edir ve Bedir'in Sebepleri
Semâvî bir ihtişamla Bedir’e gelindi.. ve artık, İ’lâyı Kelimetullah yaparken, yani Allah'ın (cc) yüce adını, en masûm duygu ve düşüncelerle etrafta neşrederken, O’nu engellemeye çalışan insanlara karşı son darbesini vuracaktı ve diyecekti ki: Bundan böyle, Allah adının dört bir yanda anılmasını engelleyemeyecek ve O’na açık sineleri baskı altına alamayacaksınız. Evet O’nun Namı Celîli bir yere takılıp kalmamalı, bütün sînelere girmeli ve bütün gönülleri huzura kavuşturmalı. Bütün engelleri bertaraf etmek için, İ’lâyı kelimetullah maksadıyla, “İ’lâyı kelimetullah”ı esaret altında kalmaktan kurtarmak, onun yapılmasını bütün insanlıkça prensip olarak kabul etmek, fikir ve düşünce hürriyetine giden yolları açmak için, Hz. Muhammed Mustafa(sav), kendisine, Mekke’de insanca yaşama hakkı tanımayan o gözü dönmüş kâfirlere son darbesini indirecekti.

Ayrıca, Müslümanların, o güne kadar kazandıkları bütün mal ve menalleri ellerinden gitmişti. Zira, Allah Resûlü ve arkadaşları Mekke’den uzaklaştırılırken, beraberlerinde fazla bir şey götürememiş, mallarını mülklerini, servetlerini Mekkei Mükerreme’de bırakmış, öyle hicret etmişlerdi. Ve, Mekkeliler, Müslümanların gözlerinin önünde, bu malları develerin sırtlarına yükleyip, Şam’a, Yemen’e götürüyor ve satıyorlardı. Şimdi Medine civarından geçecek olan kervandaki mallar onlarındı ve bunu mutlaka almalıydılar.

Bir de, sağda solda Müslümanların önlerini kesen, onları tehdit eden, Müslüman olan herkese akı karayı seçtiren, kimilerinin mızraklarla göğüslerini delen ve ciğerlerini dışarı çıkaran, kimilerini yurtlarından yuvalarından eden (tam bugünkü Jivkovların yaptığı gibi) düşmanlar mutlaka sindirilmeliydi. Evet, onlara son darbeyi vurmak suretiyle diyecekti ki; kuvvet onların elinde değil, kuvvet hakkın elindedir ve kim hakka teslim oluyorsa, Allah (cc) onu kuvvetli kılacaktır. Bugün olmasa da yarın, bütün kuvvetler, güçler hakkın eline geçecektir ve bir gün gelecektir ki, sözü hak söyleyecek, gönüllere hak düşüncesi hâkim olacak; insana ve insanla gelen yüce manâya herkes temennâ duracak ve saygı gösterecektir. Ve, işte Hz. Muhammed (sav), bunun kavgasını veriyordu.

Bu arada, kavim ve kâbilelerden mütehayyir, ortada kalmış olanlar vardı. Bunlardan bazıları İslâm’a girmek istiyorlardı ama, Kureyş’in zulüm ve işkencesinden korkuyorlardı. Bu mütehayyir ve müteredditler, ayaklarını kaldırıyor, fakat adımlarını atamıyorlardı.

İşte, bunlara adım attırma sırası gelmişti. Kuvvetin Allah'ın (cc) elinde olduğunu ve kuvvet dengesinin Medine lehinde değiştiğini gösterecek ve onlara itminân verecekti. “Korkmayın, tasalanmayın, inanıyorsanız , yani mü’min iseniz, Allah (cc), er geç size fereç ve mahreç ihsan edecek; kapıları, pencereleri sonuna kadar açacak ve siz huzura, saadete, mutluluğa uyanacaksınız” diyordu. O, böyle diyordu mütereddidler de Bedri Kübrâ sonunda anlayacaklardı ki, artık kuvvetler yer değiştiriyor. Mekke’deki küfür yobazlarının bize yapacağı bir şey kalmadı diyecek ve Medine’ye, medeniyetin başkentine, medeniyet düşüncesiyle gelen O yüce insan, Hz. Muhammed Mustafa (sav)’e yönelecek ve La ilahe illallah Muhammedü’r-Resûlullah” hakikatiyle yeni bir anlayışa uyanacaklardı.

Bedir'deki Kuvvetler

Allah Resûlü, sahih mağâzi ve siyer kitaplarının nakline göre, Bedr’e 305 insanla çıktı. Bulunup bulunmadıkları ihtilaflı olanlarla bu rakam 313’e ulaşıyor162. Bazı kitaplar bu rakamı Hz. Dâvûd’un arkasında, Câlût’la savaşan askerin sayısına denk tutarlar. Evet, bu iki dönemde de insanlığın kaderini değiştirme operasyonu yapılmakta, karanlığa karşı ışık ordusuyla gidilmekte, haniflik gerçeğinde, İshak zirvesiyle İsmail zirvesi temsil edilmekte olduğundan her iki ordunun sayısı da 313 olabilir.

Muhyiddîn İbn-i Arabî’nin Fusûs’un da anlattığı gibi, birinin başında hilafeti temsil eden Hz. Dâvûd, diğerinin başında ferdiyyet ve gavsiyyeti temsil eden makam-ı ferdiyyetin sahibi, ferd-i ferîd Hz. Muhammed Mustafa (sav) vardı. Bedir ordusunun 2 adet süvarisi, 30-40 adet de devesi vardı. Müslümanların bu kadar az imkanlarına ve iki atlarına mukabil, karşı tarafın tam 200 atı bulunuyordu. Bir ata karşılık 100 at. Bir süvariye karşılık 100 süvari kavga edecektir. Müslümanların 310 askerine mukabil, karşı tarafın asker sayısı 1000’e yakındı163. Bu, her insanın, 3-4 insanla yaka paça olması demektir. Kureyş, o güne kadar, askerlik sanatı adına bilebildiği şeylerle donattığı bir orduyla.. yani o günün şartlarına göre tam tekmil ve musallah bir ordu nasıl olursa, işte o şekilde silahlandırılmış olarak gelmişti. Allah Resûlü ve ordusu ise, oraya kadar o, beş-on devenin sırtında nöbetleşe gelmişlerdi.. hem de 200 km’lik bir mesafe kat ederek... Bunları bilmekte fayda var; zira çöl, yaz, sıcak, Ramazan ayı, halk oruçlu ve 200 km’lik bir mesafenin aşılması... Çöl nedir? Bedir nerededir? Hacca gidenler bunu az çok bilirler. Bugün o yollarda benzin istasyonları var. Onları ve bazı vahamsı yerleri yok farz etseniz ki bunlar çok yeni şeyler- gözünüzün kestiği kadar kum göreceksiniz. Yer yer fırtınalar uğuldayacak, sizi tehdit edecek ve siz bu arada iki aylık yolu birkaç güne sıkıştırmaya çalışacaksınız.. Hem de yürüyerek.

İşin bir diğer yanı da, Müslümanlar, Kureyş kervanını tehdit gayesiyle yola çıkmışlardı. Ne var ki murad-ı ilâhî başkaydı ve onlar istemeyerek bu noktaya sevk olunmuşlardı. Allah (cc) Enfâl sûresinde kendi muradını şöyle anlatır:“Allah iki taifeden birini size vâ’detmişti; siz kuvvetsiz olanın size düşmesini istiyordunuz. Oysa, suçluların hoşuna gitmese de hakkı ortaya çıkarmak ve bâtılı tepelemek için, Allah sözleriyle hakkı ortaya koymak ve inkârcıların kökünü kesmek istiyordu” (Enfâl/7-8).

Buluşma Noktasına Doğru

Allah (cc), bunu murad ettiği için, Müslümanların arzusu, niyeti başka olsa bile, evirip çevirdi ve onları kervanla değil de muharip birlikle karşı karşıya getirdi. Müslümanlar, kervanı takip edip, kıstırıp mallarını geri almak niyetindeydiler; halbuki Cenâbı Hakk onlara, bir daha ebedî olarak mallarını başkalarına kaptırmama yollarını açıyordu. Evet, Müslümanlar, kâfirin başına öyle bir yumruk indireceklerdi ki, kâfir bir daha kendine gelemeyecek, sürekli sendeleyip duracaktı. Artık bundan böyle işte ehvasınca, Hakk galebe çalacak ve hiç bir şey Hakk’ın üzerine çıkamayacaktı. Allah, bunu murad ediyordu. kim ne murad ederse etsin Allah neyi murad ediyorsa o olur. Allah’ın olmasını murad etmediği de olmaz”;“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz” (İnsan 76/30, Tekvir/29) esaslarına göre.. Allah (cc), Bedir’e gidilmeyi murad buyurmuştu. O’nun Habîbi Edib’i de bunu seziyordu. Gökler bir başka türlü bakıyordu o mübarek Ramazan’da adım adım Kadir Gecesine doğru gidilirken, zemin bir başka türlü tebessüm ediyordu. Hatta Bedr’e vardıkları zaman, orada kendi sınırları dahilinde, sekîne yağmurunun yağması, başka bir manâ ifade ediyordu. Toz toprak yatışmış kuyular su ile dolmuş ve yağmur damlalarıyla beraber âdeta melekler de inmişti.. vakıa, melekler de inmiş ve mü’minlerin nişanlarını takıp, size benzemek için böyle yaptık demişlerdi. Ve o gün, mü’minlerin parolası “Ehad! Ehad!” dı Herkes “Allah bir!” deyip kükreyecekti. Urbaları bembeyaz, tıpkı kefenler gibi. Çünkü oraya gelirken; “nerede düşmanla karşılaşırız, nerede onunla yaka paça oluruz ne olur ne olmaz, bizi biraz ötede hûri ve gılmanlar karşılayacak” deyip, Arafat’ta hacıların elbiseleri gibi bembeyaz urbalar giymiş öyle geliyorlardı. Öyle bir geliyorlardı ki görmeye değerdi..

Bu mübeccel sefere iştirak edememe burukluğunu yaşayanlar da vardı. Rüyasında bile Resûli Ekrem’in yanından ayrılmayı düşünmeyen Enes bin Nadır da bunlardandı.. Bulunamamış ve bir sene bu hicranla yanıp tutuşmuştu. Hicran ki en müessir duadır. İsterseniz, ben de sizlere, ızdırap ve hicran talebinde, masiva ile alâkalı hicran talebinde bulunayım: (Allah (cc), ızdırabı, çileyi, hicranı zihinlerinize, kalplerinize saçsın ve uykularınızı kaçırsın!) Evet, perişan milletimiz ve sizin gibi düşünen perişan milletler için ızdırap içinde yatıp kalkma, ızdırapla inleyip durma, öyle müthiş bir duâdır ki, bin rekat namaz kılsanız, hatta bu namazı Kabe’de eda etseniz bin defa tavafta bulunsanız, sonra da el açıp yalvarsanız yine ızdırap duasının ve muzdaribin duasının seviyesini tutturamazsınız. Evet ızdırapda ağzınızı açıp “ya Rabbî” demediniz ama, ızdırabınız size uyumayı haram kıldı. Sabaha kadar fasılasız düşünüp durdunuz. “Ah benim Türkistan’daki kardeşlerim, ah benim Afganistan’daki kardeşlerim! kim bilir yine hangi bacımın baş örtüsüne el uzatıldı? kim bilir nerede hangi anam, kıstırıldı ve ırzına tecavüz edilmek istendi? Cumâbâlâ’daki kardeşlerim, Gümülcine’deki kardeşlerim, Sofya’daki kardeşlerim, İskeçe’deki kardeşlerim!. Ve camilerin izi bile kalmayan o koca sultanların camilerle donattığı Kavala’daki kardeşlerim! Ve daha neredekiler neredekiler...”

Evet ızdırap öyle müthiş bir duâdır ki, bu duâ Allah’a doğru teveccüh ederken, bütün gök ehli “amin” der. Izdırap, mü’minin kıymetler üstü kıymete ulaştığı bir andır. Ve o an mutlak duayla daha da verimleştirilmelidir. O ân ki, insanın şakakları zonklar, kasıklarına sancı girer ve ellerini kasıklarına koyup ızdırapla döner. Çünkü o anda din kardeşleriyle ve kendi gibi düşünenlerle beraberdir. Zaten biz de, bunu gerçekleştirmek için varız. Bunu yapamayacaksak bizim için yerin altı da birdir, üstü de birdir. Zilletle yaşamaktansa; yani, benim insanımın, benim milletimin hakkına tecavüz edilecek de benim elimden bir şey gelmeyecekse bizim için yerin altı yerin üstünden daha hayırlıdır.

Sahâbe de Bedir’e işte bu anlayışla güle oynaya gelmişlerdi. Çünkü önlerinde Cennet vardı.. ebediyet vardı ve Allah hoşnutluğu vardı. Melekler, o gün onların o tavırlarını öyle beğenmişlerdi ki, onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe âdetâ semâlar deliniyor ve aşağıya tabur tabur melek iniyordu. Sanki daha Bedir başlamadan, Bedir’in zaferini kutlamak ve o zafer adına bir şehrâyin, bir donanma gecesi tertip etmek için melekler yeryüzüne iniyorlardı. Gören görüyordu; başlarında beyaz sarıklar ve sırtlarında beyaz urbalar. Niçin beyaz urbalar? Çünkü sahâbe Bedir’e gelirken beyaz urbalarla gelmişti. Dillerinde parola, “Ehad! Ehad!” Evet, böyle karşılıyorlardı oraya gelirken, ruhları gibi simsiyah elbiseler içinde gelen Mekke müşriklerini ve kocamış küfür babalarını.

Bedir’e güle oynaya gelen Sahâbenin biri, güle oynaya bir ağacın başına çıkmış hurma yiyordu. Allah Resûlü’nün: “Bugün kim Allah’a îman ederek ve sevabını Allah’tan (cc) bekleyerek burada savaşıp ölürse cennete girer” beşaretini duyunca dakika fevt etmeden elindeki hurmaları savurdu ve: “Bunların eliyle ölmekle cennete gireceksem, bu cana minnet” dedi, sonra da düşman saflarına dalıverdi. O gün bu sahâbi Bedir’de muradına ermişti.” Esasen bu arzu, onların müşterek duygu ve düşünceleriydi. Onun için oraya şevk u tarab içinde gelmişlerdi.. Bu, öyle önemli bir dinamiktir ki hiçbir gücün bunu aşması mümkün değildir.. ve işte bu asker, bu ruh, bu şuur içinde hazırlanmıştır. Böyle güle güle ölüme giden askerle savaş edilmez! Çünkü o âdetâ elinde iki can taşıyor, yani dünyayı da ukbâyı da hakir görüyor ve sadece “Allah” diyor, yollara düşüyor. Başa çıkılmaz bu ihlas ve rıza topluluğuyla..

Sistemli Ordu

Allah (cc), bunu murad ettiği için, Müslümanların arzusu, niyeti başka olsa bile, evirip çevirdi ve onları kervanla değil de muharip birlikle karşı karşıya getirdi. Müslümanlar, kervanı takip edip, kıstırıp mallarını geri almak niyetindeydiler; halbuki Cenâbı Hakk onlara, bir daha ebedî olarak mallarını başkalarına kaptırmama yollarını açıyordu. Evet, Müslümanlar, kâfirin başına öyle bir yumruk indireceklerdi ki, kâfir bir daha kendine gelemeyecek, sürekli sendeleyip duracaktı. Artık bundan böyle işte ehvasınca, Hakk galebe çalacak ve hiç bir şey Hakk’ın üzerine çıkamayacaktı. Allah, bunu murad ediyordu. kim ne murad ederse etsin Allah neyi murad ediyorsa o olur. Allah’ın olmasını murad etmediği de olmaz”;“Allah dilemedikçe siz hiçbir şeyi isteyemezsiniz” (İnsan/30, Tekvir/29) esaslarına göre.. Allah (cc), Bedir’e gidilmeyi murad buyurmuştu. O’nun Habîbi Edib’i de bunu seziyordu. Gökler bir başka türlü bakıyordu o mübarek Ramazan’da adım adım Kadir Gecesine doğru gidilirken, zemin bir başka türlü tebessüm ediyordu. Hatta Bedr’e vardıkları zaman, orada kendi sınırları dahilinde, sekîne yağmurunun yağması, başka bir manâ ifade ediyordu. Toz toprak yatışmış kuyular su ile dolmuş ve yağmur damlalarıyla beraber âdeta melekler de inmişti.. vakıa, melekler de inmiş ve mü’minlerin nişanlarını takıp, size benzemek için böyle yaptık demişlerdi. Ve o gün, mü’minlerin parolası “Ehad! Ehad!” dı Herkes “Allah bir!” deyip kükreyecekti. Urbaları bembeyaz, tıpkı kefenler gibi. Çünkü oraya gelirken; “nerede düşmanla karşılaşırız, nerede onunla yaka paça oluruz ne olur ne olmaz, bizi biraz ötede hûri ve gılmanlar karşılayacak” deyip, Arafat’ta hacıların elbiseleri gibi bembeyaz urbalar giymiş öyle geliyorlardı. Öyle bir geliyorlardı ki görmeye değerdi..

Bu mübeccel sefere iştirak edememe burukluğunu yaşayanlar da vardı. Rüyasında bile Resûli Ekrem’in yanından ayrılmayı düşünmeyen Enes bin Nadır da bunlardandı.. Bulunamamış ve bir sene bu hicranla yanıp tutuşmuştu. Hicran ki en müessir duadır. İsterseniz, ben de sizlere, ızdırap ve hicran talebinde, masiva ile alâkalı hicran talebinde bulunayım: (Allah (cc), ızdırabı, çileyi, hicranı zihinlerinize, kalplerinize saçsın ve uykularınızı kaçırsın!) Evet, perişan milletimiz ve sizin gibi düşünen perişan milletler için ızdırap içinde yatıp kalkma, ızdırapla inleyip durma, öyle müthiş bir duâdır ki, bin rekat namaz kılsanız, hatta bu namazı Kabe’de eda etseniz bin defa tavafta bulunsanız, sonra da el açıp yalvarsanız yine ızdırap duasının ve muzdaribin duasının seviyesini tutturamazsınız. Evet ızdırapda ağzınızı açıp “ya Rabbî” demediniz ama, ızdırabınız size uyumayı haram kıldı. Sabaha kadar fasılasız düşünüp durdunuz. “Ah benim Türkistan’daki kardeşlerim, ah benim Afganistan’daki kardeşlerim! kim bilir yine hangi bacımın baş örtüsüne el uzatıldı? kim bilir nerede hangi anam, kıstırıldı ve ırzına tecavüz edilmek istendi? Cumâbâlâ’daki kardeşlerim, Gümülcine’deki kardeşlerim, Sofya’daki kardeşlerim, İskeçe’deki kardeşlerim!. Ve camilerin izi bile kalmayan o koca sultanların camilerle donattığı Kavala’daki kardeşlerim! Ve daha neredekiler neredekiler...”

Evet ızdırap öyle müthiş bir duâdır ki, bu duâ Allah’a doğru teveccüh ederken, bütün gök ehli “amin” der. Izdırap, mü’minin kıymetler üstü kıymete ulaştığı bir andır. Ve o an mutlak duayla daha da verimleştirilmelidir. O ân ki, insanın şakakları zonklar, kasıklarına sancı girer ve ellerini kasıklarına koyup ızdırapla döner. Çünkü o anda din kardeşleriyle ve kendi gibi düşünenlerle beraberdir. Zaten biz de, bunu gerçekleştirmek için varız. Bunu yapamayacaksak bizim için yerin altı da birdir, üstü de birdir. Zilletle yaşamaktansa; yani, benim insanımın, benim milletimin hakkına tecavüz edilecek de benim elimden bir şey gelmeyecekse bizim için yerin altı yerin üstünden daha hayırlıdır.

Sahâbe de Bedir’e işte bu anlayışla güle oynaya gelmişlerdi. Çünkü önlerinde Cennet vardı.. ebediyet vardı ve Allah hoşnutluğu vardı. Melekler, o gün onların o tavırlarını öyle beğenmişlerdi ki, onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe âdetâ semâlar deliniyor ve aşağıya tabur tabur melek iniyordu. Sanki daha Bedir başlamadan, Bedir’in zaferini kutlamak ve o zafer adına bir şehrâyin, bir donanma gecesi tertip etmek için melekler yeryüzüne iniyorlardı. Gören görüyordu; başlarında beyaz sarıklar ve sırtlarında beyaz urbalar. Niçin beyaz urbalar? Çünkü sahâbe Bedir’e gelirken beyaz urbalarla gelmişti. Dillerinde parola, “Ehad! Ehad!” Evet, böyle karşılıyorlardı oraya gelirken, ruhları gibi simsiyah elbiseler içinde gelen Mekke müşriklerini ve kocamış küfür babalarını.

Bedir’e güle oynaya gelen Sahâbenin biri, güle oynaya bir ağacın başına çıkmış hurma yiyordu. Allah Resûlü’nün: “Bugün kim Allah’a îman ederek ve sevabını Allah’tan (cc) bekleyerek burada savaşıp ölürse cennete girer” beşaretini duyunca dakika fevt etmeden elindeki hurmaları savurdu ve: “Bunların eliyle ölmekle cennete gireceksem, bu cana minnet” dedi, sonra da düşman saflarına dalıverdi. O gün bu sahâbi Bedir’de muradına ermişti.” Esasen bu arzu, onların müşterek duygu ve düşünceleriydi. Onun için oraya şevk u tarab içinde gelmişlerdi.. Bu, öyle önemli bir dinamiktir ki hiçbir gücün bunu aşması mümkün değildir.. ve işte bu asker, bu ruh, bu şuur içinde hazırlanmıştır. Böyle güle güle ölüme giden askerle savaş edilmez! Çünkü o âdetâ elinde iki can taşıyor, yani dünyayı da ukbâyı da hakir görüyor ve sadece “Allah” diyor, yollara düşüyor. Başa çıkılmaz bu ihlas ve rıza topluluğuyla..

Kuyuların Bulunduğu Noktaya Doğru

Ordunun ârâm edeceği yer, Bedir kuyularının başıdır. Düşman da orayı yakalamak isteyecektir. Düşman, iki yüz atlısı ile, hızla oraya doğru gelmektedir. Ama, ferâset ve akıl almaz hız, mü’minleri onların önüne geçirmiştir. O havalide Bedir, suyun bulunduğu tek yerdir. Ve bu suyun başı Müslümanlar tarafından tutulmuştur. Böylece Kureyş, bir kere daha felç edilmiş oluyordu. Bu esnada keşif kolları, kervan nerede, onu da iyi takip ediyorlar. Burada işi hallederlerse, onun hakkından da gelmeyi düşünecekler; zira o kervanda, Mekke’de bıraktıkları mallar var. Onu mutlaka istirdat etmelidirler. İşin hukûkî gereği olarak mallarını, gasbedenlerin ellerinden geriye almalıdırlar. Mü’minler, bu mülâhaza ile plânlar yapıyorlardı ama, Allah (cc), başka bir şey murad etmişti. Küfür, bütünüyle sindirilecek ve bir daha başkaldıramayacaktı.

Allah Resûlü, ordusunu, sağsolmerkez birliklerine ayırmıştı.. ve bu, o güne kadar bilinen şeyler de değildi. Bunlardan, merkez Muhâcirin ve Ensar'ın ileri gelenlerinden teşkil edilmişti ki bunlar, Allah Resûlü’ne ölümüne biat etmiş kimselerdi. Tek başlarına da kalsalar, verdikleri sözden dönmeleri mümkün değildi. İşte, merkez kuvvetine böyle insanlar yerleştirilmişti.

Bu insanların başına da yine birçok defa rüştünü ispat etmiş Hz. Ali ve Sa’d b. Muaz (ra) getiriliyordu. Bunlardan biri Muhacirinin, diğeri de Ensar’ın başına getirilmişti.

Hz. Ali ki, husûsî faziletle sahâbenin en büyüğü idi. Umûmî fazilette ilk üç halifenin, ondan üstün olduğuna dair umûmî kanaat ve ittifak vardır. Fakat husûsî durumu, Allah Resûlü’ne cibillî yakınlığı, o haneye ait bazı esrara vukûfiyeti, Allah Resûlü’nün neslinin ondan devam etmesi ve bütün evliyanın sertâcı, ibtihâcı olması evet bütün bu durumlarda, onun bir eşi daha yoktu. Yedi yaşında Müslüman olmuştu. Küfrün tozu toprağı onun eteklerine asla bulaşmamıştı. 9 yaşlarındaydı ki, Allah Resûlü, Kureyş’in ileri gelenlerine: “Bana içinizde yardımcı olacak kim var?” dediğinde elindeki su testisini bırakıp, eliyle göğsüne vuran ve:“Ben varım ya Resûlallah” sözleriyle kükreyen bir yiğitti. Yaşı 17’ye ulaştığında ve Allah Resûlü hicret edeceği zaman ona, kendi yerine yatmayı, yani ölmeyi teklif etmişti.. etmişti de bu çiçeği burnunda delikanlı, bu teklifi cennete dâvet gibi, sevinerek kabul etmişti. Evet, Hz. Ali, hayatında hiç tereddüt soluklamamış bir insandı ve bu Koçyiğit, Bedir’de Muhacirîn’in başında bulunuyordu. İsabetine kurban olayım. Allah Resûlü nasıl da adam seçmesini biliyordu!

Sad b. Muâz’a (ra) gelince, o da ayrı bir fazilet âbidesiydi. Sadâkatı herkesçe müsellemdi. Ve daha sonra aldığı yara sebebiyle ölüm yatağına düşünce, söylediği sözler, bunun en güzel şahidiydi. O gün şöyle demişti: “Allah'ım, eğer Senin uğrunda bir savaşa daha iştirak edeceksem beni yaşat. Yoksa beni hemen huzuruna al.” Ve o hastalığında vefat etmişti. Cenazesi teşyi’ edilirken, Allah Resûlü, parmaklarının ucuna basa basa yürüyordu. “Niye ya Resûlallah?” diye soranlara da: “Bütün gök ehli, bu cenazeyi teşyi’ için indi, yere basmaya utanıyorum” cevabını veriyordu. Bu ne seçme, bu ne yerinde intihapdır!

Ve, işte bunlar, merkezi tutuyorlardı. Kumandan, zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü tercih edecek insan olursa, asker kaçar mı? Onun, kellesini verdiği yerde asker vermez mi? Zaten, asker de şehitlik arayarak gelmişti oraya kadar! Allah Resûlü de bu merkezin içinde yani bu etten kemikten kalede muhât bulunuyordu. O’nun kılına bile dokundurmazlardı vallahi! Çevresindeki bu ölüm idealli insanlar, bütünüyle bertaraf edilmeden O’na ulaşmak mümkün değildi.

İşte O, böyle bir merkezin başında bulunuyordu. Merkezin umûmî bayrağını Mus’ab bin Umeyr taşıyor. Bu ne müthiş manzara, bu nasıl seçmedir! (Uhud’da inen bir kılıç, sağ kolunu götürüyor, sancağı sol eliyle tutuyor. Bir kılıç da o kolunu götürünce, “Allah Resûlü’ne karşı, tek kalkanım kaldı, vur bir de boynuma vur” diyen ukbaya göre programlanmış bir ruh, Mus’ab (ra), elinde bembeyaz bayrakla merkezde duruyor. Sağ cenah, sol cenah güzelce tabiyelenmiş ve az ilerde öncü kuvvetler yerlerini almış emir bekliyorlar. Arkadan da redif takımlar geliyor. Başlarında Kays İbni Ebî Sa’d (ra).. teker teker tırnaklarını sökseniz “of” demeyecek kadar mukavim ve kararlı bir insan...

Öyle bir sistemle geliniyor ki o güne kadar, o günün erkanı harpleri, böylesini ne görmüşler, ne de biliyorlar! Zaten Kureyş’in belini kıran hususlar da işte bunlardı.. Allah Resûlü’nün, oraya değişik bir sistemle gelmesi, daha baştan onların köhne sistemlerinin hiçbir işe yaramadığını ilan ediyordu. Allah Resûlü, farklı bir sistemle; onlar ise, darmadağınıklık ve eski usullere mukayyet idiler. Ayrıca Allah Resûlü, ordusunun içinde bulunuyordu ki, bu da Müslümanlar için ayrı bir güç, ayrı bir dinamizm kaynağıydı. Zaten: “Ölürsek beraber ölürüz. Kanım kanınızın; canım da canınızın önündedir” demişlerdi. İmamın, raiyetine emniyet ve güven telkin etmesi çok önemlidir. Ve Allah Resûlü bunu en iyi şekilde yapmıştı: “Canım canınızın önünde; kanım kanınızın önünde, size ilişirlerse Bana ilişmiş sayılırlar!” demişti diyordu ve bu sözler onların kulaklarında çınlarken, O da, onların aralarında dolaşıyor ve aralarında yürüyordu. Zaten oraya kadar develere nöbetleşe binerek gelmişlerdi. (Canım çıksın, keşke ayağını başımıza bassaydı) iki kişi de, O’nun bindiği deveye binerek oraya ulaşmıştı. Bu zatlar fevkalâde üzülüyor ve: “Senin namına biz yürüyebiliriz, Sen bin” diyorlardı; ama, Allah Resûlü, onlara şöyle cevap veriyordu:“Siz kuvvet bakımından Benden daha kavî değilsiniz. Ecr ü sevaba ihtiyaç bakımından da ben, sizden daha müstağni değilim.” Evet bunu zaman ve mekanın Efendisi söylüyordu: “Siz benden daha kavî değilsiniz. Ecr ü sevaba ve cennet ihtiyacına karşı Ben de sizden daha müstağni değilim.” Bu Emirler Emiri, öyle insanlar içinde, insanlardan bir insan olmuştu ki, onlarla oturup kalkıyor ve yanlarından hiç ayrılmıyordu. Onlarla aynı sofraya oturuyor, aynı yemeğe kaşık çalıyor ve aynı yeri paylaşıyordu.

Eşitlik ve müsâvât, Fransız ihtilalinden beri insanların dillerine pelesenk ettikleri bir kelime. Acaba o günden beri eşitlik denen, müsâvât denen şeyi hiç gören var mı?!. Onu sadece Saâdet Asrı’nın insanı tanıdı hem de Hz. Muhammed Mustafa (sav) vasıtası ile. Hayatının en sıkıntılı döneminde, gökler bütün kapılarını O’na açtı ve O’nu bağrına bastı. Evet O, Mirâca çıktı, cennet hûrileri teşrifatçı gibi yollara döküldü, melekler başlarını kaldırım taşları gibi ayaklarının altına koydular ve Nizamî’nin dediği gibi: “Yarım hilal, atının ayakları altında nal haline geldi.” Cennet: “Kal, gitme!” dedi; fakat O, yine de dönüp insanların arasına geldi. Büyük velî Abdu’l Kuddüs bu hadiseyi zikreder ve yeminle şöyle der: “Hz. Muhammed (sav), kimsenin, ulaşamadığı yerlere ulaştı, Allah’a yemin ediyorum ki, ben oralara çıksa idim bir daha geriye dönmezdim.” Ve bunu bir başka velî değerlendiriyor: “İşte nebî ile velî arasındaki aşılmaz, büyük mesafe.” Nasıl aşacaksın ki O, Hz. Muhammed Mustafa’dır (sav). Evet O, Allah katında bu durumda, görüldüğü gibi, kendisini insanlardan bir insan saymakta ve her halinde insanlarla beraber olmaktadır. İnsanlık, müsâvâtı O’nunla gördü. Ve bir gün bulacaksa yine O’nunla bulacaktır. Bu beklenti, hukukun kendi özünden kaynaklanıp gelişen kaçınılmaz bir realitedir. Ve işte çöl, bu orduyu, çok önemli bu yanıyla da görüyor. Çöl için bu büyük şeref.. o gün çölün etekleri mücevherlerle doluyor ve bu çöl o gün cennet bahçeleri kadar izzet ve şerefe ulaşıyordu.

Allah Resûlü, orduyu bizzat kendisi tanzim edip mevzilerine yerleştirdi. Ardından merkezde büyükçe bir kuyu kazdırdı. Bu kuyuya, harp müddetince yetecek kadar su dolduruldu. Daha sonra da diğer kuyuların hepsi körletildi. Düşman kuyulara güvenip, hazırlıksız gelecek ve kuyuların durumunu görünce de tamamen kolu kanadı kırılacaktı ve öyle de oldu..

Ordunun tanzim şekli mükemmel olduğu gibi, hareket tarzı da fevkaladeydi. Askerler, nerede ok, nerede mızrak ve nerede kılıç kullanacaklarını çok iyi biliyorlardı. Sağ cenah ne zaman, sol cenah ne zaman harekete geçecek, arka kuvvetler ne zaman müdahalede bulunacaklar, hepsi zamanlama açısından çok güzel ayarlanmıştı.

Hele Efendimiz’in kendi otağını kurduğu yer, o kadar üstün bir ferâsetle seçilmişti ki, en büyük erkanı harp ki bu O’ydu ancak bu kadar isabetli bir yer seçebilirdi. Bütünüyle harp sahasına hakim bir yere otağını kurdurdu. Sağ cenah, sol cenah, arka kuvvet, olduğu gibi görünüyordu. Ayrıca göndereceği haberler ve askerlere ulaşması gereken taktikler anında duyurulabilecekti. Artık, her şey tamam, az sonra harp başlayacak ve müşriklerin o musallah kuvveti karşısında, 510 şehitle, kendilerinden 34 kat daha fazla düşmanı hâk ile yeksân edip geçecek. Daha öncede işaret edildiği gibi, Efendimiz o gün askerlerine parola da vermişti. Herkes “Allah bir” manâsına “Ehad! Ehad!” diyecekti. Ehad, Allah'ın (cc) ismidir. Allah’tan (cc) başkasına “Ehad” denmez. Ehad zatında birdir.ki, tevhidi ulûhiyet ve tevhidi rubûbiyeti ifade eden bu mübarek sûrede: “De ki Allah birdir” (İhlâs/1) denilmektedir. O, öyle birdir ki, ikincisi yoktur. “Vahid” in ikincisi, “İsneyn” dir. Ama “Ehad” in ikincisi yoktur. Ehad, rakamlar içinde tektir. İkincisi, üçüncüsü olmaz. Yani Allah isneyniyeti muhal birdir. O gün parola “Ehad! Ehad!”dır. Ve onlar “Ehad! Ehad!” dedikçe, sanki verâların verâsından bir ses onlara; “Lebbeyk kullarım!” demektedir. “Ehad” isminin parola olarak seçilişinde bir hikmeti bu ise;

İkincisi de parola, Mekkeli tarafından o güne kadar bilinmeyen bir husustu. Mü’minler bu sayede hem birbirleriyle irtibat sağlıyor, hem de hep bir ağızdan ve tek ses halinde, öyle gür bir sedâ çıkarıyorlardı ki müşriklerin kalbi korkuyla çarpıyordu. Zaten hepsinin üzerinde kefen bezleri gibi beyaz elbiseler, onlara ayrı bir dehşet salıyordu. Hak cephesi ise “Ölümü hangi köşede yakalayabiliriz”, düşüncesi içinde idiler. Evet, mü’minler sadece bunun hesabını yapıyorlardı.

İlk Mübareze

Genel tanzim mahfuz, teker teker her strateji için anında kararlar veriliyor ve Allah Resûlü tarafından tatbike sunuluyor ve bunlarda hiçbir falso olmuyordu. Önce üç mübâriz çıkardı Allah Resûlü. Ensardan olan bu üç mübâriz, çok önemli kimselerdi. Ölüme susamış ve durmadan şehâdet arayan bu insanlar, değil o anda karşılarına çıkacak müşriklerle, Herküllerle, Gılgamışlarla bile savaşabilirlerdi. Fakat Kureyşliler gururla: “Biz Medine’nin rençberleriyle, çobanlarıyla savaşmayız” deyip kendilerini helâk edecek kibre sığındılar. Allah Resûlü’nün beklediği de buydu. Bilemeyiz, belki taktiği de oydu. Bunu siyer yazmıyor ama, zihninde hazırlamış olduğunda şüphe yok.“Kalk yâ Ubeyde!” “Kalk yâ Ali!” diyecektir. Bu ordular kadar büyük üç insanın, ikisi amca çocuğu birisi de amcası. Ölüme ilk gönderdiği insanlar kendisine neseben en yakın olanlar!.. Karşı taraftan da üç mübariz çıkmıştır: Utbe, Şeybe ve Utbe’nin oğlu Velid. Ve düşman son şokla karşı karşıyadır. Bu en güçlü kabile reisi, iki kardeş ve oğulları Bedr’in ortasında kılıçtan geçirilince, düşmanda moral kalmayacak ve bozguna sürükleneceklerdi ve mübâreze esnasında öyle de oldu. Karşı tarafın üç mübârizi de, birer bozgun imzası gibi Bedr’in ortasında cansız yatıyorlardı. Müslümanlar şehit namzedi Ubeyde’yi, moral bozma mevkiinden alıp, amcazadesi Cennet Rehberinin huzuruna getirmişlerdi. Düşmanın morali bozulmuş; dövüşmeden daha çok dövünüyor harp edeceğine çapulculuk yapıyordu. Bir kere, aralarında Utbe’nin, Şeybe’nin ve Velid’in gayretiyle harekete geçen insanlar vardı bunların ölmesi, diğerlerini paniğe ve öfkeye sevk etmişti.

Hedefler farklıydı

Her ağızdan bir ses çıkmaya başlamış ve orduda ahenk tamamen bozulmuştu bu ise onları, Müslümanların ok ve mızraklarına, sonra da kılıçlarına hedef olmaya doğru sürüklüyordu. Allah Resûlü, onlara, şuûrlarını alt üst edecek şekilde öyle bir darbe vurdu ki, şaşkın şaşkın sağa sola koşuyor ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı.. zaten, oraya gelirken de bir mefkûreleri yoktu. Kitle ruh haleti değerlendirilmiş ve kinin, nefretin, öfkenin önünde sürüklene sürüklene oraya gelmişlerdi. Allah Resûlü ise Bedr’e, yüksek bir mefkûre, yüksek bir gâyeyi takiben gelmişti: İ’lâyı Kelimetullah. Evet, mefkûre çok önemlidir. Ebu Cehil’in, Şeybe’nin, Utbe’nin, İbni Ebi Muayt’ın, Umeyye İbni Halef’in, niçin savaştıkları belli değildi. Onlar bir hınçla orada insan öldürmeye gelmişlerdi. Yapacakları bu şeyle Kâbe’nin izzeti yükselmeyecek, çevrelerindeki insanlar arasında itibarları artmayacaktı. Eskiye göre hiçbir kazançları yoktu.. olamazdı da, zira oraya bir kinle, bir nefretle, bir gayzla gelmişlerdi.

Müminler ise, yüksek bir gâyeyi tahakkuk ettirmek için oradaydılar: Evet, Allah'ın (cc) yüce adını, cihanın dört bir yanında bayraklaştırma düşüncesi, onların varlık gayesiydi. Herkesin kalbi bu duygu ile atıyordu ve böyle bir da’va için ölünse idi değerdi. Çünkü Allah (cc) için ölüyorlardı. Allah (cc) için ölünce de gidip Allah (cc)’a ulaşacaklardı. Allah (cc)’ı bulan, hiçbir şey kaybetmemiş, aksine pek çok şey kazanmıştır. İşte her mü’min, böyle bir düşünce ve böyle bir mefkûre ile savaşıyor ve bu mefkûre ile hayatı istihkâr edip hafife alabiliyordu. Karşı taraf ise, hayatı en önemli şey sayıyor ve âdetâ yaşamak için yaşıyordu. Şayet Bedir, onlar için zafer olsaydı, Ebu Cehil yemin etmişti: İçki içecek, kadın oynatacak ve eğlenecekti. Oysa Müslümanlar orada namaz kıldı, duâ etti, Allah (cc)’a kurbiyyet yollarını araştırdılar. İşte iki topluluk arasındaki fark, biri âdeta semalarda ve huzur içinde, diğeri ise çukurların en derininde ve ızdırapla kıvrım kıvrım.

Ümmetin Fir'avunu Yıkılıyor

Abdurrahman bin Avf (ra) anlatıyor: “Bedr’in tam kızıştığı andı. Allah Resûlü’nün bir avuç kum alıp düşmanın yüzüne saçtığı ve “Yüzleri kararsın” buyurduğu anda âdeta kelle alınıyor, kelle veriliyor ve her şey kelleler üzerinde dönüyordu. Tam o sırada yanıma sülün gibi iki delikanlı süzülüverdi. Belki de, boyları tutsun diye, Bedr’e gelirken parmaklarının uçlarına dikilenlerdi. 15-16 yaşında iki delikanlı.. biri, sağımdan sokuldu ve bana şöyle dedi; ‘Bana Ebu Cehl’i gösterir misin amcacığım.’ Sordum: ‘Ne yapacaksın?’ Cevap verdi: ‘Allah’a (cc) söz verdim. Allah Resûlü’nün bu düşmanını görürsem öldüreceğim.’ (Şimdiye kadar îmanın, îman nurunun önünü engelleyen, Kur’ân nurunun neşredilmesine mânî olan bu karanlık ruhu, yemin ettim, vallahi görürsem öldüreceğim.) Öbürü ondan saklıyordu durumunu, sol kulağıma eğildi, O da ‘Amca! Bana Ebu Cehl’i gösterir misin?’ diye soruyordu. Ona da aynı soruyu sordum, ondan da aynı cevabı aldım. Derken, bir aralık Ebu Cehl’i gördüm.. Parmağımla işaret ettim.. Elimi daha indirmemiştim ki, bir küheylân gibi Ebu Cehl’in yanında bitivermişlerdi az sonra da, birkaç kılıç darbesi ile onu yere indirmişlerdi.” İçlerinden biri ciddi yaralanmıştı. Koca yiğit yaralanmıştı ama, insanlık tarihinde küfrü temsil edenlerden biri ve Allah Resûlü’nün “Bu ümmetin Fir’avunudur” dediği en büyük kâfir de yıkılmıştı. Bu yiğitler, Avf İbni Haris, Muavviz İbni Haris ki, iki kardeşti. Daha net tanımak isterseniz, bunlar, Uhud vak’asında, oğullarını, kocasını, kardeşini şehit verdikten sonra, Allah Resûlü’nün cübbesine dudaklarını koyup da “Senden sonra bütün musibetler çok hafiftir.” diyen Sümeyra’nın (ra) oğullarıydı. Ana oydu, oğullar da bunlar.. Bir cehalet tepesini aşmış, öbür tarafa geçmişlerdi. Uhud’da umduklarını bulmuş ve Allah’a (cc) gidip ulaşmışlardı. Aslında onlar, Bedr’e gelirken de işte bu yüksek ideâlle gelmişlerdi. Sözün özü: Allah Resûlü kendisine bütün bir hayat boyu kötülük yapan, insanlığa, hakikata, ilme ve irfana, bunlardan öte îman ve İslâm’a karşı tavır alan işte bu küfür yobazlarına karşı ilânı harp ediyor ve onlarla hesaplaşıyordu. Ama, hesaplaşmada, son sözü söyleyeceği âna kadar, adımlarını öyle isabetli, öyle dengeli atıyordu ki, ne bir arıza, ne bir kusur, ne bir falso ne de fiyasko. Sanki Bedr’e 50 defa gidilmiş; düşmanla 50 defa karşılaşılmış ve sanki o tatbikat, o stratejiler 50 defa tatbik edilmiş gibiydi. Evet hiçbir yanlışlık yapılmamıştı. Gül bahçesinde yürüyor gibi oraya kadar gelinmiş.. Allah'ın (cc) inayet ve keremiyle de zaferyâb olunmuştu.

Zafer, ayrı bir zaferi doğurur. Zira; salih daire içine girilmiştir. (Bu tabir, bazıları tarafından yadırganabilir. Herkesçe bilinen “fasit daire” tabiridir. Şimdi de ona, kısır döngü diyorlar. İsterseniz, biz de bunun zıddına olarak, “salih daire”ye “velûd döngü” diyelim..) Salih daire, iyiliğin iyilik doğurması, fâsit daire ise, kötülüğün kötülük doğurmasıdır. Yaptığımız bir yanlışlık, karşımıza değişik komplikasyonlar ve yeni yanlışlıklar, çıkaracak, o da bir başka komplikasyon, bir başka yanlışlık, o da daha bir başka komplikasyon, başka yanlışlık derken sürüp gidecek. Evet, silâhlar çok iyi hazırlanmış, iyi tabyelenmiş ise, karşınıza hep iyi şeyler çıkaracaktır. “İyilikler, yine iyi şeyler doğurur” hikmeti, Allah Resûlü’nün ifadesidir. Bedir zaferi, bir iyiliktir. Ruhta, gönülde, düşüncede iz bırakacak müthiş bir iyilik ve bir hayırdır. Bu yolda, can pazarında canını pazara çıkarıp mücadele edenlerin, Allah (cc), önlerine bin hayır yolunu birden açtı. Sanki onlara: “İstediğinizden yürüyün. Yürüdüğünüz her yoldan zafere gideceksiniz” diyordu ve öyle de oldu.

Hezimet

Müşrikler, yedikleri bu darbeyle, artık belleri kırılmış ve Allah Resûlü, her an âdeta bir balyoz gibi tepelerinde idi. Uzun zaman bu korku onlara yetti. Eğer, bazı Ebu Cehil taraftarları, yoğun bir tahrik ve propagandaya girmemiş olsalardı, Uhud’da Müslümanların karşısına çıkmaya hiç kimsenin ne cesareti ne de isteği vardı. Kureyş’in Uhud hareketi, bir intikam, bir hınç çıkışıydı. “Ya devlet başa ya kuzgun leşe.” “Ne olursa olsun bunlarla bir kere daha savaşalım” diyorlardı. Hind’in Ebu Süfyan’ı tahrikleri, bunun en çarpıcı örneğidir. O, şöyle diyordu: “Benim babam öldü, amcam öldü, kardeşim Velid öldü. Sen böyle avrat gibi içeride oturuyorsun; bir avratla beraber oturacağıma, gider annemle otururum.” Kadınlar, her gün ağlıyor, elbiselerini yırtıyor, avurtlarına bıçak atıyor, yüzlerinden kan akıtıyor ve erkekleri tahrik ediyorlardı. Bir senelik bu tahrik, gözü dönmüş bir sürü müşriki tahrik etti ve Uhud’da Müslümanların karşısına çıktılar. O fasla ayrıca döneceğiz.

Allah Resûlü, Bedir’de öyle bir balyoz indirmişti ki kafalarına, bir daha Müslümanlarla karşılaşmayı hiç mi hiç düşünmüyorlardı ama, içlerinde öyle bir kin, bir nefret hasıl olmuştu ki, hiçbir şey onu yatıştıramıyordu. Vakıa, Allah Resûlü, Bedr’in sonunda onlara bir cemilede bulunmuş, onların kırılan gururlarını, rencide edilen onurlarını tamir etmek istemişti. Meselâ; bütün esirler, zincirler içinde Allah Resûlü’nün huzuruna getirildiğinde o güne kadar Müslümanlara kötülük yapmış bu insanların hepsi kılıçtan geçirilebilirdi. Oysaki, Efendimiz, o derin şefkatiyle bunları affetmeyi yeğlemiş ve “Bunları bağışlayalım” demiştir. Vakıa Cenâb-ı Hakk, esirlerin bağışlanmasındansa, bedelle bırakılmalarını tavsiye edecekti; ama, Resûlullah’ın tavrı böyle incelerden inceydi. O gün bir kısım esirler de okuma-yazma bilmeyen on Medineliye okuma-yazma öğretip salıverileceklerdi. Allah Resûlü’nün bu davranışı da neticesiz kalmayacaktı..

Esirlerin Bağışlanmasındaki Hedefler

Bu bir cemileydi.. Bir kere, ölüm bekleyen bu insanlara fidye teklifi, onları seve seve fidye vermeye sevk etmişti. Zaten verdikleri; bir zaman Müslümanların Mekke’de kalan mallarından alıp çaldıkları şeylerin karşılığıydı.

O güne kadar Medine’de, okuma yazma oranı çok düşüktü. Halbuki bu insanlar, ilmin ve dinin neşrine namzettiler. Onun için okuma yazma öğrenmeye herkesten daha çok ihtiyaçları vardı. Ayrıca, Mekkeli ile Medineli arasındaki kültür farkı, bu sayede Medinelilerin lehine değişecekti.

Medine’de okuma yazma öğretmek için kalan bu insanlar, İslâmiyet'i yakından görüp inceleme fırsatını bulacaklardı.. ve Mekke’ye döndüklerinde de, hepsi, Allah Resûlü adına, kendi hanelerini fethedebileceklerdi. Zira, Allah Resûlü, o müthiş civanmertliğiyle onların hepsinin gönlüne girmiş sayılırdı.

Düşünün ki, Ebu Cehl’in kardeşi İbn-i Hişâm, Müslüman olacağı güne kadar, bir daha Allah Resulü’ne karşı hiçbir muharebeye iştirak etmedi. O, Efendimiz’den öyle bir mürüvvet ve insanlık görmüştü ki, artık O’nun karşısına çıkmaktan utanıyordu. Ve bu durum, hemen hepsinde müşterek bir duyguydu.

Bu esirlerin yakınları ve akrabaları, her gün hayatlarından endişe edip durdukları bu insanları, kıllarına dahi dokunulmadan birden bire karşılarında görünce, onların gönüllerinde de ılık bir muhabbet havası esmeye başlamıştı. Çünkü, kendileri Müslümanlara neler yapmış ve neler yapmak istemişlerdi ama, işte O, şimdi küfür babalarına böyle davranıyordu. Bir Mekkeli bunu kendi öz evladına dahi göstermemişti ve gösteremezdi de. Bu civanmertlik, hem Mekkelileri, hem de civardaki müttefikleri iyiden iyiye büyülemiş ve eritmişti. Gönüller öyle fethedilmişti ki, eğer Bedir’den sonra, Ebu Cehil kalsaydı, Benî Mahzûm’da Ebu Cehil hanesinde kafir olarak sadece o kalacaktı. Zira o hane içinde bile herkesin sinesi yumuşayıvermişti. Beni Ümeyye’nin sert siması Ebu Süfyan bile, artık yumuşak davranıyordu. Hind gibi, babasını, amcasını ve kardeşini kaybetmiş bir hanımı olmasına rağmen, bu akıllı ve zeki adam Uhud’da kararlaştırılan ikinci Bedr’e çıkmamıştı. Eğer bir yumuşama söz konusu olmasaydı, daha ciddi kötülükler söz konusu olabilirdi.

Allah Resûlü, Bedir’le bir salih yola girmiş bulunuyordu. Zira o gün, zalim zalimdi. Hakim olduğu kuvvetin hakkını edâ etme noktasını yakaladığı zaman, beyinleri eziyor, ciğerleri de dişleri arasında çiğniyordu. Nitekim böyle bir fırsatı yakaladığı zaman Hind, Hz. Hamza’nın (ra) ciğerlerini yamyam gibi çiğnemişti. Fırsat bulsaydı Bedir’de de aynı şeyi yapardı. Ama Müslüman'ın eline böyle bir fırsat geçince, Müslüman'ca davranıyor ve yüksek insanlık örnekleri veriyordu. Herkesin, nefret ve antipati toplayacağı bir yerde o sempati topluyordu. Bu, bir Hz. Muhammed (sav) fetânetiydi. Ve biz zaten cephelerde O’nun iyi bir erkanı harp olmasını yine bu fetânetinin bir buudu olarak ele alıyoruz.

Zaferi Getiren Sebepler

Sebepler açısından, Allah Resûlü’nün Bedir zaferini, şu sebeplerle irtibatlandırıp inceleyebiliriz: Bir kere Allah Resûlü, askerlik adına çok iyi tabyelenmişti. Tek kumandanın emri altında, beraber ve müşterek hareket eden, tek ağıza bakan, tek komutla harekete geçen bir orduyla Bedr’e gelmişti. Bu orduda, fevkalâde bir moral ve müthiş bir îman gücü vardı. Bu îman gücüyle, Cennet yamaçlarını açıkça dünyada bile görüyorlardı. Hatta bu asker, Bedr’in tepelerinde gezerken, adımını, cennetin yamacına mı atıyor, yoksa Bedr’in yamacına mı, bunun farkında değillerdi. Bedr’e işte böyle bir îman ve moral gücüyle gelinmişti. Ayrıca, bu askerlerin hepsi de emre itaatteki inceliği kavrama şuuruyla dopdoluydular. Bazılarının kelleleri gitse bile, bu şehitlerin yanındaki insan, emir almadan o mevzuda bir şey yapmayacaktı. Herkes, Allah Resûlü’nün emirlerine kulak kesilecek ve dikkat edecekti. Evet, emrin bir merkezden çıkması, muharebenin gelişme seyri içinde çok önemlidir. Bunun için Allah Resûlü gerekli olan şeyi yapmış ve bu merkezî otoriteyi çok sağlam bir blokaj üzerine oturtmuştu. Ayrıca, çok mükemmel bir haber ağı kurmuştu. Otağını kurduğu yerden her tarafı rahatlıkla gözetliyor yer yer iniyor, askerlerinin arasında dolaşıyor ve cephede kendine göre gevşeklik gördüğü yerlerde bizzat bulunuyordu ki bunu Hz. Ali (ra), “Biz Resûlullah’a sığınıyorduk; O, düşmana en yakın idi.” sözüyle anlatmaktadır.

Ama, hele bir O’na dokunmaya görsünler, etten kemikten bu kaleye toslar ve dağılır giderlerdi. Evet O, hep onların arasında bulunuyor ve onlara moral veriyordu. Aralarında geziyor ve: “Allah (cc) sizinle beraberdir ve sizi teyit edecektir” diyordu. Bu moral gücüyle, bu itaat ve inkıyat anlayışıyla herkes dimdikti. Cennete gidiyor gibiydiler.

Zaten, o günün şartlarına göre tam bir askerî düzen vardı. İyi tabyelenme, sağ cenah nedir, sol cenah nedir, merkez nedir, merkez kuvveti nedir, ihtiyat kuvveti nedir? Bunlara verilecek cevap, askerliğin tâ kendisidir. Ve o gün, Allah Resûlü, bütün bu unsurları yerli yerince yönlendirmiş bir askerdi. Mesela; askerlik itaattir; bütün acemi eğitimi süresince askeri itaate alıştırırlar. Evet, emre itaatteki incelik çok önemlidir. “Yat!” yatacaksın, “kalk!” kalkacaksın. Allah Resûlü, askerlerini oraya gelinceye kadar zaten itaate alıştırmıştı. Orada da komutan otağı hümâyunu Bedr’in bir tepesine yerleştirmiş her şeyi oradan gözetliyordu. O, emir veriyor ve onlar da emre itaat ediyorlardı. Zaten, askerini oraya kadar, öyle bir îmanla yetiştirmiş ki, âdeta bu savaş, hayatı istihkar edenlerle, hayata talip olanlar arasında yapılmaktaydı. Birileri, gül bahçesinden gül koparmak istiyor, öbürü de kanını döküp gül büyütmek, gül yetiştirmek istiyor. Biri: “Hayatın şu yükünü sırtımda taşıdığım yeter, açılsa da cennet kapıları girsem ve onun yaseminliklerinde reftâre yürüsem.” Öbürü de: “Ah bir sapasağlam geriye dönebilsem, bir içki içsem, bir rakkâselere raks ettirsem ve hayattan kâm alsam” diyordu.. evet, burada, hayatı istihkar edenlerle hayatın kulları savaşıyordu. Bu, cemaat karşısında, darmadağınık yığınların savaşıydı.. ve savaşın neticesi daha baştan belliydi. Çünkü burada nizamla nizamsızlık savaşıyordu. Arz ettiğim gibi, ordunun içinde bir gedik açılır, ya da bir yerde bir diş kırılır veya bir yaralanma olursa, Allah Resûlü, hemen orayı takviye buyurur ve askerler, Allah Resûlü’nü önlerinde görünce daha bir civan merdâne savaşırlar ve o gedik hemen kapanıverirdi. Zaten sürekli taktik farklılığı kudsilerin en belirgin vasfı. Öyle ki Bedr’e gelirken de, çok farklı taktikle gelinmişti. O bunları çok fazla yazıya da dökmüyordu; Zira yazıya dökülen taktiklerin, karşı tarafça elde edilmesi her zaman muhtemeldi. Allah Resûlü, kafasında olanları öyle plânlıyordu ki, en hassas ölçüleri dahi nazardan kaçırmıyordu. Bugün, haritalar üzerinde yazılıp çizilen.. ve taslak plânlarla ancak ifadesi mümkün olan manevraları O, hep kafasında kuruyor, ânı ve zamanı gelince de, kafasında kurup plânladığı hususları tatbik ediyordu. Bedr’e öyle bir strateji ile gelmişti ki, düşman düşünüyor, taşınıyor, 50 tane casus gönderiyor ve bir şey koparamıyordu. Harbin sonuna kadar, Allah Resûlü nasıl hareket edecek, ne yapacak, nasıl davranacak, sırdaşları ve has kumandanları müstesna kimsenin bundan haberi yoktu. Oysa ki, düşman hep karambole savaşıyordu. Allah Resûlü’nün ordusu ise, gözü açık, nereye ok atacak, mızrağı nereye salacak her hususta bilerek hareket ediyordu. Evet, strateji çok önemlidir.. Ve ben; günümüze ait bazı hususlar istisna edilecek olursa, bunca ilerlemiş olmamıza rağmen henüz bu seviyede bir stratejiye vâkıf olduğumuz kanaatinde değilim!

Cepheden Ayrılma Mü'minin İşi Değildir

Önemli bir diğer husus da, kendisinden emir geleceği âna kadar fertlerin, hissî hareket etmemeleri ve ölesiye oldukları yerde kalmalarıydı. Hatta bozgun mukadder olsa bile, “Kuzgun leşe” deyip yerlerinden ayrılmamalarıydı. Zaten, Kur’ân da onlara: “Ey îman edenler! Savaş için ilerlerken, inkâr edenlerle toplu halde karşılaştığınızda, onlara arkanızı dönüp kaçmayın” (Enfal, 8/15) demiyor muydu?

Bir tek kişi bile kalınsa kaçılmayacaktı. Ben, ne zaman Viyana bozgununu hatırlasam, yüreğim sızlar ve kendi kendime şöyle derim: Keşke, Merzifonlu’nun etrafındakiler, son neferine kadar orada ölseydi de hiçbirisi kaçmasaydı. kim bilir belki de orada idbâr, ikbâle dönebilirdi. “Kızıl elma” tarih boyunca alınamadı; belki de alınabilirdi. Ama, hayat tatlı görülünce ve ölüm de endişe edilen bir husus haline getirilince, hatta cennet ve îman, mü’minin nazarında ikinci, üçüncü mesele haline gelince; dahası dünya, mü’minin gözünde büyüyünce Allah (cc), mü’minin mehâbetini aldı.. mü’min, mehâbetsiz kalınca da kafir gelip galebe çaldı. Artık, mü’mini görseler dahi ondan korkmuyorlar, gözünün içine baka baka onu aldatıyor ve onunla alay ediyorlar.

Mü’mine, harp meydanından kaçmak yakışmaz. O, orada doğranabilir ama, yine kaçmaz. Tarih bunun binlerce misaliyle doludur. Ve hepsi de bu civanmertliği ve gözü pekliği âdeta Bedr’in Arslanlarından öğrenmişlerdir. Bu savaş, ileride geleceklere de örnek olması bakımından çok önemlidir.

Yermük’te 20 bin kahraman, 200 bin Bizanslıya karşı savaşmıştı. O da Bedir gibidir. Tabii ki bu zafer aynı ruh ve şuûru, paylaşan insanların omuzunda bayraklaşmıştı. Düşünün ki o gün, Yermük’te, binlercesi gibi oldukça farklı bir kahraman daha vardır. Adı, Kabbas b. Eşyem... Öğle vakti ayağı bir kılıç darbesiyle kopar da bundan hiç haberi olmaz. İkindi vaktine doğru, zafer mü’minlerin lehinde neticelenmiştir ve bu bahadır, attan inmek istemektedir. Her zaman olduğu gibi ayağını yere doğru atarken boşluğa gider ve yere yuvarlanır. Ne olduğunu anlamak için doğrulup ayağa kalkmak isteyince, işi anlar; o gün ayağı kendinden önce cennete gitmiştir. Ve, seneler sonra torunu, Ömer b. Abdülaziz’in huzurunda kendini tanıtırken şöyle der: “Ey Halife! Ben öyle bir dedenin torunuyum ki o, öğle vakti ayağı koptuğu halde ancak, akşama doğru haberdar olabilmişti...”

Öyle savaşıyordu ki ne dünya, ne de ukbâ umurlarında değildi. Onlar, Yûnus’un diliyle, “Bana Seni gerek Seni” diyor, her yerde O’nu solukluyorlardı.

Savaşta kaçmak, büyük bir cürümdür. Bu mevzuda Cenâb-ı Hakk, bir ölçü getirmiş ve geri çekilmeler, ancak bu ölçü çerçevesinde değerlendirmeye tâbi tutularak tecviz edilmiştir. Ve hiç kimse bu ölçüyü kendi hevâ, heves ve düşüncesine göre yoruma tâbi tutamaz. Ölçü şu âyetle çerçevelenmiştir:“Tekrar savaşmak için bir tarafa çekilmek veya bir başka topluluğa katılmak maksadı dışında, o gün arkasını dönüp kaçan kimse, Allah’tan bir gazâba uğramış olur. Onun varacağı yer de cehennemdir. Bu ne kötü bir dönüştür” (Enfal/16).

Mute’nin kahramanları, geriye döndüklerinde, Allah Resûlü’nün huzuruna çıkamamışlardı. Hepsi de hicap içindeydi. Kendilerini harp kaçağı şeklinde mütalâa ediyor ve saklanıyorlardı. Efendimiz ise, onları bağrına bastı ve yukarıdaki âyetle onlara teselli verdi. “Siz kaçmadınız. Bana dehalet ettiniz. Toparlanıp yine gideceksiniz” dedi. Evet, eğer geriye çekilme olacaksa komutanın emriyle ve bu mülâhaza içinde olacaktı.

Burada diğer önemli hususlardan biri de, kumandanın her ân askerinin başında olmasıdır. Tarih şahittir ki, ne zaman İslâmî bir devletin başındakiler, ordularının başında bulunmuşlarsa, ekseriyetle hep muzaffer olmuşlardır. Ve, belli bir dönemde Osmanlılar’da olduğu gibi, ne zaman da padişahlar sarayda oturmaya başlamışlarsa gerileme, gevşeme ve çözülme baş göstermiştir. Kanûnî, 46 senelik saltanatını hep at sırtında ve cepheden cepheye koşarak geçirmiştir. Devleti zirvede tutabilmesinin en büyük sırrı da Allah’ın inayetiyle işte budur.

Yukarıdan beri arz etmeye çalıştıklarımızla gördük ki, Bedir de diğer zaferlerimiz gibi, Allah yolunda, Allah’a güvenilerek ve şartlarına riayet edilerek, yani sebeplere tutunarak elde edilmiş bir zaferdir. Evet, Allah Resûlü, bütün fiilî duâya ait hususları tamamladıktan sonra, orada da, ellerini açmış ve Rabbine duâ duâ yalvarmıştı. Bu iki duâ birleşince de, Cenâb-ı Hakk, mü’minlere parlak bir zafer nasip etmişti.

Arîz ve amîk olmasa da, siyer ve magâzinin bize intikal ettirdiği ölçüde, size Bedr’i intikal ettirmeye çalıştım. O, mükemmel bir askerdi. Bu mükemmel asker bir avuç serdengeçtisiyle, falsosuz, fiyaskosuz, Rabbi’nin takdir buyurduğu noktaları tutuyor ve biz, O’nun başarılarının alnında hep: “Muhammedu’r-Resûlullah” gerçeğini okuyoruz.. evet, O niçin başarılıdır? Çünkü Muhammed (sav), Allah'ın (cc) Resûlü’dür. O, Cenâb-ı Hakk’ın tâlimiyle, terbiyesiyle ve Allah’ın iyi bir asker kılmasıyla iyi bir askerdi. Evet O, dersini Allah’tan (cc) alıyordu. Çünkü O, bir vazifeliydi. Bu mevzuda O’na bahşedilen en büyük mazhariyetlerden biri, Allah’tan (cc) gelen emirleri, bütün incelikleriyle anlayıp değerlendirebilecek olan “fetâneti azam”dı. Bu, akıllara durgunluk veren akıl; (Cerbeze yapan, kendine göre bir yol tutup giden değil) ilâhî maksatları, Allah'ın (cc) emir ve isteklerini arızasız, kusursuz anlayan akıl demekti. Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, fermanı ilâhî olan Kurân’la, kâinat kitabındaki gerçekleri te’life muvaffak olan tek insandır. Evet, Kur’ân ne diyorsa, daha evvel Allah’ın (cc) ilim pergeline göre işlenmiş, kudret ve irade ile ortaya konmuş, meşîeti ilâhî ile meydana getirilmiş kâinat kitabı da, aynı şeyleri anlatmaktadır. Bu iki kitabı tevfîk etmede, daha doğrusu, bu tevfîki kavrayıp ifade etme ve hayata geçirmede Hz. Muhammed (sav) tekdir, müstesnadır ve eşi menendi yoktur.