabistan'ın her yanını kaplamıştı.
Hz. Peygamber bunları
haber alınca Sahabe-i kirâm'ı topladı ve olayın ne noktaya ulaştığını
açıklayarak, durumu herkese haber verdi. Hz. Ebu Bekir ve diğerleri heyecanlı
konuşmalar yaptılar. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ensâra
bakıyordu. Çünkü ensâr biat ettiği sırada sadece düşman Medine'ye hücum ettiği
takdirde kılıçlarına sarılıp, yardıma koşacaklarım vaadetmişlerdi. Sa'd b.
Ubâde -Hazrec kabilesinin lideri- ayağa kalkarak: "Ey Allah'ın Resûlu!
İçimizden ne geçtiğini mi öğrenmek istiyorsunuz? Allah'a yemin olsun ki
kendimizi denize atmamızı emretseniz, biz hiç düşünmeden hemen kendimizi denize
atarız" dedi.
Bu, Sahîh-i Müslim'in
rivayetidir. Buhârfnin rivayetinde ise, Mikdâd (ra) ayağa kalktı ve: "Biz
Musa'nın kavmi gibi 'Sen Rabbinle git savaş' demeyeceğiz. Aksine sizin
sağınızda, solunuzda. Önünüzde, arkanızda durarak ve sizi koruyarak
savaşacağız" dedi. Bu konuşmasından Hz. Peygamber o kadar memnun oldu ki
mübarek yüzü sevinçten parladı.
Demek isteriz ki
Hicret'in II. yılında Ramazan ayının onikisinde Hz. Peygamber canını İslâm'a
feda eden yaklaşık üçyüz yiğitle birlikte şehirden çıktı. 1 mil kadar
yürüdükten sonra orduyu kontrol etti. Böylesine tehlikeli durumlarda çocukların
işi yoktur diyerek küçük yaşta olanları geri gönderdi.[15]
Umeyr b. Ebu Vak-kâs (ra) henüz çocuktu. Geri dönmesi söylenince hüngür hüngür ağlamaya
başladı. Sonunda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun da orduya
katılmasına izin verdi. Umeyr'in (ra) kardeşi, Sa'd b. Ebu Vakkâs (ra) küçük
yaştaki askerlerin boyunlarına kılıç astı.[16]
Ordunun bütün sayısı 313 kişiden ibaretti. Aralarında 60 muhacir vardı.
Kalanlar tamamen Ensârdandı.
Medine'de
Müslümanların yokluğunda münafıklarla yahudilere güven duyulmadığından Ebu
Lübâbe b. Abdi'l-Münzir'i Hz. Peygamber Medine valisi tayin etti ve Medine'ye
dönüp görevini üstlenmesini emretti. Aliye'ye -Medine'nin yüksekçe bir
yerleşim yerine- ise Asım b. Adiyy'i tayin etti. Bu düzenleme ve tedbirlerden
sonra Allah Resulü Mekkeliler'in Bedir tarafından geldiğini haber aldığı için
Bedir'e doğru ilerledi. Besîse ve Adiyy adlı iki haberci, Kureyş'in durumunu ve
ne yaptığını öğrenip nerede olduklarını ve kaç kişiyle geldiklerini haber
almaları için gönderildi. Müslümanlar Ravhâ, Munsarif, Zât, îczâl, Mi'lât ve
Esfl'den geçerek Ramazan ayının onyedisinde Bedir'in yalanına geldiklerinde
haberciler de Kureyş'in vadinin diğer kıyısına kadar geldiklerini haber
verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem orada durdu. Askerler de
bineklerinden indiler. Kureyş Mekke-i Mükerre-me'den büyük bir debdebe ve
teçhizat ile çıkmıştı. 1000 kişilik bir kalabalıktı. 100 kişilik süvari birliği
vardı. Kureyş liderlerinin hepsi bu yolculuğa katılmıştı. Ebu Le-heb önemli bir
meseleden dolayı gelemediğinden kendi yerine bir vekil göndermişti. Askerlerin
yemek işleri şöyle düzenlenmişti: Kureyş eşrafı yani Abbas b. Abdul-muttalib,
Utbe b. Rebf a, Haris b. Amr, Nadir b. Haris, Ebu Cehil, Ümeyye ve diğerleri
sıraları geldikçe her gün 10'ar deve kesiyor ve halka yediriyorlardı. Kureyş'in
en itibarlı lideri olan Rebfa b. Utbe, ordunun başkomutanı idi.
Kureyş, Bedir yakınlarına
ulaşınca Ebu Süfyân idaresindeki Kureyş ticâret kervanının tehlike alanından
çıkıp kurtulduğunu öğrendi. Bunun üzerine Zühre kabilesi ile Adiyy kabilesinin
liderleri: "Artık savaş gerekmez" dedilerse de Ebu Cehil kabul
etmedi. Zühre ile Adiyy kabilelerinin mensupları geri dönüp gitmiş, kalanlar
yola devam etmişlerdi.
Kureyş Bedir'e daha
önce ulaştığı için uygun ve elverişli yerleri ele geçirmişti. Müslümanların
tarafında bir su kaynağı veya kuyu vb. bir şey yoktu. Zemin o kadar kumluydu ki
rahat hareket edilemiyor, yürürken develerin ayaklan kuma gömülüyordu. Habbâb
b. Münzir, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e, 'Askerlerin yerleşme
yeri olarak seçilen alanın, vahiy yoluyla mı? yoksa askeri taktik düşüncesiyle
mi?' seçildiğini sordu. Hz. Peygamber vahiy yoluyla olmadığını söyleyince,
Habbâb b. Münzir (ra): "O halde en iyisi daha ileriye giderek su kaynaklarının
ele geçirilmesi ve çevredeki kuyuların işe yaramaz hale getirilmesidir, dedi.[17] Hz.
Peygamber bu görüşü beğendi ve hemen uygulamaya geçildi. Allah Te-âlâ'nın
desteği ve güzel bir tevafuk eseri yağmur yağdı. Yağan yağmurdan toprak oturdu,
zemin sertleşti. Abdest veya gusül temizliğinde kullanılması ve faydalanılması
için sular yer yer toplanarak küçük havuzlar haline getirildi. Bu ilâhî lütuf
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle zikredilmektedir:
"Allah sizi
temizlesin diye üzerinize gökten sular indirir." (Enfâl, 8/11)
Her ne kadar sular
müslümanlann kontrolünde ise de Kevser ırmağının sahibi olan yüce Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem dost düşman herkese karşı cömert olduğundan
düşmanlara bile su almaları için izin verdi.[18] Gece
olmuştu. Bütün sahabe iyice istirahat ederek geceyi uyku ve dinlenme ile
geçirdi. Ama gözüne uyku girmeyen, sabaha kadar uyanık kalıp ibadet ve dua ile
meşgul olan bir kişi vardı: Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem. Sabah
herkesi namaza kaldırdı. Namazdan sonra da cihâd konusunda vaaz etti.[19]
Kureyş savaş için can
atıyordu. Kin ve hırsla doluydu. Kureyş ordusu yerinde duramıyordu. Ama her
şeye rağmen aralarında iyi kalpli kimseler de vardı. Bunların vicdanı kan dökme
endişesiyle titriyordu. Onlardan biri olan Hakîm b. Hizam -daha sonra müslüman
olacaktır- ordunun başkomutanı Utbe'ye giderek: "İstiyorsanız bugün, iyi
niyetinizin ifadesi olan bir davranışı, temiz kalpliliğinizin ebedi bir
hatırası olarak bırakabilirsiniz" dedi. Utbe: "Nasıl?" deyince
Hakîm b. Hizam: "Kureyş'in istediği sadece Hadramî'nin kan bedelidir. O
sizin müttefikiniz ve dostunuzdu. Onun kan bedelini siz ödeyiniz, iş
bitsin" dedi. Utbe de iyi kalpli bir insandı. Bunu memnuniyetle kabul
etti. Ama Ebu Cehil'in de aynı görüşü kabul etmesi gerektiğinden Hakîm b.
Hizam, Utbe'nin mesajını alıp, gitti. Bu arada Ebu Cehil, ok torbasından
okları çıkararak yere sermiş kontrol ediyordu. Utbe'nin gönderdiği haberi
duyar duymaz: "Evet, Utbe'nin gücü bitti, cesareti tükendi" dedi.
Utbe'nin oğlu Ebu Huzeyfe (ra) müslüman olmuş, bu savaşta Hz. Peygamberle
birlikte müslümanlar arasında bulunuyordu. Ebu Cehil, bunu istismar ederek:
"Utbe, oğluna bir zarar gelmesin diye bu savaştan korkuyor" dedi.
Ebu Cehil, Hadramfnin
kardeşi Âmir'i çağırarak: "Görüyor musun, kardeşinin kanını akıtıp
öldürenler şu anda elimize düşmüşken, göz göre göre kurtulup gidecekler"
dedi. Âmir, Arap adetlerine uyarak elbiselerini parçaladı ve topraklan havaya
savurarak tozu dumana kattı. "Vah amcam, Vah amcam!" diye feryad etmeye,
bağırmaya başladı. Onun bu görüntüsü, bütün askerleri derinden etkiledi ve intikam
ateşini körükledi.
Utbe, Ebu Cehil'in
hakaretini duyunca çok ağırına gitti ve çok sert bir tepki gösterdi: "
Savaş alanı kimin nâmert olduğunu gösterecektir!" dedi. Bir miğfer istedi.
Ama başı o kadar büyüktü ki hiç bir miğfer kafasına uymuyordu. Mecbur kalarak
basma bez doladı ve savaş aletlerini kuşandı.
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem elini kana bulamayı hiç sevmezdi. Sahabe-i kiram, Hz.
Peygamberin kalması için savaş alanının kıyısında taşlardan bir gölgelik
hazırladılar. Sa'd b. Muaz düşmanlardan biri buraya sızmasın diye elinde kılıç,
gölgeliğin önünde nöbet tuttu.
Her ne kadar Dergâh-ı
îlâhfden zafer ve fetih vaadedilmiş, her şeyi kendi kudret elinde bulunduran
yüce Allah, kâinattaki bütün imkânları Peygamber'inin emrine amade kılmış,
melekler ordusunu yardıma göndermiş idiyse de bu dünya, sebep ve vasıtalara
sarılma dünyası olduğu için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem savaş
usullerine uygun olarak ordusunu savaş düzenine soktu. Muhacirlerin sancağını
Mus'ab b. Umeyr'e (ra) lütfetti. Hazrec'in bayraktarlığına Habbâb b. Münzir'i,
Evs'in bayraktarlığına da Sa'd b. Mu'âz'ı tayin etti. Sabah olur olmaz Hz.
Peygamber askerlerini tekrar savaş düzenine sokmaya başladı. Mübarek elinde bir
ok vardı. Onunla işaret ederek askerleri hizaya diziyor, sıraya sokuyor,
kimsenin öne arkaya çıkmamasını tembih ediyordu. Savaşta bağınşıp çağrışmak her
zaman olağan şeydi. Ama hiç kimsenin ağzından en ufak bir ses dahi çıkmaması
için gürültü yapmaları menedilmişti.
Karşılarındaki
düşmanın sayısal üstünlüğü, müslüman tarafının bir tek kişiye bile muhtaç olup
katılacak bir insanla dahi sevinecekleri bir sırada ve Hz. Peygam-ber'in
kendini tamamen Allah'a teslim ettiği bir anda sahabeden iki kişi, Huzeyfe b.
el Yemân (ra) ile Huseyl (ra), bir yerden gelirlerken yolda kâfirlerle
karşılaştılar. Kâfirler onları durdurarak: "Muhammed'e yardıma mı
gidiyorsunuz?" diye sordular. Onlar da bunu inkâr ederek yardım
etmeyeceklerine söz verdiler. Hz. Peygam-ber'in yanına ulaşınca bu durumu ona
arzettiklerinde Hz. Peygamber: "Biz her şart ve durumda sözünde duran ve
verdiği sözün gereğini yapan kimseleriz. Sadece Allah'ın yardımını
dileriz" buyurdu.[20]
Artık iki ordu karşı
karşıya gelmişti. Hak ile batıl, karanlıkla aydınlık, küfürle İslâm kozlarını
paylaşmak üzere karşı karşıya dikilmiş bekliyorlardı. Kur'ân-ı Kerim bu sahneyi
şöyle tasvir etmiştir: "Karşı karşıya gelen şu iki toplulukta sizin için
büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir topluluk, diğeri ise
bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir topluluk." (Al-i
İmrân, 3/13)
Gözler önündeki bu
manzara insanları hayrete düşürmekteydi. Bu kadar geniş bir dünyada tevhid
inancının geleceği meydandaki bir avuç insana bağlıydı. Buhâ-rî ve Sahîh-i
Müslim'de; Hz. Peygamber'i kaplayan Allah'a teslimiyet duygusu anlatılırken
şöyle denilmektedir: Ellerini uzatarak: "Ey Rabbim! Bana vaad etmiş olduğunu
bugün yerine getir!" Hz. Peygamber o kadar kendinden geçmiş, kendini o
derecesine Allah'a vermiş ve iç dünyasına dalmıştı ki, omzundan düşen harmanisinden
haberi bile olmuyordu. Arasıra secdeye kapanıyor ve: "Ey Rabbim, eğer bu
insanlar, bugün burada yok olurlarsa artık kıyamete kadar Sana tapılmayacak ve
Zât-ı Ulûhiyyeti'ne ibadet edilmeyecek" diye yakanyordu.
Peygamber'in en yakın
sahabîleri bu yakarış haline, şahit oldukça kalpleri titriyor, onları da bir
ürperti sarıyordu. Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber'e hitaben: "Ey Allah
Resulü! Allah sana vaadini yerine getirecektir" dedi. Sonunda büyük bir huzur
ve sükûn içinde o anda inen şu ayeti okudu:
"O topluluk
yakında bozulacak ve arkalarım dönüp kaçacaklardır." (Kamer,
54/45)
Hz. Peygamber'in
mübarek ağzından harf harf okunarak dökülen bu âyetle kesin zafer önceden
bildirilmiş oldu. Kureyş ordusu iyice yaklaşmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber
sahabeyi ilerlemekten menetti ve: "Düşman iyice yaklaşmcaya kadar ok
atmaktan sakının" buyurdu.
Bu savaş fedakârlığın,
vefakârlığın, cesaret ve kahramanlığın insanı hayretlere düşüren canlı bir
numunesini sergiliyordu, iki ordu karşı karşıya geldiklerinde herkes gördü ki,
en yakınları olan insanlar öldürmek üzere kaldırdıkları kılıçlarının önünde
dikilmektedirler. Hz. Ebu Bekir'in oğlu -o ana kadar müslüman olmamıştı ve
kâfirlikte devam ediyordu- savaş alanında çarpışmak için öne çıkınca, Hz. Ebu
Bekir (ra) kılıcını çekti ve oğlunun karşısına çıktı.[21]
Düşman safları arasmdan Utbe ortaya çıktığında, oğlu Huzeyfe (ra) müslümanlar
safından öne çıkarak babasının karşısına dikildi. Hz. Ömer'in kılıcı ise
dayısının kanına bulanmıştı.[22]
Savaş şöyle başladı.
İlk önce kardeşinin kan davasını güden, onun intikamını almak isteyen Amir
Hadramî öne çıktı. Karşısına Hz. Ömer'in kölesi Mihca' çıktı ve onu öldürdü.
Düşman ordusunun
başkomutanı olan Utbe, Ebu Cehil'in hakaretinden dolayı çok kızgın ve
öfkeliydi. İlkönce o, kardeşiyle oğlunu yanma alarak savaş alanının
ortasına dikildi ve teke tek vuruşacağı,
kozunu paylaşacağı, dengi olan bir adamın karşısına çıkmasını istedi. Arapların
âdet ve prensiplerine göre ünlü insanlar savaş alanına çıkarken ayrıcalıklarını
gösteren bir alâmet ve işaret takarlardı. Bu yüzden Utbe'nin göğsünde devekuşu
tüyünden bir demet takılıydı. Avf (ra), Muaz (ra) ve Abdullah b. Revâha (ra)
ona karşı savaşmak üzere çıktılar. Utbe adlarını sordu. Kimler olduğunu öğrenip
de Ensârdan olduklarını anlaymca:"Bizim sizinle bir işimiz yok"
dedi. Sonra Hz. Peygamber'e doğru dönerek: "Muhammed! Bu insanlar bizim
dengimiz değiller!" diye bağırdı.[23] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'in emrine uyarak Ensâr geri çekildi ve
Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde (ra) ileri çıktılar. Başlanna miğfer geçirmiş
olduklarından yüzleri seçilemiyordu.[24] Utbe
onlara da kim olduklarını sordu. Herkes adlarını ve kimlerden olduklarını söyleyince
Utbe: "Evet, bunlar bizim dengimizdir" dedi.
Utbe, Hz. Hamza ile,
Velîd ise Hz. Ali ile karşılaştı. Hızlı ve sert bir düello başladı. Utbe ile
Velîd ikisi birden öldürüldü. Ama Utbe'nin kardeşi Şeybe, karşısında savaştığı
Ubeyde'yi (ra) yaraladı. Hz. Ali hemen koşup Şeybe'yi öldürdü ve Ubey-de'yi
omuzlayarak Hz. Peygamber'in yanına götürdü. Hz. Ubeyde, Hz. Peygamber'e:
"Şehidlik nimetinden mahrum mu kaldım?" diye sordu. Hz. Peygamber
ise: "Hayır, sen şehidlik derecesini elde ettin" buyurdu. Bunun
üzerine Ubeyde (ra): "Bugün Ebu Tâlib sağ olsaydı söylediği şu şiirine
layık olduğumu kabul ederdi" dedi ve şu şiiri okudu:
"Bİz Muhammed'i,
onun etrafında teker teker vurulup yere düşünceye kadar düşmanlarına teslim
etmeyeceğiz.
Çoluk çocuğumuzu ve
ailelerimizi ölünceye kadar onlara teslim etmeyeceğiz."
Saîd b. el-As'ın oğlu
Ubeyde başından ayağına kadar zırha bürünmüş bir halde düşman ordusundan
fırladı ve: "Ben Ebu Kereş'im!" diye bağırarak herkese meydan okudu.
Karşısına çıkacak bir yiğit istedi. Bunun üzerine Zübeyr (ra) onun karşısına
çıktı. Ubeyde'nin sadece gözleri görüldüğünden Zübeyr iyice nişan alarak onun
gözüne doğru mızrağı fırlattı. Tam isabet alan Ubeyde yere düştü ve hemen
öldü. Mızrak gözüne öyle saplanmıştı ki Zübeyr (ra) onun cesedi üzerine
ayaklarını koyarak zorla çıkardı. Ama mızrağın iki ucu da eğildi. Bu mızrak
hatıra olarak kaldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zübeyr'den (ra)
bu mızrağı istedi ve korudu. Mızrak daha sonra dört halifeye geçti ve daha
sonra Abdullah b. Zübeyr'e (ra) geçti.[25]
Zübeyr (ra) bu savaşta
bir kaç ağır yara aldı. Omuzundan aldığı yara o kadar derindi ki daha sonra iyi
olmasına rağmen içine parmak giriyordu. Oğlu Urve çocukluğunda bu yaralarla
oynardı. Savaştığı kılıç, vuruşa vuruşa körelmişti. Nitekim Abdullah b. Zübeyr
(ra) şehid olduğunda Abdülmelik, Urve'ye: "Zübeyr'in (ra) kılıcını
tanıyabilecek misin?" diye sormuş, o da: "Evet tanırım!" demiş.
Abdülmelik de: "Nasıl tanıyacaksın?" deyince, o da: "Bedir
savaşında ağzmda gedikler meydana gelmişti" demiş, Abdülmelik de bunu
tasdik edip övmüştü. Abdülmelik kılıcı Urve'ye verdi. O, bunun kıymetini üçbin
olarak değerlendirdi. Kabzası gümüşten ve işlemeli idi.[26]
Düelloların ardından
her iki taraftan genel bir hücum başladı. Müşrikler güçlerine ve sayılarının
çokluğuna güvenerek büyük bir hışımla saldırdılar. Ama öte tarafta iki cihan
serveti Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem başını secdeye koymuş, sadece
Allah'ın gücüne, O'nun desteğine güveniyor, el açmış O'na yalva-rıyordu. Ebu
Cehil'in aşağılığını ve İslâm'ın nasıl amansız bir düşmanı olduğunu herkes çok
iyi biliyordu. O yüzden ensârdan Muâvviz ve Muâz (ra)[27]
isimli iki kardeş, hakka baş kaldıran, güneşe söven bu insanı gördükleri yerde
öldürmeye veya bu uğurda ölmeye ahdetmişlerdi. Yani yemin ederek: "Ya biz
onu öldürürüz, ya o bizi" demişlerdi. Abdurrahman b. Avf şunu anlatmıştır:
"Savaşmak üzere sıra halinde dizilmiş askerlerin safında duruyordum.
Birden sağımda ve solumda iki genç gördüm. Biri kulağıma eğilerek benden Ebu
Cehil'in nerede olduğunu sordu. Ben de 'Ey kardeşimin oğlu! Ebu Cehil'i bulup
da ne yapacaksın?' deyince: 'Allah'a söz verdim, Ebu Cehil'i nerede görürsem ya
onu öldüreceğim ya da onunla vuruşarak öldürüleceğim' dedi. Ona cevap vermeye
fırsat kalmadı ki diğer genç beni öbür yanımdan çekerek kulağıma aynı sözleri
söyledi. Ben ikisine de işaret ede-rek'îşte Ebu Cehil şu' diye gösterdim. Daha
gösterir göstermez ikisi birden atmaca gibi sıçradılar ve Ebu Cehil'i yere
yıktılar. Bu iki genç Affân'ın oğullan Muâvviz ile Muaz'dı. Ebu Cehil'in oğlu
îkrime arkadan gelip Muaz'ın sağ omuzuna kılıç vurdu. Bu darbeyle Muaz'm kolu
koptu. Ama küçük bir deri parçası kaldığından kol sarkıyordu. Muaz, îkrime'nin
arkasından koştuysa da o kurtulup kaçtı. Muaz bu durumda savaşa devam ediyordu.
Ama kolun sarkması onu zorladığından elini ayaklarının altına kıstırarak çekti
ve kalan deriyi de kopararak kolunu vücudundan ayırdı. Artık serbestti."
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem savaştan önce; "Kâfirlerle birlikte gelen insanlar içinde
öyleleri vardır ki, buraya seve seve gelmediler. Aksine Ku-reyş'in
zorlamasından dolayı geldiler" buyurmuştu. Hz. Peygamber bu insanlarm
adlarını da bildirmişti. Onlar arasında Ebu'l-Buhturî de vardı. Meczir'in gözü
En-sâr'ın müttefiki ve dostu olan Ebu'l-Buhturî'ye ilişti. Meczir ona:
"Hz. Peygamber senin öldürülmeni menettiği için seni bırakıyorum"
dedi. Ebu'l-Buhturfnin yanında bir de arkadaşı vardı. Ebu'l-Buhturî ona: "Bunu
da mı?" diye sordu. Meczir: "Hayır" dedi. Ebu'l-Buhturî: "O
zaman ben Arap kadınlarının, Ebu'l-Buhturî kendi canını kurtarmak için
arkadaşını ortada bıraktı da ona yardım etmedi diye beni kınamalarına tahammül
edemem" dedi. Bunu söyledikten sonra Ebu'l-Buhturî aşağıdaki şiiri
okuyarak Meczir'e hücum etti ve vuruşarak öldürüldü.
"Şerefli birinin
oğlu ölünceye ya da kurtuluş yolunu Görünceye kadar arkadaşım teslim
etmez."
Utbe ile Ebu Cehil'in
öldürülmesi, Kureyş'in cesaretini kırmıştı. Daha fazla tutunamayıp geri adım
atmaya başladılar. Herkesi korku sarmıştı.
Hz. Peygamber'in
amansız düşmanı olan Ümeyye b. Halef de Bedir savaşına katılmıştı. Abdurrahman
b. Avf bir zamanlar onunla sözleşerek Medine'ye geldiği takdirde hayatını
koruyacağına, canını güven altına alacağına söz vermişti. Be-dir'de bu Allah
düşmanından intikam almanın tam zamanıydı. Ama verdiği sözü tutmak, islâm'ın
bir şiarı olduğundan çekip gitmesini istedi ve yanına alarak bir tepeye
götürdü. Ama Bilâl onu gördü ve ensâra haber verdi. Bunun üzerine insanlar o
tarafa koşuşup geldiler ve Ümeyye b. Halefe hücum ettiler. Ümeyye'nin oğlu babasını
korumak için siper olunca insanlar onu öldürdüler. Ama bununla yetinmediler ve
Ümeyye'ye doğru ilerlediler. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Ümey-ye'ye:
"Yere yat!" dedi. O yere yatınca öldürmesinler diye onun üzerine
abandı fakat savaşçılar bacaklarının arasından ellerini uzatarak onu
öldürdüler. Bu arada Abdurrahman Avf in bir bacağı da yaralandı ve yara izi
uzun süre devam etti.[28]
Ebu Cehil, Utbe ve
diğerlerinin öldürülmesinden sonra Kureyş bozguna uğradı. Müslümanlar da
onları esir etmeye başladılar. Abbas'ı (ra), Ukayl'i -Hz. Ali'nin kardeşi-,
Nevfel'i, Esved b. Amir'i, Abdullah b. Zema'yı ve Kureyş ileri gelenlerinden
bir çoğunu esir ettiler.
Hz. Peygamber
Efendimiz: "Ebu Cehil'in akıbeti ne oldu? Biri gidip baksın da haber
getirsin" buyurdu. Abdullah b. Mes'ud (ra) gidip, cesetler arasında
dolaşırken onun ağır yaralı olarak can çekişmekte olduğunu gördü ve: "Sen
Ebu Cehil'sin" dedi. Bunun üzerine Ebu Cehil: "Bir kişiyi yine kendi
milleti öldürmüşse bu övünülecek bir şey midir?"dedi.[29] Ebu
Cehil bir keresinde Abdullah b. Mesud'a taşla vurmuştu. Şimdi bunun intikamı
olarak o da Ebu Cehil'in boynuna ayağını koydu. Ebu Cehil:"Ey koyun güden
adam! Ayağını nereye bastığına dikkat et" dedi. Abdullah b. Mesud onun
başını kesti ve Hz. Peygamber'in ayaklarının önüne attı.[30]
Sebepler dünyasında
olanların hepsini, kendilerine göre, sadece sebeplerin sonuçlan olduğunu sanan
ve herşeyi maddî açıdan değerlendirerek mânâyı unutan
batılı tarihçiler, doğru dürüst savaş
malzemesi bile olmayan 300 piyadenin, içlerinde 100 süvarinin de bulunduğu tam
techizath 1000 kişiyi nasıl yendiğine şaşmaktadır. Semavî destek ve ilâhî
yardım nice defalar insanı böyle hayrete düşüren manzaralar göstermiştir. Ama
yine de bu olayda, dışı gören, mânâdan uzak olan insanları tatmin edecek
malzemeler de vardır. Her şeyden önce Kureyş'te birlik ve beraberlik yoktu.
Ordunun başkomutanı Utbe savaşı istemiyordu. Zühre oğullan kabilesinin
mensupları Bedir'e kadar geldikten sonra geri gitmişlerdi. Yağmurdan dolayı
Kureyş ordusunun mevzilendiği bölüm çamur deryası haline gelmiş, gezip
dolaşmak, yürümek zorlaşmıştı. Kureyş korku ve dehşete kapıldığı için İslâm ordusunu
yanlış değerlendiriyor, yani kendisinden iki kat fazla sanıyordu. Nitekim
Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor:
"Onları, göz
görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı" (Al-i îmrân, 3/13)
Kâfir ordusunda hiç
bir düzen ve tertip yoktu. Bunun aksine Hz. Peygamber kendi mübarek eline ok
alarak orduyu tam bir düzene ve sıraya koymuştu. Müslümanlar geceyi huzur
içinde geçirmiş, çok iyi dinlenerek, sabahleyin güçlü ve dinç olarak
kalkmışlardı. Bunun aksine kâfirler yaşadıkları huzursuzluk ve güvensizlik
nedeniyle gece uyuyamamışlardı.
Yine de bütün bu
sebeplerin bir araya gelmesini ve birbiri arkasma dizilmesini Allah'ın açık
desteği ve yardımı olarak görmekteyiz. Peki Kureyş ordusu ile îslâm ordusunu
karşılaştırırsanız, askerlerin genel görüntüsünde müslümanlarm üstün geleceğini
gösteren bir ipucu görebilir misiniz?
— Kureyş ordusunda çok
zengin kimseler vardı. Tek başlarına bütün ordunun ihtiyaçlarını
karşılayabilirlerdi.
— Müslümanlarm elinde
ise hiç bir şey yoktu.
— Kureyş'in sayısı
1000 kişi, müslümanlar ise sadece 300 kişiydi.
— Kureyş'te 100
kişilik süvari birliği vardı. Müslüman ordusunda sadece 2 atlı vardı.
— Müslüman ordusunda
çok az asker techizatlıydı. Öte tarafta Kureyş'in her askeri silahlı, zırhlı ve
tam teçhizatlıydı.
Bütün bunlara rağmen
savaşın sonunda müslümanlardan sadece 14'kişinin şe-hid olduğu öğrenildi.
Bunlardan 6'sı muhacir, diğerleri ensârdı. Kureyş'in ise ana gücü kırılmış,
cesaret ve kahramanlıkta ün salmış olan ve kabilelerin liderleri durumunda
olan Kureyş ileri gelenleri teker teker öldürülmüşlerdi.[31]
Bunlar arasında Şeybe, Utbe, Ebu Cehil, Ebu'l-Buhturî, Zem'a b. Esved, As b.
Hişâm, Ümeyye b. Halef, Münebbih b. Haccâc gibi Kureyş'in baştaa olan kimseler
vardı. Hemen hemen 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir alınmıştı.
Savaş esirlerinden
Ukbe ve Nadir b. Haris öldürüldü. Diğerleri tutuklanarak Medine'ye götürüldü.
Bunlar arasında Hz. Peygamberdin amcası Abbas (ra), Hz. Ali'nin kardeşi Ukayl,
Hz. Peygamberin damadı Ebu'l-As da vardı.
Hz. Peygamber
Efendimizin âdeti olduğu üzere savaşlarda nerede bir ceset görürse onu hemen
toprağa gömdürürdü. Ama bu savaşta öldürülenlerin sayısı fazla olduğundan,
teker teker gömülmeleri zordu. Geniş bir çukur kazdırıldı ve bütün cesetler
buraya konuldu. Ama Ümeyye'nin cesedi şiştiğinden, yerinden taşınacak halde değildi.
O yüzden olduğu yerde gömüldü. Savaş esirleri Medine'de Hz. Peygamberin
karşısına çıkarıldıklarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek
eşi olan Şevde de orada bulunuyordu. Esirler arasında onun yakını Süheyl b.
Ömer de vardı. Gözü ona ilişince elinde olmadan, ağzından: "Sen de
kadınlar gibi kendi elinle mi esaret zincirlerini taktın. Savaşarak ölemez
miydin?" kelimeleri çıktı.[32]
Savaş esirleri ikişer ikişer, dörder dörder sa-habe-i kirâm'a dağıtıldı. Rahat
ve güven içinde tutulmaları emredildi. Sahabe-i kiram onlara öyle davranıyordu
ki, onlara yemek yedirirken kendileri hurmayla idare ediyorlardı.
Bu esirler arasında
Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi olan Ebu Aziz de vardı. O şöyle demiştir:
"Kendisine teslim edilip de evinde gözaltında tutulduğum ensârî, akşam
veya sabah yemek getirdiği zaman ekmeği ve yemeği önüme kor, kendisi de hurma
alır yerdi. Ben utanır, ekmeği onun eline zorla tutuşturmak isterdim. Ama o,
elini dahi sürmez ve bana geri verirdi. Bu davranışları Hz. Peygamber'in, ısrarla
esirlere iyi davranılmasını emretmesinden dolayı idi/[33]
Esirler arasında son
derece güzel konuşan Süheyl b. Amr adında bir kişi vardı. Bu adam öteden beri
toplantılarda Hz. Peygamber aleyhine konuşmalar yapardı. Hz. Ömer (ra) "Ey
Allah Resulü! Bunun iki alt dişini söktürün de bir daha güzel konuşamasın"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer'e hitaben: "Eğer
onun vücudunun şeklini bozarsam, Peygamber de olsam, Allah Teâlâ ceza olarak
benim vücudumun şeklini bozar" buyurdu.[34]
Abbas'in (ra) üzerinde
temiz bir elbise yoktu. Boyu o kadar uzundu ki kimsenin elbisesi bedenine tam
uymuyordu. Münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy, Abbas'ın (ra) eski dostu
ve samimi bir arkadaşıydı. Boylan da aynıydı. Elbiselerini getirterek ona
verdi. Sahîh-i Buhârî'de nakledildiğine göre: "Hz. Peygamber'in, Abdullah
b. Übeyy'e kefen olarak kendi elbisesini ikram edişi işte bu iyiliğinin karşılığıydı."[35]
Rivayete göre;
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldikten sonra
sahabeyle görüşerek savaş esirleri hakkında ne yapılması gerektiğini kendilerine
danıştı. Hz. Ebu Bekir: "Hepsi yakınlarımız, akrabalarımızdır, fidye
alarak bırakılmalıdırlar" görüşünü ileri sürdü. Ama Hz. Ömer'e göre, islâm
meselesinde dost, düşman, akraba, yabancı, uzak, yakın farkı olamazdı. Bu
yüzden onun görüşü: "Esirlerin hepsi öldürülmeli ve herkes, esirler
arasında bulunan yakınını kendi eliyle öldürmelidir" şeklindeydi. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz. Ebu Bekir'in (ra) görüşünü beğendi ve
fidye alarak esirleri serbest bıraktı. Bunun üzerine Allah'tan bir uyarı geldi
ve şu âyet indi:
"Allah tarafından
önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka
büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl, 8/68)
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'le Hz. Ebu Bekir bu ilâhî tenkidi işitince hüngür
hüngür ağladılar."
Bu rivayet bütün tarih
kitaplarında anlatılmış ve hadislerde de bildirilmiştir. Ama tenkit ve azapla
tehdidin sebebinin açıklanmasında değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Tirmizfde bildirilen rivayetin özü şudur: O zamana kadar ganimet mallan
hakkında herhangi bir ilâhî hüküm gelmemişti.
Arapların genel
alışkanlığına uygun olarak, sahabe-i kiram esirler üzerinde de ganimet
iddiasında bulundular. Bunun üzerine tehdit ayeti geldi. Ama daha önceden bu
konuda herhangi bir hüküm gelmediğinden bu hata affedildi ve daha Önce ele
geçmiş olan ganimet malının helal olduğunu bildiren hüküm geldi."
Kur'ân-ı Kerîm'de,
azap bildiren âyetten sonra şu ifade yer almaktadır: "Artık elde ettiğiniz
ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin." (Enfâl, 8/69)
Bu âyette açık bir
şekilde ele geçen malın helal kılındığı ve ganimet malı olduğu bildirilmiştir.
Şunu demek istiyoruz: Sahîh-i Müslim ve Tirmizî'nin her ikisinde-ki hadisten
ortaya çıkan sonuç, ilâhî tehdidin, "fidye alma veya ganimet malını yağmalama"
yüzünden olduğudur. Sahîh-i Müslim'de şöyle bir ifade vardır: "Tehdit
ayeti nazil olduğunda Hz. Peygamber ağlamaya başladı. Hz. Ömer sebebini sorunca
Allah Resulü: "Arkadaşlarının aldığı fidyeden dolayı Allah tarafından
kendilerine verilecek olana ağlıyorum" buyurdu. Genellikle insanlar
yanlış bir anlayışla bu ayetin, savaş esirlerinin neden öldürülmediği üzerine
geldiğini zannetmişlerdir. Nitekim insanlar görüşlerinin doğruluğunu isbat
için şu ayeti delil göstermişlerdir:
"Yeryüzünde ağır
basıncaya kadar, hiç bir Peygamber'e esiri olması yaraşmaz." (Enfâl,
8/67)
Ama bu âyetten, sadece
savaş alanmda yeterli derecede kan dökülmeden esir alınmasının uygun olmadığı
anlaşılmaktadır. Nasıl olur da bu âyetten; kan dökmeden önce insanlar esir
almmışlarsa savaştan sonra da onların öldürülebileceği ana-lamı çıkarılabilir?
Bedir Savaşı
esirlerinden dörder bin dirhem fidye alındı. Ama yoksul olduğundan dolayı
fidye veremeyenler de serbest bırakıldı. Onlardan okuma yazma bilenlere onar
çocuğa okuma-yazma öğretmeleri,[36]
ancak ondan sonra serbest bırakılacakları emredildi. Zeyd b. Sabit (ra) yazı
yazmayı bu yolla öğrenenlerdendi.[37]
Ensâr, Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'e: "Abbas (ra) kız kardeşimizin oğludur, ondan
fidye almaktan vazgeçiyoruz" dediler. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem eşitliği gözettiği için bu teklifi kabul etmedi.[38] Buna
göre amcası Abbas'm da fidye ödemesi gerekti. Fidyenin genel ölçüsü dört bin
dirhemdi. Ama zenginlerden daha fazla alındı. Abbas (ra) zengin olduğundan
ondan da daha fazla miktarda para alındı. Bunu Hz. Peygamber'e şikayet etti.
Ne bilsindi ki; İslâm'ın ortaya koyduğu eşitlikte: yakınlık-uzaklık;
akrabahk-yabancılık, avam ve havas gibi bütün ayrımlar ortadan kaldırılmıştır.
Ama bir tarafta Hz. Muhammed'in bu görevi yerine getirmede eşitliği gözetmesi,
diğer tarafta merhamet duygusunun gereği olan, sevgisinin icabı olan Abbas'ın
(ra) gece boyunca ah vah ederek inlemelerini işittikçe sabaha kadar üzüntüden
uyu-yamaması vardı. Ancak insanlar bağlarını çözdükten sonra Hz. Peygamber
uyu-yabilmişti.[39]
Hz. Peygamber
efendimizin damadı Ebu'l-As da savaş esirleri arasındaydı. Onun da yanmda fidye
verecek parası yoktu. Hz. Peygamber'in kızı, Ebu'l-As'ın eşi Zeyneb (ra) hâlâ
Mekke'de bulunuyordu. Ebu'l-As haberci göndererek kendisine fidye parası
göndermesini istedi. Zeynep (ra) evlendiği sırada annesi Hz. Hatî-ce (ra)
çeyizi arasında ona kıymetli bir gerdanlık vermişti. Zeynep (ra) fidye parası
ile birlikte o gerdanlığı da boynundan çıkararak gönderdi. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem bunu görünce yirmibeş yü boyunca birlikte yaşadığı sevgi dolu
mübarek eşini hatırladı ve onun hatıraları gözleri önünde canlandı. Elinde olmayarak
ağladı. Sahabe-i kirâm'a: "Eğer sizler razı olursanız kızıma annesinin hatırasını
geri gönderiniz" buyurdu. Herkes bunu kabul ederek saygıyla başlarını öne
eğdiler ve gerdanlığı geri gönderdiler. Ebu'l-As serbest bırakıldıktan sonra
Mekke'ye döndü ve Hz. Zeynep'i Medine'ye gönderdi.
Ebu'l-As büyük bir
tüccardı. Birkaç yû sonra büyük miktarda bir malla Suriye ticaretini yapıp geri
döndü. Dönüş yolunda müslüman birlikler onu mallan ve eşyalarıyla birlikte
yakalayıp esir aldı. Mallan teker teker askerlere dağıtıldı. Ebu'l-As gizlice
Hz. Zeyneb'in yanma ulaştı. Kendisini himaye etmesini istedi. Zeynep (ra) da
ona sığınma hakkı verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem halka:
"Eğer uygun görüyorsanız Ebu'1-As'm mallarını geri veriniz" buyurdu.
Yine başlarını Öne eğerek saygıyla kabul ettiler ve askerler teker teker ipliğe
vanncaya kadar aldıklarını geri verdiler.
Bu sefer yaşadığı öyle
boşa gidecek cinsten değildi. Ebu'l-As Mekke'ye geldi, bütün ortaklarına
haklarını verip onlarla hesaplaştıktan sonra gönülden müslü-man oldu ve:
"Ebu'l-As paralarımızı yedi de elimizden kaçmak ve intikamını almamızdan
korktuğu için müslüman oldu' demeyesiniz diye buraya gelip aramızda hiçbir
alacak-verecek bırakmadıktan sonra şimdi Medine'ye müslüman olmaya"
gidiyorum" dedi.
Bedir savaşmın
haberleri Mekke'ye ulaştığında bütün evler mateme büründü. Her evden feryat ve
çığlıklar yükseliyordu. Ama Kureyşliler gururlarına dokunduğu için: "Hiç
kimse ağlamasın!" diye tellâllarla duyuru yaptırdılar. Bu savaşta
Esved'in üç oğlu öldürülmüştü. Kalbi yanıyor, ciğeri parçalanıyordu. Ama kabile
şerefini düşündüğünden ağlayamıyordu. Tesadüfen bir taraftan ağlama sesi
işitince, Kureyş'in ağlamaya izin verdiğini sandı. Hizmetçisine: "Git bak,
kim ağlıyor? Ağlamaya izin mi verildi? Eğer Öyleyse, içim alev alev yanıyor,
şöyle iyice ağlayayım da içim rahatlasın" dedi. Hizmetçi gelip de:
"Bir kadın devesini kaybetmiş ona ağlıyor" deyince, Esved'in
ağzından kendinde olmadan şu şiir döküldü:
"O kadın bir
devesi kayboldu diye ağlıyor ve ondan dolayı gözlerine uyku girmiyor. Devene
ağlama Bedr'e ağla, Bedir'de kaybedilenlere ağla. Ağlayacaksan eğer arslanlar
arslanı olan Hâris'e ağla, Ukayl'e ağla."
Umeyr b. Vehb,
Kureyşliler içinde İslâm'ın can düşmanlarından biriydi. O ve Safvan b. Ümeyye,
Hicr'de oturmuşlar, Bedir'de öldürülenlerin matemini tutuyorlardı. Safvan:
"Allah'a andolsun ki artık yaşamaktan zevk almıyorum" dedi. Umeyr:
"Doğru söylüyorsun, eğer üzerimde borç olmasa ve çocuklarımı da düşünmesem,
deveme binip çekip gideceğim ve Muhammed'i öldürüp, geleceğim. Oğlum da orada
esir" dedi. Safvan ona: "Borcunu ve çocuklarını düşünme. Onları kendi
üzerime alıyorum" dedi.
Umeyr bunun üzerine
evine giderek kılıcını zehirle sıvadı ve Medine'ye gitti. Hz. Ömer onu gördü,
hareketlerinden kuşkulanıp ensesinden yakaladı ve Hz. Pey-gamber'in huzuruna
götürdü. Hz. Peygamber: "Ömer! Onu bırak! Umeyr, yaklaş, ne maksatla
geldin?" deyince o da: "Oğlumu kurtarmak için geldim" dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kılıcı neden omuzuna astın?" buyurdu.
Umeyr de: "Ne önemi var, bu kılıçlar Bedir'de ne işe yaradı ki!"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Sen ve
Safvan Hicr'de oturarak beni öldürme planı yapmadınız mı? Öyle değil mi?"
buyurunca Umeyr, içinde sakladığı Öldürme maksadının açık bir şekilde
söylenmesi üzerine dondu kaldı. Bir süre öylece sessiz kaldıktan sonra elinde
olmadan: "Muhammed! Şüphesiz ki sen gerçek Peygamber'sin. Allah'a
andolsunki, Safvan'la gizlice konuştuklarımızı ve sizi öldürmeye karar
verdiğimizi, benimle Safvan'dan başka hiç kimse bilmiyordu" dedi.
Hz. Peygamber'in
öldürülmesi haberini bekleyen Kureyş, onu öldürmeye giden Umeyr'in müslüman
olduğu haberini aldı. Umeyr (ra) müslüman olduktan sonra hiç korkmadan yiğitçe,
kahramanca, o zaman her yeri müslüman kanma susamış olan Mekke'ye geldi.
Mekkeliler'in İslâm taraftarlarına ne kadar düşmanlıkları varsa, Umeyr de aynı
şiddetle İslâm düşmanlarına düşmandı. Mekke'ye döndükten sonra İslâm'ı yayma
çalışmalarına başladı. Büyük bir topluluğu îslâm nuruyla aydınlattı.[40] [41]
Bu savaşın diğerlerine
olan üstünlüklerinden biri de, bizzat Allâhu Teâlâ'nın kendi mübarek kitabında
bunu genişçe anlatması ve özel bir sûreyi -Enfâl- onun hakkında indirmesidir.
Bu sûrede Bedr'in önemi, özellikleri ve nimetleri geniş geniş anlatılmış ve
Bedir'le ilgili bazı meseleler açıklanmıştır. Olayın gerçek yüzünü ve Bedir
savaşının mahiyetini öğrenmek için gökkubbenin altında Kur'ân-ı Ke-rîm'den daha
sağlam bir kaynak yoktur:
"Mü'minler Allah
anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda
imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. Onlar,
namazı dosdoğru kılar ve kendilerine nzık olarak verdiklerimizden -Allah
yolunda- harcarlar. İşte gerçek mü'minler onlardır. Rableri katında onlar için
nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.
—Onların bu hali,—
mü'minlerden bir grup kesinlikle istemediği halde, Rabbi-nin seni evinden, hak
uğruna çıkardığı -zamanki halleri- gibidir. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki
göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi -cihâd hususunda- seninle
tartışıyorlardı. Hani Allah size, ikisinden -kervan veya Kureyş ordusu- birinin
sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olan -kervanın- sizin olmasını
istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü
kesmek istiyordu. -Bunlar,- günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve
batılı ortadan kaldırmak içindi. Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O
da, 'Ben peş peşe gelen bin melek melek ile size yardım edeceğim' buyurarak
duanızı kabul buyurdu. Allah bunu, sadece müjde olsun ve kalbiniz yatışsın diye
yapmıştı. -Yoksa- Allah'ın katından başkasında yardım yoktur. Hiç şüphesiz
Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Hani kendisinden bir
güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanm
pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat
ettirmek için gökten bir su indiriyordu. Rabbin meleklere: "Şüphesiz Ben
sizinleyim, haydi iman edenlere destek olun, Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun
boyunlarına. Vurun onların bütün parmaklarına!" diye vahyediyordu.
Bu, onların Allah'a ve
Resûlü'ne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse
bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır, işte bu yenilgi size Allah'ın azabı.
Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azabı vardır. Ey iman
edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönmeyin.
Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma
durumu dışında, kim öyle bir günde onlara sırtını çevirirse, muhakkak ki o, Allah'ın
gazabını haketmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne
kötü yerdir. Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman
da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla
sınamak için -yaptı-. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Böyledir. Şüphesiz
Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.
-Ey kâfirler!- Eğer
fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! Ve eğer -inkârdan- vazgeçerseniz bu
sizin için daha iyidir. Yine dönerseniz, biz de -O'na- yardıma döneriz.
Topluluğunuz çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah
mü'min-lerle beraberdir." (Enfâl, 8/2-19)
"Eğer Allah'a ve
hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün
kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız
herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resûlü'ne, O'nun ehl-i beytine,
yetimlere, yoksullara ve -harçlıksız kalmış- yolcuya aittir. Allah her şeye
hakkıyla kadirdir.
Hatırlayın ki, —Bedir
savaşında— siz vadinin yakın kenarında —Medine tarafında— idiniz, onlar da
uzak kenarında -Mekke tarafında- idiler. Kervan da sizden daha aşağıda —deniz
sahilinde^ idi. Eğer —savaş için— sözleşmiş olsaydınız, söz-leştiğiniz vakit
-üzerinde- ihtilafa düşerdiniz. Ama Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi,
helak olanın açık bir delille -gözüyle gördükten sonra- helak olması; yaşayanın
da açık bir delille yaşaması için -böyle yaptı-. Çünkü Allah hakkıyla
işitendir, bilendir. Hatırla ki Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer
onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkjrtaa münakaşaya
girişecektiniz. Ama Allah -sizi bundan- kurtardı. Çünkü O, kalblerin özünü
bilir. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için —savaş alanında—
karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döner.
Ey iman edenler!
Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anm
ki başarıya erişesiniz. Allah ve Resûlü'ne itaat edin, bir]?irinizle çekişmeyin.
Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah
sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve -insanları-
Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkaran -kâfirler- gibi olmayın.
Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Enfâl, 8/41-47)
Yeryüzünde ağır
basıncaya kadar, hiç bir peygambere, esirleri bulunması yaraşmaz. Siz geçici
dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah -sizin için- ahireti istiyor. Allah
güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm
olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu.
Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan kokun.
Şüphesiz ki, Allah bağışlayan, merhamet edendir. (Enfâl, 8/67-69)
Ey Peygamber!
Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse,
sizden alman -fidyeden- daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Allah
bağışlayandır, esirgeyendir. Eğer sana ihanet etmek isterlerse -üzülme, çünkü
onlar- daha önce Allah'a da ihanet etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân
ve kudret vermişti. Allah -hainlik edenleri- bilendir, hikmet sahibidir."
(Enfâl, 8/70-71) [42]
Olayları böyle düz bir
şekilde anlattıktan sonra, şimdi konuyu derinden inceleyerek araştırmacı bir
gözle olayın sonuçlarına bakmaya sıra gelmiştir. Olayları, başlangıcı ve
sonucu itibarıyla gerçekçi bir bakışla inceleyerek, Bedir savaşının amacının,
tarihçilerin anlattığı gibi ticaret kervanını yağmalamak mı, yoksa Kureyş saldırısına
karşı kendilerini savunmak mı? olduğunu gözler önüne sermemiz gerekir.
Tarih ile mahkemelerin
ve adalet mekanizmasının arasındaki farkı çok iyi bilmekteyiz. Tarihin,
olayları anlatış ve yazış biçiminin, sulh veya ceza kararlarını yazmaktan
tamamen farklı birşey olduğunu da bilmekteyiz. Yerimizin olayları yazmak,
vakaları kaleme almak olup, hüküm ve kararlan yazmak olmadığını da kabul
ediyoruz. Ama mesele öyle bir noktaya gelmiştir ki tarihî bir olay, adalet
mahkemesinde karara bağlanması gereken bir olay halini almıştır. O yüzden,
tarihçi koltuğumuzdan kalkarak mahkeme kararını yazacak olan kalemi ele almamız
gerekti. Bu kararda, tarihçilerin ve siyer yazarlarının rakiplerimiz konumunda
olmalarından kesinlikle çekinmiyoruz. Sonuçta hakkın tek başına bütün dünyaya
galip geleceğini herkes görecektir. Sözün akışı içinde olayı iyice gözönüne
serebilmek için ilk önce araştırmalarımıza göre olayın asıl şekli neydi, ana
mahiyeti neydi? sorularını ortaya koymamız gereklidir.
Gerçek şudur ki
Hadramf nin öldürülmesi bütün Mekkeliler'i intikam duygusu ve kinle doldurmuş,
herkesin içinde öç ateşini alevlendirmişti. Daha önce de bir takım küçük
çatışmalar yaşandığı için hasımlar daima birbirinden sakınarak, korkarak
günlerini geçirirler. Genel ilke olarak, böyle durumlarda yalan-yanlış haberler
kendiliğinden ağızdan ağıza yayılarak dağılır gider. İşte böyle bir ortamda Ebu
Süfyân ticaret kervanı ile Şam'a gitmişti. Henüz Şam'da bulunduğu sırada
müslü-manların kervana saldırmak istediği haberi orada yayılmıştı. Ebu Süfyân
bunu Ku-reyş'e haber vermek için Suriye'den Mekke'ye bir adam gönderdi. Bunu
duyan Kureyş savaş
hazırlığına başladı. Medine'de ise Kureyş'in büyük bir kalabalık halinde
Medine'ye saldırmak üzere yola çıktıkları haberi yayıldı. Hz. Peygamber
sal-lallahu aleyhi vesellem'in niyeti Medine'de kalıp kendilerini ve şehri
savunmaktı. Ama olaylar gelişip Bedir savaşının çıkmasına sebep oldu.
Bu konuda sağlıklı bir
karara varmak ve Bedir hakkındaki ihtilafları gidermek için bu savaşla ilgili
her iki tarafça kabul edilen olayları bir araya getirmemiz gerekmektedir.
Konuyla ilgili incelememizin esasları ise şunlar olacaktır.
1. Eğer bir
olay, Kur'ân-ı Kerîm'de açık bir şekilde bildirilmişse ona aykırı başka bir
rivayete önem verilemez.
2. Hadis
kitaplarında zikredilen hadislerin, doğruluk ve sıhhat açısından aralarındaki
derece farkı gözönünde bulundurulmalıdır.
Şu kadarı herkes
tarafından kabul edilmektedir ki: Kureyş'in büyük bir hazırlık yaparak
kalabalık bir savaşçı topluluğuyla Mekke'den çıktığını Hz. Peygamber haber
alınca, ashabını toplayarak duygu ve düşüncelerini öğrenmek istemişti.
Muhacirler büyük bir heyecanla savaşa hazır olduklarını belirttiler. Ama Hz.
Peygamber ensârın ne düşündüğünü öğrenmek istiyordu. Bunu gören Sa'd veya
en-sârdan başka zât ayağa kalkıp: "Ey Allah Resulü, sözleriniz bize mi?
Bizler, Musa'ya (as): 'Sen Rabbinle git savaş, biz burada oturup bekleyeceğiz'
diyen insanlar değiliz. Allah'a yemin olsun ki eğer sen emredersen kendimizi
ateşe ve denize dahi atarız" dedi.
Şu da herkesçe kabul
edilmektedir ki, sahabe arasında savaşa katılmakta tereddüt edip isteksiz
duran insanlar da vardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça şöyle buyrulmaktadır:
"Şüphesiz
mü'minlerden bir grup kesinlikle isteksizdi." (Enfâl, 8/5)
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in özellikle ensârm ne düşündüğünü, savaşa razı olup
olmadıklarını soruşturmasının sebebini, siyerciler ve hadis bilginleri şöyle
açıklamaktadırlar: Ensâr, Mekke'de son Akabe biâtında Peyganv berimize söz
verdiklerinde sadece: "Herhangi bir düşman doğrudan Medine'ye saldıracak
olursa ensâr onlara karşı koyacaktır" vaadinde bulunmuşlar, Medine'den
çıkarak savaşacaklarını belirten bir ifade kullanmamışlardı. Konunun açıklık
kazanması için bu olayların hemen ardından istişare hadisesinin nerede ve nasıl
cereyan ettiğini belirtmek gerekmektedir. Siyerciler şöyle yazmaktadır: Hz.
Peygamber Medine'den çıktığında sadece ticaret kervanına saldırmayı hedef
almıştı. Bir kaç konak gittikten sonra Kureyş'in büyük bir ordu toplayıp
geldiğini öğrendi. Bunun üzerine muhacir ve ensân toplayarak onların görüş ve
kanaatini öğrenmek istedi. Daha sonraki olayların ortaya çıkışı ve olayların
akışının değişmesi burada başladı.
Ama siyer
kitaplarından, tarih ve diğer bütün kaynaklardan daha üstün olan bir başka şey
daha vardır. O da hepimizin önünde başımızı eğdiğimiz Kur'ân'dır. Bakın orada
ne buyrulmaktadır:
"Bazı kimselerin
ganimetlerin taksiminden hoşlanmayışı, Rabbin seni hak uğrunda savaş için
evinden çıkardığı hale benzer. Çünkü mü'minlerden bir grup savaşa gitmek
istemiyordu. Her şey açıkça ortaya çıktıktan sonra bile, sanki kendileri göz
göre göre, ölüme sürükleniyorlarmış ve ölümü gözleri ile görüyorlarmış gibi,
seninle -cihâd hususunda- tartışıp duruyorlardı. Hani Allah, iki topluluktan birinin
muhakkak sizin olacağını size vadetmişti. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olmasını
istemiştiniz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve küfre sapanların
kökünü kesmek istiyordu." (Enfâl, 8/5-7)
1. Arapça
dil yapısı bakımından (ve inne) ifadesindeki (vav=ve) hal (durum) bildirir.
Buradaki anlamına gelince, müslümanlardan bir grubun, Medine'den çıkıp da
ilerledikten sonra kendilerinde isteksizlik meydana geldiğini değil henüz
Medine'den çıktıkları sırada isteksizce çıktıklarını bildirir. Çünkü hal
bildiren (vav) harfine göre evden çıkışın ve o grubun isteksizliğinin zamanı
aynı olmalıdır.
2. Yukarıda
geçen âyette açıkça belirtildiği gibi; bu olayın biri ticaret kervanı, diğeri
de Kureyş ordusu olmak üzere iki tercihle karşı karşıya gelinen bir ana ait
olay olduğudur. Siyer uzmanları, Kur'ân-ı Kerîm âyetinde bildirilen olayın, Hz.
Peygamber'in Bedir'e yaklaştığı sırada ortaya çıkan olay olduğunu ileri sürmektedirler.
Halbuki Bedir'e yaklaştıktan sonra ticaret kervanı hiç bir şey olmadan güvenle
geçip gitmiş ve karşıda sadece Kureyş ordusu kalmıştı. O zaman nasıl olur da
"ikisinden birini vadetmesi" doğru olabilir. Bu bakımdan Kur'ân-ı
Ke-rîm'in ifadesine göre bu olayın, iki tercih ihtimalinin bulunduğu bir
zamanda ortaya çıkması gerektiği açıktır. Bu zaman da sadece, Hz. Peygamber
daha Medine'de iken her iki taraftan da haber geldiği, yani bir taraftan Ebu
Süfyân'm ticaret kervanını alarak Suriye tarafından hareket ettiği ve öte
taraftan Kureyş'in savaşmak üzere Mekke'den harekete geçtiği haberlerinin
Medine'ye ulaştığı zaman olabilir.
3. En fazla
gözönününde bulundurulacak mesele şudur: Kur'ân-ı Kerîm'in yukarıda geçen
âyet-i kerimesinde Allah Teâlâ kâfirlerin iki grubundan bahsetmektedir. Biri
ticaret kafilesi, diğeri de Mekke'den savaşmak üzere haşmetle gelmekte olan
Kureyş kâfirleridir. Ayette açıkça belirtilmektedir ki; müslümanlardan bir topluluk
ticaret kervanına saldırmayı istiyordu. Allah Teâlâ bu kişilerden razı olmadığını
açıklayarak şunu bildirdi:
"Siz de, silahı
bulunmayan kervanın size ait olmasını istiyordunuz. Halbuki Allah, âyetleri ile
hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin kökünü kazımayı istiyordu." (Enfâl, 8/7)
Bir tarafta ticaret
kervanına hücum etmek isteyen insanlar, diğer tarafta hakkın hakim olmasını ve
kâfirlerin kökünün kazınmasını isteyen Allah Teâlâ vardı. Şimdi soru şudur:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu iki tercihten hangisinin
tarafındaydı?" Rivayetlerin geneline göre bu soruya ne cevap verilebilir?
Hz. Peygamber Allah Teâlâ'nm dileğinin tarafında olacağına göre, bunun aksini
düşünmekten tüylerimiz ürpermektedir.
4. Bu olayın ne tür bir olay olduğu üzerinde
biraz duralım. Olay şudur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine-i
Münevvere'den şu hazırlıklar ve malzemelerle çıkmaktadır: 300'den biraz fazla
savaşçı, muhacir ve ensârla beraberdir. Aralannda Hayber fatihi Hz. Ali ve
Şehidler serdarı Hz. Hamza da bulunmaktadır. Bunlardan her biri tek başına bir
ordu gibidir. Bununla birlikte Kur'ân-ı Ke-rîm'de açıkça anlatıldığı üzere,
korkudan dolayı bazı sahabîlerin kalbine sıkıntı basmakta ve sanki biri onları
ölüme götürüyormuş gibi gelmektedir:
"Şüphesiz
mü'minlerden bir grup kesinlikle isteksizdirler. Hak açıkça ortaya çıktıktan
sonra bile onlar seninle hak üzerinde mücadele ederler. Sanki ölüme
gö-türülüyormuş gibidirler." (Enfâl, 8/5-6)
Medine'den çıkarken
eğer ticaret kervanına saldırmaya niyet edilmiş olsaydı, o zaman
müslümanlardaki bu korku, bu tereddüt, bu huzursuzluk nedendi? Siyer ehline
göre; bundan önce de Kureyş kervanlarına saldırmak için birçok küçük çaplı
askeri birlikler (=seriyye) gönderilmişti. Bunlarda hiç bir müslümanm kılına
bile zarar gelmemişti. Bu defa 300 seçkin ve güçlü askerden oluşan bir ordu
olmasına rağmen insanlar korkudan titremektedirler. Öyleyse bu olay, İslâm
ordusu henüz Medine'de iken Kureyş'in, Mekke'den kalabalık büyük bir orduyla
Medine'ye saldırmak üzere harekete geçtiklerini haber aldıklarına kesin
delildir.
5. Kur'ân-ı
Kerîm'de. Bedir savaşıyla ilgili inmiş olan bir başka âyet daha vardır ve bu
âyet indiği sırada Hz. Peygamber kesinlikle Medine'dedir. Nitekim Sa-hîh-i
Buhârfnin, Nisa sûresini tefsir ettiği bölümde bu âyet zikredilmiştir:
"Mü'minlerden
-özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda
dhâd edenler bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihâd edenleri derece
bakınundan oturanlardan üstün kılmıştır." (Nisa, 4/95)
Sahîh-i Buhârfde bu âyet
hakkında îbn Abbas'm görüşü nakledilmekte ve onun: "Bedir savaşına
katılanlarla katılmayan kimseler aynı ve eşit olamazlar" dediği
zikredilmektedir. Sahîh-i Buhârî'de bildirildiğine göre; âyet ilk nazil olduğunda
"özürlüler dışında" bölümü yoktu. Ayeti duyan ve gözleri görmeyen
Abdullah b. Mektûm (ra) Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve kendisinin âmâ
olduğu için sefere katılamadığını söyledi. Bunun üzerine "özürlüler
dışında" kısmı nazil oldu. Bu da açıkça göstermektedir ki, daha Medine'de
iken amaç, ticaret kervanına saldırmak değildi. Aksine savaşmaya ve can
vermeye gidilmekteydi.
6. Mekke'den
savaşmak üzere Bedir'e gelen Kureyş kâfirleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle
buyrulmaktadır:
"Çalım satmak,
insanlara gösteriş yapmak ve -insanları- Allah yolundan alıkoymak için
yurtlarından çıkan -Mekkeliler- gibi olmayın/' (Enfâl, 8/47)
Eğer Kureyş sadece
ticaret kervanını kurtarmak için çıkmış olsaydı, Allah Te-âlâ onlar hakkında
neden çalım satmak ve insanlara gösteriş için "Allah yolundan insanları
engellemek üzere çıktılar" buyursun? Bu çıkıştaki caka satma isteği ve insanlara
gösteriş neydi ve insanlan Allah yolundan alıkoymak neydi? Aslında onlar
Medine'ye saldırmak üzere çıkmışlardı. Amaçlan da güçlerini, kuvvetlerini ve
ihtişamlarını her tarafa göstermek, islâm'ın gelişmesini önlemek olduğu için
Allah Teâlâ bunu: "Gurur, gösteriş ve Allah yolundan alıkoymadır"
olarak vazetmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'den
sonra ikinci derecede bilgi kaynağımız Hz. Peygamber'in hadisleridir. Çeşitli
hadis kitaplarında Bedir savaşı geniş ve özlü olarak anlatılmıştır. Ka'b b.
Mâlik'in naklettiği hadisten başka hiç bir hadiste Hz. Peygamber'in Bedir'e
Kureyş ticaret kervanını yağmalamak için gittiğini belirten bir ifade gözümüze
ilişmedi. Ka'b'm (ra) naklettiği hadis şudur:
"Hz. Peygamber'i
bırakarak Tebük gazvesi dışmda hiç bir savaşa katılmamaz-lık etmedim. Bedir
savaşına da katılmamıştım. Bu yüzden hiç kimse bir tekdire maruz kalmadı. Çünkü
Hz. Peygamber Kureyş kervanı için çıkmıştı ki Allah iki orduyu ansızın karşı
karşıya getirdi."
Buna karşılık Sahîh-i
Buharı ve Müslim'de Enes'in naklettiği şu hadis mevcuttur:
"Hz. Peygamber,
Ebu Süfyân'ın gelmekte olduğunu haber alınca ashabıyla görüşme talebinde
bulundu. Hz. Ebu Bekir konuştu ama Allah Resulü ilgi göstermedi. Sonra Hz.
Ömer konuştu, Hz. Peygamber ona da ilgi göstermedi. Sonra Sa'd b. Ubâde ayağa
kalktı ve: 'Ey Allah Resulü! Konuşmanızın muhatabı biz ensâr mıyız? Allah'a
yemin olsun ki eğer denize bineklerimizi sürmemizi emretseniz hemen süreriz ve
eğer Berke'l-Gammâd'a kadar gitmemizi emretseniz bunu hemen yaparız' dedi. Bu
konuşma üzerine Hz. Peygamber bineğine bindi ve Bedir'de konaklayın-caya değin
insanlar da peşinden gittiler..."
"Ve önce Kureyş'in
öncü bfrliği geldi. Bunlar arasında Haccâc oğullarının zenci bir kölesi vardı.
Müslümanlar* onu esir aldılar ve ondan Ebu Süfyân'ın durumunu öğrenmeye
çalıştılar. O, Ebu Süfyân'dan haberi olmadığını fakat Ebu Cehil'in, Ut-be'nin,
Şeybe'nin, Ümeyye b. Halefin gelmekte olduğunu söyledi. Köle bunları söyledikten
sonra insanlar onu dövdüler. Bunun üzerine o: 'Size Ebu Süfyân'dan da haber
vereyim' dedi. Bunun üzerine onu bıraktılar ve 'Haydi Ebu Süfyân'ın durumunu
anlat- dedikleri zaman köle: 'Ebu Süfyân'dan hiç haberim yok, ama Ebu Cehil,
Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef ve Kureyş'in ileri gelenleri bu tarafa
gelmekteler' dedi. Böyle söyleyince: 'Neden Ebu Süfyân'dan haber vermiyorsun
diye onu dövmeye başladılar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namazdaydı. Selam verdikten sonra bunu
görünce: 'Canım yedi kudretinde olan Allah'a andolsun ki, doğru söylediği
halde onu dövüyor, yalan söyleyince de bırakıyorsunuz' buyurdu."[43]
Yukarıdaki hadis'in
birinci bölümünden Ebu Cehil'in gelmekte olduğu haber alınınca, hemen o anda
Hz. Peygamberdin muhacirlerle ensân toplayıp görüştüğü ve ensârdan yardımcı
olmalarını istediği anlaşılmaktadır.. Müslümanların daha Medine'de iken Ebu
Cehil'in gelişini öğrendikleri ittifakla sabittir. O yüzden Hz. Peygamber'in
daha Medine'de iken ensârdan, bu savaşa katılmalarını istediği de kesinlikle
sabittir. Yoksa siyer kitaplarında anlatıldığı gibi, Medine'den çıktıktan sonra
danışma toplantısı yapılmış olsaydı, ensâr oraya niçin gelmiş olacaktı.
Hadis'in aynı
bölümünde Hz. Peygamber'in danışma toplantısında insanları savaşa katılmaya
davet ettiği anlatılmıştır. Halbuki siyercilerin anlattıklarına göre olması
gereken şudur: Ensâr, Akabe biâtındaki sözlerinin ve önceki hareket tarzlarının
aksine savaşa katılmak için çıkmış olmalıdırlar. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem onların kanaat ve görüşlerini sormuş olmalı ve katılmaya razı
etmiş olmalıdır. Herkes bunun akılsızca bir hareket olacağını anlayabilir.
Hadis'in ikinci
bölümünde açıklıkla görülmektedir ki, her ne kadar insanlar bilmiyorsa da Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem vahiy yoluyla veya herhangi bir başka
yolla ticaret kervanıyla değil de aksine savaşmak için gelen orduyla
karşılaşıp savaşacağını önceden biliyordu.
Bu hadiste bir düğümü
daha çözmemiz gerekmektedir. Eğer daha Medine'de iken, sadece Ebu Süfyân'ın
gelmekte olduğunu haber almış olsaydı da Kureyş'in saldıracağından haberi
olmasaydı, bu durumda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem neden bu kadar
ısrarla ve gerekli savaş malzemesi ile yola çıkılmasına önem versindi? O yüzden
"Ebu Süfyân'ın gelmekte olduğu haber alınınca" yerine, savaş
hazırlığının ana sebebi olan "Mekke müşriklerinin gelmesi haber
alınınca" ifâdesi konmalıdır. Nitekim aynı olayı bu ifade ile İmam Ahmed
b. Hanbel Müs-nafinde[44], tbn
Ebî Şeybe Musannefinde[45], tbn
Cerir Tarih' inde[46] ve Beyhakî
De-lâil'inde rivayet etmişler ve rivayete sahih demişlerdi. Aynca bu rivayetin
râvisi Bedir savaşının kahramanı Allah'ın arslanı Ali b. Ebu TâUb'dir.
"Hz. Ali şöyle buyurmuştur:
"Medine'ye
geldiğimizde zevkimize uygun olmayan meyveler elimize geçti. Bu meyvelerden
yiyince hastalandık. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem devamlı Bedir'i
soruyordu. Müşriklerin gelmekte olduğu haberi ulaşınca Hz. Peygamber Bedir'e
gitti. Bedir bir kuyunun adıdır. Oraya müşriklerden önce ulaştık." Daha
sonra Bedir'in bütün olayları ve ayrıntıları anlatılmıştır.
Hz. Ali'nin
rivayetinden açıkça anlaşılıyor ki: Mekke müşriklerinin müslüman-lara saldırmak
üzere hareket ettiklerini haber aldıktan sonra, Hz. Peygamber Medine'den
çıkmış ve Bedir'e giderek mevzilenmişti. Bu hadisin hiç bir yerinde Ebu
Süfyân'ın ticaret kervanının adı dahi geçmemektedir. Bu kesin ifadelerden sonra
her ne kadar başka bir delil göstermeye gerek kalmıyorsa da kalplerin tatmin olması
kabilinden aşağıdaki olayları gözönünde bulundurmak gerekir:
1. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem daha
önce Kureyş kervanlarına saldırmak için ne kadar seriyye göndermişse ve bunlar
içinde 20-30 kişiden tutun da 100'er 200'er kişilik insanlar bulunmasına
rağmen, hiçbirinde ensârdan bir tek kişi dahi göndermemiştir. Siyerciler bu
özel durumu açıkça yazmışlar ve ensâr, Hz. Peygamber'e Mekke'de biat ettikleri
sırada, Medine'nin dışına çıkarak da Hz. Peygamberi koruyacaklarını
belirtmedikleri için bu açıklamayı gerekli görmüşlerdir. Bu bakımdan eğer bu
sefer de Medine'den çıkarlarken amaç sadece ticaret kervanına saldırmak
olsaydı ensâr birlikte olmazdı. Oysa bu olayda ensârm sayısı muhacirlerin
sayısından daha fazlaydı. Yani bütün ordu 305 kişiydi, bunların sadece 74'ü
muhacir, kalanların hepsi de ensârdandı.
Bu durum, Hz.
Peygamberin sallallahu aleyhi vesellem, Medine'den çıkmadan önce Kureyş'in
Medine'ye saldırmak üzere gelmekte olduğunu öğrenişinin kesin delilidir. İşte
bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber yaptığı toplantıda ensâra hitaben konuşmuştu.
Çünkü biat anlaşmasına göre artık ensâra danışma zamanı gelmişti.
2. Mekke'den
ticaret için Suriye'ye giden kervan her zaman Medine yakınından geçip giderdi.
Medine'den Mekke'ye kadar yol boyunca ne kadar kabile varsa genellikle
Kureyş'in etkisi altındaydı. Bunun aksine, Medine'den Suriye sınırlarına kadar
uzanan bölgede ise Kureyş'in etkisi yoktu. Bu yüzden eğer ticaret kervanına
saldırmak hedef olsaydı, Suriye tarafına gidilmesi gerekirdi. Kervan'a
saldırılma ihtimalini söylemek tamamen akla aykırıdır. Çünkü ticaret kervanı Suriye'den
gelmektedir. Kervanın durumunu haber alan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, kervana saldırmak isteseydi Suriye tarafına gitmesi gerekirdi.
Halbuki tam tersine Mekke tarafına gitmiştir. Hedef kervan olsaydı niçin Mekke
tarafına gitsindi? Hem de beş durak Mekke yönüne doğru yol aldıktan sonra kervanın
kurtulup, geçip gittiği haberi gelmekte ve daha sonra Kureyş'le savaş ortaya
çıkmaktadır.
3. Olaylar
şöyle sıralanmaktadır:
a. Kureyş,
Abdullah b. Übeyy'e mektup yazarak:"Muhammed'i ve arkadaşlarını
Medine'den çıkar, yoksa biz Medine'ye gelerek sizi mahvederiz!" diyor.
-Sünen-i Ebu Davud'a atıfla yukarıda geçtiği gibi
b. Ebu
Cehil, Sa'd b. Mu'âz'a:"Siz bizim suçlularımızı himaye edip, şehrinizde
barındırdınız. Eğer Ümeyye'nin seni koruma garantisi olmasaydı, seni öldürürdüm"
demiştir.
c. Kürz b.
Câbir, Hicretin II. yılının Cemâziye's-sânî ayında Medine otlağına saldırmış ve
Hz. Peygamberin develerini yağmalayıp götürmüştür.
d. Bundan
hemen sonra Hicretin II. yılının Receb ayında Hz. Peygamber, Abdullah b.
Cahş'ı haber toplaması için casus olarak göndermiş ve Kureyş'in ne yaptığını
ve ne düşündüğünü öğrenip gelmesini istemiştir.
e. Abdullah
b. Cahş, -Hz. Peygamberin arzusuna aykırı olarak- Kureyş'in küçük bir
kervanını yağmalamış ve bir adamını öldürüp, ikisini esir etmiştir.
Kureyş'in Mekke'de
bazı müslümanlara yaptıklarını gözönünde bulundurun. Sonra da bunların intikam
duygusunun hiçbir şekilde eksilmediğini düşünün ve onların, Abdullah b.
Übeyy'e; "Biz Medine'ye gelerek hem sizi, hem de Muham-med'i
yokedeceğiz." diye yazdıklarını, arkasından Kürz Fehrrnin Medine'ye baskın
yaparak Medineliler'in mallarını yağmaladığını da unutmayın.
Bütün bunlar olurken
kalkıp ne deniyor: "Abdullah b. Cahş'm, Kureyş kervanını yağmalamasından
ve hatırı sayılır iki ailenin üyelerini esir almasından dolayı Kureyşliler'in
öfke ve hiddetleri daha da artmıştı. Bütün bu olanlara rağmen Kureyş
sabretmekte ve hiç bir şekilde intikam alma düşüncesi taşımamaktadır. Ama Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların bütün varlıklarının ve servetlerinin
bulunduğu kervanı yağmalamak için çıkmaktadır. O zaman onlar da mecbur kalarak
kervanı savunmak için sefere çıkmak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen Bedir'e
yaklaştıktan sonra kervanın kurtulup geçip gittiğini öğrendiklerinde en büyük
liderleri ve ordunun komutanı olan Utbe: 'Artık savaşmaya gerek yok, geri dönebiliriz'
demektedir."
Olayların bu şekilde
gösterilmesi, Kureyş'in kin ve düşmanlık duygusuna, Hz. Peygamber'in şânma
uygun düşer mi?
4. Genellikle
siyer yazarları: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medi-ne-i
Münevvere'de sahabeyi ticaret kervanına saldırmaya teşvik ettiğinde insanlar
buna ilgi göstermediler. Çünkü insanlar bunun bir cihâd ve savaş olmadığını, aksine
sadece ganimet malı elde etmek olduğunu sandıklarından paraya ve mala ihtiyacı
olanlar gittiler" diye yazmaktadırlar. Ama görüyoruz ki ensâr içinde ne kadar
önde gelen ve lider varsa hepsi de sefere çıkmıştır. Paraya, mala, mülke ihtiyacı
olan biri varsa o da muhacirlerdi. Ama savaşa katılanlar arasında ensârm sayısı
muhacirlerden iki kat daha fazlaydı.
Hz. Peygamber,
insanların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini öğrenmek istediğinde cevap
olarak canını feda edercesine yiğitçe söz söyleyenler, muhacirlerden Hz. Ebu Bekir,
Ömer ve Mikdâd (ra), ensâr'dan da Sa'd b. Ubâde idi.[47] Sa'd
b. Ubâde Bedir savaşına katılmamış ve Medine'den dışan çıkmamıştı. Bu bakımdan
şunu kesinlikle kabul etmemiz gerekecektir ki, Sa'd (ra) bu cevabı Medine'de
vermişti ve Kureyş'in saldıracağı Medine'de öğrenilmişti, işte bu yüzden
Ensâr'ın ne düşündüğünü anlama ihtiyacı daha Medine'de iken doğmuştu.
5. Siyer
yazarlarının, hatta hadîs kitaplarının naklettiklerine göre, Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem insanları Bedir savaşma katılmaya teşvik ettiğinde
bazıları yanaşmadı ve tereddüt gösterdi. Sebebi; bunun cihâd veya gazve
olmayıp, sadece mal taşıyan kervanın yağmalanması olduğunu sanmalarıydı. Bu
yüzden buraya katılmanın herkesin isteğine bağlı olduğunu, "isteyen gider,
isteyen gitmez" şeklinde biliyorlardı. Taberfde şöyle yazmaktadır:
"Anlatıldığına
göre: Hz. Peygamber, Ebu Süfyân'ın Suriye'den hareket ettiğini işitince
müslümanlan çağırarak ve: 'Kervan, Kureyşin mallarını yüklenmiş olarak geliyor.
Haydi yürüyün, belki Allah bundan size bir ganimet nasib eder' dedi. insanlar
buna razı oldular. Ama bazıları yanaşmadı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bir
savaşla karşılaşmayacağını sanıyorlardı."[48]
Bu anlatılanlar
Kur'ân-ı Kerîm'in açık âyetlerine aykırıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça
bildirilen şudur; Medine'den çıkarken tereddüt içinde olan insanlar gereksiz
yere gittiklerinden dolayı değil tam aksine; bu gidişin doğrudan ölüme gidiş olduğunu
düşünenlerdi. Ayet şöyle buyuruyor:
"Doğrusu
mü'minlerden bir topluluk isteksizdi. Her şey açıkça ortaya çıktığı halde sanki
kendileri göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle hak konusunda
tartışıp duruyorlardı." (Enfâl, 8/5-6)
6. Bütün
siyer ve hadis kitaplarında açık olarak bildirildiğine göre; Medine-i
Münvvere'den bir mil mesafeye kadar gittikten sonra -Bi'r-ü Ebu Uyeyne'ye vardıklarında-
Hz. Peygamber, ordusunu kontrol etti ve yaşlan onbeşden küçük oldukları için
Abdullah b. Ömer ile diğer gençleri geri gönderdi. Eğer sadece Ker-van'ın
yağmalanması amaçlanmış olsaydı, bu iş yeni yetme gençlerle de rahatlıkla
yapılabilirdi. Ama gerçekte ilâhî bir görev olan cihâd amaçlandığı ve cihâdda
da ergenlik çağma ulaşma şart olduğundan henüz bununla mükellef olmayan, bulûğ
çağına ermemiş çocuklar geri gönderildi.
7. Hafız îbn
Abdilberr el-îstîâb[49]isimli
eserinde şunu nakletmiştir: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
insanları Kureyş kervanına saldırmaya teşvik ettiğinde ensârdan Hayseme, kendi
oğlu Sa'd'e: 'Bırak ben gideyim, sen de burada kadınları koru' dedi. Sa'd ise:
Tîfendim başka bir zaman olsaydı mutlaka sizi kendime tercih ederdim. Ama bu
sefer şehidlik derecesini elde etmek istiyorum. Bunu nasıl terkedebilirim?'
dedi. Nitekim kura çekildi ve Sa'd'a çıktı. Sa'd, savaşa katılarak şehid oldu.
Sa'd'ın ifadesinden de
açıkça anlaşılıyor ki amaç kervanı yağmalamak değil, ci-hâddı ve insanlar şehid
olma nimetini elde etme arzusundaydılar. [50]
Herhangi bir kabileden
bir adamın, herhangi bir yolla biri tarafından öldürülmesi durumunda şiddetli
bir savaşın ve kan davasının ortaya çıkması Arapların ırkî özelliği idi. Her
iki taraftan insanlar kalabalıklar halinde toplanarak çatışır, nehirler dolusu
kan akardı. Bu çatışmalar uzun yıllar devam eder, kabileler birbirini keser, tüketir,
yine de bu zincirleme savaş son bulmazdı. Araplar okuma-yazma bilmediklerinden,
öldürülen kişinin adı bir kâğıda yazdırırılır, sülâlede miras gibi nesilden
ne-sile intikal eder gelir, büyüdükleri zaman intikamını alsınlar diye
çocuklara bu isim ezberletilirdi. Kırkar yıl süren ve binlerce, yüzbinlerce
canın telef edildiği, kıyamet koparan Dâhis ve Besûs savaşları bu türdendi.
Arapça'da bu intikam almaya (=se'r) denir ve İslâm öncesi Arapların milli
tarihinin en önemli kelimelerinden biridir.
Yukarıdan beri
anlattığımız gibi Abdullah b. Cahş'ın sebep olduğu olayda Amr b. Hadramî
öldürülmüştü. Hadramî Kureyş'in lideri olan Utbe b. Rebîa'nın müttefikiydi.
Bedir savaşı ve diğer bütün gazveler dizisi işte onun intikamını almak için
çıkarılmıştı. Urve b. Zübeyr —Hz. Aişe'nin yeğeni—, bunu açık bir şekilde şöyle
anlatmıştır:
"Hz. Peygamber'le
müşrik Araplar arasında kopan Bedir savaşı ile diğer bütün savaşlann sebebi;
Urve b. Zübeyr'in de açıkça söylediği gibi, Urve b. Hadram^nin[51]öldürülmesidir.
Onu, Temîm kabilesinden Vâkıd b. Abdullah öldürmüştü."[52]
İncelediğimiz konuda
çoklarını yanıltan bir hata da; kâfirlerle yapılan ilk savaşın Bedir savaşı
olduğudur. Halbuki Bedir'den önce savaşlar başlamıştı. Urve b. Zü-beyr'in Bedir
savaşı hakkında Abdulmelik'e yazdığı mektubun baş tarafı şöyledir:
"Harb oğlu Ebu
Süfyân, hepsi Kureyş boylarından olan aşağı-yukan 70 binek-li insanla birlikte
Suriye tarafmdan geliyordu. Durum, Hz. Peygamber'e ve saha-be-i kirâm'a haber
verildi. Zaten iki grup arasında savaş önceden başlamıştı. O taraftan
içlerinde Ibn Hadramfnin de olduğu bir kaç kişi öldürülüp, bir kaçı da esir
alınmıştı... Ve bu olay Hz. Peygamber'le Kureyş arasında savaş çıkmasına sebep
olan ve iki taraf arasındaki düşmanlığı birbirine zarar verdirmeye vardıran ilk
olaydır. Bu olay —Hadramî vakası— Ebu Süfyân'ın
Suriye'ye hareketinden önce meydana gelmişti."[53]
Dikkat edilirse bu
ifâdede Ebu Süfyân'm henüz Suriye'ye doğru hareket bile etmediği sırada
sözkonusu hadisenin vuku bulduğu açıkça belirtilmektedir. Bedir savaşı ise Ebu
Süfyân'ın Şam'dan dönüşünden sonra yapılmıştır.
Bir olayın aslının ne
olduğunu araştırıp bulmak için en sağlam kaynak ve en doğru yol; bizzat savaşan
tarafların ifade ve belgelerinin toplanarak incelenmesidir. Bu tür belgeler
çok az ele geçebilir ama iyi bir talih eseri olarak burada bu tür belge ve
ifadeler vardır. Hakîm b. Hizam (ra) Hz. Hatice'nin yeğenidir. Bedir savaşına
katılmıştı ve o zamana kadar da müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber'den beş yaş
büyüktü. Her ne kadar, cahiliye döneminde de Hz. Peygamber'e çok muhabbeti
olup, Peygamberlikten sonra da muhabbeti devam etmişse de Mekke'nin fethine
kadar iman etmedi. Kureyş'in eşrafmdandı. Kabe'nin büyük bir hizmeti olan
rifâde (^hacıların doyurulması) onun yetkisindeydi.
Meseleleri görüşüp
karara bağlama yeri olan Dâru'n-Nedve'nin yöneticisi ve yer sahibi de oydu.[54]
Mervan b. Hakem'in halifeliği dönemine kadar yaşadı. Bir keresinde Hakîm b.
Hizam, Mervan'la görüşmeye gitmişti. Mervan onu saygıyla karşıladı. Toplantıda
oturduğu baş köşeden kalkarak yanma geldi oturdu ve: "Bedir hâdisesini
anlatır mısınız" dedi. Bunun üzerine, olayın başlangıcım anlatarak şöyle
dedi: "Bizim askerlerimiz harp meydanına indiklerinde Utbe'nin yanma gittim
ve ona şöyle dedim:
"Ey Ebu'l-Velîd!
Hayatın boyunca ancak kazanabileceğin bir şerefi bir günde bugün elde etmek
istemez misin?" Utbe:
"Nasıl?"
deyince şöyle dedim:
"Siz Kureyşliler,
Muhammed'den, Ibn Hadramî'nin kanmdan başka bir şey istemiyorsunuz, tbn
Hadramî senin müttefikin olduğuna göre onun kan bedelini öde de herkes dağılıp
gitsin".[55]
Utbe bu teklifi
beğenmişti. Ama Ebu Cehil kabul etmedi ve Hadramî'nin kardeşi Amir Hadramfyi
çağırarak: "Kanın bedeli karşıdadır. -Yani kardeşinin kanının intikamını
alacağm kimseler karşıda durmaktadırlar.- Ayağa kalk da millete Amir'i
hatırlatarak seslen" dedi. Nitekim Amir Arapların adetlerine uygun olarak
çırılçıplak soyundu ve: "Yazık oldu Amr'a, yazık oldu Amr'a!" diye
bağırmaya başladı.[56]
Savaşın daha başında, herkesten önce fırlayıp ortaya çıkan da işte bu Amir
Hadramî idi."
Hakîm b. Hizam ile
Amir Hadramî Bedir savaşına kadar müslüman olmamış, küfürde devam etmişlerdi.
Kureyş liderlerinden olan Utbe ve Ebu Cehil ise son nefeslerine kadar küfürde
devam ettiler. Bu durumdaki insanlar ve bu ölçüdeki kişiler, Bedir savaşını
Hadramî'nin intikamını alma nedeni kabul ettikleri ve böyle kabul etmeye de
devam ettikleri halde, yüzlerce yıl sonra başkalarının çıkıp ahkâm keserek:
"Bu savaşın sebebi, ticaret kervanını kurtarmaktı" demeleri, bizim
için önemli olmamalıdır. Buna aldırış etmememiz gerekir. Çünkü aralarında
dağlar kadar fark vardır. [57]
Her ne kadar bu mesele
kesin olarak anlaşılmış ve Bedir savaşının sebebinin ticaret kervanına
saldırmak olmadığı ortaya çıkmışsa da buradaki düğümü çözmemiz gereklidir. Bu
düğüm şudur: Böylesine açık ve net bir olay hakkında neden bütün siyer
uzmanları, Sahîh-i Buharı ile diğer hadis kitapları yanılmışlardır? Bedir'in
başlangıç sebebi ticaret kervanına saldırma düşüncesiydi şeklindeki bilgilere
açıklık getirmeliyiz.
Aslında savaş
kurallarına uygun olarak birçok savaşta nereye gidildiği ve ne amaçla gidildiği
açıklanmazdı. Tebük savaşı hakkında Sahîh-i Buhârî'de ünlü sa-habîlerden Ka'b
b. Mâlik'in (ra) şu sözü nakledilmiştir:
"Ve Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bir savaşa gitmek istediğinde ona dair tevriyeli bir
ifade kullanırdı."
Buhârfyi şerh edenler
"tevriye" kelimesinin ne demek olduğu hakkında: "Hz. Peygamber
böyle durumlarda, mânâsı iyice anlaşılmayan ve iki değişik mânâya gelebilen
kelimeler kullanırdı" diye yazmaktadırlar.
Her ne kadar bana göre
bu genelleme bu anlamda doğru değilse de, olayların teker teker
nakledilmesinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bazı seferlere çıkarken ne
yapmak istediğini kesinlikle gizli tutuyor ve öyle bir tutum sergiliyordu ki,
insanlar bundan değişik tahminler çıkarıyordu. O yüzden Sa'd b. Hayseme Bedir
olayında kervana saldırmak için değil, Kureyş ordusuyla savaşmak için gidildiğini
sezmişti. Bunun tam tersine, Buhârî'de Ka'b b. Mâlik'in: "Bedir'de kervana
saldırmak amaçlanmıştı" dediği nakledilmiştir.
Girişte de yazmış
olduğumuz gibi râvilerin -sahabe de dahil- birçok yerde anlattıkları olay,
olayın kendisi değil, aksine olay hakkındaki kanaatleridir. Yani anladığı
şekilde anlatmışlardır. Bedir'de de aynı durum meydana gelmiştir. O yüzden
sahabe-i kiramın değişik tahminlerde bulunması, halkm zevk ve arzusuna uygun
olan tahminin yapılması şaşılacak birşey değildir. [58]
Bedir Savaşı, dini ve
sosyal durum üzerinde değişik etkiler meydana getirdi ve gerçekte bu, İslâm'ın
ilerlemesinin ilk adımıydı. İslâm'ın ilerlemesi ve gelişmesi yolunda her biri
bir çelik set teşkil eden Kureyş'in başları Bedir savaşında yok olmuştu. Utbe
ile Ebu Cehil'in Ölümü, Kureyş'in liderlik tacını Ebu Süfyân'ın başına
koymuştu. Böylece Emevi hakimiyeti başlamış oldu, ama Kureyş'in gücü ve otoritesi
iyice sarsıldı.
Medine'de Abdullah b.
Übeyy b. Selûl kâfirlikte devam ediyordu. Bütün hayatı münafıklıkla geçmiş ve
o hal üzere can vermişti. Ama Bedir zaferinden sonra görünüşte de olsa islâm
çerçevesine girmişti. Olaylar zincirinin yönünü ve gidişatı gören Arap
kabileleri her ne kadar boyun eğip hemen teslim olmamışlarsa da yıl-mışlardı.
Bu olumlu sonuçlarla
beraber bazı olumsuz gelişmeler de meydana gelmişti. Yahudilerle anlaşma
yapılmış ve her konuda tarafsız kalacaklarına dair söz alınmıştı. Ama bu
muhteşem zafer onlarda hased ateşini tutuşturdu ve onlar -yapmış oldukları
anlaşmaya rağmen- bu ateşi kontrol altında tutamadılar. Buna dair bilgi
yahudilere ait olaylar anlatılırken genişçe verilecektir. Kureyşliler önceleri
sadece Hadrami'ye ağlıyordu. Halbuki Bedir'den sonra her ev bir matem yuvası
olmuştu. Bedir'de öldürülenlerin intikamını almak için Mekke'nin çocukları bile
harekete geçirilmişti. Nitekim Sevîk olayı ile Uhud savaşı işte bu öfke ve kinin
kabına sığ-mayıp dışa vuruşuydu. [59]
Artık Kureyş'in lideri
Ebu Süfyân'dı ve bu makamın en büyük görevi Bedir savaşının intikamını
almaktı. Bedir'den müşriklerin mağlup ve bitkin olarak geri dönmeleri üzerine
Ebu Süfyân, Bedir'de öldürülenlerin intikamını alıncaya kadar yıkanmayacağına,
basma yağ sürmeyeceğine and içti. Nitekim 200 develi süvariyle birlikte
Medine'ye ilerledi. Yahudilerin, müslümanlara karşı kendilerine yardım
edeceklerini biliyordu. Bundan dolayı önce Huyey b. Ahtab'ın yanına gitti, ama
o, kapıyı açmadı. Ümitsizliğe kapılarak Sellâm b. Mişkem'in yanına gitti.
Sellâm, Na-dîr oğulları yahudilerinin lideriydi. Ticaret mallarına ait depo ve
kasa onun yöne-, timi altındaydı. Sellâm onu, büyük bir heyecan ve sevgi ile
karşıladı, güzel yemekler ikram etti, şarap içirdi. Medine'nin gizli sırlarım
anlattı. Ebu Süfyân sabahleyin Medine'den üç mil mesafede bulunan Urayd'a
saldırdı. Adı Sa'd b. Amir olan en-sârdan bir müslümanı öldürdü. Bir kaç ev ve
ot yığınını yaktı. Ona göre, bunlarla yemini yerine gelmiş oldu. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem durumu haber alınca peşine düştü. Ebu Süfyân'ın
elinde yiyecek malzemesi olarak sadece kavrulmuş un vardı. Korku ve telaşa
kapılarak kavrulmuş un çuvallarını etrafa fırlattı gitti, daha sonra bunlar
müslümanların eline geçti. Arapça'da bu kavrulmuş una "Sevîk" denir.
O yüzden bu olay Sevîk savaşı adıyla ün saldı.
[60]
Hz. Peygamberimiz'in
kızlarından en küçük olanı Hz. Fâtıma idi. Şimdi 18 yaşına ulaşmış ve evlilik
teklifleri gelmeye başlamıştı. İbn Sa'd'ın rivayetine göre ilk önce Hz. Ebu
Bekir, Hz. Peygamber'den istemiş, Resûlullah da: "Allah'ın emri ne ise o
olur" buyurmuştu. Sonra Hz. Ömer isteme cesareti göstermiş, Resûlullah ona
da aynı şeyleri söylemiş, hiç bir cevap vermemişti. Ama rivayetin görünüşüne
bakarsak bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Hafız İbn Hacer, îbn Sa'd'ın Hz.
Fâtıma hakkındaki çeşitli rivayetlerini el-lsâbe isimli eserinde naklettiği
halde bu rivayeti gözardı etmiş veya bunun farkına varmamıştır. Bütün bunlardan
sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenme talebinde bulununca Resûlullah, Hz.
Fâtıma'nın ne düşündüğünü sordu. O buna hiç bir cevap vermeyip sessiz kaldı.
Bu cevap vermeyiş âdete göre bir çeşit kabul ifadesiydi. Hz. Peygamber, Hz.
Ali'ye: "Yanında mihir olarak vermek için birşey var mı?" diye
sorunca Hz. Ali: "Hiçbirşey yok" dedi. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem de: "Bedir savaşında eline geçen hatmiye zırhına ne
oldu" deyince, Hz. Ali: "Duruyor" dedi. Hz. Peygamber: "O
yeter" buyurdu.
Okuyucular bunun çok
kıymetli birşey olduğunu sanabilirler. Ama onun değerini öğrendikleri zaman
şaşacaklardır. Çünkü o sadece 125 dirhem değerindeydi.
Zırhtan başka Hz.
Ali'nin sahip olduğu servet, bir koyun postu, bir de eskimiş yemen
battaniyesinden ibaretti. Hz. Ali, bu servetinin hepsini Hz. Fâtıma'ya mihir
olarak verdi. Hz. Ali o ana kadar Hz. Peygamber'in yanında kalıyordu.
Evlilikten sonra ayrı bir eve taşınması gerekti. Ensârdan Harise b. Nu'mân'ın
(ra) birçok evi vardı. Onlardan bir kısmını Hz. Peygamber'e bağışlamıştı. Hz.
Fâtıma, Hz. Pey-gamber'e Hârise'den başka bir ev istemesini söyledi. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de: "Nasıl söyleyebilirim, artık haya
ederim" buyurdu. Harise (ra) bunu duyunca koşarak geldi ve: "Ey Allah
Resulü! Ben ve benim elimde olan ne varsa hepsi senindir. Allah'a yemin ederim
ki benden aldığınız evler beni, elimde kalanlardan daha çok
sevindirmektedir" dedi. Harise kendine ait bir evi boşalttı. Hz. Fâtıma da
oraya taşındı.
İki cihan sultam Hz.
Peygamber Efendimizin, dünyanın hanımefendisi Hz. Fâ-tıma'ya verdiği çeyiz, bir
divan, bir su tulumu, içinde pamuk yerine hurma yaprakları doldurulmuş olan
bir yatak, iki el değirmeni, iki su testisi, bir de su küpünden ibaretti.
Fâtıma (ra) yeni evine
taşınınca Hz. Peygamber Efendimiz onun yanına gitti. Kapıya dikilerek içeri
girmek için izin istedi. Sonra içeri geldi. Bir kap içinde su getirmelerini
istedi, iki elini ona daldırarak Hz. Ali'nin (ra) göğsüne ve kollarına su
serpti. Sonra Hz. Fâtıma'yı çağırdı. Hz. Fâtıma utancından titreyerek geldi.
Onun üzerine de su serpti ve: "Kızım! Seni kendi ailemden en şerefli
biriyle evlendirdim" buyurdu.[61] [62]
Tarihçilerin
anlattığına göre bu yıl Ramazan orucu farz oldu. Ramazan ayında verilen fıtır
sadakası da bu yıldan itibaren uygulandı. Hz. Peygamber önce bir hutbe okudu.
Bu hutbede sadaka-ı fıtr'm faziletlerini anlattı. Sonra sadaka hükmünü
bildirdi.
Ramazan bayram namazı
bu yü îydgâh[63] denen açık arazide
(topluca bayram namazı kılınan yerde) cemâatle kılındı. Daha önce bayram
namazı kılınmıyordu.
Siyercilerin olayları
tarih sırasına koyusuna göre; Benî Kaynuka gazvesi de bu yıl içinde meydana
gelen olaylar arasmda anlatılmalıydı. Ama diğer olaylarla ilişkisinden ve
hadiselerin akışından dolayı ileride anlatılacaktır. [64]
"Yılmayın, ve de
üzülmeyin. Eğer mii'min insanîarsanız, şüphesiz en üstün sizlersiniz." (AN
İmrân, 3/139)[65]
Arabistan'da sadece
bir kişinin öldürülmesi, kabileler arasında yüzlerce yü bitmeyen bir savaş
dizisinin başlamasına sebep olabilirdi. İki taraftan hangisi yenilirse o taraf
bu yenilginin intikamını almayı Öyle vazgeçilemez bir görev kabul ederdi ki,
bunu yerine getirmeden varlığı devam edemezdi. Bedir savaşında Kureyş'in yetmiş
mensubu öldürülmüştü, içlerinden çoğu, Kureyş'in baştacı ve liderleriydi. O
yüzden bütün Mekke halkı intikam hırsıyla doluydu. Bedir savaşı sırasında büyük
bir kârla Suriye'den dönüp Mekke'ye ulaşmış olan Kureyş ticaret kervanının
sermayesi, hissedarlara dağıtılmış, ama toplam kârı biriktirilerek bir yere
konmuş bekletiliyordu.
Kureyş Bedir'de
ölenlerin mateminden fırsat bulunca intikam alma görevini yerine getirmeyi
düşündü. İçlerinde Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin de bulunduğu bir kaç Kureyş
ileri geleni, akrabaları ve yakınları Bedir savaşında öldürülen kimseleri de
yanlarına alarak Ebu Süfyân'a gittiler. "Muhammed sallallahu aleyhi
vesellem bizim kabilemizi yok etti. Şimdi intikam zamanıdır, şu anda birikmiş
vaziyette duran ticaret malının kârının bu işe sarfedilmesini istiyoruz"
dediler. Bu öyle bir teklifti ki daha öne sürülür sürülmez kabul edilmişti.
Ama Kureyş artık müs-lümanların gücünü ve kuvvetini ölçmüştü. Onlar, Bedir savaşında
yanlannda götürdükleri malzeme ve silahtan daha çoğuna ihtiyaç olduğunu
biliyorlardı. Araplar arasında heyecanı yayma, intikamı bileme ve kalpleri
coşturmanın en büyük aracı şiirdi. Kureyş içinde şairlikte ünlenmiş iki şair
vardı; Cumh kabilesinden Amir ile Mesâfî. Cumhlu Amir, Bedir savaşında esir
edilmişti. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, merhameti gereği
müslümanlar aleyhinde çalışmamak şartıyla onu serbest bırakmıştı. Kureyş'in
isteği üzerine o ve Mesâfî' yola çıktılar ve Kureyş kabilesinin bütün kollarını
dolaşarak ateşli nutuklarla herkesi tahrik ettiler.
Savaşlarda ayağı
sağlam tutup, kaçmamanın ve dövüş heyecanı aşılamanın en büyük aracı ve
vasıtası ev kadınlarıydı. Kadınların beraber olduğu savaşlarda,
"Yenildiğimiz takdirde kadınlar düşmanın eline geçer, ırz ve namusları
çiğnenir" diye Araplar canlarıyla oyun oynarcasına döğüşürlerdi. Bedir
savaşında oğullan öldürülmüş birçok kadın vardı. O yüzden o kadınların
kendileri zaten intikam heyecanıyla doluydu. Oğullarının katillerinin kanını
içmeden rahat nefes almayacaklarına and içmişlerdi. Kısacası savaşa gitmek
üzere ordu hazırlanıp ortaya çıkınca, ünlü ve şanlı birçok önemli ailenin
kadınları da orduya katıldılar. Bunlardan bazılarının adlan aşağıda
zikredilmiştir:[66]
1. Hind;
Utbe'nin kızı ve Muâviye'nin annesi.
2. Ümmü
Hakîm; Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin karısı.
3. Fâtıma;
Velîd'in kızı, Hâlid b. Velîd'in kızkardeşi.
4. Berze;
Tâif lideri Mesud Sekafî'nin kızı.
5. Rîta; Amr
b. As'ın karısı.
6. Hanâs;
Mus'ab b. Umeyr'in (ra) annesi.
Hamza (ra), Hind'in
babası Utbe'yi, Bedir'de öldürmüştü. Cübeyr b. Mut'im'in amcası da Hz. Hamza
tarafından öldürülmüştü. Bundan dolayı Hind, mızrak atmada büyük maharet
sahibi olan Cübeyr'in kölesi Vahşfyi Hz. Hamza'yı öldürmeye ikna etti. Bu işi
başarması karşılığında kölelikten azâd etmeye söz verdi.
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in amcası olan Abbas (ra) her ne kadar müslüman olmuşsa da
hâlâ Mekke'de kalıyordu. Mekke'de olup bitenleri yazarak hızlı giden bir elçi
ile Hz. Peygamber'e gönderdi ve elçinin üç gün üç gece içinde Medine'ye
ulaşmasını sıkı sıkıya tenbih etti. Mekke'de bütün harb hazırlıklarının
bittiği, yakında bir ordunun Medine'ye doğru hareket etmek üzere olduğu
haberi Hz. Peygamberce ulaşınca, Allah
Resulü sallallahu aleyhi vesellem Hicretin 3. yılının Şevval ayının beşinde
Enes ve Munis adlı iki haberciyi bilgi toplamak üzere gönderdi. Onlar iyice
bilgi toplayıp dönerek, Kureyş ordusunun Medine'ye yaklaştığını ve Medine'nin
Urayd isimli otlağını, atlarının tahrip ettiğini haber verdiler. Bunun üzerine
Hz. Peygamber Habbâb b. Münzir'i (ra), Kureyş ordusunun sayısını öğrenip haber
vermesi için gönderdi. Habbâb araştırıp geldikten sonra sayılarını iyi bir
tahminle haber verdi. Şehre hücum etmeleri endişesi olduğundan her tarafa
nöbetçiler yerleştirildi. Sa'd b. Ubâde ve Sa'd îbn Muaz (ra) silah kuşanarak
bütün geceyi Mescid-i Nebevî'nin kapısı önünde nöbet tutarak geçirdiler.
Hz. Peygamber,
sabahleyin ashabı ile görüştü. Muhacir ve ensârın ileri gelenleri, kadınların
şehir dışındaki kalelere gönderilmesini, kendilerinin de şehirde kalarak
düşmanla savaşmalannı önerdiler.
O ana kadar hiç bir
zaman görüşme ve meşverelere sokulmayan Abdullah b. Übeyy b. Selûl bile aynı
görüşü ileri sürdüyse de[67]
Bedir Savaşma katılmamış olan, yeni yetme genç sahabiler[68],
şehirden çıkarak düşmana saldırılmasında ısrar ettiler. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem eve gitti ve zırhını giyerek dışarı çıktı. Şehir
dışına çıkılmasını isteyenler: "Biz Hz. Peygamber'i istemediği halde şehir
dışına çıkmaya mecbur ettik" diye pişman oldular ve "Biz, görüşümüzden
ve isteklerimizden vazgeçtik" dedilerse de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Bir Peygambere silahını kuşandıktan sonra geri çıkarması yakışmaz"
buyurdu.
Kureyş Çarşamba günü
Medine'ye yaklaştı ve Uhud dağı'nda üslendi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem Cuma günü, Cuma namazmı kıldırdıktan sonra 1000 şahabı ile birlikte
şehirden çıktı. Abdullah b. Übeyy, 300 kişilik bir topluluğu alarak geldi. Ama
"Muhammed sallallahu aleyhi vesellem benim görüşümü kabul etmedi"
diyerek bir bahane ile geri döndü. Artık Hz. Peygamberle birlikte 700 kişi
kalmıştı. Onlardan yüz kişi zırhlıydı. Medine'den çıktıktan sonra ordusunu
kontrol etti. Yaşları küçük olanlar geri gönderildi. Bunlar arasında Zeyd b.
Sabit (ra), Berâ b. Azib (ra), Ebu Saîd el-Hudrî (ra) Abdullah b. Ömer (ra) ve
Evs kabilesinden Urâbe (ra) de vardı. Fakat vefakârlık ve fedakârlık herkesi
öyle sarmıştı ki gençlerden Râfi' b. Hudeyc'e (ra): "Yaşın küçük, geri
dön" denilince, boyu uzun gözüksün diye ayaklarının ucuna basarak
yükselmiş, nitekim onun bu tedbiri tutmuş, orduya alınmıştı.[69] Aynı
yaşta olan Sumre isimli genç: "Ben güreşte Râfi'i yeniyorum, onu orduya
aldığınıza göre beni de almalısınız" demişti. Bunun üzerine ikisi güreştirildi
ve Sumre, Râfi'i yere yıktı. Bunun üzerine onun da orduya ve savaşa
katılmasına izin verildi.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Uhud dağıru arkasına alarak orduyu şöyle bir savaş
düzenine soktu. Mus'ab b. Umeyr (ra) sancağı lütfetti. Zübeyr b. Avvâm'ı yüz
kişilik bir birliğin başına geçirdi. Hz. Hamza'yı zırhları olmayan[70]bir
bölüğün komutanlığına tayin etti. Arka tarafta, düşmanuı gelme ihtimali olan
bir geçide kırk okçudan oluşan bir birlik gönderdi ve onlara: "Savaşta
zafer bizim tarafımızda olsa bile buradan emrim olmadan ayrılmayın"
buyurdu. Abdullah b. Cübeyr'i bu okçuların komutanı tayin etti. Kureyşliler
Bedir'de tecrübe sahibi olup, başlarına gelenleri unutamadıkları için son
derece düzenli biçimde orduyu sıraya koymuşlardı. Sağ kanada Hâlid b. Vetıd
komuta ediyor, sol kanada Ebu Ce-hil'in oğlu Ikrime komuta ediyordu. Süvari
birliğininin komutanı da Kureyş'in ünlü komutanlarından Safvan b. Ümeyye idi.
Okçular birliği ayrı olup onların komutanı da Abdullah b. Ebu Rebîa idi. Talha
ise sancaktardı. Zarurî bir ihtiyaç sırasında işe yarasın diye ikiyüz at
yedekte tutuluyordu.
Savaş davulu yerine
Kureyş kadınları def çalarak, şiirler okuyarak ilerliyorlardı. Bu şiirler
Bedir'de ölenlerin matemini ve dökülen kanların intikamının alınmasını isteyen
şiirlerdi. Ebu Süfyân'ın karısı olan Hind, Kureyş ordusunun önünde yürüyordu.
Yanında ondört kadınla birlikte şu şiirleri okuyordu.
"Biz gökteki
yıldızların kızlarıyız. Biz halılar üzerinde dolaşanlarız. Yiğitçe
savaşırsanız, biz sizi kucaklarız. Geri dönüp kaçarsanız, sizden
uzaklaşırız."
Savaş şöyle başladı:
Ebu Amir diye Medine-i
Münevvere'de herkes tarafından sevilen bir adam vardı. Bu adam Medine'yi
bırakıp Mekke'ye göç etmişti. Yüzelli kişiyle ordunun önüne çıktı, islâm'dan
önce iffetli ve temiz bir adam olmasından dolayı bütün Medine halkı ona saygı
duyardı. Ensâr kendisinin Mekkeliler safında yer aldığını görünce belki Hz.
Peygamberce birlikte olmaktan vazgeçerler diye düşündüğünden ortaya çıkarak:
"Beni tanıyor musunuz? Ben Ebu Amir'im" diye bağırdı. Ensâr da:
"Evet, hain! Seni tanıyoruz. Allah seni hüsrana uğratsın" dediler.
Kureyş'in sancaktarı Talha savaş düzeni almış askerlerin önüne gelerek şöyle
dedi:
"Ey Müslümanlar!
Aranızda beni hemen cehenneme göndermek isteyen veya benim elimle cennete
gitmek isteyen var mı?" diye bağırdı. Hz. Ali (ra) saftan çıkarak
ilerledi ve: "Ben varım" dedi. Demesiyle kılıcını salladı. Talha'nın
cesedi yere yığıldı. Talha'dan
sonra, kadınların şiirler okuya okuya peşinden geldiği kardeşi Osman, sancağı
eline aldı ve şu şiiri okuyarak hücuma geçti:
"Sancağı taşıyan,
elindeki mızrağı kana buîamahdır. Ya da o mızrak vuruşa vuruşa
parçalanmahdır,"
Hz. Hamza (ra) onunla
savaşmak üzere karşısına çıktı ve omuzuna indirdiği kılıç beline kadar indi. Bu
arada ağzından: "Bert hacılara su içiren adamın oğluyum" cümlesi
döküldü.
Artık topyekün savaş
başladı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ebu Dücâne ordunun tam ortasına daldı ve
safları yarıp geçti. Ebu Dücâne (ra) Arapların meşhur pehlivanıydı. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mübarek eline kılıcı alarak: "Kim
bunun hakkını verecek" buyurmuştu. Bu mutluluğu yakalamak için birçok el
birden uzanmış, fakat bu şeref, Ebu Dücâne'ye (ra) nasip olmuştu. Bu beklenmedik
şeref onu şecaat ve kahramanlık şarabıyla sarhoş etti. Başına kırmızı bir mendil
bağladı ve çalımlı, mağrur bir şekilde ordunun saflarından fırladı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Bu yürüyüş böyle bir an dışında Allah'ın hiç
hoşuna gitmez" buyurdu. Ebu Dücâne kâfir ordusuna dalmış, kimini yaralayarak,
kimini öldürüp yerlere sererek ilerliyordu. Nihayet Hind'le karşılaştı.
Kafasına kılıcını indirmek üzere kaldırmıştı ki, Hz. Peygamber'in verdiği
kılıçla bir kadının Öldürü-lemeyeceğini düşünerek vazgeçti. Öte yandan Hamza
(ra) iki ağızlı kılıcını savura savura gidiyor, ne tarafa ilerlerse o tarafı
dümdüz edip düşmanları yere seriyordu. Böyle bir durumda iken Sibâğ Gabsânî ile
karşılaştı. Ona: "Hey kadınları sünnet eden kadının çocuğu! Nereye
gidiyorsun" diye bağırdı. Arkasında kılıcını salladı ve onu yere serdi.
Vahşi, zenci bir köle
idi ve efendisi Cübeyr b. Mut'im ona, Hamza'yı öldürdüğü takdirde kendisini
azâd edeceğini vaad etmişti. Bu yüzden, Hz. Hamza'nın peşine düşmüş, öldürme
fırsatmı yakalamak için sinsice takip ediyordu. Hz. Hamza onun hizasına gelince
'harbe' denen ve Habeşistanlıların özel silahı olan küçük bir mızrağı Hz.
Hamza'ya fırlattı. Mızrak, Hz. Hamza'nın sırtının ortasından girip, göğsünden
çıktı. Hamza (ra), Vahşi'ye yönelip saldırmak istediyse de sendeleyerek yere
düştü ve ruhunu teslim etti.[71]
Kâfirlerin
sancaktarlan vuruşa vuruşa ölüyor, ama sancağı yere düşürmüyor-lardı.
Sancaktarlardan biri yere düşmeden diğer savaşçı koşuyor, sancağı kaparak eline
alıyor, onu yere düşürmüyordu. Savvâb isimli bir adam sancağı eline alınca,
biri ilerleyerek öyle bir şiddetle kılıç salladı ki iki eli birden kesilerek
yere düştü. Fakat o, milletinin sancağının kendi gözlerinin önünde yere
düşmesine dayanamadı. Sancağın yere düşmesi ile birlikte göğsü üzerine yere
kapaklandı ve sancağı göğsüne
bastırdı. Böyle bir durumda: "Ben görevimi yerine getirdim"[72]derken
öldürüldü. Sancak uzun süre yerde kaldı, kimse cesaret edip onu yerden alıp
kaldıramadı. Sonunda cesur bir kadın -Alkame kızı Amre- korkusuzca ilerledi ve
sancağı kapıp kaldırdı. Bunu gören Kureyşliler her taraftan toplanarak
biraraya geldi ve kaymış olan ayakları, dağılmış olan düzenleri tekrar
toparlandı.
Ebu Amir kâfirler
tarafında savaşıyordu. Oğlu Hanzala (ra) müslüman olmuştu. Babasmm karşısına
çıkıp onunla savaşmak için Hz Peygamberden izin istedi. Ama âlemlere rahmet
olan yüce Peygamber, evladm babasına kılıç kaldırmasına nasıl razı olabilirdi.
Hanzala (ra) kâfirlerin komutanı olan Ebu Süfyân'a saldırdı ve nerede ise
kılıcı Ebu Süfyân'ın işini bitirecekti. Birden, yan taraftan Şeddâd b. Es-ved
fırlayarak Hanzala'mn hamlesini durdurdu ve onu şehid etti. Buna rağmen savaşta
müslümanların kefesi ağır basıyordu. Düşman sancaktarlarının öldürülmeleri ve
Hz. Ali ile Ebu Dücâne'nin korkusuz saldırılan düşman ordusunun ayaklarını
geri kaydırıyordu.
Söyledikleri şarkılar
ve şiirlerle kalpleri coşturan cesur, alımlı kadınlar, moralleri bozulmuş
olarak korku içinde geriye çekildiler. Ufuk açılmış, ortalık ıssızlaş-mış,
düşman ortadan kaybolmuştu. Ama müslümanlar hemen düşmanın bıraktığı malları
yağmalamaya başladı. Bunu gören arka taraftaki geçidi korumakla görevli okçular
da ganimet malı ele geçirmek için yerlerini bırakarak koşuştular.
Abdullah b. Cübeyr
(ra) onları engellemeye çalıştıysa da dinlemediler.336 Okçuların yerinin boşaldığını
gören Hâlid b. Velîd arkadan hücuma geçti. Abdullah b. Cübeyr sözünü dinleyip
yerinden ayrılmayan bir kaç yiğit okçuyla birlikte büyük bir cesaretle vuruştu
ama hepsi şehit oldu. Artık yol açılmıştı. Hâlid süvari birliğiyle birlikte
büyük bir hınçla müslümanlara arkadan saldırdı. Müslümanlar ganimet malı
toplamakla meşguldü. Dönüp arkalarına baktıklarında üzerlerine yağmur gibi ok
yağdığmı gördüler. Neye uğradığını şaşırmış vaziyette bulunan müs-lümanlarla
kâfir ordusu karşılaştığında, müslümanlar panik halinde olduklarından bazı
müslümanlar yine müslümanlar tarafından öldürüldü.
Hz. Peygamber'e yüz
hatları bakımından benzer olan müslümanların sancaktarı Mus'ab b. Umeyr'i, îbn
Kumeyye şehid etti ve Hz. Peygamber'in şehit olduğunu sesi çıktığı kadar
bağırarak ilan etti. Bu sesle herkes şuurunu yitirdi. En büyük kahramanların
ayakları yerinden oynadı. Şaşkınlıklarından dolayı müslümanların ön safları
arkadaki saflara alan etti. Dost, düşman ayırtedilemiyordu.
Huzeyfe'in (ra) babası
Yemân bu karışıklıkta kim vurduya gitti ve bütün kılıçlar üzerine üşüştü.
Huzeyfe (ra): "O babamdır, o babamdır!" diye bağırdıysa da sesini
kimseye duyuramadı. Derken Huzeyfe'nin babası Yemân da şehid oldu. Huzeyfe (ra)
ise yardım dileyen bir ses tonuyla: "Ey Müslümanlar! Allah sizi bağışlasın"[73]diyordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dönüp baktığında yanında sadece onbir
fedainin kaldığını gördü. Bunlar içinde Ali (ra), Ebu Bekir (ra), Sa'd b. Ebu
Vakkâs (ra), Zübeyr b. Avvâm (ra), Ebu Dücâne (ra) ve Talha'nın (ra) adı
özellikle bilinenlerdendi. Sahîh-i Buhârfde şöyle bir rivayet vardır: "Hz.
Pey-gamber'le birlikte sadece Talha ile Sa'd bulunuyordu."
Bu dağınıklık içinde
müslümanların pek çoğu ümidini tamamen yitirdi, kahraman yiğitlerin de gücü ve
kahramanlıkları işe yaramaz oldu. Herkes bulunduğu yerde sıkışmış kalmıştı.
Kimsenin Hz. Peygamber'in ne halde olduğundan haberi yoktu. Hz. Ali (ra)
kılıcını vura vura düşmanların saflarını yara yara çarpışıyordu, ama Hz.
Peygamber'den haberi yoktu. Enes'in (ra) amcası tbn Nadîr kılıcını sallayarak
bulunduğu yerden dışarı fırladı ve Hz. Ömer'in aşırı üzüntüye kapılarak[74]silahını
fırlatıp attığını gördü. îbn Nadîr, Hz. Ömer'e: "Burada ne
yapıyorsun?" diye sorunca, Hz. Ömer: "Artık savaşıp da ne yapacağız?
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şehid oldu" dedi. Ibn Nadîr de:
"Hz. Peygamber öldükten sonra biz yaşayıp da ne yapacağız?" dedi,
arkasmdan düşman ordusu içine daldı, vuruşa vuruşa şehid oldu. Savaştan sonra
cesedi bulunduğunda üzerinde 80'den fazla ok, kılıç ve mızrak yarası olduğu
görüldü. Tanınamayacak haldeydi. Ancak kızkar-deşi parmağındaki işaretten
tanıdı.[75]
Kendini islâm'a
adamış, canını fedaya hazır seçkin kişiler durmadan çarpışıyor ama gözler
Hz.Peygamber'i arıyordu. Ka'b b. Mâlikin gözü Hz. Peygamber'e ilişti.
Resûlullah'ın mübarek yüzü miğferle örtülüydü. Sadece gözleri görünüyordu. Ka'b
(ra) tanıyarak: "Ey Müslümanlar! Hz. Peygamber işte burada!" diye
bağırdı. Bunu duyan İslâm fedaileri her taraftan koşup geldi. Ka'b'ın sesini
duyan kâfirler de o tarafa doğru daha fazla yüklendi. Bütün öfke ve güçleriyle
hücum ediyorlardı. Ama Zülfikâr'ın -Hz. Ali'nin kılıcının- şimşeğiyle küfür
bulutu dağılıp gidiyordu. Bir keresinde düşman şiddetle Hz. Peygamber'e
saldırınca Resûllah: "Kim benim için canmı verir" buyurdu. Ziyad b.
Seken (ra) beş ensâriyi yanına alarak bu görevi yerine getirmek üzere ileri
atıldı ve yiğitçe savaşarak canlarını feda ettiler.[76] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun cesedini yanma getirmelerini
buyurunca insanlar onu sırtlanıp getirdiler. Henüz ruhunu teslim etmemişti. Hz.
Peygamber'in ayaklarına yüzünü yasladı ve o vaziyette can verme şerefine nail
oldu. Kahraman bir müslüman, bu hengâmeye aldırış etmeden ayakta dikilmiş hurma
yiyordu. İleri çıkıp Peygamber'in yanma geldi ve: "Ey Allah Resulü! Eğer
öldürülürsem nerede
olacağım?" diye sordu. Hz. Peygamber de: "Cennette" buyurdu. Bu
müjdeyi ahncâ kendinden geçerek rüzgar gibi kâfirlere saldırdı ve vuruşa
vuruşa öldürüldü.[77]
Kureyşliler'in meşhur
kahramanlarından Abdullah b. Ümeyye çemberleri yara yara Hz. Peygamber'e
yaklaştı ve mübarek yüzüne kılıç vurdu. Bu darbenin şiddetiyle miğferin iki
halkası mübarek yüzüne battı. Her taraftan kılıçlar ve oklar yağıyordu. Bunu
gören fedailer Resûlullah'ı çember içine aldılar. Ebu Dücâne (ra) Hz.
Peygamber'in üzerine eğilerek kollarını germiş siper oluyordu. Bütün oklar onun
sırtına geliyordu. Talha (ra) ise kılıçları elleriyle engelliyordu. Elinin biri
koparak yere düştü. Herkesin sevgilisi, âlçmlere rahmet Hz. Peygamber'in sallallahu
aleyhi vesellem üzerine oklar yağıyorken bile ağzından şu sözler dökülüyordu:
"Ey Rabbim! benim
milletimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar."[78]
Enes'in (ra) üvey
babası olan Ebu Talha (ra) nişancılığı ile tanınmış biriydi. Hz. Peygamberi
korumak için o kadar ok attı, düşmanlara o kadar ok fırlattı ki, elinde iki üç
yay kırılıp gitti. CKna hiç bir hücum ulaşamasın, hiç bir saldırı zarar
vereme-sin diye siperde vücudunu Hz. Peygamber'in yüzüne doğru geriyordu. Allah
Resulü ara s ıra başını uzatarak düşman askerlerine doğru baktığında Ebu
Talha: "Ey Allah Resulü, başınızı uzatmayınız. Ne olur ne olmaz bir ok
isabet edebilir diye göğsümü size siper ediyorum" diyordu. Sa'd b. Ebu
Vakkas da ünlü okçulardandı. O anda Hz. Peygamber'in yaranda bulunuyordu. Resûlullah,
kendi ok torbasını önüne koydu ve: "Anam babam sana feda olsun, atmaya
devam et" buyurdu.[79]
îşte öyle bir
durumdayken bile Resûlüllah'ın ağzından öğüt verici bir ses tonuyla şu sözler
çıktı:
"Kendi
Peygamberini yaralayan bir millet kurtuluş ve saadet bulabilir mi?" Bu
sözler, dergâh-ı Hâhfde beğenilmedi ve şu âyet indi: "Bu işte senin hiçbir
yetkin yoktur." (Al-i İmrân, 3/128)
Nitekim Sahîh-i
BuhârTnin Uhud savaşı bölümünde bu olay zikredilmiştir. Düşman buraya kolayca
gelemez diye Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem azim ve cesaretle dağın
tepesine doğru çıktı. Ebu Süfyân onu gördü ve yanına askerleri de alarak dağa
tırmandı. Ama Hz. Ömer'le birkaç sahâbi onları taş yağmuruna tuttuğundan daha
fazla ilerleyemediler.
Hz. Peygamber'in vefat
ettiği haberi Medine'ye ulaşınca vefakâr bağlıları kendinden geçerek Uhud'a
doğru koşuştular. Fâtımatü'z-Zehrâ (ra) geldiğinde babasının mübarek
çehresinden kan aktığını gördü. Hz. Ali kalkanına su doldurup getirdi. Hz.
Fâtıma bu suyla yüzünü yıkadı. Ama kan durmuyordu. Sonunda bir hasır parçası
yakılarak külleri yara üzerine kondu, kan hemen kesildi.
Ebu Süfyân karşıki
tepeye çıkarak: "Muhammed orada mı?" diye bağırdı. Hz. Peygamber
kimsenin cevap vermemesini emretti. Ebu Süfyân, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in
adım söyleyerek bağırdı. Yine hiç ses gelmeyince, "Hepsi öldürüldü!"
diye bağırdı. Hz. Ömer kendini tutamayıp: "Ey Allah düşmanı, hepimiz
sağız!" diye bağırdı. Ebu Süfyân da: "Ey Hübel sen yüce ol!"
dedi.
Sahabe-i kiram da, Hz.
Peygamber'in emri üzerine: "Allah en yüce ve en büyüktür!" diye
bağırdılar.
Ebu Süfyân:
"Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok" dedi. Sahabe-i kiram da:
"Allah bizim Mevlâmızdir, sizin mevlanız yoktur" dediler.
Ebu Süfyân:
"Bugün, Bedir'in karşılığıdır. Askerlerimiz erkeklerinizin burunlarını,
kulaklarını kesmişler. Böyle bir emir vermemiştim, ama öğrendiğim zaman hiç de
üzülmedim" dedi. Hz. Peygamber, kadınları ve çocukları, Yemân (ra) ile
Sâbif in (ra) himayesinde Medine yakınlarındaki kalelere göndermişti. Yenilgi
haberini aldıklarında bulundukları kaleleri bırakarak Uhud dağına doğru koşa
koşa geldiler. Sabit (ra) müşrikler tarafından öldürüldü. Yemân (ra),
müslüman-ların toplu hücumunda tanınamadığından dolayı üzerine kılıçlar üşüştü.
Oğlu Huzeyfe (ra) her ne kadar: "O benim babamdır! O benim babamdır!"
diye bağır-dıysa da kargaşada hiçkimse onu duyamamış, Huzeyfe de şaşkınlık
içinde: "Ey müslümanlar! Allah affetsin" diyordu. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Yemân'in kan bedelini müslümanlar adına ödemek
istediyse de Huzeyfe (ra) bağışladı, îbn Hişâm'da bu olay bütün genişliğiyle
anlatılmıştır. Sahîh-i Buhârfde ise özetle anlatılmıştır.
Kureyş kadınları
Bedir'in intikamını alma hıncıyla müslümanlarm cesetlerinden de intikam
aldılar. Onların kulaklarını, burunlarını kestiler. Hind, onlardan gerdanlık
yapıp boynuna astı. Yine o, Hz. Hamza'nın (ra) cesedinin başına gitti. Onun
karnını yararak ciğerini çıkarttı, dişleriyle çiğnedi ama gırtlağından inmediği
için kusmak zorunda kaldı. Hind'in lakabı işte bu yüzden tarihlerde "ciğer
yiyen kadın" diye yazılır. Hind, Mekke'nin fethinde iman etti, ama ibret
verici bir şekilde iman etti. Bu hadise ileride anlatılacaktır.
Bu savaşa müslüman
kadınlar da katılmışlardı. Hz. Aişe (ra) ve Enes'in (ra) annesi olan Ümmü
Süleym (ra) yaralılara su dağıtıyorlardı. Sahîh-i Buhârî'de Enes'in (ra) şöyle
dediği rivayet edilmektedir: "Hz. Aişe (ra) ile Ümmü Süleym'i (ra) şalvar
giymiş olarak su testilerini doldurup getirerek yaralılara su dağıtıp iç
irdiklerini, testilerde su bitince de tekrar doldurup getirdiklerini
gördüm."[80] Bir başka rivayette de,
Ebu Saîd el-Hudrfnin annesi olan Ümmü Suleyt'in (ra) de aynı hizmeti yaptığı
bildirilmiştir.[81]
Kâfirlerin genel bir
hücuma geçtiği ve Hz. Peygamberin yanında sadece birkaç fedainin kaldığı sırada,
Ümmü Ammâra (ra) Hz. Peygamberin yanına ulaştı ve kendini O'na siper etti.
Kâfirler Hz. Peygamber'e saldırıp da iyice yaklaştıkları zaman, bu müslüman
yiğit kadın, kılıç ve oklarla onlara saldırıyor, Peygamberimiz'e yanaşmalarını
engelliyordu. îbn Kumeyye, îslâm ordusunu aşarak Hz. Peygam-ber'in yanına
ulaşınca, Ümmü Ammâra (ra) hemen önüne geçip onu durdurdu. Bu arada omuzundan
derin bir yara aldı. Kendisi de kılıcını ona bütün hışmıyla vur-duysa da iki
kat zırh giydiğinden etkili olmadı.[82]
Hz. Hamza'nm kızkardeşi
Safiyye (ra), yenilgi haberini duyunca Medine'den çıktı, Uhud'a doğru koştu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Safiyye'nin oğlu Zübeyr'i (ra)
çağırarak: "Annen, Hamza'nın cesedini görmesin" buyurdu. Zü-beyr
(ra), Hz.Peygamber'in buyruğunu söyleyince: "Kardeşimin basma gelenleri
duydum, ama Allah yolunda çok büyük bir fedakârlık değil" dedi. Hz.
Peygamber izin verdi, cesedin yanına gitti. Cesed kan revan içindeydi. Değerli
kardeşinin vücûdu param parça olmuştu. Ama "Şüphesiz biz Allah içiniz ve
O'na dönücüleriz" ayetini okuyarak sustu ve Allah'ın onu bağışlaması için
dua etti.[83]
Ensârdan iffetli bir
kadının, babası, kardeşi, kocası, hepsi bu savaşta öldürülmüşlerdi.
Öldüklerini haykıran ses, arka arkaya kulağına geliyordu. Ama her seferinde
sadece: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ne halde? diye soruyordu.
İnsanlar: "Resûlullah iyidir, sıhhattedir diyerek onu teskin etmeye
çalıştılar. Ama o, ancak Re-sûlullah'm yanına gelip mübarek yüzünü görünce
teskin oldu ve kendinden geçe-rek:"Sen sağ olduktan sonra bütün dertler,
felaketler hiç kalır" diye bağırdı.[84]
"Ben de, babam
da, kocam da kardeşim de feda olsun sana Ey dinin sultanı sen varol yeter, biz
neyiz sanki"
Müslümanlardan yetmiş
kişi öldürüldü. Bunlar içinde daha çok ensâr bulunuyordu. Ama müslümanların
yoksulluğu o noktaya ulaşmıştı ki şehidleri kefenleyecek, onların vücudlanm
örtebilecek bezleri bile yoktu. Mus'ab b. Umeyr bir şahabı idi. Cesedinin
ayakları kapatılsa, başı açıkta kalıyor, başı kapatılsa ayakları açıkta
kalıyordu. Sonunda ayakları otlarla kapatıldı. Gerçekten insanı hayrete düşüren
bir manzaraydı. Müslümanlar daha sonraları bu olayı hatırladıkça kalpleri
hüzün-lenir gözleri yaşarırdı. Şehitler yıkanmadan oldukları gibi, kanlara
bulanmış olarak ikişer ikişer bir tek mezara defnedildiler. Kur'ân-ı Kerîm
kimin daha çok ezberindeyse o daha önce defnedildi. Bu şehitlere o sırada
cenaze namazı da kılınmadı.349 Sekiz yıl sonra yani vefatından bir iki yıl önce
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem oradan geçerken, elinde olmadan
hüzünlendi. Sanki bir ölüden veya diriden ebediyyen ayrüıyormuş gibi acılı,
kederli sözler söyledi. Sonra şöyle buyurdu:
"Ey müslümanlar!
artık tekrar müşrik olacağınızdan korkmuyorum, sadece kendinizi dünyaya tamamen
kaptırmanızdan korkuyorum."[85]
îki ordu savaş
alanında birbirinden ayrılıp da, düşman ordusu çekilip gittiğinde müslümanlar
yaralı ve bitkin haldeydiler. Ebu Süfyân, müslümanlar nasıl olsa yenildiler
diyerek geri dönüp tekrar saldırmasın diye, Hz. Peygamber müslüman-lara doğru
dönerek, kim bunları takip edecek? buyurdu Hemen yetmiş kişilik bir grup böyle
bir hareket için gönüllü oldu. Bunlar arasında Ebu Bekir ve Zübeyr de vardı.[86]
Ebu Süfyân Uhud'dan
hareket ederek Revhâ denen yere ulaştı. Buraya geldikten sonra işin
tamamlanmadığını, eksik kaldığını düşündü. Hz. Peygamber daha önceden bunu
tahmin ettiği için ertesi gün kimsenin geri gitmemesini, ordudan ayrılmamasını
ilan ettirdi. Nitekim Medine'den sekiz mil uzaklıkta bulunan Ham-râu'l-Esed'e
kadar gitti. Huzâa kabilesi o ana kadar iman etmemişti, ama el altından İslâm
tarafını tutuyor, müslümanlara yardımcı oluyordu. Kabile'nin reisi Ma'bed
el-Huzâî müslümanlarm yenildiğini duyunca, Hz. Peygamberin huzuruna geldi ve
daha sonra geri giderek Ebu Süfyân'la buluştu. Ebu Süfyân müslümanlara tekrar
saldırmak istediğini söyleyince Ma'bed: "Benim gördüğüme göre Muhammed
sallallahu aleyhi vesellem yeniden öyle bir donanmış ki ona karşı koymanız
imkânsızdır" diyerek korkuttu. Bunun üzerine Ebu Süfyân Mekke'ye döndü.[87]
Tarihçilerin savaşları çoğaltma hevesi ile yeni bir savaş diye ileri sürdükleri
ve Hamrâü'1-Esed diye yeni bir ad verdikleri olay, işte bundan ibarettir.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiğinde bütün Medine baştan başa matem
içindeydi. Resûlullah'ın geçtiği her sokakta evlerden feryad ve acılı ağıtlar
yükseliyordu. Herkesin yakınları, ağıt yakma ve üzüntüsünü belirtme görevini
yerine getiriyordu. Fakat, Hz. Hamza'mn ağlayanı, arkasından acı ile feryad
edeni yoktu. Bu, Hz. Peygambere dokundu. Bir an için içi titredi, heyecanlı ve
ağlamaklı bir sesle ağzmdan: "Sadece Hamza'nın hiçbir ağlayanı yok"
kelimeleri
349. Buhârî, Menâkıb/23: Bazı rivayetlerden kesin
olarak Hz. Peygamberin, özellikle Hz. Hamza'ya diğer şehitlerle birlikte tekrar
tekrar cenaze namazı kıldırdığı anlaşılıyor. Bu şehidler teker teker -diğer
rivayetlerde ise onar onar- getiriliyorlar, Hz. Peygamber de cenaze namazlarım
kıldırıyordu. Hz. Hamza'nın (ra) mübarek cesedine her seferinde birlikle namaz
kıldırıldıgı için yetmiş kere -veya yedi kere-cenaze namazı kılındı.
M^ânVl-Asâr, Tahâvî şerhi, şehidlere cenaze namazı kılınması bölümü. Zeyle'î,
Şehide namaz kılınması hadisi bölümü. Vâkıdî, el-Meğâzî, s. 300, Kalküta
baskısı.
döküldü. Ensâr bunu
duyunca acılan daha da fazlalaştı. Üzüntüleri daha da arttı. Hepsi evlerine
gidip, ailelerine: "Resûlullah'ın evine gidin, Hamza için ağıt yakın"
diye emir verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kapısının eşiği
önünde ensâr hanımlarının toplanmış, Hz. Hamza'nın ölümüne ağıt yaktıklarını
gördü. Onlar hakkında dua buyurdu ve: "Sizin derd ortaklığınıza, kederimi
paylaştığınıza teşekkür ediyorum ama ölülerin arkasından aşırı derecede
feryâd-ü figân ederek ağlamak doğru değildir" buyurdu.
Araplar'da geleneksel
olarak ölülerin arkasından kadınlar var güçleriyle, avazları çıktığı kadar
bağnşa-çağnşa ağlar, elbiselerini parçalar, saçlarım başlarını yolar ve
yüzlerine taş vururlarlardı. Bu kötü gelenek o günden itibaren yasaklandı ve
Hz.Peygamber: "Bugünden itibaren hiç bir ölünün arkasından bağıra-çağıra
ağıt yakılmayacaktır" buyurdu.[88] Daha
sonra da: "Bu tür matemler müslümanlann sânına yakışmaz" buyurdu.[89]
Kur'ân-ı Kerîm'in Al-i
İmrân sûresinde Uhud savaşı ile ilgili geniş bilgi verilmiştir. [90]
Hicrî 3. yılda Hz.
Hasan (ra) doğdu. Ramazan'm 15. günü idi. O yıl Hz. Peygamber, Hz. Ömer'in
kızı ve Bedir savaşmda kocası şehid olduğundan dul kalmış olan Hafsa (ra) ile
evlendi. Bu yıl Hz. Osman da, Hz. Peygamberin kızı Ümmü Gülsüm (ra) ile
evlendi. Veraset kanunu yani veraset hükümlerini belirten âyet-i kerime de bu
yıl nazil oldu. O ana kadar mirasta yakınların hiç bir payı yoktu. İnen âyette
onların haklan da açıklandı. O ana kadar müşrik kadınlarla evlenmek caizdi. Bu
da yine bu yıl inen âyetle haram kılınmıştır. [91]
Bir-ikisî dışında
bütün Arap kabileleri İslâm'a düşmandı. Düşmanlıkları daha çok şu sebeplere
dayanıyordu: Her kabile putperestliği, din ve dünya düzeni olarak kabul
ediyordu, İslâm ise putperestliğin kökünü kazmak istiyordu.
Bunun dışında bir de
Kureyş faktörü vardı. Kureyş'in Araplar üzerinde derin bir etkisi vardı. Hac
zamanında bütün kabileler Mekke'ye toplanıyor, Kabe'yi ziyaret etmek için
herkes Kureyş'le biraraya geliyor ve Kabe çevresinde onların nüfuzuna girerek
onlarla kaynaşıyorlardı. Bunu fırsat bilen Kureyş de onlara îslâm düşmanlığını
aşılıyor, kin ve nefret duygularıyla dolduruyorlardı.
Aşağı yukarı bütün
kabilelerin geçim yolu, vurgun ve yağmacılıktı. îslâm bunu sadece sözle değil,
fiilen de önlüyordu. O yüzden, eğer islâm hakim olursa, geçim araçlarının
ortadan kalkmasından ve sıkıntıya düşmekten korkuyorlardı. Ama Bedir zaferi
kabileler arasında genel bir korku saldığından, bütün kabileler sessizce
bekliyorlardı. Ama Uhud yenilgisi durumu değiştirdi ve hep birden müslüman-lar
aleyhine ayaklandılar. Hz. Peygamberin hayatında geniş yer tuttuğu görünen
küçük çaplı askeri birlikler, bu ayaklanma zincirinin halkalarıdır. Tarihçiler
her ne kadar adet ve alışkanlıklarına uygun olarak savaşları anlatırken,
bunların sebeplerinden bahsetmemişlerse de, tbn Sa'd Tabakâf ında ve bu ilmin
diğer öncüleri ise eserlerinde, hemen her olayın sebeplerini yazmışlardır. Bu
sebepler aşağı yukarı aynıdır.[92] Yani
belli bir kabile Medine'ye saldırmayı istemiş, Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi
vesellem de savunmak için asker göndermiştir.
1. Ebu
Seleme Seriyyesi: îlk önce Hicrî 4. yılın Muharrem ayının birinde Talha ile
Huveylid, Feyyid'in dağlık bölgesinde Kutn denen mıntıkada yaşayan kabilelerini
Medine'ye saldırmaya ikna ettiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
durumu öğrenince Ebu Seleme'yi (ra) 150 muhacir ve Ensâr'la birlikte o tarafa
gönderdi. Bunu haber aldıklarında dağılıp gittiler.[93]
2. îbn Üneys
Seriyyesi: Yine Muharrem ayında Lihyân kabilesinden olan ve Ur-ne dağlarında
yaşayan bir kabilenin başkanı olan Süfyân b. Hâlid, Medine'ye saldırmak
istedi. Hz. Peygamber buna karşı koyması için îbn Üneys'i (ra) gönderdi, îbn
Üneys, çok güzel bir yöntemle Süfyân'ı oyuna getirdi ve öldürdü.[94]
Bi'r-i Ma'ûne:
Hicrî 4. Yılın Sefer
ayında Kilâb kabilesinin başkanı olan Ebu Berâ,[95] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldi ve: "Yanıma birkaç
kişi katın da kabileme gidelim, onları İslâm'a davet etsinler" talebinde
bulundu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Necd tarafından
endişem var" buyurdu. Ebu
Berâ: "Bunu ben
garanti ederim" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem kabul
etti ve ensârdan yetmiş müslümam onun yanına katıp gönderdi. Bu insanlar son
derece mübarek ve derviş kimselerdi. Çoğu da Suffe ashabmdandı. Bütün
uğraşları; gün boyu odun toplamak, akşam bunları satarak bir miktarını Suffe
ashabına bağışlayıp, bir kısmını da kendileri için alıkoymaktı.
Bu insanlar Bi'r-i
Ma'ûne denen yere ulaştıklarında burada konakladılar. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem, Haram b. Melhân'a bir mektup vererek kabilenin başkanı olan
Amir b. Tufeyi'e göndermişti. Amir, mektubu getiren Harâm'ı öldürdü ve çevrede
bulunan kabilelere yani Usaybe, Ri'l ve Zekvân kabilelerine haber salarak:
"Büyük bir ordu hazırladım, çok çabuk derlenip toparlanıp gelin siz de
katılın" dedi. Böylece kalabalık bir ordu kuruldu ve Amir'in komutasında
ilerledi. Sahabe-i Kiram, Harâm'ın geri dönmesini bekliyordu. Hayli gecikince
onu beklemekten bıkıp kendileri o tarafa hareket ettiler. Yolda Amir'in
ordusuyla karşılaştılar. Kâfirler onları kuşattı, çember içine alarak hepsini
öldürdüler.[96] Amir, sadece Amr b.
Ümeyye'ye: "Anam, bir köle âzâd etmeyi adamıştı, seni âzâd ediyorum"
dedi ve saçını kesip serbest bıraktı.[97]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bu olayı haber alınca neye uğradığını şaşırdı ve
hayatı boyunca yaşamadığı bir sarsıntıyla karşılaştı. Bu olay Resûlul-lah'a o
kadar dokundu, o kadar ağırına gitti ki, bir ay boyunca sabah namazında bu
zalimlere beddua etti. Amr b. Ümeyye geri dönüşte yolda Benî Amir kabilesinden
iki kişiyi öldürdü. Halbuki Hz. Peygamber bu iki kişiye eman vermişti, ama Amr
b. Ümeyye'nin bundan haberi yoktu. O, Amir kabilesinin Hz. Peygamberin ashabına
yaptığı gaddarlığın[98]
intikamını aldığını düşünüyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem
durumu öğrenince, çok kızdı ve ölen iki kişinin kan bedellerini -diyet-
Ödeyeceğini ilan etti. [99]
Adal ve Kare adlı ünlü
iki kabilenin bir kaç adamı Hz. Peygamber'e gelerek: "Kabilemiz
müslümanlığı kabul etti, oraya bir kaç kişi gönderiniz de islâm'ın emirlerini,
inançlarmı öğretsinler" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber on sahabîyi
tebliğci olarak bunlarla birlikte gönderdi. Başlarına da Asım b. Sâbit'i (ra)
komutan tayin etti. Bunlar Mekke ile Asfân arasında bulunan Reci' mevkiine
ulaştıklarında Adal ve Kare kabilesinden gelen o kalleşler Benî Lihyân
kabilesine, bunların işini bitirin diye el altından haber gönderdiler. Benî
Lihyân, aralarında yüz de okçunun bulunduğu 200 kişiyle bunların peşinden gitti. Onlara
yaklaştıklarında sahabîler koşarak sarp bir tepeye sığındılar.
Okçular onlara:
"Oradan inin, sizi himaye etmeye söz veriyoruz, bir şey yapmayacağız"
dediler. Asım (ra): "Ben kâfirlerin himayesini kabul etmem. Onlara
sığınmam" dedi. Bunu söyledikten sonra Allah'a yönelerek: "Yarabbi!
Peygam-ber'ine halimizi bildir" diye dua etti. Asım b. Sabit, emrindeki on
kişiden yedisiy-le birlikte savaşa savaşa düşman okçuları tarafından şehid
edildiler. Kureyş, bir kaç adamını göndererek: "Asım'ın vücudundan bir
parça et getirin de onu tanıyalım" dediler. Allah'ın takdirine bakın ki,
şehit müslümana bu adice davranışı reva görmedi. Bal arılan gelip cesede
üşüştüler. Kâfirler cesede yanaşamadan geri döndüler.
O sarp tepeye
sığındıklarında müslümanlardan ikisi kâfirlerin verdiği söze inanarak tepeden
aşağı inmişlerdi. Bunlar Hubeyb ve Zeyd (ra) idi. Kâfirler verdikleri sözde
durmayarak, onların kollarını bağladılar ve Mekke'ye götürerek sattılar. Hubeyb
(ra) Uhud savaşında Haris b. Amir'i öldürmüştü. O yüzden Hâris'in oğullan
babalarının intikamını almak amacıyla öldürmek için onu sahn aldılar.[100] Hubeyb
bir kaç gün onların evinde kaldı. Bir gün Hâris'in torununa yemek yediriyor-du.
Tesadüfen elinde çakı vardı.[101]
Çocuğun annesi birden içeri girdi. Hubeyb'in elindeki bıçağı görünce ürperdi ve
ne söyleyeceğini şaşırdı. Hubeyb (ra): "Onu öldüreceğimi mi sandın? Biz
öyle adi işler yapmayız" dedi. Haris ailesi onu öldürmek için Kabe
sınırının dışına götürdüler. Hubeyb iki rekat namaz kılmak için izin istedi.
Katiller de izin verdiler. îki rekat namaz kıldıktan sonra: "Gönlüm daha
uzun süre namaz kılmak istiyor, ama ölümden korktuğum için namazı uzattığımı
sanabilirsiniz" dedi. Sonra şu şiiri okudu:
"İslâm için
öldürüldükten sonra artık hiçbir şeye önem vermem
Artık hangi yanım
üzerine yatarak Öldürüleceğim, önemli değil.
Yaptıklarım ve ölümüm
sadece Allah içindir.
Allah dilerse
paramparça olan vücudumun her parçasına bereket indirecektir. "
İşte o günden sonra
herhangi bir müslüman Öldürüleceği zaman iki rekat namaz kılması âdet
olmuştur. Bu namaz, müstehab kabul edilmiştir.[102]
Esir alınıp Mekke'ye
getirilen iki kişiden diğeri Zeyd'di (ra). Onu da aynı amaçla Safvan b. Ümeyye
satın aldı. Öldürüleceği sırada Kureyş'in ileri gelen liderleri seyretmeye
geldiler. Aralarında Ebu Süfyân da vardı. Öldürecek kişi kılıcı eline alınca
Ebu Süfyân: "Doğru söyle, şu anda senin yerine Muhammed öldürülseydi, bunu
kendi kurtuluşun için bir talih kabul eder miydin?" dedi. Bunun üzerine
Zeyd (ra): "Allah'a yemin ederim ki ben canım karşılığında Hz.
Peygamberdin ayaklarına diken batmasına dahi razı olmam" dedi ve Safvan'ın
kölesi Nistâs[103] kılıcını indirerek
boynunu kesti.
Bu savaşlar dizisi
olurken, aynı zamanda müslümanlarla yahudiler arasında da bir takım savaşlar
cerayan etmekteydi. Ancak yahudilerle müslümanlar arasında olanlar ve yahudiler
yüzünden yaşanan hadiseler, îslâm tarihinin önemli bir bölüm oluşturduğu için
bu olayları ayrı olarak yazacağız. Onları yazarken bu maksatla bir ölçüde
önceki dönemlere doğru gitmemiz gerekecektir. [104]
Bu yılında Şaban
ayında Hz. Hüseyin (ra) doğdu. Yine bu yıl içinde Hz. Peygam-ber'in temiz
eşlerinden Zeynep bn. Huzeyme (ra) vefat etti. Hz. Peygamber onunla aynı yıl
içinde evlenmişti.
Yine bu yıl Hz.
Peygamber, Zeyd b. Sâbit'e İbrani dilini öğrenmesini emrederek
"Yahudilere güvenemiyorum", buyurdu. Tarihlerde yazdığına göre Zeyd
(ra) sadece 15 gün içinde tbrânice'yi öğrendi. Bundan da anlaşıldığı üzere,
Medine'de bazı kimseler îbrâni dilini bilmekteydiler.
Şevval ayında Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ümmü Seleme (ra) ile evlendi. Yahudiler,
Resûlullah Efendimizin huzuruna iki Yahudi'nin davasını getirdiler, Hz.
Peygamber de Tevrat'ın emrine göre recmedilmelerine karar verdi. — Bu olaylar
hakkında 2. cildde geniş bilgiler verilecektir.—
Bazı tarihçilere göre
şarabın ve her çeşit sarhoş edici içkinin haramhğını bildiren âyet bu yıl
inmiş ve müslümanlar içkiden uzaklaşmıştı. Bu konudaki rivayetler çok
değişiktir. Geniş bilgi serî hükümler anlatılırken verilecektir. [105]
Yahudilerin uzun
zamandan beri Medine'de etkili oldukları, ensârın ise oraya daha sonra yerleşerek
bunlarla ilişki kurdukları ve her geçen gün güçlenerek yahu-dilere rakip
oldukları, ama Evs ve Hazrec kabileleri olarak kendi aralarında savaş
yaptıkları ve Buâs savaşı ile güçlerini iyice zayıflattıkları ve bu yüzden
yahudilerle rekabet edemez hale geldikleri daha önce anlatılmıştı.
Yahudilerin üç
kabilesi vardı; Kaynuka, Nadîr, Kureyzâ. Bunların hepsi Medine ve çevresine
yerleşmişlerdi. Genellikle toprak sahibiydiler. Zengin, tüccar ve sanatkâr
kimselerdi. Kaynuka kabilesi sarraflık yapardı. Diğerlerinden daha yürekli ve
cesur oldukları için yanlarında daima savaş malzemesi ve silah hazır bulunurdu.
Ensâr genelde onlara borçlu ve minnet altında bulunurdu. Şehrin siyasî durumuna
hakim ve ekonomik bakımdan Araplar üzerinde etkili oldukları gibi dini ve ilmî
etkileri de vardı. Ensâr genellikle putperest ve cahil insanlar olduklarından
ya-hudilere saygı ve takdirle bakarlardı. Onları kendilerinden daha medeni,
yetenekli ve görgülü kabul ederlerdi. Ensârdan çocukları yaşamayanlar:
"Eğer oğlum yaşarsa onu yahudi yapacağım" diye adakta bulunurdu. Bu
yüzden Medine'de birçok yahudileşmiş Arap yaşamaktaydı.
Zaman aşımından dolayı
yahudilerde ahlâk çökmüş, sosyal yapılarını ahlâksızlık sarmıştı. Hayatlarının
temel amacı, her zaman alışveriş, iş ve kazanç uğrunda didinmekti. Şehir halkı
onlara borçlu, onların insafı altındaydı. Sadece onlar servet sahibi
olduklarından merhametsizce yüksek miktarda faiz uyguluyorlardı. Borçlarını
garantiye almak için de insanların çoluk-çocuğunu hatta kadınlarını rehin alıyorlardı.
Ka'b b. Eşref bizzat kendi ensâr dostlarından böyle bir talepte bulunmuş[106] ve
değişik yollarla insanların mallarına ve arazilerine el koymuştu. Hırs ve aşın
tamahtan dolayı durum o hale gelmişti ki; günahsız çocuklar bir kaç kuruş
uğruna taşla öldürülmekteydi.[107]
Yahudiler
servetlerinin çokluğundan dolayı zinaya dalmışlardı. Daha çok zenginler bu
suçu işlediği için kendilerine ceza verilememekteydi. Bir keresinde Hz.
Peygamber, bir yahudiye: "Sizin şeriatınızda zinanın cezası sadece kırbaç
mıdır?" diye sordu. Yahudi de cevap verdi: "Hayır, recim —taşlayarak
öldürmektir—. Ama ileri gelenlerimiz arasında zina çoğaldı. Değerli biri bu
suçtan yakalandığı zaman, üst sınıftan biridir diye bırakıyor, halktan adamlara
ceza uyguluyorduk. Sonunda eşrafla sade insanlara aynı ceza verilebilsin diye
recmi kırbaçla değiştirdik".[108]
İslâm dini Medine'ye
girince yahudiler, artık zalimce, gaddarca ve bencilce hakimiyetlerinin devam
edemeyeceğini gördüler. İslâm her geçen gün yayılıp, çoğaldığı ölçüde
yahudilerin uzun zamandır ellerinde bulundurdukları dini otoriteleri
tükeniyordu. Medine müşrikleri arasmda yayılmakta olan yahudileşme birden
durmuştu. Müslümanlar tarafından yeni yeni zaferler elde edilmesi sayesinde ensâr
maddi imkânlar elde ettiği ölçüde yahudilerin borç işkencesinden de giderek
kurtuluyorlardı. Yahudilerin servetleri ve dini üstünlükleriyle perdeledikleri
kötü alışkanlıkları ve içlerine sinmiş olan çirkin ahlâk, İslâm Medine'ye
gelince herkesçe görülmeye başlamıştı.
Her ne kadar Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onlarla anlaşma yapmış, onların canına,
malma hiç bir şekilde saldırılmayacağı, her çeşit dini serbestliğe sahip
olacakları garanti edilmişse de Peygamberliğin makamı ve görevi açısından kötü
ahlâkın tanıtılması ve düzeltilmesi Peygamberdin bir göreviydi. Bu ahlâksızlıkların
üzerindeki perdeyi kaldırarak onları insanlara anlatan Kur'ân-ı Kerîm âyetleri
ardarda iniyordu.
"Hep yalana kulak
verir, durmadan haram yerler." (Mâide, 5/42)
"Onların bir
çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün."
(Mâide, 5/62)
"Menedildikleri
halde faizi almaları ve haksız yollarla insanların mallarım yemeleri yüzünden
onlan güzel şeylerden mahrum ettik." (Nisa, 4/161)
İşte bu sebeplerden
dolayı yahudilerde İslâm'a karşı bir nefret doğdu. Hz. Peygamber'e, çeşitli
eziyetler etmeye ve İslâm'a karşı çalışmalar yapmaya başladılar. Ama Hz.
Peygambere, onların her çeşit eziyetlerine sabretmesi emredilmişti:
" Ve sizden önce
kendilerine kitap verilenlerden -yahudilerden- ve müşriklerden birçok üzücü
söz işiteceksiniz. Eğer sabreder de takva gösterirseniz, bu yapılacak işlerin
en hayırhsıdır." (Al-i İmrân, 3/186)
Yahudiler, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e selam verecekleri sırada "Esselâmü
aleyke=selam senin üzerine olsun" yerine "Essârnü aley-ke=ölüm senin
üzerine olsun" demeyi adet haline getirmişlerdi. Bir keresinde Hz. Aişe
(ra) Peygamberimiz'in yanında bulunuyordu. Bunu işitince çok öfkelendi,
hiddetlendi ve elinde olmadan: "Ey utanmaz adam, Ölüm senin üzerine
olsun" deyiverdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kibarca
hareket et" buyurdu. Hz. Aişe ise: "Bu adamlarır. ne dediğini
işitmediniz mi?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet, ama ona aleyke (senin
üzerine olsun) demem, yeterlidir" buyurdu.[109] Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sadece bilmiyormuş gözükmekle ve
bağışlamakla yetinmezdi. Çoğu kez sosyal meselelerde yahudiler-le uzlaşır, dinî
yapılarına saygıyla bakmak isterdi. Araplar'm adeti, saçlarını ortadan ikiye
ayırarak taramaktı. Bunun aksine yahudiler saçlarını olduğu gibi düz
tararlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de yahudilerin bu tarzını
benimsemişti. Sahîh-i Buharı'de:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem özel bir ilâhî emrin inmediği konularda ehli kitaba
uymayı severdi" denilmektedir.[110]
Hz. Peygamber
Medine'ye teşrif ederek yerleştiğinde, yahudilerin âşûre günü oruç
tuttuklarını gördü. Bunun üzerine müslümanlara âşûre günü oruç tutmalarını
emretti.[111] Bir yahudinin cenazesi
geçerken saygı için ayağa kalkardı.[112] Bir
keresinde bir yahudi, Hz. Musa (as)'nın üstünlüğünü, faziletlerini öyle anlatıyordu
ki, anlatışında Hz. Peygamber'den de üstün olduğu iması vardı. Bunun üzerine
ensârdan bir müslüman sinirlendi ve ona bir tokat attı. Yahudi, Hz.
Pey-gamber'e gelip şikayetçi oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz:
"Diğer peygamberlere küçüklük getirecek şekilde beni o peygamberlerden
üstün tutma! Kıyamet günü insanlar bayılmış olacaklar, herkesten önce ben
ayılacağım. O zaman ben, Musa (as)'nın arşın dibinde ayakta dikildiğini
göreceğim" buyurdu.[113]
Kur'ân-ı Kerîm'de inen
ilâhî emirler baştan başa ehli kitapla iyi geçinmeyi ve onlarla kaynaşmayı
teşvik etmekteydi.
... ve ehli kitabın
yemeği sizin için helaldir." (Mâide, 5/5) Genellikle onlara değer
veriliyor, ehli kitap oluşları gözönünde tutuluyordu.
"Ey
Israiloğulları! Size verdiğim nimetlerimi düşünün ve sizi bütün âleme üstün
kıldığımı da hatırlayın." (Bakara, 2/47)
İslâm'ı tebliğ
açısından o gün yahudilerin önüne sürülen îslâm'ı tebliğ ölçüsü şu kadardı:
"Ey ehl-i kitap,
sizinle aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan başkasına
tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimimiz
kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman: Şahit
olun ki biz Müslümanlanz! deyiniz." (Al-i îmrân, 3/64)
Bu sözlerden biri bile
yahudilerin inanç ve kanâatlerine aykırı değildi. Ama bütün bu merhametli,
sevgi ve saygı dolu davranışların karşılığında onlar her yolu deneyerek İslâm'ı
yoketmeye çalıştılar.
İslâm'ın büyüklüğünü
ve haysiyetini azaltmak için müşriklere: "Din bakımından sizler
müslümanlardan daha iyisiniz" diyorlardı."
"Ve onlar
kâfirler hakkında: 'Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yoldadır'
derler." (Nisa, 4/51)
İslâm dininin değerini
düşürmek, ona olan güveni sarsmak için: "Eğer bu din doğru olsaydı, bir
insan bu dini kabul ettikten sonra tekrar neden onu terketsin?"
düşüncesine kapılsınlar diye, kendilerini; müslüman olduktan sonra onu
beğen-meyip tekrar İslâm'dan vazgeçmiş gibi göstermeye çalıştılar.
Kitab ehlinden bir grup
şöyle demektedir:
"Müslümanlara
indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) iman ediniz, akşamleyin ondan dönünüz,
belki böylece o kişiler de -müslümanlar da- islâm'dan vazgeçerler. ."
(Âl-i îmrân, 3/72)
Bunlar dışında,
îslâm'ı mahvetmek için siyasî önlemler alıp politik bir takım teşebbüslerde de
bulundular. İyi biliyorlardı ki ensânn gücü; birbiriyle durmadan kavga eden
Medineli Arap asıllı Evs ve Hazrec kabilelerini İslâm'ın birleştirmesinden
doğmuştu. "Eğer bu ikisini tekrar birbirine düşürür de çarpıştırırsak,
İslâm kendi kendine yok olacaktır" diyorlardı. Araplar arasında önceki
kindarlığı, Evs ve Hazrec arasındaki eski düşmanlığı tekrar diriltmek son
derece kolay bir işti. Bir keresinde iki kabileden birçok insan oturmuş
konuşuyorlardı. Bir kaç yahudi bu sohbete katılarak Buâs savaşını anlatmaya
başladılar. Bu savaş, Evs ve Hazrec kabilelerinin birbiriyle kıyasıya
çarpıştığı ve bütün güçlerini tükettiği savaştı. Bu savaşın anılması iki tarafa
eski günleri hatırlatmış ve küllenmiş olan düşmanlık ateşi tutuşmuştu.
Karşılıklı hakaret ve sövüşmeden sonra kılıçlar çekildi. Yerinde bir tesadüf
eseri olarak Hz. Peygamberin bundan haberi oldu. Hemen olay yerine giderek nasihat
ve öğütlerle iki tarafı sakinleştirdi. Bu olay üzerine şu âyet indi:[114]
"Ey müslümanlar!
Eğer siz ehli kitabdan -yahudilerden- bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra
sizi yeniden inkarcılığa sevkederler." (Al-i Imrân, 3/100)
Öte yandan bir de
münafıklar grubu vardı. Görünüşte müslüman olmuşlarsa da gerçekte İslâm'ın
azılı düşmanıydılar. Bu grubun lideri de, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'du.
Yahudiler onunla gizlice anlaştılar ve birlikte komplo kurmaya başladılar.
Zaten Abdullah b. Übeyy b. Selûl eskiden beri Nadîr oğullarının müttefiki olduğundan
birlik kurmakta zorlanmamışlardı.
Kureyş, Bedir
savaşından daha önce Abdullah b. Übeyy'e: "Müslümanları çıkar, yoksa
gelir kökünü kazırız!" demişti. Ama yukarıda da anlatıldığı gibi bunda
başarılı olamayınca Bedir savaşından sonra bu kez yahudilere şöyle bir mektup
gönderdiler:
"Bir sürü savaş
malzemeniz ve kaleleriniz var. Düşmanımız Muhammed sallal-lahu aleyhi
vesellem'le savaşın. Yoksa sizi şöyle, şöyle yaparız, kadınlarınızı elimize
geçirmemize hiç bir şey engel olamaz!" dediler.[115]
Ebu Dâvûd, Benî
Nadîr'i anlatırken sadece bu olayı anlattığından yalnız Benî Nadîr'in adını
artmıştır. Oysa Kureyş'in mektubu bütün yahudilere yönelikti. Sonucu da
geneldi. Mektup bütün yahudileri tehdit ediyordu. O yüzden büyük ha-disçi
Hakîm, Benî Nadîr ile Kaynuka yahudilerinin olayını tek bir olay kabul etmiştir.
Durum o hale gelmişti ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem geceleri
evden dışarı çıktığında yahudilerden dolayı hayatı tehlikede bulunuyordu. Talha
b. Berâ (ra) bir sahabî idi. Ölürken: "Eğer geceleyin ölürsem sakın Hz.
Peygam-ber'e haber vermeyin de geceleyin buraya gelmesin. Çünkü yahudilerden
çekini-yorum. Benim yüzümden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e bir şey
olmasın" diye vasiyet etmişti. Nitekim Hafız b. Hacer eî-îsâbe isimli
eserinde bütün oi-vn Fbu Dâvûd ve diğerlerinin senediyle nakletmiştir.[116] [117]
Bedir Savaşı,
yahudileri fazlasıyla telaşlandırmıştı, islâm'ın artık bir güç haline geldiğini
görmüşlerdi. Yahudi kabileleri içinde en cesurları Kaynuka oğullarıydı.[118] O
yüzden herkesten önce bunlar müslümanlarla savaşacaklarını söylemeye cüret ettiler.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le yaptıkları anlaşmayı önce bunlar
bozarak sözlerinde durmadılar. Ibn Hişâm ve Taberî, Asım b. Katâde'nin Ibn
îs-hâk'tan rivayet ettiği şu sözü naklederler:
"Benî Kaynuka,
Hz. Peygamberle aralarındaki anlaşmayı bozan ve Bedir'le Uhud savaşı arasındaki
dönemde müslümanlarla savaşan ilk yahudi kabilesiydi."
îbn Sa'd, Benî Kaynuka
savaşını anlatırken şöyle der:
"Bedir savaşında
zafer elde edilince yahudiler bunu kıskandılar ve isyankârlık göstererek
anlaşmayı bozdular."
Bu ateşi daha da
alevlendiren bir kaza olmuştu. Ensârdan birinin hanımı Medine çarşısında bir
yahudinin dükkanına alış-veriş yapmak için peçeli olarak girmişti. Yahudiler
ona elle ve dille sarkıntılık ederek, hakaret etmek istediler. Bujıu duyan
müslümanlar şiddetle tepki göstererek harekete geçtiler ve müslüman kadının
peçesini kaldırarak el uzatan yahudiyi öldürdüler. Yahudiler de bir müslüma-nı
öldürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu haber alınca
yahu-dilere gitti ve: "Allah'tan korkun! Dikkat edin de başınıza
Bedir'dekiler gibi bir felaket gelmesin" buyurdu. Bunun üzerine:
"Biz Kureyş değiliz, aramızda bir savaş olursa savaşın ne demek olduğunu
gösteririz" dediler.
Yahudiler anlaşmayı
bozduklarını ve savaşa hazır olduklarını ilan ettikleri için Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem mecbur kalarak savaş hazırlıkları yaptı. Bunun
üzerine yahudiler kalelerine kapanarak kapılan kapattılar. Müslümanlar Kaynuka
oğullarının kalelerini kuşattı ve bu kuşatma onbeş gün sürdü. Sonunda Hz.
Peygamber'in vereceği karara ve sonuçlarına razı oldular. Abdullah b. Übeyy
onların dostu ve müttefiki idi. Hz. Peygamber'den bunların yurtdışı
edilmelerini istedi. Neticede onlar Suriye bölgesindeki Izreât'a sürüldüler.
300'ü zırhlı olan bu insanların tamamı 700 kişiydiler. Bu olay, Hicrî ikinci
yılın Şevval ayında olmuştu. [119]
Ka'b Ibn Eşref[120]adında,
ünlü bir yahudi şâir vardı. Babası Tayy kabilesinden Eşrefti. Medine'deki Benî
Nadîr kabilesinin müttefiki ve dostu olarak o kadar itibar ve saygı kazanmıştı
ki, yahudilerin başı ve Hicaz tüccarı unvanı[121]
verilen Ebu Ra-fi' b. Ebu'l-Hakîk adlı yahudinin kızıyla evlendi. Ka'b bu
kızdan doğmuştu.[122] Bu
iki taraflı ilişkiden dolayı Ka'b'ın, yahudiler ve Araplarla eşit ilişkisi
vardı. Şairliğinden dolayı da halk üzerinde geniş bir etkisi vardı. Gün
geçtikçe servet ve nüfuzundan dolayı bütün Arabistan yahudilerinin lideri haline
gelmişti. Yahudi alimlerine ve din önderlerine maaşlar bağladı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesel-lem, Medine'ye geldikten sonra, yahudi bilginler
Ka'b'dan aylıklarını almaya gelince Ka'b onlardan Hz. Peygamber hakkındaki
görüşlerini ve düşüncelerini sordu. Ancak kendisi gibi düşündüklerini
öğrendikten sonra maaşlarını verdi.[123]
Ka'b b. Eşref amansız
bir islam düşmanıydı. Bedir savaşında Kureyş ileri gelenleri Öldürülünce çok
üzüldü ve kalbinden yaralandı. Ölüler için taziyede bulunmak üzere Mekke'ye
gitti. Bedir'de ölenlerin ardından ağıt olarak yazdığı ve onların intikamım
almaya teşvik eden şürlerini, insanları biraraya toplayarak hüzünle okudu. Hem
ağladı, hem de orada bulunanları ağlattı, tbn Hişâm bunları anlatırken olaya
ait şiirleri de nakletmiştir. Her ne kadar bu tür şiirlerin çoğu yapmacık da
olsa, o günün dilini aksettirdiği için bir iki mısrasını nakledelim:
"Bedir savaşının
değirmen taşı, Bedir'dekileri öğütüp un etti. Bedir gibi olaylar için ağlamak,
çırpınmak gerekir Muhtaçların sığınakları olan Nice şerefli çehreler orada
Öldürüldü"
Medine'ye döndüğünde
Hz. Peygamber'i kötüleyen şürler söyledi ve insanları Hz. Peygamber aleyhine
tahrik etmeye başladı.[124]
Bugün popüler siyasetçi ve liderlerin heyecanlı konuşmalarının ve ünlü gazetelerin
yazılarının nasıl etkisi oluyorsa, o günkü Arabistan'da da şâirlerin ve
şiirlerin benzer etkisi oluyordu. Tek başına bir şair bütün kabileleri dolaşıp
şiirlerinin etkisiyle insanları coşturuyor, kalpleri harekete geçirebiliyordu.
Bir rivayette de
anlatıldığına göre: Ka'b b. Eşref yanma kırk adam alarak Mekke'ye gitmişti.
Orada Ebu Süfyân'la buluştu ve onu Bedr'in intikamını almaya teşvik etti.
Ka'b'ın konuşmalarıyla coşan Ebu Süfyân, bu kırk kişiyi de alarak Kabe'ye
gitti. Hep beraber Kabe'nin örtüsüne sarılarak Bedr'in intikamını almaya yemin
ettiler.[125]
Ka'b b. Eşref bununla
da yetinmedi. Medine'ye döndükten sonra Hz. Peygamberi gizlice öldürmeye karar
verdi. Allâme Ya'k^bî, Tarihlinde Benî Nadîr olayı hakkında şunları kaydeder:
"Yahudi Ka'b b. Eşref, Hz. Peygamberi tuzak kurarak öldürtmek
istedi."
Hafız îbn Hacer'in
Fethu'l-Bârî isimli eserinin Ka'b b. Eşref[126]
bölümünde tkri-me'nin senedi ile naklettiği şu rivayet de bunun doğruluğunu
desteklemektedir:
"Ka'b b. Eşref,
Hz. Peygamberi yemeğe davet etti ve Hz. Peygamber gelirken tuzak kurup
öldürmeleri için adamlar ayarladı."
Hafız îbn Hacer her ne
kadar bu rivayetin senedinde zayıflık olduğunu yazmışsa da diğer rivayetlerle
karşılaştırdığımız zaman ve mantığımıza vurduğumuz zaman bu zayıflık ortadan
kalkmaktadır.
Tuzak kurmaları
tehlikesi fazlalaşınca Hz. Peygamber bazı sahabîlere bunun çaresine bakılması
gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme (ra) Hz. Peygamberden
de izin alarak ve Evs kabilesinin ileri gelenleri ile meseleyi görüşerek[127]
Hicrî üçüncü yılın Rebiülevvel ayında gidip Ka'b'ı öldürdü. Rivayet sahiplerinin
yazdıklarına göre Muhammed b. Mesleme (ra), Hz. Peygamberin huzuruna gidip:
"Bana Ka'b ile konuşmam için izin veriniz" demişti. Siyerciler bunun
anlamının Muhammed b. Mesleme'nin Allah Resûlü'nden bazı yalan sözler söylemesine
izin vermesini istediğini, Hz. Peygamber'in de buna izin verdiği demek olduğunu
yakıştırmışlardı: "Çünkü, 'Savaş hiledir' ilkesine göre savaşta düşmanı
aldatmak, onu tuzağa düşürmek için yalan söylemek caizdir. Onun için izin almıştır"
demektedirler. Ama BuhârTnin rivayetinde sadece: "Bana izin verin de onlarla
bir konuşalım" ifâdesi vardır. Bu sözden, yalan söylemeye izin verildiği
nereden çıkmaktadır?
Ama yapılan
konuşmalardan, Ka'b'ın ve genellikle yahudilerin ahlâk ve düşüncelerinin ne
noktada olduğu anlaşılmaktadır. Muhammed b. Mesleme (ra) Ka'b'a hitaben:
"Biz Muhammed'i himayemize alarak bütün Arapları kendimize düşman ettik.
Bizden her gün tekrar tekrar para ve yardım istiyorlar. Bazı şeylerimizi size
rehin bırakarak borç almak zorundayız" dedi. Bunun üzerine Ka'b: "Sizler
Muhammed'den bıkacaksınız, iyi bir borç alabilmek için karını rehin bırak"
dedi, îbn Mesleme ise: "Sizin bu iyiliğiniz karşısında kadınlarımızın
bize sadık kalacağına güvenemiyorum" deyince, "O halde çocuklarınızı
rehin bırakın" dedi. Mesleme de: "Bununla bütün Araplar arasında
rezil oluruz. Biz size en iyisi silahlarımızı rehin bırakalım. Silahların
bugün bizim için ne kadar önemli olduğunu daha iyi bilirsiniz" dedi.[128]
Sahîh-i Buhâifde nakledilen rivayette katledilme olayı şöyle anlatılmaktadır:
Bu insanlar, Ka'b'ı
samimi ve dostane bir havada evinden çağırdılar. Sonra îbn Mesleme, Ka'b'in
saçını tarama bahanesiyle başından yakaladı ve onu öldürdü."[129]
Ama rivayette, Hz.
Peygamberin bu harekete izin verdiği anlatılmamaktadır. O güne kadar Araplar
arasmda bu yollarla adam öldürmek çok ayıp sayılırdı. Bu konu ileride detaylı
bir şekilde, ayrı bir başlık altında ve Hz. Peygamberin kademe kademe
Arapların bu adet ve tarzlarını nasıl düzelttiği anlatılacaktır. [130]
Amr b. Ümeyye Amir
kabilesinden iki insanı öldürmüştü. Bunların kan bedelinin ödenmesi
gerekiyordu. Yahudilerle yapılan anlaşma gereği bu bedelin bir bölümünü Nadîr
oğulları ödeyecekti. Bunu istemek için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, Benî Nadîr kabilesine gitti. Görünüşte bunu kabul ettiler. Ama perde
arkasından suikast yapmaya kalktılar. Bir kişinin gizlice üst kata çıkıp, Hz.
Peygamberin başına taş bırakmasını planladılar. Amr b. Cahhâş isimli yahudi,
başına taş atmak için üst kata çıktı. Onun bu niyeti Hz. Peygambere malûm oldu
ve hemen Nadîr oğullan bölgesinden ayrıldı.
Yukarıda da anlatıldığı
gibi Kureyş, Benî Nadîr yahudilerine mektup göndererek: "Muhammed'i
öldürün yoksa biz kendimiz gelerek sizin de kökünüzü kazıyacağız"
demişlerdi. Benî Nadîr, öteden beri islâm düşmanıydı. Kureyş'in bu mesajını
aldıktan sonra bu işe daha da heveslendiler. Benî Nadîr, Hz. Peygambere haber
göndererek: "Siz otuz adamınızı alarak gelin, biz de kendi rahiplerimizi
-hahamlarımızı- alıp geleceğiz. Sizin sözlerinizi dinledikten sonra, eğer
hahamlarımız sizi tasdik ederlerse, inkâr etmek hiç bir bahanemiz kalmaz"
dediler. Hz. Peygambere zarar vermeye tamamen hazır oldukları için Allah
Resulü: "Bir anlaşma yapmadığınız sürece size güvenemem" diye onlara
haber gönderdi. Ama bu teklifi kabul etmediler. Hz. Peygamber, Benî Kureyzâ
yahudilerinin yanma gitti. Onlarla yeni bir anlaşma yapmak istedi. Onlar da
bunu kabul edip anlaşma yaptılar. Benî Nadîr yahudilerine bir örnek olmasına
ve soydaşlarının böyle dini bir anlaşmayı yapmalarına rağmen onlar hiç bir
şekilde anlaşma yapmaya yanaşmadılar.[131]
Sonunda Hz. Peygamber'e haber göndererek: "Siz üç adamınızı alıp gelin,
biz de üç âlimimizi alıp gelelim. Eğer alimlerimiz size iman ederlerse biz de
iman edeceğiz" dediler. Hz. Peygamber bu teklifi kabul etti. Ama yolda
sağlam bir kaynaktan öğrendi ki, yahudiler kılıçlarını kuşanmış, geldiği zaman
kendisini öldürmek için beklemektedirler.[132]
Benî Nadîr'in bu
azgınlığının çeşitli sebepleri vardı. Son derece sağlam kaleler içinde
yaşıyorlardı. Oraları zaptetmek hiç de kolay değildi. Diğer bir sebep de Abdullah
tbn Übeyy onlara haberci göndererek: "Hz. Muhammed'e boyun eğmeyin, Benî
Kureyzâ yanınızda olacak, ben de 2.000 kişi alarak size yardıma geliyorum"
demişti. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:
"Münafıkların,
kitap ehlinden inkâr eden dostlarına 'Eğer yurdunuzdan çıka-nhrsanız, mutlaka
biz de sizinle beraber çıkarız: sizin aleyhinizde kimseye uymayız. Eğer savaşa
tutuşursanız mutlaka yardım ederiz' dediklerini görmedin mi?" (Haşr,
59/11)
Ama Benî Nadîr'in
bütün beklenti ve ümitleri boş çıktı. Benî Kureyzâ onlarla birlik olmadı.
Münafıklar da müslümanlarla savaşmaya, İslâm'a karşı durmaya cesaret edip
gelemediler.
Hz. Peygamber onbeş
gün kalelerini kuşattı. Kaidelerinin etrafını çevreleyen hurmalıkların bazı
ağaçlarını kestirdi. Süheylî, Ravdu'l-Unuf isimli eserinde: "Bütün
hurmalık kesilmedi, aksine Hz. Peygamber sadece özel bir cins hurma olan lî-ne
hurma ağaçlarını kestirdi. Bu cins hurma, Araplar tarafından yenmezdi. O yüzden
de bu ağaçlar kesilmişti" diye yazmaktadır. Bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'de de
anlatılmaktadır:
"Senin lîne
hurmalarmdan kestirdiklerin ve kestirmeyip bıraktıkların, hepsi Allah'ın
emriyle idi. Tâ ki Allah fasıldan rezil etsin." (Haşr, 59/5)
Yahudilerin ağaç
gövdelerinden siper olarak yararlanmamaları ve savaş esnasında müslümanlara
engel teşkil etmemeleri için bu hurma ağaçları kesilmiş ve ortadan kaldırılmış
olabilir. Sonunda Benî Nadîr, develer üzerinde taşıyabilecekleri ne kadar
mallan ve eşyaları varsa alıp götürmeye ve Medine'den gitmeye razı oldular.
Hepsi de evlerini terkederek çıkıp gittiler. Bunlar arasında Sellâm b. Übeyy
el-Hakîk, Kinâne b. er-Rebr, Huyey b. Ahtab gibi liderleri Hayber'e gittiler.
Oradaki yahudiler onlara o kadar saygı gösterdiler ki sonunda onları Hayber'in
liderleri yaptılar. Bu olayı, Hayber'in fetih destanının başlangıcı olması
bakımından da akılda tutmak gerekir.
Benî Nadîr her ne
kadar yurdunu, yuvasını terkedip gitmişse de öyle bir gösterişle çıkıp
gittiler ki sanki düğün yapıyormuş gibiydiler. Develere binmişler, birlikte
şarkılar söylüyor, çalgılar çalıyorlardı. Oyuncu kadınlar def çalıyor, şarkı
söylüyordu. Meşhur şair Urve b. el-Verd Absfnin karısını yahudiler satın
almıştı. O da onlarla birlikteydi. Medinelilerin anlattığına göre; bu kadar
eşya yüklü deve katarını hiç bir zaman görmemişlerdi.[133]
Geride bıraktıkları
silah yığını içinde 50 zırh, 50 miğfer ve 350 kılıç bulunuyordu. Bunların
Medine'den çıkarılmalarına karar verildikten ve yol hazırlıkları yapıldıktan
sonra ortaya şöyle bir problem çıktı: Ensânn, yahudi dinine geçmiş olan ve din
birliğinden dolayı yahudilerin, birlikte götürdükleri çocukları ensâr
tarafından durdurulmak istendi. Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti indi:
"Dinde zorlama
yoktur." (Bakara, 2/256)
Ebu Dâvûd,
Kitâbü'l-Cihâd bölümünün İslâm'a girmeyi istemeyen esirler7, başlığı altında bu
olayı Abdullah b. Abbâs'ın rivayetiyle nakletmektedir. [134]
Yahudilerin, Kureyş'le
ortak planlar yapmaları, Mekke'den Medine'ye kadar olan bölgede fitne ateşini
tutuşturmuştu. Bu gelişmeler, bütün kabileleri Medine'ye saldırmaya yöneltmiş
ve harekete geçme hazıhklan başlamıştı. Önce Enmâr ve Ta'le-be kabileleri
Medine'ye saldırmak istediyse de Hz. Peygamber durumu önceden haber aldı ve
Hicrî 5. yılın Muharrem ayının onunda Medine'den dörtyüz sahabî-sini alarak
sefere çıktı. Zâtü'r-Rikâ' denen yere kadar geldi. Hz. Peygamber'in gelişini
duyunca her iki kabile de dağılarak dağlara kaçtılar.[135]
Hicrî 5. yılın
Rebîülevvel ayında Devmetu'l-Cendel denen yerde büyük bir kâfir ordusunun
toplandığı haberi geldi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 1000 kişilik
bir kuvvet alarak Medine'den çıktı. Bunu haber alan o topluluk da kaçıp
dağıldı. [136]
Müreysa -Beni
Mustalık- Savaşı[137]
Kureyş kabilesi ile ittifak
etmiş ve onların yeminli dostu olan Huzâa adında bir kabile vardı. Bir ara
Kureyş: "Biz ibrahim (as) neslinden olduğumuza göre başkalanndan her
konuda seçkin ve üstün olmalıyız" düşüncesine kapıldı. Haccın önemli
şartlarından biri de Arafat ovasında durmaktı. Ama bu ova Kabe'nin dışında kaldığından,
Kureyş: "Arafaf a diğerleri gitsinler, biz gitmeyelim. Kabe'nin sınırlan
içinde olan Müzdelife'de duralım" diye kendilerine özgü bir karar
almışlardı. Ku-reyş'in buna benzer başka ayrıcalıkları da vardı. Bu
ayrıcalıklardan dolayı da kendilerine 'Ahmes' lakabını vermişlerdi. Ama bu
esasları kabul edenlere de aynı unvanı verecek ve onlarla akrabalık kuracak
kadar cömertlik göstermişlerdi. Huzâa kabilesine de bu şerefi bahsetmişlerdi.[138]
Huzâa kabilesinin
Mustalık oğullan denen bir kolu vardı. Medine-i Münevve-re'ye 9 durak uzaklıkta
bulunan Müreysa'da yaşıyorlardı. Bu sülâlenin başkanı Haris b. Ebu Dırâr'dı.
Kureyş'in işareti ile ya da kendiliğinden Medine'ye saldırma hazırlıklarına
başlamıştı. Hz. Peygamber bunu haber alınca daha fazla bilgi toplamak için Zeyd
b. Hasîb'i (ra) gönderdi. Geri döndüğünde haberin doğruluğunu bildirdi. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sahabe-i kirama hazırlanmalannı emretti.
Şaban ayının ikisinde askerler Medine'den hareket ettiler. Müreysa'ya haber ulaşınca
Hâris'in etrafında toplanan adamlar dağıldı. Kendisi de bir tarafa kaçıp gitti.
Ama Müreysa'da yaşayanlar savaş düzeni aldılar ve uzun süre yılmadan ok yağdırdılar.
Müslümanlar bir anda toplu hücuma geçtiler. Bunun üzerine fazla direneme-yip
geri çekilmeye başladılar. On kişi öldürüldü. Kalan altıyüz kişi ise yakalanıp
esir edildi. Ganimet olarak da ikibin deve ve beşbin koyun ele geçirildi.
Bu îbn Sa'd'ın
rivayetidir. Sahîh-i Buharı ve Sahîh-i Müslim'de bildirildiğine göre ise:
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Mustahk'a tamamen habersiz
ve gafil bir durumda iken, hayvanlarını suladıkları sırada saldırmıştı."
îbn Sa'd bir taraftan bu rivayeti nakletmiş[139] Öte
taraftan da ilk rivayetin daha doğru olduğunu yazmıştır. Bunun üzerine Hafız
îbn Hacer, Fethu'l-Bârî isimli eserinde şöyle yazmaktadır: "Sahîh-i Müslim
ve Sahîh-i Buhârtnin bu rivayeti üzerine siyer ilminin rivayetleri tercih
edilemez. Ama gerçek şu ki, hadis ilmi usûlü açısından Sahîh-i Müslim ve
Sahîh-i Buhârfnin rivayeti de delil olamaz. Çünkü bu rivayetin râvi zinciri
Nâfi'e kadar ulaştıktan sonra son bulmaktadır. O bu yüzden bu rivayet
hadisçilerin ifadesine göre kopuktur. Kopuk (=munkatı') hadis ise delil olamaz.
Bu savaş basit bir
savaş olduğu halde tesadüfen bazı ünlü olay ve vak'alar ortaya çıktığı için bu
savaşa özel bir ad verilmiştir. Bu savaşın özelliklerinden biri de ganimet elde
etme hırsıyla birçok münafığın da orduya katılmış olmasıdır. Bu kötü düşünceli
ve kötü niyetli insanlar, her fırsatta fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir gün
kuyudan su alma meselesinde bir muhacirle bir ensâr arasında tartışma çıktı.
Ensâr, Arapların eski adeti üzerine: "Yetişin ey ensâr!" narasını
attı. Bunun üzerine muhacir de, "Yetişin ey muhacirler!" diye
seslendi. Sesleri duyan muhacir ile ensâr kılıçlarım çektiler. Neredeyse
çatışma başlamak üzereydi. Ama bir kaç kişi araya girerek yatıştırdı.
Münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'in eline fırsat geçmişti. Ensâra
hitaben: "Bu belayı başınıza kendiniz sardınız. Muhacirleri buraya
çağırarak onları kendinize rakip yaptınız, şimdi kendinizle eşitlik savaşı verecek
hale getirdiniz. Henüz fırsatınız varken onlara yardımcı olmaktan vazgeçin. O
zaman kendiliklerinden Medine'den çıkar giderler" dedi.
insanlar bunu Hz.
Peygambere anlattılar. Hz. Ömer de oradaydı. Öfkeden kendinden geçti ve /birine
emredin de bu münafığın kellesini uçursun' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
"Ey Ömer! Muhammed sallallahu aleyhi vesellem kendi arkadaşlarını
öldürtüyor, diye propaganda yapmalarını mı istiyorsun?" buyurdu.[140]
Şurası ilginçtir ki
Abdullah b. Übeyy ne kadar münafık ve îslâm düşmanı ise, Abdullah adındaki oğlu
da bir o kadar islâm için canını veren, kendini Allah yoluna adayan biriydi.
'Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abdullah b. Übeyy'in öldürülmesini emretti'
diye bir haber yayılmıştı. Oğlu Abdullah bunu işitince Hz. Peygamberin
huzuruna giderek: "Ey Allah Resulü! Babama ne kadar saygılı olduğumu bütün
dünya bilir. Eğer izin verirseniz, emir verin de şimdi gideyim de başmı kesip
getireyim. Sakın ola ki başka birine emir vermeyesiniz. Sonra kalkarım, ben de
babamı kayırma ve ona hürmet duygusuna kapılırım da onu öldüreni
öldürürüm" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu teskin
ederek: "Öldürme yerine ona daha da merhametli olacağım" buyurdu. [141]Hz.
Peygamberdin buyruğu o şekilde gerçekleşti ki Abdullah b. Übeyy ölünce kefen
için Hz. Pegyamber kendi mübarek gömleğini ikram etti ve cenaze namazını
kıldırdı. Hz. Ömer: " Münafığın cenaze namazını mı kıldırıyorsun?"
diye Resûlullah'ın eteğine yapıştı. Ama kerem ırmağının akışmı kim
durdurabilirdi? [142]
Savaşta esir edilenler
arasında Cüveyriyye (ra) da vardı. Kendisi, Haris b. Ebu Dı-râr'ın kızıydı. Ibn
îshâk'ın bazı hadis kitaplarında yeralan rivayetine göre olay şöyle cereyan
etmişti: "Bütün savaş esirleri, köle ve cariye yapılmak üzere bölüştürüldü.
Cüveyriyye (ra) Sabit b. Kays'ın (ra) payına düştü. O da Sâbit'e (ra) 'Bir
miktar para alarak beni serbest bırak' dileğinde bulundu. Sabit de bunu kabul
etti. Cüveyriyye'nin (ra) yanında para yoktu, insanlardan para toplayarak bu
miktarı ödemek istedi. Bu maksatla Hz. Peygamberin yanma da gitti. Aişe (ra) da
orada bulunuyordu. —Rivayet Hz. Aişe'nin kesinlikle kendi şahsi görüşü olan şu
ifadelerle sürdürülmektedir.— 'Hz. Cüveyriyye (ra) son derece alımlı
olduğundan Hz. Peygamberin yanma geldiğini görünce, onun güzellik ve
alımlılığının Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'e de bana yaptığı
etkiyi yapacağını anladım/ Kısacası, Hz. Peygamber'in yanına gitti. Hz.
Peygamber: 'Eğer hakkında bundan daha iyi bir teklif yapılırsa kabul edecek
misin?' buyurunca: 'Nedir?' dedi. Hz. Peygamber de: 'Senin adına bu parayı
ödeyeyim ve seni eşim olarak alayım' buyurdu. Cüveyriyye (ra): 'Kabul
ediyorum' dedi.[143] Hz.
Peygamber parayı ödedi ve onunla evlendi." İbn Hişâm ve Ebu Dâvûd'da
mevcut olan İbn İshâk'ın rivayeti budur. Ama başka yolla gelen bir rivayette
bundan daha açık bir anlatım vardır. Olaym aslı şudur: "Cüveyriyye'nin
babası Haris, Araplarm liderlerindendi. Cüveyriyye (ra) esir edilince Haris,
Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı ve 'Kızım câriye yapılamaz. Benim sânım şerefim
bunun üzerindedir. Onu azâd ediniz' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber:
'Kararın bizzat Cüveyriyye'nin isteğine bırakılması daha iyi olmaz mı?'
buyurdu. Haris de Cüveyriyye'ye giderek: 'Muhammed senin isteğine bıraktı. Beni
mahcup etme' dedi. Cüveyriyye de: 'Ben Hz. Peygamber'in yanmda kalmak istiyorum'
dedi. Hz. Peygamber de onunla evlendi."
Hafız İbn Hacer bu
rivayeti el-lsâbe isimli eserinde İbn Münde'den naklederek "Senedi
sahihtir" demektedir. İbn Sa'd'da da bu rivayet mevcuttur. İbn Sa'd'ın
Ta-bakât'mda şöyle bir rivayet vardır:
"Cüveyriyye'nin
(ra) babası onun fidyesini ödedi ve o azâd olduktan sonra Hz. Peygamber onunla
evlendi."
Cüveyriye (ra) ile Hz.
Peygamber evlenince müslümanlar: "Hz. Peygamber'in evlendiği aile köle
yapılamaz" diyerek paylarına düşen bütün savaş esirlerinin hepsini serbest
bıraktılar.[144] [145]
îfk olayı, yani
münafıkların Aişe'ye (ra) attıkları iftira işte bu savaştan dönerken ortaya
çıkmıştı. Siyer ve hadis kitaplarında bu olay çok geniş şekilde nakledilmiştir.
Aslında, Kur'ân-ı Kerîm'in, kendisi hakkmda açık ve net bir şekilde:
"İnsanlar bunu duyar duymaz, neden T?u tamamen iftiradır'
demediler?" buyurduğu bir olayı genişçe anlatmaya gerek yoktur.
Bu olay, bize tamamen
yalan ve uydurma bir haberin nasıl yayılabildiğini gös= termektedir. Aslında bu
haberi münafıklar yaymış ama bazı müslümanlar da oyuna gelerek buna
katılmışlardı. Sahîh-i Müslim ve diğerlerinde anlatıldığı gibi bu iftira
olayına katılanlara iftira (=kazf) cezası verilmişti.
Günümüz hıristiyan
tarihçileri de eski münafıklar gibi bu uydurma olayı dillerine dolayarak ve
bin bir türlü uydurmalar da katarak yazarlar. Onlardan bunun dışında ne
beklenebilir ki? [146]
Buraya kadar yapılan
savaşların hepsi, Araplarla yahudilerin ortak güçleriyle yapmak istedikleri
büyük savaşın öncüleriydi.
Nadîr oğullan,
Medine'den ayrılarak Hayber'e yerleşince rahat durmadılar. Müthiş bir komplo ve
ihanet hazırlığına başladılar. Liderlerinden Selam b. Übeyy el-Hakîk, Huyey b.
Ahtab, Kinâne b. RebT ve diğerleri Mekke-i Mükerreme'ye gittiler. Kureyş'le
buluşarak onlara: "Eğer birlikte hareket ederseniz, İslâm'ın kökü
kazınabilir" dediler. Kureyş buna her zaman hazırdı. Kureyş'i razı
ettikten sonra Gatafân kabilesine gittiler. Onlara birçok vaatte bulundular ve
Hayber'in gelirinin yarısını kendilerine vereceklerini söylediler. Onlar da
buna zaten hazırdılar. Bi'r-i Ma'ûne savaşında kabile reisi Amir'in Medine'ye
saldırma tehdidinde bulunduğunu hatırlayacaksınız.[147]
" O yüzden hemen kabul ettiler.
Benî Esed, Gatafan
kabilesinin müttefiki olduğu için Gatafanlılar onlara da bir mektup yazarak
asker toplayıp gelmelerini istediler. Benî Süleym kabilesi ile Ku-reyş'in
akrabalık bağı vardı. Bu ilişkiden dolayı onlar da bu sefere katıldılar. Benî
Sa'd kabilesi yahudilerin müttefiki olduğundan, yahudiler onları da katılmaya
ikna ettiler. Kısacası önde gelen Arap kabilelerinden büyük bir ordu kurularak
Medine'ye doğru harekete geçti. Fethu'l-Bârî'de ordunun sayısının 10.000 kişi
olduğu belirtilmiştir.[148]
Ordu üç ana gruba
ayrılmıştı.[149] Gatafân kabilesinin
ordusu,[150] Araplar'ın meşhur
liderlerinden olan Uyeyne b. Husayn el-FizârTnin komutası altındaydı. Benî Esed
ise Tuleyhâ'nın komutası altındaydı. Ebu Süfyân'a gelince, o da bütün ordunun
başkomutanıydı.[151] Hz.
Peygamber sallaîlahu aleyhi vesellem bu sefer hakkında ayrıntılı bilgiler ve
sağlam haberler alınca Sahabe-i kirâm'ı toplayarak görüştü. Selmân-ı Fârisî
(ra) İranlı olması itibarıyla savaşta hendek metodunu biliyordu. Açık alana
çıkarak savaşmanın yararlı olmayacağını, güvenli bir yerde askerlerin
toplanmasını ve çevresine hendek kazılmasını tavsiye etti. 'Hendek' aslında
Farsça bir kelime olup Arapçalaşmıştır. "Kazılmış" anlamındadır.
Farsça Tiyâde' kelimesinin 'Baydak' şekline dönüştüğü gibi, 'Kende' kelimesi
de 'Hendek' şekline dönüşmüştür.
Herkes Selmân'ın
görüşünü benimsedi ve Hendek kazma işine başlandı. Medine'nin üç tarafı evler
ve hurmalıkla çevriliydi. Bunlar, şehri koruyan bir sur görevi görüyordu.
Sadece Suriye tarafı açıktı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 3.000
sahabesiyle birlikte şehirden çıkarak, bu açık bölgede hendek kazmaya başladılar.
Zilkade ayının sekizinci günüydü.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, sınırı bizzat kendisi belirledi, işaret çizgileri
koyarak 10'ar kişiye 10'ar metre uzunlukta yerler dağıttı. Hendeğin derinliği
5 metre olarak ayarlandı. Yirmi günde üçbin mübarek elle iş tamamlandı.
Peygamber Mescidi
yapılırken, îki Cihan Sultanı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in
çalışanlarla birlikte, tam bir işçi gibi çalıştığı unutulmamalıdır. Bugün de
insanı heyecanlandıran ve tarihte benzeri görülmemiş aynı ibret verici manzara
tekrar yaşanıyordu. Hz. Peygamber, ashabı ile onlardan biri gibi çalışıyordu.
Kış gecelerinin hüküm sürdüğü günlerdi. Bazan üç gün aç kalıyorlardı. Muhacir
ve ensâr sırtlarında taşıdıkları topraklan getirip etrafa dağıtıyorlardı. Sevgi
ve muhabbet çağlayan olmuş, koro halinde şu şarkıyı söylüyorlardı:
"Biat ettik biz
Muhammed'e, Cihâd için, yaşadıkça."
îki Cihanın Efendisi
Hz. Peygamber de diğerleri gibi toprak taşımakta, açlığını bastırmak için
mübarek karnına taş bağlayarak şu şiiri söylemekteydi:
"Andölsun ki
doğru yola sevketmeseydi bizi Allah, Ne hidayet bulur, ne ikram eder, ne de
ibadet ederdik."
"Sükunet indirdi
üzerimize, artırdı direncimizi Karşılaştığımızda düşmanla. Başkaldırdı bize
zavallılar ve Bir fitne istedikleri zaman karşı koyduk onlara biz."
"Karşı
koyduk" kelimesi geldiğinde sesini yükseltiyor ve tekrarlıyordu.[152] Aynı
zamanda ensâr için dualar ediyor ve dilinden şu vezinli kelimeler dökülüyordu:
"Yok Allahım ahiret hayrından başka hayır ve Mübarek kıl onları, ensâr ve
muhacir..."
Taşları ayıklaya
ayıklaya kazı devam ederken sert bir kaya çıktı. Hiç kimsenin vurması işe
yaramadı. En sert darbeler bile onu parçalayamadı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem geldi. Üç
günden beri açtı ve açlığın ızdirabını duymamak için karnına taş bağlamıştı. O
haliyle mübarek elindeki balyozu indirdiğinde Allah'ın himmetiyle kaya
paramparça oldu.[153]
Allah Resulü Sula'
dağını arkaya alarak orduyu savaş düzenine soktu. Kadınlar şehrin korunaklı
kalelerine gönderildi. Benî Kureyzâ yahudilerinin sinsice saldırmasından
kuşkulanıldığı için Seleme b. Eşlem (ra) ikiyüz kişiyle birlikte saldırılma
ihtimali olan yere gönderildi. Benî Kureyzâ yahudileri o ana kadar hiç
kimseyle birleş-memiş, hiç bir gruba taraf olmamış, tek başlarına duruyorlardı.
Ama Benî Nadir yahudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye'nin (ra)
babası Huyey b. Ahtab kalkıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka'b b.
Esed'in yanına gitti. Ka'b görüşmeyi reddetti. Huyey: "Ben ucu bucağı
olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar,
hepsi de Muhammed'in kanına susamış durumdalar. Bu fırsat, elden kaçırılacak
gibi değil. Artık İslâm'ın sonu geldi" dedi. Ka'b hâlâ savaşa katılmaya
razı değildi. "Muhammed'i daima sözünde duran biri olarak tanıdım.
CKnunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe
sığmaz" dedi. Ama Huyey'in büyüsünün etkisinden de bir türlü kurtulamadı.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince, söylenenlerin doğruluğunu
araştırmak için Sa'd b. Mu'âz'la Sa'd b. Ubâde'yi (ra) görevlendirdi ve:
"Benî Kureyzâ, aramızdaki anlaşmayı bozduysa geri döndüğünüzde bu haberi
kapalı sözlerle anlatınız ki insanların cesareti kırılmasın ve moral
çöküntüsüne uğra-masınlar" buyurdu. Bu ikisi giderek Kureyzâ oğullarına
yaptıkları anlaşmayı hatırlattıklarında, onlar: "Muhammed kimdir, anlaşma
nedir, biz tanımıyoruz" dediler.
Kısacası Kureyzâ
oğulları da bu kalabalık orduya bir katkı daha yapmış oldu. Kureyş, yahudiler
ve Arap kabilelerinden oluşan 10.000 kişilik ordu üç gruba ayrılarak Medine'nin
üç tarafından öyle amansızca saldırdılar ki, şehir sarsıldı.
Bu savaşı bizzat Allah
Teâlâ şöyle tasvir etmektedir:
"Onlar hem
yukarınızdan hem aşağınızdan -vadînin hem üstünden hem de altından- üzerinize
yürüdükleri zaman, gözler yılmış, yürekler ağıza gelmişti. Ve siz Alah hakkında
türlü türlü şeyler düşünüyordunuz, işte orada iman sahipleri imtihandan
geçirilmiş ve şiddetli bir sarsmtıya uğratılmışlardı." (Ahzâb, 33/10-11)
İslâm ordusuna,
münafıklardan da bir topluluk katılmıştı. Görünüşte müslü-manlarla
birlikteydiler ama kış mevsiminin sert geçmesi, yiyecek içecek sıkıntısı,
sürekli açlık, geceleri uyuyamamak, sayısı bilinmeyen kalabalık bir ordunun saldırması
gibi sebepler, yüzlerindeki perdeyi yırtarak içyüzlerini açığa çıkarttı. Hz.
Peygamber'e gelerek "Evlerimiz güvenli değil, bizim şehre geri gitmemize
izin veriniz" dediler.
Ayet onları şöyle
tasvir eder:
"Şüphesiz
evlerimiz açık duruyor, hiçbir güvenliği yoktur, diyorlar. Halbuki o evler açık
ve güvensiz değiller, ancak onlar kaçmak istiyorlar/' (Ahzâb, 33/13)
Ama mücahidlerin
samimiyet ve sadakati, bütün bu sıkıntılara galip geldi. Her imtihanı ve
zorlukları yendiler.
"Müslümanlar
Ahzâb ordusunu görünce: 'îşte bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeydir.
Allah ve Resulü doğru söylemiştir' dediler. Onlar ancak iman bakımından ve
Allah'a teslim olma bakımından daha da sağlamlaştılar." (Ahzâb, 33/22)
Bu kuşatma
aşağı-yukarı bir ay boyunca öyle şiddetle, öyle acımasızca sürdü ki Hz.
Peygamber ve sahabe-i kiram kimi zaman üç gün süren açlık çektiler, üç gün
boyunca bir lokma bile yiyemediler. Bir gün sahabe-i kiram'dan biri açlıktan
bitkin bir halde Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Karnını açarak bağladığı taşı
gösterdi. Ama Hz. Peygamber karnının üzerindeki kuşağını açıp da iki taş
birden bağladığını gösterince o şahabı utancından bir şey diyemeyerek geri
gitti.
Kuşatma o kadar
şiddetli ve o kadar tehlikeli bir hal almıştı ki bir keresinde Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Müslümanlara hitaben: "İçinizde gidip, bizi
kuşatanların ne durumda olduğunu öğrenip gelecek biri var mı?" diye sordu.
Üç kere bu sözünü tekrarladığı halde Zübeyr'den (ra) başka hiç kimseden ses
çıkmadı. Hz. Peygamber bu olay üzerine Zübeyr'e (ra) 'havari' lakabını verdi.[154] Düşmanlar
hendeğin etrafını tamamen kuşatma altına almışlardı.
Düşmanlar Hz.
peygamber ve sahabe-i kiramın çoluk-çocuğunun korunduğu kalelerin bulunduğu bir
yere de saldırmak istediler. Ama hendeği aşamadıkları için uzaktan ok ve taş
yağdırıyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hendeğin çeşitli
bölgelerine, düşman saldırılarına karşı koyacak mücahidler yerleştirmişti. Bir
bölümünü de bizzat kendisi kontrol ediyordu. Hz. Peygamber kuşatmanın şiddetini
görünce ensârın cesareti kırılmasın diye düşünerek Medine'nin üretiminin üçte
birini kendilerine vermek şartıyla Gatafân kabilesiyle anlaşma yapmak istedi.
En-sârın liderleri olan Sa'd b. Ubâde ile Sa'd b. Mu'âz'ı (ra) çağırarak
görüştü. İkisi de: "Eğer bu Allah'ın emriyse bunu reddetmeye imkân yoktur.
Ama eğer bir görüş ise şunu söyleyelim ki, biz kâfirken bile hiç kimse bizden
haraç isteme cesaretini gösterememişti. Şimdi ise İslâm bizim değer ve
derecemizi yükseltmiştir Allah'tan başka kimseye boyun eğmeyiz" dediler.
Hz. Peygamber onların bu güvenlerini görünce huzur buldu. Sa'd (ra) sözleşme
şartlarını ihtiva eden kağıdı eline alıp üstündeki yazıyı sildi ve:
"Ellerinden ne geliyorsa yapsınlar!" dedi.
Müşrikler saldın için
şöyle bir düzenleme yaptılar. Kureyş'in ünlü komutanları; yani Ebu Süfyân,
Hâlid b. el-Velîd, Amr b. As, Dırâr b. el-Hattâb ve Cübeyre'ye birer gün
belirlendi. Her komutan kendi sırası geldiği gün bütün orduya komuta ederek
savaşıyordu. Hendeği geçemiyorlar, ama hendeğin genişliği fazla olmadığından
uzaktan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu metodla basan elde edilemediğinden,
topyekün bir saldın yapılması kararlaştırıldı. Bütün ordu biraraya toplandı,
bütün kabilelerin liderleri en önde duruyorlardı. Hendek tesadüfen bir yerinde
fazla geniş değildi. Saldın için o nokta seçildi.
Araplar'ın ünlü
kahramanları, Dırâr, Cübeyre, Nevfel, Amr b. Abduvüdd, hendeğin karşı
tarafından atları mahmuzladüar. Mahmuzlamalarıyla birlikte atlar sıçrayıp
müslümanların tarafına geçti. Bunlar arasında en ünlü cengâver olarak bilinen
Amr b. Abduvüdd bin askere bedel görülen bir savaşçıydı. Bedir savaşında yaralanarak
gitmiş ve: "İntikam alıncaya kadar saçlarıma yağ sürmeyeceğim" diye
yemin etmişti.
O sırada 90
yaşındaydı. Yine de en önce o, ordunun önüne çıktı ve Araplar'ın adetlerine
uygun olarak: "Karşıma kim çıkacak?" diye bağırdı. Hz. Ali ayağa kalkarak
"Ben!" dedi. Hz. Peygamber: "Ey Ali! bu, Amr b.
Abduvüdd'ür" diye engelledi. Hz. Ali oturdu. Ama Amr'in sesine kimseden
cevap gelmiyordu. Amr tekrar bağırdı ve yine sadece bir tek ses ona cevap
verdi. O da Hz. Ali'nin sesiydi. Üçüncü kere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Bu Amr'dır" deyince, Hz. Ali: "Evet biliyorum, bu
Amr" dedi.
Resûlullah sonunda
izin verdi. Hz. Ali'ye kendi eliyle kılıç kuşattı. Sangını sardı. Amr'in
vaktiyle söylediği bir söz vardı: "Dünyada benden, bir kişi üç şey birden
istese, birini mutlaka kabul ederim". Amr'a bu sözünü hatırlattıktan
sonra: "Gerçekten bu söz senin mi?" diye sordu. Bunu doğrulayınca
aralarında şöyle bir konuşma geçti:
Hz. Ali: "Senin
müslüman olmanı teklif ediyorum" Amr: "Bu mümkün değil" Hz. Ali:
"Savaştan vazgeç git"
Amr: "Kureyşli
kadınların hakaretine tahammül edemem" Hz. Ali: "Benimle savaş"
Amr güldü ve: "Şu
gökyüzünün altında önüme böyle bir teklifin getirileceğini hiç tahmin
etmezdim" dedi.
Hz. Ali yaya idi. Amr
ise atma binmiş vaziyetteydi. Gururu bunu kabul etmedi. Attan indi ve ilk
kılıcı atının ayaklanna salladı, hayvanın ayaklan biçilip gitti. Sonra:
"Sen kimsin?" diye sordu. Hz. Ali adını söyledi. Bunun üzerine Amr:
"Seninle savaşmak istemiyorum" deyince Hz. Ali: "Ama ben
istiyorum" dedi. Amr bu söz üzerine öfkelenerek kendinden geçti. Kılıcı
kaldırdı ve öne doğru ilerleyerek hamlesini yaptı. Hz. Ali kalkanıyla bu darbeyi
durdurdu. Ama kılıç, kalkanı delerek arkadan çıktı ve alnına değdi. Her ne
kadar öldürücü bir darbe değilse de bu darbenin izi alnında bir hatıra olarak
kaldı. Kâmûs'ta şöyle yazılmıştır: "Hz. Ali'ye Zülkarneyn denirdi. Bunun
sebebi, alnında iki yara izinin bulunmasıydı. Biri Amr'ın eliyle açılan yara
izi, biri de îbn Mülcem'in açtığı yara izi." Amr b. Abdu-vüdd'ün hamlesi
savulunca, sıra Hz. Ali'nin hamlesine geldi. Hz. Ali kılıcı salladığı gibi
boynuna vurdu ve kellesini yere düşürdü. Hemen arkasından: "AUahu
ek-ber!" narasını ath. Böylece zaferin kendinde olduğunu ilan etmiş oldu.
Amr'den sonra Cübeyre ile Dırâr saldırdı. Ama Zülfikar isimli kılıcı elinde
tutan Hz. Ali'yi görünce geri çekilmek zorunda kaldılar. Hz. Ömer, Dırâr'ın
takip etti. Dırâr geri dönüp, mızrak savurmak istediyse de durdu ve: "Ey
Ömer! bu iyiliğimi unutma" dedi. Nevfel kaçarken hendeğe düştü. Sahabe-i
kiram mızrak atmaya başladı. Nev-fel: "Müslümanlar! Ben şereflice ölmek
istiyorum" dedi. Hz. Ali bu isteğini kabul ederek hendeğe indi ve onu
kılıcıyla şerefli insanlara yakışan biçimde öldürdü.
Düşmanların bu saldırı
günü çok şiddetli geçti. Kâfirler her taraftan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu
yağmur bir an için bile dinmiyordu. Hadislerde, Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem'in arka arkaya dört vakit namazının kazaya kaldığı, sürekli ok
ve taş yağdırmadan dolayı yerinden ayrılmasının mümkün olmadığı bildirilen
gün, işte bu gündür.[155]
Kadınların kaldığı
kale, Kureyzâ oğullarının mahallesine bitişikti. Yahudiler, bütün topluluğun
Hz. Peygamber'le birlikte olduğunu görünce kaleye hücum ettiler. Yahudinhvbiri
kalenin kapışma kadar ulaştı, kaleye saldırmak için uygun bir yer arıyordu. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in halası olan Safiyye (ra) onu gördü.
Kadınları korumak için
şair Hz. Hassan tayin edilmişti. Safiyye (ra) ona: "Aşağı in de onu
öldür, yoksa bu adam gider, düşmanlara durumumuzu anlatır" dedi. Hassan
(ra) bir keresinde hastalanmıştı. Bu hastalığından sonra kendisinde bir ürkeklik
oluşmuştu. Öyleki kavgaya, savaşa gözünü kaldırıp bakamazdı. Bu yüzden mazur
görülmesini istedi ve: "Ben bu işin adamı olsaydım, burada olur
muydum?" dedi. Safiyye (ra) çadırın bir kazığını söküp çıkardı ve inerek
yahudinin kafasına öyle indirdi ki adamın kafası parçalandı. Sonra Hz. Safiyye
(ra) geldi ve Hassân'a: "Silahı ile elbiselerini al da gel" dedi.
Hassan (ra): "Bırak kalsın, onlara ihtiyacım yok" dedi. Safiyye de:
"Peki öyleyse git başını kes, kaleden aşağı fırlat da yahudi-ler
korksunlar" dedi. Ama Hz. Hassan ona da yanaşmadı ve bu işi de Hz. Safiyye'nin
(ra) yapması gerekti. Böylece yahudiler kale içinde askerlerin bulunduğuna
kesin kanaat getirdiler. Bu düşünceyle tekrar saldırmaya cesaret edemediler.[156]
Kuşatma uzayıp
gittikçe kuşatanların cesareti de kırılıyordu. Onbin kişiye yiyecek içecek
ulaştırmak kolay bir iş değildi. Sonra şiddetli soğukla birlikte öyle sert bir
rüzgar esti ki tufan kopmuş gibi oldu. Kasırga her şeyi göklere savuruyordu.
Çadır kazıklarını söküp fırlatıyordu. Yemek kazanları altüst olup yerlere
yuvarlandı. Kasırga, ordularm yapamadığı işi yaparak düşman ordusunu büyük bir
paniğe uğratmıştı. O yüzden Kur'ân-ı Kerîm bu müthiş kasırgayı Allah'ın askeri
olarak yorumlamıştır:
"Ey Müslümanlar!
Üzerinize ordular çullanmıştı da biz onlara kasırga ve sizin görmediğiniz
askerler göndermiştik, işte o günü hatırlayın." (Ahzâb, 33/9)
Na'îm b. Mesud
el-Eşceî, Gatafân kabilesi liderlerindendi. Hem Kureyşliler, hem de yahudiler
ona saygı duyarlardı. Müslüman olmuştu ama kâfirler henüz bunu bilmiyordu.
Kureyş ve yahudilere ayrı ayrı giderek öyle birtakım sözler söyledi ki, o
sözlerle iki tarafın arası açıldı.
îbn Sa'd'ın rivayetine
göre: "Na'îm, aralannı bozmak için her iki tarafa öyle sözler söyledi ki,
bu sözlerden dolayı iki taraf birbirinden şüphelenir oldu ve aralarındaki
itimad ortadan kalktı." Bu olaya dayanarak Ibn îshâk: "Hz.
Peygamberin kendisi, Na'îm'e: "Savaş hiledir" talimatını
vermiştir" demektedir. Fakat îbn Ishâk yaptığı rivayetin senetlerini
nakletmemiştir. Nakletseydi bile böyle önemli bir mesele, îbn îshâk'ın
derecesi, sadece onun senediyle yapılan rivayet, kabul edilebilecek nitelikte
olmazdı. Ayrıca müşriklerle yahudilerin arası o kadar gergindi ki, ayrıca
propaganda yapmaya gerek yoktu. îbn Sa'd'ın rivayetinde Na'îm'in, yahudilere
sadece şu sözleri söylediği rivayet edilmiştir: "Kureyş üç-dört gün sonra
buradan çekip gidecek, siz müslümanlarla birlikte yaşamaya devam edeceğinizden
neden arada kalıp da hep savaşmaya itilesiniz. Eğer savaşa katılmaya
hazırsanız o halde Kureyş'ten emin olmak için onların liderlerinden bir kaçını
rehin olarak alınız. Eğer Kureyş sizi ortada bırakıp gidecek olursa siz de
rehin aldığınız liderlerini hapsedersiniz." îşte zikredilen budur. Benî
Kureyzâ yahudilerinin, işin başında sözlerini bozmaya ve ahidlerinden
vazgeçmeye razı olmadıkları da ortadadır. Onlar aynı zamanda:
"Muhammed'le yaptığımız sözleşmeyi neden bozalım?" diyorlardı. Ama
Huyey b. Ahtab: "Kureyş çekip gittiği taktirde ben Hayber7! bırakarak
sizin yanınıza geleceğim" diye söz vererek onlan ikna etti. Kureyş bu tür
garantileri kabul edemediğinden bunu reddetmiş olacaklar ki iki taraf arasında
güvensizlik meydana gelmiş olmalıdır. Yoksa bunun için bir sahabînin yalan
söylemesine ne gerek vardır?[157]
Her şeye rağmen hava
muhalefeti, kuşatmanın uzaması, kasırganın şiddeti, yiyecek sıkıntısı,
yahudilerin yardıma olmayışları gibi bütün sebepler öyle bir araya gelmişlerdi
ki, artık Kureyş'in azim ve sebat göstermesi çok zordu. Ebu
Süfyân askerlere yiyecek içeceğin
bittiğini, mevsimin sert ve çok soğuk geçtiğini, yahudilerin yardımcı
olmadıklarını, artık kuşatmanın işe yaramadığını söyledi, arkasından göç davulunun
çalınmasını emretti. Gatafân kabilesi de onlarla birlikte hareket etti. Benî
Kureyzâ yahudileri kuşatmayı bırakarak kalelerine çekildiler ve Medine ufku
20-22 gün boyunca toz duman içinde kaldıktan sonra berraklaştı.
"Allah, o inkâr
edenleri hiçbirşey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi ve müslümanlann
savaşmasına hacet bırakmadı." (Ahzâb, 33/25)
Bu savaşta islâm
ordusunun can kaybı olmadı. Ama ensârın en büyük kolu Evs kabilesinin başkanı
olan Sa'd b. Mu'âz (ra) yaralandı. Sonra da kurtulamayarak öldü. Onun
yaralanma olayının hikayesi elim ve ibret vericidir.
Hz. Aişe'nin (ra)
korunduğu kalede Sa'd b. Muaz'ın annesi de birlikte korunuyordu. Hz. Aişe (ra)
şöyle anlatıyor: "Ben kaleden çıkarak dışarıda dolaşıyordum. Arkamdan bir
ayak sesi hissettim. Dönüp baktığımda Sa'd'ın, eline mızrağını almış,
heyecanla çok hızlı bir şekilde gittiğini gördüm. Hem hızla gidiyor, hem de şu
şiiri söylüyordu.
"Biraz bekle de
savaşa bir kişi daha yetişsin.
Vakit gelmişse ölümden
niye korkalım."[158]
Sa'd'm annesi onu
görünce: "Evlat koşarak git, geç kaldın!" diye bağırdı. Sa'd'ın zırhı
o kadar küçüktü ki iki kolu da zırhın dışında kalıyordu. Hz. Aişe (ra) Sa'd'm
annesine: "Keşke Sa'd'm zırhı büyük olsaydı" dedi. Tesadüf olacak ya,
tbnu'1-Arkâ açık koluna nişan alarak mızrak attı, o da gelip ana damarı kesti.
Hendek savaşı bittikten sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun
tedavi ve bakımı için mescidin avlusunda bir çadır kurdurdu. Rufeyde adında bir
kadın bu savaşa katılmıştı, yanında ilaçlar da vardı. Yaralıları tedavi ediyordu.
Bu çadır da, onun kontrolü altındaydı, hemşirelik yapıyor hastalığın seyrini o
takip ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, mübarek eline şişleri
alarak onun yarasına dağladı, ama yara tekrar azdı. Resûlullah sallallahu
aleyhi vesellem ikinci kez dağladı, ama hiç bir faydası olmadı. Bir kaç gün sonra,
yani Benî Kureyzâ yahudilerinin imha edilmesinden sonra yara derinleşti ve Sa'd
vefat etti. [159]
Daha önce anlatıldığı
üzere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine'ye yerleştiği ilk
günlerde, yahudilerle anlaşmalar yapmıştı. Onların canı, malı, dini güven
altına almıyor, her konuda serbestlik veriliyordu. Fakat Kureyş onlara mektup
yazarak bir taraftan tehdit, bir taraftan mal mülk vaad ederek başkaldırmaya
ikna etmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu gruplardan sözleşmelerini
yenilemelerini istedi. Benî Nadîr yahudileri reddettiler ve sürgün edildiler.
Ama Benî Kureyzâ yahudileri yeniden sözleşerek anlaşmalarını tazelediler. Nitekim
onlara güvence verildi ve huzurları sağlandı. Sahîh-i Müslim'de bu olaylar kısaca
şu ifadelerle anlatılmaktadır:
"Hz. Ömer'in oğlu
Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: 'Benî Nadîr ve Benî Kureyzâ yahudileri
Hz. Peygamberle savaştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Benî Nadîr yahudilerini
sürgün etti, Kureyzâ yahudilerini ise Medine'de bıraktı, onlara ikramlarda
bulundu'."
Benî Nadîr yahudileri
sürgün edilince büyük liderleri Huyey b. Ahtab, Ebu Râ-fi', Selâm b. Übeyy
el-Hakîk Hayber'e yerleştiler ve oranm da liderleri oldular. Hendek savaşı,
işte bu adamların tahriklerinin sonucu ortaya çıktı. Arap kabileleri arasında
dolaşarak bütün ülkede fitne ateşini körüklediler. Kureyş'le de birleşerek Medine'ye
saldırdılar. O sırada Benî Kureyzâ, anlaşmasına bağlı duruyordu. Fakat Huyey
b. Ahtab onları tehdit ederek anlaşmalarını bozdurdu ve onlara: "Allah
korusun eğer Kureyş böyle bir saldırıdan ve savaştan vazgeçerek çekip giderse
sizi bırakıp Hayber'e gitmeyeceğim" diye söz verdi. Nitekim bu sözünde de
durdu.
Kureyzâ yahudileri
Hendek savaşma fiilen katıldılar. Yenilip de geri çekildiklerinde islâm'ın en
büyük düşmanı olan Huyey b. Ahtab'ı yanlarında götürdüler. Artık bunlar
hakkında da son bir karara varmaktan başka çare kalmamıştı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, savaşın bitmesinden sonra: "Hiç kimse silahını
bırakmasın, hedef Kureyzâ" diye emir verdi. Eğer Benî Kureyzâ yahudileri
insanca ve barışçıl bir yaklaşım gösterselerdi, görüşme yapıp birtakım sağlam
kararlar aldıktan sonra onlara güven ve huzur sağlanabilirdi. Ama onlar
savaşmaya ve direnmeye karar vermişlerdi. Hz. Ali ordudan ayrılarak Kureyzâ
oğullarının kaleleri önüne gittiğinde, Hz. Peygamber'e sövüp küfürler ettiler.[160] Sonuçta
kuşatıldılar ve kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda, Sa'd b. Mu'âz'ın
vereceği karan kabul edeceklerini bildirdiler.
Sa'd b. Mu'âz ile
kabilesi Evs, Kureyzâ oğullarının müttefiki idi ve aralarında bir anlaşma
vardı. Araplar'a göre bu anlaşmayla oluşan bağ, soydaş olmaktan ve aynı soydan
gelmekten daha ilerdeydi. Hz. Peygamber onların bu isteğini kabul etti.
Kur'ân-ı Kerîm'de özel bir hüküm bulunmadığı ve yeni bir âyet gelmediği sürece
Resûlullah, Tevrâf in hükümlerine bağlı kalırdı. Namazda kıbleye yönelme, recm,
kısas vb. konularda özel bir ilâhî emir gelmediği sürece Hz. Peygamber Tevrâf
m hükmüne bağlı kalmıştır. Sa'd'ın verdiği karar, Tevrat'ın emrine uygun olarak,
'fiilen savaşanların öldürülmesi, kadınlarla çocukların esir alınmalarına, malların,
ganimet malı kabul edilmesi' şeklindedir.[161]
Tevrâtta sözkonusu hüküm şöyle ifade edilmektedir:
"Bir şehre
kendileriyle savaşmak için gittiğinde önce barış teklifinde bulun. Eğer onlar
barışı kabul ederlerse ve senin için kapıları açarlarsa o zaman orada ne kadar
insan bulunuyorsa, hepsi senin kölen olacaktır. Ama eğer banş yapmazlarsa o
şehri kuşat ve senin Rabbin, sana onları ele geçirmeni sağlarsa o zaman, orada
ne kadar erkek varsa hepsini Öldür. Şehirde geri kalan çocuklar, kadınlar, hayvanlar
ve her ne varsa hepsi senin için ganimet malı olacaktır." (Tevrat,
Tesniye, Bab: 20, Ayet: 10-14)
Hadislerde de
belirtildiği üzere Sa'd (ra), bu kararı verince, Hz. Peygamber: "Bu semavî
bir karardır" buyurdu. Bunu söylerken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, Tevrâf m yukarıda naklettiğimiz hükmüne işaret ediyordu. Yahudilere
bu karar duyurulunca gösterdikleri tepkilerden ve ağızlarından çıkan ifadelerden
kesinlikle anlaşılıyor ki, kendileri de bu karan Allah'ın emrine uygun kabul
ediyorlardı. Bütün bu fitnelerin sebebi olan, bütün bu dalaveralann,
düzenbazlıkların kaynağı olan Huyey b. Ahtab öldürüleceği yere getirilince,
başını kaldırıp Hz. Peygamber'e baktı ve şu sözleri söyledi:
"Evet, Allah'a
andolsun ki! 'Neden sana düşmanlık yaptım?' diye kendimi kınamıyorum. Ama
mesele şu ki, kim Allah'ı terkederse, Allah da onu terkeder."
Sonra diğer insanlara
doğru dönerek:
"Ey insanlar!
Allah'ın emrinin uygulanmasında hiç bir sakınca olamaz. Bu Allah'ın bir
emriydi, bu bir kaderdi. Allah'ın Israiloğullanna yazdığı bir ceza idi"
dedi. Huyey b. Ahtab'la ilgili olarak şu mesele özellikle gözönünde
tutulmalıdır:
Sürgün edilerek
Hayber'e doğru gitmek üzereydi. Hz. Peygamber'e ihanet edecek hiç kimseye
yardımcı olmayacağına söz vermiş ve bu verdiği söze Allah Te-âlâ'yı şahit
göstermişti.[162] Ama Ahzâb (Hendek)
savaşmda verdiği bu söze ne ölçüde sadakat gösterdiği biraz önce
anlatılmıştır.
İslâm karşıtları bir
takım yorumlar yaparak, Benî Kureyzâ'ya merhametsizlik ve zulüm yapıldığını
söyleyerek itiraz etmişlerdir. Ama olaylar aşağıda olduğu gibi cereyan
etmiştir:
1. Hz.
Peygamber Medine'ye geldikten sonra onlarla dostça sözleşmeler yaptı. Bu
sözleşmelerde onlara dini serbestlik tanıdı ve anlaşma metninde can ve mal güvenliği
verildiği belirtildi.
2. Benî
Kureyzâ makam ve mevki bakımından Benî Nadîr'den daha aşağı derecedeydi. Yani
Benî Nadîr'in bir adamı Benî Kureyzâ'nın bir adamını öldürmüşse kan bedeli
olarak sadece yarım fidye ödüyordu. Bunun aksine, Benî Kureyzâ'dan biri Benî
Nadîr'in bir adamını öldürmüşse, Kureyzâ oğulları kan bedeli olarak Benî
Nadîr'e tam fidye ödüyordu: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kureyzâ
oğullarına lütufta bulunarak, onları Benî Nadîr'le aynı dereceye çıkardı.[163]
3. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Nadîr'i sürgün ettiği zaman Benî
Kureyzâ ile yeniden sözleşme yaptı.
4. Bütün
bunlara rağmen Benî Kureyzâ sözünü çiğnedi ve Ahzâb savaşına katıldı.
5. Hz.
Peygamber'in mübarek eşleri korunmaları için kaleye gönderilmişlerdi.
Kureyzâ oğullan ihanet
edip onlara saldırmak istedi.
6. îsyan
etme suçuyla sürgün edilmiş olan Huyey b. Ahtab bütün Arapları tahrik ederek
Hendek savaşını ortaya çıkarmıştı. Benî Kureyzâ yahudileri ise onu yanlarına
alıp, getirdiler. Bu ise savaşın kıvılcımıydı.
Bütün yaptıklarına
karşılık Kureyzâ oğullarına başka nasıl davranılabilirdi? Şu da gözönünde
bulundurulmalıdır ki, Araplar arasında yeminli anlaşma yapmak ve dostluk bağı
kurmak, gerçek kardeşlikle eşitti. Benî Kureyzâ, ensânn yeminli
müttefikiydiler. Bundan dolayı da ensâr onlara bütün samimiyetleri ile şefaatçi
ve aracı olmaya çalıştılar. Sa'd b. Mu'âz (ra), Evs kabilesinin lideri idi ve
aslında sözleşmenin sorumlusu da oydu. Ama ne yapacağını bilmiyordu ve büyük
bir sıkıntı içindeydi. Müttefiklerinin hayatı ve ölümü mevzubahisti. Bütün Evs
onları himaye etmekte ısrar ediyorlardı, ama Sa'd b. Muaz Tevrat'tan
nakledilen o kararı vermekten başka ne yapabilirdi? Siyerciler, öldürülenleri
600'den fazla göstermektedirler, ama sahih hadis kitaplannda 400 olarak
belirtilmiştir. Onlardan sadece biri kadındı. O da kalenin üstünden bir taş
bırakarak Hallâd[164]
adında bir müslümanı öldürdüğünden dolayı kısasen öldürüldü. Bu kadının nasıl
bir cüret ve cesaretle can verdiğini Ebu Dâvûd Sünen'vade anlatmıştır.[165] Bu
hayret verici olay aşağıdaki şekilde cereyan etmiştir: *
"Bu kadın
öldürülecekler listesinde kendisinin adının da olduğunu öğrendi. Suçlular
öldürülme yerine getiriliyorlar ve ebedi âleme gönderiliyorlardı. Öldürüleceklerin
adlan arka arkaya çağrılıyor ve aklı oynatan bu Ölüme çağrı sesi sürekli
kulağına geliyordu. Ama o hiç aldırış etmeden Hz. Aişe (ra) ile konuşuyor,
sohbet ediyor ve bazı sözlere de gülüyordu. Tellal onun adını söylediğinde hiç
çekinmeden ayağa kalktı. Hz. Aişe ona: "Nereye?" diye sordu. Buna
karşılık o: "Ben bir suç işlemiştim onun cezasını çekmeye gidiyorum"
dedi. Neşeyle öldürüleceği yere geldi ve kılıcın altına başını koydu."
Hz. Aişe bu olayı
anlatırken, son derece hayret içinde kaldığını gösteren bir sesle anlatırdı. [166]
Bir kaç siyer yazan, öldürülen
bu kadını Hz. Reyhâne ile kanştırarak; Kureyzâ esirleri arasında Reyhâne adlı
bir kadın olduğunu, Hz. Peygamber'in, onun ayrı tutulmasını emrettiğini,
birkaç gün sonra da onu kendi haremine kattığını yazmışlardır.
Nitekim: "Hz.
Peygamber, cariyelerden de yararlanırdı!" diye yazan tarihçiler iki örnek
gösterirerler. Biri işte bu Reyhâne, diğeri ise Mâriye el-Kıptiyye'dir. Hıristiyan
tarihçiler bu olayı doğru kabul ederek son derece yakışıksız bir üslupla öne
sürmüşlerdir. Bir tarihçi son derece çirkin bir ifadeyle şöyle yazmaktadır:
"İslâm'ın
kurucusu, 700 kişinin cesedlerinin çırpınışlarını seyrettikten sonra, eve
gelerek gönlünü eğlendirmek için......"
Ama gerçek şudur ki bu
olay baştan başa yanlıştır.
Reyhâne'nin hareme
girdiğine dair ne kadar rivayet varsa hepsi Vakıdî veya îbn Ishâk'tan
alınmıştır. Vakıdî, Hz. Peygamber'in onunla evlendiğini açıkça belirtmiştir.
İbn Sa'd, Vakıdf den yaptığı rivayette bizzat Reyhâne'nin şu sözlerini
nakletmektedir: "Sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem beni azâd
etti ve benimle evlendi."
Hafız îbn Hacer,
el-îsâbe isimli eserinde Muhammed b. Hasan'ın, Medine Tari-fci'nden naklettiği
rivayetin metni şudur: "Kureyzâ kabilesinden Hz. Peygamber'in eşi Reyhâne
şu evde yaşardı."
Hafız îbn Münde'nin
daha sonraki bütün hadisçilerin kaynağı olan Tabakâtu's-sahabe isimli kitabında
şu cümleler vardır: "Reyhâne'yi esir etti sonra onu serbest bırakınca
kendi ailesine gitti ve orada iffetli olarak yaşadı."[167]
Hafız îbn Hacer bu
ibareyi naklettikten sonra şöyle der: "îşte bu, Îbnu'l-Esîr'in gözardı
ettiği çok önemli bir cümledir."
Hafız Ibn Mimde'nin
ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber sallalla-hu aleyhi vesellem
onu serbest bırakmıştı. O da ailesine giderek diğer müslüman hanımlar gibi
mütesettir olarak yaşamıştı. Bize göre gerçek şudur ki; Reyhâne'nin
Peygamber'in haremine geldiğine inanılsa dahi, o kesinlikle Peygamber'in
nikahlı eşlerinden olup cariye değildi.[168] [169]
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem bu yıl Zeyneb (ra) ile evlendi. Normal bir durum olan bu
evlilik hakkında geniş bilgi verilmesi gereken bölüm, Hz. Peygamber'in mübarek
eşleri başlığı altındaki yerdi. Bu evlilik hakkında birçok iddia ortaya atılmış
ve normal bir evlilik islâm karşıtlarınca çok önemli bir hadise haline
sokulmuştu. Hıristiyan tarihçiler bu olayı çok istismar etmiş ve çarpık
yorumlara konu etmişlerdir.
Hz. Peygamber'i küçük
düşürmek ve tenkid etmek için, onlara göre başka hiç bir olay bundan daha fazla
işe yarar olamazdı. Bu olayı bütün detaylarıyla yazacağız. Bundan maksadımız
da; islâm düşmanlarının eline, Hz. Peygamber'in karakter ve kişiliğine dil
uzatma fırsatı veren bu olayın asıl kaynağının ne olduğunu iyice kafalara
yerleştirmektir.
Hz. Peygamber, azâdlı
kölesi Zeyd'i evlatlık edinmişti. Ergenlik çağma ulaşınca da, öz halasının
kızı Zeynep (ra) ile evlendirmek istemişti. Ama Zeyd daha önce köle olduğu
için Zeynep (ra) bu evliliğe razı olmadı.
Ahzâb sûresinin
tefsirini yaparken Fethu'l-bâri de îbn Ebî Hâtim'e atfederek:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem onu kendi azatlısı Zeyd ile evlendirmek istedi ama
bu Zeyneb'in hoşuna gitmedi" denilmektedir.[170]
Ama Hz. Peygamber'in kabul
etmesini emretmesi üzerine Zeynep razı oldu. Yaklaşık bir yıl boyunca Zeyd'in
nikahı altmda kaldı. Ama ikisi arasındaki uyuşmazlık devam etti. Nihayet Zeyd,
Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek şikayette bulundu ve onu boşamak istediğini
söyledi. Zeyd, Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı ve: 'Zeynep (ra) bana ağır sözler
söylüyor, onu boşamak istiyorum' dedi."
1. Hz.
peygamber onu azâd ederek kendi ailesine gönderdi, o da orada tesettüre girerek
hayatını geçirdi. Bu rivayet tbn Münde tarafından yapılmışsa da bunu
destekleyen başka bir rivayet yoktur.
2. "Hz.
Peyamber onu azâd ederek ve fidyesini vererek mü'minlerin anneleri arasına
katmak istedi. Fakat o bunun sorumluluğunu hissederek cariye olarak Hz.
Peygamber'in yanında kalmayı kabul etti." Bu rivayeti îbn tshak yapmıştır.
3. "Hz.
Peyamber onu serbest bıraktı. O da İslâm'ı kabul etti. Bunun üzerine Hz.
Peygamber onu azâd edip kendisiyle evlendi." Bu rivayeti Vâkıdî
söylemiştir. Îbn Sa'd değişik kanallardan Vâkıdî'den bu rivayeti zikretmiş,
Vâkıdî bu rivayete, en doğru olan demiştir. Bk. Ibn-i Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihaye,
c. 5, s. 305. imam Zühri'de evlenme olayını desteklemiştir.
Ama Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem tekrar tekrar tavsiyelerde bulunarak Zeyneb'i
boşamamasını istedi. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:
"Kendisine,
Allah'ın ve senin ikram ettiğin kimseye; eşini nikahın altında tutmaya devam
et ve Allah'tan kork, diyordun." (Ahzâb, 33/37)
Ama her şeye rağmen
uyuşma olmadı ve evlilik yürümedi. Sonunda Zeyd (ra) onu boşadı. Zeynep (ra),
Hz. Peygamber'in halasının kızıydı ve onun terbiyesi ve gözetimi altında
büyümüştü. Yine kendi buyruğu üzerine Zeynep kendine göre, şânma yakışmadığını
düşündüğü bu evliliği kabul etmişti. Hz. Peygamber'in kurmaya çalıştığı tslâm
eşitliğinde köle ve hür ayırımı diye birşey yoktu. Her halükârda Zeyd'den
boşanınca ruhu rencide olmasın ve bu evliliğe sebep olduğu için Hz. Peygamber'e
kırılmasın diye Resûlullah onunla evlenmek istedi. Ama Araplar arasında o
günlerde evlatlık asıl evlatla eşit kabul edildiğinden, Hz. Peygamber bütün
insanların duygu ve düşüncelerini gözönünde bulunduruyordu. Ama bu sadece
cahiliye dönemi adeti ve anlayışı olduğundan ve bunu da ortadan kaldırmak
amaçlandığından şu âyet nazil oldu:
"Ve sen kendi
içinde, Allah'ın açığa çıkarttığı şeyi gizliyorsun ve insanlardan çekmiyorsun.
Halbuki sadece Allah'tan korkmalıdır" (Ahzâb, 33/37)
Kısacası Hz. Peygamber
Zeynep'le evlendi. Böylece cahiliye döneminin eski bir adeti olan evlatlığın,
asıl evlatla aynı seviyede olduğu hükmü ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine
münafıklar ve rastgele konuşanlar bu evliliği kötüleyip kınadılar. Ama şunu iyi
bilmelidir ki, Allah'ın emrinin uygulanmasında her türlü hakaret ve kınamaya
hedef olmak kaçınılmazdır.
Olayın aslı ve gerçeği
buydu. İslâm karşıtlarının bu olayı anlatış şekilleri her ne kadar baştan sona
yalan ve iftira ise de şunu kabul etmemiz gerekir. Onlar, bu karalamaları için
ihtiyaç duydukları siyah boyayı bizden almışlardır. Çünkü bazı eserlerimiz
olayı yanlış nakletmişlerdir. Örneğin şunlara bir bakın:
Tabert tarihinde şöyle
bir ifade vardır: "Bir keresinde Hz. Peygamber Zeyd'le görüşmek üzere
evine gitti. Zeyd evde yoktu. Zeynep (ra) çamaşır yıkıyordu. O vaziyette Hz.
Peygamber onu gördü ve şu sözleri söyleyerek dışarı çıktı:
'Yüce Allah'ı teşbih
ederim! Kalpleri değiştiren Allah'ı teşbih ederim![171]
Zeyd bu durumu
öğrenince, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkıp: 'Eğer Zeyneb'i (ra) beğendiyseniz,
onu boşayayım' dedi."
Bu değersiz ve asılsız
rivayeti duygusallığı bir yana bırakarak naklettik. Çünkü küfrü nakletmek,
küfür olmaz.
İşte hıristiyan
tarihçilerin yanlış iddialarına dayanak yaptıkları rivayet budur. Ama o
çaresizler hadis ilmi metodu açısından bu rivayetin ne değer taşıdığını
bilmiyorlar. Tarihçi Taberî bu rivayeti Vâkıdî aracılığıyla naklediyor. Halbuki
bu adam ünlü bir yalana ve düzenbazdır. Amacı da, bu tür asılsız ve değersiz
rivayetlerle, Abbâsîler'in zevk ü sefa sürmelerini caiz göstermek için ellerine
dayanak vermektir.
Taberf den başka
kimseler de bu tür asılsız rivayetleri nakletmişlerdir. Ama hadis bilginleri,
onları tenkid etmeye değer bile bulamamışlardır.
Hafız Ibn Hacer,
rivayet prensiplerine çok bağlı olan biridir. Buna rağmen Fet-hu'î-Bârî isimli
eserinde, Ahzâb sûresinin tefsirinde bu olaydan bahsederken şöyle yazmaktadır:
"Daha birçok
rivayet gelmiştir ki onları Ibn Ebî Hatim ve Taberî nakletmiştir. Bir çok
tefsirci de bunları onlardan nakletmişlerdir. Bu rivayetlerle boş yere uğraşmamak
gerekir."
Meşhur hadisçilerden
Hafız îbn Kesîr kendi tefsirinde şöyle der:
"Ibn Ebî Hatim ve
îbn Cerîr burada seleften bazılarının rivayetlerini nakletmişlerdir ki, hatalı
oldukları için onları gözardı etmek istiyoruz. İmam-ı Ahmed de bu olay hakkında
bir rivayet nakletmiştir ve bu rivayet garip olduğundan, biz onu da zikretmeyi
uygun görmedik."
Gerçek şu ki o
günlerde münafıklar çok azgınlaşmalardı. Hz. Aişe'ye (ra) yapılan iftira da
işte bu yıl ortaya çıkan olaylardandır. Münafıklar bu haberleri yayıyorlardı
ki, çocukların bile ağzında sakız gibi çiğneniyordu. Hatta bazı müslüman-lar
bile Hz. Aişe'ye (ra*) yapılan iftiraya katılma hatasına düştüler. Bu yüzden onlara
şeriata uygun olarak ceza verildi. Kıyıda köşede kalmış kitaplardan, geriye kalan
bu rivayetler, araştırma ölçüsü ve inceleme kıstası çok yüksek olan tmam-ı
Bu-hârî ve Imam-ı Müslim gibi muhaddisler tarafından zikredilmeye değer bile
görülmemişlerdir. [172]
Bu yıla ait islâm
tarihinin en önemli olayı kadınlar hakkında inen fıkıh hükümleridir. Bu ana
kadar müslüman kadınlar, genel olarak cahiliye tarzına göre gezip dolaşıyor ve
o günlerin alışkanlığına göre elbiseler giyiyor, takılar takıyorlardı. Artık
gerçek îslâmi hüküm gelmiş ve namuslu kadınların evden çıkarlarken büyük bir
bez ile örtünerek çıkmaları, bununla yüzlerini kapatmaları, Örtüleriyle
göğüslerini kapatacak yürümeleri, yürürken -dikkat çekmek için- ayaklarını
yerlere vura vura yürümemeleri, mecburiyet olmadıkça kendilerini teşhir
etmeden perde arkasından konuşmaları, işveli ve yapmacık edalarla
konuşmamaları emri gelmiş, Resûlullah'ın eşlerinin başka erkeklerin önüne
çıkmalarının kesinlikle yasak olduğu bildirilmiştir.
Evlatlıkların bıraktıkları
kadınlarla cahiliye döneminde evlenmek caiz değildi. Bu âdetin düzeltilmesi de
işte bu yıl oldu. Zina cezası olarak yüz kırbaç vurulmasinı bildiren âyet de bu
yıl indi. Namuslu kadınlara iftira etmek cahiliye döneminde önemsiz birşeydi.
Bu çaresiz, güçsüz ve günahsız kimselerin elinde, kendilerine yapılan bu
saldırıyı durdurmak için hiç bir kanun kalkanı yoktu. Bu yıl iftiranın cezasını
belirten âyet nazil oldu. Bu âyet sayesinde, hiçbir şahit göstermeden, bir
kişinin tek başına bir kadına veya karısına zina isnadı yapması suç kabul
edildi. Delil ve şahit olmadığı durumlarda liân=lanetleşme/ yolu gösterildi.
Yani hem kadının, hem kocasının kendisinin doğru olduğunu, karşı tarafın yalan
söylediğini yemin ederek bildirmeleri ve ancak bundan sonra o kişilerin
evliliğinin sona erdirilmesi gerektiğini belirten âyet inmiştir.[173]
Araplar arasında
'zihâr' denen bir çeşit boşama türü vardı. Bu yıl bu tür boşama geçersiz kabul
edildi ve bunun için kefaret ödenmesi kararlaştırıldı.
Su bulunmadığı
durumlarda teyemmüm yapılması da bu yıla ait hükümlerdendir. Sahih rivayetlere
göre Kur'ân-ı Kerîm'de ki korku namazına ait hüküm de bu yıl nazil olmuştur.
Yukarıda sıraladığımız hususlarla ilgili geniş bilgi ilerleyen sayfalarda uygun
yerlerde verilecektir. [174]
Mekke-i Mükerreme'den
bir konaklık mesafede Hudeybiye adında bir kuyu vardı. Oradaki köy de aynı
kuyunun adıyla anılırdı. Barış anlaşması burada yazıldığı için bu olaya
Hudeybiye barışı denilmiştir.
İslâm tarihinde bu
olay son derece Önemlidir. İslâm'ın gelecekteki bütün başarılarının,
zaferlerinin bir başlangıcıdır. Bu bakımdan Hudeybiye anlaşması sadece bir
barış anlaşması olmasına, hem de görünüşte bir yenilgi olmasına rağmen Allah
Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bunu zafer olarak adlandırmaktadır. Kabe, İslâm'ın ana
merkezidir. İslâm'ın temeli olan tek Allah inancını temsil eden Kabe, Hz.
İbrahim tarafından inşa edilmişti. Zaten İslâm kelimesi de onun bıraktığı bir
simge, hatıra bir isim ve unvandır.
"Ancak
İbrahim'dir ki o, sizin adınızı müslüman koydu." (Hacc, 22/78)
Hz. Peygamber'e gelen
şeriat yeni bir şeriat değildi. Aksine o İbrahim'in (as) şeriatı idi.
"Babanız
İbrahim'in dini......" (Hac, 22/78)
inşasının üzerinden
uzun zaman geçmesine rağmen ve her ne kadar torunları putperest olmuşsalar da
bir îbrahim yadigârı olan Kabe, genel olarak Arablann kıblesiydi. Bütün Araplar
onu, kendi ortak babalarından kalma miras kabul ediyorlardı. Sadece îbrahim
(as) soyundan gelen insanların değil, hatta soy zinciri başka sülâlelerden ve
soylardan gelen Kahtânîler de aynı şekilde kabul ediyorlardı. Arap kabileleri
yıl boyunca aralarında vuruşurlar ve bu vuruşma, yağmalar onların hayatının
devamını sağlardı. Geçimleri yağmaya dayanmasına karşın haram aylar denilen
dört ay boyunca bütün savaşlar durdurulurdu.
Arap kabileleri uzak
yerlerden gelir ve herkesin kıblegâhı olan Kabe'de ibadet eder, inançlarına
ait merasimleri yerine getirirlerdi. Birbirinin kanma susamış olan kabileler
bile orada bir araya toplanmış gözükür, sanki sütle şeker gibi kardeş
olmuşçasına birbirleriyle kaynaşırlardı. Müslümanlar zorla Mekke'den
çıkarılmışlardı. Ama Kabe üzerinde diğer kabilelerin hakları olduğu kadar kendilerinin
de bir o kadar hakları olduğunu hiç bir zaman akıllarından ve gönüllerinden
çıkarmamışlardı ve çıkaramazlardı. Bununla birlikte müslümanlann Mekke ile
çeşitli bağları vardı. Birincisi: Orası, onların eski ve sevgili vatanlarıydı.
Mekke her an ciğerlerini dağlayan bir ızdıraptı. Bilâl (ra) Mekke'de o kadar
eziyet görmüş olmasına rağmen yine de Mekke'yi hatırladığında ağlar ve yüksek
sesle şu şiiri okurdu:[175]
" Ah! Yanımda
Ezhar ve Celil de bulunduğu halde Mekke vadisinde bîr gece geçirebileceğim
herhangi bir gün gelecek mi?"
"Yine bir gün
gelecek mi ki, ben Mecenneh sularına ulaşayım ve Şame ile Tufeyl bana
gözüksünler."
İkincisi: Muhacir
müslümanlann çoğu canlarım kurtararak Mekke'den gelmişlerdi. Ama, aile ve
çoluk-çocuklan orada kalmıştı. Bu yüzden onların hasretiyle de yanıyorlardı.
Üçüncüsü: İslâm'ın beş
farzından biri Kabe'yi haccetmektir. Bu da bir özlem olarak önemli bir yer
tutuyordu.
Kısaca söylemek
gerekirse müslümanlann Mekke'yi özlemelerinin birçok sebebi vardı.
Hz. Peygamber
sallallanu aleyhi vesellem Mekke'ye gitmeye karar verdiğinde, Kureyş yanlış
düşünmesin ve başka bir ihtimali göz önünde bulundurmasın diye yanma silah
almayıp, ihram giydi. Kurbanlık develeri de yanına alarak sefere çıkacak
herkese, yanlarına silah almamalarını, Araplar arasında yolculuğun gerekli
aleti kabul edilen sadece kılıcı, o da kırımda durmak şartıyla almalarını
emretti.
Muhacir müslümanlann
hepsi ve ensânn da çoğu bu mutluluğu beklediklerinden bindörtyüz kişi bu
sefere kanldı. Zülhuleyfe denen yere ulaştıktan sonra kurban merasimlerinin ilk
hazırlıkları yapılmaya başlandı. Yani yanlarında bulunan kurbanlık develerin
boyunlarına kurban olduklarını gösteren demir nallar asıldı. Tedbir olarak
Huzâ'a kabilesinden müslüman olduğunu Kureyşlilerin bilmediği bir kişi, Kureyş'in
ne düşündüğünü öğrenip gelmesi için önceden Mekke'ye gönderildi. Hz. Peygamber,
kafilesiyle, Usfân denen yere yaklaşınca Mekke'ye gönderilen kişi gelerek,
Kureyş'in bütün Ehâbiş kabilelerini bir araya topladığım ve: "Muhammed'i
hiçbir zaman Mekke'ye sokmayacağız!" diye karar aldıklarını haber verdi.
Kısacası; Kureyş büyük
bir inat, gürültü ve patırtıyla karşı koymaya hazırlandı. Aralarında anlaşma
olan müttefik kabilelere haber gönderdiler. Onlar da büyük kalabalıklar
toplayarak geldiler. Mekke'nin dışında Beldah denen yere askerlerini
topladılar. O ana kadar müslüman olmamış olan Hâlid b. Velîd, içlerinde Ebu
Ce-hil'in oğlu tkrime'nin de bulunduğu ikiyüz süvariyi alarak ordunun öncü
takımı halinde ilerlediler, Râbiğ ile Cuhfe arasmda bulunan Gamim'e kadar
geldiler. Hz. Peygamber Kureyş'in Hâlid'i keşif kolu olarak gönderdiğini ve
onların Gamim denen yere kadar geldiklerini, korunmak için sağ tarafa doğru
yürümelerini söyledi. İslâm ordusu Gamim'e yaklaşınca, Hâlid'in atlarının tozu
dumana kattıkları göründü. Atları uçururcasına gittiler ve İslâm ordusunun
Gamim'e kadar geldiğini Kureyş'e haber verdiler. Hz. Peygamber ilerledi ve
Hudeybiye'ye ulaşarak durdu. Burada bir kuyu vardı, suyu az olduğu için İslâm
kafilesi daha gelir gelmez suyu tükendi. Allah Resulü dua buyurunca Peygamber
mucizesi olarak su o kadar çoğaldı ki herkes bol bol içerek suya kandı.
Huzâ'a kabilesi o ana
kadar İslâm'ı kabul etmemişti ama İslâm'ın dostu, müttefiki ve sırdaşı idi.
Kureyşliler'le diğer bütün müşrik kabilelerin, Hz. Peygamber'e karşı
hazırladıkları bütün planlan ve aralarında aldıkları bütün kararları Hz. Peygamber'e
bildirirdi. Huzâ'a kabilesinin en büyük lideri -Mekke fethinde müslüman olan-
Büdeyl b. Verkâ idi. Hz. Peygamber'in gelişini haber alınca, bir kaç adamını
alarak Hz. Peygamber'in huzuruna gitti ve Kureyş askerlerinin bir sel gibi akıp
geldiğini ve Hz. Peygamberi Kabe'ye sokmama karan aldıklarını söyledi.
Resûlullah, Büdeyl'e: "Kureyş'e git de bizim Umre yapma niyetiyle
geldiğimizi, savaşma niyetinde olmadığımızı söyle. Kureyş savaştan yorgun
düşmüştür. O bakımdan kendileri ile bir süre için barış anlaşması yapmamız iyi
olur. Beni Araplar'la başbaşa bıraksınlar. Bunu kabul ederlerse ne âlâ yoksa
canımı yedi kudretinde tutan Yüce Mevla adına and içerim ki, Allah'ın emri
yerine gelinceye, ya da ben ölünceye kadar onlarla savaşırım" buyurdu.
Büdeyl, Mekke'ye
giderek Peygamber'in sözlerini Kureyş'e bildirdi. Urve b. Mesud es-Sekafî
Peygamber'in gönderdiği haberi dinledikten sonra Kureyş'e şöyle hitap etti:
"Ey Kureyş! Ben
sizin babanız, siz de benim evlatlarım değil inisiniz?"
Orada bulunanların
hepsi birden:
"Evet"
dedüer.
Urve sözüne devam
ederek:
"Benim hakkımda
bir şüpheniz var mı?"
Kureyşliler:
"Hayır, seni namuslu bir adam biliriz"
Urve:
"O halde müsaade
edin de ben Muhammed'in yanına giderek aramızdaki davayı halledeyim. Çünkü
yaptığı teklifi makul buluyorum" dedi.
Urve, Hz. Peygamber'in
huzuruna giderek, Kureyş'in temsilcisi sıfatıyla şöyle dedi:
"Muhammed! Farzet
ki Kureyş'i mahvetmeye muvaffak oldun. Kendi milletini mahvetmiş olmaz mısın?
Bu ise dünya tarihinde görülmemiş bir olaydır. Ama iş aksine olur da Kureyş
seni mahvederse, başına toplanan şu insanlar elbet toz olur
giderler."
Bu sözler
müslümanların samimiyetine ve Hz. Peygambere bağlılığına karşı büyük bir
hakaret teşkil ediyordu. Orada bulunan Hz. Ebu Bekir tahammül edemedi,
öfkesinin şiddetinden adama hakaret ederek:
"Yani bizim
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'i terkedip, kaçacağımızı mı
söylüyorsun?" dedi.
Urve, Hz. Peygamberce:
"Bu kimdir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz de: "Ebu
Bekir'dir" dedi. Urve bunun üzerine:
"Onun ağır
sözlerine ve bu şekilde hitabına cevap verirdim ama, onun bana yaptığı bir
iyilik var, onun minnetini hâlâ boynumda bir borç olarak taşıyorum, iyiliğinin
karşılığını da şu ana kadar veremedim" dedi.
Urve, Hz. Peygamberce
teklifsizce konuşuyordu. Konuşma sırasında, karşısındakinin sakalından tutmak
Araplar'm eski adeti olduğu için, Urve de Hz. Pey-gamer'in mübarek sakalına
tekrar tekrar el uzatıyordu. Hz. Peygamber'in arka tarafında elinde kılıç
ayakta duran Muğîre b. Şu'be bu cürete dayanamadı, Ur-ve'ye: "Çek elini!
Bir daha uzatırsan o el geri çelalemez hale gelir" dedi. Urve, Muğîre'yi
(ra) tanıdı ve: "Ey sahtekâr! Ben senin sahtekârlıklarında işlerini halletmedim
mi?" dedi. Muğîre (ra) bir kaç adam öldürmüş, kan bedelleri Urve tarafından
ödenmişti.
Urve, Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'e karşı sahabenin insanı hayrete düşüren
bağlılığını gördü. Bu manzara onun kalbinde müthiş tesir yaptı. Ku-reyş'e
giderek: "Ben Iran Şahını, Bizans İmparatorunu ve Habeşistan Kralıru
defalarca gördüm. Ama bu bağlılığı ve içten sevgiyi hiç bir yerde görmedim.
Muhammed sallallahu aleyhi vesellem konuştuğu sırada, her tarafı sessizlik
kaplıyor. Hiç kimse O'na doğru başını kaldırıp bakamıyor. O abdest alırken,
yere düşen suyu kapışmak için herkes koşuşuyor. Tükürmek istese O'na olan
sevgiden herkes ellerini açıyor ve tükürüğünü ellerine yüzlerine sürüyorlar/[176]
Urve ile görüşmeden
kesin bir sonuç alınamadığı için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem,
Harrâş b. Ümeyye'yi (ra) Kureyş'e gönderdi. Ama Kureyş, Hz. Peygamberdin özel
bineği olan, Harrâş b. Ümeyye'nîn bindiği deveyi öldürdü. Kendisini de öldürmek
üzereydiler. Ama müttefik kabilelerin adamları onu kurtardılar. Harrâş binbir
güçlükle canım kurtarıp geri döndü. Kureyş, bundan sonra müslümanlara
saldırmaları için bir birlik gönderdi. Ama bunların hepsi müslü-manlar
tarafından yakalanıp esir edildiler. Her ne kadar bu aşın bir küstahlık idiyse
de âlemlere rahmet olan Peygamber'in bağışlaması ondan daha genişti.
Resûlul-lah hepsini bıraktı ve bağışlayarak geri gönderdi. Kur'ân-ı Kerîm'in şu
ayetinde buna işaret edilmiştir:[177]
"O, sizi onlara
karşı üstün getirdikten sonra Mekke'nin göbeğinde, onların ellerini sizden,
sizin de ellerinizi onlardan çekendir." (Feth, 48/24) [178]
Sonunda Hz. Peygamber
barış görüşmelerini yapmak için Hz. Ömer'i (ra) seçti. Ama Hz. Ömer (ra) özür
dileyerek: "Kureyş benim can düşmanımdır. Mekke'de beni Kureyş'e karşı
koruyabilecek, kabilemden tek kişi bile kalmadı" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, Hz. Osman'ı gönderdi. O, bir yakını olan Ebbân b. Saîd'in
himayesinde Mekke'ye girdi ve Hz. Peygamber Efendimizin mesajını ulaştırdı.
Kureyş onu gözaltına almıştı. Ama her tarafa onun öldürüldüğü haberi yayıldı.
Bu haber Hz. Peygamber'e gelince: "Osman'ın kanının karşılığını almak
farzdır" buyurdu. Bunu dedikten sonra bir ağacm altına oturdu ve sahabe-i
kirâm'dan canlarını feda etmeleri üzere biat aldı. içlerinde kadınların da bulunduğu
bütün sahabe-i kiram heyecanlı ve coşkulu bir hava içinde yüce Peygamber'in
mübarek elini tutarak canlarını feda edeceklerine söz verdiler. Bu islâm
tarihinin en şanlı ve en önemli olayıdır. Bu biatin adı Rıdvan Biâh'dır. Feth
sûresinde bu olay ve altında oturulup biat alman ağaç zikredilmiştir:
"And olsun ki o
ağacm altında sana biat ederken Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Kalblerinde
olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fetihle
mükafatlandırmıştır." (Feth, 48/18)
Daha sonra, Hz.
Osman'ın öldürüldüğü haberinin doğru olmadığı anlaşılmıştır.
Kureyş, Süheyl b.
Amr'ı elçi olarak gönderdi. Son derece düzgün ve akıcı konuşan biriydi. Bu
yüzden insanlar ona; "Kureyş'in hatibi" unvanını vermişlerdi.
Kureyşliler ona: "Barış ancak Muhammed'in bu yıl geri gitmesi şartıyla
yapılabilir" dediler.
Süheyl, Hz.
Peygamber'in huzuruna geldi ve uzun süre barış şartları üzerinde konuştu.
Sonunda birkaç şart üzerinde uyuşma oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, Hz. Ali'yi çağırarak anlaşma şartlarını kaleme almasını emretti. Hz.
Ali (ta) başlığa "Bismülarıirrahmanirrahim=Rahman Rahim Allah'ın
adıyla" yazdı.
Arapların eskiden beri
alışık olduğu şekil, yazıların basma "Bismikellahüm-me=Senin adınla
Allahrm" yazmaktı. Bismülahirrahmanirrahim'i tanımıyorlardı. Bu yüzden
Süheyl b. Amr: "BismiUahirrahmanirrahim yerine eskiden beri
kullana-geldiğimiz o ifade yazılsın" dedi. Hz. Peygamber de kabul etti.
Daha sonra gelen "Bu, Allah'ın Resûlu Muhammed'in kabul ettiği anlaşmadır"
ifadesine Süheyl: "Eğer sizin peygamberliğinizi kabul etseydik çatışmaya
ne gerek vardı? Sadece adınızı ve babanızın adını yazdırın yeter"dedi. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de:
"Her ne kadar sen
yalanlasan da Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın peygamberiyim"
buyurdu. Daha sonra Hz. Ali'ye (ra) emrederek:
"Sadece adımı
yaz" diye emretti.
Hz. Ali'den daha çok
kim Peygamber'in emrine hiç düşünmeden itaat edebilirdi. Ama bazan muhabbetle
bağlılık o derece tarif edilmez noktaya ulaşır ki, önüne geçilemez, kabına
sağmaz bir bağlılık haline gelir, bizzat sevgilinin emrine uymamaya kadar
gider.
Nitekim Hz. Ali (ra):
"Ben asla adınızı silemem" dedi.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber:
"Peki bana
göster, adım nerede?" buyurunca,
Hz. Ali parmağını
Resûlullah'ın adınm yazılı olduğu yere koydu. Resûlullah da o ifadeyi sildi.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem yazma bilmiyordu. Bu yüzden kendisine 'ümmi'
denilmişti. Sahîh-i Müslim'de bu olayın anlatıldığı yerde "Hz. Peygamber,
'Allah'ın Resûlu' ifadesini silerek 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazdı"
diye yazmaktadır. Buhârf de bu olay ana rivayete aykırı düştüğünden, fikirler
savaşının yapıldığı bir tartışma haline gelmişti. Ama gerçek şudur ki,
okuma-yazma işi her zaman insanın gördüğü bir olay olduğundan ve her an diğer insanların
yazıp çizdiğini gören, ama okuma-yazma bilmeyen bir insan da kendi adının
harflerini tanıyıp öğrenebilir. Bu kadarcık bir şeyden de ümmîlik sıfatında bir
farklılık meydana gelmez. Şüphesiz ümmî oluşu Hz. Peygamber'in övüncüdür ve
bizzat Kur'ân-ı Ke-rîm'in kendisinde bu nitelik, şeref ve üstünlük derecesi
olarak kullanılmıştır:
"Okuma-yazma
bilmeyen nebî bir Peygamber'in peşinden gidenler" (Araf, 7/157)
Barış şartlan
şunlardı:
1.
Müslümanlar bu yıl Mekke'yi ziyaret etmeden geri gideceklerdir.
2. Gelecek
yıl gelecekler ve sadece üç gün Mekke'de kalıp, geri döneceklerdir.
3. Silahlı
olarak gelmeyecekler, sadece yanlarında kılıç bulunacak, o da kınlarına
sokulmuş vaziyette ve çuvalların içerisinde, açıkta tutulmayacak şekilde bulunacaktır.
4. Öteden
beri Mekke'de yaşayan müslümanlardan hiç birini, Medine'den gelen müslümanlar
yanlarına alıp, gidemeyeceklerdir. Medine'den gelen müslümanlardan biri
Medine'ye dönmeyip Mekke'de kalmak isterse onu alıp götüremeyeceklerdir.
5.
Mekke'deki kâfirlerden veya müslümanlardan biri eğer Medine'ye giderse geri
verilecek, ama bir müslüman Mekke'ye gelirse geri verilmeyecektir.[179]
6. Arap
kabileleri iki gruptan dilediği ile anlaşma yapabilecek ve onun tarafına
geçebilecektir.
Görünüşte bu şartlar
müslümanların aleyhindeydi. Ne tesadüf ki tam anlaşma şartlan yazılırken daha
önce müslümanlığı kabul etmiş olan ve Mekke'de kâfirlerin hapsedip, türlü
işkenceler yaptığı Ebu Cendel (ra) bir yolunu bularak kaçıp, ayağında zincir
halkalan olduğu halde geldi. Herkesin gözü önünde bitkin olarak yere yıkıldı.
Süheyl:
"Ey Muhammed!
Barışın uygulanmasının bu ilk denemesidir. Ebu Cendel'i barış şartlarına uygun
olarak bana geri ver" dedi.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem ise:
"Henüz barış
şartlan kaleme alınmamıştır" buyurdu.
Süheyl:
"O halde banş
şartlarını kabul etmiyorum" deyince,
Hz. Peygamber:
"Peki onu burada
bırak" buyurdu. Ama Süheyl kabul etmedi. Hz. Peygamber birkaç kere ısrar
etti. Ama Süheyl hiçbir şekilde razı olmadı. Hz. Peygamber mecburen kabul
etmek zorunda kaldı.
Ebu Cendel'i kafirler
o kadar dövmüşlerdi ki, vücudunda yara ve dayak izleri vardı. Milletin önünde
bütün yaralan gösterdi ve: "Müslüman kardeşlerim! Beni tekrar bu şekilde
görmek ister misiniz? Ben müslüman oldum, beni bundan sonra kâfirlerin eline geri
mi veriyorsunuz?" dedi. Bütün müslümanlar heyecanlanıp ir-kildi. Ömer (ra)
kendini tutamadı. Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve:
"Ey Allah'ın
Resûlu! Sen Hak Peygamber değil misin?" dedi.
Hz. Peygamber de:
"Evet, hak
Peygamberim", buyurdu.
Hz. Ömer:
"Sen hak üzere
değil misin?" dedi.
Resûlullah:
"Evet, hak
üzereyim" buyurdu.
Hz. Ömer:
"O halde biz,
dinde bu aşağılığa nasıl katlanırız" deyince,
Hz. Peygamber salla
İla hu aleyhi vesellem:
"Ben Allah'ın
Peygamberiyim ve Allah'ın emrine karşı gelemem, Allah bana yardım
edecektir" buyurdu.
Hz. Ömer (ra):
"Sen bize:
'Kabe'yi tavaf etmeye gidiyoruz' demedin mi?" deyince,
Hz. Peygamber:
"Ama ille de bu
yıl tavaf edeceğiz demedim" buyurdu.
Bunun üzerine Hz. Ömer
kalkıp Hz. Ebu Bekir'in yanma geldi ve aynı şeyleri onunla konuştu. Hz. Ebu
Bekir (ra): "O Allah'ın Peygamberi'dir, ne yapıyorsa Allah'ın emriyle
yapmaktadır" dedi.[180]
Hz. Ömer daha sonra,
Ebu Cendel'in yürekler acısı manzarası karşısında üzüntüsünü yenemeyerek,
takındığı bu tavırdan dolayı çok pişman olmuş ve yaşadığı müddetçe bunun
ıstırabını içinde duymuştu. Allah'ın affına nail olmak için, nafile namazlar
kılmış, oruçlar tutmuş, hayırlar yapmış, köleler azâd etmişti. Buhârfde her ne
kadar bu hareketler kısaca zikredilmiş ise de Ibn tshâk bunları teker teker
bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır. Bir bakıma sahabe-i kirâm'ın, barış
anlaşmasının bu şekilde sonuçlanmasına tahammül göstermeleri onlar için çok
ağır bir imtihandı. Bir tarafta görünüşe göre İslâm aşağılanmaktadır. Ebu
Cendel, ayaklarına zincir bağlanmış vaziyette 1400 İslâm mücahidine 'Beni
kurtarın!' diye yalvarmaktadır. Herkes heyecan ve öfkeyle doludur. Hz.
Peygamberin bir işaretiyle kılıçlar çekilecek durumdadır. Diğer tarafta ise
anlaşma olup bitmiştir. Hz. Peygamber Ebu Cendere (ra) baktı ve: "Ey Ebu
Cendel! Sabır ve tahammülle hareket et. Allah Te-âlâ senin için ve mazlumlar
için bir kolaylık ve çıkış yolu gösterecektir. Kureyşli-ler'le aramızda bir
barış anlaşması yapılmıştır ve onu artık bozamayız" buyurdu.
İşte böylece Ebu
Cendel (ra), ayaklarına zincir vurulmuş olduğu halde geldiği gibi geri girmek
zorunda kaldı.
Hz. Peygamber:
"insanlar burada kurbanlarmı kessinler" diye emir verdi. Ama
sahabîler o kadar üzgün ve o kadar neşesizdi ki bir kişi olsun yerinden
kalkmadı. Hatta Sahîh-i Buhârî'de[181]anlatıldığı
gibi: "Resûlullah üç kez emretmesine rağmen bir kişi dahi buna yanaşmadı.
Hz. Peygamber ailesinin yanma döndü. Mü'minle-rin annesi Ümmü Seleme'ye (ra)
üzgün bir şekilde durumu anlattı. Ümmü Seleme, Hz. Peygambere: 'Siz kimseye bir
şey söylemeyin. Kendiniz dışarı çıkıp kurbanınızı kesin. İhramınızı çıkarmak
için saçlarınızı tıraş edin' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dışarı çıktı,
bizzat kurbanmı kesti ve ihramını çıkarmak için saçını traş ettirdi. Artık
herkes bu kararda bir değişiklik olmayacağına kesinlikle inanınca, bütün
sahabe-i kiram da kurbanlarını kesip ihramlarını çıkardılar."
Barış anlaşmasından
sonra üç gün boyunca Hz. Peygamber Hudeybiye'de kaldı. Ardından hareket etti.
Yolda şu âyet indi:
"Şüphesiz Biz
sana açık bir zafer lütfettik" (Fetih, 48/1)
Bütün müslümanların
yenilgi sandıkları şey için Allah Teâlâ, "Kesin ve açık bir fetih"
buyurmaktadır.
Hz. Peygamber Ömer'i
çağırarak: "Şu âyet nazil oldu" buyurdu ve ona yukarıdaki âyeti
okudu. Hz. Ömer hayretle: "Bu, bir zafer midir?" diye sordu. Hz. Peygamber
ise:
"Evet, kesin bir
zaferdir" buyurdu. Sahîh-i Müslim'de şöyle deniyor: "Hz. Ömer'in içi
rahatladı ve rahatlık hissetti."[182]
Daha sonra yaşananlar, bu anlaşmanın ne gibi gizli sırlar taşıdığını ortaya
çıkaracaktı.
O ana kadar
müslümanlarla kâfirler kendi aralarında buluşup görüşmüyorlardı. Barıştan
dolayı gidiş, geliş başladı. Ticaret ve aile ilişkilerinden dolayı kâfirler
Medine'ye geliyor, aylarca kalıyorlar, müslümanlarla buluşup görüşüyorlardı.
Her konuşma sırasında îslâmî meseleler söz konusu ediliyordu. Bununla birlikte
her müslüman İhlasın, güzel hareketin, iyi davranışın, güzel ahlâkın canlı bir
tasviriydi. Mekke'ye giden müslümanların halleri işte bu manzaraları ortaya
koyuyordu.
Bu sebeple de
kâfirlerin gönlü kendiliğinden islâm'a kayıyordu. Tarihçilerin anlattığına
göre, bu barış anlaşmasından itibaren Mekke'nin fethine kadar geçen sürede o
kadar çok insan müslüman oldu ki daha Önce hiç bu kadar fazla insan müs-lüman
olmamıştı. Suriye fatihi Hâlid (ra) ile Mısır fatihi Amr b. el-As'ın müslüman
oluşları işte bu dönemin bir hatırasıdır. Barış anlaşmasında bulunan,
''Müslüman olup da Mekke'den Medine'ye gidenler tekrar Mekke'ye geri
verileceklerdir" şartı içine sadece erkekler giriyor, kadınlar girmiyordu.
Bu nedenle özel olarak kadınlar hakkında şu âyet indi.
"Ey mü'minler!
Mü'min kadınlar sizin yanınıza hicret edip'geldiğinde onları imtihana çekin,
Allah onların imanını en iyi şekilde bilendir. Eğer siz onların müslüman
olduğunu bilirseniz, onları kâfirlerin yanına geri göndermeyin. O mü'min
kadınlar, ne o kâfir erkekler için helaldir, ne de o kâfir erkekler, o mü'min
kadınlar için helal olabilir. O mü'min kadınlara, kâfir erkeklerin harcadığı
parayı kendilerine veriniz. Ücretlerini verdiğiniz taktirde onlarla evlenmenizde
hiç bir salonca yoktur ve kâfir kadınları nikahlarınızda tutmayınız."
(Mümtehine, 60/10)
Zorunlu olarak
Mekke'de kalan müslümanlara kâfirler ağır işkenceler yaptıkları için onlar
kaçıp kaçıp Medine'ye geliyorlardı, tik önce Utbe b. Useyd (ra) -Ebu Busayr-
kaçarak Medine'ye geldi. Kureyşliler adamımızı bize iade edin diye Hz.
Peygamber'e iki adam gönderdiler. Hz. Peygamber de Utbe'ye (ra):
"Geri git"
buyurdu. Utbe ise:
"Ey Allah Resulü,
dinden dönmeme zorlamaları için kâfirlerin yanına gönderiyorsunuz" dedi.
Hz. Peygamber:
"Allah Teâlâ
bunun için bir düzenleme yapacaktır ve hayra yönlendirecektir" buyurdu.
Utbe (ra) mecbur
kalarak iki kâfirin kontrolü altında geri gitti. Ama Zülhuley-fe'ye varınca o
ikisinden birini öldürdü, diğeri kurtulup kaçtı. Kaçan adam Medine'ye gelip
Hz. Peygamber'e şikayetçi oldu. O sırada Ebu Busayr da geldi ve:
"Siz verdiğiniz söze
uygun olarak kendi tarafınızdan beni iade ettiniz. Artık hiç bir sorumluluğunuz
kalmadı" diyerek Medine'den ayrıldı. Deniz kenarında Zu-merve yakınında
bulunan Iys denen mevkiye yerleşti. Mekke'nin kimsesiz ve eziyet çeken
müslümanları, sığınacak bir yer ortaya çıktığını Öğrenince gizlice kaçarak
buraya gelmeye başladılar. Bir kaç gün sonra burada hatırı sayılır bir
kalabalık toplandı ve bunlar o kadar büyük bir güç meydana getirdiler ki,
Kureyş'in Suriye'ye gidip gelen ticaret kervanlarının yolunu kesmeye,
yağmaladıkları bu kervanlardan ele geçirdikleri mallarla geçimlerini sağlamaya
başladılar. Kureyş mecbur kalarak
Hz. Peygamber'e bir mektup yazdı ve anlaşmalarındaki o şarttan vazgeçtiklerini,
isteyen her müslümanın Medine'ye giderek yerleşebileceğini, kendilerinin buna
hiç bir şekilde müdahale etmeyeceklerim bildirdiler. Bunun üzerine Allah
Resulü mektup yazarak yurtlarından uzak kalmış, kimsesiz müslümanların
Medine'ye gelmelerini bildirdi. Nitekim Ebu Cendel (ra) ve arkadaşları
Medine'ye gelip yerleştiler. Kureyş kervanının yolu da eskisi gibi açılmış
oldu.[183]
Utbe b. Ebu Mu'ayf in
kızı olan Ümmü Külsûm (ra) müslüman olmuştu. Mekke'den Medine'ye hicret etti.
Ama arkasından iki kardeşi Ammâra ile Velîd de geldiler ve Hz. Peygamber'den
onu geri vermesini istediler. Hz. Peygamber bu isteği kabul etmedi. Sahabe-i
kirâm'ın hanımlarından Mekke'de kalmış olanları ve kâfirlikte devam edenleri
sahabe-i kiram boşadı. [184]
"Rabbinin yoluna
hikmet ve güzel öğütle çağır" (Nahl, 16/125)
Hudeybiye barışıyla
bir ölçüde sükûnet ve huzur elde edilince, artık îslâmî mesajın bütün dünyaya
duyurulması zamanı gelmişti. O yüzden Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem
bir gün bütün ashabını topladı ve şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey insanlar!
Allah beni bütün dünyaya rahmet ve elçi olarak gönderdi. Dikkat edin İsa'nın
(as) havarileri gibi aranızda ihtilafa düşmeyin. Gidin benim adıma hakkın
mesajını ulaştırın" buyurdu. Daha sonra Allah Resulü Bizans hükümdarına,
İran Şahına, Mısır Kralına ve Arap liderlerine İslâm'a davet mektupları gönderdi.
Kendilerine mektup gönderilenlerin ve mektupları götürenlerin isim listesi aşağıdaki
gibidir:
Dıhyetu'l-Kelbî (ra),
Bizans imparatoruna.
Abdullah b.
Huzâfe's-Sehmî (ra), Iran Şahı Hüsrev Pervîz'e.
Hâtıb b. Ebu Belte'a
(ra), Mısır Kralına.
Amr îbn Ümeyye (ra),
Habeş kralı Necâşf ye.
Süleyt b. Ömer b.
Abdişems (ra), Yemâme liderine.
Şucâ' b. Vehb el-Esedî
(ra), Şam bölgesi lideri Haris el-Gassanfye.[185]
İranlılar birkaç yıl
önce Suriye'ye saldırarak Bizanshlar'ı yenmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay
"Romanlar mağlup oldu..." (Rûm, 30/2)" âyetiyle haber
verilmistir. O yenilginin intikamını almak için imparator Heraklius, muhteşem
bir ordu hazırladı ve îranlılar'a saldırarak onları ağır bir yenilgiye
uğrattı. Kazandığı zaferden dolayı Allah'a şükretmek için Humus'tan Kudüs'e
gelmişti. Öyle bir ihtişamla gelmişti ki, geçtiği yerlere halılar seriliyor,
üzerine de güller döşeniyordu.[186]
Suriye'de Bizans
imparatorunun idaresi altında yaşayan Araplar, Gassanî Arapları idi ve
başkentleri, Şam yakınlarındaki Busrâ şehriydi. Bugünlerde ona Havran
denilmektedir. O dönemde bu sülâlenin tahtta oturan adamı Haris el-Gas-sanî
idi. Dıhyetu'l-Kelbî (ra), Hz. Peygamber'in mübarek mektubunu burada, Busra'da
bulunan Haris el-Gassanrye verdi. Haris de mektubu, Kudüs'te bulunan Bizans
imparatoruna gönderdi. İmparator mektubu alınca: "Araplar'dan bir kişi
varsa bulun getirin" diye emir verdi. Tesadüfen o sırada Arap tüccarları
ile birlikte Ebu Süfyân Gazze'de bulunuyordu. Bizans imparatorunun adamları,
Gaz-ze'den onu alıp getirdiler.
İmparator kalabalık
bir divan topladı. Saltanat taam giyerek tahta oturdu. Tahtın dört tarafı
patrikler, papazlar ve ruhbanlarla çevriliydi. Araplar'a dönerek:
"Aranızda bu Peygamberlik iddiasında bulunanın akrabası var mı?" diye
sordu. Ebu Süfyân: "Ben varım" dedi. Sonra aşağıdaki gibi bir konuşma
oldu:
İmparator:
"Peygamberlik iddiasında bulunanın sülâlesi nasıldır"
Ebu Süfyân:
"Şereflidir."
İmparator: "Bu
sülâleden, Peygamberlik iddiasında bulunan oldu mu?"
Ebu Süfyân:
"Hayır."
İmparator: "Bu
sülâleden hükümdar çıktı mı?"
Ebu Süfyân:
"Hayır"
İmparator: "Bu
dini kabul edenler zayıf kimseler mi, yoksa güçlü kimseler mi?"
Ebu Süfyân:
"Zayıf kimseler."
İmparator: "Ona
tabi olanlar artıyor mu, eksiliyor mu?"
Ebu Süfyân:
"Gittikçe çoğahyorlar."
İmparator: "Bu
adamın yalan söylediğini gördünüz mü?"
Ebu Süfyân:
"Hayır"
İmparator:
"Arasıra da olsa verdiği söze aykırı harekette bulunur mu?"
Ebu Süfyân: "Şu
ana kadar olmadı. Ama bir süre Önce yeni bir barış anlaşması yaptık. Verdiği
sözde durup durmayacağım göreceğiz."
İmparator: "Onunla
savaşanız mı?"
Ebu Süfyân:
"Evet"
imparator:
"Savaşın sonu ne oldu?"
Ebu Süfyân:
"Bazan biz galip geldik, bazan o."
imparator: "Neler
öğretiyor?"
Ebu Süfyân: "Bir
Allah'a ibadet edin, Allah'tan başka şeyleri O'na ortak koşmayın, namaz küm,
iffetli yaşayın, doğru konuşun, yakın akrabalarınızı ziyaret edin, diyor."
Bu konuşmadan sonra
Bizans imparatoru tercüman aracılığıyla: "Soyunun temiz olduğunu
söylediniz. Peygamberler daima temiz ailelerden doğar. Sülâlesinde, başka
birinin peygamberlik iddiasında bulunmadığını söylediniz. Eğer bulunsaydı o zaman
ailesinden gelen bir etkiyle böyle bir iddiada bulunduğunu sanırdım. Bu aileden
hiç bir hükümdar çıkmadığını söylüyorsunuz, eğer çıkmış olsaydı o zaman hükümdarlığa
heveslendiğini sanırdım. Asla yalan söylemediğini belirtiyorsunuz, insanlara yalan
söylemeyen, Allah adına nasıl yalan söyleyebilir? Ona daha çok zayıf kimselerin
bağlandığını söylüyorsunuz, Peygamberlere ilk uyanlar daima zayıf kimseler
olur. Dininin durmadan geliştiğini söylüyorsunuz. Gerçek dinlerde daima böyle
olur. Hiç kimseyi aldatmadığını söylediniz, Peygamberler kimseyi aldatmaz.
Namazı, Allah korkusunu, temiz ve dürüst bir hayatı tavsiye ettiğini
söylediniz. Eğer bu doğruysa Onun dini ayağımın durduğu şu toprağa hakim
olacaktır. Bir Peygamber'in gelmekte olduğunu düşünüyordum. Ama Araplar'dan
çıkacağını sanmıyordum. Eğer oraya gidebilseydim, kendi ellerimle ayaklarını
yıkardım", dedi.
Bu konuşmadan sonra
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in gönderdiği mektubun okunmasını
emretti.
Mübarek Peygamber'in
gönderdiği mektubu şöyleydi: "Bismillahirrahmanirrahim
Allah'ın kulu ve
Peygamberi Muhammed'den, Bizans'ın büyük lideri Herakli-us'a.
Doğru yola uyanlara
selam olsun. %ni, islâm davetini kabul etmeye çağırıyorum. Müslüman ol ki
selamet bulasın. Allah sana iki misli mükafat verecektir. Eğer kabul etmez de
yüz çevirirsen emrinde olan halkın da günahları senin boynunadır. "Ey
Kitap ehli! Sizinle aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. —O da— Allah'tan
başkasına ibadet etmememiz, ona hiç bir şey ortak koşmamamız ve bazılarımız —
Allah'ı bırakarak— bazılarını rab edinmememizdir. Eğer bu çağrıdan yüz çevirirlerse
deyiniz ki: Şahit olunuz ki bizler müslümanız."
Bizans imparatorunun
Ebu Süfyân'la yaptığı konuşmadan dolayı papazlar ve saray mensupları çok
huzursuz olmuşlardı. Hz. Peygamber'in mübarek mektubunun okunması üzerine daha
da huzursuzlaştılar. Bunu gören imparator, Araplar'ı
huzurundan çıkarttı. Kalbine islâm'ın
nuru girmişse de taç ve tahtın karanlıkları arasında o nur sönüp gitti.
İran Şahı Hüsrev'e
yazılan mektubu ise Abdullah b. Huzâfe (ra) götürdü.
Mektup şöyle idi:
"Bismillahirrahmanirrahim
Allah Resulü
Muhammed'den iran'ın büyük lideri Kisra'ya
Doğru yola uyanlara,
Allah'a ve peygamberlerine iman edenlere, Allah'tan başka ilah olmadığına,
benim de, yaşayanları yanlış yola gitmekten alıkoymam için bütün insanlara
gönderilen Allah'ın elçisi olduğuma kesin şekilde inananlara selam olsun.
Müslüman ol ki kurtuluş bulasın. Bu teklifimi reddedersen bütün me-cusîlerin
günahı boynuna olsun."
Hüsrev Perviz çok
ihtişamlı ve azametli bir hükümdardı, imparatorluğu döneminde sarayın elde
ettiği ihtişam ve azamet, geçmişte görülmemiş seviyedeydi. Acemlerin usulüne
göre hükümdarlarına mektup yazılacağı zaman mektubun başına önce şahın adı
yazılırdı. Hz. Peygamber'in mübarek mektubunda ise Önce Allah'ın adı, sonra
Araplar'in adeti üzere Hz. Peygamber'in adı yazılıydı. Hüsrev bunu kendine
hakaret kabul etti ve: "Benim kullarımdan biri nasıl bana böyle bir mektup
yazabilir?" dedi. Sonra mübarek mektubu parçalayıp attı. Ama bir süre
sonra Acem imparatorluğunun kendisi paramparça oldu. Dünyanın ünlü şairlerinden
iranlı meşhur Nizamî, "Hüsrev ile Şirin" adlı destanda bu olayı
genişçe anlatmış ve islâm heyecanı ile coşarak yazmıştır. Bu destandan bir kaç
beyti buraya nakletmek istiyoruz:
"O devirde dünya
Hüsrev'in esiriydi. Doğu'dan batıya onun adî ve ünü vardı.
Peygamberimiz kesin
delillerle geldi, peygamberliğini bütün dünyaya ilan etti.
Bazan sert kayalara
sırlar söylemişti, bazan milletler aralarında onun hikayesini anlatıyordu.
Peygamberimiz bütün
insanları islâm'a çağırıyor, her ülkeye mektuplar yolluyordu.
Kendi kereminden bir
güzel koku hazırlamalarını, her birine bir satır yazmalarını emretti.
Necâşî'ye güzel bir
mektup yazdıktan sonra, Hüsrev'e de bir mektup gönderdi.
Elçi mektubu takdim
edince, hiddetinden Hüsrev'in vücudu titredi.
Öfkesinden her kılı
bir ok oldu, her damarı volkan haline geldi.
Pırıl pırıl parlayan o
heybetli adı, Perviz'den üste yazılan Muhammed'in adını gördü.
Bütün dünyayı
aydınlatan o ulu adı görünce, su gören kuduz köpek gibi oldu.
Hükümdarlık gururu onu
çileden çıkardı ve: "Benim gibi bir hükümdara kim küstahlık
edebiliri" dedi.
"Kim bana böyle
saygısızlık yapar da, adını adımın üstüne yazar!" dedi.
Boyun kıran o mektubu
parçaladı, mektubu değil, aksine kendi adını parçaladı.
Elçi bu hiddeti
görünce ayağım topraklara koyarak geri döndü. Öfkeden ateş gibi olan adamı, her
tarafı aydınlatan Hz. Peygamber'e haber verdi. O başları dik tutan lambanın
hararetinden dualar, gibi kelebekler gibi uçuştu. Bu dualarla Acem'in Kisrası
yere düştü. Kisra'nın tacı, tahtı yerle bir oldu. Hz. Peygamber ne yüce bir
sultandır ki korku ve ümitler saçarak hükümdarlara hakim oldu."
Bu özet bilgileri
biraz açıklarsak deriz ki: Hz. Peygamberin mübarek mektubu ulaştıktan sonra
Hüsrev Perviz, Bâzân adındaki Yemen valisine bir ferman göndererek:
'Teygamberlik iddia eden adamı yakalayıp huzuruma getirmeleri için birini
Hicaz'a gönder!" diye emretti. Bâzân da birinin adı Babuye, diğerinin adı
Har Kusra^olan iki kişiyi Medine'ye gönderdi. Bu iki adam Hz. Peygamber'in
huzuruna gelerek: "Dünya hükümdarı Kisra sizi istiyor. Eğer emrine
uymazsanız, sizi ve ülkenizi yerle bir edecek" dediler.
Bunun üzerine Hz.
Peygamber: "Siz gidiniz ve ona:
islâm idaresinin,
Kisra'nın başkentine kadar ulaşacağmı söyleyiniz"[187]
buyurdu. Bu cevabı alarak Yemen'e döndüklerinde Hüsrev Pervîz'in, oğlu Şîrveyh
tarafından öldürüldüğünü haber aldılar.
Habeş Kralı Necâşî'ye
gönderilen, Hz. Peygamber'in davet mektubunun cevabı geldi. Cevabi mektupta
Necâşî diyordu: "Sizin Allah'ın gerçek Peygamber'i olduğunuza bütün
varlığımla inanıyorum." Hicret ederek Habeşistan'a giden Cafer Tayyar (ra)
orada bulunuyordu. Necâşî onun elini tutarak islâm'a biat etti. Ibn Is-hâk
şöyle rivayet ediyor:
"Necâşî oğlunu,
altmış kişiyle birlikte saygılarını sunmak üzere Hz. Peygamber'in huzuruna
gönderdi. Ama gemi denizde battı ve bu heyet sularda kayboldu."[188]
Siyerciler şöyle
yazarlar:
"Necâşî hicretin
dokuzuncu yılında öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem o sırada
Medine'de bulunuyordu. Bu haberi duyunca Necâşî'nin gıyabında onun cenaze
namazını kıldırdı." Ama bu yanlıştır. Çünkü Sahîh-i Müslim açık ve net
olarak, Hz. Peygamber'in cenaze namazım kıldırdığı Necâşî'nin, o Necâşî olmadığını
söylemektedir. Ama îbn Kayyım, siyercilerin rivayetini desteklemekte ve
Müslim'in rivayetinin bu kısmını râvinin zannı kabul etmektedir.[189]
Hicret yoluyla
Habeşistan'a gidenler arasında Muâviye'nin (ra) kızkardeşi Ümmü Habibe (ra) da
vardı. Kocası ölmüştü. Hz. Peygamber Necâşî'ye mektup yazarak: "Ümmü
Habibe'ye evlenme teklif ettiğimi bildir ve onu bana gönder"
buyurdu. Necâşî, Hâlid b. Saîd b. el-As'ı
temsilci yaptı. O da Hz. Peygamber adına nikahta temsil görevini yerine
getirdi. Necâşî, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem adına dörtyüz altın
mihir verdi. Nikah kıyıldıktan sonra Ümmü Ha-bibe (ra) gemiye binerek hareket
etti ve Medine'ye en yakın olan limanda indi. O sırada Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem Hayber'de bulunuyordu. Hz. Peygamber Necâşî'ye ait durumları
genelde Ümmü Habibe'ye (ra) sorar öğrenirdi.[190]
Mısır Hükümdarı olan
Mukavkıs ise, Hz. Peygamber'in yazdığı mektuba cevap olarak, Arapça bir mektup
yazdı:
"Abdullahoğlu
Muhammed'e, Kıptîlerin büyük lideri Mukavkıs'tan. Selam üzerinize olsun.
Mektubunuzu okudum.
Anlattıklarınızı ve davet ettiğiniz şeyi kavradım. Bir peygamber geleceğini
biliyordum ama, Suriye tarafından çıkacağını sanıyordum. Gönderdiğin elçiye
ikramda bulundum. Mısır'da kendilerine değer verilen iki kız gönderiyorum,[191]
sizin için de elbise ve bir binek katırı gönderiyorum."
Bu nezâket ve ikrama
rağmen Mısır hükümdarı islâm'a girmedi. Gönderdiği iki kızdan biri Mâriye
el-Kıptiyye idi. Bilahare Hz. Peygamber'in eşleri arasına katıldı. Diğeri ise
Hz. Hasan'ın (ra) uhdesine verilen Şîrîn idi. Katırın adı. Düldül idi. Bir çok
hadis kitabında bu katırın adı geçmektedir. Huneyn savaşında Hz. Peygamber ona
binmişti. Taberî şöyle der: Mâriye ve Şîrîn kızkardeştiler. Hz. Peygamber'in
kendisine mektup vererek Mukavkıs'a gönderdiği Hâtib b. Belte'a'nın (ra) gelirken
yol boyunca anlatması sonucu, iki kadın Hz. Peygamber'in huzuruna ulaşmadan
İslâm'ı kabul etmişlerdi. Bu olaya şu açıdan bakmak gerekir: Bu iki kadın hem
cariye değillerdi, hem de islâm'ı kabul etmiş oldukları için Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Mâriye ile evlenmiş olmalıdır. Bir cariye olarak Hz.
Peygamber'in haremine girmemiştir.
Arap liderlerine
yazılan mektupların da değişik cevapları geldi. Yemâme lideri Hevze b. Ali:
"Söylediğin sözler çok güzel. Eğer devlet idarenden bana da bir miktar pay
verirsen sana tabi olmaya hazırım" diyordu.
islâm ülke fethetme ve
idare etme arzusuyla gelmemiştir. O yüzden Hz. Peygamber: "Elimde bir
karış toprak olsa, onu bile vermezdim" buyurdu.
Suriye havalisinin
lideri olan ve Bizanslılar'in emri altında civardaki Arapları yönetim altında
bulunduran Gassânî lideri Haris, mektubu okuyunca çok öfkelendi ve derhal ordu
hazırlanmasını emretti. Bu gelişme üzerine müslümanlar onun
saldırısını beklemeye başladılar. Böyle
bir saldın olmadı ama bunun sonucu olarak Mûte, Tebük ve başka savaşlar çıktı. [192]
Allah Teâlâ, Hudeybiye
barışma "Açık ve kesin zafer" demişti. Ama bu fetih, fiziksel bir
fetih olmayıp kalplerin fethiydi. Yayılabilmek için İslâm'ın huzur ve güvene
ihtiyacı vardı. O da bu barışla sağlanmış oldu. Barışı düşmanları bile fetih kabul
ediyordu. Kureyş'le müslümanlar arasında o ana kadar yaşanan savaşlarda Hâlid
b. Velîd'in adı, askeri açıdan Kureyş'in en yetenekli mensuplarından biri olarak
öne çıkıyordu. Cahiliyye döneminde süvari birliği komutanlığı ona verilmişti.
Kureyş'in Uhud'da kayan ayakları onun çabalarıyla yeniden tutunmuştu.
Hudey-biye'de Kureyş'in keşif birliği onun komutası altındaydı. Ama Kureyş'in
bu büyük komutanı da sonunda islâm'ın kalpleri fethinden kendini kurtaramadı.
Hudeybiye barışından
sonra Hâlid b. Velîd (ra) Mekke'den çıkarak Medine'ye yöneldi. Yolda Amr b.
el-As ile karşılaştı. Amr, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. O da:
"Müslüman olmaya gidiyorum, bu inat daha ne kadar sürecek?" dedi. Amr
b. el-As: "Ben de aynı niyetle gidiyorum" dedi. iki dost birlikte Hz.
Peygamberin huzuruna geldiler ve islâm'la şereflendiler.[193]
islâm'a karşı koyma yolunda harcanan bu cevherler, artık islâm'a sevgi ve
hizmet yolunda harcanmaya başlamıştı. Mekke'nin fethi sırasında Hâlid (ra), bir
müslüman birliğinin başında Hz. Peygamber'in önünden geçtiği sırada Hz.
Peygamber: "Bu kim?" diye sormuştu. Yanındakiler: "Hâlid!"
dediler. Hz. Peygamber de: "Allah'ın kılıcı" buyurdu.[194]
Mûte savaşında Ca'fer
(ra), Zeyd b. Harise (ra) ve Abdullah b. Revâha'dan (ra) sonra sancağı Hâlid b.
Velîd eline aldığı zaman müslümanlar tehlikeden kurtulmuşlardı.
Bu iki yiğitten biri
olan Hâlid (ra), Râşid halifeler döneminde Suriye topraklarını Bizans
imparatorundan aldı. Amr b. el-As ise, Mısır fatihi oldu. [195]
Hayber, muhtemelen
"kale" anlamına gelen Ibranice bir kelimedir. Burası Medine-i
Münevvere'den sekiz durak uzaklıktadır. Avrupalı gezginlerden Doughty birkaç ay
burada kalmıştır. O, Hayber'in Medine'ye uzaklığının 200 mil olduğunu
yazmaktadır.[196] Hayber şehri, son derece
verimli topraklarla kaplı bir hurmalığın kenarında kurulmuştu. Yahudiler
buraya çok sağlam kaleler yapmışlardı. Bazılarının kalıntıları hâlâ
durmaktadır.
Arabistan'da yahudi
gücünün en büyük merkezi Hayber'di. Nadîr oğullan liderleri Medine'den sürgün
edildikten sonra Hayber'e yerleşmişlerdi. Araplar'ı Hayber'den kışkırtarak
harekete geçirmişlerdi. Bunun ilk meyvası da Ahzâb— Hendek— savaşı idi.
Hayber'e yerleşen
yahudi liderlerden Huyey b. Ahtab, Kureyzâ savaşında öldürülmüştü. Ebu Râfi'
Sellâm b. Ebu'l-Hukayk onun yerine geçti. Bu adam, büyük bir tüccar ve nüfuz
sahibi biriydi. Arapların en güçlü kabilelerinden biri olan Gatafân kabilesi,
Hayber'e bitişikti ve yıllardır Hayber yahudilerinin müttefiki ve dostları
olagelmişlerdi.[197]
Hicretin altına yılında Sellâm b. Übeyy bizzat giderek Gatafan kabilesini ve
çevresindeki diğer kabileleri müslümanlarla savaşmaya razı etti.
Sonunda büyük bir ordu
Medine'ye saldırı hazırlıkları yaptı. Müslümanlar bunu haber alınca Sellâm,
Hz. Peygamber'in işaretiyle, Hazrec ensârmdan Abdullah b. Atık (ra) tarafından
Hayber kalesinde uyurken öldürüldü. Sellâm'dan sonra Yahudiler Useyr b.
Rezzâm'ı başkan seçtiler. Useyr, yahudi kabilelerini toplayarak bir konuşma
yaptı ve: "Benden öncekilerin, Muhammed sallallahu aleyhi vesel-lem'e
karşı başvurdukları savaş yöntemleri yanlıştı. İşin doğrusu, bizzat
Muham-med'in idari merkezine saldırmaktır. Ben bunu tercih ediyorum" dedi.[198] Bu
haberler Hz. Peygambere ulaşınca, Resûlullah söylentilere güvenmedi. Abdullah
b. Re-vâha'yı doğruca Hayber'e göndererek, olayın içyüzünü öğrenmesini istedi.
Nitekim o yanına bir
kaç adam alarak Hayber'e gitti ve bizzat Useyr'in ağzından bu konu
konuşulurken ve önlemler alınırken -duydu. Duyduklarını gelip Hz. Peygambere
arzetti. Allah Resulü, Abdullah b. Revâha'ya otuz kişi vererek Hayber'e
gönderdi. Heyet başkanru olarak Abdullah b. Revâha, Useyr'e:
"Eğer Medine'ye
gidip de Hz. Peygamberle görüşürseniz, Hayber'in idaresini size vereceğini
bildirmemiz için bizi, size gönderdi" dedi. Bunun üzerine Sellâm, otuz
adamını yanına alarak Hayber'den çıktı. Müslümanlarla yahudilerin karışımı olan
bu kafile şöyle ileriyordu. Aynı bineğe binen iki kişiden biri yahudi, diğeri
müslümandı.
Gargare denen yere
geldiklerinde Useyr'in aklına bir şüphe düştü ve huylanmaya başladı. Elini
uzatarak kılıcını çekmek istedi. Abdullah da: "Ey Allah düşmanı, vaadini
bozmak mı istiyorsun" diyerek[199]bindiği
hayvanı ona doğru sürdü. Useyr kılıcın altına geldiği sırada kılıcını indirdi.
O anda Useyr'in bacağı dizinden koptu ve attan yere düştü. Düşerken, Abdullah'ı (ra) yaraladı.
Müslümanlar ellerini çabuk tutup yahudilere aniden saldırdılar. Çatışma
sonunda yahudüerden biri dışında hiç biri kurtulamadı. Olay, Hicrî 6. yılın
sonunda ya da Hicrî 7. yılın başında, Muharrem ayında meydana gelmişti.
Hayber artık islâm'ın
en büyük rakibi ve en tehlikeli düşmanıydı. Hayberliler Mekke'ye giderek,
Kureyş aracılığıyla bütün Araplar arasında, herkesi harekete geçiren bir isyan
ve toplu hücum tufanı kopardı. Böyle bir tufan Hendek savaşında İslâm'ın
merkezi olan Medine-i Münevvere'yi sarsmıştı. Her ne kadar bu çabalar
başarısız kalmışsa da durmadan uğraşan eller ve kollar hâlâ vardı.
Hendek savaşını
çıkaranlar içinde en etkin ve faal olan, Nadîr yahudilerinden Medine'den
sürülmüş Ibn Ebu Übeyy el-Hakîk sülâlesiydi. Bu sülâle, Hayber'in ünlü Kamus
kalesini hakimiyeti altında bulunduruyordu. Yukarıda anlatılan Sel-lâm b. Übeyy
bu sülâlenin lideriydi. Onun öldürülmesinden sonra yeğeni Kinâne b. er-Rebî b.
Übeyy el-Hakîk, sülâlenin başına geçirildi. Hayber yahudileri Gatafân kabilesi
ile İslâm'a karşı komplolar hazırlıyorlardı. Öte taraftan Medine münafıkları
durmadan müslümanlara ait haberler gönderiyor ve "Müslümanlar sizlerle
ba-şedemezler, sizi yenemezler" diye bunları cesaretlendiriyordu.
Hz. Peygamber bunlarla
anlaşma yapılmasını istediğinden Abdullah b. Revâ-ha'yı kendilerine elçi
gönderdi. Yahudiler katı kalpli ve şüpheci bir milletti. Münafıklar da onları
sürekli kışkırtıyordu. Böyle bir zamanda, münafıkların başı Abdullah b. Übeyy
b. Selûl, Hayberliler'e bir elçi göndererek onlara: "Muhammed sizlere
saldırmak istiyor, ama onlardan korkmaymız. Onların varlığı ne ki? Bir avuç insan,
doğru dürüst silahlan bile yok" diye yüreklendirici bir mesaj iletti.
Yahudiler bu mesajı aldıktan sonra Kinâne'yi ve Hevde b. Kays'ı, Gatafân
kabilesine gönderdiler: "Bizimle birlikte Medine'ye saldırırsanız,
hurmalığın yan gelirini size vereceğiz" dediler. Gatafân bu teklifi kabul
etti.[200]
Gatafan'a bağlı bir
başka kuvvetli kabile de Benî Fizâre idi. Bu kabile, Hayberli-lerin
Hz.Peygamber'e saldırmak istediğini öğrenince doğrudan Hayber'e giderek:
"Size katılarak savaşacağız" dedi. Hz. Peygamber bu durumu öğrenince
Benî Fezâ-re kabilesine mektup yazıp: "Hayberliler'e yardım etmekten
vazgeçin, Hayber'i fethettikten sonra size de pay verelim" buyurdu. Ama
Benî Fezâre bunu reddetti. [201]
Gatafân kabilesinin
savaşa katılması şöyle oldu: Hz. Peygamberin develerinin otlağı olan Zî Kırd
mezrasına Abdurrahman b. Uyeyne komutanlığında bu kabileden bir kaç kişi baskın
yaptı ve yirmi deveyi gaspettiler. Develeri korumakla görevlendirilmiş olan Ebu
Zerr'in (ra) oğlunu öldürüp karısını da esir aldılar. Müslümanlar kendilerine
takip edince de bir dereye sığındılar. Gatafân kabilesinin başı olan Uyeyne b.
Husayn onlara yardım için orada bekliyordu.
Müslümanlar arasında
okçulukta ünlü olan Seleme b. el Ekva' bu olaydan herkesten önce haberdâr
oldu. Ve: "Ey müslümanlar! Yardıma koşun, yardıma koşun!" diye
bağırarak baskıncıların ardından gitti. Onlara yetiştiği sırada adamlar
develerini suluyorlardı. Seleme (ra), bunlara ok yağdırmaya başladı.
Saldırganlar kaçtılar. Seleme onları izledi. Vuruşa vuruşa bütün develeri
ellerinden geri aldı. Resûlullah'ın huzuruna gelerek: "Düşmanları susuz
halde bırakıp geldim. Yiyecek içecek bir şeyleri yok. Yüz adam verilirse
hepsini esir edip getiririm" dedi. Resû-lullah ise bütün yaratılmışlara
duyduğu engin merhametinden dolayı:
"Onları alt ettiğin
yeter, bağışla" buyurdu.[202] Bu
olaydan üç gün sonra Hayber savaşı oldu.[203]
Hayber savaşı o döneme
kadar müslümanlar tarafından yapılan savaşlar içinde kendine has bazı
özellikleri olan bir savaştır. Bunların sebeplerinin neler olduğu siyer
yazarlarının dikkatlerini çekmemişse de özgün bir olay olarak onun ayrıcalıklarını
belirten hususları farkında olmadan yine kendileri ifade etmişlerdir. Bunların
en başta geleni, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Hayber'e hareket
ederken: "Sadece cihâd etmek isteyenler gelsinler" diye ilan
etmesidir. O ana kadar yapılan savaşlar, savunma savaşlarıydı. Bu ise müslüman
olmayanların İslâm devletinin vatandaşı yapıldıkları ilk savaştır. Ayrıca
devlet tarzının yani idari sistemin temelinin atıldığı olaydır.
İslâm'ın temel gayesi,
İslâm'ı tebliğ ve ona davettir. Bir millet bu davete engel olmadıkça, İslâm'ın
ne onunla savaşı olabilir, ne de o milleti kendi vatandaşı yapmaya gerek
duyar. Sadece barış anlaşması yeterlidir. İslâm tarihinde bunun birçok örneği
vardır. Ama herhangi bir millet İslâm'a karşı durmaya azmetmiş ve onu ortadan
kaldırmak istemişse o zaman İslâm'ın kendini savunmak için, kılıcı eline alması
ve o milleti kendi hakimiyet ve idaresi altında tutması gerekir. Hayber, İslâm'ın
bu çerçevede fethedilmiş ilk toprak parçasıydı.
Savaş tarihini
bitirdikten sonra bu mesele bütün genişliğiyle anlatılacaktır. Çünkü insanlar[204]
uzun bir süre, "cihâdı, Araplar'in eski yaşayış tarzlarında olduğu gibi
müslümanlarm geçim vasıtası olan yağma ve çatışmalar" olarak
anlayagel-diler. Bu yanlış anlama Hayber savaşına kadar da sürdü.
Hayber savaşı; Allah
Resûlü'nün savaşlarıyla ilgili yanlış anlama perdesinin kaldırıldığı ilk
savaştır. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu savaşa
sadece, gayesi cihâd ve Allah'ın kelimesini yüceltme olan kişiler
katılsın" buyurmuştu.
Özetlemek gerekirse
Resûlullah efendimiz, Gatafân kabilesinin ve yahudile-rin saldırısına karşı
kendilerini savunmak için Medine'den Hicrî 7. yılının Muharrem ayında[205]
Sibâ' b. Arfate el-Gıfârryi Medine valisi tayin ederek hareket etti. Mübarek
eşlerinden Ümmü Seleme (ra) yanındaydı. 1600 Kişilik askeri vardı, içlerinde
200'ü süvari, gerisi piyade idi. O zamana kadar savaşlarda sancak kullanılması
yaygın bir adet değildi. Küçük çapta bayraklar olurdu. Hz. Peygamber ilk kez
üç sancak hazırlattı. İkisini, Habbâb b. Münzir ile Sa'd b. Ubâ-de'ye verdi.
Hz. Aişe'nin örtüsünden hazırlanan Peygamber sancağını ise Hz. Ali'ye (ra)
verdi. Ordu hareket edince ünlü şair Amir b. el Ekva' şu şiiri okuyarak önde
yürüdü:
"Ey Allahıtn!
Eğer bize doğru yolu göstermeseydin ne hiç kimseye iyilik yapardık, ne de namaz
kılardık.
Canımız uğruna feda
olsun. Emirlerini yapamadığımızdan dolayı bizi bağışla. Bize huzur ve sükûnunu
indir.
Bizden yardım dilenip
de çağrıldığımız zaman hemen geliriz.
Düşmanla
karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sağlamlaştır. İnsanlar feryad ederek bizden
yardımlarına koşmamızı istediler."
Bu şiiri Buharı ve
Müslim nakletmişlerdir. Ibn Hanbel'in Müsned'indç başka şiirler de vardır.[206]
İlk iki mısra
Müslim'de biraz farklı olarak zikredilmiştir. Müslim'deki fazla şiirler
şunlardır:
"Bize karşı
başkaldırıp savaşmak isteyenler, bir fitne ve bozgunculuk yapmak istedikleri
zaman onlara karşı koyarız.
"Ve biz Senin
lütuf ve kereminden hiç bir zaman müstağni değiliz."
Yolda ilerlerken İslâm
ordusunun karşısına bir meydan çıktı. Sahabe, tekbir narası attı.
Resûlullah'ın eğitim, öğretim ve tavsiyeleri her zaman sürdüğü için, herhangi
bir meseleyle karşılaşıldığında şeriatın incelikleri öğretilirdi. O yüzden Hz.
Peygamber: "Daha hafif bir sesle söyleyiniz. Çünkü bir sağıra veya gözden
ırak birine seslenmiyorsunuz. Seslendiğiniz -Allah-, her an yanınızdadır"
buyurdu.[207]
Bu savaşta bazı
kadınlar da kendi istekleriyle orduya katılmışlardı. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem durumu öğrenince onları çağırttı ve öfkeli bir ifadeyle:
"Siz kimlerle ve kimin emriyle geldiniz?" buyurdu.
Bunun üzerine
kadınlar: "Ey Allah Resulü! Biz emeğimizle kazandığımız paralarımızı bu
yolda harcamak üzere geldik. Yanımızda yaralılar için ilaçlar da var. Dahası
biz düşmanın attığı okları toplayarak getirir, askerlere veririz, savaşta onlara
yardımcı oluruz" dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ses
çıkarmadı ve zaferden sonra ganimet mallan bölüştürülürken onlara da pay
ayırdı. Ama bu pay neydi? Para ve mücevher değildi. Mal mülk değildi. Sadece
hurmaydı. Bütün mücahidlere bu verilmiş, kadınlar da aynı şeyi elde etmişti.
Bu olay Ebu Davud'un
"Kadınların ganimet payı" bölümünde zikredilmiştir. Bütün hadis ve
siyer kitaplarından anlaşılıyor ki, birçok gazvede kadınlar da bulunuyordu.
Yaralıların yaralarını sarıyor, susuzlara su içiriyorlardı. Uhud savaşında Hz.
Aişe'nin testilerle su taşıması, yaralılara su içirmesi yukarıda anlatılmıştı.
Ama kadınların savaş alanından ok toplayıp getirdiklerini ve mücahidlere
verdiklerini sadece Ebu Dâvûd zikretmiştir. Hem de rivayet zincirinde kopukluk
olmayan sahih, bitişik bir senetle zikretmiştir. O yüzden hadisin sağlamlığında
tereddüte imkân yoktur. Zaten Arap kadınlarının en zayıfından bu yüreklilik
beklenir.
Gatafanlılar'in,
Hayber'e yardıma gelecekleri bilindiği için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem, Gatafan ile Hayber arasındaki Recf denen yerde karargâh kurdu. Bütün
yolculuk eşyaları, çadır ve kadınlar burada bırakıldı[208]ve
askerler Hayber tarafına ilerlediler. Gatafânlılar, İslâm ordusunun Hayber'e
doğru ilerlediğini duyunca silahlarını kuşanarak çıktılar. Ama biraz gittikten
sonra bizzat kendi evlerinin tehlikede olduğunu anlayınca dönüp gittiler.[209]
Hayber'de altı kale
vardı: Salim,, Netât, Kasara, Şakk, Merbata. Ya'kûbî'nin belirttiğine göre bu
kalelerde yirmi bin asker bulunuyordu. Bunlar arasında Kamus kalesi, en sağlam
ve en güvenli kaleydi. Bin süvariye eşit kabul edilen Araplar'in meşhur pehlivanı
Merhab işte bu kalenin komutanıydı. Medine'den yurtdışı edilerek Hayber
reisliğini ele geçiren îbn Übeyy el Hakîk'in ailesi ve yakınları da burada
yaşıyordu.[210]
İslâm ordusu Hayber'e
yaklaşıp Sahbâ denen yere ulaşınca ikindi namazının vakti girdi. Hz. Peygamber
burada durarak ikindi namazını kıldı ve yemek istedi. Yiyecek sadece kavrulmuş
undu. Hz. Peygamber onu suya karıştırarak içti. Hava kararırken islâm ordusu
Hayber'e yakınlarına ulaşmıştı. Evler gölgeli, titrek görüntüleriyle seçilirken
Resûlullah sahabe-i kirâm'a: "Durun!" diye emir buyurdu. Sonra Allah'
m adını anarak şöyle duayı etti:
"Yarabbi! Senden
bu memleketin, memleket halkının ve memleketteki herşeyin iyiliğini isteriz.
Buranın halkının ve içindeki herşeyin şerrinden Sana sığınırız."
tbn Hişâm: "Bu,
Hz. Peygamber'in her zamanki adetiydi. Yani bir yere girerken önce bu duayı
okurdu" diye yazar. Geceleyin bir yere hücum etmemek Hz. Peygamber'in
sünneti olduğundan geceyi burada geçirdi. Sabahleyin Hayber'e girdi.
Yahudiler, kadınları güvenli bir yere ulaştırdı. Yiyecek ve içeceklerini Na'îm
kalesine depoladı. Askerleri ise Netât ve Kamus kalelerine yerleştirdi. Nadir
kabilesinden Selâm b. Mişkem hastaydı. O da, herkesten daha gayretli davrandı
ve Netât kalesine gelerek askerlere katıldı.
Hz. Peygamber'in
-öncelikli- gayesi savaşmak değildi. Ama yahudiler büyük malzeme ve askeri
güçle savaş hali alınca Resûlullah sahabeye hitap ederek bir konuşma yaptı ve
onları cihâda teşvik etti. Tarihi Hamîs bu savaşı anlatırken şöyle yazar:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, yahudilerin savaşmaya kararlı olduklarına
kesinlikle anlayınca, sahabeye öğüt verdi ve onları cihâda teşvik etti."
Askerler önce Na'îm
kalesine doğru ilerledi. Mahmud b. Mesleme (ra) büyük bir cesaretle yahudilere
saldırdı ve uzun süre savaştı. Hava çok sıcak olduğundan yoruldu. Biraz
nefeslenmek için kale duvarının dibindeki gölgeye oturdu. Kinâne b. Rebî',
kaleyi çevreleyen surun üzerinden bir el değirmeni taşını onun tepesine attı.
înen taşla Mahmud b. Mesleme şehid oldu, ama kale de kısa sürede ele geçirildi.[211]
Na'îm kalesinden sonra
diğer kaleler de çok çabuk ele geçirildi. Merhab'ın sarayının bulunduğu Kamus
kalesini ele geçirmek için giden askerlerin başına Hz. Ömer'le Hz. Ebu Bekir
gönderildi. Ama ikisi de bir sonuç alamadan başarısız olarak geri döndüler.
Tarih-i Taberî de şöyle bir rivayet vardır:
"Yahudilerin
saldırısına Hz. Ömer karşı koyamadı ve geri çekildi. Hz. Peygamber'in huzuruna
gelerek askerlerin sebat göstermediğinden şikayette bulundu. Ama askerler de onun
hakkında benzer şikayette bulundular." Taberînin naklettiği bu rivayetin
senet zincirindeki râviler arasında Avf vardır. Birçok kişi ona güvenilir
demişse de Bendar onun rivayetini anlatırken: "O, Râfizî ve şeytandı"
demektedir. Bu ifade çok ağır olmakla beraber Şiî olduğunu herkes kabul
etmektedir. Her ne kadar Şîî olmak güvensizlik şartı değilse de, Hz. Ömer'in
kaçtığının anlatıldığı bir rivayet bir Şiî'nin ağızından çıkıyorsa, o rivayetin
ne ölçüde doğru olacağı ortadadır. Yukarıdaki rivayetin bir râvisi de Abdullah
b. Büreyde'dir. O babasından rivayet etmektedir. Ama hacüsçiler babası kanalıyla yaptığı
rivayetlerin doğru olup olmadığından şüphelidirler.
Bununla birlikte şu
kadan gerçektir ki, Kamus kalesini ele geçirmek için daha önce başka büyük
sahabîler gönderilmişti. Ama fetih şerefi bir başkasımn kısmeti idi. Fetih
gecikince bir gün akşamleyin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"Yarın sancağı, kendisinin eliyle fethin nasip olacağı, Allah'ı ve
Allah'ın Peygam-ber'ini seven, Allah'ın ve Allah'ın Peygamber'inin de kendisini
sevdiği bir kimseye vereceğim" buyurdu.[212] Bu,
son derece ümit ve beklenti dolu bir geceydi. Sahabe-i kiram bütün geceyi;
bakalım bu şeref tacı kimin başına konacak diye, heyecan ve sabırsızlıkla
geçirdi. Hz. Ömer (ra) gözü tok bir kimse olduğu için ve üstün karakterli bir
kişi olmasından dolayı hiç bir zaman idarecilik ve liderlik hevesleri taşımadı.
Ama Sahîh-i Müslim'de, Hz. Ali'nin faziletleri bölümünde anlatıldığı üzere, bu
olayda, bu müjdenin kendisine nasip olmasını istediğini bizzat kendisi itiraf
etmiştir.
Sabahleyin kulaklara
birden "Ali nerede?", sesi geldi. Bu hiç beklenmeyen bir sesti. Çünkü
Hz. Ali'nin gözlerinde hastalık vardı. Gözleri ağrıyor, yaşanyordu. Herkes
özürlü olduğundan savaşamayacağını düşünüyordu, istek üzerine hemen Hz.
Peygamber'in huzuruna geldi. Hz. Peygamber ağzından parmağı ile tükürüğünü
alarak onun gözlerine sürdü, arkasından şifa bulması için dua etti. Hz. Ali'ye
sancak verilince, "Yahudiler teslim oluncaya kadar savaşacak mıyım?"
dedi. Re-sûllullah ise: "Onlara yumuşaklıkla islâm'ı sun. Eğer bir kişi
dahi senin vasıtanla islâm'a girerse, bu senin için kırmızı develerden daha
hayırlıdır" buyurdu.[213]
Ama yahudiler, ne
islâm'ı ne de barışı kabul etmeye yanaştılar. Merhab, kaleden şu şiiri okuya
okuya dışarı çıktı.
"Hayber, çok iyi
bilir ki ben Merhab'ım, Yiğidim, tecrübeliyim, silah kuşanmışım."
Merhab'in başında sarı
renkli Yemen miğferi vardı. Zırhını kuşanmış, kalkanını eline almış, heybetli
bir şekilde duruyordu. Hz. Ali (ra) Merhab'a cevap olarak şu şiiri okudu:
"Ben anasının,
adını Arslan koyduğu kimseyim. Ormanlardaki arslan gibi heybetli
görünüşlüyüm."
Merhab büyük bir
hışımla geldi. Ama Hz. Ali (ra) ona öyle bir kılıç darbesi vurdu ki başını
ortadan ikiye biçen kılıç, dişlerine kadar indi. Kılıç darbesinin sesi orduya
kadar ulaştı.[214] Bir cengâverin, bir
kahramanın öldürülmesi müthiş bir olay olduğundan Merhab'ı öldürünce Hazreti
Ali'ye duyulan hayranlık aşırı noktaya vararak asılsız ve uydurma sözler
yayıldı.
Meâlimu't-Tenzîl adlı
kitapta şöyle yazıyor:
"Hz. Ali kılıcı
vurduğunda Merhab kalkanla engelledi. Ama Hz. Ali'nin elindeki Zülfikar,
miğferi ve Merhab'ın başını yararak dişlerine kadar indi. Merhab'ın öldürülmesi
üzerine yahudiler toplu bir saldırıya geçince, birara Hz. Ali'nin kalkanı
elinden düştü. Hz. Ali bunun üzerine, kale kapısının kanadını söküp, kalkan
olarak kullandı. Savaş bittikten sonra Ebu Râf'i yedi kişiyle birlikte onu
kaldırmak istedi, yerinden bile oynatamadı." Pek de inandıncı olmayan bu
hikayeyi tbn Ishâk ve Hâkim rivayet etmişlerdir.
Allâme Sehavî
el-Mekâsîdu'l-Hasene isimli eserinde şöyle bir açıklama yapmaktadır:
"Hepsi uydurma ve anlamsız sözlerdir."
Allâme Zehebî,
Mîzânu'î-Î'tidâl isimli kitabında Ali b. Ahmed Ferrûh'un durumunu anlatırken
bu rivayeti nakledip, şöyle der: "Bu rivayet münkerdir." îbn Hi-şâm
bu rivayetin senet zincirinde, aradaki bir râvinin adını boş bırakmıştır. Diğer
bir rivayet zincirinde ise bu aynı eksiklikle birlikte Büreyde b. Süfyân'ı da
râviler zinciri içinde göstermektedir, imam Buhârî, Ebu Dâvûd ve Dârekutnî onu
güvenilir kabul etmemektedirler.[215]
îbn Ishâk, Musa b.
Ukbe ve Vâkıdfnin anlattığına göre Merhab'ı, Muhammed b. Mesleme öldürmüştü.
Müsned-i Ahmed îbn Hanbel ve Nevevî'nin Sahîh-i Müslim şerhi'nde de bir rivayet
vardır. Ama Sahîh-i Müslim ve Hâkim'de Hz. Ali, Merhab'ı öldüren ve Haybeı^i
fetheden kişi olarak belirtilmektedir. Bu, rivayetlerin en doğrusudur.
Kamus kalesi yirmi gün
kuşatmadan sonra ele geçirildi. Bu savaşta 93 yahudi öldürüldü. Bunlar arasında
Haris, Merhab, Useyr, Yâsir, Amir en ünlüleridir. Sahabemi kiramdan da 15
mübarek zât şehitlik derecesini elde etti. îbn Sa'd bunların isimlerini genişçe
yazmıştır.
Fetihten sonra ele
geçirilen yerlere el kondu. Ama yahudiler: "Toprak bize bırakılsın,
üretimin yarısını size verelim" dileğinde bulundular. Bu istek kabul edildi.
Mahsulün toplanma zamanı gelince Hz. Peygamber Abdullah b. Revâha'yı gönderdi.
O da mahsulü ikiye ayırarak yahudilere: "Bunlardan hangi bölümü isterseniz
alın" dedi. Yahudiler bu adalete ve eşitliğe hayret ederek: "Yer ve
gök ancak böyle bir adaletle ayakta durur" dediler.[216]
Hayber toprakları bu savaşa katılan mücahidler arasında bölüştürüldü. Bunlar
arasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in de beşte bir hissesi
vardı.
Yaygın bir rivayete
göre, ganimet mallarından, beşte biri dışında bir hisse daha özel olarak Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için ayrıldı. Hz. Peygamber bu hisse ile
Hz. Safiyye'yi satın alarak savaş esiri olmaktan kurtardı. Sonra da âzad ederek
kendisiyle evlendiği için bu paya 'Safiyy' dendi. [217]
Safıyye
(Ra) Olayına Bir
Bakış
Safiyye (ra) hakkında
bazı hadis ve siyer kitaplarında şu ifâde kullanılmaktadır.
"Hz. Peygamber
sâllallahu aleyhi vesellem bunu önce savaş payı olarak Dıhye-tu'1-Kelbî'ye vermişti.
Sonra biri onun güzelliğini övünce ondan istedi. Karşılığında ona yedi
hizmetçi kadın verdi".
İslâm karşıtları, bu
rivayeti alarak son derece çirkin bir biçime soktular.
Rivayette bu kadarcık
anlatılan meseleyi, İslâm karşıtlarının nerelere ulaştırabileceği ortadaydı.
Safiyye meselesi, Enes
(ra) tarafından nakledilmiştir. Ama bu konuda Enes'in (ra) kendisinden, yapılan
değişik rivayetler vardır. Bu rivayetler birbirinden farklıdırlar.
Kelimesi kelimesine
Buharı'deki rivayetin sözleri şöyledir
"Allah Teâlâ
kalenin fethini nasib edince insanlar, Hz. Peygamber'e Huyey'in kızı
Safiyye'nin güzelliğini anlattılar. Kocası bu savaşta öldürülmüştü. Hz. Peygamber
sâllallahu aleyhi vesellem onu kendisi için seçti."
Ama Buhârî'nin
Kitâbü's-Salât bölümünde ve Sahîh-i Müslim'in de[218]
'Cariye âzad etmenin fazileti' bölümünde, bizzat Enes'in yaptığı rivayet şöyle
nakledilmiştir:
"Savaştan sonra
esirler toplandığında Dıhyeîu'l-Kelbî (ra), Hz. Peygamberden: 'Bunlardan bana
bir hizmetçi kadın verilsin' diye dilekte bulundu. Hz. Peygamber de: 'Bizzat
giderek herhangi bir hizmetçi kadını al' diye ona seçme hakkı verdi. O da
Safiyye'yi seçti. Ama diğerleri itiraz ettiler. Bir kişi gelerek Hz.
Peygamber'e:
'Ey Allah'ın elçisi!
Siz Huyey kızı Safiyye'yi Dıhye'ye verdiniz. Halbuki o, Kureyzâ ve Nadîr
kabilelerinin hanımefendisidir, bu ancak size yakışır' dedi.
Bunun üzerine Allah
Resulü Safiyye'yi âzad ederek kendisiyle evlendi."
Ebu Dâvûd'da bu
rivayetlerin ikisi de vardır ve ikisi de Enes'ten rivayet edilmiştir. Ebu
Davud'un şerhinde ünlü hadisçi Mâzirrnin:
"Hz. Peygamber
sâllallahu aleyhi vesellem'in Safiyye'yi (ra) Dıhye'den (ra) alarak onunla
evlenmesinin sebebi; Safiyye'nin sosyal mevkisinin yüksek oluşu ve ya-hudi
liderinin kızı olmasıydı. Onun başka herhangi birine gitmesi kendisini aşağılamak
olurdu." açıklaması nakledilmiştir. Hafız İbn Hacer de Fethu'l-Bârî'de hemen
hemen buna yakın olarak şöyle demektedir:
"Şurası açıktır
ki, ailesinin mahvolup gitmesinden sonra Safiyye (ra), tek başına, ailesi
olmayan kimsesiz bir hanım veya cariye olarak yaşayacaktı. O, Hayber liderinin
kızıydı. Öte taraftan kocası da Nadîr kabilesinin lideriydi. Hem babası, hem de
kocası bu savaşta öldürülmüştü. Böyle bir durumda onun gönlünü alacak,
seviyesini koruyacak ve üzüntüsünü giderecek, Hz. Peyamber'le evlenmesinden
başka çıkar yol yoktu. Cariye olarak da yaşayabilirdi. Ama Hz. Peygamber,
ailesinin şerefi açısından onu âzad etti ve nikahına aldı."
Hatta Ahmed b. Hanbel
Müsned'inde: "Hz. Peygamber ona; âzad olduktan sonra evine çekip
gidebilme veya kendisiyle evlenmeyi kabul etme tercihlerini sundu. O, ikinci
teklifi yeğledi."[219]
Yani Hz. Peygamber'le evlenmeyi kabul etti" diye yazmaktadır.
Felakete uğramışa
yardımcı olma duygusundan, merhamet ve güzel ahlâkın gösterilmesinden başka siyasî
ve dinî açıdan da bu hareket tarzı son derece uygun ve yerindeydi. Bu tür
davranışlardan dolayı İslâm, kendi düşmanlarının geride kalanlarına bile
iyilik ve merhametle yaklaşıyor diye Araplar İslâm'a ilgi duyuyor, etkileniyorlardı.
Benî Mustalık savaşında
Cüveyriyye (ra) ile de benzer bir durum yaşanmış ve bu davranışın insanlar
üzerinde ne kadar güzel etkiler yaptığı daha önce anlatılmıştı.
Hayber'in fethinden
sonra Hz. Peygamber bir kaç gün orada kaldı. Her ne kadar yahudilere tam bir
güven ve emniyet verildiyse de, bozguncu ve isyankâr davranışları devam etti.
Bu tür hareketlerinin ilki olarak bir gün Sellâm b. Mişkem'in karısı ve
Merhab'ın yengesi olan Zeyneb, Hz. peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'i
birkaç sahabîsiyle birlikte yemeğe davet etti. Resûlullah aşırı kerem ve merhametinden
kabul buyurdu. Zeynep, yemeğe zehir koymuştu. Hz. Peygamber bir lokma yiyerek
elini çekti. Ama Bişr b. Berâ (ra) bir kaç lokma yediğinden zehirin etkisiyle
öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb'i çağırarak sorguya
çekti. O da suçunu kabul etti. Yahudiler: "Biz yemeğe şu yüzden zehir
koymuştuk: Eğer siz gerçekten peygamberseniz o zaman zehir size etki
yapmayacaktır. Eğer peygamber değilseniz sizden kurtulmuş olacaktık"
dediler.
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem hiç bir zaman kendi şahsı için bir kişiden intikam almamıştı.
Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb'e bir kötülük
yapmadı. Ama bir kaç gün sonra Bişr (ra) zehirin etkisiyle ölünce, kısas
yapılıp Zeyneb öldürüldü.
Bir kıtlık yılıydı.
Sahabeden Abdullah b. Süheyl (ra) ile Muhayse (ra), Hay-ber'e gittiler.
Yahudiler Abdullah'ı hileyle öldürüp, cesedini bir dereye attılar. Muhaysa
(ra), Peygamber'e giderek olayı anlattı. Allah Resulü: ''Yahudilerin
öldürdüğüne yemin edebilir inisin?" buyurdu-. Bunun üzerine Muhaysa:
"Ey Allah'ın elçisi! Ben yemin ederim. Ama o yahudiler elli müslümanı
öldürseler yine de itiraf etmez, yalan yere yemin ederler" dedi. Sonuçta
Hz. Peygamber, ya-hudilere karşı bir harekette bulunmayarak öldürülen kişinin
kan bedelini devlet hazinesinden ödedi.
Hz. Ömer'in halifeliği
döneminde yahudiler, Abdullah b. Ömer'i (ra) uyurken damdan aşağıya atmışlar,
eli ve ayağı kırılmıştı. Yahudiler sürekli bozgunculuk yapıp duruyorlardı. Hz.
Ömer en sonunda mecbur kalarak onları Suriye'nin bazı kenar bölgelerine sürdü.[220]
Siyer yazarlan, çok
yanhşJbir rivayeti Hayber olayları arasında nakletmiş, o da birçok kitaba
geçerek elden ele, dilden dile dolaşıp gelmiştir. Bu asılsız yanlış rivayet
şöyledir:
"Allah Resulü,
yahudilere; gizli bir şey yapmamaları şartıyla güvenlik ve serbestlik
vermişti. Ama Kinâne b. Rebf hazinenin yerini bildirmeyi reddedince
Re-sûlullah, Zübeyr'e (ra) ona hazinenin yerini zorla söyletmesini emretti.
Zübeyr (ra) onu söyletmek için çeşitli işkenceler yapıyor, göğsünü dağlıyordu.
Neredeyse ölecek hale geldi.[221]
Yine de söylemeyince, Hz. Peygamber sonunda Kinâne'yi öldürttü. Bütün
yahudiler de köle ve cariye yapıldı."[222]
Bu rivayetin ancak,
Kinâne'nin katledilmesi bölümü doğrudur. Ama bunun nedeni, hazinenin yerini
söylememesi değildi. Aksine Kinâne'nin, Mahmud b. Mes-leme'yi (ra) öldürmüş
olmasıydı, bu konuda Taberfde açıklama vardır:
"Sonra Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kinâne'yi, Muhammed b. Mesleme'ye havale
etti. O da, kardeşi Mahmud b. Mesleme'nin kısası olarak Kinâne'yi
öldürdü."[223]
Bu rivayetin başka bir
yönüne gelince, Taberî ve Ibn Hişâm'ın her ikisi de bu rivayeti îbn îshâk'tan
nakletmişlerdir. Ama tbn Ishâk yukarıdaki râvilerden hiç birinin adını
belirtmemiştir. Hadis alimleri "Rical" kitaplarında, Ibn îshâk'ın
Hz.Pey-gamber'in gazvelerine ait olayları yahudilerden rivayet ettiğini, bu
yüzden îbn îshâk'ın râvilerin adlarımı zikretmediğini, bu rivayeti de işte o
rivayetlerden biri kabul etmek gerektiğini belirtmişlerdir.
Hazinenin yerini
bildirmesi için bir kimseye işkence yaptırması, âlemlere rahmet olan Hz.
Peygamber'in şanına yakışmaz. Onun yüce şanı bu tür davranışların çok
üzerindedir. Kendini zehirleyene hiç bir şekilde kötülük yapmayan bir kimse,
herhangi birinin ateşle dağlanmasını emredebilir mi?
Olay bundan ibaretti.
Hiç bir şekilde ahdini bozmayacağına ve aleyhte konuşmayacağına söz vermesi
şartıyla[224]Kinâne b. Übeyy
el-Hakîk'a güvence verilmişti. Hatta bir başka rivayete göre; eğer verdiği
sözlere aykırı birşey yaparsa öldürülmeyi hakettiğini kabul etmişti.[225]
Kinâne ahdini bozdu. Verdiği sözde durmadı. Böylece kendisine verilen güvence
kalkmış oldu. Kinâne, Mahmud b. Mesleme'yi öldürdüğü için, onun kısası olarak
öldürüldü. Bu rivayete ne gibi asılsız olaylar ilâve edilmiştir bakalım:
1. Öldürülme
olayı Kinâne ile sınırlıydı. Kinâne, hazineyi gizlemenin suçlusuy-du. Mahmud b.
Meslemeyi öldürdüğü için onun da öldürülmesi hakkıydı. Fakat ilavenin ilk adımı
olarak tbn Sa'd, Bekir b. Abdurrahman'dan muttasıl olarak naklettiği
rivayette, Kinâne'nin öldürülmesine onun kardeşinin admı da ekleyerek:
"Bunun üzerine
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ikisini de öldürttü. Onların kadın ve
çocuklarını esir ve köle yaptı" diyerek kardeşinin de birlikte öldürüldüğünü
söylemiştir.[226]
2. Buraya
kadarı bile olabilir. Ama îbn Sa'd'ın, Affan b. Müsellem'den naklettiği rivayet
bundan da abartılı ve uydurmadır. Yani iki kardeşle birlikte bütün yahudi-ler
esir edilmiş, köle ve cariye yapılmışlardır diyerek bakın işi nereye götürmektedir.
"Deve derisi
içinde sakladıkları hazine bulununca kadınları esir edildi ve köle
yapıldı."[227]
Ama bu rivayetler,
hadis ilmi metodu ile tenkid edilerek kontrol edildiğinde kabuk sıyrılıp
düşmekte ve ortada asıl ve öz kalmaktadır. Yahudilerin öldürülüp, kadınlarının
ve çocuklarının esir edilmesi bir tarafa, Kinâne'nin kardeşi de dahil olmak
üzere hiç kimsenin öldürülmediği ve onun Hz. Ömer'in halifeliği zamanına kadar
yaşadığı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
Sahîh-i Buhârî'de
şöyle bildirilmektedir:
"Daha sonra Hz.
Ömer (ra) bu karan alınca, Ebu' 1-Hakîk'ın bir oğlu yanma gitti ve: 'Ey
mü'minlerin emiri! Bizi sürgüne gönderiyorsunuz, halbuki Muhammed sallallahu
aleyhi vesellem bizi yerimizde bırakmış, sadece vergi uygulamıştı' dedi."[228]
Hafız tbn Hacer,
Fethu'l-Bârî isimli eserinde, Hz. Ömerle konuşan kişinin, Ebu'l-Hakîk'ın oğlu
Kinâne'nin kardeşi olduğunu açıkça belirtmiştir.
Hafız îbn Kayyım,
Zâdü'î-Meâd isimli eserinde, rivayetlerin ayrıntılarını daha da kısaltarak,
hepsinden çıkan sonucu şöyle bağlamıştır:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem barış yaptıktan sonra, Ebu'l-Ha-kîk'ın iki oğlundan
başka hiç kimseyi öldürtmemiştir." "Hayber savaşının anlatılması
bölümü"
Ama Hafız îbn Hacer,
eğer Sahîh-i Buharı* nin yukanda zikredilen ibaresini gö-zönüne alsaydı, galiba
atacağı rivayetler daha da çoğalırdı.
Ebu Davud'un Hayber
arazisi başlığı altında yazdığı bilgiler arasında sadece, Ebu'l-Hakîk'ın
oğlunun öldürüldüğünü, yazmıştır. Ebu Dâvûd'da yazılan şu ince nokta da göz
önünde bulundurulmalıdır.
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Huyey b. Ahtab'ın amcası Saîd'den, hazinenin ne
olduğunu sordu. O da savaşlarda harcandığını söyledi. Buna rağmen Hz. Peygamber
sadece Kinâne'nin öldürülmesini emretti. Bu açık bir şekilde Kinâ-ne'nin,
Mahmud b. Mesleme'nin kısası olarak öldürüldüğüne delildir. Yoksa hazine
gizlemek, öldürülme sebebi olsaydı daha başkaları da bu suçtan dolayı cezalandırılırdı."
Tarihçilerin en büyük
hatası; Kinâne'nin öldürülmesini hazinenin gizlenmesine bağlamalarıdır. Bu
suça daha başkalarının da ortak olacağını düşündüklerinden, Kinâne'nin bütün
sülâlesinin öldürülmesine varıncaya kadar bunun yaygınlaşması kendiliğinden
ortaya çıkmıştır.
Hayber olayının
Muharrem ayında meydana geldiği herkesçe bilinen bir husustur. Yani Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Hayber'e gitmek niyetiyle Medine'den çıktığında
Muharrem ayının son günleriydi. Muharrem ayında savaşmak şer'î bakımdan haram
olduğundan bunun yorumu konusunda hadisçiler ve fıkıhçılar arasında görüş
ayrılığı ortaya çıkmıştır. Bir çok fıkıhçı: "Önceleri bu aylarda savaşmak
şer'an yasaktı. Ama sonra bu hüküm neshedilmiştir" görüşündedir. Allâme
îbn Kayyım, şöyle yazıyor:
"Haram aylarda
savaşmanın yasak olduğu şu âyetten anlaşılmaktadır:
"De ki: Bu ayda
savaşmak çok büyük günahtır ve Allah yolundan alıkoymadır." (Bakara,
2/217)
Sonra Mâide
süresindeki şu âyet inmiştir:
"Ey müslümanlar!
Allah'ın belirlediği sınırlara ve haram aylara saygısızlık yapmayın."
(Mâide, 5/2)
Bu ikinci âyet,
birinci âyetten sekiz yıl sonra nazil olmuştur. Görülüyor ki, bu geniş zaman
süresi içinde haramlık hükmü devam etmiştir. O halde hangi âyet veya hadisle
bu hüküm neshedilmiştir?
Ibn-i Kayyım son
olarak şu karara varmaktadır:
"Allah'ın
kitabında ve Peygamber'in hadisinde bu âyetlerin hükmünü nesneden hiç birşey
bulunmamaktadır."
Olduğunu ileri
sürenlerin gösterdikleri delillere gelince:
Mekke'nin fethi, Tâif
in kuşatılması, Hudeybiye Barışı, bütün bunlar haram bilinen aylarda olmuştu.
O yüzden cahiliye döneminde haram bilinen aylarda İslama göre de savaşmak caiz
olmasaydı, o zaman Hz. peygamber (as) bunları nasıl caiz görüp kendisi de
bizzat yapardı" demektedirler.
Hafız îbn Kayyım buna
cevab olarak şöyle demiştir: "Haram aylarda savaşmak önceleri haramdı. Ama
eğer düşmana karşı koyup savunma yapmak kastedilmiş-se ittifakla caizdir.
Bunların hepsi savunma amaçlı yapılan savaşlardı. Hz. Peygamber salla Uahu
aleyhi vesellem savaşı başlatan değildi. Savunma yapmıştı. Hudeybiye Barışı,
kâfirlerin Hz. Osman'ı öldürdüklerinin duyulması üzerine yapılmıştı. Tâif in
kuşatılması, kendi basma bir savaş değil, aksine Huneyn savaşının devamıydı. Bu
savaşta kâfirler her taraftan gelerek müslümanlara saldırmışlardı. Mekke'nin
fethi ise, Hudeybiye barışının bozulması sonucuydu. Bunu da Kureyş başlatmıştı."[229]
Hafız îbn Kayyım çok
güzel ve doğru bir cevap vermiştir. Ama özellikle Hay-ber konusundaki düğümü
çözememiş ve konu tam aydınlanmamıştır. Hafız îbn Kayyım'ın hocası Allâme îbn
Teymiyye bile bu noktada şüpheye düşmüştür, el Ce-vabü's-Sahih \\-men Beddeîe
dine'î-Mesih (Mesih'in dinini değiştirene en doğru cevap) isimli eserinde şöyle
demektedir:
"Hz. Peygamber ne
kadar savaş yapmışsa, hepsi de savunma savaşlarıydı. Sadece Bedir ve Hayber
bunun dışındadır".
Allâme îbn Teymiyye
işin üzerinde durup da bu iki savaşı derinlemesine ince-leseydi, o zaman Bedir
ve Hayber'in de müstesna olmayıp savunma savaşlan olduğunu kesin olarak
görürdü. Bedir savaşı daha önce anlatılmıştı. Yukarıda anlatılan Hayber
olaylarına sırayla bakar ve çok dikkatle incelersek yahudilerle, Gata-fânhlarm
Medine'ye saldırmak için hazırlık yaptıklarını açıkça görürüz. [230]
Hayber'in topraklan
iki eşit parçaya bölündü. Yansı misafirleri ağırlamak ve başka bölgelere
gönderilecek elçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için Beytü'l-Mal'e verildi.
Yansı da bu savaşa katılan mücahidlere eşit paylarla bölüştürüldü. Ordunun tamamının
sayısı 1400 kişi idi. Bunlann 200'ü süvari idi. Süvarilerde atlannın payı da eklenerek,
piyadelerden bir misli daha fazla verildi. Toplam sayı 1800'e eşitti. Bu hesaba
göre bütün mallar 1800 hisseye ayrıldı ve her mücahidin payına bir hisse düştü.
îki cihan serveri Hz. Peygamber'e de mücahidlere eşit olarak bir hisse düştü.[231]
"Ve Hz.
Peygamber'e sallallahu aleyhi vesellem de bütün insanlar gibi bir tek pay
düştü."[232] [233]
Hayber'in fethiyle
birlikte İslâm'ın siyasî ve idari durumunda yeni bir devir başlar. İslâm'ın
gerçek düşmanı sadece iki taneydi. Bunlar da müşriklerle yahudiler-di. Her ne
kadar Araplar arasında hıristiyanlar da bulunmaktaysa da çok güçlü ve etkili
değillerdi. Müşriklerle yahudiler ise, din bakımından farklı ve birbirinden tamamen
ayrı iki toplum olmalarına rağmen siyasî sebeplerden dolayı aralarında birlik
meydana gelmişti. Medine yahudileri, genellikle ensârm müttefikleriydi. Aynı
şekilde Hayber yahudileri de Gatafânlılann müttefikiydi. Hz. Peygamberin karşısında
olan Mekke ve Medine müşrikleri ile bütün münafıklar birleşerek müslü-manlarla
savaş için tek vücut olmuşlardı.
Hayber'in fethinden
sonra yahudüerin gücü tamamen kırıldı, müşriklerin de bir kolu yokolup gitti.
Hayber'in fethine kadar islâm her taraftan kuşatılmış vaziyetteydi. O yüzden
iman ile farz ibadetler dışında şeriatı ve Allah'ın emirlerini eksiksiz
öğretme ve yerleştirme fırsatı olmuyordu.
Hz. Aişe'nin (ra)
buyurduğu gibi:
"Şeriatın
hükümleri, durum gereği kademe kademe gelmiştir."
Nitekim buraya ait
geniş bilgi ileride verilecektir. Hayber'in fethi sayesinde, bir taraftan
yahudüerin fitne çıkarmasından kurtulmuş; bir taraftan da, Hudeybiye barışından
sonra müşrikler tarafından gelecek tehlikelere karşı güven kazanmışlardı.
Müslümanlar artık yeni fıkıh hükümlerini uygulayabilir hale gelmişlerdi.
Siyer alimleri, Hayber
savaşını anlatırken genellikle bu arada çeşitli yeni fıkıh emirlerini bildiren
âyetlerin nazil olduğunu ve Hz. Peygamberdin onları tebliğ ettiğini
bildirmişlerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1. Pençeli
hayvanların etleri haram kılındı.
2. Avlarını
parçalayan yırtıcı hayvanların etleri haram kılındı.
3. Eşek ve
katır eti haram kılındı.
4. O ana
kadar uygulanan bir adet olarak cariyelerden yararlanmak caiz kabul edilirdi.
Artık 'istibra' kaydı getirildi. Yani hamile ise doğuruncaya kadar, değilse bir
aya kadar onlardan yararlanmanın caiz olmadığı bildirildi.
5. Altın ve
gümüşü değerinden fazlasıyla alıp satmak haram kılındı.
6. Bazı
rivayetlerde, 'mut'a' nikahının da işte bu savaşta haram kılındığı bildirilmiştir. [234]
Teymâ ile Hayber
arasında bir vadi vardır. Bu vadide birçok yerleşim yeri vardır. Bu vadiye,
Vadi'1-Kurâ denir. Eski dönemlerde Ad ve Semûd kavimleri burada yaşamışlardır.
Yâkût, Mu'cemu'l~BuIdân'da: "Ad ve Semûd kavimlerinin izleri ve kalıntıları
hâlâ durmaktadır, islâm'dan önce bu yerleşim bölgelerine yahudiler gelip
yerleştiler, tanm ve sulamayı çok geliştirdiler. Burası artık yahudilerin
yerleşim merkezi haline gelmişti" diye yazmaktadır.[235]
Hayber'den sonra Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Vadi'l-Kurâ'ya yöneldi. Ama savaşmak
istemiyordu. Ama yahudiler önceden savaşa hazırlanmış olduklarından hemen ok
atmaya başladılar. Kölesi Müdğam (ra) Hz. Peygamber'in eşyasını devesinden
indiriyordu ki tam o sırada bir ok gelip saplandı ve oracıkta can verdi.
Tarihçiler, yahudilerin savaşa hazır beklediklerini anlatmamaktadır. Ama îmam
Beyhakî açık bir şekilde şöyle demektedir:
"Yahudiler bizi
ok atarak karşıladılar. Biz ise buna hazır değildik."[236]
Bu nedenle savaş
başladı ama, kısa bir çatışmadan sonra yahudiler teslim bayrağını çektiler ve
Hayber'in şartlarına uygun olarak barış yapıldı. [237]
Hudeybiye anlaşmasında
Kureyş kabilesinden, Hz. Peygamber'in Mekke'ye gelerek ertesi yıl umre
yapacağı ve üç gün orada kaldıktan sonra geri döneceği üzerinde söz alınmıştı.
O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu yıl umre yapmak istedi.
Hudeybiye barışına katılmış olan kişilerden kimsenin geri kalmamasını hepsinin
mutlaka bu umreye katılmasını istedi. Nitekim bu arada Ölenlerin dışında herkes
katılma mutluluğunu elde etti.
Hudeybiye anlaşmasının
şartlarından biri de; müslümanların Mekke'ye gelirken yanlarında silah
getirmemeleriydi. Bu yüzden savaş silahları Mekke'den sekiz mil ötede olan
Batn-ı Bâhac'da bırakıldı ve ikiyüz süvariden oluşan bir bölük, silahları
korumak için görevlendirildi.
Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem "Lebbeyk! Lebbeyk!" diyerek Kabe'ye doğru ilerledi.
Abdullah b. Revâha, Resûlullah'ın devesinin yularını eline almış olarak önde
gidiyor ve şu şiiri okuyordu:[238]
"Ey kâfirler!
Karşıdan çekilin, Peygamber'in yolunu açın,
Bu gün Mekkeye
girişimize engel olursanız boynunuzu vururuz.
Kelleyi bedenden
ayıran bir vuruşla vururuz.
Dostun gönlünden, dost
hatıralarım silip süpüren vuruşla vururuz."
Sahabe'den büyük bir
kalabalık, Hz. Peygamberle birlikteydi. Yılların birikmiş, derin özlemini ve
dinin farzım büyük bir heyecanla yerine getiriyorlardı. Mekkeliler, Medine'nin
havasının, suyunun muhacir müslümanlan zayıflattığım düşünüyorlardı. O yüzden
Hz. Peygamber, tavafın ilk üç şavtında koşuyormuşca-sına yürümelerini emretti.
Arapçada buna "remi" denir. Nitekim bugüne kadar o sünnet devam
etmektedir.
Mekkeliler her ne
kadar çaresiz kalarak umreye izin vermişseler de gözleri bu manzarayı görmeye
katlanamadığı için Kureyş'in çoğunluğu şehri boşaltarak dağlara gitti. Üç gün
sonra Hz. Ali'nin (ra) yanına gelerek, şartın gerçekleştiğini ve zamanın
dolduğunu hatırlatıp: "Muhammed'e Mekke'den çıkması gerektiğini
söyle" dediler. Hz. Ali (ra) Hz. Peygamber'e durumu bildirince, Hz.
Peygamber hemen harekete geçti ve Mekke'den ayrıldı. Mekke'den ayrılırken daha
önce Mekke'de kalmış olan Hamza'nın (ra) küçük kızı Ümâme: "Amca!
Amca!" diyerek koşup Hz. Peygamberdin yanına geldi. Hz. Ali, onu elleriyle
yukarı kaldırıp kucağına aldı. Ama Cafer (ra) -Hz. Ali'nin kardeşi- ve Zeyd b.
Harise (ra) Ümâme'nin kendilerine verilmesini, buna daha fazla haklan olduğunu
iddia ettiler. Cafer (ra): "Bu, amcamın kızıdır" diyordu. Zeyd ise:
"Hamza, benim din kardeşimdi, bu bağdan dolayı o yeğenim olur"
diyordu. Hz. Ali ise, Aynı zamanda kendisinin kızkardeşi mesabesinde olduğunu
ve önce kendisinin kucağına geldiğini iddia ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem hepsinin iddiasını eşit derecede görerek Ümâme'yi teyzesi
Esmâ'nın kucağına verdi. Esma, Ümâme'nin halasıydı. Sonra: "Hala anne gibi
olur" diye buyurdu. [239]
Mûte; Suriye'de
bulunan ve Belkâ'nın Medine tarafında kalan kısırımın adıdır. Araplar arasında
çok ünlü olan doğu kılıçlan işte burada yapılırdı.[240]
Ünlü şair Ku-seyjr şöyle demiştir:
"Cilacının
Mûte'de parlattığı kılıçlar"
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Busrâ kralına ya da Bizans imparatoruna bir mektup
yazmıştı. Arabistan'la Suriye'nin sınır bölgelerinde hüküm süren Arap
liderleri arasında, Belkâ bölgesinin lideri olan ve Bizans imparatorunun bir
alt seviyesinde olan Şurahbil b. Amr diye bir yönetici vardı. Arap soyundan gelen
bu adam bir süre önce hıristiyan olmuştu ve Suriye'nin sınır bölgelerine
hakimdi. Haris b. Umeyr bu mektubu alıp ona götürmüştü. Şurahbîl onu öldürdü.
Bunun kısasının alınması için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 3.000
askerden oluşan bir ordu düzenleyerek Suriye'ye yolladı. Hz. Peygamber, azâdh
kölesi olan Zeyd b. Hârise'yi ordu komutanı yaptı ve savaşta şehit olursa
yerine Cafer et-Tay-yar'ın geçmesini, o da şehit olursa Abdullah b. Revâha'nın
ordu komutanı olmasını bildirdi.[241]
Zeyd (ra) eskiden
köleydi. Her ne kadar o sırada azâd olmuş biriyse de öne geçtiği kimseler;
yani Cafer et-Tayyar, Hz. Ali'nin öz kardeşi ve Hz. Peygamber'in en yakın
akraba siydi. Abdullah b. Revâha değerli bir ensâr müslümam ve ünlü bir şairdi.
Bu yüzden Cafer (ra) ve Abdullah b. Revâha gibi ileri derecede müslümanlar
varken, onlar komutan tayin edilmeyip bir de üstlerine Zeyd'in komutan yapılması
hangi esasa dayanıyor diye, herkes hayret etmişti. Nitekim halk bunu uzun uzun
konuşmuşlardı.[242] Ama
İslâm'ın tesis etmeye geldiği eşitlik için üstün dereceli kişilerin bu tür
fedakârlıklar yapması gerekiyordu.
Daha sonraları muhacir
müslümanların da katılması emredilen Üsâme ordusuna Hz. Peygamber işte bu Zeyd
b. Hârise'nin oğlu Üsâme'yi komutan tayin etmişti ve insanlar yine "bu
kadar üstün derecede insan varken, neden azâd edilmiş eski bir kölenin oğlu
komutan tayin edildi?" diye dedikodu yapmışlardı. Hz. Peygamber bu tür
konuşmal ve dedikoduları duyunca şöyle bir konuşma yaptı:
"Sizler babasının
komutanlığı sırasında da itiraz etmiştiniz. Halbuki o kesinlikle komutanlığa
lâyık biriydi" buyurdu. Nitekim Sahîh-i Buharı* nin Gazveler Bölü-mü'nde
bu olay geniş olarak nakledilmiştir.
Her ne kadar bu ordu
görünüşte kısas almak için gönderiliyorsa da yapılan hazırlık ve programın ana
hedefi, İslâm'ı tebliğ etmekti. Allah Resulü: "Önce İslâm'a davet
edilmelerini,[243] İslâm'ı kabul ettikleri
takdirde savaşa gerek olmadığım" bildirdi. Bir de vefakârlık göstermek
için, Haris b. Umeyr'in görevini yerine getirirken canını verdiği yere
uğramalarını emretti. Hz. Peygamber, orduyu uğurlamak için Seniyyetü'l-Vedâ'ya
kadar gitti. Sahabe-i kiram yüksek sesle: "Allah selametler versin ve
zaferle geri dönesiniz" diye dua ettiler.
Ordu Medine'den
hareket edince casuslar Şurahbil'e haber verdiler. O da karşı koymak için aşağı
yukarı 100.000 kişilik bir ordu hazırladı. Öte yandan Bizans İmparatoru
Heraklius, Arap kabilelerinden sayısız askerler toplayarak Belkâ'nın kasabalarından
olan Meâb'a gelip, üstlendi. Zeyd (ra) bu gelişmeleri öğrenince, Hz.
Pey-gamber'e olayları haber vermek ve vereceği emri beklemek istedi. Ama
Abdullah b. Revâha: "Asıl
amacımı::, ülke fethetmek ve toprak zaptetmek değil, aksine şehidlik servetini
elde etmektir.[244] Bu
da her zaman ele geçmez, savaşalım" dedi.
Kısacası bu küçük ordu
ilerledi ve 100.000 kişilik orduya saldırdı. Zeyd (ra) yediği mızrak
darbeleriyle şehit oldu. Ondan sonra sancağı Cafer (ra) aldı, atından inerek
ilk önce kendi atının ayaklarını kılıçla doğradı. Sonra öyle bir hışımla savaştı
ki aldığı kılıç darbelerinden yaralanıp yeredüştü. Kılıçların ve mızrakların
açtığı yaralar vücudunu kevgire çevirmişti.
Abdullah b. Ömer:
"Cafer'in cesedini gördüm, üzerinde 90 tane kılıç ve mızrak yarası vardı.
Hepsi de ön tarafmdaydı, arka tarafta yara izi yoktu" diyor.[245] Cafer'den
(ra) sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da kahramanlık gösterip yiğitlik
örnekleri sergileyerek şehit oldu. Artık Hâlid (ra) komutan olmuştu. Büyük bir
cesaret ve yiğitlikle savaştı, Sahîh-i Buhârî'de anlatıldığı üzere o kadar
şiddet ve hınçla savaşmıştı ki: "Elindeki kılıçlar kırılmış, kırılan her
kılıcın yerine yenisini almış, hatta bu şekilde sekiz kılıç kırılıp yere
düşmüştü.[246] Ama 100.000 kişilik bir
ordu ile 3.000 kişilik bir ordunun savaşması ne demekti? En büyük başarı bu
3.000 kişilik orduyu 100.000 kişinin elinden hafif zayiatla kurtarmak ve
selamete çıkarmaktı. Nitekim öyle yapıldı. Yenik ordu Medine'ye yaklaşınca
şehir halkı onları karşılamaya çıktı. Yaralı ordu yanlarına geldiğinde onlara
geçmiş olsun diyecekleri yerde yüzlerine toprak serptiler ve: "Ey
kaçaklar! Allah yolundan geri dönüp kaçtınız" dediler.
Mûte olayı, Hz.
Peygamber'e büyük darbe vurdu. Cafer'e (ra) çok büyük sevgisi vardı. Onun
şehid olmasından çok ızdırap duydu. Mescid'e gidip üzüntü içinde oturdu. Böyle
üzgün bir durumda iken bir adam gelip: "Cafer'in evinde kadınlar feryad
edip ağlıyor, matem tutuyorlar" dedi. Hz. Peygamber de bunu engellemesi
için birini gönderdi. O kişi geri gelerek: "Engellemeye çalıştım ama beni
dinlemediler, feryat ve figân devam ediyor" dedi. Hz. Peygamber onu
tekrar gönderdi. Sahabî tekrar gelerek: "Sözümüzü dinlemiyorlar"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "O halde ağızlarına toprak
doldur!" buyurdu. Bu olay Sahîh-i Buhârî'de Hz. Aişe tarafından
nakledilmiştir. Sahîh-i Buhârî'de, Hz. Aişe'nin o kişiye hitaben:
"Allah'a andolsun ki! Sen bunu yapamayacaksın, Hz. Peygamber de üzüntü
duymaktan kurtulamayacak" dediği de anlatılmıştır. [247]
"Doğrusu sana
apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1)
Hz. ibrahim'in (as)
halefi, iki cihan sultanı Hz. Muhammed'in en başta gelen görevi: gerçek tevhid
inancını diriltmek ve Kabe'nin kutsallığını, onun tevhidi temsil eden
yüceliğini kirleten pisliklerden temizlemekti. Ama Kureyşliler'in ardı arkası
kesilmeyen saldırıları ve Araplar'ın düşmanlıkları yirmibir yıl boyunca bu görevi
yerine getirmeyi engelledi. Hudeybiye barışı sayesinde bir müddet güven ve
huzur sağlanmış, Kabe'ye gönül bağlamış müslümanlar, her ne kadar içine put
doldurulmuş ve putlarla kirletilmiş de olsa bir kerecik olsun Hz. İbrahim'in
hatırası olan Kabe'yi ziyaret için gelmişlerdi. Ama Kureyş kabilesi Hudeybiye
anlaşmasına da sadakat gösteremedi. Müslümanlar, yumuşaklığın, merhametin ve
sabrın son sınırına gelmişti. Artık hakikat güneşinin önüne gerilmiş olan
perdeleri parçalayıp günyüzüne çıkacağı zaman gelmişti.
Hudeybiye barışının
şartlarına uygun olarak Arap kabilelerinden olan Huzâ'a kabilesi, Hz.
Peygamberin müttefiki oldu ve kabilenin hasmı olan Benî Bekr kabilesi ise
Kureyş'le ittifak anlaşması yaptı. Bu iki rakip kabile arasında uzun zamandan
beri çatışmalar sürüp gidiyordu. İslâm'ın ortaya çıkışı Araplar'ın dikkatini
çektiğinden kabileler arası savaşlar durmuş ve o ana kadar da nüksetmemişti.
Çünkü Kureyş'in ve diğer Arap kabilelerinin gücü ve dikkati İslâm'la savaşma ve
ona karşı koyma yolunda harcanıyordu.
Hudeybiye barışı bütün
insanlara gönül rahatlığı verince Benî Bekr kabilesi artık intikam zamanının
geldiğini düşündü. Birden Huzâ'a kabilesine saldırdı. Kureyş ileri gelenleri
de onlara yardım etti. İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr ve
diğerleri geceleri kılık değiştirerek Benî Bekr kabilesine yardıma geliyorlar,[248]
birlikte Huzâ'a kabilesine saldırıyorlardı. Huzâ'a kabilesi mecbur kalarak
Kabe'ye sığındı. Benî Bekr kabilesi böyle bir durumda Kabe'ye saygı gerekir
diye savaşı durdurdu. Ama kabilenin önde gelenleri ve lideri olan Nefvel:
"Bu ftr-sat bir daha ele geçmez" diyerek Kabe'ye sığınmış olan bu
insanlara saldırdı. Kısacası Kabe sınırlan içerisinde Huzâ'a'nın kanı
akıtıldı.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem mescidde bulunuyorken, birden şu ses yükseldi:
"Ey Allahım! Ben,
Muhammed'e bizimle onun ataları arasında olan anlaşmayı hatırlatıyorum. Ey
Allah'ın elçisi! Bize yardım et ve Allah'ın kullarını çağır, hepsi yardımımıza
yetişsin." dedi.
Durum soruşturulunca;
Huzâ'a kabilesinden kırk kişinin, başlarında Amr b. Salim olduğu halde imdat
istemeye geldikleri anlaşıldı. Hz. Peygamber olayların nasıl geliştiğini
duyunca çok üzüldü. Bununla birlikte yine de Kureyş'e bir elçi göndererek üç
şart ileri sürdü ve bunlardan birinin mutlaka kabul edilmesini istedi. Şartlar
şunlardı:
1. Huzâ'a
kabilesinden öldürülen kişilerin kanlarının bedelinin verilmesi
2.
Kureyş'in, Benî Bekr kabilesini himaye etmekten vazgeçmesi
3. Hudeybiye
anlaşmasının bozulduğunun ilan edilmesi
Kureyş'i temsilen
Karta b. Ömer: "Sadece üçüncü şart kabulümüzdür" dedi.[249] Ama
elçinin geri dönmesinden sonra Kureyş pişman oldu ve Hudeybiye anlaşmasını
yenileyip gelmesi için Ebu Süfyân'ı elçi gönderdiler. Ebu Süfyân Medine'ye geldikten
sonra Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmak istedi. Peygamberlik makamından hiçbir
cevap gelmedi. Ebu Süfyân bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i aracı
yapmaya çalıştı. Ama hiçbiri ilgilenmedi. Çaresiz kalan Ebu Süfyân Hz.
Fâtıma'nm yanına gitti. Hz. Hasan (ra) o zaman henüz beş yaşında çocuktu. Ebu
Süfyân Hz. Ha-san'ı göstererek: "Eğer bu çocuk ağzıyla sadece: 'Ben iki
tarafın arasını düzelttim' derse bugünden itibaren Araplar'ın lideri olarak
çağrılacaktır" dedi.
Hz. Fâtıma
"Çocukların bu işle ne alâkası var" diye karşılık verdi. Sonunda Ebu
Süfyân Hz. Ali'nin imâsı ile peygamber mescidine giderek: "Hudeybiye anlaşmasını
yeniledim" diye kendi kendine ilan etti.[250]
Ebu Süfyân Mekke'ye
gelerek, olup biteni anlatınca herkes: "Bu, ne bir barıştır ki biz ona
güvenip rahat rahat oturalım; ne de bir savaştır ki, kalkıp savaş hazırlığı
yapalım" dediler.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem Mekke'ye hareket hazırlıklarına başladı, ittifak
halinde olan kabilelere elçiler göndererek hazırlıklarını tamamlayıp
gelmelerini söyledi. Mekkelilerin hazırlıklardan haberdar olmaması için bütün
tedbirler de alındı. Hâtıb b. Ebu Belte'a (ra) çok değerli, üstün dereceli bir
sahabî idi. Kureyş'e bir mektup yazıp göndererek Hz. Peygamberin Mekke'ye
gelmek üzere hazırlıklar yaptığmı haber vermek istedi. Resûlullah bunu haber
alınca Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Mikdâd ve Hz. Ebu Mersed el-Ganevî'yi gizlice
mektubu Mekke'ye götürmekte olan kişiden alıp gelmeleri için gönderdi.[251]
Mektup, Hz. Peygamber'e getirilince herkes, Hâtıb'in sırrı ifşa edişine hayret
etti ve şaşınp kaldı. Hz. Ömer (ra) kendinden geçerek: "Emrederseniz,
onun boynunu uçurayım" dedi. Ama rahmet Peygamber'inin alnında kırışma ve
buruşma dahi yoktu. O: "Ey Ömer! Sen Allah'ın Bedr'e katılanlar için "Sizi hesaba çekmek
yoktur" dediğini bilmiyor musun?" buyurdu.
Hâtıb'ın (ra) yalanlan
ve aile fertleri hâlâ Mekke'de bulunuyorlardı. Hiç bir hamileri de yoktu. O
yüzden aile halkının ve yakınlarının bir zarar görmemesi için karşılığında
Kureyş'e bir iyilik yapmak istemişti. Hz. Peygamber'in huzurunda bu mazaretini
ileri sürdü, Hz. Peygamber de kabul buyurdu.
Kısacası Hicrî 8.
yılın Ramazan ayının onunda bir güneş gibi dünyayı aydınlatan Hz. Peygamber,
büyük bir haşmet ve tarif edilemez bir ihtişamla Mekke-i Mü-kerreme'ye doğru
ilerledi. Silahlarla donatılmış, 10.000 kişilik ordu binekleri üzerinde
heybetle gidiyordu. Arap kabileleri yol boyunca gelip orduya katılıyorlardı.
Mürru'z-Zahrân'a ulaştıktan sonra ordu orada üstlendi. Askerler geniş alanlara
yayılmış olarak çadır kurdular. Mürru'z-Zahrân, Mekke-i Mükerreme'den bir
durak veya daha az mesafede idi.
Hz. Peygamber
Efendimizin emriyle bütün askerler çadırlarının önünde ayrı ayrı ateşler
yaktılar. Bu ateşlerden dolayı bütün sahra Vadi Eymen haline geldi. Her taraf
alev alev yanıyordu. İslâm ordusunun uğultusu Kureyş'in kulaklarına ulaşmıştı.
Haberlerin ne derece doğru olduğunu anlamak için Hz. Hatice'nin (ra) yeğeni
Hakîm b. Hızâm, Ebu Süfyân'la Büdeyl b. Verkâ'yı gönderdi. Hz. Peygam-ber'in
çadırını korumakla görevli muhafız birliği etrafı dolaşırken ileriden Ebu
Süfyân'ı gördüler. Hz. Ömer intikam duygusunu yenemedi, koşarak Hz.
Peygam-ber'in huzuruna gelip: "Küfrün kökünün kazınmasının zamanı
geldi" dedi. Ama Abbas (ra): "Ey Ömer! Eğer senin kabilenin adamı
olsaydı, bu kadar katı kalplilik etmezdin" dedi. Ömer (ra): "Siz bari
böyle söylemeyin. Müslüman olduğunuz gün, o kadar sevindim ki kendi babam
Hattab müslüman olsaydı, o kadar sevinmez-dim" dedi.[252]
Ebu Süfyân'm öteden
beri yaptığı her şey, şimdi herkesin gözü önündeydi. Yaptığı şeylerin her biri
öldürülmesini gerektiren türdendi. İslâm düşmanlığı, Medine'ye tekrar tekrar
saldırması, Arap kabilelerini kışkırtması, Hz. Peygamberi öldürmek için komplo
kurması, bunlardan her biri kanının dökülme gerekçesi olabilirdi. Ama bütün
bunların çok üstünde olan bir şey vardı. O da Peygamber'in af ve merhametiydi,
işte bu merhamet, Ebu Süfyân'm kulağına hafifçe: "Burası korkulacak yer
değil" dedi.
Sahîh-i Buhârî'de:
"Yakalandıktan hemen sonra Ebu Süfyân İslâm'ı kabul etti" denir.
Ama Taberî ve
diğerlerinde bu kısa sözün açıklaması yapılırken aşağıdaki konuşmaya yer verilmektedir:
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Ebu Süfyân! Allah'tan başka hiç bir mabudun
olmadığına neden iman edemedin?"
Ebu Süfyân: "Eğer
başka bir ilah olsaydı, bugün bizim işimize yarardı."
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ın Peygamberi olduğumda şüphen mi
var?"
Ebu Süfyân:
"Bunda birazcık tereddüdüm var."
Her halükârda Ebu
Süfyân müslüman olduğunu açıkladı. O an her ne kadar imanı tam değildiyse de
tarihçilerin yazdığına göre sonrasında gerçek ve sağlam bir müslüman haline geldi.
Nitekim Tâif savaşında bir gözü sakatlandı. Yermuk savaşında da o gözü tamamen
kör oldu.
îslâm ordusu Mekke
tarafına yönelince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abbas'a (ra):
"Ebu Süfyân'ı şu dağın tepesine götür ve ayakta tut da Allah'in askerlerinin
azametini gözleriyle bizzat müşahede etsin" buyurdu. Biraz sonra îslâm
okyanusunda dalgalanmalar başladı. Arap kabilelerinin dalgalar gibi haşmetle
ilerleyen birlikleri Mekke'ye doğru harekete geçti. îlk Önce Gıfâr kabilesinin
bayrağı gözüktü. Sonra Cüheyne'nin, ardından Süleym'in silahlarla donanmış
olarak tekbir getire getire geçtikleri görüldü. Ebu Süfyân ürperiyordu. En
sonunda Medi-neli ensâr müslümarüarınm meydana getirdiği bölük öyle bir
haşmetle ve silahlı donanımla geldiler ki gözler kamaştı, akıllar şaşıp kaldı.
Ebu Süfyân şaşkın şaşkın bu hangi ordudur, diye soruyordu. Abbas (ra) her geçen
birliğin adını söylüyor ve hangi kabilelerden meydana geldiğini anlatıyordu.
Birden ordu komutanı Sa'd b. Ubâde elinde sancak olduğu halde önlerinden geçti.
Ebu Süfyân'ı görünce: "Bugün, savaş alanında kanın gövdeyi götüreceği
gündür. Bu gün Kabe helal kılınacaktır!"[253]
dîye bağırdı. Herkes geçtikten sonra en son olarak, her tarafa akseden ışığıyla
yeryüzünün üzerini nurla kaplayan, âlemi aydınlatan Peygamber güneşi doğdu.
Zübeyr b. Avvâm (ra) sancağı taşıyordu. Ebu Süfyân'ın gözü Resûlullah'ın
mübarek yüzüne ilişince: "Allah Resûlu Muhammed! Ubâde'nin neler
söyleyerek geçtiğini duydu mu?" diye bağırarak Ubâde'nin sözlerini
tekrarladı. Hz. Peygamber ise: "Ubâde yanlış söylemiş, bugün Kabe'nin
ihtişama kavuşacağı gündür" buyurdu. Böyle buyurduktan sonra:
"Ordunun sancağı Ubâde'den alınarak oğluna verilsin!" diye emir
verdi.
Mekke'ye ulaştıktan
sonra Hz. Peygamber: "Peygamber sancağı Hucûn denen yere dikilsin"
emrini verdi. Hz. Hâlid'e de (ra) askerlerle birlikte yukarı tarafa doğru
gelmesi emri verildi.[254]
Mekke'de şöyle ilan edildi: "Silahlarını bırakanlar, Ebu
Süfyân'ın evine sığınanlar veya kapısını
kapatıp evine kapananlar ya da Kabe'ye girip oradan çıkmayanlar emniyet ve
güven içinde olacaklardır."
Bu ilana rağmen
Kureyş'ten küçük bir grup karşı koymaya çalıştı ve Hâlid'in askerlerine ok
yağdırdı. Nitekim üç kişi Kürz b. Câbir Fihrî, Hubeyş b. Eş'ar ve Seleme b.
el-Mîlâ şehid oldu.[255]
Hâlid (ra) da mecbur kalarak onlara saldırdı. Bu insanlar onüç adamlarının
cesedini ortada bırakarak kaçıp gittiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem kılıçların parladığını görünce Hâlid'den, neden böyle yaptığını sordu.
Ama önce karşı taraftakilerin çatışmaya girdiğini öğrenince Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ın takdiri böyleymiş" buyurdu.
insanlar, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Nerede ikamet edeceksiniz, eski
evinizde mi?" diye sordular. Sanatta müslüman kâfire mirasçı olamaz.
Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib öldüğü zaman oğlu Ukayl o günlerde kâfir
olduğundan, babasına mirasçı olmuştu. Ukayl, ele geçirdiği evi Ebu Süfyân'a
satmıştı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ukayl nerede
ev bıraktı ki orada oturayım? O yüzden Kureyş'in bize karşı küfrü desteklediği
sırada aralarında birleşip konuştukları ve karar aldıkları makâm-ı hayf'ta
kalacağım" buyurdu.
Allah'ın hikmeti
sorulmaz, O'nun şanı yücedir. Putları kıran Halil îbrahim'in bir hatırası olan
mübarek Kabe'nin içine 360 put yerleştirilmişti. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem teker teker her birine asasının ucuyla dokuna dokuna gidiyor
ve şu ayeti okuyordu: "Hak geldi, batıl yok olup gitti, şüphesiz ki batıl
zaten gidiciydi." (Isrâ, 17/81)
Kabe'de birçok put
duruyordu. Kureyş bunları ilah kabul ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem Kabe'nin içine girmeden önce hepsinin çıkarılmasını emretti.[256]
Ömer (ra) içeri girerek, ne kadar heykel ve resim varsa hepsini içeriden
çıkarıp attı. Kabe bu kir ve pisliklerden arındıktan sonra Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Kabe'nin anahtarını taşıyan Osman b. Talha'dan anahtarı
istetti ve kapıyı açtırdı. Resûlullah Efendimiz Bilâl (ra) ve Talha (ra) ile
birlikte içeri girip namaz kıldı. Buhârî'nin bir rivayetine göre:
"Resûlullah, Kabe'nin içinde tekbir getirmiş, namaz kılmamıştı. [257]"
Bu, îslâm devletinin
ilk resmi toplantısıydı. Devlet hutbesi okundu. Yani bir Allah inancının
ocağında, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ilâhî halifelik makamında
konuşma yaptı. Aslında bu konuşma ve bu hitap sadece Mekkeliler'e değil, bütün
dünyaya yönelikti;
"Allah'tan başka
ilah yoktur, tek başına O vardır. Ortağı yoktur. Vaadinde doğru olduğunu
göstermiştir. Kuluna yardım etmiştir. Tek başına bütün orduları yenmiştir.
Dikkat edin! Bütün gururlar, eskiden kalma kan davaları, bütün alacak davaları,
şu iki ayağımın altındadır. Sadece Kabe'nin mütevelliliği ve hacılara su dağıtılması
bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Şüphesiz ki Allah sizden cahili-ye
gururunu ve babalarla, dedelerle büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar
Adem'dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır" buyurdu.
Ardından şu âyeti
okudu:
"Ey insanlar!
Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinzle tanışmanız
için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli
olanınız, Candan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden
haberdardır." (Hucurât, 49/13)
"Şüphesiz Allah
şarabm alınıp satılmasını haram kılmıştır" buyurarak konuşmasını bitirdi.
Bütün maçların ve
amellerin ana temeli ve islâm davetinin ana mesajı, Allah'ın bir olduğuna
inanmaktır. O bakımdan Hz. Peygamber, her şeyden önce tevhid esası üzerinde
konuşmaya başlamıştır. [258]
Araplar'ın bir
prensibi vardı. Bir kişi birini öldürürse bu öldürülen kişinin kanmın
intikamını almak, o kişinin mensup olduğu ailenin hatta kabilenin görevi kabul
edilirdi. Yani eğer o anda katil ele geçirilememişse sülâle siciline
öldürülenin adı yazılır, yüzlerce yıl geçse bile, fırsat bulunduğunda intikam
görevi yerine getirilirdi. Katil eğer ölmüşse, sülâle veya kabilesinden bir
adam öldürülürdü. Aynı şekilde kan bedeli alınması da dededen, babadan sürüp
gelen bir gelenekti. Dökülen kanın intikamını almak, Araplar'da en büyük
iftihar vesilesiydi. Aynı şekilde daha başka birçok önemsiz, lüzumsuz, değersiz
şeyler milli gururlar ve iftiharlar araşma girmişti.
İslâm bunların hepsini
ortadan kaldırmak için gelmişti. Nitekim bu tür intikam, kan bedeli alma ve benzer
bütün yanlış gurur ve övünçlerle ilgili olarak Re-sûlullah efendimiz:
"Onları ayaklarımın altında çiğniyorum" buyurmuştu.
Arabistan'da ve bütün
dünyada; soy, sülâle ve ırk ayırımından dolayı insanlar arasında sınıf farkı,
insanlan değerlendirmede seviye ve derece farkı konmuştu. Hindulann kast rejimi
kurup da insanları dört sınıfa ayırmaları gibi. Hindular, en alt tabaka olan
paryalara, hayvanlara verilen dereceyi vermiş bununla birlikte onların hiç bir
zaman kendilerine biçilen bu değer ve derecelerinden zerre kadar dahi yukarı
çıkamayacaklarını karara bağlamışlardır. İslâm'ın bütün dünyaya yaptığı en
büyük iyilik; sınıf farkını kaldırarak bütün insanlar arasında eşitlik
kurmasıydi. Yani, Arap-Arap olmayan, üstün sınıf-aşağı sınıf, idareci-vatandaş,
zengin-fakir hepsini eşit kabul etmişti.
Her insan kendi gayret
ve çabasıyla en üst dereceye kadar yükselebilir. Nitekim Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, kendini dinleyen topluluğa, Kur'ân-ı Ke-rîm'in
yukarıda zikredilen ayetini okumuş, sonra onu açıklayarak; "Hepiniz
Adem'in (as) evlatlarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır7' buyurmuştur.
Hz. Peygamber
hutbesini okuduktan sonra kalabalığa doğru bakınca karşısında Kureyş'in en
amansız liderlerini gördü. Bunlar arasında İslâm'ı yok etmek için en ön safta
yeralan kişiler de vardı. Dilleri Hz. Peygarnber'e küfür ve hakaretler yağdıran
adamlar da vardı. İffetin, merhametin, şeref ve haysiyetin timsali olan Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e kılıç ve oklanyla saldıran ve küstahlık
taslayan kişiler de vardı. Hz. Peygamber'in yoluna dikenler döşeyenler de
vardı. Hz. Peygamber kendilerine Öğüt verirken, kendilerine hak yolu göstermeye
çalışırken attıkları taşlarla ayaklarını, bacaklarını kan-revan içinde
bırakanlar da vardı. Hırs ve kin ateşiyle susuzluktan kavrulan dudakları, Hz.
Peygamber'in kanından başka hiç bir şeyle kanmayanlar da vardı. Saldırıları
tufan gibi Medine duvarlarına ikide bir gelen kişiler de vardı. Müslümanları
alev alev yanan kumlara yatırarak göğüslerini kızgın demirlerle dağlayanlar da
vardı.
Alemlere rahmet olarak
gönderilen yüce Peygamber Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, onlara
doğru baktı ve korkutucu bir ses tonuyla: "Size nasıl davranacağımı hiç
biliyor musunuz?" diye sordu.
Bu insanlar her ne
kadar zalim, asi ve merhametsiz idiyseler de, Hz. Peygamber'in ruh yapışım da
bilen kimselerdi. Hep bir ağızdan: "Sen şerefli bir kardeşsin ve şerefli
bir kardeşimizin oğlusun." diye bağırdılar.
Hz.Peygamber onların
bu sözünden sonra:
"Bugün
yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekilmek yoktur, gidiniz, hepiniz serbestsiniz"
buyurdu.
Mekke kâfirleri,
Medine'ye hicret eden bütün muhacirlerin evlerini ele geçirmişlerdi. Artık
onların kendi mallarını ve haklarını geri almalarının zamanı gelmişti. Hz.
Peygamber, muhacirlere kendi mallarından vazgeçmelerini emretti.
Namaz vakti geldi.
Bilâl (ra) Kabe'nin damına çıkarak ezan okudu. O azgın asiler, şimdi tamamen
boyun eğmiş, teslim olmuşlardı. Ama içlerindeki kin ateşi hâlâ alev alev
yanıyordu. Attâb b. Üseyd: "Allah benim babamın şeref ve haysiyetini
korudu da, bu sesi duymadan önce onu bu dünyadan alıp götürdü" dedi.[259]
Diğer bir Kureyş lideri ise: "Artık yaşamanın hiç bir anlamı kalmadı"
dedi.[260]
Hz. Peygamber, Safa
tepesinde yüksek bir yere çıkıp oturdu, islâm'ı kabul etmeye gelenler
Peygamber'in mübarek elini tutup, biat ediyordu. Erkeklerin sırası bitmiş,
kadınların sırası gelmişti. Kadınlardan biat almanın şekli de şöyleydi: Önce
onlardan islâm'ın erkanını ve ahlâk güzelliğini kabul ettiklerini ilan etmeleri
isteniyor, sonra su dolu bir kaba Hz. Peygamber mübarek elini daldırarak
çıkarıyordu.[261] Daha sonra kadınlar
aynı kaba, ellerim daldırıyorlardı. Böylece biat gerçekleşmiş oluyordu.
O kadınlarla birlikte
Hind de geldi. O, Araplar'ın lideri Utbe'nin kızı ve Emir Muâviye'nin (ra)
annesi olan Hind'di. Hz. Hamza'yı o öldürtmüş, göğsünü yararak ciğerlerini
çıkarıp çiğnemişti. Peçesini takarak geldi. Şerefli kadınlar genellikle peçe
takarlardı. Fakat o gün böyle yapmasının bir başka amacı da tanınmak istememesiydi.
Hz. Peygamber'e biâtı sırasında, son derece cüretli ve küstahça bir takım
sözler söyledi ki, bu sözler aşağıdaki şekilde cereyan etmiştir:[262]
Hind: "Bizim neye
yemin etmemizi istiyorsun?"
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacaksın."
Hind: "Bunu
erkeklere söyletip tasdik ettirmemiş miydin? Ama herşeye rağmen ben de kabul
ediyorum."
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Hırsızlık yapmayacaksın."
Hind: "Kocam Ebu
Süfyân'ın parasından arasıra birkaç kuruş alıyorum. Bilmiyorum bu çalma mıdır,
değil midir?"
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem: "Çocuklarını öldürmeyeceksin" buyurdu.
Hind: "Onlar
küçükken biz besleyip büyüttük. Büyüdüklerinde de onları Bedir savaşında
öldürdün."[263]
Arap liderleri
arasında Kureyş'in baştacı olan on kişi vardı. Bunlardan Safvan b. Ümeyye
Cidde'ye kaçmıştı. Umeyr b. Vehb ise Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek:
"Arapların liderleri Mekke'den kaçıp gidiyorlar" dedi. Hz. Peygamber
güvence verişinin bir işareti olarak ona sarığını verdi. Umeyr Cidde'ye
ulaşarak Saf-van'ı geri getirdi. Huneyn savaşına kadar müslüman olmadı;[264] ama
daha sonra müslüman oldu. Abdullah b. Zeb'arâ, ünlü bir şairdi. Önceleri Hz.
Peygamberi hicveder, Kur'ân-ı Kerîm'e nazireler yazmaya çalışırdı. O da
Necrân'a kaçıp gitmişti. Ama daha sonra gelip müslüman oldu.[265]
Ebu Cehil'in oğlu
Ikrime Yemen'e kaçtıysa da hanımı Ününü Hakîm, Hz. Pey-gamber'den onun
öldürülmeyeceğine dair güvence aldı ve Yemen'e gidip geri getirdi.[266]
Ebu CehiTe:
"Senin ciğerparen oğlun Ikrime, küfrün kucağından ayrılarak İslâm'ın
sinesine sığındı ve müslüman oldu. Artık ona îkrime (ra) Hazretleri diyoruz"
diyerek bu olayı haber vermeye imkân yoktu. Çünkü o ölmüştü.
Ebu Cehil'e bu haberi
vermek mümkün olsaydı, haberi verebilen müslüman için ne büyük mutluluk olurdu,
Ebu Cehil için de ciğerinin yanması olurdu. [267]
Siyer yazarlarının
anlattığına göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, her ne kadar
Mekkeliler'e güvence vermişse de on kişi hakkında bulundukları yerde
öldürülmelerini emretmişti. Bunlardan bazıları, örneğin Abdullah b. Hattal ve
Mu-kayyis b. Sallâbe birer katildiler ve kısas gereği öldürüldüler. Ama
bunların içinde öyleleri vardı ki, tek suçlan Mekke dönemindeyken Hz.
Peygamber'e işkence yapmak veya O'nu hicveden şiirler söylemekti. Bunlar
arasından bir kadın, Hz. Pey-gamber'i hicveden şiirler okumasından dolayı
öldürüldü.
Ama bu meseleye
hadisçi bir bakış açısıyla bakar da bu anlatılanları hadis ilmi metoduyla
incelersek bu rivayetin doğru olmadığını anlarız.
Bütün Mekkeliler bu
suçu işlemişlerdi. Hz. Peygamber'e en ağır işkenceleri yapmayan, Kureyş'ten
üç-dört kişi dışında, kim vardı. Bütün bunlara rağmen io insanlara "Siz
serbestsiniz" müjdesi verilmişti. Halbuki öldürüldükleri söylenen o kişiler,
"serbestsiniz" denen bu Mekkeliler'e göre daha az derecede
suçluydular. Hz. Aişe'nin şu rivayeti altı sahih hadis kitabında da mevcuttur:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem hiç kimseden kendi öcünü almadı. Hayber'de kendisine
zehir vererek öldürmek isteyen için: 'Bunun öldürülmesine emir verecek
misiniz?' diye soranlara: "Hayır" cevabı verdi."
Küfür diyarı olan
Hayber'de bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'e zehir verip öldürmek istemesine
rağmen canı bağışlanıyor, öldürülmüyor da bundan daha az derecede suçlu olanlar
Kabe'de, Hz. Peygamber'in affından nasıl mahrum kalabiliyor?
Eğer dirayete
dayanarak bunların reddedilmesine güvenilmiyorsa, o takdirde rivayet açısından
da bu olay tamamen değersiz kalmaktadır diyebiliriz. Sa-hîh-i Buhârî'de sadece
îbn Hattal'ın kısas olarak öldürülmesi zikredilmiştir.[268]
Bunun böyle olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Mukayyis'in öldürülmesi
de şer'î bir kısastı. Diğer kişiler hakkında verilen Öldürülme emrinin
sebebinin, bir zamanlar Hz. Peygamber'e işkence etmeleri olduğu bildirilmiştir.
O rivayetler sadece îbn İshâk'a kadar ulaştıktan sonra son bulmaktadır. Yani
hadis usulü açısından o rivayetler münkatı' yani kopuktur. Bu tür rivayetlere
güveni-lemez. îbn îshâk'ın kendine özgü güvenilirlik derecesini de kitabımızın
giriş bölümünde yazmıştık.
Bu konuda öne
sürülebilecek en güvenilebilir rivayet, Ebu Davud'un yaptığı rivayettir.[269] Bu
rivayette Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethedüdiği gün: "Dört kişiye hiç
bir yerde can güvenliği verilemez" buyurduğu anlatılmıştır. Ama Ebu Dâvûd
bu hadisi naklederek: "Bu rivayetin hadis usulüne tam uygun bir senedi elime
geçmedi" diye yazmakta, sonra Îbn Hattâl'ın rivayetini nakletmektedir.
Yaptığı bu rivayetin bir râvisi de Ahmed îbn el-Mufaddal'dır. Bu ravi hakkında
el-Ezdî: "Münkere'l-Hadis=Hadisi reddedilen kişi" demektedir. Bir
başka râvi de Esbât b. Nasr'dır ki onun hakkında Nesâ'î: "Sağlam
değildir" demektedir. Her ne kadar sadece bu kadar bir tenkid, herhangi
bir rivayetin geçersizliğine yeterli değilse de olayın öneminin fazla oluşundan
dolayı râvinin bu kadarcık zaafı bile rivayeti şüpheli kılmaya yeterlidir.
İslâm'a karşı savaşan
ve îslâm'a karşı çıkmakta en önde gelen bazı Kureyş liderlerinin, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ordu ile gelmekte olduğunu
öğrenmelerinden sonra Mekke'den kaçtıklarında şüphe yoktur. Ama onların,
öldürülmeleri için emir verilmesi nedeniyle kaçtıkları sadece îbn îshâk'ın
tahminidir, îbn îshâk, öldürülme ilanları yapılan bu kaçaklar arasında Ebu
Cehil'in oğlu îkrime'yi de saymıştır. îmam-ı Mâlik'in Muvattâ'ında bu olay
nasıl anlatılmışsa aşağıya ayne* alıyoruz:
"Haris b.
Hişâm'ın kızı Ümmü Hakim, Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin eşiydi. Mekke
fethedüdiği gün müslüman oldu, ama kocası îkrime İslâm'dan kaçarak Ye-men'e
gitmişti. Ümmü Hakim Yemen'e giderek onu îslâm'a davet etti, o da müslüman
oldu ve Mekke'ye döndü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu görünce
sevincinden ayağa kalktı, ona doğru o kadar acele gitti ki mübarek vücuduna
hırkasını bile giyinmemişti. Sonra ondan biat aldı."
Kendilerine güvence
verilmiş olan kişilerin, müslüman olmaya zorlanmadıkları da burada özellikle
gözönünde tutulmalıdır. Bütün tarihçiler ve siyer uzmanları, Mekke'nin
fethinden sonra meydana gelen Huneyn savaşında, o ana kadar henüz müslüman
olmamış kâfirlerin de îslâm ordusuna katıldığını kesin ve açık şekilde
belirtmişlerdir. Huneyn savaşında yenilmenin sebebi daha çok ilk saldırıda bu
kâfirlerin geri çekilip kaçma basitliği göstermelerinden dolayı, müslümanların
da geri çekilmek zorun kalmalarıdır. [270]
Kabe'de birikmiş olan
hediyeler, bağışlar ve adaklardan oluşan hazine bir süre olduğu gibi korundu.
Ama heykeller, resimler ve putlar imha edildi. İmha edilenler arasında, Hz.
îbrahim'in (as) heykelleri ve Hz. isa'nın (as) resmi de vardı.[271] Kabe'deki
bu resimden dolayı insanlar, bir zamanlar bu bölgede hıristiyanhğın hayli
etkisi olduğunu düşünmüşlerdir. Duvarlardaki renkli resimler yokedilmesine rağmen,
silik izleri yine de kalmıştı.[272]
Resim izleri Abdullah
b. Zübeyr'in Kabe'yi tamirine kadar öylece durdu. Ancak o zaman tamamen imha
edildiler. Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem Mekke'de onbeş gün kaldı.
Mekke'den ayrılacağı sırada Muaz b. Cebel'i (ra) orada bıraktı ve onu halka
islâm'ı ve hükümlerini öğretmekle görevlendirdi. [273]
Mekke'nin fethinin
temel hedefi ve ana gayesi; Allah'ın emir ve buyruklarını dünyaya hakim kılıp,
tevhid inancının bayrağmı yükseltmekti.
Kabe'de yüzlerce put
bulunuyordu. Bunlar arasmda putperestlerin en büyük mabudu olan Hübel de vardı.
Bu, insan şeklinde bir puttu. Kırmızı yakuttan yapılmıştı. Bunu ilk defa
Kabe'ye getirip koyan Mudar'ın torunu ve Adnan'ın torununun torunu Huzeyme b.
Müdrike idi. Hübel'in önünde yedi ok bulunurdu. Bunların üzerinde de "lâ
ve neam"=(evet ve hayır) yazılıydı. Araplar herhangi bir işi yapmak
istediklerinde bu oklarla kur'a çeker, evet ve hayırdan hangisi çıkarsa ona
göre hareket ederlerdi.[274]
Uhud savaşında Ebu
Süfyân, işte bu Hübel'in adını söyleyerek: "Yaşasın Hübel!" diye
bağırmıştı. Bu put Kabe'nin tam içindeydi. Nitekim Hz. Peygamber Kabe'ye
girince diğer putlarla birlikte Hübel putu da imha edildi. Mekke çevresinde
daha başka büyük putlar da vardı. Onlar için hac merasimleri yapılırdı. En
büyükleri arasmda Lât, Menât ve Uzzâ bulunuyordu. Uzzâ Kureyş'in, Lât ise
Tâiflilerin putuydu. Mekke-i Mükerreme'den bir konak mesafede bulunan Nahle'de,
Uzzâ putu dikilmişti. Benî Şeybân bunun koruyucusu ve mütevellisi idi.
Cahiliyye döneminde Araplar ilahın, kış mevsiminde Lât putunun yanında, yaz
mevsiminde de Uzzâ putunun yanında bulunduğuna inanıyorlardı. Araplar, Kabe'de
yerine getirdikleri bütün merasim ve ayinleri Uzzâ'mn Önünde icra eder, onun
etrafını tavaf eder ve ona kurbanlar keserlerdi.[275]
Menât putunun
hükümranlık yeri ise, Müşellel'di. Burası Kadîd'in yakınında Medine'ye yedi mil
mesafedeydi. Menât putu yontulmamış bir taştı. Ezd, Gassân, Evs ve Hazrec
kabileleri onu ziyaret eder ve etrafında dönerek tapmırlardı. Amr b. Luhayy'ın
diktiği putlar arasında bu, en yükseği idi. Evs ve Hazrec kabileleri Kabe'yi
ziyaret edip, hac yaptıklarında ihramı çıkarma, saçlarını tıraş etme merasimini
işte bu putun yanında yaparlardı.[276]
Huzeyl kabilesinin
putu; Yenbu' taraflarındaki Rehat'ta bulunan Suvâ' putuydu. Bu bir taştan
ibaret olup koruyucusu ve mütevellisi Benî Lihyân kabilesi idi.
Bütün Arapları
pençesine alıp esir eden, onların kafa ve gönüllerini taşlaştıran, işte bu
putperestliğin büyüsü ve tılsımı idi. Artık bunu yoketme zamanı gelmişti. işte
bu yüzden devrilen, parçalanan putların, yıkılan puthanelerin çıtırtıları
arasında, birden her yandan toz duman yükselmeye başladı. [277]
"işte o Huneyn
günü, çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti..." (Tevbe, 9/25)
Huneyn, Mekke ile Tâif
arasındaki bir vadinin adıdır. Arafat'tan 3 mil ileride bulunan Araplar'ın
meşhur Zülmecâz panayırı bunun eteğindedir. Buraya Evtâs da denir. Hevâzin,
birçok kolları olan büyük bir kabilenin adı olup buraya yerleşmiştir.
Mekke'nin fethinden
önce, islâm fetihlerinin alanı her geçen gün genişlemekteydi. Buna rağmen
müşrik Araplar en kutsal merkezlerinin yani Mekke'nin hâlâ kendi ellerinde
bulunduğunu her an gördükleri için: "Eğer Muhammed, Kureyş'e üstün gelir
de Mekke'yi ele geçirirse, işte o zaman gerçek peygamber olduğuna
inanırız" diye düşünüyorlardı. Mekke fethedilince bütün Arap kabileleri
kendiliklerinden gelerek islâm'ı kabul etmeye başladılar.
Ama Hevazin ile Sakîf
kabileleri üzerinde bu fethin ters etkisi oldu. Bu kabileler son derece savaşçı
ve savaş tekniğini iyi bilen iki kabileydi. İslâm üstün geldikçe ve bütün
kabileleri teker teker yendikçe, liderlikleri ve seçkin bir kabile oluşları son
bulacak diye endişeleniyorlardı. Bu yüzden Hevazin ile Sakîf kabilelerinin liderleri,
Mekke'nin fethinden sonra artık sıranın kendilerine geldiğini düşündüklerinden
bir araya gelerek anlaştılar ve o sırada topluca Mekke'de bulunan müslü-manlara
genel bir saldın yapılmasına karar verdiler.
Bu karar gereği iki
kabile büyük bir hışımla hücuma geçtiler. Ölesiye bir öfke ve heyecanla
savaşıyorlardı. Her kabilenin savaşçıları bütün çoluk-çocuğunu toplayıp
gelmişti. Kadınlar ve çocukları yanlarında olduğu takdirde, onları korumak için
canlarını vermekten kaçınmazlar düşüncesiyle insanlar, kendilerini coşturacak
her şeyi gözlerinin önüne dikmişler, hırsla savaşıyorlardı.
Bu savaşa Sakîf ve
Hevazin kabilelerinin bütün kolları katılmışsa da Ka'b ve Ki-lâb kabileleri
katılmamıştı. Ordu komutanlığına Hevazin kabilesinin lideri olan Mâlik b. Avf
seçilmişti.[278] Savaş danışmanı,
Arapların ünlü şairi ve Cüşm kabilesinin lideri Düreyd b. es-Sımme idi. Onun
şairlik ve kahramanlığa ait destanlar, Arap tarihinde hâlâ bir anı olarak
durmaktadır. Ama yüz yaşım aşmış olduğundan adeta kemikten ibaret bir iskelet
haline gelmişti. Yine de Araplar ona güvenip inandıklarından ve onun görüş ve
kararlarına saygı duymalarından Mâlik b. Avf bu savaşa katılmasını kendisinden
rica etmiş, döşeğinden kaldırarak savaş alanına getirmişti.
Düreyd: "Burası
neresi?" diye sordu. İnsanlar: "Evtâs" deyince, "Evet
burası savaş için uygundur, toprağı ne çok serttir, ne de ayak kayacak kadar
yumuşaktır" dedi. Sonra: "Bu çocuk ağlama sesleri nereden
geliyor" diye sordu. İnsanlar da: "Savaşan kişiler yılgınlık
gösterip geri çekilmesinler, ayaklan yerlerinden kaymasın diye Çocukları ile
kadınlarını birlikte getirdiler" deyince, "Bir kere ayaklar yerinden
oynadı mı hiçbir şey onları durduramaz. Savaş alanında sadece kılıç işgörür.
Talihsizlikten eğer yenilgi olursa, kadınlar yüzünden daha da zillete
düşülür" dedi.
Daha sonra: "Ka'b
ve Kilâb kabileleri de bu savaşa katıldılar mı, katılmadılar mı?" diye
sordu ve şerefli kabilelerden tek kişinin dahi bulunmadığını öğrenice:
"Eğer bu gün şeref ve onur günü olsaydı, Ka'b ve Kilâb kabileleri
gelmemezlik etmezlerdi" dedi.
Yaşlı ve gün görmüş
Düreyd, ordunun güvenli bir yere toplanmasını ve orada savaş ilanı yapılmasını
tavsiye etmişti. Ama otuz yaşında bir genç olan Mâlik b. Avf, gençlik heyecanı
ile bu tavsiyeye uymadı ve artık onun yaşlandığını, akimin işe yaramaz hale
geldiğini söyledi.[279]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bu olayları Mekke'de haber alınca ne derece gerçek
olduğunu anlamak için Abdullah b. Ebu Cedred'i oraya gönderdi. Abdullah, casus
olarak Huheyn'e geldi. Bir kaç gün askerler arasında kalarak, bütün durumları
inceledi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mecbur kalarak savaş
hazırlıkları yaptı. Yiyecek içecek ve savaş malzemesi ayarlamak için borç para
alma ihtiyacı doğdu. Ebu Cehil'in üvey kardeşi olan Abdullah b. Rebî'a çok zengindi.
Ondan 30.000 dirhem ödünç para alındı.[280]
Safvan b. Ümeyye, Mekke'nin önde gelen liderlerindendi ve misafirperverliğiyle ünlüydü. Ama o ana
kadar henüz müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber ondan ödünç olarak savaş
silahları istedi. O da yüz zırhla birlikte parçalarını takdim etti.[281]
Hicrî sekizinci yılın
Şevval ayında -Ocak-Şubat 630'da- sayısı 12.000'e ulaşan İslâm ordusu, öyle bir
ihtişamla silahlı ve tam donanımlı olarak Huneyn'e ilerledi ki/ dostları bile
hayrete düşürüp heyecana sürükledi. Bazı sahabîlerin ağzmdan kendiliğinden:
"Bugün kim bize
üstün gelebilir?" sözleri döküldü. Ama dergâh-ı ilâhf de bu gurur
beğenilmedi ve şu âyetler indi:
"Hani o Huneyn
gününde Allah size yardım etti. Çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip,
gururlandırmıştı. Ama size birşey de sağlayamamıştı. Yer ise bütün genişliğine
rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanıza dönüp, gerisin geri gitmiştiniz.
Sonra Allah, Resulü
ile mü'minlere güven duygusu ve huzur indirdi. Görmediğiniz orduları da
indirdi ve küfre sapmış olanlara azap etti. Bu, küfre sapanların
cezasıdır." (Tevbe, 9/25-26)
Zafer yerine daha ilk
anda hezimet açık olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi
vesellem başını kaldırıp baktığında yanında en yakın arkadaşlarından hiç
birini göremedi.[282] Bu
savaşa katılmış olan Ebu Katâde (ra) şöyle der:
"İnsanlar kaçıp
gidince, bir müslümanın göğsüne oturmuş bir kâfir gördüm. Arkasından omuzuna
bir kılıç salladım, zırhını delerek içeri geçti. Dönerek bana öyle bir şiddetle
vurdu ki, neredeyse öldürecekti. Ama gücünü kaybedip yere yığıldı. Bu arada
Hz. Ömer'i gördüm: 'Müslümanların bu hali nedir böyle?' diye sordum, o da:
'Takdir-i ilâhî böyleymiş' dedi".[283]
Bu yenilginin çeşitli
sebepleri vardı. Bazılarını şöyle sıralayabiliriz.
Birincisi:
Hâlid'in (ra) komutasında bulunan öncü bölüğünde, daha çok Mekke'nin fethinin
hemen arkasmdan henüz yeni müslüman olmuş gençler vardı. Gençlik hevesi ve
gururuna kapılarak savaş silahlarını bile almadan gelmişlerdi.[284]
Ordu içinde hâlâ müslüman olmamış "Tulekâ" denen 2.000 kişi vardı.[285]
Hevâzin kabilesi, bütün araplar arasında bir örneği bulunmayan nişancı ve
attığı oku hedefe vuran kimselerdi. Savaş alanında onların bir oku bile boşa
gitmezdi.
İkincisi:
Kâfirler savaş alanına önce gelerek uygun yerleri ele geçirmiş, okçu birliği
dağların eteklerine ve sırtların arkalarına yerleşip siper almışlardı.
Üçüncüsü:
İslâm ordusu sabahleyin ortalık iyice aydınlanmadan saldırdı. Müslümanların
savaş alanında bulundukları yerde, sırtları o kadar bayır aşağıya doğruydu ki
ayakların yere sağlam basması imkânsızdı. Saldırıya geçenler tam ilerlerken
karşıdan binlerce asker sökün edip ortaya çıktı. Öte taraftan siperlerden okçular
birliği yerlerinden harekete geçerek ok yağdırmaya başladılar. İslâm ordusunun
en ön safında olanlar çaresizlik içinde, düzensiz olarak geriye çekildiler. Sonra
da bütün ordunun ayağı kaydı. Sahîh-i Buhârfde de bildirildiği gibi:
"Herkes geri çekilip gitti. Hz. Peygamber tek başına kaldı. Ok yağmuru
kesilmiyordu. 12.000 İslâm askeri uçup gitmişti ama tek basma yüce Peygamber
bir cesaret ve kahramanlık âbidesi olarak ayakları üzerinde dikili duruyordu.
Tek başına bir ordu, bir ülke, bir kıta, bir dünya, hatta dünyalar birliğiydi.
Hz. Peygamber sağ
tarafına baktı ve: "Ey ensâr topluluğu!" diye bağırdı. Bağırmasıyla
birlikte: "Biz buradayız, emrindeyiz!" sesi yükseldi. Sonra sol
tarafına dönerek bağırdı, yine aynı ses cevap olarak geldi. "Biz
buradayız, emrindeyiz." Hz. Peygamber bineğinden indi ve peygamber
azametini yansıtan bir ses tonuyla, "Ben Allah'ın kulu ve
Peygamberiyim" buyurdu.
Buhârfnin diğer bir
rivayetinde ise:
"Ben Peygamberim,
bunda yalan yoktur. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum." buyurduğunu
belirtmektedir.[286]
Abbas (ra) gür
sesliydi. Hz. Peygamber ona: "Muhacirlerle ensâra seslen" diye emir
verdi. O da:
"Ey Ensâr
topluluğu! Ey Hudeybiye barışına katılanlar topluluğu!" diye seslendi.
İnsanı ürperten bu ses
kulaklara gelir-gelmez bütün ordu geri döndü. Kargaşadan ve aşırı kalabalıktan
dolayı dönemeyen atların üstündeki süvariler, zırhlarını fırlattılar ve
atlardan aşağı sıçradılar. Birden savaşın gidişatı değişti. Kâfirler kaçıp,
uzaklaştı. Kaçamayıp kalanların ellerine zincir vuruldu. Sakîf kabilesinin bir
kolu olan Mâlik oğulları yerlerinden kıpırdamayıp sebat gösterdi. Ama yetmiş
mensubu öldürüldü. Bayraktarları Osman b. Abdullah öldürülünce onlar da
yerlerinde duramadı.
Yenilen düşman ordusu
darmadağınık vaziyette, paramparça olarak bir kısmı Evtâs'ta toplandı, bir
kısmı da Taife giderek kalelerine sığındılar. Sığınanlar arasında ordu
komutanı Mâlik b. Avf da vardı. [287]
Düreyd b. es-Sımme,
bir kaç bin müşrikle Evtâs'a geldi. Hz. Peygamber, Ebu Amir el-Eş'arî (ra)
idaresi altında küçük bir askeri birliği, Düreyd'le birlikte askerlerinin
kökünü kazımak için gönderdi. Ebu Amir (ra) Düreyd'in oğlu tarafından
öldürüldü ve İslâm sancağını eline geçirdi. Durumu gören Ebu Mûsâ el-Eş'arî
(ra) öne atılıp saldırdı. Düreyd'in oğlunu öldürerek sancağı elinden geri aldı.
Düreyd, bir devenin üzerindeki kafes içinde oturuyordu. Rebîâ b. Refî' (ra) ona
kılıçla saldırdı. Ama hamlesi boşa gitti. Bunun üzerine Düreyd: "Anan sana
iyi kılıç vermemiş" dedi. Sonra sözüne devamla: "Benim kafesimde
kılıç var, çıkar al da, onunla öldür ve ananın yanına döndüğünde.
"Düreyd'i ben öldürdüm de!" dedi, Rebî'a döndükten sonra annesine bu
öldürme olayını haber verince annesi: "Allah'a andolsun ki Düreyd senin
sülâlenden üç anneyi azâd ettirmişti" dedi.
Savaş esirlerinin
sayısı binleri aşıyordu. Bunlar arasında Hz. Peygamber'in süt kızkardeşi olan
Şeyma (ra) da vardı. Esir edilince: "Ben Peygamberinizin
kızkarde-şiyim" dedi. Bunun üzerine gerçek olup olmadığını anlamak için
onu Hz. Peygamber'in yanına götürdüler. Şeyma da omuzunu açarak, çocukluğunda
bir keresinde Hz. Peygamber'in dişiyle ısırdığı izin yerini gösterdi. Hz. Peygamber
birden coşan muhabbetinden ve sevgisinden dolayı gözlerinden yaşlar boşandı.
Oturması için kendi mübarek cübbesini yere yaydı, sevgi dolu sözler söyledi.
Bir kaç deve ve koyun ikram ederek: "İstersen gel benim evimde kal, yok
eğer evine dönmek istiyorsan seni oraya ulaştırayım" buyurdu.[288] O
da ailesine olan sevgisinden dolayı yurduna gitmek istedi. Saygı ve sevgiyle
yerine ulaştırıldı. [289]
Huneyn'de yenilen
düşman ordusunun kaçıp kurtulanlarından bir kısmı Taife gidip oranın kalesine
sığındı ve savaş hazırlıklarına başladı. Tâif son derece korunaklı bir yerdi.
Buraya Tâif denmesinin sebebi, şehri koruyan surların şehrin her tarafını
kuşatmış olmasıydı. Buraya yerleşmiş olan Sâkif kabilesi çok cesur, bütün
Araplar arasında seçkin ve Kureyş'in de bir bakıma dengiydi. Burada kabile
reisi olan Urve b. Mesud, Ebu Süfyân'ın kızının nişanlısıydı. Mekkeli kâfirler:
"Eğer Kur'ân inecekse Mekke veya Tâif liderlerinden birine inmeliydi"
diyorlardı. Buranın insanları savaş tekniğini iyi biliyordu. Taberî ve İbn
tshâk: "Urve b. Mesud ile Gaylân b. Seleme'nin Yemen'in bir kasabası olan
Cürş'e giderek mancınık ve tanka benzer, kale duvarı yıkan bir başka aletin
yapım ve kullanımını öğrenmişlerdi" diye yazmaktadırlar.[290]
Burada korunaklı bir
kale vardı. Şehir halkı ve Huneyn'den mağlup olarak kaçan asker kalıntıları,
kaleyi tahkim ederek uzun zaman yetecek yiyecek malzemelerini depoladılar.
Dört bir tarafa mancınık ve yer yer de okçular yerleştirdiler.[291]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Huneyn'de elde edilen ganimet mallarının ve savaş
esirlerinin Cu'râne'de korunmalarını emretti ve kendisi Taife gitmek üzere
harekete geçti. Öncü birliği olarak Hâlid (ra) daha önceden hareket ettirilmişti.
Tâif kuşatıldı. Bu, müslümanlarm kale yıkan aletler, yani tank ve mancınığı
ilk kullandıkları savaştı. Kaledekiler tanka karşı top mermisine benzer, ısıtılmış
yuvarlak demir madenler yağdırdılar ve öyle şiddetle ok yağmuruna tuttular ki
islâm ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Bir çok insan yaralandı. Kuşatma yirmi
gün boyunca devam etti, ama şehir fetholunamadı. Hz. Peygamber sallallahu
aleyhi vesellem, Nevfel b. Muâviye'yi çağırarak, "Bu noktada görüşün
nedir?" diye sordu. O da: "Tilki inine girmiştir, uğraşmaya devam
edilirse yakalanacaktır. Ama bırakılsa da endişelenecek hiçbir durum
yoktur" dedi.
Sadece savunma
amaçlandığı için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kuşatma
kaldırılsın" buyurdu. Sahabe-i kiram, Hz. Peygamber'den onlara beddua
etmesini istediler. Hz. Peygamber ise şöyle dua etti:[292]
"Allahım! Sakîf'e
hidayet et ve onları bana gönder." [293]
Hz. Peygamber
kuşatmayı bırakarak Cu'râne'ye geldi. Sayısız ganimet malı toplanmıştı. 6.000
savaş esiri, 24.000 deve, 40.000'den fazla koyun ve 4.000 okka gümüş vardı.[294] Savaş
esirleri meselesinde Resûlullah kendileri ile görüşüp birtakım iyi sonuçlar
alabilmek için esir yakınlarının ve akrabalarının gelmesini bekledi. Bir kaç
gün geçmesine rağmen kimse gelmedi. Ganimet malları beşe bölündü. Dört bölümü
prensibe uygun olarak askerlere bölüştürüldü. Beşte biri devlet hazinesine ve
yoksullara, fakirlere bırakıldı. Henüz İslâm'ı yeni kabul etmiş olan Mekke'nin
birçok ileri geleni hâlâ kararsız inançlılardı. îman, kalplerinde tam ve sağlam
olarak yerleşmemişti. Kur'ân-ı Kerîm bunlara "Müellefe-i Kulûb"
demişti. Kur'ân-ı Kerîm'de zekatın harcanacağı yerler anlatılırken bu
insanların adları da geçmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu
insanlara son derece cömertçe ikramlarda bulundu. Bunun dökümü şöyledir:
Ebu Süfyân ve
ailesine: 300 deve ve 120 okka gümüş Hakîm b. Hizâm'a: 200 deve
Nudayr b. Haris b.
Kilde es-Sekafî'ye: 100 deve
Safvan b. Ümeyye'ye:
100 deve
Kays b. Adiyy'e: 100
deve
Süheyl b. Amr'e: 100
deve
Huveytıb b.
Abdu'l-Uzzâ'ya: 100 deve
Bunlardan başka, Mekkeli
olmayan yeni müslüman kabile reisleri de ikrama layık görülmüşlerdir.
Temîm kabilesinden
Akra' b. Hâbis'e: 100 deve Uyeyne b. Husayn el-Fizârî'ye: 100 deve
Bundan başka birçok
insana 50 deve ikram edilmiştir. Genel taksim'e göre; askerlerin payına düşen
adambaşı 4 deve ve 40 keçi idi. Ama süvarilere iki misli daha fazla pay
düştüğünden her süvarinin payına 12 deve ve 120 keçi düşmüştür.[295]
Kendilerine ikram ve
ihsan yağmuru yağdırılanlar, genellikle Mekkeliler ve daha çok yeni müslüman
olmuş kimselerdi. Bundan dolayı ensâr gücendi. Bazıları: "Resûlullah
sallallahu aleyhi vesellem Kureyş'e ikramlarda bulunup bizi mahrum etti.
Halbuki kılıçlarımızda Kureyş'in kanı hâlâ tazedir" dediler[296] ve:
"Zorluk ve musibet zamanında hatırlanıyoruz, ganimet ise başkalarına
veriliyor" diye söylendiler.[297]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem bu huzursuzluğu duyunca ensârı istetti. Bir deri
çadır kuruldu, içinde insanlar toplandı. Hz. Peygamber ensâra hitaben:
"Siz böyle dediniz mi?" Buyurdu. Onlar da: "Ey Allah Resulü!
Bizim önde gelenlerimizden hiçbiri böyle demedi. Yeni yetme gençlerimiz böyle
konuşmuş olabilirler" dediler.[298]
Sahîh-i Buhârfmn
Menâkıbü'l-Ensâr bölümünde, Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilmektedir:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem ensân çağırarak: 'Bu ne haldir* diye sorunca ensâr
yalan söylemediğinden: 'Ey Allah Resulü, işittikleriniz doğrudur'
dediler."
Bu nedenle Hz.
Peygamber, edebiyat sahasında bir benzeri görülmemiş bir hitabede bulundu:
'Şurası bir gerçek
değil midir ki, önceleri dalalette ve hak yoldan uzaktaydınız. Allah benim
aracılığımla size hidayet verip, doğru yola getirdi. Siz darmadağınıktınız,
Allah benim aracılığımla sizi bir araya getirdi. Siz hiçbir şeyi olmayan yoksul
kimselerdiniz, Allah benim vasıtamla sizi zengin kıldı.'
Hz. Peygamber
konuşmasına devam ediyordu. Ensâr her bir cümlesinde: 'Allah ve Resûlü'nün
ikramı ve lütfü her şeyden üstündür' diyorlardı.[299]
Hz. Peygamber: 'Hayır!
Siz şöyle cevap veriniz. Ey Muhammed! İnsanlar yalanlarlarken biz seni tasdik
ettik. İnsanlar tek basma bırakmışken biz seni barındırıp himayemize aldık.
Yoksul gelmiştin, biz her çeşit yardımı yaptık'.
Hz. Peygamber bunları
söyledikten sonra: 'Siz böyle cevap vermeye devam ediniz, ben de doğru
söylüyorsunuz demeye devam edeceğim. Ama ey ensâr! İnsanlar deve ve keçi alıp
gitsinler! Sizler Muhammed'i yanınıza alıp yurdunuza dönmeyi arzu etmez
misiniz?' buyurdu.
Ensâr Hz. Peygamber'in
bu konuşmasını dinledikten sonra: 'Biz sadece Allah Resulü Muhammed sallallahu
aleyhi vesellem'i isteriz' diye bağrıştılar. Ağlamaktan çoğunun sakallan
ıslanmış, herkes gözyaşlarına boğulmuştu. Hz. Peygamber Ensâr'a Mekkelilerin
yeni Müslüman olduklarını, onlara verdikleri şeyleri, haklan olduğundan dolayı
değil, aksine kalplerini kazanmak için verdiğini söyledi."[300]
Huneyn savaşı esirleri
hâlâ Cu'râne'de tutuluyorlardı. Hatırı sayılır insanlardan kurulu bir elçi
heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna geldiler ve savaş esirlerinin serbest
bırakılmalarını istediler. Elçi olarak gelen bu heyet Hz. Peygamber'in süt
annesi Hz. Halime'nin kabilesindendi. Kabilenin reisi olan heyet başkanı Züheyr
b. Sured ayağa kalkıp bir konuşma yaptı ve Hz. Peygamber'e dönerek:
"Muhafaza altında tutulan kadınlar arasında teyzelerin, halaların da var.
Allah'a andolsun, eğer Arap hükümdarlarından biri bizim sülâlemizin sütünü
içmiş olsaydı, ondan bazı ümitlerimiz ve beklentilerimiz olurdu. Halbuki senden
daha fazla ümit ve beklentimiz var" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Abdülmuttalib sülâlesinin bu ganimette ne kadar payı varsa
onlann hepsi senin olsun, ama herkesi serbest bırakma meselesine gelince,
namazdan sonra halk biraraya gelmişken bu talebini hepsinin önünde söyle"
buyurdu.
Öğle namazmdan sonra
aynı kimseler, toplanan kalabalığın önünde bu isteklerini tekrarladılar. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise: "Benim sadece kendi sülalem
üzerinde tasarruf hakkım var. Ama bütün müslümanlardan bu in-sanlann serbest
bırakılmalan için ricada bulunuyorum" buyurdu.
Muhacir ve ensâr hep
birlikte: "Bizim payımız da emrinize amadedir" diye bağırdılar.
Böylece 6.000 kişi bir anda azâd oluverdi.[301] [302]
Hz. Mariye'den (ra) bu
yıl bir çocuk doğdu. Hz. Peygamber, adını İbrahim Voydu. Resûlullah bu çocuğunu
çok seviyordu, ibrahim birbuçuk yıl yaşadı. Öldüğü gün güneş tutuldu. Cahiliyye
dönemi Araplannın inancına göre güneş tutulması çok önemli bir kişinin ölümüne
işaretti, insanlar bu tutulmanın ibrahim'in ölümü sonucu olduğunu sandılar.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, insanları toplayarak şöyle buyurdu:
"Ay ve güneş Allah'ın kudretinin alametleridir. Hiç kimsenin ölmesinden
veya yaşamasmdan dolayı tutulmazlar" buyurdu. Sonra da cemaatle küsûf
namazı kıldı.[303]
Hz. Peygamber'in kızı
Zeyneb (ra) de bu yıl vefat etti. [304]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem tamamen zahidce ve bütün dünya süslerine kayıtsız
bir hayat sürüyordu, iki ay boyunca evinde ateş yanmadığı oluyordu. Birbirini
izleyen günler boyunca aç kalıyor, birşey yemiyordu. Hayatı boyunca arka
arkaya iki öğün doyasıya yemek yemek nasip olmamıştı.
Hz. Peygamber'in
mübarek eşleri ise sonuçta birer kadındı. Kadmlann da en çok ilgi duydukları
şeyler; süslü püslü, ziynetli şeyler olup şatafatlı bir hayat yaşamak
isterler. Her ne kadar Peygamber sohbetinde bulunmaları onları diğer hanımlardan
ayrıcalıklı kılmışsa da insanî sıfatları devam ediyordu. Özellikle onlar, islâm
fetih alanının gittikçe genişlediğini ve ganimet mallan yığınının çok küçük bir
parçasının dahi kendilerinin rahatına ve huzuruna yeterli olabilecek noktaya
geldiğini görüyorlardı. Nihayet onlar da bu refahtan yararlanmak istediler.
Hz. Peygamber'in
eşleri arasında çok soylu ailelere mensup kadınlar da vardı. Ümmü Habîbe (ra)
Kureyş liderinin kızıydı. Cüveyriyye (ra) Benî Mustalık kabilesinin reisinin
kızıydı. Safiyye'nin (ra) babası Hayber'in en büyük reisiydi. Aişe (ra) Hz. Ebu
Bekir'in kızıydı. Hafsa'nın (ra) babası Ömer Faruk (ra) idi. insan olmaları
gereği aralarında rekabet ve yarış da oluyor, rakibinin karşısında kendi aile
değerini ve derecesini öne çıkartabiliyorlardı. Her biri Hz. Peygamber'i çok
seviyordu. Bu sevgi kendi gölgelerini dahi kıskanacak dereceye varmıştı.
Bir keresinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, âdetine aykırı olarak Hz. Zeyneb'in
yanında bir kaç gün fazla kalmıştı. Bunun sebebi de, Zeyneb'e (ra)
bir yerden bal gelmişti. Balı Hz.
Peygamberin önüne koymuştu. Hz. Peygamber balı çok severdi. Balı şerbet yapıp
içti ve bu arada oyalandığı için geç kaldı. Aişe (ra) kıskandı ve Hafsa'ya (ra):
"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem benim veya senin evine gelince:
'Ağzınızda zakkum çiçeği kokusu var, diyelim' dedi. Zakkum çiçeği, Arabistan'da
bol bulunduğundan bal anları onların çiçeklerinden emerek bal yaparlardı.
Hz. Aişe ile Hz.
Hafsa'nın, bu kararlarını uygulama alanına geçirerek Hz. Pey-gamber'e:
"Ağzınızda zakkum çiçeği kokusu var" demeleri, çok hassas ve ince
duygulu bir insan olan Peygamberimizi çok üzdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Bal yemeyeceğim" diye yemin etti. Bunun üzerine Kur'ân-ı
Kerîm'in şu ayeti nazil oldu:[306]
"Ey Peygamber!
Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi niçin kendine
haram ediyorsun?" (Tahrîm, 66/1)
Allâme Aynî, Buharı
Şerhi isimli eserinde şöyle yazıyor:
"Eğer biri kalkar
da 'Hz. Aişe ve Hz. Hafsa nasıl yalan söyler ve Hz. Peygam-ber'e karşı plan
kurmaları nasıl caiz olur?' derse, cevabı şudur:
Hz. Aişe henüz
küçüktü. Ayrıca gayesi Hz. Peygamber'e üzüntü vermek değildi. Aksine kadmlar,
kendi kumaları olan kadmlara karşı kıskançlıktan dolayı bir takım yollara
başvururlar, işte onun yaptığı bu türdendi."
Allâme Aynî'nin bu
cevabmı kabul etmek biraz zordur.
Birincisi; bu olay,
Hicrî 9. yılda meydana gelmiş olan lylâ olayı dizisi içindedir. O zaman Hz.
Aişe onyedi yaşındaydı, ikincisi, Hz. Aişe küçük olabilir, ama bu olaya
karışmış olan Peygamber'in mübarek eşleri olgun yaşta kimselerdi. Hz. Hafsa
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le evlendiği zaman 35 yaşındaydı. Bize
göre 'Meğâfîr' (Bal arılarının, zakkum çiçeklerinden topladığı o bitkinin özsuyu)
kokusu olduğunu söylemesi, bir yalan değildi. Bütün rivayetlerden kesin olarak
ortaya çıkıyor ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ince ruhluydu.
Kokudan birazcık rahatsızlık duymaya tahammül edemezdi.[307]
Meğâfîr -zakkum ağacı- çiçeklerinde, eğer rahatsızlık verici bir koku olmuşsa,
bu da şaşılacak birşey değildir.[308] Hz.
Peygamber'in mübarek eşlerinin aralarında birleşip bir oyun kurmaları, bir
plan hazırlamaları görünüşte kabul edilemez olabilir. Ama hiç kimse, Hz.
Peygamber'in mübarek eşlerinin günahsız olduklarına veya yaptıkları her işte
hata işlemediklerine inanmamaktadır. Bu olay öyle bir zamanda ortaya çıkmıştı
ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hafsa (ra) bir sır vermiş ve hiç
kimseye söylememesini ısrarla istemişti.
Ama o, Hz. Aişe'ye bu sırrı söyledi, bunun üzerine şu âyet indi:
"Peygamber,
eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Ama eşi, o sözü başkalarına
haber verip Allah da bunu Peygamberce açıklayınca Peygamber bir kısmını
bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi:
'Bunu sana kim söyledi' dedi. Peygamber: 'Bilen, her şeyden haberdar olan Allah
bana haber verdi' dedi." (Tahrîm, 66/3)
Tatsızlık ilerledi ve
Hz. Aişe (ra) ile Hz. Hafsa (ra) aralarmda anlaşma yaptılar. Yani ikisi birlik
olup söyledikleri sözün doğruluğunu kabul ettirmeye ısrar edeceklerine dair
sözleştiler. Bunun üzerine Hz. Aişe ve Hz. Hafsa hakkında şu âyetler nazil
oldu:
"Eğer ikiniz de
Allah'a tevbe ederseniz, sapmış olan kalperiniz düzelmiş olur ve -ey Aişe ve
Hafsa- eğer Peygamberce karşı birbirinize arka verirseniz şüphesiz ki O'nun
dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ardından
melekler de O'na yardımcıdır." (Tahrîm, 66/4)
Hz. Aişe ile Hz.
Hafsa'nın üzerinde anlaştıkları şey, özellikle ikisine ait bir şeydi. Hz.
Peyamber'in diğer eşleri buna katılmamıştı. Ama Hz. Peygamber'in bütün eşleri
geçimlerinin iyileştirilmesini istemede ortaktı. Sürekli böyle bir istekte bulunmaları,
Hz. Peygamber'in huzurunu o derece kaçırmıştı ki, bir ay kadar bütün
zevcelerinden ayrı kalmaya karar vermişti.
ÎŞte tam bu günlerde
Resûl-i Ekrem attan düştü ve bacağı incidi. Hz. Peygamber evin üst katında tek
başına oturmayı yeğledi. Olaylardan halk, Hz. Peygamber'in bütün eşlerini
bıraktığı kanaatine vardı. Bundan sonraki gelişmeleri Hz. Ömer'in ağzından
nakledelim. Çünkü o, gayet tatlı bir üslupla, etkili bir anlatışla bu olayı
anlatmıştır. Hz. Ömer anlatırken bu mesele ile ilgili bir takım temel olaylara
da temas etmiştir ki bu konuyu oldukça aydınlatmaktadır.[309]
Hz. Ömer şöyle diyor:
"Ben ve ensârdan
biri —Evs b. Hûllî veya Utbân b. Mâlik— konuşuyorduk. İkimiz sırayla, birer gün
ara vererek Hz. Peygamber'in huzuruna gitmeyi adet edinmiştik. Kureyş
kabilesinin erkekleri kadınlara hakimdiler. Onlara sözlerini geçirirler,
istediklerini yaptırırlardı. Ama Medine'ye geldiğimizde gördük ki, en-sârın
kadınları erkeklere hakimdir, kocalarına sözlerini geçiriyorlar, onlara hükmediyorlar.
Onların bu halini görünce bizim kadınlarımız da onları taklid etmeye
başladılar.
Bir gün bir meseleden
dolayı eşimi payladım. Dönüp bana cevap verdi. "Benim sözüme cevap mı
veriyorsun?" deyince, "Sen kimsin ki, Allah'ın elçisi her ne söylerse
eşleri O'na karşılık veriyorlar, hatta gün boyu Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'e dargın duruyorlar' dedi. Ben de içimden, 'kıyamet kopmuş' dedim.
Kalkıp Hafsa'nın yanma gittim ve: 'Gerçekten Hz. Peygamber'e gece boyu dargın
mı duruyorsun?' dedim. Hz. Hafsa bunu doğruladı. Ben de: 'Sen bilmiyor musun
ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i üzmek, Allah'ı üzmektir. Allah bilir
ya, Hz. Peygamber beni düşünüyor, yoksa şimdiye kadar seni boşardı' dedim. Daha
sonra Ümmü Seleme'nin yanına gittim. Ona da aynı şikayette yaptım. 'Ey Ömer!
Sen her meseleye burnunu sokmaya başladın. Artık, Hz. Peygamber'in eşlerinin işlerine
de burnunu sokuyorsun' dedi. Bunun üzerine sustum ve oradan ayrıldım.
Gece biraz
ilerlemişti. Ensârî komşum dışarıdan gelip büyük bir hızla kapıyı vurdu.
Korkarak fırladım. Kapıyı açarak: 'Hayrola?' diye sordum. 'Felaket!' dedi.
'Yoksa Gassânîler Medine'ye mi saldırdı?'[310]
deyince 'Daha da beter! Hz. Peygamber eşlerini boşamış' dedi. Sabahleyin
kalkıp Medine'ye indim. Hz. Peygamberce birlikte sabah namazını kıldım. Hz.
Peygamber namazı bitirince evin üst katına çıktı, tek başına bir köşeye oturdu.
Hafsa'nın yarana gittim. Baktım ki oturmuş ağlıyor. Hafsa'ya: 'Sana daha önce
söylemiştim' dedim.
Hafsa'nın yanından
kalkıp mescide girdim. Sahabe-i kiramın minberin yanına oturmuş ağlaştıklarını
gördüm. Gidip yanlarma oturdum. Ama içim rahat değildi, çok huzursuzdum. Kalkıp
yukarı kata, Hz. Peygamber'in yanına gittim. Hz. Peygamber'in özel hizmetkârı
Rebâh'a: 'Resûlullah'a haber ver' dedim. Ama Hz. Peygamber cevap vermedi.
Tekrar mescide geldim ve biraz oturduktan sonra dayanamayıp yine Resûlullah'm
oturduğu yerin alt katına giderek hizmetkârdan görüşebilmem için izin almasını
istedim. Hiç bir cevap gelmeyince bağırarak:
'Ey Rebâh! Benim için
Hz. Peygamber'den izin iste. Hafsa'ya aracılık yapmak için geldiğim
zannedilmesin. Allah'a andolsun ki Resûlullah emrederse, Hafsa'nın boynunu
uçururum' dedim.
Hz. Peygamber izin
verdi, içeri girdim. Resûlullah'm bir hasır[311]üzerine
yaslanmış olarak yan oturur, yarı yatar vaziyette durduğunu ve mübarek
vücuduna hasırın izlerinin çıktığını gördüm. Etrafa göz gezdirdiğimde gördüm
ki, bir tarafa bir avuç çavdar konulmuş, diğer bir köşede bir hayvan postu
sallanmaktaydı. Gözlerimden yaşlar boşandı. Hz. Peygamber sebebini sorunca:
'Şu hale ağlamayayım da neye ağlayayım? Bizans imparatorları, İran şahları zevk
ü sefa içerisinde yüzüyorlar. Siz Peygamber olduğunuz halde durumunuza bakın'
dedim. Bunun üzerine Hz. Peyamber: 'Sen Bizans imparatorunun ve Iran şahının
dünyayı almasına ve bizim de ahireti almamıza razı değil misin?' buyurdu.
'Allah Resulü eşlerini
boşadı mı?' diye sorunca, Hz. Peygamber: 'Hayır' buyurdu.
Ben ilk önce: 'Allahu
ekber!' diye bağırdım. Sonra: 'Mescidde bütün sahabe-i kiram üzgün üzgün
bekleşmekteler, izin verirseniz, gideyim olayın yanlış olduğunu haber vereyim'
dedim, tylâ süresi —yani bir ay— olan zaman geçmiş olduğundan Hz. Peygamber
üst kattan aşağı indi[312] ve
herkesi huzuruna kabul etti. Bundan sonra tahyir âyetleri —Hz. Peygamber'in
eşlerinin istediklerini tercih etme hakkını bildiren âyetler— nazil oldu.
Bu âyetler şunlardır:
"Ey Peygamber!
Eşlerine şöyle de: Eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız, gelin size
boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer siz
Allah'ı, Resûlü'nü ve ahiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah içinizden güzel
davrananlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzâb, 33/28-29)
Bu âyetlerle Hz.
Peygamber eşlerine 'önünüzde iki seçenek vardır. Dünya ve ahiret. Eğer
istiyorsanız, gelin ben size boşanma hakkınızı vereyim. Yok eğer siz Peygamber'i
ve ebedi hayatı istiyorsanız Allah Teâla sizden iyilik yapanlara büyük
mükafatlar hazırlamıştır' diye haber vermesi emredildi. Ay bitmişti. Hz. Peygamber
üst kattan aşağıya indi ve bütün bu işlerde, Hz. Aişe (ra) en önde bulunduğundan
önce onun yanına gitti ve inen âyetten öncelikle onu haberdar etti. Hz. Aişe
ise: 'Herşeyİ terkederek Allah'ı ve Resulünü tercih ediyorum' dedi. Hz.
Peygamber'in diğer eşleri de aynı cevabı verdiler."
îylâ ve tahyir
meselesi ile Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'nın direnmesi meselesi ve bununla ilgili
bütün olaylar genellikle sanki değişik zamanlarda ortaya çıkmış olaylar gibi
anlatılmıştır. İşin dış yönünü görenler bu anlatış tarzından yanılgıya düşebilirler
de Hz. Peygamber'in her zaman mübarek eşleriyle anlaşmazlık içinde bulunduğunu
zannedebilirler.
Gerçek şudur ki; bu
olayların üçü de aynı zamanda ve peşpeşe meydana gelmiştir. Sahîh-i Buhârf nin
Nikah bölümünde îbn Abbas'ın (ra) ağzından çok genişçe anlatılmış bir rivayet
vardır. Bu rivayette mübarek eşlerinin bir takım isteklerde direnmelerinden
dolayı Hz. Peygamber'in yalnızlığa çekilmesi, sırrı açıklama olayı, tahyir
ayetinin inmesi, bunların hepsinin aynı zamanda ve peşpeşe meydana gelen
olaylar olduğunu açık bir ifadeyle belirtmiştir. Hafız îbn Hacer, Hz. Peygamber'in
yalnızlığa çekilmesinin çeşitli sebepleri olduğunu yazarak, şöyle demiştir:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in güzel ahlâkı, iyi kalpliliği ve çok affedidliğine
bu yakışır. Resûlullah, onlardan bu tür hareketlerin bir daha tekrar etmemesi
üzerine artık böyle yapma gereğini duymamış olacaktır."[313]
Direnme hakkında nazil
olan âyetten anlaşılıyor ki, bu direnme hareketi, çok zararlı ve çok
tehlikeliydi. Bu konudaki âyet şöyledir:
"Eğer O'na karşı
koymak için birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah O'nun
mevlasıdır. Cebrail de ve mü'minlerin salih olanları da, bunların arkasından
melekler de O'nun destekçisidirler." (Tahrîm, 66/4)
îşte bu âyette, Hz.
Aişe ile Hz. Hafsa'nın Peygamber'e karşı direnmekte devam ettikleri taktirde, Peygamber'e
yardım için Allah'ın, Cebrail'in ve salih müslüman-ların hazır oldukları ve
bununla yetinmeyip hatta meleklerin bile yardım için bekledikleri
belirtilmiştir. Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla direnmenin sebebi sadece,
bu direnme aracılığıyla nafakalarında biraz rahatlama istemeleriydi. Eğer
Mâ-riye el-Kıptiye'nin rivayeti kabul edilirse, bunun sebebi sadece
Resûlullah'in Mâri-ye'den uzak tutulmasıydı. Ama bunlar o kadar önemli şeyler
midir ki, Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'nın (ra) herhangi bir plan yapmaları böyle
tehlikeli olabilsin de bunu savmak için dergâh-ı ilâhîden yardıma gerek olsun.
O yüzden bazıları bu
direnişin öyle basit bir mesele olmadığını düşünmektedirler. Medine-i
Münevvere'de büyük çapta bir münafık güruhu vardı. Sayılarının 400'e kadar
ulaştığı bildirilmiştir. Bu yaramaz, haşan insanlar daima pusuda bekler ve
nasıl bir yolunu bulalım da doğrudan Hz. Peygamber'in ailesine ve en yakın
arkadaşlarına bir darbe indirelim diye fırsat beklerlerdi.
tbn Hacer el-îsâbe
isimli eserinde, Ümmü Celdah'ın durumu hakkında şunları yazar: "Bu kadm
daima Hz. Peygamber'in eşlerini birbirine karşı kışkırtmaya çalışırdı."
îfk olayında bu kadının işini başardığının alâmeti görülmüştü. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem onbeş gün boyunca Hz. Aişe'ye dargın kaldı. Hz.
Hassan (ra) da ifk olayına katılmıştı. Fitnecilerin ve münafıkların gizli
oyunlarını sezemediğinden onların sözlerini doğru zannetmişti Hz. Peygamber'in
baldızı yani karısı Zeyneb'in (ra) kızkardeşi olan Hamane de oyuna gelmişti.
Nitekim bu dedikoduya katılmış ve propagandasını yapmıştı. Hz. Ebu Bekir bu
töhmet ve iftiraya katılan yakın akrabası Musattah'ı mali yardımdan yoksun
bırakmıştı.
Kısacası; eğer Hz.
Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren vahiy gelmeseydi, büyük bir fitne kopacaktı. Anlaşılıyor
ki, Hz. Peygamber'in mübarek eşlerinin arzu ve isteklerinin, burukluk ve küçük
isteklerinin ne noktada olduğunu münafıklar öğrenmişlerdi. O yüzden de bu kötü
niyetli insanlar onları tahrik ederek kışkırtmak istemiş olacaklardır.
Direnişin başı Hz. Aişe ile Hz. Hafsa olduğundan münafıklar, onlar aracılığıyla
babaları Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i de bu oyuna getirebileceklerini ve bu
fitneye düşürebileceklerini düşünmüş olmalılardır. Ama münafıklar, Ebu Bekir'le
Hz. Ömer'in, Hz. Aişe ile Hz. Hafsa'yı Hz. Peygamber'in ayağının tozuna kurban
edebileceklerini bilmiyorlardı. Nitekim Hz. Ömer'in, Hz. Peygamberle
görüşmesine izin verilmeyince o: "Emir verilirse Hafsa'nın başını
getireyim" diye bağırmıştı.
Âyet, münafıklara
hitab etmekte ve sözü onlara çevirerek şöyle demektedir:
"Eğer —Aişe ve
Hafsa— bir plan kursalar da münafıklar da bundan yararlan-salar, Allah
Peygamber'ine yardım etmeye hazırdır. Allah'la birlikte Cebrail, melekler
hatta bütün kâinat yardımcısıdır." (Tahrîm, 66/4) [314]
Yalancı râviler, bu
olaylarla ilgili o kadar yakıştırma, o kadar uydurmalar sergilediler ki ünlü
tarihçiler ve siyer yazarları bile bu rivayetleri, birer belge ve delil olarak
eserlerine aldılar. O yüzden bu konuyu biraz detaylandırmak istiyoruz.
Hz. Peygamber'in,
mübarek eşlerinin duygularını gözönüne alarak birşeyi kendine haram ettiği
bilinmektedir. îşin bu kadarı genellikle herkes tarafından kabul edilmekte ve
bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmektedir. Bu kadarı bir gerçektir. Ama ihtilaf
edilen nokta, kendine haram ettiği şeyin ne olduğudur. Birçok rivayette de
bildirildiği üzere Mâriye el-Kıptiyye Mısır hükümdarının, Hz. Peygamber'e
hediye olarak gönderdiği bir kızdı. Mâriye el-Kıptiyye rivayeti tüm
detaylarıyla değişik rivayet kanallarından anlatılmıştır. Bu rivayetlerde
Hafsa'nın (ra) ifşa ettiği sırrın, işte bu Mâriye el-Kıptiyye'nin sırrı olduğu
da anlatılmıştır.
Her ne kadar bu
rivayetler tamamen uydurma ve anlatılmaya değmezse de, Hz. Peygamber'in ahlâk
değeri üzerinde ileri geri sözler söyleyen birçok Avrupalı tarihçinin bütün
dayanakları bunlar olduğu için, bunların hiç bir değeri olmadığını, tamamen
ölçüsüz, mesnedsiz şeyler olduğunu göstermek zorundayız. Bu riva-.yetlerde
anlatılan olayın ayrıntıları hakkında her ne kadar görüş ayrılığı varsa da,
Mâriye el-Kıptiyye'nin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in cariyesi
olduğunda ve Hafsa'nın öfkelenmesinden dolayı Hz. Peygamber'in, onu kendine haram
kıldığında hepsi ortak görüştedirler.
Hafız tbn Hacer,
Sahîh-i Buhârî şerhindeki Tahrîm sûresinin tefsirinde şöyle yazmaktadır:
"Ve Saîd b.
Mansur, Mesrûk'a kadar ulaşan sahih bir senedle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in, Hafsa (ra) önünde cariyesine yaklaşmayacağına yemin ettiğini
rivayet etmiştir."
Bundan sonra Hafız Ibn
Hacer, Hüseyin b. Kuleyb'in Müsned'inden ve Taberâ-nî'den çeşitli rivayetleri
nakletmiştir. Onlardan biri şu rivayettir:
"Taberânî, Dahhâk
yolu ile îbn Abbas'tan (ra) şöyle rivayet etmiştir: Hafsa (ra) evine gittiğinde
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i Mâriye ile birlikte yatakta gördü.
Bunun üzerine o, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i kınadı."[315]
îbn Sa'd ve Vâkıdî bu
rivayeti müstehcen kelimelerle nakletmiştir. Bunları buraya almıyoruz. Ama
bütün bu rivayetlerin sadece iftira ve bühtan olduğu ortadadır.
Allâme Aynî, Buhârî
şerhinin nikâh babmda şöyle demektedir:
"Ayetin nazil
oluşunun sebebi hakkında ileri sürülenlerin en doğrusu; ayetin, Mâriye meselesi
üzerine değil, bal meselesi üzerine indiğidir. Sahîh-i Buhârî ve Sa-hîh-i
Müslim'in dışmdaki kitaplarda anlatılanlar hakkında Nevevî: "Mâriye olayı
doğru şekilde rivayet edilmemiştir' demektedir."[316]
Bu hadis, îbn Cerir
tefsirinde, Taberanf de ve Huşeym'in Müsned'inde değişik rivayet yollarıyla
nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında genellikle her türü bulunduğundan ve
onların içine güvenilir veya güvenilmez rivayetler de karıştırıldığından,
doğrulukları ve sağlamlıkları hakkında özel bir araştırma yapılıp gerçek ve
doğru oldukları isbat edilmemişse onlara değer verilmez. Hânz îbn Hacer bu rivayetler
içinden ancak Mesrûk'a isnad edilen rivayetleri kabul etmiştir.[317]
Halbuki bu rivayette Mâriye el-Kıptiyye'nin adı kesinlikle bulunmamaktadır.
Sadece Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Hafsa'run önünde:
"Cariyemin yanma gitmeyeceğim, o bana haramdır" diye yemin ettiği
kadarı vardır. Ayrıca Mesrûk tâbiin-dendir ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'i görmemiştir. Öyle olunca da bu rivayet, hadis usulü açısından
münkatı' yani kopuktur. Sened zinciri sahabîye ulaşmamaktadır. Bu hadisin bir
başka yolla nakledilenine Hâhz îbn Kesîr tefsirinde sahih denmiştir. Ama bunun
da râvilerinden biri Abdülmelik Rakkâşrdir ki, onun hakkında Dârekutnî şöyle
demiştir:
"Senetlerde ve
hadisin asıl kelimelerinde çok yanlışlık yapar."
Mâriye ile ilgili
rivayetin, altı sahih hadis kitabından hiçbirinde zikredilmediği herkes
tarafından bilinen bir gerçektir. Şu da bir gerçektir ki; Sahîh-i Buhârf de ve
Müslim'de anlatılan Tahrim sûresinin iniş sebebinin, bal olayı olduğu
kesinlikle sabittir. Hadis imamlarından olan îmam-ı Nevevî, Mâriye konusunda
hiçbir sahih rivayet bulunmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Hâhz îbn
Hacer ve îbn Kesîr'in doğru dediği rivayetlerden biri münkatı'dır, diğerinin
ise râvisi çok hatalı biridir. Bütün bunlardan sonra bu rivayetlerin sağlam
olduğunu kim söyleyebilir. Yapılan bu inceleme, rivayet usulü açısındandı.
Dirayet açısından bakıldığında ise kesinlikle ele avuca gelir tarafı yoktur.
Bu rivayetlerde anlatılan bayağı olaylar özellikle Taberî ve diğerlerinde
anlatılan değersiz ayrıntılar; basit bir adama bile yakıştınl-mazken nasıl olur
da kutsallıkta, ince duygululukta ve tertemiz bir ışık huzmesi gibi
parıldamakta bir benzeri olmayan vede benzeri olabileceği düşünülemeyen bir
iffet âbidesine —Hz. Muhammed'e— isnâd edilebilir. [318]
Tebük, Medine ile Şam
arasındaki yolun tam ortasında, her iki şehre de eşit uzaklıkta bulunan bir
yerin adıdır. Medine'den 14 durak uzaklıktadır.
Mûte savaşından sonra
Bizans imparatoru Arabistan'a saldırmaya karar vermişti. Suriye'de,
Bizanslıların idaresi altında hüküm süren Gassân kabilesi hıristi-yan dininde
olduğundan Bizans İmparatoru bu kabileyi Medine'ye saldırmakla görevlendirdi,
tşte bu yüzden Gassân kabilesinin Medine'ye saldırmak üzere olduğu herkesin
dilindeydi. Hz. Peygamberin îylâ olayında, Utbân b. Mâlik ansızın gelip Hz.
Ömer'e: "Kıyamet koptu" dediğinde Hz. Ömer'in: "Hayrola,
Gassânîler mi geldi?" demesinin sebebi buydu.
Suriye'nin Nabatî
tüccarları Medine'ye zeytinyağı getirip satarlardı. Bunlar Bizanslıların,
Suriye'de büyük bir ordu topladığını ve askerlere aylıklarının bir yıllık tutarını
dağıttıklarını, Lahm, Cüzzam ve Gassân kabilelerinin bu orduya katıldıklarını
ve öncü birliğinin Belkâ'ya kadar geldiğini haber verdiler.
el-Mevâhibu'l-Ledünniyye, Taberf den şu rivayeti nakletmiştir: "Arap
hıristiyanları, Heraklius'a: 'Muhammed ölmüştür, Araplar ise şiddetli bir
kıtlığa yakalandıkları için açlıktan kırılmaktadırlar' diye mektup yazdılar. Bunun
üzerine Heraklius 40.000 asker gönderdi."
Bunlar olurken bütün
Arabistan'da haberler yayıldı. Deliller o kadar kuvvetliydi ki yanlış olma
ihtimali yoktu. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem ordu
hazırlanmasını emretti. Müthiş bir kıtlık ve şiddetli sıcak hakimdi. Bu
olumsuzluklardan dolayı insanların evlerinden ayrılmaları son derece zordu.[319]
Zahirde kendilerini müslüman gösteren münafıkların yüzündeki perde kalkmıştı.
Kendileri gitmemek için bahaneler uydururken,[320]
başkalarını da bu sefere katılmaktan menediyorlardı ve: "Sıcakta dışarı
çıkmayın" (Tevbe, 9/81) diyorlardı.
Süveylim diye bir
yahudi vardı. Münafıklar evinde toplanır, insanları sefere katılmaktan
alıkoymak için çare ararlardı.
Bizanslılar'ın saldın
endişesi olduğundan Hz. Peygamber, bütün Arap kabilelerinden askeri ve mali
yardım istedi.[321]
Sahabe-i kiramdan Osman (ra) 200 okka gümüşle 200 deve verdi.[322] Bir
çok şahabı büyük miktarda para getirip verdiler. Yine de birçok müslüman bu
sefere katılacak para ve imkânları olmadığından geride kalmış, sefere
katılamamışlardı. Bunlar Hz. Peygamber'in huzuruna geliyor, katılamadıklarından
dert yanıyor, içten gelerek öyle ağlıyorlardı ki, Hz. Peygamber onlara
acıyordu. Buna rağmen bu sefere katılabilmeleri için hiç bir imkân sağlanamadı.
Tevbe sûresinin şu âyetleri onlar hakkında inmişti:
"Kendilerine
binek sağlaman için sana geldiklerinde: 'Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum'
deyince, harcayacak bir şey bulamadıkları için üzüntüden ağlayarak dönen
kimselere de -sorumluluk yoktur-." (Tevbe, 9/92)
Medine'den ayrılırken
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bir sahabîyi şehre valisi tayin
etmesi âdetti. Bu savaşta, diğer savaşların aksine mübarek eşlerinden
hiçbirini yanına almadı. Aile fertlerini koruması için yakın birini bırakması
gerekliydi. Bu görev Hz. Ali'ye verildi, ama Ali: "Siz beni kadınlar ve
çocuklar arasında bırakıp gidiyorsunuz" diye şikayet edince Hz.
Peygamber: "Sen bana göre Harun'un (as) Musa'ya (as) olduğu gibi olmak
istemez misin?" buyurdu. Kısacası 30.000 askerle Medine'den çıktı. Bunlar
arasında 10.000'i süvariydi. Yol boyunca, Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan ibretli
yerler geçildi. Semud kavminin toprakları, evleri ve yurtları görüldü. Bunlar
dağlara oyulmuş, kayalar arasına yapılmış meskenlerdi. Bunlara ilâhî azap
indiğinden ve büyük semavî afetler gediğinden Hz. Peygamber, hiç kimsenin
burada oyalanmamasını, su içmemesini ve hiç bir şey yapmamasını emretti.
Tebük'e
ulaştıklarında, Bizans ordusunun saldırmak üzere olduğu hakkında daha önce
aldıkları haberlerin doğru olmadığı anlaşıldı. Ama tamamen asılsız da değildi.
Gassân kabilesinin lideri, Araplarla anlaşmalar yaptıktan sonra böyle bir
saldırı hazırlığı içindeydi. Sahîh-i Buhârfnin Tebük savaşı bahsinde, Ka'b b.
Mâ-lik'in (ra) olayı şöyle anlatılmaktadır: "Suriye'den bir haberci geldi
ve Ka'b'a, Gassân kabilesinin liderinin bir mektubunu verdi. Bu mektupta:
"Muhammed'in sana değer vermediğini, sânına uygun davranmadığını duydum.
Yanıma gel, ben senin sânına uygun davranacağım" diye yazıyordu. Ka'b (ra)
her ne kadar Hz. Peygam-ber'in tenkidine ve kendisiyle ilişkisini kesmesine
maruz kalmışsa da bu mektubu okuduktan sonra ateşte yaktı."
Hz. Peygamber Tebük'e
ulaştıktan sonra yirmi gün kadar burada kaldı. Yuhan-na adındaki Eyle[323]bölgesi
lideri Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek cizye vermeyi kabul etti. Beyaz bir
katırı da hediye olarak takdim etti. Buna karşılık Hz. Peygamber ona mübarek
hırkasını hediye etti.[324]
Cerbâ ve Ezruh kabilelerinin hıristiyanları da gelip cizye vermeye razı
olduklarını belirttiler. Şam'a beş durak mesafede olan Devmetu'l-Cendel adlı
bölgede Ükeydir adında bir Arap lider vardı. Bizans İmparatorunun etkisi
altındaydı. Hz. Peygamber, Hz. Hâlid'i 420 kişiyle birlikte onunla savaşmak
üzere gönderdi. Hâlid (ra) onu esir etti ve bizzat Medine'ye Hz. Peygamberdin
huzuruna gelerek barış şartlarını görüşmek şartıyla serbest bıraktı. Nitekim,
kardeşiyle birlikte Medine'ye geldi, Resûlllah da ona güvence verdi.
Hz. Peygamber
Tebük'ten dönüp de Medine'ye yaklaşınca bütün insanlar hasretle karşılamaya
çıktılar. O derecede ki, Resûlullah'ın eşleri bile heyecana gelip evlerinden
çıktılar. Kadmlar ve kız çocukları Hz. Peygamber'in geldiği yöne doğru
karşılamaya gidiyor ve şu şiiri şarkı halinde terennüm ediyorlardı:[325]
"Veda tepelerinin
arkasından bize ayın ondördü gibi Hz. Peygamber doğup geldi.
Dünya'da bir Allah'a İbadet
eden bulunduğu sürece bizim için Allah'a şükretmek farz oldu." [326]
Münafıklar her
fırsatta müslümanlar arasına fitne sokmaya, aralarını açarak birbirine
düşürmeye çalışıyorlardı. Bir süreden beri Kubâ mescidinin yıkıntıları üzerine
yaşlılıktan, zayıflıktan veya herhangi bir sebepten dolayı Peygamber mescidine
gidemeyen insanların buraya gelip namazlarını kılmaları bahanesiyle başka bir
mescid yapmayı düşünüyorlardı. Medineli Evs ve Hazrec kabilesinden oluşan
en-sârdan Ebu Amir hıristiyan olmuştu. Münafıklara şöyle dedi: "Siz
hazırlıklarınızı yapın. Ben Bizans imparatoruna gidiyorum, oradan asker
getirerek bu memleketten İslâm'ı silip süpüreceğiz" dedi.[327]
Resûlullah, Tebük'e
gideceği sırada münafıklar kendisine gelip: "Biz, hastaların, özürlü
kişilerin namaz kılmak için uzak mesafelere gidememelerinden dolayı ayrı bir
mescid yaptık. Buraya gelerek bir vakit namaz kıldırın da mescidimiz hayırlı,
mübarek olsun" dediler. Hz. Peygamber ise: "Şimdi uzun bir sefere
çıkıyorum, gelemem" buyurdu. Hz. Peygamber Tebük'ten geri döndüğünde
Mâlik (ra) ile Ma'n b. Adiyy'e (ra) emir vererek: "Gidin, mescidi ateşe
verin!" buyurdu. O mescid hakkında şu âyetler nâzü olmuştu:
"—Münafıklar
arasında— bir de —mü'minlere— zarar vermek, —hakkı— inkâr etmek, mü'minlerin
araşma ayrılık sokmak ve daha önce Allah'a ve Resûlü'ne karşı savaşmış olan
adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: —Bununla— iyilikten başka bir şey
istemedik, diye yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların
kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.
Onun içinde asla namaz
kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescid —Küba mescidi— içinde namaz
kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi seven adamlar vardır. Allah da
çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/107-108) [328]
Mekke Hicretin 8.
yılda fethedildi. Ama ülkede tam bir güven ve huzur sağlanamadığından o yıl da
hac eskiden olduğu gibi müşriklerin gözetimi altında ifa edildi. Müslümanlar,
Mekke valisi tayin edilen Abbas b. Üseyd (ra) ile birlikte Hac görevini yerine
getirdiler. Ancak Hicrî 9. yılda Kabe küfür ve şirkin karanlıklarından aydınlığa
çıkarak ilk defa ibrahim Peygamberin yaptığı gibi ibadet merkezi haline geldi.
Tebük savaşından geri
döndükten sonra, Hicrî 9. yılın Zilkade veya Zilhicce ayında Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem üçyüz müslümandan oluşan bir kafileyi, hac için
Medine-i Münevvere'den gönderdi. Bu kafilede topluluğun başkanı Ebu Bekir
(ra), islâm'ın sözcüsü Hz. Ah" (ra), Sa'd b. Ebu Vakkas, Câbir (ra), Ebu
Hureyre (ra)[329] ve diğer rehberler ve
muallimler bulunuyordu. Hz. Peygamber tarafından verilmiş olan yirmi kurbanlık
deve de yanlarındaydı.
K ar'ân-ı Kerim bu
hacca Hacc-ı Ekber'[330]
demektedir. Çünkü hac ilk defa Hz. ibrahim'in (as) sünnetine uygun bir şekilde
ifae edildi. Bu haccm amacı; Halil ibrahim evinde, cahiliye döneminin
bittiğinin ve islâm idaresinin başladığının ilan edilmesi, haccm şartlarının ve
merhalelerinin öğretilmesi, cahiliye dönemi merasim ve adetlerinin ortadan
kaldırılmasıydı.
Hz. Ebu Bekir haccın
merhalelerini ve şartlarını insanlara öğretti. Kurban kesme günü hutbe okudu.
Bu hutbede haccm şartlarını ve kaidelerini anlattı. Daha sonra Hz. Ali (ra)
ayağa kalktı. Tevbe sûresinin kırkma ayetini okuyarak insanlara duyurdu ve o
günden sonra hiç bir müşriğin Kabe'ye giremeyeceğini, hiç kimsenin çıplak hac
yapamayacağım ve müşriklerle yapılan bütün sözleşmelerin, müşrikler sözlerinde
durmadıklarından bugünden itibaren dört ay sonra bitmiş olacağını İlan etti.
Ebu Hureyre ve diğerleri boğazları yırtılırcasına yüksek seslerle bu ilam
bağıra bağıra insanlara duyurmak için tekrarladılar.[331]
Allah Teâlâ'nın bu
ilanı emrettiği Tevbe sûresinin ilk âyetleri şunlardır:
"Allah ve
Resûlü'nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır.
-Ey müşrikler!-
Yeryüzünde dört ay daha dolaşın, iyi bilin ki siz Allah'ı aciz bırakacak
değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil edecektir.
Hacc-ı Ekber -en büyük
hac- gününde Allah ve Resûlü'nden insanlara bir bildiridir: Allah ve Resulü
müşriklerden bendir. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer
yüz çevirirseniz bilin ki, gerçekten Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. -Ey
Muhammedi- o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele.
Ancak kendileriyle
anlaşma yaptığınız müşriklerden -anlaşma şartlarına uyan-hiçbir şeyi size eksik
bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar -bu
hükmün- dışındadır. Onların anlaşmalarını, süreleri bitinceye tamamlayınız.
Allah -haksızlıktan- sakınanları sever." (Tevbe, 9/1-4)
"Ey iman edenler!
Müşrikler ancak pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28)
Taberî, Süddî
vasıtasıyla, bu ilandan sonra kâfirlerin tamamının müslüman olduklarını
rivayet etmiştir.[332] [333]
Dokuz yıl sonra bütün
bölge ve Mekke'de güven ve huzur devri başlamış oldu. Bundan böyle islâm
devletinin kurulmuş olmasının nimetleri elde edilmeye başlandı. Zekat emri bu
yıl indi ve zekat toplanması için kabileler arasmda görevliler tayin edildi.[334]
Müslüman olmayan bazı kabileler de İslâm'ın gölgesine sığındılar. Onların cizye
vermesini bildiren şu âyet indi:
"Onlar hor ve
küçülmüş oldukları halde kendi elleriyle -boyun eğerek- cizye verinceye kadar
harbedin." (Tevbe, 9/29)
Faizin haramhğı da bu
yıl bildirildi ve bundan bir yıl sonra Hicrî 10. yılda Hz. Peygamber Veda
haccında bunu herkese ilan etti.
Müslümanların birkaç
yılı Habeşistan'da himayesinde geçirdikleri Necâşî bu yıl Öldü. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem onun ölümünü ilan ederek: "Ey müs-lümanlar! Bu
gün sizin temiz kardeşiniz, Ashame vefat etmiştir. Onun için Allah'dan mağfiret
dileyiniz" buyurdu. Daha sonra Necâşî için gıyabında cenaze namazı
lalındı. [335]
Kitabın bu cildi Hz.
Peygamber'in hayatındaki olayları ele almakta olup bunlarla sınırlıdır. Diğer
cilt ise şüphe ve tereddütleri gidermeyi, çeşitli itirazları, ilmî delilleriyle
cevaplayarak geçersiz kılmayı hedefler. Savaşlarla ilgili konular,
tereddütlerin giderilmesi hedeflenen ciltte yazılsaydı belki daha iyi olurdu.
Ama siyer kitaplarında önemsenen ve üzerinde durma noktasında en çok göze
çarpan olaylar savaşlardır. Hz. Peygamber'in hayatı incelenirken, sadece siyer
kitapları dikkate alınırsa Hz. Pey-gamber'in bütün hayatı savaşlardan ibaretmiş
gibi görülür. Nitekim siyer üzerinde ilk yazılmış kitaplar, siyer kitabı olarak
değil de gazveler kitabı olarak ün salmışlardı. Örneğin îbn Ukbe Megâzî'si,
îbn îshâk Megâzî'si, Vakıdî Megâzî'si gibi kitaplar bunu gösterir. Bu yazım
biçimi bu güne kadar geldiğinden, bunlardan tamamen farklı bir üslupla yazılan
siyerleri okuyanlar başka bir kitap okuduklarını zannedeceklerdir.
Ama savaşları
okuduktan sonra kafalarda doğabilecek soruları hemen cevap-landırmayıp başka
bölümlere bırakmak, okuyucuların rahatsız olmasma sebep olacaktı. Bu yüzden
biz de savaşları söz konusu tereddütlere de cevap vermeye çalışarak bütün
genişliğiyle yazmak zorunda kaldık.
islâm çizgisinin
dışındakiler, savaşların amaç ve nedenlerini anlamada yanılgıya düşmüşlerdir.
Sadece kötü niyetliler değil, iyi niyetliler bile yanılmışlardır. Ama bu öyle
fazla şaşılacak bir sonuç değildir. Çünkü siyer müelliflerimiz tarafından
yazılanlar, sadece dostları değil, düşmanları bile yanlış düşüncelerinden
dolayı mazur gösterecek türdendir. [336]
Bu konuda öncelikli
olarak yapacağımız şey; Arap milletinin ve Arap soyundan gelenlerin savaşla,
yağmacılıkla ne gibi bir ilişkisi olduğunu araştırmaktır. Her milletin kendine
özgü ahlâkı, adetleri, töreleri, bağlan, iyi yönleri, nitelikleri kısacası bir
bütün olarak o milletin kültürü vardır ki, o millette yaşanan her şey bundan
doğmakta ve buna uygun olarak gelişmektedir. Araplar'da hayat kültürünün özü,
savaş ve yağmacılıktı. Bu kültür şöyle başlamıştı: Arabistan yerüstü
zenginlikleri olmayan, tarımdan yoksun bir çöl ülkesiydi. Çaresiz ve yoksuldu.
Hiç bir bakımdan gelişmemişti, insanlar cahil ve görgüsüzdü. Gıda ve giysi
olarak ihtiyaç duyulan her şey, koyun, keçi ve deveden ibaretti. Onların
sürünü içer, etlerini yer ve yünlerini dokuyarak kumaş ve giyecek yaparlardı.
Ama bu da herkese nasip olmaz, olsa bile ihtiyaca cevap verebilecek kadar
olmazdı. O yüzden savaş ve yağmacılık başladı. Geçimin en önemli, hatta tek
yolu yağmacılık oldu. Ebu Ali el-Kâ-lî, eî-Emâiî isimli kitabında şöyle der:
"Bunun da sebebi;
peşpeşe üç ayı yağma yapmadan geçirmeyi nefretle karşılamalarıydı. Çünkü
yegâne geçim kaynaklan yağmacılıktı."[337]
Yağmada daha çok koyun
ve keçi ele geçirildiğinden, koyuna Arapça'da ğa-nem (ganimet=koyun)
dendiğinden yağma edilen mala ganimet (=yağmada ele
geçirilen mallar) denmeye başlanmıştı.[338]
Daha sonra bu kelime öyle bir genişlik kazanmıştı ki, Bizans imparatorunun,
Iran kisrasının tacını, tahtını, ülkesini ele geçirmeye bile bu isim
verilmişti.
Bu kelime, zamanla
Araplar'ın, Arapça'nın ve Arap tarihinin en sevimli, en çok kullanılan, en
derin etki yapan kelimesi haline geldi. Bugün bile bir kral, bir kabile, bir
kabile şeyhi kendi yakınlarını, dostlarını yolculuğa gönderirken "salimen
ğâ-nimen" (=güvenle ve ganimetle), yani emniyetle ve kârla dön derlerdi.
Dilimizde de en değerli, en güzel şeye ganimet denir. Örneğin "Bize teşrif
ermeniz bizim için büyük bir ganimettir" ve benzeri cümleler gibi. İşte bu
deyimler Arapça'daki o 'ğa-nem' kelimesinden kaynaklanan terim ve deyimlerdir.
Geçim zorluğundan
dolayı bütün Arabistan'da yağmacılık ve savaş yaygınlaşmıştı. Bütün Arap
kabileleri birbirlerine başlan yaparlardı. Sadece hac aylarmda baskınları
durdurur, yağmacılık ve çapulculuk yapmazlardı. Çünkü dinî açıdan bu dört ayın
özelliği vardı. Bu aylara 'haram aylar' derler ve bu aylarda savaşmayı
durdururlardı. Ama üç ay boyunca geçimlerini temin etmeden aç durmak çok zor
olduğu için "nesî" diye bir adet ortaya koymuşlardı. Yani mecburiyet
karşısında o ayların yerlerini diğer aylarla değiştirmeye başlamışlardı.
Hafız Ibn Hacer,
Sahîh-i Buharı Şerhi'nde (Tevbe sûresi Tefsirinde) şöyle demektedir:
"Ardarda üç ay
savaştan mahrum kalmamak için Muharrem ayını Safer ayı ile Safer ayını da
Muharrem ayı ile yer değiştiriyorlardı."[339] [340]
Araplar'da savaşın
temel sebebi; öc alma duygusuydu. Zincirleme intikamlar başladığında savaş
için başka birçok sebep ortaya çıkardı. Bu yan sebepler, önem ve etkinlik
açısından ana sebepten daha az değillerdi. Savaş sebeplerinin en başta geleni
ve en önemlisi, intikam alma töresiydi ki, bu bir kanun ve bir düstur haline
gelmişti. Herhangi bir kabilenin bir adamı, herhangi bir sebeple bir yerde öldürülür-se,
öldürülenin kabilesi onun intikamını almayı kendisine en büyük görev bilirdi.
Hatta yüzlerce yıl geçmiş, katilin adı, hatta sülâlesinin adı, sanı unutulmuş
ve sadece katilin kabilesinden bir tek adam kalmış dahi olsa bu öc
unutulmazdı. O intikam alınmadığı sürece kabilevi görev yerine getirilememiş
sayılırdı. Bunun sonucu olarak basit bir öldürme olayı üzerine yüzlerce, hatta
binlerce yıl süren zincirleme savaşlar meydana gelirdi. Hz. Peygamber işte bu
âdeti kaldırdığını Veda hac-cmda ilan etmiş, kendi kabilesinin adamlarını
öldürenleri affettiğini bildirmişti.
Ama çöllerde yaşayan
Araplar arasında bu düşünce tarzı devam etmekte ve millî kültürlerinin en
önemli unsuru olarak durmaktadır.
İntikamla ilgili, çok
tuhaf ve enteresan bir takım düşünceler ortaya çıktı. Örneğin öldürülen kişi
öldükten sonra kuş haline gelir ve intikamı alınmadığı sürece öldürüldüğü
yerde feryad ederek: "Bana su verin, susuzluktan yanıyorum!" diye bağırırdı.
Bu kuşa, "Sadâ" veya "Hâme" denirdi.
Bu konuda Zü'1-Esba' el-Advânî
şöyle demişti:
"Ey Amir! bana
sövüp saymaktan vazgeçmezsen seni Öldürürüm. O zaman ruhun -Hâme- olur ve 'bana
su verin' diye bağırır."
Arap şairlerinden Ebu
Dâvûd el-Iyâdî ise şöyle demiştir:
"Onlar üzerine
ölüm pençesini geçirdi ve
Mezarlarının başında,
-Hâme- 'su verin' diye bağırmaktadır."
Bir de, öldürülen
kişinin intikamı alınmadığı sürece kabri daima zifiri karanlıkta kalır inancı
vardı. Amr b. Ma'dı Kerb'in kızkardeşi, öldürülen kişinin ağzından şöyle
demiştir:
"Eğer intikamımı
almaz da kanımın bedelini alırsanız, ben daima karanlık mezarda karanlıklar
içinde kalacağım."
İşte bu sebepten
dolayı kan bedeli olarak para alıp, intikamdan vazgeçmeyi ayıp kabul ederlerdi.
Aynı kadın şair bir şiirinde şöyle demektedir:
"Eğer intikam
yerine kan bedeli alırsan,
Kulaksız deve kuşunu
kulağından yakalayarak al götür."
Öldürülen birinin
intikammı almadan ağıtlar yakmayı, izzet-i nefis ve onurlu-luk açısından ayıp
kabul ederlerdi. Bir şair şöyle demiştir:
"Ne kadar büyük
bir felaket gelmiş olsa da, Onları bu felaketten dolayı ağlıyor
göremezsin."
Amr b. Külsûm da şöyle
diyor:
"Kadınlarımızın
öldürülenlere ağıt yakmasından veya, Bizim öldürülmekten korkmamızdan Allah'a
sığınırız."
Öldürülen kişinin
intikamı alındığında o insanın arkasından ağıtlar yakılırdı. Bir de şöyle bir
inanç vardı: Yaralanarak ölen kişinin ruhu yarasından çıkardı. Aksi takdirde
ruhu burun yoluyla çıkardı ki bu, son derece ayıp ve utanılacak bir şey kabul
edilirdi. O yüzden hastalıktan dolayı ölmeye "burnu üzere" derlerdi.
Yani burundan çıkan ruh, demekti. Böyle ölmeyi de utanç verici bir Ölüm kabul
ederlerdi. Bunu anlatan bir şair şiirinde şöyle der:
"Bizim hiçbir
liderimiz burun üzere ölmedi.
Ve de hiç bir
öldürülenimizin kanı yerde kalmadı."
Gün geçtikçe
Araplar'ın bütün milli gururlarının, adet ve ahlâklarının ana ekseni, 'savaş'
şeklini aldı. Yani onlann ahlâk ve karakterine yerleşmiş olan ana unsur
araştırıldığında ortaya bu özellik çıkıyordu. Bu, savaş ve çarpışmaydı. Bu karakter
yapısı, Arap kabilelerini müslümanlığa girmekten de bir süre alıkoydu. Amr b.
Mâlik (ra), Hz. Peygamber'in huzuruna gidip müslüman olduktan sonra kabilesine
geri dönüp onları İslâm'a davet edince kabilesinin halkı: "Ukayl
oğullarından alacağımız intikamımız, hakkımız olarak devam etmektedir, onu alalım,
ondan sonra müslüman oluruz" dediler. Nitekim o anda müslüman olmuş olan
Ukayl oğullarına saldırdılar ve Amr b. Mâlik de bu savaşa katıldı. Ama sonradan
kendi eliyle bir müslümamn öldürülmesine son derece pişman oldu.[341] [342]
Yukarıdan beri
anlattığımız üzere savaşların ana nedeni, geçim ihtiyaçlarına dayandığı için,
Araplar için ganimet malmdan daha sevimli bir şey yoktu. Geçim yollan arasında
en helal ve temiz kabul edilen ganimet mallarıydı. Bu düşünce kalplerine o
kadar yerleşmiş ve damarlarına o kadar sirayet etmişti ki, müslüman olduktan
sonra bile bir süre bu düşünce devam etti ve şeriat sahibi şer’i yasaklan nasıl
sıra ile kademe kademe haram etmişse, ganimet mallan konusunda da emirleri
aşamalı olarak uygulamaya koydu.
Şeriatı indiren Allah,
içkiyi haram kılarken önce şu âyeti indirdi:
"Sana şarap ve
kumar hakkında sorarlar. De ki: İkisinde de büyük bir günah vardır."
(Bakara, 2/219)
Bunun üzerine Hz.
Ömer:
"Ey Allahım!
Şarap hakkında bize yeterli açıklık taşıyan bir emir gönder" dedi. Bunun
üzerine de şu âyet nazil oldu:
"Sarhoş
olduğunuzda namaza yaklaşmayınız.." (Nisa, 4/43)
Nitekim namaz vakti
gelince Hz. Peygamber'in emriyle bir kişi yüksek sesle: "Hiç kimse sarhoş
olarak namaza gelmesin!" diye bağınrdı.[343]
Sonra şu âyet nazil oldu:
"Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oklan şeytan işi pisliktir. Bunlardan
uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla ancak aranıza
düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister.
Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 5/90-91)
Hz. Peygamber içkinin
haram olduğu konusunda o kadar kesin ve açık konuşma zorunluluğu hissederek
ısrarla tekrar tekrar anlatmasına ve içki içilen bütün
kapları parçalatmasına rağmen insanlar:
"Şaraptan sirke yapalım" diye Peygam-ber'den istekte bulundular. Ama
Hz. Peygamber insanları bundan da menetti. Her şeye rağmen Hz. Ömer'in
halifeliği döneminde bazı insanlar şarap içtiler. Sorguya çekildikleri zaman
gayet saf ve iyi niyetle: "îyi ve temiz insanlar için içki neden haram
olsun, Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat şarabın haram kılınmasından sonra gelen âyette
şu açıklama vardır" dediler ve aşağıdaki ayeti okudular:
"iman eden ve iyi
işler yapanlara, tattıkları şeylerde hiçbir sakınca yoktur." (Mâide, 5/93)
O sırada birçok sahabî
orada bulunuyordu. Hz. Ömer, Abdullah b. Abbâs'a bakarak: "Bu âyetten ne
kastediliyor?" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas: "Bu, şarabın
haram olduğunu bildiren âyet inmeden önce ölen sahabî hakkındadır" dedi.
Hz. Ömer de bunu tasdik etti ve o kişilere ceza verdi. Nitekim bu olay bütün
ge-nişliğiyle Taberî tarihinde anlatılmıştır.
Bu geniş açıklamayla
anlatmak istediğimiz şudur: Bir şey uzun süre âdet ve alışkanlık olarak
uygulanırsa, onun izleri ve gizli etkileri de uzun süre silinmez. Ganimet
alışkanlığı da böyle olmuştur.
Ganimet malları
toplanmadan önce, ilk kez Bedir savaşında, insanların ganimet malı devşirmeye
çalışmaları üzerine şu âyet indi:
"Allah tarafından
önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka
büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl, 8/68)
Nitekim Sahîh-i
Tirmizfnin, Enfâl sûresini tefsir ettiği yerde bu olay açık bir şekilde
anlatılmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bir kâfiri
öldüren kişiye, Öldürdüğü kimsenin malları ve eşyaları verilir" buyurdu. O
yüzden insanlar ele geçirilen mallarda hak iddia ettiler. Nitekim sancağı veya
bayrağı taşıyan, bu yüzden savaşamayan sahabe-i kiram: "Bu ganimet
mallarında bizim de hakkımız vardır" diye hak iddia ettiler. Bunun
üzerine şu âyet indi:
"Sana savaş
ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber'e aittir."
(Enfâl, 8/1)
Bu âyette anlatılmak
istenen, mücahidlerin ganimet mallarında kendiliklerinden hak iddia
edemeyecekleridir. Bunlann taksimi sadece Hz. Peygamber'in yetkisinde olup
dilediği gibi dağıtabilir. Bu âyetle; savaşlarda herkesin kendi kendine yağma
yaparak istediğini alma yolu kapatıldı. Ama savaş alanları dışındaki yağmalar
uzun süre durdurulamadı. Ebu Dâvûd Sünen'inde bir ensârînin şöyle bir rivayeti
vardır: "Hz. Peygamber ile birlikte bir sefere katılmıştık. Şiddetli
açlıktan ız-dırap duymaya başladık. Tesadüfen karşımızda koyunlar, keçiler
belirdi. Hemen yakalayıp kestik. Ateş üstüne koyup pişiriyorduk ki, Hz.
Peygamber haber alarak geldi. Elindeki yay ile et pişirdiğimiz kabı devirdi ve
'Yağmalanan şey, leşten daha helal değildir, leşten farkı yoktur'
buyurdu."[344]
Hayber savaşı Hicrî 7.
yılda oldu. Barış anlaşması yapılmış olmasına rağmen insanlar, yahüdilerin
hayvanlarını ve meyvelerini yağmaladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber son
derece öfkelenerek bütün sahabe-i kiramı topladı ve şöyle buyurdu:
"Allah Teâlâ/
size izin verilmeden kitab ehli olanların evlerine girmenizi, kadınlarını
dövmenizi ve meyvelerini yemenizi helal kılmamıştır. Ancak onların vermek
zorunda olduklarından size verdiklerini yiyebilirsiniz."
Hz. Peygamber
insanların ganimete olan düşkünlüğünün azalmasını istiyordu. Ama uzun süre
ganimet malına olan bu düşkünlük ve hırs devam etti. Uhud savaşında sadece bu
yüzden yenilgi doğdu. Çünkü bu savaşta Hz. Peygamber, geçidi bekleyen okçulara:
"Savaş durumu ne olursa olsun yerinizden asla ayrılmayınız" diye
söylemesine rağmen, zafere gidilmeye başlayınca insanlar ellerinde olmadan ganimet
malı toplamaya başladılar. Okçular da ganimet malı hırsıyla yerlerinden ayrılıp
mal toplamaya koşunca bunu fırsat bilen düşman arka taraftan saldırmıştı.
Hu-neyn savaşında da yenilginin asıl sebebi yine buydu. Çünkü orada da, herşey
bitip ganimet malı toplamaya sıra gelmeden ganimet malı yağmalamaya başlamışlardı.
Ganimet malı bu
insanlara o kadar cazip geliyordu ki, bazı kimseler kâfirlerden birinin
müslüman olması üzerine, 'O müslüman olduğu için malı yağmalanamaz' diye
üzüldüler. Sünen-i Ebu DâvÛâ'da şöyle anlatılır: "Bir seferde sahabeden
bazıları, kabilelerden birine saldırmak istedi. Kabile halkı ağlayarak
yanlarına geldi. Bunun üzerine sahabîlerden biri: 'La ilahe illallah derseniz,
canlarınız ve mallarınız kurtulur' deyince, 'La ilahe illalah' deyip müslüman
oldular. Bunun üzerine onlara serbestlik ve güvence verdi. Sahabînin
arkadaşları: 'Sen bizi ganimet malından mahrum ettin' diye onu kötülediler.
Bunlar o sahabîyi de yanlarına alarak Hz. Peygamber'e durumu anlatmaya
gittiklerinde, Hz. Peygamber o sahabîyi övdü ve: 'İman ettikleri için serbest
bıraktığın insanlardan her birinin karşılığında büyük sevap alacaksın'
buyurdu."[345]
Tuhafı şudur ki,
insanlar yıllarca ganimet malı almanın sevap olduğunu kabul etmeye devam
ettiler. Ebu Dâvûd Sünen'inde, bir sahabînin Hz. Peygamber'e şunu sorduğu
anlatılır:
'"Ey Allah
Resulü! Bir kişi cihâda katılmak istiyor ve eline bir miktar mal geçmesini de
arzu ediyor, buna ne buyurursunuz?' deyince,
Hz. Peygamber: 'Ona
hiçbir sevap verilmez' buyurdu.[346]
Bu şahabı o cevabı
alınca bunu diğer sahabîlere anlattı. Herkes buna çok şaşırdı ve: 'Sen Hz.
Peygamber'in ne demek istediğini anlamamışsın, tekrar git sor' dediler. O da
tekrar gelip sordu ve aynı cevabı aldı. İnsanlar onu tekrar gönderdiler ve o
tekrar Hz. Peygamber'e geldi ve Hz. Peygamber de tekrar: 'Ona hiç bir sevap
verilmez' buyurdu."
Bu türden birçok olay
vardır. Örnekleri çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz. [347]
Savaşların yaygınlık
ve şiddeti, Araplar arasında son derece çirkin ve vahşice adetler doğurmuştu.
Bunlardan bir kaçını şöyle örnek verebiliriz:
1. Savaş esirlerini öldürürlerken küçücük
çocukları ve kadınları da öldürür, hatta ateşe atıp yakarlardı.[348]
2. Düşmana
dalgınlık veya uyku sırasında ansızın saldırır ve mallarını yağmalamaya
başlarlardı. Bu tarz saldırı yaygın ve çokça benimsenen bir davranıştı. Bir çok
cengâver bu saldırılarda üstün yetenekler elde etmişlerdi. Böyle kimselere
'Fâ-tik' veya 'Fettâk' denirdi. Teebbete Şerran, Süleyk b. es-Silke bu türden
insanlardı.
3. İnsanları
canlı canlı ateşe atarlardı. Amr b. Hind bir Arap lideriydi. Kardeşini Temim
oğulları öldürünce bir kişinin karşılığında yüz kişiyi öldüreceğine dair and
içti. Nitekim Temim oğullarına saldırdı. Onlar da kaçtılar. Sadece yaşlı bir kadın
kaçamayıp kaldı. Bu kadının adı Hamrâ idi. Onu yakalayıp, canlı canlı ateşe attılar.
Tesadüfen Ammâr isimli bir binekli çıkageldi. Amr ona: "Niçin buralarda geziniyorsun?"
diye sordu. Bunun üzerine: "Birkaç gündür yemek yemedim, açlıktan
ölüyorum. Duman çıktığını görünce yemek piştiğini sandım" dedi. Bunun üzerine
Amr, onun da ateşe atılmasını emretti. Emri yerine getirilerek o da ateşe atıldı.
Ünlü şair Cerîr şiirinde bu olaya değinmiştir.
4. Çocuklar hedef yapılarak oklarla vurulurdu.
Dâhis ve Gabrâ savaşlarında Kays, çocuklarını rehin olarak Zübyân oğullarına
vermişti. Zübyân oğullarının reisi olan Huzeyfe bu çocukları alıp götürerek
bir derede kendisine nişan olarak dikti ve alınlarına nişan alarak onları ok
yağmuruna tuttu. Tesadüfen çocuklardan biri ölmedi. Bunun üzerine, ertesi gün
aynı hareketi tekrarlayarak çocuğu alnından vurup vuramayacağım denemek için
yine oklarına hedef yaptı. Halk da bunu seyredip eğlenmek için oraya
toplanmıştı.[349]
5. Bir diğer
insan öldürme şekli de; öldürülecek insanın, elleri, ayaklan ve diğer organları
kesilerek çırpına çırpına can vermesi için ortada bırakılmasıydı. Gatafân ve
Amir savaşlarında işte bu korkudan dolayı Hakem b. Tufeyl kendi kendinin boğazını
sıkarak intihar etmişti. el-Ikd-el-Ferîd'de bu olay bütün genişliğiyle
anlatılmıştır.
Hz. Peygamberin
huzuruna gelerek görünüşte İslâm'ı kabul ettiklerini bildiren Ureyne halkı,
Hz. Peygamber'in kölesini yakalayıp götürdüler. Onun önce ellerini ve
ayaklarını kestiler. Arkasından da gözlerine ve diline diken sapladılar.
Adamcağız çırpına çırpına öldü.[350]
6. Öldükten sonra
bile bir insandan intikam alma hırsı, binbir çeşit ve iğrenç şekilde ortaya
çıkıyordu. Ölülerin ellerini, ayaklarını, kulaklarını, burunlarını ve diğer
organlarını keserlerdi. Uhud savaşında Hind, bu adete uygun olarak Hz.
Ham-za'nın ve diğer şehitlerin organlarını keserek bir ipe dizmiş ve onu
gerdanlık gibi boynuna takmıştı.[351]
7. Düşmanı
yenip ele geçirdiklerinde onu öldürüp kafatasmda şarap içeceklerine yemin
ederlerdi. Sellâfe'nin iki oğlu Uhud savaşında Asım tarafından öldürülmüşlerdi.
Bundan dolayı Sellâfe, Asım'ın kafatasına şarap doldurarak içmeye yemin etti.
Öldürülen kişinin ciğerinin çıkarılarak yenmesi de bir adetti. Hind, Hz.
Hamza'nın ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Bu, daha Önce anlatılmıştı.
8. Hamile
kadınların karınlarını yarar, bununla da övünürlerdi. Arapların ünlü
kahramanlarından ve Hevâzin kabilesinin reisi olan Amir b. Tufeyl gebe kadınların
karınlarını nasıl yardıklarını, mızraklarıyla rahimlerini nasıl
parçaladıklarını övünerek anlatır. [352]
Yukarıda yapılan geniş
açıklamalardan sonra, Hz. Peygamber'in savaşlarının hangi nedenlerden dolayı
ortaya çıktığını ve eski savaş düzeninde ne gibi ıslahatlar yaptığını
araştırmaya yöneliyoruz.
Tarihçiler
"gazve" kelimesini o kadar geniş anlamda kullanmışlardır ki, barışı
ve güvenliği sağlamak için bir yere birkaç kişi de olsa gönderilmişse, bunu da
gazveler (=savaşlar) arasında saymışlardır. Gazveden başka diğer bir kelime de
seriy-yedir. Gazve ile seriyye arasında bazılarına göre şöyle bir fark vardır:
Gazvelerde en azından bir kalabalık meydana getiren belli miktarda insan
bulunması gereklidir. Seriyyede ise hiçbir sayı kaydı yoktur. Bir askerî
harekâtın sonucundan haber almak için tek bir adam bile gönderilmişse, ona da
seriyye denmiştir. Bazılarına göre gazve denmesinin şartı, o sefere Hz.
Peygamber'in bizzat katılmış olmasıdır.
Gerçek şudur ki,
tarihçilerin seriyye dedikleri olaylar bir kaç bölüme ayrılırlar:
1. Düşmanın
hareketlerini öğrenmek için gönderilen keşif hareketleri.
2. Düşmanların
saldırmak üzere gelişini haber aldıktan sonra savunmak için gönderilen öncü
birlikler.
3.
Kureyşliler'in müslümanların hac ve umre yapmalarına izin vermeleri için
Kureyş'in ticaret kervanlarının önlenmesi veya taciz edilmesi maksadıyla
gönderilen birlikler.
4.
Güvenliğin ve bansın ayakta tutulması için gönderilen birlikler.
5. İslâm'ın
yayılması için clavetçiler gönderilmesi ve onların korunması düşüncesi ile
yanlarına bir miktar asker katılmasıdır. Öyle durumlarda kılıca başvurulmaması
kesin şekilde hatırlatılırdı.
Bu şekildeki hareket
ve seferlere "seriyye" denir. Gazvenin iki türü vardır:
1. Düşmanlar
islâm yurduna saldırmışlarsa onlara karşı konulmuştur.
2.
Düşmanların Medine'ye saldırma hazırlıkları haber alınmışsa, onlara karşı daha
önceden hareket edilmiştir.
Hz. Peygamber
döneminde yapılan savaşlar veya bu türden meydana gelen olaylar işte bu iki
amaçtan ortaya çıkmışlardı.
Hz. Peygamber
Mekke'den çıkarak Medine'ye gelince Kureyşliler, islâm'ın ortadan
kaldırılmasına azmettiler. Çünkü Kureyş, islâm hareketinin önü alınmaz da yolu
açık tutulursa, kendi batıl dinine zarar geleceğini ve bütün Araplar arasındaki
etki ve üstünlüklerinin tükeneceğini bildiğinden, bir taraftan Medine'ye saldırma
hazırlıklarına başladı. Diğer taraftan da: "Bu yeni topluluk —Müslümanlar—
eğer başarılı olur da güçlenirlerse sizin özerkliğiniz, hatta varlığınız
ortadan kalkacaktır!" diyerek bütün Arap kabilelerini tahrik etti.
Akabe biâtında,
ensârdan bir grup insan Hz. Peygamber'e biat ederlerken içlerinden biri:
"Kardeşlerim! Neye biat ettiğinizi biliyor musunuz? Bu; Araplarla acemlere
toptan savaş ilan etmektir" dedi.
Bu anlattıklarımızı
Müsned-i Dârimî ve diğerlerinden nakletmiştik.
Hz. Peygamber
Medine'ye geldikten sonra bütün Arap kabileleri Medine'ye saldın
teşebbüslerinde bulundular. Hatta iş, Medine'de muhacirlerle ensârm, gece
uyurken yanlarına »silahlanm alarak uyumalarına kadar vardı. Bundan başka Ebu
Davud'un rivayetine dayanarak Kureyş'in, Abdullah b. Übeyy'e haber gönderip:
"Muhammed'i oradan çıkar! Yoksa biz Medine'ye gelerek hem sizi, hem de
Mu-hammed'i mahvederiz!" dediklerini daha önce aktarmıştık. [354]
Bu gelişmelerden dolayı,
İslâm'ı ve müslüman yurdunu korumak için gerekli tedbirlerin alınması şart
olmuştu. Bu konuda ilk yapılacak şey, geniş çaplı bir haber alma teşkilatının
kurulmasıydı. Nitekim işin başından beri Hz. Peygamber bu düzenlemeye önem
verdi. Arasıra küçük birlikler kurarak değişik yerlere gönderirdi. Bu birlikler
her ne kadar haber toplamak için gidiyorlarsa da kendilerini korumak için
silahlı ve toplu şekilde gidiyorlardı. Tarihçilerin "seriyye"
diye isimlendirdikleri birlikler işte
bunlardır. Ama bazı tarihçilere göre bu birliklerin amacı; herhangi bir
kervanı yağmalamak veya herhangi bir topluluğa ansızın saldırmaktı.
Bu seriyyelerin
amacının saldırma ve yağmalama olamayacağının en büyük akli ve mantıki delili,
gönderilen birliğin 10-12 kişiyi geçmemesiydi. Bu kadar küçük bir birliğin
savaşmak için gönderilemeyeceği ortadadır. Örneğin Hicretin 2. yılında Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abdullah b. Cahş'ı 12 kişiyle birlikte
Mekke'ye gönderdi. Ayrıca iki gün sonra açılmak üzere mühürlenmiş bir mektup
verdi.[355] İki gün sonra
açtıklarında şöyle yazılı olduğunu gördüler: "Mekke ile Tâif arasında
bulunan Nahle'ye varıncaya kadar durmadan git. Orada Ku-reyş'i kontrol et ve
onlar hakkında bilgi topla."[356] [357]
Bu düzenlemenin bir
sonucu olarak, Medine'ye herhangi biri saldırmak istediğinde hemen haber
almıyor ve daha önce hareket edilerek, saldırmak üzere olan düşman üzerine
asker gönderiliyordu. Seriyyelerin çoğu, işte bu türden haber toplamak için
gönderilen küçük birlikler şeklinde oluyordu. Yukarıdan beri seriyyeler
hakkında fazla bilgi vermediğimiz için örnek olarak birkaç seriyyeyi anlatalım
ve siyer uzmanlarının verdikleri kesin bilgilerden bu küçtik birliklerin
savunma amaçlı olarak gönderildiklerini gösterelim.
Hicrî 2. Yıl, Gatafân
Seriyyesi:
"Bu seriyyenin
gönderiliş sebebi Hz. Peygamber'in, Sa'lebe oğulları ve Mehâ-rib oğullan
kabilelerinin meydana getirdiği bir askeri birliğin, saldırmak üzere Zû-Emr'de
toplandıklarını haber almış olmasıydı. Bu askeri birliği, Dü'sûr adlı biri
toplamıştı."[358]
Hicrî 2. Yıl, Ebu Seleme
Seriyyesi:
"Bu seriyyenin
gönderiliş sebebi; Hz. Peygamber (as)'in, Huveylid'in iki oğlu Tuleyha ile
Seleme'nin, kabilelerini ve emirlerindeki adamlarını alarak Hz. Pey-gamber'e
savaş açmak üzere hareket ettiklerini haber almış olmasıydı."[359]
Hicrî 3. Yıl, Hâlidoğlu
Süfyân't öldürmek niyetiyle gönderilen Abdullah b. Enis Seriyyesi:
"îbn Enis'in
başkanlığındaki seriyyenin gönderiliş sebebi; Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi
vesellem'in, Hâlid oğlu Ebu Süfyân'ın kabilesini ve diğer insanları Hz.
Peygamber'le savaşmak üzere topladığını haber almasından dolayı idi."
Hicrî, 5. Yıl, Zâtu'r -Rikâ'
Gazvesi:
"Müslüman
casuslardan biri Hz. Peygamber'e gelerek: 'Enmâr ve Sa'lebe kabileleri
müslümanlarla savaşmak üzere asker toplamaktalar' diye haber verince Hz.
Peygamber hemen harekete geçti."
Hicrî, 5. Yıl,
Devmetu'l-Cendel Gazvesi:
"Ravilerin
anlattıklarına göre: Hz. Peygamber Devmetu'l-Cendel'de büyük bir kalabalığın
toplandığını ve Medine'ye saldırmak istediklerini haber aldı."[360]
Hicrî 5. Yıl, Müreysa'
Gazvesi:
"Mustalık
oğulları kabilesi, Huzâ'a kabilesinin bir koludur ve bu adamlar Müdlic
oğullarının yeminli müttefikleridir. Kabile reisleri ise Haris b. Ebu Dırâr'dı.
O, kabilesini ve etkisi altında bulunan diğer insanları yanma alarak harekete
geçti ve onları Hz. Peygamber'le savaşmaya davet etti, onlar da bunu kabul
etti."[361]
Hicrî 6. yıl, Hz. Ali b. Ebu
Tâlib'in Fedek'e giden seriyyesi:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Fedek denen yerde Sa'de oğullarının Hayber
yahudilerine yardım etmek üzere asker topladıklarını haber aldı."
Hicrî 7. yıl, Beşir b. Sa'd
Seriyyesi:
"Hz. Peygamber'e
Cenâb denen yerde Gatafân kabilesinden bir grubun toplandığı ve Uyeyne b.
Husayn'ın da kendileriyle birleşerek Hz. Peygamber'e saldırmayı söz verdiği
haberi geldi."
Hicrî 8. Yıl, Artır
îbn As Seriyyesi:
"Hz. Peygamber,
Kudâ'a kabilesinden bir grubun müslümanlara saldırmak üzere toplandıklarını
haber aldı."
Kureyş Ticaretinin
Engellenmesi ve Ticaret Yollarının Kapatılması
Buhârfye atıfta
bulunarak yukarıda, Kureyş'le müslümanlar arasında savaş başlamadan önce Ebu
Cehil'in, ensârdan Muaz'a (ra) Kabe'de: "Eğer sizler Muham-med'i
Medine'den çıkarmazsanız, size Kabe'yi tavaf ettirmeyeceğiz" dediğini,
onun da cevaben: "Siz bizim Kabe'ye gelmemizi engellerseniz, biz de sizin
Suriye ticaretinizi engelleriz" dediğini nakletmiştik. Mekke'den Suriye'ye
giden ticaret kafileleri, Medine yakınından geçen bir yoldan giderlerdi.
Kabe'nin müslümanlar için çok özel bir yeri vardı. Çünkü müslümanlar Kabe'yi
inşa eden kimsenin dinine -ibrahim dinine- tâbi idi. Kureyşliler, müslümanları
Hac ve Umre'den mahrum ettikleri ve onların Kabe'yi ziyaretlerini
engelledikleri için müslümanlann orayı ziyaret etmelerine izin vermeye
zorlamak maksadıyla Kureyş'in ticaret kervanlarını engellemekten başka çareleri
kalmamıştı.
Siyer uzmanları
seriyyeleri anlatırken müslümanlann Kureyş kervanlarına saldırdıklarını
söylerler. Yani Kureyş'in ticaret kervanlarını engellemek için asker gönderildiğini
veya bizzat Hz. Peygamber'in askeri bir birlikle giderek Kureyş'in ticaret
kervanının gidişini engellediğini söylerler. Oysa bütün bu seferlerin ana
hedefi; Ku-reyş'i taciz ederek müslümanları serbest bırakmalarını ve onları
Kabe'yi ziyaretten menetmemelerini sağlamaktı. Ama Kureyşliler ticaret için
bile silah kuşanarak çıktıklarından ve en az 100-200 kişilik bir toplulukla
gittiklerinden dolayı bu engellemelerde arasıra çatışma meydana geliyordu.
Kureyş yenilip de kaçınca ticaret malı ganimet olarak ele geçiyordu. Oysa
siyer uzmanları bunu; ticaret kervanlarım soyma ve yağmalama amacıyla
gönderilmiş gibi yazma yanılgısına düşmüşlerdir.
işte bu engellemelerden
dolayıdır ki Kureyş sonunda Hudeybiye'de barış yapmak zorunluluğunu hissetti.
Ve bu sayededir ki müslümanlar birkaç özel sınırlama dışında hac yapma
serbestliğine kavuşabildiler. Ticaret kervanının engellenmesi Kureyş'i o kadar
derinden etkiliyordu ki, Ebu Zerr el-Gifârî (ra) Mekke'de, müs-lüman olduğunu
ilan ettiğinde Kureyş buna öfkelenip onu dövmeye başlayınca Abbas (ra):
"Gifâr kabilesi ticaret kervanlarınızın geçtiği yol üzerinde bulunmaktadır.
Sizin bu hareketinize kızarak yarın yolunuzu keserler" dedi. Böylece bu
tedbir işe yaradı, onlar da korkularından Ebu Zerr'i serbest bıraktılar.
Hudeybiye barışından
sonra Kureyş'in isteğine uygun olarak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in, Mekkeli yeni müslüman olmuş kimseleri Medine'ye geldikleri
takdirde geri vereceğini kabul etmesi üzerine, yeni müslümanlar Mekke'den
kaçarak Suriye yolu üzerinde kendilerine bir yer belirlediler ve Kureyş ticaret
yolunu güvensiz hale getirdiler.
Bunun üzerine Kureyş
izin verme zorunluluğunu hissederek "isteyen müslüman, Mekke'den Medine'ye
serbestçe gidebilecektir ve kendisine Kureyş tarafından hiçbir
engel çıkarılmayacaktır" diye ilan
etti. Sonra ertesi yıl müslümanlann hac ve umre yapabilmelerine de izin
verdiler. Arkasından da hiç bir müslüman, Kureyş'in ticaret kervanına
saldırmadı, hatta onu korumak için müslümanlar, asker bile göndermişlerdi.[362] [363]
Yukarıda da
anlattığımız gibi Arabistan yarımadasında bir baştan bir başa hiç bir güvenlik
ve asayiş yoktu. Bütün kabileler aralarında çarpışıyordu. Hatta haram aylarda
bile bahaneler uydurarak ayların adlarmı değiştiriyor ve yine de
savaşıyorlardı. Ticaret yollan kesinlikle güvensizdi. Kervanların
yağmalanması, her zaman olan bir şeydi. Nitekim bu gün bile ne acı bir olaydır
ki bedeviler kervanları hâlâ soymaktadırlar.
Allah Teâlâ, Hz.
Peygamber'i sadece öğüt ve nasihat vererek değil, aksine güç kullanarak bütün
Arabistan'da hatta bütün dünyada huzur ve güveni sağlamak için göndermiştir.
Çünkü, Allah Teâla'ya adam öldürmek ve kan dökmekten daha sevimsiz gelen birşey
yoktur.
"işte bu
yüzdendir ki Israiloğullarına şöyle yazmıştık. Kim bir cana veya yeryüzünde
bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın -haksız yere- bir cana kıyarsa bütün
insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide, 5/32)
"O, dönüp gitti
mi? Yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak
için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez." (Bakara, 2/205)
"Allah ve
Resulü'ne karşı savaşanların, yeryüzünde hak düzeni bozmaya çalışanların
cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının
çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir."
(Mâide, 5/33)
Hadislerde de
bildirildiği üzere Hâtem'üı oğlu Adiyy müslümanlığı kabul ettiği zaman Hz.
Peygamber ona: "Allah Teâla bu dini destekleyecek ve bir deve sürücüsü
San'â'dan Hadramut'a kadar gidecek de bütün yol boyunca Allah korkusundan
başka ya da koyunları kapma endişesi olan kurtlardan korkmasından başka hiç
bir şeyden korkusu olmayacaktır" buyurdu.[364]
Bu ifadeler Ebu
Davud'un ifadelerdir. Sahîh-i Buhârî'de ise aynı olay şöyle naklediliyor:
"Cenab-ı Hak bu
dini destekleyecek ve başarıya ulaştıracaktır. O kadar ki, bir kadın Hîre'den
kalkarak Kabe'yi ziyaret etmeye gelecek ve bütün yol boyunca Allah korkusundan
başka hiç bir korku duymayacaktır."[365]
Hâtem oğlu Adiyy der
ki: "Bunu kendi gözlerimle gördüm. Hîre'den kalkan bir kadın hiç bir
tehlikeyle karşılaşmaksızın Mekke'ye gelmiş ve Kabe'yi ziyaret etmiştir."
Siyer erbabının
seriyyeler arasında saydıkları birçok öyle olay vardır ki, onlar sadece
ticaretin serbestçe yapılıp, ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması amacıyla
yapılmışlardı. Bu konuda da birkaç örnek verelim:
Hicretin 6. yılında
Zeyd b. Harise (ra) ticaret amacıyla Suriye'ye gitmişti. Dönüşü sırasında
Vadi'1-Kurâ denen yerde Fizâre oğullarının saldırısına uğramıştı. Fizâre
oğulları, Zeyd b. Hârise'yi soymuşlar ve ne var, ne yoksa hepsini elinden almışlardı.
Bunun üzerine Hz. Peygamber bu kabileyi cezalandırmak bir askeri güç
göndermişti.[366]
Aynı yıl içerisinde
Hz. Peygamber'in, eline bir mektup vererek Bizans imparatoruna göndermiş
olduğu Dıhyetu'l-Kelbî Suriye'den dönüyordu. Hismî denen yerde Huneyd isimli
bir adam, birkaç adamıyla birlikte onun yolunu kesti, elinde ne varsa hepsini
gasbedip aldı. Sadece üzerindeki eski yıpranmış elbiselerini bıraktı. Hz. Peygamber
onu cezalandırmak ve yola getirmek için Zeyd'i gönderdi.[367]
Suriye yönüne doğru
Medine'den 15 durak ilerde olan Devmetu'l-Cendel denen yerde Hicretin 4.
yılında büyük bir kalabalığın toplanarak ticaret yolunu engelledikleri ve
ticaret kervanlarına zarar verdikleri haberi geldi. Hz. Peygamber onları
cezalandırmak için bizzat kendisi gitti, topluluk dağılmıştı. Ama Resûlullah
bir kaç gün boyunca orada kaldı ve düzeni sağlamak için her tarafa küçük çapta
askeri birlikler gönderdi.[368]
Güvenliğin sağlanması
işi, sadece müslüman tüccarlar için değildi. Aksine Hu-deybiye barışından sonra
Kureyş kâfirlerinin ticaret kervanlarının da aynı şekilde güvenliği
sağlanıyordu.
Hicretin 8. yılında
Kureyş ticaret kervanı Suriye'den dönüyordu. Cüheyne kabilesine
güvenilmediğinden onların bölgesinden geçerken kervan emniyet içerisinde
değildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ubeyde b. Cerrah'm (ra) komutanlığında
Hz. Ömer'in de içinde bulunduğu 300 kişilik bir müslüman gücünü Medine'den beş
günlük bir mesafede bulunan yere gönderdi. Müslümanlar, bu görevi yiyecekleri
yetmediğinden hayatlarını sürdürebilmek için gün başına birer hurma yiyerek
yerine getirmişlerdir.[369]
Sahîh-i Müslim'de bu
olay bütün genişliğiyle anlatılmıştır.[370] Ama
bu seriyyenin amacını değişik râviler, değişik şekilde anlatmışlardır.
Buhârî'deki rivayeti yapan râ-vi, bu olaya katılmış olan Câbir'dir. Binaenaleyh
daha sağlamdır. Bir başka rivayette ise, bu birliğin Cüheyne kabilesi ile
savaşmak üzere gönderildiği zikredilmiştir. Me-gâzî kitaplarında da bu şekilde
anlatılmıştır. Diğer rivayetlerin ifadeleri şöyledir:
1. Kureyş
kafilesi ile karşılaşmak için
2. Kureyş
kafilesini kontrol etmek için
Bu ifadelerin anlatmak
istediği: "Kureyş kafilesini yağmalamak için" şeklinde anlaşılabilir.
Ama bu açık bir yanılgıdır. Çünkü bu, Hudeybiye barışı sırasında meydana gelen
bir olaydı. O bakımdan bu ifadelerden açıkça anlaşılan mânâ: Bu askeri birliğin
"Kureyş ticaret kervanını Cüheyne kabilesinin yağmalamasından korumak
için" gönderildiğidir. Hafız Ibn Hacer'in de kanâati budur.[371]
Araplarm cüret ve
yağmacılıkları onların vazgeçemedikleri bir huylandır. En şiddetli cezalar bile
Araplar'ı bu hareketlerden vazgeçiremiyordu. Bunlar Medine'nin otlaklarına
bile saldırıyorlardı. Hicretin 4. yılında Fizâre kabilesi kıtlığa uğramıştı.
Hz. Peygamber bunların reisi olan Uyeyne b. Husayn'a haber göndererek
hayvanlarını Medine civarında otlatabileceklerini bildirmişti. Ama Uyeyne,
hicretin 6. yılında Medine'nin otlağı olan Gâbe'ye saldırmış ve Hz.
Peygamber'in yirmi devesini yağmalayıp götürmüş, otlağın bekçisi olan Ebu
Zerr'in oğlunu da öldürmüştü. Nitekim siyer yazarları bu olaya Gâbe gazvesi
derler, islâm düşmanı haline gelen bütün Arabistan kabüeleriyle ve Mekke'nin
fethine kadar Kureyş kâfirle-riyle yapılan bütün savaşların en büyük sebebi;
Araplar*in geçimlerinin en büyük kaynağının yol kesme, adam soyma ve çapulculuk
yapma olmasıydı, islâm bunları kesinlikle menettiğinden Araplar, islâm'dan
daha başka hiç bir şeyi kendilerine öncelikli düşman kabul edemezlerdi. [372]
Arap kabileleri iki
çeşitti. Biri, belirli bir yerde yerleşik olarak yaşayanlardı. Diğeri ise;
çadırlarda yaşayıp dere tepe dolaşan, oradan oraya göç eden belirli bir
yerleşme yeri olmayan kabilelerdi. Bunlar nerede bir su kaynağı ve yeşillik
görürlerse çadırlarını kurar, oranın suyu tükenince de, su araştırmak üzere
gönderdikleri adamın bulduğu daha uygun bir yere giderlerdi. Arapça'da bu tür
göçebe kabilelere 'ashâbu'l-veber' denir. Yağmacılıkla yaşayan ve her türlü
çapulculuğu, haramiliği ve yolkesi-ciliği yapan kabileler işte bunlardı.
Bunların yola getirilmesi çok zordu. Çünkü kendileri aleyhine bir hareket
yapılacağını anlar anlamaz, hemen dağlara kaçar ve cezalandırılmaktan
kurtulurlardı. O bakımdan bunlar üzerine gönderilen askeri birlikler, kaçıp
kurtulmasınlar diye hiç haberleri olmadan onlara ansızın saldırırlardı.
Siyer yazarları,
birçok seriyyeyi anlatırlarken, Hz. Peygamber'in gönderdiği askerlerin,
geceleri yola devam ettiklerini ve ansızın saldırarak düşmanları gaflet anında
yakaladıklarını, kabileleri yağmaladıklarını yazmışlardır. Bu tür olaylar bütün
kitaplarda sıkça nakledilmişlerdir, işte siyercilerin bu olayları anlatış
tarzından
dolayıdır ki
Avrupalılar, islâm'ın, düşmanlara baskın yapmayı, onları yağmalamayı caiz
gördüğü kanâatine varmışlardır. O bakımdan Margoliouth: "Uzun süre
müslümanların elinde yiyecekleri, içecekleri bulunmadığından Hz. Peygamber kabilelere
ansızın saldırarak eşya ve mallarını ele geçirme yolunu tercih atmişti" sonucunu
çıkarmıştır.
Ama bütün olaylar bir
arada incelenir ve gözönünde tutulursa kesinlikle görülecektir ki, baskın
şeklinde yapılan saldırılar haberleri olduğu takdirde dağlara, tepelere veya
herhangi başka bir yere kaçma ihtimali olan kabilelere karşı yapılmaktaydı.
Nitekim çoğu kere haberdâr olan insanların herhangi bir yere kaçıp kurtuldukları
olmuştur. Şimdi burada Hz. Peygamber'in de katıldığı, bazan kendisinin
katılmayıp küçük çaplı askeri güç gönderdiği olaylardan bazılarını
nakledeceğiz.
Hicrî 3. Yıl, Benî
Süleym Gazvesi:
"Hz. Peygamber
süratle bunlara karşı hareket etti. Ama bunların dağıldıklarını ve kendi
topraklarına vardıklarını gördü."[373]
Hicrî 4. Yıl, Zât-eî-
Rikâ' Gazvesi:
"Ve bedevi Araplar,
dağların tepelerine doğru kaçıp gittiler."
Hicrî 6. Yıl, Ukâşe
Seriyyesi:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, Ukâşe b. Muhsan'ı yanında kırk adamla birlikte,
Gamrâ'ya göndermişti. Ukâşe son derece hızlı hareket ettiği halde bedeviler
kaçmışlardı."
Hİcrî 6. Yıl, Ali b.
Ebu Tâlib'in Sa'd oğullarına Gönderilen Seriyyesi: "Hz. Peygamber, Hz.
Ali'yi yüz kişiyle birlikte gönderdi. Onlar geceleri yürüyor, gündüzleri
saklanıyorlardı. Nihayet Hemec denen bölgeye vardılar. Sonra o kişilere hücum
ettiler ve 500 deve ile 2000 koyunu ganimet aldılar. Sa'd oğulları ise
kadınlarını alarak kaçtılar."[374]
Hİcrî 6. Yıl, Benî
Lihyân Gazvesi:
"Benî Lihyân,
onların gelişini duyunca dağlara kaçıp gittiler."
Hicrî 7. Yıl, Ömer b.
Hattab'ın Türeb'e'yaptığı Seriyye:
"Geceleri yola
devam eder, gündüzleri saklanırdı. Hevâzin kabilesi durumu haber alınca kaçıp
gittiler. Hz. Ömer onların çadır kurdukları yere vardığında hiç kimseyi
bulamadı."
Hicrî 8. Ytl, Ka'b b.
Umeyr Seriyyesi:
Bu seriyye de şöyle
olmuştur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onbeş kişiyi Suriye'ye
doğru gönderdi. Zât-ı Atlah denen yere ulaştıklarında büyük bir kalabalıkla
karşılaştılar ve onları İslâm'a davet ettiler. Onlar da bunu reddedip onbeş
kisilik müslüman gruba ok atmaya başladılar. Mecbur kalarak müslümanlar da
onlarla savaştı. Sonunda hepsi şehit oldu. Sadece bir tek kişi kurtulmuştu.
Kurtulan bu tek müslüman gelerek durumu Hz. Peygamber'e haber verdi. Hz.
Peygamber bunun intikamını almak istediyse de yerlerini terkederek bilinmeyen
bir yere çekip gittiler.
îbn Sa'd Tabakat'ında
bu olay şöyle anlatılır: "Hz. Peygamber, üstlerine asker göndermek istedi,
sonra başka bir yere gittikleri öğrenildi." [375]
Bu anlattığımız
sebeplerin dışında İslâm'ı yaymak maksadıyla gönderilen seriyye-ler de vardı,
ama ülkede güven ve asayiş olmadığından bir de düşmanlar bir baştan bir başa
Arabistan'da İslâm'a karşı kin ateşleri alevlendirdiklerinden İslâm'a davet
için gönderilen seriyyelerin hayatı daima tehlikede bulunuyordu.
Hicretin 3. yılının
Safer ayında, Kilâb kabilesinin başkanının daveti üzerine bu kabilede İslâm'ı
yaymak maksadıyla yetmiş İslâm davetçisinden oluşan bir topluluk gönderildi.
Ama Bi'r-i Ma'ûne denen yere yaklaştıklarında Ri'l ve Zekvân kabileleri
tarafından hepsi şehit edildi. Sadece biri kurtuldu. O da Medine'ye giderek
durumu haber verdi.
Tam o sırada, yani
Hicretin 3. yılının Safer ayında Adâl ve Kare kabileleri, İslâm'ı kendilerine
tebliğ etmek ve öğretmek için davetçiler gönderilmesini talep ettiler. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de Asım, Hubeyb, Mürsed b. Ebî Mürsed ve
daha başkalarından oluşan on kişilik bir heyeti bu amaçla gönderdi. Re-cf denen
yere ulaştıklarında Lihyân oğullan kabilesi onlara saldırdı. Biri dışmda
hepsini şehit etti. Hicretin 6. yılında Lihyân oğullarını cezalandırmak için
bir birlik gönderildi. Ama işe yaramadı. Çünkü hainler başka bir yere
kaçmışlardı.
Hicretin 7. yılında
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, elli davetçiden oluşan bir topluluğu
Süleym oğullan kabilesine gönderdi. Topluluğun başkanı Ibn Ebi'1-Avcâ idi.
îrşad heyeti, Süleym oğullamu İslâm'a davet ettiler. Ama onlar bu daveti
redederek ok atmaya başladılar. Müslümanlar da onlarla savaşmaya başladı. Ama
elli kişi bir kabileyle nasıl baş edebilirdi. Sonuçta komutanlan îbn
Ebi'l-Avcâ' dışmda hepsi şehit oldu. Hicretin 8. yılının Rebiülevvel aymda Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ka'b b. Umeyr el-Gifârfyi onbeş kişiyle
birlikte İslâm'a davet etmeleri için Zatı Atlah tarafına gönderdi. Burası
Suriye sınırlan içerisinde Vadi'l- Kurâ'dan öte taraftadır. Bu heyet de
İslâm'ı tebliğ etti, ama davetlerine ok ve kılıçla karşılık verildi. Sonuçta
bu topluluk da tamamen şehit edildi. Sadece bir kişi kurtuldu. O da Medine'ye
gelerek durumu haber verdi.
Sık sık tekrarlanan bu
ihanetlerden dolayı, İslâm'a davet için gönderilen seriy-yeleri korumak
amacıyla, davetçilerle birlikte bir miktar da asker gönderiliyordu.
Ama böyle durumlarda
açık ve net olarak askerlere; seriyyenin amacının sadece islâm'ı yaymak
olduğu, çatışma ve savaşmaya izin olmadığı tenbih ediliyordu. Örneğin
Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hâlid b.
Velîd'i, Benî Cüzeyme kabilesine gönderdi. Otuz kişilik bir topluluğu da yanına
kattı. Topluluğa hitaben Hz. Peygamber; bu gidişin sadece İslâm'a davet olduğunu,
hiç bir çatışma amaçlanmadığını söyledi. Nitekim İbn Sa'd şöyle yazmaktadır:
"Hz. Peygamber, Hâlid b. Velîd'i Cüzeyme oğullarına kendileriyle savaşmak
için değil İslâm'a davet için gönderdi."
Büyük bilgin Taberî bu
olay hakkında şöyle der: "Hz. Peygamber, islâm'a davet için Mekke
çevresine seriyyeler gönderdi ve onlara savaşmaları için emir vermedi. "
Buna rağmen Hâlid (ra)
kılıca başvurdu. Hz. Peygamber bunu işitince ayağa kalktı. Yüzünü Kıble'ye
çevirerek: "Ey Allahım! Ben, Hâlid'in yaptığından uzağım" buyurdu.
Sonra bu sözünü üç kez tekrarladı. Arkasından Hz. Ali'yi, kan bedellerini
ödemek üzere gönderdi. O da teker teker çocuklara varıncaya kadar kan
bedellerini ödedi. Köpeklerin bile kan bedellerini ödedi.[376] Bu
olay, bir takım söz farklılıklarıyla birlikte hadis kitaplarında anlatılmıştır.
Aynı şekilde Hicrî 10.
yılda Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi 300 süvari ile Yemen'e gönderirken şöyle
buyurmuştu: "Oraya ulaştığınızda, biri size saldırmadığı sürece asla
savaşmayınız."[377]
Bu seriyyeler
dizisine, Mekke'nin fethinden sonra putları kırmak üzere ülkenin değişik
yönlerine gönderilen seriyyeler de girmektedir. Arabistan'da değişik kabilelerin
ayrı ayrı puthaneleri bulunuyordu. Mekke'nin fethinden sonra kabileler İslâm'ı
kabul ettiler. Ama putlar hakkında ahmakça ve cahilce beslenen kutsallık
duygusu ve onların bazı şeyleri yapabileceklerine ait vehim, bazı kabilelerde
hemen yokolmadı. Her ne kadar, artık bunları tapılmaya değer kabul etmiyorlarsa
da kalıntı olarak eskiden beri süregelen putperestliğin kafalardaki etkisi ve
putların kendilerine bir şey yapabileceği vehmi, bu puthaneleri kendi elleriyle
yıkmalarına engel oluyordu.
Bu cahil insanlar,
kutsal saydıkları taşların bir parçasının dahi yerlerinden oynatıldığı takdirde
gökyüzünün tepelerine çökeceğini, yeryüzünün yarılıp parçalanacağını, binbir
çeşit bela ve felaketlerin bir tufan gibi kopacağını zannediyor, buna bütün
varlıklarıyla inanıyorlardı. Tâif halkı müslümanlığa girerken, puthanele-rinin
bir yıl boyunca yıkılmamasını şart koştular. Hz. Peygamber bunu kabul etmeyince,
"Biz kendi ellerimizle yıkamayız" dediler. Bazı yeni müslüman olmuş
kabileler de bu görevi yerine getirmekten çekmiyorlardı. O yüzden böyle
yerlere, inancı tam oturmuş, akidesi sağlam müslümanlar gönderilerek bu
görevin yerine getirilmesi sağlandı. Nitekim Hâlid b. Velîd seriyyesi Uzzâ
puthanesini, Amr b. el-As seriyyesi
Suvâ' puthanesini, Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî seriyyesi Menât puthanesini, Ebu
Süfyân ve Muğîre b. Şeybe Seriyyesi Lât puthanesini, Cerîr seriyyesi,
Zi'l-Hal-sâ puthanesini,[378]
Tufeyl b. Amr ed-Devsî seriyyesi, Zi'1-Ketteyn puthanesini, Ali b. Ebi Tâlib
seriyyesi Feles puthanesini yıkmak üzere gönderildi.[379] [380]
tnsan davranışlarının
en kötü ve en çirkin olanı savaştır. Arabistan'da ise savaş; yağmacılık,
barbarlık, vahşet, zulüm ve işkenceyle dolu geçerdi. Hz. Peygamber'in mucizesi
sayesinde savaş, bütün bu kusur ve çirkinliklerden arınarak kutsal bir insanlık
görevi halini almıştır.
Bir millet içinde
binlerce yıldan beri zulüm ve yağmacılık, bir mirasın devrolup geldiği gibi
sürüp gelmişse bu bir anda bıçakla kesilmiş gibi ortadan kaldırılamaz. Öyle ki
en medenî milletler bile, işin başında bir süre için iptal ettikleri eski sistemi
ve hareket tarzını sürdürmek zorunda kalır. Buna tıb dilinde geçici tedavi denir.
İslâm'ın ilk yıllarında savaş ve çatışma konusunda eskiden beri süregelen alışkanlığa
uygun bir takım olaylar görülmektedir. Örneğin cahiliye döneminde, düşmana
ansızın saldırma, öldürüp esir alma gelenekti, islâm, bunu ortadan kaldırdı.
Ama eğer işin başında kaldırdığı prensiple hareket etmeseydi, düşman her zaman
ansızın saldırarak müslümanları öldürebilir, bunun karşılığında da müslümanlar
hiç bir şey yapamazlardı. Ya da düşmanlar, müsiümanlann harekete geçtiğini haber
alır almaz, hemen ortadan kaybolur, veya tedbir alabilirlerdi. Ama İslâm'ın gücü
ve kuvveti arttığı Ölçüde eski manzaralar yavaş yavaş ortadan kalktı. İslâm, bu
görüntülere birer birer son verdi.
İslâm'dan önce yapılan
savaş tarzmı ve nasıl vahşice yapıldığını yukarıdan beri detaylarıyla
anlattık. Bütün bunları dikkate alan okuyucular İslâm'ın askeri alanda yaptığı
ıslahatı hemen kavrarlar. îsîâm, kadınların, yaşlıların, çocukların, kölelerin
ve hizmetçilerin öldürülmelerini kesinlikle yasaklamıştır. Hz. Peygamber
herhangi bir olay karşısında asker gönderirken ordu komutanına verdiği emirler
arasında prensip olarak bu yukarıda sayılanların öldürülmesini yasaklayan hükmün
her zaman geçerli olduğunu bildirirdi.[381]
Ebu Dâvûd'da bu emir
şöyle anlatılmaktadır:
"Yaşlıları,
çocukları, küçük yaştakileri ve kadınları öldürmeyin."[382]
Allah Resulü
savaşlarda bir kadın cesedi gördüğünde bunu şiddetle yasaklamıştır. Sahîh-i
Müslim'de bu konuda çeşitli hadisler zikredilmiştir.
Araplar, düşmanlarını
yakaladıklarında ya bir yere bağlayarak oklarına hedef yapar veya kılıç
darbeleriyle öldürürlerdi. Arapça'da buna 'saber' denir. Hz. Peygamber bunu
şiddetle menetmiştir. Bir keresinde Hâlid b. Abdurrahman bir savaşta bazı
adamları esir almış ve bu şekilde öldürmüştü. Ebu Eyyûb el-Ensârî (ra) bunu
işitince: "Hz. Peygamber'in bu şekilde adam Öldürmeyi şiddetle menettiğini
bizzat kendisinden dinledim. Allah'a yemin ederim ki tavuğu bile bu şekilde öldürmeyi
doğru bulmuyorum" dedi. Abdurrahman bunun üzerine günahının bağışlanması
için kefaret olarak dört köle âzâd etti.[383]
Savaşlarda verilen
sözlere hiç bir şekilde bağlılık yoktu. Bi'r-i Ma'ûne savaşında ve
diğerlerinde kâfirler müslümanlara karşı hep bu şekilde hareket etmişlerdi.
Yani zarar vermeyeceklerine dair söz verip yeminler ederek müslümanları alıp götürmüş,
kendi bölgelerine varınca da onları öldürmüşlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu
olaylara işaret ederek şöyle buyrulmaktadır:
"Bir mü'min
hakkında ne ahit tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar saldırganların ta
kendileridir.." (Tevbe, 9/10)
Hz. Peygamber verilen
söze kesinlikle uyulmasını, vaatlerin mutlaka yerine getirilmesini istemiştir.
Yer yer Kur'ân'da bununla ilgili açık ve kesin hükümler var* dır. Hz. Peygamber
ve Râşid halifeler döneminde müslümanlarca verilen söz ve vaatlere uymanın
şaşırtıcı örnekleri görülmektedir.
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem hicret edip Medine'ye gittiğinde birçok sahabî bir
takım zorunluluklardan dolayı Mekke'de kalmışlardı. Bunlar arasında Huzeyfe b.
Yemân ile babası da bulunuyordu. Bedir savaşı sırasında Huzey-fe b. Yemân ile
babası bir yerden geliyorlardı. Kâfirler: "Siz Medine'ye gideceksiniz,
sonra da karşımıza çıkarak savaşacaksınız" diye onları yakaladılar. Onlar
da: "Amacımız sadece Medine'ye gitmek" deyince kâfirler onlardan bu
sözlerine sâdık kalacaklarına dair söz alarak serbest bıraktılar. Bunlar
Bedir'de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le buluştular. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem'in savaş hazırlıkları yaptığını görünce, kâfirlerle
savaşma mutluluğuna ermeyi arzu ettiler. Ama Hz. Peygamber: "Siz
sözverdiniz, onlarla ahidleştiniz" diye onların savaşa katılmalarını
kabul etmedi.
Kureyş, Ebu Râfi'i
(ra) elçi olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e göndermişti. Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna gelince, îs-lâm'ın etkisine
kapılarak müslüman oldu ve:-"Artık kâfirlerin yanma dönmeyeceğim"
dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Sen elçisin
ve elçiyi alıkoymak ilkelere aykırıdır. Şimdi git, sonra gelirsin"
buyurdu.[384]
Hudeybiye barışında
Ebu Cendel (ra) ayağı zincirli olarak gelip de: "Kureyş beni hapsedip
böyle işkenceler yaptı" diyerek vücudundaki ezik ve çürükleri gösterince
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Evet, ama biz Kureyş'le anlaşma
yaptık ve bir müslüman Mekke'den kaçıp gelirse onu Kureyş'e geri vermeyi taahhüt
ettik" buyurdu. Bunun üzerine Ebu Cendel ağlayarak ızdıraplarını
müslüman-lara anlattı, insanlar şefkat duygusuyla kendilerinden geçtiler.
Neredeyse kendilerini tutamaz hale gelmişlerdi. Hz. Ömer kendinden geçti. Hz.
Ebu Bekir Resûlul-lah'm huzuruna tekrar tekrar gitti. Durumun nezâketini
anlatıp Ebu Cendel'in kalmasını istedi. Bunların hepsi önemliydi. Ama verilen
söze bağlılığın önemi bütün bunlardan daha önde geliyordu. İşte bu yüzden Ebu
Cendel ayağı zincirli olarak geri dönmek zorunda kaldı.
İslâm'dan önce
elçilerin öldürülmesi yasak değildi. Hudeybiye barışından önce Hz.
Peygamber'in sallallahu aleyhi vesellem, Kureyş'e gönderdiği elçinin bineği
Kureyşliler tarafından öldürülmüştü. Elçiyi de öldürmek istemişler, ama araya
giren birileri onu kurtarmıştı.
Hz. Peygamber,
elçilerin kesinlikle öldürülmemesini emretti. Müseyleme'nin gönderdiği elçi
küstahça ve saygısızca konuşmalar yapınca Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem: "Elçiyi öldürmek adetimiz değildir, yoksa öldürülürdün"
buyurdu. Tarihçiler bu olayı anlatarak: "O günden beri elçilere zarar
verilmemesi ve onların öldürülmemesi bir ilke haline geldi" diye
yazmaktadırlar.
Araplar, savaş
esirlerine son derece kötü davranırlardı. O dönemde bütün milletler arasında
bu çirkin davranış yaygındı. Haçlı savaşlarında Avrupalılar, esir aldıkları
müslümanlara hayvanca muamele etmişlerdi. Büyük bilgin îbn Cübeyr haçlı
savaşları sırasında Sicilya adasmdan geçerken müslümanlara yapılan tüyler
ürpertici muameleyi şöyle anlatmaktadır:
"Gördüğüm
facialardan biri, burada ki müslüman esirlerin halidir. Bunlar zincirlere
bağlanıp en ağır işlerde kullanılıyordu. Müslüman kadın esirler de aynı haldeydi.
Onların da ayaklarında zincirler vardı. Bu halleri, insanın yüreğini
dağlıyordu/[385]
Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem savaş esirleri hakkında ısrarla talimat vererek;
onlara hiç bir şekilde eziyet edilmemesini bildirdi. Bedir esirlerini sa-habe-i
kirâm'a havale ettiği zaman yeme ve içmelerinde sıkıntıya düşürülmemele-rini
ısrarla bildirdiği için sahabe-i kiram kendileri hurma vs. yiyerek hayatlarını
devam ettirirlerken, esirlere yemek yediriyorlardı. Huneyn savaşında 6.000 düşman
esir alınmıştı. Hepsi de serbest bırakıldı ve giyinmeleri için Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem, onlara Mısırhlar'ın giydiği tarzda elbise dağıttı.
îbn Sa'd bu olayı gayet açık bir şekilde yazmıştır.
Hâtem et-Tâfnin kızı
esir alınınca, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona saygı ve değer
vererek Peygamber mescidinin bir köşesinde misafir etti ve:
"Kabilenden biri
geldiğinde, onunla birlikte seni göndereceğim" buyurdu. Nitekim bir kaç
gün sonra yolculuk ihtiyaçlarını sağlayarak bir kişiyle gönderdi.
Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de,
yakın kullarının niteliklerini anlatırken şöyle buyurmaktadır:
"Onlar kendi
canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedi-rirler."
(însân, 76/8)
îslâm öncesi dönemde
bir kabile veya bir millet diğer bir millete hücum ettiği zaman bütün yolları
keser, geçenleri soyar, askerler her tarafa yayılarak yolları kapatırdı. Bu
yüzden evlere gidiş-geliş zorlaşır, kervanların malları yağmala-nırdı. Bu
davranış öteden beri sürüp gelmekteydi. Müslümanların savaşlarından birinde bu
eski alışkanlığa uygun bir takım hareketler yapılmıştı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Böyle davrananların cihâdı cihâd değildir"
diye ilan etti.
Ebu Davud'un hadis
kitabında, Muaz b. Enes'den şöyle bir rivayet vardır:
"Falan falan
savaşlarda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le birlikte bulundum.
İnsanlar başkalarına ait mekanlara girip onlara eziyet edip yağma yaptılar.
Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem insanlara ilan etmesi
için bir kişi gönderdi ve: "Evleri rahatsız eden, yolları kesen kimsenin
yaptığı cihâd, cihâd değildir!" diye ilan ettirdi."[386]
Ebu Dâvûd'da da
anlatıldığı üzere, "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'İnsanlar
—ganimet toplamak için— oraya buraya dağümasınlar' diye emredince müslümanlar
öyle toplandılar ki bir bez gerilse hepsi onun altına sığabilirdi."[387]
En büyük sorun,
insanların ganimet malına olan düşkünlüğüydü. Savaşların başta gelen sebebi de
buydu. Bunu ıslah etmek için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem aşamalı
olarak hareket etmek zorunda kaldı. Câhiliyye döneminde ganimet malı insanlara
çok cazip gelen bir şeydi. Ancak islâm döneminde de bu caizdir sanıldı. Ebu
Dâvûd'da, bir kişinin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e şöyle sorduğu
anlatılıyor:
'"Bir adam Allah
yolunda cihâd etmek istiyor, bir taraftan da bir dünyalık ele geçirmek istiyor,
ne buyurursunuz?' deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'O, hiç
bir ecir ve mükafata nail olamaz' buyurdu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi
vesellem'in bu buyruğu insanların çok tuhafına gitti ve o adama: Tekrar git
sor, herhalde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ne demek istediğini
anlamadın' dediler."[388]
Diğer sahabfler tekrar
tekrar onu geri gönderip sordurtuyor, Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi
vesellem'in böyle buyurabileceğine bir türlü inanamıyorlardı. Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem üçüncü kez aynı şeyi buyurunca yani hiç bir sevab ve
mükafata nail olamayacağını söyleyince artık bunun kesin olduğuna inandılar.
Bir keresinde Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir kaç sahabîyi, bir kabileye gönderdi.
Sahabîlerden biri öne doğru çıkarak, o kabileye doğru ilerledi. Kabile
mensupları ağlayarak, kendisine geldiler. "Lâ ilahe illallah der de
müslüman olursanız, kurtulursunuz" deyince bütün kabile mensupları
müslümanlığı kabul ettiler ve kendilerine saldınlmaktan kurtuldular. Bunun
üzerine diğer müslüman-lar: "Bizi ganimetten mahrum ettin" diye o
sahabîyi azarladılar. Ebu Dâvûd'da sa-habînin sözü şu ifadelerle
anlatılmaktadır: "Arkadaşlarım beni 'Sen bizi ganimet malından mahrum
ettin' diye azarladılar.
O sahabfler Hz.
Peygamber'e, gelip de arkadaşlarının yaptığını şikayet edince Allah Resulü
sahabîyi övdü ve: 'Serbest bıraktığın her insan karşılığında şu kadar sevap
alacaksın' buyurdu."
Kur'ân-ı Kerîm'de,
ganimet malı hakkında, "dünya metâı" ifadesi kullanılmakta ve ona
düşkünlük kötülenmektedir. Uhud savaşında, ganimet malına düşkünlükten dolayı
bazı insanların düşmanla savaşı bırakıp ganimet malıyla uğraşmasının
müslümanlann yenilgisine sebep olması üzerine şu âyet indi:
"Sizlerden
bazıları dünyayı istiyordu, bazıları da ahireti." (Al-i Imrân, 3/152)
Bedir savaşında
insanlar kendilerine izin verilmeden ganimet malı devşirmeye başladığı veya
bazı tefsir alimlerinin açıkladığına göre fidye alma hırsıyla insanları esir
almaya başladıkları için şu âyet indi:
"Siz geçici dünya
malını istiyorsunuz, halbuki Allah -sizin için- ahireti işiyor."
(Enfâl,8/67)
Bütün bu açıklama ve
vurgulara rağmen Hicrî sekizinci yılda meydana gelen Huneyn savaşında yine
insanlar kendilerini ganimet malı toplamaya kaptırdıklarından yenilmişlerdi.
Sahîh-i Buharı Huneyn savaşını anlatırken: "Müslümanlar ganimet malına
üşüşünce kâfirler bize ok ve mızraklarla saldırdı" demektedir.
O yüzden Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem fırsat buldukça bu konuya açıklık getiriyordu.
Adamın biri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Kimi ganimet elde
etmek için, kimi şöhret elde etmek için, kimi kahramanlık gösterisi için cihâd
etmektedir. Kimin cihâdı Allah yolunda kabul edilecektir? diye sorunca, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:
"Kim, Allah'ın
buyruğu her tarafa yayılsın ve O'nun dini her tarafa hakim olsun diye
savaşırsa" diye cevap verdi.[389]
Kesin açıklık getirmek
için sonunda Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:
"Kim ganimet elde
etmek niyetiyle cihâd ederse sevabının üçte ikisi gider. Ganimet malına el
sürmezse sevabının hepsine nail olur."
Sahîh-i Müslim'de Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ağzmdan çıkan hadisler şunlardır:
"Savaşan -cihâd
eden kişi- Allah yolunda savaşır da ganimet malı alırsa, ahiret-teki mükafatın
üçte ikisini burada alır. Ahiretteki payı ise mükafatın üçte biridir. Ama
ganimet malı almazsa ahirette mükafatı eksiksiz verilecektir/'[390]
Bu ilkelerin sonucu
olarak, ganimet malına olan düşkünlük gönüllerden silindi ve cihâddan maksat
sadece, Allah yolunda savaşmak ve Allah'ın kelimesinin yükseltilmesi olarak
kaldı. Aşağıdaki olaydan böyle olduğu a kolaylıkla ulaşılabilir:
Vasile b. el-Eska'
sahabî idi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Tebük seferine çıktığı
sırada bu sahabînin elinde, savaşa katılacak malzeme ve binek yoktu.
"Kim, savaşta ele geçireceği ganimet malma yan yarıya ortak olacağı bir
kişiye binek hayvanı verecek?" diye ilan ettirdi. Sahabeden biri binek
hayvanını ve yiyecek malzemelerinin hepsini üzerine aldı. Bu savaşta Vasile
bir kaç deve ele geçirdi. Medine'ye dönünce bütün develeri alıp o sahabîye
götürdü ve: "Senin de ortak olacağını söylediğim develer, işte
bunlar" dedi. Bunun üzerine o sahabî: "Bunları sen al, benim ortak
olmaktan kastım, daha başka birşeydi. Yani deve değil cihâdın mükafatına ortak
olmayı arzulamıştım" dedi.[391]
Eski Araplar'da, savaş
sırasmda düşmanın malını yağmalamak genel bir alışkanlıktı. Özellikle yiyecek
içeceğin bulunmadığı, maddi sıkıntıların çok olduğu durumlarda bu hareket
tamamen caiz görülürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu şiddetle
menetti ve bu yolu tamamen kapattı. Ebu Dâvûd'ta bir sahabînin şöyle bir
rivayeti vardır: "Bir keresinde bir savaşa katıldık ve son derece büyük
sıkıntı ve musibetlerle karşılaştık. Tesadüfen koyun ve keçi sürüleriyle karşılaştık
ve hepsini yağmaladık. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu haber
alınca yanımıza geldi. Et pişiyor, kazanlar kaynıyordu. Resûlullah'ın elinde
yay vardı. Kazanları devirdi ve bütün etler toprağa karıştı. Sonra: 'Soygunla
elde edilen malın eti, leş etiyle aynıdır' buyurdu."[392]
Cihad ibadettir
İslâm, görünüşte
zalimce bir davranış olan cihâdı o kadar temizleyip o kadar güzel ve kusursuz
hale getirdi ki ibadetlerin en güzellerinden biri halini aldı. Cihâd,
îslâm sayesinde zayıf ve güçsüz insanları
zalimlerin ve gaddarların elinden kurtarma şeklini aldı. Şu âyet buna
Örnektir:
"Kendileriyle
savaşılan -mü'minlere- zulme uğramış olmaları sebebiyle, -savaş konusunda- izin
verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka
değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından
çıkarılmış kimselerdir." (Hac, 22/39-40)
Cihâd, daima fitne ve
fesadın hakim olduğu, insanların huzur içinde yaşayamadığı yıllarda fitneyi
ortadan kaldırıp huzuru hakim kılmak için yapılır:
"Onlarla, fitne
kalmayıncaya kadar savaşın." (Enfâl, 8/39)
Allah'a ve ahiret
gününe inanmayanlar, ahirette mükafat ve ceza verileceğini kabul etmeyenler,
inkarlarından dolayı insanlara her çeşit zulüm ve işkenceyi caiz görüyorlardı.
Cihâd yoluyla bu insanların yenilmesi ve o insanların bu zulümlerden
kurtarılması amaçlanmıştır. Şu âyet bunu anlatmaktadır:
"Kendilerine
Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü'nün
haram kıldığını haram saymayanlarla savaşın." (Tevbe, 9/29)
Cihâdda amaç, galip
gelenler, ele geçirdikleri topraklar ve servetle zevk ü sefa sürsünler diye,
ülke fethedip mal, mülk ve servet elde etmek değildir. Aksine insanlara ibadet
ve takva sahibi olmayı telkin etmeleri, fakirlerin elinden tutmayı öğretmeleri
ve iyi şeyleri yayıp, insanları kötülüklerden menetmeleridir.
Şu âyet de bunu
ispatlamaktadır:
"O mü'minler- ki,
eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar, zekatı verir,
iyiliği emreder ve kötülükten menederler." (Hac, 22/41)
islâm'dan önce bir
ülke fethedildiğinde, orayı fetheden kişinin ganimetten özel bir payı olurdu. O
bunu, kendi zevk ve sefası için harcardı. Saray görevlileri de kademe kademe
bundan yararlanırlardı. Ama İslâm'da ele geçirilen bu malların sar-fedileceği
yerler şöyle belirlenmiştir:
"Biliniz ki
ganimet malı olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri[393]Allah'a,
Resulü'ne, O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve -parasız kalmış-
yolcuya aittir." (Enfâl, 8/41)
Cihâd, sadece
mahiyeti, yani asıl yapısı bakımından değil, şekil bakımından da ibadet
kılınmıştır. Savaşın tam ortasmda dahi mücahidlerin, Allah'ın adım anmaları
ısrarla istenmiştir.
"Ey iman edenler!
Savaşmak için herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve
Allah'ı çok anın ki başarıya erişesiniz." (Enfâl, 8/45)
Namazda nasıl
otururken, kalkarken tekbir getiriyor, teşbih okuyorsak yani "Al-lahu
ekber" ve "Sübhânerabbiyela'lâ" diyorsak, cihâdda da aynı
şeyleri söylememiz emredilmiştir.
Câbir b. Abdullah der ki: "Biz yüksek bir yere çıkarken Allahu ekber,
aşağıya inerken de "sübhânallah" derdik." Buhârfde şöyle bir
rivayet vardır:
"Hz. Peygamber
sallallahu aleyhi vesellem cihâd yaparken bir tepeye çıktığında üç kere Allahu
ekber derdi. Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Cihâda
gidiyordu. Sahabe yüksek sesle tekbir getiriyor ve lâilâhe illalâh diyordu.
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'Bu kadar yüksek sesle söyleme-meli.
Kendisine seslendiğiniz Allah sağır değildir' buyurdu."[394]
Aynı şekilde Hz. Ömer, yüksek sesle Kur'ân okuyarak namaz kılardı. Hz.
Peygamber onu böyle yüksek sesle okumaktan me'netmişti.
Şu inceliğe dikkat
ediniz. Ebu Dâvûd'ta, Abdullah b. Ömer'den (ra) şöyle bir rivayet vardır:
"Cihâd ederken[395]
önümüze bayır çıktığında tekbir getirmek, iniş geldiğinde de
"sübhânerabbiyela'lâ" diyerek teşbih okumak adetimizdi. Namazda da
aynı usul vardır. Yani baş yukarı kaldırılırken Allahu ekber, secdede iken
"Sübhânallah" denir." Burada şunu belirtmekte fayda vardır.
Namaz, cihâd temeli üzerine kurulmamıştır. Aksine cihâdda, namaz düzeni
gözönüne alınmıştır. Çünkü namaz islâm'ın başlangıç dönemlerinde farz
kılınmıştı. Cihâd ise hicretten sonra başlamıştı.
Şurası kesin olarak
ortadadır ki namaz ve cihâd arasında açık bir benzerlik vardır. Biri asıl,
diğeri ise onun bir kopyası kabul edilmektedir. Bunları anlatmamızın maksadı;
savaş, her çeşit zulüm, işkence ve vahşetin karışımı iken, islâm'ın ilâhî öğretisi
sayesinde kötülük ve fitnelerden uzaklaştırma, huzuru tesis etme, Allah'ın
kelimesini ilan etme, mazluma yardım etme ve Allah'ı teşbih etme eylemine
dönüşmüştür. [396]
Cihâd çarpışmalarında
Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in elinde kılıç, başında miğfer olduğu
sıralarda bile Peygamber olarak O'nunla, bir ordu komutanı arasındaki fark
açıkça görünüyordu. Kızgın savaşta oklar yağmur gibi yağarken, savaş alanı
kanla kırmızıya boyanırken, kollar ve bacaklar sonbaharda dökülen yapraklar
misali yerlere düşerken, Hz. Peygamber'in mübarek elinin dua halinde göklere
uzandığını görürsünüz. Cengâverler birbirleriyle kıyasıya vuruşurken, Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek başınm Allah'a yakarış secdesi
için yere kapandığını görürsünüz.
Bedir savaşında Hz. Ali, çatışmanın en dehşetli anında üç kere Hz. Peygamber sallaîlahu aleyhi vesellem'e bilgi vermek için geldiğinde, her seferinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek alnının secdede olduğunu görmüştür. Askerler durmadan ok yağdırmaktadır ve savaş kesin bir neticeye ulaşmamıştır. Böyle bir sırada silahsız komutan, kılıçsız fatih Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yerden bir avuç toprak almakta, düşmana doğru serpmektedir. Asker bulutu dağılmakta, ufuk net olarak görünmektedir.
Huneyn savaşmda düşman ansızın öyle saldırmıştı ki 12.000 insandan, Allah Resûlü'nün yanında tek bir sahabî bile kalmamıştı.[1] 10.000 okçu, karşıdan ok yağdırarak gelmekteydi. Hakkın merkezi olan Peygamber ise yerinde dimdik durmakta ve azametli bir sesle şöyle haykırmaktaydı:
"Ben kesinlikle Peygamberim, bunda en ufak bir yalan yoktur."
İslâm ordusunun düşmanla amansız bir savaşa tutuştuğu, her taraftan kılıç darbelerinin yağdığı, el ve bacakların koparak yerlere düştüğü, her yerde ölümle burun buruna gelindiği bir sırada namaz vakti gelir gelmez namaz saflan dizilmekteydi.
Başkomutan namazın imamı, askerler ise cemaatin saflarını oluşturmaktaydılar. Savaş türküsü yerine "Allahu ekber" sadâları yükselmekte, heyecan, öfke, kin ve gazab, yerini tevazu, acz, yakarış ve Allah'ın huzurunda boyun eğişe bırakmaktaydı. Saflar ikişer rekat namaz kıldıktan sonra düşmanın üzerine yürümekte, onların yerini diğer savaşanlar almaktaydı. Bunlar da ikişer rekat namazlarını kıldıktan sonra savaştaki yerlerine dönmekteydiler. Nöbetleşerek namaz kılanlar, savaşan askerlerdi. Peygamber ise imam olarak bütün varlığıyla ibadetle meşguldü.
Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in öğretisi, rehberliği, güzel ahlâk ve temiz duygular aşılaması aralıksız sürmekteydi. Fetih elde edilince, mücahidler zafer neşesiyle kendinden geçmiş, ganimet toplamaktadırlar. Herkes ele geçirdiği ganimetle sevinmektedir.
Sahabeden biri sevinçle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e geldi ve: "Ey Allah Resulü! Hiç bir zaman bugün ele geçirdiğim kadar varlığım olmamıştı. Tam üçyüz okka mala sahip oldum" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Sana bundan daha kârlısını söyleyeyim mi?" buyurdu. Sahabî büyük bir heyecanla: 'Nedir?' diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'Farz namazlardan sonra kılınan iki rekat namazdır' buyurdu."[2]
"Son Peygamber Hz. Muhammed"in ilk cildi burada tamamlanmış bulunuyor. Sîret sahibi Hz. Muhammed'e salât ve selâm olsun. [3]
[1] Birkaç özel arkadaşı dışında.
[2] EbuDâvûd,Cihâd/16,105.
[3] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 379-380.
[1] Buhârî, Salât/29.
[2] Sünen- Ebî Davûd, c. 2, s.
67.
[3] Sahih-Î Müslim, s. 93, c. 2.
Buhârî, Edeb/115, Isti'zân/20.
[4] Buhârî, Megâzî/134.
[5] tbn Hişâm, heyet olayında buna işaret etmiştir.
[6] Abdulkays oğullarına
gönderilen heyet anlatılırken Buhârî ve diğer bütün kitaplarda bu olay zikredilmiştir.
[7] Nesâ'î, Sünen, c. 1, s. 448.
[8] Ravdu'l-Unuf, c. 2, s. 58;
Nesâ'î, c. 1, s. 459.
[9] Taberî, s. 1275.
[10] el-tsâbe, Alâ Hadramî
tercümesi.
[11] Taberî, s. 1274.
[12] Taberî, s. 1284.
[13] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 209-222.
[14] îbn Sa'd, s. 7'de kafile
başkanı olan Ebu Süfyân'ın: "Vallahi Mekke'de Kureyşli erkek ve kadınlar
ellerinde ne varsa bizimle gönderdi" dediğini yazmaktadır.
Tarihçilerimiz, sebep ve sonuçlan araştırmadıklarından, bu olayı sadece
herhangi bir olay olarak kaleme almışlardır. Ama Mekkelilerin bütün sermayelerini
çıkarıp ticaret kervanına teslim etmeye neden ihtiyaç duyduklarını
düşünmemişlerdir.
[15] Ibn Sa'd, s. 7.
[16] MUntehabu Kenzt'l-Ummâl, Ibn
Asâkir rivayetiyle.
[17] Ibn Hişâm, Bedir savaşı bölümü.
[18] îbn Hişâm, c. 2, s. 16.
[19] Müntehab-u Kenzu'l Ummâl,
Müsned-i Ibn Hanbel ve Ibn Ebf Şeybe'nin rivayeti ile Bedir savaşı.
[20] Müslim, Cihâd/98.
[21] el-lstîâb, Abdurrahman B.
Ebubekir'in zikri bolümü.
[22] Sîret-i tbn Hişâm, Mısır
baskısı, Mehmet Ali matbaası, s. 388.
[23] Hadis kitaplarında geçen
ifadeler farklıdır.
[24] tbn Sa'd, Bedir gazvesi
bölümü; el-Bidâye ve'n-nMye, îbn Kesîr, c. 2, s. 273.
[25] Buhârî, Megâzî/26.
[26] Buharı, Megâzî/8.
[27] Bazı rivayetlerde Muaz b.
Amr, Muaz b. Afra olarak geçmektedir.
[28] Buhârî, Vekâlet/2; Bu
rivayet, Kitâb el- Vekâle'de yeraldığından siyerdlerin gözünden kaçmıştır
[29] îbnMâce,îkâmet/192.
[30] tbnMâce,lkâmet/192.
[31] Ravdu'I-Unuf.
[32] IbnHişâm.
[33] Taberî, s. 1338.
[34] Taberî, s. 1344
[35] Buhârî, s. 422.
[36] Ibn Hanbel, Müsned, c. 1, s.
247.
[37] Tabakât-ı tbn Sa'd s. 14.
[38] Buhârî, c. 1, s. 572.
[39] Tabeti Tarihi, s. 348.
[40] Bu olayların tamamı Urve b
Zubeyr'e atıfla Tarıh-ı Taberi'de anlatılmıştır, s 1354,
[41] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 222-224.
[42] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 224-233.
[43] Müslim, Bedir savaşı bölümü.
[44] el,s. 117.
[45] Kenzu't-Ummâl Müntehabt,
Bedir gazvesi bölümü.
[46] c. 3, s. 1289
[47] Buharı, Sulh/12, îmân/11;
Müslim, Megâzî/9,11.
[48] Taberî, s. 1292.
[49] el-lstîâb, Sa'd B. Hayseme tezkeresi, el-îsâbe ve Tabakât'ta bu olay değişik ifadelerle anlatılmıştır.
[50] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 233-235.
[51] Bu öldürme olayı Hz.
Hamza'nın yeğeni ve Hz. Peygamber'ın amcasının oğlu olan Abdullah b. Cahş
başkanbğında meydana gelmişti. Öldürülen kişi yani Vâkıd B. Abdullah İse Hz.
Ömer'in hanedanının yeminli dostu idi. Abdullah b. Cahş Hz. Ömer'in
halifeliğinin ilk günlerine kadar yaşadı.
[52] Taberî Tarihi, s. 1284.
[53] a.g e., s. 1285.
[54] el-lsâbe, Hakîm b. Hizâm'ın
anlatıldığı bölüm.
[55] Taberî, s. 1313 ve Sîreti
îbn Hişâm, Bedir gazvesi.
[56] Bu bilgilerin tamamı Taberî'nin 1314 ve 1316 sayfaları arasında vardır.
[57] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 235-236.
[58] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 236-237.
[59] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 237-238.
[60] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 238.
[61] Bu bilgilerin hepsi îbn Sa'd
Tabakatı'ndan ve el-lsâbe'den alınmıştır.
[62] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 238-249.
[63] Medine'nin kuzeyinde aşağı
yukan uç dört km. mesafede bir dağın adıdır.
[64] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 249.
[65] Buhârî,Tefstr-isûret-i3/39.
[66] Taberî, c. 3, s. 386'da bu
altı kadından başka Es'ad kızı Sellâfe ve Alkame kızı Umeyre adında iki kadın
daha zikredilmektedir. Bunlardan Hannâs ve Umeyre'nin dışındakiler müslüman
olmuşlardır. Ama bu ikisinin müslümanhklanna hiç bir bilgi yoktur. Bk. Zerkânî,
el-Mevâhib.
[67] Taberî, c. 3, s. 1389,
Avrupa baskısı.
[68] Zerkânî, c. 2, s. 25.
[69] Taberî, c. 2, s. 1391. Bu
TaberTnin rivayetidir. Ama diğer rivayetlerden anlaşılıyor ki, Râfi'e izin
verilmesinin sebebi; genç olmasına rağmen ok atmayı çok iyi bilmesi ve bu
konuda üstün bir maharete sa-hib olmasıdır. Resululah efendimiz onun bu
özelliğini öğrenmesi üzerine savaşa katılmasına izin verdi. Ibn Hişâm, Uhud
Savaşı konusu. Zerkânî, c. 2, s.29, el-Bidâye, îbn Kesir, c. 4, s. 15.
[70] Taberî, c. 2, s. 1394.
[71] Buhârî, Bâbu Katl-i Hamza,
s. 583.
[72] Ibn Hişâm; Taberî, c. 3, s. 1401. 336 Buhârî, Uhud savaşı, s. 579.
[73] Buhârî, Megâzi/54; tbn-i
Hanbel, 1/444.
[74] Bunlar siyercilerin
rivayetleridir. Buhârî'de bu olay zikredilmiştir. Ama Hz. Ömer'in zikri geçmemektedir.
[75] Buhârî, s. 579; Müslim,
İmaret/147
[76] Müslim'in Uhud savaşı
bölümünde. "Yedi ensârî vardı, yedisi de teker teker canlarını feda
ettiler" denmektedir
[77] Buhârî Uhud savaşı, s. 579.
[78] Müslim, Uhud savaşı, c. 2, s. 9.
[79] Buhârî, Uhud savaşı, s. 580.
[80] Buhâri, Uhud savaşı, s. 581.
[81] Buhârî, s. 582, Ümmü Suleyf
in zikri.
[82] îbn Hişâm, s. 89, Mehmet Ali
matbaası, Mısır baskısı.
[83] Taberî, s. 421.
[84] Taberî, s. 1425.
[85] Bu olaylar teker teker
Buhârî*nİn Uhud savaşı bölümüde anlatılmıştır.
[86] Buhârî, s. 584.
[87] Taberî, s. 1428-1429.
[88] Ibn Hişâm, IJhud Savaşı ve
Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 84.
[89] Buhârî, Cenâiz/33.
[90] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 249-251.
[91] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 251-253.
[92] Gazve ile seriyye arasındaki
farklılıkla ilgili değişik görüşler vardır. En beğenileni; Hz. Peygamberin
katıldığı seferlere gazve, bizzat katılmayıp sahabeyi gönderdiklerine de
seriyye denilmesidir.
[93] . îbn Sa'd, c. 2,1. Bölüm, s. 35.
[94] Tabakat-ı Îbn Sa'd, s. 36
[95] Ebu Berâ'nm daha sonra muslüman olup olmadığında siyer bilginleri ihtilaflıdır. Zehebi: "Doğrusu, onun muslüman olmadığıdır" el-îsâbe de ise: "Onun muslüman olduğunu bildiren hiç bir rivayet yoktur, bazı rivayetlere göre müsluman olduğuna inanan bir grub vardır" denilmektedir.
[96] Bu sahabi topluluğu İçinde
Ka'b b. Zeyd de vardı. Kâfirler onun da şehid olduğunu zannettiler; ama o
ölmemişti. Daha sonra iyi oldu.
[97] Amr b. Ümeyye ile Münzİr b.
Muhammed b. Ukbe gerideydiler. Olay yerine ulaşınca Münzir (ra) şehid edildi,
Amr b. Ümeyye (ra) ise esir edildi, daha sonra serbest bırakıldı. Zerkânî, c.
2, s. 89.
[98] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 73; Zerkânî, c. 2, s. 92.
[99] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 253.
[100] Hâris'in oğlu Ebu Serde'a,
Hubeyb'i (ra) şehid etmişti. Daha sonra müslüman olma şerefine erdi. Zerkini,
c. Z s. 78.
[101] Sahih-f Buhâri'de 'Estera'
diye geçmektedir.
[102] Bu namazın mûstehab olma sebebi;
Hz. Peygamber olayı duyduğunda Hubeyb'in namaz kılışını beğenip övmesidir.
Şerhu Siyer-i Kebir, Serahsî, c. 1, s. 15)
[103] Nistâs daha sonra müslüman
oldu. Zerkânî c. 2, s. 84.
[104] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 259-258.
[105] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 258.
[106] Buhârî, Megâzî/15; Müslim,
Cihâd/119.
[107] Buhârî, c. 2, s. 1016.
[108] Vâkıdî, Esbâbü'n-Nüzût, s. 145. Müslim, s. 49.
[109] Buhârî, Edeb/35,38,
Cihâd/98, lsti'zln/22, Da'avât/59, 63.
[110] Buhârî, c. 2, s. 877.
[111] Buhârî, c. 1, s. 562.
[112] Buhârî, c. 1, s. 175.
[113] Buhârî, c. 1, s. 668.
[114] el-îsâbe fi ahvali's-Sahabe.
Mısır baskısı, c. 1, s. 88.
[115] Ebu Dâvûd, îmâret/30.
[116] Bk. el-îsâbe'mn Talhâ b.
Berâ'nm hayatı bölümü.
[117] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 259-261.
[118] Tabakât-t îbn Sa'd, c. 2,1. Bölüm, s. 19.
[119] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 261-263.
[120] Siyercilerin İfadelerinden
Hz. Peygamber'in onu öldürtmeye Abdullah b. Übeyy'in ısrarından dolayı mecbur
kaldığı anlaşılmaktadır. Ama Ebu Dâvûd Sünen'inde bu olayın anlatılış tarzından
bu tahminin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.
[121] Buhâri, Megâzî/16.
[122] Hâmîs, S. 464.
[123] Zerkânî, c. 2, S. 9, îbn
İshak ve diğerlerine atıfla.
[124] Ebu Dâvûd'da, Ka'b b. Eşrefin
Hz. Peygamber'i hicvettiği ve Kureyş kâfirlerini ona karşı tahrik ettiği
anlatılmaktadır: Ebu Dâvûd, lmâret/22.
[125] Hâmîs, s. 517. Galiba bu,
tbn Hamîs'in hakkında geniş bilgi verdiği ilk olaydır.
[126] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 259.
[127] Îbn Sa'd, Megâzî, s. 21.
[128] Zerkânî, c. 2, s. 13.
Buhârî, Ka'b Eşrefin öldürülmesi bölümü.
[129] Buhârî, Megâzf/17.
[130] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 263.
[131] Bu bilgiler Ebu Dâvûd
Sünen'inde vardır Ebu Dâvûd, tmâret/24. Sİyercilerin Ebu Davud'un bu rivayetinden
haberdâr olmamaları şaşılacak şeydir.
[132] Fethu'l-Bârî, Benî Nadîr Gazvesi olayı, c. 7, s. 255. Fethu'l-Bârî müellifi bu rivayeti îbn Murdeveyh'den nakletmiş, senedinin sahih olduğunu belirtmiştir. Buhâr^den de; Benî Nadîr yahudilerinin Hz. Peygamber1 e bu tür bir suikast yapmak istedikleri anlaşılmaktadır.
[133] Bu bilgiler Taberfde vardır,
s. 1452.
[134] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 263-265.
[135] Ibn Sa'd, Zâtu'r-Rİkâ'
gazvesi, s. 43. Sahîh-i BuhârTden bu savaşın Hendek Savaşından sonra meydana
geldiği anlaşılmaktadır. Korku namazı ilk defa bu savaş sırasında kılınmıştır.
[136] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 265-266.
[137] Taberî ve Ibn Hİşâm'ın takipçisi oldukları Ibn tshâk bu savaşı Hicretin dördüncü yılının olayları arasında zikretmiştir. Musa b. Ukbe, bu savaş için 'Hicretin 5. yılında oldu' demektedir, tmam-t Buhârî, Sahihi'nde bu farklı görüşleri anlatmış, ama yanlışlıkla 5. yıl yerine îbn Ukbe'yi 4. yıla bağlamıştır. îbn-i Hacer Fethu'1-Bârfiân 432. sayfasında Beyhakî, Hâkim, Musa b. Ukbe ve îbn Mâce'nİn rivayetlerinden dolayı 5. yılı tercih etmiştir. îbn Sa'd da 'Hicretin 5. yılında olmuştur' diye yazmıştır. Geniş bilgi için Fet-hu'l-Bârfye bakınız.
[138] Bu olayları Îbn Hişâm
genişçe anlatmıştır, c. 1, s. 62.
[139] TaMkâl-ı tbn Sa'd, Megazî, c. 1, s. 45-46.
[140] Bk. Buhârî, c. 2, s. 728.
[141] Ibn Sa'd ve Taberî bu
olayları bütün genişliğiyle yazmıştır. Buhârfnin değişik bablannda da
anlatılmaktadır.
[142] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 266-267.
[143] Ebu Dâvûd, Itâk/6; Ibn-ı
Hanbel, 6/277
[144] Ebu Dâvûd, Itâk/6.
[145] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 267-274.
[146] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 275-278.
[147] Buhârî, Megâzî/46.
[148] îbn Sa'd, Tabakât, o 2, s.
47. Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 301.
[149] Îbn Sa'd, Tabakât, c. 2, s.
47. Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 301.
[150] Tabakât-t Îbn Sa'd, c. 2.
[151] Buhârî, Megâzî/29, 30.
[152] Buhârî, Megâzî/38; Müslim, Cihâd/125.
[153] Nesâ'î, Cİhâd/42. Ama Ibn Hişâm da bu konuyu Huzeyfe b. el-Yemân'a bağlamaktadır.
[154] Her ne kadar bu durumlar kitaplarda kısaca anlatılmakta İse de verdiğimiz bu geniş malûmatı, Ibn Sa'd ve Hamîs'den aldık.
[155] Zerkânf, kaç vakit namazın
kazaya kaldığını etraflıca ele almıştır.
[156] Taberânfye atıfla Zerkânî, Bezzaz, Ebu Ya'lâ hasen senedle. Bk. s. 129, c 2; tbn Hişâm.
[157] îbnHişâm,TaberîveHâmis.
[158] Müslim, Cenâiz/103.
[159] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 278-279.
[160] Taberî, c. 3, s. 485'de
şöyle yazmaktadır: "Kale duvarına yaklaştığında, Kureyzâ yahudilerinden
Hz. Peygamber'e söylenilen çirkin sözler işitti."
[161] Sahîh-i Müslim, c. 2, s. 77
ve Buhârî, Bâb-ü Mercii'n-Nebî Mine'l Ahzâb'da bu olay genişçe anlatılmıştır.
[162] Belâzurî, Avrupa baskısı, s. 22; îbn Ebî Şeybe, Musannef, Benî Kureyzâ babı.
[163] Ebu Dâvûd, Diyfit/1; Nesâ'î,
Kasâme/9.
[164] tbn Hişâm, Bent Kurayza
gazvesi.
[165] Ebu Dâvûd, Diyât/1.
[166] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 279-281.
[167] Bk. el-İsâbe, Zikr-i Reyhâne
bölümü, c. 4, s. 309.
[168] Reyhâne (ra) hakkında siyer kitablannda üç çeşit rivayet vardır.
[169] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 281-282.
[170] Fethu'l-Barî, Ahzâb sûresi
tefsiri.
[171] Tarih-i Taberî, Hicretin 5. yılı olaylarının baş tarafı.
[172] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 282-286.
[173] Buhârî, c. 2, s. 707.
Siret-i KâzirÛnî (el yazması). Ebu Dâvûd, c. 2, s. 212. Fethu'I-Bart, c. 2, s.
106. Bu hükümlerin hepsi, Nur sûresindedir ve hicretin 5. yılında meydana
gelen ifk olayına yakın zamanda nazil olmuşlardır.
[174] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 286-292.
[175] Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr/46,
[176] îbn-i Hanbel, 4/330,424.
[177] Bu âyetlerin iniş sebebinde şiddetli ihtilaf vardır. Ama en geçerli olanı işte bu rivayettir.
[178] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 292-298.
[179] Bu şartların hepsi, siyer
kitaplarından başka Müslim'in Hudeybiye barışı bölümünde de vardır: Müslim,
Cihâd/90,94.
[180] Buhârî, Şurût/15.
[181] Buhârî, Sulh/7.
[182] Hudeybİye barışıyla ilgili olaylar BuhârTde çok geniş biçimde anlatılmıştır. Ama asıl anlatılması gereken yer olan gazveler bölümünde zikredilmemiştir.
[183] Bu bilgileri, Kelâfnin
e(-îkfi/Bsından Hamîs nakletmiştir
[184] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 298.
[185] Taberî, c. 3, s. 1559; Ibn
Hişâm, (Babu Hurûci'n-Nebî ile'l-Mülûk).
[186] Heraklius ile ilgili bütün bilgiler için bk. Fethu'l-Bârî, c. 4, s. 31. İlave ve daha geniş bilgiler. Hafız tbn Hacer ve diğer kitaplardan derlenmiştir.
[187] Taberî, c. 3, s. 1572.
[188] Taberî. c. 3, s. 1572.
[189] Zâdu'l-Meâd.
[190] Tanh-İ Taberî, c. 3, s. 1570
[191] 'Cariye' kelimesini kız olarak tercüme ettik. Çünkü bu kelime Arapça'da hem kız, hem de cariye anlamına gelir, siyerciler Mâriye'ye, cariye derler. Ama onlar hakkında, Mısır hükümdarı Mukavkıs'in "Mısırlıların kendilerine büyük değer verdiği" ifadesi, cariyeler için pek kullanılmaz.
[192] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 298-300.
[193] el-hâbe, İbn Ishak'ın
rivayetiyle c. 1, s. 413.
[194] Tirmizî, Menâkıb/49.
[195] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 300-307.
[196] Margoliouth, s. 356.
[197] tbn Haldun, c. 2,
kabâilü'1-Arab bölümü ve Târîh-i Hamîs, c. 2, s. 43.
[198] Zerkânî, c. 2 s. 196.
[199] Olayın tamamı îbn Sa'd
Tabaka? mdan alınmıştır.
[200] Tarih-i Hamîs, c. 2, s. 43.
[201] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 307-312.
[202] Bu olay Buhârî ile Müslim'de
de geçmektedir: Buhârî, Tefsîr-i sûret-3/15, Merzâ/15, Edeb/115; Müslim,
Cİhâd/116. Fakat daha genişi tbn Sa'd ve îbn Ishak'tan alınmıştır.
[203] Siyerciler bu olayı ittifakla, Hayber olayından bir yıl önce olarak göstermişlerdir. Ama Taberî ve Buhârî olayın baş kahramanı olan Seleme'nin rivayetiyle, net bir şekilde Hayber savaşmdan üç gün önce meydana geldiğini belirtmişlerdir: Buhârî, Tefsîr-i sûret-3/15.
[204] Burada insanlardan maksat
münafıklardır.
[205] Ibn Sa'd, Megazî bölümü, s.
177'de geçen (Cemazıyelevvel, Hicrî 5. yıl) tarihi yukarıdaki araştırmaya göre
doğru değildir.
[206] Bu şiirlerden açıkça
anlaşılıyor ki, ilk saldırı düşman tarafından yapılmıştır.
[207] Buhârî, Megâzî/38,
Cihâd/131; Müslim, Zikir/44, 45.
[208] Tafsîtu Mu'cemi'l-Biildân,
s. 229, Recfn zikri.
[209] Taberî, c. 3, s. 1575.
[210] Tanh-i YakÛbî, c. 2, s. 56.
[211] îbn Hişâm bu olaydan iki
yerde bahsetmiştir.
[212] îbn-i Hanbel, 5/358.
[213] Buhârî, Tıbb/33.
[214] Taberî, s. 1579. Bu şiirler ve kısa olaylar Müslim'in Hayber gazvesinde de vardır.
[215] Mîzânu'l-î'tİdâl, Büreyde b.
Siıfyân Tercümesi.
[216] Fütûhu't-Buldân, Bellzürî,
s. 27, Hayber fethi. Taberî, s. 1589.
[217] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 312-313.
[218] Müslim, c. 4, s. 546.
[219] Ibn-i Hanbel, Müsned, c. 3,
s. 138, Mısır baskısı.
[220] Fütûhu'l-Biildân, Belâzurî,
s. 28. Buhârî, Mustafaî baskısı, c.-l, s. 377.
[221] Bu bilgiler Taberî tarihinde
verilmiştir. Ibn Hişâm'da da hemen hemen aynı bilgiler vardır.
[222] Fütühu'l-Büldân, s. 24.
[223] Taberî, s. 1582.
[224] Ebu Dâvûd, îmâret/23.
[225] Tabakât-ı îbn Sa'd, s. 81, satır 24.
[226] Tabakât-ı îbn Sa'd, Hayber
gazvesi s. 81, satır 289.
[227] TabakSt-ı îbn Sa'd, Hayber
gazvesi, s. 280.
[228] Buhârî, c. 1, s. 377, Mustafaî matbaası.
[229] Zadu’l-Mead, Hayber
gazvesinin zikri bölümü.
[230] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 313.
[231] Futûhu'l-Büldân, Belazürî,
Hayber gazvesi. Ebu Dâvûd, Hayber arazîsi.
[232] Futûhu'l-Büldân, Belâzürî, Hayber gazvesi. Ebu Dâvûd, Hayber arazisi.
[233] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 314.
[234] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 314-315.
[235] Mu'cemu't-Büldân, Kura kelimesi, c. 7, s. 73
[236] Muvattâ üzerine Zerkânî
Beyhakrye atıfla, s. 313.
[237] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 315-317.
[238] Bu olayı ve şiirleri
Tirmizî, Şemâü'de nakletmiştir.
[239] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 318-322.
[240] Mu'cemu'l-Büldân, Mûte kelimesi, c. 8, s. 190
[241]
Buhârî,Megâzî/89;EbuDâvÛd,Cıhâd/137
[242] Fethu'İ-Bârî, s. 393.
[243] Tabakât-ı îbn Sa'd, Meğâzi
bolumu, s. 93.
[244] tbn Hişâm, Mûte gazvesi.
[245] Buhârî, Megâzî/89; Ibn-i
Hanbel, 5/299, 301, 353.
[246] Buhârî, Megâzî/44.
[247] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 322-323.
[248] Taberî, c. 3, s 1620 Ibn
Sa'd, s. 97 Bazı başka adlar ilave edilmiştir
[249] Zerkânî, c. 2 s. 336'da bu
olayı Ibn Aiz meğâzisinden nakletmişhr. Şaşılacak şeydir ki, diğer tarihiçiler
ve siyerciler bu önemli olayı gözardı etmişlerdir.
[250] Zerkânî, c. 2, s. 332.
[251] Zerkânî, c. 2, s. 339.
[252] Taberî, c. 3, s 1632.
[253] Buhârî,Cihâd/69.
[254] el-Musannef bu konuda Buhârf de bulunan ama mürsel olan Urve'nin rivayetini almıştır. Buhârf de bulunan sahih ve merfû rivayetlere göre ise, durum şöyle; Hâlid (ra) Mekke'nin alt tarafından, Hz. Peygamber de üst tarafından şehre girmişlerdir. Fethu'I-Bârî, c. 8, s. 8.
[255] Buhârî, Megâzî/17,18.
[256] îbnHanbel, 1/151.
[257] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 323-326
[258] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 326-328.
[259] Ibn Hışâm, (Attâb (ra) daha
sonra Müslüman oldu.)
[260] el-lsâbe, Attâb b. Useyd
Tezkeresi, c. 2, s. 251
[261] Taberî, o 3, s. 1644.
[262] Taberî, c. 3, s. 643.
[263] Bedir Savaşında Hind'in
oğullan kâfirler arasındaydı ve öldürülmüşlerdi.
[264] Taberî, c. 3, s. 1645.
el-îsâbe, Safvân b. Ümeyye'nin zikri, c. 2, s. 187
[265] İbn Hişâm.
[266] Taberî, c. 3, s. 1646.
[267] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 328-329.
[268] Buhârî, Megâzî/10.
[269] Ebu Dâvûd, Cihâd/117.
[270] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 329-332.
[271] Fethu'l-Bârî, Mekke'nin
fethi bölümü.
[272] Fethu'l-Bârî, Mekke'nin fethi bölümü.
[273] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık:333.
[274] Mu'cemu'l-Buldân, Hîşam b.
Muhammed'e Hübel'in anlatılması bölümü.
[275] Bu bilgiler için bk.
Zerkânî, c. 2, s. 400.
[276] Mu'cemu'l-Butdân, Menât putunun anlatıldığı bölüm.
[277] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 333-334.
[278] Avf oğlu Mâlik, Tâif gazvesinden
sonra müslüman oldu. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Kâdİsiyye savaşına kabldı
ve Suriye valisi oldu. Zerkânî, c. 3, s. 6.
[279] Bu bilgiler Taberî'de
vardır, c. 3, s. 1655-1657.
[280] Ahmed îbn Hanbel, Müsned, c.
4, s. 36. el-tsâbe'de de Buhârf den bu rivayet nakledilmiş fakat orada 10.000
dirhem olarak belirtilmiştir.
[281] Muvattâ'da şöyle bildiriliyor: Hz. Peygamber silah istediğinde, zorla mı yoksa isteyerek mi vermemi istiyorsun?' diye sorunca Hz. Peygamber: 'gönlünle' buyurdu." Ebu Dâvûd, Damâne bölümünde de böyle bir rivayet nakletmiştir.
[282] Bazı rivayetlerde, bir kaç
sahabînin kaçmayıp orada durduğu bildirilmiştir.
[283] Buhâri, Huneyn Savaşı, c. 1,
s. 618.
[284] Buhârî, Cihâd/97.
[285] el-Musannef'in bu ifadesi müphemdir. Ancak söylemek istenen; "Her ne kadar onlar Kelime-i Şehadet getirerek müslüman olmuşlarsa da yeni müslüman oldukları için eski müslümanlar gibi sağlam değillerdi" olmalıdır.
[286] Buhârî, c. 2, s. 621, Tâif
gazvesi bölümü.
[287] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 334-336.
[288] Tabakât-i tbn Sa'd,
et-îsâbe, Taberî, c. 3, s. 1668.
[289] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 337.
[290] Taberî c. 3, s. 1669, Avrupa
baskısı.
[291] Tarih-i Hamîs, c. 2, s. 122
ve Ibn Sa'd.
[292] îbn Sa'd, Meğâzi bölümü, s. 115,
[293] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 337-343.
[294] Tabakât-ı İbn Sa'd, Meğâzi
bolümü, s. 110.
[295] Tabakât-ı îbn Sa'd Megâzi
bölümü, s. 1010. Zerhânî, c. 3, s. 92.
[296] Buharı, Menâkıbul'l-ensâr/1,
Megâzî/56; Müslim, Zekât/132.
[297] Buhârî, Tâif gazvesi, Nizamî
matbaası, s. 621.
[298] Buhârî, Tâif gazvesi, s. 620.
[299] Buharı, Tâif gazvesi, s.
120. Fethu'1-Bârî, c. 8, s. 90.
[300] Buharı, Menâkıbu'l-ensâr/1; Fethu'1-Bârî.
[301] Taberi, c. 3, s. 1676.
[302] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 343-345.
[303] Buhârî, Küsûf/1,
2,4-6,9,13,15; Müslim, Küsûf/1-3, 6.
[304] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 345-347.
[305] Bazı hadis bilginleri bunun
Hicretin 5. yılı olayı olduğu kanaatindedir.
[306] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i 66/1. Buhârî bu olayı Kitab et-Talâk bölümünde genişçe yazmıştır.
[307] Ahmed b. Hanbel, Musned, c.
6, s. 249.
[308] Umdetüfl-Kâri,c.9,s.226.
[309] Bu olay Buhârî'nin değişik bölümlerinde yani, Nikah, Talâk, ve İlim bölümlerinde değişik ifadelerle nakledilmiştir: Buharı, Talâk/5; Müslim'in Nikah bölümünde de birkaç kanaldan nakledilmiştir: Müslim, Talâk/26-30. Bu rivayetler arasında teferruatta fark vardır. Bununla birlikte mümkün olduğu kadar bütün rivayetleri topladık.
[310] Gassân oğullan Arap soyundan
bir koldur. Bizanslıların emrinde Suriye'de hakimiyet sürüyorlardı. Bizanslıların
teşviki ile Medine'ye saldırma hazırlılıkları yapıyorlardı.
[311] Bazı rivayetlerde 'hasır'
bazılarında ise 'divan' kelimeleri geçmektedir.
[312] Kesin ortak görüşe göre, Hz.
Peygamber 29 gün üst katta kaldı. Hz. Ömer'in konuşması ilk gün cereyan
etmiştir.
[313] Fethu't-Bârî, c. 9, s. 254.
[314] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 347-348.
[315] a.g.e., c. 8, s. 503.
[316] a.g.e., c. 9, s. 548.
[317] Fethu't-Bârî, Tahrîm sûresi tefsiri
[318] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 348-349.
[319] Margoliouth: "Huneyn
Savaşında ensâr ganimet malından mahrum kaldıktan için, 'savaştan çıkan olanlar
başkalan olduğuna göre biz neden savaşalım?* diye çarpışmaktan
sogudular"diyor. Ama bu görüş Margoliuth'un kasıtlı niyetinin ürünüdür.
Kur'ân-ı Kerîm açıkça ve doğrudan olayı anlattığına göre böyle yakıştırmalara
ne gerek var.
[320] ibnHişâm.
[321] îbn Sa'd, Meğâzi bölümü, s.
119.
[322] Zerkânî, c. 3, s. 72.
[323] Burası Akabe körfezi
yanındadır.
[324] İbn Ebî Şeybe'ye atıfla,
Zerkini, c. 3, s. 86.
[325] Zerkânî, c. 3, s. 92.
[326] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 349.
[327] İbn Cerîr'e atıfla, Zerkânî, c. 3, s. 91.
[328] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 349-350.
[329] Buhârî, Hacc/47.
[330] En büyük Hacc.
[331] Ahmed b. Hanbel, s. 299, c.
2, Zerkânî, c. 3.
[332] Taberî, c 4, s. 1721.
[333] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 350-351.
[334] Taberî, c. 4, s. 1722.
[335] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık:
[336] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 351-353.
[337] Kitab el-Emâlî, c. 1, s. 6,
Mısır baskısı.
[338] Bu, el-Musannef in kendi
kanâatidir, sözlüklerde bunu destekleyen bir işaret yoktur.
[339] a.g.e., c. 8, s. 244.
[340] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 353-357.
[341] el-îsâbe, Amr b. Mâlik'in
anlatıldığı yer.
[342] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 357-358.
[343] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 53. Ebu Dâvûd, Eşribe/1.
[344] Ebu Dâvûd, Cıhâd/128
[345] Ebu Dâvûd, Edeb/101.
[346] Ebu DâvÛd, Cihâd/25, 35.
[347] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 358-359.
[348] Mecmau'l-Emsâl, Kirmânî, İran baskısı, s. 342.
[349] Mecmau'l-Emsâl, s. 477.
[350] Bu olay bütün hadis
kitaplarında vardır. Ama bu geniş bilgiler tbn Sa'd, c. 2, s. 67'den
alınmıştır. Müslim'de sadece gözlerin kör edilmesi zikredilmiştir.
[351] Tabakat-ı tbn Sa'd, c. 2, s.
39.
[352] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 359-360.
[353] Konunun tamamen tarih yönünden ele alındığı gözönünde bulundurulmalıdır. Cihâdın anlam ve mahiyeti kitabın diğer cildinde anlatılacaktır.
[354] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 361-362.
[355] Ebu DâvÛd, Cüıâd/91.
[356] Taberî, s. 1274.
[357] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 362-364.
[358] Tabakât, s. 23.
[359] a.g.e., s. 35.
[360] a.g.e., s. 44
[361] a g.e., s. 45.
[362] Fethu'l-Bârî.
[363] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 364-366.
[364] Ebu Dâvûd, Cıhâd/97.
[365] Buhârî, Menâkib/25
[366] Tabakât tbn Sa'd, s. 65,
gazveler bölümü.
[367] Tabakât tbn Sa'd, s. 65,
gazveler bölümü.
[368] Tabakât tbn Sa'd, s. 64,
gazveler bölümü.
[369] Tabakât Ibn Sa'd, Hapt
seriyyesi, gazveler bölümü.
[370] İbn-iHanbel, 1/111.
[371] Fethu'l-Bârt, c. 8, s. 61-62.
[372] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 366-368.
[373] îbn Sa'd, s. 24.
[374] a.g.e., s. 65.
[375] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 368-373.
[376] Tarih-iTaberi, c. 3, s. 1651.
[377] İbn Sa'd, Megâzî, s.122.
[378] Buharı, Megâzî/28.
[379] Bu konudaki bütün bilgiler Ibn Sa'd'ın meğâzı bölümünden alınmıştır.
[380] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 373-375.
[381] Müslim, Cihâd/25, 26.
[382] Ebu Dâvûd, Cihâd/111. Burada
ilk bolum dikkate alınmıştır.
[383] Ebu Dâvûd, c. 2, s. 10.
[384] Ebu Dâvûd, c. 2, s. 23.
[385] Rıhletu İbn-i Cübeyr, Leiden
baskısı 1907, s. 307
[386] Ebu Dâvûd, c. 1, s. 354.
[387] Ebu Dâvûd, Cihâd/88.
[388] Ebu Dâvûd, c. 1, s. 342.
[389] Buhârî, İlim/45, Cihâd/15;
Müslim, tmâret/150,151; Ibn-ı Mâce, Cıhâd/13
[390] Ebu Dâvûd, Cihâd/î2; Müslim,
îmâret/153.
[391] Ebu Dâvûd, Cihâd/20.
[392] Ebu Dâvûd, Cihâd/128.
[393] Bu beşte bir'in dışında
kalan bütün ganimet mallan mücahidlerin hakkıdır.
[394] Ebu Dâvûd, Vitr/26.
[395] Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-cihâd, c. 1, s 357, Müctebâî baskısı.
[396] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son
Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 375-376.