DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM... 2

CİHAD DÖNEMİ. 2

XI. Peygamberimizin Savaşları 2

XII. Bedir Savaşı 7

Kur'an'a Göre  Bedir. 17

Bedir Savaşına Tekrar Blr Bakış. 19

Bedir  Savaşının  Asıl  Sebebi 26

Önemli  Bir  İncelik.. 28

Bedir  Savaşının   Sonuçları 28

Sevik   Savaşı (Hicri  2.  Yıl,  Zilhicce  Ayı) 29

Hz.   Fatıma'nın   Evliliği (Hicri  2.  Yıl,  Zilhicce  Ayı) 29

Hîcri   2.   Yıl:   Değişik  Olaylar. 30

XIII. Uhud Savaşı 30

Hicri  3.   Yılda  Yaşanan   Olaylar. 39

XIV. Savaşlar Dizisi 39

Hicri 4.  Yıl 39

Reci Olayı 41

Htcrl  4.  Yıl'da  Yaşanan  Değişik  Olaylar. 42

XV. Müslümanlarla Yahudiler. 42

Benî  Kaynuka  Savaşı (Hicri  2.  Yılı Şevval  Ayı) 46

Ka'b  Ibn  Eşref'in  Öldürülmesi (Hlcrl  3.  Yılı  Rebiülevvel  Ayı) 47

Beni  Nadir Savaşı (Hicri  4.  Yıl  Reblülevvel  Ayı) 48

XVI. Mureysa Savaşı Ve Diğer Olaylar. 50

Hicri  5.  Yıl 50

Cüveyriyye  (Ra)  Olayı 52

İfk Olayı 53

XVII. Ahzab Savaşı 53

Hicri  5.  Yıl,  Zilkade  Ayı 53

XVIII. Kureyza Oğullarının Sonu Ve Diğer Olaylar. 59

Kureyza Oğullarının  Sonu. 59

Reyhâne  Olayı 62

Peygamber  Efendimizin  Zeynep  (Ra) Île   Evlenmesi:   (Hlcri   5.   Yıl) 62

Hicri  5.  Yılda  Meydana Gelen Değişik Olaylar. 64

XIX. Hudeybîye Anlaşması 65

Hicri  6.  Yıl,  Zilkade  Ayı 65

Rıdvan   Biati 68

XX. İslamiyet'in Yayılması 73

(Hicri  6.  Yıl) 73

Değtşîk   Olaylar. 77

XXI. Hayber Fethi Ve Sonuçları 78

Zi  Kırd  Olayı 79

(Hicrî  7. Yıl, Muharrem Ayı) 79

Hayber  Arazılerı'nin  Taksimi 88

Hayber Savaşının  Siyasi  Ve  İdari  Sonuçları 89

Vadi'l-Kura Ve  Fedek.. 90

Umre. 90

XXII. Mute Savaşı 91

(Hicri  8.  Yıl, Cemâziye'l-Ûlâ) 91

XXIII. Mekke'nin Fethi 93

(Hicri   8.   Yıl,   Ramazan   Ayı) 93

Fetih Hutbesi 97

Hutbe'nin  Temel  Hedefleri 97

Öldürülecekleri  İlan  Edilenler. 99

Kabe'nin  Hazinesi 101

Mekke'nin  Fethi  Ve  Putların  Kırılması 101

XXIV. Huneyn Savaşı 102

(Hicretin  8.  Yılı  Şevval Ayı) 102

Evtas. 105

Taif  Kuşatması 105

Ganimetlerin  Taksimi 106

Hicri  8.  Yıla  Ait  Değişik  Olaylar. 108

XXV. Iyla Ve Tahylr. 108

(Hicri  9.  Yıl) 108

Asılsız   Rivayetler. 113

XXVI. Tebük Seferi, Dırar Mescidi Ve İslâmî Hac. 114

(Hicri  9.  Yıl,  Receb  Ayı) 114

Dırar Mescidi 116

İslam  Haccı Ve  Genel Af 117

Değişik  Olaylar. 118

XXVII. Savaşların Analîzî 118

Araplar'da Savaş Ve Yağmacılık.. 119

Araplar'da Öc Alma Duygusu. 120

Yağma —Ganimet—... 121

Araplar'da Vahşice Davranışlar. 123

Hz. Peygamber'in Savaşlarının Nedenleri ve Türleri 124

Haber Alma Teşkilatı 125

Savunma. 126

Güven ve Huzurun Sağlanması 128

Baskın Metodunun Sebebi 130

İslâm'ın Yayılması 131

Savaş Sisteminin Islahı 133

Fatihle  Peygamber Arasındaki  Fark.. 139

 

 

 

 

 

 

DÖRDÜNCÜ  BÖLÜM

 

CİHAD DÖNEMİ

 

XI. Peygamberimizin Savaşları

 

Avrupalı yazarların tuhaf taraflarından biri de Peygamberimiz'in savaşları­na dair yazılan yazılar ve dizilen destanlarla olabildiğince memnun ve mutlu olmalarıdır. Bunun nedenini anlamak zor değildir. Avrupalı yazar­lar, genelde îslâmiyetin kılıçla yayıldığını iddia ettikten sonra bu görüşü güçlendi­recek ve destekleyecek dayanaklar bulmaya çalışmışlardır. Bunlar, İslâm'ın zulüm ve baskı ile yayüdığmı allayıp pullayarak insanlara kabul ettirmeyi asılsız hikaye­ler ve çarpık yorumlarla başaramayacaklarını bildiklerinden, bir kaç damla değil aksine nehirler dolusu kanların aktığı savaşlarla İslâm'ın yayıldığını anlatmak iste­mişlerdir. Yaklaşık bütün Avrupalı yazarlar, Hz. Peygamber'in hayatmı kaleme alırlarken, insanları zorla müslümanlaştırmak için yapılan zincirleme savaşlar için­de geçmiş bir hayat şeklinde göstermeye çalışmışlardır. Bu düşünce baştan başa yanlış ve uydurma olduğundan gazvelere başlamadan önce bu konuya açıklık ge­tirmek istiyoruz.

Doğu bilimciler genellikle, 'islâm Mekke'de bulunduğu günlerde yani Mekke döneminde bin bir çeşit zulüm ve işkenceye maruz kalmıştı. Ama Medine'ye ge­lince sıkıntı ve eziyetler son bulmuştu' görüşünü ileri sürerler.

Bu yaklaşım doğru değildir. Mekke'de yapılan zulüm ve kötülükler her ne kadar çok şiddetli idiyse de kişilerle sınırlı kalmış ferdî olaylardı. Ama Medine'ye geldik­ten sonra bunların şekli değişmişti. Mekke'nin tamamı tek bir kabileydi. Medine'de ise ensârla birlikte yaşayan ama âdetleriyle, özellikleriyle, din ve inançlarıyla ensâr-dan tamamen farklı ve hatta onlara rakip olan yahudiler vardı. Buna ilaveten İs­lâm'ın koynundaki yılan olarak ikisinden de tehlikeli olan "münafıklar" vardı.

Mekke eğer kontrol altına alınsa ve Mekkeliler'e hakim olunsaydı o zaman Ka­be'nin geniş etkisinden dolayı bütün Araplar'a boyun eğdirilebilirdi. Ancak Medi­ne'nin etkisi dört duvarla sınırlıydı. Medine o ana kadar dış tehlikelerden tama­men uzakta ve güven içinde bulunuyordu. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ikamet ettiği yer olması ve de Kureyş'in kin ve öfkesi, onu yokedilebi-lecek bir hedef haline getirmişti.

Hz. Peygamber efendimiz Mekke'den ayrılıp Medine'ye geldikten birkaç gün sonra Kureyşliler, Medine'ye hicretten önce Ensânn lideri olan ve Ensârm taç giy­dirmek için merasim hazırlıkları yaptığı Abdullah b. Übeyy'e mektup yazdı.[1] Mektup şöyledir:

"Adamımızın şehrinize sığınmasına izin verdiniz. Allah'a yemin ederiz ki; onu ya öldürün ya da Medine'den çıkarın. Aksi takdirde hepimiz saldıracağız. Sizi yok ettikten sonra da kadınlarınızı aramızda paylaşacağız!"[2]

Hz. Peygamber efendimiz bunu haber alır almaz hemen Abdullah'ın yanına gitti ve ona: "Kendi oğullarınla ve kardeşlerinle savaşacak mısın?" buyurdu. Ensâ­rm çoğu müslüman olduğundan Peygamberimiz; onlarla savaşmanm kendi kar­deşleri ve evlattan ile savaşmak olduğunu imâ etmişti. Abdullah bu inceliği anla­dı ve Kureyş'in emrini uygulayamadı. Bedir savaşından sonra Kureyş aynı anlam­da bir mektup daha yazdı. Bu konuda ileride geniş bilgi verilecektir.

Kureyş'in tahrik ve teşviklerinden münafıkların ve Medine yahudilerinin başı dönmüştü. O günlerde yani Bedir savaşından önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir bineğe binerek Benî Haris b. el-Hazrec'in mahallesine gitti. Müşrikler, Medine münafıkları, yahudiler ve bazı müslümanlar birlikte oturuyorlardı. Yanla­rından geçerken Hz. Peygamber'in bindiği bineğin çıkarttığı tozdan dolayı Abdul­lah b. Übeyy yüzünü bezle kapattı ve hakaret eder bir edâ ile: "Tozutma" dedi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem topluluğu selamladı ve birkaç Kuran-ı Kerim ayeti okudu. Abdullah: "Ey adam! Bu benim hoşuma gitmiyor. Sözün doğru bile olsa topluluklarımıza gelerek bizi rahatsız etme. Git, yanına gelenlere anlat" de­di,[3] Müslümanlar bu hakaretten ve aşağılayıcı ifadelerden dolayı hiddetlendiler. Neredeyse kargaşa çıkıp kan akacaktı. Hz. Peygamber iki tarafı da teskin etti.

îşte o günlerde Evs'in büyük lideri Sa'd b. Mu'âz (ra) umre yapmak için Mek­ke'ye gitti. Ümeyye b. Halefle Sa'd b. Muâz'ın yıllara dayanan bir dostluğu vardı. Bu ilişki ve dostluk İslâm'dan sonra da devam etti. Bu ilişkiden dolayı Sa'd (ra) bu seyahatinde Ümeyye'nin misafiri oldu. Bir gün, Ümeyye'yi alarak Kabe'yi tavafa çıktı. Tesadüfen Ebu Cehil'le karşılaştılar. Ebu Cehil, Ümeyye'ye:

"Bu yanındaki adam kimdir?" diye sordu. Ümeyye de: "Sa'd'dır" dedi. Ebu Cehil:

"Sizler, sâbiîleri (=kâfirler, Hz. Peygamberle müslümanlara sâbiî yani dinden dönmüş derlerdi) himayenize aldınız, şehrinize sığınmalarına izin verdiniz. Ka­be'ye gelebilmenize asla tahammül edemem. Andolsun ki eğer Ümeyye ile birlik­te olmasaydınız benden kurtulup geri dönemezdiniz" dedi. Sa'd (ra) da:

"Eğer siz bizi hacdan menederseniz, biz de sizin Medine yolunuzu -Suriye ti­caret yolunu- keseriz" dedi.[4]

Kabe mütevellisi olmalarından ve Kabe'nin çevresinde oturmalarından dolayı bütün Araplar Kureyş'e saygı duyarlardı. Mekke'den Medine'ye kadar yayılmış olan kabilelerin hepsi Kureyş'in nüfuzu altında bulunurdu.[5] Bu yüzden Kureyş, bütün kabileleri, islâm'a karşı düşman hale getirdi. Hicretin 6. yılına kadar Yemen ve diğer beldelerin insanları, Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem'in yanına gelemiyorlardı. Nitekim Hicrî 6. yılda Bahreyn'den Abdulkays'ın elçileri gelince, heyette bulunanlar Hz. Peygamber'e: "Mudar kabileleri, size ulaşmamıza engel ol­dular. Bu yüzden sadece savaşın durdurulduğu hac günlerinde huzurunuza gele-biliyoruz" dediler.[6]

Kureyşliler, bununla da yetinmediler. Aksine Abdullah b. Übeyy'e yazdıkları gibi Medine'ye saldırarak İslâm'ın kökünü kazıma hazırlığı yapıyorlardı. Allah Re­sulü bir süre geceleri uyanık geçirdi. Nesâî Sahih'inâe şöyle yazmıştır:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiği ilk günlerde ge­celeri uyanık geçirirdi."

Sahîh-i Buhârî'nin Cihâd bölümünde şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bir ke­resinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem efendimiz: 'Bugün daha becerik­li biri nöbet tutsun' buyurunca Sa'd b. Ebu Vakkâs silahını kuşanıp gece boyu nö­bet tuttu. Hz". Peygamber sallallahu aleyhi vesellem içi rahat uyuyabildi." Bundan daha kesin ve açık ifadelerle Hâkim'in şöyle bir rivayeti vardır:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ve sahabe-i kiram Medine'ye gelip de ensâr onları koruma altına alınca bütün Araplar, onlara baskın yapmakla tehdit ettiler. Bunun üzerine sahabe-i kiram silahlarını kuşanmış olarak geceyi geçirmeye ve sabahlara kadar bu vaziyette durmaya başladılar."

Bu yıl Allah Teâlâ cihâda izin verdiğinden tarihçiler, gazveleri anlatmaya bu olaylardan başlamaktadırlar. Ama ince görüşlü biri şu açıklamalardan ve kesin ifadelerden olayın aslının ne olduğunu kavrayabilir. el-Mevâhibu'l-Ledünniyye ve Zer-kânî'de şöyle yazar: "Allah Teâlâ hicretin 2. yılının Sefer ayının 12'sinde cihâda izin verdi/' Bu sözün sağlam ve doğru olduğunu ispat yolunda Imam-ı Zührî'nin şu sözünü de nakletmektedir:

"Cihâda ve savaşa izin veren ilk âyet: 'Kendileriyle savaşılan kimselere de ar­tık savaşma izni verilmiştir. Çünkü onlara zulmedilmektedir ve Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter." (Hac, 22/39)[7]

İbn Cerîr tefsirinde şöyle yazılıdır: Savaş hakkında inen ilk âyet şudur: "Sizin­le savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın." (Bakara, 2/190) Dikkatle bakıp incelediğimizde görürüz ki iki âyette de kendileriyle savaş yapılmasına izin veri­len kimseler, müslümanlarla savaşmaya gelen kimselerdir. Anlaşılan odur ki, müs-lümanlar savaşa mecbur bırakılmışlardı.

Herşeye rağmen gerçek şudur ki: Medine'ye geldikten sonra Hz. Peygamber, koruma tedbirlerini almıştır. Sadece kendini ve muhacirleri değil, ensân da ko­ruma altına almaya çalışmıştır. Çünkü ensâr, Mekke'den hicret eden müslüman-lara sığınma hakkı tanıdıkları ve onları koruma altına aldıkları için Kureyşliler ceza olarak Medine'yi yerle bir etmeye karar vermişlerdi. Bu amaçla müttefikle­ri plan kabileler arasında bu ateşi yaktılar. O yüzden Hz. Peygamber iki önemli önlem aldı. Birincisi; Kureyş'in üstünlük iddiası ve en büyük geçim kaynağı olan Suriye ticaret yolunu, barış yapmaya mecbur bırakmak için kapattı. Hatırlanaca­ğı üzere Sa'd b. Mu'âz (ra) Mekke'de Ebu Cehil'i bununla tehdit etmişti. İkinci olarak da Medine'nin çevresindeki kabilelerle barış ve saldırmazlık anlaşmaları yaptı.

Demek istediğimiz şudur ki; bunlardan dolayı Bedir savaşından önce yüzer-el-lişer kişilik askeri birlikler Mekke tarafına doğru gönderilmeye başlandı. Ebvâ'ya gönderilen birlikten Önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'ın kendisi hiç bir askeri sefere katılmadı. Hicretin 2. yılının sefer ayında meydana gelen ve Hz. Peygamber'in de bizzat katıldığı Ebvâ'ya askeri birlik gönderilmesinden önce si-yerciler üç sefer daha yapıldığım anlatmaktadır. Bunlara "seriyye" denilmiştir. Hamza seriyyesi, Ubeyde b. Haris seriyyesi, Sa'd b. Ebu Vakkâs seriyyesi. Siyerci-lerin daha önce zikrettikleri üç seriyye bunlardır.

Ama bu seriyyelerin hiç birinde çatışma ve kan akıtma olmamış, ya bir karşı­laşma olmuş, ya da düşmanın yalanından geçip gitmişlerdir.

Siyerciler, seriyyelerin amacının; Kureyş'in ticaret kervanlarını durdurmak ol­duğunu söylemektedirler. Yani Sa'd'm (ra) tehdidine uygun olarak müslümanların amacı, Suriye ticaret yolunu Kureyş'e kapatmaktı.

islâm düşmanları: "Bu seriyyelerle, sahabeye yağmacılık eğitimi veriliyordu" demektedirler. Bu suçlama ne kadar bilgisizcedir. Bu iddia çok korkunç bir bilgi­sizliğin ifadesidi. Herşeyden önce yağmacılık, İslâm şeriatında büyük günahtır, ikinci olarak bu seferlerin nelere yol açtığıdır? Bu seriyyelerin hiçbirinde, sahabe-i kirâm'm kervan mallarını yağmaladığı zikredilmiş midir? Bunlardan hiçbiri, Ku-reyş ticaret kervanlarından en ufak birşey almış mıdır? Üçüncüsü; eğer bu seriyye­lerin amacı yağmalamak ve yol kesmek olsaydı, Kureyş'in ticaret kervanları dışın­da başka bir kervanda bu maksat gerçekleştirilemez miydi?

Çevre kabilelere, kendileriyle anlaşma yapılması için askeri birlikler gönderil­di. İlk asker gönderilen kabile Cüheyne kabilesidir. Bu kabile Medine'den üç du­rak ileride yerleşmişti ve yerleştikleri dağlık arazi geniş bir alana yayılmaktaydı. Onlarla, hem müslümanlar, hem de Kureyş'le eşit ilişkiler kurmaları üzere anlaş­ma yapıldı. Yani iki tarafa da aym mesafede duracak, iki taraftan biriyle tek basma anlaşma yapıp onun müttefiki olmayacaklardı.

Hicretin ikinci yılının sefer aymda Hz. Peygamber 60 muhacirle birlikte Medi­ne'den çıktı ve Ebvâ'ya kadar gitti. Buraya yakın bir yerde Ebvâ gazvesi veya Ved-dân gazvesi olmuştur. Hz. Peygamber'in mübarek annesinin mezarı da orada bu­lunmaktadır. Ebvâ'nm idari merkezinin adı Fer'dir. Burası geniş bir kasabadır ve Cüheyne kabilesi burada yaşamaktadır. Medine'den aşağı yukarı seksen mil mesa­fededir ve Medine'nin en uç sinindir. O bölgelerde Benî Damra kabilesi yaşamak­taydı ve bu civarlar onların idare alanına giriyordu.

Hz. Peygamber orada bir kaç gün kaldıktan sonra Benî Damre ile anlaşma yap­tı. Benî Damre'nin lideri Mahşî b. Amr ed-Damrî idi. Anlaşma'nm metni şuydu:

"Bu yazı, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'den Damre oğullarına veril­miştir. Damre oğullarının canları ve mallan emniyette olacaktır. Biri kendilerine saldırdığı taktirde saldırgana karşı kendilerine yardım edilecektir. Allah'ın dinine karşı savaş açmalan müstesnadır. Peygamber kendilerini yardıma çağırdığı zaman yardıma geleceklerdir."[8]

Bütün hadisçiler, gazvelerin işte bu olayla başladığını söylerler. Sahîh-i Buhârî de bu olayı, gazvelerin ilki kabul etmiştir. Bu olaydan bir ay kadar sonra Mek­ke'nin liderlerinden Kürz b. Câbir el-Fehrî Medine otlaklarına saldırmış ve Hz. Peygamber'in hayvanlarını yağmalayıp götürmüştü. Takip için arkasından asker gönderildiyse de kurtulup kaçan Kürz b. Câbir daha sonra müslüman olmuş ve Mekke'nin fethinde yolda yürürken şehid olmuştu.

Cemâzîyes-sânî, yani bu olayın üçüncü ayında Allah Resulü 200 muhacirle bir­likte Medine'den çıktı ve Zü'1-aşîre denen yere ulaşarak Müdlic oğulları ile anlaşma yaptı. Burası Medine'den dokuz durak ötede Yenbu' bölgesindeydi. Benî Müd-lic, Benî Damre'nin yeminli müttefikleri idi. Benî Damre önceden İslâm ittifakına girdiğinden aynı şartları onlar da kabul ettiler.

Bir kaç gün sonra yani Hicrî 2. yılın Receb ayında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Abdullah b. Cahş'ı (ra) oniki kişiyle birlikte Batn-ı Nahle'ye gön­derdi. Burası Mekke ile Tâif arasında, Mekke'den geceli gündüzlü tam bir günlük mesafede idi. Hz. Peygamber, Abdullah b. Cahş Hazretlerine bir mektup vererek: "İki gün sonra bu mektubu açacaksın." buyurdu. Abdullah (ra) mektubu açtığın­da içinde: "Nahle bölgesinde kal ve Kureyş'in durumunu araştır, öğren ve bize ha­ber ver" diye yazılmış olduğunu gördü. Tesadüf eseri Suriye'den ticaret mallan yüklenmiş kervanı getirmekte olan bir kaç Kureyşli karşılarına çıkıverdi. Abdullah b. Cahş onlara saldırdı. Onlardan Amr b. Hadramî öldürüldü, ikisi esir alındı ve mallan ele geçirildi. Abdullah (ra) Medine'ye gelerek olayı anlattı. Ganîmet malla­rını da takdim etti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Buna izin verme­miştim" buyurdu ve ganîmet mallarını da kabul etmedi. Sahabe-i Kiram Abdul­lah'a öfkelenerek: "Sana izin verilmeyen bir şey yaptın, kervanı soydun. Hem de haram aylarda savaştın. Halbuki bu ayda savaşman emredilmemişti" dediler.[9]

Yakalanan ve öldürülmüş olan kimseler eşraftandı. Öldürülen Amr b. Hadra­mî, Abdullah Hadramrnin babasıydı. Abdullah Hadramî ise Harb b. Ümeyye'nin -Muâviye'nin dedesinin- müttefiki idi.[10] Harb, Kureyş'in büyük lideri olup Ab-dulmuttalib'den sonra Kureyş'in başkanlığını ele geçiren kimseydi. Yakalananlar, yani Osman ve Nevfel'in ikisi de Muğîre'nin torunlanydı.[11] Muğîre, Velîd'in ba­bası, Hâlid'in (ra) dedesi ve Harb'den sonra ikinci derecede Kureyş'in başkanıydı. O yüzden bu olay bütün Kureyş'i öfkelendirdi, hatta çılgına çevirdi. İntikam alma­ya ve kanını yerde koymamaya yemin ettiler. Bedir savaşı ve arkasından gelen olaylar işte bu intikam ve öc alma isteğinin sebeb olduğu olayların devamıdır.

Hz. Aişe'nin yeğeni olan Urve b. Zübeyr açık ifadesinden de anlaşıldığı üzere Bedir savaşının ve Kureyş'le yapılan bütün savaşların sebebi, işte bu Hadramfnin öldürülme olayıdır. Allâme Taberî şunları kaydetmiştir:[12]

"Bedir savaşını tahrik eden ve Hz. Peygamber'le Kureyş müşrikleri arasında ortaya çıkan bütün çatışmaların sebebi, Vâkıd b. Abdullah es-Sehmf nin Amr b. el-Hadramfyi öldürmesidir."

Bedir savaşı, bütün savaşların ve gazvelerin kaynağını oluşturduğu için bu ha­diseyi önce kısa ve öz olarak yazacak, sonra ayrıntılı şekilde bilgi vereceğiz. [13]

 

XII. Bedir Savaşı

 

"Andolsun, sizler güçsüz olduğunuz halde Allah, Bedir'de size yardım etmişti. Öyle ise, Allah'tan sakının ki, O'na şükretmiş olasınız." (Al-i îmrân, 3/123)

Bedir, her yıl panayır kurulan bir köyün adıdır. Burası, Suriye'den Medine'ye gi­den yolun sarp ve aşılması güç derelerden geçtiği kısma yakın bir noktadadır. Me-dine-i Münevvere'den aşağı yukarı seksen mil mesafede bulunmaktadır. Yukarıdan buraya kadar yazageldiğimiz gibi Kureyş, hicretin hemen arkasından Medine'ye sal­dırma hazırlıklarına başlamıştı. Abdullah b. Übey/e mektup yazarak: "Ya Muham-med'i öldür, ya da biz gelip onunla birlikte seni de yok ederiz!" diye tehditte bulun­muşlardı. Kureyş'in küçük çapta ve az sayıda insandan oluşan birlikleri, Medine çevresini dolaşıyor ve şehri her an kontrol altında tutuyordu. Hatta Fehr kabilesin­den Kürz Medine'nin otlaklarına kadar gelip hayvanları yağmalayıp gitmişti.

Bir ordu veya askeri birliğin, bir yere saldırması için en önemli ve en gerekli şey, savaş ihtiyaçlarının temin edilmesidir. O yüzden ihtiyaç duyulan para ve mü­himmatı tedarik etmek için Kureyş'in Suriye'ye gönderdiği bu sezonun ticaret ker­vanı, Mekkeliler'in ellerinde bulunan bütün paralan tek kuruşuna varıncaya kadar verdikleri bir sermaye ile hareket etmişti.[14] Sadece erkekler değil, ticari işlere çok az katışan kadınlar bile bu ticari sefere ortak olmuşlardı. Kervan Suriye'den geri dönmek üzere hareket etmemişti ki Hadramfnin beklenmeyen öldürülme olayı meydana geldi. Bu olay Kureyş'in Öfke ateşini daha da alevlendirdi. O sırada Mek­ke'de, müslümanlann kervanı yağmalayacağı haberleri yayıldı. Kureyş'in kin ve öfke bulutu bütün dehşetiyle Arabistan'ın her yanını kaplamıştı.

Hz. Peygamber bunları haber alınca Sahabe-i kirâm'ı topladı ve olayın ne nok­taya ulaştığını açıklayarak, durumu herkese haber verdi. Hz. Ebu Bekir ve diğerle­ri heyecanlı konuşmalar yaptılar. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ensâra bakıyordu. Çünkü ensâr biat ettiği sırada sadece düşman Medine'ye hücum ettiği takdirde kılıçlarına sarılıp, yardıma koşacaklarım vaadetmişlerdi. Sa'd b. Ubâde -Hazrec kabilesinin lideri- ayağa kalkarak: "Ey Allah'ın Resûlu! İçimizden ne geçtiğini mi öğrenmek istiyorsunuz? Allah'a yemin olsun ki kendimizi denize atmamızı emretseniz, biz hiç düşünmeden hemen kendimizi denize atarız" dedi.

Bu, Sahîh-i Müslim'in rivayetidir. Buhârfnin rivayetinde ise, Mikdâd (ra) aya­ğa kalktı ve: "Biz Musa'nın kavmi gibi 'Sen Rabbinle git savaş' demeyeceğiz. Aksi­ne sizin sağınızda, solunuzda. Önünüzde, arkanızda durarak ve sizi koruyarak savaşacağız" dedi. Bu konuşmasından Hz. Peygamber o kadar memnun oldu ki mü­barek yüzü sevinçten parladı.

Demek isteriz ki Hicret'in II. yılında Ramazan ayının onikisinde Hz. Peygam­ber canını İslâm'a feda eden yaklaşık üçyüz yiğitle birlikte şehirden çıktı. 1 mil ka­dar yürüdükten sonra orduyu kontrol etti. Böylesine tehlikeli durumlarda çocuk­ların işi yoktur diyerek küçük yaşta olanları geri gönderdi.[15] Umeyr b. Ebu Vak-kâs (ra) henüz çocuktu. Geri dönmesi söylenince hüngür hüngür ağlamaya başla­dı. Sonunda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun da orduya katılması­na izin verdi. Umeyr'in (ra) kardeşi, Sa'd b. Ebu Vakkâs (ra) küçük yaştaki asker­lerin boyunlarına kılıç astı.[16] Ordunun bütün sayısı 313 kişiden ibaretti. Araların­da 60 muhacir vardı. Kalanlar tamamen Ensârdandı.

Medine'de Müslümanların yokluğunda münafıklarla yahudilere güven duyul­madığından Ebu Lübâbe b. Abdi'l-Münzir'i Hz. Peygamber Medine valisi tayin et­ti ve Medine'ye dönüp görevini üstlenmesini emretti. Aliye'ye -Medine'nin yüksek­çe bir yerleşim yerine- ise Asım b. Adiyy'i tayin etti. Bu düzenleme ve tedbirlerden sonra Allah Resulü Mekkeliler'in Bedir tarafından geldiğini haber aldığı için Bedir'e doğru ilerledi. Besîse ve Adiyy adlı iki haberci, Kureyş'in durumunu ve ne yaptığı­nı öğrenip nerede olduklarını ve kaç kişiyle geldiklerini haber almaları için gönde­rildi. Müslümanlar Ravhâ, Munsarif, Zât, îczâl, Mi'lât ve Esfl'den geçerek Ramazan ayının onyedisinde Bedir'in yalanına geldiklerinde haberciler de Kureyş'in vadinin diğer kıyısına kadar geldiklerini haber verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem orada durdu. Askerler de bineklerinden indiler. Kureyş Mekke-i Mükerre-me'den büyük bir debdebe ve teçhizat ile çıkmıştı. 1000 kişilik bir kalabalıktı. 100 kişilik süvari birliği vardı. Kureyş liderlerinin hepsi bu yolculuğa katılmıştı. Ebu Le-heb önemli bir meseleden dolayı gelemediğinden kendi yerine bir vekil göndermiş­ti. Askerlerin yemek işleri şöyle düzenlenmişti: Kureyş eşrafı yani Abbas b. Abdul-muttalib, Utbe b. Rebf a, Haris b. Amr, Nadir b. Haris, Ebu Cehil, Ümeyye ve diğer­leri sıraları geldikçe her gün 10'ar deve kesiyor ve halka yediriyorlardı. Kureyş'in en itibarlı lideri olan Rebfa b. Utbe, ordunun başkomutanı idi.

Kureyş, Bedir yakınlarına ulaşınca Ebu Süfyân idaresindeki Kureyş ticâret ker­vanının tehlike alanından çıkıp kurtulduğunu öğrendi. Bunun üzerine Zühre kabi­lesi ile Adiyy kabilesinin liderleri: "Artık savaş gerekmez" dedilerse de Ebu Cehil kabul etmedi. Zühre ile Adiyy kabilelerinin mensupları geri dönüp gitmiş, kalan­lar yola devam etmişlerdi.

Kureyş Bedir'e daha önce ulaştığı için uygun ve elverişli yerleri ele geçirmişti. Müslümanların tarafında bir su kaynağı veya kuyu vb. bir şey yoktu. Zemin o kadar kumluydu ki rahat hareket edilemiyor, yürürken develerin ayaklan kuma gö­mülüyordu. Habbâb b. Münzir, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e, 'As­kerlerin yerleşme yeri olarak seçilen alanın, vahiy yoluyla mı? yoksa askeri taktik düşüncesiyle mi?' seçildiğini sordu. Hz. Peygamber vahiy yoluyla olmadığını söy­leyince, Habbâb b. Münzir (ra): "O halde en iyisi daha ileriye giderek su kaynakla­rının ele geçirilmesi ve çevredeki kuyuların işe yaramaz hale getirilmesidir, de­di.[17] Hz. Peygamber bu görüşü beğendi ve hemen uygulamaya geçildi. Allah Te-âlâ'nın desteği ve güzel bir tevafuk eseri yağmur yağdı. Yağan yağmurdan toprak oturdu, zemin sertleşti. Abdest veya gusül temizliğinde kullanılması ve faydalanıl­ması için sular yer yer toplanarak küçük havuzlar haline getirildi. Bu ilâhî lütuf Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle zikredilmektedir:

"Allah sizi temizlesin diye üzerinize gökten sular indirir." (Enfâl, 8/11)

Her ne kadar sular müslümanlann kontrolünde ise de Kevser ırmağının sahibi olan yüce Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dost düşman herkese karşı cömert olduğundan düşmanlara bile su almaları için izin verdi.[18] Gece olmuştu. Bütün sa­habe iyice istirahat ederek geceyi uyku ve dinlenme ile geçirdi. Ama gözüne uyku girmeyen, sabaha kadar uyanık kalıp ibadet ve dua ile meşgul olan bir kişi vardı: Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem. Sabah herkesi namaza kaldırdı. Namaz­dan sonra da cihâd konusunda vaaz etti.[19]

Kureyş savaş için can atıyordu. Kin ve hırsla doluydu. Kureyş ordusu yerin­de duramıyordu. Ama her şeye rağmen aralarında iyi kalpli kimseler de vardı. Bunların vicdanı kan dökme endişesiyle titriyordu. Onlardan biri olan Hakîm b. Hizam -daha sonra müslüman olacaktır- ordunun başkomutanı Utbe'ye giderek: "İstiyorsanız bugün, iyi niyetinizin ifadesi olan bir davranışı, temiz kalpliliğini­zin ebedi bir hatırası olarak bırakabilirsiniz" dedi. Utbe: "Nasıl?" deyince Hakîm b. Hizam: "Kureyş'in istediği sadece Hadramî'nin kan bedelidir. O sizin mütte­fikiniz ve dostunuzdu. Onun kan bedelini siz ödeyiniz, iş bitsin" dedi. Utbe de iyi kalpli bir insandı. Bunu memnuniyetle kabul etti. Ama Ebu Cehil'in de aynı görüşü kabul etmesi gerektiğinden Hakîm b. Hizam, Utbe'nin mesajını alıp, git­ti. Bu arada Ebu Cehil, ok torbasından okları çıkararak yere sermiş kontrol edi­yordu. Utbe'nin gönderdiği haberi duyar duymaz: "Evet, Utbe'nin gücü bitti, ce­sareti tükendi" dedi. Utbe'nin oğlu Ebu Huzeyfe (ra) müslüman olmuş, bu sa­vaşta Hz. Peygamberle birlikte müslümanlar arasında bulunuyordu. Ebu Cehil, bunu istismar ederek: "Utbe, oğluna bir zarar gelmesin diye bu savaştan korku­yor" dedi.

Ebu Cehil, Hadramfnin kardeşi Âmir'i çağırarak: "Görüyor musun, kardeşinin kanını akıtıp öldürenler şu anda elimize düşmüşken, göz göre göre kurtulup gide­cekler" dedi. Âmir, Arap adetlerine uyarak elbiselerini parçaladı ve topraklan ha­vaya savurarak tozu dumana kattı. "Vah amcam, Vah amcam!" diye feryad etme­ye, bağırmaya başladı. Onun bu görüntüsü, bütün askerleri derinden etkiledi ve in­tikam ateşini körükledi.

Utbe, Ebu Cehil'in hakaretini duyunca çok ağırına gitti ve çok sert bir tepki gösterdi: " Savaş alanı kimin nâmert olduğunu gösterecektir!" dedi. Bir miğfer is­tedi. Ama başı o kadar büyüktü ki hiç bir miğfer kafasına uymuyordu. Mecbur ka­larak basma bez doladı ve savaş aletlerini kuşandı.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem elini kana bulamayı hiç sevmezdi. Sahabe-i kiram, Hz. Peygamberin kalması için savaş alanının kıyısında taşlardan bir gölgelik hazırladılar. Sa'd b. Muaz düşmanlardan biri buraya sızmasın diye elinde kılıç, gölgeliğin önünde nöbet tuttu.

Her ne kadar Dergâh-ı îlâhfden zafer ve fetih vaadedilmiş, her şeyi kendi kud­ret elinde bulunduran yüce Allah, kâinattaki bütün imkânları Peygamber'inin em­rine amade kılmış, melekler ordusunu yardıma göndermiş idiyse de bu dünya, se­bep ve vasıtalara sarılma dünyası olduğu için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem savaş usullerine uygun olarak ordusunu savaş düzenine soktu. Muhacirle­rin sancağını Mus'ab b. Umeyr'e (ra) lütfetti. Hazrec'in bayraktarlığına Habbâb b. Münzir'i, Evs'in bayraktarlığına da Sa'd b. Mu'âz'ı tayin etti. Sabah olur olmaz Hz. Peygamber askerlerini tekrar savaş düzenine sokmaya başladı. Mübarek elinde bir ok vardı. Onunla işaret ederek askerleri hizaya diziyor, sıraya sokuyor, kimsenin öne arkaya çıkmamasını tembih ediyordu. Savaşta bağınşıp çağrışmak her zaman olağan şeydi. Ama hiç kimsenin ağzından en ufak bir ses dahi çıkmaması için gü­rültü yapmaları menedilmişti.

Karşılarındaki düşmanın sayısal üstünlüğü, müslüman tarafının bir tek kişiye bile muhtaç olup katılacak bir insanla dahi sevinecekleri bir sırada ve Hz. Peygam-ber'in kendini tamamen Allah'a teslim ettiği bir anda sahabeden iki kişi, Huzeyfe b. el Yemân (ra) ile Huseyl (ra), bir yerden gelirlerken yolda kâfirlerle karşılaştılar. Kâfirler onları durdurarak: "Muhammed'e yardıma mı gidiyorsunuz?" diye sordu­lar. Onlar da bunu inkâr ederek yardım etmeyeceklerine söz verdiler. Hz. Peygam-ber'in yanına ulaşınca bu durumu ona arzettiklerinde Hz. Peygamber: "Biz her şart ve durumda sözünde duran ve verdiği sözün gereğini yapan kimseleriz. Sadece Allah'ın yardımını dileriz" buyurdu.[20]

Artık iki ordu karşı karşıya gelmişti. Hak ile batıl, karanlıkla aydınlık, küfürle İslâm kozlarını paylaşmak üzere karşı karşıya dikilmiş bekliyorlardı. Kur'ân-ı Kerim bu sahneyi şöyle tasvir etmiştir: "Karşı karşıya gelen şu iki toplulukta sizin için büyük bir ibret vardır. Biri Allah yolunda çarpışan bir topluluk, diğeri ise bunları apaçık kendilerinin iki misli gören kâfir bir topluluk." (Al-i İmrân, 3/13)

Gözler önündeki bu manzara insanları hayrete düşürmekteydi. Bu kadar geniş bir dünyada tevhid inancının geleceği meydandaki bir avuç insana bağlıydı. Buhâ-rî ve Sahîh-i Müslim'de; Hz. Peygamber'i kaplayan Allah'a teslimiyet duygusu an­latılırken şöyle denilmektedir: Ellerini uzatarak: "Ey Rabbim! Bana vaad etmiş ol­duğunu bugün yerine getir!" Hz. Peygamber o kadar kendinden geçmiş, kendini o derecesine Allah'a vermiş ve iç dünyasına dalmıştı ki, omzundan düşen harmani­sinden haberi bile olmuyordu. Arasıra secdeye kapanıyor ve: "Ey Rabbim, eğer bu insanlar, bugün burada yok olurlarsa artık kıyamete kadar Sana tapılmayacak ve Zât-ı Ulûhiyyeti'ne ibadet edilmeyecek" diye yakanyordu.

Peygamber'in en yakın sahabîleri bu yakarış haline, şahit oldukça kalpleri tit­riyor, onları da bir ürperti sarıyordu. Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber'e hitaben: "Ey Allah Resulü! Allah sana vaadini yerine getirecektir" dedi. Sonunda büyük bir hu­zur ve sükûn içinde o anda inen şu ayeti okudu:

"O topluluk yakında bozulacak ve arkalarım dönüp kaçacaklardır." (Kamer,

54/45)

Hz. Peygamber'in mübarek ağzından harf harf okunarak dökülen bu âyetle ke­sin zafer önceden bildirilmiş oldu. Kureyş ordusu iyice yaklaşmıştı. Buna rağmen Hz. Peygamber sahabeyi ilerlemekten menetti ve: "Düşman iyice yaklaşmcaya ka­dar ok atmaktan sakının" buyurdu.

Bu savaş fedakârlığın, vefakârlığın, cesaret ve kahramanlığın insanı hayretlere düşüren canlı bir numunesini sergiliyordu, iki ordu karşı karşıya geldiklerinde herkes gördü ki, en yakınları olan insanlar öldürmek üzere kaldırdıkları kılıçları­nın önünde dikilmektedirler. Hz. Ebu Bekir'in oğlu -o ana kadar müslüman olma­mıştı ve kâfirlikte devam ediyordu- savaş alanında çarpışmak için öne çıkınca, Hz. Ebu Bekir (ra) kılıcını çekti ve oğlunun karşısına çıktı.[21] Düşman safları arasmdan Utbe ortaya çıktığında, oğlu Huzeyfe (ra) müslümanlar safından öne çıkarak baba­sının karşısına dikildi. Hz. Ömer'in kılıcı ise dayısının kanına bulanmıştı.[22]

Savaş şöyle başladı. İlk önce kardeşinin kan davasını güden, onun intikamını almak isteyen Amir Hadramî öne çıktı. Karşısına Hz. Ömer'in kölesi Mihca' çıktı ve onu öldürdü.

Düşman ordusunun başkomutanı olan Utbe, Ebu Cehil'in hakaretinden dolayı çok kızgın ve öfkeliydi. İlkönce o, kardeşiyle oğlunu yanma alarak savaş alanının ortasına dikildi ve teke tek vuruşacağı, kozunu paylaşacağı, dengi olan bir adamın karşısına çıkmasını istedi. Arapların âdet ve prensiplerine göre ünlü insanlar savaş alanına çıkarken ayrıcalıklarını gösteren bir alâmet ve işaret takarlardı. Bu yüzden Utbe'nin göğsünde devekuşu tüyünden bir demet takılıydı. Avf (ra), Muaz (ra) ve Abdullah b. Revâha (ra) ona karşı savaşmak üzere çıktılar. Utbe adlarını sordu. Kimler olduğunu öğrenip de Ensârdan olduklarını anlaymca:"Bizim sizinle bir işi­miz yok" dedi. Sonra Hz. Peygamber'e doğru dönerek: "Muhammed! Bu insanlar bizim dengimiz değiller!" diye bağırdı.[23] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'in emrine uyarak Ensâr geri çekildi ve Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde (ra) ileri çıktılar. Başlanna miğfer geçirmiş olduklarından yüzleri seçilemiyordu.[24] Ut­be onlara da kim olduklarını sordu. Herkes adlarını ve kimlerden olduklarını söy­leyince Utbe: "Evet, bunlar bizim dengimizdir" dedi.

Utbe, Hz. Hamza ile, Velîd ise Hz. Ali ile karşılaştı. Hızlı ve sert bir düello baş­ladı. Utbe ile Velîd ikisi birden öldürüldü. Ama Utbe'nin kardeşi Şeybe, karşısında savaştığı Ubeyde'yi (ra) yaraladı. Hz. Ali hemen koşup Şeybe'yi öldürdü ve Ubey-de'yi omuzlayarak Hz. Peygamber'in yanına götürdü. Hz. Ubeyde, Hz. Peygam­ber'e: "Şehidlik nimetinden mahrum mu kaldım?" diye sordu. Hz. Peygamber ise: "Hayır, sen şehidlik derecesini elde ettin" buyurdu. Bunun üzerine Ubeyde (ra): "Bugün Ebu Tâlib sağ olsaydı söylediği şu şiirine layık olduğumu kabul ederdi" dedi ve şu şiiri okudu:

"Bİz Muhammed'i, onun etrafında teker teker vurulup yere düşünceye kadar düşman­larına teslim etmeyeceğiz.

Çoluk çocuğumuzu ve ailelerimizi ölünceye kadar onlara teslim etmeyeceğiz."

Saîd b. el-As'ın oğlu Ubeyde başından ayağına kadar zırha bürünmüş bir hal­de düşman ordusundan fırladı ve: "Ben Ebu Kereş'im!" diye bağırarak herkese meydan okudu. Karşısına çıkacak bir yiğit istedi. Bunun üzerine Zübeyr (ra) onun karşısına çıktı. Ubeyde'nin sadece gözleri görüldüğünden Zübeyr iyice nişan ala­rak onun gözüne doğru mızrağı fırlattı. Tam isabet alan Ubeyde yere düştü ve he­men öldü. Mızrak gözüne öyle saplanmıştı ki Zübeyr (ra) onun cesedi üzerine ayaklarını koyarak zorla çıkardı. Ama mızrağın iki ucu da eğildi. Bu mızrak hatıra olarak kaldı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zübeyr'den (ra) bu mızra­ğı istedi ve korudu. Mızrak daha sonra dört halifeye geçti ve daha sonra Abdullah b. Zübeyr'e (ra) geçti.[25]

Zübeyr (ra) bu savaşta bir kaç ağır yara aldı. Omuzundan aldığı yara o kadar derindi ki daha sonra iyi olmasına rağmen içine parmak giriyordu. Oğlu Urve çocukluğunda bu yaralarla oynardı. Savaştığı kılıç, vuruşa vuruşa körelmişti. Nite­kim Abdullah b. Zübeyr (ra) şehid olduğunda Abdülmelik, Urve'ye: "Zübeyr'in (ra) kılıcını tanıyabilecek misin?" diye sormuş, o da: "Evet tanırım!" demiş. Abdül­melik de: "Nasıl tanıyacaksın?" deyince, o da: "Bedir savaşında ağzmda gedikler meydana gelmişti" demiş, Abdülmelik de bunu tasdik edip övmüştü. Abdülmelik kılıcı Urve'ye verdi. O, bunun kıymetini üçbin olarak değerlendirdi. Kabzası gü­müşten ve işlemeli idi.[26]

Düelloların ardından her iki taraftan genel bir hücum başladı. Müşrikler güçle­rine ve sayılarının çokluğuna güvenerek büyük bir hışımla saldırdılar. Ama öte ta­rafta iki cihan serveti Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem başını secdeye koymuş, sadece Allah'ın gücüne, O'nun desteğine güveniyor, el açmış O'na yalva-rıyordu. Ebu Cehil'in aşağılığını ve İslâm'ın nasıl amansız bir düşmanı olduğunu herkes çok iyi biliyordu. O yüzden ensârdan Muâvviz ve Muâz (ra)[27] isimli iki kardeş, hakka baş kaldıran, güneşe söven bu insanı gördükleri yerde öldürmeye veya bu uğurda ölmeye ahdetmişlerdi. Yani yemin ederek: "Ya biz onu öldürürüz, ya o bizi" demişlerdi. Abdurrahman b. Avf şunu anlatmıştır: "Savaşmak üzere sı­ra halinde dizilmiş askerlerin safında duruyordum. Birden sağımda ve solumda iki genç gördüm. Biri kulağıma eğilerek benden Ebu Cehil'in nerede olduğunu sordu. Ben de 'Ey kardeşimin oğlu! Ebu Cehil'i bulup da ne yapacaksın?' deyince: 'Allah'a söz verdim, Ebu Cehil'i nerede görürsem ya onu öldüreceğim ya da onunla vuru­şarak öldürüleceğim' dedi. Ona cevap vermeye fırsat kalmadı ki diğer genç beni öbür yanımdan çekerek kulağıma aynı sözleri söyledi. Ben ikisine de işaret ede-rek'îşte Ebu Cehil şu' diye gösterdim. Daha gösterir göstermez ikisi birden atma­ca gibi sıçradılar ve Ebu Cehil'i yere yıktılar. Bu iki genç Affân'ın oğullan Muâv­viz ile Muaz'dı. Ebu Cehil'in oğlu îkrime arkadan gelip Muaz'ın sağ omuzuna kı­lıç vurdu. Bu darbeyle Muaz'm kolu koptu. Ama küçük bir deri parçası kaldığın­dan kol sarkıyordu. Muaz, îkrime'nin arkasından koştuysa da o kurtulup kaçtı. Muaz bu durumda savaşa devam ediyordu. Ama kolun sarkması onu zorladığın­dan elini ayaklarının altına kıstırarak çekti ve kalan deriyi de kopararak kolunu vücudundan ayırdı. Artık serbestti."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem savaştan önce; "Kâfirlerle birlikte ge­len insanlar içinde öyleleri vardır ki, buraya seve seve gelmediler. Aksine Ku-reyş'in zorlamasından dolayı geldiler" buyurmuştu. Hz. Peygamber bu insanlarm adlarını da bildirmişti. Onlar arasında Ebu'l-Buhturî de vardı. Meczir'in gözü En-sâr'ın müttefiki ve dostu olan Ebu'l-Buhturî'ye ilişti. Meczir ona: "Hz. Peygamber senin öldürülmeni menettiği için seni bırakıyorum" dedi. Ebu'l-Buhturfnin yanında bir de arkadaşı vardı. Ebu'l-Buhturî ona: "Bunu da mı?" diye sordu. Meczir: "Hayır" dedi. Ebu'l-Buhturî: "O zaman ben Arap kadınlarının, Ebu'l-Buhturî ken­di canını kurtarmak için arkadaşını ortada bıraktı da ona yardım etmedi diye beni kınamalarına tahammül edemem" dedi. Bunu söyledikten sonra Ebu'l-Buhturî aşağıdaki şiiri okuyarak Meczir'e hücum etti ve vuruşarak öldürüldü.

"Şerefli birinin oğlu ölünceye ya da kurtuluş yolunu Görünceye kadar arkadaşım teslim etmez."

Utbe ile Ebu Cehil'in öldürülmesi, Kureyş'in cesaretini kırmıştı. Daha fazla tu­tunamayıp geri adım atmaya başladılar. Herkesi korku sarmıştı.

Hz. Peygamber'in amansız düşmanı olan Ümeyye b. Halef de Bedir savaşına katılmıştı. Abdurrahman b. Avf bir zamanlar onunla sözleşerek Medine'ye geldiği takdirde hayatını koruyacağına, canını güven altına alacağına söz vermişti. Be-dir'de bu Allah düşmanından intikam almanın tam zamanıydı. Ama verdiği sözü tutmak, islâm'ın bir şiarı olduğundan çekip gitmesini istedi ve yanına alarak bir te­peye götürdü. Ama Bilâl onu gördü ve ensâra haber verdi. Bunun üzerine insanlar o tarafa koşuşup geldiler ve Ümeyye b. Halefe hücum ettiler. Ümeyye'nin oğlu ba­basını korumak için siper olunca insanlar onu öldürdüler. Ama bununla yetinme­diler ve Ümeyye'ye doğru ilerlediler. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Ümey-ye'ye: "Yere yat!" dedi. O yere yatınca öldürmesinler diye onun üzerine abandı fa­kat savaşçılar bacaklarının arasından ellerini uzatarak onu öldürdüler. Bu arada Abdurrahman Avf in bir bacağı da yaralandı ve yara izi uzun süre devam etti.[28]

Ebu Cehil, Utbe ve diğerlerinin öldürülmesinden sonra Kureyş bozguna uğra­dı. Müslümanlar da onları esir etmeye başladılar. Abbas'ı (ra), Ukayl'i -Hz. Ali'nin kardeşi-, Nevfel'i, Esved b. Amir'i, Abdullah b. Zema'yı ve Kureyş ileri gelenlerin­den bir çoğunu esir ettiler.

Hz. Peygamber Efendimiz: "Ebu Cehil'in akıbeti ne oldu? Biri gidip baksın da haber getirsin" buyurdu. Abdullah b. Mes'ud (ra) gidip, cesetler arasında dolaşırken onun ağır yaralı olarak can çekişmekte olduğunu gördü ve: "Sen Ebu Cehil'sin" de­di. Bunun üzerine Ebu Cehil: "Bir kişiyi yine kendi milleti öldürmüşse bu övünüle­cek bir şey midir?"dedi.[29] Ebu Cehil bir keresinde Abdullah b. Mesud'a taşla vur­muştu. Şimdi bunun intikamı olarak o da Ebu Cehil'in boynuna ayağını koydu. Ebu Cehil:"Ey koyun güden adam! Ayağını nereye bastığına dikkat et" dedi. Abdullah b. Mesud onun başını kesti ve Hz. Peygamber'in ayaklarının önüne attı.[30]

Sebepler dünyasında olanların hepsini, kendilerine göre, sadece sebeplerin so­nuçlan olduğunu sanan ve herşeyi maddî açıdan değerlendirerek mânâyı unutan batılı tarihçiler, doğru dürüst savaş malzemesi bile olmayan 300 piyadenin, içlerin­de 100 süvarinin de bulunduğu tam techizath 1000 kişiyi nasıl yendiğine şaşmak­tadır. Semavî destek ve ilâhî yardım nice defalar insanı böyle hayrete düşüren manzaralar göstermiştir. Ama yine de bu olayda, dışı gören, mânâdan uzak olan insanları tatmin edecek malzemeler de vardır. Her şeyden önce Kureyş'te birlik ve beraberlik yoktu. Ordunun başkomutanı Utbe savaşı istemiyordu. Zühre oğullan kabilesinin mensupları Bedir'e kadar geldikten sonra geri gitmişlerdi. Yağmurdan dolayı Kureyş ordusunun mevzilendiği bölüm çamur deryası haline gelmiş, gezip dolaşmak, yürümek zorlaşmıştı. Kureyş korku ve dehşete kapıldığı için İslâm or­dusunu yanlış değerlendiriyor, yani kendisinden iki kat fazla sanıyordu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyuruluyor:

"Onları, göz görüşüyle kendilerinin iki misli görüyorlardı" (Al-i îmrân, 3/13)

Kâfir ordusunda hiç bir düzen ve tertip yoktu. Bunun aksine Hz. Peygamber kendi mübarek eline ok alarak orduyu tam bir düzene ve sıraya koymuştu. Müs­lümanlar geceyi huzur içinde geçirmiş, çok iyi dinlenerek, sabahleyin güçlü ve dinç olarak kalkmışlardı. Bunun aksine kâfirler yaşadıkları huzursuzluk ve güven­sizlik nedeniyle gece uyuyamamışlardı.

Yine de bütün bu sebeplerin bir araya gelmesini ve birbiri arkasma dizilmesini Allah'ın açık desteği ve yardımı olarak görmekteyiz. Peki Kureyş ordusu ile îslâm ordusunu karşılaştırırsanız, askerlerin genel görüntüsünde müslümanlarm üstün geleceğini gösteren bir ipucu görebilir misiniz?

— Kureyş ordusunda çok zengin kimseler vardı. Tek başlarına bütün ordunun ihtiyaçlarını karşılayabilirlerdi.

— Müslümanlarm elinde ise hiç bir şey yoktu.

— Kureyş'in sayısı 1000 kişi, müslümanlar ise sadece 300 kişiydi.

— Kureyş'te 100 kişilik süvari birliği vardı. Müslüman ordusunda sadece 2 at­lı vardı.

— Müslüman ordusunda çok az asker techizatlıydı. Öte tarafta Kureyş'in her askeri silahlı, zırhlı ve tam teçhizatlıydı.

Bütün bunlara rağmen savaşın sonunda müslümanlardan sadece 14'kişinin şe-hid olduğu öğrenildi. Bunlardan 6'sı muhacir, diğerleri ensârdı. Kureyş'in ise ana gücü kırılmış, cesaret ve kahramanlıkta ün salmış olan ve kabilelerin liderleri du­rumunda olan Kureyş ileri gelenleri teker teker öldürülmüşlerdi.[31] Bunlar arasın­da Şeybe, Utbe, Ebu Cehil, Ebu'l-Buhturî, Zem'a b. Esved, As b. Hişâm, Ümeyye b. Halef, Münebbih b. Haccâc gibi Kureyş'in baştaa olan kimseler vardı. Hemen he­men 70 kişi öldürülmüş, bir o kadarı da esir alınmıştı.

Savaş esirlerinden Ukbe ve Nadir b. Haris öldürüldü. Diğerleri tutuklanarak Medine'ye götürüldü. Bunlar arasında Hz. Peygamberdin amcası Abbas (ra), Hz. Ali'nin kardeşi Ukayl, Hz. Peygamberin damadı Ebu'l-As da vardı.

Hz. Peygamber Efendimizin âdeti olduğu üzere savaşlarda nerede bir ceset görürse onu hemen toprağa gömdürürdü. Ama bu savaşta öldürülenlerin sayısı fazla olduğundan, teker teker gömülmeleri zordu. Geniş bir çukur kazdırıldı ve bütün cesetler buraya konuldu. Ama Ümeyye'nin cesedi şiştiğinden, yerinden ta­şınacak halde değildi. O yüzden olduğu yerde gömüldü. Savaş esirleri Medi­ne'de Hz. Peygamberin karşısına çıkarıldıklarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek eşi olan Şevde de orada bulunuyordu. Esirler arasın­da onun yakını Süheyl b. Ömer de vardı. Gözü ona ilişince elinde olmadan, ağ­zından: "Sen de kadınlar gibi kendi elinle mi esaret zincirlerini taktın. Savaşarak ölemez miydin?" kelimeleri çıktı.[32] Savaş esirleri ikişer ikişer, dörder dörder sa-habe-i kirâm'a dağıtıldı. Rahat ve güven içinde tutulmaları emredildi. Sahabe-i kiram onlara öyle davranıyordu ki, onlara yemek yedirirken kendileri hurmayla idare ediyorlardı.

Bu esirler arasında Mus'ab b. Umeyr'in kardeşi olan Ebu Aziz de vardı. O şöy­le demiştir: "Kendisine teslim edilip de evinde gözaltında tutulduğum ensârî, ak­şam veya sabah yemek getirdiği zaman ekmeği ve yemeği önüme kor, kendisi de hurma alır yerdi. Ben utanır, ekmeği onun eline zorla tutuşturmak isterdim. Ama o, elini dahi sürmez ve bana geri verirdi. Bu davranışları Hz. Peygamber'in, ısrar­la esirlere iyi davranılmasını emretmesinden dolayı idi/[33]

Esirler arasında son derece güzel konuşan Süheyl b. Amr adında bir kişi vardı. Bu adam öteden beri toplantılarda Hz. Peygamber aleyhine konuşmalar yapardı. Hz. Ömer (ra) "Ey Allah Resulü! Bunun iki alt dişini söktürün de bir daha güzel konuşamasın" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer'e hita­ben: "Eğer onun vücudunun şeklini bozarsam, Peygamber de olsam, Allah Teâlâ ceza olarak benim vücudumun şeklini bozar" buyurdu.[34]

Abbas'in (ra) üzerinde temiz bir elbise yoktu. Boyu o kadar uzundu ki kimse­nin elbisesi bedenine tam uymuyordu. Münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy, Abbas'ın (ra) eski dostu ve samimi bir arkadaşıydı. Boylan da aynıydı. Elbiseleri­ni getirterek ona verdi. Sahîh-i Buhârî'de nakledildiğine göre: "Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Übeyy'e kefen olarak kendi elbisesini ikram edişi işte bu iyiliğinin kar­şılığıydı."[35]

Rivayete göre; "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldikten sonra sahabeyle görüşerek savaş esirleri hakkında ne yapılması gerektiğini kendi­lerine danıştı. Hz. Ebu Bekir: "Hepsi yakınlarımız, akrabalarımızdır, fidye alarak bırakılmalıdırlar" görüşünü ileri sürdü. Ama Hz. Ömer'e göre, islâm meselesinde dost, düşman, akraba, yabancı, uzak, yakın farkı olamazdı. Bu yüzden onun görü­şü: "Esirlerin hepsi öldürülmeli ve herkes, esirler arasında bulunan yakınını kendi eliyle öldürmelidir" şeklindeydi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hz. Ebu Bekir'in (ra) görüşünü beğendi ve fidye alarak esirleri serbest bıraktı. Bunun üzerine Allah'tan bir uyarı geldi ve şu âyet indi:

"Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl, 8/68)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le Hz. Ebu Bekir bu ilâhî tenkidi işi­tince hüngür hüngür ağladılar."

Bu rivayet bütün tarih kitaplarında anlatılmış ve hadislerde de bildirilmiştir. Ama tenkit ve azapla tehdidin sebebinin açıklanmasında değişik görüşler ileri sü­rülmüştür. Tirmizfde bildirilen rivayetin özü şudur: O zamana kadar ganimet mallan hakkında herhangi bir ilâhî hüküm gelmemişti.

Arapların genel alışkanlığına uygun olarak, sahabe-i kiram esirler üzerinde de ganimet iddiasında bulundular. Bunun üzerine tehdit ayeti geldi. Ama daha önce­den bu konuda herhangi bir hüküm gelmediğinden bu hata affedildi ve daha Önce ele geçmiş olan ganimet malının helal olduğunu bildiren hüküm geldi."

Kur'ân-ı Kerîm'de, azap bildiren âyetten sonra şu ifade yer almaktadır: "Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve temiz olarak yeyin." (Enfâl, 8/69)

Bu âyette açık bir şekilde ele geçen malın helal kılındığı ve ganimet malı oldu­ğu bildirilmiştir. Şunu demek istiyoruz: Sahîh-i Müslim ve Tirmizî'nin her ikisinde-ki hadisten ortaya çıkan sonuç, ilâhî tehdidin, "fidye alma veya ganimet malını yağ­malama" yüzünden olduğudur. Sahîh-i Müslim'de şöyle bir ifade vardır: "Tehdit ayeti nazil olduğunda Hz. Peygamber ağlamaya başladı. Hz. Ömer sebebini sorun­ca Allah Resulü: "Arkadaşlarının aldığı fidyeden dolayı Allah tarafından kendileri­ne verilecek olana ağlıyorum" buyurdu. Genellikle insanlar yanlış bir anlayışla bu ayetin, savaş esirlerinin neden öldürülmediği üzerine geldiğini zannetmişlerdir. Ni­tekim insanlar görüşlerinin doğruluğunu isbat için şu ayeti delil göstermişlerdir:

"Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir Peygamber'e esiri olması yaraş­maz." (Enfâl, 8/67)

Ama bu âyetten, sadece savaş alanmda yeterli derecede kan dökülmeden esir alınmasının uygun olmadığı anlaşılmaktadır. Nasıl olur da bu âyetten; kan dökme­den önce insanlar esir almmışlarsa savaştan sonra da onların öldürülebileceği ana-lamı çıkarılabilir?

Bedir Savaşı esirlerinden dörder bin dirhem fidye alındı. Ama yoksul olduğun­dan dolayı fidye veremeyenler de serbest bırakıldı. Onlardan okuma yazma bilen­lere onar çocuğa okuma-yazma öğretmeleri,[36] ancak ondan sonra serbest bırakıla­cakları emredildi. Zeyd b. Sabit (ra) yazı yazmayı bu yolla öğrenenlerdendi.[37]

Ensâr, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Abbas (ra) kız kardeşi­mizin oğludur, ondan fidye almaktan vazgeçiyoruz" dediler. Ama Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem eşitliği gözettiği için bu teklifi kabul etmedi.[38] Bu­na göre amcası Abbas'm da fidye ödemesi gerekti. Fidyenin genel ölçüsü dört bin dirhemdi. Ama zenginlerden daha fazla alındı. Abbas (ra) zengin olduğun­dan ondan da daha fazla miktarda para alındı. Bunu Hz. Peygamber'e şikayet et­ti. Ne bilsindi ki; İslâm'ın ortaya koyduğu eşitlikte: yakınlık-uzaklık; akrabahk-yabancılık, avam ve havas gibi bütün ayrımlar ortadan kaldırılmıştır. Ama bir tarafta Hz. Muhammed'in bu görevi yerine getirmede eşitliği gözetmesi, diğer tarafta merhamet duygusunun gereği olan, sevgisinin icabı olan Abbas'ın (ra) gece boyunca ah vah ederek inlemelerini işittikçe sabaha kadar üzüntüden uyu-yamaması vardı. Ancak insanlar bağlarını çözdükten sonra Hz. Peygamber uyu-yabilmişti.[39]

Hz. Peygamber efendimizin damadı Ebu'l-As da savaş esirleri arasındaydı. Onun da yanmda fidye verecek parası yoktu. Hz. Peygamber'in kızı, Ebu'l-As'ın eşi Zeyneb (ra) hâlâ Mekke'de bulunuyordu. Ebu'l-As haberci göndererek kendisi­ne fidye parası göndermesini istedi. Zeynep (ra) evlendiği sırada annesi Hz. Hatî-ce (ra) çeyizi arasında ona kıymetli bir gerdanlık vermişti. Zeynep (ra) fidye para­sı ile birlikte o gerdanlığı da boynundan çıkararak gönderdi. Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem bunu görünce yirmibeş yü boyunca birlikte yaşadığı sevgi dolu mübarek eşini hatırladı ve onun hatıraları gözleri önünde canlandı. Elinde ol­mayarak ağladı. Sahabe-i kirâm'a: "Eğer sizler razı olursanız kızıma annesinin ha­tırasını geri gönderiniz" buyurdu. Herkes bunu kabul ederek saygıyla başlarını öne eğdiler ve gerdanlığı geri gönderdiler. Ebu'l-As serbest bırakıldıktan sonra Mekke'ye döndü ve Hz. Zeynep'i Medine'ye gönderdi.

Ebu'l-As büyük bir tüccardı. Birkaç yû sonra büyük miktarda bir malla Suriye ticaretini yapıp geri döndü. Dönüş yolunda müslüman birlikler onu mallan ve eş­yalarıyla birlikte yakalayıp esir aldı. Mallan teker teker askerlere dağıtıldı. Ebu'l-As gizlice Hz. Zeyneb'in yanma ulaştı. Kendisini himaye etmesini istedi. Zeynep (ra) da ona sığınma hakkı verdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem halka: "Eğer uygun görüyorsanız Ebu'1-As'm mallarını geri veriniz" buyurdu. Yine başlarını Öne eğerek saygıyla kabul ettiler ve askerler teker teker ipliğe vanncaya ka­dar aldıklarını geri verdiler.

Bu sefer yaşadığı öyle boşa gidecek cinsten değildi. Ebu'l-As Mekke'ye geldi, bütün ortaklarına haklarını verip onlarla hesaplaştıktan sonra gönülden müslü-man oldu ve: "Ebu'l-As paralarımızı yedi de elimizden kaçmak ve intikamını al­mamızdan korktuğu için müslüman oldu' demeyesiniz diye buraya gelip aramız­da hiçbir alacak-verecek bırakmadıktan sonra şimdi Medine'ye müslüman olmaya" gidiyorum" dedi.

Bedir savaşmın haberleri Mekke'ye ulaştığında bütün evler mateme bürün­dü. Her evden feryat ve çığlıklar yükseliyordu. Ama Kureyşliler gururlarına do­kunduğu için: "Hiç kimse ağlamasın!" diye tellâllarla duyuru yaptırdılar. Bu sa­vaşta Esved'in üç oğlu öldürülmüştü. Kalbi yanıyor, ciğeri parçalanıyordu. Ama kabile şerefini düşündüğünden ağlayamıyordu. Tesadüfen bir taraftan ağlama sesi işitince, Kureyş'in ağlamaya izin verdiğini sandı. Hizmetçisine: "Git bak, kim ağlıyor? Ağlamaya izin mi verildi? Eğer Öyleyse, içim alev alev yanıyor, şöy­le iyice ağlayayım da içim rahatlasın" dedi. Hizmetçi gelip de: "Bir kadın deve­sini kaybetmiş ona ağlıyor" deyince, Esved'in ağzından kendinde olmadan şu şi­ir döküldü:

"O kadın bir devesi kayboldu diye ağlıyor ve ondan dolayı gözlerine uyku girmiyor. Devene ağlama Bedr'e ağla, Bedir'de kaybedilenlere ağla. Ağlayacaksan eğer arslanlar arslanı olan Hâris'e ağla, Ukayl'e ağla."

Umeyr b. Vehb, Kureyşliler içinde İslâm'ın can düşmanlarından biriydi. O ve Safvan b. Ümeyye, Hicr'de oturmuşlar, Bedir'de öldürülenlerin matemini tutuyor­lardı. Safvan: "Allah'a andolsun ki artık yaşamaktan zevk almıyorum" dedi. Umeyr: "Doğru söylüyorsun, eğer üzerimde borç olmasa ve çocuklarımı da dü­şünmesem, deveme binip çekip gideceğim ve Muhammed'i öldürüp, geleceğim. Oğlum da orada esir" dedi. Safvan ona: "Borcunu ve çocuklarını düşünme. Onları kendi üzerime alıyorum" dedi.

Umeyr bunun üzerine evine giderek kılıcını zehirle sıvadı ve Medine'ye gitti. Hz. Ömer onu gördü, hareketlerinden kuşkulanıp ensesinden yakaladı ve Hz. Pey-gamber'in huzuruna götürdü. Hz. Peygamber: "Ömer! Onu bırak! Umeyr, yaklaş, ne maksatla geldin?" deyince o da: "Oğlumu kurtarmak için geldim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kılıcı neden omuzuna astın?" buyurdu. Umeyr de: "Ne önemi var, bu kılıçlar Bedir'de ne işe yaradı ki!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem: "Sen ve Safvan Hicr'de oturarak beni öldürme pla­nı yapmadınız mı? Öyle değil mi?" buyurunca Umeyr, içinde sakladığı Öldürme maksadının açık bir şekilde söylenmesi üzerine dondu kaldı. Bir süre öylece sessiz kaldıktan sonra elinde olmadan: "Muhammed! Şüphesiz ki sen gerçek Peygamber'sin. Allah'a andolsunki, Safvan'la gizlice konuştuklarımızı ve sizi öldürmeye karar verdiğimizi, benimle Safvan'dan başka hiç kimse bilmiyordu" dedi.

Hz. Peygamber'in öldürülmesi haberini bekleyen Kureyş, onu öldürmeye gi­den Umeyr'in müslüman olduğu haberini aldı. Umeyr (ra) müslüman olduktan sonra hiç korkmadan yiğitçe, kahramanca, o zaman her yeri müslüman kanma su­samış olan Mekke'ye geldi. Mekkeliler'in İslâm taraftarlarına ne kadar düşmanlık­ları varsa, Umeyr de aynı şiddetle İslâm düşmanlarına düşmandı. Mekke'ye dön­dükten sonra İslâm'ı yayma çalışmalarına başladı. Büyük bir topluluğu îslâm nu­ruyla aydınlattı.[40] [41]

 

Kur'an'a Göre  Bedir

 

Bu savaşın diğerlerine olan üstünlüklerinden biri de, bizzat Allâhu Teâlâ'nın ken­di mübarek kitabında bunu genişçe anlatması ve özel bir sûreyi -Enfâl- onun hak­kında indirmesidir. Bu sûrede Bedr'in önemi, özellikleri ve nimetleri geniş geniş anlatılmış ve Bedir'le ilgili bazı meseleler açıklanmıştır. Olayın gerçek yüzünü ve Bedir savaşının mahiyetini öğrenmek için gökkubbenin altında Kur'ân-ı Ke-rîm'den daha sağlam bir kaynak yoktur:

"Mü'minler Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyet­leri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimse­lerdir. Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine nzık olarak verdiklerimizden -Allah yolunda- harcarlar. İşte gerçek mü'minler onlardır. Rableri katında onlar için nice dereceler, bağışlanma ve tükenmez bir rızık vardır.

—Onların bu hali,— mü'minlerden bir grup kesinlikle istemediği halde, Rabbi-nin seni evinden, hak uğruna çıkardığı -zamanki halleri- gibidir. Hak ortaya çıktık­tan sonra sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi -cihâd hususunda- se­ninle tartışıyorlardı. Hani Allah size, ikisinden -kervan veya Kureyş ordusu- biri­nin sizin olduğunu vaad ediyordu. Siz de kuvvetsiz olan -kervanın- sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve kâfirlerin kökünü kesmek istiyordu. -Bunlar,- günahkârlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve ba­tılı ortadan kaldırmak içindi. Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz. O da, 'Ben peş peşe gelen bin melek melek ile size yardım edeceğim' buyurarak duanızı kabul buyurdu. Allah bunu, sadece müjde olsun ve kalbiniz yatışsın diye yapmış­tı. -Yoksa- Allah'ın katından başkasında yardım yoktur. Hiç şüphesiz Allah mut­lak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Hani kendisinden bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya daldırıyordu; sizi temizlemek, şeytanm pisliğini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve savaşta sebat ettirmek için gökten bir su indiriyordu. Rabbin meleklere: "Şüphesiz Ben sizinleyim, haydi iman edenlere destek olun, Ben kâfirlerin yüreğine korku salacağım; vurun boyunlarına. Vurun onların bütün parmaklarına!" diye vahyediyordu.

Bu, onların Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a ve Resûlü'ne karşı gelirse bilsin ki Allah, azabı şiddetli olandır, işte bu yenilgi size Al­lah'ın azabı. Şimdilik onu tadın! Kâfirlere bir de cehennem ateşinin azabı vardır. Ey iman edenler, toplu olarak kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönme­yin. Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilme veya diğer bölüğe ulaşıp mevzi tutma durumu dışında, kim öyle bir günde onlara sırtını çevirirse, muhakkak ki o, Al­lah'ın gazabını haketmiş olarak döner. Onun yeri de cehennemdir. Orası, varılacak ne kötü yerdir. Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü'minleri güzel bir imtihanla sınamak için -yaptı-. Şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Böyledir. Şüphesiz Allah, kâfirlerin tuzağını bozar.

-Ey kâfirler!- Eğer fetih istiyorsanız, işte size fetih geldi! Ve eğer -inkârdan- vaz­geçerseniz bu sizin için daha iyidir. Yine dönerseniz, biz de -O'na- yardıma döne­riz. Topluluğunuz çok bile olsa, sizden hiçbir şeyi savamaz. Çünkü Allah mü'min-lerle beraberdir." (Enfâl, 8/2-19)

"Eğer Allah'a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştı­ğı gün kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resûlü'ne, O'nun ehl-i beytine, yetimlere, yoksullara ve -harçlıksız kalmış- yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.

Hatırlayın ki, —Bedir savaşında— siz vadinin yakın kenarında —Medine tara­fında— idiniz, onlar da uzak kenarında -Mekke tarafında- idiler. Kervan da sizden daha aşağıda —deniz sahilinde^ idi. Eğer —savaş için— sözleşmiş olsaydınız, söz-leştiğiniz vakit -üzerinde- ihtilafa düşerdiniz. Ama Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helak olanın açık bir delille -gözüyle gördükten sonra- helak olması; yaşa­yanın da açık bir delille yaşaması için -böyle yaptı-. Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir. Hatırla ki Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gös­terseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkjrtaa münakaşaya girişecektiniz. Ama Allah -sizi bundan- kurtardı. Çünkü O, kalblerin özünü bilir. Allah, olacak bir işi yerine ge­tirmek için —savaş alanında— karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döner.

Ey iman edenler! Herhangi bir topluluk ile karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anm ki başarıya erişesiniz. Allah ve Resûlü'ne itaat edin, bir]?irinizle çe­kişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve -in­sanları- Allah yolundan alıkoymak için yurtlarından çıkaran -kâfirler- gibi olma­yın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Enfâl, 8/41-47)

Yeryüzünde ağır basıncaya kadar, hiç bir peygambere, esirleri bulunması ya­raşmaz. Siz geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah -sizin için- ahireti is­tiyor. Allah güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah tarafından önceden verilmiş bir hü­küm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Artık elde ettiğiniz ganimetten helal ve temiz olarak yiyin ve Allah'tan kokun. Şüp­hesiz ki, Allah bağışlayan, merhamet edendir. (Enfâl, 8/67-69)

Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah kalplerinizde hayır olduğunu bilirse, sizden alman -fidyeden- daha hayırlısını size verir ve sizi bağışlar. Çünkü Al­lah bağışlayandır, esirgeyendir. Eğer sana ihanet etmek isterlerse -üzülme, çünkü on­lar- daha önce Allah'a da ihanet etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkân ve kud­ret vermişti. Allah -hainlik edenleri- bilendir, hikmet sahibidir." (Enfâl, 8/70-71) [42]

 

Bedir Savaşına Tekrar Blr Bakış

 

Olayları böyle düz bir şekilde anlattıktan sonra, şimdi konuyu derinden inceleye­rek araştırmacı bir gözle olayın sonuçlarına bakmaya sıra gelmiştir. Olayları, baş­langıcı ve sonucu itibarıyla gerçekçi bir bakışla inceleyerek, Bedir savaşının amacı­nın, tarihçilerin anlattığı gibi ticaret kervanını yağmalamak mı, yoksa Kureyş sal­dırısına karşı kendilerini savunmak mı? olduğunu gözler önüne sermemiz gerekir.

Tarih ile mahkemelerin ve adalet mekanizmasının arasındaki farkı çok iyi bil­mekteyiz. Tarihin, olayları anlatış ve yazış biçiminin, sulh veya ceza kararlarını yazmaktan tamamen farklı birşey olduğunu da bilmekteyiz. Yerimizin olayları yazmak, vakaları kaleme almak olup, hüküm ve kararlan yazmak olmadığını da kabul ediyoruz. Ama mesele öyle bir noktaya gelmiştir ki tarihî bir olay, adalet mahkemesinde karara bağlanması gereken bir olay halini almıştır. O yüzden, tarih­çi koltuğumuzdan kalkarak mahkeme kararını yazacak olan kalemi ele almamız gerekti. Bu kararda, tarihçilerin ve siyer yazarlarının rakiplerimiz konumunda ol­malarından kesinlikle çekinmiyoruz. Sonuçta hakkın tek başına bütün dünyaya galip geleceğini herkes görecektir. Sözün akışı içinde olayı iyice gözönüne serebil­mek için ilk önce araştırmalarımıza göre olayın asıl şekli neydi, ana mahiyeti ney­di? sorularını ortaya koymamız gereklidir.

Gerçek şudur ki Hadramf nin öldürülmesi bütün Mekkeliler'i intikam duygu­su ve kinle doldurmuş, herkesin içinde öç ateşini alevlendirmişti. Daha önce de bir takım küçük çatışmalar yaşandığı için hasımlar daima birbirinden sakınarak, kor­karak günlerini geçirirler. Genel ilke olarak, böyle durumlarda yalan-yanlış haber­ler kendiliğinden ağızdan ağıza yayılarak dağılır gider. İşte böyle bir ortamda Ebu Süfyân ticaret kervanı ile Şam'a gitmişti. Henüz Şam'da bulunduğu sırada müslü-manların kervana saldırmak istediği haberi orada yayılmıştı. Ebu Süfyân bunu Ku-reyş'e haber vermek için Suriye'den Mekke'ye bir adam gönderdi. Bunu duyan Kureyş savaş hazırlığına başladı. Medine'de ise Kureyş'in büyük bir kalabalık ha­linde Medine'ye saldırmak üzere yola çıktıkları haberi yayıldı. Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'in niyeti Medine'de kalıp kendilerini ve şehri savunmaktı. Ama olaylar gelişip Bedir savaşının çıkmasına sebep oldu.

Bu konuda sağlıklı bir karara varmak ve Bedir hakkındaki ihtilafları gidermek için bu savaşla ilgili her iki tarafça kabul edilen olayları bir araya getirmemiz ge­rekmektedir. Konuyla ilgili incelememizin esasları ise şunlar olacaktır.

1. Eğer bir olay, Kur'ân-ı Kerîm'de açık bir şekilde bildirilmişse ona aykırı baş­ka bir rivayete önem verilemez.

2. Hadis kitaplarında zikredilen hadislerin, doğruluk ve sıhhat açısından arala­rındaki derece farkı gözönünde bulundurulmalıdır.

Şu kadarı herkes tarafından kabul edilmektedir ki: Kureyş'in büyük bir hazır­lık yaparak kalabalık bir savaşçı topluluğuyla Mekke'den çıktığını Hz. Peygamber haber alınca, ashabını toplayarak duygu ve düşüncelerini öğrenmek istemişti. Muhacirler büyük bir heyecanla savaşa hazır olduklarını belirttiler. Ama Hz. Pey­gamber ensârın ne düşündüğünü öğrenmek istiyordu. Bunu gören Sa'd veya en-sârdan başka zât ayağa kalkıp: "Ey Allah Resulü, sözleriniz bize mi? Bizler, Mu­sa'ya (as): 'Sen Rabbinle git savaş, biz burada oturup bekleyeceğiz' diyen insanlar değiliz. Allah'a yemin olsun ki eğer sen emredersen kendimizi ateşe ve denize da­hi atarız" dedi.

Şu da herkesçe kabul edilmektedir ki, sahabe arasında savaşa katılmakta tered­düt edip isteksiz duran insanlar da vardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça şöyle buyrulmaktadır:

"Şüphesiz mü'minlerden bir grup kesinlikle isteksizdi." (Enfâl, 8/5)

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in özellikle ensârm ne düşündüğü­nü, savaşa razı olup olmadıklarını soruşturmasının sebebini, siyerciler ve hadis bilginleri şöyle açıklamaktadırlar: Ensâr, Mekke'de son Akabe biâtında Peyganv berimize söz verdiklerinde sadece: "Herhangi bir düşman doğrudan Medine'ye saldıracak olursa ensâr onlara karşı koyacaktır" vaadinde bulunmuşlar, Medi­ne'den çıkarak savaşacaklarını belirten bir ifade kullanmamışlardı. Konunun açıklık kazanması için bu olayların hemen ardından istişare hadisesinin nerede ve nasıl cereyan ettiğini belirtmek gerekmektedir. Siyerciler şöyle yazmaktadır: Hz. Peygamber Medine'den çıktığında sadece ticaret kervanına saldırmayı hedef almıştı. Bir kaç konak gittikten sonra Kureyş'in büyük bir ordu toplayıp geldiği­ni öğrendi. Bunun üzerine muhacir ve ensân toplayarak onların görüş ve kana­atini öğrenmek istedi. Daha sonraki olayların ortaya çıkışı ve olayların akışının değişmesi burada başladı.

Ama siyer kitaplarından, tarih ve diğer bütün kaynaklardan daha üstün olan bir başka şey daha vardır. O da hepimizin önünde başımızı eğdiğimiz Kur'ân'dır. Bakın orada ne buyrulmaktadır:

"Bazı kimselerin ganimetlerin taksiminden hoşlanmayışı, Rabbin seni hak uğ­runda savaş için evinden çıkardığı hale benzer. Çünkü mü'minlerden bir grup sa­vaşa gitmek istemiyordu. Her şey açıkça ortaya çıktıktan sonra bile, sanki kendile­ri göz göre göre, ölüme sürükleniyorlarmış ve ölümü gözleri ile görüyorlarmış gi­bi, seninle -cihâd hususunda- tartışıp duruyorlardı. Hani Allah, iki topluluktan bi­rinin muhakkak sizin olacağını size vadetmişti. Siz de kuvvetsiz olanın sizin olma­sını istemiştiniz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve küfre sapanların kökünü kesmek istiyordu." (Enfâl, 8/5-7)

1. Arapça dil yapısı bakımından (ve inne) ifadesindeki (vav=ve) hal (durum) bildirir. Buradaki anlamına gelince, müslümanlardan bir grubun, Medine'den çı­kıp da ilerledikten sonra kendilerinde isteksizlik meydana geldiğini değil henüz Medine'den çıktıkları sırada isteksizce çıktıklarını bildirir. Çünkü hal bildiren (vav) harfine göre evden çıkışın ve o grubun isteksizliğinin zamanı aynı olmalıdır.

2. Yukarıda geçen âyette açıkça belirtildiği gibi; bu olayın biri ticaret kervanı, diğeri de Kureyş ordusu olmak üzere iki tercihle karşı karşıya gelinen bir ana ait olay olduğudur. Siyer uzmanları, Kur'ân-ı Kerîm âyetinde bildirilen olayın, Hz. Peygamber'in Bedir'e yaklaştığı sırada ortaya çıkan olay olduğunu ileri sürmek­tedirler. Halbuki Bedir'e yaklaştıktan sonra ticaret kervanı hiç bir şey olmadan güvenle geçip gitmiş ve karşıda sadece Kureyş ordusu kalmıştı. O zaman nasıl olur da "ikisinden birini vadetmesi" doğru olabilir. Bu bakımdan Kur'ân-ı Ke-rîm'in ifadesine göre bu olayın, iki tercih ihtimalinin bulunduğu bir zamanda or­taya çıkması gerektiği açıktır. Bu zaman da sadece, Hz. Peygamber daha Medi­ne'de iken her iki taraftan da haber geldiği, yani bir taraftan Ebu Süfyân'm tica­ret kervanını alarak Suriye tarafından hareket ettiği ve öte taraftan Kureyş'in sa­vaşmak üzere Mekke'den harekete geçtiği haberlerinin Medine'ye ulaştığı zaman olabilir.

3. En fazla gözönününde bulundurulacak mesele şudur: Kur'ân-ı Kerîm'in yu­karıda geçen âyet-i kerimesinde Allah Teâlâ kâfirlerin iki grubundan bahsetmekte­dir. Biri ticaret kafilesi, diğeri de Mekke'den savaşmak üzere haşmetle gelmekte olan Kureyş kâfirleridir. Ayette açıkça belirtilmektedir ki; müslümanlardan bir topluluk ticaret kervanına saldırmayı istiyordu. Allah Teâlâ bu kişilerden razı ol­madığını açıklayarak şunu bildirdi:

"Siz de, silahı bulunmayan kervanın size ait olmasını istiyordunuz. Halbuki Allah, âyetleri ile hakkı açığa vurmayı ve kâfirlerin kökünü kazımayı istiyordu." (Enfâl, 8/7)

Bir tarafta ticaret kervanına hücum etmek isteyen insanlar, diğer tarafta hakkın hakim olmasını ve kâfirlerin kökünün kazınmasını isteyen Allah Teâlâ vardı. Şim­di soru şudur: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu iki tercihten hangisi­nin tarafındaydı?" Rivayetlerin geneline göre bu soruya ne cevap verilebilir? Hz. Peygamber Allah Teâlâ'nm dileğinin tarafında olacağına göre, bunun aksini dü­şünmekten tüylerimiz ürpermektedir.

4.  Bu olayın ne tür bir olay olduğu üzerinde biraz duralım. Olay şudur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine-i Münevvere'den şu hazırlıklar ve malzemelerle çıkmaktadır: 300'den biraz fazla savaşçı, muhacir ve ensârla beraber­dir. Aralannda Hayber fatihi Hz. Ali ve Şehidler serdarı Hz. Hamza da bulunmak­tadır. Bunlardan her biri tek başına bir ordu gibidir. Bununla birlikte Kur'ân-ı Ke-rîm'de açıkça anlatıldığı üzere, korkudan dolayı bazı sahabîlerin kalbine sıkıntı basmakta ve sanki biri onları ölüme götürüyormuş gibi gelmektedir:

"Şüphesiz mü'minlerden bir grup kesinlikle isteksizdirler. Hak açıkça ortaya çıktıktan sonra bile onlar seninle hak üzerinde mücadele ederler. Sanki ölüme gö-türülüyormuş gibidirler." (Enfâl, 8/5-6)

Medine'den çıkarken eğer ticaret kervanına saldırmaya niyet edilmiş olsaydı, o zaman müslümanlardaki bu korku, bu tereddüt, bu huzursuzluk nedendi? Siyer ehline göre; bundan önce de Kureyş kervanlarına saldırmak için birçok küçük çap­lı askeri birlikler (=seriyye) gönderilmişti. Bunlarda hiç bir müslümanm kılına bile zarar gelmemişti. Bu defa 300 seçkin ve güçlü askerden oluşan bir ordu olmasına rağmen insanlar korkudan titremektedirler. Öyleyse bu olay, İslâm ordusu henüz Medine'de iken Kureyş'in, Mekke'den kalabalık büyük bir orduyla Medine'ye sal­dırmak üzere harekete geçtiklerini haber aldıklarına kesin delildir.

5. Kur'ân-ı Kerîm'de. Bedir savaşıyla ilgili inmiş olan bir başka âyet daha var­dır ve bu âyet indiği sırada Hz. Peygamber kesinlikle Medine'dedir. Nitekim Sa-hîh-i Buhârfnin, Nisa sûresini tefsir ettiği bölümde bu âyet zikredilmiştir:

"Mü'minlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyla Allah yolunda dhâd edenler bir olmaz. Allah malları ve canları ile cihâd edenleri derece bakınundan oturanlardan üstün kılmıştır." (Nisa, 4/95)

Sahîh-i Buhârfde bu âyet hakkında îbn Abbas'm görüşü nakledilmekte ve onun: "Bedir savaşına katılanlarla katılmayan kimseler aynı ve eşit olamazlar" de­diği zikredilmektedir. Sahîh-i Buhârî'de bildirildiğine göre; âyet ilk nazil olduğun­da "özürlüler dışında" bölümü yoktu. Ayeti duyan ve gözleri görmeyen Abdullah b. Mektûm (ra) Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve kendisinin âmâ olduğu için sefere katılamadığını söyledi. Bunun üzerine "özürlüler dışında" kısmı nazil oldu. Bu da açıkça göstermektedir ki, daha Medine'de iken amaç, ticaret kervanına sal­dırmak değildi. Aksine savaşmaya ve can vermeye gidilmekteydi.

6. Mekke'den savaşmak üzere Bedir'e gelen Kureyş kâfirleri hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:

"Çalım satmak, insanlara gösteriş yapmak ve -insanları- Allah yolundan alı­koymak için yurtlarından çıkan -Mekkeliler- gibi olmayın/' (Enfâl, 8/47)

Eğer Kureyş sadece ticaret kervanını kurtarmak için çıkmış olsaydı, Allah Te-âlâ onlar hakkında neden çalım satmak ve insanlara gösteriş için "Allah yolundan insanları engellemek üzere çıktılar" buyursun? Bu çıkıştaki caka satma isteği ve in­sanlara gösteriş neydi ve insanlan Allah yolundan alıkoymak neydi? Aslında on­lar Medine'ye saldırmak üzere çıkmışlardı. Amaçlan da güçlerini, kuvvetlerini ve ihtişamlarını her tarafa göstermek, islâm'ın gelişmesini önlemek olduğu için Allah Teâlâ bunu: "Gurur, gösteriş ve Allah yolundan alıkoymadır" olarak vazetmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'den sonra ikinci derecede bilgi kaynağımız Hz. Peygamber'in hadisleridir. Çeşitli hadis kitaplarında Bedir savaşı geniş ve özlü olarak anlatılmış­tır. Ka'b b. Mâlik'in naklettiği hadisten başka hiç bir hadiste Hz. Peygamber'in Be­dir'e Kureyş ticaret kervanını yağmalamak için gittiğini belirten bir ifade gözümü­ze ilişmedi. Ka'b'm (ra) naklettiği hadis şudur:

"Hz. Peygamber'i bırakarak Tebük gazvesi dışmda hiç bir savaşa katılmamaz-lık etmedim. Bedir savaşına da katılmamıştım. Bu yüzden hiç kimse bir tekdire maruz kalmadı. Çünkü Hz. Peygamber Kureyş kervanı için çıkmıştı ki Allah iki or­duyu ansızın karşı karşıya getirdi."

Buna karşılık Sahîh-i Buharı ve Müslim'de Enes'in naklettiği şu hadis mevcuttur:

"Hz. Peygamber, Ebu Süfyân'ın gelmekte olduğunu haber alınca ashabıyla gö­rüşme talebinde bulundu. Hz. Ebu Bekir konuştu ama Allah Resulü ilgi gösterme­di. Sonra Hz. Ömer konuştu, Hz. Peygamber ona da ilgi göstermedi. Sonra Sa'd b. Ubâde ayağa kalktı ve: 'Ey Allah Resulü! Konuşmanızın muhatabı biz ensâr mıyız? Allah'a yemin olsun ki eğer denize bineklerimizi sürmemizi emretseniz hemen sü­reriz ve eğer Berke'l-Gammâd'a kadar gitmemizi emretseniz bunu hemen yaparız' dedi. Bu konuşma üzerine Hz. Peygamber bineğine bindi ve Bedir'de konaklayın-caya değin insanlar da peşinden gittiler..."

"Ve önce Kureyş'in öncü bfrliği geldi. Bunlar arasında Haccâc oğullarının zenci bir kölesi vardı. Müslümanlar* onu esir aldılar ve ondan Ebu Süfyân'ın durumunu öğrenmeye çalıştılar. O, Ebu Süfyân'dan haberi olmadığını fakat Ebu Cehil'in, Ut-be'nin, Şeybe'nin, Ümeyye b. Halefin gelmekte olduğunu söyledi. Köle bunları söy­ledikten sonra insanlar onu dövdüler. Bunun üzerine o: 'Size Ebu Süfyân'dan da ha­ber vereyim' dedi. Bunun üzerine onu bıraktılar ve 'Haydi Ebu Süfyân'ın durumu­nu anlat- dedikleri zaman köle: 'Ebu Süfyân'dan hiç haberim yok, ama Ebu Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye b. Halef ve Kureyş'in ileri gelenleri bu tarafa gelmekteler' de­di. Böyle söyleyince: 'Neden Ebu Süfyân'dan haber vermiyorsun diye onu dövmeye başladılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem namazdaydı. Selam verdikten sonra bunu görünce: 'Canım yedi kudretinde olan Allah'a andolsun ki, doğru söyle­diği halde onu dövüyor, yalan söyleyince de bırakıyorsunuz' buyurdu."[43]

Yukarıdaki hadis'in birinci bölümünden Ebu Cehil'in gelmekte olduğu haber alınınca, hemen o anda Hz. Peygamberdin muhacirlerle ensân toplayıp görüştüğü ve ensârdan yardımcı olmalarını istediği anlaşılmaktadır.. Müslümanların daha Medine'de iken Ebu Cehil'in gelişini öğrendikleri ittifakla sabittir. O yüzden Hz. Peygamber'in daha Medine'de iken ensârdan, bu savaşa katılmalarını istediği de kesinlikle sabittir. Yoksa siyer kitaplarında anlatıldığı gibi, Medine'den çıktıktan sonra danışma toplantısı yapılmış olsaydı, ensâr oraya niçin gelmiş olacaktı.

Hadis'in aynı bölümünde Hz. Peygamber'in danışma toplantısında insanları savaşa katılmaya davet ettiği anlatılmıştır. Halbuki siyercilerin anlattıklarına göre olması gereken şudur: Ensâr, Akabe biâtındaki sözlerinin ve önceki hareket tarzla­rının aksine savaşa katılmak için çıkmış olmalıdırlar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların kanaat ve görüşlerini sormuş olmalı ve katılmaya razı et­miş olmalıdır. Herkes bunun akılsızca bir hareket olacağını anlayabilir.

Hadis'in ikinci bölümünde açıklıkla görülmektedir ki, her ne kadar insanlar bilmiyorsa da Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem vahiy yoluyla veya her­hangi bir başka yolla ticaret kervanıyla değil de aksine savaşmak için gelen orduy­la karşılaşıp savaşacağını önceden biliyordu.

Bu hadiste bir düğümü daha çözmemiz gerekmektedir. Eğer daha Medine'de iken, sadece Ebu Süfyân'ın gelmekte olduğunu haber almış olsaydı da Kureyş'in saldıracağından haberi olmasaydı, bu durumda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem neden bu kadar ısrarla ve gerekli savaş malzemesi ile yola çıkılmasına önem versindi? O yüzden "Ebu Süfyân'ın gelmekte olduğu haber alınınca" yerine, savaş hazırlığının ana sebebi olan "Mekke müşriklerinin gelmesi haber alınınca" ifâdesi konmalıdır. Nitekim aynı olayı bu ifade ile İmam Ahmed b. Hanbel Müs-nafinde[44], tbn Ebî Şeybe Musannefinde[45], tbn Cerir Tarih' inde[46] ve Beyhakî De-lâil'inde rivayet etmişler ve rivayete sahih demişlerdi. Aynca bu rivayetin râvisi Bedir savaşının kahramanı Allah'ın arslanı Ali b. Ebu TâUb'dir. "Hz. Ali şöyle bu­yurmuştur:

"Medine'ye geldiğimizde zevkimize uygun olmayan meyveler elimize geçti. Bu meyvelerden yiyince hastalandık. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de­vamlı Bedir'i soruyordu. Müşriklerin gelmekte olduğu haberi ulaşınca Hz. Peygamber Bedir'e gitti. Bedir bir kuyunun adıdır. Oraya müşriklerden önce ulaştık." Daha sonra Bedir'in bütün olayları ve ayrıntıları anlatılmıştır.

Hz. Ali'nin rivayetinden açıkça anlaşılıyor ki: Mekke müşriklerinin müslüman-lara saldırmak üzere hareket ettiklerini haber aldıktan sonra, Hz. Peygamber Me­dine'den çıkmış ve Bedir'e giderek mevzilenmişti. Bu hadisin hiç bir yerinde Ebu Süfyân'ın ticaret kervanının adı dahi geçmemektedir. Bu kesin ifadelerden sonra her ne kadar başka bir delil göstermeye gerek kalmıyorsa da kalplerin tatmin ol­ması kabilinden aşağıdaki olayları gözönünde bulundurmak gerekir:

1.  Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem daha önce Kureyş kervanlarına saldırmak için ne kadar seriyye göndermişse ve bunlar içinde 20-30 kişiden tutun da 100'er 200'er kişilik insanlar bulunmasına rağmen, hiçbirinde ensârdan bir tek kişi dahi göndermemiştir. Siyerciler bu özel durumu açıkça yazmışlar ve ensâr, Hz. Peygamber'e Mekke'de biat ettikleri sırada, Medine'nin dışına çıkarak da Hz. Peygamberi koruyacaklarını belirtmedikleri için bu açıklamayı gerekli görmüşler­dir. Bu bakımdan eğer bu sefer de Medine'den çıkarlarken amaç sadece ticaret ker­vanına saldırmak olsaydı ensâr birlikte olmazdı. Oysa bu olayda ensârm sayısı mu­hacirlerin sayısından daha fazlaydı. Yani bütün ordu 305 kişiydi, bunların sadece 74'ü muhacir, kalanların hepsi de ensârdandı.

Bu durum, Hz. Peygamberin sallallahu aleyhi vesellem, Medine'den çıkma­dan önce Kureyş'in Medine'ye saldırmak üzere gelmekte olduğunu öğrenişinin ke­sin delilidir. İşte bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber yaptığı toplantıda ensâra hitaben konuşmuştu. Çünkü biat anlaşmasına göre artık ensâra danışma zamanı gelmişti.

2. Mekke'den ticaret için Suriye'ye giden kervan her zaman Medine yakının­dan geçip giderdi. Medine'den Mekke'ye kadar yol boyunca ne kadar kabile var­sa genellikle Kureyş'in etkisi altındaydı. Bunun aksine, Medine'den Suriye sınır­larına kadar uzanan bölgede ise Kureyş'in etkisi yoktu. Bu yüzden eğer ticaret kervanına saldırmak hedef olsaydı, Suriye tarafına gidilmesi gerekirdi. Kervan'a saldırılma ihtimalini söylemek tamamen akla aykırıdır. Çünkü ticaret kervanı Su­riye'den gelmektedir. Kervanın durumunu haber alan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kervana saldırmak isteseydi Suriye tarafına gitmesi gerekirdi. Halbuki tam tersine Mekke tarafına gitmiştir. Hedef kervan olsaydı niçin Mekke tarafına gitsindi? Hem de beş durak Mekke yönüne doğru yol aldıktan sonra ker­vanın kurtulup, geçip gittiği haberi gelmekte ve daha sonra Kureyş'le savaş orta­ya çıkmaktadır.

3. Olaylar şöyle sıralanmaktadır:

a. Kureyş, Abdullah b. Übeyy'e mektup yazarak:"Muhammed'i ve arkadaşları­nı Medine'den çıkar, yoksa biz Medine'ye gelerek sizi mahvederiz!" diyor. -Sünen-i Ebu Davud'a atıfla yukarıda geçtiği gibi

b. Ebu Cehil, Sa'd b. Mu'âz'a:"Siz bizim suçlularımızı himaye edip, şehrinizde barındırdınız. Eğer Ümeyye'nin seni koruma garantisi olmasaydı, seni öldürür­düm" demiştir.

c. Kürz b. Câbir, Hicretin II. yılının Cemâziye's-sânî ayında Medine otlağına saldırmış ve Hz. Peygamberin develerini yağmalayıp götürmüştür.

d. Bundan hemen sonra Hicretin II. yılının Receb ayında Hz. Peygamber, Ab­dullah b. Cahş'ı haber toplaması için casus olarak göndermiş ve Kureyş'in ne yap­tığını ve ne düşündüğünü öğrenip gelmesini istemiştir.

e. Abdullah b. Cahş, -Hz. Peygamberin arzusuna aykırı olarak- Kureyş'in kü­çük bir kervanını yağmalamış ve bir adamını öldürüp, ikisini esir etmiştir.

Kureyş'in Mekke'de bazı müslümanlara yaptıklarını gözönünde bulundurun. Sonra da bunların intikam duygusunun hiçbir şekilde eksilmediğini düşünün ve onların, Abdullah b. Übeyy'e; "Biz Medine'ye gelerek hem sizi, hem de Muham-med'i yokedeceğiz." diye yazdıklarını, arkasından Kürz Fehrrnin Medine'ye bas­kın yaparak Medineliler'in mallarını yağmaladığını da unutmayın.

Bütün bunlar olurken kalkıp ne deniyor: "Abdullah b. Cahş'm, Kureyş kerva­nını yağmalamasından ve hatırı sayılır iki ailenin üyelerini esir almasından dolayı Kureyşliler'in öfke ve hiddetleri daha da artmıştı. Bütün bu olanlara rağmen Ku­reyş sabretmekte ve hiç bir şekilde intikam alma düşüncesi taşımamaktadır. Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onların bütün varlıklarının ve servetleri­nin bulunduğu kervanı yağmalamak için çıkmaktadır. O zaman onlar da mecbur kalarak kervanı savunmak için sefere çıkmak zorunda kalmışlardı. Buna rağmen Bedir'e yaklaştıktan sonra kervanın kurtulup geçip gittiğini öğrendiklerinde en bü­yük liderleri ve ordunun komutanı olan Utbe: 'Artık savaşmaya gerek yok, geri dö­nebiliriz' demektedir."

Olayların bu şekilde gösterilmesi, Kureyş'in kin ve düşmanlık duygusuna, Hz. Peygamber'in şânma uygun düşer mi?

4. Genellikle siyer yazarları: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medi-ne-i Münevvere'de sahabeyi ticaret kervanına saldırmaya teşvik ettiğinde insanlar buna ilgi göstermediler. Çünkü insanlar bunun bir cihâd ve savaş olmadığını, ak­sine sadece ganimet malı elde etmek olduğunu sandıklarından paraya ve mala ih­tiyacı olanlar gittiler" diye yazmaktadırlar. Ama görüyoruz ki ensâr içinde ne ka­dar önde gelen ve lider varsa hepsi de sefere çıkmıştır. Paraya, mala, mülke ihtiya­cı olan biri varsa o da muhacirlerdi. Ama savaşa katılanlar arasında ensârm sayısı muhacirlerden iki kat daha fazlaydı.

Hz. Peygamber, insanların ne düşündüklerini ve ne hissettiklerini öğrenmek is­tediğinde cevap olarak canını feda edercesine yiğitçe söz söyleyenler, muhacirlerden Hz. Ebu Bekir, Ömer ve Mikdâd (ra), ensâr'dan da Sa'd b. Ubâde idi.[47] Sa'd b. Ubâde Bedir savaşına katılmamış ve Medine'den dışan çıkmamıştı. Bu bakım­dan şunu kesinlikle kabul etmemiz gerekecektir ki, Sa'd (ra) bu cevabı Medine'de vermişti ve Kureyş'in saldıracağı Medine'de öğrenilmişti, işte bu yüzden Ensâr'ın ne düşündüğünü anlama ihtiyacı daha Medine'de iken doğmuştu.

5. Siyer yazarlarının, hatta hadîs kitaplarının naklettiklerine göre, Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem insanları Bedir savaşma katılmaya teşvik ettiğinde bazıları yanaşmadı ve tereddüt gösterdi. Sebebi; bunun cihâd veya gazve olmayıp, sadece mal taşıyan kervanın yağmalanması olduğunu sanmalarıydı. Bu yüzden buraya katılmanın herkesin isteğine bağlı olduğunu, "isteyen gider, isteyen git­mez" şeklinde biliyorlardı. Taberfde şöyle yazmaktadır:

"Anlatıldığına göre: Hz. Peygamber, Ebu Süfyân'ın Suriye'den hareket ettiğini işitince müslümanlan çağırarak ve: 'Kervan, Kureyşin mallarını yüklenmiş olarak geliyor. Haydi yürüyün, belki Allah bundan size bir ganimet nasib eder' dedi. in­sanlar buna razı oldular. Ama bazıları yanaşmadı. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in bir savaşla karşılaşmayacağını sanıyorlardı."[48]

Bu anlatılanlar Kur'ân-ı Kerîm'in açık âyetlerine aykırıdır. Kur'ân-ı Kerîm'de açıkça bildirilen şudur; Medine'den çıkarken tereddüt içinde olan insanlar gerek­siz yere gittiklerinden dolayı değil tam aksine; bu gidişin doğrudan ölüme gidiş ol­duğunu düşünenlerdi. Ayet şöyle buyuruyor:

"Doğrusu mü'minlerden bir topluluk isteksizdi. Her şey açıkça ortaya çıktığı halde sanki kendileri göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle hak ko­nusunda tartışıp duruyorlardı." (Enfâl, 8/5-6)

6. Bütün siyer ve hadis kitaplarında açık olarak bildirildiğine göre; Medine-i Münvvere'den bir mil mesafeye kadar gittikten sonra -Bi'r-ü Ebu Uyeyne'ye var­dıklarında- Hz. Peygamber, ordusunu kontrol etti ve yaşlan onbeşden küçük ol­dukları için Abdullah b. Ömer ile diğer gençleri geri gönderdi. Eğer sadece Ker-van'ın yağmalanması amaçlanmış olsaydı, bu iş yeni yetme gençlerle de rahatlıkla yapılabilirdi. Ama gerçekte ilâhî bir görev olan cihâd amaçlandığı ve cihâdda da ergenlik çağma ulaşma şart olduğundan henüz bununla mükellef olmayan, bulûğ çağına ermemiş çocuklar geri gönderildi.

7. Hafız îbn Abdilberr el-îstîâb[49]isimli eserinde şunu nakletmiştir: "Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem insanları Kureyş kervanına saldırmaya teşvik et­tiğinde ensârdan Hayseme, kendi oğlu Sa'd'e: 'Bırak ben gideyim, sen de burada kadınları koru' dedi. Sa'd ise: Tîfendim başka bir zaman olsaydı mutlaka sizi kendime tercih ederdim. Ama bu sefer şehidlik derecesini elde etmek istiyorum. Bunu nasıl terkedebilirim?' dedi. Nitekim kura çekildi ve Sa'd'a çıktı. Sa'd, savaşa katı­larak şehid oldu.

Sa'd'ın ifadesinden de açıkça anlaşılıyor ki amaç kervanı yağmalamak değil, ci-hâddı ve insanlar şehid olma nimetini elde etme arzusundaydılar. [50]

 

Bedir  Savaşının  Asıl  Sebebi

 

Herhangi bir kabileden bir adamın, herhangi bir yolla biri tarafından öldürülmesi durumunda şiddetli bir savaşın ve kan davasının ortaya çıkması Arapların ırkî özel­liği idi. Her iki taraftan insanlar kalabalıklar halinde toplanarak çatışır, nehirler do­lusu kan akardı. Bu çatışmalar uzun yıllar devam eder, kabileler birbirini keser, tü­ketir, yine de bu zincirleme savaş son bulmazdı. Araplar okuma-yazma bilmedikle­rinden, öldürülen kişinin adı bir kâğıda yazdırırılır, sülâlede miras gibi nesilden ne-sile intikal eder gelir, büyüdükleri zaman intikamını alsınlar diye çocuklara bu isim ezberletilirdi. Kırkar yıl süren ve binlerce, yüzbinlerce canın telef edildiği, kıyamet koparan Dâhis ve Besûs savaşları bu türdendi. Arapça'da bu intikam almaya (=se'r) denir ve İslâm öncesi Arapların milli tarihinin en önemli kelimelerinden biridir.

Yukarıdan beri anlattığımız gibi Abdullah b. Cahş'ın sebep olduğu olayda Amr b. Hadramî öldürülmüştü. Hadramî Kureyş'in lideri olan Utbe b. Rebîa'nın mütte­fikiydi. Bedir savaşı ve diğer bütün gazveler dizisi işte onun intikamını almak için çıkarılmıştı. Urve b. Zübeyr —Hz. Aişe'nin yeğeni—, bunu açık bir şekilde şöyle anlatmıştır:

"Hz. Peygamber'le müşrik Araplar arasında kopan Bedir savaşı ile diğer bütün savaşlann sebebi; Urve b. Zübeyr'in de açıkça söylediği gibi, Urve b. Hadram^nin[51]öldürülmesidir. Onu, Temîm kabilesinden Vâkıd b. Abdullah öldürmüştü."[52]

İncelediğimiz konuda çoklarını yanıltan bir hata da; kâfirlerle yapılan ilk savaşın Bedir savaşı olduğudur. Halbuki Bedir'den önce savaşlar başlamıştı. Urve b. Zü-beyr'in Bedir savaşı hakkında Abdulmelik'e yazdığı mektubun baş tarafı şöyledir:

"Harb oğlu Ebu Süfyân, hepsi Kureyş boylarından olan aşağı-yukan 70 binek-li insanla birlikte Suriye tarafmdan geliyordu. Durum, Hz. Peygamber'e ve saha-be-i kirâm'a haber verildi. Zaten iki grup arasında savaş önceden başlamıştı. O ta­raftan içlerinde Ibn Hadramfnin de olduğu bir kaç kişi öldürülüp, bir kaçı da esir alınmıştı... Ve bu olay Hz. Peygamber'le Kureyş arasında savaş çıkmasına sebep olan ve iki taraf arasındaki düşmanlığı birbirine zarar verdirmeye vardıran ilk olaydır. Bu olay —Hadramî vakası— Ebu Süfyân'ın Suriye'ye hareketinden önce meydana gelmişti."[53]

Dikkat edilirse bu ifâdede Ebu Süfyân'm henüz Suriye'ye doğru hareket bile et­mediği sırada sözkonusu hadisenin vuku bulduğu açıkça belirtilmektedir. Bedir savaşı ise Ebu Süfyân'ın Şam'dan dönüşünden sonra yapılmıştır.

Bir olayın aslının ne olduğunu araştırıp bulmak için en sağlam kaynak ve en doğru yol; bizzat savaşan tarafların ifade ve belgelerinin toplanarak incelenmesi­dir. Bu tür belgeler çok az ele geçebilir ama iyi bir talih eseri olarak burada bu tür belge ve ifadeler vardır. Hakîm b. Hizam (ra) Hz. Hatice'nin yeğenidir. Bedir sava­şına katılmıştı ve o zamana kadar da müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber'den beş yaş büyüktü. Her ne kadar, cahiliye döneminde de Hz. Peygamber'e çok mu­habbeti olup, Peygamberlikten sonra da muhabbeti devam etmişse de Mekke'nin fethine kadar iman etmedi. Kureyş'in eşrafmdandı. Kabe'nin büyük bir hizmeti olan rifâde (^hacıların doyurulması) onun yetkisindeydi.

Meseleleri görüşüp karara bağlama yeri olan Dâru'n-Nedve'nin yöneticisi ve yer sahibi de oydu.[54] Mervan b. Hakem'in halifeliği dönemine kadar yaşadı. Bir keresinde Hakîm b. Hizam, Mervan'la görüşmeye gitmişti. Mervan onu saygıyla karşıladı. Toplantıda oturduğu baş köşeden kalkarak yanma geldi oturdu ve: "Be­dir hâdisesini anlatır mısınız" dedi. Bunun üzerine, olayın başlangıcım anlatarak şöyle dedi: "Bizim askerlerimiz harp meydanına indiklerinde Utbe'nin yanma git­tim ve ona şöyle dedim:

"Ey Ebu'l-Velîd! Hayatın boyunca ancak kazanabileceğin bir şerefi bir günde bugün elde etmek istemez misin?" Utbe:

"Nasıl?" deyince şöyle dedim:

"Siz Kureyşliler, Muhammed'den, Ibn Hadramî'nin kanmdan başka bir şey is­temiyorsunuz, tbn Hadramî senin müttefikin olduğuna göre onun kan bedelini öde de herkes dağılıp gitsin".[55]

Utbe bu teklifi beğenmişti. Ama Ebu Cehil kabul etmedi ve Hadramî'nin kar­deşi Amir Hadramfyi çağırarak: "Kanın bedeli karşıdadır. -Yani kardeşinin kanı­nın intikamını alacağm kimseler karşıda durmaktadırlar.- Ayağa kalk da millete Amir'i hatırlatarak seslen" dedi. Nitekim Amir Arapların adetlerine uygun olarak çırılçıplak soyundu ve: "Yazık oldu Amr'a, yazık oldu Amr'a!" diye bağırmaya başladı.[56] Savaşın daha başında, herkesten önce fırlayıp ortaya çıkan da işte bu Amir Hadramî idi."

Hakîm b. Hizam ile Amir Hadramî Bedir savaşına kadar müslüman olmamış, küfürde devam etmişlerdi. Kureyş liderlerinden olan Utbe ve Ebu Cehil ise son ne­feslerine kadar küfürde devam ettiler. Bu durumdaki insanlar ve bu ölçüdeki kişi­ler, Bedir savaşını Hadramî'nin intikamını alma nedeni kabul ettikleri ve böyle ka­bul etmeye de devam ettikleri halde, yüzlerce yıl sonra başkalarının çıkıp ahkâm keserek: "Bu savaşın sebebi, ticaret kervanını kurtarmaktı" demeleri, bizim için önemli olmamalıdır. Buna aldırış etmememiz gerekir. Çünkü aralarında dağlar ka­dar fark vardır. [57]

 

Önemli  Bir  İncelik

 

Her ne kadar bu mesele kesin olarak anlaşılmış ve Bedir savaşının sebebinin tica­ret kervanına saldırmak olmadığı ortaya çıkmışsa da buradaki düğümü çözmemiz gereklidir. Bu düğüm şudur: Böylesine açık ve net bir olay hakkında neden bütün siyer uzmanları, Sahîh-i Buharı ile diğer hadis kitapları yanılmışlardır? Bedir'in başlangıç sebebi ticaret kervanına saldırma düşüncesiydi şeklindeki bilgilere açık­lık getirmeliyiz.

Aslında savaş kurallarına uygun olarak birçok savaşta nereye gidildiği ve ne amaçla gidildiği açıklanmazdı. Tebük savaşı hakkında Sahîh-i Buhârî'de ünlü sa-habîlerden Ka'b b. Mâlik'in (ra) şu sözü nakledilmiştir:

"Ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir savaşa gitmek istediğinde ona dair tevriyeli bir ifade kullanırdı."

Buhârfyi şerh edenler "tevriye" kelimesinin ne demek olduğu hakkında: "Hz. Peygamber böyle durumlarda, mânâsı iyice anlaşılmayan ve iki değişik mânâya gelebilen kelimeler kullanırdı" diye yazmaktadırlar.

Her ne kadar bana göre bu genelleme bu anlamda doğru değilse de, olayların teker teker nakledilmesinden anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber bazı seferlere çıkarken ne yapmak istediğini kesinlikle gizli tutuyor ve öyle bir tutum sergiliyordu ki, in­sanlar bundan değişik tahminler çıkarıyordu. O yüzden Sa'd b. Hayseme Bedir olayında kervana saldırmak için değil, Kureyş ordusuyla savaşmak için gidildiği­ni sezmişti. Bunun tam tersine, Buhârî'de Ka'b b. Mâlik'in: "Bedir'de kervana sal­dırmak amaçlanmıştı" dediği nakledilmiştir.

Girişte de yazmış olduğumuz gibi râvilerin -sahabe de dahil- birçok yerde an­lattıkları olay, olayın kendisi değil, aksine olay hakkındaki kanaatleridir. Yani an­ladığı şekilde anlatmışlardır. Bedir'de de aynı durum meydana gelmiştir. O yüz­den sahabe-i kiramın değişik tahminlerde bulunması, halkm zevk ve arzusuna uy­gun olan tahminin yapılması şaşılacak birşey değildir. [58]

 

Bedir  Savaşının   Sonuçları

 

Bedir Savaşı, dini ve sosyal durum üzerinde değişik etkiler meydana getirdi ve gerçekte bu, İslâm'ın ilerlemesinin ilk adımıydı. İslâm'ın ilerlemesi ve gelişmesi yolunda her biri bir çelik set teşkil eden Kureyş'in başları Bedir savaşında yok ol­muştu. Utbe ile Ebu Cehil'in Ölümü, Kureyş'in liderlik tacını Ebu Süfyân'ın başına koymuştu. Böylece Emevi hakimiyeti başlamış oldu, ama Kureyş'in gücü ve otori­tesi iyice sarsıldı.

Medine'de Abdullah b. Übeyy b. Selûl kâfirlikte devam ediyordu. Bütün haya­tı münafıklıkla geçmiş ve o hal üzere can vermişti. Ama Bedir zaferinden sonra gö­rünüşte de olsa islâm çerçevesine girmişti. Olaylar zincirinin yönünü ve gidişatı gören Arap kabileleri her ne kadar boyun eğip hemen teslim olmamışlarsa da yıl-mışlardı.

Bu olumlu sonuçlarla beraber bazı olumsuz gelişmeler de meydana gelmişti. Yahudilerle anlaşma yapılmış ve her konuda tarafsız kalacaklarına dair söz alın­mıştı. Ama bu muhteşem zafer onlarda hased ateşini tutuşturdu ve onlar -yapmış oldukları anlaşmaya rağmen- bu ateşi kontrol altında tutamadılar. Buna dair bilgi yahudilere ait olaylar anlatılırken genişçe verilecektir. Kureyşliler önceleri sadece Hadrami'ye ağlıyordu. Halbuki Bedir'den sonra her ev bir matem yuvası olmuştu. Bedir'de öldürülenlerin intikamını almak için Mekke'nin çocukları bile harekete geçirilmişti. Nitekim Sevîk olayı ile Uhud savaşı işte bu öfke ve kinin kabına sığ-mayıp dışa vuruşuydu. [59]

 

Sevik   Savaşı (Hicri  2.  Yıl,  Zilhicce  Ayı)

 

Artık Kureyş'in lideri Ebu Süfyân'dı ve bu makamın en büyük görevi Bedir sava­şının intikamını almaktı. Bedir'den müşriklerin mağlup ve bitkin olarak geri dön­meleri üzerine Ebu Süfyân, Bedir'de öldürülenlerin intikamını alıncaya kadar yı­kanmayacağına, basma yağ sürmeyeceğine and içti. Nitekim 200 develi süvariyle birlikte Medine'ye ilerledi. Yahudilerin, müslümanlara karşı kendilerine yardım edeceklerini biliyordu. Bundan dolayı önce Huyey b. Ahtab'ın yanına gitti, ama o, kapıyı açmadı. Ümitsizliğe kapılarak Sellâm b. Mişkem'in yanına gitti. Sellâm, Na-dîr oğulları yahudilerinin lideriydi. Ticaret mallarına ait depo ve kasa onun yöne-, timi altındaydı. Sellâm onu, büyük bir heyecan ve sevgi ile karşıladı, güzel yemek­ler ikram etti, şarap içirdi. Medine'nin gizli sırlarım anlattı. Ebu Süfyân sabahleyin Medine'den üç mil mesafede bulunan Urayd'a saldırdı. Adı Sa'd b. Amir olan en-sârdan bir müslümanı öldürdü. Bir kaç ev ve ot yığınını yaktı. Ona göre, bunlarla yemini yerine gelmiş oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu ha­ber alınca peşine düştü. Ebu Süfyân'ın elinde yiyecek malzemesi olarak sadece kavrulmuş un vardı. Korku ve telaşa kapılarak kavrulmuş un çuvallarını etrafa fırlattı gitti, daha sonra bunlar müslümanların eline geçti. Arapça'da bu kavrulmuş una "Sevîk" denir. O yüzden bu olay Sevîk savaşı adıyla ün saldı. [60]

 

Hz.   Fatıma'nın   Evliliği (Hicri  2.  Yıl,  Zilhicce  Ayı)

 

Hz. Peygamberimiz'in kızlarından en küçük olanı Hz. Fâtıma idi. Şimdi 18 yaşına ulaşmış ve evlilik teklifleri gelmeye başlamıştı. İbn Sa'd'ın rivayetine göre ilk önce Hz. Ebu Bekir, Hz. Peygamber'den istemiş, Resûlullah da: "Allah'ın emri ne ise o olur" buyurmuştu. Sonra Hz. Ömer isteme cesareti göstermiş, Resûlullah ona da ay­nı şeyleri söylemiş, hiç bir cevap vermemişti. Ama rivayetin görünüşüne bakarsak bunun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Hafız İbn Hacer, îbn Sa'd'ın Hz. Fâtıma hakkındaki çeşitli rivayetlerini el-lsâbe isimli eserinde naklettiği halde bu rivayeti gözardı etmiş veya bunun farkına varmamıştır. Bütün bunlardan sonra Hz. Ali, Hz. Fâtıma ile evlenme talebinde bulununca Resûlullah, Hz. Fâtıma'nın ne düşündüğü­nü sordu. O buna hiç bir cevap vermeyip sessiz kaldı. Bu cevap vermeyiş âdete gö­re bir çeşit kabul ifadesiydi. Hz. Peygamber, Hz. Ali'ye: "Yanında mihir olarak ver­mek için birşey var mı?" diye sorunca Hz. Ali: "Hiçbirşey yok" dedi. Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem de: "Bedir savaşında eline geçen hatmiye zırhına ne oldu" deyince, Hz. Ali: "Duruyor" dedi. Hz. Peygamber: "O yeter" buyurdu.

Okuyucular bunun çok kıymetli birşey olduğunu sanabilirler. Ama onun değe­rini öğrendikleri zaman şaşacaklardır. Çünkü o sadece 125 dirhem değerindeydi.

Zırhtan başka Hz. Ali'nin sahip olduğu servet, bir koyun postu, bir de eskimiş yemen battaniyesinden ibaretti. Hz. Ali, bu servetinin hepsini Hz. Fâtıma'ya mihir olarak verdi. Hz. Ali o ana kadar Hz. Peygamber'in yanında kalıyordu. Evlilikten sonra ayrı bir eve taşınması gerekti. Ensârdan Harise b. Nu'mân'ın (ra) birçok evi vardı. Onlardan bir kısmını Hz. Peygamber'e bağışlamıştı. Hz. Fâtıma, Hz. Pey-gamber'e Hârise'den başka bir ev istemesini söyledi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de: "Nasıl söyleyebilirim, artık haya ederim" buyurdu. Harise (ra) bunu duyunca koşarak geldi ve: "Ey Allah Resulü! Ben ve benim elimde olan ne varsa hepsi senindir. Allah'a yemin ederim ki benden aldığınız evler beni, elimde kalanlardan daha çok sevindirmektedir" dedi. Harise kendine ait bir evi boşalttı. Hz. Fâtıma da oraya taşındı.

İki cihan sultam Hz. Peygamber Efendimizin, dünyanın hanımefendisi Hz. Fâ-tıma'ya verdiği çeyiz, bir divan, bir su tulumu, içinde pamuk yerine hurma yap­rakları doldurulmuş olan bir yatak, iki el değirmeni, iki su testisi, bir de su küpün­den ibaretti.

Fâtıma (ra) yeni evine taşınınca Hz. Peygamber Efendimiz onun yanına gitti. Kapıya dikilerek içeri girmek için izin istedi. Sonra içeri geldi. Bir kap içinde su getirmelerini istedi, iki elini ona daldırarak Hz. Ali'nin (ra) göğsüne ve kollarına su serpti. Sonra Hz. Fâtıma'yı çağırdı. Hz. Fâtıma utancından titreyerek geldi. Onun üzerine de su serpti ve: "Kızım! Seni kendi ailemden en şerefli biriyle evlendirdim" buyurdu.[61] [62]

 

Hîcri   2.   Yıl:   Değişik  Olaylar

 

Tarihçilerin anlattığına göre bu yıl Ramazan orucu farz oldu. Ramazan ayında veri­len fıtır sadakası da bu yıldan itibaren uygulandı. Hz. Peygamber önce bir hutbe oku­du. Bu hutbede sadaka-ı fıtr'm faziletlerini anlattı. Sonra sadaka hükmünü bildirdi.

Ramazan bayram namazı bu yü îydgâh[63] denen açık arazide (topluca bayram na­mazı kılınan yerde) cemâatle kılındı. Daha önce bayram namazı kılınmıyordu.

Siyercilerin olayları tarih sırasına koyusuna göre; Benî Kaynuka gazvesi de bu yıl içinde meydana gelen olaylar arasmda anlatılmalıydı. Ama diğer olaylarla iliş­kisinden ve hadiselerin akışından dolayı ileride anlatılacaktır. [64]

 

 

XIII. Uhud Savaşı

 

"Yılmayın, ve de üzülmeyin. Eğer mii'min insanîarsanız, şüphesiz en üstün sizlersiniz." (AN İmrân, 3/139)[65]

Arabistan'da sadece bir kişinin öldürülmesi, kabileler arasında yüzlerce yü bit­meyen bir savaş dizisinin başlamasına sebep olabilirdi. İki taraftan hangisi yenilir­se o taraf bu yenilginin intikamını almayı Öyle vazgeçilemez bir görev kabul eder­di ki, bunu yerine getirmeden varlığı devam edemezdi. Bedir savaşında Kureyş'in yetmiş mensubu öldürülmüştü, içlerinden çoğu, Kureyş'in baştacı ve liderleriydi. O yüzden bütün Mekke halkı intikam hırsıyla doluydu. Bedir savaşı sırasında bü­yük bir kârla Suriye'den dönüp Mekke'ye ulaşmış olan Kureyş ticaret kervanının sermayesi, hissedarlara dağıtılmış, ama toplam kârı biriktirilerek bir yere konmuş bekletiliyordu.

Kureyş Bedir'de ölenlerin mateminden fırsat bulunca intikam alma görevini yerine getirmeyi düşündü. İçlerinde Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin de bulunduğu bir kaç Kureyş ileri geleni, akrabaları ve yakınları Bedir savaşında öldürülen kim­seleri de yanlarına alarak Ebu Süfyân'a gittiler. "Muhammed sallallahu aleyhi vesellem bizim kabilemizi yok etti. Şimdi intikam zamanıdır, şu anda birikmiş vazi­yette duran ticaret malının kârının bu işe sarfedilmesini istiyoruz" dediler. Bu öy­le bir teklifti ki daha öne sürülür sürülmez kabul edilmişti. Ama Kureyş artık müs-lümanların gücünü ve kuvvetini ölçmüştü. Onlar, Bedir savaşında yanlannda gö­türdükleri malzeme ve silahtan daha çoğuna ihtiyaç olduğunu biliyorlardı. Arap­lar arasında heyecanı yayma, intikamı bileme ve kalpleri coşturmanın en büyük aracı şiirdi. Kureyş içinde şairlikte ünlenmiş iki şair vardı; Cumh kabilesinden Amir ile Mesâfî. Cumhlu Amir, Bedir savaşında esir edilmişti. Ama Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, merhameti gereği müslümanlar aleyhinde çalışmamak şartıyla onu serbest bırakmıştı. Kureyş'in isteği üzerine o ve Mesâfî' yola çıktılar ve Kureyş kabilesinin bütün kollarını dolaşarak ateşli nutuklarla herkesi tahrik ettiler.

Savaşlarda ayağı sağlam tutup, kaçmamanın ve dövüş heyecanı aşılamanın en büyük aracı ve vasıtası ev kadınlarıydı. Kadınların beraber olduğu savaşlarda, "Yenildiğimiz takdirde kadınlar düşmanın eline geçer, ırz ve namusları çiğnenir" diye Araplar canlarıyla oyun oynarcasına döğüşürlerdi. Bedir savaşında oğullan öldürülmüş birçok kadın vardı. O yüzden o kadınların kendileri zaten intikam he­yecanıyla doluydu. Oğullarının katillerinin kanını içmeden rahat nefes almayacak­larına and içmişlerdi. Kısacası savaşa gitmek üzere ordu hazırlanıp ortaya çıkınca, ünlü ve şanlı birçok önemli ailenin kadınları da orduya katıldılar. Bunlardan bazı­larının adlan aşağıda zikredilmiştir:[66]

1. Hind; Utbe'nin kızı ve Muâviye'nin annesi.

2. Ümmü Hakîm; Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin karısı.

3. Fâtıma; Velîd'in kızı, Hâlid b. Velîd'in kızkardeşi.

4. Berze; Tâif lideri Mesud Sekafî'nin kızı.

5. Rîta; Amr b. As'ın karısı.

6. Hanâs; Mus'ab b. Umeyr'in (ra) annesi.

Hamza (ra), Hind'in babası Utbe'yi, Bedir'de öldürmüştü. Cübeyr b. Mut'im'in amcası da Hz. Hamza tarafından öldürülmüştü. Bundan dolayı Hind, mızrak at­mada büyük maharet sahibi olan Cübeyr'in kölesi Vahşfyi Hz. Hamza'yı öldür­meye ikna etti. Bu işi başarması karşılığında kölelikten azâd etmeye söz verdi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in amcası olan Abbas (ra) her ne ka­dar müslüman olmuşsa da hâlâ Mekke'de kalıyordu. Mekke'de olup bitenleri ya­zarak hızlı giden bir elçi ile Hz. Peygamber'e gönderdi ve elçinin üç gün üç gece içinde Medine'ye ulaşmasını sıkı sıkıya tenbih etti. Mekke'de bütün harb hazırlık­larının bittiği, yakında bir ordunun Medine'ye doğru hareket etmek üzere olduğu haberi Hz. Peygamberce ulaşınca, Allah Resulü sallallahu aleyhi vesellem Hicretin 3. yılının Şevval ayının beşinde Enes ve Munis adlı iki haberciyi bilgi toplamak üzere gönderdi. Onlar iyice bilgi toplayıp dönerek, Kureyş ordusunun Medine'ye yaklaştığını ve Medine'nin Urayd isimli otlağını, atlarının tahrip ettiğini haber ver­diler. Bunun üzerine Hz. Peygamber Habbâb b. Münzir'i (ra), Kureyş ordusunun sayısını öğrenip haber vermesi için gönderdi. Habbâb araştırıp geldikten sonra sa­yılarını iyi bir tahminle haber verdi. Şehre hücum etmeleri endişesi olduğundan her tarafa nöbetçiler yerleştirildi. Sa'd b. Ubâde ve Sa'd îbn Muaz (ra) silah kuşa­narak bütün geceyi Mescid-i Nebevî'nin kapısı önünde nöbet tutarak geçirdiler.

Hz. Peygamber, sabahleyin ashabı ile görüştü. Muhacir ve ensârın ileri gelen­leri, kadınların şehir dışındaki kalelere gönderilmesini, kendilerinin de şehirde ka­larak düşmanla savaşmalannı önerdiler.

O ana kadar hiç bir zaman görüşme ve meşverelere sokulmayan Abdullah b. Übeyy b. Selûl bile aynı görüşü ileri sürdüyse de[67] Bedir Savaşma katılmamış olan, yeni yetme genç sahabiler[68], şehirden çıkarak düşmana saldırılmasında ıs­rar ettiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem eve gitti ve zırhını giyerek dışarı çıktı. Şehir dışına çıkılmasını isteyenler: "Biz Hz. Peygamber'i istemediği halde şehir dışına çıkmaya mecbur ettik" diye pişman oldular ve "Biz, görüşü­müzden ve isteklerimizden vazgeçtik" dedilerse de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bir Peygambere silahını kuşandıktan sonra geri çıkarması ya­kışmaz" buyurdu.

Kureyş Çarşamba günü Medine'ye yaklaştı ve Uhud dağı'nda üslendi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Cuma günü, Cuma namazmı kıldırdıktan sonra 1000 şahabı ile birlikte şehirden çıktı. Abdullah b. Übeyy, 300 kişilik bir top­luluğu alarak geldi. Ama "Muhammed sallallahu aleyhi vesellem benim görüşü­mü kabul etmedi" diyerek bir bahane ile geri döndü. Artık Hz. Peygamberle bir­likte 700 kişi kalmıştı. Onlardan yüz kişi zırhlıydı. Medine'den çıktıktan sonra or­dusunu kontrol etti. Yaşları küçük olanlar geri gönderildi. Bunlar arasında Zeyd b. Sabit (ra), Berâ b. Azib (ra), Ebu Saîd el-Hudrî (ra) Abdullah b. Ömer (ra) ve Evs kabilesinden Urâbe (ra) de vardı. Fakat vefakârlık ve fedakârlık herkesi öyle sar­mıştı ki gençlerden Râfi' b. Hudeyc'e (ra): "Yaşın küçük, geri dön" denilince, boyu uzun gözüksün diye ayaklarının ucuna basarak yükselmiş, nitekim onun bu tedbi­ri tutmuş, orduya alınmıştı.[69] Aynı yaşta olan Sumre isimli genç: "Ben güreşte Râfi'i yeniyorum, onu orduya aldığınıza göre beni de almalısınız" demişti. Bunun üzerine ikisi güreştirildi ve Sumre, Râfi'i yere yıktı. Bunun üzerine onun da ordu­ya ve savaşa katılmasına izin verildi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Uhud dağıru arkasına alarak orduyu şöyle bir savaş düzenine soktu. Mus'ab b. Umeyr (ra) sancağı lütfetti. Zübeyr b. Avvâm'ı yüz kişilik bir birliğin başına geçirdi. Hz. Hamza'yı zırhları olmayan[70]bir bölüğün komutanlığına tayin etti. Arka tarafta, düşmanuı gelme ihtimali olan bir geçide kırk okçudan oluşan bir birlik gönderdi ve onlara: "Savaşta zafer bizim tarafımızda olsa bile buradan emrim olmadan ayrılmayın" buyurdu. Abdullah b. Cübeyr'i bu okçuların komutanı tayin etti. Kureyşliler Bedir'de tecrübe sahibi olup, başlarına gelenleri unutamadıkları için son derece düzenli biçimde orduyu sıraya koymuşlardı. Sağ kanada Hâlid b. Vetıd komuta ediyor, sol kanada Ebu Ce-hil'in oğlu Ikrime komuta ediyordu. Süvari birliğininin komutanı da Kureyş'in ün­lü komutanlarından Safvan b. Ümeyye idi. Okçular birliği ayrı olup onların komu­tanı da Abdullah b. Ebu Rebîa idi. Talha ise sancaktardı. Zarurî bir ihtiyaç sırasın­da işe yarasın diye ikiyüz at yedekte tutuluyordu.

Savaş davulu yerine Kureyş kadınları def çalarak, şiirler okuyarak ilerliyorlar­dı. Bu şiirler Bedir'de ölenlerin matemini ve dökülen kanların intikamının alınma­sını isteyen şiirlerdi. Ebu Süfyân'ın karısı olan Hind, Kureyş ordusunun önünde yürüyordu. Yanında ondört kadınla birlikte şu şiirleri okuyordu.

"Biz gökteki yıldızların kızlarıyız. Biz halılar üzerinde dolaşanlarız. Yiğitçe savaşırsanız, biz sizi kucaklarız. Geri dönüp kaçarsanız, sizden uzaklaşırız."

Savaş şöyle başladı:

Ebu Amir diye Medine-i Münevvere'de herkes tarafından sevilen bir adam var­dı. Bu adam Medine'yi bırakıp Mekke'ye göç etmişti. Yüzelli kişiyle ordunun önü­ne çıktı, islâm'dan önce iffetli ve temiz bir adam olmasından dolayı bütün Medine halkı ona saygı duyardı. Ensâr kendisinin Mekkeliler safında yer aldığını görünce belki Hz. Peygamberce birlikte olmaktan vazgeçerler diye düşündüğünden ortaya çıkarak: "Beni tanıyor musunuz? Ben Ebu Amir'im" diye bağırdı. Ensâr da: "Evet, hain! Seni tanıyoruz. Allah seni hüsrana uğratsın" dediler. Kureyş'in sancaktarı Talha savaş düzeni almış askerlerin önüne gelerek şöyle dedi:

"Ey Müslümanlar! Aranızda beni hemen cehenneme göndermek isteyen veya benim elimle cennete gitmek isteyen var mı?" diye bağırdı. Hz. Ali (ra) saftan çıka­rak ilerledi ve: "Ben varım" dedi. Demesiyle kılıcını salladı. Talha'nın cesedi yere yığıldı. Talha'dan sonra, kadınların şiirler okuya okuya peşinden geldiği kardeşi Osman, sancağı eline aldı ve şu şiiri okuyarak hücuma geçti:

"Sancağı taşıyan, elindeki mızrağı kana buîamahdır. Ya da o mızrak vuruşa vuruşa parçalanmahdır,"

Hz. Hamza (ra) onunla savaşmak üzere karşısına çıktı ve omuzuna indirdiği kılıç beline kadar indi. Bu arada ağzından: "Bert hacılara su içiren adamın oğlu­yum" cümlesi döküldü.

Artık topyekün savaş başladı. Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ebu Dücâne ordunun tam ortasına daldı ve safları yarıp geçti. Ebu Dücâne (ra) Arapların meşhur pehli­vanıydı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mübarek eline kılıcı alarak: "Kim bunun hakkını verecek" buyurmuştu. Bu mutluluğu yakalamak için birçok el birden uzanmış, fakat bu şeref, Ebu Dücâne'ye (ra) nasip olmuştu. Bu beklenme­dik şeref onu şecaat ve kahramanlık şarabıyla sarhoş etti. Başına kırmızı bir men­dil bağladı ve çalımlı, mağrur bir şekilde ordunun saflarından fırladı. Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu yürüyüş böyle bir an dışında Allah'ın hiç hoşu­na gitmez" buyurdu. Ebu Dücâne kâfir ordusuna dalmış, kimini yaralayarak, kimi­ni öldürüp yerlere sererek ilerliyordu. Nihayet Hind'le karşılaştı. Kafasına kılıcını indirmek üzere kaldırmıştı ki, Hz. Peygamber'in verdiği kılıçla bir kadının Öldürü-lemeyeceğini düşünerek vazgeçti. Öte yandan Hamza (ra) iki ağızlı kılıcını savura savura gidiyor, ne tarafa ilerlerse o tarafı dümdüz edip düşmanları yere seriyordu. Böyle bir durumda iken Sibâğ Gabsânî ile karşılaştı. Ona: "Hey kadınları sünnet eden kadının çocuğu! Nereye gidiyorsun" diye bağırdı. Arkasında kılıcını salladı ve onu yere serdi.

Vahşi, zenci bir köle idi ve efendisi Cübeyr b. Mut'im ona, Hamza'yı öldürdü­ğü takdirde kendisini azâd edeceğini vaad etmişti. Bu yüzden, Hz. Hamza'nın pe­şine düşmüş, öldürme fırsatmı yakalamak için sinsice takip ediyordu. Hz. Hamza onun hizasına gelince 'harbe' denen ve Habeşistanlıların özel silahı olan küçük bir mızrağı Hz. Hamza'ya fırlattı. Mızrak, Hz. Hamza'nın sırtının ortasından girip, göğsünden çıktı. Hamza (ra), Vahşi'ye yönelip saldırmak istediyse de sendeleye­rek yere düştü ve ruhunu teslim etti.[71]

Kâfirlerin sancaktarlan vuruşa vuruşa ölüyor, ama sancağı yere düşürmüyor-lardı. Sancaktarlardan biri yere düşmeden diğer savaşçı koşuyor, sancağı kaparak eline alıyor, onu yere düşürmüyordu. Savvâb isimli bir adam sancağı eline alınca, biri ilerleyerek öyle bir şiddetle kılıç salladı ki iki eli birden kesilerek yere düştü. Fakat o, milletinin sancağının kendi gözlerinin önünde yere düşmesine dayanama­dı. Sancağın yere düşmesi ile birlikte göğsü üzerine yere kapaklandı ve sancağı göğsüne bastırdı. Böyle bir durumda: "Ben görevimi yerine getirdim"[72]derken öl­dürüldü. Sancak uzun süre yerde kaldı, kimse cesaret edip onu yerden alıp kaldı­ramadı. Sonunda cesur bir kadın -Alkame kızı Amre- korkusuzca ilerledi ve sanca­ğı kapıp kaldırdı. Bunu gören Kureyşliler her taraftan toplanarak biraraya geldi ve kaymış olan ayakları, dağılmış olan düzenleri tekrar toparlandı.

Ebu Amir kâfirler tarafında savaşıyordu. Oğlu Hanzala (ra) müslüman olmuş­tu. Babasmm karşısına çıkıp onunla savaşmak için Hz Peygamberden izin istedi. Ama âlemlere rahmet olan yüce Peygamber, evladm babasına kılıç kaldırmasına nasıl razı olabilirdi. Hanzala (ra) kâfirlerin komutanı olan Ebu Süfyân'a saldırdı ve nerede ise kılıcı Ebu Süfyân'ın işini bitirecekti. Birden, yan taraftan Şeddâd b. Es-ved fırlayarak Hanzala'mn hamlesini durdurdu ve onu şehid etti. Buna rağmen sa­vaşta müslümanların kefesi ağır basıyordu. Düşman sancaktarlarının öldürülmele­ri ve Hz. Ali ile Ebu Dücâne'nin korkusuz saldırılan düşman ordusunun ayakları­nı geri kaydırıyordu.

Söyledikleri şarkılar ve şiirlerle kalpleri coşturan cesur, alımlı kadınlar, moral­leri bozulmuş olarak korku içinde geriye çekildiler. Ufuk açılmış, ortalık ıssızlaş-mış, düşman ortadan kaybolmuştu. Ama müslümanlar hemen düşmanın bıraktığı malları yağmalamaya başladı. Bunu gören arka taraftaki geçidi korumakla görevli okçular da ganimet malı ele geçirmek için yerlerini bırakarak koşuştular.

Abdullah b. Cübeyr (ra) onları engellemeye çalıştıysa da dinlemediler.336 Ok­çuların yerinin boşaldığını gören Hâlid b. Velîd arkadan hücuma geçti. Abdullah b. Cübeyr sözünü dinleyip yerinden ayrılmayan bir kaç yiğit okçuyla birlikte bü­yük bir cesaretle vuruştu ama hepsi şehit oldu. Artık yol açılmıştı. Hâlid süvari bir­liğiyle birlikte büyük bir hınçla müslümanlara arkadan saldırdı. Müslümanlar ga­nimet malı toplamakla meşguldü. Dönüp arkalarına baktıklarında üzerlerine yağ­mur gibi ok yağdığmı gördüler. Neye uğradığını şaşırmış vaziyette bulunan müs-lümanlarla kâfir ordusu karşılaştığında, müslümanlar panik halinde oldukların­dan bazı müslümanlar yine müslümanlar tarafından öldürüldü.

Hz. Peygamber'e yüz hatları bakımından benzer olan müslümanların sancak­tarı Mus'ab b. Umeyr'i, îbn Kumeyye şehid etti ve Hz. Peygamber'in şehit olduğu­nu sesi çıktığı kadar bağırarak ilan etti. Bu sesle herkes şuurunu yitirdi. En büyük kahramanların ayakları yerinden oynadı. Şaşkınlıklarından dolayı müslümanların ön safları arkadaki saflara alan etti. Dost, düşman ayırtedilemiyordu.

Huzeyfe'in (ra) babası Yemân bu karışıklıkta kim vurduya gitti ve bütün kılıç­lar üzerine üşüştü. Huzeyfe (ra): "O babamdır, o babamdır!" diye bağırdıysa da se­sini kimseye duyuramadı. Derken Huzeyfe'nin babası Yemân da şehid oldu. Huzeyfe (ra) ise yardım dileyen bir ses tonuyla: "Ey Müslümanlar! Allah sizi bağışla­sın"[73]diyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem dönüp baktığında ya­nında sadece onbir fedainin kaldığını gördü. Bunlar içinde Ali (ra), Ebu Bekir (ra), Sa'd b. Ebu Vakkâs (ra), Zübeyr b. Avvâm (ra), Ebu Dücâne (ra) ve Talha'nın (ra) adı özellikle bilinenlerdendi. Sahîh-i Buhârfde şöyle bir rivayet vardır: "Hz. Pey-gamber'le birlikte sadece Talha ile Sa'd bulunuyordu."

Bu dağınıklık içinde müslümanların pek çoğu ümidini tamamen yitirdi, kahra­man yiğitlerin de gücü ve kahramanlıkları işe yaramaz oldu. Herkes bulunduğu yerde sıkışmış kalmıştı. Kimsenin Hz. Peygamber'in ne halde olduğundan haberi yoktu. Hz. Ali (ra) kılıcını vura vura düşmanların saflarını yara yara çarpışıyordu, ama Hz. Peygamber'den haberi yoktu. Enes'in (ra) amcası tbn Nadîr kılıcını salla­yarak bulunduğu yerden dışarı fırladı ve Hz. Ömer'in aşırı üzüntüye kapılarak[74]silahını fırlatıp attığını gördü. îbn Nadîr, Hz. Ömer'e: "Burada ne yapıyorsun?" di­ye sorunca, Hz. Ömer: "Artık savaşıp da ne yapacağız? Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem şehid oldu" dedi. Ibn Nadîr de: "Hz. Peygamber öldükten sonra biz yaşayıp da ne yapacağız?" dedi, arkasmdan düşman ordusu içine daldı, vuru­şa vuruşa şehid oldu. Savaştan sonra cesedi bulunduğunda üzerinde 80'den fazla ok, kılıç ve mızrak yarası olduğu görüldü. Tanınamayacak haldeydi. Ancak kızkar-deşi parmağındaki işaretten tanıdı.[75]

Kendini islâm'a adamış, canını fedaya hazır seçkin kişiler durmadan çarpışıyor ama gözler Hz.Peygamber'i arıyordu. Ka'b b. Mâlikin gözü Hz. Peygamber'e iliş­ti. Resûlullah'ın mübarek yüzü miğferle örtülüydü. Sadece gözleri görünüyordu. Ka'b (ra) tanıyarak: "Ey Müslümanlar! Hz. Peygamber işte burada!" diye bağırdı. Bunu duyan İslâm fedaileri her taraftan koşup geldi. Ka'b'ın sesini duyan kâfirler de o tarafa doğru daha fazla yüklendi. Bütün öfke ve güçleriyle hücum ediyorlar­dı. Ama Zülfikâr'ın -Hz. Ali'nin kılıcının- şimşeğiyle küfür bulutu dağılıp gidiyor­du. Bir keresinde düşman şiddetle Hz. Peygamber'e saldırınca Resûllah: "Kim be­nim için canmı verir" buyurdu. Ziyad b. Seken (ra) beş ensâriyi yanına alarak bu görevi yerine getirmek üzere ileri atıldı ve yiğitçe savaşarak canlarını feda etti­ler.[76] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun cesedini yanma getirmeleri­ni buyurunca insanlar onu sırtlanıp getirdiler. Henüz ruhunu teslim etmemişti. Hz. Peygamber'in ayaklarına yüzünü yasladı ve o vaziyette can verme şerefine na­il oldu. Kahraman bir müslüman, bu hengâmeye aldırış etmeden ayakta dikilmiş hurma yiyordu. İleri çıkıp Peygamber'in yanma geldi ve: "Ey Allah Resulü! Eğer

öldürülürsem nerede olacağım?" diye sordu. Hz. Peygamber de: "Cennette" bu­yurdu. Bu müjdeyi ahncâ kendinden geçerek rüzgar gibi kâfirlere saldırdı ve vu­ruşa vuruşa öldürüldü.[77]

Kureyşliler'in meşhur kahramanlarından Abdullah b. Ümeyye çemberleri yara yara Hz. Peygamber'e yaklaştı ve mübarek yüzüne kılıç vurdu. Bu darbenin şidde­tiyle miğferin iki halkası mübarek yüzüne battı. Her taraftan kılıçlar ve oklar yağı­yordu. Bunu gören fedailer Resûlullah'ı çember içine aldılar. Ebu Dücâne (ra) Hz. Peygamber'in üzerine eğilerek kollarını germiş siper oluyordu. Bütün oklar onun sırtına geliyordu. Talha (ra) ise kılıçları elleriyle engelliyordu. Elinin biri koparak yere düştü. Herkesin sevgilisi, âlçmlere rahmet Hz. Peygamber'in sallallahu aley­hi vesellem üzerine oklar yağıyorken bile ağzından şu sözler dökülüyordu:

"Ey Rabbim! benim milletimi bağışla, çünkü onlar bilmiyorlar."[78]

Enes'in (ra) üvey babası olan Ebu Talha (ra) nişancılığı ile tanınmış biriydi. Hz. Peygamberi korumak için o kadar ok attı, düşmanlara o kadar ok fırlattı ki, elinde iki üç yay kırılıp gitti. CKna hiç bir hücum ulaşamasın, hiç bir saldırı zarar vereme-sin diye siperde vücudunu Hz. Peygamber'in yüzüne doğru geriyordu. Allah Re­sulü ara s ıra başını uzatarak düşman askerlerine doğru baktığında Ebu Talha: "Ey Allah Resulü, başınızı uzatmayınız. Ne olur ne olmaz bir ok isabet edebilir diye göğsümü size siper ediyorum" diyordu. Sa'd b. Ebu Vakkas da ünlü okçulardan­dı. O anda Hz. Peygamber'in yaranda bulunuyordu. Resûlullah, kendi ok torbası­nı önüne koydu ve: "Anam babam sana feda olsun, atmaya devam et" buyurdu.[79]

îşte öyle bir durumdayken bile Resûlüllah'ın ağzından öğüt verici bir ses to­nuyla şu sözler çıktı:

"Kendi Peygamberini yaralayan bir millet kurtuluş ve saadet bulabilir mi?" Bu sözler, dergâh-ı Hâhfde beğenilmedi ve şu âyet indi: "Bu işte senin hiçbir yetkin yoktur." (Al-i İmrân, 3/128)

Nitekim Sahîh-i BuhârTnin Uhud savaşı bölümünde bu olay zikredilmiştir. Düşman buraya kolayca gelemez diye Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem azim ve cesaretle dağın tepesine doğru çıktı. Ebu Süfyân onu gördü ve yanına as­kerleri de alarak dağa tırmandı. Ama Hz. Ömer'le birkaç sahâbi onları taş yağmu­runa tuttuğundan daha fazla ilerleyemediler.

Hz. Peygamber'in vefat ettiği haberi Medine'ye ulaşınca vefakâr bağlıları ken­dinden geçerek Uhud'a doğru koşuştular. Fâtımatü'z-Zehrâ (ra) geldiğinde baba­sının mübarek çehresinden kan aktığını gördü. Hz. Ali kalkanına su doldurup getirdi. Hz. Fâtıma bu suyla yüzünü yıkadı. Ama kan durmuyordu. Sonunda bir ha­sır parçası yakılarak külleri yara üzerine kondu, kan hemen kesildi.

Ebu Süfyân karşıki tepeye çıkarak: "Muhammed orada mı?" diye bağırdı. Hz. Peygamber kimsenin cevap vermemesini emretti. Ebu Süfyân, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in adım söyleyerek bağırdı. Yine hiç ses gelmeyince, "Hepsi öldürüldü!" diye bağırdı. Hz. Ömer kendini tutamayıp: "Ey Allah düşmanı, hepimiz sağız!" di­ye bağırdı. Ebu Süfyân da: "Ey Hübel sen yüce ol!" dedi.

Sahabe-i kiram da, Hz. Peygamber'in emri üzerine: "Allah en yüce ve en bü­yüktür!" diye bağırdılar.

Ebu Süfyân: "Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok" dedi. Sahabe-i kiram da: "Allah bizim Mevlâmızdir, sizin mevlanız yoktur" dediler.

Ebu Süfyân: "Bugün, Bedir'in karşılığıdır. Askerlerimiz erkeklerinizin burun­larını, kulaklarını kesmişler. Böyle bir emir vermemiştim, ama öğrendiğim za­man hiç de üzülmedim" dedi. Hz. Peygamber, kadınları ve çocukları, Yemân (ra) ile Sâbif in (ra) himayesinde Medine yakınlarındaki kalelere göndermişti. Yenilgi haberini aldıklarında bulundukları kaleleri bırakarak Uhud dağına doğru koşa koşa geldiler. Sabit (ra) müşrikler tarafından öldürüldü. Yemân (ra), müslüman-ların toplu hücumunda tanınamadığından dolayı üzerine kılıçlar üşüştü. Oğlu Huzeyfe (ra) her ne kadar: "O benim babamdır! O benim babamdır!" diye bağır-dıysa da kargaşada hiçkimse onu duyamamış, Huzeyfe de şaşkınlık içinde: "Ey müslümanlar! Allah affetsin" diyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Yemân'in kan bedelini müslümanlar adına ödemek istediyse de Huzeyfe (ra) ba­ğışladı, îbn Hişâm'da bu olay bütün genişliğiyle anlatılmıştır. Sahîh-i Buhârfde ise özetle anlatılmıştır.

Kureyş kadınları Bedir'in intikamını alma hıncıyla müslümanlarm cesetlerin­den de intikam aldılar. Onların kulaklarını, burunlarını kestiler. Hind, onlardan gerdanlık yapıp boynuna astı. Yine o, Hz. Hamza'nın (ra) cesedinin başına gitti. Onun karnını yararak ciğerini çıkarttı, dişleriyle çiğnedi ama gırtlağından inmedi­ği için kusmak zorunda kaldı. Hind'in lakabı işte bu yüzden tarihlerde "ciğer yi­yen kadın" diye yazılır. Hind, Mekke'nin fethinde iman etti, ama ibret verici bir şe­kilde iman etti. Bu hadise ileride anlatılacaktır.

Bu savaşa müslüman kadınlar da katılmışlardı. Hz. Aişe (ra) ve Enes'in (ra) an­nesi olan Ümmü Süleym (ra) yaralılara su dağıtıyorlardı. Sahîh-i Buhârî'de Enes'in (ra) şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Hz. Aişe (ra) ile Ümmü Süleym'i (ra) şalvar giymiş olarak su testilerini doldurup getirerek yaralılara su dağıtıp iç irdiklerini, testilerde su bitince de tekrar doldurup getirdiklerini gördüm."[80] Bir başka rivayette de, Ebu Saîd el-Hudrfnin annesi olan Ümmü Suleyt'in (ra) de aynı hizmeti yaptığı bildirilmiştir.[81]

Kâfirlerin genel bir hücuma geçtiği ve Hz. Peygamberin yanında sadece birkaç fedainin kaldığı sırada, Ümmü Ammâra (ra) Hz. Peygamberin yanına ulaştı ve kendini O'na siper etti. Kâfirler Hz. Peygamber'e saldırıp da iyice yaklaştıkları za­man, bu müslüman yiğit kadın, kılıç ve oklarla onlara saldırıyor, Peygamberimiz'e yanaşmalarını engelliyordu. îbn Kumeyye, îslâm ordusunu aşarak Hz. Peygam-ber'in yanına ulaşınca, Ümmü Ammâra (ra) hemen önüne geçip onu durdurdu. Bu arada omuzundan derin bir yara aldı. Kendisi de kılıcını ona bütün hışmıyla vur-duysa da iki kat zırh giydiğinden etkili olmadı.[82]

Hz. Hamza'nm kızkardeşi Safiyye (ra), yenilgi haberini duyunca Medine'den çıktı, Uhud'a doğru koştu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Safiyye'nin oğlu Zübeyr'i (ra) çağırarak: "Annen, Hamza'nın cesedini görmesin" buyurdu. Zü-beyr (ra), Hz.Peygamber'in buyruğunu söyleyince: "Kardeşimin basma gelenleri duydum, ama Allah yolunda çok büyük bir fedakârlık değil" dedi. Hz. Peygamber izin verdi, cesedin yanına gitti. Cesed kan revan içindeydi. Değerli kardeşinin vü­cûdu param parça olmuştu. Ama "Şüphesiz biz Allah içiniz ve O'na dönücüleriz" ayetini okuyarak sustu ve Allah'ın onu bağışlaması için dua etti.[83]

Ensârdan iffetli bir kadının, babası, kardeşi, kocası, hepsi bu savaşta öldürülmüş­lerdi. Öldüklerini haykıran ses, arka arkaya kulağına geliyordu. Ama her seferinde sadece: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ne halde? diye soruyordu. İnsanlar: "Resûlullah iyidir, sıhhattedir diyerek onu teskin etmeye çalıştılar. Ama o, ancak Re-sûlullah'm yanına gelip mübarek yüzünü görünce teskin oldu ve kendinden geçe-rek:"Sen sağ olduktan sonra bütün dertler, felaketler hiç kalır" diye bağırdı.[84]

"Ben de, babam da, kocam da kardeşim de feda olsun sana Ey dinin sultanı sen varol yeter, biz neyiz sanki"

Müslümanlardan yetmiş kişi öldürüldü. Bunlar içinde daha çok ensâr bulunu­yordu. Ama müslümanların yoksulluğu o noktaya ulaşmıştı ki şehidleri kefenleye­cek, onların vücudlanm örtebilecek bezleri bile yoktu. Mus'ab b. Umeyr bir şahabı idi. Cesedinin ayakları kapatılsa, başı açıkta kalıyor, başı kapatılsa ayakları açıkta kalıyordu. Sonunda ayakları otlarla kapatıldı. Gerçekten insanı hayrete düşüren bir manzaraydı. Müslümanlar daha sonraları bu olayı hatırladıkça kalpleri hüzün-lenir gözleri yaşarırdı. Şehitler yıkanmadan oldukları gibi, kanlara bulanmış olarak ikişer ikişer bir tek mezara defnedildiler. Kur'ân-ı Kerîm kimin daha çok ezberindeyse o daha önce defnedildi. Bu şehitlere o sırada cenaze namazı da kılınmadı.349 Sekiz yıl sonra yani vefatından bir iki yıl önce Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem oradan geçerken, elinde olmadan hüzünlendi. Sanki bir ölüden veya diri­den ebediyyen ayrüıyormuş gibi acılı, kederli sözler söyledi. Sonra şöyle buyurdu:

"Ey müslümanlar! artık tekrar müşrik olacağınızdan korkmuyorum, sadece kendinizi dünyaya tamamen kaptırmanızdan korkuyorum."[85]

îki ordu savaş alanında birbirinden ayrılıp da, düşman ordusu çekilip gittiğin­de müslümanlar yaralı ve bitkin haldeydiler. Ebu Süfyân, müslümanlar nasıl olsa yenildiler diyerek geri dönüp tekrar saldırmasın diye, Hz. Peygamber müslüman-lara doğru dönerek, kim bunları takip edecek? buyurdu Hemen yetmiş kişilik bir grup böyle bir hareket için gönüllü oldu. Bunlar arasında Ebu Bekir ve Zübeyr de vardı.[86]

Ebu Süfyân Uhud'dan hareket ederek Revhâ denen yere ulaştı. Buraya geldik­ten sonra işin tamamlanmadığını, eksik kaldığını düşündü. Hz. Peygamber daha önceden bunu tahmin ettiği için ertesi gün kimsenin geri gitmemesini, ordudan ay­rılmamasını ilan ettirdi. Nitekim Medine'den sekiz mil uzaklıkta bulunan Ham-râu'l-Esed'e kadar gitti. Huzâa kabilesi o ana kadar iman etmemişti, ama el altın­dan İslâm tarafını tutuyor, müslümanlara yardımcı oluyordu. Kabile'nin reisi Ma'bed el-Huzâî müslümanlarm yenildiğini duyunca, Hz. Peygamberin huzuru­na geldi ve daha sonra geri giderek Ebu Süfyân'la buluştu. Ebu Süfyân müslüman­lara tekrar saldırmak istediğini söyleyince Ma'bed: "Benim gördüğüme göre Mu­hammed sallallahu aleyhi vesellem yeniden öyle bir donanmış ki ona karşı koyma­nız imkânsızdır" diyerek korkuttu. Bunun üzerine Ebu Süfyân Mekke'ye döndü.[87] Tarihçilerin savaşları çoğaltma hevesi ile yeni bir savaş diye ileri sürdükleri ve Hamrâü'1-Esed diye yeni bir ad verdikleri olay, işte bundan ibarettir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Medine'ye geldiğinde bütün Medine baştan başa matem içindeydi. Resûlullah'ın geçtiği her sokakta evlerden feryad ve acılı ağıtlar yükseliyordu. Herkesin yakınları, ağıt yakma ve üzüntüsünü belirtme görevini yerine getiriyordu. Fakat, Hz. Hamza'mn ağlayanı, arkasından acı ile fer­yad edeni yoktu. Bu, Hz. Peygambere dokundu. Bir an için içi titredi, heyecanlı ve ağlamaklı bir sesle ağzmdan: "Sadece Hamza'nın hiçbir ağlayanı yok" kelimeleri

349.  Buhârî, Menâkıb/23: Bazı rivayetlerden kesin olarak Hz. Peygamberin, özellikle Hz. Hamza'ya diğer şehitlerle birlikte tekrar tekrar cenaze namazı kıldırdığı anlaşılıyor. Bu şehidler teker teker -diğer riva­yetlerde ise onar onar- getiriliyorlar, Hz. Peygamber de cenaze namazlarım kıldırıyordu. Hz. Ham­za'nın (ra) mübarek cesedine her seferinde birlikle namaz kıldırıldıgı için yetmiş kere -veya yedi kere-cenaze namazı kılındı. M^ânVl-Asâr, Tahâvî şerhi, şehidlere cenaze namazı kılınması bölümü. Zeyle'î, Şehide namaz kılınması hadisi bölümü. Vâkıdî, el-Meğâzî, s. 300, Kalküta baskısı.

döküldü. Ensâr bunu duyunca acılan daha da fazlalaştı. Üzüntüleri daha da arttı. Hepsi evlerine gidip, ailelerine: "Resûlullah'ın evine gidin, Hamza için ağıt yakın" diye emir verdiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kapısının eşiği önün­de ensâr hanımlarının toplanmış, Hz. Hamza'nın ölümüne ağıt yaktıklarını gördü. Onlar hakkında dua buyurdu ve: "Sizin derd ortaklığınıza, kederimi paylaştığını­za teşekkür ediyorum ama ölülerin arkasından aşırı derecede feryâd-ü figân ede­rek ağlamak doğru değildir" buyurdu.

Araplar'da geleneksel olarak ölülerin arkasından kadınlar var güçleriyle, avaz­ları çıktığı kadar bağnşa-çağnşa ağlar, elbiselerini parçalar, saçlarım başlarını yo­lar ve yüzlerine taş vururlarlardı. Bu kötü gelenek o günden itibaren yasaklandı ve Hz.Peygamber: "Bugünden itibaren hiç bir ölünün arkasından bağıra-çağıra ağıt yakılmayacaktır" buyurdu.[88] Daha sonra da: "Bu tür matemler müslümanlann sâ­nına yakışmaz" buyurdu.[89]

Kur'ân-ı Kerîm'in Al-i İmrân sûresinde Uhud savaşı ile ilgili geniş bilgi veril­miştir. [90]

 

Hicri  3.   Yılda  Yaşanan   Olaylar

 

Hicrî 3. yılda Hz. Hasan (ra) doğdu. Ramazan'm 15. günü idi. O yıl Hz. Peygam­ber, Hz. Ömer'in kızı ve Bedir savaşmda kocası şehid olduğundan dul kalmış olan Hafsa (ra) ile evlendi. Bu yıl Hz. Osman da, Hz. Peygamberin kızı Ümmü Gülsüm (ra) ile evlendi. Veraset kanunu yani veraset hükümlerini belirten âyet-i kerime de bu yıl nazil oldu. O ana kadar mirasta yakınların hiç bir payı yoktu. İnen âyette on­ların haklan da açıklandı. O ana kadar müşrik kadınlarla evlenmek caizdi. Bu da yine bu yıl inen âyetle haram kılınmıştır. [91]

 

XIV. Savaşlar Dizisi

 

Hicri 4.  Yıl

 

Bir-ikisî dışında bütün Arap kabileleri İslâm'a düşmandı. Düşmanlıkları daha çok şu sebeplere dayanıyordu: Her kabile putperestliği, din ve dünya düzeni olarak ka­bul ediyordu, İslâm ise putperestliğin kökünü kazmak istiyordu.

Bunun dışında bir de Kureyş faktörü vardı. Kureyş'in Araplar üzerinde derin bir etkisi vardı. Hac zamanında bütün kabileler Mekke'ye toplanıyor, Kabe'yi ziyaret etmek için herkes Kureyş'le biraraya geliyor ve Kabe çevresinde onların nüfu­zuna girerek onlarla kaynaşıyorlardı. Bunu fırsat bilen Kureyş de onlara îslâm düş­manlığını aşılıyor, kin ve nefret duygularıyla dolduruyorlardı.

Aşağı yukarı bütün kabilelerin geçim yolu, vurgun ve yağmacılıktı. îslâm bu­nu sadece sözle değil, fiilen de önlüyordu. O yüzden, eğer islâm hakim olursa, ge­çim araçlarının ortadan kalkmasından ve sıkıntıya düşmekten korkuyorlardı. Ama Bedir zaferi kabileler arasında genel bir korku saldığından, bütün kabileler sessiz­ce bekliyorlardı. Ama Uhud yenilgisi durumu değiştirdi ve hep birden müslüman-lar aleyhine ayaklandılar. Hz. Peygamberin hayatında geniş yer tuttuğu görünen küçük çaplı askeri birlikler, bu ayaklanma zincirinin halkalarıdır. Tarihçiler her ne kadar adet ve alışkanlıklarına uygun olarak savaşları anlatırken, bunların sebeple­rinden bahsetmemişlerse de, tbn Sa'd Tabakâf ında ve bu ilmin diğer öncüleri ise eserlerinde, hemen her olayın sebeplerini yazmışlardır. Bu sebepler aşağı yukarı aynıdır.[92] Yani belli bir kabile Medine'ye saldırmayı istemiş, Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem de savunmak için asker göndermiştir.

1. Ebu Seleme Seriyyesi: îlk önce Hicrî 4. yılın Muharrem ayının birinde Talha ile Huveylid, Feyyid'in dağlık bölgesinde Kutn denen mıntıkada yaşayan kabilelerini Medine'ye saldırmaya ikna ettiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem duru­mu öğrenince Ebu Seleme'yi (ra) 150 muhacir ve Ensâr'la birlikte o tarafa gönder­di. Bunu haber aldıklarında dağılıp gittiler.[93]

2. îbn Üneys Seriyyesi: Yine Muharrem ayında Lihyân kabilesinden olan ve Ur-ne dağlarında yaşayan bir kabilenin başkanı olan Süfyân b. Hâlid, Medine'ye sal­dırmak istedi. Hz. Peygamber buna karşı koyması için îbn Üneys'i (ra) gönderdi, îbn Üneys, çok güzel bir yöntemle Süfyân'ı oyuna getirdi ve öldürdü.[94]

Bi'r-i Ma'ûne:

Hicrî 4. Yılın Sefer ayında Kilâb kabilesinin başkanı olan Ebu Berâ,[95] Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna geldi ve: "Yanıma birkaç kişi katın da kabileme gidelim, onları İslâm'a davet etsinler" talebinde bulundu. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem: "Necd tarafından endişem var" buyurdu. Ebu

Berâ: "Bunu ben garanti ederim" deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem kabul etti ve ensârdan yetmiş müslümam onun yanına katıp gönderdi. Bu in­sanlar son derece mübarek ve derviş kimselerdi. Çoğu da Suffe ashabmdandı. Bü­tün uğraşları; gün boyu odun toplamak, akşam bunları satarak bir miktarını Suffe ashabına bağışlayıp, bir kısmını da kendileri için alıkoymaktı.

Bu insanlar Bi'r-i Ma'ûne denen yere ulaştıklarında burada konakladılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Haram b. Melhân'a bir mektup vererek ka­bilenin başkanı olan Amir b. Tufeyi'e göndermişti. Amir, mektubu getiren Harâm'ı öldürdü ve çevrede bulunan kabilelere yani Usaybe, Ri'l ve Zekvân kabilelerine haber salarak: "Büyük bir ordu hazırladım, çok çabuk derlenip toparlanıp gelin siz de katılın" dedi. Böylece kalabalık bir ordu kuruldu ve Amir'in komutasında iler­ledi. Sahabe-i Kiram, Harâm'ın geri dönmesini bekliyordu. Hayli gecikince onu beklemekten bıkıp kendileri o tarafa hareket ettiler. Yolda Amir'in ordusuyla kar­şılaştılar. Kâfirler onları kuşattı, çember içine alarak hepsini öldürdüler.[96] Amir, sadece Amr b. Ümeyye'ye: "Anam, bir köle âzâd etmeyi adamıştı, seni âzâd ediyo­rum" dedi ve saçını kesip serbest bıraktı.[97]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu olayı haber alınca neye uğradığı­nı şaşırdı ve hayatı boyunca yaşamadığı bir sarsıntıyla karşılaştı. Bu olay Resûlul-lah'a o kadar dokundu, o kadar ağırına gitti ki, bir ay boyunca sabah namazında bu zalimlere beddua etti. Amr b. Ümeyye geri dönüşte yolda Benî Amir kabilesin­den iki kişiyi öldürdü. Halbuki Hz. Peygamber bu iki kişiye eman vermişti, ama Amr b. Ümeyye'nin bundan haberi yoktu. O, Amir kabilesinin Hz. Peygamberin ashabına yaptığı gaddarlığın[98] intikamını aldığını düşünüyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince, çok kızdı ve ölen iki kişinin kan be­dellerini -diyet- Ödeyeceğini ilan etti. [99]

 

Reci Olayı

 

Adal ve Kare adlı ünlü iki kabilenin bir kaç adamı Hz. Peygamber'e gelerek: "Kabilemiz müslümanlığı kabul etti, oraya bir kaç kişi gönderiniz de islâm'ın emir­lerini, inançlarmı öğretsinler" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber on sahabîyi tebliğci olarak bunlarla birlikte gönderdi. Başlarına da Asım b. Sâbit'i (ra) komutan tayin etti. Bunlar Mekke ile Asfân arasında bulunan Reci' mevkiine ulaştıklarında Adal ve Kare kabilesinden gelen o kalleşler Benî Lihyân kabilesine, bunların işini bitirin diye el altından haber gönderdiler. Benî Lihyân, aralarında yüz de okçunun bulunduğu 200 kişiyle bunların peşinden gitti. Onlara yaklaştıklarında sahabîler koşarak sarp bir tepeye sığındılar.

Okçular onlara: "Oradan inin, sizi himaye etmeye söz veriyoruz, bir şey yap­mayacağız" dediler. Asım (ra): "Ben kâfirlerin himayesini kabul etmem. Onlara sığınmam" dedi. Bunu söyledikten sonra Allah'a yönelerek: "Yarabbi! Peygam-ber'ine halimizi bildir" diye dua etti. Asım b. Sabit, emrindeki on kişiden yedisiy-le birlikte savaşa savaşa düşman okçuları tarafından şehid edildiler. Kureyş, bir kaç adamını göndererek: "Asım'ın vücudundan bir parça et getirin de onu tanı­yalım" dediler. Allah'ın takdirine bakın ki, şehit müslümana bu adice davranışı reva görmedi. Bal arılan gelip cesede üşüştüler. Kâfirler cesede yanaşamadan ge­ri döndüler.

O sarp tepeye sığındıklarında müslümanlardan ikisi kâfirlerin verdiği söze ina­narak tepeden aşağı inmişlerdi. Bunlar Hubeyb ve Zeyd (ra) idi. Kâfirler verdikle­ri sözde durmayarak, onların kollarını bağladılar ve Mekke'ye götürerek sattılar. Hubeyb (ra) Uhud savaşında Haris b. Amir'i öldürmüştü. O yüzden Hâris'in oğul­lan babalarının intikamını almak amacıyla öldürmek için onu sahn aldılar.[100] Hu­beyb bir kaç gün onların evinde kaldı. Bir gün Hâris'in torununa yemek yediriyor-du. Tesadüfen elinde çakı vardı.[101] Çocuğun annesi birden içeri girdi. Hubeyb'in elindeki bıçağı görünce ürperdi ve ne söyleyeceğini şaşırdı. Hubeyb (ra): "Onu öl­düreceğimi mi sandın? Biz öyle adi işler yapmayız" dedi. Haris ailesi onu öldür­mek için Kabe sınırının dışına götürdüler. Hubeyb iki rekat namaz kılmak için izin istedi. Katiller de izin verdiler. îki rekat namaz kıldıktan sonra: "Gönlüm daha uzun süre namaz kılmak istiyor, ama ölümden korktuğum için namazı uzattığımı sanabilirsiniz" dedi. Sonra şu şiiri okudu:

"İslâm için öldürüldükten sonra artık hiçbir şeye önem vermem

Artık hangi yanım üzerine yatarak Öldürüleceğim, önemli değil.

Yaptıklarım ve ölümüm sadece Allah içindir.

Allah dilerse paramparça olan vücudumun her parçasına bereket indirecektir. "

İşte o günden sonra herhangi bir müslüman Öldürüleceği zaman iki rekat na­maz kılması âdet olmuştur. Bu namaz, müstehab kabul edilmiştir.[102]

Esir alınıp Mekke'ye getirilen iki kişiden diğeri Zeyd'di (ra). Onu da aynı amaçla Safvan b. Ümeyye satın aldı. Öldürüleceği sırada Kureyş'in ileri gelen li­derleri seyretmeye geldiler. Aralarında Ebu Süfyân da vardı. Öldürecek kişi kılıcı eline alınca Ebu Süfyân: "Doğru söyle, şu anda senin yerine Muhammed öldürülseydi, bunu kendi kurtuluşun için bir talih kabul eder miydin?" dedi. Bunun üze­rine Zeyd (ra): "Allah'a yemin ederim ki ben canım karşılığında Hz. Peygamberdin ayaklarına diken batmasına dahi razı olmam" dedi ve Safvan'ın kölesi Nistâs[103] kı­lıcını indirerek boynunu kesti.

Bu savaşlar dizisi olurken, aynı zamanda müslümanlarla yahudiler arasında da bir takım savaşlar cerayan etmekteydi. Ancak yahudilerle müslümanlar arasında olanlar ve yahudiler yüzünden yaşanan hadiseler, îslâm tarihinin önemli bir bö­lüm oluşturduğu için bu olayları ayrı olarak yazacağız. Onları yazarken bu mak­satla bir ölçüde önceki dönemlere doğru gitmemiz gerekecektir. [104]

 

Htcrl  4.  Yıl'da  Yaşanan  Değişik  Olaylar

 

Bu yılında Şaban ayında Hz. Hüseyin (ra) doğdu. Yine bu yıl içinde Hz. Peygam-ber'in temiz eşlerinden Zeynep bn. Huzeyme (ra) vefat etti. Hz. Peygamber onun­la aynı yıl içinde evlenmişti.

Yine bu yıl Hz. Peygamber, Zeyd b. Sâbit'e İbrani dilini öğrenmesini emrede­rek "Yahudilere güvenemiyorum", buyurdu. Tarihlerde yazdığına göre Zeyd (ra) sadece 15 gün içinde tbrânice'yi öğrendi. Bundan da anlaşıldığı üzere, Medine'de bazı kimseler îbrâni dilini bilmekteydiler.

Şevval ayında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Ümmü Seleme (ra) ile evlendi. Yahudiler, Resûlullah Efendimizin huzuruna iki Yahudi'nin davasını ge­tirdiler, Hz. Peygamber de Tevrat'ın emrine göre recmedilmelerine karar verdi. — Bu olaylar hakkında 2. cildde geniş bilgiler verilecektir.—

Bazı tarihçilere göre şarabın ve her çeşit sarhoş edici içkinin haramhğını bildi­ren âyet bu yıl inmiş ve müslümanlar içkiden uzaklaşmıştı. Bu konudaki rivayet­ler çok değişiktir. Geniş bilgi serî hükümler anlatılırken verilecektir. [105]

 

XV. Müslümanlarla Yahudiler

 

Yahudilerin uzun zamandan beri Medine'de etkili oldukları, ensârın ise oraya da­ha sonra yerleşerek bunlarla ilişki kurdukları ve her geçen gün güçlenerek yahu-dilere rakip oldukları, ama Evs ve Hazrec kabileleri olarak kendi aralarında savaş yaptıkları ve Buâs savaşı ile güçlerini iyice zayıflattıkları ve bu yüzden yahudiler­le rekabet edemez hale geldikleri daha önce anlatılmıştı.

Yahudilerin üç kabilesi vardı; Kaynuka, Nadîr, Kureyzâ. Bunların hepsi Medi­ne ve çevresine yerleşmişlerdi. Genellikle toprak sahibiydiler. Zengin, tüccar ve sa­natkâr kimselerdi. Kaynuka kabilesi sarraflık yapardı. Diğerlerinden daha yürekli ve cesur oldukları için yanlarında daima savaş malzemesi ve silah hazır bulunur­du. Ensâr genelde onlara borçlu ve minnet altında bulunurdu. Şehrin siyasî duru­muna hakim ve ekonomik bakımdan Araplar üzerinde etkili oldukları gibi dini ve ilmî etkileri de vardı. Ensâr genellikle putperest ve cahil insanlar olduklarından ya-hudilere saygı ve takdirle bakarlardı. Onları kendilerinden daha medeni, yetenek­li ve görgülü kabul ederlerdi. Ensârdan çocukları yaşamayanlar: "Eğer oğlum ya­şarsa onu yahudi yapacağım" diye adakta bulunurdu. Bu yüzden Medine'de bir­çok yahudileşmiş Arap yaşamaktaydı.

Zaman aşımından dolayı yahudilerde ahlâk çökmüş, sosyal yapılarını ahlâk­sızlık sarmıştı. Hayatlarının temel amacı, her zaman alışveriş, iş ve kazanç uğrun­da didinmekti. Şehir halkı onlara borçlu, onların insafı altındaydı. Sadece onlar ser­vet sahibi olduklarından merhametsizce yüksek miktarda faiz uyguluyorlardı. Borçlarını garantiye almak için de insanların çoluk-çocuğunu hatta kadınlarını re­hin alıyorlardı. Ka'b b. Eşref bizzat kendi ensâr dostlarından böyle bir talepte bu­lunmuş[106] ve değişik yollarla insanların mallarına ve arazilerine el koymuştu. Hırs ve aşın tamahtan dolayı durum o hale gelmişti ki; günahsız çocuklar bir kaç kuruş uğruna taşla öldürülmekteydi.[107]

Yahudiler servetlerinin çokluğundan dolayı zinaya dalmışlardı. Daha çok zen­ginler bu suçu işlediği için kendilerine ceza verilememekteydi. Bir keresinde Hz. Peygamber, bir yahudiye: "Sizin şeriatınızda zinanın cezası sadece kırbaç mıdır?" diye sordu. Yahudi de cevap verdi: "Hayır, recim —taşlayarak öldürmektir—. Ama ileri gelenlerimiz arasında zina çoğaldı. Değerli biri bu suçtan yakalandığı zaman, üst sınıftan biridir diye bırakıyor, halktan adamlara ceza uyguluyorduk. Sonunda eşrafla sade insanlara aynı ceza verilebilsin diye recmi kırbaçla değiştirdik".[108]

İslâm dini Medine'ye girince yahudiler, artık zalimce, gaddarca ve bencilce ha­kimiyetlerinin devam edemeyeceğini gördüler. İslâm her geçen gün yayılıp, çoğal­dığı ölçüde yahudilerin uzun zamandır ellerinde bulundurdukları dini otoriteleri tükeniyordu. Medine müşrikleri arasmda yayılmakta olan yahudileşme birden durmuştu. Müslümanlar tarafından yeni yeni zaferler elde edilmesi sayesinde en­sâr maddi imkânlar elde ettiği ölçüde yahudilerin borç işkencesinden de giderek kurtuluyorlardı. Yahudilerin servetleri ve dini üstünlükleriyle perdeledikleri kötü alışkanlıkları ve içlerine sinmiş olan çirkin ahlâk, İslâm Medine'ye gelince herkes­çe görülmeye başlamıştı.

Her ne kadar Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onlarla anlaşma yap­mış, onların canına, malma hiç bir şekilde saldırılmayacağı, her çeşit dini serbest­liğe sahip olacakları garanti edilmişse de Peygamberliğin makamı ve görevi açısın­dan kötü ahlâkın tanıtılması ve düzeltilmesi Peygamberdin bir göreviydi. Bu ahlâk­sızlıkların üzerindeki perdeyi kaldırarak onları insanlara anlatan Kur'ân-ı Kerîm âyetleri ardarda iniyordu.

"Hep yalana kulak verir, durmadan haram yerler." (Mâide, 5/42)

"Onların bir çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görür­sün." (Mâide, 5/62)

"Menedildikleri halde faizi almaları ve haksız yollarla insanların mallarım ye­meleri yüzünden onlan güzel şeylerden mahrum ettik." (Nisa, 4/161)

İşte bu sebeplerden dolayı yahudilerde İslâm'a karşı bir nefret doğdu. Hz. Pey­gamber'e, çeşitli eziyetler etmeye ve İslâm'a karşı çalışmalar yapmaya başladılar. Ama Hz. Peygambere, onların her çeşit eziyetlerine sabretmesi emredilmişti:

" Ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden -yahudilerden- ve müşrikler­den birçok üzücü söz işiteceksiniz. Eğer sabreder de takva gösterirseniz, bu yapı­lacak işlerin en hayırhsıdır." (Al-i İmrân, 3/186)

Yahudiler, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e selam verecekleri sı­rada "Esselâmü aleyke=selam senin üzerine olsun" yerine "Essârnü aley-ke=ölüm senin üzerine olsun" demeyi adet haline getirmişlerdi. Bir keresinde Hz. Aişe (ra) Peygamberimiz'in yanında bulunuyordu. Bunu işitince çok öfke­lendi, hiddetlendi ve elinde olmadan: "Ey utanmaz adam, Ölüm senin üzerine olsun" deyiverdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kibarca hareket et" buyurdu. Hz. Aişe ise: "Bu adamlarır. ne dediğini işitmediniz mi?" deyince, Hz. Peygamber: "Evet, ama ona aleyke (senin üzerine olsun) demem, yeterlidir" buyurdu.[109] Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem sadece bilmiyormuş gö­zükmekle ve bağışlamakla yetinmezdi. Çoğu kez sosyal meselelerde yahudiler-le uzlaşır, dinî yapılarına saygıyla bakmak isterdi. Araplar'm adeti, saçlarını or­tadan ikiye ayırarak taramaktı. Bunun aksine yahudiler saçlarını olduğu gibi düz tararlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de yahudilerin bu tar­zını benimsemişti. Sahîh-i Buharı'de:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem özel bir ilâhî emrin inmediği konu­larda ehli kitaba uymayı severdi" denilmektedir.[110]

Hz. Peygamber Medine'ye teşrif ederek yerleştiğinde, yahudilerin âşûre gü­nü oruç tuttuklarını gördü. Bunun üzerine müslümanlara âşûre günü oruç tutmalarını emretti.[111] Bir yahudinin cenazesi geçerken saygı için ayağa kalkardı.[112] Bir keresinde bir yahudi, Hz. Musa (as)'nın üstünlüğünü, faziletlerini öyle anla­tıyordu ki, anlatışında Hz. Peygamber'den de üstün olduğu iması vardı. Bunun üzerine ensârdan bir müslüman sinirlendi ve ona bir tokat attı. Yahudi, Hz. Pey-gamber'e gelip şikayetçi oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber efendimiz: "Diğer peygamberlere küçüklük getirecek şekilde beni o peygamberlerden üstün tut­ma! Kıyamet günü insanlar bayılmış olacaklar, herkesten önce ben ayılacağım. O zaman ben, Musa (as)'nın arşın dibinde ayakta dikildiğini göreceğim" buyur­du.[113]

Kur'ân-ı Kerîm'de inen ilâhî emirler baştan başa ehli kitapla iyi geçinmeyi ve onlarla kaynaşmayı teşvik etmekteydi.

... ve ehli kitabın yemeği sizin için helaldir." (Mâide, 5/5) Genellikle onlara değer veriliyor, ehli kitap oluşları gözönünde tutuluyordu.

"Ey Israiloğulları! Size verdiğim nimetlerimi düşünün ve sizi bütün âleme üs­tün kıldığımı da hatırlayın." (Bakara, 2/47)

İslâm'ı tebliğ açısından o gün yahudilerin önüne sürülen îslâm'ı tebliğ ölçüsü şu kadardı:

"Ey ehl-i kitap, sizinle aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah'tan baş­kasına tapmayalım, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp da kimi­miz kimimizi ilahlaştırmasın. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman: Şahit olun ki biz Müslümanlanz! deyiniz." (Al-i îmrân, 3/64)

Bu sözlerden biri bile yahudilerin inanç ve kanâatlerine aykırı değildi. Ama bü­tün bu merhametli, sevgi ve saygı dolu davranışların karşılığında onlar her yolu deneyerek İslâm'ı yoketmeye çalıştılar.

İslâm'ın büyüklüğünü ve haysiyetini azaltmak için müşriklere: "Din bakımın­dan sizler müslümanlardan daha iyisiniz" diyorlardı."

"Ve onlar kâfirler hakkında: 'Bunlar, Allah'a iman edenlerden daha doğru yol­dadır' derler." (Nisa, 4/51)

İslâm dininin değerini düşürmek, ona olan güveni sarsmak için: "Eğer bu din doğru olsaydı, bir insan bu dini kabul ettikten sonra tekrar neden onu terketsin?" düşüncesine kapılsınlar diye, kendilerini; müslüman olduktan sonra onu beğen-meyip tekrar İslâm'dan vazgeçmiş gibi göstermeye çalıştılar.

Kitab ehlinden bir grup şöyle demektedir:

"Müslümanlara indirilmiş olana sabahleyin (görünüşte) iman ediniz, akşamle­yin ondan dönünüz, belki böylece o kişiler de -müslümanlar da- islâm'dan vazge­çerler. ." (Âl-i îmrân, 3/72)

Bunlar dışında, îslâm'ı mahvetmek için siyasî önlemler alıp politik bir takım te­şebbüslerde de bulundular. İyi biliyorlardı ki ensânn gücü; birbiriyle durmadan kavga eden Medineli Arap asıllı Evs ve Hazrec kabilelerini İslâm'ın birleştirmesin­den doğmuştu. "Eğer bu ikisini tekrar birbirine düşürür de çarpıştırırsak, İslâm kendi kendine yok olacaktır" diyorlardı. Araplar arasında önceki kindarlığı, Evs ve Hazrec arasındaki eski düşmanlığı tekrar diriltmek son derece kolay bir işti. Bir ke­resinde iki kabileden birçok insan oturmuş konuşuyorlardı. Bir kaç yahudi bu soh­bete katılarak Buâs savaşını anlatmaya başladılar. Bu savaş, Evs ve Hazrec kabile­lerinin birbiriyle kıyasıya çarpıştığı ve bütün güçlerini tükettiği savaştı. Bu savaşın anılması iki tarafa eski günleri hatırlatmış ve küllenmiş olan düşmanlık ateşi tutuş­muştu. Karşılıklı hakaret ve sövüşmeden sonra kılıçlar çekildi. Yerinde bir tesadüf eseri olarak Hz. Peygamberin bundan haberi oldu. Hemen olay yerine giderek na­sihat ve öğütlerle iki tarafı sakinleştirdi. Bu olay üzerine şu âyet indi:[114]

"Ey müslümanlar! Eğer siz ehli kitabdan -yahudilerden- bir gruba uyarsanız, imanınızdan sonra sizi yeniden inkarcılığa sevkederler." (Al-i Imrân, 3/100)

Öte yandan bir de münafıklar grubu vardı. Görünüşte müslüman olmuşlarsa da gerçekte İslâm'ın azılı düşmanıydılar. Bu grubun lideri de, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'du. Yahudiler onunla gizlice anlaştılar ve birlikte komplo kurmaya başla­dılar. Zaten Abdullah b. Übeyy b. Selûl eskiden beri Nadîr oğullarının müttefiki ol­duğundan birlik kurmakta zorlanmamışlardı.

Kureyş, Bedir savaşından daha önce Abdullah b. Übeyy'e: "Müslümanları çı­kar, yoksa gelir kökünü kazırız!" demişti. Ama yukarıda da anlatıldığı gibi bunda başarılı olamayınca Bedir savaşından sonra bu kez yahudilere şöyle bir mektup gönderdiler:

"Bir sürü savaş malzemeniz ve kaleleriniz var. Düşmanımız Muhammed sallal-lahu aleyhi vesellem'le savaşın. Yoksa sizi şöyle, şöyle yaparız, kadınlarınızı elimi­ze geçirmemize hiç bir şey engel olamaz!" dediler.[115]

Ebu Dâvûd, Benî Nadîr'i anlatırken sadece bu olayı anlattığından yalnız Benî Nadîr'in adını artmıştır. Oysa Kureyş'in mektubu bütün yahudilere yönelikti. So­nucu da geneldi. Mektup bütün yahudileri tehdit ediyordu. O yüzden büyük ha-disçi Hakîm, Benî Nadîr ile Kaynuka yahudilerinin olayını tek bir olay kabul et­miştir. Durum o hale gelmişti ki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem gecele­ri evden dışarı çıktığında yahudilerden dolayı hayatı tehlikede bulunuyordu. Talha b. Berâ (ra) bir sahabî idi. Ölürken: "Eğer geceleyin ölürsem sakın Hz. Peygam-ber'e haber vermeyin de geceleyin buraya gelmesin. Çünkü yahudilerden çekini-yorum. Benim yüzümden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e bir şey ol­masın" diye vasiyet etmişti. Nitekim Hafız b. Hacer eî-îsâbe isimli eserinde bütün oi-vn Fbu Dâvûd ve diğerlerinin senediyle nakletmiştir.[116] [117]

 

Benî  Kaynuka  Savaşı (Hicri  2.  Yılı Şevval  Ayı)

 

Bedir Savaşı, yahudileri fazlasıyla telaşlandırmıştı, islâm'ın artık bir güç haline gel­diğini görmüşlerdi. Yahudi kabileleri içinde en cesurları Kaynuka oğullarıydı.[118] O yüzden herkesten önce bunlar müslümanlarla savaşacaklarını söylemeye cüret et­tiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le yaptıkları anlaşmayı önce bunlar bozarak sözlerinde durmadılar. Ibn Hişâm ve Taberî, Asım b. Katâde'nin Ibn îs-hâk'tan rivayet ettiği şu sözü naklederler:

"Benî Kaynuka, Hz. Peygamberle aralarındaki anlaşmayı bozan ve Bedir'le Uhud savaşı arasındaki dönemde müslümanlarla savaşan ilk yahudi kabilesiydi."

îbn Sa'd, Benî Kaynuka savaşını anlatırken şöyle der:

"Bedir savaşında zafer elde edilince yahudiler bunu kıskandılar ve isyankârlık göstererek anlaşmayı bozdular."

Bu ateşi daha da alevlendiren bir kaza olmuştu. Ensârdan birinin hanımı Me­dine çarşısında bir yahudinin dükkanına alış-veriş yapmak için peçeli olarak gir­mişti. Yahudiler ona elle ve dille sarkıntılık ederek, hakaret etmek istediler. Bujıu duyan müslümanlar şiddetle tepki göstererek harekete geçtiler ve müslüman kadı­nın peçesini kaldırarak el uzatan yahudiyi öldürdüler. Yahudiler de bir müslüma-nı öldürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu haber alınca yahu-dilere gitti ve: "Allah'tan korkun! Dikkat edin de başınıza Bedir'dekiler gibi bir fe­laket gelmesin" buyurdu. Bunun üzerine: "Biz Kureyş değiliz, aramızda bir savaş olursa savaşın ne demek olduğunu gösteririz" dediler.

Yahudiler anlaşmayı bozduklarını ve savaşa hazır olduklarını ilan ettikleri için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mecbur kalarak savaş hazırlıkları yaptı. Bunun üzerine yahudiler kalelerine kapanarak kapılan kapattılar. Müslümanlar Kaynuka oğullarının kalelerini kuşattı ve bu kuşatma onbeş gün sürdü. Sonunda Hz. Peygamber'in vereceği karara ve sonuçlarına razı oldular. Abdullah b. Übeyy onların dostu ve müttefiki idi. Hz. Peygamber'den bunların yurtdışı edilmelerini istedi. Neticede onlar Suriye bölgesindeki Izreât'a sürüldüler. 300'ü zırhlı olan bu insanların tamamı 700 kişiydiler. Bu olay, Hicrî ikinci yılın Şevval ayında olmuştu. [119]

 

Ka'b  Ibn  Eşref'in  Öldürülmesi (Hlcrl  3.  Yılı  Rebiülevvel  Ayı)

 

Ka'b Ibn Eşref[120]adında, ünlü bir yahudi şâir vardı. Babası Tayy kabilesinden Eş­refti. Medine'deki Benî Nadîr kabilesinin müttefiki ve dostu olarak o kadar itibar ve saygı kazanmıştı ki, yahudilerin başı ve Hicaz tüccarı unvanı[121] verilen Ebu Ra-fi' b. Ebu'l-Hakîk adlı yahudinin kızıyla evlendi. Ka'b bu kızdan doğmuştu.[122] Bu iki taraflı ilişkiden dolayı Ka'b'ın, yahudiler ve Araplarla eşit ilişkisi vardı. Şairli­ğinden dolayı da halk üzerinde geniş bir etkisi vardı. Gün geçtikçe servet ve nüfu­zundan dolayı bütün Arabistan yahudilerinin lideri haline gelmişti. Yahudi alim­lerine ve din önderlerine maaşlar bağladı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem, Medine'ye geldikten sonra, yahudi bilginler Ka'b'dan aylıklarını almaya ge­lince Ka'b onlardan Hz. Peygamber hakkındaki görüşlerini ve düşüncelerini sor­du. Ancak kendisi gibi düşündüklerini öğrendikten sonra maaşlarını verdi.[123]

Ka'b b. Eşref amansız bir islam düşmanıydı. Bedir savaşında Kureyş ileri gelen­leri Öldürülünce çok üzüldü ve kalbinden yaralandı. Ölüler için taziyede bulun­mak üzere Mekke'ye gitti. Bedir'de ölenlerin ardından ağıt olarak yazdığı ve onla­rın intikamım almaya teşvik eden şürlerini, insanları biraraya toplayarak hüzünle okudu. Hem ağladı, hem de orada bulunanları ağlattı, tbn Hişâm bunları anlatır­ken olaya ait şiirleri de nakletmiştir. Her ne kadar bu tür şiirlerin çoğu yapmacık da olsa, o günün dilini aksettirdiği için bir iki mısrasını nakledelim:

"Bedir savaşının değirmen taşı, Bedir'dekileri öğütüp un etti. Bedir gibi olaylar için ağlamak, çırpınmak gerekir Muhtaçların sığınakları olan Nice şerefli çehreler orada Öldürüldü"

Medine'ye döndüğünde Hz. Peygamber'i kötüleyen şürler söyledi ve insanları Hz. Peygamber aleyhine tahrik etmeye başladı.[124] Bugün popüler siyasetçi ve li­derlerin heyecanlı konuşmalarının ve ünlü gazetelerin yazılarının nasıl etkisi olu­yorsa, o günkü Arabistan'da da şâirlerin ve şiirlerin benzer etkisi oluyordu. Tek ba­şına bir şair bütün kabileleri dolaşıp şiirlerinin etkisiyle insanları coşturuyor, kalp­leri harekete geçirebiliyordu.

Bir rivayette de anlatıldığına göre: Ka'b b. Eşref yanma kırk adam alarak Mek­ke'ye gitmişti. Orada Ebu Süfyân'la buluştu ve onu Bedr'in intikamını almaya teşvik etti. Ka'b'ın konuşmalarıyla coşan Ebu Süfyân, bu kırk kişiyi de alarak Kabe'ye gitti. Hep beraber Kabe'nin örtüsüne sarılarak Bedr'in intikamını almaya yemin et­tiler.[125]

Ka'b b. Eşref bununla da yetinmedi. Medine'ye döndükten sonra Hz. Peygam­beri gizlice öldürmeye karar verdi. Allâme Ya'k^bî, Tarihlinde Benî Nadîr olayı hakkında şunları kaydeder: "Yahudi Ka'b b. Eşref, Hz. Peygamberi tuzak kurarak öldürtmek istedi."                                                  

Hafız îbn Hacer'in Fethu'l-Bârî isimli eserinin Ka'b b. Eşref[126] bölümünde tkri-me'nin senedi ile naklettiği şu rivayet de bunun doğruluğunu desteklemektedir:

"Ka'b b. Eşref, Hz. Peygamberi yemeğe davet etti ve Hz. Peygamber gelirken tuzak kurup öldürmeleri için adamlar ayarladı."

Hafız îbn Hacer her ne kadar bu rivayetin senedinde zayıflık olduğunu yaz­mışsa da diğer rivayetlerle karşılaştırdığımız zaman ve mantığımıza vurduğumuz zaman bu zayıflık ortadan kalkmaktadır.

Tuzak kurmaları tehlikesi fazlalaşınca Hz. Peygamber bazı sahabîlere bunun çaresine bakılması gerektiğini bildirdi. Bunun üzerine Muhammed b. Mesleme (ra) Hz. Peygamberden de izin alarak ve Evs kabilesinin ileri gelenleri ile meseleyi gö­rüşerek[127] Hicrî üçüncü yılın Rebiülevvel ayında gidip Ka'b'ı öldürdü. Rivayet sa­hiplerinin yazdıklarına göre Muhammed b. Mesleme (ra), Hz. Peygamberin huzu­runa gidip: "Bana Ka'b ile konuşmam için izin veriniz" demişti. Siyerciler bunun anlamının Muhammed b. Mesleme'nin Allah Resûlü'nden bazı yalan sözler söyle­mesine izin vermesini istediğini, Hz. Peygamber'in de buna izin verdiği demek ol­duğunu yakıştırmışlardı: "Çünkü, 'Savaş hiledir' ilkesine göre savaşta düşmanı aldatmak, onu tuzağa düşürmek için yalan söylemek caizdir. Onun için izin almış­tır" demektedirler. Ama BuhârTnin rivayetinde sadece: "Bana izin verin de on­larla bir konuşalım" ifâdesi vardır. Bu sözden, yalan söylemeye izin verildiği ne­reden çıkmaktadır?

Ama yapılan konuşmalardan, Ka'b'ın ve genellikle yahudilerin ahlâk ve dü­şüncelerinin ne noktada olduğu anlaşılmaktadır. Muhammed b. Mesleme (ra) Ka'b'a hitaben: "Biz Muhammed'i himayemize alarak bütün Arapları kendimize düşman ettik. Bizden her gün tekrar tekrar para ve yardım istiyorlar. Bazı şeyleri­mizi size rehin bırakarak borç almak zorundayız" dedi. Bunun üzerine Ka'b: "Siz­ler Muhammed'den bıkacaksınız, iyi bir borç alabilmek için karını rehin bırak" de­di, îbn Mesleme ise: "Sizin bu iyiliğiniz karşısında kadınlarımızın bize sadık kala­cağına güvenemiyorum" deyince, "O halde çocuklarınızı rehin bırakın" dedi. Mesleme de: "Bununla bütün Araplar arasında rezil oluruz. Biz size en iyisi silahları­mızı rehin bırakalım. Silahların bugün bizim için ne kadar önemli olduğunu daha iyi bilirsiniz" dedi.[128] Sahîh-i Buhâifde nakledilen rivayette katledilme olayı şöyle anlatılmaktadır:

Bu insanlar, Ka'b'ı samimi ve dostane bir havada evinden çağırdılar. Sonra îbn Mesleme, Ka'b'in saçını tarama bahanesiyle başından yakaladı ve onu öldürdü."[129]

Ama rivayette, Hz. Peygamberin bu harekete izin verdiği anlatılmamaktadır. O güne kadar Araplar arasmda bu yollarla adam öldürmek çok ayıp sayılırdı. Bu konu ileride detaylı bir şekilde, ayrı bir başlık altında ve Hz. Peygamberin kade­me kademe Arapların bu adet ve tarzlarını nasıl düzelttiği anlatılacaktır. [130]

 

Beni  Nadir Savaşı (Hicri  4.  Yıl  Reblülevvel  Ayı)

 

Amr b. Ümeyye Amir kabilesinden iki insanı öldürmüştü. Bunların kan bedelinin ödenmesi gerekiyordu. Yahudilerle yapılan anlaşma gereği bu bedelin bir bölümü­nü Nadîr oğulları ödeyecekti. Bunu istemek için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Nadîr kabilesine gitti. Görünüşte bunu kabul ettiler. Ama perde ar­kasından suikast yapmaya kalktılar. Bir kişinin gizlice üst kata çıkıp, Hz. Peygam­berin başına taş bırakmasını planladılar. Amr b. Cahhâş isimli yahudi, başına taş atmak için üst kata çıktı. Onun bu niyeti Hz. Peygambere malûm oldu ve hemen Nadîr oğullan bölgesinden ayrıldı.

Yukarıda da anlatıldığı gibi Kureyş, Benî Nadîr yahudilerine mektup göndere­rek: "Muhammed'i öldürün yoksa biz kendimiz gelerek sizin de kökünüzü kazıya­cağız" demişlerdi. Benî Nadîr, öteden beri islâm düşmanıydı. Kureyş'in bu mesa­jını aldıktan sonra bu işe daha da heveslendiler. Benî Nadîr, Hz. Peygambere ha­ber göndererek: "Siz otuz adamınızı alarak gelin, biz de kendi rahiplerimizi -ha­hamlarımızı- alıp geleceğiz. Sizin sözlerinizi dinledikten sonra, eğer hahamlarımız sizi tasdik ederlerse, inkâr etmek hiç bir bahanemiz kalmaz" dediler. Hz. Peygam­bere zarar vermeye tamamen hazır oldukları için Allah Resulü: "Bir anlaşma yap­madığınız sürece size güvenemem" diye onlara haber gönderdi. Ama bu teklifi ka­bul etmediler. Hz. Peygamber, Benî Kureyzâ yahudilerinin yanma gitti. Onlarla ye­ni bir anlaşma yapmak istedi. Onlar da bunu kabul edip anlaşma yaptılar. Benî Na­dîr yahudilerine bir örnek olmasına ve soydaşlarının böyle dini bir anlaşmayı yap­malarına rağmen onlar hiç bir şekilde anlaşma yapmaya yanaşmadılar.[131] Sonun­da Hz. Peygamber'e haber göndererek: "Siz üç adamınızı alıp gelin, biz de üç âlimimizi alıp gelelim. Eğer alimlerimiz size iman ederlerse biz de iman edeceğiz" dediler. Hz. Peygamber bu teklifi kabul etti. Ama yolda sağlam bir kaynaktan öğ­rendi ki, yahudiler kılıçlarını kuşanmış, geldiği zaman kendisini öldürmek için beklemektedirler.[132]

Benî Nadîr'in bu azgınlığının çeşitli sebepleri vardı. Son derece sağlam kaleler içinde yaşıyorlardı. Oraları zaptetmek hiç de kolay değildi. Diğer bir sebep de Ab­dullah tbn Übeyy onlara haberci göndererek: "Hz. Muhammed'e boyun eğmeyin, Benî Kureyzâ yanınızda olacak, ben de 2.000 kişi alarak size yardıma geliyorum" demişti. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:

"Münafıkların, kitap ehlinden inkâr eden dostlarına 'Eğer yurdunuzdan çıka-nhrsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız: sizin aleyhinizde kimseye uyma­yız. Eğer savaşa tutuşursanız mutlaka yardım ederiz' dediklerini görmedin mi?" (Haşr, 59/11)

Ama Benî Nadîr'in bütün beklenti ve ümitleri boş çıktı. Benî Kureyzâ onlarla birlik olmadı. Münafıklar da müslümanlarla savaşmaya, İslâm'a karşı durmaya ce­saret edip gelemediler.

Hz. Peygamber onbeş gün kalelerini kuşattı. Kaidelerinin etrafını çevreleyen hurmalıkların bazı ağaçlarını kestirdi. Süheylî, Ravdu'l-Unuf isimli eserinde: "Bü­tün hurmalık kesilmedi, aksine Hz. Peygamber sadece özel bir cins hurma olan lî-ne hurma ağaçlarını kestirdi. Bu cins hurma, Araplar tarafından yenmezdi. O yüz­den de bu ağaçlar kesilmişti" diye yazmaktadır. Bu durum, Kur'ân-ı Kerîm'de de anlatılmaktadır:

"Senin lîne hurmalarmdan kestirdiklerin ve kestirmeyip bıraktıkların, hepsi Allah'ın emriyle idi. Tâ ki Allah fasıldan rezil etsin." (Haşr, 59/5)

Yahudilerin ağaç gövdelerinden siper olarak yararlanmamaları ve savaş esna­sında müslümanlara engel teşkil etmemeleri için bu hurma ağaçları kesilmiş ve or­tadan kaldırılmış olabilir. Sonunda Benî Nadîr, develer üzerinde taşıyabilecekleri ne kadar mallan ve eşyaları varsa alıp götürmeye ve Medine'den gitmeye razı ol­dular. Hepsi de evlerini terkederek çıkıp gittiler. Bunlar arasında Sellâm b. Übeyy el-Hakîk, Kinâne b. er-Rebr, Huyey b. Ahtab gibi liderleri Hayber'e gittiler. Ora­daki yahudiler onlara o kadar saygı gösterdiler ki sonunda onları Hayber'in lider­leri yaptılar. Bu olayı, Hayber'in fetih destanının başlangıcı olması bakımından da akılda tutmak gerekir.

Benî Nadîr her ne kadar yurdunu, yuvasını terkedip gitmişse de öyle bir gös­terişle çıkıp gittiler ki sanki düğün yapıyormuş gibiydiler. Develere binmişler, birlikte şarkılar söylüyor, çalgılar çalıyorlardı. Oyuncu kadınlar def çalıyor, şarkı söy­lüyordu. Meşhur şair Urve b. el-Verd Absfnin karısını yahudiler satın almıştı. O da onlarla birlikteydi. Medinelilerin anlattığına göre; bu kadar eşya yüklü deve ka­tarını hiç bir zaman görmemişlerdi.[133]

Geride bıraktıkları silah yığını içinde 50 zırh, 50 miğfer ve 350 kılıç bulunuyor­du. Bunların Medine'den çıkarılmalarına karar verildikten ve yol hazırlıkları yapıl­dıktan sonra ortaya şöyle bir problem çıktı: Ensânn, yahudi dinine geçmiş olan ve din birliğinden dolayı yahudilerin, birlikte götürdükleri çocukları ensâr tarafından durdurulmak istendi. Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyeti indi:

"Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256)

Ebu Dâvûd, Kitâbü'l-Cihâd bölümünün İslâm'a girmeyi istemeyen esirler7, başlığı altında bu olayı Abdullah b. Abbâs'ın rivayetiyle nakletmektedir. [134]

 

XVI. Mureysa Savaşı Ve Diğer Olaylar

 

Hicri  5.  Yıl

 

Yahudilerin, Kureyş'le ortak planlar yapmaları, Mekke'den Medine'ye kadar olan bölgede fitne ateşini tutuşturmuştu. Bu gelişmeler, bütün kabileleri Medine'ye sal­dırmaya yöneltmiş ve harekete geçme hazıhklan başlamıştı. Önce Enmâr ve Ta'le-be kabileleri Medine'ye saldırmak istediyse de Hz. Peygamber durumu önceden haber aldı ve Hicrî 5. yılın Muharrem ayının onunda Medine'den dörtyüz sahabî-sini alarak sefere çıktı. Zâtü'r-Rikâ' denen yere kadar geldi. Hz. Peygamber'in ge­lişini duyunca her iki kabile de dağılarak dağlara kaçtılar.[135]

Hicrî 5. yılın Rebîülevvel ayında Devmetu'l-Cendel denen yerde büyük bir kâ­fir ordusunun toplandığı haberi geldi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 1000 kişilik bir kuvvet alarak Medine'den çıktı. Bunu haber alan o topluluk da ka­çıp dağıldı. [136]

 

Müreysa  -Beni Mustalık-  Savaşı[137]

 

Kureyş kabilesi ile ittifak etmiş ve onların yeminli dostu olan Huzâa adında bir ka­bile vardı. Bir ara Kureyş: "Biz ibrahim (as) neslinden olduğumuza göre başkalanndan her konuda seçkin ve üstün olmalıyız" düşüncesine kapıldı. Haccın önem­li şartlarından biri de Arafat ovasında durmaktı. Ama bu ova Kabe'nin dışında kal­dığından, Kureyş: "Arafaf a diğerleri gitsinler, biz gitmeyelim. Kabe'nin sınırlan içinde olan Müzdelife'de duralım" diye kendilerine özgü bir karar almışlardı. Ku-reyş'in buna benzer başka ayrıcalıkları da vardı. Bu ayrıcalıklardan dolayı da ken­dilerine 'Ahmes' lakabını vermişlerdi. Ama bu esasları kabul edenlere de aynı un­vanı verecek ve onlarla akrabalık kuracak kadar cömertlik göstermişlerdi. Huzâa kabilesine de bu şerefi bahsetmişlerdi.[138]

Huzâa kabilesinin Mustalık oğullan denen bir kolu vardı. Medine-i Münevve-re'ye 9 durak uzaklıkta bulunan Müreysa'da yaşıyorlardı. Bu sülâlenin başkanı Ha­ris b. Ebu Dırâr'dı. Kureyş'in işareti ile ya da kendiliğinden Medine'ye saldırma ha­zırlıklarına başlamıştı. Hz. Peygamber bunu haber alınca daha fazla bilgi toplamak için Zeyd b. Hasîb'i (ra) gönderdi. Geri döndüğünde haberin doğruluğunu bildirdi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sahabe-i kirama hazırlanmalannı emret­ti. Şaban ayının ikisinde askerler Medine'den hareket ettiler. Müreysa'ya haber ula­şınca Hâris'in etrafında toplanan adamlar dağıldı. Kendisi de bir tarafa kaçıp gitti. Ama Müreysa'da yaşayanlar savaş düzeni aldılar ve uzun süre yılmadan ok yağdır­dılar. Müslümanlar bir anda toplu hücuma geçtiler. Bunun üzerine fazla direneme-yip geri çekilmeye başladılar. On kişi öldürüldü. Kalan altıyüz kişi ise yakalanıp esir edildi. Ganimet olarak da ikibin deve ve beşbin koyun ele geçirildi.

Bu îbn Sa'd'ın rivayetidir. Sahîh-i Buharı ve Sahîh-i Müslim'de bildirildiğine göre ise: "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Mustahk'a tamamen ha­bersiz ve gafil bir durumda iken, hayvanlarını suladıkları sırada saldırmıştı." îbn Sa'd bir taraftan bu rivayeti nakletmiş[139] Öte taraftan da ilk rivayetin daha doğru olduğunu yazmıştır. Bunun üzerine Hafız îbn Hacer, Fethu'l-Bârî isimli eserinde şöyle yazmaktadır: "Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârtnin bu rivayeti üzerine siyer ilminin rivayetleri tercih edilemez. Ama gerçek şu ki, hadis ilmi usûlü açısından Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârfnin rivayeti de delil olamaz. Çünkü bu rivayetin râvi zinciri Nâfi'e kadar ulaştıktan sonra son bulmaktadır. O bu yüzden bu rivayet hadisçilerin ifadesine göre kopuktur. Kopuk (=munkatı') hadis ise delil olamaz.

Bu savaş basit bir savaş olduğu halde tesadüfen bazı ünlü olay ve vak'alar or­taya çıktığı için bu savaşa özel bir ad verilmiştir. Bu savaşın özelliklerinden biri de ganimet elde etme hırsıyla birçok münafığın da orduya katılmış olmasıdır. Bu kötü düşünceli ve kötü niyetli insanlar, her fırsatta fitne çıkarmaya çalışıyorlardı. Bir gün kuyudan su alma meselesinde bir muhacirle bir ensâr arasında tartışma çıktı. Ensâr, Arapların eski adeti üzerine: "Yetişin ey ensâr!" narasını attı. Bunun üzeri­ne muhacir de, "Yetişin ey muhacirler!" diye seslendi. Sesleri duyan muhacir ile ensâr kılıçlarım çektiler. Neredeyse çatışma başlamak üzereydi. Ama bir kaç kişi araya girerek yatıştırdı. Münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'in eline fırsat geçmişti. Ensâra hitaben: "Bu belayı başınıza kendiniz sardınız. Muhacirleri bura­ya çağırarak onları kendinize rakip yaptınız, şimdi kendinizle eşitlik savaşı vere­cek hale getirdiniz. Henüz fırsatınız varken onlara yardımcı olmaktan vazgeçin. O zaman kendiliklerinden Medine'den çıkar giderler" dedi.

insanlar bunu Hz. Peygambere anlattılar. Hz. Ömer de oradaydı. Öfkeden kendinden geçti ve /birine emredin de bu münafığın kellesini uçursun' dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber: "Ey Ömer! Muhammed sallallahu aleyhi vesellem kendi arkadaşlarını öldürtüyor, diye propaganda yapmalarını mı istiyorsun?" bu­yurdu.[140]

Şurası ilginçtir ki Abdullah b. Übeyy ne kadar münafık ve îslâm düşmanı ise, Abdullah adındaki oğlu da bir o kadar islâm için canını veren, kendini Allah yolu­na adayan biriydi. 'Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abdullah b. Übeyy'in öldürülmesini emretti' diye bir haber yayılmıştı. Oğlu Abdullah bunu işi­tince Hz. Peygamberin huzuruna giderek: "Ey Allah Resulü! Babama ne kadar saygılı olduğumu bütün dünya bilir. Eğer izin verirseniz, emir verin de şimdi gi­deyim de başmı kesip getireyim. Sakın ola ki başka birine emir vermeyesiniz. Son­ra kalkarım, ben de babamı kayırma ve ona hürmet duygusuna kapılırım da onu öldüreni öldürürüm" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu teskin ederek: "Öldürme yerine ona daha da merhametli olacağım" buyurdu. [141]Hz. Pey­gamberdin buyruğu o şekilde gerçekleşti ki Abdullah b. Übeyy ölünce kefen için Hz. Pegyamber kendi mübarek gömleğini ikram etti ve cenaze namazını kıldırdı. Hz. Ömer: " Münafığın cenaze namazını mı kıldırıyorsun?" diye Resûlullah'ın ete­ğine yapıştı. Ama kerem ırmağının akışmı kim durdurabilirdi? [142]

 

Cüveyriyye  (Ra)  Olayı

 

Savaşta esir edilenler arasında Cüveyriyye (ra) da vardı. Kendisi, Haris b. Ebu Dı-râr'ın kızıydı. Ibn îshâk'ın bazı hadis kitaplarında yeralan rivayetine göre olay şöy­le cereyan etmişti: "Bütün savaş esirleri, köle ve cariye yapılmak üzere bölüştürül­dü. Cüveyriyye (ra) Sabit b. Kays'ın (ra) payına düştü. O da Sâbit'e (ra) 'Bir miktar para alarak beni serbest bırak' dileğinde bulundu. Sabit de bunu kabul etti. Cüveyriyye'nin (ra) yanında para yoktu, insanlardan para toplayarak bu miktarı ödemek istedi. Bu maksatla Hz. Peygamberin yanma da gitti. Aişe (ra) da orada bulunu­yordu. —Rivayet Hz. Aişe'nin kesinlikle kendi şahsi görüşü olan şu ifadelerle sür­dürülmektedir.— 'Hz. Cüveyriyye (ra) son derece alımlı olduğundan Hz. Peygam­berin yanma geldiğini görünce, onun güzellik ve alımlılığının Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'e de bana yaptığı etkiyi yapacağını anladım/ Kısacası, Hz. Peygamber'in yanına gitti. Hz. Peygamber: 'Eğer hakkında bundan daha iyi bir teklif yapılırsa kabul edecek misin?' buyurunca: 'Nedir?' dedi. Hz. Peygamber de: 'Senin adına bu parayı ödeyeyim ve seni eşim olarak alayım' buyurdu. Cüveyriy­ye (ra): 'Kabul ediyorum' dedi.[143] Hz. Peygamber parayı ödedi ve onunla evlendi." İbn Hişâm ve Ebu Dâvûd'da mevcut olan İbn İshâk'ın rivayeti budur. Ama başka yolla gelen bir rivayette bundan daha açık bir anlatım vardır. Olaym aslı şudur: "Cüveyriyye'nin babası Haris, Araplarm liderlerindendi. Cüveyriyye (ra) esir edi­lince Haris, Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı ve 'Kızım câriye yapılamaz. Benim sânım şerefim bunun üzerindedir. Onu azâd ediniz' dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber: 'Kararın bizzat Cüveyriyye'nin isteğine bırakılması daha iyi olmaz mı?' buyurdu. Haris de Cüveyriyye'ye giderek: 'Muhammed senin isteğine bıraktı. Be­ni mahcup etme' dedi. Cüveyriyye de: 'Ben Hz. Peygamber'in yanmda kalmak is­tiyorum' dedi. Hz. Peygamber de onunla evlendi."

Hafız İbn Hacer bu rivayeti el-lsâbe isimli eserinde İbn Münde'den naklederek "Senedi sahihtir" demektedir. İbn Sa'd'da da bu rivayet mevcuttur. İbn Sa'd'ın Ta-bakât'mda şöyle bir rivayet vardır:

"Cüveyriyye'nin (ra) babası onun fidyesini ödedi ve o azâd olduktan sonra Hz. Peygamber onunla evlendi."

Cüveyriye (ra) ile Hz. Peygamber evlenince müslümanlar: "Hz. Peygamber'in evlendiği aile köle yapılamaz" diyerek paylarına düşen bütün savaş esirlerinin hepsini serbest bıraktılar.[144] [145]

 

İfk Olayı

 

îfk olayı, yani münafıkların Aişe'ye (ra) attıkları iftira işte bu savaştan dönerken or­taya çıkmıştı. Siyer ve hadis kitaplarında bu olay çok geniş şekilde nakledilmiştir. Aslında, Kur'ân-ı Kerîm'in, kendisi hakkmda açık ve net bir şekilde: "İnsanlar bu­nu duyar duymaz, neden T?u tamamen iftiradır' demediler?" buyurduğu bir olayı genişçe anlatmaya gerek yoktur.

Bu olay, bize tamamen yalan ve uydurma bir haberin nasıl yayılabildiğini gös= termektedir. Aslında bu haberi münafıklar yaymış ama bazı müslümanlar da oyuna gelerek buna katılmışlardı. Sahîh-i Müslim ve diğerlerinde anlatıldığı gibi bu iftira olayına katılanlara iftira (=kazf) cezası verilmişti.

Günümüz hıristiyan tarihçileri de eski münafıklar gibi bu uydurma olayı dille­rine dolayarak ve bin bir türlü uydurmalar da katarak yazarlar. Onlardan bunun dışında ne beklenebilir ki? [146]

 

XVII. Ahzab Savaşı

 

Hicri  5.  Yıl,  Zilkade  Ayı

 

Buraya kadar yapılan savaşların hepsi, Araplarla yahudilerin ortak güçleriyle yapmak istedikleri büyük savaşın öncüleriydi.

Nadîr oğullan, Medine'den ayrılarak Hayber'e yerleşince rahat durmadılar. Müthiş bir komplo ve ihanet hazırlığına başladılar. Liderlerinden Selam b. Übeyy el-Hakîk, Huyey b. Ahtab, Kinâne b. RebT ve diğerleri Mekke-i Mükerreme'ye git­tiler. Kureyş'le buluşarak onlara: "Eğer birlikte hareket ederseniz, İslâm'ın kökü kazınabilir" dediler. Kureyş buna her zaman hazırdı. Kureyş'i razı ettikten sonra Gatafân kabilesine gittiler. Onlara birçok vaatte bulundular ve Hayber'in gelirinin yarısını kendilerine vereceklerini söylediler. Onlar da buna zaten hazırdılar. Bi'r-i Ma'ûne savaşında kabile reisi Amir'in Medine'ye saldırma tehdidinde bulunduğu­nu hatırlayacaksınız.[147] " O yüzden hemen kabul ettiler.

Benî Esed, Gatafan kabilesinin müttefiki olduğu için Gatafanlılar onlara da bir mektup yazarak asker toplayıp gelmelerini istediler. Benî Süleym kabilesi ile Ku-reyş'in akrabalık bağı vardı. Bu ilişkiden dolayı onlar da bu sefere katıldılar. Benî Sa'd kabilesi yahudilerin müttefiki olduğundan, yahudiler onları da katılmaya ik­na ettiler. Kısacası önde gelen Arap kabilelerinden büyük bir ordu kurularak Me­dine'ye doğru harekete geçti. Fethu'l-Bârî'de ordunun sayısının 10.000 kişi olduğu belirtilmiştir.[148]

Ordu üç ana gruba ayrılmıştı.[149] Gatafân kabilesinin ordusu,[150] Araplar'ın meş­hur liderlerinden olan Uyeyne b. Husayn el-FizârTnin komutası altındaydı. Benî Esed ise Tuleyhâ'nın komutası altındaydı. Ebu Süfyân'a gelince, o da bütün ordunun baş­komutanıydı.[151] Hz. Peygamber sallaîlahu aleyhi vesellem bu sefer hakkında ayrıntı­lı bilgiler ve sağlam haberler alınca Sahabe-i kirâm'ı toplayarak görüştü. Selmân-ı Fârisî (ra) İranlı olması itibarıyla savaşta hendek metodunu biliyordu. Açık alana çıka­rak savaşmanın yararlı olmayacağını, güvenli bir yerde askerlerin toplanmasını ve çevresine hendek kazılmasını tavsiye etti. 'Hendek' aslında Farsça bir kelime olup Arapçalaşmıştır. "Kazılmış" anlamındadır. Farsça Tiyâde' kelimesinin 'Baydak' şek­line dönüştüğü gibi, 'Kende' kelimesi de 'Hendek' şekline dönüşmüştür.

Herkes Selmân'ın görüşünü benimsedi ve Hendek kazma işine başlandı. Medi­ne'nin üç tarafı evler ve hurmalıkla çevriliydi. Bunlar, şehri koruyan bir sur göre­vi görüyordu. Sadece Suriye tarafı açıktı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 3.000 sahabesiyle birlikte şehirden çıkarak, bu açık bölgede hendek kazmaya baş­ladılar. Zilkade ayının sekizinci günüydü.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sınırı bizzat kendisi belirledi, işaret çizgileri koyarak 10'ar kişiye 10'ar metre uzunlukta yerler dağıttı. Hendeğin derin­liği 5 metre olarak ayarlandı. Yirmi günde üçbin mübarek elle iş tamamlandı.

Peygamber Mescidi yapılırken, îki Cihan Sultanı Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in çalışanlarla birlikte, tam bir işçi gibi çalıştığı unutulmamalıdır. Bugün de insanı heyecanlandıran ve tarihte benzeri görülmemiş aynı ibret verici manzara tekrar yaşanıyordu. Hz. Peygamber, ashabı ile onlardan biri gibi çalışı­yordu. Kış gecelerinin hüküm sürdüğü günlerdi. Bazan üç gün aç kalıyorlardı. Muhacir ve ensâr sırtlarında taşıdıkları topraklan getirip etrafa dağıtıyorlardı. Sev­gi ve muhabbet çağlayan olmuş, koro halinde şu şarkıyı söylüyorlardı:

"Biat ettik biz Muhammed'e, Cihâd için, yaşadıkça."

îki Cihanın Efendisi Hz. Peygamber de diğerleri gibi toprak taşımakta, açlığını bastırmak için mübarek karnına taş bağlayarak şu şiiri söylemekteydi:

"Andölsun ki doğru yola sevketmeseydi bizi Allah, Ne hidayet bulur, ne ikram eder, ne de ibadet ederdik."

"Sükunet indirdi üzerimize, artırdı direncimizi Karşılaştığımızda düşmanla. Başkaldırdı bize zavallılar ve Bir fitne istedikleri zaman karşı koyduk onlara biz."

"Karşı koyduk" kelimesi geldiğinde sesini yükseltiyor ve tekrarlıyordu.[152] Ay­nı zamanda ensâr için dualar ediyor ve dilinden şu vezinli kelimeler dökülüyordu: "Yok Allahım ahiret hayrından başka hayır ve Mübarek kıl onları, ensâr ve muhacir..."

Taşları ayıklaya ayıklaya kazı devam ederken sert bir kaya çıktı. Hiç kimsenin vurması işe yaramadı. En sert darbeler bile onu parçalayamadı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem geldi. Üç günden beri açtı ve açlığın ızdirabını duyma­mak için karnına taş bağlamıştı. O haliyle mübarek elindeki balyozu indirdiğinde Allah'ın himmetiyle kaya paramparça oldu.[153]

Allah Resulü Sula' dağını arkaya alarak orduyu savaş düzenine soktu. Kadınlar şehrin korunaklı kalelerine gönderildi. Benî Kureyzâ yahudilerinin sinsice saldırma­sından kuşkulanıldığı için Seleme b. Eşlem (ra) ikiyüz kişiyle birlikte saldırılma ihti­mali olan yere gönderildi. Benî Kureyzâ yahudileri o ana kadar hiç kimseyle birleş-memiş, hiç bir gruba taraf olmamış, tek başlarına duruyorlardı. Ama Benî Nadir ya­hudileri onları bu savaşa katmaya çalıştı. Safiyye'nin (ra) babası Huyey b. Ahtab kal­kıp doğrudan Kureyzâ oğullarının lideri Ka'b b. Esed'in yanına gitti. Ka'b görüşme­yi reddetti. Huyey: "Ben ucu bucağı olmayan deniz gibi bir ordu getirdim. Kureyş ve bütün Araplar ayağa kalkmışlar, hepsi de Muhammed'in kanına susamış durumda­lar. Bu fırsat, elden kaçırılacak gibi değil. Artık İslâm'ın sonu geldi" dedi. Ka'b hâlâ savaşa katılmaya razı değildi. "Muhammed'i daima sözünde duran biri olarak tanı­dım. CKnunla yaptığım anlaşmayı bozmam ve verdiğim sözde durmamam mertliğe sığmaz" dedi. Ama Huyey'in büyüsünün etkisinden de bir türlü kurtulamadı.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince, söylenenlerin doğ­ruluğunu araştırmak için Sa'd b. Mu'âz'la Sa'd b. Ubâde'yi (ra) görevlendirdi ve: "Benî Kureyzâ, aramızdaki anlaşmayı bozduysa geri döndüğünüzde bu haberi ka­palı sözlerle anlatınız ki insanların cesareti kırılmasın ve moral çöküntüsüne uğra-masınlar" buyurdu. Bu ikisi giderek Kureyzâ oğullarına yaptıkları anlaşmayı hatır­lattıklarında, onlar: "Muhammed kimdir, anlaşma nedir, biz tanımıyoruz" dediler.

Kısacası Kureyzâ oğulları da bu kalabalık orduya bir katkı daha yapmış oldu. Kureyş, yahudiler ve Arap kabilelerinden oluşan 10.000 kişilik ordu üç gruba ayrı­larak Medine'nin üç tarafından öyle amansızca saldırdılar ki, şehir sarsıldı.

Bu savaşı bizzat Allah Teâlâ şöyle tasvir etmektedir:

"Onlar hem yukarınızdan hem aşağınızdan -vadînin hem üstünden hem de al­tından- üzerinize yürüdükleri zaman, gözler yılmış, yürekler ağıza gelmişti. Ve siz Alah hakkında türlü türlü şeyler düşünüyordunuz, işte orada iman sahipleri imti­handan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsmtıya uğratılmışlardı." (Ahzâb, 33/10-11)

İslâm ordusuna, münafıklardan da bir topluluk katılmıştı. Görünüşte müslü-manlarla birlikteydiler ama kış mevsiminin sert geçmesi, yiyecek içecek sıkıntısı, sürekli açlık, geceleri uyuyamamak, sayısı bilinmeyen kalabalık bir ordunun sal­dırması gibi sebepler, yüzlerindeki perdeyi yırtarak içyüzlerini açığa çıkarttı. Hz. Peygamber'e gelerek "Evlerimiz güvenli değil, bizim şehre geri gitmemize izin ve­riniz" dediler.

Ayet onları şöyle tasvir eder:

"Şüphesiz evlerimiz açık duruyor, hiçbir güvenliği yoktur, diyorlar. Halbuki o evler açık ve güvensiz değiller, ancak onlar kaçmak istiyorlar/' (Ahzâb, 33/13)

Ama mücahidlerin samimiyet ve sadakati, bütün bu sıkıntılara galip geldi. Her imtihanı ve zorlukları yendiler.

"Müslümanlar Ahzâb ordusunu görünce: 'îşte bu Allah'ın ve Resulünün bize vaad ettiği şeydir. Allah ve Resulü doğru söylemiştir' dediler. Onlar ancak iman bakımından ve Allah'a teslim olma bakımından daha da sağlamlaştılar." (Ahzâb, 33/22)

Bu kuşatma aşağı-yukarı bir ay boyunca öyle şiddetle, öyle acımasızca sürdü ki Hz. Peygamber ve sahabe-i kiram kimi zaman üç gün süren açlık çektiler, üç gün boyunca bir lokma bile yiyemediler. Bir gün sahabe-i kiram'dan biri açlıktan bitkin bir halde Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Karnını açarak bağladığı taşı göster­di. Ama Hz. Peygamber karnının üzerindeki kuşağını açıp da iki taş birden bağla­dığını gösterince o şahabı utancından bir şey diyemeyerek geri gitti.

Kuşatma o kadar şiddetli ve o kadar tehlikeli bir hal almıştı ki bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Müslümanlara hitaben: "İçinizde gidip, bizi kuşatanların ne durumda olduğunu öğrenip gelecek biri var mı?" diye sordu. Üç kere bu sözünü tekrarladığı halde Zübeyr'den (ra) başka hiç kimseden ses çıkma­dı. Hz. Peygamber bu olay üzerine Zübeyr'e (ra) 'havari' lakabını verdi.[154] Düş­manlar hendeğin etrafını tamamen kuşatma altına almışlardı.

Düşmanlar Hz. peygamber ve sahabe-i kiramın çoluk-çocuğunun korunduğu kalelerin bulunduğu bir yere de saldırmak istediler. Ama hendeği aşamadıkları için uzaktan ok ve taş yağdırıyorlardı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hende­ğin çeşitli bölgelerine, düşman saldırılarına karşı koyacak mücahidler yerleştirmişti. Bir bölümünü de bizzat kendisi kontrol ediyordu. Hz. Peygamber kuşatmanın şid­detini görünce ensârın cesareti kırılmasın diye düşünerek Medine'nin üretiminin üç­te birini kendilerine vermek şartıyla Gatafân kabilesiyle anlaşma yapmak istedi. En-sârın liderleri olan Sa'd b. Ubâde ile Sa'd b. Mu'âz'ı (ra) çağırarak görüştü. İkisi de: "Eğer bu Allah'ın emriyse bunu reddetmeye imkân yoktur. Ama eğer bir görüş ise şunu söyleyelim ki, biz kâfirken bile hiç kimse bizden haraç isteme cesaretini göste­rememişti. Şimdi ise İslâm bizim değer ve derecemizi yükseltmiştir Allah'tan başka kimseye boyun eğmeyiz" dediler. Hz. Peygamber onların bu güvenlerini görünce huzur buldu. Sa'd (ra) sözleşme şartlarını ihtiva eden kağıdı eline alıp üstündeki ya­zıyı sildi ve: "Ellerinden ne geliyorsa yapsınlar!" dedi.

Müşrikler saldın için şöyle bir düzenleme yaptılar. Kureyş'in ünlü komutanla­rı; yani Ebu Süfyân, Hâlid b. el-Velîd, Amr b. As, Dırâr b. el-Hattâb ve Cübeyre'ye birer gün belirlendi. Her komutan kendi sırası geldiği gün bütün orduya komuta ederek savaşıyordu. Hendeği geçemiyorlar, ama hendeğin genişliği fazla olmadı­ğından uzaktan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu metodla basan elde edilemediğinden, topyekün bir saldın yapılması kararlaştırıldı. Bütün ordu biraraya toplandı, bütün kabilelerin liderleri en önde duruyorlardı. Hendek tesadüfen bir yerinde fazla ge­niş değildi. Saldın için o nokta seçildi.

Araplar'ın ünlü kahramanları, Dırâr, Cübeyre, Nevfel, Amr b. Abduvüdd, hen­değin karşı tarafından atları mahmuzladüar. Mahmuzlamalarıyla birlikte atlar sıç­rayıp müslümanların tarafına geçti. Bunlar arasında en ünlü cengâver olarak bili­nen Amr b. Abduvüdd bin askere bedel görülen bir savaşçıydı. Bedir savaşında ya­ralanarak gitmiş ve: "İntikam alıncaya kadar saçlarıma yağ sürmeyeceğim" diye yemin etmişti.

O sırada 90 yaşındaydı. Yine de en önce o, ordunun önüne çıktı ve Araplar'ın adetlerine uygun olarak: "Karşıma kim çıkacak?" diye bağırdı. Hz. Ali ayağa kal­karak "Ben!" dedi. Hz. Peygamber: "Ey Ali! bu, Amr b. Abduvüdd'ür" diye engel­ledi. Hz. Ali oturdu. Ama Amr'in sesine kimseden cevap gelmiyordu. Amr tekrar bağırdı ve yine sadece bir tek ses ona cevap verdi. O da Hz. Ali'nin sesiydi. Üçün­cü kere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu Amr'dır" deyince, Hz. Ali: "Evet biliyorum, bu Amr" dedi.

Resûlullah sonunda izin verdi. Hz. Ali'ye kendi eliyle kılıç kuşattı. Sangını sar­dı. Amr'in vaktiyle söylediği bir söz vardı: "Dünyada benden, bir kişi üç şey bir­den istese, birini mutlaka kabul ederim". Amr'a bu sözünü hatırlattıktan sonra: "Gerçekten bu söz senin mi?" diye sordu. Bunu doğrulayınca aralarında şöyle bir konuşma geçti:

Hz. Ali: "Senin müslüman olmanı teklif ediyorum" Amr: "Bu mümkün değil" Hz. Ali: "Savaştan vazgeç git"

Amr: "Kureyşli kadınların hakaretine tahammül edemem" Hz. Ali: "Benimle savaş"

Amr güldü ve: "Şu gökyüzünün altında önüme böyle bir teklifin getirileceğini hiç tahmin etmezdim" dedi.

Hz. Ali yaya idi. Amr ise atma binmiş vaziyetteydi. Gururu bunu kabul etme­di. Attan indi ve ilk kılıcı atının ayaklanna salladı, hayvanın ayaklan biçilip gitti. Sonra: "Sen kimsin?" diye sordu. Hz. Ali adını söyledi. Bunun üzerine Amr: "Se­ninle savaşmak istemiyorum" deyince Hz. Ali: "Ama ben istiyorum" dedi. Amr bu söz üzerine öfkelenerek kendinden geçti. Kılıcı kaldırdı ve öne doğru ilerleyerek hamlesini yaptı. Hz. Ali kalkanıyla bu darbeyi durdurdu. Ama kılıç, kalkanı dele­rek arkadan çıktı ve alnına değdi. Her ne kadar öldürücü bir darbe değilse de bu darbenin izi alnında bir hatıra olarak kaldı. Kâmûs'ta şöyle yazılmıştır: "Hz. Ali'ye Zülkarneyn denirdi. Bunun sebebi, alnında iki yara izinin bulunmasıydı. Biri Amr'ın eliyle açılan yara izi, biri de îbn Mülcem'in açtığı yara izi." Amr b. Abdu-vüdd'ün hamlesi savulunca, sıra Hz. Ali'nin hamlesine geldi. Hz. Ali kılıcı salladı­ğı gibi boynuna vurdu ve kellesini yere düşürdü. Hemen arkasından: "AUahu ek-ber!" narasını ath. Böylece zaferin kendinde olduğunu ilan etmiş oldu. Amr'den sonra Cübeyre ile Dırâr saldırdı. Ama Zülfikar isimli kılıcı elinde tutan Hz. Ali'yi görünce geri çekilmek zorunda kaldılar. Hz. Ömer, Dırâr'ın takip etti. Dırâr geri dönüp, mızrak savurmak istediyse de durdu ve: "Ey Ömer! bu iyiliğimi unutma" dedi. Nevfel kaçarken hendeğe düştü. Sahabe-i kiram mızrak atmaya başladı. Nev-fel: "Müslümanlar! Ben şereflice ölmek istiyorum" dedi. Hz. Ali bu isteğini kabul ederek hendeğe indi ve onu kılıcıyla şerefli insanlara yakışan biçimde öldürdü.

Düşmanların bu saldırı günü çok şiddetli geçti. Kâfirler her taraftan ok ve taş yağdırıyorlardı. Bu yağmur bir an için bile dinmiyordu. Hadislerde, Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem'in arka arkaya dört vakit namazının kazaya kaldığı, sürekli ok ve taş yağdırmadan dolayı yerinden ayrılmasının mümkün olmadığı bil­dirilen gün, işte bu gündür.[155]

Kadınların kaldığı kale, Kureyzâ oğullarının mahallesine bitişikti. Yahudiler, bütün topluluğun Hz. Peygamber'le birlikte olduğunu görünce kaleye hücum etti­ler. Yahudinhvbiri kalenin kapışma kadar ulaştı, kaleye saldırmak için uygun bir yer arıyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in halası olan Safiyye (ra) onu gördü.

Kadınları korumak için şair Hz. Hassan tayin edilmişti. Safiyye (ra) ona: "Aşa­ğı in de onu öldür, yoksa bu adam gider, düşmanlara durumumuzu anlatır" dedi. Hassan (ra) bir keresinde hastalanmıştı. Bu hastalığından sonra kendisinde bir ür­keklik oluşmuştu. Öyleki kavgaya, savaşa gözünü kaldırıp bakamazdı. Bu yüzden mazur görülmesini istedi ve: "Ben bu işin adamı olsaydım, burada olur muydum?" dedi. Safiyye (ra) çadırın bir kazığını söküp çıkardı ve inerek yahudinin kafasına öyle indirdi ki adamın kafası parçalandı. Sonra Hz. Safiyye (ra) geldi ve Hassân'a: "Silahı ile elbiselerini al da gel" dedi. Hassan (ra): "Bırak kalsın, onlara ihtiyacım yok" dedi. Safiyye de: "Peki öyleyse git başını kes, kaleden aşağı fırlat da yahudi-ler korksunlar" dedi. Ama Hz. Hassan ona da yanaşmadı ve bu işi de Hz. Safiy­ye'nin (ra) yapması gerekti. Böylece yahudiler kale içinde askerlerin bulunduğuna kesin kanaat getirdiler. Bu düşünceyle tekrar saldırmaya cesaret edemediler.[156]

Kuşatma uzayıp gittikçe kuşatanların cesareti de kırılıyordu. Onbin kişiye yi­yecek içecek ulaştırmak kolay bir iş değildi. Sonra şiddetli soğukla birlikte öyle sert bir rüzgar esti ki tufan kopmuş gibi oldu. Kasırga her şeyi göklere savuruyordu. Çadır kazıklarını söküp fırlatıyordu. Yemek kazanları altüst olup yerlere yuvarlan­dı. Kasırga, ordularm yapamadığı işi yaparak düşman ordusunu büyük bir paniğe uğratmıştı. O yüzden Kur'ân-ı Kerîm bu müthiş kasırgayı Allah'ın askeri olarak yorumlamıştır:

"Ey Müslümanlar! Üzerinize ordular çullanmıştı da biz onlara kasırga ve sizin görmediğiniz askerler göndermiştik, işte o günü hatırlayın." (Ahzâb, 33/9)

Na'îm b. Mesud el-Eşceî, Gatafân kabilesi liderlerindendi. Hem Kureyşliler, hem de yahudiler ona saygı duyarlardı. Müslüman olmuştu ama kâfirler henüz bunu bilmiyordu. Kureyş ve yahudilere ayrı ayrı giderek öyle birtakım sözler söy­ledi ki, o sözlerle iki tarafın arası açıldı.

îbn Sa'd'ın rivayetine göre: "Na'îm, aralannı bozmak için her iki tarafa öyle sözler söyledi ki, bu sözlerden dolayı iki taraf birbirinden şüphelenir oldu ve ara­larındaki itimad ortadan kalktı." Bu olaya dayanarak Ibn îshâk: "Hz. Peygamberin kendisi, Na'îm'e: "Savaş hiledir" talimatını vermiştir" demektedir. Fakat îbn Ishâk yaptığı rivayetin senetlerini nakletmemiştir. Nakletseydi bile böyle önemli bir me­sele, îbn îshâk'ın derecesi, sadece onun senediyle yapılan rivayet, kabul edilebile­cek nitelikte olmazdı. Ayrıca müşriklerle yahudilerin arası o kadar gergindi ki, ay­rıca propaganda yapmaya gerek yoktu. îbn Sa'd'ın rivayetinde Na'îm'in, yahudi­lere sadece şu sözleri söylediği rivayet edilmiştir: "Kureyş üç-dört gün sonra bura­dan çekip gidecek, siz müslümanlarla birlikte yaşamaya devam edeceğinizden ne­den arada kalıp da hep savaşmaya itilesiniz. Eğer savaşa katılmaya hazırsanız o halde Kureyş'ten emin olmak için onların liderlerinden bir kaçını rehin olarak alı­nız. Eğer Kureyş sizi ortada bırakıp gidecek olursa siz de rehin aldığınız liderleri­ni hapsedersiniz." îşte zikredilen budur. Benî Kureyzâ yahudilerinin, işin başında sözlerini bozmaya ve ahidlerinden vazgeçmeye razı olmadıkları da ortadadır. On­lar aynı zamanda: "Muhammed'le yaptığımız sözleşmeyi neden bozalım?" diyor­lardı. Ama Huyey b. Ahtab: "Kureyş çekip gittiği taktirde ben Hayber7! bırakarak sizin yanınıza geleceğim" diye söz vererek onlan ikna etti. Kureyş bu tür garanti­leri kabul edemediğinden bunu reddetmiş olacaklar ki iki taraf arasında güvensiz­lik meydana gelmiş olmalıdır. Yoksa bunun için bir sahabînin yalan söylemesine ne gerek vardır?[157]

Her şeye rağmen hava muhalefeti, kuşatmanın uzaması, kasırganın şiddeti, yiyecek sıkıntısı, yahudilerin yardıma olmayışları gibi bütün sebepler öyle bir araya gelmişlerdi ki, artık Kureyş'in azim ve sebat göstermesi çok zordu. Ebu Süfyân askerlere yiyecek içeceğin bittiğini, mevsimin sert ve çok soğuk geçtiği­ni, yahudilerin yardımcı olmadıklarını, artık kuşatmanın işe yaramadığını söy­ledi, arkasından göç davulunun çalınmasını emretti. Gatafân kabilesi de onlarla birlikte hareket etti. Benî Kureyzâ yahudileri kuşatmayı bırakarak kalelerine çe­kildiler ve Medine ufku 20-22 gün boyunca toz duman içinde kaldıktan sonra berraklaştı.

"Allah, o inkâr edenleri hiçbirşey elde etmeden öfkeleriyle geri çevirdi ve müslümanlann savaşmasına hacet bırakmadı." (Ahzâb, 33/25)

Bu savaşta islâm ordusunun can kaybı olmadı. Ama ensârın en büyük kolu Evs kabilesinin başkanı olan Sa'd b. Mu'âz (ra) yaralandı. Sonra da kurtulamayarak öl­dü. Onun yaralanma olayının hikayesi elim ve ibret vericidir.

Hz. Aişe'nin (ra) korunduğu kalede Sa'd b. Muaz'ın annesi de birlikte korunu­yordu. Hz. Aişe (ra) şöyle anlatıyor: "Ben kaleden çıkarak dışarıda dolaşıyordum. Arkamdan bir ayak sesi hissettim. Dönüp baktığımda Sa'd'ın, eline mızrağını al­mış, heyecanla çok hızlı bir şekilde gittiğini gördüm. Hem hızla gidiyor, hem de şu şiiri söylüyordu.

"Biraz bekle de savaşa bir kişi daha yetişsin.

Vakit gelmişse ölümden niye korkalım."[158]

Sa'd'm annesi onu görünce: "Evlat koşarak git, geç kaldın!" diye bağırdı. Sa'd'ın zırhı o kadar küçüktü ki iki kolu da zırhın dışında kalıyordu. Hz. Aişe (ra) Sa'd'm annesine: "Keşke Sa'd'm zırhı büyük olsaydı" dedi. Tesadüf olacak ya, tbnu'1-Arkâ açık koluna nişan alarak mızrak attı, o da gelip ana damarı kes­ti. Hendek savaşı bittikten sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun tedavi ve bakımı için mescidin avlusunda bir çadır kurdurdu. Rufeyde adında bir kadın bu savaşa katılmıştı, yanında ilaçlar da vardı. Yaralıları tedavi ediyor­du. Bu çadır da, onun kontrolü altındaydı, hemşirelik yapıyor hastalığın seyrini o takip ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, mübarek eline şiş­leri alarak onun yarasına dağladı, ama yara tekrar azdı. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem ikinci kez dağladı, ama hiç bir faydası olmadı. Bir kaç gün son­ra, yani Benî Kureyzâ yahudilerinin imha edilmesinden sonra yara derinleşti ve Sa'd vefat etti. [159]

 

XVIII. Kureyza Oğullarının Sonu Ve Diğer Olaylar

 

Kureyza Oğullarının  Sonu

 

Daha önce anlatıldığı üzere Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Medine'ye yerleştiği ilk günlerde, yahudilerle anlaşmalar yapmıştı. Onların canı, malı, dini güven altına almıyor, her konuda serbestlik veriliyordu. Fakat Kureyş onlara mek­tup yazarak bir taraftan tehdit, bir taraftan mal mülk vaad ederek başkaldırmaya ikna etmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu gruplardan sözleşmele­rini yenilemelerini istedi. Benî Nadîr yahudileri reddettiler ve sürgün edildiler. Ama Benî Kureyzâ yahudileri yeniden sözleşerek anlaşmalarını tazelediler. Nite­kim onlara güvence verildi ve huzurları sağlandı. Sahîh-i Müslim'de bu olaylar kı­saca şu ifadelerle anlatılmaktadır:

"Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: 'Benî Nadîr ve Benî Kureyzâ yahudileri Hz. Peygamberle savaştılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber Benî Nadîr yahudilerini sürgün etti, Kureyzâ yahudilerini ise Medine'de bıraktı, onlara ikramlarda bulundu'."

Benî Nadîr yahudileri sürgün edilince büyük liderleri Huyey b. Ahtab, Ebu Râ-fi', Selâm b. Übeyy el-Hakîk Hayber'e yerleştiler ve oranm da liderleri oldular. Hen­dek savaşı, işte bu adamların tahriklerinin sonucu ortaya çıktı. Arap kabileleri ara­sında dolaşarak bütün ülkede fitne ateşini körüklediler. Kureyş'le de birleşerek Me­dine'ye saldırdılar. O sırada Benî Kureyzâ, anlaşmasına bağlı duruyordu. Fakat Hu­yey b. Ahtab onları tehdit ederek anlaşmalarını bozdurdu ve onlara: "Allah koru­sun eğer Kureyş böyle bir saldırıdan ve savaştan vazgeçerek çekip giderse sizi bıra­kıp Hayber'e gitmeyeceğim" diye söz verdi. Nitekim bu sözünde de durdu.

Kureyzâ yahudileri Hendek savaşma fiilen katıldılar. Yenilip de geri çekildik­lerinde islâm'ın en büyük düşmanı olan Huyey b. Ahtab'ı yanlarında götürdüler. Artık bunlar hakkında da son bir karara varmaktan başka çare kalmamıştı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, savaşın bitmesinden sonra: "Hiç kimse sila­hını bırakmasın, hedef Kureyzâ" diye emir verdi. Eğer Benî Kureyzâ yahudileri in­sanca ve barışçıl bir yaklaşım gösterselerdi, görüşme yapıp birtakım sağlam karar­lar aldıktan sonra onlara güven ve huzur sağlanabilirdi. Ama onlar savaşmaya ve direnmeye karar vermişlerdi. Hz. Ali ordudan ayrılarak Kureyzâ oğullarının kale­leri önüne gittiğinde, Hz. Peygamber'e sövüp küfürler ettiler.[160] Sonuçta kuşatıldı­lar ve kuşatma yaklaşık bir ay sürdü. Sonunda, Sa'd b. Mu'âz'ın vereceği karan ka­bul edeceklerini bildirdiler.

Sa'd b. Mu'âz ile kabilesi Evs, Kureyzâ oğullarının müttefiki idi ve aralarında bir anlaşma vardı. Araplar'a göre bu anlaşmayla oluşan bağ, soydaş olmaktan ve aynı soydan gelmekten daha ilerdeydi. Hz. Peygamber onların bu isteğini kabul et­ti. Kur'ân-ı Kerîm'de özel bir hüküm bulunmadığı ve yeni bir âyet gelmediği süre­ce Resûlullah, Tevrâf in hükümlerine bağlı kalırdı. Namazda kıbleye yönelme, recm, kısas vb. konularda özel bir ilâhî emir gelmediği sürece Hz. Peygamber Tev­râf m hükmüne bağlı kalmıştır. Sa'd'ın verdiği karar, Tevrat'ın emrine uygun ola­rak, 'fiilen savaşanların öldürülmesi, kadınlarla çocukların esir alınmalarına, mal­ların, ganimet malı kabul edilmesi' şeklindedir.[161] Tevrâtta sözkonusu hüküm şöy­le ifade edilmektedir:

"Bir şehre kendileriyle savaşmak için gittiğinde önce barış teklifinde bulun. Eğer onlar barışı kabul ederlerse ve senin için kapıları açarlarsa o zaman orada ne kadar insan bulunuyorsa, hepsi senin kölen olacaktır. Ama eğer banş yapmazlar­sa o şehri kuşat ve senin Rabbin, sana onları ele geçirmeni sağlarsa o zaman, ora­da ne kadar erkek varsa hepsini Öldür. Şehirde geri kalan çocuklar, kadınlar, hay­vanlar ve her ne varsa hepsi senin için ganimet malı olacaktır." (Tevrat, Tesniye, Bab: 20, Ayet: 10-14)

Hadislerde de belirtildiği üzere Sa'd (ra), bu kararı verince, Hz. Peygamber: "Bu semavî bir karardır" buyurdu. Bunu söylerken Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem, Tevrâf m yukarıda naklettiğimiz hükmüne işaret ediyordu. Yahudile­re bu karar duyurulunca gösterdikleri tepkilerden ve ağızlarından çıkan ifadeler­den kesinlikle anlaşılıyor ki, kendileri de bu karan Allah'ın emrine uygun kabul ediyorlardı. Bütün bu fitnelerin sebebi olan, bütün bu dalaveralann, düzenbazlık­ların kaynağı olan Huyey b. Ahtab öldürüleceği yere getirilince, başını kaldırıp Hz. Peygamber'e baktı ve şu sözleri söyledi:

"Evet, Allah'a andolsun ki! 'Neden sana düşmanlık yaptım?' diye kendimi kı­namıyorum. Ama mesele şu ki, kim Allah'ı terkederse, Allah da onu terkeder."

Sonra diğer insanlara doğru dönerek:

"Ey insanlar! Allah'ın emrinin uygulanmasında hiç bir sakınca olamaz. Bu Al­lah'ın bir emriydi, bu bir kaderdi. Allah'ın Israiloğullanna yazdığı bir ceza idi" dedi. Huyey b. Ahtab'la ilgili olarak şu mesele özellikle gözönünde tutulmalıdır:

Sürgün edilerek Hayber'e doğru gitmek üzereydi. Hz. Peygamber'e ihanet ede­cek hiç kimseye yardımcı olmayacağına söz vermiş ve bu verdiği söze Allah Te-âlâ'yı şahit göstermişti.[162] Ama Ahzâb (Hendek) savaşmda verdiği bu söze ne öl­çüde sadakat gösterdiği biraz önce anlatılmıştır.

İslâm karşıtları bir takım yorumlar yaparak, Benî Kureyzâ'ya merhametsizlik ve zulüm yapıldığını söyleyerek itiraz etmişlerdir. Ama olaylar aşağıda olduğu gi­bi cereyan etmiştir:

1. Hz. Peygamber Medine'ye geldikten sonra onlarla dostça sözleşmeler yaptı. Bu sözleşmelerde onlara dini serbestlik tanıdı ve anlaşma metninde can ve mal gü­venliği verildiği belirtildi.

2. Benî Kureyzâ makam ve mevki bakımından Benî Nadîr'den daha aşağı dere­cedeydi. Yani Benî Nadîr'in bir adamı Benî Kureyzâ'nın bir adamını öldürmüşse kan bedeli olarak sadece yarım fidye ödüyordu. Bunun aksine, Benî Kureyzâ'dan biri Be­nî Nadîr'in bir adamını öldürmüşse, Kureyzâ oğulları kan bedeli olarak Benî Nadîr'e tam fidye ödüyordu: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kureyzâ oğullarına lütufta bulunarak, onları Benî Nadîr'le aynı dereceye çıkardı.[163]

3. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Benî Nadîr'i sürgün ettiği zaman Benî Kureyzâ ile yeniden sözleşme yaptı.

4. Bütün bunlara rağmen Benî Kureyzâ sözünü çiğnedi ve Ahzâb savaşına ka­tıldı.

5. Hz. Peygamber'in mübarek eşleri korunmaları için kaleye gönderilmişlerdi.

Kureyzâ oğullan ihanet edip onlara saldırmak istedi.

6. îsyan etme suçuyla sürgün edilmiş olan Huyey b. Ahtab bütün Arapları tah­rik ederek Hendek savaşını ortaya çıkarmıştı. Benî Kureyzâ yahudileri ise onu yan­larına alıp, getirdiler. Bu ise savaşın kıvılcımıydı.

Bütün yaptıklarına karşılık Kureyzâ oğullarına başka nasıl davranılabilirdi? Şu da gözönünde bulundurulmalıdır ki, Araplar arasında yeminli anlaşma yapmak ve dostluk bağı kurmak, gerçek kardeşlikle eşitti. Benî Kureyzâ, ensânn yeminli müttefikiydiler. Bundan dolayı da ensâr onlara bütün samimiyetleri ile şefaatçi ve aracı olmaya çalıştılar. Sa'd b. Mu'âz (ra), Evs kabilesinin lideri idi ve aslında söz­leşmenin sorumlusu da oydu. Ama ne yapacağını bilmiyordu ve büyük bir sıkıntı içindeydi. Müttefiklerinin hayatı ve ölümü mevzubahisti. Bütün Evs onları hima­ye etmekte ısrar ediyorlardı, ama Sa'd b. Muaz Tevrat'tan nakledilen o kararı ver­mekten başka ne yapabilirdi? Siyerciler, öldürülenleri 600'den fazla göstermekte­dirler, ama sahih hadis kitaplannda 400 olarak belirtilmiştir. Onlardan sadece biri kadındı. O da kalenin üstünden bir taş bırakarak Hallâd[164] adında bir müslümanı öldürdüğünden dolayı kısasen öldürüldü. Bu kadının nasıl bir cüret ve cesaretle can verdiğini Ebu Dâvûd Sünen'vade anlatmıştır.[165] Bu hayret verici olay aşağıda­ki şekilde cereyan etmiştir:  *

"Bu kadın öldürülecekler listesinde kendisinin adının da olduğunu öğrendi. Suçlular öldürülme yerine getiriliyorlar ve ebedi âleme gönderiliyorlardı. Öldürü­leceklerin adlan arka arkaya çağrılıyor ve aklı oynatan bu Ölüme çağrı sesi sürekli kulağına geliyordu. Ama o hiç aldırış etmeden Hz. Aişe (ra) ile konuşuyor, sohbet ediyor ve bazı sözlere de gülüyordu. Tellal onun adını söylediğinde hiç çekinme­den ayağa kalktı. Hz. Aişe ona: "Nereye?" diye sordu. Buna karşılık o: "Ben bir suç işlemiştim onun cezasını çekmeye gidiyorum" dedi. Neşeyle öldürüleceği yere gel­di ve kılıcın altına başını koydu."

Hz. Aişe bu olayı anlatırken, son derece hayret içinde kaldığını gösteren bir sesle anlatırdı. [166]

 

Reyhâne  Olayı

 

Bir kaç siyer yazan, öldürülen bu kadını Hz. Reyhâne ile kanştırarak; Kureyzâ esir­leri arasında Reyhâne adlı bir kadın olduğunu, Hz. Peygamber'in, onun ayrı tutul­masını emrettiğini, birkaç gün sonra da onu kendi haremine kattığını yazmışlardır.

Nitekim: "Hz. Peygamber, cariyelerden de yararlanırdı!" diye yazan tarihçiler iki örnek gösterirerler. Biri işte bu Reyhâne, diğeri ise Mâriye el-Kıptiyye'dir. Hı­ristiyan tarihçiler bu olayı doğru kabul ederek son derece yakışıksız bir üslupla öne sürmüşlerdir. Bir tarihçi son derece çirkin bir ifadeyle şöyle yazmaktadır:

"İslâm'ın kurucusu, 700 kişinin cesedlerinin çırpınışlarını seyrettikten sonra, eve gelerek gönlünü eğlendirmek için......"

Ama gerçek şudur ki bu olay baştan başa yanlıştır.

Reyhâne'nin hareme girdiğine dair ne kadar rivayet varsa hepsi Vakıdî veya îbn Ishâk'tan alınmıştır. Vakıdî, Hz. Peygamber'in onunla evlendiğini açıkça be­lirtmiştir. İbn Sa'd, Vakıdf den yaptığı rivayette bizzat Reyhâne'nin şu sözlerini nakletmektedir: "Sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem beni azâd etti ve benimle evlendi."

Hafız îbn Hacer, el-îsâbe isimli eserinde Muhammed b. Hasan'ın, Medine Tari-fci'nden naklettiği rivayetin metni şudur: "Kureyzâ kabilesinden Hz. Peygamber'in eşi Reyhâne şu evde yaşardı."

Hafız îbn Münde'nin daha sonraki bütün hadisçilerin kaynağı olan Tabakâtu's-sahabe isimli kitabında şu cümleler vardır: "Reyhâne'yi esir etti sonra onu serbest bırakınca kendi ailesine gitti ve orada iffetli olarak yaşadı."[167]

Hafız îbn Hacer bu ibareyi naklettikten sonra şöyle der: "îşte bu, Îbnu'l-Esîr'in gözardı ettiği çok önemli bir cümledir."

Hafız Ibn Mimde'nin ifadesinden açıkça anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber sallalla-hu aleyhi vesellem onu serbest bırakmıştı. O da ailesine giderek diğer müslüman hanımlar gibi mütesettir olarak yaşamıştı. Bize göre gerçek şudur ki; Reyhâne'nin Peygamber'in haremine geldiğine inanılsa dahi, o kesinlikle Peygamber'in nikahlı eşlerinden olup cariye değildi.[168] [169]

 

Peygamber  Efendimizin  Zeynep  (Ra) Île   Evlenmesi:   (Hlcri   5.   Yıl)

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu yıl Zeyneb (ra) ile evlendi. Normal bir durum olan bu evlilik hakkında geniş bilgi verilmesi gereken bölüm, Hz. Pey­gamber'in mübarek eşleri başlığı altındaki yerdi. Bu evlilik hakkında birçok iddia ortaya atılmış ve normal bir evlilik islâm karşıtlarınca çok önemli bir hadise haline sokulmuştu. Hıristiyan tarihçiler bu olayı çok istismar etmiş ve çarpık yorumlara konu etmişlerdir.

Hz. Peygamber'i küçük düşürmek ve tenkid etmek için, onlara göre başka hiç bir olay bundan daha fazla işe yarar olamazdı. Bu olayı bütün detaylarıyla yazaca­ğız. Bundan maksadımız da; islâm düşmanlarının eline, Hz. Peygamber'in karak­ter ve kişiliğine dil uzatma fırsatı veren bu olayın asıl kaynağının ne olduğunu iyi­ce kafalara yerleştirmektir.

Hz. Peygamber, azâdlı kölesi Zeyd'i evlatlık edinmişti. Ergenlik çağma ulaşın­ca da, öz halasının kızı Zeynep (ra) ile evlendirmek istemişti. Ama Zeyd daha ön­ce köle olduğu için Zeynep (ra) bu evliliğe razı olmadı.

Ahzâb sûresinin tefsirini yaparken Fethu'l-bâri de îbn Ebî Hâtim'e atfederek:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu kendi azatlısı Zeyd ile evlen­dirmek istedi ama bu Zeyneb'in hoşuna gitmedi" denilmektedir.[170]

Ama Hz. Peygamber'in kabul etmesini emretmesi üzerine Zeynep razı oldu. Yaklaşık bir yıl boyunca Zeyd'in nikahı altmda kaldı. Ama ikisi arasındaki uyuş­mazlık devam etti. Nihayet Zeyd, Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek şikayette bulundu ve onu boşamak istediğini söyledi. Zeyd, Hz. Peygamber'in huzuruna çıktı ve: 'Zeynep (ra) bana ağır sözler söylüyor, onu boşamak istiyorum' dedi."

1. Hz. peygamber onu azâd ederek kendi ailesine gönderdi, o da orada tesettüre girerek hayatını geçir­di. Bu rivayet tbn Münde tarafından yapılmışsa da bunu destekleyen başka bir rivayet yoktur.

2. "Hz. Peyamber onu azâd ederek ve fidyesini vererek mü'minlerin anneleri arasına katmak istedi. Fa­kat o bunun sorumluluğunu hissederek cariye olarak Hz. Peygamber'in yanında kalmayı kabul etti." Bu rivayeti îbn tshak yapmıştır.

3. "Hz. Peyamber onu serbest bıraktı. O da İslâm'ı kabul etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber onu azâd edip kendisiyle evlendi." Bu rivayeti Vâkıdî söylemiştir. Îbn Sa'd değişik kanallardan Vâkıdî'den bu ri­vayeti zikretmiş, Vâkıdî bu rivayete, en doğru olan demiştir. Bk. Ibn-i Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihaye, c. 5, s. 305. imam Zühri'de evlenme olayını desteklemiştir.

Ama Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tekrar tekrar tavsiyelerde bulu­narak Zeyneb'i boşamamasını istedi. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyrulmaktadır:

"Kendisine, Allah'ın ve senin ikram ettiğin kimseye; eşini nikahın altında tut­maya devam et ve Allah'tan kork, diyordun." (Ahzâb, 33/37)

Ama her şeye rağmen uyuşma olmadı ve evlilik yürümedi. Sonunda Zeyd (ra) onu boşadı. Zeynep (ra), Hz. Peygamber'in halasının kızıydı ve onun terbiyesi ve gözetimi altında büyümüştü. Yine kendi buyruğu üzerine Zeynep kendine göre, şânma yakışmadığını düşündüğü bu evliliği kabul etmişti. Hz. Peygamber'in kur­maya çalıştığı tslâm eşitliğinde köle ve hür ayırımı diye birşey yoktu. Her halükâr­da Zeyd'den boşanınca ruhu rencide olmasın ve bu evliliğe sebep olduğu için Hz. Peygamber'e kırılmasın diye Resûlullah onunla evlenmek istedi. Ama Araplar ara­sında o günlerde evlatlık asıl evlatla eşit kabul edildiğinden, Hz. Peygamber bütün insanların duygu ve düşüncelerini gözönünde bulunduruyordu. Ama bu sadece cahiliye dönemi adeti ve anlayışı olduğundan ve bunu da ortadan kaldırmak amaçlandığından şu âyet nazil oldu:

"Ve sen kendi içinde, Allah'ın açığa çıkarttığı şeyi gizliyorsun ve insanlardan çekmiyorsun. Halbuki sadece Allah'tan korkmalıdır" (Ahzâb, 33/37)

Kısacası Hz. Peygamber Zeynep'le evlendi. Böylece cahiliye döneminin eski bir adeti olan evlatlığın, asıl evlatla aynı seviyede olduğu hükmü ortadan kaldırıldı. Bunun üzerine münafıklar ve rastgele konuşanlar bu evliliği kötüleyip kınadılar. Ama şunu iyi bilmelidir ki, Allah'ın emrinin uygulanmasında her türlü hakaret ve kınamaya hedef olmak kaçınılmazdır.

Olayın aslı ve gerçeği buydu. İslâm karşıtlarının bu olayı anlatış şekilleri her ne kadar baştan sona yalan ve iftira ise de şunu kabul etmemiz gerekir. Onlar, bu ka­ralamaları için ihtiyaç duydukları siyah boyayı bizden almışlardır. Çünkü bazı eserlerimiz olayı yanlış nakletmişlerdir. Örneğin şunlara bir bakın:

Tabert tarihinde şöyle bir ifade vardır: "Bir keresinde Hz. Peygamber Zeyd'le görüşmek üzere evine gitti. Zeyd evde yoktu. Zeynep (ra) çamaşır yıkıyordu. O va­ziyette Hz. Peygamber onu gördü ve şu sözleri söyleyerek dışarı çıktı:

'Yüce Allah'ı teşbih ederim! Kalpleri değiştiren Allah'ı teşbih ederim![171]

Zeyd bu durumu öğrenince, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkıp: 'Eğer Zeyneb'i (ra) beğendiyseniz, onu boşayayım' dedi."

Bu değersiz ve asılsız rivayeti duygusallığı bir yana bırakarak naklettik. Çün­kü küfrü nakletmek, küfür olmaz.

İşte hıristiyan tarihçilerin yanlış iddialarına dayanak yaptıkları rivayet budur. Ama o çaresizler hadis ilmi metodu açısından bu rivayetin ne değer taşıdığını bilmiyorlar. Tarihçi Taberî bu rivayeti Vâkıdî aracılığıyla naklediyor. Halbuki bu adam ünlü bir yalana ve düzenbazdır. Amacı da, bu tür asılsız ve değersiz rivayetlerle, Abbâsîler'in zevk ü sefa sürmelerini caiz göstermek için ellerine dayanak vermektir.

Taberf den başka kimseler de bu tür asılsız rivayetleri nakletmişlerdir. Ama ha­dis bilginleri, onları tenkid etmeye değer bile bulamamışlardır.

Hafız Ibn Hacer, rivayet prensiplerine çok bağlı olan biridir. Buna rağmen Fet-hu'î-Bârî isimli eserinde, Ahzâb sûresinin tefsirinde bu olaydan bahsederken şöyle yazmaktadır:

"Daha birçok rivayet gelmiştir ki onları Ibn Ebî Hatim ve Taberî nakletmiştir. Bir çok tefsirci de bunları onlardan nakletmişlerdir. Bu rivayetlerle boş yere uğraş­mamak gerekir."

Meşhur hadisçilerden Hafız îbn Kesîr kendi tefsirinde şöyle der:

"Ibn Ebî Hatim ve îbn Cerîr burada seleften bazılarının rivayetlerini nakletmiş­lerdir ki, hatalı oldukları için onları gözardı etmek istiyoruz. İmam-ı Ahmed de bu olay hakkında bir rivayet nakletmiştir ve bu rivayet garip olduğundan, biz onu da zikretmeyi uygun görmedik."

Gerçek şu ki o günlerde münafıklar çok azgınlaşmalardı. Hz. Aişe'ye (ra) ya­pılan iftira da işte bu yıl ortaya çıkan olaylardandır. Münafıklar bu haberleri yayı­yorlardı ki, çocukların bile ağzında sakız gibi çiğneniyordu. Hatta bazı müslüman-lar bile Hz. Aişe'ye (ra*) yapılan iftiraya katılma hatasına düştüler. Bu yüzden on­lara şeriata uygun olarak ceza verildi. Kıyıda köşede kalmış kitaplardan, geriye ka­lan bu rivayetler, araştırma ölçüsü ve inceleme kıstası çok yüksek olan tmam-ı Bu-hârî ve Imam-ı Müslim gibi muhaddisler tarafından zikredilmeye değer bile görül­memişlerdir. [172]

 

Hicri  5.  Yılda  Meydana Gelen Değişik Olaylar

 

Bu yıla ait islâm tarihinin en önemli olayı kadınlar hakkında inen fıkıh hükümleri­dir. Bu ana kadar müslüman kadınlar, genel olarak cahiliye tarzına göre gezip dola­şıyor ve o günlerin alışkanlığına göre elbiseler giyiyor, takılar takıyorlardı. Artık ger­çek îslâmi hüküm gelmiş ve namuslu kadınların evden çıkarlarken büyük bir bez ile örtünerek çıkmaları, bununla yüzlerini kapatmaları, Örtüleriyle göğüslerini kapata­cak yürümeleri, yürürken -dikkat çekmek için- ayaklarını yerlere vura vura yürüme­meleri, mecburiyet olmadıkça kendilerini teşhir etmeden perde arkasından konuş­maları, işveli ve yapmacık edalarla konuşmamaları emri gelmiş, Resûlullah'ın eşle­rinin başka erkeklerin önüne çıkmalarının kesinlikle yasak olduğu bildirilmiştir.

Evlatlıkların bıraktıkları kadınlarla cahiliye döneminde evlenmek caiz değildi. Bu âdetin düzeltilmesi de işte bu yıl oldu. Zina cezası olarak yüz kırbaç vurulmasinı bildiren âyet de bu yıl indi. Namuslu kadınlara iftira etmek cahiliye dönemin­de önemsiz birşeydi. Bu çaresiz, güçsüz ve günahsız kimselerin elinde, kendileri­ne yapılan bu saldırıyı durdurmak için hiç bir kanun kalkanı yoktu. Bu yıl iftiranın cezasını belirten âyet nazil oldu. Bu âyet sayesinde, hiçbir şahit göstermeden, bir kişinin tek başına bir kadına veya karısına zina isnadı yapması suç kabul edildi. Delil ve şahit olmadığı durumlarda liân=lanetleşme/ yolu gösterildi. Yani hem ka­dının, hem kocasının kendisinin doğru olduğunu, karşı tarafın yalan söylediğini yemin ederek bildirmeleri ve ancak bundan sonra o kişilerin evliliğinin sona erdi­rilmesi gerektiğini belirten âyet inmiştir.[173]

Araplar arasında 'zihâr' denen bir çeşit boşama türü vardı. Bu yıl bu tür boşa­ma geçersiz kabul edildi ve bunun için kefaret ödenmesi kararlaştırıldı.

Su bulunmadığı durumlarda teyemmüm yapılması da bu yıla ait hükümler­dendir. Sahih rivayetlere göre Kur'ân-ı Kerîm'de ki korku namazına ait hüküm de bu yıl nazil olmuştur. Yukarıda sıraladığımız hususlarla ilgili geniş bilgi ilerleyen sayfalarda uygun yerlerde verilecektir. [174]

 

XIX. Hudeybîye Anlaşması

 

Hicri  6.  Yıl,  Zilkade  Ayı

 

Mekke-i Mükerreme'den bir konaklık mesafede Hudeybiye adında bir kuyu vardı. Oradaki köy de aynı kuyunun adıyla anılırdı. Barış anlaşması burada yazıldığı için bu olaya Hudeybiye barışı denilmiştir.

İslâm tarihinde bu olay son derece Önemlidir. İslâm'ın gelecekteki bütün başa­rılarının, zaferlerinin bir başlangıcıdır. Bu bakımdan Hudeybiye anlaşması sadece bir barış anlaşması olmasına, hem de görünüşte bir yenilgi olmasına rağmen Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bunu zafer olarak adlandırmaktadır. Kabe, İslâm'ın ana merkezidir. İslâm'ın temeli olan tek Allah inancını temsil eden Kabe, Hz. İbrahim tarafından inşa edilmişti. Zaten İslâm kelimesi de onun bıraktığı bir simge, hatıra bir isim ve unvandır.

"Ancak İbrahim'dir ki o, sizin adınızı müslüman koydu." (Hacc, 22/78)

Hz. Peygamber'e gelen şeriat yeni bir şeriat değildi. Aksine o İbrahim'in (as) şe­riatı idi.

"Babanız İbrahim'in dini......" (Hac, 22/78)

inşasının üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen ve her ne kadar torunları putperest olmuşsalar da bir îbrahim yadigârı olan Kabe, genel olarak Arablann kıblesiydi. Bütün Araplar onu, kendi ortak babalarından kalma miras kabul edi­yorlardı. Sadece îbrahim (as) soyundan gelen insanların değil, hatta soy zinciri baş­ka sülâlelerden ve soylardan gelen Kahtânîler de aynı şekilde kabul ediyorlardı. Arap kabileleri yıl boyunca aralarında vuruşurlar ve bu vuruşma, yağmalar onla­rın hayatının devamını sağlardı. Geçimleri yağmaya dayanmasına karşın haram aylar denilen dört ay boyunca bütün savaşlar durdurulurdu.

Arap kabileleri uzak yerlerden gelir ve herkesin kıblegâhı olan Kabe'de iba­det eder, inançlarına ait merasimleri yerine getirirlerdi. Birbirinin kanma susa­mış olan kabileler bile orada bir araya toplanmış gözükür, sanki sütle şeker gibi kardeş olmuşçasına birbirleriyle kaynaşırlardı. Müslümanlar zorla Mekke'den çıkarılmışlardı. Ama Kabe üzerinde diğer kabilelerin hakları olduğu kadar ken­dilerinin de bir o kadar hakları olduğunu hiç bir zaman akıllarından ve gönülle­rinden çıkarmamışlardı ve çıkaramazlardı. Bununla birlikte müslümanlann Mekke ile çeşitli bağları vardı. Birincisi: Orası, onların eski ve sevgili vatanlarıy­dı. Mekke her an ciğerlerini dağlayan bir ızdıraptı. Bilâl (ra) Mekke'de o kadar eziyet görmüş olmasına rağmen yine de Mekke'yi hatırladığında ağlar ve yük­sek sesle şu şiiri okurdu:[175]

" Ah! Yanımda Ezhar ve Celil de bulunduğu halde Mekke vadisinde bîr gece geçirebi­leceğim herhangi bir gün gelecek mi?"

"Yine bir gün gelecek mi ki, ben Mecenneh sularına ulaşayım ve Şame ile Tufeyl bana gözüksünler."

İkincisi: Muhacir müslümanlann çoğu canlarım kurtararak Mekke'den gelmiş­lerdi. Ama, aile ve çoluk-çocuklan orada kalmıştı. Bu yüzden onların hasretiyle de yanıyorlardı.

Üçüncüsü: İslâm'ın beş farzından biri Kabe'yi haccetmektir. Bu da bir özlem olarak önemli bir yer tutuyordu.

Kısaca söylemek gerekirse müslümanlann Mekke'yi özlemelerinin birçok sebe­bi vardı.

Hz. Peygamber sallallanu aleyhi vesellem Mekke'ye gitmeye karar verdiğinde, Kureyş yanlış düşünmesin ve başka bir ihtimali göz önünde bulundurmasın diye yanma silah almayıp, ihram giydi. Kurbanlık develeri de yanına alarak sefere çıka­cak herkese, yanlarına silah almamalarını, Araplar arasında yolculuğun gerekli aleti kabul edilen sadece kılıcı, o da kırımda durmak şartıyla almalarını emretti.

Muhacir müslümanlann hepsi ve ensânn da çoğu bu mutluluğu beklediklerin­den bindörtyüz kişi bu sefere kanldı. Zülhuleyfe denen yere ulaştıktan sonra kurban merasimlerinin ilk hazırlıkları yapılmaya başlandı. Yani yanlarında bulunan kur­banlık develerin boyunlarına kurban olduklarını gösteren demir nallar asıldı. Tedbir olarak Huzâ'a kabilesinden müslüman olduğunu Kureyşlilerin bilmediği bir kişi, Kureyş'in ne düşündüğünü öğrenip gelmesi için önceden Mekke'ye gönderildi. Hz. Peygamber, kafilesiyle, Usfân denen yere yaklaşınca Mekke'ye gönderilen kişi gele­rek, Kureyş'in bütün Ehâbiş kabilelerini bir araya topladığım ve: "Muhammed'i hiç­bir zaman Mekke'ye sokmayacağız!" diye karar aldıklarını haber verdi.

Kısacası; Kureyş büyük bir inat, gürültü ve patırtıyla karşı koymaya hazırlan­dı. Aralarında anlaşma olan müttefik kabilelere haber gönderdiler. Onlar da büyük kalabalıklar toplayarak geldiler. Mekke'nin dışında Beldah denen yere askerlerini topladılar. O ana kadar müslüman olmamış olan Hâlid b. Velîd, içlerinde Ebu Ce-hil'in oğlu tkrime'nin de bulunduğu ikiyüz süvariyi alarak ordunun öncü takımı halinde ilerlediler, Râbiğ ile Cuhfe arasmda bulunan Gamim'e kadar geldiler. Hz. Peygamber Kureyş'in Hâlid'i keşif kolu olarak gönderdiğini ve onların Gamim de­nen yere kadar geldiklerini, korunmak için sağ tarafa doğru yürümelerini söyledi. İslâm ordusu Gamim'e yaklaşınca, Hâlid'in atlarının tozu dumana kattıkları gö­ründü. Atları uçururcasına gittiler ve İslâm ordusunun Gamim'e kadar geldiğini Kureyş'e haber verdiler. Hz. Peygamber ilerledi ve Hudeybiye'ye ulaşarak durdu. Burada bir kuyu vardı, suyu az olduğu için İslâm kafilesi daha gelir gelmez suyu tükendi. Allah Resulü dua buyurunca Peygamber mucizesi olarak su o kadar ço­ğaldı ki herkes bol bol içerek suya kandı.

Huzâ'a kabilesi o ana kadar İslâm'ı kabul etmemişti ama İslâm'ın dostu, müt­tefiki ve sırdaşı idi. Kureyşliler'le diğer bütün müşrik kabilelerin, Hz. Peygamber'e karşı hazırladıkları bütün planlan ve aralarında aldıkları bütün kararları Hz. Pey­gamber'e bildirirdi. Huzâ'a kabilesinin en büyük lideri -Mekke fethinde müslüman olan- Büdeyl b. Verkâ idi. Hz. Peygamber'in gelişini haber alınca, bir kaç adamını alarak Hz. Peygamber'in huzuruna gitti ve Kureyş askerlerinin bir sel gibi akıp gel­diğini ve Hz. Peygamberi Kabe'ye sokmama karan aldıklarını söyledi. Resûlullah, Büdeyl'e: "Kureyş'e git de bizim Umre yapma niyetiyle geldiğimizi, savaşma niye­tinde olmadığımızı söyle. Kureyş savaştan yorgun düşmüştür. O bakımdan kendi­leri ile bir süre için barış anlaşması yapmamız iyi olur. Beni Araplar'la başbaşa bı­raksınlar. Bunu kabul ederlerse ne âlâ yoksa canımı yedi kudretinde tutan Yüce Mevla adına and içerim ki, Allah'ın emri yerine gelinceye, ya da ben ölünceye ka­dar onlarla savaşırım" buyurdu.

Büdeyl, Mekke'ye giderek Peygamber'in sözlerini Kureyş'e bildirdi. Urve b. Mesud es-Sekafî Peygamber'in gönderdiği haberi dinledikten sonra Kureyş'e şöy­le hitap etti:

"Ey Kureyş! Ben sizin babanız, siz de benim evlatlarım değil inisiniz?"

Orada bulunanların hepsi birden:

"Evet" dedüer.

Urve sözüne devam ederek:

"Benim hakkımda bir şüpheniz var mı?"

Kureyşliler: "Hayır, seni namuslu bir adam biliriz"

Urve:

"O halde müsaade edin de ben Muhammed'in yanına giderek aramızdaki da­vayı halledeyim. Çünkü yaptığı teklifi makul buluyorum" dedi.

Urve, Hz. Peygamber'in huzuruna giderek, Kureyş'in temsilcisi sıfatıyla şöyle dedi:

"Muhammed! Farzet ki Kureyş'i mahvetmeye muvaffak oldun. Kendi milleti­ni mahvetmiş olmaz mısın? Bu ise dünya tarihinde görülmemiş bir olaydır. Ama iş aksine olur da Kureyş seni mahvederse, başına toplanan şu insanlar elbet toz olur

giderler."

Bu sözler müslümanların samimiyetine ve Hz. Peygambere bağlılığına karşı büyük bir hakaret teşkil ediyordu. Orada bulunan Hz. Ebu Bekir tahammül ede­medi, öfkesinin şiddetinden adama hakaret ederek:

"Yani bizim Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'i terkedip, kaçacağımızı mı söylüyorsun?" dedi.

Urve, Hz. Peygamberce: "Bu kimdir?" diye sordu. Peygamber Efendimiz de: "Ebu Bekir'dir" dedi. Urve bunun üzerine:

"Onun ağır sözlerine ve bu şekilde hitabına cevap verirdim ama, onun bana yaptığı bir iyilik var, onun minnetini hâlâ boynumda bir borç olarak taşıyorum, iyiliğinin karşılığını da şu ana kadar veremedim" dedi.

Urve, Hz. Peygamberce teklifsizce konuşuyordu. Konuşma sırasında, karşı­sındakinin sakalından tutmak Araplar'm eski adeti olduğu için, Urve de Hz. Pey-gamer'in mübarek sakalına tekrar tekrar el uzatıyordu. Hz. Peygamber'in arka tarafında elinde kılıç ayakta duran Muğîre b. Şu'be bu cürete dayanamadı, Ur-ve'ye: "Çek elini! Bir daha uzatırsan o el geri çelalemez hale gelir" dedi. Urve, Muğîre'yi (ra) tanıdı ve: "Ey sahtekâr! Ben senin sahtekârlıklarında işlerini hallet­medim mi?" dedi. Muğîre (ra) bir kaç adam öldürmüş, kan bedelleri Urve tara­fından ödenmişti.

Urve, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e karşı sahabenin insanı hay­rete düşüren bağlılığını gördü. Bu manzara onun kalbinde müthiş tesir yaptı. Ku-reyş'e giderek: "Ben Iran Şahını, Bizans İmparatorunu ve Habeşistan Kralıru defalarca gördüm. Ama bu bağlılığı ve içten sevgiyi hiç bir yerde görmedim. Muham­med sallallahu aleyhi vesellem konuştuğu sırada, her tarafı sessizlik kaplıyor. Hiç kimse O'na doğru başını kaldırıp bakamıyor. O abdest alırken, yere düşen suyu ka­pışmak için herkes koşuşuyor. Tükürmek istese O'na olan sevgiden herkes ellerini açıyor ve tükürüğünü ellerine yüzlerine sürüyorlar/[176]

Urve ile görüşmeden kesin bir sonuç alınamadığı için Hz. Peygamber sallalla­hu aleyhi vesellem, Harrâş b. Ümeyye'yi (ra) Kureyş'e gönderdi. Ama Kureyş, Hz. Peygamberdin özel bineği olan, Harrâş b. Ümeyye'nîn bindiği deveyi öldürdü. Kendisini de öldürmek üzereydiler. Ama müttefik kabilelerin adamları onu kurtar­dılar. Harrâş binbir güçlükle canım kurtarıp geri döndü. Kureyş, bundan sonra müslümanlara saldırmaları için bir birlik gönderdi. Ama bunların hepsi müslü-manlar tarafından yakalanıp esir edildiler. Her ne kadar bu aşın bir küstahlık idiy­se de âlemlere rahmet olan Peygamber'in bağışlaması ondan daha genişti. Resûlul-lah hepsini bıraktı ve bağışlayarak geri gönderdi. Kur'ân-ı Kerîm'in şu ayetinde buna işaret edilmiştir:[177]

"O, sizi onlara karşı üstün getirdikten sonra Mekke'nin göbeğinde, onların el­lerini sizden, sizin de ellerinizi onlardan çekendir." (Feth, 48/24) [178]

 

Rıdvan   Biati

 

Sonunda Hz. Peygamber barış görüşmelerini yapmak için Hz. Ömer'i (ra) seçti. Ama Hz. Ömer (ra) özür dileyerek: "Kureyş benim can düşmanımdır. Mekke'de beni Kureyş'e karşı koruyabilecek, kabilemden tek kişi bile kalmadı" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Hz. Osman'ı gönderdi. O, bir yakını olan Ebbân b. Saîd'in himayesinde Mekke'ye girdi ve Hz. Peygamber Efendimizin mesajını ulaştırdı. Kureyş onu gözaltına almıştı. Ama her tarafa onun öldürüldüğü haberi yayıldı. Bu haber Hz. Peygamber'e gelince: "Osman'ın kanının karşılığını almak farzdır" bu­yurdu. Bunu dedikten sonra bir ağacm altına oturdu ve sahabe-i kirâm'dan canla­rını feda etmeleri üzere biat aldı. içlerinde kadınların da bulunduğu bütün sahabe-i kiram heyecanlı ve coşkulu bir hava içinde yüce Peygamber'in mübarek elini tu­tarak canlarını feda edeceklerine söz verdiler. Bu islâm tarihinin en şanlı ve en önemli olayıdır. Bu biatin adı Rıdvan Biâh'dır. Feth sûresinde bu olay ve altında oturulup biat alman ağaç zikredilmiştir:

"And olsun ki o ağacm altında sana biat ederken Allah, mü'minlerden razı ol­muştur. Kalblerinde olanı bilmiş, onlara güven indirmiş ve onları pek yakın bir fe­tihle mükafatlandırmıştır." (Feth, 48/18)

Daha sonra, Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberinin doğru olmadığı anlaşılmıştır.

Kureyş, Süheyl b. Amr'ı elçi olarak gönderdi. Son derece düzgün ve akıcı ko­nuşan biriydi. Bu yüzden insanlar ona; "Kureyş'in hatibi" unvanını vermişlerdi. Kureyşliler ona: "Barış ancak Muhammed'in bu yıl geri gitmesi şartıyla yapılabi­lir" dediler.

Süheyl, Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve uzun süre barış şartları üzerinde konuştu. Sonunda birkaç şart üzerinde uyuşma oldu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hz. Ali'yi çağırarak anlaşma şartlarını kaleme almasını emretti. Hz. Ali (ta) başlığa "Bismülarıirrahmanirrahim=Rahman Rahim Allah'ın adıyla" yazdı.

Arapların eskiden beri alışık olduğu şekil, yazıların basma "Bismikellahüm-me=Senin adınla Allahrm" yazmaktı. Bismülahirrahmanirrahim'i tanımıyorlardı. Bu yüzden Süheyl b. Amr: "BismiUahirrahmanirrahim yerine eskiden beri kullana-geldiğimiz o ifade yazılsın" dedi. Hz. Peygamber de kabul etti. Daha sonra gelen "Bu, Allah'ın Resûlu Muhammed'in kabul ettiği anlaşmadır" ifadesine Süheyl: "Eğer sizin peygamberliğinizi kabul etseydik çatışmaya ne gerek vardı? Sadece adınızı ve babanızın adını yazdırın yeter"dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de:

"Her ne kadar sen yalanlasan da Allah'a yemin ederim ki ben Allah'ın peygam­beriyim" buyurdu. Daha sonra Hz. Ali'ye (ra) emrederek:

"Sadece adımı yaz" diye emretti.

Hz. Ali'den daha çok kim Peygamber'in emrine hiç düşünmeden itaat edebilir­di. Ama bazan muhabbetle bağlılık o derece tarif edilmez noktaya ulaşır ki, önüne geçilemez, kabına sağmaz bir bağlılık haline gelir, bizzat sevgilinin emrine uyma­maya kadar gider.

Nitekim Hz. Ali (ra): "Ben asla adınızı silemem" dedi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

"Peki bana göster, adım nerede?" buyurunca,

Hz. Ali parmağını Resûlullah'ın adınm yazılı olduğu yere koydu. Resûlullah da o ifadeyi sildi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem yazma bilmiyordu. Bu yüzden kendi­sine 'ümmi' denilmişti. Sahîh-i Müslim'de bu olayın anlatıldığı yerde "Hz. Peygam­ber, 'Allah'ın Resûlu' ifadesini silerek 'Abdullah'ın oğlu Muhammed' yazdı" diye yazmaktadır. Buhârf de bu olay ana rivayete aykırı düştüğünden, fikirler savaşının yapıldığı bir tartışma haline gelmişti. Ama gerçek şudur ki, okuma-yazma işi her za­man insanın gördüğü bir olay olduğundan ve her an diğer insanların yazıp çizdiği­ni gören, ama okuma-yazma bilmeyen bir insan da kendi adının harflerini tanıyıp öğrenebilir. Bu kadarcık bir şeyden de ümmîlik sıfatında bir farklılık meydana gelmez. Şüphesiz ümmî oluşu Hz. Peygamber'in övüncüdür ve bizzat Kur'ân-ı Ke-rîm'in kendisinde bu nitelik, şeref ve üstünlük derecesi olarak kullanılmıştır:

"Okuma-yazma bilmeyen nebî bir Peygamber'in peşinden gidenler" (Araf, 7/157)

Barış şartlan şunlardı:

1. Müslümanlar bu yıl Mekke'yi ziyaret etmeden geri gideceklerdir.

2. Gelecek yıl gelecekler ve sadece üç gün Mekke'de kalıp, geri döneceklerdir.

3. Silahlı olarak gelmeyecekler, sadece yanlarında kılıç bulunacak, o da kınları­na sokulmuş vaziyette ve çuvalların içerisinde, açıkta tutulmayacak şekilde bulu­nacaktır.

4. Öteden beri Mekke'de yaşayan müslümanlardan hiç birini, Medine'den gelen müslümanlar yanlarına alıp, gidemeyeceklerdir. Medine'den gelen müslümanlardan biri Medine'ye dönmeyip Mekke'de kalmak isterse onu alıp götüremeyeceklerdir.

5. Mekke'deki kâfirlerden veya müslümanlardan biri eğer Medine'ye giderse geri verilecek, ama bir müslüman Mekke'ye gelirse geri verilmeyecektir.[179]

6. Arap kabileleri iki gruptan dilediği ile anlaşma yapabilecek ve onun tarafına geçebilecektir.

Görünüşte bu şartlar müslümanların aleyhindeydi. Ne tesadüf ki tam anlaşma şartlan yazılırken daha önce müslümanlığı kabul etmiş olan ve Mekke'de kâfirle­rin hapsedip, türlü işkenceler yaptığı Ebu Cendel (ra) bir yolunu bularak kaçıp, ayağında zincir halkalan olduğu halde geldi. Herkesin gözü önünde bitkin olarak yere yıkıldı.

Süheyl:

"Ey Muhammed! Barışın uygulanmasının bu ilk denemesidir. Ebu Cendel'i ba­rış şartlarına uygun olarak bana geri ver" dedi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise:

"Henüz barış şartlan kaleme alınmamıştır" buyurdu.

Süheyl:

"O halde banş şartlarını kabul etmiyorum" deyince,

Hz. Peygamber:

"Peki onu burada bırak" buyurdu. Ama Süheyl kabul etmedi. Hz. Peygamber birkaç kere ısrar etti. Ama Süheyl hiçbir şekilde razı olmadı. Hz. Peygamber mec­buren kabul etmek zorunda kaldı.

Ebu Cendel'i kafirler o kadar dövmüşlerdi ki, vücudunda yara ve dayak izleri vardı. Milletin önünde bütün yaralan gösterdi ve: "Müslüman kardeşlerim! Beni tekrar bu şekilde görmek ister misiniz? Ben müslüman oldum, beni bundan sonra kâfirlerin eline geri mi veriyorsunuz?" dedi. Bütün müslümanlar heyecanlanıp ir-kildi. Ömer (ra) kendini tutamadı. Hz. Peygamber'in huzuruna geldi ve:

"Ey Allah'ın Resûlu! Sen Hak Peygamber değil misin?" dedi.

Hz. Peygamber de:

"Evet, hak Peygamberim", buyurdu.

Hz. Ömer:

"Sen hak üzere değil misin?" dedi.

Resûlullah:

"Evet, hak üzereyim" buyurdu.

Hz. Ömer:

"O halde biz, dinde bu aşağılığa nasıl katlanırız" deyince,

Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem:

"Ben Allah'ın Peygamberiyim ve Allah'ın emrine karşı gelemem, Allah bana yardım edecektir" buyurdu.

Hz. Ömer (ra):

"Sen bize: 'Kabe'yi tavaf etmeye gidiyoruz' demedin mi?" deyince,

Hz. Peygamber:

"Ama ille de bu yıl tavaf edeceğiz demedim" buyurdu.

Bunun üzerine Hz. Ömer kalkıp Hz. Ebu Bekir'in yanma geldi ve aynı şeyleri onunla konuştu. Hz. Ebu Bekir (ra): "O Allah'ın Peygamberi'dir, ne yapıyorsa Al­lah'ın emriyle yapmaktadır" dedi.[180]

Hz. Ömer daha sonra, Ebu Cendel'in yürekler acısı manzarası karşısında üzün­tüsünü yenemeyerek, takındığı bu tavırdan dolayı çok pişman olmuş ve yaşadığı müddetçe bunun ıstırabını içinde duymuştu. Allah'ın affına nail olmak için, nafile namazlar kılmış, oruçlar tutmuş, hayırlar yapmış, köleler azâd etmişti. Buhârfde her ne kadar bu hareketler kısaca zikredilmiş ise de Ibn tshâk bunları teker teker bütün ayrıntılarıyla anlatmıştır. Bir bakıma sahabe-i kirâm'ın, barış anlaşmasının bu şekilde sonuçlanmasına tahammül göstermeleri onlar için çok ağır bir imtihan­dı. Bir tarafta görünüşe göre İslâm aşağılanmaktadır. Ebu Cendel, ayaklarına zin­cir bağlanmış vaziyette 1400 İslâm mücahidine 'Beni kurtarın!' diye yalvarmaktadır. Herkes heyecan ve öfkeyle doludur. Hz. Peygamberin bir işaretiyle kılıçlar çe­kilecek durumdadır. Diğer tarafta ise anlaşma olup bitmiştir. Hz. Peygamber Ebu Cendere (ra) baktı ve: "Ey Ebu Cendel! Sabır ve tahammülle hareket et. Allah Te-âlâ senin için ve mazlumlar için bir kolaylık ve çıkış yolu gösterecektir. Kureyşli-ler'le aramızda bir barış anlaşması yapılmıştır ve onu artık bozamayız" buyurdu.

İşte böylece Ebu Cendel (ra), ayaklarına zincir vurulmuş olduğu halde geldiği gibi geri girmek zorunda kaldı.

Hz. Peygamber: "insanlar burada kurbanlarmı kessinler" diye emir verdi. Ama sahabîler o kadar üzgün ve o kadar neşesizdi ki bir kişi olsun yerinden kalkmadı. Hatta Sahîh-i Buhârî'de[181]anlatıldığı gibi: "Resûlullah üç kez emretmesine rağmen bir kişi dahi buna yanaşmadı. Hz. Peygamber ailesinin yanma döndü. Mü'minle-rin annesi Ümmü Seleme'ye (ra) üzgün bir şekilde durumu anlattı. Ümmü Seleme, Hz. Peygambere: 'Siz kimseye bir şey söylemeyin. Kendiniz dışarı çıkıp kurbanı­nızı kesin. İhramınızı çıkarmak için saçlarınızı tıraş edin' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber dışarı çıktı, bizzat kurbanmı kesti ve ihramını çıkarmak için saçını traş ettirdi. Artık herkes bu kararda bir değişiklik olmayacağına kesinlikle inanınca, bü­tün sahabe-i kiram da kurbanlarını kesip ihramlarını çıkardılar."

Barış anlaşmasından sonra üç gün boyunca Hz. Peygamber Hudeybiye'de kal­dı. Ardından hareket etti. Yolda şu âyet indi:

"Şüphesiz Biz sana açık bir zafer lütfettik" (Fetih, 48/1)

Bütün müslümanların yenilgi sandıkları şey için Allah Teâlâ, "Kesin ve açık bir fetih" buyurmaktadır.

Hz. Peygamber Ömer'i çağırarak: "Şu âyet nazil oldu" buyurdu ve ona yukarı­daki âyeti okudu. Hz. Ömer hayretle: "Bu, bir zafer midir?" diye sordu. Hz. Pey­gamber ise:

"Evet, kesin bir zaferdir" buyurdu. Sahîh-i Müslim'de şöyle deniyor: "Hz. Ömer'in içi rahatladı ve rahatlık hissetti."[182] Daha sonra yaşananlar, bu anlaşma­nın ne gibi gizli sırlar taşıdığını ortaya çıkaracaktı.

O ana kadar müslümanlarla kâfirler kendi aralarında buluşup görüşmüyorlar­dı. Barıştan dolayı gidiş, geliş başladı. Ticaret ve aile ilişkilerinden dolayı kâfirler Medine'ye geliyor, aylarca kalıyorlar, müslümanlarla buluşup görüşüyorlardı. Her konuşma sırasında îslâmî meseleler söz konusu ediliyordu. Bununla birlikte her müslüman İhlasın, güzel hareketin, iyi davranışın, güzel ahlâkın canlı bir tasviriy­di. Mekke'ye giden müslümanların halleri işte bu manzaraları ortaya koyuyordu.

Bu sebeple de kâfirlerin gönlü kendiliğinden islâm'a kayıyordu. Tarihçilerin anlat­tığına göre, bu barış anlaşmasından itibaren Mekke'nin fethine kadar geçen süre­de o kadar çok insan müslüman oldu ki daha Önce hiç bu kadar fazla insan müs-lüman olmamıştı. Suriye fatihi Hâlid (ra) ile Mısır fatihi Amr b. el-As'ın müslüman oluşları işte bu dönemin bir hatırasıdır. Barış anlaşmasında bulunan, ''Müslüman olup da Mekke'den Medine'ye gidenler tekrar Mekke'ye geri verileceklerdir" şartı içine sadece erkekler giriyor, kadınlar girmiyordu. Bu nedenle özel olarak kadınlar hakkında şu âyet indi.

"Ey mü'minler! Mü'min kadınlar sizin yanınıza hicret edip'geldiğinde onları imtihana çekin, Allah onların imanını en iyi şekilde bilendir. Eğer siz onların müs­lüman olduğunu bilirseniz, onları kâfirlerin yanına geri göndermeyin. O mü'min kadınlar, ne o kâfir erkekler için helaldir, ne de o kâfir erkekler, o mü'min kadın­lar için helal olabilir. O mü'min kadınlara, kâfir erkeklerin harcadığı parayı kendi­lerine veriniz. Ücretlerini verdiğiniz taktirde onlarla evlenmenizde hiç bir salonca yoktur ve kâfir kadınları nikahlarınızda tutmayınız." (Mümtehine, 60/10)

Zorunlu olarak Mekke'de kalan müslümanlara kâfirler ağır işkenceler yaptık­ları için onlar kaçıp kaçıp Medine'ye geliyorlardı, tik önce Utbe b. Useyd (ra) -Ebu Busayr- kaçarak Medine'ye geldi. Kureyşliler adamımızı bize iade edin diye Hz. Peygamber'e iki adam gönderdiler. Hz. Peygamber de Utbe'ye (ra):

"Geri git" buyurdu. Utbe ise:             

"Ey Allah Resulü, dinden dönmeme zorlamaları için kâfirlerin yanına gönderi­yorsunuz" dedi.

Hz. Peygamber:

"Allah Teâlâ bunun için bir düzenleme yapacaktır ve hayra yönlendirecektir" buyurdu.

Utbe (ra) mecbur kalarak iki kâfirin kontrolü altında geri gitti. Ama Zülhuley-fe'ye varınca o ikisinden birini öldürdü, diğeri kurtulup kaçtı. Kaçan adam Medi­ne'ye gelip Hz. Peygamber'e şikayetçi oldu. O sırada Ebu Busayr da geldi ve:

"Siz verdiğiniz söze uygun olarak kendi tarafınızdan beni iade ettiniz. Artık hiç bir sorumluluğunuz kalmadı" diyerek Medine'den ayrıldı. Deniz kenarında Zu-merve yakınında bulunan Iys denen mevkiye yerleşti. Mekke'nin kimsesiz ve ezi­yet çeken müslümanları, sığınacak bir yer ortaya çıktığını Öğrenince gizlice kaça­rak buraya gelmeye başladılar. Bir kaç gün sonra burada hatırı sayılır bir kalabalık toplandı ve bunlar o kadar büyük bir güç meydana getirdiler ki, Kureyş'in Suri­ye'ye gidip gelen ticaret kervanlarının yolunu kesmeye, yağmaladıkları bu kervan­lardan ele geçirdikleri mallarla geçimlerini sağlamaya başladılar. Kureyş mecbur kalarak Hz. Peygamber'e bir mektup yazdı ve anlaşmalarındaki o şarttan vazgeç­tiklerini, isteyen her müslümanın Medine'ye giderek yerleşebileceğini, kendileri­nin buna hiç bir şekilde müdahale etmeyeceklerim bildirdiler. Bunun üzerine Al­lah Resulü mektup yazarak yurtlarından uzak kalmış, kimsesiz müslümanların Medine'ye gelmelerini bildirdi. Nitekim Ebu Cendel (ra) ve arkadaşları Medine'ye gelip yerleştiler. Kureyş kervanının yolu da eskisi gibi açılmış oldu.[183]

Utbe b. Ebu Mu'ayf in kızı olan Ümmü Külsûm (ra) müslüman olmuştu. Mek­ke'den Medine'ye hicret etti. Ama arkasından iki kardeşi Ammâra ile Velîd de gel­diler ve Hz. Peygamber'den onu geri vermesini istediler. Hz. Peygamber bu isteği kabul etmedi. Sahabe-i kirâm'ın hanımlarından Mekke'de kalmış olanları ve kâfir­likte devam edenleri sahabe-i kiram boşadı. [184]

 

XX. İslamiyet'in Yayılması

 

(Hicri  6.  Yıl)

 

"Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır" (Nahl, 16/125)

Hudeybiye barışıyla bir ölçüde sükûnet ve huzur elde edilince, artık îslâmî me­sajın bütün dünyaya duyurulması zamanı gelmişti. O yüzden Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem bir gün bütün ashabını topladı ve şöyle bir konuşma yaptı:

"Ey insanlar! Allah beni bütün dünyaya rahmet ve elçi olarak gönderdi. Dikkat edin İsa'nın (as) havarileri gibi aranızda ihtilafa düşmeyin. Gidin benim adıma hakkın mesajını ulaştırın" buyurdu. Daha sonra Allah Resulü Bizans hükümdarı­na, İran Şahına, Mısır Kralına ve Arap liderlerine İslâm'a davet mektupları gönder­di. Kendilerine mektup gönderilenlerin ve mektupları götürenlerin isim listesi aşa­ğıdaki gibidir:

Dıhyetu'l-Kelbî (ra), Bizans imparatoruna.

Abdullah b. Huzâfe's-Sehmî (ra), Iran Şahı Hüsrev Pervîz'e.

Hâtıb b. Ebu Belte'a (ra), Mısır Kralına.

Amr îbn Ümeyye (ra), Habeş kralı Necâşf ye.

Süleyt b. Ömer b. Abdişems (ra), Yemâme liderine.

Şucâ' b. Vehb el-Esedî (ra), Şam bölgesi lideri Haris el-Gassanfye.[185]

İranlılar birkaç yıl önce Suriye'ye saldırarak Bizanshlar'ı yenmişlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay "Romanlar mağlup oldu..." (Rûm, 30/2)" âyetiyle haber verilmistir. O yenilginin intikamını almak için imparator Heraklius, muhteşem bir or­du hazırladı ve îranlılar'a saldırarak onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Kazandığı za­ferden dolayı Allah'a şükretmek için Humus'tan Kudüs'e gelmişti. Öyle bir ihti­şamla gelmişti ki, geçtiği yerlere halılar seriliyor, üzerine de güller döşeniyordu.[186]

Suriye'de Bizans imparatorunun idaresi altında yaşayan Araplar, Gassanî Arapları idi ve başkentleri, Şam yakınlarındaki Busrâ şehriydi. Bugünlerde ona Havran denilmektedir. O dönemde bu sülâlenin tahtta oturan adamı Haris el-Gas-sanî idi. Dıhyetu'l-Kelbî (ra), Hz. Peygamber'in mübarek mektubunu burada, Busra'da bulunan Haris el-Gassanrye verdi. Haris de mektubu, Kudüs'te bulunan Bizans imparatoruna gönderdi. İmparator mektubu alınca: "Araplar'dan bir kişi varsa bulun getirin" diye emir verdi. Tesadüfen o sırada Arap tüccarları ile birlik­te Ebu Süfyân Gazze'de bulunuyordu. Bizans imparatorunun adamları, Gaz-ze'den onu alıp getirdiler.

İmparator kalabalık bir divan topladı. Saltanat taam giyerek tahta oturdu. Tah­tın dört tarafı patrikler, papazlar ve ruhbanlarla çevriliydi. Araplar'a dönerek: "Aranızda bu Peygamberlik iddiasında bulunanın akrabası var mı?" diye sordu. Ebu Süfyân: "Ben varım" dedi. Sonra aşağıdaki gibi bir konuşma oldu:

İmparator: "Peygamberlik iddiasında bulunanın sülâlesi nasıldır"

Ebu Süfyân: "Şereflidir."

İmparator: "Bu sülâleden, Peygamberlik iddiasında bulunan oldu mu?"

Ebu Süfyân: "Hayır."

İmparator: "Bu sülâleden hükümdar çıktı mı?"

Ebu Süfyân: "Hayır"

İmparator: "Bu dini kabul edenler zayıf kimseler mi, yoksa güçlü kimseler mi?"

Ebu Süfyân: "Zayıf kimseler."

İmparator: "Ona tabi olanlar artıyor mu, eksiliyor mu?"

Ebu Süfyân: "Gittikçe çoğahyorlar."

İmparator: "Bu adamın yalan söylediğini gördünüz mü?"

Ebu Süfyân: "Hayır"

İmparator: "Arasıra da olsa verdiği söze aykırı harekette bulunur mu?"

Ebu Süfyân: "Şu ana kadar olmadı. Ama bir süre Önce yeni bir barış anlaşması yaptık. Verdiği sözde durup durmayacağım göreceğiz."

İmparator: "Onunla savaşanız mı?"

Ebu Süfyân: "Evet"

imparator: "Savaşın sonu ne oldu?"

Ebu Süfyân: "Bazan biz galip geldik, bazan o."

imparator: "Neler öğretiyor?"

Ebu Süfyân: "Bir Allah'a ibadet edin, Allah'tan başka şeyleri O'na ortak koşma­yın, namaz küm, iffetli yaşayın, doğru konuşun, yakın akrabalarınızı ziyaret edin, diyor."

Bu konuşmadan sonra Bizans imparatoru tercüman aracılığıyla: "Soyunun temiz olduğunu söylediniz. Peygamberler daima temiz ailelerden doğar. Sülâlesinde, baş­ka birinin peygamberlik iddiasında bulunmadığını söylediniz. Eğer bulunsaydı o za­man ailesinden gelen bir etkiyle böyle bir iddiada bulunduğunu sanırdım. Bu aileden hiç bir hükümdar çıkmadığını söylüyorsunuz, eğer çıkmış olsaydı o zaman hüküm­darlığa heveslendiğini sanırdım. Asla yalan söylemediğini belirtiyorsunuz, insanlara yalan söylemeyen, Allah adına nasıl yalan söyleyebilir? Ona daha çok zayıf kimsele­rin bağlandığını söylüyorsunuz, Peygamberlere ilk uyanlar daima zayıf kimseler olur. Dininin durmadan geliştiğini söylüyorsunuz. Gerçek dinlerde daima böyle olur. Hiç kimseyi aldatmadığını söylediniz, Peygamberler kimseyi aldatmaz. Namazı, Al­lah korkusunu, temiz ve dürüst bir hayatı tavsiye ettiğini söylediniz. Eğer bu doğruy­sa Onun dini ayağımın durduğu şu toprağa hakim olacaktır. Bir Peygamber'in gel­mekte olduğunu düşünüyordum. Ama Araplar'dan çıkacağını sanmıyordum. Eğer oraya gidebilseydim, kendi ellerimle ayaklarını yıkardım", dedi.

Bu konuşmadan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in gönderdi­ği mektubun okunmasını emretti.

Mübarek Peygamber'in gönderdiği mektubu şöyleydi: "Bismillahirrahmanirrahim

Allah'ın kulu ve Peygamberi Muhammed'den, Bizans'ın büyük lideri Herakli-us'a.

Doğru yola uyanlara selam olsun. %ni, islâm davetini kabul etmeye çağırıyo­rum. Müslüman ol ki selamet bulasın. Allah sana iki misli mükafat verecektir. Eğer kabul etmez de yüz çevirirsen emrinde olan halkın da günahları senin boynunadır. "Ey Kitap ehli! Sizinle aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. —O da— Allah'tan başkasına ibadet etmememiz, ona hiç bir şey ortak koşmamamız ve bazılarımız — Allah'ı bırakarak— bazılarını rab edinmememizdir. Eğer bu çağrıdan yüz çevirir­lerse deyiniz ki: Şahit olunuz ki bizler müslümanız."

Bizans imparatorunun Ebu Süfyân'la yaptığı konuşmadan dolayı papazlar ve saray mensupları çok huzursuz olmuşlardı. Hz. Peygamber'in mübarek mektubu­nun okunması üzerine daha da huzursuzlaştılar. Bunu gören imparator, Araplar'ı huzurundan çıkarttı. Kalbine islâm'ın nuru girmişse de taç ve tahtın karanlıkları arasında o nur sönüp gitti.

İran Şahı Hüsrev'e yazılan mektubu ise Abdullah b. Huzâfe (ra) götürdü.

Mektup şöyle idi:

"Bismillahirrahmanirrahim

Allah Resulü Muhammed'den iran'ın büyük lideri Kisra'ya

Doğru yola uyanlara, Allah'a ve peygamberlerine iman edenlere, Allah'tan başka ilah olmadığına, benim de, yaşayanları yanlış yola gitmekten alıkoymam için bütün insanlara gönderilen Allah'ın elçisi olduğuma kesin şekilde inananlara selam olsun. Müslüman ol ki kurtuluş bulasın. Bu teklifimi reddedersen bütün me-cusîlerin günahı boynuna olsun."

Hüsrev Perviz çok ihtişamlı ve azametli bir hükümdardı, imparatorluğu döne­minde sarayın elde ettiği ihtişam ve azamet, geçmişte görülmemiş seviyedeydi. Acemlerin usulüne göre hükümdarlarına mektup yazılacağı zaman mektubun ba­şına önce şahın adı yazılırdı. Hz. Peygamber'in mübarek mektubunda ise Önce Al­lah'ın adı, sonra Araplar'in adeti üzere Hz. Peygamber'in adı yazılıydı. Hüsrev bu­nu kendine hakaret kabul etti ve: "Benim kullarımdan biri nasıl bana böyle bir mektup yazabilir?" dedi. Sonra mübarek mektubu parçalayıp attı. Ama bir süre sonra Acem imparatorluğunun kendisi paramparça oldu. Dünyanın ünlü şairlerin­den iranlı meşhur Nizamî, "Hüsrev ile Şirin" adlı destanda bu olayı genişçe anlat­mış ve islâm heyecanı ile coşarak yazmıştır. Bu destandan bir kaç beyti buraya nakletmek istiyoruz:

"O devirde dünya Hüsrev'in esiriydi. Doğu'dan batıya onun adî ve ünü vardı.

Peygamberimiz kesin delillerle geldi, peygamberliğini bütün dünyaya ilan etti.

Bazan sert kayalara sırlar söylemişti, bazan milletler aralarında onun hikayesini anla­tıyordu.

Peygamberimiz bütün insanları islâm'a çağırıyor, her ülkeye mektuplar yolluyordu.

Kendi kereminden bir güzel koku hazırlamalarını, her birine bir satır yazmalarını em­retti.

Necâşî'ye güzel bir mektup yazdıktan sonra, Hüsrev'e de bir mektup gönderdi.

Elçi mektubu takdim edince, hiddetinden Hüsrev'in vücudu titredi.

Öfkesinden her kılı bir ok oldu, her damarı volkan haline geldi.

Pırıl pırıl parlayan o heybetli adı, Perviz'den üste yazılan Muhammed'in adını gördü.

Bütün dünyayı aydınlatan o ulu adı görünce, su gören kuduz köpek gibi oldu.

Hükümdarlık gururu onu çileden çıkardı ve: "Benim gibi bir hükümdara kim küstah­lık edebiliri" dedi.

"Kim bana böyle saygısızlık yapar da, adını adımın üstüne yazar!" dedi.

Boyun kıran o mektubu parçaladı, mektubu değil, aksine kendi adını parçaladı.

Elçi bu hiddeti görünce ayağım topraklara koyarak geri döndü. Öfkeden ateş gibi olan adamı, her tarafı aydınlatan Hz. Peygamber'e haber verdi. O başları dik tutan lambanın hararetinden dualar, gibi kelebekler gibi uçuştu. Bu dualarla Acem'in Kisrası yere düştü. Kisra'nın tacı, tahtı yerle bir oldu. Hz. Peygamber ne yüce bir sultandır ki korku ve ümitler saçarak hükümdarlara hakim oldu."

Bu özet bilgileri biraz açıklarsak deriz ki: Hz. Peygamberin mübarek mektubu ulaştıktan sonra Hüsrev Perviz, Bâzân adındaki Yemen valisine bir ferman gönde­rerek: 'Teygamberlik iddia eden adamı yakalayıp huzuruma getirmeleri için biri­ni Hicaz'a gönder!" diye emretti. Bâzân da birinin adı Babuye, diğerinin adı Har Kusra^olan iki kişiyi Medine'ye gönderdi. Bu iki adam Hz. Peygamber'in huzuru­na gelerek: "Dünya hükümdarı Kisra sizi istiyor. Eğer emrine uymazsanız, sizi ve ülkenizi yerle bir edecek" dediler.

Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Siz gidiniz ve ona:

islâm idaresinin, Kisra'nın başkentine kadar ulaşacağmı söyleyiniz"[187] buyur­du. Bu cevabı alarak Yemen'e döndüklerinde Hüsrev Pervîz'in, oğlu Şîrveyh tara­fından öldürüldüğünü haber aldılar.

Habeş Kralı Necâşî'ye gönderilen, Hz. Peygamber'in davet mektubunun ceva­bı geldi. Cevabi mektupta Necâşî diyordu: "Sizin Allah'ın gerçek Peygamber'i ol­duğunuza bütün varlığımla inanıyorum." Hicret ederek Habeşistan'a giden Cafer Tayyar (ra) orada bulunuyordu. Necâşî onun elini tutarak islâm'a biat etti. Ibn Is-hâk şöyle rivayet ediyor:

"Necâşî oğlunu, altmış kişiyle birlikte saygılarını sunmak üzere Hz. Peygam­ber'in huzuruna gönderdi. Ama gemi denizde battı ve bu heyet sularda kayboldu."[188]

Siyerciler şöyle yazarlar:

"Necâşî hicretin dokuzuncu yılında öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve-sellem o sırada Medine'de bulunuyordu. Bu haberi duyunca Necâşî'nin gıyabında onun cenaze namazını kıldırdı." Ama bu yanlıştır. Çünkü Sahîh-i Müslim açık ve net olarak, Hz. Peygamber'in cenaze namazım kıldırdığı Necâşî'nin, o Necâşî ol­madığını söylemektedir. Ama îbn Kayyım, siyercilerin rivayetini desteklemekte ve Müslim'in rivayetinin bu kısmını râvinin zannı kabul etmektedir.[189]

Hicret yoluyla Habeşistan'a gidenler arasında Muâviye'nin (ra) kızkardeşi Ümmü Habibe (ra) da vardı. Kocası ölmüştü. Hz. Peygamber Necâşî'ye mektup yazarak: "Ümmü Habibe'ye evlenme teklif ettiğimi bildir ve onu bana gönder" buyurdu. Necâşî, Hâlid b. Saîd b. el-As'ı temsilci yaptı. O da Hz. Peygamber adı­na nikahta temsil görevini yerine getirdi. Necâşî, Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem adına dörtyüz altın mihir verdi. Nikah kıyıldıktan sonra Ümmü Ha-bibe (ra) gemiye binerek hareket etti ve Medine'ye en yakın olan limanda indi. O sırada Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Hayber'de bulunuyordu. Hz. Peygamber Necâşî'ye ait durumları genelde Ümmü Habibe'ye (ra) sorar öğre­nirdi.[190]

Mısır Hükümdarı olan Mukavkıs ise, Hz. Peygamber'in yazdığı mektuba ce­vap olarak, Arapça bir mektup yazdı:

"Abdullahoğlu Muhammed'e, Kıptîlerin büyük lideri Mukavkıs'tan. Selam üzerinize olsun.

Mektubunuzu okudum. Anlattıklarınızı ve davet ettiğiniz şeyi kavradım. Bir peygamber geleceğini biliyordum ama, Suriye tarafından çıkacağını sanıyordum. Gönderdiğin elçiye ikramda bulundum. Mısır'da kendilerine değer verilen iki kız gönderiyorum,[191] sizin için de elbise ve bir binek katırı gönderiyorum."

Bu nezâket ve ikrama rağmen Mısır hükümdarı islâm'a girmedi. Gönderdiği iki kızdan biri Mâriye el-Kıptiyye idi. Bilahare Hz. Peygamber'in eşleri arasına ka­tıldı. Diğeri ise Hz. Hasan'ın (ra) uhdesine verilen Şîrîn idi. Katırın adı. Düldül idi. Bir çok hadis kitabında bu katırın adı geçmektedir. Huneyn savaşında Hz. Pey­gamber ona binmişti. Taberî şöyle der: Mâriye ve Şîrîn kızkardeştiler. Hz. Peygam­ber'in kendisine mektup vererek Mukavkıs'a gönderdiği Hâtib b. Belte'a'nın (ra) gelirken yol boyunca anlatması sonucu, iki kadın Hz. Peygamber'in huzuruna ulaşmadan İslâm'ı kabul etmişlerdi. Bu olaya şu açıdan bakmak gerekir: Bu iki ka­dın hem cariye değillerdi, hem de islâm'ı kabul etmiş oldukları için Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem Mâriye ile evlenmiş olmalıdır. Bir cariye olarak Hz. Peygamber'in haremine girmemiştir.

Arap liderlerine yazılan mektupların da değişik cevapları geldi. Yemâme lide­ri Hevze b. Ali: "Söylediğin sözler çok güzel. Eğer devlet idarenden bana da bir miktar pay verirsen sana tabi olmaya hazırım" diyordu.

islâm ülke fethetme ve idare etme arzusuyla gelmemiştir. O yüzden Hz. Pey­gamber: "Elimde bir karış toprak olsa, onu bile vermezdim" buyurdu.

Suriye havalisinin lideri olan ve Bizanslılar'in emri altında civardaki Arapları yönetim altında bulunduran Gassânî lideri Haris, mektubu okuyunca çok öfkelen­di ve derhal ordu hazırlanmasını emretti. Bu gelişme üzerine müslümanlar onun saldırısını beklemeye başladılar. Böyle bir saldın olmadı ama bunun sonucu olarak Mûte, Tebük ve başka savaşlar çıktı. [192]

 

Değtşîk   Olaylar  

 

Allah Teâlâ, Hudeybiye barışma "Açık ve kesin zafer" demişti. Ama bu fetih, fizik­sel bir fetih olmayıp kalplerin fethiydi. Yayılabilmek için İslâm'ın huzur ve güve­ne ihtiyacı vardı. O da bu barışla sağlanmış oldu. Barışı düşmanları bile fetih ka­bul ediyordu. Kureyş'le müslümanlar arasında o ana kadar yaşanan savaşlarda Hâlid b. Velîd'in adı, askeri açıdan Kureyş'in en yetenekli mensuplarından biri ola­rak öne çıkıyordu. Cahiliyye döneminde süvari birliği komutanlığı ona verilmişti. Kureyş'in Uhud'da kayan ayakları onun çabalarıyla yeniden tutunmuştu. Hudey-biye'de Kureyş'in keşif birliği onun komutası altındaydı. Ama Kureyş'in bu büyük komutanı da sonunda islâm'ın kalpleri fethinden kendini kurtaramadı.

Hudeybiye barışından sonra Hâlid b. Velîd (ra) Mekke'den çıkarak Medine'ye yöneldi. Yolda Amr b. el-As ile karşılaştı. Amr, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu. O da: "Müslüman olmaya gidiyorum, bu inat daha ne kadar sürecek?" dedi. Amr b. el-As: "Ben de aynı niyetle gidiyorum" dedi. iki dost birlikte Hz. Peygamberin huzuruna geldiler ve islâm'la şereflendiler.[193] islâm'a karşı koyma yolunda harca­nan bu cevherler, artık islâm'a sevgi ve hizmet yolunda harcanmaya başlamıştı. Mekke'nin fethi sırasında Hâlid (ra), bir müslüman birliğinin başında Hz. Peygam­ber'in önünden geçtiği sırada Hz. Peygamber: "Bu kim?" diye sormuştu. Yanında­kiler: "Hâlid!" dediler. Hz. Peygamber de: "Allah'ın kılıcı" buyurdu.[194]

Mûte savaşında Ca'fer (ra), Zeyd b. Harise (ra) ve Abdullah b. Revâha'dan (ra) sonra sancağı Hâlid b. Velîd eline aldığı zaman müslümanlar tehlikeden kurtul­muşlardı.

Bu iki yiğitten biri olan Hâlid (ra), Râşid halifeler döneminde Suriye toprakla­rını Bizans imparatorundan aldı. Amr b. el-As ise, Mısır fatihi oldu. [195]

 

XXI. Hayber Fethi Ve Sonuçları

 

Hayber, muhtemelen "kale" anlamına gelen Ibranice bir kelimedir. Burası Medine-i Münevvere'den sekiz durak uzaklıktadır. Avrupalı gezginlerden Doughty birkaç ay burada kalmıştır. O, Hayber'in Medine'ye uzaklığının 200 mil olduğunu yazmaktadır.[196] Hayber şehri, son derece verimli topraklarla kaplı bir hurmalığın ke­narında kurulmuştu. Yahudiler buraya çok sağlam kaleler yapmışlardı. Bazılarının kalıntıları hâlâ durmaktadır.

Arabistan'da yahudi gücünün en büyük merkezi Hayber'di. Nadîr oğullan li­derleri Medine'den sürgün edildikten sonra Hayber'e yerleşmişlerdi. Araplar'ı Hayber'den kışkırtarak harekete geçirmişlerdi. Bunun ilk meyvası da Ahzâb— Hendek— savaşı idi.

Hayber'e yerleşen yahudi liderlerden Huyey b. Ahtab, Kureyzâ savaşında öldü­rülmüştü. Ebu Râfi' Sellâm b. Ebu'l-Hukayk onun yerine geçti. Bu adam, büyük bir tüccar ve nüfuz sahibi biriydi. Arapların en güçlü kabilelerinden biri olan Gatafân kabilesi, Hayber'e bitişikti ve yıllardır Hayber yahudilerinin müttefiki ve dostları olagelmişlerdi.[197] Hicretin altına yılında Sellâm b. Übeyy bizzat giderek Gatafan ka­bilesini ve çevresindeki diğer kabileleri müslümanlarla savaşmaya razı etti.

Sonunda büyük bir ordu Medine'ye saldırı hazırlıkları yaptı. Müslümanlar bu­nu haber alınca Sellâm, Hz. Peygamber'in işaretiyle, Hazrec ensârmdan Abdullah b. Atık (ra) tarafından Hayber kalesinde uyurken öldürüldü. Sellâm'dan sonra Ya­hudiler Useyr b. Rezzâm'ı başkan seçtiler. Useyr, yahudi kabilelerini toplayarak bir konuşma yaptı ve: "Benden öncekilerin, Muhammed sallallahu aleyhi vesel-lem'e karşı başvurdukları savaş yöntemleri yanlıştı. İşin doğrusu, bizzat Muham-med'in idari merkezine saldırmaktır. Ben bunu tercih ediyorum" dedi.[198] Bu haber­ler Hz. Peygambere ulaşınca, Resûlullah söylentilere güvenmedi. Abdullah b. Re-vâha'yı doğruca Hayber'e göndererek, olayın içyüzünü öğrenmesini istedi.

Nitekim o yanına bir kaç adam alarak Hayber'e gitti ve bizzat Useyr'in ağzın­dan bu konu konuşulurken ve önlemler alınırken -duydu. Duyduklarını gelip Hz. Peygambere arzetti. Allah Resulü, Abdullah b. Revâha'ya otuz kişi vererek Hay­ber'e gönderdi. Heyet başkanru olarak Abdullah b. Revâha, Useyr'e:

"Eğer Medine'ye gidip de Hz. Peygamberle görüşürseniz, Hayber'in idaresini si­ze vereceğini bildirmemiz için bizi, size gönderdi" dedi. Bunun üzerine Sellâm, otuz adamını yanına alarak Hayber'den çıktı. Müslümanlarla yahudilerin karışımı olan bu kafile şöyle ileriyordu. Aynı bineğe binen iki kişiden biri yahudi, diğeri müslümandı.

Gargare denen yere geldiklerinde Useyr'in aklına bir şüphe düştü ve huylan­maya başladı. Elini uzatarak kılıcını çekmek istedi. Abdullah da: "Ey Allah düşma­nı, vaadini bozmak mı istiyorsun" diyerek[199]bindiği hayvanı ona doğru sürdü. Useyr kılıcın altına geldiği sırada kılıcını indirdi. O anda Useyr'in bacağı dizinden koptu ve attan yere düştü. Düşerken, Abdullah'ı (ra) yaraladı. Müslümanlar elleri­ni çabuk tutup yahudilere aniden saldırdılar. Çatışma sonunda yahudüerden biri dışında hiç biri kurtulamadı. Olay, Hicrî 6. yılın sonunda ya da Hicrî 7. yılın başın­da, Muharrem ayında meydana gelmişti.

Hayber artık islâm'ın en büyük rakibi ve en tehlikeli düşmanıydı. Hayberliler Mekke'ye giderek, Kureyş aracılığıyla bütün Araplar arasında, herkesi harekete geçiren bir isyan ve toplu hücum tufanı kopardı. Böyle bir tufan Hendek savaşın­da İslâm'ın merkezi olan Medine-i Münevvere'yi sarsmıştı. Her ne kadar bu çaba­lar başarısız kalmışsa da durmadan uğraşan eller ve kollar hâlâ vardı.

Hendek savaşını çıkaranlar içinde en etkin ve faal olan, Nadîr yahudilerinden Medine'den sürülmüş Ibn Ebu Übeyy el-Hakîk sülâlesiydi. Bu sülâle, Hayber'in ünlü Kamus kalesini hakimiyeti altında bulunduruyordu. Yukarıda anlatılan Sel-lâm b. Übeyy bu sülâlenin lideriydi. Onun öldürülmesinden sonra yeğeni Kinâne b. er-Rebî b. Übeyy el-Hakîk, sülâlenin başına geçirildi. Hayber yahudileri Gatafân kabilesi ile İslâm'a karşı komplolar hazırlıyorlardı. Öte taraftan Medine münafık­ları durmadan müslümanlara ait haberler gönderiyor ve "Müslümanlar sizlerle ba-şedemezler, sizi yenemezler" diye bunları cesaretlendiriyordu.

Hz. Peygamber bunlarla anlaşma yapılmasını istediğinden Abdullah b. Revâ-ha'yı kendilerine elçi gönderdi. Yahudiler katı kalpli ve şüpheci bir milletti. Müna­fıklar da onları sürekli kışkırtıyordu. Böyle bir zamanda, münafıkların başı Abdul­lah b. Übeyy b. Selûl, Hayberliler'e bir elçi göndererek onlara: "Muhammed sizle­re saldırmak istiyor, ama onlardan korkmaymız. Onların varlığı ne ki? Bir avuç in­san, doğru dürüst silahlan bile yok" diye yüreklendirici bir mesaj iletti. Yahudiler bu mesajı aldıktan sonra Kinâne'yi ve Hevde b. Kays'ı, Gatafân kabilesine gönder­diler: "Bizimle birlikte Medine'ye saldırırsanız, hurmalığın yan gelirini size vere­ceğiz" dediler. Gatafân bu teklifi kabul etti.[200]

Gatafan'a bağlı bir başka kuvvetli kabile de Benî Fizâre idi. Bu kabile, Hayberli-lerin Hz.Peygamber'e saldırmak istediğini öğrenince doğrudan Hayber'e giderek: "Size katılarak savaşacağız" dedi. Hz. Peygamber bu durumu öğrenince Benî Fezâ-re kabilesine mektup yazıp: "Hayberliler'e yardım etmekten vazgeçin, Hayber'i fet­hettikten sonra size de pay verelim" buyurdu. Ama Benî Fezâre bunu reddetti. [201]

 

Zi  Kırd  Olayı

 

 (Hicrî  7. Yıl, Muharrem Ayı)

 

Gatafân kabilesinin savaşa katılması şöyle oldu: Hz. Peygamberin develerinin ot­lağı olan Zî Kırd mezrasına Abdurrahman b. Uyeyne komutanlığında bu kabileden bir kaç kişi baskın yaptı ve yirmi deveyi gaspettiler. Develeri korumakla görevlendirilmiş olan Ebu Zerr'in (ra) oğlunu öldürüp karısını da esir aldılar. Müslümanlar kendilerine takip edince de bir dereye sığındılar. Gatafân kabilesinin başı olan Uyeyne b. Husayn onlara yardım için orada bekliyordu.

Müslümanlar arasında okçulukta ünlü olan Seleme b. el Ekva' bu olaydan her­kesten önce haberdâr oldu. Ve: "Ey müslümanlar! Yardıma koşun, yardıma ko­şun!" diye bağırarak baskıncıların ardından gitti. Onlara yetiştiği sırada adamlar develerini suluyorlardı. Seleme (ra), bunlara ok yağdırmaya başladı. Saldırganlar kaçtılar. Seleme onları izledi. Vuruşa vuruşa bütün develeri ellerinden geri aldı. Resûlullah'ın huzuruna gelerek: "Düşmanları susuz halde bırakıp geldim. Yiyecek içecek bir şeyleri yok. Yüz adam verilirse hepsini esir edip getiririm" dedi. Resû-lullah ise bütün yaratılmışlara duyduğu engin merhametinden dolayı:

"Onları alt ettiğin yeter, bağışla" buyurdu.[202] Bu olaydan üç gün sonra Hayber savaşı oldu.[203]

Hayber savaşı o döneme kadar müslümanlar tarafından yapılan savaşlar için­de kendine has bazı özellikleri olan bir savaştır. Bunların sebeplerinin neler oldu­ğu siyer yazarlarının dikkatlerini çekmemişse de özgün bir olay olarak onun ayrı­calıklarını belirten hususları farkında olmadan yine kendileri ifade etmişlerdir. Bunların en başta geleni, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Hayber'e hareket ederken: "Sadece cihâd etmek isteyenler gelsinler" diye ilan etmesidir. O ana kadar yapılan savaşlar, savunma savaşlarıydı. Bu ise müslüman olmayanların İslâm devletinin vatandaşı yapıldıkları ilk savaştır. Ayrıca devlet tarzının yani ida­ri sistemin temelinin atıldığı olaydır.

İslâm'ın temel gayesi, İslâm'ı tebliğ ve ona davettir. Bir millet bu davete engel olmadıkça, İslâm'ın ne onunla savaşı olabilir, ne de o milleti kendi vatandaşı yap­maya gerek duyar. Sadece barış anlaşması yeterlidir. İslâm tarihinde bunun birçok örneği vardır. Ama herhangi bir millet İslâm'a karşı durmaya azmetmiş ve onu or­tadan kaldırmak istemişse o zaman İslâm'ın kendini savunmak için, kılıcı eline al­ması ve o milleti kendi hakimiyet ve idaresi altında tutması gerekir. Hayber, İs­lâm'ın bu çerçevede fethedilmiş ilk toprak parçasıydı.

Savaş tarihini bitirdikten sonra bu mesele bütün genişliğiyle anlatılacaktır. Çünkü insanlar[204] uzun bir süre, "cihâdı, Araplar'in eski yaşayış tarzlarında oldu­ğu gibi müslümanlarm geçim vasıtası olan yağma ve çatışmalar" olarak anlayagel-diler. Bu yanlış anlama Hayber savaşına kadar da sürdü.

Hayber savaşı; Allah Resûlü'nün savaşlarıyla ilgili yanlış anlama perdesinin kaldırıldığı ilk savaştır. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bu savaşa sadece, gayesi cihâd ve Allah'ın kelimesini yüceltme olan kişiler katılsın" buyurmuştu.

Özetlemek gerekirse Resûlullah efendimiz, Gatafân kabilesinin ve yahudile-rin saldırısına karşı kendilerini savunmak için Medine'den Hicrî 7. yılının Mu­harrem ayında[205] Sibâ' b. Arfate el-Gıfârryi Medine valisi tayin ederek hareket etti. Mübarek eşlerinden Ümmü Seleme (ra) yanındaydı. 1600 Kişilik askeri var­dı, içlerinde 200'ü süvari, gerisi piyade idi. O zamana kadar savaşlarda sancak kullanılması yaygın bir adet değildi. Küçük çapta bayraklar olurdu. Hz. Pey­gamber ilk kez üç sancak hazırlattı. İkisini, Habbâb b. Münzir ile Sa'd b. Ubâ-de'ye verdi. Hz. Aişe'nin örtüsünden hazırlanan Peygamber sancağını ise Hz. Ali'ye (ra) verdi. Ordu hareket edince ünlü şair Amir b. el Ekva' şu şiiri okuya­rak önde yürüdü:

"Ey Allahıtn! Eğer bize doğru yolu göstermeseydin ne hiç kimseye iyilik yapardık, ne de namaz kılardık.

Canımız uğruna feda olsun. Emirlerini yapamadığımızdan dolayı bizi bağışla. Bize hu­zur ve sükûnunu indir.

Bizden yardım dilenip de çağrıldığımız zaman hemen geliriz.

Düşmanla karşılaştığımız zaman ayaklarımızı sağlamlaştır. İnsanlar feryad ederek biz­den yardımlarına koşmamızı istediler."

Bu şiiri Buharı ve Müslim nakletmişlerdir. Ibn Hanbel'in Müsned'indç başka şi­irler de vardır.[206]

İlk iki mısra Müslim'de biraz farklı olarak zikredilmiştir. Müslim'deki fazla şi­irler şunlardır:

"Bize karşı başkaldırıp savaşmak isteyenler, bir fitne ve bozgunculuk yapmak istedikle­ri zaman onlara karşı koyarız.

"Ve biz Senin lütuf ve kereminden hiç bir zaman müstağni değiliz."

Yolda ilerlerken İslâm ordusunun karşısına bir meydan çıktı. Sahabe, tekbir na­rası attı. Resûlullah'ın eğitim, öğretim ve tavsiyeleri her zaman sürdüğü için, her­hangi bir meseleyle karşılaşıldığında şeriatın incelikleri öğretilirdi. O yüzden Hz. Peygamber: "Daha hafif bir sesle söyleyiniz. Çünkü bir sağıra veya gözden ırak bi­rine seslenmiyorsunuz. Seslendiğiniz -Allah-, her an yanınızdadır" buyurdu.[207]

Bu savaşta bazı kadınlar da kendi istekleriyle orduya katılmışlardı. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem durumu öğrenince onları çağırttı ve öfkeli bir ifadeyle: "Siz kimlerle ve kimin emriyle geldiniz?" buyurdu.

Bunun üzerine kadınlar: "Ey Allah Resulü! Biz emeğimizle kazandığımız para­larımızı bu yolda harcamak üzere geldik. Yanımızda yaralılar için ilaçlar da var. Dahası biz düşmanın attığı okları toplayarak getirir, askerlere veririz, savaşta on­lara yardımcı oluruz" dediler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ses çıkar­madı ve zaferden sonra ganimet mallan bölüştürülürken onlara da pay ayırdı. Ama bu pay neydi? Para ve mücevher değildi. Mal mülk değildi. Sadece hurmay­dı. Bütün mücahidlere bu verilmiş, kadınlar da aynı şeyi elde etmişti.

Bu olay Ebu Davud'un "Kadınların ganimet payı" bölümünde zikredilmiş­tir. Bütün hadis ve siyer kitaplarından anlaşılıyor ki, birçok gazvede kadınlar da bulunuyordu. Yaralıların yaralarını sarıyor, susuzlara su içiriyorlardı. Uhud sa­vaşında Hz. Aişe'nin testilerle su taşıması, yaralılara su içirmesi yukarıda anla­tılmıştı. Ama kadınların savaş alanından ok toplayıp getirdiklerini ve mücahid­lere verdiklerini sadece Ebu Dâvûd zikretmiştir. Hem de rivayet zincirinde ko­pukluk olmayan sahih, bitişik bir senetle zikretmiştir. O yüzden hadisin sağlam­lığında tereddüte imkân yoktur. Zaten Arap kadınlarının en zayıfından bu yü­reklilik beklenir.

Gatafanlılar'in, Hayber'e yardıma gelecekleri bilindiği için Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem, Gatafan ile Hayber arasındaki Recf denen yerde karargâh kurdu. Bütün yolculuk eşyaları, çadır ve kadınlar burada bırakıldı[208]ve askerler Hayber tarafına ilerlediler. Gatafânlılar, İslâm ordusunun Hayber'e doğru ilerledi­ğini duyunca silahlarını kuşanarak çıktılar. Ama biraz gittikten sonra bizzat kendi evlerinin tehlikede olduğunu anlayınca dönüp gittiler.[209]

Hayber'de altı kale vardı: Salim,, Netât, Kasara, Şakk, Merbata. Ya'kûbî'nin be­lirttiğine göre bu kalelerde yirmi bin asker bulunuyordu. Bunlar arasında Kamus kalesi, en sağlam ve en güvenli kaleydi. Bin süvariye eşit kabul edilen Araplar'in meşhur pehlivanı Merhab işte bu kalenin komutanıydı. Medine'den yurtdışı edile­rek Hayber reisliğini ele geçiren îbn Übeyy el Hakîk'in ailesi ve yakınları da bura­da yaşıyordu.[210]

İslâm ordusu Hayber'e yaklaşıp Sahbâ denen yere ulaşınca ikindi namazının vakti girdi. Hz. Peygamber burada durarak ikindi namazını kıldı ve yemek istedi. Yiyecek sadece kavrulmuş undu. Hz. Peygamber onu suya karıştırarak içti. Hava kararırken islâm ordusu Hayber'e yakınlarına ulaşmıştı. Evler gölgeli, titrek görüntüleriyle seçilirken Resûlullah sahabe-i kirâm'a: "Durun!" diye emir buyurdu. Sonra Allah' m adını anarak şöyle duayı etti:

"Yarabbi! Senden bu memleketin, memleket halkının ve memleketteki herşeyin iyiliğini isteriz. Buranın halkının ve içindeki herşeyin şerrinden Sana sığınırız."

tbn Hişâm: "Bu, Hz. Peygamber'in her zamanki adetiydi. Yani bir yere girer­ken önce bu duayı okurdu" diye yazar. Geceleyin bir yere hücum etmemek Hz. Peygamber'in sünneti olduğundan geceyi burada geçirdi. Sabahleyin Hayber'e gir­di. Yahudiler, kadınları güvenli bir yere ulaştırdı. Yiyecek ve içeceklerini Na'îm ka­lesine depoladı. Askerleri ise Netât ve Kamus kalelerine yerleştirdi. Nadir kabile­sinden Selâm b. Mişkem hastaydı. O da, herkesten daha gayretli davrandı ve Ne­tât kalesine gelerek askerlere katıldı.

Hz. Peygamber'in -öncelikli- gayesi savaşmak değildi. Ama yahudiler büyük malzeme ve askeri güçle savaş hali alınca Resûlullah sahabeye hitap ederek bir konuşma yaptı ve onları cihâda teşvik etti. Tarihi Hamîs bu savaşı anlatırken şöy­le yazar:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, yahudilerin savaşmaya kararlı ol­duklarına kesinlikle anlayınca, sahabeye öğüt verdi ve onları cihâda teşvik etti."

Askerler önce Na'îm kalesine doğru ilerledi. Mahmud b. Mesleme (ra) büyük bir cesaretle yahudilere saldırdı ve uzun süre savaştı. Hava çok sıcak olduğun­dan yoruldu. Biraz nefeslenmek için kale duvarının dibindeki gölgeye oturdu. Kinâne b. Rebî', kaleyi çevreleyen surun üzerinden bir el değirmeni taşını onun tepesine attı. înen taşla Mahmud b. Mesleme şehid oldu, ama kale de kısa sürede ele geçirildi.[211]

Na'îm kalesinden sonra diğer kaleler de çok çabuk ele geçirildi. Merhab'ın sa­rayının bulunduğu Kamus kalesini ele geçirmek için giden askerlerin başına Hz. Ömer'le Hz. Ebu Bekir gönderildi. Ama ikisi de bir sonuç alamadan başarısız ola­rak geri döndüler. Tarih-i Taberî de şöyle bir rivayet vardır:

"Yahudilerin saldırısına Hz. Ömer karşı koyamadı ve geri çekildi. Hz. Peygam­ber'in huzuruna gelerek askerlerin sebat göstermediğinden şikayette bulundu. Ama askerler de onun hakkında benzer şikayette bulundular." Taberînin nakletti­ği bu rivayetin senet zincirindeki râviler arasında Avf vardır. Birçok kişi ona güve­nilir demişse de Bendar onun rivayetini anlatırken: "O, Râfizî ve şeytandı" demek­tedir. Bu ifade çok ağır olmakla beraber Şiî olduğunu herkes kabul etmektedir. Her ne kadar Şîî olmak güvensizlik şartı değilse de, Hz. Ömer'in kaçtığının anlatıldığı bir rivayet bir Şiî'nin ağızından çıkıyorsa, o rivayetin ne ölçüde doğru olacağı or­tadadır. Yukarıdaki rivayetin bir râvisi de Abdullah b. Büreyde'dir. O babasından rivayet etmektedir. Ama hacüsçiler babası kanalıyla yaptığı rivayetlerin doğru olup olmadığından şüphelidirler.

Bununla birlikte şu kadan gerçektir ki, Kamus kalesini ele geçirmek için daha önce başka büyük sahabîler gönderilmişti. Ama fetih şerefi bir başkasımn kısmeti idi. Fetih gecikince bir gün akşamleyin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Yarın sancağı, kendisinin eliyle fethin nasip olacağı, Allah'ı ve Allah'ın Peygam-ber'ini seven, Allah'ın ve Allah'ın Peygamber'inin de kendisini sevdiği bir kimseye vereceğim" buyurdu.[212] Bu, son derece ümit ve beklenti dolu bir geceydi. Sahabe-i kiram bütün geceyi; bakalım bu şeref tacı kimin başına konacak diye, heyecan ve sa­bırsızlıkla geçirdi. Hz. Ömer (ra) gözü tok bir kimse olduğu için ve üstün karakterli bir kişi olmasından dolayı hiç bir zaman idarecilik ve liderlik hevesleri taşımadı. Ama Sahîh-i Müslim'de, Hz. Ali'nin faziletleri bölümünde anlatıldığı üzere, bu olay­da, bu müjdenin kendisine nasip olmasını istediğini bizzat kendisi itiraf etmiştir.

Sabahleyin kulaklara birden "Ali nerede?", sesi geldi. Bu hiç beklenmeyen bir sesti. Çünkü Hz. Ali'nin gözlerinde hastalık vardı. Gözleri ağrıyor, yaşanyordu. Herkes özürlü olduğundan savaşamayacağını düşünüyordu, istek üzerine hemen Hz. Peygamber'in huzuruna geldi. Hz. Peygamber ağzından parmağı ile tükürü­ğünü alarak onun gözlerine sürdü, arkasından şifa bulması için dua etti. Hz. Ali'ye sancak verilince, "Yahudiler teslim oluncaya kadar savaşacak mıyım?" dedi. Re-sûllullah ise: "Onlara yumuşaklıkla islâm'ı sun. Eğer bir kişi dahi senin vasıtanla islâm'a girerse, bu senin için kırmızı develerden daha hayırlıdır" buyurdu.[213]

Ama yahudiler, ne islâm'ı ne de barışı kabul etmeye yanaştılar. Merhab, kale­den şu şiiri okuya okuya dışarı çıktı.

"Hayber, çok iyi bilir ki ben Merhab'ım, Yiğidim, tecrübeliyim, silah kuşanmışım."

Merhab'in başında sarı renkli Yemen miğferi vardı. Zırhını kuşanmış, kalkanı­nı eline almış, heybetli bir şekilde duruyordu. Hz. Ali (ra) Merhab'a cevap olarak şu şiiri okudu:

"Ben anasının, adını Arslan koyduğu kimseyim. Ormanlardaki arslan gibi heybetli görünüşlüyüm."

Merhab büyük bir hışımla geldi. Ama Hz. Ali (ra) ona öyle bir kılıç darbesi vur­du ki başını ortadan ikiye biçen kılıç, dişlerine kadar indi. Kılıç darbesinin sesi or­duya kadar ulaştı.[214] Bir cengâverin, bir kahramanın öldürülmesi müthiş bir olay olduğundan Merhab'ı öldürünce Hazreti Ali'ye duyulan hayranlık aşırı noktaya vararak asılsız ve uydurma sözler yayıldı.

Meâlimu't-Tenzîl adlı kitapta şöyle yazıyor:

"Hz. Ali kılıcı vurduğunda Merhab kalkanla engelledi. Ama Hz. Ali'nin elin­deki Zülfikar, miğferi ve Merhab'ın başını yararak dişlerine kadar indi. Merhab'ın öldürülmesi üzerine yahudiler toplu bir saldırıya geçince, birara Hz. Ali'nin kalka­nı elinden düştü. Hz. Ali bunun üzerine, kale kapısının kanadını söküp, kalkan olarak kullandı. Savaş bittikten sonra Ebu Râf'i yedi kişiyle birlikte onu kaldırmak istedi, yerinden bile oynatamadı." Pek de inandıncı olmayan bu hikayeyi tbn Ishâk ve Hâkim rivayet etmişlerdir.

Allâme Sehavî el-Mekâsîdu'l-Hasene isimli eserinde şöyle bir açıklama yapmak­tadır: "Hepsi uydurma ve anlamsız sözlerdir."

Allâme Zehebî, Mîzânu'î-Î'tidâl isimli kitabında Ali b. Ahmed Ferrûh'un duru­munu anlatırken bu rivayeti nakledip, şöyle der: "Bu rivayet münkerdir." îbn Hi-şâm bu rivayetin senet zincirinde, aradaki bir râvinin adını boş bırakmıştır. Diğer bir rivayet zincirinde ise bu aynı eksiklikle birlikte Büreyde b. Süfyân'ı da râviler zinciri içinde göstermektedir, imam Buhârî, Ebu Dâvûd ve Dârekutnî onu güveni­lir kabul etmemektedirler.[215]

îbn Ishâk, Musa b. Ukbe ve Vâkıdfnin anlattığına göre Merhab'ı, Muhammed b. Mesleme öldürmüştü. Müsned-i Ahmed îbn Hanbel ve Nevevî'nin Sahîh-i Müslim şerhi'nde de bir rivayet vardır. Ama Sahîh-i Müslim ve Hâkim'de Hz. Ali, Mer­hab'ı öldüren ve Haybeı^i fetheden kişi olarak belirtilmektedir. Bu, rivayetlerin en doğrusudur.

Kamus kalesi yirmi gün kuşatmadan sonra ele geçirildi. Bu savaşta 93 yahudi öldürüldü. Bunlar arasında Haris, Merhab, Useyr, Yâsir, Amir en ünlüleridir. Sa­habemi kiramdan da 15 mübarek zât şehitlik derecesini elde etti. îbn Sa'd bunların isimlerini genişçe yazmıştır.

Fetihten sonra ele geçirilen yerlere el kondu. Ama yahudiler: "Toprak bize bı­rakılsın, üretimin yarısını size verelim" dileğinde bulundular. Bu istek kabul edil­di. Mahsulün toplanma zamanı gelince Hz. Peygamber Abdullah b. Revâha'yı gön­derdi. O da mahsulü ikiye ayırarak yahudilere: "Bunlardan hangi bölümü isterse­niz alın" dedi. Yahudiler bu adalete ve eşitliğe hayret ederek: "Yer ve gök ancak böyle bir adaletle ayakta durur" dediler.[216] Hayber toprakları bu savaşa katılan mücahidler arasında bölüştürüldü. Bunlar arasında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in de beşte bir hissesi vardı.

Yaygın bir rivayete göre, ganimet mallarından, beşte biri dışında bir hisse da­ha özel olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem için ayrıldı. Hz. Peygamber bu hisse ile Hz. Safiyye'yi satın alarak savaş esiri olmaktan kurtardı. Sonra da âzad ederek kendisiyle evlendiği için bu paya 'Safiyy' dendi. [217]

 

Safıyye   (Ra)   Olayına   Bir   Bakış

 

Safiyye (ra) hakkında bazı hadis ve siyer kitaplarında şu ifâde kullanılmaktadır.

"Hz. Peygamber sâllallahu aleyhi vesellem bunu önce savaş payı olarak Dıhye-tu'1-Kelbî'ye vermişti. Sonra biri onun güzelliğini övünce ondan istedi. Karşılığın­da ona yedi hizmetçi kadın verdi".

İslâm karşıtları, bu rivayeti alarak son derece çirkin bir biçime soktular.

Rivayette bu kadarcık anlatılan meseleyi, İslâm karşıtlarının nerelere ulaştıra­bileceği ortadaydı.

Safiyye meselesi, Enes (ra) tarafından nakledilmiştir. Ama bu konuda Enes'in (ra) kendisinden, yapılan değişik rivayetler vardır. Bu rivayetler birbirinden fark­lıdırlar.

Kelimesi kelimesine Buharı'deki rivayetin sözleri şöyledir

"Allah Teâlâ kalenin fethini nasib edince insanlar, Hz. Peygamber'e Huyey'in kızı Safiyye'nin güzelliğini anlattılar. Kocası bu savaşta öldürülmüştü. Hz. Pey­gamber sâllallahu aleyhi vesellem onu kendisi için seçti."

Ama Buhârî'nin Kitâbü's-Salât bölümünde ve Sahîh-i Müslim'in de[218] 'Cariye âzad etmenin fazileti' bölümünde, bizzat Enes'in yaptığı rivayet şöyle nakledilmiştir:

"Savaştan sonra esirler toplandığında Dıhyeîu'l-Kelbî (ra), Hz. Peygamberden: 'Bunlardan bana bir hizmetçi kadın verilsin' diye dilekte bulundu. Hz. Peygamber de: 'Bizzat giderek herhangi bir hizmetçi kadını al' diye ona seçme hakkı verdi. O da Safiyye'yi seçti. Ama diğerleri itiraz ettiler. Bir kişi gelerek Hz. Peygamber'e:

'Ey Allah'ın elçisi! Siz Huyey kızı Safiyye'yi Dıhye'ye verdiniz. Halbuki o, Kureyzâ ve Nadîr kabilelerinin hanımefendisidir, bu ancak size yakışır' dedi.

Bunun üzerine Allah Resulü Safiyye'yi âzad ederek kendisiyle evlendi."

Ebu Dâvûd'da bu rivayetlerin ikisi de vardır ve ikisi de Enes'ten rivayet edil­miştir. Ebu Davud'un şerhinde ünlü hadisçi Mâzirrnin:

"Hz. Peygamber sâllallahu aleyhi vesellem'in Safiyye'yi (ra) Dıhye'den (ra) ala­rak onunla evlenmesinin sebebi; Safiyye'nin sosyal mevkisinin yüksek oluşu ve ya-hudi liderinin kızı olmasıydı. Onun başka herhangi birine gitmesi kendisini aşağı­lamak olurdu." açıklaması nakledilmiştir. Hafız İbn Hacer de Fethu'l-Bârî'de he­men hemen buna yakın olarak şöyle demektedir:

"Şurası açıktır ki, ailesinin mahvolup gitmesinden sonra Safiyye (ra), tek başı­na, ailesi olmayan kimsesiz bir hanım veya cariye olarak yaşayacaktı. O, Hayber li­derinin kızıydı. Öte taraftan kocası da Nadîr kabilesinin lideriydi. Hem babası, hem de kocası bu savaşta öldürülmüştü. Böyle bir durumda onun gönlünü alacak, seviyesini koruyacak ve üzüntüsünü giderecek, Hz. Peyamber'le evlenmesinden başka çıkar yol yoktu. Cariye olarak da yaşayabilirdi. Ama Hz. Peygamber, ailesi­nin şerefi açısından onu âzad etti ve nikahına aldı."

Hatta Ahmed b. Hanbel Müsned'inde: "Hz. Peygamber ona; âzad olduktan son­ra evine çekip gidebilme veya kendisiyle evlenmeyi kabul etme tercihlerini sundu. O, ikinci teklifi yeğledi."[219] Yani Hz. Peygamber'le evlenmeyi kabul etti" diye yaz­maktadır.

Felakete uğramışa yardımcı olma duygusundan, merhamet ve güzel ahlâkın gösterilmesinden başka siyasî ve dinî açıdan da bu hareket tarzı son derece uygun ve yerindeydi. Bu tür davranışlardan dolayı İslâm, kendi düşmanlarının geride ka­lanlarına bile iyilik ve merhametle yaklaşıyor diye Araplar İslâm'a ilgi duyuyor, et­kileniyorlardı.

Benî Mustalık savaşında Cüveyriyye (ra) ile de benzer bir durum yaşanmış ve bu davranışın insanlar üzerinde ne kadar güzel etkiler yaptığı daha önce anlatılmıştı.

Hayber'in fethinden sonra Hz. Peygamber bir kaç gün orada kaldı. Her ne ka­dar yahudilere tam bir güven ve emniyet verildiyse de, bozguncu ve isyankâr dav­ranışları devam etti. Bu tür hareketlerinin ilki olarak bir gün Sellâm b. Mişkem'in karısı ve Merhab'ın yengesi olan Zeyneb, Hz. peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem'i birkaç sahabîsiyle birlikte yemeğe davet etti. Resûlullah aşırı kerem ve mer­hametinden kabul buyurdu. Zeynep, yemeğe zehir koymuştu. Hz. Peygamber bir lokma yiyerek elini çekti. Ama Bişr b. Berâ (ra) bir kaç lokma yediğinden zehirin etkisiyle öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb'i çağırarak sorgu­ya çekti. O da suçunu kabul etti. Yahudiler: "Biz yemeğe şu yüzden zehir koymuş­tuk: Eğer siz gerçekten peygamberseniz o zaman zehir size etki yapmayacaktır. Eğer peygamber değilseniz sizden kurtulmuş olacaktık" dediler.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiç bir zaman kendi şahsı için bir ki­şiden intikam almamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Zeyneb'e bir kötülük yapmadı. Ama bir kaç gün sonra Bişr (ra) zehirin etkisiyle ölünce, kısas yapılıp Zeyneb öldürüldü.

Bir kıtlık yılıydı. Sahabeden Abdullah b. Süheyl (ra) ile Muhayse (ra), Hay-ber'e gittiler. Yahudiler Abdullah'ı hileyle öldürüp, cesedini bir dereye attılar. Muhaysa (ra), Peygamber'e giderek olayı anlattı. Allah Resulü: ''Yahudilerin öldürdüğüne yemin edebilir inisin?" buyurdu-. Bunun üzerine Muhaysa: "Ey Al­lah'ın elçisi! Ben yemin ederim. Ama o yahudiler elli müslümanı öldürseler yi­ne de itiraf etmez, yalan yere yemin ederler" dedi. Sonuçta Hz. Peygamber, ya-hudilere karşı bir harekette bulunmayarak öldürülen kişinin kan bedelini devlet hazinesinden ödedi.

Hz. Ömer'in halifeliği döneminde yahudiler, Abdullah b. Ömer'i (ra) uyurken damdan aşağıya atmışlar, eli ve ayağı kırılmıştı. Yahudiler sürekli bozgunculuk ya­pıp duruyorlardı. Hz. Ömer en sonunda mecbur kalarak onları Suriye'nin bazı ke­nar bölgelerine sürdü.[220]

Siyer yazarlan, çok yanhşJbir rivayeti Hayber olayları arasında nakletmiş, o da birçok kitaba geçerek elden ele, dilden dile dolaşıp gelmiştir. Bu asılsız yanlış riva­yet şöyledir:

"Allah Resulü, yahudilere; gizli bir şey yapmamaları şartıyla güvenlik ve ser­bestlik vermişti. Ama Kinâne b. Rebf hazinenin yerini bildirmeyi reddedince Re-sûlullah, Zübeyr'e (ra) ona hazinenin yerini zorla söyletmesini emretti. Zübeyr (ra) onu söyletmek için çeşitli işkenceler yapıyor, göğsünü dağlıyordu. Neredeyse öle­cek hale geldi.[221] Yine de söylemeyince, Hz. Peygamber sonunda Kinâne'yi öldürt­tü. Bütün yahudiler de köle ve cariye yapıldı."[222]

Bu rivayetin ancak, Kinâne'nin katledilmesi bölümü doğrudur. Ama bunun ne­deni, hazinenin yerini söylememesi değildi. Aksine Kinâne'nin, Mahmud b. Mes-leme'yi (ra) öldürmüş olmasıydı, bu konuda Taberfde açıklama vardır:

"Sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Kinâne'yi, Muhammed b. Mesleme'ye havale etti. O da, kardeşi Mahmud b. Mesleme'nin kısası olarak Kinâ­ne'yi öldürdü."[223]

Bu rivayetin başka bir yönüne gelince, Taberî ve Ibn Hişâm'ın her ikisi de bu rivayeti îbn îshâk'tan nakletmişlerdir. Ama tbn Ishâk yukarıdaki râvilerden hiç bi­rinin adını belirtmemiştir. Hadis alimleri "Rical" kitaplarında, Ibn îshâk'ın Hz.Pey-gamber'in gazvelerine ait olayları yahudilerden rivayet ettiğini, bu yüzden îbn îs­hâk'ın râvilerin adlarımı zikretmediğini, bu rivayeti de işte o rivayetlerden biri ka­bul etmek gerektiğini belirtmişlerdir.

Hazinenin yerini bildirmesi için bir kimseye işkence yaptırması, âlemlere rah­met olan Hz. Peygamber'in şanına yakışmaz. Onun yüce şanı bu tür davranışların çok üzerindedir. Kendini zehirleyene hiç bir şekilde kötülük yapmayan bir kimse, herhangi birinin ateşle dağlanmasını emredebilir mi?

Olay bundan ibaretti. Hiç bir şekilde ahdini bozmayacağına ve aleyhte konuş­mayacağına söz vermesi şartıyla[224]Kinâne b. Übeyy el-Hakîk'a güvence verilmiş­ti. Hatta bir başka rivayete göre; eğer verdiği sözlere aykırı birşey yaparsa öldürül­meyi hakettiğini kabul etmişti.[225] Kinâne ahdini bozdu. Verdiği sözde durmadı. Böylece kendisine verilen güvence kalkmış oldu. Kinâne, Mahmud b. Mesleme'yi öldürdüğü için, onun kısası olarak öldürüldü. Bu rivayete ne gibi asılsız olaylar ilâ­ve edilmiştir bakalım:

1. Öldürülme olayı Kinâne ile sınırlıydı. Kinâne, hazineyi gizlemenin suçlusuy-du. Mahmud b. Meslemeyi öldürdüğü için onun da öldürülmesi hakkıydı. Fakat ilavenin ilk adımı olarak tbn Sa'd, Bekir b. Abdurrahman'dan muttasıl olarak nak­lettiği rivayette, Kinâne'nin öldürülmesine onun kardeşinin admı da ekleyerek:

"Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ikisini de öldürttü. Onların kadın ve çocuklarını esir ve köle yaptı" diyerek kardeşinin de birlikte öl­dürüldüğünü söylemiştir.[226]

2. Buraya kadarı bile olabilir. Ama îbn Sa'd'ın, Affan b. Müsellem'den naklettiği rivayet bundan da abartılı ve uydurmadır. Yani iki kardeşle birlikte bütün yahudi-ler esir edilmiş, köle ve cariye yapılmışlardır diyerek bakın işi nereye götürmektedir.

"Deve derisi içinde sakladıkları hazine bulununca kadınları esir edildi ve köle yapıldı."[227]

Ama bu rivayetler, hadis ilmi metodu ile tenkid edilerek kontrol edildiğinde kabuk sıyrılıp düşmekte ve ortada asıl ve öz kalmaktadır. Yahudilerin öldürülüp, kadınlarının ve çocuklarının esir edilmesi bir tarafa, Kinâne'nin kardeşi de dahil olmak üzere hiç kimsenin öldürülmediği ve onun Hz. Ömer'in halifeliği zamanına kadar yaşadığı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.

Sahîh-i Buhârî'de şöyle bildirilmektedir:

"Daha sonra Hz. Ömer (ra) bu karan alınca, Ebu' 1-Hakîk'ın bir oğlu yanma gitti ve: 'Ey mü'minlerin emiri! Bizi sürgüne gönderiyorsunuz, halbuki Muhammed sal­lallahu aleyhi vesellem bizi yerimizde bırakmış, sadece vergi uygulamıştı' dedi."[228]

Hafız tbn Hacer, Fethu'l-Bârî isimli eserinde, Hz. Ömerle konuşan kişinin, Ebu'l-Hakîk'ın oğlu Kinâne'nin kardeşi olduğunu açıkça belirtmiştir.

Hafız îbn Kayyım, Zâdü'î-Meâd isimli eserinde, rivayetlerin ayrıntılarını daha da kısaltarak, hepsinden çıkan sonucu şöyle bağlamıştır:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem barış yaptıktan sonra, Ebu'l-Ha-kîk'ın iki oğlundan başka hiç kimseyi öldürtmemiştir." "Hayber savaşının anlatıl­ması bölümü"

Ama Hafız îbn Hacer, eğer Sahîh-i Buharı* nin yukanda zikredilen ibaresini gö-zönüne alsaydı, galiba atacağı rivayetler daha da çoğalırdı.

Ebu Davud'un Hayber arazisi başlığı altında yazdığı bilgiler arasında sadece, Ebu'l-Hakîk'ın oğlunun öldürüldüğünü, yazmıştır. Ebu Dâvûd'da yazılan şu ince nokta da göz önünde bulundurulmalıdır.

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Huyey b. Ahtab'ın amcası Saîd'den, hazinenin ne olduğunu sordu. O da savaşlarda harcandığını söyledi. Buna rağmen Hz. Peygamber sadece Kinâne'nin öldürülmesini emretti. Bu açık bir şekilde Kinâ-ne'nin, Mahmud b. Mesleme'nin kısası olarak öldürüldüğüne delildir. Yoksa hazi­ne gizlemek, öldürülme sebebi olsaydı daha başkaları da bu suçtan dolayı cezalan­dırılırdı."

Tarihçilerin en büyük hatası; Kinâne'nin öldürülmesini hazinenin gizlenmesi­ne bağlamalarıdır. Bu suça daha başkalarının da ortak olacağını düşündüklerin­den, Kinâne'nin bütün sülâlesinin öldürülmesine varıncaya kadar bunun yaygın­laşması kendiliğinden ortaya çıkmıştır.

Hayber olayının Muharrem ayında meydana geldiği herkesçe bilinen bir hu­sustur. Yani Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hayber'e gitmek niyetiyle Medine'den çıktığında Muharrem ayının son günleriydi. Muharrem ayında savaş­mak şer'î bakımdan haram olduğundan bunun yorumu konusunda hadisçiler ve fıkıhçılar arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır. Bir çok fıkıhçı: "Önceleri bu ay­larda savaşmak şer'an yasaktı. Ama sonra bu hüküm neshedilmiştir" görüşünde­dir. Allâme îbn Kayyım, şöyle yazıyor:

"Haram aylarda savaşmanın yasak olduğu şu âyetten anlaşılmaktadır:

"De ki: Bu ayda savaşmak çok büyük günahtır ve Allah yolundan alıkoyma­dır." (Bakara, 2/217)

Sonra Mâide süresindeki şu âyet inmiştir:

"Ey müslümanlar! Allah'ın belirlediği sınırlara ve haram aylara saygısızlık yapmayın." (Mâide, 5/2)

Bu ikinci âyet, birinci âyetten sekiz yıl sonra nazil olmuştur. Görülüyor ki, bu geniş zaman süresi içinde haramlık hükmü devam etmiştir. O halde hangi âyet ve­ya hadisle bu hüküm neshedilmiştir?

Ibn-i Kayyım son olarak şu karara varmaktadır:

"Allah'ın kitabında ve Peygamber'in hadisinde bu âyetlerin hükmünü nesne­den hiç birşey bulunmamaktadır."

Olduğunu ileri sürenlerin gösterdikleri delillere gelince:

Mekke'nin fethi, Tâif in kuşatılması, Hudeybiye Barışı, bütün bunlar haram bi­linen aylarda olmuştu. O yüzden cahiliye döneminde haram bilinen aylarda İsla­ma göre de savaşmak caiz olmasaydı, o zaman Hz. peygamber (as) bunları nasıl ca­iz görüp kendisi de bizzat yapardı" demektedirler.

Hafız îbn Kayyım buna cevab olarak şöyle demiştir: "Haram aylarda savaşmak önceleri haramdı. Ama eğer düşmana karşı koyup savunma yapmak kastedilmiş-se ittifakla caizdir. Bunların hepsi savunma amaçlı yapılan savaşlardı. Hz. Pey­gamber salla Uahu aleyhi vesellem savaşı başlatan değildi. Savunma yapmıştı. Hu­deybiye Barışı, kâfirlerin Hz. Osman'ı öldürdüklerinin duyulması üzerine yapıl­mıştı. Tâif in kuşatılması, kendi basma bir savaş değil, aksine Huneyn savaşının devamıydı. Bu savaşta kâfirler her taraftan gelerek müslümanlara saldırmışlardı. Mekke'nin fethi ise, Hudeybiye barışının bozulması sonucuydu. Bunu da Kureyş başlatmıştı."[229]

Hafız îbn Kayyım çok güzel ve doğru bir cevap vermiştir. Ama özellikle Hay-ber konusundaki düğümü çözememiş ve konu tam aydınlanmamıştır. Hafız îbn Kayyım'ın hocası Allâme îbn Teymiyye bile bu noktada şüpheye düşmüştür, el Ce-vabü's-Sahih \\-men Beddeîe dine'î-Mesih (Mesih'in dinini değiştirene en doğru cevap) isimli eserinde şöyle demektedir:

"Hz. Peygamber ne kadar savaş yapmışsa, hepsi de savunma savaşlarıydı. Sa­dece Bedir ve Hayber bunun dışındadır".

Allâme îbn Teymiyye işin üzerinde durup da bu iki savaşı derinlemesine ince-leseydi, o zaman Bedir ve Hayber'in de müstesna olmayıp savunma savaşlan ol­duğunu kesin olarak görürdü. Bedir savaşı daha önce anlatılmıştı. Yukarıda anla­tılan Hayber olaylarına sırayla bakar ve çok dikkatle incelersek yahudilerle, Gata-fânhlarm Medine'ye saldırmak için hazırlık yaptıklarını açıkça görürüz. [230]

 

Hayber  Arazılerı'nin  Taksimi

 

Hayber'in topraklan iki eşit parçaya bölündü. Yansı misafirleri ağırlamak ve başka bölgelere gönderilecek elçilerin ihtiyaçlarını karşılamak için Beytü'l-Mal'e verildi. Yansı da bu savaşa katılan mücahidlere eşit paylarla bölüştürüldü. Ordunun tama­mının sayısı 1400 kişi idi. Bunlann 200'ü süvari idi. Süvarilerde atlannın payı da ek­lenerek, piyadelerden bir misli daha fazla verildi. Toplam sayı 1800'e eşitti. Bu hesa­ba göre bütün mallar 1800 hisseye ayrıldı ve her mücahidin payına bir hisse düştü. îki cihan serveri Hz. Peygamber'e de mücahidlere eşit olarak bir hisse düştü.[231]

"Ve Hz. Peygamber'e sallallahu aleyhi vesellem de bütün insanlar gibi bir tek pay düştü."[232] [233]

 

Hayber Savaşının  Siyasi  Ve  İdari  Sonuçları

 

Hayber'in fethiyle birlikte İslâm'ın siyasî ve idari durumunda yeni bir devir baş­lar. İslâm'ın gerçek düşmanı sadece iki taneydi. Bunlar da müşriklerle yahudiler-di. Her ne kadar Araplar arasında hıristiyanlar da bulunmaktaysa da çok güçlü ve etkili değillerdi. Müşriklerle yahudiler ise, din bakımından farklı ve birbirinden ta­mamen ayrı iki toplum olmalarına rağmen siyasî sebeplerden dolayı aralarında birlik meydana gelmişti. Medine yahudileri, genellikle ensârm müttefikleriydi. Ay­nı şekilde Hayber yahudileri de Gatafânlılann müttefikiydi. Hz. Peygamberin kar­şısında olan Mekke ve Medine müşrikleri ile bütün münafıklar birleşerek müslü-manlarla savaş için tek vücut olmuşlardı.

Hayber'in fethinden sonra yahudüerin gücü tamamen kırıldı, müşriklerin de bir kolu yokolup gitti. Hayber'in fethine kadar islâm her taraftan kuşatılmış vazi­yetteydi. O yüzden iman ile farz ibadetler dışında şeriatı ve Allah'ın emirlerini ek­siksiz öğretme ve yerleştirme fırsatı olmuyordu.

Hz. Aişe'nin (ra) buyurduğu gibi:

"Şeriatın hükümleri, durum gereği kademe kademe gelmiştir."

Nitekim buraya ait geniş bilgi ileride verilecektir. Hayber'in fethi sayesinde, bir taraftan yahudüerin fitne çıkarmasından kurtulmuş; bir taraftan da, Hudeybiye barışından sonra müşrikler tarafından gelecek tehlikelere karşı güven kazanmışlar­dı. Müslümanlar artık yeni fıkıh hükümlerini uygulayabilir hale gelmişlerdi.

Siyer alimleri, Hayber savaşını anlatırken genellikle bu arada çeşitli yeni fıkıh emirlerini bildiren âyetlerin nazil olduğunu ve Hz. Peygamberdin onları tebliğ etti­ğini bildirmişlerdir. Bunlar şöyle sıralanabilir:

1. Pençeli hayvanların etleri haram kılındı.

2. Avlarını parçalayan yırtıcı hayvanların etleri haram kılındı.

3. Eşek ve katır eti haram kılındı.

4. O ana kadar uygulanan bir adet olarak cariyelerden yararlanmak caiz kabul edilirdi. Artık 'istibra' kaydı getirildi. Yani hamile ise doğuruncaya kadar, değilse bir aya kadar onlardan yararlanmanın caiz olmadığı bildirildi.

5. Altın ve gümüşü değerinden fazlasıyla alıp satmak haram kılındı.

6. Bazı rivayetlerde, 'mut'a' nikahının da işte bu savaşta haram kılındığı bildi­rilmiştir. [234]

 

Vadi'l-Kura Ve  Fedek

Teymâ ile Hayber arasında bir vadi vardır. Bu vadide birçok yerleşim yeri vardır. Bu vadiye, Vadi'1-Kurâ denir. Eski dönemlerde Ad ve Semûd kavimleri burada ya­şamışlardır. Yâkût, Mu'cemu'l~BuIdân'da: "Ad ve Semûd kavimlerinin izleri ve ka­lıntıları hâlâ durmaktadır, islâm'dan önce bu yerleşim bölgelerine yahudiler gelip yerleştiler, tanm ve sulamayı çok geliştirdiler. Burası artık yahudilerin yerleşim merkezi haline gelmişti" diye yazmaktadır.[235]

Hayber'den sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Vadi'l-Kurâ'ya yöneldi. Ama savaşmak istemiyordu. Ama yahudiler önceden savaşa hazırlanmış olduklarından hemen ok atmaya başladılar. Kölesi Müdğam (ra) Hz. Peygamber'in eşyasını devesinden indiriyordu ki tam o sırada bir ok gelip saplandı ve oracıkta can verdi. Tarihçiler, yahudilerin savaşa hazır beklediklerini anlatmamaktadır. Ama îmam Beyhakî açık bir şekilde şöyle demektedir:

"Yahudiler bizi ok atarak karşıladılar. Biz ise buna hazır değildik."[236]

Bu nedenle savaş başladı ama, kısa bir çatışmadan sonra yahudiler teslim bay­rağını çektiler ve Hayber'in şartlarına uygun olarak barış yapıldı. [237]

 

Umre

 

Hudeybiye anlaşmasında Kureyş kabilesinden, Hz. Peygamber'in Mekke'ye gele­rek ertesi yıl umre yapacağı ve üç gün orada kaldıktan sonra geri döneceği üzerin­de söz alınmıştı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu yıl umre yapmak istedi. Hudeybiye barışına katılmış olan kişilerden kimsenin geri kalma­masını hepsinin mutlaka bu umreye katılmasını istedi. Nitekim bu arada Ölenlerin dışında herkes katılma mutluluğunu elde etti.

Hudeybiye anlaşmasının şartlarından biri de; müslümanların Mekke'ye gelir­ken yanlarında silah getirmemeleriydi. Bu yüzden savaş silahları Mekke'den sekiz mil ötede olan Batn-ı Bâhac'da bırakıldı ve ikiyüz süvariden oluşan bir bölük, si­lahları korumak için görevlendirildi.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem "Lebbeyk! Lebbeyk!" diyerek Ka­be'ye doğru ilerledi. Abdullah b. Revâha, Resûlullah'ın devesinin yularını eline al­mış olarak önde gidiyor ve şu şiiri okuyordu:[238]

"Ey kâfirler! Karşıdan çekilin, Peygamber'in yolunu açın,

Bu gün Mekkeye girişimize engel olursanız boynunuzu vururuz.

Kelleyi bedenden ayıran bir vuruşla vururuz.

Dostun gönlünden, dost hatıralarım silip süpüren vuruşla vururuz."

Sahabe'den büyük bir kalabalık, Hz. Peygamberle birlikteydi. Yılların birik­miş, derin özlemini ve dinin farzım büyük bir heyecanla yerine getiriyorlardı. Mekkeliler, Medine'nin havasının, suyunun muhacir müslümanlan zayıflattığım düşünüyorlardı. O yüzden Hz. Peygamber, tavafın ilk üç şavtında koşuyormuşca-sına yürümelerini emretti. Arapçada buna "remi" denir. Nitekim bugüne kadar o sünnet devam etmektedir.

Mekkeliler her ne kadar çaresiz kalarak umreye izin vermişseler de gözleri bu manzarayı görmeye katlanamadığı için Kureyş'in çoğunluğu şehri boşaltarak dağ­lara gitti. Üç gün sonra Hz. Ali'nin (ra) yanına gelerek, şartın gerçekleştiğini ve za­manın dolduğunu hatırlatıp: "Muhammed'e Mekke'den çıkması gerektiğini söyle" dediler. Hz. Ali (ra) Hz. Peygamber'e durumu bildirince, Hz. Peygamber hemen harekete geçti ve Mekke'den ayrıldı. Mekke'den ayrılırken daha önce Mekke'de kalmış olan Hamza'nın (ra) küçük kızı Ümâme: "Amca! Amca!" diyerek koşup Hz. Peygamberdin yanına geldi. Hz. Ali, onu elleriyle yukarı kaldırıp kucağına aldı. Ama Cafer (ra) -Hz. Ali'nin kardeşi- ve Zeyd b. Harise (ra) Ümâme'nin kendileri­ne verilmesini, buna daha fazla haklan olduğunu iddia ettiler. Cafer (ra): "Bu, am­camın kızıdır" diyordu. Zeyd ise: "Hamza, benim din kardeşimdi, bu bağdan do­layı o yeğenim olur" diyordu. Hz. Ali ise, Aynı zamanda kendisinin kızkardeşi me­sabesinde olduğunu ve önce kendisinin kucağına geldiğini iddia ediyordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hepsinin iddiasını eşit derecede görerek Ümâme'yi teyzesi Esmâ'nın kucağına verdi. Esma, Ümâme'nin halasıydı. Sonra: "Hala anne gibi olur" diye buyurdu. [239]

 

XXII. Mute Savaşı

 

(Hicri  8.  Yıl, Cemâziye'l-Ûlâ)

 

Mûte; Suriye'de bulunan ve Belkâ'nın Medine tarafında kalan kısırımın adıdır. Araplar arasında çok ünlü olan doğu kılıçlan işte burada yapılırdı.[240] Ünlü şair Ku-seyjr şöyle demiştir:

"Cilacının Mûte'de parlattığı kılıçlar"

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Busrâ kralına ya da Bizans impara­toruna bir mektup yazmıştı. Arabistan'la Suriye'nin sınır bölgelerinde hüküm sü­ren Arap liderleri arasında, Belkâ bölgesinin lideri olan ve Bizans imparatorunun bir alt seviyesinde olan Şurahbil b. Amr diye bir yönetici vardı. Arap soyundan ge­len bu adam bir süre önce hıristiyan olmuştu ve Suriye'nin sınır bölgelerine hakimdi. Haris b. Umeyr bu mektubu alıp ona götürmüştü. Şurahbîl onu öldürdü. Bunun kısasının alınması için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem 3.000 askerden oluşan bir ordu düzenleyerek Suriye'ye yolladı. Hz. Peygamber, azâdh kölesi olan Zeyd b. Hârise'yi ordu komutanı yaptı ve savaşta şehit olursa yerine Cafer et-Tay-yar'ın geçmesini, o da şehit olursa Abdullah b. Revâha'nın ordu komutanı olması­nı bildirdi.[241]

Zeyd (ra) eskiden köleydi. Her ne kadar o sırada azâd olmuş biriyse de öne geç­tiği kimseler; yani Cafer et-Tayyar, Hz. Ali'nin öz kardeşi ve Hz. Peygamber'in en yakın akraba siydi. Abdullah b. Revâha değerli bir ensâr müslümam ve ünlü bir şa­irdi. Bu yüzden Cafer (ra) ve Abdullah b. Revâha gibi ileri derecede müslümanlar varken, onlar komutan tayin edilmeyip bir de üstlerine Zeyd'in komutan yapılma­sı hangi esasa dayanıyor diye, herkes hayret etmişti. Nitekim halk bunu uzun uzun konuşmuşlardı.[242] Ama İslâm'ın tesis etmeye geldiği eşitlik için üstün dereceli ki­şilerin bu tür fedakârlıklar yapması gerekiyordu.

Daha sonraları muhacir müslümanların da katılması emredilen Üsâme ordu­suna Hz. Peygamber işte bu Zeyd b. Hârise'nin oğlu Üsâme'yi komutan tayin et­mişti ve insanlar yine "bu kadar üstün derecede insan varken, neden azâd edil­miş eski bir kölenin oğlu komutan tayin edildi?" diye dedikodu yapmışlardı. Hz. Peygamber bu tür konuşmal ve dedikoduları duyunca şöyle bir konuşma yaptı:

"Sizler babasının komutanlığı sırasında da itiraz etmiştiniz. Halbuki o kesinlik­le komutanlığa lâyık biriydi" buyurdu. Nitekim Sahîh-i Buharı* nin Gazveler Bölü-mü'nde bu olay geniş olarak nakledilmiştir.

Her ne kadar bu ordu görünüşte kısas almak için gönderiliyorsa da yapılan ha­zırlık ve programın ana hedefi, İslâm'ı tebliğ etmekti. Allah Resulü: "Önce İslâm'a davet edilmelerini,[243] İslâm'ı kabul ettikleri takdirde savaşa gerek olmadığım" bil­dirdi. Bir de vefakârlık göstermek için, Haris b. Umeyr'in görevini yerine getirir­ken canını verdiği yere uğramalarını emretti. Hz. Peygamber, orduyu uğurlamak için Seniyyetü'l-Vedâ'ya kadar gitti. Sahabe-i kiram yüksek sesle: "Allah selamet­ler versin ve zaferle geri dönesiniz" diye dua ettiler.

Ordu Medine'den hareket edince casuslar Şurahbil'e haber verdiler. O da karşı koymak için aşağı yukarı 100.000 kişilik bir ordu hazırladı. Öte yandan Bizans İmpa­ratoru Heraklius, Arap kabilelerinden sayısız askerler toplayarak Belkâ'nın kasaba­larından olan Meâb'a gelip, üstlendi. Zeyd (ra) bu gelişmeleri öğrenince, Hz. Pey-gamber'e olayları haber vermek ve vereceği emri beklemek istedi. Ama Abdullah b. Revâha: "Asıl amacımı::, ülke fethetmek ve toprak zaptetmek değil, aksine şehidlik servetini elde etmektir.[244] Bu da her zaman ele geçmez, savaşalım" dedi.

Kısacası bu küçük ordu ilerledi ve 100.000 kişilik orduya saldırdı. Zeyd (ra) ye­diği mızrak darbeleriyle şehit oldu. Ondan sonra sancağı Cafer (ra) aldı, atından inerek ilk önce kendi atının ayaklarını kılıçla doğradı. Sonra öyle bir hışımla savaş­tı ki aldığı kılıç darbelerinden yaralanıp yeredüştü. Kılıçların ve mızrakların açtığı yaralar vücudunu kevgire çevirmişti.

Abdullah b. Ömer: "Cafer'in cesedini gördüm, üzerinde 90 tane kılıç ve mızrak yarası vardı. Hepsi de ön tarafmdaydı, arka tarafta yara izi yoktu" diyor.[245] Ca­fer'den (ra) sonra sancağı Abdullah b. Revâha aldı. O da kahramanlık gösterip yi­ğitlik örnekleri sergileyerek şehit oldu. Artık Hâlid (ra) komutan olmuştu. Büyük bir cesaret ve yiğitlikle savaştı, Sahîh-i Buhârî'de anlatıldığı üzere o kadar şiddet ve hınçla savaşmıştı ki: "Elindeki kılıçlar kırılmış, kırılan her kılıcın yerine yenisi­ni almış, hatta bu şekilde sekiz kılıç kırılıp yere düşmüştü.[246] Ama 100.000 kişilik bir ordu ile 3.000 kişilik bir ordunun savaşması ne demekti? En büyük başarı bu 3.000 kişilik orduyu 100.000 kişinin elinden hafif zayiatla kurtarmak ve selamete çı­karmaktı. Nitekim öyle yapıldı. Yenik ordu Medine'ye yaklaşınca şehir halkı onla­rı karşılamaya çıktı. Yaralı ordu yanlarına geldiğinde onlara geçmiş olsun diyecek­leri yerde yüzlerine toprak serptiler ve: "Ey kaçaklar! Allah yolundan geri dönüp kaçtınız" dediler.

Mûte olayı, Hz. Peygamber'e büyük darbe vurdu. Cafer'e (ra) çok büyük sev­gisi vardı. Onun şehid olmasından çok ızdırap duydu. Mescid'e gidip üzüntü için­de oturdu. Böyle üzgün bir durumda iken bir adam gelip: "Cafer'in evinde kadın­lar feryad edip ağlıyor, matem tutuyorlar" dedi. Hz. Peygamber de bunu engelle­mesi için birini gönderdi. O kişi geri gelerek: "Engellemeye çalıştım ama beni din­lemediler, feryat ve figân devam ediyor" dedi. Hz. Peygamber onu tekrar gönder­di. Sahabî tekrar gelerek: "Sözümüzü dinlemiyorlar" dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber: "O halde ağızlarına toprak doldur!" buyurdu. Bu olay Sahîh-i Buhârî'de Hz. Aişe tarafından nakledilmiştir. Sahîh-i Buhârî'de, Hz. Aişe'nin o kişiye hita­ben: "Allah'a andolsun ki! Sen bunu yapamayacaksın, Hz. Peygamber de üzüntü duymaktan kurtulamayacak" dediği de anlatılmıştır. [247]

 

XXIII. Mekke'nin Fethi

 

(Hicri   8.   Yıl,   Ramazan   Ayı)

 

"Doğrusu sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1)

Hz. ibrahim'in (as) halefi, iki cihan sultanı Hz. Muhammed'in en başta gelen görevi: gerçek tevhid inancını diriltmek ve Kabe'nin kutsallığını, onun tevhidi tem­sil eden yüceliğini kirleten pisliklerden temizlemekti. Ama Kureyşliler'in ardı ar­kası kesilmeyen saldırıları ve Araplar'ın düşmanlıkları yirmibir yıl boyunca bu gö­revi yerine getirmeyi engelledi. Hudeybiye barışı sayesinde bir müddet güven ve huzur sağlanmış, Kabe'ye gönül bağlamış müslümanlar, her ne kadar içine put doldurulmuş ve putlarla kirletilmiş de olsa bir kerecik olsun Hz. İbrahim'in hatıra­sı olan Kabe'yi ziyaret için gelmişlerdi. Ama Kureyş kabilesi Hudeybiye anlaşma­sına da sadakat gösteremedi. Müslümanlar, yumuşaklığın, merhametin ve sabrın son sınırına gelmişti. Artık hakikat güneşinin önüne gerilmiş olan perdeleri parça­layıp günyüzüne çıkacağı zaman gelmişti.

Hudeybiye barışının şartlarına uygun olarak Arap kabilelerinden olan Huzâ'a kabilesi, Hz. Peygamberin müttefiki oldu ve kabilenin hasmı olan Benî Bekr kabi­lesi ise Kureyş'le ittifak anlaşması yaptı. Bu iki rakip kabile arasında uzun zaman­dan beri çatışmalar sürüp gidiyordu. İslâm'ın ortaya çıkışı Araplar'ın dikkatini çektiğinden kabileler arası savaşlar durmuş ve o ana kadar da nüksetmemişti. Çünkü Kureyş'in ve diğer Arap kabilelerinin gücü ve dikkati İslâm'la savaşma ve ona karşı koyma yolunda harcanıyordu.

Hudeybiye barışı bütün insanlara gönül rahatlığı verince Benî Bekr kabilesi ar­tık intikam zamanının geldiğini düşündü. Birden Huzâ'a kabilesine saldırdı. Ku­reyş ileri gelenleri de onlara yardım etti. İkrime b. Ebu Cehil, Safvan b. Ümeyye, Süheyl b. Amr ve diğerleri geceleri kılık değiştirerek Benî Bekr kabilesine yardıma geliyorlar,[248] birlikte Huzâ'a kabilesine saldırıyorlardı. Huzâ'a kabilesi mecbur ka­larak Kabe'ye sığındı. Benî Bekr kabilesi böyle bir durumda Kabe'ye saygı gerekir diye savaşı durdurdu. Ama kabilenin önde gelenleri ve lideri olan Nefvel: "Bu ftr-sat bir daha ele geçmez" diyerek Kabe'ye sığınmış olan bu insanlara saldırdı. Kısa­cası Kabe sınırlan içerisinde Huzâ'a'nın kanı akıtıldı.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mescidde bulunuyorken, birden şu ses yükseldi:

"Ey Allahım! Ben, Muhammed'e bizimle onun ataları arasında olan anlaşmayı hatırlatıyorum. Ey Allah'ın elçisi! Bize yardım et ve Allah'ın kullarını çağır, hepsi yardımımıza yetişsin." dedi.

Durum soruşturulunca; Huzâ'a kabilesinden kırk kişinin, başlarında Amr b. Salim olduğu halde imdat istemeye geldikleri anlaşıldı. Hz. Peygamber olayların nasıl geliştiğini duyunca çok üzüldü. Bununla birlikte yine de Kureyş'e bir elçi göndererek üç şart ileri sürdü ve bunlardan birinin mutlaka kabul edilmesini iste­di. Şartlar şunlardı:

1. Huzâ'a kabilesinden öldürülen kişilerin kanlarının bedelinin verilmesi

2. Kureyş'in, Benî Bekr kabilesini himaye etmekten vazgeçmesi

3. Hudeybiye anlaşmasının bozulduğunun ilan edilmesi

Kureyş'i temsilen Karta b. Ömer: "Sadece üçüncü şart kabulümüzdür" dedi.[249] Ama elçinin geri dönmesinden sonra Kureyş pişman oldu ve Hudeybiye anlaşması­nı yenileyip gelmesi için Ebu Süfyân'ı elçi gönderdiler. Ebu Süfyân Medine'ye gel­dikten sonra Hz. Peygamber'in huzuruna çıkmak istedi. Peygamberlik makamından hiçbir cevap gelmedi. Ebu Süfyân bunun üzerine Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i aracı yapmaya çalıştı. Ama hiçbiri ilgilenmedi. Çaresiz kalan Ebu Süfyân Hz. Fâtıma'nm yanına gitti. Hz. Hasan (ra) o zaman henüz beş yaşında çocuktu. Ebu Süfyân Hz. Ha-san'ı göstererek: "Eğer bu çocuk ağzıyla sadece: 'Ben iki tarafın arasını düzelttim' derse bugünden itibaren Araplar'ın lideri olarak çağrılacaktır" dedi.

Hz. Fâtıma "Çocukların bu işle ne alâkası var" diye karşılık verdi. Sonunda Ebu Süfyân Hz. Ali'nin imâsı ile peygamber mescidine giderek: "Hudeybiye anlaş­masını yeniledim" diye kendi kendine ilan etti.[250]

Ebu Süfyân Mekke'ye gelerek, olup biteni anlatınca herkes: "Bu, ne bir barıştır ki biz ona güvenip rahat rahat oturalım; ne de bir savaştır ki, kalkıp savaş hazırlı­ğı yapalım" dediler.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Mekke'ye hareket hazırlıklarına baş­ladı, ittifak halinde olan kabilelere elçiler göndererek hazırlıklarını tamamlayıp gelmelerini söyledi. Mekkelilerin hazırlıklardan haberdar olmaması için bütün tedbirler de alındı. Hâtıb b. Ebu Belte'a (ra) çok değerli, üstün dereceli bir sahabî idi. Kureyş'e bir mektup yazıp göndererek Hz. Peygamberin Mekke'ye gelmek üzere hazırlıklar yaptığmı haber vermek istedi. Resûlullah bunu haber alınca Hz. Ali, Hz. Zübeyr, Hz. Mikdâd ve Hz. Ebu Mersed el-Ganevî'yi gizlice mektubu Mekke'ye götürmekte olan kişiden alıp gelmeleri için gönderdi.[251] Mektup, Hz. Peygamber'e getirilince herkes, Hâtıb'in sırrı ifşa edişine hayret etti ve şaşınp kal­dı. Hz. Ömer (ra) kendinden geçerek: "Emrederseniz, onun boynunu uçurayım" dedi. Ama rahmet Peygamber'inin alnında kırışma ve buruşma dahi yoktu. O: "Ey Ömer! Sen Allah'ın Bedr'e katılanlar için "Sizi hesaba çekmek yoktur" dediğini bil­miyor musun?" buyurdu.

Hâtıb'ın (ra) yalanlan ve aile fertleri hâlâ Mekke'de bulunuyorlardı. Hiç bir ha­mileri de yoktu. O yüzden aile halkının ve yakınlarının bir zarar görmemesi için karşılığında Kureyş'e bir iyilik yapmak istemişti. Hz. Peygamber'in huzurunda bu mazaretini ileri sürdü, Hz. Peygamber de kabul buyurdu.

Kısacası Hicrî 8. yılın Ramazan ayının onunda bir güneş gibi dünyayı aydınla­tan Hz. Peygamber, büyük bir haşmet ve tarif edilemez bir ihtişamla Mekke-i Mü-kerreme'ye doğru ilerledi. Silahlarla donatılmış, 10.000 kişilik ordu binekleri üze­rinde heybetle gidiyordu. Arap kabileleri yol boyunca gelip orduya katılıyorlardı. Mürru'z-Zahrân'a ulaştıktan sonra ordu orada üstlendi. Askerler geniş alanlara ya­yılmış olarak çadır kurdular. Mürru'z-Zahrân, Mekke-i Mükerreme'den bir durak veya daha az mesafede idi.

Hz. Peygamber Efendimizin emriyle bütün askerler çadırlarının önünde ayrı ayrı ateşler yaktılar. Bu ateşlerden dolayı bütün sahra Vadi Eymen haline geldi. Her taraf alev alev yanıyordu. İslâm ordusunun uğultusu Kureyş'in kulaklarına ulaşmıştı. Haberlerin ne derece doğru olduğunu anlamak için Hz. Hatice'nin (ra) yeğeni Hakîm b. Hızâm, Ebu Süfyân'la Büdeyl b. Verkâ'yı gönderdi. Hz. Peygam-ber'in çadırını korumakla görevli muhafız birliği etrafı dolaşırken ileriden Ebu Süfyân'ı gördüler. Hz. Ömer intikam duygusunu yenemedi, koşarak Hz. Peygam-ber'in huzuruna gelip: "Küfrün kökünün kazınmasının zamanı geldi" dedi. Ama Abbas (ra): "Ey Ömer! Eğer senin kabilenin adamı olsaydı, bu kadar katı kalplilik etmezdin" dedi. Ömer (ra): "Siz bari böyle söylemeyin. Müslüman olduğunuz gün, o kadar sevindim ki kendi babam Hattab müslüman olsaydı, o kadar sevinmez-dim" dedi.[252]

Ebu Süfyân'm öteden beri yaptığı her şey, şimdi herkesin gözü önündeydi. Yaptığı şeylerin her biri öldürülmesini gerektiren türdendi. İslâm düşmanlığı, Me­dine'ye tekrar tekrar saldırması, Arap kabilelerini kışkırtması, Hz. Peygamberi öl­dürmek için komplo kurması, bunlardan her biri kanının dökülme gerekçesi olabi­lirdi. Ama bütün bunların çok üstünde olan bir şey vardı. O da Peygamber'in af ve merhametiydi, işte bu merhamet, Ebu Süfyân'm kulağına hafifçe: "Burası korkula­cak yer değil" dedi.

Sahîh-i Buhârî'de: "Yakalandıktan hemen sonra Ebu Süfyân İslâm'ı kabul etti" denir.

Ama Taberî ve diğerlerinde bu kısa sözün açıklaması yapılırken aşağıdaki ko­nuşmaya yer verilmektedir:

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ebu Süfyân! Allah'tan başka hiç bir mabudun olmadığına neden iman edemedin?"

Ebu Süfyân: "Eğer başka bir ilah olsaydı, bugün bizim işimize yarardı."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ın Peygamberi olduğumda şüphen mi var?"

Ebu Süfyân: "Bunda birazcık tereddüdüm var."

Her halükârda Ebu Süfyân müslüman olduğunu açıkladı. O an her ne kadar imanı tam değildiyse de tarihçilerin yazdığına göre sonrasında gerçek ve sağlam bir müslüman haline geldi. Nitekim Tâif savaşında bir gözü sakatlandı. Yermuk sa­vaşında da o gözü tamamen kör oldu.

îslâm ordusu Mekke tarafına yönelince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem, Abbas'a (ra): "Ebu Süfyân'ı şu dağın tepesine götür ve ayakta tut da Allah'in askerlerinin azametini gözleriyle bizzat müşahede etsin" buyurdu. Biraz sonra îs­lâm okyanusunda dalgalanmalar başladı. Arap kabilelerinin dalgalar gibi haşmet­le ilerleyen birlikleri Mekke'ye doğru harekete geçti. îlk Önce Gıfâr kabilesinin bay­rağı gözüktü. Sonra Cüheyne'nin, ardından Süleym'in silahlarla donanmış olarak tekbir getire getire geçtikleri görüldü. Ebu Süfyân ürperiyordu. En sonunda Medi-neli ensâr müslümarüarınm meydana getirdiği bölük öyle bir haşmetle ve silahlı donanımla geldiler ki gözler kamaştı, akıllar şaşıp kaldı. Ebu Süfyân şaşkın şaşkın bu hangi ordudur, diye soruyordu. Abbas (ra) her geçen birliğin adını söylüyor ve hangi kabilelerden meydana geldiğini anlatıyordu. Birden ordu komutanı Sa'd b. Ubâde elinde sancak olduğu halde önlerinden geçti. Ebu Süfyân'ı görünce: "Bu­gün, savaş alanında kanın gövdeyi götüreceği gündür. Bu gün Kabe helal kılına­caktır!"[253] dîye bağırdı. Herkes geçtikten sonra en son olarak, her tarafa akseden ışığıyla yeryüzünün üzerini nurla kaplayan, âlemi aydınlatan Peygamber güneşi doğdu. Zübeyr b. Avvâm (ra) sancağı taşıyordu. Ebu Süfyân'ın gözü Resûlullah'ın mübarek yüzüne ilişince: "Allah Resûlu Muhammed! Ubâde'nin neler söyleyerek geçtiğini duydu mu?" diye bağırarak Ubâde'nin sözlerini tekrarladı. Hz. Peygam­ber ise: "Ubâde yanlış söylemiş, bugün Kabe'nin ihtişama kavuşacağı gündür" bu­yurdu. Böyle buyurduktan sonra: "Ordunun sancağı Ubâde'den alınarak oğluna verilsin!" diye emir verdi.

Mekke'ye ulaştıktan sonra Hz. Peygamber: "Peygamber sancağı Hucûn denen yere dikilsin" emrini verdi. Hz. Hâlid'e de (ra) askerlerle birlikte yukarı tarafa doğ­ru gelmesi emri verildi.[254] Mekke'de şöyle ilan edildi: "Silahlarını bırakanlar, Ebu Süfyân'ın evine sığınanlar veya kapısını kapatıp evine kapananlar ya da Kabe'ye girip oradan çıkmayanlar emniyet ve güven içinde olacaklardır."

Bu ilana rağmen Kureyş'ten küçük bir grup karşı koymaya çalıştı ve Hâlid'in askerlerine ok yağdırdı. Nitekim üç kişi Kürz b. Câbir Fihrî, Hubeyş b. Eş'ar ve Se­leme b. el-Mîlâ şehid oldu.[255] Hâlid (ra) da mecbur kalarak onlara saldırdı. Bu in­sanlar onüç adamlarının cesedini ortada bırakarak kaçıp gittiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem kılıçların parladığını görünce Hâlid'den, neden böyle yaptığını sordu. Ama önce karşı taraftakilerin çatışmaya girdiğini öğrenince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'ın takdiri böyleymiş" buyurdu.

insanlar, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Nerede ikamet ede­ceksiniz, eski evinizde mi?" diye sordular. Sanatta müslüman kâfire mirasçı ola­maz. Peygamberimizin amcası Ebu Tâlib öldüğü zaman oğlu Ukayl o günlerde kâfir olduğundan, babasına mirasçı olmuştu. Ukayl, ele geçirdiği evi Ebu Süfyân'a satmıştı. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Ukayl nerede ev bıraktı ki orada oturayım? O yüzden Kureyş'in bize karşı küfrü destek­lediği sırada aralarında birleşip konuştukları ve karar aldıkları makâm-ı hayf'ta kalacağım" buyurdu.

Allah'ın hikmeti sorulmaz, O'nun şanı yücedir. Putları kıran Halil îbrahim'in bir hatırası olan mübarek Kabe'nin içine 360 put yerleştirilmişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem teker teker her birine asasının ucuyla dokuna dokuna gi­diyor ve şu ayeti okuyordu: "Hak geldi, batıl yok olup gitti, şüphesiz ki batıl zaten gidiciydi." (Isrâ, 17/81)

Kabe'de birçok put duruyordu. Kureyş bunları ilah kabul ediyordu. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem Kabe'nin içine girmeden önce hepsinin çıkarıl­masını emretti.[256] Ömer (ra) içeri girerek, ne kadar heykel ve resim varsa hepsini içeriden çıkarıp attı. Kabe bu kir ve pisliklerden arındıktan sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Kabe'nin anahtarını taşıyan Osman b. Talha'dan anah­tarı istetti ve kapıyı açtırdı. Resûlullah Efendimiz Bilâl (ra) ve Talha (ra) ile birlik­te içeri girip namaz kıldı. Buhârî'nin bir rivayetine göre: "Resûlullah, Kabe'nin içinde tekbir getirmiş, namaz kılmamıştı. [257]"

 

Fetih Hutbesi

 

Bu, îslâm devletinin ilk resmi toplantısıydı. Devlet hutbesi okundu. Yani bir Allah inancının ocağında, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ilâhî halifelik maka­mında konuşma yaptı. Aslında bu konuşma ve bu hitap sadece Mekkeliler'e değil, bütün dünyaya yönelikti;

"Allah'tan başka ilah yoktur, tek başına O vardır. Ortağı yoktur. Vaadinde doğ­ru olduğunu göstermiştir. Kuluna yardım etmiştir. Tek başına bütün orduları yen­miştir. Dikkat edin! Bütün gururlar, eskiden kalma kan davaları, bütün alacak da­vaları, şu iki ayağımın altındadır. Sadece Kabe'nin mütevelliliği ve hacılara su da­ğıtılması bunun dışındadır. Ey Kureyş topluluğu! Şüphesiz ki Allah sizden cahili-ye gururunu ve babalarla, dedelerle büyüklenmeyi kaldırmıştır. Bütün insanlar Adem'dendir, Adem de topraktan yaratılmıştır" buyurdu.

Ardından şu âyeti okudu:

"Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinzle ta­nışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, Candan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 49/13)

"Şüphesiz Allah şarabm alınıp satılmasını haram kılmıştır" buyurarak konuş­masını bitirdi.

Bütün maçların ve amellerin ana temeli ve islâm davetinin ana mesajı, Allah'ın bir olduğuna inanmaktır. O bakımdan Hz. Peygamber, her şeyden önce tevhid esa­sı üzerinde konuşmaya başlamıştır. [258]

 

Hutbe'nin  Temel  Hedefleri

 

Araplar'ın bir prensibi vardı. Bir kişi birini öldürürse bu öldürülen kişinin kanmın intikamını almak, o kişinin mensup olduğu ailenin hatta kabilenin görevi kabul edilirdi. Yani eğer o anda katil ele geçirilememişse sülâle siciline öldürülenin adı yazılır, yüzlerce yıl geçse bile, fırsat bulunduğunda intikam görevi yerine getiri­lirdi. Katil eğer ölmüşse, sülâle veya kabilesinden bir adam öldürülürdü. Aynı şe­kilde kan bedeli alınması da dededen, babadan sürüp gelen bir gelenekti. Dökü­len kanın intikamını almak, Araplar'da en büyük iftihar vesilesiydi. Aynı şekilde daha başka birçok önemsiz, lüzumsuz, değersiz şeyler milli gururlar ve iftiharlar araşma girmişti.

İslâm bunların hepsini ortadan kaldırmak için gelmişti. Nitekim bu tür inti­kam, kan bedeli alma ve benzer bütün yanlış gurur ve övünçlerle ilgili olarak Re-sûlullah efendimiz: "Onları ayaklarımın altında çiğniyorum" buyurmuştu.

Arabistan'da ve bütün dünyada; soy, sülâle ve ırk ayırımından dolayı insanlar arasında sınıf farkı, insanlan değerlendirmede seviye ve derece farkı konmuştu. Hindulann kast rejimi kurup da insanları dört sınıfa ayırmaları gibi. Hindular, en alt tabaka olan paryalara, hayvanlara verilen dereceyi vermiş bununla birlikte on­ların hiç bir zaman kendilerine biçilen bu değer ve derecelerinden zerre kadar da­hi yukarı çıkamayacaklarını karara bağlamışlardır. İslâm'ın bütün dünyaya yaptı­ğı en büyük iyilik; sınıf farkını kaldırarak bütün insanlar arasında eşitlik kurmasıydi. Yani, Arap-Arap olmayan, üstün sınıf-aşağı sınıf, idareci-vatandaş, zengin-fakir hepsini eşit kabul etmişti.

Her insan kendi gayret ve çabasıyla en üst dereceye kadar yükselebilir. Nitekim Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, kendini dinleyen topluluğa, Kur'ân-ı Ke-rîm'in yukarıda zikredilen ayetini okumuş, sonra onu açıklayarak; "Hepiniz Adem'in (as) evlatlarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır7' buyurmuştur.

Hz. Peygamber hutbesini okuduktan sonra kalabalığa doğru bakınca karşısın­da Kureyş'in en amansız liderlerini gördü. Bunlar arasında İslâm'ı yok etmek için en ön safta yeralan kişiler de vardı. Dilleri Hz. Peygarnber'e küfür ve hakaretler yağdıran adamlar da vardı. İffetin, merhametin, şeref ve haysiyetin timsali olan Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e kılıç ve oklanyla saldıran ve küstahlık taslayan kişiler de vardı. Hz. Peygamber'in yoluna dikenler döşeyenler de vardı. Hz. Peygamber kendilerine Öğüt verirken, kendilerine hak yolu göstermeye çalışır­ken attıkları taşlarla ayaklarını, bacaklarını kan-revan içinde bırakanlar da vardı. Hırs ve kin ateşiyle susuzluktan kavrulan dudakları, Hz. Peygamber'in kanından başka hiç bir şeyle kanmayanlar da vardı. Saldırıları tufan gibi Medine duvarları­na ikide bir gelen kişiler de vardı. Müslümanları alev alev yanan kumlara yatıra­rak göğüslerini kızgın demirlerle dağlayanlar da vardı.

Alemlere rahmet olarak gönderilen yüce Peygamber Hz. Muhammed sallalla­hu aleyhi vesellem, onlara doğru baktı ve korkutucu bir ses tonuyla: "Size nasıl davranacağımı hiç biliyor musunuz?" diye sordu.

Bu insanlar her ne kadar zalim, asi ve merhametsiz idiyseler de, Hz. Peygam­ber'in ruh yapışım da bilen kimselerdi. Hep bir ağızdan: "Sen şerefli bir kardeşsin ve şerefli bir kardeşimizin oğlusun." diye bağırdılar.

Hz.Peygamber onların bu sözünden sonra:

"Bugün yaptıklarınızdan dolayı sorguya çekilmek yoktur, gidiniz, hepiniz ser­bestsiniz" buyurdu.

Mekke kâfirleri, Medine'ye hicret eden bütün muhacirlerin evlerini ele geçir­mişlerdi. Artık onların kendi mallarını ve haklarını geri almalarının zamanı gelmiş­ti. Hz. Peygamber, muhacirlere kendi mallarından vazgeçmelerini emretti.

Namaz vakti geldi. Bilâl (ra) Kabe'nin damına çıkarak ezan okudu. O azgın asi­ler, şimdi tamamen boyun eğmiş, teslim olmuşlardı. Ama içlerindeki kin ateşi hâ­lâ alev alev yanıyordu. Attâb b. Üseyd: "Allah benim babamın şeref ve haysiyetini korudu da, bu sesi duymadan önce onu bu dünyadan alıp götürdü" dedi.[259] Diğer bir Kureyş lideri ise: "Artık yaşamanın hiç bir anlamı kalmadı" dedi.[260]

Hz. Peygamber, Safa tepesinde yüksek bir yere çıkıp oturdu, islâm'ı kabul etme­ye gelenler Peygamber'in mübarek elini tutup, biat ediyordu. Erkeklerin sırası bitmiş, kadınların sırası gelmişti. Kadınlardan biat almanın şekli de şöyleydi: Önce onlardan islâm'ın erkanını ve ahlâk güzelliğini kabul ettiklerini ilan etmeleri isteniyor, sonra su dolu bir kaba Hz. Peygamber mübarek elini daldırarak çıkarıyordu.[261] Daha sonra ka­dınlar aynı kaba, ellerim daldırıyorlardı. Böylece biat gerçekleşmiş oluyordu.

O kadınlarla birlikte Hind de geldi. O, Araplar'ın lideri Utbe'nin kızı ve Emir Muâviye'nin (ra) annesi olan Hind'di. Hz. Hamza'yı o öldürtmüş, göğsünü yara­rak ciğerlerini çıkarıp çiğnemişti. Peçesini takarak geldi. Şerefli kadınlar genellikle peçe takarlardı. Fakat o gün böyle yapmasının bir başka amacı da tanınmak iste­memesiydi. Hz. Peygamber'e biâtı sırasında, son derece cüretli ve küstahça bir ta­kım sözler söyledi ki, bu sözler aşağıdaki şekilde cereyan etmiştir:[262]

Hind: "Bizim neye yemin etmemizi istiyorsun?"

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmaya­caksın."

Hind: "Bunu erkeklere söyletip tasdik ettirmemiş miydin? Ama herşeye rağ­men ben de kabul ediyorum."

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Hırsızlık yapmayacaksın."

Hind: "Kocam Ebu Süfyân'ın parasından arasıra birkaç kuruş alıyorum. Bilmi­yorum bu çalma mıdır, değil midir?"

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Çocuklarını öldürmeyeceksin" bu­yurdu.

Hind: "Onlar küçükken biz besleyip büyüttük. Büyüdüklerinde de onları Bedir savaşında öldürdün."[263]

Arap liderleri arasında Kureyş'in baştacı olan on kişi vardı. Bunlardan Safvan b. Ümeyye Cidde'ye kaçmıştı. Umeyr b. Vehb ise Hz. Peygamber'in huzuruna ge­lerek: "Arapların liderleri Mekke'den kaçıp gidiyorlar" dedi. Hz. Peygamber gü­vence verişinin bir işareti olarak ona sarığını verdi. Umeyr Cidde'ye ulaşarak Saf-van'ı geri getirdi. Huneyn savaşına kadar müslüman olmadı;[264] ama daha sonra müslüman oldu. Abdullah b. Zeb'arâ, ünlü bir şairdi. Önceleri Hz. Peygamberi hicveder, Kur'ân-ı Kerîm'e nazireler yazmaya çalışırdı. O da Necrân'a kaçıp git­mişti. Ama daha sonra gelip müslüman oldu.[265]

Ebu Cehil'in oğlu Ikrime Yemen'e kaçtıysa da hanımı Ününü Hakîm, Hz. Pey-gamber'den onun öldürülmeyeceğine dair güvence aldı ve Yemen'e gidip geri ge­tirdi.[266]

Ebu CehiTe: "Senin ciğerparen oğlun Ikrime, küfrün kucağından ayrılarak İs­lâm'ın sinesine sığındı ve müslüman oldu. Artık ona îkrime (ra) Hazretleri diyo­ruz" diyerek bu olayı haber vermeye imkân yoktu. Çünkü o ölmüştü.

Ebu Cehil'e bu haberi vermek mümkün olsaydı, haberi verebilen müslüman için ne büyük mutluluk olurdu, Ebu Cehil için de ciğerinin yanması olurdu. [267]

 

Öldürülecekleri  İlan  Edilenler

 

Siyer yazarlarının anlattığına göre, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, her ne kadar Mekkeliler'e güvence vermişse de on kişi hakkında bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlardan bazıları, örneğin Abdullah b. Hattal ve Mu-kayyis b. Sallâbe birer katildiler ve kısas gereği öldürüldüler. Ama bunların içinde öyleleri vardı ki, tek suçlan Mekke dönemindeyken Hz. Peygamber'e işkence yap­mak veya O'nu hicveden şiirler söylemekti. Bunlar arasından bir kadın, Hz. Pey-gamber'i hicveden şiirler okumasından dolayı öldürüldü.

Ama bu meseleye hadisçi bir bakış açısıyla bakar da bu anlatılanları hadis ilmi metoduyla incelersek bu rivayetin doğru olmadığını anlarız.

Bütün Mekkeliler bu suçu işlemişlerdi. Hz. Peygamber'e en ağır işkenceleri yapmayan, Kureyş'ten üç-dört kişi dışında, kim vardı. Bütün bunlara rağmen io in­sanlara "Siz serbestsiniz" müjdesi verilmişti. Halbuki öldürüldükleri söylenen o ki­şiler, "serbestsiniz" denen bu Mekkeliler'e göre daha az derecede suçluydular. Hz. Aişe'nin şu rivayeti altı sahih hadis kitabında da mevcuttur:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hiç kimseden kendi öcünü almadı. Hayber'de kendisine zehir vererek öldürmek isteyen için: 'Bunun öldürülmesine emir verecek misiniz?' diye soranlara: "Hayır" cevabı verdi."

Küfür diyarı olan Hayber'de bir yahudi kadının, Hz. Peygamber'e zehir verip öl­dürmek istemesine rağmen canı bağışlanıyor, öldürülmüyor da bundan daha az de­recede suçlu olanlar Kabe'de, Hz. Peygamber'in affından nasıl mahrum kalabiliyor?

Eğer dirayete dayanarak bunların reddedilmesine güvenilmiyorsa, o takdir­de rivayet açısından da bu olay tamamen değersiz kalmaktadır diyebiliriz. Sa-hîh-i Buhârî'de sadece îbn Hattal'ın kısas olarak öldürülmesi zikredilmiştir.[268] Bunun böyle olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Mukayyis'in öldü­rülmesi de şer'î bir kısastı. Diğer kişiler hakkında verilen Öldürülme emrinin sebebinin, bir zamanlar Hz. Peygamber'e işkence etmeleri olduğu bildirilmiştir. O rivayetler sadece îbn İshâk'a kadar ulaştıktan sonra son bulmaktadır. Yani hadis usulü açısından o rivayetler münkatı' yani kopuktur. Bu tür rivayetlere güveni-lemez. îbn îshâk'ın kendine özgü güvenilirlik derecesini de kitabımızın giriş bö­lümünde yazmıştık.

Bu konuda öne sürülebilecek en güvenilebilir rivayet, Ebu Davud'un yaptığı ri­vayettir.[269] Bu rivayette Hz. Peygamber'in Mekke'nin fethedüdiği gün: "Dört kişi­ye hiç bir yerde can güvenliği verilemez" buyurduğu anlatılmıştır. Ama Ebu Dâvûd bu hadisi naklederek: "Bu rivayetin hadis usulüne tam uygun bir senedi eli­me geçmedi" diye yazmakta, sonra Îbn Hattâl'ın rivayetini nakletmektedir. Yaptı­ğı bu rivayetin bir râvisi de Ahmed îbn el-Mufaddal'dır. Bu ravi hakkında el-Ezdî: "Münkere'l-Hadis=Hadisi reddedilen kişi" demektedir. Bir başka râvi de Esbât b. Nasr'dır ki onun hakkında Nesâ'î: "Sağlam değildir" demektedir. Her ne kadar sa­dece bu kadar bir tenkid, herhangi bir rivayetin geçersizliğine yeterli değilse de olayın öneminin fazla oluşundan dolayı râvinin bu kadarcık zaafı bile rivayeti şüp­heli kılmaya yeterlidir.

İslâm'a karşı savaşan ve îslâm'a karşı çıkmakta en önde gelen bazı Kureyş li­derlerinin, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ordu ile gelmekte olduğu­nu öğrenmelerinden sonra Mekke'den kaçtıklarında şüphe yoktur. Ama onların, öldürülmeleri için emir verilmesi nedeniyle kaçtıkları sadece îbn îshâk'ın tahmini­dir, îbn îshâk, öldürülme ilanları yapılan bu kaçaklar arasında Ebu Cehil'in oğlu îkrime'yi de saymıştır. îmam-ı Mâlik'in Muvattâ'ında bu olay nasıl anlatılmışsa aşağıya ayne* alıyoruz:

"Haris b. Hişâm'ın kızı Ümmü Hakim, Ebu Cehil'in oğlu îkrime'nin eşiydi. Mekke fethedüdiği gün müslüman oldu, ama kocası îkrime İslâm'dan kaçarak Ye-men'e gitmişti. Ümmü Hakim Yemen'e giderek onu îslâm'a davet etti, o da müs­lüman oldu ve Mekke'ye döndü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onu gö­rünce sevincinden ayağa kalktı, ona doğru o kadar acele gitti ki mübarek vücudu­na hırkasını bile giyinmemişti. Sonra ondan biat aldı."

Kendilerine güvence verilmiş olan kişilerin, müslüman olmaya zorlanmadıkla­rı da burada özellikle gözönünde tutulmalıdır. Bütün tarihçiler ve siyer uzmanla­rı, Mekke'nin fethinden sonra meydana gelen Huneyn savaşında, o ana kadar he­nüz müslüman olmamış kâfirlerin de îslâm ordusuna katıldığını kesin ve açık şe­kilde belirtmişlerdir. Huneyn savaşında yenilmenin sebebi daha çok ilk saldırıda bu kâfirlerin geri çekilip kaçma basitliği göstermelerinden dolayı, müslümanların da geri çekilmek zorun kalmalarıdır. [270]

 

Kabe'nin  Hazinesi

 

Kabe'de birikmiş olan hediyeler, bağışlar ve adaklardan oluşan hazine bir süre ol­duğu gibi korundu. Ama heykeller, resimler ve putlar imha edildi. İmha edilenler arasında, Hz. îbrahim'in (as) heykelleri ve Hz. isa'nın (as) resmi de vardı.[271] Ka­be'deki bu resimden dolayı insanlar, bir zamanlar bu bölgede hıristiyanhğın hayli etkisi olduğunu düşünmüşlerdir. Duvarlardaki renkli resimler yokedilmesine rağ­men, silik izleri yine de kalmıştı.[272]

Resim izleri Abdullah b. Zübeyr'in Kabe'yi tamirine kadar öylece durdu. An­cak o zaman tamamen imha edildiler. Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem Mekke'de onbeş gün kaldı. Mekke'den ayrılacağı sırada Muaz b. Cebel'i (ra) orada bıraktı ve onu halka islâm'ı ve hükümlerini öğretmekle görevlendirdi. [273]

 

Mekke'nin  Fethi  Ve  Putların  Kırılması

 

Mekke'nin fethinin temel hedefi ve ana gayesi; Allah'ın emir ve buyruklarını dün­yaya hakim kılıp, tevhid inancının bayrağmı yükseltmekti.

Kabe'de yüzlerce put bulunuyordu. Bunlar arasmda putperestlerin en büyük mabudu olan Hübel de vardı. Bu, insan şeklinde bir puttu. Kırmızı yakuttan yapıl­mıştı. Bunu ilk defa Kabe'ye getirip koyan Mudar'ın torunu ve Adnan'ın torunu­nun torunu Huzeyme b. Müdrike idi. Hübel'in önünde yedi ok bulunurdu. Bunla­rın üzerinde de "lâ ve neam"=(evet ve hayır) yazılıydı. Araplar herhangi bir işi yapmak istediklerinde bu oklarla kur'a çeker, evet ve hayırdan hangisi çıkarsa ona göre hareket ederlerdi.[274]

Uhud savaşında Ebu Süfyân, işte bu Hübel'in adını söyleyerek: "Yaşasın Hü­bel!" diye bağırmıştı. Bu put Kabe'nin tam içindeydi. Nitekim Hz. Peygamber Ka­be'ye girince diğer putlarla birlikte Hübel putu da imha edildi. Mekke çevresinde daha başka büyük putlar da vardı. Onlar için hac merasimleri yapılırdı. En büyük­leri arasmda Lât, Menât ve Uzzâ bulunuyordu. Uzzâ Kureyş'in, Lât ise Tâiflilerin putuydu. Mekke-i Mükerreme'den bir konak mesafede bulunan Nahle'de, Uzzâ putu dikilmişti. Benî Şeybân bunun koruyucusu ve mütevellisi idi. Cahiliyye dö­neminde Araplar ilahın, kış mevsiminde Lât putunun yanında, yaz mevsiminde de Uzzâ putunun yanında bulunduğuna inanıyorlardı. Araplar, Kabe'de yerine getir­dikleri bütün merasim ve ayinleri Uzzâ'mn Önünde icra eder, onun etrafını tavaf eder ve ona kurbanlar keserlerdi.[275]

Menât putunun hükümranlık yeri ise, Müşellel'di. Burası Kadîd'in yakınında Medine'ye yedi mil mesafedeydi. Menât putu yontulmamış bir taştı. Ezd, Gassân, Evs ve Hazrec kabileleri onu ziyaret eder ve etrafında dönerek tapmırlardı. Amr b. Luhayy'ın diktiği putlar arasında bu, en yükseği idi. Evs ve Hazrec kabileleri Ka­be'yi ziyaret edip, hac yaptıklarında ihramı çıkarma, saçlarını tıraş etme merasimi­ni işte bu putun yanında yaparlardı.[276]

Huzeyl kabilesinin putu; Yenbu' taraflarındaki Rehat'ta bulunan Suvâ' putuy­du. Bu bir taştan ibaret olup koruyucusu ve mütevellisi Benî Lihyân kabilesi idi.

Bütün Arapları pençesine alıp esir eden, onların kafa ve gönüllerini taşlaştıran, işte bu putperestliğin büyüsü ve tılsımı idi. Artık bunu yoketme zamanı gelmişti. işte bu yüzden devrilen, parçalanan putların, yıkılan puthanelerin çıtırtıları arasın­da, birden her yandan toz duman yükselmeye başladı. [277]

 

XXIV. Huneyn Savaşı

 

(Hicretin  8.  Yılı  Şevval Ayı)

 

"işte o Huneyn günü, çokluğunuz size kendinizi beğendirmişti..." (Tevbe, 9/25)

Huneyn, Mekke ile Tâif arasındaki bir vadinin adıdır. Arafat'tan 3 mil ileri­de bulunan Araplar'ın meşhur Zülmecâz panayırı bunun eteğindedir. Buraya Evtâs da denir. Hevâzin, birçok kolları olan büyük bir kabilenin adı olup bura­ya yerleşmiştir.

Mekke'nin fethinden önce, islâm fetihlerinin alanı her geçen gün genişlemek­teydi. Buna rağmen müşrik Araplar en kutsal merkezlerinin yani Mekke'nin hâlâ kendi ellerinde bulunduğunu her an gördükleri için: "Eğer Muhammed, Kureyş'e üstün gelir de Mekke'yi ele geçirirse, işte o zaman gerçek peygamber olduğuna inanırız" diye düşünüyorlardı. Mekke fethedilince bütün Arap kabileleri kendilik­lerinden gelerek islâm'ı kabul etmeye başladılar.

Ama Hevazin ile Sakîf kabileleri üzerinde bu fethin ters etkisi oldu. Bu kabile­ler son derece savaşçı ve savaş tekniğini iyi bilen iki kabileydi. İslâm üstün geldik­çe ve bütün kabileleri teker teker yendikçe, liderlikleri ve seçkin bir kabile oluşları son bulacak diye endişeleniyorlardı. Bu yüzden Hevazin ile Sakîf kabilelerinin li­derleri, Mekke'nin fethinden sonra artık sıranın kendilerine geldiğini düşündükle­rinden bir araya gelerek anlaştılar ve o sırada topluca Mekke'de bulunan müslü-manlara genel bir saldın yapılmasına karar verdiler.

Bu karar gereği iki kabile büyük bir hışımla hücuma geçtiler. Ölesiye bir öfke ve heyecanla savaşıyorlardı. Her kabilenin savaşçıları bütün çoluk-çocuğunu top­layıp gelmişti. Kadınlar ve çocukları yanlarında olduğu takdirde, onları korumak için canlarını vermekten kaçınmazlar düşüncesiyle insanlar, kendilerini coşturacak her şeyi gözlerinin önüne dikmişler, hırsla savaşıyorlardı.

Bu savaşa Sakîf ve Hevazin kabilelerinin bütün kolları katılmışsa da Ka'b ve Ki-lâb kabileleri katılmamıştı. Ordu komutanlığına Hevazin kabilesinin lideri olan Mâ­lik b. Avf seçilmişti.[278] Savaş danışmanı, Arapların ünlü şairi ve Cüşm kabilesinin li­deri Düreyd b. es-Sımme idi. Onun şairlik ve kahramanlığa ait destanlar, Arap tari­hinde hâlâ bir anı olarak durmaktadır. Ama yüz yaşım aşmış olduğundan adeta ke­mikten ibaret bir iskelet haline gelmişti. Yine de Araplar ona güvenip inandıkların­dan ve onun görüş ve kararlarına saygı duymalarından Mâlik b. Avf bu savaşa ka­tılmasını kendisinden rica etmiş, döşeğinden kaldırarak savaş alanına getirmişti.

Düreyd: "Burası neresi?" diye sordu. İnsanlar: "Evtâs" deyince, "Evet burası sa­vaş için uygundur, toprağı ne çok serttir, ne de ayak kayacak kadar yumuşaktır" de­di. Sonra: "Bu çocuk ağlama sesleri nereden geliyor" diye sordu. İnsanlar da: "Sava­şan kişiler yılgınlık gösterip geri çekilmesinler, ayaklan yerlerinden kaymasın diye Çocukları ile kadınlarını birlikte getirdiler" deyince, "Bir kere ayaklar yerinden oy­nadı mı hiçbir şey onları durduramaz. Savaş alanında sadece kılıç işgörür. Talihsiz­likten eğer yenilgi olursa, kadınlar yüzünden daha da zillete düşülür" dedi.

Daha sonra: "Ka'b ve Kilâb kabileleri de bu savaşa katıldılar mı, katılmadılar mı?" diye sordu ve şerefli kabilelerden tek kişinin dahi bulunmadığını öğrenice: "Eğer bu gün şeref ve onur günü olsaydı, Ka'b ve Kilâb kabileleri gelmemezlik et­mezlerdi" dedi.

Yaşlı ve gün görmüş Düreyd, ordunun güvenli bir yere toplanmasını ve orada savaş ilanı yapılmasını tavsiye etmişti. Ama otuz yaşında bir genç olan Mâlik b. Avf, gençlik heyecanı ile bu tavsiyeye uymadı ve artık onun yaşlandığını, akimin işe yaramaz hale geldiğini söyledi.[279]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu olayları Mekke'de haber alınca ne derece gerçek olduğunu anlamak için Abdullah b. Ebu Cedred'i oraya gönderdi. Abdullah, casus olarak Huheyn'e geldi. Bir kaç gün askerler arasında kalarak, bü­tün durumları inceledi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem mecbur kalarak savaş hazırlıkları yaptı. Yiyecek içecek ve savaş malzemesi ayarlamak için borç pa­ra alma ihtiyacı doğdu. Ebu Cehil'in üvey kardeşi olan Abdullah b. Rebî'a çok zen­gindi. Ondan 30.000 dirhem ödünç para alındı.[280] Safvan b. Ümeyye, Mekke'nin önde gelen liderlerindendi ve misafirperverliğiyle ünlüydü. Ama o ana kadar he­nüz müslüman olmamıştı. Hz. Peygamber ondan ödünç olarak savaş silahları iste­di. O da yüz zırhla birlikte parçalarını takdim etti.[281]

Hicrî sekizinci yılın Şevval ayında -Ocak-Şubat 630'da- sayısı 12.000'e ulaşan İslâm ordusu, öyle bir ihtişamla silahlı ve tam donanımlı olarak Huneyn'e ilerledi ki/ dostları bile hayrete düşürüp heyecana sürükledi. Bazı sahabîlerin ağzmdan kendiliğinden:

"Bugün kim bize üstün gelebilir?" sözleri döküldü. Ama dergâh-ı ilâhf de bu gurur beğenilmedi ve şu âyetler indi:

"Hani o Huneyn gününde Allah size yardım etti. Çok sayıda oluşunuz sizi böbürlendirip, gururlandırmıştı. Ama size birşey de sağlayamamıştı. Yer ise bü­tün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonra arkanıza dönüp, gerisin geri git­miştiniz.

Sonra Allah, Resulü ile mü'minlere güven duygusu ve huzur indirdi. Görme­diğiniz orduları da indirdi ve küfre sapmış olanlara azap etti. Bu, küfre sapanların cezasıdır." (Tevbe, 9/25-26)

Zafer yerine daha ilk anda hezimet açık olarak ortaya çıktı. Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem başını kaldırıp baktığında yanında en yakın arkadaşların­dan hiç birini göremedi.[282] Bu savaşa katılmış olan Ebu Katâde (ra) şöyle der:

"İnsanlar kaçıp gidince, bir müslümanın göğsüne oturmuş bir kâfir gördüm. Arkasından omuzuna bir kılıç salladım, zırhını delerek içeri geçti. Dönerek bana öyle bir şiddetle vurdu ki, neredeyse öldürecekti. Ama gücünü kaybedip yere yı­ğıldı. Bu arada Hz. Ömer'i gördüm: 'Müslümanların bu hali nedir böyle?' diye sor­dum, o da: 'Takdir-i ilâhî böyleymiş' dedi".[283]

Bu yenilginin çeşitli sebepleri vardı. Bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

Birincisi: Hâlid'in (ra) komutasında bulunan öncü bölüğünde, daha çok Mek­ke'nin fethinin hemen arkasmdan henüz yeni müslüman olmuş gençler vardı. Gençlik hevesi ve gururuna kapılarak savaş silahlarını bile almadan gelmişlerdi.[284] Ordu içinde hâlâ müslüman olmamış "Tulekâ" denen 2.000 kişi vardı.[285] Hevâzin kabilesi, bütün araplar arasında bir örneği bulunmayan nişancı ve attığı oku hede­fe vuran kimselerdi. Savaş alanında onların bir oku bile boşa gitmezdi.

İkincisi: Kâfirler savaş alanına önce gelerek uygun yerleri ele geçirmiş, okçu birliği dağların eteklerine ve sırtların arkalarına yerleşip siper almışlardı.

Üçüncüsü: İslâm ordusu sabahleyin ortalık iyice aydınlanmadan saldırdı. Müs­lümanların savaş alanında bulundukları yerde, sırtları o kadar bayır aşağıya doğ­ruydu ki ayakların yere sağlam basması imkânsızdı. Saldırıya geçenler tam ilerler­ken karşıdan binlerce asker sökün edip ortaya çıktı. Öte taraftan siperlerden okçu­lar birliği yerlerinden harekete geçerek ok yağdırmaya başladılar. İslâm ordusu­nun en ön safında olanlar çaresizlik içinde, düzensiz olarak geriye çekildiler. Son­ra da bütün ordunun ayağı kaydı. Sahîh-i Buhârfde de bildirildiği gibi: "Herkes geri çekilip gitti. Hz. Peygamber tek başına kaldı. Ok yağmuru kesilmiyordu. 12.000 İslâm askeri uçup gitmişti ama tek basma yüce Peygamber bir cesaret ve kahramanlık âbidesi olarak ayakları üzerinde dikili duruyordu. Tek başına bir or­du, bir ülke, bir kıta, bir dünya, hatta dünyalar birliğiydi.

Hz. Peygamber sağ tarafına baktı ve: "Ey ensâr topluluğu!" diye bağırdı. Bağır­masıyla birlikte: "Biz buradayız, emrindeyiz!" sesi yükseldi. Sonra sol tarafına dö­nerek bağırdı, yine aynı ses cevap olarak geldi. "Biz buradayız, emrindeyiz." Hz. Peygamber bineğinden indi ve peygamber azametini yansıtan bir ses tonuyla, "Ben Allah'ın kulu ve Peygamberiyim" buyurdu.

Buhârfnin diğer bir rivayetinde ise:

"Ben Peygamberim, bunda yalan yoktur. Ben Abdulmuttalib'in oğluyum." bu­yurduğunu belirtmektedir.[286]

Abbas (ra) gür sesliydi. Hz. Peygamber ona: "Muhacirlerle ensâra seslen" diye emir verdi. O da:

"Ey Ensâr topluluğu! Ey Hudeybiye barışına katılanlar topluluğu!" diye seslendi.

İnsanı ürperten bu ses kulaklara gelir-gelmez bütün ordu geri döndü. Kargaşa­dan ve aşırı kalabalıktan dolayı dönemeyen atların üstündeki süvariler, zırhlarını fırlattılar ve atlardan aşağı sıçradılar. Birden savaşın gidişatı değişti. Kâfirler kaçıp, uzaklaştı. Kaçamayıp kalanların ellerine zincir vuruldu. Sakîf kabilesinin bir kolu olan Mâlik oğulları yerlerinden kıpırdamayıp sebat gösterdi. Ama yetmiş mensu­bu öldürüldü. Bayraktarları Osman b. Abdullah öldürülünce onlar da yerlerinde duramadı.

Yenilen düşman ordusu darmadağınık vaziyette, paramparça olarak bir kısmı Evtâs'ta toplandı, bir kısmı da Taife giderek kalelerine sığındılar. Sığınanlar ara­sında ordu komutanı Mâlik b. Avf da vardı. [287]

 

Evtas

 

Düreyd b. es-Sımme, bir kaç bin müşrikle Evtâs'a geldi. Hz. Peygamber, Ebu Amir el-Eş'arî (ra) idaresi altında küçük bir askeri birliği, Düreyd'le birlikte as­kerlerinin kökünü kazımak için gönderdi. Ebu Amir (ra) Düreyd'in oğlu tarafın­dan öldürüldü ve İslâm sancağını eline geçirdi. Durumu gören Ebu Mûsâ el-Eş'arî (ra) öne atılıp saldırdı. Düreyd'in oğlunu öldürerek sancağı elinden geri aldı. Düreyd, bir devenin üzerindeki kafes içinde oturuyordu. Rebîâ b. Refî' (ra) ona kılıçla saldırdı. Ama hamlesi boşa gitti. Bunun üzerine Düreyd: "Anan sana iyi kılıç vermemiş" dedi. Sonra sözüne devamla: "Benim kafesimde kılıç var, çı­kar al da, onunla öldür ve ananın yanına döndüğünde. "Düreyd'i ben öldürdüm de!" dedi, Rebî'a döndükten sonra annesine bu öldürme olayını haber verince annesi: "Allah'a andolsun ki Düreyd senin sülâlenden üç anneyi azâd ettirmiş­ti" dedi.

Savaş esirlerinin sayısı binleri aşıyordu. Bunlar arasında Hz. Peygamber'in süt kızkardeşi olan Şeyma (ra) da vardı. Esir edilince: "Ben Peygamberinizin kızkarde-şiyim" dedi. Bunun üzerine gerçek olup olmadığını anlamak için onu Hz. Peygam­ber'in yanına götürdüler. Şeyma da omuzunu açarak, çocukluğunda bir keresinde Hz. Peygamber'in dişiyle ısırdığı izin yerini gösterdi. Hz. Peygamber birden coşan muhabbetinden ve sevgisinden dolayı gözlerinden yaşlar boşandı. Oturması için kendi mübarek cübbesini yere yaydı, sevgi dolu sözler söyledi. Bir kaç deve ve ko­yun ikram ederek: "İstersen gel benim evimde kal, yok eğer evine dönmek istiyor­san seni oraya ulaştırayım" buyurdu.[288] O da ailesine olan sevgisinden dolayı yur­duna gitmek istedi. Saygı ve sevgiyle yerine ulaştırıldı. [289]

 

Taif  Kuşatması

 

Huneyn'de yenilen düşman ordusunun kaçıp kurtulanlarından bir kısmı Taife gidip oranın kalesine sığındı ve savaş hazırlıklarına başladı. Tâif son derece koru­naklı bir yerdi. Buraya Tâif denmesinin sebebi, şehri koruyan surların şehrin her tarafını kuşatmış olmasıydı. Buraya yerleşmiş olan Sâkif kabilesi çok cesur, bütün Araplar arasında seçkin ve Kureyş'in de bir bakıma dengiydi. Burada kabile reisi olan Urve b. Mesud, Ebu Süfyân'ın kızının nişanlısıydı. Mekkeli kâfirler: "Eğer Kur'ân inecekse Mekke veya Tâif liderlerinden birine inmeliydi" diyorlardı. Bura­nın insanları savaş tekniğini iyi biliyordu. Taberî ve İbn tshâk: "Urve b. Mesud ile Gaylân b. Seleme'nin Yemen'in bir kasabası olan Cürş'e giderek mancınık ve tan­ka benzer, kale duvarı yıkan bir başka aletin yapım ve kullanımını öğrenmişlerdi" diye yazmaktadırlar.[290]

Burada korunaklı bir kale vardı. Şehir halkı ve Huneyn'den mağlup olarak ka­çan asker kalıntıları, kaleyi tahkim ederek uzun zaman yetecek yiyecek malzeme­lerini depoladılar. Dört bir tarafa mancınık ve yer yer de okçular yerleştirdiler.[291]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Huneyn'de elde edilen ganimet mal­larının ve savaş esirlerinin Cu'râne'de korunmalarını emretti ve kendisi Taife git­mek üzere harekete geçti. Öncü birliği olarak Hâlid (ra) daha önceden hareket et­tirilmişti. Tâif kuşatıldı. Bu, müslümanlarm kale yıkan aletler, yani tank ve mancı­nığı ilk kullandıkları savaştı. Kaledekiler tanka karşı top mermisine benzer, ısıtıl­mış yuvarlak demir madenler yağdırdılar ve öyle şiddetle ok yağmuruna tuttular ki islâm ordusu geri çekilmek zorunda kaldı. Bir çok insan yaralandı. Kuşatma yir­mi gün boyunca devam etti, ama şehir fetholunamadı. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Nevfel b. Muâviye'yi çağırarak, "Bu noktada görüşün nedir?" di­ye sordu. O da: "Tilki inine girmiştir, uğraşmaya devam edilirse yakalanacaktır. Ama bırakılsa da endişelenecek hiçbir durum yoktur" dedi.

Sadece savunma amaçlandığı için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Kuşatma kaldırılsın" buyurdu. Sahabe-i kiram, Hz. Peygamber'den onlara bed­dua etmesini istediler. Hz. Peygamber ise şöyle dua etti:[292]

"Allahım! Sakîf'e hidayet et ve onları bana gönder." [293]

 

Ganimetlerin  Taksimi

 

Hz. Peygamber kuşatmayı bırakarak Cu'râne'ye geldi. Sayısız ganimet malı top­lanmıştı. 6.000 savaş esiri, 24.000 deve, 40.000'den fazla koyun ve 4.000 okka gü­müş vardı.[294] Savaş esirleri meselesinde Resûlullah kendileri ile görüşüp birtakım iyi sonuçlar alabilmek için esir yakınlarının ve akrabalarının gelmesini bekledi. Bir kaç gün geçmesine rağmen kimse gelmedi. Ganimet malları beşe bölündü. Dört bölümü prensibe uygun olarak askerlere bölüştürüldü. Beşte biri devlet hazinesi­ne ve yoksullara, fakirlere bırakıldı. Henüz İslâm'ı yeni kabul etmiş olan Mek­ke'nin birçok ileri geleni hâlâ kararsız inançlılardı. îman, kalplerinde tam ve sağ­lam olarak yerleşmemişti. Kur'ân-ı Kerîm bunlara "Müellefe-i Kulûb" demişti. Kur'ân-ı Kerîm'de zekatın harcanacağı yerler anlatılırken bu insanların adları da geçmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu insanlara son derece cö­mertçe ikramlarda bulundu. Bunun dökümü şöyledir:

Ebu Süfyân ve ailesine: 300 deve ve 120 okka gümüş Hakîm b. Hizâm'a: 200 deve

Nudayr b. Haris b. Kilde es-Sekafî'ye: 100 deve

Safvan b. Ümeyye'ye: 100 deve

Kays b. Adiyy'e: 100 deve

Süheyl b. Amr'e: 100 deve

Huveytıb b. Abdu'l-Uzzâ'ya: 100 deve

Bunlardan başka, Mekkeli olmayan yeni müslüman kabile reisleri de ikrama la­yık görülmüşlerdir.

Temîm kabilesinden Akra' b. Hâbis'e: 100 deve Uyeyne b. Husayn el-Fizârî'ye: 100 deve

Bundan başka birçok insana 50 deve ikram edilmiştir. Genel taksim'e göre; as­kerlerin payına düşen adambaşı 4 deve ve 40 keçi idi. Ama süvarilere iki misli da­ha fazla pay düştüğünden her süvarinin payına 12 deve ve 120 keçi düşmüştür.[295]

Kendilerine ikram ve ihsan yağmuru yağdırılanlar, genellikle Mekkeliler ve da­ha çok yeni müslüman olmuş kimselerdi. Bundan dolayı ensâr gücendi. Bazıları: "Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Kureyş'e ikramlarda bulunup bizi mahrum etti. Halbuki kılıçlarımızda Kureyş'in kanı hâlâ tazedir" dediler[296] ve: "Zorluk ve musibet zamanında hatırlanıyoruz, ganimet ise başkalarına veriliyor" diye söylen­diler.[297]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bu huzursuzluğu duyunca ensârı is­tetti. Bir deri çadır kuruldu, içinde insanlar toplandı. Hz. Peygamber ensâra hita­ben: "Siz böyle dediniz mi?" Buyurdu. Onlar da: "Ey Allah Resulü! Bizim önde ge­lenlerimizden hiçbiri böyle demedi. Yeni yetme gençlerimiz böyle konuşmuş ola­bilirler" dediler.[298]

Sahîh-i Buhârfmn Menâkıbü'l-Ensâr bölümünde, Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilmektedir:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ensân çağırarak: 'Bu ne haldir* di­ye sorunca ensâr yalan söylemediğinden: 'Ey Allah Resulü, işittikleriniz doğrudur' dediler."

Bu nedenle Hz. Peygamber, edebiyat sahasında bir benzeri görülmemiş bir hi­tabede bulundu:

'Şurası bir gerçek değil midir ki, önceleri dalalette ve hak yoldan uzaktaydınız. Allah benim aracılığımla size hidayet verip, doğru yola getirdi. Siz darmadağınıktınız, Allah benim aracılığımla sizi bir araya getirdi. Siz hiçbir şeyi olmayan yoksul kimselerdiniz, Allah benim vasıtamla sizi zengin kıldı.'

Hz. Peygamber konuşmasına devam ediyordu. Ensâr her bir cümlesinde: 'Al­lah ve Resûlü'nün ikramı ve lütfü her şeyden üstündür' diyorlardı.[299]

Hz. Peygamber: 'Hayır! Siz şöyle cevap veriniz. Ey Muhammed! İnsanlar ya­lanlarlarken biz seni tasdik ettik. İnsanlar tek basma bırakmışken biz seni barındı­rıp himayemize aldık. Yoksul gelmiştin, biz her çeşit yardımı yaptık'.

Hz. Peygamber bunları söyledikten sonra: 'Siz böyle cevap vermeye devam ediniz, ben de doğru söylüyorsunuz demeye devam edeceğim. Ama ey ensâr! İn­sanlar deve ve keçi alıp gitsinler! Sizler Muhammed'i yanınıza alıp yurdunuza dönmeyi arzu etmez misiniz?' buyurdu.

Ensâr Hz. Peygamber'in bu konuşmasını dinledikten sonra: 'Biz sadece Allah Resulü Muhammed sallallahu aleyhi vesellem'i isteriz' diye bağrıştılar. Ağlamak­tan çoğunun sakallan ıslanmış, herkes gözyaşlarına boğulmuştu. Hz. Peygamber Ensâr'a Mekkelilerin yeni Müslüman olduklarını, onlara verdikleri şeyleri, haklan olduğundan dolayı değil, aksine kalplerini kazanmak için verdiğini söyledi."[300]

Huneyn savaşı esirleri hâlâ Cu'râne'de tutuluyorlardı. Hatırı sayılır insanlar­dan kurulu bir elçi heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna geldiler ve savaş esirlerinin serbest bırakılmalarını istediler. Elçi olarak gelen bu heyet Hz. Peygamber'in süt annesi Hz. Halime'nin kabilesindendi. Kabilenin reisi olan heyet başkanı Züheyr b. Sured ayağa kalkıp bir konuşma yaptı ve Hz. Peygamber'e dönerek: "Muhafaza al­tında tutulan kadınlar arasında teyzelerin, halaların da var. Allah'a andolsun, eğer Arap hükümdarlarından biri bizim sülâlemizin sütünü içmiş olsaydı, ondan bazı ümitlerimiz ve beklentilerimiz olurdu. Halbuki senden daha fazla ümit ve beklen­timiz var" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Abdülmuttalib sülâle­sinin bu ganimette ne kadar payı varsa onlann hepsi senin olsun, ama herkesi ser­best bırakma meselesine gelince, namazdan sonra halk biraraya gelmişken bu tale­bini hepsinin önünde söyle" buyurdu.

Öğle namazmdan sonra aynı kimseler, toplanan kalabalığın önünde bu istekle­rini tekrarladılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ise: "Benim sadece kendi sülalem üzerinde tasarruf hakkım var. Ama bütün müslümanlardan bu in-sanlann serbest bırakılmalan için ricada bulunuyorum" buyurdu.

Muhacir ve ensâr hep birlikte: "Bizim payımız da emrinize amadedir" diye ba­ğırdılar. Böylece 6.000 kişi bir anda azâd oluverdi.[301] [302]

 

Hicri  8.  Yıla  Ait  Değişik  Olaylar

 

Hz. Mariye'den (ra) bu yıl bir çocuk doğdu. Hz. Peygamber, adını İbrahim Voydu. Resûlullah bu çocuğunu çok seviyordu, ibrahim birbuçuk yıl yaşadı. Öldüğü gün güneş tutuldu. Cahiliyye dönemi Araplannın inancına göre güneş tutulması çok önemli bir kişinin ölümüne işaretti, insanlar bu tutulmanın ibrahim'in ölümü so­nucu olduğunu sandılar. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, insanları top­layarak şöyle buyurdu: "Ay ve güneş Allah'ın kudretinin alametleridir. Hiç kimse­nin ölmesinden veya yaşamasmdan dolayı tutulmazlar" buyurdu. Sonra da cema­atle küsûf namazı kıldı.[303]

Hz. Peygamber'in kızı Zeyneb (ra) de bu yıl vefat etti. [304]

 

XXV. Iyla Ve Tahylr[305]

 

(Hicri  9.  Yıl)

 

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem tamamen zahidce ve bütün dünya süs­lerine kayıtsız bir hayat sürüyordu, iki ay boyunca evinde ateş yanmadığı oluyor­du. Birbirini izleyen günler boyunca aç kalıyor, birşey yemiyordu. Hayatı boyun­ca arka arkaya iki öğün doyasıya yemek yemek nasip olmamıştı.

Hz. Peygamber'in mübarek eşleri ise sonuçta birer kadındı. Kadmlann da en çok ilgi duydukları şeyler; süslü püslü, ziynetli şeyler olup şatafatlı bir hayat yaşa­mak isterler. Her ne kadar Peygamber sohbetinde bulunmaları onları diğer hanım­lardan ayrıcalıklı kılmışsa da insanî sıfatları devam ediyordu. Özellikle onlar, is­lâm fetih alanının gittikçe genişlediğini ve ganimet mallan yığınının çok küçük bir parçasının dahi kendilerinin rahatına ve huzuruna yeterli olabilecek noktaya gel­diğini görüyorlardı. Nihayet onlar da bu refahtan yararlanmak istediler.

Hz. Peygamber'in eşleri arasında çok soylu ailelere mensup kadınlar da vardı. Ümmü Habîbe (ra) Kureyş liderinin kızıydı. Cüveyriyye (ra) Benî Mustalık kabile­sinin reisinin kızıydı. Safiyye'nin (ra) babası Hayber'in en büyük reisiydi. Aişe (ra) Hz. Ebu Bekir'in kızıydı. Hafsa'nın (ra) babası Ömer Faruk (ra) idi. insan olmaları gereği aralarında rekabet ve yarış da oluyor, rakibinin karşısında kendi aile değe­rini ve derecesini öne çıkartabiliyorlardı. Her biri Hz. Peygamber'i çok seviyordu. Bu sevgi kendi gölgelerini dahi kıskanacak dereceye varmıştı.

Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, âdetine aykırı olarak Hz. Zeyneb'in yanında bir kaç gün fazla kalmıştı. Bunun sebebi de, Zeyneb'e (ra) bir yerden bal gelmişti. Balı Hz. Peygamberin önüne koymuştu. Hz. Peygamber balı çok severdi. Balı şerbet yapıp içti ve bu arada oyalandığı için geç kaldı. Aişe (ra) kıskandı ve Hafsa'ya (ra): "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem benim veya senin evine gelince: 'Ağzınızda zakkum çiçeği kokusu var, diyelim' dedi. Zakkum çiçeği, Arabistan'da bol bulunduğundan bal anları onların çiçeklerinden emerek bal yaparlardı.

Hz. Aişe ile Hz. Hafsa'nın, bu kararlarını uygulama alanına geçirerek Hz. Pey-gamber'e: "Ağzınızda zakkum çiçeği kokusu var" demeleri, çok hassas ve ince duygulu bir insan olan Peygamberimizi çok üzdü. Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem: "Bal yemeyeceğim" diye yemin etti. Bunun üzerine Kur'ân-ı Kerîm'in şu ayeti nazil oldu:[306]

"Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek Allah'ın sana helal kıldığı şeyi ni­çin kendine haram ediyorsun?" (Tahrîm, 66/1)

Allâme Aynî, Buharı Şerhi isimli eserinde şöyle yazıyor:

"Eğer biri kalkar da 'Hz. Aişe ve Hz. Hafsa nasıl yalan söyler ve Hz. Peygam-ber'e karşı plan kurmaları nasıl caiz olur?' derse, cevabı şudur:

Hz. Aişe henüz küçüktü. Ayrıca gayesi Hz. Peygamber'e üzüntü vermek değil­di. Aksine kadmlar, kendi kumaları olan kadmlara karşı kıskançlıktan dolayı bir takım yollara başvururlar, işte onun yaptığı bu türdendi."

Allâme Aynî'nin bu cevabmı kabul etmek biraz zordur.

Birincisi; bu olay, Hicrî 9. yılda meydana gelmiş olan lylâ olayı dizisi içinde­dir. O zaman Hz. Aişe onyedi yaşındaydı, ikincisi, Hz. Aişe küçük olabilir, ama bu olaya karışmış olan Peygamber'in mübarek eşleri olgun yaşta kimselerdi. Hz. Hafsa Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le evlendiği zaman 35 yaşındaydı. Bi­ze göre 'Meğâfîr' (Bal arılarının, zakkum çiçeklerinden topladığı o bitkinin özsu­yu) kokusu olduğunu söylemesi, bir yalan değildi. Bütün rivayetlerden kesin ola­rak ortaya çıkıyor ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ince ruhluydu. Kokudan birazcık rahatsızlık duymaya tahammül edemezdi.[307] Meğâfîr -zakkum ağacı- çiçeklerinde, eğer rahatsızlık verici bir koku olmuşsa, bu da şaşılacak birşey değildir.[308] Hz. Peygamber'in mübarek eşlerinin aralarında birleşip bir oyun kur­maları, bir plan hazırlamaları görünüşte kabul edilemez olabilir. Ama hiç kimse, Hz. Peygamber'in mübarek eşlerinin günahsız olduklarına veya yaptıkları her iş­te hata işlemediklerine inanmamaktadır. Bu olay öyle bir zamanda ortaya çıkmış­tı ki, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hafsa (ra) bir sır vermiş ve hiç kimseye söylememesini ısrarla istemişti. Ama o, Hz. Aişe'ye bu sırrı söyledi, bu­nun üzerine şu âyet indi:

"Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Ama eşi, o sözü baş­kalarına haber verip Allah da bunu Peygamberce açıklayınca Peygamber bir kısmı­nı bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: 'Bunu sana kim söyledi' dedi. Peygamber: 'Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi' dedi." (Tahrîm, 66/3)

Tatsızlık ilerledi ve Hz. Aişe (ra) ile Hz. Hafsa (ra) aralarmda anlaşma yaptılar. Yani ikisi birlik olup söyledikleri sözün doğruluğunu kabul ettirmeye ısrar edecek­lerine dair sözleştiler. Bunun üzerine Hz. Aişe ve Hz. Hafsa hakkında şu âyetler nazil oldu:

"Eğer ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz, sapmış olan kalperiniz düzelmiş olur ve -ey Aişe ve Hafsa- eğer Peygamberce karşı birbirinize arka verirseniz şüphesiz ki O'nun dostu ve yardımcısı Allah, Cebrail ve mü'minlerin iyileridir. Bunların ar­dından melekler de O'na yardımcıdır." (Tahrîm, 66/4)

Hz. Aişe ile Hz. Hafsa'nın üzerinde anlaştıkları şey, özellikle ikisine ait bir şey­di. Hz. Peyamber'in diğer eşleri buna katılmamıştı. Ama Hz. Peygamber'in bütün eşleri geçimlerinin iyileştirilmesini istemede ortaktı. Sürekli böyle bir istekte bu­lunmaları, Hz. Peygamber'in huzurunu o derece kaçırmıştı ki, bir ay kadar bütün zevcelerinden ayrı kalmaya karar vermişti.

ÎŞte tam bu günlerde Resûl-i Ekrem attan düştü ve bacağı incidi. Hz. Peygam­ber evin üst katında tek başına oturmayı yeğledi. Olaylardan halk, Hz. Peygam­ber'in bütün eşlerini bıraktığı kanaatine vardı. Bundan sonraki gelişmeleri Hz. Ömer'in ağzından nakledelim. Çünkü o, gayet tatlı bir üslupla, etkili bir anlatışla bu olayı anlatmıştır. Hz. Ömer anlatırken bu mesele ile ilgili bir takım temel olay­lara da temas etmiştir ki bu konuyu oldukça aydınlatmaktadır.[309]

Hz. Ömer şöyle diyor:

"Ben ve ensârdan biri —Evs b. Hûllî veya Utbân b. Mâlik— konuşuyorduk. İkimiz sırayla, birer gün ara vererek Hz. Peygamber'in huzuruna gitmeyi adet edinmiştik. Kureyş kabilesinin erkekleri kadınlara hakimdiler. Onlara sözlerini geçirirler, istediklerini yaptırırlardı. Ama Medine'ye geldiğimizde gördük ki, en-sârın kadınları erkeklere hakimdir, kocalarına sözlerini geçiriyorlar, onlara hük­mediyorlar. Onların bu halini görünce bizim kadınlarımız da onları taklid etme­ye başladılar.

Bir gün bir meseleden dolayı eşimi payladım. Dönüp bana cevap verdi. "Benim sözüme cevap mı veriyorsun?" deyince, "Sen kimsin ki, Allah'ın elçisi her ne söy­lerse eşleri O'na karşılık veriyorlar, hatta gün boyu Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem'e dargın duruyorlar' dedi. Ben de içimden, 'kıyamet kopmuş' dedim. Kalkıp Hafsa'nın yanma gittim ve: 'Gerçekten Hz. Peygamber'e gece boyu dargın mı duruyorsun?' dedim. Hz. Hafsa bunu doğruladı. Ben de: 'Sen bilmiyor musun ki, Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i üzmek, Allah'ı üzmektir. Allah bilir ya, Hz. Peygamber beni düşünüyor, yoksa şimdiye kadar seni boşardı' dedim. Daha sonra Ümmü Seleme'nin yanına gittim. Ona da aynı şikayette yaptım. 'Ey Ömer! Sen her meseleye burnunu sokmaya başladın. Artık, Hz. Peygamber'in eşlerinin iş­lerine de burnunu sokuyorsun' dedi. Bunun üzerine sustum ve oradan ayrıldım.

Gece biraz ilerlemişti. Ensârî komşum dışarıdan gelip büyük bir hızla kapıyı vurdu. Korkarak fırladım. Kapıyı açarak: 'Hayrola?' diye sordum. 'Felaket!' dedi. 'Yoksa Gassânîler Medine'ye mi saldırdı?'[310] deyince 'Daha da beter! Hz. Peygam­ber eşlerini boşamış' dedi. Sabahleyin kalkıp Medine'ye indim. Hz. Peygamberce birlikte sabah namazını kıldım. Hz. Peygamber namazı bitirince evin üst katına çıktı, tek başına bir köşeye oturdu. Hafsa'nın yarana gittim. Baktım ki oturmuş ağ­lıyor. Hafsa'ya: 'Sana daha önce söylemiştim' dedim.

Hafsa'nın yanından kalkıp mescide girdim. Sahabe-i kiramın minberin yanına oturmuş ağlaştıklarını gördüm. Gidip yanlarma oturdum. Ama içim rahat değildi, çok huzursuzdum. Kalkıp yukarı kata, Hz. Peygamber'in yanına gittim. Hz. Pey­gamber'in özel hizmetkârı Rebâh'a: 'Resûlullah'a haber ver' dedim. Ama Hz. Pey­gamber cevap vermedi. Tekrar mescide geldim ve biraz oturduktan sonra dayana­mayıp yine Resûlullah'm oturduğu yerin alt katına giderek hizmetkârdan görüşe­bilmem için izin almasını istedim. Hiç bir cevap gelmeyince bağırarak:

'Ey Rebâh! Benim için Hz. Peygamber'den izin iste. Hafsa'ya aracılık yapmak için geldiğim zannedilmesin. Allah'a andolsun ki Resûlullah emrederse, Hafsa'nın boynunu uçururum' dedim.

Hz. Peygamber izin verdi, içeri girdim. Resûlullah'm bir hasır[311]üzerine yas­lanmış olarak yan oturur, yarı yatar vaziyette durduğunu ve mübarek vücuduna hasırın izlerinin çıktığını gördüm. Etrafa göz gezdirdiğimde gördüm ki, bir tarafa bir avuç çavdar konulmuş, diğer bir köşede bir hayvan postu sallanmaktaydı. Göz­lerimden yaşlar boşandı. Hz. Peygamber sebebini sorunca: 'Şu hale ağlamayayım da neye ağlayayım? Bizans imparatorları, İran şahları zevk ü sefa içerisinde yüzü­yorlar. Siz Peygamber olduğunuz halde durumunuza bakın' dedim. Bunun üzerine Hz. Peyamber: 'Sen Bizans imparatorunun ve Iran şahının dünyayı almasına ve bizim de ahireti almamıza razı değil misin?' buyurdu.

'Allah Resulü eşlerini boşadı mı?' diye sorunca, Hz. Peygamber: 'Hayır' buyurdu.

Ben ilk önce: 'Allahu ekber!' diye bağırdım. Sonra: 'Mescidde bütün sahabe-i kiram üzgün üzgün bekleşmekteler, izin verirseniz, gideyim olayın yanlış olduğu­nu haber vereyim' dedim, tylâ süresi —yani bir ay— olan zaman geçmiş olduğun­dan Hz. Peygamber üst kattan aşağı indi[312] ve herkesi huzuruna kabul etti. Bundan sonra tahyir âyetleri —Hz. Peygamber'in eşlerinin istediklerini tercih etme hakkı­nı bildiren âyetler— nazil oldu.

Bu âyetler şunlardır:

"Ey Peygamber! Eşlerine şöyle de: Eğer dünya dirliğini ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de sizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer siz Allah'ı, Resûlü'nü ve ahiret yurdunu diliyorsanız bilin ki, Allah içinizden gü­zel davrananlar için büyük bir mükafat hazırlamıştır." (Ahzâb, 33/28-29)

Bu âyetlerle Hz. Peygamber eşlerine 'önünüzde iki seçenek vardır. Dünya ve ahiret. Eğer istiyorsanız, gelin ben size boşanma hakkınızı vereyim. Yok eğer siz Peygamber'i ve ebedi hayatı istiyorsanız Allah Teâla sizden iyilik yapanlara büyük mükafatlar hazırlamıştır' diye haber vermesi emredildi. Ay bitmişti. Hz. Peygam­ber üst kattan aşağıya indi ve bütün bu işlerde, Hz. Aişe (ra) en önde bulunduğun­dan önce onun yanına gitti ve inen âyetten öncelikle onu haberdar etti. Hz. Aişe ise: 'Herşeyİ terkederek Allah'ı ve Resulünü tercih ediyorum' dedi. Hz. Peygamber'in diğer eşleri de aynı cevabı verdiler."

îylâ ve tahyir meselesi ile Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'nın direnmesi meselesi ve bu­nunla ilgili bütün olaylar genellikle sanki değişik zamanlarda ortaya çıkmış olay­lar gibi anlatılmıştır. İşin dış yönünü görenler bu anlatış tarzından yanılgıya düşe­bilirler de Hz. Peygamber'in her zaman mübarek eşleriyle anlaşmazlık içinde bu­lunduğunu zannedebilirler.

Gerçek şudur ki; bu olayların üçü de aynı zamanda ve peşpeşe meydana gel­miştir. Sahîh-i Buhârf nin Nikah bölümünde îbn Abbas'ın (ra) ağzından çok geniş­çe anlatılmış bir rivayet vardır. Bu rivayette mübarek eşlerinin bir takım isteklerde direnmelerinden dolayı Hz. Peygamber'in yalnızlığa çekilmesi, sırrı açıklama ola­yı, tahyir ayetinin inmesi, bunların hepsinin aynı zamanda ve peşpeşe meydana gelen olaylar olduğunu açık bir ifadeyle belirtmiştir. Hafız îbn Hacer, Hz. Peygam­ber'in yalnızlığa çekilmesinin çeşitli sebepleri olduğunu yazarak, şöyle demiştir:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in güzel ahlâkı, iyi kalpliliği ve çok affedidliğine bu yakışır. Resûlullah, onlardan bu tür hareketlerin bir daha tekrar etmemesi üzerine artık böyle yapma gereğini duymamış olacaktır."[313]

Direnme hakkında nazil olan âyetten anlaşılıyor ki, bu direnme hareketi, çok zararlı ve çok tehlikeliydi. Bu konudaki âyet şöyledir:

"Eğer O'na karşı koymak için birbirinize destekçi olmaya kalkışırsanız, artık Allah O'nun mevlasıdır. Cebrail de ve mü'minlerin salih olanları da, bunların ar­kasından melekler de O'nun destekçisidirler." (Tahrîm, 66/4)

îşte bu âyette, Hz. Aişe ile Hz. Hafsa'nın Peygamber'e karşı direnmekte devam ettikleri taktirde, Peygamber'e yardım için Allah'ın, Cebrail'in ve salih müslüman-ların hazır oldukları ve bununla yetinmeyip hatta meleklerin bile yardım için bek­ledikleri belirtilmiştir. Rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla direnmenin sebebi sade­ce, bu direnme aracılığıyla nafakalarında biraz rahatlama istemeleriydi. Eğer Mâ-riye el-Kıptiye'nin rivayeti kabul edilirse, bunun sebebi sadece Resûlullah'in Mâri-ye'den uzak tutulmasıydı. Ama bunlar o kadar önemli şeyler midir ki, Hz. Aişe ve Hz. Hafsa'nın (ra) herhangi bir plan yapmaları böyle tehlikeli olabilsin de bunu savmak için dergâh-ı ilâhîden yardıma gerek olsun.

O yüzden bazıları bu direnişin öyle basit bir mesele olmadığını düşünmekte­dirler. Medine-i Münevvere'de büyük çapta bir münafık güruhu vardı. Sayılarının 400'e kadar ulaştığı bildirilmiştir. Bu yaramaz, haşan insanlar daima pusuda bek­ler ve nasıl bir yolunu bulalım da doğrudan Hz. Peygamber'in ailesine ve en yakın arkadaşlarına bir darbe indirelim diye fırsat beklerlerdi.

tbn Hacer el-îsâbe isimli eserinde, Ümmü Celdah'ın durumu hakkında şunları yazar: "Bu kadm daima Hz. Peygamber'in eşlerini birbirine karşı kışkırtmaya çalı­şırdı." îfk olayında bu kadının işini başardığının alâmeti görülmüştü. Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem onbeş gün boyunca Hz. Aişe'ye dargın kaldı. Hz. Hassan (ra) da ifk olayına katılmıştı. Fitnecilerin ve münafıkların gizli oyunlarını sezemediğinden onların sözlerini doğru zannetmişti Hz. Peygamber'in baldızı ya­ni karısı Zeyneb'in (ra) kızkardeşi olan Hamane de oyuna gelmişti. Nitekim bu de­dikoduya katılmış ve propagandasını yapmıştı. Hz. Ebu Bekir bu töhmet ve iftira­ya katılan yakın akrabası Musattah'ı mali yardımdan yoksun bırakmıştı.

Kısacası; eğer Hz. Aişe'nin suçsuzluğunu bildiren vahiy gelmeseydi, büyük bir fitne kopacaktı. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber'in mübarek eşlerinin arzu ve istekleri­nin, burukluk ve küçük isteklerinin ne noktada olduğunu münafıklar öğrenmişlerdi. O yüzden de bu kötü niyetli insanlar onları tahrik ederek kışkırtmak istemiş olacak­lardır. Direnişin başı Hz. Aişe ile Hz. Hafsa olduğundan münafıklar, onlar aracılığıyla babaları Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i de bu oyuna getirebileceklerini ve bu fitneye düşürebileceklerini düşünmüş olmalılardır. Ama münafıklar, Ebu Bekir'le Hz. Ömer'in, Hz. Aişe ile Hz. Hafsa'yı Hz. Peygamber'in ayağının tozuna kurban edebi­leceklerini bilmiyorlardı. Nitekim Hz. Ömer'in, Hz. Peygamberle görüşmesine izin verilmeyince o: "Emir verilirse Hafsa'nın başını getireyim" diye bağırmıştı.

Âyet, münafıklara hitab etmekte ve sözü onlara çevirerek şöyle demektedir:

"Eğer —Aişe ve Hafsa— bir plan kursalar da münafıklar da bundan yararlan-salar, Allah Peygamber'ine yardım etmeye hazırdır. Allah'la birlikte Cebrail, me­lekler hatta bütün kâinat yardımcısıdır." (Tahrîm, 66/4) [314]

 

Asılsız   Rivayetler

 

Yalancı râviler, bu olaylarla ilgili o kadar yakıştırma, o kadar uydurmalar sergile­diler ki ünlü tarihçiler ve siyer yazarları bile bu rivayetleri, birer belge ve delil ola­rak eserlerine aldılar. O yüzden bu konuyu biraz detaylandırmak istiyoruz.

Hz. Peygamber'in, mübarek eşlerinin duygularını gözönüne alarak birşeyi ken­dine haram ettiği bilinmektedir. îşin bu kadarı genellikle herkes tarafından kabul edilmekte ve bizzat Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmektedir. Bu kadarı bir gerçektir. Ama ihtilaf edilen nokta, kendine haram ettiği şeyin ne olduğudur. Birçok rivayet­te de bildirildiği üzere Mâriye el-Kıptiyye Mısır hükümdarının, Hz. Peygamber'e hediye olarak gönderdiği bir kızdı. Mâriye el-Kıptiyye rivayeti tüm detaylarıyla değişik rivayet kanallarından anlatılmıştır. Bu rivayetlerde Hafsa'nın (ra) ifşa etti­ği sırrın, işte bu Mâriye el-Kıptiyye'nin sırrı olduğu da anlatılmıştır.

Her ne kadar bu rivayetler tamamen uydurma ve anlatılmaya değmezse de, Hz. Peygamber'in ahlâk değeri üzerinde ileri geri sözler söyleyen birçok Avrupalı tarihçinin bütün dayanakları bunlar olduğu için, bunların hiç bir değeri olmadığı­nı, tamamen ölçüsüz, mesnedsiz şeyler olduğunu göstermek zorundayız. Bu riva-.yetlerde anlatılan olayın ayrıntıları hakkında her ne kadar görüş ayrılığı varsa da, Mâriye el-Kıptiyye'nin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in cariyesi oldu­ğunda ve Hafsa'nın öfkelenmesinden dolayı Hz. Peygamber'in, onu kendine ha­ram kıldığında hepsi ortak görüştedirler.

Hafız tbn Hacer, Sahîh-i Buhârî şerhindeki Tahrîm sûresinin tefsirinde şöyle yazmaktadır:

"Ve Saîd b. Mansur, Mesrûk'a kadar ulaşan sahih bir senedle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Hafsa (ra) önünde cariyesine yaklaşmayacağına ye­min ettiğini rivayet etmiştir."

Bundan sonra Hafız Ibn Hacer, Hüseyin b. Kuleyb'in Müsned'inden ve Taberâ-nî'den çeşitli rivayetleri nakletmiştir. Onlardan biri şu rivayettir:

"Taberânî, Dahhâk yolu ile îbn Abbas'tan (ra) şöyle rivayet etmiştir: Hafsa (ra) evine gittiğinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i Mâriye ile birlikte yatak­ta gördü. Bunun üzerine o, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i kınadı."[315]

îbn Sa'd ve Vâkıdî bu rivayeti müstehcen kelimelerle nakletmiştir. Bunları bura­ya almıyoruz. Ama bütün bu rivayetlerin sadece iftira ve bühtan olduğu ortadadır.

Allâme Aynî, Buhârî şerhinin nikâh babmda şöyle demektedir:

"Ayetin nazil oluşunun sebebi hakkında ileri sürülenlerin en doğrusu; ayetin, Mâriye meselesi üzerine değil, bal meselesi üzerine indiğidir. Sahîh-i Buhârî ve Sa-hîh-i Müslim'in dışmdaki kitaplarda anlatılanlar hakkında Nevevî: "Mâriye olayı doğru şekilde rivayet edilmemiştir' demektedir."[316]

Bu hadis, îbn Cerir tefsirinde, Taberanf de ve Huşeym'in Müsned'inde değişik rivayet yollarıyla nakledilmiştir. Bu rivayetler arasında genellikle her türü bulun­duğundan ve onların içine güvenilir veya güvenilmez rivayetler de karıştırıldığın­dan, doğrulukları ve sağlamlıkları hakkında özel bir araştırma yapılıp gerçek ve doğru oldukları isbat edilmemişse onlara değer verilmez. Hânz îbn Hacer bu riva­yetler içinden ancak Mesrûk'a isnad edilen rivayetleri kabul etmiştir.[317] Halbuki bu rivayette Mâriye el-Kıptiyye'nin adı kesinlikle bulunmamaktadır. Sadece Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Hafsa'run önünde: "Cariyemin yanma gitme­yeceğim, o bana haramdır" diye yemin ettiği kadarı vardır. Ayrıca Mesrûk tâbiin-dendir ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'i görmemiştir. Öyle olunca da bu rivayet, hadis usulü açısından münkatı' yani kopuktur. Sened zinciri sahabîye ulaşmamaktadır. Bu hadisin bir başka yolla nakledilenine Hâhz îbn Kesîr tefsirin­de sahih denmiştir. Ama bunun da râvilerinden biri Abdülmelik Rakkâşrdir ki, onun hakkında Dârekutnî şöyle demiştir:

"Senetlerde ve hadisin asıl kelimelerinde çok yanlışlık yapar."

Mâriye ile ilgili rivayetin, altı sahih hadis kitabından hiçbirinde zikredilmediği herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Şu da bir gerçektir ki; Sahîh-i Buhârf de ve Müslim'de anlatılan Tahrim sûresinin iniş sebebinin, bal olayı olduğu kesinlikle sa­bittir. Hadis imamlarından olan îmam-ı Nevevî, Mâriye konusunda hiçbir sahih ri­vayet bulunmadığını açık bir şekilde belirtmiştir. Hâhz îbn Hacer ve îbn Kesîr'in doğru dediği rivayetlerden biri münkatı'dır, diğerinin ise râvisi çok hatalı biridir. Bütün bunlardan sonra bu rivayetlerin sağlam olduğunu kim söyleyebilir. Yapılan bu inceleme, rivayet usulü açısındandı. Dirayet açısından bakıldığında ise kesin­likle ele avuca gelir tarafı yoktur. Bu rivayetlerde anlatılan bayağı olaylar özellikle Taberî ve diğerlerinde anlatılan değersiz ayrıntılar; basit bir adama bile yakıştınl-mazken nasıl olur da kutsallıkta, ince duygululukta ve tertemiz bir ışık huzmesi gibi parıldamakta bir benzeri olmayan vede benzeri olabileceği düşünülemeyen bir iffet âbidesine —Hz. Muhammed'e— isnâd edilebilir. [318]

 

XXVI. Tebük Seferi, Dırar Mescidi Ve İslâmî Hac

 

(Hicri  9.  Yıl,  Receb  Ayı)

 

Tebük, Medine ile Şam arasındaki yolun tam ortasında, her iki şehre de eşit uzak­lıkta bulunan bir yerin adıdır. Medine'den 14 durak uzaklıktadır.

Mûte savaşından sonra Bizans imparatoru Arabistan'a saldırmaya karar ver­mişti. Suriye'de, Bizanslıların idaresi altında hüküm süren Gassân kabilesi hıristi-yan dininde olduğundan Bizans İmparatoru bu kabileyi Medine'ye saldırmakla görevlendirdi, tşte bu yüzden Gassân kabilesinin Medine'ye saldırmak üzere oldu­ğu herkesin dilindeydi. Hz. Peygamberin îylâ olayında, Utbân b. Mâlik ansızın ge­lip Hz. Ömer'e: "Kıyamet koptu" dediğinde Hz. Ömer'in: "Hayrola, Gassânîler mi geldi?" demesinin sebebi buydu.

Suriye'nin Nabatî tüccarları Medine'ye zeytinyağı getirip satarlardı. Bunlar Bi­zanslıların, Suriye'de büyük bir ordu topladığını ve askerlere aylıklarının bir yıllık tu­tarını dağıttıklarını, Lahm, Cüzzam ve Gassân kabilelerinin bu orduya katıldıklarını ve öncü birliğinin Belkâ'ya kadar geldiğini haber verdiler. el-Mevâhibu'l-Ledünniyye, Taberf den şu rivayeti nakletmiştir: "Arap hıristiyanları, Heraklius'a: 'Muhammed ölmüştür, Araplar ise şiddetli bir kıtlığa yakalandıkları için açlıktan kırılmaktadırlar' diye mektup yazdılar. Bunun üzerine Heraklius 40.000 asker gönderdi."

Bunlar olurken bütün Arabistan'da haberler yayıldı. Deliller o kadar kuvvetliy­di ki yanlış olma ihtimali yoktu. O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel-lem ordu hazırlanmasını emretti. Müthiş bir kıtlık ve şiddetli sıcak hakimdi. Bu olumsuzluklardan dolayı insanların evlerinden ayrılmaları son derece zordu.[319] Zahirde kendilerini müslüman gösteren münafıkların yüzündeki perde kalkmıştı. Kendileri gitmemek için bahaneler uydururken,[320] başkalarını da bu sefere katıl­maktan menediyorlardı ve: "Sıcakta dışarı çıkmayın" (Tevbe, 9/81) diyorlardı.

Süveylim diye bir yahudi vardı. Münafıklar evinde toplanır, insanları sefere katılmaktan alıkoymak için çare ararlardı.

Bizanslılar'ın saldın endişesi olduğundan Hz. Peygamber, bütün Arap kabile­lerinden askeri ve mali yardım istedi.[321] Sahabe-i kiramdan Osman (ra) 200 okka gümüşle 200 deve verdi.[322] Bir çok şahabı büyük miktarda para getirip verdiler. Yi­ne de birçok müslüman bu sefere katılacak para ve imkânları olmadığından geri­de kalmış, sefere katılamamışlardı. Bunlar Hz. Peygamber'in huzuruna geliyor, ka­tılamadıklarından dert yanıyor, içten gelerek öyle ağlıyorlardı ki, Hz. Peygamber onlara acıyordu. Buna rağmen bu sefere katılabilmeleri için hiç bir imkân sağlana­madı. Tevbe sûresinin şu âyetleri onlar hakkında inmişti:

"Kendilerine binek sağlaman için sana geldiklerinde: 'Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum' deyince, harcayacak bir şey bulamadıkları için üzüntüden ağlaya­rak dönen kimselere de -sorumluluk yoktur-." (Tevbe, 9/92)

Medine'den ayrılırken Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in bir sahabîyi şehre valisi tayin etmesi âdetti. Bu savaşta, diğer savaşların aksine mübarek eşlerin­den hiçbirini yanına almadı. Aile fertlerini koruması için yakın birini bırakması ge­rekliydi. Bu görev Hz. Ali'ye verildi, ama Ali: "Siz beni kadınlar ve çocuklar arasın­da bırakıp gidiyorsunuz" diye şikayet edince Hz. Peygamber: "Sen bana göre Ha­run'un (as) Musa'ya (as) olduğu gibi olmak istemez misin?" buyurdu. Kısacası 30.000 askerle Medine'den çıktı. Bunlar arasında 10.000'i süvariydi. Yol boyunca, Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan ibretli yerler geçildi. Semud kavminin toprakları, evleri ve yurtla­rı görüldü. Bunlar dağlara oyulmuş, kayalar arasına yapılmış meskenlerdi. Bunlara ilâhî azap indiğinden ve büyük semavî afetler gediğinden Hz. Peygamber, hiç kim­senin burada oyalanmamasını, su içmemesini ve hiç bir şey yapmamasını emretti.

Tebük'e ulaştıklarında, Bizans ordusunun saldırmak üzere olduğu hakkında daha önce aldıkları haberlerin doğru olmadığı anlaşıldı. Ama tamamen asılsız da değildi. Gassân kabilesinin lideri, Araplarla anlaşmalar yaptıktan sonra böyle bir saldırı hazırlığı içindeydi. Sahîh-i Buhârfnin Tebük savaşı bahsinde, Ka'b b. Mâ-lik'in (ra) olayı şöyle anlatılmaktadır: "Suriye'den bir haberci geldi ve Ka'b'a, Gas­sân kabilesinin liderinin bir mektubunu verdi. Bu mektupta: "Muhammed'in sana değer vermediğini, sânına uygun davranmadığını duydum. Yanıma gel, ben senin sânına uygun davranacağım" diye yazıyordu. Ka'b (ra) her ne kadar Hz. Peygam-ber'in tenkidine ve kendisiyle ilişkisini kesmesine maruz kalmışsa da bu mektubu okuduktan sonra ateşte yaktı."

Hz. Peygamber Tebük'e ulaştıktan sonra yirmi gün kadar burada kaldı. Yuhan-na adındaki Eyle[323]bölgesi lideri Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek cizye verme­yi kabul etti. Beyaz bir katırı da hediye olarak takdim etti. Buna karşılık Hz. Pey­gamber ona mübarek hırkasını hediye etti.[324] Cerbâ ve Ezruh kabilelerinin hıristiyanları da gelip cizye vermeye razı olduklarını belirttiler. Şam'a beş durak mesafe­de olan Devmetu'l-Cendel adlı bölgede Ükeydir adında bir Arap lider vardı. Bizans İmparatorunun etkisi altındaydı. Hz. Peygamber, Hz. Hâlid'i 420 kişiyle birlikte onunla savaşmak üzere gönderdi. Hâlid (ra) onu esir etti ve bizzat Medine'ye Hz. Peygamberdin huzuruna gelerek barış şartlarını görüşmek şartıyla serbest bıraktı. Nitekim, kardeşiyle birlikte Medine'ye geldi, Resûlllah da ona güvence verdi.

Hz. Peygamber Tebük'ten dönüp de Medine'ye yaklaşınca bütün insanlar has­retle karşılamaya çıktılar. O derecede ki, Resûlullah'ın eşleri bile heyecana gelip evlerinden çıktılar. Kadmlar ve kız çocukları Hz. Peygamber'in geldiği yöne doğ­ru karşılamaya gidiyor ve şu şiiri şarkı halinde terennüm ediyorlardı:[325]

"Veda tepelerinin arkasından bize ayın ondördü gibi Hz. Peygamber doğup geldi.

Dünya'da bir Allah'a İbadet eden bulunduğu sürece bizim için Allah'a şükretmek farz oldu." [326]

 

Dırar Mescidi

 

Münafıklar her fırsatta müslümanlar arasına fitne sokmaya, aralarını açarak birbi­rine düşürmeye çalışıyorlardı. Bir süreden beri Kubâ mescidinin yıkıntıları üzeri­ne yaşlılıktan, zayıflıktan veya herhangi bir sebepten dolayı Peygamber mescidine gidemeyen insanların buraya gelip namazlarını kılmaları bahanesiyle başka bir mescid yapmayı düşünüyorlardı. Medineli Evs ve Hazrec kabilesinden oluşan en-sârdan Ebu Amir hıristiyan olmuştu. Münafıklara şöyle dedi: "Siz hazırlıklarınızı yapın. Ben Bizans imparatoruna gidiyorum, oradan asker getirerek bu memleket­ten İslâm'ı silip süpüreceğiz" dedi.[327]

Resûlullah, Tebük'e gideceği sırada münafıklar kendisine gelip: "Biz, hastala­rın, özürlü kişilerin namaz kılmak için uzak mesafelere gidememelerinden dolayı ayrı bir mescid yaptık. Buraya gelerek bir vakit namaz kıldırın da mescidimiz ha­yırlı, mübarek olsun" dediler. Hz. Peygamber ise: "Şimdi uzun bir sefere çıkıyo­rum, gelemem" buyurdu. Hz. Peygamber Tebük'ten geri döndüğünde Mâlik (ra) ile Ma'n b. Adiyy'e (ra) emir vererek: "Gidin, mescidi ateşe verin!" buyurdu. O mescid hakkında şu âyetler nâzü olmuştu:

"—Münafıklar arasında— bir de —mü'minlere— zarar vermek, —hakkı— in­kâr etmek, mü'minlerin araşma ayrılık sokmak ve daha önce Allah'a ve Resûlü'ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve: —Bununla— iyi­likten başka bir şey istemedik, diye yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.

Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takva üzerine kurulan mescid —Kü­ba mescidi— içinde namaz kılman elbette daha doğrudur. Onda temizlenmeyi se­ven adamlar vardır. Allah da çok temizlenenleri sever." (Tevbe, 9/107-108) [328]

 

İslam  Haccı Ve  Genel Af

 

Mekke Hicretin 8. yılda fethedildi. Ama ülkede tam bir güven ve huzur sağlanama­dığından o yıl da hac eskiden olduğu gibi müşriklerin gözetimi altında ifa edildi. Müslümanlar, Mekke valisi tayin edilen Abbas b. Üseyd (ra) ile birlikte Hac görevini yerine getirdiler. Ancak Hicrî 9. yılda Kabe küfür ve şirkin karanlıklarından aydınlı­ğa çıkarak ilk defa ibrahim Peygamberin yaptığı gibi ibadet merkezi haline geldi.

Tebük savaşından geri döndükten sonra, Hicrî 9. yılın Zilkade veya Zilhicce ayında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem üçyüz müslümandan oluşan bir kafileyi, hac için Medine-i Münevvere'den gönderdi. Bu kafilede topluluğun baş­kanı Ebu Bekir (ra), islâm'ın sözcüsü Hz. Ah" (ra), Sa'd b. Ebu Vakkas, Câbir (ra), Ebu Hureyre (ra)[329] ve diğer rehberler ve muallimler bulunuyordu. Hz. Peygam­ber tarafından verilmiş olan yirmi kurbanlık deve de yanlarındaydı.

K ar'ân-ı Kerim bu hacca Hacc-ı Ekber'[330] demektedir. Çünkü hac ilk defa Hz. ibrahim'in (as) sünnetine uygun bir şekilde ifae edildi. Bu haccm amacı; Halil ibra­him evinde, cahiliye döneminin bittiğinin ve islâm idaresinin başladığının ilan edilmesi, haccm şartlarının ve merhalelerinin öğretilmesi, cahiliye dönemi mera­sim ve adetlerinin ortadan kaldırılmasıydı.

Hz. Ebu Bekir haccın merhalelerini ve şartlarını insanlara öğretti. Kurban kes­me günü hutbe okudu. Bu hutbede haccm şartlarını ve kaidelerini anlattı. Daha sonra Hz. Ali (ra) ayağa kalktı. Tevbe sûresinin kırkma ayetini okuyarak insanla­ra duyurdu ve o günden sonra hiç bir müşriğin Kabe'ye giremeyeceğini, hiç kim­senin çıplak hac yapamayacağım ve müşriklerle yapılan bütün sözleşmelerin, müş­rikler sözlerinde durmadıklarından bugünden itibaren dört ay sonra bitmiş olaca­ğını İlan etti. Ebu Hureyre ve diğerleri boğazları yırtılırcasına yüksek seslerle bu ilam bağıra bağıra insanlara duyurmak için tekrarladılar.[331]

Allah Teâlâ'nın bu ilanı emrettiği Tevbe sûresinin ilk âyetleri şunlardır:

"Allah ve Resûlü'nden kendileriyle anlaşma yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtardır.

-Ey müşrikler!- Yeryüzünde dört ay daha dolaşın, iyi bilin ki siz Allah'ı aciz bı­rakacak değilsiniz; Allah ise kâfirleri rezil edecektir.

Hacc-ı Ekber -en büyük hac- gününde Allah ve Resûlü'nden insanlara bir bil­diridir: Allah ve Resulü müşriklerden bendir. Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, gerçekten Allah'ı aciz bırakacak de­ğilsiniz. -Ey Muhammedi- o kâfirlere elem verici bir azabı müjdele.

Ancak kendileriyle anlaşma yaptığınız müşriklerden -anlaşma şartlarına uyan-hiçbir şeyi size eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çık­mayanlar -bu hükmün- dışındadır. Onların anlaşmalarını, süreleri bitinceye ta­mamlayınız. Allah -haksızlıktan- sakınanları sever." (Tevbe, 9/1-4)

"Ey iman edenler! Müşrikler ancak pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28)                                      

Taberî, Süddî vasıtasıyla, bu ilandan sonra kâfirlerin tamamının müslüman ol­duklarını rivayet etmiştir.[332] [333]

 

Değişik  Olaylar

 

Dokuz yıl sonra bütün bölge ve Mekke'de güven ve huzur devri başlamış oldu. Bundan böyle islâm devletinin kurulmuş olmasının nimetleri elde edilmeye baş­landı. Zekat emri bu yıl indi ve zekat toplanması için kabileler arasmda görevliler tayin edildi.[334] Müslüman olmayan bazı kabileler de İslâm'ın gölgesine sığındılar. Onların cizye vermesini bildiren şu âyet indi:

"Onlar hor ve küçülmüş oldukları halde kendi elleriyle -boyun eğerek- cizye verinceye kadar harbedin." (Tevbe, 9/29)

Faizin haramhğı da bu yıl bildirildi ve bundan bir yıl sonra Hicrî 10. yılda Hz. Peygamber Veda haccında bunu herkese ilan etti.

Müslümanların birkaç yılı Habeşistan'da himayesinde geçirdikleri Necâşî bu yıl Öldü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onun ölümünü ilan ederek: "Ey müs-lümanlar! Bu gün sizin temiz kardeşiniz, Ashame vefat etmiştir. Onun için Allah'dan mağfiret dileyiniz" buyurdu. Daha sonra Necâşî için gıyabında cenaze namazı lalındı. [335]

 

XXVII. Savaşların Analîzî

 

Kitabın bu cildi Hz. Peygamber'in hayatındaki olayları ele almakta olup bunlarla sı­nırlıdır. Diğer cilt ise şüphe ve tereddütleri gidermeyi, çeşitli itirazları, ilmî delilleriy­le cevaplayarak geçersiz kılmayı hedefler. Savaşlarla ilgili konular, tereddütlerin giderilmesi hedeflenen ciltte yazılsaydı belki daha iyi olurdu. Ama siyer kitaplarında önemsenen ve üzerinde durma noktasında en çok göze çarpan olaylar savaşlardır. Hz. Peygamber'in hayatı incelenirken, sadece siyer kitapları dikkate alınırsa Hz. Pey-gamber'in bütün hayatı savaşlardan ibaretmiş gibi görülür. Nitekim siyer üzerinde ilk yazılmış kitaplar, siyer kitabı olarak değil de gazveler kitabı olarak ün salmışlar­dı. Örneğin îbn Ukbe Megâzî'si, îbn îshâk Megâzî'si, Vakıdî Megâzî'si gibi kitaplar bunu gösterir. Bu yazım biçimi bu güne kadar geldiğinden, bunlardan tamamen farklı bir üslupla yazılan siyerleri okuyanlar başka bir kitap okuduklarını zannedeceklerdir.

Ama savaşları okuduktan sonra kafalarda doğabilecek soruları hemen cevap-landırmayıp başka bölümlere bırakmak, okuyucuların rahatsız olmasma sebep ola­caktı. Bu yüzden biz de savaşları söz konusu tereddütlere de cevap vermeye çalı­şarak bütün genişliğiyle yazmak zorunda kaldık.

islâm çizgisinin dışındakiler, savaşların amaç ve nedenlerini anlamada yanılgı­ya düşmüşlerdir. Sadece kötü niyetliler değil, iyi niyetliler bile yanılmışlardır. Ama bu öyle fazla şaşılacak bir sonuç değildir. Çünkü siyer müelliflerimiz tarafından yazılanlar, sadece dostları değil, düşmanları bile yanlış düşüncelerinden dolayı mazur gösterecek türdendir. [336]

 

Araplar'da Savaş Ve Yağmacılık

 

Bu konuda öncelikli olarak yapacağımız şey; Arap milletinin ve Arap soyundan gelenlerin savaşla, yağmacılıkla ne gibi bir ilişkisi olduğunu araştırmaktır. Her mil­letin kendine özgü ahlâkı, adetleri, töreleri, bağlan, iyi yönleri, nitelikleri kısacası bir bütün olarak o milletin kültürü vardır ki, o millette yaşanan her şey bundan doğmakta ve buna uygun olarak gelişmektedir. Araplar'da hayat kültürünün özü, savaş ve yağmacılıktı. Bu kültür şöyle başlamıştı: Arabistan yerüstü zenginlikleri olmayan, tarımdan yoksun bir çöl ülkesiydi. Çaresiz ve yoksuldu. Hiç bir bakım­dan gelişmemişti, insanlar cahil ve görgüsüzdü. Gıda ve giysi olarak ihtiyaç duyu­lan her şey, koyun, keçi ve deveden ibaretti. Onların sürünü içer, etlerini yer ve yünlerini dokuyarak kumaş ve giyecek yaparlardı. Ama bu da herkese nasip ol­maz, olsa bile ihtiyaca cevap verebilecek kadar olmazdı. O yüzden savaş ve yağ­macılık başladı. Geçimin en önemli, hatta tek yolu yağmacılık oldu. Ebu Ali el-Kâ-lî, eî-Emâiî isimli kitabında şöyle der:

"Bunun da sebebi; peşpeşe üç ayı yağma yapmadan geçirmeyi nefretle karşıla­malarıydı. Çünkü yegâne geçim kaynaklan yağmacılıktı."[337]

Yağmada daha çok koyun ve keçi ele geçirildiğinden, koyuna Arapça'da ğa-nem (ganimet=koyun) dendiğinden yağma edilen mala ganimet (=yağmada ele geçirilen mallar) denmeye başlanmıştı.[338] Daha sonra bu kelime öyle bir genişlik kazanmıştı ki, Bizans imparatorunun, Iran kisrasının tacını, tahtını, ülkesini ele ge­çirmeye bile bu isim verilmişti.

Bu kelime, zamanla Araplar'ın, Arapça'nın ve Arap tarihinin en sevimli, en çok kullanılan, en derin etki yapan kelimesi haline geldi. Bugün bile bir kral, bir kabi­le, bir kabile şeyhi kendi yakınlarını, dostlarını yolculuğa gönderirken "salimen ğâ-nimen" (=güvenle ve ganimetle), yani emniyetle ve kârla dön derlerdi. Dilimizde de en değerli, en güzel şeye ganimet denir. Örneğin "Bize teşrif ermeniz bizim için büyük bir ganimettir" ve benzeri cümleler gibi. İşte bu deyimler Arapça'daki o 'ğa-nem' kelimesinden kaynaklanan terim ve deyimlerdir.

Geçim zorluğundan dolayı bütün Arabistan'da yağmacılık ve savaş yaygınlaş­mıştı. Bütün Arap kabileleri birbirlerine başlan yaparlardı. Sadece hac aylarmda baskınları durdurur, yağmacılık ve çapulculuk yapmazlardı. Çünkü dinî açıdan bu dört ayın özelliği vardı. Bu aylara 'haram aylar' derler ve bu aylarda savaşma­yı durdururlardı. Ama üç ay boyunca geçimlerini temin etmeden aç durmak çok zor olduğu için "nesî" diye bir adet ortaya koymuşlardı. Yani mecburiyet karşısın­da o ayların yerlerini diğer aylarla değiştirmeye başlamışlardı.

Hafız Ibn Hacer, Sahîh-i Buharı Şerhi'nde (Tevbe sûresi Tefsirinde) şöyle de­mektedir:

"Ardarda üç ay savaştan mahrum kalmamak için Muharrem ayını Safer ayı ile Safer ayını da Muharrem ayı ile yer değiştiriyorlardı."[339] [340]

 

Araplar'da Öc Alma Duygusu

 

Araplar'da savaşın temel sebebi; öc alma duygusuydu. Zincirleme intikamlar baş­ladığında savaş için başka birçok sebep ortaya çıkardı. Bu yan sebepler, önem ve etkinlik açısından ana sebepten daha az değillerdi. Savaş sebeplerinin en başta ge­leni ve en önemlisi, intikam alma töresiydi ki, bu bir kanun ve bir düstur haline gel­mişti. Herhangi bir kabilenin bir adamı, herhangi bir sebeple bir yerde öldürülür-se, öldürülenin kabilesi onun intikamını almayı kendisine en büyük görev bilirdi. Hatta yüzlerce yıl geçmiş, katilin adı, hatta sülâlesinin adı, sanı unutulmuş ve sa­dece katilin kabilesinden bir tek adam kalmış dahi olsa bu öc unutulmazdı. O inti­kam alınmadığı sürece kabilevi görev yerine getirilememiş sayılırdı. Bunun sonu­cu olarak basit bir öldürme olayı üzerine yüzlerce, hatta binlerce yıl süren zincirle­me savaşlar meydana gelirdi. Hz. Peygamber işte bu âdeti kaldırdığını Veda hac-cmda ilan etmiş, kendi kabilesinin adamlarını öldürenleri affettiğini bildirmişti.

Ama çöllerde yaşayan Araplar arasında bu düşünce tarzı devam etmekte ve millî kültürlerinin en önemli unsuru olarak durmaktadır.

İntikamla ilgili, çok tuhaf ve enteresan bir takım düşünceler ortaya çıktı. Örne­ğin öldürülen kişi öldükten sonra kuş haline gelir ve intikamı alınmadığı sürece öl­dürüldüğü yerde feryad ederek: "Bana su verin, susuzluktan yanıyorum!" diye ba­ğırırdı. Bu kuşa, "Sadâ" veya "Hâme" denirdi.

Bu konuda Zü'1-Esba' el-Advânî şöyle demişti:

"Ey Amir! bana sövüp saymaktan vazgeçmezsen seni Öldürürüm. O zaman ruhun -Hâme- olur ve 'bana su verin' diye bağırır."

Arap şairlerinden Ebu Dâvûd el-Iyâdî ise şöyle demiştir:

"Onlar üzerine ölüm pençesini geçirdi ve

Mezarlarının başında, -Hâme- 'su verin' diye bağırmaktadır."

Bir de, öldürülen kişinin intikamı alınmadığı sürece kabri daima zifiri karanlık­ta kalır inancı vardı. Amr b. Ma'dı Kerb'in kızkardeşi, öldürülen kişinin ağzından şöyle demiştir:

"Eğer intikamımı almaz da kanımın bedelini alırsanız, ben daima karanlık me­zarda karanlıklar içinde kalacağım."

İşte bu sebepten dolayı kan bedeli olarak para alıp, intikamdan vazgeçmeyi ayıp kabul ederlerdi. Aynı kadın şair bir şiirinde şöyle demektedir:

"Eğer intikam yerine kan bedeli alırsan,

Kulaksız deve kuşunu kulağından yakalayarak al götür."

Öldürülen birinin intikammı almadan ağıtlar yakmayı, izzet-i nefis ve onurlu-luk açısından ayıp kabul ederlerdi. Bir şair şöyle demiştir:

"Ne kadar büyük bir felaket gelmiş olsa da, Onları bu felaketten dolayı ağlıyor göremezsin."

Amr b. Külsûm da şöyle diyor:

"Kadınlarımızın öldürülenlere ağıt yakmasından veya, Bizim öldürülmekten korkmamızdan Allah'a sığınırız."

Öldürülen kişinin intikamı alındığında o insanın arkasından ağıtlar yakılırdı. Bir de şöyle bir inanç vardı: Yaralanarak ölen kişinin ruhu yarasından çıkardı. Ak­si takdirde ruhu burun yoluyla çıkardı ki bu, son derece ayıp ve utanılacak bir şey kabul edilirdi. O yüzden hastalıktan dolayı ölmeye "burnu üzere" derlerdi. Yani burundan çıkan ruh, demekti. Böyle ölmeyi de utanç verici bir Ölüm kabul ederler­di. Bunu anlatan bir şair şiirinde şöyle der:

"Bizim hiçbir liderimiz burun üzere ölmedi.

Ve de hiç bir öldürülenimizin kanı yerde kalmadı."

Gün geçtikçe Araplar'ın bütün milli gururlarının, adet ve ahlâklarının ana ek­seni, 'savaş' şeklini aldı. Yani onlann ahlâk ve karakterine yerleşmiş olan ana un­sur araştırıldığında ortaya bu özellik çıkıyordu. Bu, savaş ve çarpışmaydı. Bu ka­rakter yapısı, Arap kabilelerini müslümanlığa girmekten de bir süre alıkoydu. Amr b. Mâlik (ra), Hz. Peygamber'in huzuruna gidip müslüman olduktan sonra kabile­sine geri dönüp onları İslâm'a davet edince kabilesinin halkı: "Ukayl oğullarından alacağımız intikamımız, hakkımız olarak devam etmektedir, onu alalım, ondan sonra müslüman oluruz" dediler. Nitekim o anda müslüman olmuş olan Ukayl oğullarına saldırdılar ve Amr b. Mâlik de bu savaşa katıldı. Ama sonradan kendi eliyle bir müslümamn öldürülmesine son derece pişman oldu.[341] [342]

 

Yağma —Ganimet—

 

Yukarıdan beri anlattığımız üzere savaşların ana nedeni, geçim ihtiyaçlarına da­yandığı için, Araplar için ganimet malmdan daha sevimli bir şey yoktu. Geçim yol­lan arasında en helal ve temiz kabul edilen ganimet mallarıydı. Bu düşünce kalp­lerine o kadar yerleşmiş ve damarlarına o kadar sirayet etmişti ki, müslüman ol­duktan sonra bile bir süre bu düşünce devam etti ve şeriat sahibi şer’i yasaklan na­sıl sıra ile kademe kademe haram etmişse, ganimet mallan konusunda da emirleri aşamalı olarak uygulamaya koydu.

Şeriatı indiren Allah, içkiyi haram kılarken önce şu âyeti indirdi:

"Sana şarap ve kumar hakkında sorarlar. De ki: İkisinde de büyük bir günah vardır." (Bakara, 2/219)

Bunun üzerine Hz. Ömer:

"Ey Allahım! Şarap hakkında bize yeterli açıklık taşıyan bir emir gönder" de­di. Bunun üzerine de şu âyet nazil oldu:

"Sarhoş olduğunuzda namaza yaklaşmayınız.." (Nisa, 4/43)

Nitekim namaz vakti gelince Hz. Peygamber'in emriyle bir kişi yüksek sesle: "Hiç kimse sarhoş olarak namaza gelmesin!" diye bağınrdı.[343] Sonra şu âyet nazil oldu:

"Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal ve şans oklan şeytan işi pislik­tir. Bunlardan uzak durun ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan içki ve kumar yoluyla an­cak aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoy­mak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?" (Mâide, 5/90-91)

Hz. Peygamber içkinin haram olduğu konusunda o kadar kesin ve açık konuş­ma zorunluluğu hissederek ısrarla tekrar tekrar anlatmasına ve içki içilen bütün kapları parçalatmasına rağmen insanlar: "Şaraptan sirke yapalım" diye Peygam-ber'den istekte bulundular. Ama Hz. Peygamber insanları bundan da menetti. Her şeye rağmen Hz. Ömer'in halifeliği döneminde bazı insanlar şarap içtiler. Sorguya çekildikleri zaman gayet saf ve iyi niyetle: "îyi ve temiz insanlar için içki neden ha­ram olsun, Kur'ân-ı Kerîm'de bizzat şarabın haram kılınmasından sonra gelen âyette şu açıklama vardır" dediler ve aşağıdaki ayeti okudular:

"iman eden ve iyi işler yapanlara, tattıkları şeylerde hiçbir sakınca yoktur." (Mâide, 5/93)

O sırada birçok sahabî orada bulunuyordu. Hz. Ömer, Abdullah b. Abbâs'a ba­karak: "Bu âyetten ne kastediliyor?" dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas: "Bu, şarabın haram olduğunu bildiren âyet inmeden önce ölen sahabî hakkındadır" de­di. Hz. Ömer de bunu tasdik etti ve o kişilere ceza verdi. Nitekim bu olay bütün ge-nişliğiyle Taberî tarihinde anlatılmıştır.

Bu geniş açıklamayla anlatmak istediğimiz şudur: Bir şey uzun süre âdet ve alışkanlık olarak uygulanırsa, onun izleri ve gizli etkileri de uzun süre silinmez. Ganimet alışkanlığı da böyle olmuştur.

Ganimet malları toplanmadan önce, ilk kez Bedir savaşında, insanların gani­met malı devşirmeye çalışmaları üzerine şu âyet indi:

"Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız fidyeden ötürü size mutlaka büyük bir azap dokunurdu." (Enfâl, 8/68)

Nitekim Sahîh-i Tirmizfnin, Enfâl sûresini tefsir ettiği yerde bu olay açık bir şe­kilde anlatılmıştır. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Bir kâfiri öldüren kişiye, Öldürdüğü kimsenin malları ve eşyaları verilir" buyurdu. O yüzden insan­lar ele geçirilen mallarda hak iddia ettiler. Nitekim sancağı veya bayrağı taşıyan, bu yüzden savaşamayan sahabe-i kiram: "Bu ganimet mallarında bizim de hakkı­mız vardır" diye hak iddia ettiler. Bunun üzerine şu âyet indi:

"Sana savaş ganimetlerini soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah ve Peygamber'e aittir." (Enfâl, 8/1)

Bu âyette anlatılmak istenen, mücahidlerin ganimet mallarında kendiliklerin­den hak iddia edemeyecekleridir. Bunlann taksimi sadece Hz. Peygamber'in yetki­sinde olup dilediği gibi dağıtabilir. Bu âyetle; savaşlarda herkesin kendi kendine yağma yaparak istediğini alma yolu kapatıldı. Ama savaş alanları dışındaki yağ­malar uzun süre durdurulamadı. Ebu Dâvûd Sünen'inde bir ensârînin şöyle bir ri­vayeti vardır: "Hz. Peygamber ile birlikte bir sefere katılmıştık. Şiddetli açlıktan ız-dırap duymaya başladık. Tesadüfen karşımızda koyunlar, keçiler belirdi. Hemen yakalayıp kestik. Ateş üstüne koyup pişiriyorduk ki, Hz. Peygamber haber alarak geldi. Elindeki yay ile et pişirdiğimiz kabı devirdi ve 'Yağmalanan şey, leşten da­ha helal değildir, leşten farkı yoktur' buyurdu."[344]

Hayber savaşı Hicrî 7. yılda oldu. Barış anlaşması yapılmış olmasına rağmen in­sanlar, yahüdilerin hayvanlarını ve meyvelerini yağmaladılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber son derece öfkelenerek bütün sahabe-i kiramı topladı ve şöyle buyurdu:

"Allah Teâlâ/ size izin verilmeden kitab ehli olanların evlerine girmenizi, ka­dınlarını dövmenizi ve meyvelerini yemenizi helal kılmamıştır. Ancak onların ver­mek zorunda olduklarından size verdiklerini yiyebilirsiniz."

Hz. Peygamber insanların ganimete olan düşkünlüğünün azalmasını istiyordu. Ama uzun süre ganimet malına olan bu düşkünlük ve hırs devam etti. Uhud sava­şında sadece bu yüzden yenilgi doğdu. Çünkü bu savaşta Hz. Peygamber, geçidi bekleyen okçulara: "Savaş durumu ne olursa olsun yerinizden asla ayrılmayınız" di­ye söylemesine rağmen, zafere gidilmeye başlayınca insanlar ellerinde olmadan ga­nimet malı toplamaya başladılar. Okçular da ganimet malı hırsıyla yerlerinden ayrı­lıp mal toplamaya koşunca bunu fırsat bilen düşman arka taraftan saldırmıştı. Hu-neyn savaşında da yenilginin asıl sebebi yine buydu. Çünkü orada da, herşey bitip ganimet malı toplamaya sıra gelmeden ganimet malı yağmalamaya başlamışlardı.

Ganimet malı bu insanlara o kadar cazip geliyordu ki, bazı kimseler kâfirlerden birinin müslüman olması üzerine, 'O müslüman olduğu için malı yağmalanamaz' di­ye üzüldüler. Sünen-i Ebu DâvÛâ'da şöyle anlatılır: "Bir seferde sahabeden bazıları, ka­bilelerden birine saldırmak istedi. Kabile halkı ağlayarak yanlarına geldi. Bunun üze­rine sahabîlerden biri: 'La ilahe illallah derseniz, canlarınız ve mallarınız kurtulur' de­yince, 'La ilahe illalah' deyip müslüman oldular. Bunun üzerine onlara serbestlik ve güvence verdi. Sahabînin arkadaşları: 'Sen bizi ganimet malından mahrum ettin' diye onu kötülediler. Bunlar o sahabîyi de yanlarına alarak Hz. Peygamber'e durumu an­latmaya gittiklerinde, Hz. Peygamber o sahabîyi övdü ve: 'İman ettikleri için serbest bıraktığın insanlardan her birinin karşılığında büyük sevap alacaksın' buyurdu."[345]

Tuhafı şudur ki, insanlar yıllarca ganimet malı almanın sevap olduğunu kabul etmeye devam ettiler. Ebu Dâvûd Sünen'inde, bir sahabînin Hz. Peygamber'e şunu sorduğu anlatılır:

'"Ey Allah Resulü! Bir kişi cihâda katılmak istiyor ve eline bir miktar mal geç­mesini de arzu ediyor, buna ne buyurursunuz?' deyince,

Hz. Peygamber: 'Ona hiçbir sevap verilmez' buyurdu.[346]

Bu şahabı o cevabı alınca bunu diğer sahabîlere anlattı. Herkes buna çok şaşır­dı ve: 'Sen Hz. Peygamber'in ne demek istediğini anlamamışsın, tekrar git sor' de­diler. O da tekrar gelip sordu ve aynı cevabı aldı. İnsanlar onu tekrar gönderdiler ve o tekrar Hz. Peygamber'e geldi ve Hz. Peygamber de tekrar: 'Ona hiç bir sevap verilmez' buyurdu."

Bu türden birçok olay vardır. Örnekleri çoktur. Bu kadarla yetiniyoruz. [347]

 

Araplar'da Vahşice Davranışlar

 

Savaşların yaygınlık ve şiddeti, Araplar arasında son derece çirkin ve vahşice adet­ler doğurmuştu. Bunlardan bir kaçını şöyle örnek verebiliriz:

1.  Savaş esirlerini öldürürlerken küçücük çocukları ve kadınları da öldürür, hatta ateşe atıp yakarlardı.[348]

2. Düşmana dalgınlık veya uyku sırasında ansızın saldırır ve mallarını yağma­lamaya başlarlardı. Bu tarz saldırı yaygın ve çokça benimsenen bir davranıştı. Bir çok cengâver bu saldırılarda üstün yetenekler elde etmişlerdi. Böyle kimselere 'Fâ-tik' veya 'Fettâk' denirdi. Teebbete Şerran, Süleyk b. es-Silke bu türden insanlardı.

3. İnsanları canlı canlı ateşe atarlardı. Amr b. Hind bir Arap lideriydi. Kardeşi­ni Temim oğulları öldürünce bir kişinin karşılığında yüz kişiyi öldüreceğine dair and içti. Nitekim Temim oğullarına saldırdı. Onlar da kaçtılar. Sadece yaşlı bir ka­dın kaçamayıp kaldı. Bu kadının adı Hamrâ idi. Onu yakalayıp, canlı canlı ateşe at­tılar. Tesadüfen Ammâr isimli bir binekli çıkageldi. Amr ona: "Niçin buralarda ge­ziniyorsun?" diye sordu. Bunun üzerine: "Birkaç gündür yemek yemedim, açlık­tan ölüyorum. Duman çıktığını görünce yemek piştiğini sandım" dedi. Bunun üze­rine Amr, onun da ateşe atılmasını emretti. Emri yerine getirilerek o da ateşe atıl­dı. Ünlü şair Cerîr şiirinde bu olaya değinmiştir.

4.  Çocuklar hedef yapılarak oklarla vurulurdu. Dâhis ve Gabrâ savaşlarında Kays, çocuklarını rehin olarak Zübyân oğullarına vermişti. Zübyân oğullarının re­isi olan Huzeyfe bu çocukları alıp götürerek bir derede kendisine nişan olarak dik­ti ve alınlarına nişan alarak onları ok yağmuruna tuttu. Tesadüfen çocuklardan bi­ri ölmedi. Bunun üzerine, ertesi gün aynı hareketi tekrarlayarak çocuğu alnından vurup vuramayacağım denemek için yine oklarına hedef yaptı. Halk da bunu sey­redip eğlenmek için oraya toplanmıştı.[349]

5. Bir diğer insan öldürme şekli de; öldürülecek insanın, elleri, ayaklan ve diğer organları kesilerek çırpına çırpına can vermesi için ortada bırakılmasıydı. Gatafân ve Amir savaşlarında işte bu korkudan dolayı Hakem b. Tufeyl kendi kendinin boğazı­nı sıkarak intihar etmişti. el-Ikd-el-Ferîd'de bu olay bütün genişliğiyle anlatılmıştır.

Hz. Peygamberin huzuruna gelerek görünüşte İslâm'ı kabul ettiklerini bildi­ren Ureyne halkı, Hz. Peygamber'in kölesini yakalayıp götürdüler. Onun önce el­lerini ve ayaklarını kestiler. Arkasından da gözlerine ve diline diken sapladılar. Adamcağız çırpına çırpına öldü.[350]

6. Öldükten sonra bile bir insandan intikam alma hırsı, binbir çeşit ve iğrenç şe­kilde ortaya çıkıyordu. Ölülerin ellerini, ayaklarını, kulaklarını, burunlarını ve di­ğer organlarını keserlerdi. Uhud savaşında Hind, bu adete uygun olarak Hz. Ham-za'nın ve diğer şehitlerin organlarını keserek bir ipe dizmiş ve onu gerdanlık gibi boynuna takmıştı.[351]

7. Düşmanı yenip ele geçirdiklerinde onu öldürüp kafatasmda şarap içecekle­rine yemin ederlerdi. Sellâfe'nin iki oğlu Uhud savaşında Asım tarafından öldürül­müşlerdi. Bundan dolayı Sellâfe, Asım'ın kafatasına şarap doldurarak içmeye ye­min etti. Öldürülen kişinin ciğerinin çıkarılarak yenmesi de bir adetti. Hind, Hz. Hamza'nın ciğerini çıkarıp çiğnemişti. Bu, daha Önce anlatılmıştı.

8. Hamile kadınların karınlarını yarar, bununla da övünürlerdi. Arapların ün­lü kahramanlarından ve Hevâzin kabilesinin reisi olan Amir b. Tufeyl gebe kadın­ların karınlarını nasıl yardıklarını, mızraklarıyla rahimlerini nasıl parçaladıklarını övünerek anlatır. [352]

 

Hz. Peygamber'in Savaşlarının Nedenleri ve Türleri[353]

 

Yukarıda yapılan geniş açıklamalardan sonra, Hz. Peygamber'in savaşlarının han­gi nedenlerden dolayı ortaya çıktığını ve eski savaş düzeninde ne gibi ıslahatlar yaptığını araştırmaya yöneliyoruz.

Tarihçiler "gazve" kelimesini o kadar geniş anlamda kullanmışlardır ki, barışı ve güvenliği sağlamak için bir yere birkaç kişi de olsa gönderilmişse, bunu da gaz­veler (=savaşlar) arasında saymışlardır. Gazveden başka diğer bir kelime de seriy-yedir. Gazve ile seriyye arasında bazılarına göre şöyle bir fark vardır: Gazvelerde en azından bir kalabalık meydana getiren belli miktarda insan bulunması gerekli­dir. Seriyyede ise hiçbir sayı kaydı yoktur. Bir askerî harekâtın sonucundan haber almak için tek bir adam bile gönderilmişse, ona da seriyye denmiştir. Bazılarına göre gazve denmesinin şartı, o sefere Hz. Peygamber'in bizzat katılmış olmasıdır.

Gerçek şudur ki, tarihçilerin seriyye dedikleri olaylar bir kaç bölüme ayrılırlar:

1. Düşmanın hareketlerini öğrenmek için gönderilen keşif hareketleri.

2. Düşmanların saldırmak üzere gelişini haber aldıktan sonra savunmak için gönderilen öncü birlikler.

3. Kureyşliler'in müslümanların hac ve umre yapmalarına izin vermeleri için Kureyş'in ticaret kervanlarının önlenmesi veya taciz edilmesi maksadıyla gönderi­len birlikler.

4. Güvenliğin ve bansın ayakta tutulması için gönderilen birlikler.

5. İslâm'ın yayılması için clavetçiler gönderilmesi ve onların korunması düşün­cesi ile yanlarına bir miktar asker katılmasıdır. Öyle durumlarda kılıca başvurul­maması kesin şekilde hatırlatılırdı.

Bu şekildeki hareket ve seferlere "seriyye" denir. Gazvenin iki türü vardır:

1. Düşmanlar islâm yurduna saldırmışlarsa onlara karşı konulmuştur.

2. Düşmanların Medine'ye saldırma hazırlıkları haber alınmışsa, onlara karşı daha önceden hareket edilmiştir.

Hz. Peygamber döneminde yapılan savaşlar veya bu türden meydana gelen olaylar işte bu iki amaçtan ortaya çıkmışlardı.

Hz. Peygamber Mekke'den çıkarak Medine'ye gelince Kureyşliler, islâm'ın or­tadan kaldırılmasına azmettiler. Çünkü Kureyş, islâm hareketinin önü alınmaz da yolu açık tutulursa, kendi batıl dinine zarar geleceğini ve bütün Araplar arasında­ki etki ve üstünlüklerinin tükeneceğini bildiğinden, bir taraftan Medine'ye saldır­ma hazırlıklarına başladı. Diğer taraftan da: "Bu yeni topluluk —Müslümanlar— eğer başarılı olur da güçlenirlerse sizin özerkliğiniz, hatta varlığınız ortadan kalka­caktır!" diyerek bütün Arap kabilelerini tahrik etti.

Akabe biâtında, ensârdan bir grup insan Hz. Peygamber'e biat ederlerken içle­rinden biri: "Kardeşlerim! Neye biat ettiğinizi biliyor musunuz? Bu; Araplarla acemlere toptan savaş ilan etmektir" dedi.

Bu anlattıklarımızı Müsned-i Dârimî ve diğerlerinden nakletmiştik.

Hz. Peygamber Medine'ye geldikten sonra bütün Arap kabileleri Medine'ye saldın teşebbüslerinde bulundular. Hatta iş, Medine'de muhacirlerle ensârm, gece uyurken yanlarına »silahlanm alarak uyumalarına kadar vardı. Bundan başka Ebu Davud'un rivayetine dayanarak Kureyş'in, Abdullah b. Übeyy'e haber gönderip: "Muhammed'i oradan çıkar! Yoksa biz Medine'ye gelerek hem sizi, hem de Mu-hammed'i mahvederiz!" dediklerini daha önce aktarmıştık. [354]

 

Haber Alma Teşkilatı

 

Bu gelişmelerden dolayı, İslâm'ı ve müslüman yurdunu korumak için gerekli tedbirlerin alınması şart olmuştu. Bu konuda ilk yapılacak şey, geniş çaplı bir haber alma teşkilatının kurulmasıydı. Nitekim işin başından beri Hz. Peygamber bu düzenlemeye önem verdi. Arasıra küçük birlikler kurarak değişik yerlere gönderirdi. Bu birlikler her ne kadar haber toplamak için gidiyorlarsa da kendi­lerini korumak için silahlı ve toplu şekilde gidiyorlardı. Tarihçilerin "seriyye" diye isimlendirdikleri birlikler işte bunlardır. Ama bazı tarihçilere göre bu bir­liklerin amacı; herhangi bir kervanı yağmalamak veya herhangi bir topluluğa ansızın saldırmaktı.

Bu seriyyelerin amacının saldırma ve yağmalama olamayacağının en büyük akli ve mantıki delili, gönderilen birliğin 10-12 kişiyi geçmemesiydi. Bu kadar kü­çük bir birliğin savaşmak için gönderilemeyeceği ortadadır. Örneğin Hicretin 2. yı­lında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Abdullah b. Cahş'ı 12 kişiyle bir­likte Mekke'ye gönderdi. Ayrıca iki gün sonra açılmak üzere mühürlenmiş bir mektup verdi.[355] İki gün sonra açtıklarında şöyle yazılı olduğunu gördüler: "Mek­ke ile Tâif arasında bulunan Nahle'ye varıncaya kadar durmadan git. Orada Ku-reyş'i kontrol et ve onlar hakkında bilgi topla."[356] [357]

 

Savunma

 

Bu düzenlemenin bir sonucu olarak, Medine'ye herhangi biri saldırmak istediğin­de hemen haber almıyor ve daha önce hareket edilerek, saldırmak üzere olan düş­man üzerine asker gönderiliyordu. Seriyyelerin çoğu, işte bu türden haber topla­mak için gönderilen küçük birlikler şeklinde oluyordu. Yukarıdan beri seriyyeler hakkında fazla bilgi vermediğimiz için örnek olarak birkaç seriyyeyi anlatalım ve siyer uzmanlarının verdikleri kesin bilgilerden bu küçtik birliklerin savunma amaçlı olarak gönderildiklerini gösterelim.

Hicrî 2. Yıl, Gatafân Seriyyesi:

"Bu seriyyenin gönderiliş sebebi Hz. Peygamber'in, Sa'lebe oğulları ve Mehâ-rib oğullan kabilelerinin meydana getirdiği bir askeri birliğin, saldırmak üzere Zû-Emr'de toplandıklarını haber almış olmasıydı. Bu askeri birliği, Dü'sûr adlı biri toplamıştı."[358]

Hicrî 2. Yıl, Ebu Seleme Seriyyesi:

"Bu seriyyenin gönderiliş sebebi; Hz. Peygamber (as)'in, Huveylid'in iki oğlu Tuleyha ile Seleme'nin, kabilelerini ve emirlerindeki adamlarını alarak Hz. Pey-gamber'e savaş açmak üzere hareket ettiklerini haber almış olmasıydı."[359]

Hicrî 3. Yıl, Hâlidoğlu Süfyân't öldürmek niyetiyle gönderilen Abdullah b. Enis Seriyyesi:

"îbn Enis'in başkanlığındaki seriyyenin gönderiliş sebebi; Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'in, Hâlid oğlu Ebu Süfyân'ın kabilesini ve diğer insanları Hz. Peygamber'le savaşmak üzere topladığını haber almasından dolayı idi."

Hicrî, 5. Yıl, Zâtu'r -Rikâ' Gazvesi:

"Müslüman casuslardan biri Hz. Peygamber'e gelerek: 'Enmâr ve Sa'lebe kabi­leleri müslümanlarla savaşmak üzere asker toplamaktalar' diye haber verince Hz. Peygamber hemen harekete geçti."

Hicrî, 5. Yıl, Devmetu'l-Cendel Gazvesi:

"Ravilerin anlattıklarına göre: Hz. Peygamber Devmetu'l-Cendel'de büyük bir kalabalığın toplandığını ve Medine'ye saldırmak istediklerini haber aldı."[360]

Hicrî 5. Yıl, Müreysa' Gazvesi:

"Mustalık oğulları kabilesi, Huzâ'a kabilesinin bir koludur ve bu adamlar Müdlic oğullarının yeminli müttefikleridir. Kabile reisleri ise Haris b. Ebu Dırâr'dı. O, kabilesini ve etkisi altında bulunan diğer insanları yanma alarak harekete geçti ve onları Hz. Peygamber'le savaşmaya davet etti, onlar da bunu kabul etti."[361]

Hicrî 6. yıl, Hz. Ali b. Ebu Tâlib'in Fedek'e giden seriyyesi:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Fedek denen yerde Sa'de oğulları­nın Hayber yahudilerine yardım etmek üzere asker topladıklarını haber aldı."

Hicrî 7. yıl, Beşir b. Sa'd Seriyyesi:

"Hz. Peygamber'e Cenâb denen yerde Gatafân kabilesinden bir grubun toplan­dığı ve Uyeyne b. Husayn'ın da kendileriyle birleşerek Hz. Peygamber'e saldırma­yı söz verdiği haberi geldi."

Hicrî 8. Yıl, Artır îbn As Seriyyesi:

"Hz. Peygamber, Kudâ'a kabilesinden bir grubun müslümanlara saldırmak üzere toplandıklarını haber aldı."

Kureyş Ticaretinin Engellenmesi ve Ticaret Yollarının Kapatılması

Buhârfye atıfta bulunarak yukarıda, Kureyş'le müslümanlar arasında savaş başla­madan önce Ebu Cehil'in, ensârdan Muaz'a (ra) Kabe'de: "Eğer sizler Muham-med'i Medine'den çıkarmazsanız, size Kabe'yi tavaf ettirmeyeceğiz" dediğini, onun da cevaben: "Siz bizim Kabe'ye gelmemizi engellerseniz, biz de sizin Suriye ticaretinizi engelleriz" dediğini nakletmiştik. Mekke'den Suriye'ye giden ticaret kafileleri, Medine yakınından geçen bir yoldan giderlerdi. Kabe'nin müslümanlar için çok özel bir yeri vardı. Çünkü müslümanlar Kabe'yi inşa eden kimsenin dini­ne -ibrahim dinine- tâbi idi. Kureyşliler, müslümanları Hac ve Umre'den mahrum ettikleri ve onların Kabe'yi ziyaretlerini engelledikleri için müslümanlann orayı zi­yaret etmelerine izin vermeye zorlamak maksadıyla Kureyş'in ticaret kervanlarını engellemekten başka çareleri kalmamıştı.

Siyer uzmanları seriyyeleri anlatırken müslümanlann Kureyş kervanlarına sal­dırdıklarını söylerler. Yani Kureyş'in ticaret kervanlarını engellemek için asker gön­derildiğini veya bizzat Hz. Peygamber'in askeri bir birlikle giderek Kureyş'in ticaret kervanının gidişini engellediğini söylerler. Oysa bütün bu seferlerin ana hedefi; Ku-reyş'i taciz ederek müslümanları serbest bırakmalarını ve onları Kabe'yi ziyaretten menetmemelerini sağlamaktı. Ama Kureyşliler ticaret için bile silah kuşanarak çık­tıklarından ve en az 100-200 kişilik bir toplulukla gittiklerinden dolayı bu engelleme­lerde arasıra çatışma meydana geliyordu. Kureyş yenilip de kaçınca ticaret malı ga­nimet olarak ele geçiyordu. Oysa siyer uzmanları bunu; ticaret kervanlarım soyma ve yağmalama amacıyla gönderilmiş gibi yazma yanılgısına düşmüşlerdir.

işte bu engellemelerden dolayıdır ki Kureyş sonunda Hudeybiye'de barış yap­mak zorunluluğunu hissetti. Ve bu sayededir ki müslümanlar birkaç özel sınırla­ma dışında hac yapma serbestliğine kavuşabildiler. Ticaret kervanının engellenme­si Kureyş'i o kadar derinden etkiliyordu ki, Ebu Zerr el-Gifârî (ra) Mekke'de, müs-lüman olduğunu ilan ettiğinde Kureyş buna öfkelenip onu dövmeye başlayınca Abbas (ra): "Gifâr kabilesi ticaret kervanlarınızın geçtiği yol üzerinde bulunmakta­dır. Sizin bu hareketinize kızarak yarın yolunuzu keserler" dedi. Böylece bu tedbir işe yaradı, onlar da korkularından Ebu Zerr'i serbest bıraktılar.

Hudeybiye barışından sonra Kureyş'in isteğine uygun olarak, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in, Mekkeli yeni müslüman olmuş kimseleri Medine'ye geldikleri takdirde geri vereceğini kabul etmesi üzerine, yeni müslümanlar Mek­ke'den kaçarak Suriye yolu üzerinde kendilerine bir yer belirlediler ve Kureyş ti­caret yolunu güvensiz hale getirdiler.

Bunun üzerine Kureyş izin verme zorunluluğunu hissederek "isteyen müslüman, Mekke'den Medine'ye serbestçe gidebilecektir ve kendisine Kureyş tarafından hiçbir engel çıkarılmayacaktır" diye ilan etti. Sonra ertesi yıl müslümanlann hac ve umre ya­pabilmelerine de izin verdiler. Arkasından da hiç bir müslüman, Kureyş'in ticaret ker­vanına saldırmadı, hatta onu korumak için müslümanlar, asker bile göndermişlerdi.[362] [363]

 

Güven ve Huzurun Sağlanması

 

Yukarıda da anlattığımız gibi Arabistan yarımadasında bir baştan bir başa hiç bir gü­venlik ve asayiş yoktu. Bütün kabileler aralarında çarpışıyordu. Hatta haram aylarda bile bahaneler uydurarak ayların adlarmı değiştiriyor ve yine de savaşıyorlardı. Tica­ret yollan kesinlikle güvensizdi. Kervanların yağmalanması, her zaman olan bir şey­di. Nitekim bu gün bile ne acı bir olaydır ki bedeviler kervanları hâlâ soymaktadırlar.

Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'i sadece öğüt ve nasihat vererek değil, aksine güç kullanarak bütün Arabistan'da hatta bütün dünyada huzur ve güveni sağlamak için göndermiştir. Çünkü, Allah Teâla'ya adam öldürmek ve kan dökmekten daha sevimsiz gelen birşey yoktur.

"işte bu yüzdendir ki Israiloğullarına şöyle yazmıştık. Kim bir cana veya yer­yüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın -haksız yere- bir cana kıyar­sa bütün insanları öldürmüş gibi olur." (Mâide, 5/32)

"O, dönüp gitti mi? Yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip ne­silleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez." (Bakara, 2/205)

"Allah ve Resulü'ne karşı savaşanların, yeryüzünde hak düzeni bozmaya çalışan­ların cezası ancak ya acımadan öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir." (Mâide, 5/33)

Hadislerde de bildirildiği üzere Hâtem'üı oğlu Adiyy müslümanlığı kabul etti­ği zaman Hz. Peygamber ona: "Allah Teâla bu dini destekleyecek ve bir deve sü­rücüsü San'â'dan Hadramut'a kadar gidecek de bütün yol boyunca Allah korku­sundan başka ya da koyunları kapma endişesi olan kurtlardan korkmasından baş­ka hiç bir şeyden korkusu olmayacaktır" buyurdu.[364]

Bu ifadeler Ebu Davud'un ifadelerdir. Sahîh-i Buhârî'de ise aynı olay şöyle naklediliyor:

"Cenab-ı Hak bu dini destekleyecek ve başarıya ulaştıracaktır. O kadar ki, bir kadın Hîre'den kalkarak Kabe'yi ziyaret etmeye gelecek ve bütün yol boyunca Al­lah korkusundan başka hiç bir korku duymayacaktır."[365]

Hâtem oğlu Adiyy der ki: "Bunu kendi gözlerimle gördüm. Hîre'den kalkan bir kadın hiç bir tehlikeyle karşılaşmaksızın Mekke'ye gelmiş ve Kabe'yi ziyaret etmiştir."

Siyer erbabının seriyyeler arasında saydıkları birçok öyle olay vardır ki, onlar sadece ticaretin serbestçe yapılıp, ticaret yollarının güvenliğinin sağlanması ama­cıyla yapılmışlardı. Bu konuda da birkaç örnek verelim:

Hicretin 6. yılında Zeyd b. Harise (ra) ticaret amacıyla Suriye'ye gitmişti. Dö­nüşü sırasında Vadi'1-Kurâ denen yerde Fizâre oğullarının saldırısına uğramıştı. Fizâre oğulları, Zeyd b. Hârise'yi soymuşlar ve ne var, ne yoksa hepsini elinden al­mışlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber bu kabileyi cezalandırmak bir askeri güç göndermişti.[366]

Aynı yıl içerisinde Hz. Peygamber'in, eline bir mektup vererek Bizans imparato­runa göndermiş olduğu Dıhyetu'l-Kelbî Suriye'den dönüyordu. Hismî denen yerde Huneyd isimli bir adam, birkaç adamıyla birlikte onun yolunu kesti, elinde ne varsa hepsini gasbedip aldı. Sadece üzerindeki eski yıpranmış elbiselerini bıraktı. Hz. Pey­gamber onu cezalandırmak ve yola getirmek için Zeyd'i gönderdi.[367]

Suriye yönüne doğru Medine'den 15 durak ilerde olan Devmetu'l-Cendel de­nen yerde Hicretin 4. yılında büyük bir kalabalığın toplanarak ticaret yolunu en­gelledikleri ve ticaret kervanlarına zarar verdikleri haberi geldi. Hz. Peygamber onları cezalandırmak için bizzat kendisi gitti, topluluk dağılmıştı. Ama Resûlullah bir kaç gün boyunca orada kaldı ve düzeni sağlamak için her tarafa küçük çapta askeri birlikler gönderdi.[368]

Güvenliğin sağlanması işi, sadece müslüman tüccarlar için değildi. Aksine Hu-deybiye barışından sonra Kureyş kâfirlerinin ticaret kervanlarının da aynı şekilde güvenliği sağlanıyordu.

Hicretin 8. yılında Kureyş ticaret kervanı Suriye'den dönüyordu. Cüheyne ka­bilesine güvenilmediğinden onların bölgesinden geçerken kervan emniyet içerisin­de değildi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ubeyde b. Cerrah'm (ra) ko­mutanlığında Hz. Ömer'in de içinde bulunduğu 300 kişilik bir müslüman gücünü Medine'den beş günlük bir mesafede bulunan yere gönderdi. Müslümanlar, bu gö­revi yiyecekleri yetmediğinden hayatlarını sürdürebilmek için gün başına birer hurma yiyerek yerine getirmişlerdir.[369]

Sahîh-i Müslim'de bu olay bütün genişliğiyle anlatılmıştır.[370] Ama bu seriyyenin amacını değişik râviler, değişik şekilde anlatmışlardır. Buhârî'deki rivayeti yapan râ-vi, bu olaya katılmış olan Câbir'dir. Binaenaleyh daha sağlamdır. Bir başka rivayette ise, bu birliğin Cüheyne kabilesi ile savaşmak üzere gönderildiği zikredilmiştir. Me-gâzî kitaplarında da bu şekilde anlatılmıştır. Diğer rivayetlerin ifadeleri şöyledir:

1. Kureyş kafilesi ile karşılaşmak için

2. Kureyş kafilesini kontrol etmek için

Bu ifadelerin anlatmak istediği: "Kureyş kafilesini yağmalamak için" şeklinde anlaşılabilir. Ama bu açık bir yanılgıdır. Çünkü bu, Hudeybiye barışı sırasında meydana gelen bir olaydı. O bakımdan bu ifadelerden açıkça anlaşılan mânâ: Bu askeri birliğin "Kureyş ticaret kervanını Cüheyne kabilesinin yağmalamasından korumak için" gönderildiğidir. Hafız Ibn Hacer'in de kanâati budur.[371]

Araplarm cüret ve yağmacılıkları onların vazgeçemedikleri bir huylandır. En şiddetli cezalar bile Araplar'ı bu hareketlerden vazgeçiremiyordu. Bunlar Medi­ne'nin otlaklarına bile saldırıyorlardı. Hicretin 4. yılında Fizâre kabilesi kıtlığa uğ­ramıştı. Hz. Peygamber bunların reisi olan Uyeyne b. Husayn'a haber göndererek hayvanlarını Medine civarında otlatabileceklerini bildirmişti. Ama Uyeyne, hicre­tin 6. yılında Medine'nin otlağı olan Gâbe'ye saldırmış ve Hz. Peygamber'in yirmi devesini yağmalayıp götürmüş, otlağın bekçisi olan Ebu Zerr'in oğlunu da öldür­müştü. Nitekim siyer yazarları bu olaya Gâbe gazvesi derler, islâm düşmanı hali­ne gelen bütün Arabistan kabüeleriyle ve Mekke'nin fethine kadar Kureyş kâfirle-riyle yapılan bütün savaşların en büyük sebebi; Araplar*in geçimlerinin en büyük kaynağının yol kesme, adam soyma ve çapulculuk yapma olmasıydı, islâm bunla­rı kesinlikle menettiğinden Araplar, islâm'dan daha başka hiç bir şeyi kendilerine öncelikli düşman kabul edemezlerdi. [372]

 

Baskın Metodunun Sebebi

 

Arap kabileleri iki çeşitti. Biri, belirli bir yerde yerleşik olarak yaşayanlardı. Diğeri ise; çadırlarda yaşayıp dere tepe dolaşan, oradan oraya göç eden belirli bir yerleşme yeri olmayan kabilelerdi. Bunlar nerede bir su kaynağı ve yeşillik görürlerse çadırla­rını kurar, oranın suyu tükenince de, su araştırmak üzere gönderdikleri adamın bul­duğu daha uygun bir yere giderlerdi. Arapça'da bu tür göçebe kabilelere 'ashâbu'l-veber' denir. Yağmacılıkla yaşayan ve her türlü çapulculuğu, haramiliği ve yolkesi-ciliği yapan kabileler işte bunlardı. Bunların yola getirilmesi çok zordu. Çünkü ken­dileri aleyhine bir hareket yapılacağını anlar anlamaz, hemen dağlara kaçar ve ceza­landırılmaktan kurtulurlardı. O bakımdan bunlar üzerine gönderilen askeri birlikler, kaçıp kurtulmasınlar diye hiç haberleri olmadan onlara ansızın saldırırlardı.

Siyer yazarları, birçok seriyyeyi anlatırlarken, Hz. Peygamber'in gönderdiği as­kerlerin, geceleri yola devam ettiklerini ve ansızın saldırarak düşmanları gaflet anında yakaladıklarını, kabileleri yağmaladıklarını yazmışlardır. Bu tür olaylar bü­tün kitaplarda sıkça nakledilmişlerdir, işte siyercilerin bu olayları anlatış tarzından

dolayıdır ki Avrupalılar, islâm'ın, düşmanlara baskın yapmayı, onları yağmalama­yı caiz gördüğü kanâatine varmışlardır. O bakımdan Margoliouth: "Uzun süre müslümanların elinde yiyecekleri, içecekleri bulunmadığından Hz. Peygamber ka­bilelere ansızın saldırarak eşya ve mallarını ele geçirme yolunu tercih atmişti" so­nucunu çıkarmıştır.

Ama bütün olaylar bir arada incelenir ve gözönünde tutulursa kesinlikle görü­lecektir ki, baskın şeklinde yapılan saldırılar haberleri olduğu takdirde dağlara, te­pelere veya herhangi başka bir yere kaçma ihtimali olan kabilelere karşı yapılmak­taydı. Nitekim çoğu kere haberdâr olan insanların herhangi bir yere kaçıp kurtul­dukları olmuştur. Şimdi burada Hz. Peygamber'in de katıldığı, bazan kendisinin katılmayıp küçük çaplı askeri güç gönderdiği olaylardan bazılarını nakledeceğiz.

Hicrî 3. Yıl, Benî Süleym Gazvesi:

"Hz. Peygamber süratle bunlara karşı hareket etti. Ama bunların dağıldıkları­nı ve kendi topraklarına vardıklarını gördü."[373]

Hicrî 4. Yıl, Zât-eî- Rikâ' Gazvesi:

"Ve bedevi Araplar, dağların tepelerine doğru kaçıp gittiler."

Hicrî 6. Yıl, Ukâşe Seriyyesi:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Ukâşe b. Muhsan'ı yanında kırk adamla birlikte, Gamrâ'ya göndermişti. Ukâşe son derece hızlı hareket ettiği halde bedeviler kaçmışlardı."

Hİcrî 6. Yıl, Ali b. Ebu Tâlib'in Sa'd oğullarına Gönderilen Seriyyesi: "Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi yüz kişiyle birlikte gönderdi. Onlar geceleri yürü­yor, gündüzleri saklanıyorlardı. Nihayet Hemec denen bölgeye vardılar. Sonra o kişilere hücum ettiler ve 500 deve ile 2000 koyunu ganimet aldılar. Sa'd oğulları ise kadınlarını alarak kaçtılar."[374]

Hİcrî 6. Yıl, Benî Lihyân Gazvesi:

"Benî Lihyân, onların gelişini duyunca dağlara kaçıp gittiler."

Hicrî 7. Yıl, Ömer b. Hattab'ın Türeb'e'yaptığı Seriyye:

"Geceleri yola devam eder, gündüzleri saklanırdı. Hevâzin kabilesi durumu haber alınca kaçıp gittiler. Hz. Ömer onların çadır kurdukları yere vardığında hiç kimseyi bulamadı."

Hicrî 8. Ytl, Ka'b b. Umeyr Seriyyesi:

Bu seriyye de şöyle olmuştur: Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem onbeş ki­şiyi Suriye'ye doğru gönderdi. Zât-ı Atlah denen yere ulaştıklarında büyük bir kala­balıkla karşılaştılar ve onları İslâm'a davet ettiler. Onlar da bunu reddedip onbeş kisilik müslüman gruba ok atmaya başladılar. Mecbur kalarak müslümanlar da onlar­la savaştı. Sonunda hepsi şehit oldu. Sadece bir tek kişi kurtulmuştu. Kurtulan bu tek müslüman gelerek durumu Hz. Peygamber'e haber verdi. Hz. Peygamber bunun in­tikamını almak istediyse de yerlerini terkederek bilinmeyen bir yere çekip gittiler.

îbn Sa'd Tabakat'ında bu olay şöyle anlatılır: "Hz. Peygamber, üstlerine asker göndermek istedi, sonra başka bir yere gittikleri öğrenildi." [375]

 

İslâm'ın Yayılması

 

Bu anlattığımız sebeplerin dışında İslâm'ı yaymak maksadıyla gönderilen seriyye-ler de vardı, ama ülkede güven ve asayiş olmadığından bir de düşmanlar bir baş­tan bir başa Arabistan'da İslâm'a karşı kin ateşleri alevlendirdiklerinden İslâm'a davet için gönderilen seriyyelerin hayatı daima tehlikede bulunuyordu.

Hicretin 3. yılının Safer ayında, Kilâb kabilesinin başkanının daveti üzerine bu kabilede İslâm'ı yaymak maksadıyla yetmiş İslâm davetçisinden oluşan bir toplu­luk gönderildi. Ama Bi'r-i Ma'ûne denen yere yaklaştıklarında Ri'l ve Zekvân ka­bileleri tarafından hepsi şehit edildi. Sadece biri kurtuldu. O da Medine'ye giderek durumu haber verdi.

Tam o sırada, yani Hicretin 3. yılının Safer ayında Adâl ve Kare kabileleri, İs­lâm'ı kendilerine tebliğ etmek ve öğretmek için davetçiler gönderilmesini talep et­tiler. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem de Asım, Hubeyb, Mürsed b. Ebî Mürsed ve daha başkalarından oluşan on kişilik bir heyeti bu amaçla gönderdi. Re-cf denen yere ulaştıklarında Lihyân oğullan kabilesi onlara saldırdı. Biri dışmda hepsini şehit etti. Hicretin 6. yılında Lihyân oğullarını cezalandırmak için bir birlik gönderildi. Ama işe yaramadı. Çünkü hainler başka bir yere kaçmışlardı.

Hicretin 7. yılında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, elli davetçiden oluşan bir topluluğu Süleym oğullan kabilesine gönderdi. Topluluğun başkanı Ibn Ebi'1-Avcâ idi. îrşad heyeti, Süleym oğullamu İslâm'a davet ettiler. Ama onlar bu daveti redederek ok atmaya başladılar. Müslümanlar da onlarla savaşmaya başla­dı. Ama elli kişi bir kabileyle nasıl baş edebilirdi. Sonuçta komutanlan îbn Ebi'l-Avcâ' dışmda hepsi şehit oldu. Hicretin 8. yılının Rebiülevvel aymda Hz. Peygam­ber sallallahu aleyhi vesellem, Ka'b b. Umeyr el-Gifârfyi onbeş kişiyle birlikte İs­lâm'a davet etmeleri için Zatı Atlah tarafına gönderdi. Burası Suriye sınırlan içeri­sinde Vadi'l- Kurâ'dan öte taraftadır. Bu heyet de İslâm'ı tebliğ etti, ama davetleri­ne ok ve kılıçla karşılık verildi. Sonuçta bu topluluk da tamamen şehit edildi. Sa­dece bir kişi kurtuldu. O da Medine'ye gelerek durumu haber verdi.

Sık sık tekrarlanan bu ihanetlerden dolayı, İslâm'a davet için gönderilen seriy-yeleri korumak amacıyla, davetçilerle birlikte bir miktar da asker gönderiliyordu.

Ama böyle durumlarda açık ve net olarak askerlere; seriyyenin amacının sadece is­lâm'ı yaymak olduğu, çatışma ve savaşmaya izin olmadığı tenbih ediliyordu. Ör­neğin Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Hâlid b. Velîd'i, Benî Cüzeyme kabilesine gönderdi. Otuz kişilik bir topluluğu da yanına kattı. Topluluğa hitaben Hz. Peygamber; bu gidişin sadece İslâm'a davet olduğu­nu, hiç bir çatışma amaçlanmadığını söyledi. Nitekim İbn Sa'd şöyle yazmaktadır: "Hz. Peygamber, Hâlid b. Velîd'i Cüzeyme oğullarına kendileriyle savaşmak için değil İslâm'a davet için gönderdi."

Büyük bilgin Taberî bu olay hakkında şöyle der: "Hz. Peygamber, islâm'a davet için Mekke çevresine seriyyeler gönderdi ve onlara savaşmaları için emir vermedi. "

Buna rağmen Hâlid (ra) kılıca başvurdu. Hz. Peygamber bunu işitince ayağa kalktı. Yüzünü Kıble'ye çevirerek: "Ey Allahım! Ben, Hâlid'in yaptığından uza­ğım" buyurdu. Sonra bu sözünü üç kez tekrarladı. Arkasından Hz. Ali'yi, kan be­dellerini ödemek üzere gönderdi. O da teker teker çocuklara varıncaya kadar kan bedellerini ödedi. Köpeklerin bile kan bedellerini ödedi.[376] Bu olay, bir takım söz farklılıklarıyla birlikte hadis kitaplarında anlatılmıştır.

Aynı şekilde Hicrî 10. yılda Hz. Peygamber, Hz. Ali'yi 300 süvari ile Yemen'e gönderirken şöyle buyurmuştu: "Oraya ulaştığınızda, biri size saldırmadığı sürece asla savaşmayınız."[377]

Bu seriyyeler dizisine, Mekke'nin fethinden sonra putları kırmak üzere ülkenin değişik yönlerine gönderilen seriyyeler de girmektedir. Arabistan'da değişik kabile­lerin ayrı ayrı puthaneleri bulunuyordu. Mekke'nin fethinden sonra kabileler İslâm'ı kabul ettiler. Ama putlar hakkında ahmakça ve cahilce beslenen kutsallık duygusu ve onların bazı şeyleri yapabileceklerine ait vehim, bazı kabilelerde hemen yokolmadı. Her ne kadar, artık bunları tapılmaya değer kabul etmiyorlarsa da kalıntı olarak es­kiden beri süregelen putperestliğin kafalardaki etkisi ve putların kendilerine bir şey yapabileceği vehmi, bu puthaneleri kendi elleriyle yıkmalarına engel oluyordu.

Bu cahil insanlar, kutsal saydıkları taşların bir parçasının dahi yerlerinden oy­natıldığı takdirde gökyüzünün tepelerine çökeceğini, yeryüzünün yarılıp parçala­nacağını, binbir çeşit bela ve felaketlerin bir tufan gibi kopacağını zannediyor, bu­na bütün varlıklarıyla inanıyorlardı. Tâif halkı müslümanlığa girerken, puthanele-rinin bir yıl boyunca yıkılmamasını şart koştular. Hz. Peygamber bunu kabul etme­yince, "Biz kendi ellerimizle yıkamayız" dediler. Bazı yeni müslüman olmuş kabi­leler de bu görevi yerine getirmekten çekmiyorlardı. O yüzden böyle yerlere, inan­cı tam oturmuş, akidesi sağlam müslümanlar gönderilerek bu görevin yerine geti­rilmesi sağlandı. Nitekim Hâlid b. Velîd seriyyesi Uzzâ puthanesini, Amr b. el-As seriyyesi Suvâ' puthanesini, Sa'd b. Zeyd el-Eşhelî seriyyesi Menât puthanesini, Ebu Süfyân ve Muğîre b. Şeybe Seriyyesi Lât puthanesini, Cerîr seriyyesi, Zi'l-Hal-sâ puthanesini,[378] Tufeyl b. Amr ed-Devsî seriyyesi, Zi'1-Ketteyn puthanesini, Ali b. Ebi Tâlib seriyyesi Feles puthanesini yıkmak üzere gönderildi.[379] [380]

 

Savaş Sisteminin Islahı

 

tnsan davranışlarının en kötü ve en çirkin olanı savaştır. Arabistan'da ise savaş; yağmacılık, barbarlık, vahşet, zulüm ve işkenceyle dolu geçerdi. Hz. Peygamber'in mucizesi sayesinde savaş, bütün bu kusur ve çirkinliklerden arınarak kutsal bir in­sanlık görevi halini almıştır.

Bir millet içinde binlerce yıldan beri zulüm ve yağmacılık, bir mirasın devrolup geldiği gibi sürüp gelmişse bu bir anda bıçakla kesilmiş gibi ortadan kaldırılamaz. Öyle ki en medenî milletler bile, işin başında bir süre için iptal ettikleri eski siste­mi ve hareket tarzını sürdürmek zorunda kalır. Buna tıb dilinde geçici tedavi de­nir. İslâm'ın ilk yıllarında savaş ve çatışma konusunda eskiden beri süregelen alış­kanlığa uygun bir takım olaylar görülmektedir. Örneğin cahiliye döneminde, düş­mana ansızın saldırma, öldürüp esir alma gelenekti, islâm, bunu ortadan kaldırdı. Ama eğer işin başında kaldırdığı prensiple hareket etmeseydi, düşman her zaman ansızın saldırarak müslümanları öldürebilir, bunun karşılığında da müslümanlar hiç bir şey yapamazlardı. Ya da düşmanlar, müsiümanlann harekete geçtiğini ha­ber alır almaz, hemen ortadan kaybolur, veya tedbir alabilirlerdi. Ama İslâm'ın gü­cü ve kuvveti arttığı Ölçüde eski manzaralar yavaş yavaş ortadan kalktı. İslâm, bu görüntülere birer birer son verdi.

İslâm'dan önce yapılan savaş tarzmı ve nasıl vahşice yapıldığını yukarıdan be­ri detaylarıyla anlattık. Bütün bunları dikkate alan okuyucular İslâm'ın askeri alan­da yaptığı ıslahatı hemen kavrarlar. îsîâm, kadınların, yaşlıların, çocukların, köle­lerin ve hizmetçilerin öldürülmelerini kesinlikle yasaklamıştır. Hz. Peygamber herhangi bir olay karşısında asker gönderirken ordu komutanına verdiği emirler arasında prensip olarak bu yukarıda sayılanların öldürülmesini yasaklayan hük­mün her zaman geçerli olduğunu bildirirdi.[381]

Ebu Dâvûd'da bu emir şöyle anlatılmaktadır:

"Yaşlıları, çocukları, küçük yaştakileri ve kadınları öldürmeyin."[382]

Allah Resulü savaşlarda bir kadın cesedi gördüğünde bunu şiddetle yasakla­mıştır. Sahîh-i Müslim'de bu konuda çeşitli hadisler zikredilmiştir.

Araplar, düşmanlarını yakaladıklarında ya bir yere bağlayarak oklarına hedef yapar veya kılıç darbeleriyle öldürürlerdi. Arapça'da buna 'saber' denir. Hz. Pey­gamber bunu şiddetle menetmiştir. Bir keresinde Hâlid b. Abdurrahman bir savaş­ta bazı adamları esir almış ve bu şekilde öldürmüştü. Ebu Eyyûb el-Ensârî (ra) bu­nu işitince: "Hz. Peygamber'in bu şekilde adam Öldürmeyi şiddetle menettiğini bizzat kendisinden dinledim. Allah'a yemin ederim ki tavuğu bile bu şekilde öl­dürmeyi doğru bulmuyorum" dedi. Abdurrahman bunun üzerine günahının ba­ğışlanması için kefaret olarak dört köle âzâd etti.[383]

Savaşlarda verilen sözlere hiç bir şekilde bağlılık yoktu. Bi'r-i Ma'ûne savaşın­da ve diğerlerinde kâfirler müslümanlara karşı hep bu şekilde hareket etmişlerdi. Yani zarar vermeyeceklerine dair söz verip yeminler ederek müslümanları alıp gö­türmüş, kendi bölgelerine varınca da onları öldürmüşlerdi. Kur'ân-ı Kerîm'de bu olaylara işaret ederek şöyle buyrulmaktadır:

"Bir mü'min hakkında ne ahit tanırlar ne de anlaşma. Çünkü onlar saldırgan­ların ta kendileridir.." (Tevbe, 9/10)

Hz. Peygamber verilen söze kesinlikle uyulmasını, vaatlerin mutlaka yerine ge­tirilmesini istemiştir. Yer yer Kur'ân'da bununla ilgili açık ve kesin hükümler var* dır. Hz. Peygamber ve Râşid halifeler döneminde müslümanlarca verilen söz ve vaatlere uymanın şaşırtıcı örnekleri görülmektedir.

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem hicret edip Medine'ye gittiğinde bir­çok sahabî bir takım zorunluluklardan dolayı Mekke'de kalmışlardı. Bunlar ara­sında Huzeyfe b. Yemân ile babası da bulunuyordu. Bedir savaşı sırasında Huzey-fe b. Yemân ile babası bir yerden geliyorlardı. Kâfirler: "Siz Medine'ye gideceksi­niz, sonra da karşımıza çıkarak savaşacaksınız" diye onları yakaladılar. Onlar da: "Amacımız sadece Medine'ye gitmek" deyince kâfirler onlardan bu sözlerine sâdık kalacaklarına dair söz alarak serbest bıraktılar. Bunlar Bedir'de Hz. Peygamber sal­lallahu aleyhi vesellem'le buluştular. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in savaş hazırlıkları yaptığını görünce, kâfirlerle savaşma mutluluğuna ermeyi arzu ettiler. Ama Hz. Peygamber: "Siz sözverdiniz, onlarla ahidleştiniz" diye onların sa­vaşa katılmalarını kabul etmedi.

Kureyş, Ebu Râfi'i (ra) elçi olarak Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e göndermişti. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in huzuruna gelince, îs-lâm'ın etkisine kapılarak müslüman oldu ve:-"Artık kâfirlerin yanma dönmeyece­ğim" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Sen elçisin ve elçiyi alıkoymak ilkelere aykırıdır. Şimdi git, sonra gelirsin" buyurdu.[384]

Hudeybiye barışında Ebu Cendel (ra) ayağı zincirli olarak gelip de: "Kureyş be­ni hapsedip böyle işkenceler yaptı" diyerek vücudundaki ezik ve çürükleri gösterince Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Evet, ama biz Kureyş'le anlaşma yaptık ve bir müslüman Mekke'den kaçıp gelirse onu Kureyş'e geri vermeyi taah­hüt ettik" buyurdu. Bunun üzerine Ebu Cendel ağlayarak ızdıraplarını müslüman-lara anlattı, insanlar şefkat duygusuyla kendilerinden geçtiler. Neredeyse kendile­rini tutamaz hale gelmişlerdi. Hz. Ömer kendinden geçti. Hz. Ebu Bekir Resûlul-lah'm huzuruna tekrar tekrar gitti. Durumun nezâketini anlatıp Ebu Cendel'in kal­masını istedi. Bunların hepsi önemliydi. Ama verilen söze bağlılığın önemi bütün bunlardan daha önde geliyordu. İşte bu yüzden Ebu Cendel ayağı zincirli olarak geri dönmek zorunda kaldı.

İslâm'dan önce elçilerin öldürülmesi yasak değildi. Hudeybiye barışından ön­ce Hz. Peygamber'in sallallahu aleyhi vesellem, Kureyş'e gönderdiği elçinin bine­ği Kureyşliler tarafından öldürülmüştü. Elçiyi de öldürmek istemişler, ama araya giren birileri onu kurtarmıştı.

Hz. Peygamber, elçilerin kesinlikle öldürülmemesini emretti. Müseyleme'nin gönderdiği elçi küstahça ve saygısızca konuşmalar yapınca Hz. Peygamber sallal­lahu aleyhi vesellem: "Elçiyi öldürmek adetimiz değildir, yoksa öldürülürdün" buyurdu. Tarihçiler bu olayı anlatarak: "O günden beri elçilere zarar verilmemesi ve onların öldürülmemesi bir ilke haline geldi" diye yazmaktadırlar.

Araplar, savaş esirlerine son derece kötü davranırlardı. O dönemde bütün mil­letler arasında bu çirkin davranış yaygındı. Haçlı savaşlarında Avrupalılar, esir al­dıkları müslümanlara hayvanca muamele etmişlerdi. Büyük bilgin îbn Cübeyr haçlı savaşları sırasında Sicilya adasmdan geçerken müslümanlara yapılan tüyler ürpertici muameleyi şöyle anlatmaktadır:

"Gördüğüm facialardan biri, burada ki müslüman esirlerin halidir. Bunlar zincir­lere bağlanıp en ağır işlerde kullanılıyordu. Müslüman kadın esirler de aynı haldey­di. Onların da ayaklarında zincirler vardı. Bu halleri, insanın yüreğini dağlıyordu/[385]

Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem savaş esirleri hakkında ısrarla tali­mat vererek; onlara hiç bir şekilde eziyet edilmemesini bildirdi. Bedir esirlerini sa-habe-i kirâm'a havale ettiği zaman yeme ve içmelerinde sıkıntıya düşürülmemele-rini ısrarla bildirdiği için sahabe-i kiram kendileri hurma vs. yiyerek hayatlarını devam ettirirlerken, esirlere yemek yediriyorlardı. Huneyn savaşında 6.000 düş­man esir alınmıştı. Hepsi de serbest bırakıldı ve giyinmeleri için Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, onlara Mısırhlar'ın giydiği tarzda elbise dağıttı. îbn Sa'd bu olayı gayet açık bir şekilde yazmıştır.

Hâtem et-Tâfnin kızı esir alınınca, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem ona saygı ve değer vererek Peygamber mescidinin bir köşesinde misafir etti ve:

"Kabilenden biri geldiğinde, onunla birlikte seni göndereceğim" buyurdu. Nite­kim bir kaç gün sonra yolculuk ihtiyaçlarını sağlayarak bir kişiyle gönderdi.

Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, yakın kullarının niteliklerini anlatırken şöyle buyurmaktadır:

"Onlar kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedi-rirler." (însân, 76/8)

îslâm öncesi dönemde bir kabile veya bir millet diğer bir millete hücum etti­ği zaman bütün yolları keser, geçenleri soyar, askerler her tarafa yayılarak yolla­rı kapatırdı. Bu yüzden evlere gidiş-geliş zorlaşır, kervanların malları yağmala-nırdı. Bu davranış öteden beri sürüp gelmekteydi. Müslümanların savaşlarından birinde bu eski alışkanlığa uygun bir takım hareketler yapılmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: "Böyle davrananların cihâdı cihâd de­ğildir" diye ilan etti.

Ebu Davud'un hadis kitabında, Muaz b. Enes'den şöyle bir rivayet vardır:

"Falan falan savaşlarda Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'le birlikte bulundum. İnsanlar başkalarına ait mekanlara girip onlara eziyet edip yağma yap­tılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem insanlara ilan etme­si için bir kişi gönderdi ve: "Evleri rahatsız eden, yolları kesen kimsenin yaptığı ci­hâd, cihâd değildir!" diye ilan ettirdi."[386]

Ebu Dâvûd'da da anlatıldığı üzere, "Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'İnsanlar —ganimet toplamak için— oraya buraya dağümasınlar' diye emredince müslümanlar öyle toplandılar ki bir bez gerilse hepsi onun altına sığabilirdi."[387]

En büyük sorun, insanların ganimet malına olan düşkünlüğüydü. Savaşların başta gelen sebebi de buydu. Bunu ıslah etmek için Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem aşamalı olarak hareket etmek zorunda kaldı. Câhiliyye döneminde ga­nimet malı insanlara çok cazip gelen bir şeydi. Ancak islâm döneminde de bu ca­izdir sanıldı. Ebu Dâvûd'da, bir kişinin Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e şöyle sorduğu anlatılıyor:

'"Bir adam Allah yolunda cihâd etmek istiyor, bir taraftan da bir dünyalık ele geçirmek istiyor, ne buyurursunuz?' deyince, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem: 'O, hiç bir ecir ve mükafata nail olamaz' buyurdu. Hz. Peygamber sallalla­hu aleyhi vesellem'in bu buyruğu insanların çok tuhafına gitti ve o adama: Tekrar git sor, herhalde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ne demek istediğini anlamadın' dediler."[388]

Diğer sahabfler tekrar tekrar onu geri gönderip sordurtuyor, Hz. Peygamber sal-lallahu aleyhi vesellem'in böyle buyurabileceğine bir türlü inanamıyorlardı. Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem üçüncü kez aynı şeyi buyurunca yani hiç bir sevab ve mükafata nail olamayacağını söyleyince artık bunun kesin olduğuna inandılar.

Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bir kaç sahabîyi, bir ka­bileye gönderdi. Sahabîlerden biri öne doğru çıkarak, o kabileye doğru ilerledi. Ka­bile mensupları ağlayarak, kendisine geldiler. "Lâ ilahe illallah der de müslüman olursanız, kurtulursunuz" deyince bütün kabile mensupları müslümanlığı kabul ettiler ve kendilerine saldınlmaktan kurtuldular. Bunun üzerine diğer müslüman-lar: "Bizi ganimetten mahrum ettin" diye o sahabîyi azarladılar. Ebu Dâvûd'da sa-habînin sözü şu ifadelerle anlatılmaktadır: "Arkadaşlarım beni 'Sen bizi ganimet malından mahrum ettin' diye azarladılar.

O sahabfler Hz. Peygamber'e, gelip de arkadaşlarının yaptığını şikayet edince Allah Resulü sahabîyi övdü ve: 'Serbest bıraktığın her insan karşılığında şu kadar sevap alacaksın' buyurdu."

Kur'ân-ı Kerîm'de, ganimet malı hakkında, "dünya metâı" ifadesi kullanılmak­ta ve ona düşkünlük kötülenmektedir. Uhud savaşında, ganimet malına düşkün­lükten dolayı bazı insanların düşmanla savaşı bırakıp ganimet malıyla uğraşması­nın müslümanlann yenilgisine sebep olması üzerine şu âyet indi:

"Sizlerden bazıları dünyayı istiyordu, bazıları da ahireti." (Al-i Imrân, 3/152)

Bedir savaşında insanlar kendilerine izin verilmeden ganimet malı devşirmeye başladığı veya bazı tefsir alimlerinin açıkladığına göre fidye alma hırsıyla insanla­rı esir almaya başladıkları için şu âyet indi:

"Siz geçici dünya malını istiyorsunuz, halbuki Allah -sizin için- ahireti işiyor." (Enfâl,8/67)

Bütün bu açıklama ve vurgulara rağmen Hicrî sekizinci yılda meydana gelen Huneyn savaşında yine insanlar kendilerini ganimet malı toplamaya kaptırdıkla­rından yenilmişlerdi. Sahîh-i Buharı Huneyn savaşını anlatırken: "Müslümanlar ganimet malına üşüşünce kâfirler bize ok ve mızraklarla saldırdı" demektedir.

O yüzden Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem fırsat buldukça bu konu­ya açıklık getiriyordu. Adamın biri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e: "Kimi ganimet elde etmek için, kimi şöhret elde etmek için, kimi kahramanlık gös­terisi için cihâd etmektedir. Kimin cihâdı Allah yolunda kabul edilecektir? diye so­runca, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem:

"Kim, Allah'ın buyruğu her tarafa yayılsın ve O'nun dini her tarafa hakim ol­sun diye savaşırsa" diye cevap verdi.[389]

Kesin açıklık getirmek için sonunda Hz. Peygamber salla İla hu aleyhi vesellem şöyle buyurdu:

"Kim ganimet elde etmek niyetiyle cihâd ederse sevabının üçte ikisi gider. Ga­nimet malına el sürmezse sevabının hepsine nail olur."

Sahîh-i Müslim'de Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in ağzmdan çıkan hadisler şunlardır:

"Savaşan -cihâd eden kişi- Allah yolunda savaşır da ganimet malı alırsa, ahiret-teki mükafatın üçte ikisini burada alır. Ahiretteki payı ise mükafatın üçte biridir. Ama ganimet malı almazsa ahirette mükafatı eksiksiz verilecektir/'[390]

Bu ilkelerin sonucu olarak, ganimet malına olan düşkünlük gönüllerden silindi ve cihâddan maksat sadece, Allah yolunda savaşmak ve Allah'ın kelimesinin yük­seltilmesi olarak kaldı. Aşağıdaki olaydan böyle olduğu a kolaylıkla ulaşılabilir:

Vasile b. el-Eska' sahabî idi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem Tebük seferine çıktığı sırada bu sahabînin elinde, savaşa katılacak malzeme ve binek yok­tu. "Kim, savaşta ele geçireceği ganimet malma yan yarıya ortak olacağı bir kişiye binek hayvanı verecek?" diye ilan ettirdi. Sahabeden biri binek hayvanını ve yiye­cek malzemelerinin hepsini üzerine aldı. Bu savaşta Vasile bir kaç deve ele geçir­di. Medine'ye dönünce bütün develeri alıp o sahabîye götürdü ve: "Senin de ortak olacağını söylediğim develer, işte bunlar" dedi. Bunun üzerine o sahabî: "Bunları sen al, benim ortak olmaktan kastım, daha başka birşeydi. Yani deve değil cihâdın mükafatına ortak olmayı arzulamıştım" dedi.[391]

Eski Araplar'da, savaş sırasmda düşmanın malını yağmalamak genel bir alış­kanlıktı. Özellikle yiyecek içeceğin bulunmadığı, maddi sıkıntıların çok olduğu durumlarda bu hareket tamamen caiz görülürdü. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu şiddetle menetti ve bu yolu tamamen kapattı. Ebu Dâvûd'ta bir sa­habînin şöyle bir rivayeti vardır: "Bir keresinde bir savaşa katıldık ve son derece büyük sıkıntı ve musibetlerle karşılaştık. Tesadüfen koyun ve keçi sürüleriyle kar­şılaştık ve hepsini yağmaladık. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem bunu ha­ber alınca yanımıza geldi. Et pişiyor, kazanlar kaynıyordu. Resûlullah'ın elinde yay vardı. Kazanları devirdi ve bütün etler toprağa karıştı. Sonra: 'Soygunla elde edilen malın eti, leş etiyle aynıdır' buyurdu."[392]

Cihad ibadettir

İslâm, görünüşte zalimce bir davranış olan cihâdı o kadar temizleyip o kadar gü­zel ve kusursuz hale getirdi ki ibadetlerin en güzellerinden biri halini aldı. Cihâd, îslâm sayesinde zayıf ve güçsüz insanları zalimlerin ve gaddarların elinden kurtar­ma şeklini aldı. Şu âyet buna Örnektir:

"Kendileriyle savaşılan -mü'minlere- zulme uğramış olmaları sebebiyle, -savaş konusunda- izin verildi. Şüphesiz ki Allah onlara yardıma mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir." (Hac, 22/39-40)

Cihâd, daima fitne ve fesadın hakim olduğu, insanların huzur içinde yaşaya­madığı yıllarda fitneyi ortadan kaldırıp huzuru hakim kılmak için yapılır:

"Onlarla, fitne kalmayıncaya kadar savaşın." (Enfâl, 8/39)

Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar, ahirette mükafat ve ceza verileceğini kabul etmeyenler, inkarlarından dolayı insanlara her çeşit zulüm ve işkenceyi caiz görüyorlardı. Cihâd yoluyla bu insanların yenilmesi ve o insanların bu zulümler­den kurtarılması amaçlanmıştır. Şu âyet bunu anlatmaktadır:

"Kendilerine Kitap verilenlerden Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah ve Resûlü'nün haram kıldığını haram saymayanlarla savaşın." (Tevbe, 9/29)

Cihâdda amaç, galip gelenler, ele geçirdikleri topraklar ve servetle zevk ü sefa sürsünler diye, ülke fethedip mal, mülk ve servet elde etmek değildir. Aksine in­sanlara ibadet ve takva sahibi olmayı telkin etmeleri, fakirlerin elinden tutmayı öğ­retmeleri ve iyi şeyleri yayıp, insanları kötülüklerden menetmeleridir.

Şu âyet de bunu ispatlamaktadır:

"O mü'minler- ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı kılar, zekatı verir, iyiliği emreder ve kötülükten menederler." (Hac, 22/41)

islâm'dan önce bir ülke fethedildiğinde, orayı fetheden kişinin ganimetten özel bir payı olurdu. O bunu, kendi zevk ve sefası için harcardı. Saray görevlileri de ka­deme kademe bundan yararlanırlardı. Ama İslâm'da ele geçirilen bu malların sar-fedileceği yerler şöyle belirlenmiştir:

"Biliniz ki ganimet malı olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri[393]Allah'a, Resulü'ne, O'nun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve -parasız kalmış- yolcuya aittir." (Enfâl, 8/41)

Cihâd, sadece mahiyeti, yani asıl yapısı bakımından değil, şekil bakımından da ibadet kılınmıştır. Savaşın tam ortasmda dahi mücahidlerin, Allah'ın adım anma­ları ısrarla istenmiştir.

"Ey iman edenler! Savaşmak için herhangi bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat edin ve Allah'ı çok anın ki başarıya erişesiniz." (Enfâl, 8/45)

Namazda nasıl otururken, kalkarken tekbir getiriyor, teşbih okuyorsak yani "Al-lahu ekber" ve "Sübhânerabbiyela'lâ" diyorsak, cihâdda da aynı şeyleri söylememiz emredilmiştir. Câbir b. Abdullah der ki: "Biz yüksek bir yere çıkarken Allahu ekber, aşağıya inerken de "sübhânallah" derdik." Buhârfde şöyle bir rivayet vardır:

"Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem cihâd yaparken bir tepeye çıktığın­da üç kere Allahu ekber derdi. Bir keresinde Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem Cihâda gidiyordu. Sahabe yüksek sesle tekbir getiriyor ve lâilâhe illalâh di­yordu. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem: 'Bu kadar yüksek sesle söyleme-meli. Kendisine seslendiğiniz Allah sağır değildir' buyurdu."[394] Aynı şekilde Hz. Ömer, yüksek sesle Kur'ân okuyarak namaz kılardı. Hz. Peygamber onu böyle yüksek sesle okumaktan me'netmişti.

Şu inceliğe dikkat ediniz. Ebu Dâvûd'ta, Abdullah b. Ömer'den (ra) şöyle bir ri­vayet vardır:

"Cihâd ederken[395] önümüze bayır çıktığında tekbir getirmek, iniş geldiğinde de "sübhânerabbiyela'lâ" diyerek teşbih okumak adetimizdi. Namazda da aynı usul vardır. Yani baş yukarı kaldırılırken Allahu ekber, secdede iken "Sübhânallah" de­nir." Burada şunu belirtmekte fayda vardır. Namaz, cihâd temeli üzerine kurulma­mıştır. Aksine cihâdda, namaz düzeni gözönüne alınmıştır. Çünkü namaz islâm'ın başlangıç dönemlerinde farz kılınmıştı. Cihâd ise hicretten sonra başlamıştı.

Şurası kesin olarak ortadadır ki namaz ve cihâd arasında açık bir benzerlik vardır. Biri asıl, diğeri ise onun bir kopyası kabul edilmektedir. Bunları anlatmamızın mak­sadı; savaş, her çeşit zulüm, işkence ve vahşetin karışımı iken, islâm'ın ilâhî öğretisi sayesinde kötülük ve fitnelerden uzaklaştırma, huzuru tesis etme, Allah'ın kelimesi­ni ilan etme, mazluma yardım etme ve Allah'ı teşbih etme eylemine dönüşmüştür. [396]

 

Fatihle  Peygamber Arasındaki  Fark

 

Cihâd çarpışmalarında Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in elinde kılıç, başında miğfer olduğu sıralarda bile Peygamber olarak O'nunla, bir ordu komuta­nı arasındaki fark açıkça görünüyordu. Kızgın savaşta oklar yağmur gibi yağar­ken, savaş alanı kanla kırmızıya boyanırken, kollar ve bacaklar sonbaharda dökü­len yapraklar misali yerlere düşerken, Hz. Peygamber'in mübarek elinin dua ha­linde göklere uzandığını görürsünüz. Cengâverler birbirleriyle kıyasıya vuruşur­ken, Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek başınm Allah'a yakarış secdesi için yere kapandığını görürsünüz.

Bedir savaşında Hz. Ali, çatışmanın en dehşetli anında üç kere Hz. Peygamber sallaîlahu aleyhi vesellem'e bilgi vermek için geldiğinde, her seferinde Hz. Pey­gamber sallallahu aleyhi vesellem'in mübarek alnının secdede olduğunu görmüş­tür. Askerler durmadan ok yağdırmaktadır ve savaş kesin bir neticeye ulaşmamıştır. Böyle bir sırada silahsız komutan, kılıçsız fatih Hz. Peygamber sallallahu aley­hi vesellem yerden bir avuç toprak almakta, düşmana doğru serpmektedir. Asker bulutu dağılmakta, ufuk net olarak görünmektedir.

Huneyn savaşmda düşman ansızın öyle saldırmıştı ki 12.000 insandan, Allah Resûlü'nün yanında tek bir sahabî bile kalmamıştı.[1] 10.000 okçu, karşıdan ok yağdırarak gelmekteydi. Hakkın merkezi olan Peygamber ise yerinde dimdik dur­makta ve azametli bir sesle şöyle haykırmaktaydı:

"Ben kesinlikle Peygamberim, bunda en ufak bir yalan yoktur."

İslâm ordusunun düşmanla amansız bir savaşa tutuştuğu, her taraftan kılıç dar­belerinin yağdığı, el ve bacakların koparak yerlere düştüğü, her yerde ölümle burun buruna gelindiği bir sırada namaz vakti gelir gelmez namaz saflan dizilmekteydi.

Başkomutan namazın imamı, askerler ise cemaatin saflarını oluşturmaktaydı­lar. Savaş türküsü yerine "Allahu ekber" sadâları yükselmekte, heyecan, öfke, kin ve gazab, yerini tevazu, acz, yakarış ve Allah'ın huzurunda boyun eğişe bırakmak­taydı. Saflar ikişer rekat namaz kıldıktan sonra düşmanın üzerine yürümekte, on­ların yerini diğer savaşanlar almaktaydı. Bunlar da ikişer rekat namazlarını kıldık­tan sonra savaştaki yerlerine dönmekteydiler. Nöbetleşerek namaz kılanlar, sava­şan askerlerdi. Peygamber ise imam olarak bütün varlığıyla ibadetle meşguldü.

Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'in öğretisi, rehberliği, güzel ahlâk ve te­miz duygular aşılaması aralıksız sürmekteydi. Fetih elde edilince, mücahidler za­fer neşesiyle kendinden geçmiş, ganimet toplamaktadırlar. Herkes ele geçirdiği ga­nimetle sevinmektedir.

Sahabeden biri sevinçle Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesellem'e geldi ve: "Ey Allah Resulü! Hiç bir zaman bugün ele geçirdiğim kadar varlığım olmamıştı. Tam üçyüz okka mala sahip oldum" dedi. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi vesel­lem: "Sana bundan daha kârlısını söyleyeyim mi?" buyurdu. Sahabî büyük bir he­yecanla: 'Nedir?' diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve­sellem: 'Farz namazlardan sonra kılınan iki rekat namazdır' buyurdu."[2]

"Son Peygamber Hz. Muhammed"in ilk cildi burada tamamlanmış bulunuyor. Sîret sahibi Hz. Muhammed'e salât ve selâm olsun. [3]

 


 

[1] Birkaç özel arkadaşı dışında.

[2] EbuDâvûd,Cihâd/16,105.

[3] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 379-380.

 

 

 



[1] Buhârî, Salât/29.

[2] Sünen- Ebî Davûd, c. 2, s. 67.

[3] Sahih-Î Müslim, s. 93, c. 2. Buhârî, Edeb/115, Isti'zân/20.

[4] Buhârî, Megâzî/134.

[5] tbn Hişâm, heyet olayında buna işaret etmiştir.

[6] Abdulkays oğullarına gönderilen heyet anlatılırken Buhârî ve diğer bütün kitaplarda bu olay zikredil­miştir.

[7] Nesâ'î, Sünen, c. 1, s. 448.

[8] Ravdu'l-Unuf, c. 2, s. 58; Nesâ'î, c. 1, s. 459.

[9] Taberî, s. 1275.

[10] el-tsâbe, Alâ Hadramî tercümesi.

[11] Taberî, s. 1274.

[12] Taberî, s. 1284.

[13] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 209-222.

[14] îbn Sa'd, s. 7'de kafile başkanı olan Ebu Süfyân'ın: "Vallahi Mekke'de Kureyşli erkek ve kadınlar elle­rinde ne varsa bizimle gönderdi" dediğini yazmaktadır. Tarihçilerimiz, sebep ve sonuçlan araştırma­dıklarından, bu olayı sadece herhangi bir olay olarak kaleme almışlardır. Ama Mekkelilerin bütün ser­mayelerini çıkarıp ticaret kervanına teslim etmeye neden ihtiyaç duyduklarını düşünmemişlerdir.

[15] Ibn Sa'd, s. 7.

[16] MUntehabu Kenzt'l-Ummâl, Ibn Asâkir rivayetiyle.

[17] Ibn Hişâm, Bedir savaşı bölümü.

[18] îbn Hişâm, c. 2, s. 16.

[19] Müntehab-u Kenzu'l Ummâl, Müsned-i Ibn Hanbel ve Ibn Ebf Şeybe'nin rivayeti ile Bedir savaşı.

[20] Müslim, Cihâd/98.

[21] el-lstîâb, Abdurrahman B. Ebubekir'in zikri bolümü.

[22] Sîret-i tbn Hişâm, Mısır baskısı, Mehmet Ali matbaası, s. 388.

[23] Hadis kitaplarında geçen ifadeler farklıdır.

[24] tbn Sa'd, Bedir gazvesi bölümü; el-Bidâye ve'n-nMye, îbn Kesîr, c. 2, s. 273.

[25] Buhârî, Megâzî/26.

[26] Buharı, Megâzî/8.

[27] Bazı rivayetlerde Muaz b. Amr, Muaz b. Afra olarak geçmektedir.

[28] Buhârî, Vekâlet/2; Bu rivayet, Kitâb el- Vekâle'de yeraldığından siyerdlerin gözünden kaçmıştır

[29] îbnMâce,îkâmet/192.

[30] tbnMâce,lkâmet/192.

[31] Ravdu'I-Unuf.

[32] IbnHişâm.

[33] Taberî, s. 1338.

[34] Taberî, s. 1344

[35] Buhârî, s. 422.

[36] Ibn Hanbel, Müsned, c. 1, s. 247.

[37] Tabakât-ı tbn Sa'd s. 14.

[38] Buhârî, c. 1, s. 572.

[39] Tabeti Tarihi, s. 348.

[40] Bu olayların tamamı Urve b Zubeyr'e atıfla Tarıh-ı Taberi'de anlatılmıştır, s 1354,

[41] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 222-224.

[42] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 224-233.

[43] Müslim, Bedir savaşı bölümü.

[44] el,s. 117.

[45] Kenzu't-Ummâl Müntehabt, Bedir gazvesi bölümü.

[46] c. 3, s. 1289

[47] Buharı, Sulh/12, îmân/11; Müslim, Megâzî/9,11.

[48] Taberî, s. 1292.

[49] el-lstîâb, Sa'd B. Hayseme tezkeresi, el-îsâbe ve Tabakât'ta bu olay değişik ifadelerle anlatılmıştır.

[50] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 233-235.

[51] Bu öldürme olayı Hz. Hamza'nın yeğeni ve Hz. Peygamber'ın amcasının oğlu olan Abdullah b. Cahş başkanbğında meydana gelmişti. Öldürülen kişi yani Vâkıd B. Abdullah İse Hz. Ömer'in hanedanının yeminli dostu idi. Abdullah b. Cahş Hz. Ömer'in halifeliğinin ilk günlerine kadar yaşadı.

[52] Taberî Tarihi, s. 1284.

[53] a.g e., s. 1285.

[54] el-lsâbe, Hakîm b. Hizâm'ın anlatıldığı bölüm.

[55] Taberî, s. 1313 ve Sîreti îbn Hişâm, Bedir gazvesi.

[56] Bu bilgilerin tamamı Taberî'nin 1314 ve 1316 sayfaları arasında vardır.

[57] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 235-236.

[58] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 236-237.

[59] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 237-238.

[60] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 238.

[61] Bu bilgilerin hepsi îbn Sa'd Tabakatı'ndan ve el-lsâbe'den alınmıştır.

[62] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 238-249.

[63] Medine'nin kuzeyinde aşağı yukan uç dört km. mesafede bir dağın adıdır.

[64] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 249.

[65] Buhârî,Tefstr-isûret-i3/39.

[66] Taberî, c. 3, s. 386'da bu altı kadından başka Es'ad kızı Sellâfe ve Alkame kızı Umeyre adında iki kadın daha zikredilmektedir. Bunlardan Hannâs ve Umeyre'nin dışındakiler müslüman olmuşlardır. Ama bu ikisinin müslümanhklanna hiç bir bilgi yoktur. Bk. Zerkânî, el-Mevâhib.

[67] Taberî, c. 3, s. 1389, Avrupa baskısı.

[68] Zerkânî, c. 2, s. 25.

[69] Taberî, c. 2, s. 1391. Bu TaberTnin rivayetidir. Ama diğer rivayetlerden anlaşılıyor ki, Râfi'e izin veril­mesinin sebebi; genç olmasına rağmen ok atmayı çok iyi bilmesi ve bu konuda üstün bir maharete sa-hib olmasıdır. Resululah efendimiz onun bu özelliğini öğrenmesi üzerine savaşa katılmasına izin verdi. Ibn Hişâm, Uhud Savaşı konusu. Zerkânî, c. 2, s.29, el-Bidâye, îbn Kesir, c. 4, s. 15.

[70] Taberî, c. 2, s. 1394.

[71] Buhârî, Bâbu Katl-i Hamza, s. 583.

[72] Ibn Hişâm; Taberî, c. 3, s. 1401. 336 Buhârî, Uhud savaşı, s. 579.

[73] Buhârî, Megâzi/54; tbn-i Hanbel, 1/444.

[74] Bunlar siyercilerin rivayetleridir. Buhârî'de bu olay zikredilmiştir. Ama Hz. Ömer'in zikri geçmemek­tedir.

[75] Buhârî, s. 579; Müslim, İmaret/147

[76] Müslim'in Uhud savaşı bölümünde. "Yedi ensârî vardı, yedisi de teker teker canlarını feda ettiler" den­mektedir

[77] Buhârî Uhud savaşı, s. 579.

[78] Müslim, Uhud savaşı, c. 2, s. 9.

[79] Buhârî, Uhud savaşı, s. 580.

[80] Buhâri, Uhud savaşı, s. 581.

[81] Buhârî, s. 582, Ümmü Suleyf in zikri.

[82] îbn Hişâm, s. 89, Mehmet Ali matbaası, Mısır baskısı.

[83] Taberî, s. 421.

[84] Taberî, s. 1425.

[85] Bu olaylar teker teker Buhârî*nİn Uhud savaşı bölümüde anlatılmıştır.

[86] Buhârî, s. 584.

[87] Taberî, s. 1428-1429.

[88] Ibn Hişâm, IJhud Savaşı ve Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 2, s. 84.

[89] Buhârî, Cenâiz/33.

[90] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 249-251.

[91] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 251-253.

[92] Gazve ile seriyye arasındaki farklılıkla ilgili değişik görüşler vardır. En beğenileni; Hz. Peygamberin katıldığı seferlere gazve, bizzat katılmayıp sahabeyi gönderdiklerine de seriyye denilmesidir.

[93] .  îbn Sa'd, c. 2,1. Bölüm, s. 35.

[94] Tabakat-ı Îbn Sa'd, s. 36

[95] Ebu Berâ'nm daha sonra muslüman olup olmadığında siyer bilginleri ihtilaflıdır. Zehebi: "Doğrusu, onun muslüman olmadığıdır" el-îsâbe de ise: "Onun muslüman olduğunu bildiren hiç bir rivayet yok­tur, bazı rivayetlere göre müsluman olduğuna inanan bir grub vardır" denilmektedir.

[96] Bu sahabi topluluğu İçinde Ka'b b. Zeyd de vardı. Kâfirler onun da şehid olduğunu zannettiler; ama o ölmemişti. Daha sonra iyi oldu.

[97] Amr b. Ümeyye ile Münzİr b. Muhammed b. Ukbe gerideydiler. Olay yerine ulaşınca Münzir (ra) şehid edildi, Amr b. Ümeyye (ra) ise esir edildi, daha sonra serbest bırakıldı. Zerkânî, c. 2, s. 89.

[98] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-nihâye, c. 4, s. 73; Zerkânî, c. 2, s. 92.

[99] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 253.

[100] Hâris'in oğlu Ebu Serde'a, Hubeyb'i (ra) şehid etmişti. Daha sonra müslüman olma şerefine erdi. Zer­kini, c. Z s. 78.

[101] Sahih-f Buhâri'de 'Estera' diye geçmektedir.

[102] Bu namazın mûstehab olma sebebi; Hz. Peygamber olayı duyduğunda Hubeyb'in namaz kılışını beğe­nip övmesidir. Şerhu Siyer-i Kebir, Serahsî, c. 1, s. 15)

[103] Nistâs daha sonra müslüman oldu. Zerkânî c. 2, s. 84.

[104] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 259-258.

[105] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 258.

[106] Buhârî, Megâzî/15; Müslim, Cihâd/119.

[107] Buhârî, c. 2, s. 1016.

[108] Vâkıdî, Esbâbü'n-Nüzût, s. 145. Müslim, s. 49.

[109] Buhârî, Edeb/35,38, Cihâd/98, lsti'zln/22, Da'avât/59, 63.

[110] Buhârî, c. 2, s. 877.

[111] Buhârî, c. 1, s. 562.

[112] Buhârî, c. 1, s. 175.

[113] Buhârî, c. 1, s. 668.

[114] el-îsâbe fi ahvali's-Sahabe. Mısır baskısı, c. 1, s. 88.

[115] Ebu Dâvûd, îmâret/30.

[116] Bk. el-îsâbe'mn Talhâ b. Berâ'nm hayatı bölümü.

[117] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 259-261.

[118] Tabakât-t îbn Sa'd, c. 2,1. Bölüm, s. 19.

[119] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 261-263.

[120] Siyercilerin İfadelerinden Hz. Peygamber'in onu öldürtmeye Abdullah b. Übeyy'in ısrarından dolayı mecbur kaldığı anlaşılmaktadır. Ama Ebu Dâvûd Sünen'inde bu olayın anlatılış tarzından bu tahminin yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır.

[121] Buhâri, Megâzî/16.

[122] Hâmîs, S. 464.

[123] Zerkânî, c. 2, S. 9, îbn İshak ve diğerlerine atıfla.

[124] Ebu Dâvûd'da, Ka'b b. Eşrefin Hz. Peygamber'i hicvettiği ve Kureyş kâfirlerini ona karşı tahrik ettiği anlatılmaktadır: Ebu Dâvûd, lmâret/22.

[125] Hâmîs, s. 517. Galiba bu, tbn Hamîs'in hakkında geniş bilgi verdiği ilk olaydır.

[126] Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 259.

[127] Îbn Sa'd, Megâzî, s. 21.

[128] Zerkânî, c. 2, s. 13. Buhârî, Ka'b Eşrefin öldürülmesi bölümü.

[129] Buhârî, Megâzf/17.

[130] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 263.

[131] Bu bilgiler Ebu Dâvûd Sünen'inde vardır Ebu Dâvûd, tmâret/24. Sİyercilerin Ebu Davud'un bu rivaye­tinden haberdâr olmamaları şaşılacak şeydir.

[132] Fethu'l-Bârî, Benî Nadîr Gazvesi olayı, c. 7, s. 255. Fethu'l-Bârî müellifi bu rivayeti îbn Murdeveyh'den nakletmiş, senedinin sahih olduğunu belirtmiştir. Buhâr^den de; Benî Nadîr yahudilerinin Hz. Pey­gamber1 e bu tür bir suikast yapmak istedikleri anlaşılmaktadır.

[133] Bu bilgiler Taberfde vardır, s. 1452.

[134] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 263-265.

[135] Ibn Sa'd, Zâtu'r-Rİkâ' gazvesi, s. 43. Sahîh-i BuhârTden bu savaşın Hendek Savaşından sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Korku namazı ilk defa bu savaş sırasında kılınmıştır.

[136] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 265-266.

[137] Taberî ve Ibn Hİşâm'ın takipçisi oldukları Ibn tshâk bu savaşı Hicretin dördüncü yılının olayları arasında zikretmiştir. Musa b. Ukbe, bu savaş için 'Hicretin 5. yılında oldu' demektedir, tmam-t Buhârî, Sa­hihi'nde bu farklı görüşleri anlatmış, ama yanlışlıkla 5. yıl yerine îbn Ukbe'yi 4. yıla bağlamıştır. îbn-i Hacer Fethu'1-Bârfiân 432. sayfasında Beyhakî, Hâkim, Musa b. Ukbe ve îbn Mâce'nİn rivayetlerinden dolayı 5. yılı tercih etmiştir. îbn Sa'd da 'Hicretin 5. yılında olmuştur' diye yazmıştır. Geniş bilgi için Fet-hu'l-Bârfye bakınız.

[138] Bu olayları Îbn Hişâm genişçe anlatmıştır, c. 1, s. 62.

[139] TaMkâl-ı tbn Sa'd, Megazî, c. 1, s. 45-46.

[140] Bk. Buhârî, c. 2, s. 728.

[141] Ibn Sa'd ve Taberî bu olayları bütün genişliğiyle yazmıştır. Buhârfnin değişik bablannda da anlatılmak­tadır.

[142] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 266-267.

[143] Ebu Dâvûd, Itâk/6; Ibn-ı Hanbel, 6/277

[144] Ebu Dâvûd, Itâk/6.

[145] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 267-274.

[146] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 275-278.

[147] Buhârî, Megâzî/46.

[148] îbn Sa'd, Tabakât, o 2, s. 47. Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 301.

[149] Îbn Sa'd, Tabakât, c. 2, s. 47. Fethu'l-Bârî, c. 7, s. 301.

[150] Tabakât-t Îbn Sa'd, c. 2.

[151] Buhârî, Megâzî/29, 30.

[152] Buhârî, Megâzî/38; Müslim, Cihâd/125.

[153] Nesâ'î, Cİhâd/42. Ama Ibn Hişâm da bu konuyu Huzeyfe b. el-Yemân'a bağlamaktadır.

[154] Her ne kadar bu durumlar kitaplarda kısaca anlatılmakta İse de verdiğimiz bu geniş malûmatı, Ibn Sa'd ve Hamîs'den aldık.

[155] Zerkânf, kaç vakit namazın kazaya kaldığını etraflıca ele almıştır.

[156] Taberânfye atıfla Zerkânî, Bezzaz, Ebu Ya'lâ hasen senedle. Bk. s. 129, c 2; tbn Hişâm.

[157] îbnHişâm,TaberîveHâmis.

[158] Müslim, Cenâiz/103.

[159] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 278-279.

[160] Taberî, c. 3, s. 485'de şöyle yazmaktadır: "Kale duvarına yaklaştığında, Kureyzâ yahudilerinden Hz. Peygamber'e söylenilen çirkin sözler işitti."

[161] Sahîh-i Müslim, c. 2, s. 77 ve Buhârî, Bâb-ü Mercii'n-Nebî Mine'l Ahzâb'da bu olay genişçe anlatılmıştır.

[162] Belâzurî, Avrupa baskısı, s. 22; îbn Ebî Şeybe, Musannef, Benî Kureyzâ babı.

[163] Ebu Dâvûd, Diyfit/1; Nesâ'î, Kasâme/9.

[164] tbn Hişâm, Bent Kurayza gazvesi.

[165] Ebu Dâvûd, Diyât/1.

[166] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 279-281.

[167] Bk. el-İsâbe, Zikr-i Reyhâne bölümü, c. 4, s. 309.

[168] Reyhâne (ra) hakkında siyer kitablannda üç çeşit rivayet vardır.

[169] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 281-282.

[170] Fethu'l-Barî, Ahzâb sûresi tefsiri.

[171] Tarih-i Taberî, Hicretin 5. yılı olaylarının baş tarafı.

[172] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 282-286.

[173] Buhârî, c. 2, s. 707. Siret-i KâzirÛnî (el yazması). Ebu Dâvûd, c. 2, s. 212. Fethu'I-Bart, c. 2, s. 106. Bu hü­kümlerin hepsi, Nur sûresindedir ve hicretin 5. yılında meydana gelen ifk olayına yakın zamanda nazil olmuşlardır.

[174] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 286-292.

[175] Buhârî, Menâkıbu'l-ensâr/46,

[176] îbn-i Hanbel, 4/330,424.

[177] Bu âyetlerin iniş sebebinde şiddetli ihtilaf vardır. Ama en geçerli olanı işte bu rivayettir.

[178] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 292-298.

[179] Bu şartların hepsi, siyer kitaplarından başka Müslim'in Hudeybiye barışı bölümünde de vardır: Müs­lim, Cihâd/90,94.

[180] Buhârî, Şurût/15.

[181] Buhârî, Sulh/7.

[182] Hudeybİye barışıyla ilgili olaylar BuhârTde çok geniş biçimde anlatılmıştır. Ama asıl anlatılması gere­ken yer olan gazveler bölümünde zikredilmemiştir.

[183] Bu bilgileri, Kelâfnin e(-îkfi/Bsından Hamîs nakletmiştir

[184] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 298.

[185] Taberî, c. 3, s. 1559; Ibn Hişâm, (Babu Hurûci'n-Nebî ile'l-Mülûk).

[186] Heraklius ile ilgili bütün bilgiler için bk. Fethu'l-Bârî, c. 4, s. 31. İlave ve daha geniş bilgiler. Hafız tbn Hacer ve diğer kitaplardan derlenmiştir.

[187] Taberî, c. 3, s. 1572.

[188] Taberî. c. 3, s. 1572.

[189] Zâdu'l-Meâd.

[190] Tanh-İ Taberî, c. 3, s. 1570

[191] 'Cariye' kelimesini kız olarak tercüme ettik. Çünkü bu kelime Arapça'da hem kız, hem de cariye anla­mına gelir, siyerciler Mâriye'ye, cariye derler. Ama onlar hakkında, Mısır hükümdarı Mukavkıs'in "Mı­sırlıların kendilerine büyük değer verdiği" ifadesi, cariyeler için pek kullanılmaz.

[192] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 298-300.

[193] el-hâbe, İbn Ishak'ın rivayetiyle c. 1, s. 413.

[194] Tirmizî, Menâkıb/49.

[195] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 300-307.

[196] Margoliouth, s. 356.

[197] tbn Haldun, c. 2, kabâilü'1-Arab bölümü ve Târîh-i Hamîs, c. 2, s. 43.

[198] Zerkânî, c. 2 s. 196.

[199] Olayın tamamı îbn Sa'd Tabaka? mdan alınmıştır.

[200] Tarih-i Hamîs, c. 2, s. 43.

[201] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 307-312.

[202] Bu olay Buhârî ile Müslim'de de geçmektedir: Buhârî, Tefsîr-i sûret-3/15, Merzâ/15, Edeb/115; Müslim, Cİhâd/116. Fakat daha genişi tbn Sa'd ve îbn Ishak'tan alınmıştır.

[203] Siyerciler bu olayı ittifakla, Hayber olayından bir yıl önce olarak göstermişlerdir. Ama Taberî ve Buhârî olayın baş kahramanı olan Seleme'nin rivayetiyle, net bir şekilde Hayber savaşmdan üç gün önce meyda­na geldiğini belirtmişlerdir: Buhârî, Tefsîr-i sûret-3/15.

[204] Burada insanlardan maksat münafıklardır.

[205] Ibn Sa'd, Megazî bölümü, s. 177'de geçen (Cemazıyelevvel, Hicrî 5. yıl) tarihi yukarıdaki araştırmaya göre doğru değildir.

[206] Bu şiirlerden açıkça anlaşılıyor ki, ilk saldırı düşman tarafından yapılmıştır.

[207] Buhârî, Megâzî/38, Cihâd/131; Müslim, Zikir/44, 45.

[208] Tafsîtu Mu'cemi'l-Biildân, s. 229, Recfn zikri.

[209] Taberî, c. 3, s. 1575.

[210] Tanh-i YakÛbî, c. 2, s. 56.

[211] îbn Hişâm bu olaydan iki yerde bahsetmiştir.

[212] îbn-i Hanbel, 5/358.

[213] Buhârî, Tıbb/33.

[214] Taberî, s. 1579. Bu şiirler ve kısa olaylar Müslim'in Hayber gazvesinde de vardır.

[215] Mîzânu'l-î'tİdâl, Büreyde b. Siıfyân Tercümesi.

[216] Fütûhu't-Buldân, Bellzürî, s. 27, Hayber fethi. Taberî, s. 1589.

[217] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 312-313.

[218] Müslim, c. 4, s. 546.

[219] Ibn-i Hanbel, Müsned, c. 3, s. 138, Mısır baskısı.

[220] Fütûhu'l-Biildân, Belâzurî, s. 28. Buhârî, Mustafaî baskısı, c.-l, s. 377.

[221] Bu bilgiler Taberî tarihinde verilmiştir. Ibn Hişâm'da da hemen hemen aynı bilgiler vardır.

[222] Fütühu'l-Büldân, s. 24.

[223] Taberî, s. 1582.

[224] Ebu Dâvûd, îmâret/23.

[225] Tabakât-ı îbn Sa'd, s. 81, satır 24.

[226] Tabakât-ı îbn Sa'd, Hayber gazvesi s. 81, satır 289.

[227] TabakSt-ı îbn Sa'd, Hayber gazvesi, s. 280.

[228] Buhârî, c. 1, s. 377, Mustafaî matbaası.

[229] Zadu’l-Mead, Hayber gazvesinin zikri bölümü.

[230] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 313.

[231] Futûhu'l-Büldân, Belazürî, Hayber gazvesi. Ebu Dâvûd, Hayber arazîsi.

[232] Futûhu'l-Büldân, Belâzürî, Hayber gazvesi. Ebu Dâvûd, Hayber arazisi.

[233] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 314.

[234] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 314-315.

[235] Mu'cemu't-Büldân, Kura kelimesi, c. 7, s. 73

[236] Muvattâ üzerine Zerkânî Beyhakrye atıfla, s. 313.

[237] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 315-317.

[238] Bu olayı ve şiirleri Tirmizî, Şemâü'de nakletmiştir.

[239] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 318-322.

[240] Mu'cemu'l-Büldân, Mûte kelimesi, c. 8, s. 190

[241] Buhârî,Megâzî/89;EbuDâvÛd,Cıhâd/137

[242] Fethu'İ-Bârî, s. 393.

[243] Tabakât-ı îbn Sa'd, Meğâzi bolumu, s. 93.

[244] tbn Hişâm, Mûte gazvesi.

[245] Buhârî, Megâzî/89; Ibn-i Hanbel, 5/299, 301, 353.

[246] Buhârî, Megâzî/44.

[247] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 322-323.

[248] Taberî, c. 3, s 1620 Ibn Sa'd, s. 97 Bazı başka adlar ilave edilmiştir

[249] Zerkânî, c. 2 s. 336'da bu olayı Ibn Aiz meğâzisinden nakletmişhr. Şaşılacak şeydir ki, diğer tarihiçiler ve siyerciler bu önemli olayı gözardı etmişlerdir.

[250] Zerkânî, c. 2, s. 332.

[251] Zerkânî, c. 2, s. 339.

[252] Taberî, c. 3, s 1632.

[253] Buhârî,Cihâd/69.

[254] el-Musannef bu konuda Buhârf de bulunan ama mürsel olan Urve'nin rivayetini almıştır. Buhârf de bu­lunan sahih ve merfû rivayetlere göre ise, durum şöyle; Hâlid (ra) Mekke'nin alt tarafından, Hz. Pey­gamber de üst tarafından şehre girmişlerdir. Fethu'I-Bârî, c. 8, s. 8.

[255] Buhârî, Megâzî/17,18.

[256] îbnHanbel, 1/151.

[257] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 323-326

[258] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 326-328.

[259] Ibn Hışâm, (Attâb (ra) daha sonra Müslüman oldu.)

[260] el-lsâbe, Attâb b. Useyd Tezkeresi, c. 2, s. 251

[261] Taberî, o 3, s. 1644.

[262] Taberî, c. 3, s. 643.

[263] Bedir Savaşında Hind'in oğullan kâfirler arasındaydı ve öldürülmüşlerdi.

[264] Taberî, c. 3, s. 1645. el-îsâbe, Safvân b. Ümeyye'nin zikri, c. 2, s. 187

[265] İbn Hişâm.

[266] Taberî, c. 3, s. 1646.

[267] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 328-329.

[268] Buhârî, Megâzî/10.

[269] Ebu Dâvûd, Cihâd/117.

[270] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 329-332.

[271] Fethu'l-Bârî, Mekke'nin fethi bölümü.

[272] Fethu'l-Bârî, Mekke'nin fethi bölümü.

[273] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık:333.

[274] Mu'cemu'l-Buldân, Hîşam b. Muhammed'e Hübel'in anlatılması bölümü.

[275] Bu bilgiler için bk. Zerkânî, c. 2, s. 400.

[276] Mu'cemu'l-Butdân, Menât putunun anlatıldığı bölüm.

[277] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 333-334.

[278] Avf oğlu Mâlik, Tâif gazvesinden sonra müslüman oldu. Hz. Ömer'in halifeliği döneminde Kâdİsiyye savaşına kabldı ve Suriye valisi oldu. Zerkânî, c. 3, s. 6.

[279] Bu bilgiler Taberî'de vardır, c. 3, s. 1655-1657.

[280] Ahmed îbn Hanbel, Müsned, c. 4, s. 36. el-tsâbe'de de Buhârf den bu rivayet nakledilmiş fakat orada 10.000 dirhem olarak belirtilmiştir.

[281] Muvattâ'da şöyle bildiriliyor: Hz. Peygamber silah istediğinde, zorla mı yoksa isteyerek mi vermemi is­tiyorsun?' diye sorunca Hz. Peygamber: 'gönlünle' buyurdu." Ebu Dâvûd, Damâne bölümünde de böy­le bir rivayet nakletmiştir.

[282] Bazı rivayetlerde, bir kaç sahabînin kaçmayıp orada durduğu bildirilmiştir.

[283] Buhâri, Huneyn Savaşı, c. 1, s. 618.

[284] Buhârî, Cihâd/97.

[285] el-Musannef'in bu ifadesi müphemdir. Ancak söylemek istenen; "Her ne kadar onlar Kelime-i Şehadet getirerek müslüman olmuşlarsa da yeni müslüman oldukları için eski müslümanlar gibi sağlam değil­lerdi" olmalıdır.

[286] Buhârî, c. 2, s. 621, Tâif gazvesi bölümü.

[287] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 334-336.

[288] Tabakât-i tbn Sa'd, et-îsâbe, Taberî, c. 3, s. 1668.

[289] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 337.

[290] Taberî c. 3, s. 1669, Avrupa baskısı.

[291] Tarih-i Hamîs, c. 2, s. 122 ve Ibn Sa'd.

[292] îbn Sa'd, Meğâzi bölümü, s. 115,

[293] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 337-343.

[294] Tabakât-ı İbn Sa'd, Meğâzi bolümü, s. 110.

[295] Tabakât-ı îbn Sa'd Megâzi bölümü, s. 1010. Zerhânî, c. 3, s. 92.

[296] Buharı, Menâkıbul'l-ensâr/1, Megâzî/56; Müslim, Zekât/132.

[297] Buhârî, Tâif gazvesi, Nizamî matbaası, s. 621.

[298] Buhârî, Tâif gazvesi, s. 620.

[299] Buharı, Tâif gazvesi, s. 120. Fethu'1-Bârî, c. 8, s. 90.

[300] Buharı, Menâkıbu'l-ensâr/1; Fethu'1-Bârî.

[301] Taberi, c. 3, s. 1676.

[302] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 343-345.

[303] Buhârî, Küsûf/1, 2,4-6,9,13,15; Müslim, Küsûf/1-3, 6.

[304] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 345-347.

[305] Bazı hadis bilginleri bunun Hicretin 5. yılı olayı olduğu kanaatindedir.

[306] Buhârî, Tefsîr-i sûret-i 66/1. Buhârî bu olayı Kitab et-Talâk bölümünde genişçe yazmıştır.

[307] Ahmed b. Hanbel, Musned, c. 6, s. 249.

[308] Umdetüfl-Kâri,c.9,s.226.

[309] Bu olay Buhârî'nin değişik bölümlerinde yani, Nikah, Talâk, ve İlim bölümlerinde değişik ifadelerle nakledilmiştir: Buharı, Talâk/5; Müslim'in Nikah bölümünde de birkaç kanaldan nakledilmiştir: Müs­lim, Talâk/26-30. Bu rivayetler arasında teferruatta fark vardır. Bununla birlikte mümkün olduğu ka­dar bütün rivayetleri topladık.

[310] Gassân oğullan Arap soyundan bir koldur. Bizanslıların emrinde Suriye'de hakimiyet sürüyorlardı. Bi­zanslıların teşviki ile Medine'ye saldırma hazırlılıkları yapıyorlardı.

[311] Bazı rivayetlerde 'hasır' bazılarında ise 'divan' kelimeleri geçmektedir.

[312] Kesin ortak görüşe göre, Hz. Peygamber 29 gün üst katta kaldı. Hz. Ömer'in konuşması ilk gün cereyan etmiştir.

[313] Fethu't-Bârî, c. 9, s. 254.

[314] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 347-348.

[315] a.g.e., c. 8, s. 503.

[316] a.g.e., c. 9, s. 548.

[317] Fethu't-Bârî, Tahrîm sûresi tefsiri

[318] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 348-349.

[319] Margoliouth: "Huneyn Savaşında ensâr ganimet malından mahrum kaldıktan için, 'savaştan çıkan olanlar başkalan olduğuna göre biz neden savaşalım?* diye çarpışmaktan sogudular"diyor. Ama bu gö­rüş Margoliuth'un kasıtlı niyetinin ürünüdür. Kur'ân-ı Kerîm açıkça ve doğrudan olayı anlattığına gö­re böyle yakıştırmalara ne gerek var.

[320] ibnHişâm.

[321] îbn Sa'd, Meğâzi bölümü, s. 119.

[322] Zerkânî, c. 3, s. 72.

[323] Burası Akabe körfezi yanındadır.

[324] İbn Ebî Şeybe'ye atıfla, Zerkini, c. 3, s. 86.

[325] Zerkânî, c. 3, s. 92.

[326] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 349.

[327] İbn Cerîr'e atıfla, Zerkânî, c. 3, s. 91.

[328] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 349-350.

[329] Buhârî, Hacc/47.

[330] En büyük Hacc.

[331] Ahmed b. Hanbel, s. 299, c. 2, Zerkânî, c. 3.

[332] Taberî, c 4, s. 1721.

[333] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 350-351.

[334] Taberî, c. 4, s. 1722.

[335] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık:

[336] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 351-353.

[337] Kitab el-Emâlî, c. 1, s. 6, Mısır baskısı.

[338] Bu, el-Musannef in kendi kanâatidir, sözlüklerde bunu destekleyen bir işaret yoktur.

[339] a.g.e., c. 8, s. 244.

[340] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 353-357.

[341] el-îsâbe, Amr b. Mâlik'in anlatıldığı yer.

[342] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 357-358.

[343] Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 53. Ebu Dâvûd, Eşribe/1.

[344] Ebu Dâvûd, Cıhâd/128

[345] Ebu Dâvûd, Edeb/101.

[346] Ebu DâvÛd, Cihâd/25, 35.

[347] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 358-359.

[348] Mecmau'l-Emsâl, Kirmânî, İran baskısı, s. 342.

[349] Mecmau'l-Emsâl, s. 477.

[350] Bu olay bütün hadis kitaplarında vardır. Ama bu geniş bilgiler tbn Sa'd, c. 2, s. 67'den alınmıştır. Müs­lim'de sadece gözlerin kör edilmesi zikredilmiştir.

[351] Tabakat-ı tbn Sa'd, c. 2, s. 39.

[352] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 359-360.

[353] Konunun tamamen tarih yönünden ele alındığı gözönünde bulundurulmalıdır. Cihâdın anlam ve ma­hiyeti kitabın diğer cildinde anlatılacaktır.

[354] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 361-362.

[355] Ebu DâvÛd, Cüıâd/91.

[356] Taberî, s. 1274.

[357] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 362-364.

[358] Tabakât, s. 23.

[359] a.g.e., s. 35.

[360] a.g.e., s. 44

[361] a g.e., s. 45.

[362] Fethu'l-Bârî.

[363] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 364-366.

[364] Ebu Dâvûd, Cıhâd/97.

[365] Buhârî, Menâkib/25

[366] Tabakât tbn Sa'd, s. 65, gazveler bölümü.

[367] Tabakât tbn Sa'd, s. 65, gazveler bölümü.

[368] Tabakât tbn Sa'd, s. 64, gazveler bölümü.

[369] Tabakât Ibn Sa'd, Hapt seriyyesi, gazveler bölümü.

[370] İbn-iHanbel, 1/111.

[371] Fethu'l-Bârt, c. 8, s. 61-62.

[372] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 366-368.

[373] îbn Sa'd, s. 24.

[374] a.g.e., s. 65.

[375] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 368-373.

[376] Tarih-iTaberi, c. 3, s. 1651.

[377] İbn Sa'd, Megâzî, s.122.

[378] Buharı, Megâzî/28.

[379] Bu konudaki bütün bilgiler Ibn Sa'd'ın meğâzı bölümünden alınmıştır.

[380] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 373-375.

[381] Müslim, Cihâd/25, 26.

[382] Ebu Dâvûd, Cihâd/111. Burada ilk bolum dikkate alınmıştır.

[383] Ebu Dâvûd, c. 2, s. 10.

[384] Ebu Dâvûd, c. 2, s. 23.

[385] Rıhletu İbn-i Cübeyr, Leiden baskısı 1907, s. 307

[386] Ebu Dâvûd, c. 1, s. 354.

[387] Ebu Dâvûd, Cihâd/88.

[388] Ebu Dâvûd, c. 1, s. 342.

[389] Buhârî, İlim/45, Cihâd/15; Müslim, tmâret/150,151; Ibn-ı Mâce, Cıhâd/13

[390] Ebu Dâvûd, Cihâd/î2; Müslim, îmâret/153.

[391] Ebu Dâvûd, Cihâd/20.

[392] Ebu Dâvûd, Cihâd/128.

[393] Bu beşte bir'in dışında kalan bütün ganimet mallan mücahidlerin hakkıdır.

[394] Ebu Dâvûd, Vitr/26.

[395] Ebu Dâvûd, Kitâbu'l-cihâd, c. 1, s 357, Müctebâî baskısı.

[396] Mevlânâ Şiblî Numânî, Son Peygamber Hz. Muhammed, İz Yayıncılık: 375-376.