HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HADİSLERİNDEKİ İLAÇ VE GIDALAR
2— Ütruc C. Medica, Turunç (Ağaç
Kavunu):
3— Eruzz Oryza Sativa, Pirinç:
5— İzhir A. Schenanthus, Tibni
Mekke:
6— Bittîh , E. Vuigaris, Karpuz:
11— Bazincan S. Melengena,
Patlıcan:
20— Hınnâ Lawsonia Alba, Kına:
21— Habbetu's-Sevda, N. Sativa, Çörek Otu:
23— Hurf Senebiera Coronopus/Peganum Hamıala, Üzerlik Otu:
24— Hulbe T. Foenum-graecum, Çemen/Hülbe/Boy Tohumu:
29— Zerîre , A. İtalicum, Tutyâ/Hanut:
34— Rum mân Punica Granat um, Nar:
38— Zencebîl Zingiber Officinale,
Zencefil:
39— Sena C. Angustifolia, Hind Sınai:
40— Sefercel C. Vulgaris, Ayva:
44— Silk B. Vıılgaris, Pazı, Silkiye:
52- Sabir Aloe Vera, Sarı Sabr/Öd Ağacı:
58 _ Talh A. Gummifera, Kitre, Sant Ağacı/Muz:
64— Ûd Aloexylon Agallochum, Öd Ağacı:
65— Ades Lens Esculenta, Mercimek:
67— Fâtihatu'I-Kitâb Fatiha Sûresi:
72— Kust/Küst C. Speciosus, Öd
Ağacı:
73— Kasabu's-Sükker Saccharum
Officinanım, Şeker Kamışı:
78— Kerm V. Vinifera, Üzüm Çubuğu, Asma:
79— Kerfes A. Graveolens, Kereviz:
80— Kürrâs, A. Roseum, Pırasa:
84— Lübân Boswellia Carterii, Akgünlük:
87— Mercencûş , Majorane Hortensis, Macuran Otıı/Mercanköşk/Merzenküş:
89— NahI, Phoenix Dactylifera, Hurma Ağacı:
90— Nercis N. Tazzetta, Nergis:
92— Nebik Flacourtia Cataphracte, Sidr veya Nebik Ağacı:
93— Hindiba Cichorium Endivia, Yaban Marulu:
94— Vers C. Lonca, Kurkum/Zcrdeçöp/Hind Zafranı:
95— Vesme, Isatis Tinctoria, Yabani Civid Otu:
A) HAD VE KISAS CEZALARI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER
1— HAPİS CEZASI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER:
a) Hapis Cezası Hakkındaki Hükmü:
b) Kölesini Öldüren Kimse Hakkındaki Hükmü:
2— Yaralama, Cinayet, Kısas ve Diyet Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler:
a) Katile Yardımcı Olan Kimse Hakkındaki Hükmü:
b) Yol Kesme Cezası Hakkındaki Hükmü:
c) Katil ve Maktulün Velîleri Arasındaki Hükmü:
d) Bîr Cariyeyi Öldürene Kısas
Uygulaması:
e) Hamile Kadına Vurup Çocuğunu Düşüren Kimse Hakkındaki Hükmü:
f) Katili Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme İle Hükmü:
g) Birbirlerine Sarılarak Kuyuya Düşüp Ölen Dört Kişi Hakkındaki Hükmü:
h) Analığı İle Evlenen Kimse Hakkındaki Hükmü:
J- iki Köy arasında Bulunan Maktul Hakkındaki Hükmü:
k) Yaralama Olaylarında Yaranın İyileşmesine Kadar Kısası Ertelemesi:
I) Diş Kırılması Hakkında Kısasla Hükmü:
m) İşınlan Adam Elini Çektiğinde Dişleri Dökülen kimsenin Heder Olduğuna
Hükmetmesi:
n) Başkasının Evini İzinsiz Gözetlevenin Gözü Çıkarnsa Bir Şey Lâzım
Gelmeyeceğine Hükmetmesi:
o) Kısasla İigilİ Çeşitli Hükümleri:
p) Diyet ve Miktarları Konusundaki Hükümleri;
3— Zina, Lûtîlik ve Kazif Cezaları Hakkında Verdiği Hükümü
a) Zina İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü:
b) Ehl-i Kitaba Hadler Konusunda İslâm Ahkâmı İle Hükmetmesi:
c) Karısının Cariyesiyle Zina Eden Kimse Hakkındaki Hükmü:
e) Belirli Bir Kadınla Zina Ettiği İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki
Hükmü:
f) Zina Eden Cariye Hakkındaki Hükmü:
g) Kazif (İftira) Hakkındaki Hükmü:
4— İrtidat, İçki ve Hırsızlık Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler:
b) İçki İçen Hakkındaki Hükmü:
c) Hırsızlık Yapan Kimse Hakkındaki Hükmü:
d) Birini Hırsızlık Suçuyla İtham
Eden Kimse Hakkındaki Hükmü:
e) Hırsızlık Cezası Hakkındaki
Uygulama ve Hükümlerden Çıkan Sonuçlar:
f) Kendisine Söven Kimseler Hakkındaki Hükmü:
g) Kendisini Zehirleyen Kimse Hakkındaki Hükmü:
B) SAVAŞIN SONA ERMESİYLE İLGİLİ OLARAK VERDİĞİ HÜKÜMLER
1— Ganimetler Hakkında Verdiği Hükümler:
a) İslâm'da İlk Ganimet ve İlk Öldürme Olayı Hakkındaki Hükmü:
d) Yahudiler Hakkındaki Hükmü:
e) Hayber Fethi Hakkındaki Hükmü:
f) Mekke Fethi Hakkındaki Hükmü:
g) Ganimetlerin Taksimi Hakkındaki Hükmü?
h) Savaşa Bilfiil Katılmayanlara Ganimetten Pay Ayırması:
i) Seleb (Teçhizat) Hakkındaki Hükmü:
j) Müslümanların, Müşrikler Tarafından Ele Geçirilen Mallan Hakkındaki
Hükmü:
k) Kendisine Hediye Edilen Şeyler Hakkındaki Hükmü:
1) Malların Taksimi Konusundaki Hükümleri: .
2— Anlaşmalar, Emân ve Cizye Konularında Verdiği Hükümler:
a) Anlaşmalara Bağlı Kalma Konusundaki Hükümleri:
b) Erkek ve Kadınlar Tarafından Verilen Emân Hakkındaki Hükı
d) Anlaşmaların Bozulması Hakkındaki Hükmü:
A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) NİKÂHLA İLGİLİ UYGULAMALARI
1— Babası Tarafından Zorla Evlendirilen Dul ve Bekârlar Hakkında Verdiği
Hükümler:
2— Velisiz Kıyılan Nikâh Hakkındaki Hükmü:
3— Tefviz (Vekâletle Kıyılan) Nikâhı Hakkındaki Hükmü:
4— Evlendiği Kadını Hamile Bulan Kimse Hakkındaki Hükmü:
5— Evlenme Akdinde İleri Sürülebilecek Şartlar:
6— Dörtten Fazla Kadınla veya İki Kız Kardeşle Evlenme:
7— Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma Üstüne Evlenmek İstemesi:
Ç) EVLENİLMESİ HARAM KILINAN KADINLAR
1— E vlenilmesi Haram Kılınan Kadınlar:
2— Emzikli Kadınla Cinsel İlişki (Gıyle) Konusundaki Hükmü:
3— Zifaf Hakkı ve Geceleme Nöbetine Riayet ve Bu Konudaki Fıkhı Hükümler:
4— Başkasından Hamile Kalan Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmak:
1— Kişinin Bağışladığı Hürriyetini Mehir Sayarak Cariyesiyle Evlenme
Konusundaki Hükmü:
2— İzne Bağlı Nikâhın Sıhhati:
5— Köle ile Nikâhlı İken
Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı:
6— Sözleşmeli (Mükâteb) Köle
Konusundaki Fıkhı Hükümler:
8— Köle île Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik
Hakkı:
9— Hür Koca tle Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin
Muhayyerlik Hakkı İhtilaflıdır:
10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Eşler Arasında Aracılık Yapması:
11— Sadaka Satılabilir ve Hibe Edilebilir:
1— Mehir Konusunda Verdiği Hükümler:
2— Hıfzedilen Kur'an Sûreleri Mukabilinde Kıyılan Nikâh Sahihtir:
G) EŞLERDE ORTAYA ÇIKAN HUSUSLAR, EV HİZMETLERİ, GEÇİMSİZLİK, HAKEM VE
HULÛ
1— Hz. Peygamber (s.a.) ve Râşid Halifelerin Hastalıklı ve Özürlü
Eşler Hakkında Verdiği Hükümler:
2— Kadının Kocasına Hizmeti ve İş Bölümü:
3— Aralarında Geçimsizlik Bulunan Eşler Hakkında Hükmü:
4— Kadının Bir Bedel Karşılığında Boşanması (Hulû) ve Bu Konudaki
Hükümler:
5- Hulû'dan Dönüş ve Huiû'da İddet Bekleme Süresi:
1— Gayr-I Ciddi Boşama Konusundaki Hükmü:
2— Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması:
4— İğlâk (Öfke) Halinde Boşama:
5— Nikâhtan Önceki Talâk Hakkındaki Hükmü:
1— Hayız ve Lohusa Halindeki Kadını Boşama Konusundaki Hük
2— Haram Olan Talâkın Geçerli Sayılması Konusundaki İhtilaflı
a) Hayız Halinde ve Cimada Bulunulan Temizlik Süresi İçinde Boşama:
1. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Delilleri:
2. Haram Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:
3. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:
b) Bir Defada Verilen Üç Talâk:
1. Bir Defada Verilen Üç Talâk Hakkındaki Hükmü:
2. Bir Defada Verilen Üç Talâkın Geçerli Sayilmasındaki İhtilâflar:
a) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:
b) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:
C) BOŞAMA YETKİSİ VE ŞER'İ TAHLİL
1— Boşama Yetkisi Kocanın Elindedir:
3— Hz, Peygamber'in (s.a.) Eşlerini Muhayyer Bırakması:
D) KENDİSİNE CARİYESİNİ, ZEVCESİNİ YA DA EŞYASINI HARAM KILAN KİMSE
HAKKINDAKİ HÜKMÜ
1— Kendisine Cariyesini veya Zevcesini ya da Eşyasını Haram Kılan Kimse
Hakkındaki Hükmü:
E) "AİLENE DÖN!" SÖZÜNÜN HÜKMÜ
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Ailene dön!" Sözünü Kullanması:
1— Hz. Peygamberin (s.a.) Zıhar Hakkındaki Hükmü:
2— Zıharda "Dönmek" Tâbirinden Ne Kasdedilmektedir?
1— Hz. Peygamberin (s.a.) îlâ Yapması:
2— ilânın Talâk Sayılıp Sayılamayacağı:
1— Hz. Peygamberdin (s.a.) Liân Hakkındaki Hükmü:
2— Liân Her Eş Arasında Yapılabilir:
3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları:
Siyah sürme taşıdır.
İsfahan'dan getirilir. En iyisi budur. Mağrib (Fas) taraflarından da getirilir.
En kalitelisi çabuk ufalanan, parçaları parlak olan, içinde kir bulunmayıp düz,
pürüzsüz olandır.
Özelliği: Soğuk ve kurudur.
Göze fayda verir ve güçlendirir. Göz sinirlerine destek verir ve sağlıklı
olmalarını sağlar. Yaralardaki fazla eti giderir ve iyileştirir, kirlerini
temizler, dezenfekte eder. İnce sulu balla sürme çekildiği zaman baş ağrısını
giderir. İnceltilip taze iç yağı ile karıştırılıp ateş yanığına sürüldüğü
zaman, artık ona haşkeriyye [1]
isabet etmez. Yeni kaynar su yanıklarına da fayda verir. Özellikle de yaşlılar
ve gözleri zayıflamış kimseler için birazcık misk katılması durumunda ismid en
iyi göz sürmesidir. [2]
Buharı'nin Sahihinde
sabit olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kur'an okuyan
mü'min turunca (ağaç kavununa) benzer. Tadı da güzeldir, kokusu da
güzeldir." [3]
Turuncun pek çok
faydalan vardır. O dört şeyden mürekkeptir: Kabuk, etli kısım, ekşi kısım ve
tohum. Her birisinin kendisine ait özelliği vardır: Kabuğu sıcak ve kurudur.
Etli kısım sıcak ve kurudur. Ekşi kısım soğuk ve kurudur. Tohum ise sıcak ve
kurudur.
Kabuğunun faydaları:
Elbise içerisine konulduğu zaman güve düşmez. Kokusu havayı temizler, vebaya
iyi gelir. Ağıza alındığında ağız kokusunu güzelleştirir ve şişkinliği giderir.
Baharat (kekik) gibi yemeğe konulduğu zaman, hazmı kolaylaştırır. Kanun sahibi
şöyle der: "Kabuğunun usaresi (öz suyu) içmek suretiyle, kabuğu da sarmak
suretiyle yılan sokmalarına iyi gelir. Kabuğunun kav kısmı baras (alaca)
hastalığı için sürülmek bir ilaçtır."
Etli kısmına gelince,
mide hararetine iyi gelir, sarı safrası olanlara fayda verir ve sıcak özellikli
buharları önler. el-Gâfikî: "Etli kısmını yjemek basurlara fayda
verir" demiştir.
Ekşi kısmı ise,
safrayı tutar ve kırar, sıcak hafakanı teskin eder. İçmek ya da sürme çekmek
suretiyle sanlığa iyi gelir. Safralı kusmaları keser, iştahı açar. Tabiatı eski
haline döndürür. Safralı ishallere fayda verir. Öz suyu kadının cima arzusunu
teskin eder, yüze sürüldüğünde çiğit denen beneklere iyi gelir. Temreği
adındaki deride meydana gelen kaşarlanmayı izale eder. Bu, elbiseye boya
döküldüğü zaman onu çıkarması ile de anlaşılır. İyileştirici, kesici, soğutucu
gücü vardır. Ciğerlerin hararetini söndürür, mideyi güçlendirir, safranın
keskinliğini önler ve ondan ânz olan balgamı giderir, susuzluğu yatıştırır.
Tohumuna gelince,
çözücü ve kurutucu bir özelliği vardır. İbn Mâsiveyh [4] şöyle
der: "Çekirdeğinin özelliği, öldürücü zehirlere karşı fayda vermesidir.
Bir mıskal ağırlığında soyulmuş çekirdeği ılık su ile birlikte içilir ve kaynatılarak
yara yerine sürülür. Eğer öğütülür de sokulan (ışınlan) yere konulursa fayda
verir. Tabiatı yumuşatır, ağız kokusunu güzelleştirir. Bu özelliklerinin çoğu
kabuğunda mevcuttur." Bir başkası da: "Onun çekirdeğinin özelliği,
akrep sokmalarına, soyulmuş iki miskal kadarı ılık su ile birlikte içildiği
zaman iyi gelmesidir. Aynı şekilde öğütülür de sokulan yere konulursa, o da iyi
gelir." demiştir. Bir başkası ise: "Çekirdeği bütün zehirlere iyi
gelir, bütün haşerat sokmalarına karşı yararlıdır." demiştir.
Anlatıldığına göre,
Kisralardan birisi tabiplere kızmış ve hapsedilmelerini emretmiş ve onları tek
bir katık seçmeleri için muhayyer bırakmış. Onlar da ütrucu (ağaç kavununu)
seçmişler. Sebebini sorduklarında: "Çünkü o dünyada bir reyhandır.
Görünüşü ferahlatıcıdır, kabuğu gayet güzel kokar, etli kısmı meyvedir, ekşisi
katıktır, çekirdeği zehirlenmelere karşı ilaçtır ve onda yağ vardır."
demişlerdir.
Bu kadar faydası ve
meziyeti olan bir şeye, kâinatın hülasası olan, Kur'-an okuyan mü'minin
benzetilmesi çok yerindedir. Seleften bazıları, insana huzur ve ferahlık
verdiği için ona bakmayı severlerdi. [5]
Bununla ilgili Hz.
Peygamber (s.a.) adına uydurulmuş iki asılsız hadis vardır. Bunlardan
birincisi: "Eğer o adam olsaydı, halim birisi olurdu."; İkincisi de:
"Toprağın bitirdiği herşeyde dert de vardır, şifa da. Bundan pirinç
müstesnadır. Çünkü o şifadır, onda dert yoktur." şeklindedir. Bunlan bir
uyan olarak zikrettik.
Pirinç sıcak ve
kurudur. Buğdaydan sonra en besleyici ve en iyi karışan bir tahıldır. Karnı
hafif tutar, mideyi kuvvetlendirir ve temizler, tok tutar. Hind tabibleri inek
sütü ile pişirildiği zaman en gıdalı ve faydalı bir gıda maddesi olduğu
kanaatindedirler. Bedenin gelişmesinde, meninin artmasında, fazla
besleyicilikte ve rengin tasfiyesinde tesiri vardır. [6]
Hz. Peygamber (s.a.),
bundan şu hadisinde söz eder: "Mü'min kişi ekin nevinden, bir sap üzerine
biten taze ot gibi (yumuşak)tır; hangi taraftan ona rüzgâr dokunursa rüzgâr onu
eğer (fakat o yıkılmaz, yine doğrulur.) Doğrulunca rüzgâr belasıyla yine
eğriiir (fakat yine yıkılmaz, doğrulur ve doğru kalır.) Haktan yüz çeviren
fâcir kişi de (sert ve düz) çam ağacı gibidir. Kökü üzerinde durur. Onun
kökünden sökülmesi bir defalık bir iştir." [7]
Tanesi sıcak ve
rutubetlidir. Olgunlaştıncı, yumuşatıcı, çözümleyici özelliği
vardır. Yakıcılığı suda ıslatmakla gider.
Hazmı zordur. Büyük bir besleyici gücü vardır. Öksürüğe ve ciğerlerin
rutubetinin giderilmesine çok iyi gelir. Meniyi arttırır. Bağırsak ağrısına
neden olur. Panzehiri mayhoş nar tanesidir. [8]
Sahih'te, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mekke hakkında: "Otlan kesilmez" buyurduğu, bunun
üzerine Hz. Abbas'ın (r.a.): "İzhir müstesna ya Rasülal-lah! Çünkü o
Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır." dediği, Hz. Peygamber'in
(s.a.) de: "(Evet) İzhir, müstesna." buyurduğu sabittir.[9]
İzhir, ikinci derecede
sıcak, birinci derecede kurudur. Hoştur, genzi ve damarların ağzını açar,
sidiği ve aybaşı kanını söktürür, taşları parçalar. Mide, ciğer ve
böbreklerdeki sert şişkinlikleri indirir. Hem içilerek alınır, hem de merhem
olarak sarılır. Kökü dişlerin diplerini ve mideyi güçlendirir. Kusmayı teskin
eder ve ishali önler. [10]
Ebu Davud ve
Tirmizî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.), karpuzu yaş olgun hurma
ile yer ve: "Bunun hararetini bunun soğukluğu ile, bunun soğukluğunu da
bunun harareti ile kırarız." derdi. [11]
Karpuz (bittîh)
hakkında bir çok hadis vardır. Zikrettiğimiz bu hadisten başka hiçbirisi sahih
değildir. Bittîh'tan murad yeşil olanıdır (yani karpuz).
Karpuz, soğuk ve
rutubetlidir. Arıtma gücü vardır. Acur ve hıyardan bile daha hızlı mideden
bağırsaklara geçer. Midede karşılaştığı şeyle, ne olursa olsun, çok çabuk
karışır. Eğer yiyen hararetli ise çok faydasını görür. Eğer üşüyorsa, zararını
birazcık zencefil vb. ile geçiştirir. Yemekten önce yenilmelidir. Yoksa mideyi
kaldırır ve kusmaya sebep olabilir. Bazı tabibler: "Yemekten önce yenen
karpuz karnı yıkar ve derdi siler götürür." demişlerdir. [12]
Nesâî ve İbn Mâce,
Sünelerinde Hz. Âişe validemizden rivayet ederler: Peygamberimiz (s.a.):
"Çağla hurmayı, hurma ile birlikte yeyiniz. Çünkü şeytan, âdemoğlunun
çağla ile hurma yediğini gördüğü zaman: Âdemoğlu yaşadı, sonunda yenisini
eskisiyle birlikte yedi, der." Buyurmuştur.[13]
Başka bir rivayette: "Çağla hurmayı kuru hurma ile yeyiniz. Çünkü şeytan
âdemoğ-lunu onu öyle yerken gördüğünde üzülür ve: Âdemoğlu yaşadı, sonunda yeniyi
eskisi ile birlikte yedi, der," Bunu Bezzâr Müsned'mde rivayet etmiştir,
lâfız onundur.
Bazı İslâm tabipleri
şöyle derler: "Hz. Peygamber (s.a.) sadece çağla hurma ile kuru hurma
yemeyi emretmiş, koruk hurma ile kuru hurma yemeyi emretmemiştir. Çünkü çağla
hurma soğuk ve kurudur. Hurma ise sıcak ve rutubetlidir. Her birisinde
diğerinin ıslahı vardır. Hurma ile koruğu ise böyle değildir. Çünkü onların her
ikisinde de —her ne kadar kuru hurmada daha çok ise de— hararet vardır. Tıp
açısından iki sıcağın ya da iki soğuğun bir arada alınması uygun değildir.
Nitekim bu konu daha önce de geçti." Yukarıdaki hadiste tıp ilminin
temelinin sıhhatine, bazı gıda ve devaların birbiri ile karşılanmak sureti ile
ıslahı için gerekli tedbire riayette bulunmaya ve koruyucu hekimliğe önem
vermeye işaret vardır.
Çağla hurmada soğukluk
ve kuruluk vardır. Ağıza, diş etlerine ve mideye faydalıdır. İçindeki
sertlikten dolayı göğüse ve ciğerlere iyi gelmez. Midede çok kalır ve gıdası
azdır. Üzüm koruğu gibidir. Her ikisi de şişkinlik doğurur, karnı guruldatır.
Özellikle de üzerlerine su içildiği zaman bu iyice artar. Zararları hurma ile
veya bal ve kaymakla giderilir. [14]
Sahih'tç sabit olduğu
üzere, Ebu'l-Heysem b. Teyyihân, kendisine Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu
Bekir ve Ömer misafir olduklarında, onlara bir hurma salkımı getirdi —ki onda
koruk, kuru ve olgun hurmalar vardı—. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Bize
olgunlarından toplasaydın ya!" buyurdu. Ev sahibi zat: "Ya
Rasûlallah; istedim ki hem koruğundan, hem olgunundan istediğinizi
yiyesiniz." dedi. [15]
Koruk hurma, kurudur,
kuruluğu hararetinden daha çoktur. Rutubeti emer, mideyi temizler, karnı tutar,
diş etlerine ve ağıza fayda verir. En faydalısı da yumuşak ve tatlı olanıdır.
Koruk ya da çağla hurmanın çok yenmesi içeride tıkanıklığa sebep olur. [16]
Beyhakî,
Şuabu'l-îman'da merfû bir haber zikreder: "Bir peygamber Yüce Allah'a
zayıflığından şikâyette bulunmuş. Allah da ona yumurta yemesini emretmiş."
Bu haberin sübutunu araştırmak lâzımdır.
Yumurtanın tazesi,
bayatına; tavuk yumurtası da diğer kuş yumurtalarına tercih edilir. Hafif
soğukluğa meyleden mutedil bir gıdadır.
Kanun sahibi şöyle
der: "Yumurtanın sarısı sıcak ve rutubetlidir, güzel ve sıhhatli kan
üretir, kolay gıda verir. Rafadan olduğu zaman mideden çabuk intikal
eder." Başka birisi ise şöyle der: Yumurtanın sarısı elemi teskin eder,
boğazı ve ciğer borusunu temizler. Boğaza, öksürüğe, ciğer, böbrek ve mesane
yaralarına iyi gelir. Özellikle de tatlı badem yağı ile birlikte alındığı zaman
sertliği giderir; göğüste olan şeyi olgunlaştırır, onu yumuşatır, boğazın
sertliğini giderir. Beyazı, sıcak şişme bulunan göze damlatıldığı zaman, onu
serinletir ve ağrıyı teskin eder. Ateş yanıklarına sürülür. Yanmaya maruz
kalan yerlere sürüldüğü zaman yakmasına imkân vermez. Ağrıyan yere sürüldüğünde
güneş yakmasını önler. Kendir ağacı zamkı ile karıştırılıp alına sürüldüğü
zaman nezleye iyi gelir.
Kanun sahibi,
yumurtayı kalp ilaçlan arasında zikretmiş ve sonra şöyle demiştir: Her ne kadar
o mutlak anlamda bir ilaç değilse de, gerçekten sarısının kalbi takviyede
büyük etkisi vardır. Sarı, çabuk kana dönüşür, posası çok azdır, ondan oluşan
kan, kalbi besleyen kanla mütecanis ve hafiftir, ona doğru süratle atılır. Bu
yüzden yumurta insan sağlığını bozacak hastalıklara karşı en uygun telafi edici
bir gıda olmaktadır. [17]
Ebu Davud, Siinen'indc
rivayet eder: Hz. Hz. Âişe'ye (r.a.) soğan sorulduğu zaman: "Hz.
Peygamber'in (s.a.) yediği son yemekte soğan vardı." demiştir.[18]
Sahîhayn'da mevcut bir
hadiste de: "Hz. Peygamber (s.a.) soğarfiyiyeni mescidden menetmiştir."
denilmektedir.[19]
Soğan üçüncü derecede
hararetlidir. Onda fazla bir rutubet vardır. Su değişimi için faydalıdır. Zehir
kokusunu giderir, iştahı açar, mideyi güçlendirir, şehveti harekete geçirir.
Meniyi arttırır, rengi güzelleştirir, balgamı keser, mideyi temizler. Tohumu
cildde ortaya çıkan alacalıkları (behak) giderir, saç döken derdi onunla
oğulduğunda, gerçekten güzel fayda verir. Tuzla birlikte sivilceleri giderir.
Müshil ilacı içen kimse, soğanı kokladığı zaman, kusmasını ve içerisinin
yükselmesini önler, o ilacın kokusunu giderir. Suyu burna çekildiği zaman,
kafayı temizler. Az işitme, kulak çınlaması ve cerahat sebebiyle kulağa giren
suyu çıkartmak için kulağa damlatılır. Tohumu balla birlikte gözün beyazına
çekildiği zaman, gözden akan su için fayda verir. Pişirilince bol gıdalı bir
besin olur ve sarılık, öksürük, göğüs darlığı için faydalı olur. Sidik
söktürür, tabiatı yumuşatır. Kuduz olmayan köpek ısırıklarına, sedef otu ve
tuzla birlikte soğan suyu damlatıldığında iyi gelir. Buna tahammül
edilebildiğinde basurların ağzını açar.
Zararına gelince,
yanmcaya sebep olur ve başı ağrıtır, şişkinlik yapar, göze iyi gelmez. Çok
yenildiğinde unutkanlık doğurur ve aklı ifsad eder. Ağızm raiha ve kokusunu
değiştirir. Yanındakilere ve meleklere eziyet verir. Pişirmek suretiyle
öldürüldüğü zaman bu zararları ortadan kalkar.
Sû'nen'de Hz.
Peygamber'in (s.a.) soğan ve sarmısak yiyenlere pişirmek suretiyle onları
öldürmelerini emrettiği rivayet edilmiştir. [20]
Üzerine sedef otu
yaprağı çiğnemek kokusunu giderir. [21]
Hz. Peygamber adına
uydurulan bir mevzu hadiste:,' le yenilirse öyledir."[22]
denilmiştir. Bu sözün değil bir pb şında bir insana bile nisbeti hoş bir şey
değildir.
Patlıcan iki nevidir:
Beyaz ve siyah. Soğuk mu sıcak tâf vardır. Doğrusu o sıcaktır. Kara safra,
sevda, basur,
Patlıcan ne
niyet-ğambere, aklı ba-ı olduğunda ihti-ikanıkhk, seratân (kanser) ve cüzzama
sebebiyet verir. Rengi bozar ve siyahlaştınr, ağıza kötü koku verir. Uzun ve
beyaz olanı bu zararlardan uzaktır. [23]
Sahih'de Hz. Peygamber
(s.a.): "Kim sabah yedi hurma yerse —başka bir lâfızda, "yaylanın
hurmasından" ilâvesi vardır— o kişiye o gün ne zehir zarar verir ne de
sihir." buyurmuştur.[24] Yine
O: "İçinde kuru hurma olmayan evin halkı açtır."[25]
buyurmuştur. O'nun hurmayı kaymakla yediği, ekmekle yediği ve sade olarak
yediği sabittir.[26]
Hurma ikinci derecede
hararetlidir. Birinci derecede rutubetli mi, yoksa kuru mu olduğu konusunda iki
görüş vardır. Ciğeri güçlendirir, tabiatı yumuşatır. Özellikle de çam tohumu
ile birlikte şehveti arttırır. Boğazın haşinliğini giderir. Soğuk ülkelerde
yaşayan insanlar gibi, alışkın olmayanlar yediğinde tıkanıklığa sebep olur,
dişlerine eza verir, baş ağrısını harekete geçirir. Zararı badem ve haşhaşla
giderilir. Hurma, meyveler içerisinde beden için en gıdalısıdır. Çünkü hem
sıcak, hem de rutubete sahiptir. Aç karına yenildiğinde kurtlan öldürür. Çünkü
harareti yanında, ilaç özelliği vardır. Aç karnına yenilmeye devam edildiğinde
kurtları zayıflatır, azaltır veya öldürür. O hem meyvedir, hem gıda maddesi,
hem ilaç, hem meşrubat, hem de tatlıdır. [27]
Hicaz ve Medine'de
incir bulunmadığı için sünnette incirden söz edildiği varid değildir. Çünkü
incirin yetiştiği toprak, hurmanın yetiştiği topraktan farklıdır. Ancak, Yüce
Allah Kitabı'nda menfaat ve faydalarının çokluğu sebebiyle incire yemin
etmiştir. Sahih görüşe göre, yemin edilen şey bildiğimiz incirdir.
İncir sıcaktır.
Rutubeti ya da kuruluğunda iki görüş vardır. En kalitelisi beyaz ve olgun
kabuklu olanıdır. Böbrek taşlarını ve mesaneyi temizler, zehirlere karşı
koruyucudur. Bütün meyvelerden daha gıdalıdır. Boğaz, göğüs ve gırtlak
sertliğine iyi gelir. Karaciğeri ve dalağı yıkar, mideden balgamı temizler,
bedene iyi bir gıda olur. Ancak çok yenildiği zaman bitlenmeye yol açar.
:ürusu gıda olur ve
sinirlere iyi gelir. Ceviz ve bademle çok iyi gider. Galinos: "Bir kimse
öldürücü zehir almadan önce, ceviz ve sedef otu[28] ile
birlikte incir yerse, fayda verir ve onu zarardan korur." demiştir.
Ebu'd-perdâ'dan
yapılan rivayete göre Hz. Peygamber'e (s.a.)jjbir tabak incir hediye
edilmişti. Hz. Peygamber: "Yeyiniz!" buyurdu vetondan yedi. Daha
sonra: "Eğer bir meyve cennetten indi deseydim bunu derdim. Ne var ki,
cennet meyvesi çekirdeksizdir. Ondan yiyiniz. Çünkü o basurları keser ve nikris[29]
hastalığına iyi gelir." buyurdu. Hadisin sübûtu konusunda emin değiliz.
İncirin et kısmı daha
iyidir. Hararetli olanları susatır, tuzlu balgamdan hasıl olan susuzluğu
yatıştırır, müzmin öksürüğe iyi gelir. Sidiği söktürür, Karaciğer ve dalak
tıkanıklıklarını açar, böbrek ve mesanelere iyi gelir. Aç karnına, özellikle
de badem ve cevizle yenildiği vakit gıda alan kılcal damarların açılmasında
müthiş etkisi vardır. Ağır gıdalarla alınması gerçekten kötüdür. Beyaz dut incire
yakındır, ancak incirden hem gıdası daha azdır, hem de mideye daha çok
zararlıdır. [30]
Daha önce bunun
öğütülmüş arpa suyu (bulamacı) olduğu ve faydaları bunun Hicazlılar için normal
arpa suyundan daha faydalı olduğu zikredilmişti[31]
So/z/Tz'de Hz.
Peygamber'den (s.a.): "Ey Allah'ım! Beni hafüanmdaı su il:, kar ile, dolu
ile yıka!" diye dua ettiği nakledilmiştir.[32]
Bu hadisten şu çıkar:
Dert, zıddı ile tedavi edilir. Çünkü hatalar, hara rettendir. Yanan şeye ise
zıt olarak kar, dolu ve soğuk su vardır. Kirin temiz lenmesi hususunda sıcak su
daha etkilidir denilemez. Çünkü soğuk su sıca suyun aksine, yıkanılan şeyi
katılaştırır ve güçlendirir. Hatalar iki netice de
gururlar: Kirletme ve gevşetme. Arzulanan
şey bunların kalbi temizleyecek ve onu güçlendirecek bir şeyle tedavi
edilmeleridir. Hadiste işte bu iki mânaya işaret olmak üzere soğuk su, kar ve
dolu zikredilmiştir.
Kar, daha sahih görüşe
göre soğuktur. O sıcak bir özelliğe sahiptir diyen kimse hata etmiştir. Kardan
canh (kurt gibi) mahlukatın meydana gelmesi onu bu düşünceye itmiştir. Bu karın
sıcak olduğunu göstermez. Çünkü kurt soğuk olan meyvelerde ve sirkede de
oluşur. Susatmasına gelince, bu, insandaki harareti harekete geçirmesinden
olmaktadır. Yoksa karın kendi hararetinden değildir. Mideye, sinirlere zarar
verir. Eğer diş ağrısı aşırı hararetten ise, kar onu teskin eder. [33]
Soğana yakındır.
Hadiste: "O ikisini kim yiyecekse, pişirerek onları öl-dürsün."[34]
buyurulmuştur. Bir seferinde Hz. Peygamber'e (s.a.), içerisinde sarımsak olan
bir yemek hediye edilmişti. Onu Ebu Eyyub el-Ensarî'ye gönderdi. Ebu Eyyub:
"Ya Rasûlallah! Sen ondan hoşlanmıyor ve onu bana gönderiyorsun?"
dedi. Hz. Peygamber de ona: " Ben senin münacaatta bulunmadığın
kimselerle münacaatta bulunuyorum. (Dolayısıyla sen ye!)." buyurmuşlardır[35]
Sarmisak sıcaktır,
dördüncü derecede kurudur, kuvvetli ısı verir ve iyi kurutucudur. Soğuk olanlar
ve balgamlı mizaca sahip olanlar, felce tutulmak üzere olanlar için faydalıdır.
Meniyi kurutur, tıkanıklıkları açar, yoğun yelleri çözümler, yemeği
hazmettirir, susuzluğu keser, karnı bırakır, sidiği söktürür. Haşerat
sokmaları ve tüm soğuk şişliklere karşı panzehir yerine geçer. Ezilip de
yılanın ya da akrebin soktuğu yere sarıldığı zaman fayda verir ve oradan zehiri
emer. Bedeni ısıtır ve hararetini arttırır. Balgamı keser, şişkinliği indirir,
boğazı temizler. Çoğu bedenler için sıhhatin koruyuculuğunu sağlar, su
değişimine, müzmin öksürüğe iyi gelir. Çiğ olarak, pişirilerek ve kızartılarak
yenilir. Soğuktan olan göğüs ağrısına iyi gelir. Boğazda pıhtı varsa onu
çıkarır. Ezilip sirke, tuz ve balla karıştırılıp çürük diş üzerine konulduğunda
onu dağıtır ve düşürür. Ağrıyan diş üzerine konulduğunda ağrısını teskin eder.
İki dirhem kadarı ezilip bal şerbeti ile içildiğinde balgamı söktürür ve kurtları
çıkarır. Balla birlikte ciltte meydana gelen beyazlıklara sürüldüğünde iyi
gelir.
Zararları: Baş
ağrısına sebep olur. Beyin ve gözlere zararlıdır, görmeyi ve şehveti zayıflatır.
Susatır, safrayı harekete geçirir, ağız kokusunu bozar ve kötü kokar. Üzerine
sedef otu yaprağı çiğnemek kokusunu giderir. [36]
Sahîhayn'da:
"Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemeklere üstünlüğü
gibidir." hadisi vardır.[37]
Tirid, aslında
mürekkeb ise de, terkibi ekmek ve ettendir. Ekmek azıkların en üstünü, et de
katıkların efendisidir. İkisi bir araya geldiğinde, artık bundan daha ötesinde
bir arzu yoktur.
Hangisinin daha üstün
olduğu tartışmalıdır* Doğrusu şudur: Ekmeğe olan ihtiyaç daha çok ve yaygındır,
et ise daha önemli ve üstündür. O beden cevherine diğer bütün gıdalardan daha
çok benzer, aynı zamanda cennet ehlinin yemeğidir. Yüce Allah; sebze, hıyar
(acur), fûm (sarmısak ya da buğday) mercimek ve soğan isteyenlere karşı:
"Hayırlı olanı daha düşük olan şeyle mi değiştirmek istiyorsunuz?"[38]
buyurmuştur. Seleften pek çoğuna göre âyette geçen "fûm" kelimesi
buğday demektir. Bu tefsire göre âyet, etin buğdaydan daha hayırlı olduğu
konusunda nasstır. [39]
Sahthayn'da Abdullah
b. Ömer anlatır: Rasûlullah'm (s.a.) yanında otururken, bir de baktık hurma
özü (cümmâr) getirildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Ağaçlar içerisinde
bir tanesi vardır ki, müslüman adama benzer, yaprakları düşmez..." buyurdu.[40]
Cümmâr, birince
derecede soğuktur ve kurudur. Varaların ağar jı kapatır. Kanamalara, karın
gitmesine, acı safranın galebesine, kanın galeyanına karşı iyi gelir. Sindirimi
zor değildir, kolay gıda verir, yavaş yavaş hazmolu-nur. Ağacının herşeyi faydalıdır.
Fayda ve menfaati çok olduğundan Hz. Peygamber tarafından, müslüman adama
benzetilmiştir. [41]
Sünen'Ğt Abdulah b.
Ömer'den nakledilir: "Tebük'te Hz. Peygamber'e (s.a.) peynir getirilmişti.
Bir bıçak istedi. Besmele çekti ve kesti." Bunu Ebu Davud rivayet
etmiştir.[42] Ashab da Suriye'de ve
Irak'ta onu yemişlerdi.
Yaş ve tuzsuz olanı
mide için iyidir. Uzuvlardan kolay geçer, şişmanlatır, karnı mutedil bir
şekilde yumuşatır. Tuzlu olanı daha az gıdalıdır ve mide için iyi değildir, bağırsaklara
eza verir. Eski peynir karnı tutar. Kızartılmış olanı da öyledir. Yaralara iyi
gelir ve ishali önler.
Peynir soğuk ve
rutubetlidir. Kızartılarak alınırsa, mizaca daha uygun olur. Çünkü ateş onu
düzeltir ve dengeler, cevherini yumuşatır, tat ve kokusunu güzelieştirir. Eski
ve tuzlu olanı sıcak ve kurudur. Kızartılması durumunda iyileşir, acılığı
kırılır. Çünkü ateş, kendisine münasip olan sıcak ve kuru parçaları emer. Tuzlu
olanı ise zayıflatır, böbrek ve mesane taşlan oluşturur. Mideye iyi gelmez.
İnceltici özelliği olan şeylerle karıştırmak daha da kötüdür. Çünkü onun mideye
zararlı etkisini arttırır. [43]
Fazileti hakkında
hadisler geçti, faydaları anlatıldı. Tekrar dönmeyeceğiz. [44]
Sahihayn'Ğa. Ebu
Hureyre'den nakledilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bu siyah tohuma önem
veriniz. Çünkü o ölüm hariç her derde devadır." buyurmuştur.[45]
Hadiste geçen
"ei-Habbetu's-Sevdâ" çörek otudur. Siyah kimyon, Hind
kimyonu da denir. Hasan'ın: **O
hardaldır." dediği rivayet edilir. Herevî de: "O 'butum' ağacının
yeşil tohumlarıdır." şeklinde bir nakilde bulunmuştur. Her ikisi de
yanlıştır. Doğrusu çörek otudur.
Gerçekten çok
faydaları vardır. Hz. Peygamberdin: "Her derde devadır." sözü,
"Hayır o (rüzgâr), Rabbinin buyruğu ile herşeyi yokeder."[46] âyetine
benzer. Yoketmeyi, alt üst etmeyi kabul eden herşeyi demektir. Çörek otu her
türlü soğuk hastalıklara karşı iyi gelir. Arazî olan sıcak ve kuru hastalıklara
da etki eder, azıcık alındığı zaman hızlı etkisi sebebiyle soğuki'e rutubetli
hastalıklara ait ilaçların etkisini hızlandırır.
Kanun sahibi îbn Sina
ve diğerleri, kâfur hapı içerisine konulacak za'fe-ramn hızlı etkisinden ve
kâfurun gücünü çabuk ulaştırmasından söz etmişlerdir. Bunun daha bir çok
benzerleri vardır ki, sanatında mahir, olanlar bunu bilirler. Dolayısıyla
sıcak özellik gösteren hastalıklarda ilaç olarak yine sıcak bir nesnenin
kullanılması uzak bulunmamalıdır. Bu durum birçok ilaçta vardır. Meselâ göz
ağrısı {remed) için terkip yapılan enzeru[47] ve
beraberinde şeker vb. gibi sıcak olan maddele/den meydana gelen ilaç gibi.
Remed, tabiplerin ittifakı ile sıcak bir derttir. Yine son derece sıcak olan
kükürtün (kibrit) uyuza olan faydası da böyledir.
Çörek otu üçüncü
derecede sıcak ve kurudur. Şişkinliği giderir. Tenyayı düşürür. Barasa (alaca
hastalığı), her dört günde bir tutan hummalara, balgam hastalığına İyi gelir.
Tıkanıklıkları açar, yelleri çözümler, midenin ıslaklık ve rutubetini kurutur.
Öğütülüp balla yoğurulur ve sıcak su ile devamlı içilirse böbrek ve mesanedeki
taşlan eritir; sidiği, hayız kanını söktürür, memeye süt gelir. Sirke ile
ısıtılır ve karına sürülürse tenyayı öldürür. Yaş ya da pişirilmiş Ebu Cehil
karpuzunun suyu ile yoğurulduğunda, kurtların çıkarılmasındaki etkisi daha
güçlü olur. O temizleyici, kesici ve çözümleyici özellik arzeder. Soğuk olan
zûkkam hastalığına (soğuk algınlığı), öğütülüp bir bez parçası içine konulup
devamlı koklandığı zaman şifa verir ve onu giderir.
Yağı; deri kavlamasına
(sedef hastalığı), sivilce ve benlere iyi gelir. Bir miskal kadan su ile
içildiği zaman nefes darlığına ve hızlı soluma derdine fayda verir. Yedi tanesi
bir kadının sütü içerisinde ıslatılır ve onu sanlık hastası burnuna çekerse
çok fayda verir.
Sirke ile pişirilir ve
gargara edilirse soğuktan olan diş ağrılarına iyi gelir. Ezilerek burna
çekildiğinde, gözde ânz olan akma başlangıcında faydalıdır. Sirke ile birlikte
sargı yapılırsa, sivilce ve kabarcıkları, yaralı uyuzu söker atar. Müzmin
balgamlı şişlikleri, katı şişlikleri çözer. Yağı buruna çekildiğinde yüz
felcine iyi gelir. Yarım ilâ bir mıskal arasında içildiğinde böcek sokmalarına
fayda verir. İyice öğütülür ve yeşil tohum (butum ağacının tohumu, beneviş)
yağı ile karıştırılır ve kulağa üç damla damlatıİırsa, sonradan olan üşütme,
gaz ve tıkanıklıklara iyi gelir.
Önce kaynatılır, sonra
iyice öğütülür ve zeytinyağına bırakılır, sonra buruna üç ya da dört damla
damlatıİırsa, çok hapşırman soğuk algınlığına fayda verir.
Yakılıp susam ya da
kına yağı ile eritilmiş muma katılır ve bacaklar önce sirke ile yıkandıktan
sonra oradaki mevcut yaralara haricen sürülürse fayda verir ve yaralan
iyileştirir.
Sirke ile ezilir ve
ciltteki alaca hastalığına ve siyah beneklere, "h'azâze" denilen
bulaşıcı müzmin ve bazan da öldürücü cilt hastalığının bulunduğu yerlere
sürüldüğünde faydası görülür ve iyileştirir.
İyice öğütülür ve her
gün soğuk su ile iki dirhem kuru olarak alınırsa, kuduz bir köpeğin ısırdığı
kimseye henüz sudan korkma dönemi başlamadan önce, fevkalâde netice sağlar ve
onu helâktan kurtarır. Yağı buruna çekildiğinde, felce ve aşırı soğuktan
meydana gelen "kûzaz" (kurulma) hastalığına iyi gelir, onların
sebeplerini ortadan kaldırır. Onunla tütsü yapıldığında ha-şeratı kovar.
Enzerût (zamk) su ile
eritilir ve halkanın içine sürülür, sonra da üzerine çörek otu ekilirse,
basurlara karşı çok faydalı bir ilaç olur. Faydaları zikrettiğimizden kat kat
fazladır. Şerbet iki dirhem olacaktır. Bazıları fazla sürüldüğünde öldürücü
olabileceği kanaatindedirler. [48]
Daha önce,
kendilerinde bulunan bir kaşıntıdan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) ipeği Zübeyr
iie Abdurrahman b. Avf için mubah kıldığı, ipeğin yapısı ve özellikleri,
faydaları geçmişti. Bu itibarla tekrar dönmeye gerek yoktur. [49]
Ebu Hanife
ed-Dîneveri: "Bu ilaç olarak kullanılan tohumdur, Hz. Pey gamber'in
hadisinde de adı ile geçen ot budur. Üzerlik otu denilir. Halk arasında tabir ederler." der. Ebu Ubeyd de:
"hurf yani üzerlik otudur." der.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) söz konusu hadisi: "İki acı şeyde, sabir[50] ve
üzerlik otunda ne şifa vardır biliyor musunuz?" şeklindedir. Ebu Davud,
eî-Merâsîl'de rivayet etmiştir.
Kuvveti, ikinci
derecede hararet ve kuruluğundadır. Isı verir, karnı yumuşatır, kurtçukları
(solucan vb.) ve tenyayı düşürür. Dalak şişliklerini indirir, cima arzusunu
kamçılar, yaralı uyuz ve temreğiyi iyi eder.
Bal ile lapası
sarıldığı zaman dalak şişini indirir. Kına ile pişirildiği zaman göğüsteki
fazlalıkları çıkarır. İçilmesi, haşarat ısırık ve sokmalarına iyi gelir. Tütsü
yapıldığı yerden haşaratı uzaklaştırır. Saç dökülmesini önler. Arpa kavutu ve
sirke ile karıştırılıp lapası sargı yapıldığında, siyatik {ırku'n-nesâ)
hastalığına iyi gelir ve sonunda sıcak şişlikleri indirir.
Su ve tuzla
karıştırılarak sargı yapıldığında çıbanları oîgunlaştınr. Bütün azalardaki
gevşemeye karşı faydalıdır. Cima arzusunu arttırır. İştahı açar, astıma ve
nefes zorluğuna, dalak kalınlaşmasına iyi gelir, ciğeri temizler, hayız kanını
söktürür, siyatiğe, kazayı hacetten doğan makat ağrılarına —içildiği zaman ya
da dübüre damlatıldığında— iyi gelir. Göğüste ve akciğerde bulunan yapışkan
balgamı siler.
Ezildikten sonra beş
dirhem kadarı sıcak su ile içildiğinde tabiatı yumuşatır, yelleri çözümler.
Soğuktan olan kulunç ağrılarım dindirir. Ezilir ve içilirse, baras (alaca)
hastalığına iyi gelir.
Baraslı yerlere ve
beyaz lekelere sirke ile sürülürse, faydalı olur. Soğuktan ve balgamdan doğan
baş ağrılarına iyi gelir. Eğer kavrulur ve içilirse — özellikle de ezilmediği
zaman— tabiatı tutar. Suyu ile kafa yıkandığı zaman, kirlerden ve yapışkan
diğer rutubetlerden arındırır.
Galinos şöyle der:
"Kuvveti hardal tohumunun kuvveti gibidir. Bu yüzdendir ki, siyatik diye
bilinen kalça ağrıları, baş ağrıları ve ısıtılmaya ihtiyaç duyan her çeşit
hastalık bununla (üzerlik) ısıtılır. Hardal tohumu da aynı şekilde ısıtır.
Astım hastalarının kullandıkları ilaçlar içerisine de katılır, çünkü üzerlik
otu yoğun karışımları hardal tohumu gibi güçlü bir şekilde keser. Üzerlik her
açıdan hardal tohumuna benzer. [51]
Zikredildiğine göre
Hz. Peygamber (s.a.), hasta olan Sa'd b. Ebî Vak-kas'ı Mekke'de ziyarette
bulunmuştu: "Ona bir doktor çağırın." buyurdu. Haris b. Kelede[52]
çağırıldı. O geldi, baktı ve: "Önemli bir şeyi yok. Ona ferîka tabir
edilen acve hurması ile hulbeden oluşan bir terkib hazırlayın. İkisini pişirin
ve yudum yudum içirin." dedi. Öyle yapıtlar ve iyileşti.
Hulbenin kuvveti
ikinci derecede hararetle, birinci derecede kurulukladır. Su ile kaynatıldığı
zaman boğazı, göğüsü ve karnı yumuşatır. Öksürüğü, sertliği, astımı, nefes
darlığını teskin eder. Cima arzusunu arttırır. Yel, balgam ve basurlar için
iyidir. Bağırsaklara çökmüş besinleri hareket ettirir, göğüsten yapışkan
balgamı söker. Dahilî yaralara, akciğer hastalıklarına iyi gelir. Karın
boşluğunda bulunan bu tür dertler için tereyağı ve ham şekerle (fâ-niz) alınır.
Beş dirhem kızıl boya
(füvve) ile içildiğinde hayzı söktürür. Pişirilip onunla saç yıkandığı zaman,
saçı toplar ve konağı (kepek) giderir.
İncesi, natrûn[53] ve
sirke ile karıştırılıp sargı yapılırsa dalak şişliğini indirir. İçerisinde
hulbe pişirilen suya kadının oturması durumunda, şişlikten doğan rahim ağrılarına
karşı istifadesi olur. Az hararetli katı şişlikler üzerine lapası sargı
yapıldığında, fayda verir ve onları indirir. Suyu içildiğinde gazdan çıkan
bağırsak ağrılarına iyi gelir ve bağırsakları kayganlaştırır.
Pişirilmiş olarak, aç
karnına hurma, bal ya da incirle birlikte yenildiğinde, göğüste ve midede arız
olan yapışkan balgamı söker ve ondan kaynaklanan uzun öksürüklere karşı fayda
verir.
Kabızlığa iyi gelir,
karnı bırakır. Buruşuk, bozuk tırnak üzerine konulduğu zaman onu düzeltir.
Yağı, mum ile karıştırıldığı zaman, soğuktan meydana gelen yarıklara fayda
verir. Faydalan zikrettiklerimizden kat kat fazladır.
Kasım b.
Abdurrahman'ın, Hz. Peygamberdin (s.a.): "Hulbe ile şifa ara-yımz."[54]
buyurduğunu söylediği zikredilir. Bazı tabipler de: ''İnsanlar eğer 3nun
faydalarım bilselerdi, ağırlığında altın vererek satın alırlardı." demişlerdir. [55]
Sahihayn 'da sabit
olan bir hadiste Hz. Peygamber (sia.) şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde
yer bir çörek olacak. Onu Cebbar, kendi yed-i kudreti ile sizden birinizin
seferde çöreğini elden ele çevirdiği gibi, cennetliklere ikram olmak üzere
çevirecektir."[56]
Ebu Davud, Sünen 'inde
İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet eder: "Hz. Pey-gamber'in (s.a.) en çok
sevdiği yemek, ekmekten yapılan tirid ile hays (yani hurma ve yağın
karıştırılmasından yapılan) tirid idi."[57]
Yine Ebu Davud,
Sünenindi İbn Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.):
"Keşke şimdi yanımda esmer buğdaydan, tereyağı ve süte banılmış beyaz bir
ekmek olsa!" buyurdu. Orada hazır bulunanlardan birisi kalktı ve onu
hazırladı ve getirdi. Hz. Peygamber: "Bu yağ ne içerisindeydi?" diye
sordu. Adam: "Keler derisinden yapılmış bir kapta." dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onu kaldır!" buyurdu[58]
Beyhakî, Hz. Âişe'den
merfû olarak rivayet ediyor: Buna göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ekmeğe
ikram ediniz. Ona ikramdan birisi de o varken katık beklememektedir.''[59]
Hadisin mevkuf olması daha uygundur. Merfûluğu sabit değildir.
Ekmeğin bıçakla
kesilmesinin yasaklandığı hadisin aslı esası yoktur. Rivayet edilen sadece
etin bıçakla kesilmesini yasaklama hakkındıdır, onun da aslı esası yokdur.
Mühennâ şöyle der:
İmam Ahmed'e, Hz. Âişe'den nakledilen "Eti bıçakla kesmeyiniz. Çünkü o Acemlerin
işlerindendir."[60]
hadisini sordum.
"Sahih değildir.
Böyle bir hadis bilinmemektedir. Amr b. Ümeyye hadisi bunun aksini ifade
etmektedir." dedi. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.): "Koyun etini
keserdi."[61] Yine Amr b. Ümeyye
hadisinde: "Muğîre, Hz. Pey-gamber'i misafir ettiğinde, Hz. Peygamber
(koyunun) böğrünü emretmiş ve pişirilmiş, sonra da eline bıçağı almış ve
kesmeye başlamış."[62]
denilmektedir.
Ekmek nevilerinin en
iyi ve kalitelisi, mayalanmış ve iyi yoğurulmuş olanıdır. En iyi sınıfı tandır
ekmeğidir. Sonra fırın ekmeği, sonra da üçüncü mertebede küle gömülerek
pişirileni gelir. En kalitelisi yeni undan yapılanıdır.
En fazla gıdalısı,
buğday özünden yapılan ekmektir. Kepeği az olduğu için en yavaş hazmedilen de
bu türdür. Sonra kepeği alınmış buğday ekmeği, daha sonra da, iri undan
yapılmış ekmek gelir.
Yenilmesi için en
uygun vakit, pişirildiği günün akşamıdır. Ekmeğin yumuşağı, daha çok
yumuşatıcı, gıda vericidir; mideden daha çabuk intikal eder. Kuru ekmek ise
bunun aksinedir.
Buğday ekmeği, ikinci
derecenin ortasında sıcaktır, rutubet ve kuruluk konusunda itidale yakındır.
Ateşin kuruttuğu ekmeklerde kuruluk, zıddında da rutubet daha galiptir.
Buğday ekmeğinin bir
özelliği de çabuk şişmanlatmasıdır. Kadayıf ekmeği yoğun bir karışım
oluşturur. Kırıntı ekmek şişiricidir ve hazmı yavaştır. Sütle yapılanrçok
gıdalıdır, doyurucudur, mideden yavaş iner.
Arpa ekmeği birinci
derecede soğuk ve kurudur. Buğday ekmeğinden daha az besleyicidir. [63]
Müslim, Sahih'inde
Câbir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.) ailesinden
katık ister. Onlar da: "Sirkeden başka yanımızda bir şey yok."
derler. Hz. Peygamber (s.a.) onu ister, yemeğe başlar ve: "Sirke ne güzel
katıktır, sirke ne güzel katıktır!" buyurur.[64]
İbn Mâce'nin
Sünen'inde Ümmü Sa'd'dan (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.): "Sirke ne güzel
katıktır! Allah'ım, sirkeyi mübarek kıl! O benden önceki peygamberlerin katığı
idi. İçinde sirke olan ev fakirlik görmez."[65]
buyurduğu rivayet edilir.
Sirke hararet ve
soğukluktan mürekkeptir. Soğukluk özelliği daha galiptir. Üçüncü derecede kuru
ve güçlü kurutucudur. Maddelerin akışmasını önler, tabiatı iyileştirir.
Şaraptan dönüştürülen sirke yanan mideye iyi geiir, safrayı bastırır, öldürücü
ilaçların zararlarını bertaraf eder. İçeride çöken süt ve kam çözer, dalağa
fayda verir, mideyi tabaklar, karnı tutar, susuzluğu keser. Meydana gelmek
üzere olan şişliklere engel olur, hazmı kolaylaştırır, balgama karşı durur,
kaba yiyecekleri yumuşatır, kanı inceltir.
Tuzla içildiği zaman,
öldürücü mantar yenilmesine karşı fayda sağlar. Yudumlandığında, damak köküne
yapışan pıhtıyı keser, sıcak halde gargara yapıldığında diş ağrılarına iyi
gelir ve diş etlerini güçlendirir.
Sürüldüğünde tırnak
iltihabına, karıncalanmaya (ısırgı) ve sıcak özellikli şişliklere, ateş
yanığına faydalı olur. İştahı açar, mideyi iyileştirir. Gençlere ve yazın
sıcak ülke sakinlerine elverişlidir. [66]
Kürdan hakkında aslı
olmayan iki hadis vardır: Birincisi; Ebu Eyyub el-Ensarî'den merfû olarak
rivayet edilir: Buna göre Hz. Peygamber: "Yemekten sonra dişlerini
kürdanla temizleyenler ne hoşturlar! Melek üzerine ağızda kalan yemek
artıklarından daha ağır bir şey yoktur." buyurmuştur.[67] Hadisin
senedinde Vâsıl b. es-Sâib vardır. Buharı ve Râzî: "Onun hadisleri
mün-kerdir." demişlerdir. Nesâî ve Ezdî de: "Ometruku'l-hadistir."
demişlerdir.
İkincisi ise; İbn
Abbas'tan rivayet edilir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.) kamış kabuğu ve mersin
ağacı ile dişlerin temizlenmesini yasaklamış ve: "O ikisi cüzzam
damarlarını sular." buyurmuş. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel bu hadisin
râvilerinden olan Muhammed b. Abdilmelik el-Ensarî'yi babasına sormuş, o (İbn
Hanbel) da: "Muhammed b. Abdilmelik'i gördüm. Âmâ birisiydi. Hadis uydurur
ve Hz. Peygamber'e nisbet ederdi." demiştir.
Kürdan, diş etlerine
ve dişlere faydalıdır, onların sıhhatini korur, ağız kokusunun değişmesine
karşı faydalıdır. En kalitelisi kürdan ağacından, zeytin
ve söğüt ağaçlarından olanlarıdır. Kamış,
mersin ağacı, reyhan ve bâdrûc (tere-i horasanı) ile dişlerin temizlenmesi
zararlıdır. [68]
Tirmizî, eş-Şemâil'de
Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.) başını
çok yağlardı. Sakalını sık sık tarardı. Başını çok örterdi. Elbisesi sanki
yağcı elbisesi gibiydi."[69]
Yağ, vücudun
gözeneklerini tıkar ve içeri gireceK şeyleri önler. Sıcak su ile yıkandıktan
sonra kullanıldığında, bedeni güzelleştirir ve rutubetlendirir. Saça
sürüldüğünde güzelleştirir ve saçı uzatır. Kızamığa iyi gelir ve çoğu âfetleri
önler.
Tirmizî'de Ebu Hureyre
Hz. Peygamber'e (s.a.) ref ederek şöyle demiştir: "Zeytinyağı yiyiniz ve
onunla yağlanınız."[70]
înşaallah bu, ileride gelecektir.
Hicaz ve benzeri sıcak
ülkelerde yağ, koruyucu hekimlik ve bedenin düzeltilmesinde baş vurulacak en
önemli yollardan birisidir. Yağlanmak onlar için zarurî gibi bir şeydir. Soğuk
ülkelere gelince, orada yaşayanlar böyle bir ihtiyacı duymazlar. Başta ısrarla
kullanmak göze zararlıdır.
Basit yağlardan en
faydalısı sıra ile zeytinyağı, tereyağı ve susam yağıdır.
Mürekkep yağlara
gelince, bunlardan bir kısmı soğuk ve rutubetlidir. Menekşe yağı gibi. Bu yağ,
sıcak özellikli baş ağrılarına iyi gelir. Uyuyamayan-Ian uyutur, beyni (dimağı)
rutubetlendirir. [71]Yarıklara,
kuruluğun galebe çalmasına iyi gelir, uyuzlu yerlere, kuru kaşıntılı cilt
tahrişlerine sürülürse fayda görülür. Mafsalların hareketini kolaylaştırır.
Yazın, sıcak özellik arzeden mizaç sahiplerine uygun gelir. Hakkında iki
uydurma, asılsız hadis vardır. Birisi: "Menekşe yağının diğer yağlara olan
üstünlüğü, benim diğer insanlara üstünlüğüm gibidir." şeklindedir. Diğeri
ise "Menekşe yağının diğer yağlara olan üstünlüğü, İslâm'ın diğer dinlere
olan üstünlüğü gibidir."
Mürekkep yağlardan bir
kısmı da sıcak ve rutubetlidir. Ban otu (sorgun) yağı gibi. Bu yağ, çiçeğinden değil de fıstık gibi
kirli beyaz, çok yağlı tohumdan alınır. Sinirlerin sertliğine fayda verir ve
onları yumuşatır. Bereş, nemeş, kelef (çiğit), behak adı verilen ciltteki
çillik, leke ve beneklere iyi gelir. Yoğun balgamı söktürür. Kuru mizaçlı
damarları yumuşatır, sinirleri ısıtır. Bununla ilgili olmak üzere uydurma,
asılsız bir hadis rivayet edilmiştir. Güya Peygamberimiz (s.a.): "Ban otu
yağı ile yağlanınız. Çünkü o kadınlarınızın yanında size daha bir haz
verir." buyurmuş.
Bu yağın faydalarından
olmak üzere şunları söyleyebiliriz: Dişleri cilalar, onlara bir güzellik
kazandırır, diş sararmalarım giderir, yüze ve diğer harici organlara
sürülürse, cild çatlayıp yarılmaz. Don ve edeb yerine vb. sürüldüğünde, böbrek
üşütmelerine ve sidik damlamasına karşı fayda görülür. [72]
Sahihayn 'da sabit
olduğuna göre Hz. Aişe validemiz şöyle demişt Peygamber'i (s.a.) Veda haccında
hem ihrama girerken, hem de çıkarkdh kendim tutya ile kokuladım."[73]
Tutyâ'nın (zerîre)
mahiyeti ve faydalan hakkında daha önce söz için burada tekrara gerek
duymuyoruz. [74]
Sıhhatinde ittifak
edilen Ebu Hureyre hadisi daha önce geçmişti. Buna göre Peygamberimiz (s.a.),
yemeğe düşen,sineğin batınlıp sonra çıkarılmasını; çünkü kanatlarının
birisinde zehir, diğerinde ise panzehir bulunduğunu belirtmişti. Sinekle ilgili
durumdan orada söz edilmişti. [75]
Ebu Davud ve
Tİrmizî'nin rivayetine göre,Külâboğullarıyla yapılan savaş sırasında Arfece b.
Esad'ın burnu kesilmiş ve gümüşten bir burun edinmiş, o da koku yapmıştı. Hz.
Peygamber (s.a.) ona ruhsat vererek, altından bir burun yaptırmasını
emretmiştir.[76] Arfece hakkında bundan
başka hadis yoktur.
Altın; dünyanın
zineti, varlığın tılsımıdır, nefislere ferahlık verir, insanları güçlendirir,
Allah'ın yeryüzündeki sırrıdır.
Altında latif bir
hararet vardır ki bu diğer latif ve ferahlatıcı macunlara da girer. Şüphesiz,
madenler içerisinde en üstün ve şereflisidir.
Özelliklerinden
bazıları: Yere gömüldüğü zaman, hiçbir şey olmaz ve eksilmez. Tozu ilaçlara karıştırıldığı
zaman, kalp yetmezliğine, kara safradan kaynaklanan çarpıntıya iyi gelir.
Vesveseye, üzüntüye, kedere, korkuya, aşka karşı fayda verir, bedeni
semizletir ve güçlendirir. Kurtları düşürür, rengi güzelleştirir. Cüzzam ve
kara safradan kaynaklanan bütün ağrı ve hastalıklara faydalıdır. Bir
özelliğinden dolayı saç-sakal dökülmesi ve sedef hastalığı (deri kavlaması)
ilaçlarına katılır ve içilerek ya da sürülerek kullanılır. Gözü cilalar ve
kuvvetlendirir. Göz hastalıklarının çoğuna iyi gelir ve bütün organları
güçlendirir.
Ağızda tutulduğunda,
ağız kokusunu giderir. Dağlanma ihtiyacı duyulduğunda altınla dağlanılırsa,
yeri kabarmaz ve çabuk iyileşir. Altın mil edinilir ve sürme onunla çekilirse,
gözü güçlendirir ve cilalar. Taşı da kendisinden altın bir yüzük edinilir,
kızdırılır ve onunla güvercinin kanadının ön tarafından bir yer (dört uzun
tüyünden biri) dağlanırsa, artık özel yuvasına alışır ve başka bir yere
gitmez.
Psikolojik olarak
insana güç verme açısından çok acaip bir özelliği vardır. O yüzden de harpte
ve silahta kullanılması mubah kılınmıştır. Tİrmizî'-nin rivayetinde Mezide
el-Asarî (r.a.) şöyle demiştir: "Fetih günü Rasûlullah (s.a.) 'Mekke'ye)
girdi. Kılıcının üzerinde.altın ve gümüş vardı."[77]
Altın, nefislerin
ma'şûkudur, nefis onu ne zaman elde edecek olsa, diğer değerli şeylere karşı
duyulan özlemleri teskin eder. Yüce Allah: "Kadınlara, oğullara, kantar
kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekinlere karşı aşırı sevgi
beslemek, insanlara güzel gösterilmiştir."[78]
buyurmuştur.
Sahihayn'da Hz.
Peygamber (s.a.): "Âdemoğlunun bir vadi dolusu altını olsa, ikincisini
ister. İki vadi dolusu olsa, üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun gözünü ancak toprak
doyurur ve Allah dilediğini affeder." buyurmuştur.[79]
İşte böyle. Çünkü altın,
kul ile, kıyamet gününde elde edeceği en büyük kazancı arasına giren bir engel,
Allah'a isyana sebep olan en büyük şeydir. Onun yüzünden nice akrabalık bağlan
kesilmiş, nice kanlar akıtılmış, haramlar mubah kılınmış, haklar çiğnenmiş,
kullara zulümler reva görülmüştür. O dünya ve onun peşin lezzetlerine karşı
kışkırtmakta ve ahirete ve Allah'ın orada sevgili kulları için hazırladığı
mükafatlara karşı soğutmaktadır. Onun yüzünden — Allah bilir— nice hak
öldürülmüş, bâtıl ise diriltilmiştir; nice zâlime destek verilmiş, nice mazlum
ise kahredilmiştir. Bu konuda Harîrî'nin[80] şu
sözleri ne kadar da güzeldir:
"Kahrolsun o,
sahibine bile oyun eden vefasız, iki yüzlü sarı münafık! Kendisine bakana iki
şekilde gözükür: Bazan bir dilber gibi süslü ve cazip, bazan da bir âşık gibi
solgun ve süzgün! İrfan sahipleri nazarında, ona fazla bağlılık Allah'ın
gazabına yol açar. Eğer o olmasaydı, hırsızın eli kesilmez ve hiçbir zalimden
şikâyet edilmezdi. Eğer o olmasaydı, hiçbir cimri gece misafirliğinden Ötürü
yüzünü buruşturmaz ve hiçbir borçlu borcunu ödeyemediği için sızlanmazdı. Eğer
o olmasaydı hased insanların, yüreğe bir ok gibi işleyen bakışlarından ve
şerlerinden Allah'a sığınılmazdı. Bunaldığın zaman
sana yardım etmesi şöyle dursun, kaçar,
senden kaçak bir köle gibi uzakla-şır."[81]
Yüce Allah (c.c.) Hz.
Meryem'e hitaben: "Hurma ağacını kendine doğru silkele, üstüne taze olgun
hurma (rutab) dökülsün. Ye iç; gözün aydın olsun...[82]
buyurmuştur.
Sahihayn'da. Abdullah
b. Cafer'in: "Rasûlullah'ı (s.a.) acurla birlikte yaş olgun hurma yerken
gördüm." dediği rivayeti yer almaktadır[83]
Ebu Davud'un Sünen
'inde ise Enes'den şöyle rivayet edilmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) namazdan
önce birkaç yaş olgun hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma olmazsa kuru
hurmalarla orucunu açardı. Eğer kuru hurma da yoksa, birkaç yudum su içerdi.[84]
Yaş olgun hurma
suların özelliğini gösterir; sıcak ve rutubetlidir. Soğuk mizaçlı mideyi
güçlendirir ve ona iyi gelir. Cima arzusunu artırır, bedeni geliştirir. Soğuk
mizaç sahiplerine uygun düşer ve çok gıda verir.
Gerek Medine ahalisi
ve gerekse hurma yetişen diğer bölgelerde yaşayanlar için en fazla uygunluk
gösteren bir meyvedir ve beden İçin en faydahsıdır. Alışkın olmayan kimselerde
ise vücutta kokuşmaya yol açar, iyi olmayan bir kan oluşturur: biraz fazla
yemişse baş ağrısı ve kara safraya sebep olur, dişlerine eza verir.
Yatıştınlması seknecîn[85] ve
benzeri bir meşrubatladır.
Hz. Peygamber'in (s.a.)
yaş olgun hurma ile, yoksa kuru hurma ile, o da yoksa su ile iftar etmesinde
çok ince sıhhî bir tedbir bulunmaktadır. Şöyle ki: Oruç mideyi gıdadan
arındırır. Ciğer, cezbedip duyu ve organlara göndereceği şeyleri orada
bulamaz. Tatlı, karaciğere en çabuk ulaşan yiyecektir ve onun en çok aradığı
şeydir. Özellikle de yaş olursa kabul oranı daha da artar. Böylece hem
karaciğer, hem de diğer organlar faydalanırlar. Eğer yaş hurma yoksa kuru
hurma, tatlı oluşu ve besleyici gücü ile ikinci sırada yer alır. O da yoksa
alınacak birkaç yudum su midenin yanmasını ve orucun hararetini söndürür.
Böylece mide yemek için uyanır ve iştahla onu alır. [86]
Yüce Allah (c.c.)
Kur'an-ı Kerim'de reyhandan söz etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Eğer ölen o
kişi gözdelerden ise, rahatlık, reyhan ve nimet cenneti onundur."[87]
"Orada meyveler, salkımh hurma ağaçları, kabuklu taneler, güzel kokulu
otlar (reyhan) vardır."[88]
Sahih-iMüslim'de ise
Hz. Peygamber (s.a.): "Kendisine reyhan ikramında bulunulan kimse onu
çevirmesin; çünkü o, hem taşıması hafiftir hemjde güzel kokuludur."[89]
buyurmuşlardır.
Ibn Mâce'nin
Sünen'inde Usâme hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Cennet için kollarım sıvayan yok mu? Çünkü cennetin bir benzeri yoktur. O
—Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki— parıldayan bir nur, titreşen bir reyhan,
görkemli bir saray, devamlı akan bir. nehir, olgun meyve, güzel alımlı zevce,
pek çok güzellik demektir. Sonsuza dek, her türlü nimet içinde, neşe dolu, çok değerli
kusursuz konaklar içerisinde bir hayattır o." Bunun üzerine ashab:
— Evet ya Rasûlallah!
Onun için kollarını sıvayanlar bizlerizı tiediier. Hz. Peygamber (a.s.):
— İnşaallahu teala! deyiniz, buyurdu. Onlar da:
— İnşaallah! dediler.[90]
Her çeşit güzel kokan
bitkiye "reyhan" denilir. Her ülke bu kelimeyi güzel kokan
bitkilerden biri hakkında özel olarak kullanır. Batıda yaşayanlar bunu mersin
ağacı (m. communis) için kullanırlar. Arabm, reyhan deyince aklına gelen de
budur. Irak ve Suriye ahalisi ise yarpuza (m. pulegium) reyhan derler.
Mersin ağacının
özelliği birinci derecede soğukluk ikinci derecede kuruluktur. Buna rağmen o
zıt kuvvetlerden mürekkeptir; İçerisinde en çok olanı soğuk arazî cevherdir.
Onda sıcak latif bir şey de vardır ve çok güçlü bir kurutucudur. Terkibini
meydana getiren eczası kuvvetçe birbirlerine yakındırlar. O aynı anda, hem
içerden hem dışardan tutucu ve hapsedici bir güce sahıptır.
Safralı ishalleri keser,
koklandığı zaman yaş ve rutubetli buharı def eder, kalbi fevkalade ferahlatır.
Koklanmasi vebaya engeldir. Eve.serilmesi de Öyledir.
Üzerine konduğunda
sidik yollarındaki şişmeleri iyileştirir. Taze iken yaprakları inceltilir ve
sirke ile döğülür başa konulursa, burun kanamasını keser. Kuru yapraklan
ufalanır ve rutubetli yaralara ekildiğinde fayda verir. Lapası sargı yapıldığı
zaman zayıf organları güçlendirir. Tırnak iltihabına (dolama) iyi geiir.
Sivilce, kabarcık ile el ve ayaklardaki yaralara ekildiği zaman faydalı olur.
Beden onunla
oğulduğunda teri keser, fazla rutubetleri emer, koltuk altı kokusunu giderir.
Su ile kaynatılır ve içerisine oturulursa makat ve rahim çıkmalarına,
mafsallardaki gevşemelere iyi gelir. Kaynamayan kemik kırıkları üzerine
döküldüğünde fayda verir.
Kafadaki kepekleri,
rutubetli yaralan, kabarcıkları arındırır, temizler, dökülen saçları tutar ve
siy anlaştırır. Yaprağı inceltilip üzerine az bir su dökülür ve birazcık
zeytinyağı veya gülyağı karıştırılır ve sargı yapılırsa; rutubetli yaralara,
karıncalanmaya (ısırgı), kızıla, akut şişliklere, kurdeşene, basurlara
elverişli gelir.
Tohumu, göğüs ve
akciğerde meydana gelen kanamalara fayda verir. Mideyi tabaklar. Temizleyici
olduğu için göğüse ve akciğerlere zararlı değildir. Öksürükle beraber olan
karın gitmelerine fayda verici bir özelliği vardır. Bu durum ilaçlarda
nadirdir. Sidiği söktürür, mesane yanmalarına, haşerat ısırmalarına, akrep
sokmalarına iyi gelir. Kökü ile diş kurcalamak zararlıdır, sa-kmılmalıdır.
İranlıların reyhan
tabir ettikleri yarpuza gelince o, iki görüşten birisine göre sıcak özellikler
taşır. Üzerine su serpilir, serinletir ve arızî olarak rutu-betlendirildiğinde
ateşli baş ağrısına iyi gelir. Diğer görüşe göre ise soğuk özel-likiidir.
Rutubetli mi, kuru mu olduğu konusunda iki görüş vardır. Doğrusu onda dört
özellik de bulunmaktadır. Yarpuz uykuyu getirir. Tohumu safralı ishali
durdurur, bağırsak ağrılarını teskin eder, kalbi güçlendirir, kara safralı
hastalıklara iyi gelir. [91]
Yüce Allah (c.c.)
nardan, "İkisinde (cennet) de her türlü mey| malıklar ve nar ağaçları
vardır."[92] âyetinde söz etmiştir.
İbn Abbas'tan hem
merfû, hem de mevkuf olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu
narlarınızdan hiçbir nar yoktur ki, cennet narından bir tane ile aşılanmış
ohnasın."[93] Bu sözün mevkuf (kendi
sözü) olması daha uygundur. Harb ve diğerleri, Hz. Ali'den: "Narı
içindeki zarı ile birlikte yeyiniz. Çünkü o mideyi tabaklar." dediğini
zikrederler.
Narın tatlısı sıcak ve
rutubetli özellik arzeder, mide için iyidir, içerisindeki şeffaf tutuculuk
özelliği ile onu güçlendirir. Boğaza, göğüse, akciğerlere fayda verir, öksürüğe
iyi gelir. Suyu karni yumuşatır. Bedene kolay bir gıda verir. İnce ve şeffaf
olduğu için çabuk çözülür ve midede hafif bir hararet ve gaz meydana getirir.
Bu yüzden şehvete yardımcı olur ve hummalılara iyi gelmez. Tuhaf bir özelliği
de ekmekle yenildiğinde onu bozulmaktan engellemesidir.
Ekşisi soğuk ve kuru,
tutucu ve latif bir özellik arzeder. Yanan midelere iyi gelir. Diğer narlardan
daha iyi şekilde sidiği söktürür, safrayı teskin eder, ishali keser, kusmayı
engeller, dışkıyı yumuşatır.
Karaciğer hararetini
söndürür, azaları güçlendirir, safradan kaynaklanan hafakanlara, kalbe ve mide
ağızına arız olan ağrılara iyi gelir, mideyi güçlendirir, oradaki artıkları
defeder, safrayı ve kanı söndürür.
Suyu, içindeki zarı
ile çıkarılıp birazcık bal ile merhem gibi oluncaya kadar pişirildiğinde,
onunla göze sürme çekilirse gözdeki sarılığı keser ve oradaki kaba rutubetleri
arındırır; diş etlerine sürüldüğü zaman ona arız olan yıpranmalara karşı iyi
gelir. Tatlı narla ekşi narın zarları iie birlikte sular: çıkarılıp alındığında
karnı bırakır ve kokuşmuş, acı rutubetleri indirir, uzun ve gün aşın gelen
hummalara karşı fayda verir.
Ekşi nara gelince, hem
özellik hem de etkisi bakımından diğer iki nevin ortasında yer alır; fakat
hafif ekşi nar özelliğine doğru meyli vardır. Nar çekirdeği bal ile birlikte
tırnak iltihabına (dolama) ve pis (inatçı) yaralara sürülür. Nar çiçeği
cerahatli yaralar için kullanılır. Her sene üç nar çiçeği yutar kimse, o sene
için göz ağrısından emin olur. [94]
Kur'an'da şöyle geçer:
"...Bu ne yalnız doğuda ne de yalnız bacıda bulunan bereketli zeytin
ağacından yakılır."[95]
Tirmizî ve İbn Mâce'de
Ebu Hureyre hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Zeytinyağı
yiyiniz ve onunla yağlanınız. Çünkü o bereketli (mübarek) bir ağaçtandır.
"[96]
Beyhakî ve yine İbn
Mâce'de İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Zeytinyağını katık edininiz ve
onunla yağlanınız. Çünkü o mübarek (bereketli) bir ağaçtandır. "[97]
buyurduğu nakledilir.
Zeytinyağı birinci
derecede sıcak ve rutubetli özellik arzeder. "O kurudur." diyenler
hata etmişlerdir. Zeytinyağı elde edildiği zeytine göre değişik özellik
arzeder. Olgun zeytinden elde edileni, en iyisi ve kalitelisidir. Henüz ham
olan zeytinlerden elde edilen zeytinyağında, soğukluk ve kuruluk özelliği
vardır. Kırmızı zeytinden elde edileni ise, ikisi arası bir özellik arzeder. Siyah
zeytinden olanı itidalli olarak ısıtır ve rutubet verir,zehirlere karşı fayda
verir, karnı bırakır, solucanı düşürür. Eskisi yenisinden hem ısıtma hem de
çözücü özellik arzetme bakımından daha şiddetlidir. Su ile çıkarılan zeytinyağı
daha az hararetli, daha hoş ve daha faydalıdır. Bütün nevileri cildi yumuşatır
ve saçın ağarmasını yavaşlatır.
Tuzlu zeytin suyu,
ateş yanıklarının kabarmasını önler, diş etlerini güçlendirir. Zeytin yaprağı
kızıla, ısırgıya (karıncalanma), kirli yaralara, kızamığa iyi gelir ve teri
önler. Zeytinin faydaları bu zikrettiklerimizden kat kat fazladır. [98]
Ebu Davud, Büsr
es-Sülemî'nin iki oğlunun şöyle dediklerini rivayet eder: "Hz. Peygamber
(s.a.) bize teşrif buyurdular. Kendilerine kaymak ve hurma ikram ettik.
Kendileri kaymak ve hurmayı severdi."[99]
Kaymak sıcak ve
rutubetli özellik arzeder. Pek çok faydalan vardır. Olgunlaştırma, çözümleme
bunlardandır. Kulakların yanlarında, sidik kanallarında meydana gelen
şişliklere, ağız şişliklerine, kadın ve çocuklarda görülen diğer şişliklerde
yalnız başına kullanılır ve onları iyileştirir. Yalamak suretiyle alındığında
akciğerde meydana gelen kanamalara fayda verir ve orada arız olan şişlikleri
olgunlaştınr.
;
Kaymak; tabiatı,
sinirleri ve kara safra ve balgamdan arız olan katı şişlikleri yumuşatıcı
özellik arzeder, bedende meydana gelen kuruluğa iyi gelir, çocukların
çenelerine sürüldüğünde dişlerinin bitmesine ve çıkmasına yardımcı olur.
Soğukluk ve kuruluktan meydana gelen öksürüklere faydalıdır. Bedende olan
temreği ve sertlikleri giderir, tabiatı yumuşatır; ancak yemek iştahını
zayıflatır. Ağırlığı bal ya da hurma gibi tatlı bir şeyle giderilebilir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) onu hurma ile birlikte yemesi hikmetten hali değildir ve
heı birini diğeri ile ıslah etme gibi ince bir tıbbî tedbir mahiyeti
arzetmektedir. [100]
Bununla ilgili iki
hadis rivayet edilir. îkisi de sahih değildir. Birincisi "Kuru üzüm ne
güzel yiyecektir; ağız kokusunu güzelleştirir ve balgamı eri tir.*' İkincisi
de: "Kuru üzüm ne güzel yiyecektir; yorgunluğu giderir, sinir leri
güçlendirir, öfkeyi söndürür, rengi yerine getirir, ağız kokusunu güzel
leştirir." şeklindedir. Her ikisi de Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit
değildir
Kuru üzümün en
kalitelisi iri ve tombul, kabuğu ince olanı, çekirdeğ küçük ve çıkarılmış
olanıdır.
Kuru üzümün cirmi
birinci derecede sıcak ve rutubetlidir, çekirdeği so ğuk ve kurudur. Elde
edildiği yaş üzümün özelliğini gösterir. Tatlı olanı sı cak, ekşi olanı tutucu
ve soğuktur. Beyaz olanı diğerlerinden daha tutucu dur. Etli kısmı yenildiğinde
akciğer borusuna iyi gelir ve öksürüğe, böbret ve mesane ağrılarına karşı
faydalıdır, mideyi kuvvetlendirir ve karnı yumu şatır.
Tatlı etli kısmı, yaş
üzümden daha çok gıdalıdır. Kuru incir ayarında de ğildir. Olgunlaştırıcı,
hazmettirici, (artık besinleri midede) tutucu, itidalle çö zümleyici
özellikleri vardır. Genel olarak mide, karaciğer ve dalağı güçlendi rir; boğaz,
göğüs, akciğer, böbrek ve mesane ağrılarına iyi gelir. En uygum çekirdeksiz
yemektir.
Elverişli bir gıda
verir, kuru hurmanın yaptığı gibi tıkanıklık yapmaz Çekirdeği ile birlikte
yendiğinde mide, karaciğer ve dalak için daha yararl olur. Etli kısmı oynayan
tırnakların üzerine yapıştırıldığı zaman, sökülmesi nİ hızlandırır.
Tatlı ve çekirdeksiz
olanı rutubet ve balgamlı kimselere yararlıdır; karaciğeri geliştirir ve
içerdiği özellikleriyle ona fayda verir.
Hafızaya faydası
vardır. Zührî şöyle der: "Kim hadîs ezberlemek istiyorsa, kuru üzüm
yesin." Mansur, dedesi Abdullah b. Abbas'ın: "Kuru üzümün çekirdeği
dert, etli kısmı devadır." dediğini zikrederdi. [101]
Kur'an'da: "Orada
zencefil karışık bir tasla içirilirler."[102]âyetinde
zikri geçer.
Ebu Nuaym,
Tibbu'n-Nebevîadh kitabında şu hadisi nakleder: Ebu Sa-îd el-Hudrî (r.a.) şöyle
anlatır: "Rum (Bizans) meliki Hz. Peygamber'e (s.a.) bir çömlek zencefil
hediye etmişti. Herkese ondan bir parça yedirdi. Bana da bir parça
yedirdi."
Zencefil ikinci
derecede sıcak, birinci derecede rutubetli özellik arzeder. Isı verir ve
yemeğin hazmına yardımcı olur, karnı itidalli biçimde yumuşatır. Soğuk ve rutubetten
arız olan karaciğer tıkanıklıklarına karşı iyi gelir, yenilmek ya da göze
sürme çekmek suretiyle görmede meydana gelen kararmaya karşı faydalıdır, cimaya
karşı yardımcı olur, bağırsaklarda ve midede ânz olan yoğun yelleri çözümler.
Genel olarak zencefil,
soğuk mizaç arzeden karaciğer ve mideye uygun gelir. Sıcak su ile iki dirhem
kadarı şekerle birlikte alındığında, yapışkan ve köpüklü artıktan ishal yolu
ile dışarı atar. Balgamı çözümleyen ve eriten macunların içerisine katılır.
Mayhoşumsu olanı sıcak
ve kuru özelliktedir. Cimaya heyecan verir, meniyi arttırır, mide ve
karaciğeri ısıtır, alman şeyin afiyetle boğazdan inmesine yardımcı olur, bedene
galib olan balgamı emer, hafızayı güçlendirir, karaciğer ve mide üşütmelerine
uygunluk arzeder, meyve yemekten doğan mide ıslaklığım giderir, ağız kokusunu
güzelleştirir, soğuk ve kaba yiyeceklerin zararı onunla giderilir. [103]
Daha önce geçti.
Sennût, (cuminum cyminum = kimyon) da geçmişti. Se-
nâ'nın ne olduğu hakkında
yedi görüş vardır: 1— O baldır. 2— Deriden olan tereyağı kabının yağ üzerinde
siyah çizgiler yapan usaresidir. 3— Kimyona benzeyen, fakat kimyon olmayan bir
tohumdur. 4— Kirman kimyonudur. 5— Şibit (Durak otu)tir.[104] 6—
Kuru hurmadır. 7— Raziyanedir[105]
İbn Mâce Süne/7'inde
Talha b. Ubeydullah'tan (r.a.) nakleder: O şöyle der: Hz. Peygamber'in (s.a.)
huzuruna girdim. Elinde bir ayva vardı. Bana: "Ey Talha! Al bunu! Çünkü o
kaîbi dinlendirir." buyurdu.[106]
Hadisi Nesâî başka bir
senedle şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber'in yanına geldim. Ashabından bir
cemaat içerisinde bulunuyordu ve elinde çevirdiği bir ayva vardı. Huzuruna
oturunca onu bana yuvarladı ve sonra: "Ey Ebu Zer! Al bunu. Çünkü o kalbi
güçlendirir, nefsi ferahlatır, göğüsteki tasayı giderir." buyurdu.[107]
Ayva hakkında daha
başka hadisler de rivayet edilmiştir. İçlerinde en iyisi budur. Diğerleri sahih
değildir.
Ayva soğuk ve kuru
özellik arzeder. Bu da tadının değişikliği ile farklılık arzeder. Hepsi de
soğuk ve tutucudur, mide için iyidir. Tatlı olanı daha az soğuk ve kurudur ve
itidale meyillidir. Ekşi olanı tutuculuk, kuruluk ve soğukluk bakımından daha
şiddetlidir. Hepsi de susuzluğu ve kusmayı teskin eder; sidiği söktürür,
tabiatı eski haline getirir, bağırsak yaralarına ve kanamalara, karın
geçmesine iyi gelir; kusmaya karşı faydalıdır. Yemekten sonra alındığı zaman
buharların yükselmesini engeller. Dallarının ve yapraklarının yıkanan kavı
aynen tutya etkisi gösterir.
Yemekten önce
alındığında, midedeki artıkları tutar, yemek sonrasında alındığı zaman da,
tabiatı yumuşatır, posaların mideden indirilmesini hızlandırır, fazla yemek
sinirlere zararlıdır, kulunca sebep olur, midede meydana gelen safrayı
söndürür.
Huşunetinden dolayı
kızartılırsa daha az ve hafif olur. Ortası oyulur, çekirdeği çıkarılır ve içine
bal konulur, etrafı hamurla sıvanır ve sıcak küle gömülürse, çok güzel fayda verir. En iyisi
kızartılarak ya da bal ile pişirilerek yenilenidir. Çekirdeği boğaz sertliğine,
akciğer borusuna ve pek çok hastalıklara iyi gelir. Yağı terlemeyi önler,
mideyi güçlendirir. Terbiye edilmişi mide ve karaciğeri kuvvetlendirir, kalbi
destekler ve insanı ferahlatır. [108]
Sahihayn 'da Peygamber
Efendimiz şöyle buyururlar: "Eğer ümmetime zahmet vermemiş olsaydım, her
namaz sırasında misvak kullanmalarını emrederdim. "[109]
Yine Sahihayn'da., Hz.
Peygamber'in (s.a.) gece kalktığında ağzını misvakla temizlediği rivayet
edilir[110]
Buharî'nin ta*lîk yolu
ile aldığı bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: "Misvak ağzı
temizleyici, Rabbi razı edicidir."[111]
Sahih-i Müslim'de, eve
girdiğinde Efendimizin ilk iş olarak ağzım mis-vakladığı belirtilir.[112]
Misvak konusunda
hadisler çoktur. Sahih bir hadiste Efendimizin ölümü sırasında Abdurrahman b.
Ebî Bekr'in misvakı ile ağzını temizlediği bildirilmiştir.[113]
Yine Efendimizin: "Misvak hakkında size çok (öğüt) verdim. "[114]
buyurduğu sahih olarak sabittir.
Misvak olarak
kullanılmaya en uygun bitki, "erak" {saivadora persica) ve benzeri
ağaçlardır. Rastgele ağaçlardan misvak edinilmemelidir; çünkü zehirli
olabilir. Kullanımında orta yol tutulmalıdır. Aşın kullanımı durumunda
dişlerin mine tabakasına, cilasına zarar verebilir ve mideden yükselen buharların,
kirlerin oralara yuvalanmasına imkân verilmiş olabilir. İtidalli kullanıldığı
takdirde dişleri cilalar, parlatır, diş köklerini pekiştirir, dili açar, dişlerdeki
kireçlenme ve sararmayı önler, ağız kokusunu güzelleştirir, dimağı arındırır,
iştahı açar.
En iyi kullanma yolu
gül suyu ile ıslatılarak kullanmaktır, da ceviz ağacının köklerinden elde
edilenidir. et-Teysır sahibi: her beş günde bir onunla dişlerini misvaklayan
k.msemn, kafasın, armd.rd B, duyulanı»
tasfiye ettiği, zihnini keskinleştirdigi kanaaünded.rler. de .
Misvakın pek çok
faydaları vardır: Ağzı temizler, diş etlerini pekiştiril, balgamı keser,
görmeyi güçlendirir, diş sararmasını giderir, mideyi düzene sokar, sesi
arındırır, hazmı kolaylaştırır, konuşmayı kolaylaştırır, okumak, zikretmek,
namaz kılmak için zindelik verir, uykuyu düzene sokar. Rabbi razı kılar,
melekleri hoşnut eder, sevap hanesini çoğaltır.
Her vakitte kullanmak
müstehaptır. Namaz ve abdest sırasında, uykudan uyanınca, ağız kokusu
değiştiğinde kullanmak müekked sünnettir. Hakkındaki hadisler umumî olduğu
için hem oruçlu hem oruçsuz herkes için ve her vakitte kullanılması
müstahaptır. Hem oruçlunun da ona ihtiyacı vardır. Çünkü o Allah'ı razı kılar.
Allah'ın rızasını oruçlu iken talep, oruçsuz durumdan daha fazla olur. Yine o,
ağız için bir temizliktir, oruçlunun temizliği ise en faziletli
amellerindendir.
Sünen'de Âmir b. Rebîa
(r.a.): "Ben Rasûlullah'ı (s.a.) oruçlu iken sayısız defa dişlerini
misvaklarken gördüm." demiştir.[115]
Buharı, îbn Ömer'in: "Hz. Peygamber (s.a.) hem günün evvelinde hem de
sonunda misvak kullanırdı." dediğini nakleder.
Bütün âlimler, gerek
vacip gerekse müstehap oruç tutan kimsenin gargara (mazmaza) yapabileceğinde
icma halindedirler. Gargara, misvak kullanmaktan daha ileri bir iştir. Yüce
Allah kendisine kötü koku ile yaklaşılması diye bir garazı yoktur. Kötü koku,
kendisi ile kulluk yapılması istenilen meşru bir yol da değildir. Oruçlunun
ağız kokusunun kıyamet gününde Allah katında hoş olacağının ifadesi sadece
oruca teşvik için söylenmiştir, yoksa o kokunun bırakılması için zikredilmiş
değildir. Kaldı ki, oruçlu misvaka oruç tutmayandan daha çok muhtaçdır.
Hem, oruçlunun ağız
kokusunu güzelleştireceğinden, hasıl olacak Allah'ın rızası daha büyüktür.
Allah'ın misvaka karşı
olan muhabbeti, oruçlunun ağız kokusuna olan sevgisinden daha büyüktür.
Yine misvak, oruçludan
izale ettiği ağız kokusunun kıyamet gününde Allah katında hoş olmasını
engellemez. Aksine oruçlu yarın kıyamet gününde, orucuna bir alamet olmak üzere
—misvak kullanmış olsa bile— ağzı miskten de daha güzel kokarak çıkar gelir.
Nitekim Allah yolunda yaralanan kimse, yarın kıyamet gününde, yarasından akan
kan renginde, kokusu ise misk kokusunda olmak üzere haşrolunacaktır. Halbuki o
dünyada iken bu kanlan izale etmekle memurdur.
Hem sonra oruçlunun
ağız kokusu {halûf) misvakla kaybolmaz. Çünkü bu kokunun sebebi olan midenin
yiyeceklerden boş olması keyfiyeti devam etmektedir. Kaybolan sadece diş ve diş
etlerinde tezahür eden belirtisidir.
Hz. Peygamber (s.a.),
ümmetine oruçta nelerin müstahap, nelerin mekruh olacağım hep öğretmiş ve
misvakı mekruh olan şeyler arasında saymamıştır. Halbuki o ashabın onu
kullandıklarını biliyordu. Onları misvak kullanmaya en kapsamlı ve şümullü
ifadelerle mübalağalı bir biçimde teşvik etmişti. Onlar bizzat kendisini
(s.a.) oruçlu iken defalarca, sayılmayacak kadar misvak kullanırken
görmüşlerdi. Hz. Peygamber de, onların bu konuda da kendisine tâbi olacaklarını
biliyordu, buna rağmen hiçbir zaman, "Zeval-dan sonra misvak
kullanmayınız." dememişti. Beyanın, ihtiyaç anından sonraya ertelenmesi
teşri'de mümkün değildir. En iyi bilen Allah'tır. [116]
İbn Cerîr et-Taberî,
isnadı ile birlikte merfü olarak Suheyb hadisini nakleder: "İnek sütüne
devam ediniz. Çünkü o şifadır, yağı devadır, eti ise derttir." Bunu,
Ahmed b. el-Hasen et-Tirmizî—Muhammed b. Musa en-Nesâî— Deffâ' b. Dağfel
es-Sedûsî—Abdülhamidb. Sayfîb. Suheyb—babası—dedesi kanalı ile rivayet
etmiştir. Bu isnadla gelen bir haber sabit olmaz.[117]
Sadeyağı, birinci
derecede sıcak ve rutubetli özellik arzeder. Onda birazcık silme ve letafet
özelliği vardır. Yumuşak bedenlerde arız olan şişlikleri yayar. Olgunlaştırma
ve yumuşatma konusunda kaymaktan daha güçlüdür. Galinos, kendisinin onunla
kulakta ve burnun yumuşak kısmında meydana gelen şişlikleri iyileştirdiğini
söyler. Diş yerlerine sürüldüğü zaman, dişler çabuk biter. Bal ve acı bademle
karıştırılıp kullanıldığında göğüste ve akciğerde ne varsa temizler. Yapışkan,
yoğun mide artıklarını arındırır, ancak;mideye zararlıdır. Özellikle de
balgamlı mizaca sahip kişiler için.
İnek ya da keçi
sadeyağı, balla karıştırılıp alındığı zaman, öldürücü zehir içimine, yılan ve
akrep sokmalarına karşı iyi gelir. İbnü's-Sünnî'nin kitabında, Hz. Ali'nin:
"İnsanlar sadeyağından daha üstün bir şeyle şifa aramadılar." dediği
belirtilir. [118]
İbn Hanbel ve îbn
Mâce, İbn Ömer'den (r.a.) rivayet ederler: Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı: Balık ve çekirge; karaciğer ve
dalak..."[119]
Balık çeşitleri pek
çoktur. En kalitelisi tadımı lezzetli, kokusu güzel, orta büyüklükte, ince
kabuklu, eti ne katı ne de kuru olmayan, çakıllık üzerinden akan tath suda
yaşayan, pisliklerle değil de bitkilerle beslenen balıklardır. Yaşaması için
en uygun yer suyu kaliteli olan nehirlerdir. Daha çok kayalık yerleri, sonra
da kumlu, pislik ve siyah balçık bulunmayan çok hareketli ve dalgalı, güneş ve
rüzgâra açık, tatlı akarsulan bannmak için tercih eder.
Deniz balığı üstündür,
güzeldir, hoştur. Taze balık soğuk ve rutubetli, hazmı zordur, pek çok balgam
doğurur. Ancak deniz ve deniz gibi olan sularda yaşayan balıklar öyle
değildir. Bunlar güzel bir karışım oluşturur. Bedeni geliştirir, meniyi
arttırır, sıcak mizaçları ıslah eder.
Tuzlu balığın en
kalitelisi, yakın zamanda tuzlanandır. O sıcak ve kuru özellik arzeder ve zaman
geçtikçe de bu özellikleri artar. Mercan balığı (gümüş balığı) çok
yapışkandır. Yahudiler onu yemezler. Taze iken yendiği zaman karnı yumuşatır.
Tuzlanır, bekletilir ve yenirse akciğer borusunu arındırır, sesi
güzelleştirir. Ezilip hariçten konulduğu zaman, cazibe kuvveti bulunması
sebebiyle "selâ" tabir edilen döl eşi ve bedenin derinliklerinde
kalan diğer artıkları çıkarır.
Tuzlanmış mercan
(gümüş) balığının tuzunun suyuna, bağırsaklarında yara bulunan kimse, henüz
başlangıç devresinde iken oturursa, içerdeki maddeleri vücudun dışına
cezbedici özelliği dolayısıyla, uygun gelir. Hukne yapılması durumunda siyatiği
iyileştirir.
Balığın en güzel yeri
kuyruğuna doğru olan kısmıdır. Taze ve etli olanın eti ve yağı bedeni
geliştirir. Sahihayn'da Câbir b. Abdillah şöyle anlatır: "Ra-sûlullah
(s.a.) bizi üç yüz süvari olarak gönderdi. Kumandanımız da Ebu Ubey-de b.
Cerrah idi. Kureyş'in bir kervanını gözetiyorduk. Bu sebeple sahilde yarım ay
kaldık. Şiddetli bir açlığa maruz kaldık. Hatta silkilmiş yaprak yedik. Derken
deniz bize balina (anber) denilen bir balık attı. Ondan yarım ay yedik. Yağını
da katık ettik. Hatta vücutlarımız kendine geldi. Ebu Ubeyde onun
kaburgalarından birisini alarak dikti. Sonra ordudan en uzun bir adam
ve en uzun bir deve
baktı da, adamı o deveye bindirdi. Adam altından geçti [120]
Tirmizî ve Ebu Davud,
Ümmü'I-MünzirMn şöyle dediğini rivayet ederler: Hz. Peygamber (s.a.),
beraberinde Hz. Ali ile bize teşrif buyurdular. Olgunlaşması için asılı hurma
salkımlarımız vardı. Rasûluliah (s.a.) ondan yemeye başladı. Ali de beraber
yiyordu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Dur ya Ali! Sen henüz nekahet
halindesin!" buyurdu. Ben de hemen onlar için pazı ve arpa hazırladım. Hz.
Peygamber (s.a.): "Ya Ali! Bundan ye! Çünkü o sana daha uygundur."
buyurdu. Tirmizî: "Bu hasen-garib bir hadistir." der.[121]
Pazı birinci derecede
sıcak ve kuru özelliklidir. Rutubetlidir veya her ikisinden mürekkeptir
diyenler de olmuştur. Hoş kılıcı bir soğukluğu, çözücü ve açıcı özelliği vardır.
Siyah olanında tutucu özellik vardır. Saç sakal dökülmesine, çiğite, saç
kepeklenmesine, sivilcelere suyu sürüldüğü zaman iyi gelir. Biti öldürür. Bal
ile birlikte termeğiye sürülür. Karaciğer ve dalak tıkanıklıklarını açar. Kara
olanı özellikle de mercimekle birlikte karnı tutar. O ikisi iyi değildirler.
Beyaz olanı, mercimekle birlikte yumuşatır. Suyu ishal için makattan şırınga
edilir. Baharat ve süt kesesi ile birlikte kulunca (bağırsak ağrısı) fayda
verir. Az gıdalıdır. Sindirimi İyi değildir, kanı yakar. Sirke ve hardal
zararlarını giderir. Fazla yendiğinde sıkıntı ve şişkinlik olur. [122]
Bk.Çörek Otu. [123]
Tirmizî ve İbn Mâce,
Esma bt. Umeys'ten rivayet ederler. O şöyle der: Rasûluliah (s.a.): "İshal
için ne kullanırsın?" diye sordu. Ben de: "Şübrüm (boğumluca)."
dedim. Bunun üzerine: "(O) sıcak (mizaçlı bir ilaç)tır." buyurdu[125]
Şübrüm, büyüklü
küçüklü bir ağaçtır. İnsan boyu kadardır. Beyaz parıltılı kırmızı dalları
vardır. Dallarının uçlarında bir top yaprak vardır. Küçük beyaza çalan
çiçekleri vardır. Onlar düşer ve arkasından mercimek büyüklüğünde kırmızı
renkli tohumlan bulunan küçük çiçekler açar. Kırmızı kabukları olan kökleri
vardır. İlaç olarak kullanılan bu köklerin kabuklan ile, dalların sütüdür.
Şübrüm, dördüncü
derecede sıcak ve kurudur. Kara safrayı ve sindirimi ağır olan gıdaları, san
suyu ve balgamı kolaylaştırır. TeMikeli, zayıflatıcı bir ilaçtır. Fazla
alındığı zaman öldürür. Kullanılacağı zaman bir gün bir gece süt içerisinde
bekletilmeli ve süt bir günde iki üç defa değiştirilmelidir. Sonra çıkarılıp
gölgede kurutulmalı, gül ve "kesirâ" veya "kösre" denilen
bir dikenli ağacın zamkı ile karıştırılmalı, bal şerbeti veya üzüm şırası ile
içilmelidir. Ondan yapılacak şerbet hastanın gücüne göre dört dânik ile iki
danik arasında değişir. Tabip Huneyn şöyle der: "Şübrümün sütüne gelince,
onda bir hayır yoktur. Onun içilmesini asla uygun-görmüyorum. Kocakarı
doktorları onunla pek çok insanı öldürmüşlerdir." [126]
İbn Mâce, Hz. Âişe'nin
şöyle dediğini nakleder: Rasûluliah (s.a.), ailesinden birisini sıtma
tuttuğunda, arpadan bir bulamaç aşı yapılmasını emrederdi ve yapılırdı. Sonra
onlara içmelerini emrederdi, onlar da içerlerdi. Sonra
da: "Gerçek şu
ki, bulamaç aşı mahzun kimsenin kalbini güçlendirir. Sizden biriniz yüzündeki
kirleri su ile nasıl temizliyor, yüzünü açıyorsa, o da hastanın kalbini açar,
derdini giderir," buyururdu[127]
Daha önce bunun
kaynamış arpa suyu olduğu ve onun kavutundan daha gıdalı olduğu geçmişti. O
öksürüğe, boğaz sertliğine faydalıdır. Artık maddelerin katılığını önlemeye
elverişlidir, sidiği söktürür, mideyi arındırır, susuzluğu keser, harareti
söndürür. Taşıdığı bir özellikle temizler, latifleştirir ve çözümler.
Şöyle yapılır: Kırılmış
iyi arpadan bir miktar alınır, saf ve tatlı sudan da onun beş katı alınır ve
temiz bir tencereye konulur. Beşte ikisi kalıncaya kadar normal bir ateşte
kaynatılır, süzülür ve ihtiyaç miktarı kadar tatlandırılarak kullanılır. [128]
Yüce Allah Hz.
İbrahim'in konuklarına karşı sunduğu ziyafet hakkında: "Çok geçmedi ki,
kızartılmış bir buzağı ile geldi."[129]
buyurmaktadır. Ayette kelimesi geçmektedir ki, "kızgın taş (tandır)
üzerinde kızartılmış" demektir.
Tirmizî, ümmü Seleme
validemizden şöyle rivayet eder: Kendisi Hz. Pey-gamber'e (s.a.) kızartılmış
bir böğür takdim etmiştir. Hz. Peygamber de ondan yemiş, sonra namaza kalkmış,
abdest almamıştır. Tirmizî: "Bu sahih bir hadistir." der.[130]
Yine Tirmizî'de
Abdullah b. el-Hâris'in: "Rasûlullah'la (s.a.) birlikte mescidde kızartma
yedik." dediği rivayet edilir[131]
Yine orada Muğîre b. Şu'-be şöyle anlatır: "Bir gece Rasûlullah'la (s.a.)
birlikte (birisine) misafir oldum. Böğür hazırlanmasını emretti ve hemen
kızartıldı. Sonra eline bıçağı aldı ve onunla benim için kesmeye başladı.
Derken Bilâl geldi ve namaz için ezan okumaya başladı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber;î(s.a.) bıçağı atta ve: "Ona ne oluyor, elleri dert
görmeyesice!" buyurdu.[132]
En faydalı kızartma,
bir yaşını doldurmuş koyun kızartmasıdır. Sonra latif ve semiz buzağı
kızartması gelir. Sıcak ve kuruluğa çalar bir rutubet özelliği taşır, pek çok
kara safra oluşturur. Bu güçlü ve sıhhatli, alışkın insanların gıdalarmdandır.
Haşlaması daha faydalıdır ve mide için daha hafiftir, hem kızartmasından, hem
de güvecinden daha rutubetlidir. ,
En kötüsü güneşte
kızartılandır. Kor üzerinde kızartılanı, alevde kızartılandan daha iyidir.
Âyette geçen "hanîz" işte budurl: [133]
Müsned'de rivayet
edilir. Enes (r.a.) anlatır: Bir y ıh udi Hz. Peyğam-ber*i (s.a.) misafir etti
ve ona arpa ekmeği ile değişmiş ('fhâle" ikram "Ihâle",
eritilmiş iç yağı yahut da kuyruk yağıdır. [134]
Sahih'âz, Abdullah b,
Mugaffel anlatır: Hayber gününde iç yağı dolu bir tulum atıldı. Hemen ben ona
sarıldım ve: "Vallahi bundan hiçbir kimseye bir şey vermem!" dedim.
Derken bakındım, bir de ne göreyim, Rasûhıl-lah (s.a.) gülüyor. Bana bir şey
demedi.[135]
İç yağının en
kalitelisi besili hayvandan elde edilenidir. Sıcak ve rutubetlidir. Rutubeti
tereyağından daha azdır. Bu yüzden her ikisi birden eritildi-ğinde, iç yağı
daha çabuk donar. Boğazın sertliğine iyi gelir, gevşetir ve koku yapar. Zararı
tuz, limon ve zencefil ile giderilir. Keçi iç yağı içlerinde en tutucu
olanıdır. Teke iç yağı, çözümleme bakımından diğerlerinden daha etkilidir.
Bağırsak yaralarına iyi gelir. Bu konuda keçi iç yağı daha güçlüdür ve ülser ve
karın gitmesine karşı makattan şırınga edilerek kullanılır. [136]
Yüce Allah (c.c.)
şöyle buyurur: "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yardım isteyin;
Rablerine kavuşacak ve ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına
namaz elbette ağır gelir. "[137]
"Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle
beraberdir."[138]
"Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol."[139]
Sünen 'de: "Hz.
Peygamber'in (s.a.) zor bir durumla karşılaştığında derhal namaza sığınır
olduğu" belirtilmiştir.'[140]
Daha önce, henüz iyice
yerleşmeden bütün ağrılar için namaz yolu ile şifa talebinde bulunulacağından
bahsedilmişti.
Namaz rızkı celbeder,
sıhhati korur, ezayı defeder, dertleri kovar, kalbi güçlendirir, yüzü ağartır,
nefsi ferahlatır, tembelliği giderir, organları zinde-leştirir, duyulan
destekler, göğsü açar, ruha gıda verir, kalbi nurlandırır, nimetin devamını,
azabın uzaklaştırılmasını, bereketin celbini sağlar. Şeytandan uzaklaştırır,
Allah'a yaklaştırır.
Genel bir ifade ile,
namazın, insanın beden ve kalbi, bunların kuvveleri (hasse) üzerinde, onlara
ulaşacak kötü maddelerin uzaklaştırılması konusunda acaip bir tesiri vardır.
Aynı hastalık, dert, sıkıntı ve bela ile karşı karşıya gelen iki kişiden, namaz
kılanın bunlardan nasibi, kılmayana göre daha azdır, âkibeti de daha salimdir^
Dünya serlerini
defetmede namazın şaşılacak bir tesiri vardır. Özellikle de hem zahiren hem de
manen hakkı verilerek kılınması durumunda namaz son derece müessirdir. Dünya ve
ahiret serlerini def, maslahatlarını celp konusunda namaz gibisi yoktur. Bunun
sırrı namazın kul ile Allah arasında bir bağ olmasındadır. Kulun Allah ile
kendi arasında kurduğu bağ orantısında üzerine hayır kapıları açılır, şer
kapılan da kapatılır. Üzerine Allah'ın tevfi-ki, sağlık sıhhat ve afiyeti,
kazanç ve zenginliği, rahatlık ve bolluğu, ferahlık ve neşveleri taşar; hepsi
emrine amade ve ona doğru kucak açarlar. [141]
"Sabır imanın
yansıdır."[142]
Çünkü iman sabır ve şükürden mürekkep bir mahiyet arzeder. Nitekim bazı selef âlimleri:
"İman iki yandan meydana gelir: Bir yansı sabır, diğer yansı da
şükürdür." demişlerdir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Bunlarda
çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır."[143]
İmana nisbetle sabır,
bedene nisbetle baş gibidir. Sabır üç nevidir: a) Allah'ın farzlarını yerine
getirmeye, onları ihmal etmemeye karşı sabır, b) Allah'ın haramlarına ve
onları irtikap etmemeye karşı sabır, c) Allah'ın kaza ve kaderine ve onlara
karşı tahammülsüzlük göstermemeye karşı sabır. Kim kendisinde bu üç tür sabrı
toplarsa, bütün sabrı tamamlamış olur. Gerek dünya ve gerekse âhiret lezzet ve
nimetleri, her ikisinde de elde edilen başarı ve zaferler, ancak sabır
köprüsünden geçen kimselere nasip olur. Aynen cennete ulaşabilmek için sırat
köprüsünden geçmek gerektiği gibi dünya ve âhiret saadetine ulaşmak için de
sabır köprüsünden geçmek gerekir. Ömer b. el-Hattab (r.a.): "Elde ettiğimiz
en hayırlı yaşantı, sabırla ulaştıklarımızda." demiştir. Dünyadaki kesb
yolu ile elde edilen mertebelere baktığımızda, hepsinin de sabra bağlı şeyler
olduğunu görürüz. Sahibi yerilen noksanlıklara baktığımızda da, hepsinin güç
dahilinde olduğu halde, gösterilen sabırsızlık neticesinde ortaya çıktığını
müşahede ederiz. Şecaat, iffet, cömertlik ve başkalarını tercih, hep zamanında
gösterilen bir anlık sabır değil midir?
"Sabır yücelik
hazinesi üzerinde bir tılsımdır. Kim bu tılsımı çözerse hazine onundur."
Beden ve kalp
hastalıklarının büyük bir çoğunluğu, hep sabırsızlıklar neticesinde ortaya
çıkmaktadır. Kalp, beden ve ruhu korumada sabır gibisi yoktur. O en büyük
ayırıcı, en büyük tılsımdır. Eğer gaye Allah ile beraberlikse, "Allah
sabredenlerle beraberdir"; O'nun sevgisi ise: "Allah sabredenleri sever";
yardımı ise, "Allah'ın yardımı sabırla beraberdir." O sahibi için bir
hayırdır: "Eğer sabrederseniz, o sabredenler için daha hayırlıdır. "[144] O
kurtuluş sebebidir: "Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınızdan daha
sabırlı olun, cihada hazır bulunun, Allah'a karşı gelmekten sakının ki,
kurtuluşa naiî olasınız."[145]
Ebu Davud'un,
el-Merâsil'inde zikrettiği Kays b. Râfi el-Kaysî hadisi: "İki acı şeyde,
sabir ve üzerlik otunda ne şifa vardır, biliyor musunuz?"[146]
şeklindedir.
Sünen-i Ebi Davud'da
Ümmü Seleme anlatır: (Kocam) Ebu Seleme'nin vefat ettiği sırada Rasûlullah
(s.a.) yanıma geldi. Üzerime sabir otu usaresi sürmüştüm. Bana: "Bu ne ey
Ümmü Seleme!" dedi. Ben de: "Ya Rasûlal-lah, bu sadece bir sabir
usaresidir, içerisinde koku yoktur." dedim. Hz. Peygamber: "Gerçek
şu ki, o yüzü gençleştirir, onu sadece geceleri kullan!" buyurdu ve onu
gündüz kullanmayı (yas gereği) yasakladı[147]
Sabir, özellikle de
Hind sabiri çok faydalıdır. Dimağda ve göz sinirlerinde bulunan safralı
artıkları arındırır, alına ve şakaklara gülyağı ile birlikte sürüldüğü zaman
baş ağrısına karşı fayda verir. Burun ve ağız yaralarına iyi gelir. Kara safra
ve melankoliye fayda verir. İran sabiri, su ile birlikte iki kaşık içildiği
zaman aklı besler, kalbi destekler, midedeki safralı ve balgamlı artıkları
arındırır, şehveti rayına oturtur. Soğuk iken içildiğinde kan ishalinden
korkulur. [148]
Oruç ruh, kalp ve
beden dertlerine karşı bir kalkandır. Faydalan sayılamayacak kadar çoktur.
Koruyucu hekimlikte son derece önemli bir yeri vardır. Vücuttaki fazla
yağların eritilmesi ve insana eza verecek şeylerin yenilmesinden alıkoymada
son derece etkilidir. Özellikle de itidal ve orta yol elden bırakılmadan
şeriatın istediği vakitlerde, bünyenin müsait olduğu zamanlarda tutulduğunda
faydaları pek büyüktür.
Oruç kuvveleri (hasse)
ve organları dinlendirir ve onların sağlığını muhafaza eder. Başkalarını
tercih duygusunu besler ve kalbi hem peşinen hem zaman içerisinde ferahlatır.
Bu ise soğuk ve rutubetli mizaç sahipleri için en faydalı bir şeydir. Onların
sağlığını korumada çok büyük bir etkisi vardır.
Orucun hem ruhî, hem
de tabiî deva özelliği vardır. Oruçlu hem şer'an hem de tabiatı itibarıyla riayet etmesi gereken
şeyleri yaparsa» bundan hem kalbi, hem de bedeni son derece istifade eder.
Kişiyi almaya hazır olduğu bozuk yabancı maddelerden alıkor, kemal ve
noksanlığı ölçüsünde, meydana gelmiş Uygunsuz maddeleri izaleeder, oruçluyu
korunması gereken şeylerden korur ve oruçtan gözetilen asıl maksat ve hikmetin
gerçekleştirilmesi için kişiye yardım eder. Zira oruçtan gözetilen maksat,
yemek ve içmeyi terketme-nin ötesinde başka bir şeydir. İşte o şeyden dolayıdır
ki, kulun diğer amelleri arasında oruç yüce Allah için, ona has bir ibadet
kabul edilmiştir. Hem derhal hem de zaman içinde oruç, kişi ile onun kalbi ve
bedenine zarar verecek şeyler arasında bir kalkan, bir koruyucu olduğu içindir
ki Yüce Allah: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi,
oruç size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz."[149]
buyurmuştur. Şu halde orucun iki temel maksadından birisi kalkan ve koruyucu
olmasıdır ki bu son derece faydalı olan perhiz (diyet) demektir. Diğer maksat
ise kalbi ve düşünceyi Allah'a verme için konsantrasyonu (terkîz-i zihri)
sağlama ve bütün kuvveleri, duyulan O'-nun sevgisine, O'na itaate hazır hale
getirmedir. Daha önce orucun sırlan bahsinde geçmişti. [150]
Sahihayn'da İbn Abbas
hadisinde anlatılır: Hz. PeygamberMn (s.a.) sofrasına konulduğunda onun keler
olduğunu öğrenince yemekten çekinmişti. Bunun üzerine haram olup olmadığı
sorulmuştu. Hz. Peygamber de: "Hayır! Ancak benim memleketimde bulunmaz.
Bu yüzden de onu içim çekmiyor." buyurmuştu. Huzurunda ve sofrasında
yemişlerdi ve kendisi de onlara bakmıştı (yasaklamamıştı)[151]
Yine Sahihayn'da İbn
Ömer hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Ben onu ne helâl kılarım ne de haram
kılarım." buyurmuştur.'[152]
Keler, sıcak ve kuru
mizaçlıdır. Cima arzusunu güçlendirir. Ezilir ye diken batan yere konulursa,
dikeni çıkarır. [153]
İmam Ahmed:
"Kurbağanın ilaç olarak kullanılması helâl değildir.Hz.Peygamber (s.a.)
kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır." der. Bundan kas-di Müsned'îne
aldığı Osman b. Abdirrahman (r.a.) hadisidir. Buna göre, bir tabip Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanında ilaca katılmak üzere bir kurbağa da zikretmişti.
Hz. Peygamber hemen onun kurbağayı öldürmesini yasaklamıştı.[154]
Kanun sahibi İbn Sina
şöyle der: Kim kurbağa ya da kanını yerse, bedeni şişer ve rengi değişir.
Meniyi atar, hatta onu öldürür. Bu yüzden doktorlar, onun zararını
bildiklerinden ilaç olarak kurbağayı kullanmazlar. Su kurbağası ve kara
kurbağası olmak üzere iki nevidir. Kara kurbağası yenildiğinde öldürür. [155]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi:
Kadınlar, güzel koku, gözümün nuru ise namazda kılındı. "[156]
Hz. Peygamber (s.a.)
çokça güzel koku kullanır, nahoş kokular O'na ağır gelir ve sıkıntı verirdi.
Güzel koku ruhun gıdasıdır. Ruh ki, bütün kuvvelerin esasını teşkil eder ve
güzel koku ile güç kazanır, artar. Nasıl ki ruh; gıda ve içecekle, sevinç ve
neşeyle sevdikleri ile beraber olmakla, hoşlandığı şeylerin vuku bulmasıyla,
nefret ettiği kimselerin, birlikte olmaktan sıkıntı ve keder duyduğu kimselerin
yokluğu ile açılıyor, güç kazanıyorsa güzel koku ile de açılır, güç kazanır.
Ruha sevmediği, hoşlanmadığı kimseleri müşahede ağır gelir. Onlarla beraberlik
kuvveleri zayıflatır, gam ve keder doğurur. Böyle bir beraberlik ruh için
bedene nisbetle humma ve iğrenç koku gibidir. Bu yüzden Yüce Allah ashabını
Hz. Peygamber'le ilişkileri sırasında bu konuda uyarmış ve O'na eziyet
vermemelerini emrederek şöyle buyurmuştur: "Peygamberin evlerine, yemeğe
çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve
yemeği yeyince dağılm. Sohbet etmek için de girip oturmayın. Bu haliniz
Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyordu. Allah gerçeği
söylemekten çekinmez..."[157]
Güzel koku Hz.
Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği şeylerden birisiydi. Koruyucu hekimlikte
sıhhati korumak ve pek çok kederi ve sebeplerini —tabiatmdaki özellik
sebebiyle— izale etmede önemli bir etkisi vardır. [158]
Aslı olmayan mevzu
hadislerde geçmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir: "Kim toprak (kil)
yerse, kendisini öldürmeye yardımcı olmuş olur."; "Ey Hümevrâ (Âişe)!
Toprak yeme. Çünkü o karnı düğümler, rengi sarartır, yüzün revnakhğını alır
götürür."[159]
Bu konuda varid olan
bütün hadisler sahih değildir ve Hz. Peygamber (s.a.) ile bir ilgisi yoktur.
Toprak kötü ve eza
vericidir, damarların yollarını tıkar, soğuk ve kuru özellik arzeder, güçlü ve
kurutucudur. Karın gitmesini önler, kanamalara ve ağız yaralarına sebep olur. [160]
[161] ifadesi ile Kur'an'da geçer. Âyette geçen
müfessirlerin çoğuna göre muz ağacıdır. da "tarak gibi birbirinin üzerine
dizilmiş" mânasınadır.JBir görüşe göre talh dikenli bir ağaçtır. Her
dikenin yerine bir meyve dizilmiştir. Böylece meyvesi birbiri üzerine dizilmiş
olmaktadır. Muz gibidir. Bu görüş daha doğrudur. Bu durumda selefin, talh
muzdur demeleri bir tahsis değil, örnekleme kabilinden olmuş olur. En iyi bilen
Allah'tır.
Talh, sıcak ve
rutubetli özelliklidir. En kalitelisi olgun ve tatlı olanıdır. Göğüs ve akciğer
sertliklerine, öksürüğe, böbrek ve mesane yaralarına iyi gelir. Sidiği
söktürür. Meniyi arttırır. Cima şehvetini tahrik eder, karnı yumuşatır,
yemekten Önce yenirse mideye zararlıdır, safra ve balgamı arttırır. Zararı
şeker veya balla giderilir. [162]
Yüce Allah bundan:
"Küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaçları yetiştirdik..."[163]
"...Salkımları sarkmış hurmalıklar. [164]
âyetlerinde söz etmiştir.
Hurma tal'ı,
meyvesinin ilk zuhuru sırasında kendisini gösteren tomurcuklardır. Kabuğu
"küfürrâ" diye isimlendirilir. "Nadîd", bir kısmı diğeri
üzerine dizilen tomurcuklardır. Nadîd terimi, kabuğu içerisinde iken kullanılır;
açıldığı zaman ona artık "nadîd" denilmez.
İkinci âyette geçen kelimesi
de nadîd gibi, "bazısı diğer bir kısmı üzerine eklenmiş" demektir. Bu
kabuğunun yarılıp açılmasından önce olur.
Tal' (tomurcuk) iki
kısımdır: Erkek ve dişi. Aşılama şöyle olur: Erkeklerinden buğday unu gibi
iken alınır ve dişisi içerisine konulur. Buna "te'bir" (aşılama)
denir. Bu erkekle dişi arasındaki aşılama gibidir. Müslim'in Sahih'-inde Talha
b. Ubeydillah (r.a.) şöyle anlatır: Rasülullah'la birlikte hurma ağacı
tepelerinde bulunan kimselere rastladık. Hz. Peygamber: "Bunlar ne yapıyorlar?"
diye sordu. "Onu aşılıyorlar. Erkeğin çiçeğini dişininkine koyuyorlar,
böylelikle aşılanıyor." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Bunun bir fayda vereceğini zannetmiyorum." buyurdu. O cemaat bunu
haber alarak aşılamayı bıraktılar. Sonra Rasûlullah (s.a.) bunu haber aldı ve:
"Bu onlara fayda verirse yapsınlar. Çünkü ben ancak bir zanda bulundum.
Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Lakin size Allah'tan gelen bir şeyden bahsedersem
onu hemen alın. Çünkü ben Allah'tan (c.c.) bildirdiğim hususlarda asla yalan
söyleyecek değilim." buyurdu.[165]
Hurma tal'ı
(tomurcuğu) şehvete fayda verir, cinsel ilişkiyi uzatır. Kadın, bunun
öğütülmüşünü cimadan önce hamail olarak üzerinde taşırsa hamile kalmasına açık
bir şekilde yardımcı olur. Soğukluk ve kurulukta ikinci derecededir. Mideyi
güçlendirir ve kurutur. Yoğunluk ve ağır hazımla birlikte olan kan galeyanını
teskin eder.
Sadece sıcak mizaç
sahipleri onu götürebilir. Fazla miktarda yiyen kimsenin, hazmı kolaylaştırıcı
ve sıcak özellikli meşrubatlardan alması gerekir. Tabiatı tutar, iç organları
güçlendirir. Hurma cümmarı (özü) onun yerine geçer. Çağla ve koruk halindeki
hurma da aynı şekildedir. Fazla almak mide ve gö-ğüse zararlıdır, kulunca
(bağırsak ağrısına) da sebep olabilir. Islahı tereyağı iledir. [166]
el-Gaylâniyyât'da,
Habib b. Yesâr hadisinde İbn Abbas şöyle der: "Rasûlullah'ı (s.a.)
sıyırarak üzüm yerken gördüm." Ebu Cafer el-Ukaylî: "Bu hadisin aslı
yoktur." der. Ben derim ki: Senedinde Davud b. Abdülcebbâr Ebu Süleym el-Kûfî
vardır. Yahya b. Maîn onun hakkında: "O (Hz. Peygamber'e) yalan
söylerdi." der.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) üzüm ve karpuzu sevdiği zikredilir.
Yüce Allah üzümü
Kur'an'da, kullarına dünya ve ahirette in'amda bulunduğu nimetler cümlesinden
olmak üzere altı yerde[167]
zikreder. O meyveler içerisinde en üstün ve en çok faydalı olanlardan
birisidir. Yaş ve kuru, yeşil (koruk) ve olgun iken yenilir. Hem bir meyve, hem
bir temel gıda maddesi; hem katık, hem deva, hem de içecektir. Sıcak ve
rutubetli bir özellik arzeder. Kalitelisi büyük ve sulu olandır. Beyazı, aynı
tatlılıkta olduklarında siyahından daha iyidir. Kopanldıktan sonra iki ya da üç
gün bekleyen, aynı günde koparılandan daha iyidir. Çünkü günlük koparılanı
şişirir ve karnı bozar. Kabuğu büzülünceye dek asılı bırakılanı, gıda için çok
elverişlidir, bedeni güçlendirir. Gıdası incir ve kuru üzümünki gibidir. Yaş
üzümün çekirdeği atıldığı zaman tabiatı daha da bir yumuşatır, çok yenildiğinde
başı ağrıtır. Zararı mayhoş narla izale edilir.
Üzümün menfaatleri
çoktur. Tabiatı yumuşatır, şişmanlatır, kalitelisi iyi bir gıdadır. Meyvelerin
kiralı olan üç şeyden biridir. Diğer ikisi de yaş olgun hurma ile incirdir. [168]
Faydaları daha önce
zikredildi. İbn Cüreyc, Zührî'nin: "Bala devam et. Çünkü hafızaya kuvvet
verir." dediğini nakleder. En kalitelisi saf ve beyaz olan, fazla keskin
olmayıp tadı yerinde olanıdır. Dağlardan (kaya kovuğu gibi), ağaçlardan elde
edilen bal, kovanlardan alınan baldan daha üstündür. Arının yayıldığı yere göre
bal farklılık kazanır. [169]
Sahihayn'âa Sa'd b.
Ebî Vakkas hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a. : "Kim sabahleyin yedi acve
hurması yerse, o gün kendisine ne zehir, ne de sihir isabet etmez."
buyurduğu rivayetedilir.[170]
Nesâî ve İbn Mâce'de,
Câbir ve Ebu Saîd'den (r.a.) yapılan rivayete göre Hz, Peygamber (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Acve cennettendir. O zehire karşı şifadır. Keme (mantar)
kudret helvasındandır (menn) ve suyu göze şi-fadır."«[171]
Bunun Medine acvesinp
ait olduğu söylenmiştir. Acve bir cins Medine hurmasıdır. Hicaz bölgesinde
bulunan hurmaların şüphesiz en faydahsıdır. Çok iyi bir sınıftır, lezzet
vericidir, cismi ve kuvveti metin kılar, hurmalar içerisinde en yumuşak, en hoş
ve leziz olanıdır. Daha önce hurmanın tabiatı, faydalan vb. zikredilmişti.
Tekrara gerek yoktur. "Temr" maddesine bakınız. [172]
Sahihayn 'da
zikredilen Câbir hadisi daha önce geçmişti. Orada sahile sev-kedilen bir süvari
bölüğünün, denizin attığı anber adlı dev bir balığı bir ay boyunca yedikleri,
etinden kurutarak Medine'ye götürdükleri, ondan biraz da Hz. Peygamber'e (s.a.)
gönderdikleri; bu hadisin, denizde yaşayan hayvanların helâlliğinin sadece
balığa münhasır olmadığına, onda deniz ölüsünün helâlhğına delâlet olduğu vb.
görülmüştü. Bu son konuda itiraz vaki olmuş ve denizin anberi diri olarak
attığı, sonra suyun çekildiği ve anberin böylece öldüğü, bu durumda onun helâl
olacağı, çünkü ölümünün sudan ayrı düşmüş olması nedeni ile olduğu ileri
sürülmüştür. Ancak bu doğru değildir. Çünkü onlar onu sahilde ölü olarak
bulmuşlar ve denizden diri olarak çıktığını, sonra su çekilmesi neticesinde
öldüğünü görmemişlerdir.
Hem eğer o sağ
olsaydı, deniz onu sahile atmazdı. Çünkü bilindiği üzere deniz sahile sadece
ölü olan deniz hayvanlarını atar, diri olanı atmaz.
Eğer zikrettiklerinin
olması ihtimali var sayılsa bile, bu onun mübahhğı için bir şart olamaz. Çünkü
bir şey, mübahlığının sebebinde bulunan şüpheden dolayı mubah olamaz. Bu
yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.) avcının avını suda boğulmuş olarak bulduğunda
onun yenilmemesini emretmiştir. Çünkü ölüm sebebinde şüphe vardır. Av aleti
ile mi yoksa boğularak mı ölmüştür, belli değildir.
Güzel koku olan anbere
gelince o miskten sonra en değerli koku türüdür. Miskten de daha iyidir
diyenler hata etmişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.) misk hakkında: "O en
güzel kokudur."[173]
dediği sabittir. İnşallah ileride miskin özellikleri ve faydaları gelecektir. Onun
cennet koktSü olduğu, orada sıddîklerin üzerinde oturdukları tepelerin miskten
olduğu/apberden olmadığı belirtilecektir.
Anberin en üstün koku
türü olduğunu söyleyenleri yanıltan şudur: Üzerinden uzun zaman geçmesine
rağmen o, —altın gibi— asla değişikliğe uğramaz. Dolayısıyla onlara göre bu
özellik onun miskten daha üstün olduğunu gerektirir. Ancak bu doğru değildir.
Sadece bu özelliği ile, o miskte.bulunan özelliklere eşit olamaz.
Anberin çeşitleri
çoktur, renkleri de farklıdır: Beyazı, bozu, kırmızisı, sarısı, yeşili, mavisi,
siyahı, alacası vardır. En kalitelisi boz renkli olanıdır. Sonra mavi ve sarısı
gelir. En kötüsü ise siyah renkli olanıdır. .'
İnsanlar, anberin ne
olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Kimisine göre, o denizin
dibinde biten bir ottur. Deniz hayvanlarından bir kısmı onu yer. İçerisinde
olgunlaştığı zaman kusarak onu dışarı atarlar, deniz de onu sahile vurur. Bir
kısmı ise, o deniz adalarına gökten inen bir tür çiğ tanesidir. Dalgalar onu
sahile atarlar demişlerdir. Bir başkalarına göre de, ineğe benzer bir deniz
hayvanının dışkısıdır." Hayır, o bir nevi deniz köpüğüdür." diyenler
de olmuştur.
İbn Sina, Kanun'da
şöyle der: "Zannedildiğine göre anber, denizin dibinde bulunan bir
kaynaktan (göze) çıkar. O deniz köpüğüdür veya bir deniz hayvanının dışkısıdır,
şeklindeki sözler uzaktır."
Özelliği: Sıcak ve
kurudur. Kalbi, dimağı, duyulan, bedenin organlarını güçlendirir. Felce, yüz
felcine, balgamlı hastalıklara, soğuk özellikli mide ağrılarına, yoğun yellere
fayda verir. İçildiği veya haricen sürüldüğü zaman tıkanıklıklara iyi gelir.
Buharına durulduğu zaman soğuk algınlığı ve baş ağrısına, soğuk özellikli
yarım baş ağrısına iyi gelir.[174]
Ûd-i Hindî iki
çeşitir: 1) Tedavi amacı ile kullanılır ki ona veya " = topalak"
tabir ederler. İleride kaf harfinde gelecektir. 2) Güzel koku amacı ile
kullanılır ve ona da '' = öd ağacı'' derler. Müslim, Sahih'inde rivayet eder:
İbn Ömer, koku süründüğü vakit karışıksız öd, bir de ödle karıştırılmış kâfur sürünür, sonra:
"RasûluIIah (s.a.) işte böyle kokulanırdı." derdi. [175]
Yine Müslim'de, cennet ehlinin vasıflarından bahsedilirken, onların
buhurdanlıklarının öd ağacından olduğu ifade edilmiştir.[176]
Öd ağacının türleri
vardır: En kalitelisi Hind'den gelenidir. Sonra sıra ile Çin, Kamara ve
Mendel'den gelen türleridir. En kalitelisi siyah ve mavi renkte, katı, ağır ve
yağlı olanıdır. En kalitesizi ise, hafif olanı ve suyun yüzüne çıkanıdır.
Denildiğine göre o bir ağaçtır, kesilir ve bir sene boyunca toprağa gömülür.
Toprak onun işe yaramaz kısımlarını yer ve güzel kokulu kısmı kalır. Ona toprak
bir şey yapmaz. Kabukla, kokusuz kısmı kokuşur ve toprağa karışır.
Ûd, ikinci derecede
sıcak ve kuru özellik arzeder. Tıkanıklıkları açar, yelleri kırar, artık
rutubetleri giderir, iç organları ve kalbi güçlendirir, onu ferahlatır. Dimağa
fayda verir, duyuları güçlendirir, karnı tutar, mesane üşütmesinden hasıl olan
sidik tutamamaya iyi gelir.
îbn Semcûn[177]
şöyle der: Ûd'un çok çeşitleri vardır. Hepsi de kelimesinin kapsamına girer.
Haricen ve dahilen kullanılır. Tek başına ve katkılı olarak kokulanılır. Kokulanma
sırasında kâfurla karıştırılmasında, birini diğeri ile ıslah etme gibi, tıbbî
bir garaz vardır. Kokulanmaktan "hava" cevherine riayet ve onu ıslah
durumu vardır. Hava cevheri, bedenin sıhhat ve afiyetinin kendilerine bağh
olduğu altı zarurî şeyden birisidir. [178]
Mercimek hakkında bir
çok hadis varid olmuşsa da hepsi bâtıldır ve Hz. Peygamber onlardan hiç
birisini söylememiştir. "Mercimek yetmiş peygamberin dilinde takdis
edilmiştir"; "Mercimek kalbi inceltir, gözü ağlatır, o sa-lihlerin
yiyeceğidir." sözleri bu mevzu hadislerdendir. Hakkında gelen en yüksek
ve sahih zikir Kur'an'da adı geçmesi, yahudilerin onu kudret helvası ve
bıldırcın etine takdim etmeleri, onu sevmeleridir. Kur'an'da, sarmisak ve soğanla
aynı yerde, yan yana zikredilmiştir. Soğuk ve kuru bir özellik arzeder.
Birbirine zıt iki kuvveti vardır. Birincisi tabiatı tutar, diğeri ise bırakır.
Kabuğu üçüncü derecede sıcak ve kuru bir özellik arzeder. Ağzı ve boğazı yakan
bir keskinliği vardır, karnı bırakır; panzehiri kabuğundadır. Bu yüzden
normali, öğütülmüş olanından daha
faydalı, mideye daha hafif ve daha az zararlıdır. Özü soğuk ve kuru özellikli
olduğu için yavaş hazmolur. Kara safra doğurur, melankoliye açık bir zararı
vardır; sinirlere ve göze zararlıdır.
Kanı koyu olur. Kara
safra sahibi kimselerin ondan uzak durmaları gerekir. Çok yendiği zaman
onlarda vesvese, cüzzam, dört günde bir gelen humma gibi kötü dertler doğurur.
Zararı, pancar veya ıspanakla ya da fazla yağ kullanmakla giderilebilir. En
kötüsü de pastırma (nemeksûd) ile yenümesi-dir. Onunla tatlının bir arada
yenilmesinden kaçınılmalıdır. Çünkü karaciğerde tıkanıklıklara sebep olur.
Devamlı yemek, aşırı kurutucu Özelliğinden dolayı gözü karartır, işemeyi
zorlaştırır, soğuk şişliklere ve yoğun yele sebebiyet verir. En kalitelisi
beyaz ve tombul olanı, çabuk pişenidir.
Cahillerin,
"Mercimek Halilullah İbrahim Peygamber'in (a.s.) misafirlerine takdim
ettiği yemekti." şeklindeki sözleri yalandır, iftiradır. Yüce Allah, o
kıssada İbrahim Peygamber'in onlara kızartılmış buzağı ikram ettiğini
anlatmıştır.
Beyhakî İshak'tan
şöyle nakleder: İbnu'l-Mübarek'e mercimek hakkında, onun yetmiş peygamber
tarafından takdis edildiği şeklindeki hadisten sorarlar. O: "Hayır, bir
Peygamberdin dilinde bile o takdis görmemiştir. O eza verici, şişirici bir
gıdadır. Onu size kim rivayet etti?" der. Onlar da: "Selem b.
Salim." derler. "Kimden?" diye sorar. Onîar da:
"Senden" cevabını verirler. O zaman şaşkınlıkla: "Benden de
(öyle mi)?!!" diye karşılık verir. [179]
Kur'an'da çeşitli
yerlerde[180] zikredilmiştir. İsmi
kulağa, kendisi de ruha ve bedene çok hoş gelir. Zikredildiğinde kulaklar,
yağdığında da kalpler neşelenir. Suyu, suların en üstünü, en latifi, en faydalı
ve bereketlisidir. Özellikle de gök gürültülü, buluttan olan ve dağların kuytu
yerlerinde birikenleri son derece faydalıdır. Diğer sulardan daha rutubetlidir.
Çünkü yeryüzünde fazla kalıp, onun kuruluğundan almamış, kendisine kuru cevher
karışmamıştır. Bu yüzdendir ki, letafeti ve süratli etkilenişi neticesinde
değişir ve çabuk kokuşur.
Acaba bahar yağmuru
mu, yoksa kış yağmuru mu daha latiftir? İki görüş vardır:
Kış yağmurunu tercih
edenler şöyle diyorlar: Güneşin harareti kışın daha
az olur. Dolayısıyla deniz suyundan ancak
daha latif olanını cezbeder, bu-harlaştırır. Hava saftır, dumanlı buharlardan,
suya karışan tozlardan halidir. Bütün bunlar kış yağmurunun daha latif ve saf
olmasını, karışımlardan uzak olmasını gerektirir.
İlkbahar yağmurunu
tercih edenler ise şöyle diyorlar: Hararet yoğun buharların çözülmesini
gerektirir. Bu durum havanın ince ve latif olmasını gerektirir. Bunun
neticesinde su hafif olur, yere ait olan karışım maddeleri azalır, nebatat ve
ağaçların hayat bulduğu, havanın güzel olduğu zamana rastlar.
İmam Şafiî (r.h.),
Enes b. Mâlik'in şöyle anlattığını nakleder: Rasûlul-lah (s.a.) ile beraberdik.
Yağmur yağdı. Hz. Peygamber (s.a.) hemen (mübarek tenlerine değmesi için)
elbisesini açtı ve: "O Rabbi Teâlâ tarafından yeni geliyor." buyurdu.[181] îstiska
(yağmur duası) bahsinde, Hz. Peygamber'in nasıl yağmur talebinde bulunduğu ve
ilk inen yağmur suyu ile teberrükte bulunduğu geçmişti. [182]
Ümmü'l-Kur'an,
es-Sebu'I-Mesânî... gibi isimleri olan bu sûre tam bir şifa, faydalı bir deva,
tam bir rukye, zenginlik ve kurtuluş anahtarı, kuvvetin koruyucusudur. Kadrini
bilen, hakkını veren, derdine deva kılmasını bilen, ibraz ettiği yüce mevkiin
esrarım bilen kimseler için gam, keder, üzüntü, tasa ve korkuyu defeder.
Bir sahabî Fâtiha'nın
bu esrarına vakıf olmuş ve yılan sokan birisine rukye olarak onu okumuştu da,
adam hemen iyi olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Onun rukye olduğunu sen
nereden bildin?" buyurmuştu.
Allah'ın tevfikine
nail oiup, basiret nurunun yardımı ile bu sûrenin esrarına, ihtiva etmiş
olduğu tevhide, Allah'ın zat, isim, sıfat ve fiillerine, şeriatın, kaderin,
ahiretin isbatına, Rablık ve İlahlığın tevhidini her türlü şirkten arındırmaya,
herşeyi elinde bulundurana tevekkül ve teslime, iki cihan saadetinin temelini
oluşturan hidayet talebinde O'na olan muhtaçlığa, Fâtiha'nın anlamlarının
dünya ve ahiretin yararlarım elde etme ve zararlarını defetmeyle ilişkisini
bilirse, tam ve mutlak akıbetin, tam anlamıyla nimetin ona bağlı olduğunu
kavrarsa, Fatiha sûresi o kişiyi pek çok ilaç ve rukyeden müs-tağnî kılar,
onunla hayır kapılarını açar, şer sebeplerini defeder.
Bu başka bir fıtratın,
başka bir akıl ve imanın ortaya konmasına ihtiyaç duyan bir durumdur. Allah'a yemin olsun ki nerde bir
fasit söz, bâtıl bid'at varsa, mutlaka Fatiha sûresi en yakın, doğru ve açık
bir yolla onun red ve iptalini içerir. Nerede ilahî marifetle, kalplerin
amelleri ve onların illet ve hastalıklarının tedavileri ile ilgili bir kapı
varsa, mutlaka Fâtihatu'l-Kitap'ta onun anahtarı, ona delalet yeri mevcuttur.
Âlemlerin Rabbine doğru yola çıkmış kimselerin konaklarından hiçbir konak
yoktur ki, onun başı ve sonu Fâtiha'-da bulunmasın.
Yine yeminle
belirtiyorum ki, Fâtiha'nın sânı bundan daha büyük, daha yücedir! Bir kul ona
kesin inanıp, sımsıkı sarıldığında, onunla kime hitap ettiğini anladığında,
onu tam bir şifa yerine koyabildiğinde, güçlü bir sığınak, açık bir nur
kıldığında, lâyıkı veçhile onu ve gereklerini anladığında ne bid'-ate ne de bir
şirke düşmez; ona kalp hastalıklarından hiçbirisi isabet etmez. İsabet edenler
de ancak geçici olup, kalıcı olmayanlar kabilinden olur."
O cennet hazinelerinin
anahtarı olduğu gibi dünya hazinelerinin de anahtarıdır. Ne var ki, herkes bu
anahtarla açmasını bilemez. Eğer hazine arayıcıları bu sûrenin sırrına vakıf
olup, mânalarını yakînî olarak kavrayabilseler, böylece bu anahtara dişler
yapsalar ve onunla açabilmesini öğrenselerdi, hiçbir engel hiçbir mâni ile
karşılaşmadan dünya hazinelerine mutlaka ulaşırlardı.
Biz bunu laf olsun
dîye söylemiyoruz. Aksine bu bir hakikattir. Ancak Yüce Allah'ın bu sırrı pek
çoklarından saklı tutmasında büyük bir hikmet vardır. Nitekim yeryüzü
hazinelerini gizlemesinde de büyük hikmetler vardır. Gizli hazinelerin
üzerine, insanla onlar arasında bir enge! olmak üzere şeytanî, kötü ruhlar,
istihdam edilmektedir. Onları ancak iman hali ile yüce olan, beraberinde
şeytanların karşı koyamayacağı silahları bulunan üstün ve şerefli olan ruhlar
altedebilir. İnsanların büyük çoğunluğu bu mertebede değildir. Dolayısıyla o
ruhlara karşı koyabilecek ve onları altedebilecek güçte değillerdir. Onların
ellerinden bir şey alamazlar. Oysa ki kaide "Kim b r düşman askerini
öldürürse, onun teçhizatı öldürene aittir." şeklindedir. [183]
En güzel kokulu
bitkilerden birisidir. Beyhakî, Şuabu'l-îman adlı kitabında Abdullah b.
Büreyde hadisinde, babasından (r.a.) merfû olarak şunu nakleder: "Dünya ve
ahirette güzel kokulu bitkilerin (reyhanların) efendisi fâğıye (kına
çiçeği)dir."[184]
Yine orada Enes b. Mâlik'den (r.a.): "Hz. Pey-gamber'e (s.a.) en sevimli
gelen reyhan (güzel kokulu bitki) fâğıye idi." dediğî rivayet edilir. Bu
iki hadisin halini Allah bilir. Sıhhatini bilmediğimiz bir şeyi Hz. Peygamber'e
nisbet edemeyiz.
Fâğıye (kına çiçeği),
sıcaklık ve kurulukta mutedildir, biraz tutucu özelliği vardır. Yün elbise
katlan arasına konulduğu zaman onları güveden korur. Felç ve gerilme
merhemlerine katılır. Yağı, azalan çözümler, sinirleri yumuşatır. [185]
Bilindiği üzere Hz.
Peygamberdin yüzüğü (mührü) gümüştendi, kaşı da gümüş idi.[186]
Kılıcının kabzasının siperi de gümüştendi.[187]
Gümüş takınmak ve zinet olarak kullanmak konusunda ondan herhangi bir yasağın
varid olduğu sahih olarak bilinmemektedir. Ancak gümüş kapta bir şeyler içmekten
yasakladığı variddir. Kaplar konusu, giymek ve süslenmek konusundan daha sıkı
tutulmuştur. Bu yüzden kadınlara, kap olarak kullanmaları haram olan şeyleri
zinet olarak veya giyerek (takınarak) kullanmaları mubah olmaktadır. Kap
olarak kullanımının haram olmasından, takı ya da zinet olarak kullanılmasının
da haramhğı sonucu çıkmaz.
Sünen'dc Efendimiz
(s.a.): "Gümüşe gelince onunla oynaymız.."[188] buyurmuşlardır.
Yasaklama, açıklayıcı bir delile ihtiyaç gösterir. O da ya nass (âyet veya
hadis) ya da icma'dır. Eğer bu ikisinden birisi sabit olursa ne âlâ; aksi
takdirde bunun erkeklere haramhğı konusunda kalpte bir şeyler (şüphe) bulunur.
Hz. Peygamber bir eline altın diğer eline de ipek almış ve: "Bu ikisi
ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helaldir." buyurmuşlardır.[189]'
(Gümüşten söz yok.)
Gümüş, Yüce Allah'ın
yeryüzündeki sırlarından birisidir. İhtiyaçların tılsımı, dünya ehlinin
birbirleri arasındaki ihsanlarıdır. Ona sahip olan üzerine gözler çevrilir,
gözlerde büyütülür, meclislerde baş köşeye oturtulur, önüne kapılar kapanmaz,
onunla sohbetten, beraberlikten usanılmaz, varlığı ağır gelmez, parmaklar onu
gösterir, gözler onu arar, söz söylese dinlenir, aracılık yapsa kabul görür,
şahitlik yapsa, şahitliği tezkiye edilir, bir kız isteyecek olsa, o ister saçı
sakalı ağarmış olsun, kusursuz denk bir talip olur; üzerindeki
sahihtir.
ak saçlar,
gencinkinden daha güzel olur.
Gümüş; düşünce, gam,
keder, kalp zayıflığı ve çarpıntısına iyi gelen ferahlatıcı ilaçlardandır.
Macunlar içerisine katılır, içerisindeki özelliği ile, özellikle de süzme bal
ve zaferana ilave edildiğinde, kalpte meydana gelen bozuk karışımları çeker.
Özelliği, kuruluk ve
soğukluğa çalar. Hararet ve rutubet de bulunur. Yüce Allah'ın sevgili kullan
için kıyamet gününde hazırladığı cennetler dört tanedir: İki tanesi altından,
iki tanesi de gümüştendir; kaplan, zinet ve takılan, içerisindeki diğer
eşyaları hep onlardandır. Sahih'de sabit olduğu üzere Üm-mü Seleme validemiz
Hz. Peygamber'in (s.a.): "Altın ve gümüş kaptan içen kimse aslında sadece
karnına cehennem ateşini dolduruyordur." buyurduğunu söyl emiştir.[190]
Yine sahih bir
hadiste: "Altın ve gümüş kaplardan içmeyiniz. Altın ve gümüş sahanlarda
yemeyiniz. Çünkü onlar dünyada'kafirlere aittir, ahirette de sizin
olacaktır." buyrulmuştur.[191]
Altın ve gümüş kap
kullanımının yasaklanma illeti konusunda farklı yaklaşımlar vardır: Bazıları:
"Para darlığına sebep olur, o yüzden haram kılınmıştır. Eğer kap olarak
kullanılacak olursa insanoğlu için tedavül aracı olarak yaratılmış olması
hikmeti ortadan kalkar." demişlerdir. Bir kısmı da: "îl-let, öğünme
ve kibirlenmedir." demişlerdir. Bir başka grup da: "Fakirler onların
altın gümüş kapları kullandıklarını görür, müşahede ederlerse, kalpleri
kırılır. Yasağın illeti işte budur." demişlerdir.
Bu yaklaşımların
hepsinde de su götürecek hususlar vardır. Çünkü, eğer illet para darlığına
sebep olması olsaydı, o zaman para ve kap dışında diğer dökümlerin de, zînet ve
takı olarak kullanılmasının da yasak olması gerekirdi. Öğünme ve kibirlenme
ise herşeyle haramdır. (İsterse çör-çöp olsun). Yoksulların kalplerinin
kırılmasının bir kriteri yoktur. Çünkü onların kalpleri mubah olan geniş
konaklar, güzel bahçeler, güzel binekler, lüks giysiler, leziz yiyecekler vb.
ile de kırılır. Dolayısı ile ileri sürülen görüşlerden hepsi de illet olmaya
müsait değildir.
Doğrusu, -Allah daha
İyi bilir ya- şöyle olmalıdır: Burada yasağın illeti bu kapların kullanımının
kalbe kazandırdığı, kulluğa açıkça ters düşen bir haleti ruhiyedir. Bu yüzden
de Hz. Peygamber (s.a.) hadisinde, "onlann dünyada kâfirler için
olduğu" şeklinde bir talilde bulunmuştur. Çünkü onların, kendisi ile
ahirette nimetlere ulaşabileceği kulluktan bir nasipleri yoktur. Onur
kullarının dünyada o tür kapları
kullanmaları doğru olmaz. Çünkü onları, ancak ve ancak kulluktan çıkıp, ahiret
karşılığında dünya ve onun peşin lezzetlerine razı olanlar kullanırlar. [192]
Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kur'an^lan inananlara rahmet ve şifa olan şeyler
indiriyoruz.[193] Sahih olan görüşe göre
bu âyette geçen ifadesindeki harfi teb'iziyye (parçayı bildirici) olmayıp,
cinsin (çerçevenin) beyanı içindir. (Buna göre mâna: Kur'an'ı... indirdik,
şeklinde olur); "Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana
bir şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gelmiştir." [194]
Kur'an her türlü kalbî
ve bedenî dertlere, dünya ve ahiret dertlerine karşı tam bir şifadır. Herkes
onunla şifa talebinde bulunmaya ehil ve muvaffak olamamaktadır. Hasta olan
kimse, onunla tedavi yöntemini güzel yapar, onu tam bir sadakat ve imanla derdi
üzerine koyarsa, tam bir kabul, kesin bir itikatla, diğer şartlarım da ortaya
koyarak ona sanhrsa, hiçbir dert asla onun karşısında duramaz.
Dertler Allah'ın
kelâmına karşı nasıl durabilir ki, şayet o dağlara inmiş olsaydı onu paramparça
eder, yeryüzüne inseydi ikiye bölerdi. Kalbî ve bedenî hastalıklardan hiçbiri
yoktur ki, Kur'an'da onun devasına, esbabına, perhizine dair delalet yollan
bulunmasın; bu mümkün değildir. Ancak bu herkese nasip değildir. Allah'ın,
Kur'an anlayışı lütfettiği kimseler ancak bunlara vakıf olabilirler. Tıbba
dair olan bölüm başında, Kur'an'ın tıbbî asıllara; sıhhatin korunması, perhiz
ve zararlıların boşaltılmasından ibaret olan koruyucu hekimliğin temellerine
nasıl işarette, irşadda bulunduğunun izahı geçmişti.
Kalbî devalara
gelince; Kur'an onları mufassal olarak zikretmekte, bu tür kalbî dertlerin
sebeplerini ve tedavi yollarını beyan etmekte ve: "Sana, üzerlerine
okunmakta olan kitabı indirmiş olmamız onlara kâfi gelmedi mi?" buyurmaktadır.[195]
Kur'an'ın şifa vermediğine Allah şifa vermez; Kur'an'ı kâfi görmeyene, AÜah
yardım elini uzatmaz. [196]
Sünen'de Abdullah b.
Cafer (r.a.) hadisinde: "Rasûlullah'ın (s.aj) acuru (hıyarı) oîgun yaş
hurma ile yediği" ifade edilir. Tirmizî ve daha başkaları da rivayet
etmiştir.[197]
Acur, ikinci derecede
soğuk ve rutubetli özellik arzeder. Yanan midenin hararetini söndürür. Midede
yavaş bozulur. Mesane ağrısına iyi gelir. Kokusu baygınlığa karşı faydalKhr.
Tohumu sidiği söktürür. Yaprağı sargı yapıldığında köpek ısırmasına iyi gelir.
Mideden aşağı yavaş iner. Soğukluğu midenin bir kısmına zararlıdır. Beraberinde
onu ıslah edecek, soğukluğunu ve rutubetini kıracak bir şeyin alınması uygun
olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) onu olgun hurma ile yemek suretiyle öyle
yapmıştır. Kuru hurma, kuru üzüm veya bal ile alması da onu düzene sokar. [198]
"Kust" ve
"küst" her ikisi de aynı mânâdadır. Sahihayn'da Enes (r.a.) hadisinde
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururlar: "Tedavide kullandığınız en hayırlı
şey, hacamat ile deniz ödü (kustu)dür."[199]
Müsned'&t Ümmü
Kays hadisinde ise Hz. Peygamber (s.a.): "Bu Hind ödüne devam ediniz.
Çünkü onda yedi derde şifa vardır. Bunlardan birisi de zâtülcenptir."
buyurmuşlardır[200]
Kust (öd ağacı) iki
türlüdür: Birincisi beyazdır ve ona deniz ödü denilir. İkincisi ise Hind
ödüdür. İkincisi hararetçe daha şiddetlidir. Beyaz olarfl daha yumuşak,
faydalan daha çoktur.
Her ikisi de üçüncü
derecede sıcak ve kuru özelliklidir, balgamı emerler, soğuk algınlığını
keserler. İçildikleri zaman karaciğer ve midi zayıflığına, bunların
üşütülmesine, gün aşın ve iki gün arayla tutan hummaya fayda verirler, böğür
ağrısını keserler, zehirlere karşı fayda verirler. Su ve bal ile macun yapılır
'e yüze sürütürlerse çiğiti sökerler, Galinos: "Kust yan ağnlarıria, siniı
gerginliğine fayda verir, tenyayı öldürür." demiştir.
Cahil tabipler, kustun
zâtülcenp (ciğer zanndaki iltihap) hastalığına karş
faydasını kavrayamamışlar ve inkâra
kalkmışlardır. Bu cahil adamlar eğer bu Galinos'tan nakledilecek olsaydı ona
bir nassmış gibi sarılırlardı. Kaldı ki, daha önce geçen tabiplerden bir çoğu
kustun (öd ağacının) zâtülcenp hastalığının balgamlı türüne faydalı geleceğini
beyan etmişlerdir. Bunu Hattabî, Muhammed b. el-Cehm'den zikretmiştir.
Daha önce,
peygamberler tıbbına nisbetle tabiplerin tıbbının; kocakarı tıbbının,
tabiplerin tıbbına nisbetinden daha geride olduğu ve vahiy yolu ile elde
edilenle deney ve kıyas yolu ile elde edilen arasındaki farkın, ayak ile baş
arasındaki mesafeden daha büyük olduğu belirtilmişti.
Şayet bu cahil
insanlar, yahudi, hıristiyan ya da müşrik tabiplerden birisi tarafından beyan
edilen bir ilaç bulsalar, derhal onu büyük bir kabul ve teslimiyetle
karşılarlar, onu denemeye ihtiyaç duymazlar.
Evet, biz ilaçla
faydalanma konusunda âdetin (alışkanlığın) bir tesiri olduğunu inkâr
etmiyoruz. Bir ilacı ve gıdayı itiyad edinen kimse için, o alışkın olmayan
kimseye nisbetle daha uygun ve faydalı-olur. Hatta belki de ona alışkın olmayan
ondan bir fayda elde edemez.
Büyük tabiplerin
sözleri her ne kadar mutlaksa da, aslında onlar mizaç, zaman, mekan ve
itiyatlara göredir. Bu şekilde bir kayıtlama, onların sözleri ve bilgileri
hakkında bir kusur sayılmadığına göre, doğru olan ve Allah tarafından
doğrulanan Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü hakkında nasıl kusur kabul edilebilir?
Ne var ki, insanların nefisleri, cehalet ve zulüm üzerine kurulmuştur. Yüce
Allah'ın iman ruhu ile teyid ettiği, basiretini hidayet nuru ile tenvir ettiği
kimseler bu genellemeden müstesnadırlar. [201]
Hz. Peygamber'in,
havz-ı kevserle ilgili sahih hadisinin bazı lâfızlarında: "Onun suyu
şekerden daha tatlıdır."[202]
ifadesi vardır. Hadislerde*baş-ka yerde şekerden söz edildiğini bilmiyorum.
Şeker, sonradan
meydana çıkmıştır, eski tabipler ondan sözetmemişler-dir. Onu bilmiyorlardı ve
içecek şeyler içerisine onun katılması gibi bir tavsife gitmiyorlardi. Sadece
balı biliyorlar ve ilaçlara onu katıyorlardı.
Şeker kamışı sıcak ve
rutubetli özellik arzeder, öksürüğe iyi gelir; rutubeti, mesaneyi, akciğer
borusunu temizler. Şekerden daha çok yumuşatıcıdır. Kusmaya karşı yardımcıdır.
Sidiği söktürür, şehveti arttırır. Affan b. Müslim es-Saffar: "Kim
yemekten sonra şeker kamışını emerse, o günün tamamını neşe içerisinde
geçirir." demiştir. Kızartıldığı zaman göğüs ve boğaz sertliğine iyi
gelir, yele sebep olur. Bu özelliği kabuğunun soyulup sıcak su ile yıkanması
suretiyle giderilir. Doğru olan görüşe göre, şeker sıcak ve rutubetli özellik
arzeder. Soğuktur diyenler de olmuştur. En kalitelisi beyaz, şeffaf ve çok sert
olanıdır. Eskisi yenisinden daha hoştur. Pişirilir ve köpüğü atılırsa susuzluğu
ve Öksürüğü teskin eder. Safralı midelere zararlıdır. Çünkü kendisi de safraya
dönüşür. Zararı limon veya narenciye ya da ekşi nar suyu ile giderilir.
Bazı insanlar daha az
hararetli ve yumuşak olduğu için şekeri bala üstün tutmuşlardır. Bu bala karşı
bir haksızlıktır. Çünkü balın faydalan şekerin faydalarından kat kat fazladır.
Yüce Allah onu hem şifa, hem deva, hem katık hem de tatlı kılmıştır. Balın
faydaları nerde, şekerin faydası nerde? Bal mideyi güçlendirir, tabiatı
yumuşatır, görmeyi keskinleştirir, göz kararmasını giderir, gargara yolu ile
nefesi açar, felç ve yüz felcini iyi eder, bütün bedenlerde rutubetten meydana
gelen bütün soğuk özellikli illetlere iyi gelir; rutubeti bedenin
derinliklerinden çeker, bütün bedenlere fayda verir; bedenin sıhhatini,
şişmanlığını, sıcaklığım korur, şehveti arttırır. Çözümleyici, cilalayıcı
özellik arzeder, damarların ağzını açar, bağırsağı arındırır, kurtları
(solucan) düşürür, kokuşmayı önler. Faydalı katıktır. Balgamlı kimselere,
yaşlılara, soğuk mizaçlı kimselere uygundur. Kısaca beden için baldan daha
faydalı hiç bir şey yoktur. Tedavide ve ilaçların aciz kaldığında, ilaçların
kuvvetlerini korumada, mideyi takviyede bal gibisi yoktur. Balın faydalan bu
saydıklarımızdan kat kat daha fazladır. Şekerin bu ayarda menfaatleri,
özellikleri nerede? Şekerin değil onun ayarında olması, ona yakın bir durumu
bile yoktur. [203]
a) Humma
Muskası: el-Mervezî anlatır: Ebu Abdillah'a benim ya yakalandığım haberi ulaşmıştı. Benim için, hummaya
karşı bir kağıda şunları yazdı:
'Bismillahirrahmanirrahim,
Bismillah ve billah. Muhammedün Rasûlullah
Dedik ki: Ey Ateş!
İbrahim üzerine serinlik, güllük-gülistanlık ol. Ona bir tuzak kurmak istediler.
Fakat biz onları hüsrana uğrayanlardan kıldık. Ey Allah'ım! Cebrail'in,
Mikail'in, İsrafil'in Rabbi! Bu muskanın sahibine gücün, kudretin ve azametinle
şifa ver. Ey Hak olan İlâh! Âmin."
el-Mervezî şöyle der:
Ben dinleyici iken Ebu'l-Münzir Amr b. Mecma Ebu Abdillah'a okuyarak arzda
bulundu, Yunus b. Hibbân'm kendisine tah-diste bulunduğunu söyledi. İbn Hibbân
kendisine şöyle demişti: Ebu Cafer Muhammed b. Ali'ye muska asmanın hükmünü
sordum. O şöyle dedi: "Eğer Allah'ın Kitabı'ndan ya da Hz. Peygamber'in
(s.a.) sözünden ise, onu as ve gücün yettiğince onunla şifa iste." Ben
ona: "İki gün ara ile tutan humma için yazıyorum" dedim. O:
"Tamam"
dedi.
İmam Ahmed Hz. Âişe ve
diğer bazı sahabîlerin bu konuda katı davranmadıklarını zikretmiştir.
Râvi Harb şöyle der:
Bu konuda Ahmed t>. Hanbel katı değildir. İmam Ahmed: "İbn Mes'ûd
bundan hiç mi hiç hoşlanmaz, kerih görürdü." demiştir. İmam Ahmed,
kendisine musibet geldikten sonra muska asılması hakkında suaî ettiklerinde:
"Bunda bir beis olmayacağını umuyorum." dedi.
el-Hallâl, Abdullah b.
Ahmed'den: "Babamı (İbn Hanbel'i) musibet sonrasında, gerek korku, gerek
humma için muska yazarken gördüm." dediğini nakletmiştir.
b) Zor doğum
için muska: el-Hallâl nakleder: Abdullah b. Ahmed şöyle der: Babamı, kadının
doğumu zorlaştığında, beyaz bir cama veya temiz bir şeye muska yazarken gördüm.
İbn Abbas hadisini yazardı:
"Allah'tan başka
ilâh yoktur. O Halîm'dir, Kerîm'dir. Yüce Arş'ın Rabbi, her türlü
noksanlıklardan Seni tenzih ederiz. Bütün övgüler âlemlerin Rabbi Allah'a
mahsustur. 'Onlar kendilerine söz verileni gördükleri gün dünyada sadece
gündüzün bir müddeti eğlendiklerini sanırlar. Bu bir bildiridir.'[204]
'Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar
kalmış olduklarını sanırlar.'[205]el-Hallâl
şöyle der: Bize Ebu Bekr el-Mervezî haber verdi. Bir adam Ebu Abdillah'a
gelerek:
— Ey Ebu Abdillah! İki gündür doğuramayan bir
kadın için (muska) yazar mısın? dedi. Ebu Abdillah, ona geniş bir cam ve
zaferan getirmesini söyledi (ve yazdı). Onu birçokları için aynı şekilde
yazarken gördüm. O, İk-rime ve İbn Abbas'tan naklederek şöyle derdi: İsa
(a.s.), yavrusu yan gelen bir ineğe rastladı. İnek dile gelerek: "Ey
Allah'ın Kelimesi! Benim için Allah'a dua et de şu halimden beni
kurtarsın!" dedi. Hz. İsa:
— Ey nefsi nefisten
yaratan, nefsi nefisten kurtaran, nefsi nefisten çıkaran, şunu kurtar, dedi.
İnek derhal yavrusunu attı ve hemen ayağa kalkarak yavrusunu koklamaya başladı.
Ebu Abdillah sonra: "Kadmm doğumu zorlaştığı zaman ben bunu, o kadm için
yazarım." dedi. Bütün bunlar rukye olmaktadır. Yazılmasında fayda vardır.
Seleftan bazıları, bir
kısım Kur'an âyetlerinin yazılarak, içilmesine ruhsat vermişler ve bunu Yüce
Allah'ın Kur'an'da kıldığı şifadan saymışlardır.
Doğum için yazılacak
diğer bir muska da şöyledir: Temiz bir kap içerisine:
"Gök yarılıp
Rabbine boyun eğdiği zaman, ki boyun eğecektir. Yer düzeltilip, içinde
olanları dışarı atarak boşaldığı zaman..."[206]
âyetleri yazılır ve hamile olan kadm ondan içer ve karnı üzerine serper.
c) Burun
kanaması için muska: Şeyhülislâm İbn Teymiye (r.h.), alnı
"Yere: Suyunu
çek; göğe: Ey gök sen de tut! denildi. Su çekildi, iş de bitti."[207]
âyetini yazardı. Ona şöyle derken işittim: Ben bunu birçok kimseye yazdım da
iyi oldu. Burun kanı ile yazmak asla caiz değildir. Bazı cahiller öyle
yapıyorlar. Çünkü kan pistir. Dolayısıyla onunla Yüce Allah'ın kelâmının
yazılması caiz değildir.
Burun kanaması için
diğer bir muska da şudur: Musa (a.s.), bir rida ile çıktı ve Şuayb'ı (a.s.)
buldu. Ona ridasını verdi: "Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır.
Ana kitap onun katındadır." dedi[208]
d) Hazaz
(öfke) için: Üzerine şu âyet yazılır:
"Ona ateşli bir
kasırga isabet etti ve yandı."[209]
Allah'ın güç ve
kudretiyle, bir başkası şudur: Güneşin sarardığı sırada üzerine şu âyet
yazılır:
"Ey inananlar!
Allah'tan sakının, Peygamberine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat versin;
size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık var etsin, sizi bağışlasın; Allah
bağışlayıcıdır, acıyandır."[210]
e) Humma
için: Üç adet ince kağıt üzerine:
yazılır. Her gün bir
kağıt parçasını alır, ağzına koyar ve onu su ile yutar,
f)
Irku'n-nesâ (siyatik) için şu yazılır:
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Ey Allah'ım! Her şeyin Rab-bi, her şeyin Rabbi, her şeyin
meliki, her şeyin yaratıcısı olan Rabbim. Beni Sen yarattın, bu illeti de Sen
yarattın. Onu bana musallat edip eza çektirme. Beni de ona musallat edip onu
kestirecek hale getirme. Bana dert bırakmayacak şekilde bir şifa ver. Senden
başka şifa verecek kimse yoktur."
g) Kanayan
damar için: Tirmizî, Câmi'mde îbn Abbas'tan şöyle nakleder: Hz. Peygamber
(s.a.), humma ve bütün ağrılara karşı kendilerine şu duayı öğretirdi:
"Yüce Allah'ın
adıyla. Kanı durmayan her damardan, ateşin sıcaklığının şerrinden ulu Allah'a
sığınırım."[211]
h) Diş
ağrısına karşı: Ağrı olan yanak üzerine şöyle yazılır:
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla, Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde
çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir."[212]
Veya şu yazılır:
"Gecede ve
gündüzde sükun bulan her şey O'nundur. O alîmdir."[213]
i) Çıban
için: Üzerine şu âyet yazılır:
"Ve sana dağlan
sorarlar, de ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerim düz, kuru bir
toprak haline getirecek, orada ne çukur ne tümsek göre-ceksin."[214]
Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Keme (mantar), mennden-dir. Suyu göz için
şifadır." Hadis, Sahihayn'da tahric edilmiştir.[215]
İbnü'I-Arabî şöyle
der: çoğuldur. Tekili dir. Bu Arap-ça'daki genel kurala aykırıdır. Çünkü çoğul
ile tekil arasında "kapalı te" harfi vardır; tekil "te'Midir,
"te" düşürüldüğünde çoğul olur. Sonra o çoğul mudur, çoğul için
konulan isim midir? Meşhur iki görüş vardır: 1) Bu iki kelime genel kuraldan
hariçtir. Birisi diğeri de dir. 2) İbnü'l-Arâbî'den başkası ise: "Hayır!
Bu kelime de genel kurala uygundur. tekil içindir, de çoğul içindir"
demiştir.
Bir Başkası da: hem
tekil, hem de çoğul içindir demiştir.
Birinci görüş
sahipleri, Araplar'ın kelimesini şeklinde çoğul yaptıklarım şâirin şu beytini
şahit getirerek görüşlerini deiiUendirmek istemişlerdir:
Bu beyit nin teki!,
nin de çoğul olduğunu gösterir[216]
Mantar, yerde, ekilmeden kendiliğinden biter. "Keme** denmesi toprağa
gizlendiği içindir. Şahitliği gizleyip, örttüğü zaman da Araplar: ( iiUjJi ur )
derler ve bu kelimeyi kullanırlar. Mantar yer altında gizlidir, yaprağı ve
bacağı olmaz. Maddesi topraksal, buharlı bir cevherdir, toprağın hemen yüzüne
yakın yerde yumrulamr. Kış soğuğu ile toparlanır, bahar yağmurları geliştirir,
büyütür ve yeryüzüne yumru yumru atılır ve çıkar. Bu yüzden de ona ( ^>jNı
JjjJr ) "yer çiçeği" derler. Çünkü hem şekil hem de maddesi
itibarıyla çiçek hastalığına benzer. Zira çiçeğin maddesi kanlı bir rutubettir
ve çoğu kez büyüme yaşlan sırasında, hararet istilasının ve kuvvetin artmasının
başlangıcında ortaya çıkar.
Mantar, ilkbaharda
bulunan şeylerdendir; hem çiğ hem de pişirilerek yenir. Araplar onu
"gökgürültüsü bitkisi" diye adlandırırlar. Çünkü ne kadar çok gök
gürlerse o kadar çok olur ve yer yarılarak yüzeye çıkar. Bâdiyelerde yaşayanların
yiyeceklerindendir. Arap ülkelerinde çok olur. En kalitelisi, az sulu ve kumlu
toprakta olanıdır.
Çeşitli türleri
vardır: Bir kısmı öldürücüdür ki, rengi kırmızıya çalar ve boğulmaya neden
olur.
Mantar, üçüncü
derecede soğuk ve rutubetli özellik arzeder. Mide için kötüdür, hazmı
yavaşlatır. Devamlı yenildiği zaman kulunç (bağırsak ağrısı), sekte, felç,
mide ağrıları ve idrar yaparken zorluğa sebep olur. Bunu yiyecek olan kimse,
önce onu yaş toprağa gömmeli, sonra su, tuz ve satir otuyla haşlamah ve
zeytinyağı ve sıcak özellikli baharatla yemelidir. Çünkü mantarın cevheri,
kaba ve topraksaldır. Gıdası kötüdür. Ancak içerisinde hafifliğine delâlet
eden ince sulu bir cevher de vardır. Onunla sürme çekmek göz kararmasına, sıcak
özellikli göz ağrısına faydalıdır. Büyük tabipler onun suyunun gözü
parlattığını belirtmişlerdir. Mesihî ve Kanun sahibi Ibn Sina bunlardandır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): desi hakkında iki görüş vardır:
Birincisi: Allah
Teâlâ'mn Israiloğulları üzerine indirdiği menn, sadece tatlıdan (kudret
helvası) ibaret değildi. Bilakis hiçbir emek harcamak -sızın Allah'ın
kendiliğinden bitirip onlara ihsan ettiği her türlü bitkiler "menn"
kapsamına girer. Çünkü kelimesi mânâsında masdardır. Yüce Allah'ın, kuluna
hiçbir çaba göstermeden lütfettiği her rızık, halis menn (kudret helvası)dır.
Her ne kadar diğer nimetleri de Allah'ın, kulu üzerine in'âmı (menn'i) ise de,
ismi, kulun herhangi bir çabası (kesbi) olmaksızın kendisine ulaşan nimetlere
tahsis edilmiştir. Çünkü bu tür nimetler, kulun çabası, sebeplere sarılması
gibi, bir vasıta olmaksızın kendisine ulaşmaktadır.
Allah Teâlâ, çölde
îsrailoğullannın temel gıdasını mantar kılmıştır. Bu ekmek yerine geçmektedir.
Katıklarını da bıldırcın kılmıştır. Bu da et yerini tutmaktadır. Tatlılarını da
ağaçların üzerine yapan kudret helvası (reçine) kılmış, böylece onların
yaşantıları için gerekli olan besin maddeleri tamamlanmıştır.
îyice düşündüğümüzde
Hz. Peygamber'in (s.a.) "Mantarı, Yüce Allah'ın, îsrailoğullarına indirmiş
olduğu "mennden biri" saydığını görüyoruz. Bu Allah'ın onlara ihsan
buyurduklarından sadece bir tanesidir. "Terencebîn"[217] —ki
ağaçların üzerine düşer— "menn"den bir nevidir. Sonra örf-i hadis olmak
üzere "menn" kelimesinin "terencebîn (kudret helvası)"
hakkında kullanılması galebe çalmıştır.
îkinci görüş: Hz.
Peygamber (s.a.), mantarı gökten indirilen "menn"e (kudret helvası)
benzetmiştir. Çünkü herhangi bir emek ve külfet harcanmak-sızın, tohum
ekilmeksizin, sulanmaksızın devşirilir.
Peki, mantar kudret
helvasından ise, içerdiği zararlar nereden kaynaklanıyor? diye bir soru akla
gelebilir.
Cevap: Allah Teâlâ,
her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde en güzel biçimde yaratmıştır. O Allah'ın
ilk yarattığı sırada her türlü âfet ve illetlerden uzaktır, ne için hazırlanıp
yaratıldı ise o şey için yararı tamdır. İçerdiği zarar, zehir gibi unsurlar
daha sonra ona mücavir olan şeylerden, ihtilat vb. sebeplerden olmakta ve onun
asliyetini bozmaktadır. Eğer onu bozacak sebeplerden uzak olarak asli
yaratılışı üzere bırakılacak olsa bozulmayacaktır.
Dünyanın başlangıcı ve
daha sonra olup bitenler hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler ki, dünyanın
havasında, bitkilerinde, hayvanlarında, insanların hallerinde meydana gelen
bozukluklar hep daha sonradan ve onlarnın bozulmasını gerektiren sebepler
yüzündendir. Âdemoğullarının kötü işleri, peygamberlere olan muhalefetleri
öteden beri genel ve özel bozulmalara sebep olagelmiş ve üzerlerine elemler,
hastalıklar, dertler, taunlar, kıtlıklar, kuraklıklar, topraktan, meyve ve
bitkilerden bereketin kaldırılması, menfaatlerinin alınması veya
noksanlaştırılması gibi birbirini takip eden pek çok şeylerin gelmesini intaç
etmiştir. Eğer bunu kavrayacak bir ilminiz yoksa, şu âyet sizin için yeterli
olabilir: "İnsanların elleriyle kazandıkları sebebiyle karada ve denizde
fesâd (bozulma) ortaya çıktı."[218] Bu
âyeti dünyanın hallerine vur, vakıa ile bu âyeti karşılaştır, söylediklerimizin
doğruluğunu göreceksin. Her vakit meyvelerde, ekinlerde, hayvanlarda âfet ve
hastalıklar nasıl ortaya çıkıyor, bu âfetler zorunlu olarak başka âfetlere
nasıl sebep oluyor, çorap söküğü gibi nasıl uzayıp gidiyor, insanların zulüm
fısk ve fücura daldıkları her bir vakitte, Rab Teâlâ'nın onların gıdalarına,
meyvelernine, havalarına, sularına, bedenlerine, yaratılışlarına, suret ve
şekillerine, ahlâklarına ne noksanlıklar, ne âfetler vermek suretiyle onlara
kötü amellerinin, zulüm, fısk ve fücurlarının gereği olan musibetleri nasıl
veriyor, nasıl belâlar yağdınyor, bunları gayet iyi anlayacaksın.
Buğday ve diğer
tahılların taneleri eskiden, şimdikinden çok daha büyüktü. Nitekim dünün
bereketi de bugünkünden kat kat fazlaydı. İmam Ah-med senediyle birlikte
rivayet etmiştir: "Ümeyyeoğullarından birinin hazineleri içerisinde bir
kese bulunmuş. Bu kesenin içerisinde hurma çekirdeği büyüklüğünde ve üzerinde
'Bu buğday adalet günlerinde biterdi.' yazılı bir buğday tanesi varmış."
Bu olayı İmam Ahmed, Müsned'inĞe zikretmiştir[219]
Bu hastalık ve umumî âfetlerin
büyük bir kısmı, daha önceki ümmetlere indirilen azabın bir kalıntısı
olmaktadır. Sonra ondan, onların amellerini işleyenlerini yakalamak üzere bir
artık kalmış, böylece Allah'ın adaleti ve hak hükmü tecelli etmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.) bu mânaya, taun hakkındaki, "O İsrailoğulları üzerine gönderilen azab ve
cezanın bir kalıntısıdır." sözleri ile işaret buyurmuşlardır.
Yine Allah Teâlâ aynı
şekilde, "Yedi gece ve sekiz gündüz kavmine"[220]
rüzgârı musallat kılmış ve sonra ondan yeryüzünde o günler ile ona benzer
günler için bir öğüt, bir ibret olsun diye bir bakiyye bırakmıştır.
Yüce Allah bu dünyada,
hem salih hem de fâcir kimselerin amellerini, neticelerini zorunlu olarak
gerektirici kılmıştır. Dolayısıyla iyilik yapmamayı, zekât ve sadaka vermemeyi,
gökten yağmurun yağmayışına,-kıtlık ve kuraklığa [221]
sebep kılmıştır. Yoksullara zulmü, ölçü ve tartıda hileyi, güçlünün zayıfa
tecavüzünü idarecilerin zulmüne sebep kılmıştır. Bunlar öyle idarecilerdir ki
kendilerinden merhamet dilense merhamet etmezler, acımazlar; . aslında onlar
idareci suretine girmiş, halkın (tebaanın) amelleridirler. Çünkü Allah Teâlâ,
hikmet ve adaletiyle insanlara, amellerini münasip kalıp ve şekillere dökmek
suretiyle göstermektedir. Bu bazan kıtlık ve kuraklık şeklinde, bazan düşman
suretinde; bazan zalim idareciler şeklinde, bazan salgın has^ talik suretinde,
bazan bütün insanları saran korku, endişe, gam, keder şeklinde, bazan göğün ve
yerin bereket kapılarını üzerlerine kapatmak şeklinde, bazan azap sebeplerine
onları kışkırtmaları ve böylece azabı iyice hak etmeleri için onlar üzerlerine
şeytanların musallat kılınması suretinde tezahür eder. Akıllı kimse yeryüzünde
basiretle dolaşır. Allah'ın adalet ve hikmetinin yer tuttuğu yerlere bakar,
temaşa eder ve sonunda görür ki, peygamberler ve onlara uyanlar hassaten
kurtuluş yolu üzeredirler; diğerleri ise helak yolunda yol almaktadırlar ve
helak ve azab yurduna doğru yüz tutmuşlardır. Allah işini bilir, O'nun hükmüne
itiraz edecek, emrini geri çevirecek hiçbir kimse yoktur. Tevfik ancak
Allah'tandır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Suyu göz için şifadır." sözü hakkında da üç görüş vardır:
Birincisi: Suyu göz
ilaçlan içerisine katılır; yalnız başına kullanılmaz. Bunu Ebu Ubeyd
zikretmiştir.
İkincisi:
Kızartıldıktan ve suyu süzüldükten sonra yalnız başına kullanılır. Çünkü ateş
onu latifleştirir ve olgunlaştırır; fazlalıklarını ve eza verici rutubetini
eritir, faydalarını alıkoyar.
Üçüncüsü: Onun
suyundan maksat, oluşmasını sağlayan yağmur suyudur. Bu su yere inen ve
mantara isabet eden ilk damladır. Dolayısıyla "onun suyu" şeklindeki
izafet, cüziyeti bildirmek için değil, ona hayat veren su ile birlikte olan su
demektir. Bunu da İbnü'l-Cevzî zikretmiştir. Üç görüş içerisinde en uzak ve
zayıf olanı budur.
Şöyle de denilmiştir:
Eğer mantar suyu, gözde olan şeyi soğutmak için kullanılacaksa, o takdirde
yalnız başına şifadır; şayet başka bir hastalık için kullanılacaksa, o zaman
diğer ilaçlar içerisine katılarak kullanılır.
el-Gâfikî şöyle der:
"Mantar suyu, ismid ile yoğurulur ve göze sürme çekilirse, en uygun göz
ilacı olur. Göz kapaklannı güçlendirir, görme gücünü her yönden arttınr, göze
inecek illetleri defeder." [222]
Sahihayn'da. Câbir b.
Abdillah hadisinde şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte
(Merru'z-Zahrân'da) Erak yemişi topluyorduk. Bize "Onun siyahım toplamaya
bakın. Çünkü o daha tatlı olur." buyurdu[223]
Kebâs, erak ağacı
yemişidir. Hicaz'da yetişir. Sıcak ve kuru özellik arze-der. Faydaları erak
ağacının faydaları gibidir: Mideyi güçlendirir, hazmı kolaylaştırır, balgamı
siler, sırt ağrılarına ve birçok derde karşı iyi gelir. İbn Cül-cül:
"Öğütülmüşü içildiği zaman sidiği söktürür, mesaneyi arındırır." der.
İbn Rıdvan ise: "O mideyi güçlendirir, tabiatı tutar." demiştir. [224]
Buharî, Sahihinde
Osman b. Abdillah b. Mevheb'den rivayet eder: "Üm-mü Seleme'nin (r.a.)
yanına vardık. Bize Hz. Peygamber'in (s.a.) saçından bir saç çıkardı. Bir de
baktık ki o, kına ve ketemle boyanmıştı."[225]
Dört Sünen'de yer alan
bir hadis de şöyledir: "Beyaz saçları(j| Rengini) değiştirebileceğiniz en
güzel şey kına ve ketemdir."[226]
Sahih'de Enes'ten
(r.a.) Ebu Bekir'in (r.a.) saçını kma ve ketemi! boyadığı rivayet edilmiştir.[227]
Ebu Davud'un
Sünerfındz ise İbn Abbas şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından saçını
kına ile boyamış bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Bu ne
güzel!" buyurdu. Saçını kına ve ketemle boyamış başka bir adam geçti. Hz.
Peygamber (s.a.) onun hakkında da: "Bu ondan daha güzel!" buyurdu.
Saçını zaferan (sufra) ile boyamış bir başkası geçti. Hz. Peygamber bu kez de:
"Bu ise diğerlerinin hepsinden daha güzel!" buyurdu.[228]
Gâfikî şöyle der:
"Ketem, ovalarda biten bir bitkidir. Yapraklan zeytin yaprağına yakındır.
Adam boyundan büyük olur. Kara biber (fülfül) çekirdeği gibi meyvesi olur.
İçinde çekirdeği bulunur. Ezildiği vakit kararır. Yapraklarının usaresi
(özsuyu) çıkarılıp bir ûkıyye kadarı içildiği zaman, acayib şekilde kusturur.
Köpek (kuduz) ısırmasına iyi gelir. Kökü su ile kaynatıldığı zaman mürekkep
elde edilir."
Kindî ise: "Ketem
tohumu ile sürme çekildiği zaman, göze inen suyu çözümler ve gözü iyi
eder." der.
Bazıları
**ketem"i "vesme" (çivit yaprağı) ile karıştırmışlardır. Bu yanlıştır,
ikisi ayrı ayrı şeylerdir. es-Sıhâh sahibi şöyle der: "Ketem, 'vesme' ile
karıştırılıp saç boyamada kullanılan bir bitkidir. 'Vesme', uzun yapraklar
olan, rengi maviye çalan, söğüt ağacı yaprağından daha büyük olan, fasülyt
yaprağına benzeyen ve ondan daha büyükçe bir bitkidir. Hicaz ve Yemen ta
raflarından getirilir."
Soru: Sahih'dt
Enes'ten (r.a.) sabit olduğuna göre Hz. Peygamper (s.a. saçlarını boyamamıştır.
[229]
öncekiler ile bu, nasıl telif edilir?
Cevap: İmam Ahmed buna
gerekli cevabı vermiş ve: "Enes'ten (r.a.) baş kalan Hz. Peygamber'in
(s.a.) saçlarını boyadığını görmüşlerdir. Görenle gör meyenin durumu bir
değildir." demiştir. Böylece İmam, Hz. Peygamber'ii (s.a.) saçlarını boyadıklarını
kabul ve isbat etmiştir. Muhaddislerden bir kıs mı da onunla aynı görüştedir.
İmam Mâlik ise bunu kabul etmez.
Soru:
Sahih-iMüslim'de, saçı siyaha boyamaktan meneden bir haber gelmiştir: Ebu
Kuhâfe, saçları ve sakalı segam çiçeği gibi bembeyaz getirildiği zaman Hz.
Peygamber (s.a.): "Bu beyazlığı değiştirin, ama siyaha boyamaktan
kaçının." buyurmuştur[230]'
Ketem ise saçları siyahlaştırır?
Cevap: Buna iki açıdan
cevap verilebilir.
Birincisi: Yasak,
sadece siyah ile ilgilidir. Ama kına içine ketem vb. gibi başka bir şey
katılırsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kma ile ketem saça kırmızı ile siyah
arasında bir renk verir. "Vesme" ise böyle değildir. O saça kömür
siyahlığı verir. Bu izah, diğerinden daha doğrudur.
İkincisi: Siyaha
boyama yasağı, başkalarını aldatma söz konusu olduğu zamana aittir. Meselâ
cariyenin ve yaşlı kadının saçını boyamak, böylece kocayı ve yeni müşteriyi
aldatmak, yaşlı ihtiyar adam kendisini genç göstermek ve böylece kadını
kandırmak için saçını boyamak gibi hallere aittir. Çünkü bu bir hile ve aldatma
(tedlis) kabilindendir. Ama böyle bir durum içermi-yorsa bir beis yoktur. Hasan
ve Hüseyin efendilerimizin saçlarını siyaha boyadıkları sahih olarak
bilinmektedir. Bunu îbn Cerîr (Tehzîbu'l-Âsâr'da) Ayrıca, Osman b. Affan, Abdullah
b. Cafer, Sa'd b\ Ebî Vakkas, Ukbe b. âmir, Muğîre b. Şube, Cerîr b. Abdillah,
Amr b. Âs'tan da; tabiîn'den Amr b. Osman, Ali b. Abdillah b. Abbas, Ebu
Seleme b. Abdirrahman, Abdurrahman b. Esved, Musa b. Talha, Zührî, Eyyûb,
İsmail b. Ma'dîkerib'den de saçlarını siyaha boyadıklarım nakletmiştir.
İbnü'l-Cevzî de,
Muharib b. Disâr, Yezîd, îbn Cüreyc, Ebu Yûsuf, Ebu İshâk, İbn Ebî Leylâ, Ziyad
b. Alâka, Gaylân b. Cami, NâfT b. Cübeyr, Amr b.el-Makdemî, Kasım b. Sellâm'dan
aynı görüşü nakletmiştir. [231]
Kerm, üzüm ağacıdır.
Üzüm ağacına "kerm" denmesi mekruhtur. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Hz.
Peygamber (s.a.): "Sizden biriniz üzüme 'kerm' demesin. 'Kerm' ancak
müslüman adamdır.", başka bir rivayette de: "Kerm, ancak müslüman
adamdır.", başka bir rivayette de; "Kerm, ancak müslü-manın
kaîbidir."[232],
bir başka rivayette de: "Kerm demeyiniz; 'meb' (üzüm) ve 'hable' (üzüm
çubuğu, asma) deyiniz. "[233]
buyurmuştur.
Bunun iki mânâsı
vardır:
Birincisi: Araplar
üzüm çubuğuna menfaat ve hayrının çokluğundan dolayı "kerm"
derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.), bütün kötülüklerin anası olan ve üzümden elde
edilen içkiye karşı bir davetiye çıkarabileceği düşüncesiyle üzüm için bu ismin
kullanılmasını iyi görmedi ve şarabın aslı olan bu ağacın, isimlerin en güzeli
ve hayırlısı ile isimlendirilmesini mekruh buldu.
: İkincisi: Bu söz
"Pehlivan, güreşte yenen kimse değildir."[234],
"Zavallı; kapı kapı dolaşan kimse değildir."[235]
sözlerinin üslûbunda söylenmiştir. Yani: Siz, üzüm ağacını fazla menfaatinden
dolayı "kerm" diye isimlendiriyorsunuz. Oysa ki mü'minin kalbi veya
müslüman adam, bu isme ondan daha lâyıktır. Çünkü mümin, mahza hayırdır
menfaattir demek olur. Dolayısıyla bu ifadede mü'minin kalbinde bulunan
cömertlik, iman, nur, hidayet, takva ile onu bu isme üzüm çubuğundan daha lâyık
ve müstahak kılan diğer vasıflar gibi hayırlara işaret bulunmaktadır.
Üzüm çubuğu, soğuk ve
kuru bir özellik arzeder. Yaprakları, sıkılmış üzüm artıkları ve sürgünü,
birinci derecenin son haddinde, soğutucu özellik arzeder. Ezilip sargı
yapıldığında baş ağrısını teskin eder, sıcak özellikli şişliklere ve mide
yanmasına iyi gelir. Sürgünlerinin usaresi içildiğinde kusmayı teskin eder,
karnı tutar. Yaş özü çiğnendiği ve yapraklarının özsuyu alındığı zaman bağırsak
yaralarına, kanamaya, kan kusmaya, mide ağrısına iyi gelir. Gövde kesildiğinde
sızan zamk gibi su, içildiği zaman taşları düşürür. Sürüldüğü zaman temreği ve
yaralı uyuzu vb.ni iyileştirir. Kullanılmadan önce sürülecek yerin su ve
natronla (sodyum karbonat) yıkanması iyi olur. Zeytinyağı ile sürüleceği zaman
saç tıraş edilir. Dallarının külü sirke, gül yağı ve sedef otu ile birlikte
sargı yapıldığında, dalağa ânz olan şişliğe iyi gelir. Üzüm çiçeğinin yağı, gül
yağı gibi tutucu özellik arzeder. Faydaları pek çoktur, hurmanın faydalarına
yakındır. [236]
Hz. Peygamber'e (s.a.)
isnadı sahih olmayan bir hadiste: "Kim ve üzerine uyursa, ağızı güzel
kokarak uyur, diş ağrılarından emin olarak uyur." şeklinde kerevizden söz
edilmektedir. Bu hadis Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilerek uydurulmuştur.
Ancak bostan kerevizi, ağız kokusunu gerçekten güzelleştirir. Kökü boyuna
asıldığında, diş ağrılarına iyiye gelir.
Sıcak ve kuru
özelliklidir. Rutubetlidir; karaciğer ve dalak tıkanıklıklarını açar. Yaş
yaprağı mide ve soğuk özellikli karaciğere fayda verir, sidiği ve aybaşı kanını
söktürür. Taşları parçalar. Tohumu daha güçlüdür, şehveti tahrik eder, ağız
kokusuna fayda verir de denilmiştir. Râzî, akrep sokmasından korkulduğunda yenilmemelidir,
demiştir. [237]
Yine hakkında mevzu
bir hadis vardır ve şöyle denilmektedir: "Kim pırasa yer ve sonra uyursa
basur yelinden emin olarak uyur. Kokusu kötü olduğu için sabaha kadar, melek
ondan uzak durur."[238]
îki türlüdür: Nabat
pırasası, Şam pırasası. Nabat pırasası sofraya konulanıdır. Şam pırasası ise
başlı olandır. Sıcak ve kuru özelliklidir, baş ağrıtır. Pişirilip yenilirse
veya suyu içilirse soğuk özellikli basurlara iyi gelir. Tohumu ezilir ve
katranla yoğrulur ve çürümüş diş buharına tutulursa, diş kurtlarını dağıtır ve
çıkarır, dişe arız olan ağrıyı teskin eder. Tohumu makata tütsü olarak
verilirse, basurlar hafifler. Bütün bunlar Nabat pırasasının özellikleridir.
Bunun yanında pırasa
dişlere ve diş etlerine zararlıdır, başı ağrıtır, kötü düşler görmeye sebep
olur, gözü karartır, ağzı kötü kokutur. Sdik ve aybaşı kanını söktürür, şehveti
tahrik eder. Hazmı yavaşlatır. [239]
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Cennette olanlara diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.
"[240], "Ve canlarının
isteyecekleri kuş eti ile etraflarında dolaşırlar."[241]
Sünen-i îbn Mâce'âeki
Ebu'd-Derdâ hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Dünya ehlinin de, cennet ehlinin de yiyeceklerinin
efendisi ettir."[242]'
Merfû olarak rivayet edilen Büreyde hadisinde de: "Dünyada ve ahi-rette en
üstün katık ettir."[243]
buyurulmuştur.
Sahih-iBuharî'dz:
"Hz. Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tirid'in diğer yemeklere
üstünlüğü gibidir."[244] buyurmuşlardır.
Tirid et ile ekmektir. Şâir şöyle der:
"Ekmeğine eti
katık ettin mi, Allah'ın ahdi için işte yedin tindi[245]
Zührî şöyle der: "Et yemek, yetmiş
kuvveyi arttırır." Muhammed b. Vâsi ise: "Et, görmeyi arttırır."
demiştir. AH b. Ebî Tâlib (r.a.): "Et yeyiniz. Çünkü o, rengi düzene
koyar, karnı inceltir, ahlâkı güzelleştirir." demiştir. Nâfi' şöyle der:
"İbn Ömer, Ramazan geldiğinde etsiz durmazdı, yola çıktığında etsiz
kalmazdı." Nakledildiğine göre Hz. Ali: "Kırk gece et yemeyenin
ahlâkı kö-îüleşir." demiştir.
Ebu Davud'un merfû
olarak rivayet ettiği: "Eti bıçakla kesmeyiniz. Çünkü o acem işidir. Onu
kemirerek yeyiniz. Çünkü öylesi daha leziz ve afiyetti olur.[246]
şeklindeki Hz. Âişe hadisine gelince; İmam Ahmed, Hz. Peygam-ber'in (s.a.)
bıçakla et kestiğini belirten sahih iki hadisle onu reddetmiştir. Hadis daha
önce geçmişti.
Etin çeşitli cinsleri
vardır. Her biri aslı ve tabiatına göre farklılık arze-der. Her bir cinsin
hükmünü, tabiatını, menfaat ve zararlarını anlatacağız:
1— Koyun
eti: İkinci derecede sıcak, birinci derecede rutubetli özellik arzeder. İyisi
bir yaşındaki koyunun etidir. İyi hazmedebilenler için güzel ve güçlü kan
üretir. Soğuk ve mutedil mizaç sahiplerine, soğuk yer ve mevsimlerde tam
riyazat sahiplerine uygun bir gıdadır. Kara safra mizaçlı kimseleı için
faydalıdır. Zihni ve hafızayı güçlendirir. Yaşlı ve zayıf koyunun eti kötüdür.
Dişi koyun eti de Öyledir. En iyisi, koç etinin siyah kısmıdır. Çünkt o daha
hafif, daha lezzetli ve faydalıdır. Burulmuş olanı daha faydalı ve kalitelidir.
Semiz hayvandan alman kırmızı et daha hafiftir ve gıda bakımından da daha
iyidir. Oğlak eti daha az gıdalıdır ve midede üste çıkar.
Etin en üstünü kemiğe
yapışık olan kısmıdır. Sağ taraf sol taraftan daha hafif ve kalitelidir. Ön
tarafların eti arka tarafın etinden daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.)
koyunun en çok sevdiği yeri ön tarafı idi. Baş hariç üste gelen tarafların eti,
alta gelen yerlerin etlerinden daha hafif ve kalitelidir. Fa-razdak, kendisine
et alması için bir adama para vermiş ve: "Ön tarafından al, baş ve
karından sakın; çünkü dert bu ikisindedir." demiştir. Boyun eti güzel ve
lezzetlidir, hazmı çabuk ve hafiftir. Ön bacak eti en hafif, en lezzetli, en
yumuşak ve eza vermeden uzak, hazmı en çabuk olan kısmıdır. Bunun Hz.
PeygamberMn (s.a.) hoşuna gittiği Sahihayn'da rivayet edilmiştir.[247]'
Sırt eti çok gıdalıdır güzel kan yapar. *Sünen-i İbn Mâce'de merfû olarak:
"En güze! et sırt etidir.*"' buyrulmuştur[248]
2— Keçi eti:
Az hararetli ve kuru özelliklidir. Ondan meydana gelen karışım güzel değildir,
hazmı da iyi değildir. İyi bir gıda da sayılmaz. Teke eti mutlak anlamda
kötüdür. Aşırı kurudur, hazmı çok zordur. Kara safralı karışımlar
doğurur.
ı
Câhiz şöyle der:
"Üstün doktorlardan birisi bana: Ey Ebu Osman! Sakın keçi eti yeme; çünkü
o balgamı doğurur, kara safrayı tahrik eder, unutkanlığa sebep olur, kam
bozar. Vallahi o çocukları sakat eder, dedi."
Bazı doktorlar şöyle
demişlerdir: Keçi etinden kötü olanı yaşlı keçi etidir, özellikle de yaşlı
kimseler için, hiç de iyi değildir. Onu itiyad eden için, ondan bir kötülük
yoktur. Galinos, bir yıllık keçi etini mutedil gıdalardan ve iyi sindirim için
dengeleyici özellikli kabul etmiştir. Dişisi erkeğinden daha faydalıdır.
Nesâî'de keçi hakkında
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Keçiye iyi davranınız ve ona eza
verecek şeyleri gideriniz. Çünkü o cennet hay-vanlarındandır."[249] Bu
hadisin sübûtu hakkında istifhamlar vardır. Doktorların keçi etini mahkum
etmeleri cüz'î bir hükümdür, küllî (genel) bir hüküm değildir. O zayıf midelere,
ona alışkın olmayan, latif, yumuşak gıdalara alışık olan zayıf mizaçlılara has
bir hükümdür. Bunlar ise şehirlerde refah içerisinde yaşayan az sayıda
kimselerdir.
3— Oğlak
eti: Oğlağın özellikle de süt emdiği sürece ve henüz çok körpe
olmadığı zaman itidale yakın bir eti
vardır. Süt emdiği için hazmı çok" süratlidir, tabiatı yumuşatır. Hemen
çoğu kez ve çoğu insanlara uygun bir yiyecektir. Deve etinden daha latiftir.
Ondan oluşan kan mutedildir.
4— Sığır
eti: Soğuk ve kuru özelliklidir, hazmı zordur, mideden yavaş intikal eder,
kara safralı bir kan oluşturur. Sadece aşırı yorgun ve çok çalışan kimselere
uygundur. Devamlı yenmesi kara safralı hastalıklar doğurur. Cild-de
alacaklıklar, uyuz, temreği, cüzzam, fil derdi (bacak şişliği), kanser, kuruntu,
iki gün aşırı tutan humma ve pek çok şişlikler bunlardandır. Bu alışkın
olmayan ya da zararını biber, sarmısak, tarçın, zencefil vb. gibi şeylerle
gidermeyen kimseler için sözkonusudur. Erkeği dişisinden soğukluk bakımından
daha azdır. Dişisi de kurulukça daha azdır. Buzağı eti, özellikle de semiz
olması durumunda gıdalar içerisinde en uygun, en güzel ve lezzetlisidir. O
sıcak ve rutubetli özellik arzeder. Hazmedildiğinde güçlü bir gıda verir.
5— At eti:
Sahih'dc Esmâ'dan (r.a.) sabit olduğuna göre o şöyle demiştir: "Hz.
Peygamber (s.a.) devrinde bir at boğazladık ve onu yedik."[250]
Yine Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit olduğuna göre, at eti konusunda izin
vermiş, eşek eti yemeyi yasaklamıştır. Hadisi Buharî ve Müslim tahric
etmişlerdir.[251]
Mikdam b. Ma'dîkerib'in
(rîa.) Hz. Peygamber'in (s.a.) onu yasakladığına dair hadisi sabit değildir.
Ebu Davud ve4iğer hadis âlimleri böyle söylemişlerdir[252]
kur'an'da katırla,
atın yan yana zikredilmesi, at etinin onun eti hükmünde olduğuna herhangi bir
şekilde delâlet etmez. Aynı şekilde ganimet taksiminde katırın hükmünün, atın
hükmü gibi olduğuna da delâlet etmez. Yüce Allah, bazan birbirlerine eş olan
şeyleri yanyana zikrederken, bazan da farklı ve birbirlerine zıt olan şeyleri
yan yana zikretmektedir. Aynı âyetteki "Onlara binmeniz için."[253]
ifadesinde, onun yenilmesine engel olacak bir unsur yoktur. Aynı şekilde onda,
binme dışında diğer istifade yollarının menedil-mesine dair bir engel yoktur.
Bu ifade sadece binme menfaatinin öneminden (1olayı zikredilmiştir. Helâlliği
konusundaki iki hadis de sahihtir ve muarızları yoktur.
At eti sıcak kuru,
kaba, kara safralı ve zararlı bi(;özellik arzeder. Nâzik bedenlere uygun
değildir.
Aynca gevsek olan
Sa-alri'ane ile rivayeti 'etmiştir.
6— Deve eti:
Râfızîler ile ehl-i sünnet arasım ayıran hususlardan birisidir. Nitekim bu
yahûdiler ile müslümanlar arasındaki farklardan da birisini teşkil eder.
Yahudilerle Râfızîler deve etini kötülerler ve yemezler. İslâm'da onun helâl
olduğu zorunlu bilgiler arasındadır. Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı, onu hem
seferde hem de sefer haricinde devamlı olarak yemişlerdir.
Deve yavrusunun eti
etler içerisinde en lezzetli, temiz ve gıda bakımından güçlü olanlardandır.
Alışkın olanlar için o, koyun eti mesabesindedir ve asla zarar vermez, derde
sebep olmaz. Bazı tabipler onu sadece, alışkın olmayan şehirli zenginler için
kötülenişlerdir. Çünkü onda hararet ve kuruluk vardır, kara safra oluşturur,
hazmedilmesi zordur, hoşa gitmeyen bir kuvveti vardır. Bu yüzdendir ki Hz.
Peygamber (s.a.) iki sahih hadiste[254] —ki
muarızları yoktur— deve eti yiyenin abdest almasını emir buyurmuştur. Bu hadislerin,
"elin yıkanması" şeklinde te'vili doğru değildir. Çünkü Hz.
Pey-gamber'in kelâmında ( tjj»j ) kelimesinden kasdettiği mânâ bellidir; el yıkama
mânası bunun dışındadır. İkinci olarak da Hz. Peygamber (s.a.) koyun eti ile
deve etini ayırarak, koyun eti yiyeni abdest alıp almamak arasında muhayyer
bırakmış, deve etini yiyene ise abdest almalarını lazımı olarak emretmiştir.
Eğer "vudû' = abdest'' kelimesi sadece el yıkamaya hamledilecek-se,
"Kim edep yerine elini vurursa abdest alsın.[255]
buyruğundaki abdest de ona hamledilecektir.
Sonra onu yiyen,
meselâ ağzına koymak suretiyle elini vurmadan yiyebilir, eğer abdestten maksat
el yıkamaksa, o zaman bu emir abes olur. Şâri*-in sözünü şer'î örf ve herkesçe
bilinen mânası dışına hamletmek uygun olmaz. Bu hükmün "Hz. Peygamber'in
(s.a.) iki davranışından sonuncusu, ateşte pişen şeylerden abdest alınmasının
terki idi." hadisi ile tearuz halinde olması da çeşitli açılardan doğru
değildir:
1) Bu hadis umûmîdir, deve eti yeme neticesinde
abdest alınması emri ise özeldir.
2)
Hadislerin yönleri farklıdır. Deve etinden abdest alma emri, "sırf onun
deve eti olduğu" içindir; ister çiğ, ister pişmiş, ister kurutulmuş olsun farket-mez.
Ateşin abdest almayı gerektiren bir etkisi yoktur. Ateşte pişen şeyin
yenmeşinden dolayı abdest almayı terketme emri ise, bir şeyin ateşte pişmiş olmasının
abdesti gerektirici olmadığını beyan içindir. Dolayısıyla aralarında ne ilgi
var ki tearuzları sözkonusu olsun? Birisi abdest alma sebebini -ki o onun deve
eti olmasıdır- belirtirken, öbürü ateş dokunan şeyin abdest sebebi olmadığını
belirtmektedir. Aralarında herhangi bir şekilde çelişki yoktur.
3) Bunda
şeriatın sahibinden nakledilen genel bir lâfız yoktur. Sadece bir konuda biri
diğerinden önce iki defa tekrarlanan bir olayın bildirilmesi söz konusudur.
Nitekim bu, aynı hadiste belirtilmiştir. Şöyle ki: Hz. Peygam-ber'e (s.a.) et
takdim etmişler, yemiş. Sonra namaz vakti gelmiş ve abdest almış, namaz
kılmıştır. Sonraları yine et takdim etmişler, yemiş, sonra abdest almadan
namaz kılmıştır. Bu iki işten sonuncusu ateşte pişen şeyden dolayı abdest
almayı terk oluyordu. Hadis böyle gelmiştir. Râvi hadisin istidlal edilen
yerini almak suretiyle ihtisarda bulunmuştur. Bunda ateş temas eden şeyden
abdest alma emrinin neshine delâlet edecek ne var? Hatta böyle değil de daha
sonraki tarihli zıt gibi gözüken genel bir lâfız olsa bile, o nesh için
elverişli olmaz ve has (özel) olan nassın âmm (genel) olan nass üzerine takdimi
gerekir. Bu son derece açıktır.
7— Dabb ,
keler eti: Helâlliği ile ilgili hadis geçti. Sıcak ye kuru özelliklidir. Cima
şehvetini güçlendirir.
8— Gazal ,
geyik eti; En iyi avdır. Eti güzeldir. Kuru ve sıcak özelliklidir. Gayet mutedildir,
sağlam mutedil bedenler için faydalıdır da denilmiştir. İyisi geyik
yavrusudur.
9— Zaby ,
ceylan eti: Birinci derecede sıcak ve kuru özelliklidir; bedeni kurutur.
Rutubetli bedenler için elverişlidir. İbn Sina Kanun adlı eserinde:
"Vahşi hayvanlar içerisinde en üstün et, biraz kara safralı olmakla birlikte
ceylan etidir." der.
10— Erneb
tavşan eti: Sahihayn'da Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle anlatır: Bir tavşana
rastladık, arkasından koştular ve onu yakaladılar. Ebu Talha onun budunu Hz,
Peygamber'e (s.a.) gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.)'de bunu kabul buyurdu.[256]
i
Tavşan eti mutedildir,
hararet ve kuruluğa çalar. En güzel yeriitıudu-dur. En iyisi etini kızartarak
yemektir. Karnı tutar, sidiği söktürür, taşlan
ufalar, kafasını yemek
el ve baş titremesine iyi gelir.
11—
HımânıH-vahş, yaban eşeği eti: Sahihayn'da Ebu Ka-tâde şöyle anlatır: "Bir
umre seferinde Rasûlullah ile beraberdik. Ben bir yaban öşeği avladım. Hz. Peygamber (s.a.) onu yemelerini
emretti ve o sırada ihrimh bulunuyorlardı. Ben ise ihramlı değildim."[257]
îbn Mâce'de Câbir'in
(r.a.): "Hayber fethi sırasında at ve yaban eşekleri yedik."
rivayeti bulunmaktadır.[258]
Eti sıcak ve kuru
özelliklidir, çok gıdalıdır. Kara safralı yoğun bir kan oluşturur. Ancak iç
yağı, Öd ağacı, (kust) yağı ile birlikte sırt ağrısına, böbrekleri sarkıtan
yoğun yele karşı faydalıdır. İç yağı sürüldüğünde çiğite iyi gelir. Genellikle
bütün vahşi hayvan etleri, yoğun ve kara safralı kan oluştururlar. İçlerinde
en iyisi geyik etidir. Sonra tavşan eti gelir.
12— Cenin
(ana karnındaki yavru) eti: İçindeki kan boşalmadığı için iyi değildir. Haram
da değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Ceninin tezkiyesi annesinin
boğazlanmasıdır." buyurmuştur[259]
Irak âlimleri, diri
olarak yetişilip boğazlanmadıkça ceninin yenilemeyeceğini söylemişler ve
hadisi tevil ederek ondan murat "Onun tezkiyesi annesinin boğazlanması
gibidir." şeklindedir ve bu hadis, ceninin haramhğına bir hüccettir,
demişlerdir. Bu yanlıştır. Çünkü nadisin öncesi vardır: Onlar Hz. Peygamber'e
(s.a.) sormuşlar ve:
yoruzJ
Ya Rasûlallah! Biz
koyunu kesiyoruz ve karnında cenin (yavru) bulu- yiyebilir miyiz? demişler, Hz.
Peygamber (s.a.) de:
Eğer isterseniz
yeyiniz. Çünkü onun tezkiyesi, annesinin boğazlanır, buyurmuştur.
Kıyas da ceninin helâl
olmasını gerektirir. Çünkü o, ana karnında olduğu sürece, annenin bir parçası
olmaktadır. Annenin boğazlanması ise bütün uzuvların tezkiyesi demektir. Şeriat
sahibinin; "Onun tezkiyesi, annesinin bo-ğazlanmasıdır." ifadesi ile
işaret etmek istediği şey de budur. Onun boğazlanması nasıl diğer organlarının
tezkiyesi demek ise ceninin de tezkiyesidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in
(s.a.) cenin etinin yenileceğine dair açık sünneti bulunmasaydı bu kez sahih
kıyas yine onun helâl olmasını gerektirecekti.
13—
Kurutulmuş et: Sünen'de Sevbân (r.a.) anlatır: Bir sefer sırasında Hz.
Peygamber (s.a.) için bir koyun kesmiştim. Bana: "Onun
etini kurut!" buyurdular. Ondan
Medine'ye gelinceye kadar, peygamberimize yedire geldim.[260]
Kurutulmuş et,
pastırmadan daha faydalıdır, bedeni güçlendirir, kaşıntı doğurur. Zararı, soğuk
ve rutubetli baharatla bertaraf edilir. Sıcak mizaçlılar için elverişlidir.
Pastırma, sıcak kuru
ve kurutucudur. İyisi, semiz ve rutubetli olanıdır. Bağırsak ağrılarına
(kulunç) neden olur. Zararı süt ve yağ ile pişirilmek suretiyle giderilir.
Sıcak ve rutubetli mizaçlı kimselere elverişlidir. [261]
Allah Teâlâ,
cennetliklerden bahsederken: "Canlarının çektiği kuş eti ile (etraflarında
dolanırlar)", buyuruyor.[262]
Bezzâr'm Müsned'mĞc
merfû olarak şöyle buyrulur: "Şüphesiz ki sen cennette bir kuşa bakar ve
onu arzu edersin. Derhal o, kızartılmış olarak önüne düşer.[263]
Kuşlardan bazıları
helâl, bazıları da haramdır: Haram olanlar; çakır doğan, doğan ve şahin gibi
pençeli olanlar, kerkenez, kartal, leylek, saksağan, alaca karga, kara karga
gibi leş yiyenler; hüdhüd (ibibik) ve göçken (surad) gibi öldürülmesi yasak
olanlar; çaylak (hıdee) ve karga gibi öldürülmesi emredilen kuşlardır.
Helâl olanların ise çeşitli
sınıfları vardır:
1— Tavuk:
Hz. Peygamber'in (s.a.) tavuk yediği Sahihayrfda. belirtilmiştir.[264]
Tavuk, sıcak ve
birinci derecede rutubetli özellik arzeder. Mideye hafiftir. Hazmı çabuktur,
iyi bir karışım olur, beyni ve meniyi arttırır, sesi tasfiye eder, rengi
güzelleştirir, aklı güçlendirir, güzel bir kan oluşturur. Rutubete meyillidir.
Denildiğine göre devamlı yenmesi "nıkris" denilen ayak zahmetine
sebep olurmuş. Ancak bu sabit değildir.
2— Horoz
eti: Daha sıcak ve daha az rutubetli özellik arzeder. Eskisi ilaçtır ve usfur
(veya asfar) tohumu (kurtum) ve durak otu işibs) ile pişirildiği zaman kulunca
(bağırsak ağrısına), astıma, yoğun yellere iyi gelir. İyi bir gıdadır,
hazmedilmesi çabuktur. Piliçler İse, hazmı çok süratlidir, tabiatı yumuşatır,
ondan oluşan kan gerçekten güzel (ince) bir kandır.
3— Tiraç
kuşu [265] eti: İkinci derecede
sıcak ve kuru özellik arzeder; hafif ve hoştur. Hazmı çok çabuktur. Mutedil
bir kan oluşturur. Çok yemek gözü keskinleştirir.
4— Keklik eti: Güzel kan oluşturur. Hazmı
çabuktur.
5— Kaz eti:
Sıcak ve kurudur. Alışkanlık edinildiğinde kötü bir gıdadır, artığı fazla
değildir.
6— Ördek
eti: Sıcak ve rutubetlidir, artığı fazladır, hazmı zordur, mideye uygun
değildir.
7— Toy kuşu
eti: Sünen'de Bürcyhî b. Ömer b. Sefine hadisinde, râvi dede (Sefine) sahabî,
Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber toy kuşu eti yediğini söylemiştir.[266]
Toy kuşu eti, sıcak ve
kuru, hazmı zor bir özellik arzeder. Çalışıp yorulanlar için faydalıdır.
8- Turns eti:
Kuru ve hafiftir. Sıcak mı soğuk mu olduğu ihtilaflıdır S^davi (kara) bir kan
oluşturur. Çalışıp yorulan kimselere uygundur. Boğazlandıktan sonra
bırakılmalı ve bir gün veya iki gün sonra yenilmelidir.
9— Serçe ve
turkay (ya da çekük) kuşu eti Nesâî, Soner'inde rivayet etmiştir: Abdullah b.
Ömer (r.a.) Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Eğer
bir insan serçe ya da daha küçük bir kuşu hakkını vermeden öldürürse, mutlaka
Yüce Allah o kimseden onu sorar." Sordular: "Ya Rasûlallah! Onun
hakkı nedir?" Hz. Peygamber (s.a.): "Onu boğazlaman ve yemendir,
başını koparıp atmamandır."[267]
buyurdu.
Yine onuri Sünen'inde,
Amr b. Şerîd'in, babasından rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kim boş yere bir ser£e öldüürse, o serçe: 'Ya Rabbi!
Beni falanca boş yere öldürdü, bir fayd? iürmedi.' diye Allah'a tazarru ve
niyazda bulunur."[268] '
Serçe eti, sıcak ve
kurudur, tabiatı tutar, şehveti arttırır, çorbası Jabiatı yumuşatır, mafsallara
fayda verir. Beyni zencefil ve soğanla yendiği gaman cima arzusuna heyecan
katar. Midede iyi bir karışım oluşturmaz.
10— Güvercin
eti: Sıcak ve rutubetlidir, iç organları daha1 az rutubetlidir. Civcivleri
daha rutubetli özellik arzeder. Yeni uçabilenlerinin eti daha hafiftir, gıdası
da iyidir. Erkek güvercin eti gevşeme, uyuşma, sekte ve titremelere karşı
şifadır. Nefeslerini koklamak da aynı şekildedir. Civcivlerini yemek siyatiğe
karşı yardımcı olur. Böbreklere iyi gelir. Kanı arttırır. Hakkında asılsız
hadisler uydurulmuştur. Güya bir adam Hz. Peygamber'e yalnızlıktan şikâyet
edince: "Kendine güvercinden bir eş edin." buyurmuş.[269]
Bundan sıhhatçe daha iyisi şudur: Hz. Peygamber (s.a.) bir adamı bir güvercini
izlerken görmüş ve: "Bir şeytan bir şeytanı takip ediyor." buyurmuştur
[270]
Hz. Osman (r.a.),
hutbesinde, köpeklerin öldürülmesini ve gü Jfercinle-rin boğazlanmasını
emrederdi.
11—
Bağırtlak kuşu eti: Kuru özelliklidir. Kara safra meydana getirir, tabiatı
sıkar. En kötü gıdalardandır. Ancak istiska'ya (vücudurj bir tarafında su
toplanması) karşı fayda verir. ;
12— Bıldırcın eti: Sıcak ve kuru özelliklidir.
Mafsallara iyi gelir. qıcak özellikli karaciğere zararlıdır. Zararı sirke ve
kişnic tohumu (küs-füre) ile giderilir.
Kokuşmuş ve pis
yerlerde olan kuşların etlerinden sakınmak gerekir. Bütün kuş etleri, hayvan
etlerinden daha çabuk hazmedilirler. Daha çabuk haz-molunan ve daha az gıdalı
olan yerleri ise boyun ve kanat kısımlarıdır. Beyinleri (dimağ) hayvan
beyinlerinden daha iyidir.
13— Çekirge :
Sahihayn'da rivayet edilir: Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.): "H.. Peygamber
(s.a.) ile çekirge yiyerek yedi gaza (sefer) yaptık." demiştir.[271]
Müsned'de ise Allah
Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize iki meyte (ölü), iki kan helâl
kılındı: Balık ve çekirge; karaciğer ve dalak." Bu hadis hem merfû, hem de
İbn Ömer'e (r.a.) mevkuf olarak rivayet edilir.[272]
Çekirge, sıcak ve kuru
özelliklidir, az gıdalıdır. Devamlı yenilmesi zayıflatır. Buharına durulduğu
zaman sidik damlaması ve işeme zorluğuna — özellikle de kadınlar için— iyi
gelir. Basurlar için buharına durulur. Semizleri akrep sokmasına karşı
kızartılır ve yenilir. Saralılar için zararlıdır. Midede karışımı kötüdür.
Sebepsiz ölmüş olanların mübahhğı konusunda iki görüş vardır: Çoğu ulemaya göre
helâldir. İmam Mâlik haram saymıştır. Baskı, yangın vb. gibi bir sebeple
ölmesi durumunda helâl olduğunda herhangi bir ihtilâf yoktur.[273]
Devamlı et yememek
uygun olur. Çünkü demevî ve şişmanlıklarla ilgili hastalıklara, akut hummalara
sebep olabilir. Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Etten sakınınız. Çünkü o,
şarabın alışkanlık doğurduğu gibi alışkanlık doğurur. Bu haberi Mâlik,
Muvatta'da Hz. Ömer'den rivayet etmiştir. Hipokrat ise: "İçinizi
hayvanların makberi kılmayınız." dermiş. [274]
Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "Hayvanlarda da size ibretler vardır. Bağır-sakiarmdakiler ile
kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiri-riz."[275];
Cennetten bahsederken: "Orada temiz su ırmakları, tadı bozulmayan süt
ırmakları... vardır."[276]
buyurmuştur.
Sünen'de merfû olarak
şöyle buyrulur: "Kime Allah bir yemek yedirirse o: 'Allah'ım bunu bizim
için bereketli kıl, bizi ondan daha hayırlısı ile rızık-landır, desin. Kime de
süt içirirse o: 'Allah'ım! bunu bize bereketli kıl, ve ondan bize daha ver'
desin. Çünkü ben yiyecek ve içecekler içerisinde sütten başka yeterli olanı
bilmiyorum."
Süt, her ne kadar
görünüşte basit gözüküyorsa da ashnda yaratılışında üç cevherden tabiî olarak
terkip edilmiş mürekkep bir içecektir: Peynir cevheri, tereyağı cevheri ve su
cevherinden meydana gelmiştir. Peynir cevheri, soğuk ve rutubetlidir, bedene
gıda verir. Tereyağı cevheri, mutedil hararet ve rutubet arzeder, sağlam yapılı insan bedenine
uygundur, menfaatleri çoktur. Su cevheri, hararetli ve rutubetlidir, tabiatı
bırakır, bedene rutubet verir. Genel olarak süt, mutedilden daha soğuk, daha
rutubetlidir.
"Sağıldığı sırada
kuvveti, hararet ve rutubettir." de denilmiştir. "Hararet ve
soğuklukta mutedildir." diyenler de olmuştur.
Sütün en kaliteli
zamanı sağıldığı zamandır. Sonra giderek değeri azalır. Sağıldığı sırada daha
az soğuk, daha çok rutubetli özellik arzeder. Ekşidiği zaman bunun aksi olur.
Doğumdan kırk gün sonraki süt tercih edilir. En kalitelisi son derece beyaz,
kokusu güzel, tadı lezzetli, hafif tatlımsı, orta derecede yağlı olan, ne çok
ince ne çok koyu olmayan, genç ve sağlıklı, orta etli, otlak ve sulağı iyi olan
bir hayvandan sağılan süttür.
Süt güzel bir kan
oluşturur, kuru özellikli bedeni rutubetlendirir, güzel bir gıda verir,
kuruntu, keder ve sevdalı hastalıklara iyi gelir. Bal ile içildiği zaman,
dahili yaraları kokuşmuş unsurlardan arındırır. Şekerle birlikte içildiği
zaman, rengi gerçekten güzelleştirir. Süt cimanın zararını telafi eder, göğüs
ve akciğere iyi gelir, veremli kimseler için çok elverişlidir. Baş, mide, karaciğer
ve dalağa iyi gelmez. Fazla süt içmek dişlere ve diş etlerine zararlıdır. Bu
yüzden sütten sonra ağız su ile gargara yapılmalıdır. Sahihayn'da belirtildiği
üzere: Hz. Peygamber (s.a.) süt içmiş, sonra su istemiş ve ağzını gargara
ederek: "Onun yağı vardır." buyurmuştur[277]
Hummalı kimselere,
başı ağrıyanlara iyi gelmez. Beyine ve zayıf başa eza verir, devamlı süt içmek
göz kararması ve perdelenmesine, mafsal ağrılarına, karaciğer tıkanıklıklarına,
mide ve karında şişliklere neden olabilir. Bal ve zencefil vb. ile zararı izale
edilir. Bütün bunlar süte alışkın olmayan kimseler içindir.
a) Koyun
sütü: Sütler içerisinde en koyu ve rutubetli olanıdır. Keçi ve inek sütünde
bulunmayan ölçüde yağlı ve kötü bir kokusu vardır. Balgamlı artıklar doğurur.
Devamlı alındığı zaman cildde beyazlık meydana getirir. Bu tür etkisinin az
olması için içine su katılması uygun olur. Susuzluğu teskini çok süratlidir,
soğukluk vermesi de bir hayli çoktur.
b) Keçi
sütü: İnce ve mutedildir, karnı bırakır, kuru bedeni rutubetlendirir, boğaz
ağrılarına, kuru öksürüğe ve kan tükürmeye karşı iyi gelir.
Mutlak anlamda süt,
insan bedeni için en faydalı içecektir. Çünkü hem gıda verir, hem kan yapar;
insan çocukluk döneminde ona alışkındır, aslî fitrata uygundur. Sahihayn'da
miraç olayında anlatıldığına göre Hz. Peygam ber'e (s.a.) isrâ gecesinde bir
kadeh şarapla, bir kâse süt sunulmuş. O her ikisine de bakmış ve süt kâsesini
almıştı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.): "Seni fıtrata uygun olana hidayet
eden Allah'a hamdolsun. Eğer şarabı alsaydın ümmetin taşkınlık yapar,
azardı." demiştir.[278]
Ekşi süt iyi değildir,
ham bir karışım oluşturur. Sıcak özellikli mideler onu hazmeder ve ondan
faydalanabilir.
c) İnek sütü: Bedene gıda verir ve onu
geliştirir, itidalli biçimde karnı tutar. İncelik ve koyulukta, yağ oranında
keçi ile koyun sütü arasında en uygun ve en üstün sütlerden birisidir. Sünen*
de merfû olarak rivayet edilen İbn Mes'ûd (r.a.) hadisinde: "İnek sütüne
devam ediniz. Çünkü o her bir ottan otlar." buyrulmuştur.[279]
d) Deve
sütü: Faslın başında sözü geçti. Orada faydalarından bahsedildi. Tekrara gerek
duymuyoruz. [280]
"Kündür" de
tabir edilir. Hakkında Hz. Peygamberden (s.a.): "Evlerinizi lüban ve
satir otu ile buharlandırımz." şeklinde bir hadis nakledilmişse de, O'ndan
böyle bir hadis sahih değildir. Ancak Hz. Ali'nin, kendisine unutkanlıktan
şikâyetçi olan birisine: "Lübân (akgünlük) kullanmalısın; çünkü o kalbi
cesaretlendirir, unutkanlığı giderir." dediği rivayet edilmektedir.
Zik-redildiğine göre İbn Abbas (r.a.): "Aç karnına şekerle birlikte
içilmesi işemek ve unutkanlık için iyidir." demiştir. Yine Enes (r.a.)
kendisine unutkanlıktan şikâyetçi olan bir adama: "Lübân'a (kündür) devam
et. Akşamdan ısla, sabaha girdiğinde, aç karnına ondan iç. Çünkü o unutkanlığa
karşı çok iyidir." demiştir.
Bunun açık ve tabiî
bir sebebi vardır. Şöyle ki; unutkanlık dimağa galebe çalan soğuk ve rutubetli
mizacın kötülüğünden olduğu zaman, beyin hafıza gücünü gereği gibi
çalıştıramaz ve ezberleyemez. Bu durumda lübân (akgünlük) ona fayda verdir.
Ama unutma, arızî olan bir şeyin galebesinden kaynaklanıyorsa, rutubet verici
özellikli şeylerle onun derhal izalesi mümkündür.
Aralarında şu fark
vardır: Kuru özellikli olanın arkasından uykusuzluk ve şimdiki olanların değil
de geçmişte olan şeylerin hıfzı gelir. Rutubetli özellikli olanın durumu ise
tersinedir.
r.
Unutkanlığı bazı
özellikli şeyler doğurur: Ense çukurundan hacamat olmak, devamlı yaş küzbüre
(kişnic) ve ekşi elma yemek, aşırı düşünce ve gam, durgun suya bakmak ve içine
işemek, asılmış kimseye bakmak, mezar kitabelerini çokça okumak, yanyana giden
iki deve arasında yürümek, havuzlara bit atmak, fare artığını yemek
bunlardandır. Bunların çoğu tecrübe il^i bilinmektedir. [281]
Lübân (akgünlük),
ikinci derecede ısıtıcı, birinci derecede kurutucudur, birazcık tutucu özelliği
vardır. Faydaları çok, zararları ise azdır. Faydalarından bir kısmı şunlardır:
Kan fışkırmasına, kan gitmesine, mide ağrısına, karın gitmesine fayda verir.
Yemeği hazmettirir, yelleri çıkarır. Göz yaralarını temizler, sair yaralarda et
bitirir. Zayıf mideleri güçlendirir ve onları ısıtır. Balgamı kurutur, göğüs
rutubetlerini emer, göz kararmasını giderir. İnatçı yaraların yayılmasını
önler. Yalnız başına veya İran sâbiri ile çiğnendiği zaman balgamı çeker. Dil
tutulmasına karşı iyi gelir. Zihni açar ve arındırır. Su ile
buğulandırıldığında vebaya karşı iyi gelir ve havanın' kokusumj
igüzel-leştirir. [282]
Su hayatın maddesi,
içeceklerin efendisidir. Kâinatı oluşturan unsurlardan biri hatta aslî
unsurudur. Çünkü gökler suyun buharından, yeryüzü köpüğünden yaratılmış, Allah
her canlıyı ondan halketmiştir.
O gıda verir mi, yoksa
sadece gıdaya etki mi eder konusunda iki görüş vardır. Daha önce hangisinin
daha üstün olduğunu ve delillerini zikretmiştik.
Su soğuk ve rutubetli
özellik arzeder, harareti önler, bedeni ve rutubetini muhafaza eder,
çözümlenenlerin yerini doldurur, gıdaları inceltir ve onları damarlara
gönderir.
Suyun kaliteli olması
için şu on şart aranır:
1. Rengi son derece saf olmalıdır.
2. Asla kokusu olmamalıdır.
3. Tadı Nil ve Fırat sulan gibi güzel ve hoş
olmalıdır.
4. Ağırlığı hafif ve İnce kıvamlı olmalıdır.
5. Kaynak ve aktığı yollar temiz ve güzel
olmalıdır.
6. Kaynağı uzakta olmalıdır.
7. Güneş ve rüzgâra açık olmalıdır. Yer altında
gizli olmamalıdır.
8. Hareketli ve hızlı akışlı olmalıdır.
9. Suyu bol olmalı, karışan yabancı maddeleri
dışarı alabilmelidir.
10. Döküldüğü yer de suyun kalitesini bildirir.
İyi su ya kuzeyden çıkarak güneye doğru bir yol almalı, yahut da batıdan
doğuya doğru bir mecra izlemelidir.
Bu on vasıf üzerinde
düşünecek olursanız, bunların sadece şu dört nehirde tam olarak bulunduğunu
göreceksiniz: Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat.
Sahihayn'âa Ebu
Hureyre hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat;
hepsi de cennet ırmaklarmdandır." buyurmuştur.[283]
Suyun hafifliği, şu üç
şey ile anlaşılır: 1) Çabuk soğur, çabuk ısınır. Hi-pokrat: "Çabuk ısınıp
çabuk soğuyan su en hafif sudur." demiştir. 2) Tartı ile anlaşılır. 3)
Aynı ağırlıkta iki pamuk aynı miktardaki farklı iki su ile ıslatılır ve iyice
kurutulur, sonra tartılır. Hangisi daha hafif ise onu ıslatan su, diğerinden
daha hafiftir.
Su, aslî konumunda her
ne kadar soğuk ve rutubetli ise de, arızî sebeplerle bu özelliği değişiklik
gösterebilir. Şöyle ki; diğer yönlere kapalı olup sadece kuzey rüzgârına açık
olan su soğuk olmakla birlikte, içinde biraz da kuzey rüzgârından almış olduğu
kuruluk özelliği gösterir. Diğer yönler için de avnı durum söz konusudur.
Madenler arasından
kaynayan su, o madenin özelliğini gösterir ve bedene o madenin etkisi gibi
etki yapar. Tatlı su, hem hasta hem de sağlıklı kimselere faydalıdır. Soğuk
olanı dalia faydalı ve tatlıdır. Aç karnına içilmesi uygun değildir. Hemen
cimadan sonral, uyanır uyanmaz, hamamdan çıktıktan sonra, meyve akabinde
içilmemelidir. Daha önce geçmişti. Yemek üzerine içmede, eğer bir zaruret
varsa, bir sakınca yoktur. Hatta içmelidir, fakat az ve emerek içmelidir. Böyle
yaparsa asla zarar vermez. Aksine mideyi güçlendirir, şehveti uyandırır,
susuzluğu giderir.
Ilık su, şişkinlik
yapar ve az önceki zikrettiklerimizin aksi tesirde bulunur. Üstünden bir gece
geçen su, tazesinden daha iyidir. Daha önce geçti. Soğuk
su, içende dışarıdaki faydasından daha
çok fayda verir. Sıcak su ise, bunun aksinedir. Soğuk su kan kokuşmalarına,
buharların başa doğru yükselmesine karşı fayda verir, kokuşmaları önler; sıcak
özellik gösteren mizaç, diş, zaman ve mekânlara uygun gelir; soğuk algınlığı
ve şişkinlikler gibi olgunlaşma ve çözümlenmeye ihtiyaç gösteren her duruma
karşı zararlıdır. Aşırı soğuk olduğunda dişleri sızlatır; devamlı soğuk su
içmek, damar çatlamasına, nezlelere, göğüs ağrılarına sebep olabilir.
Aşın derecede soğuk ve
sıcak su, sinirler ve pek çok organlara karşı zararlıdır. Çünkü aşırı sıcak su
çözümleyici, aşırı soğuk da yoğunlaştırıcıdır. Sıcak su sert karışımların verdiği
yanmaları teskin eder; çözümleyici ve ol-gunlaştıncıdır, artıkları dışarı
çıkarır, rutubeî ve ısı verir; içildiği zaman hazmı bozar; yemeği midenin
yüzüne çıkarır ve mideyi gevşetir. Susuzluğu hemen söndürmez, bedeni
bıraktırır, kötü hastalıklara sebebiyet verir, pek çok hastalıklara karşı
zararlıdır. Ancak yaşlı ve saralılara, soğuk özellikli baş ağrısına, göz
ağrısına iyi gelir. Haricen kullanılması daha faydalıdır.
Güneş tarafından
ısıtılmış su hakkında sahih ne bir hadis ne de bir haber (eser) mevcut
değildir. Eski tabiplerden hiç biri de onu hoş görmeyip, kö-tülememişlerdir.
Aşırı sıcak su böbrek yağlarını eritir. Gayn harfind^j, yağmur sulan hakkında
söz edilmişti. (Gays maddesi).
a) Kar ve
dolu suyu: Sahihayn'da sabit olduğu üzere Hz. Peygamt er çeşitli
münasebetlerle yaptığı duasında: "Allah'ım! Beni hatalarımdan i:ar dolu
suyu ile yıka!" buyururdu.[284]
Kar, mâhiyet
itibariyle sert ve dumanlı özellik arzeder. Suyu da aynı şekildedir.
Hataların, kalbin serinletilmesine, güçlendirilmesine ve sertleştiril-mesine
duyulan ihtiyaçtan dolayı kar suyu ile yıkanması talebindeki hikmetin izahı
daha önce geçmişti. Bundan hem bedenî, hem de kalbî hastalıkların zıdları ile
tedavi edilmeleri ilkesinin çıkarıldığı yine orada belirtilmişti.
Dolu suyu, kar
suyundan hem daha ince hem de daha lezzetlidir. Buz
suyu ise, aslı olan su özelliğini
gösterir.
Kar, iyilik ye kötülük
bakımından üzerine yağdığı dağ ve toprakların özelliğini kazanır. Hamamdan
çıktıktan, cimadan, spordan, sıcak yemekten hemen sonra karlı su içmemek
gerekir. Aynı şekilde öksürenler, göğüs ağrısı çekenler, karaciğer zayıflığı
olanlar, soğuk özellikli mizaca sahip kimseler de karlı su içmemelidirler.
b) Kuyu ve
yeraltı boru suları: Kuyu sularının letafeti azdır, yer altı boru suları ise
ağırdır. Çünkü kuyu gömüde olup, kokuşmalardan hali değildir. Boru sulan ise
hava ile temas halinde değildir, hava ile temas edip üzerinden bir gece
geçmedikçe içilmemelidir. En kötüsü de kurşun borularda akıtılan, ya da kuyusu
harap olan sulardır. Özellikle toprağı da kötü ise, artık o su korkunç bir veba
yuvasıdır.
c) Zemzem suyu:
Şerefçe suların efendisi, en büyük ve azametlisidir, nefislerin en çok
arzuladığı, fiyatça da en yüksek ve en nefis olanıdır. O Cibril'in (a.s.) yere
ayağım vurması neticesinde Yüce Allah tarafından ilk etapta Hz. İsmail'in su
ihtiyacını gidermek için çıkarılmıştır.[285]
Sahih'tt sabit olduğu
üzere Hz. Peygamber (s.a.), Kabe ve örtüsü arasında Zemzem'den başka azığı
olmaksızın geceli gündüzlü kırk gün geçiren Ebu Zer'e: "Şüphesiz o
(Zemzem), doyurucu bir yemektir." buyurmuştur[286]
Başkaları bu ifadeye, "Ve hastalıklara şifadır." sözünü de eklemişlerdir[287]
İbn Mâce'de ise Câbir
b. Abdillah (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Zemzem suyu ne niyetle
içilirse öyle olur," buyurmuştur[288]
Bazıları bu hadisi Muhammed b. el-Münkedir'den rivayet etmekte olan râvi Abdullah
b. el-Müemmel yüzünden zayıf bulmuşlardır. Biz, Abdullah b. el-Mübarek'ten
rivayet etmiştik. Bu zat hacc ettiğinde Zemzem'e geldi ve: "Ey Allah'ım!
İbn Ebi'l-Mevalî, Muhammed b. el-Münkedir'den, o Câbir'den (r.a.), o da
Pey-gamber'inden (s.a.): 'Zemzem suyu ne niyetle içilirse öyle olur' buyurduğunu
naklediyor. Ben onu kıyamet gününün susuzluğunu gidermesi için içiyorum."
dedi. İbn Ebi'l-Mevâlî sikadır. Şu halde hadis hasendir. Bazıları o hadisi
sahih bulurken, bazıları da mevzu saymışlardır. Her ikisi de tahkiksiz
söylenmiş sözlerdir.
Bizzat kendim ve daha
başkaları Zemzem ile şifa bulmayı tecrübe etmiş ve şaşılacak tesirlerini
görmüşüzdür. Ben çeşitli hastalıkların şifasını onda aradım ve Allah'ın izni
ile iyileştim. Pek çok sayıda kimselerin yarım ay boyunca, daha az veya daha
çok müddetle sadece onunla gıdalandıklarım, hiçbir açlık hissetmediklerini,
insanlarla birlikte onlardan biri gibi tavaf ettiklerini müşahade etmişimdir.
Biri bana tam kırk gün Zemzem'le idare ettiğini, bu arada eşi ile cima
edebilecek, oruç tutup defalarca tavaf edebilecek gücünün bulunduğunu
söylemiştir.
d) Nil suyu:
Cennet nehirlerinden birisidir. Kaynağı Habeş ülkesinin en uzak noktalarında,
Kamer dağlarının arkasındadır. Orada yağmur suları toplanır, seller birbirini
destekler ve böylece Allah NiFi çöl bir toprak üzerinden Kuzey'e doğru
sürükler. Onunla ekin çıkarır, ondan insanlar ve hayvanlar yerler. Yüce
Allah'ın Nü'i akıttığı topraklar çöl topraklarıdır, katıdır; normal yağmur
yağacak olsa onunla o toprağın suya kanması ve bitki bitirmesi mümkün değildir.
Normalin üstünde yağacak olsa bu kez de, evler barklar, orada meskûn olanlar
zarar görecek ve yaşama düzeni bozulacak, hayat yürümeyecekti. İşte bu yüzden
Allah yağmuru tâ uzak yerlere indirdi, sonra bu yağmurları büyük bir nehirde
buralara akıttı. Yüce Allah onun taşmasını belli vakitlerde ve ülke
topraklarının yeterli düzeyde sulanabileceği bir miktar ve keyfiyette ayarladı.
Bütün toprakları suya iyice kandırdığı zaman azalması ve yatağına çekilmesi
için izin verdi. Böylece ekim yapılabilmesi imkânı doğdu ve istifade
tamamlandı.
Nil suyunda, az önce
zikredilen, kaliteli bir suda bulunması gereken on vasıf da bulunmaktadır.
Böylece o, en latif, en hafif, en tatlı ve en hoş sulardan biri olmaktadır.
e) Deniz suyu:
Hz. Peygamber'in (s.a.) deniz hakkında: "Onun suyu temizdir; ölüsü de
helaldir. "[289]
buyurduğunu biliyoruz. Yeryüzünde gerek insanların gerekse hayvanların
hayatlarının düzenli ve menfaatlerinin tamam olması için Yüce Allah denizleri
acı ve tuzlu kılmıştır. Çünkü denizler daimi ve durgundurlar; içerisinde pek
çok canlılar yaşar. Bunlar orada çoğu kez ölürler ve gömülmezler. Eğer bu
durumda deniz suyu tatlı olsaydı, devamlılığı ve içerisinde hayvanların ölmesi
sebebiyle bozulur ve kokuşurdu. Dünyamızı saran hava tabakası bundan etkilenir
ve o da kokuşur, fesada uğrar; neticede bütün dünya fesada giderdi. Yüce
Allah'ın herşeyi yerli yerinde yaratan hikmeti, denizlerin tuzla gibi şayet
dünyadaki bütün İaşeler, pis kokular, ölüler içerisine atılacak olsa
bozulmayacak, değişmeyecek şekilde kalmasını gerektirdi; yaratıldığından
kıyamete dek kalmasına rağmen kokuşmamasını gerektirdi ve denizler öyle
yaratıldı. Bu denizlerin tuzlu olmasını gerektiren gâî sebebidir. Onun fiilî
olarak tuzlu olmasını intaç eden etkin sebep de, zenininin tuzlu ve çorak
olmasıdır.
Deniz suyu ile
yıkanmak, deride bulunan pek çok afetlere karşı faydalıdır. İçmek dahili ve
harici zararlara sebep olur. Çünkü karnı bırakır, zayıflatır, kaşıntı ve uyuz
doğurur, şişkinlik ve susuzluk meydana getirir. Deniz suyunu içmek zorunda
kalan kimseler için, zararını giderme amacı ile yapabileceği bazı yollar
vardır:
Bunlardan birisi
şöyledir; Deniz suyunu tencereye koyar, tencere üzerine kamışlar uzatır,
onların üzerine de kabartılmış yeni yün koyar. Sonra tencerenin altını yakar.
Buharlaşıp da yün buhara doyduğu zaman alır ve bir kap içerisinde sıkar ve bunu
defaatle yapar. Yünde tatlı su buharı toplanır, tencerede ise acı kısım kalır.
İkinci bir yol:
Sahilde genişçe bir çukur kazar ve deniz suyu onun içerisine sızar; sonra
kazdığı çukura yakın ikinci bir çukur kazar ve birinci çukurdaki su oraya
sızar. Sonra üçüncüsünü kazar. Su tathlaşıncaya kadar böyle yapar.
Bulanık suyu içmek
zorunda kalan bir kimse şöyle bir çareye başvurmalıdır: Bulanık su içerisine
kayısı çekirdeği veya abanoz (sâc) ağacından bir parça atılır veya alevli ucu
yanan bir odun, içerisine sokularak söndürülür, yahut kilermeni veya buğday
kavutu atılır. Çünkü bu durumda suyun bulanıklığı dibine çöker ve su durulur. [290]
Sahih-i Müslim'de Ebu
Saîd el-Hudrî'den Hz. Peygamberdin (s.a.): "En iyi güzel kökü,
misktir." buyurduğu nakledilir.'[291]
Sahihayn'da Hz. Âişe
şöyle der: "Ben Hz. Peygamber'i (s.a.) ihrama girmeden önce ve kurban
bayramının ilk günü Kâ'be'yi tavafından önce, içinde misk bulunan bir koku ile
kokulardım."[292]
Misk, kokuların
kiralıdır, en üstünü, en iyisidir, onunla darbımesel getirilir, diğerleri hep
ona benzetilir, o bir başkasına benzetilmez. Cennette sıd-dıkların makamı
ondandır.
Misk ikinci derecede
sıcak ve kuru özellik arzeder. Nefsi sevindirir ve onu güçlendirir. Bütün iç
organları koklamak ya da içmek yoluyla güçlendirir. Üzerine sürülmek sureti ile
de, dış organları takviye eder. Yaşlılar, üşüyenler için özellikle de kış
mevsiminde faydalıdır. Bayılma ve hafakanlar için iyidir. Bol harareti harekete
geçireceği için zayıflığa iyi gelir. Gözün beyazını cilalar, rutubetini emer,
orada ve bütün uzuvlarda bulunan yelleri indirir, ze-hirin etkisini ortadan
kaldırır, yılan ısırmalarına iyi gelir. Faydalan :SerÇek-ten pek çoktur. En
güçlü ferahlatıcı maddelerden birisidir. [293]
Hakkında sıhhatini
bilmediğimiz bir hadis vardır ve şöyle denmektedir: "Mercanköşke devam
ediniz. Çünkü o, soğuk algınlığı için iyidir."[295]
Mercanköşk, üçüncü
derecede sıcak, ikinci derecede kurudur. Koklan-ması soğuk özellikli baş
ağrısına; balgam, kara safra, soğuk algınlığı ve yoğun yellerden olan baş
ağrılarına iyi gelir. Başta ve burun deliklerindeki tıkanıklıkları açar. Soğuk
Özellikli çoğu şişlikleri çözümler, soğuk ve rutubetli özellik arzeden ağrı ve
şişliklerin çoğuna fayda verir. Üzerinde taşımldığında aybaşı kanını söktürür
ve hamile kalınmasına yardımcı olur. Kuru yapraklan ufalanır ve ısıtılıp sanlırsa,
göz altında arız olan kan lekelerini giderir. Lapası sirke ile sargı
yapıldığında akrep sokmasına iyi gelir. Yağı, sırt ve dizkapa-ğı ağrılarına
karşı faydalıdır. Yorgunluğu giderir. Onu sürekli koklayan kimsenin gözlerine
su inmez. Acı badem yağı ile suyu buruna çekildiğinde, burun deliklerindeki
tıkanıklıkları açar, orada ve başta arız olan yellere karşı faydalıdır. [296]
İbn Mâce Siinen'inde
Enes'ten (r.a.) merfû olarak: "Katıklarıriızm efendisi tuzdur."[297]
buyurulduğunu rivayet eder. Bir şeyin efendisi, o şeyi ıslah edip, düzene koyan
demektir. Katıkların çoğunluğu ancak tuz ile kıvamını, tadını bulur. Bezzâr'ın
MüsnecTinde merfû olarak şöyle buyurulduğu nakledilir: "Çok geçmez
insanlar içerisinde yemekteki tuz gibi olursunuz.,Yemek ancak tuz ile kıvamını
bulur."[298] :
fardır. Ger-Aisbet
etmiş.
Bağavî, Tefsirinde
Abdullah b. Ömer'den (r.a.) merfû olarak şöyle bu-yurulduğunu zikreder:
"Allah gökten yeryüzüne dört bereket indirmiştir: Demir, ateş, su,
tuz." Hadisin mevkuf olması daha uygun gözükmektedir.
Tuz, insanların
bedenlerini ve yiyeceklerini düzene sokar, karıştırıldığı herşeyi, hatta altın
ve gümüşü bile ıslah eder. İçerisinde bulunan bir kuvvet sebebiyle altının
sarılığını, gümüşün de beyazlığını arttırır. Cilalayın ve çözümleyici, yoğun
rutubetleri giderici ve onları emici, bedenleri takviye edici, kokuşma ve
bozulmalarını önleyici, yaralı uyuza fayda verici özellikleri vardır.
Onunla sürme çekildiğinde,
gözde bulunan fazla eti söker. "Zafere" ve "enderânî"
denilen, kaynağı kaplayan tabaka ile aşırı beyaz olan kısmı bu hususta daha da
etkilidir. İnatçı, pis yaraların yayılmasını önler, dışkıyı indirir; karında
su toplayan kimselerin karınları onunla oğulduğu zaman iyi fayda verir;
dişleri arındırır, kokuşmaları giderir; diş etlerini takviye eder ve güçlendirir.
Faydaları gerçekten çoktur. [299]
Kur'an'da birçok yerde
geçer. Sahihayn'da İse İbn Ömer (r.a.) şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanında iken, bir de baktık hurma özü getirildi, Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.):
— Gerçekten ağaçlar
içerisinde bir ağaç vardır ki, yaprağı düşmez. Bu ağaç müslümanın misalidir.
Şimdi bana söyleyin, bu ağaç nedir? buyurdu. Bunun üzerine cemaatin zihinleri
kirlardaki ağaçlara takıldı.
Benim içimden bunun
hurma olduğu geçti. O hurmadır diyecek oldum. Sonra baktım ben cemaatin
içerisinde yaşça en küçük olanıyım. Bu yüzden sustum. Hz. Peygamber:
— O hurma ağacıdır, buyurdu.
Ben bunu (babam)
Ömer'e andığımda şöyle dedi:
— Eğer
söyleseydin, o benim
için şundan şundan
daha makbul olurdu[300]'
Bu hadisten şu
neticeleri çıkarabiliriz:
1— Alim olan
zat talebeleri için meseleleri vaz edip, onları yetiştirmek için görüşlerini
alabilir ve onları deneyebilir.
2—
Darbımesel ve teşbihler yapılabilir.
3 - Sahabe, büyüklerine karşı hayâlı ve saygılıdırlar,
büyük nında
konuşmaktan_]tendilerini tutarlar.
4 — Kişi,
oğlunun başarısı ve doğruya ulaşmasından dolayı fe yar, sevinir.
5— Çocuğun
babası huzurunda —baba bilmese bile— bildiği bir şeyi söylemesi mekruh
değildir, bunda babaya karşı bir edepsizlik mânası yoktur.
6—
Faydasının devamlı, gölgesinin her zaman olması, meyvesinin hoş ve güzelliği ve
daimi olarak bulunması gibi özelliklerinden dolayı müslüman, hurma ağacına
benzetilmiştir.
Meyvesi hem yaş hem
kuru iken; hem koruk hem olgun iken yenilir. O hem bir gıda hem de devadır; hem
yemek hem tatlıdır; hem içecek hem meyvedir. Gövdesi bina, alet-edevat ve kap
imalinde kullanılır. Yaprağından hasır, zenbiî, kap ve yelpazeler vb. yapılır.
Lifinden ip yapılır, yastık vb. içi doldurulur. Geriye kaldı çekirdeği, o da
deve yiyeceğidir. İlaç ve sürmelikler içerisine katılır. Sonra meyvesinin ve
endamının güzelliği, manzarasının hoşluğu, meyvelerinin ahenkli biçimde
dizilişi, çekiciliği ve letafeti insanın içini ferahlatır, hoş bir neşe verir.
Onun görülmesi yaratıcısının ve O'nun eşsiz sa natını, kudretinin kemalini,
hikmetinin sonsuzluğunu hatırlatır. Ona mü'mir kişiden daha çok benzeyen başka
bir şey yoktur. Çünkü mü'mîn mahza ha yırdır, açık, gizli mutlak faydadır.
O öyle bir ağaçtır ki,
kütüğü (yeni bir minber yapılması münasebeti ile Hz. Peygamber'in kendisinden
ayrılması ânında O'na olan şevki, sözünü din lemeye olan iştiyakı neticesinde
âhu figân eylemiştir. Meryem validemiz Hz İsa'yı doğuracağı zaman onun altına
inmiştir. İsnadında tereddütler bulunai bir hadiste onun hakkında:
"Halanıza, hurma ağacı ikram ediniz. Çünkü < Âdem'in yaratıldığı
topraktan halkedilmiştir." buyurulmuştur.[301]
İnsanlar asmanın mı
hurmadan, yoksa hurmanın mı asmadan daha üs tün olduğunda ikiye ayrılmışlardır.
Yüce Allah, Kitab'ında pek çok yerde he ikisini de yan yana zikretmiştir[302]'
Her biri diğerine ne kadar da yakındır Bununla birlikte her biri kendi bitiş
yerinde, toprağının uygun olduğu yerd daha üstün, daha faydalıdır. [303]
Hakkında aslı olmayan
bir hadis vardır. Güya Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuş: "Nergis
koklamaya devam ediniz; çünkü kalpte delilik, cüzzam ve baras (alaca hastalığı)
çekirdeği bulunur. Onu ancak nergis koklamf keser."[304]
Nergis, ikinci
derecede sıcak ve kuru özelliklidir. Kökü sinirlere kada; ulaşan yaraları ıslah
eder; yıkayıcı, arındırıcı, cezbedici bir gücü vardır. Pişirilip suyu içildiği
zaman veya haşlanarak yenildiği zaman kusmayı harekete geçirir, midenin
dibindeki rutubeti cezbeder. Kara burçak ve bal ile pişirildiği zaman,
yaraların kirlerini arındırır ve zor olgunlaşan çıbanları parçalar.
Çiçeği mutedil bir
hararette ve hoştur; soğuk özellikli soğuk algınlığına iyi gelir. Kuvvetli bir
çözümleyici gücü vardır, dimağ ve burun deliklerindeki tıkanıklıkları açar;
rutubetli ve kara safralı beş ağrılarına fayda verir, sıcak özellikli başları
ağrıtır.
Soğanı, sert olarak
bölünüp dikildiğinde iki katı olur. Onu kışın sürekli koklayan kimse, yazın
"birsam" denilen bir nevi delilikten emin olur. Balgam ve kara safra
safradan hasıl olan baş ağrılarına karşı fayda verir. Kalbi ve beyni
güçlendirici, pek çok hastalıkları giderici bir koku özelliği vardır. Teysîr
sahibi: "Onu koklamak, çocuklardaki sarayı giderir." demiştir. [305]
İbn Mâce ümmü
Seleme'den nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.) temizlik yapmak istediği zaman
avret yerinden başlar ve harzeme (nevre) sürer, bedeninin diğer yerlerine de
ailesi sürerdi."[306]
Harzeme hakkında birçok hadis varid olmuştur. En iyisi bu naklettiğimizdir.
Rivayete göre ilk kez
hamama giren *ve kendisine harzeme yapılan kimse Süleyman b. Davud (a.s.)'dır.
Aslı: İki birim kireç ile bir birim zırnık alınır ve su ile karıştırılır. Olgun
laşıncaya ve iyice mavileşinceye kadar güneşte veya hamamda bekletilir. Sonra
vücuda sürülür ve etkisini gösterecek kadar oturulur, su dokundurulmaz, sonra
yıkanır; yakıcı etkisinin giderilmesi için de yerine kına sürülür. [307]
Ebu Nuaym,
et-Tıbbu'n-Nebevî'de merfû olarak şu hadisi zikreder: "Adem (a.s.)
yeryüzüne indirildiğinde, dünya meyvelerinden yediği ilk şey nebik idi."
Hz. Peygamber (s.a.), sıhhatinde ittifak edilen hadislerinde
"ne-bik"ten söz etmiş ve İsrâ gecesinde sidre-i müntehayı gördüğünü
ve onun yemişlerinin (nebik) Hecer destileri gibi olduğunu ifade
buyurmuşlardır.[308] Nebik,
sidr ağacının (nebik ağacı) meyvesidir. Tabiatı tutar, ishale iyi gelir, mideyi
tabaklar, safrayı teskin eder, bedene gıda verir, iştahı açar, balgam doğurur,
safralı mide fesadına iyi gelir. Hazmı yavaştır. Kavutu iç organları güçlendirir;
safralı mizaçları ıslah eder. Zararı petekli bal ile giderilir.
Rutubetli mi, yoksa
kuru mu olduğu hakkında iki görüş varsa da, doğrusu şöyledir: Onun rutubetli
olanı soğuk ve rutubetli; kurusu ise soğuk ve kurudur. [309]
Hakkında Hz. Peygamber'den
(s.a.) aslı olmayan aksine mevzu bulunan üç hadis bulunmaktadır: 1)
"Hindiba yiyiniz ve onu silkelemeyiniz. Çünkü Allah'ın hiçbir günü yoktur
ki, cennet katrelerinden onun üzerine damlalar inmiş olmasın." 2)
"Kim hindiba yer ve üzerine uyursa, ona ne zehir dokunur, ne de
sihir." 3) "Hiçbir hindiba yaprağı yoktur ki, üzerinde cennetten bir
damla bulunmasın."[310]
Hindibanın istihale ve
mevsimlerin değişmesi ile değişiklik gösterici bir özelliği vardır: Kış
mevsiminde soğuk ye rutubetlidir, yazın sıcak ve kurudur; ilkbahar ve
sonbaharda ise mutedildir. Çoğu kez soğukluk ve kuruluğa meyillidir. Tutucu ve
soğutucu özelliği vardır; mideye iyi gelir. Pişirilip sirke ile yenildiği
zaman, özellikle de kara hindibası karnı tutar, mide için bu dahg da iyidir, daha
da tutucudur; mide zayıflığına fayda verir.
Lapası, midede arız
olan iltihapları izale eder ve nikrise (gut) ve sıcal< özellikli göz
şişliklerine iyi gelir. Yapraklan ve saplan lapa yapılıp sarıldığ zaman akrep
sokmasına karşı fayda verir, mideyi güçlendirir, karaciğerde ân; olan
tıkanıklıkları açar, soğuk ve sıcak özellikli karaciğer ağrılarına iyi gelir
Dalak, damar ve iç
organlarda meydana gelen tıkanıklıkları açar, böbrek damarlarını arıtır.
Karaciğer için en faydalısı en acı olanıdır. Damıtılan suyu, özellikle yaş
raziyane suyu ile katıldığı zaman tıkanıklık doğuran sarılığa karşı fayda
verir. Yaprakları inceltilip sıcak özellikli şişlikler üzerine konulduğu zaman,
onları serinletir ve çözümler. Midede olan şeyleri temizler, kan ve safranın
hararetini söndürür. En uygunu yıkanmadan ve silkinmeden yenilme-sidir. Çünkü
yıkanıldığı veya silkinildiği zaman, özelliğini kaybeder. Bununla birlikte
onda bütün zehirlere karşı fayda veren panzehir (tiryak) özelliği de vardır.
Suyu ile sürme
çekildiğinde, göz zaafına iyi gelir. Yapraklan panzehir içerisine katılır;
akrep sokmasına karşı iyi gelir ve çoğu zehirlere mukavemet eder. Suyu
damıtılıp üzerine zeytinyağı döküldüğü zaman, öldürücü ilaçlardan kurtarır.
Kökü damıtılıp suyu içildiği zaman yılan, akrep ve eşek arısı sokmalarına iyi
gelir. Kökünün salgıladığı sütü, gözün beyazını cilalar. [311]
Tirmizî, Cami'inde
Zeyd b. Erkam'dan naklettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), zâtülcenbe karşı
zeytinyağı ve versi tavsiye buyururdu. Katâde: "Şikâyetçi olduğu taraftan
boğazına akıtılır.." demiştir.[313]
İbn Mâce, Zeyd b.
Erkam'dan (r.a.) şöyle nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.), zâtülcenbe karşı
boğaza akıtılmak suretiyle vers, kust (ûd-i hindî) ve zeytinyağı
önerirdi."
Ümmü Seleme
validemizden şöyle dediği sahih olarak bilinmektedir: "Lo-husa kadın,
doğumundan sonra kırk gün otururdu. Bizden birisi lohusalığı sırasında
yüzündeki allıklardan dolayı vers (Hind zafranı) sürerdi."[314]
Lügatçi Ebu Hanife
şöyle der: "Vers ekilir, kendiliğinden bitmez. Arap topraklarından başka
yerde, Arap topraklarından da Yemen ülkesinden başka yerlerde yetiştiğini
bilmiyorum."
Birinci derecenin ilk
haddinde sıcak ve kuru özellik arzeder. En kalitelisi
kırmızı ve ele yumuşak geleni ve kepeği
az olanıdır. Cilddeki lekeler, kaşınt yerlerine, deri yüzünde bulunan sivilce
ve kabarcıklara sürüldüğünde iyi netice verir. Tutucu ve boyayıcı özelliği
vardır. İçildiği zaman barasa (alacalık iyi gelir.'İçilecek miktarı bir dirhem
kadardır.
Özellik ve faydaları
bakımından deniz kustuna (kust-ı bahri) yakındır! Cilddeki beyazlıklar,
kaşıntı, sivilce ve kabarcıklar ile kızıla çalan siyah leke ler üzerine
sürüldüğü zaman fayda verir. Vers ile boyanmış elbise cima lezze tini arttırır.
[315]
Arapça'da de denilir.
Saçı siyahlaştırır. Saçı siyaha boyJfn; nın caiz olup olmaması sırasında sözü
geçmiştdi. [316]
"Yaktin"den
maksat ve, yani kabaktır. Ancak "Yaktîn" kelimesi daha geneldir.
Çünkü sözlükte, karpuz, acur, hıyar gibi sapı (sakı) üzere durmayan her bitkiye
"yaktîn" tabir edilir. Kur'an'da "...Ve üzerinde (gölge yapması
için) kabak türünden bir ağaç bitirdik. "[317]
âyetinde zikri geçer.
Soru: Arapça'da sapı
üzere durmayan bitkilere değil de tabir edilir. ise sapı (sakı, bedeni,
gövdesi) olan bitkilerdir. Lügat âlimleri böyle söylemişlerdir. Bu durumda
âyette "kabak türünden bir ağaç" ifadesi nasıl kullanılmıştır? •
Cevap: kelimesi kayıtsız kullanıldığı zaman, üzerinde
durduğu bir sapı, gövdesi olan bitkiler manasına gelir. Kayıtlandığı zaman ise
durum değişir ve kayıtlandığı manaya gelir. İsimler bahsinde mutlak ve mukayyed
arasındaki fark, anlayış ve lügatin mertebeleri konusunda pek büyük faydası
olan önemli bir konudur.
)|yani kabaktır Sahihayn'ûa şöyle bir hadis
vardır: Enes b. Mâlik ahlatın Bir ters
Kur'an'da zikri geçen den
maksat ( nüne de veya adı verilir.
tığı bir yemeğe Hz.
Peygamber'i (s.a.) davet etmişti. Bu yemeğe Rasûlullah (s.a.) ile birlikte ben
de gitmiştim. Ev sahibi Rasûlullah'a (s.a.) arpa ekmeği ile içinde kabak ve
kurutulmuş et bulunan bir çorba takdim etti. Ben Rasû-lullah'm (s.a.) tabağın
etrafındaki kabakları araştırdığını gördüm. Artık o günden sonra kabağı
sevmekteyim.[318]
Ebu Tâlût şöyle der:
Enes b. Mâlik'in yanına girdim. O kabak yiyor ve şöyle diyordu: "Ey kabak!
Hz. Peygamber'in sana olan sevgisinden dolayı sen, bana ne kadar
sevimlisin!"
et-Gaylâniyyâfâa.
Hişâm b. Urve hadisinin ilk râvisi Hz. Âişe şöyle demektedir: Hz. Peygamber
(s.a.) bana: "Ey Âişe! Ocağa bir tencere koyduğunuz zaman, içine bolca
kabak koyun. Çünkü o hüzünlü kimsenin kalbini güçlendirir." buyurdu.
Kabak (yaktın) soğuk
ve rutubetli özellik arzeder, hafif bir gıda verir, mideden inmesi süratlidir.
Eğer hazmolmadan önce bozulmamışsa güzel bir karışım oluşturur. Özelliklerinden
birisi de beraber bulunduğu diğer gıdalarla uyumlu ve güzel bir karışım
oluşturmasıdır. Hardal ile birlikte yenildiğinde sert, tuzla yenildiğinde
tuzlu, tutucu bir nesne ile alındığında tutucu karışımlar oluşturur. Ayva ile
yenildiği zaman bedene güzel bir gıda verir.
Kabak hafif ve sulu
özellik arzeder; rutubetli ve balgamlı bir gıda verir, hararetli kimselere
fayda verir, soğukluk hissedenlere ve balgamlı tarafı ağır basan mizaçlara iyi
gelmez. Suyu susuzluğu keser. İçildiği veya onunla baş yıkandığı zaman zaman
sıcak özellikli baş ağrılarını giderir. Nasıl kullanılırsa kullanılsın, karnı
yumuşatır. Hararetli kimseler hakkında tedavi için onun gibisi ve çabuk
faydasını gösteren başka bir şey yoktur.
Bazı faydaları: Hamura
bulanıp fırın ya da tandırda kızartılır, suyu çıkarılır ve latif
meşrubatlardan biri ile birlikte içilirse ateşli hummaların hararetini
dindirir, susuzluğu keser, güzel bir gıda verir. Terencebîn (kudret helvası)
ve terbiye edilmiş ayva ile içildiği zaman sırf safra ishal eder
Kabak kaynatılır ve
suyu birazcık bal, birazcık da natron (sodyum karbonat) ile birlikte içilirse
hem balgam hem de safra indirir. Ezilir ve bıngıldak üzerine sargı yapılırsa,
dimağdaki sıcak özellikli şişliklere fayda verir.
Kabuğu sıkılır ve suyu
gül yağı ile karıştırılarak kulağa damlatılırsa sıcak özellikli şişliklere iyi
gelir. Kabuğu yine sıcak özellikli göz şişliklerine, "sıcak özellikli
nikrise (gut hastalığına) karşı fayda verir. Kabak sıcak mizaçlı
ve hummah kimselere karşı çok faydalıdır.
Midede kötü bir karışım ile karşılaştığında onun tabiatına dönüşür ve bozulur
ve bedende kötü bir karışım oluşturur. Bu zararı sirke ve tarhana ile
giderilir.
Kısacası kabak, en
hafif ve en süratli etkilenen bir gıdadır. Enes'ten (r.a.) rivayet edildiğine
göre Hz. Peygamber (s.a.) efendimiz onu çok yerlermiş. [319]
Bu konuyu, kitaptan
beklenen faydaların tam olması için genel mahiyetteki bazı tıbbî tavsiye ve
uyanlarla bitirmeyi uygun gördüm.
îbn Mâsiveyh'in
el-Mehâzir adlı kitabında konu ile ilgili bir fasıl gördüm ve onu aynen
nakletmeyi uygun buluyorum. O şöyle diyor:
Kim kırk gün soğan yer
de yüzü çil çil olursa ancak kendisini kınasın.
Kim midesinde yumurta
ve balığı bir araya toplar da, felç ya da yüz felci geçirirse kendisinden başka
kimseyi kınamasın.
Tok karına hamama
girip de felç geçiren ancak kendisini kınasın.
Sütle balığı bir arada
yiyen kimseye baras (alaca hastalığı), cüzzam veya nikris (gut hastalığı)
isabet ederse kusuru sadece kendisinde arasın.
Midesinde sütle nebizi
(şıra) bir araya getiren kimseye eğer baras veya nikris (gut) isabet ederse
kusuru başkasında aramasın.
Kim ihtilam olur ve
yıkanmadan karısı ile ilişkide bulunursa, neticede de karısı mecnun veya manyak
bir çocuk doğurursa kendisinden başka kimseyi kınamasın.
Kim haşlanmış soğuk
yumurta yer ve karnını onunla doldurursa, sonra da astıma yakalanırsa kusuru
sadece kendisinde bulsun.
Kim cinsel ilişkide
bulunur ve boşalmcaya kadar sabretmezse ona taş isabet eder, neticede başkasını
kınamasın.
Kim geceleyin aynaya
bakar da, kendisine yüz felci veya başka bir dert isabet ederse ancak kendisini
kınasın.
İbn Bahtayşû şöyle
der: Yumurta ile balığı aynı anda yemekten sakın. Çünkü onlar kulunç, basur ve
diş ağrılarına sebebiyet verirler.
Devamlı yumurta yemek yüzde
çillikler doğurur. Mülûha[320] ve
tuzlu balık yemek, hamamdan sonra hacamat olmak, behak (yüzde lekeler) ve uyuza
sebebiyet verir.
Devamlı koyun böbreği
yemek, mesaneyi dumura uğratır. Taze balık yedikten sonra yıkanmak, felce
sebebiyet verir.
Hayız olan kadınla
cima etmek cüzzama sebep olur. Akabinde suyu dökmeden (boşalmadan) cimada
bulunmak, taş oluşturur. Çıkış yolunda (mahreç) uzun süre beklemek, şiddetli
dertlere sebep olur.
Hipokrat:
"Zararlı şeyden azıcık almak, faydalı şeyden gereğinden fazla almaktan
daha hayırlıdır." demiştir.
Yine o: "Aşın
yorgunluktan, yiyecek ve içeceklerden tıka basa mideyi doldurmaktan kaçınmak
suretiyle sıhhatinizi korumaya çalışınız." demiştir.
Bilge kişilerden biri
de şöyle demiştir: "Kim sıhhatli olmak istiyorsa kaliteli gıdalar alsın,
acıkınca yesin, susayınca içsin, suyu az içsin, günün ilk yemeğinden (öğle)
sonra uzansın, akşam yemeğinden sonra şöyle bir yürüsün, helaya gitmeden
uyumasın, tok karma hamama gitmesin. Yazın bir kere hamama gitmek, kışın on
defa gitmekten daha hayırlıdır. Geceleyin kurutulmuş et yemek tükenmeye
yardımcı olur. Yaşlı kadınlarla ilişkide bulunmak gençleri ihtiyarlatır,
sağlam bedenleri hasta eder." Bu Hz. Ali'den rivayet edilirse de doğru
değildir. Bunlardan bir kısmı Arap tabibi Haris b. Kelede ve daha başkalarının
sözlerindendir.
Haris şöyle der:
"Kim uzun süre yaşamak istiyorsa -ki ölümsüzlük yoktur-günün ilk yemeğini
(öğle) erken yesin, akşam yemeğini de[321] öne
alsın. Hafif elbise giysin, cinsî münasebette az bulunsun."
Yine Haris şöyle der:
"Dört şey bedeni yıkar: Aşın dolu mide ile cima etmek, tok karına hamama
gitmek, kurutulmuş et yemek, yaşlı kadınla cima etmek."
Hâris'in ölümü
yaklaştığında insanlar basma toplandılar ve:
— Bize senden sonra
yapacağımız bir tavsiyede bulun, dediler. O şöyle .dedi:
"— Kadınlarla
genç olmadıkça evlenmeyin, meyveleri tam olgunlaşma zamanında yeyin, başka
zaman yemeyin, sizden biriniz bedenine dert getirecek bir şeyle uğraşmasın.
Her ay bir kere mutlaka midenizi temizlemelisiniz. Çünkü bu balgamı eritir,
safrayı yok eder, et bitirir. Sizden biri öğle yemeğini yediği zaman akabinde
bir müddet uyusun. Akşam yemeğini yediğinde de kırk adım yürüsün."
Krallardan birisi
saray doktoruna:
— Belki de fazla
yaşamayacaksın. Bana sağlıklı yaşamak için tlitadağım Öğütte bulun! demiş, o da
şöyle nasihatta bulunmuştur:
"— Genç kadından
başkası ile evlenme, sadece genç hayvan eti ye, hasta olmadan ilaç içme, olgun
olmadıkça meyve yeme, yemeği iyi çiğne. Gündüz yemek yediğinde, akabinde biraz
uyumanda bir sakınca yoktur. Geceleyin yediğinde ise elli adım da olsa, şöyle
bir yürümeden uyuma. Acıkmadık-ça yeme, isteksiz cinsel ilişkiye girişme,
geldiği zaman sidiğini tutma, hamam senden nasibini almadan, sen ondan
nasiplen, midende yemek yarken üzerine asla yemek yeme, dişlerinin çiğnemekten
aciz kaldığı şeyleri yemekten zinhar sakın, zira miden onu hazmetmekten aciz
kalacaktır. Her hafta bir kus-malı ve bedenini temizlemelisin. Cesedindeki kan
ne güzel bir hazinedir, dolayısıyla onu ancak ihtiyaç sırasında çıkar, hamama
gitmeye devam et; zira o ilaçların nüfuz edemediği tabakalara ulaşır ve zararlı
unsurları dışari atar."
îmam Şafiî şöyle der:[322]
Dört şey bedeni
güçlendirir: Et yemek, güzel koku koklamaK, ki olmaksızın yıkanmak, keten
elbise giymek.
Dört şey de bedeni
zayıflatır: Aşırı cinsel ilişki, aşın üzüntü, fazla su içmek, fazla ekşi yemek.
Dört şey görmeyi
güçlendirir: Kâbe^nin karşısına oturmak, uyuyacağı zaman göze sürme çekmek,
yeşilliğe bakmak, oturulacak yeri temiz tutmak.
Dön şey de görmeyi
zayıflatır: Kazurata bakmak, asılmış kimseye bak' mak, kadının fercine bakmak,
kıbleye sırt dönerek oturmak.
Dört şey de cinsel
ilişki gücünü arttırır: Serçe, su yoncası men yanthes trifoliata), fıstık ve
keçiboynuzu yemek.
Dört şey aklı
arttırır: Lüzumsuz sözleri terketmek, misvak kulfenmak salih kimselerle beraber
olmak, âlimler ile beraber olmak.
Eflatun şöyle
demiştir: "Beş şey vardır ki, bedeni eritir, insarji kahreder: Varlıklı
kimselerin pintiliği, sevgililerden ayrı düşme, öfke ve kini yutma, öğüde
kulak asmama, cahillerin akıllı kimselere gülmeleri."
Me'mun'un saray doktoru
şöyle demiştir: "Şu hasletlere iyi kulak vermelisin. Çünkü onları iyice
belleyip de uygulayana ölümden başka illet musallat olmaz. Midende yemek
varken yemek yeme, çiğnemekten dişini yoracak yiyecekleri sakın yeme, zira
miden onu hazmetmekten aciz kalacaktır. Fazla cinsel ilişkiden sakın. Çünkü o
hayatın nurunu söndürür. Yaşlı kadınla asla cinsel ilişkiye girme, zira o
füc'eten ölüme sebep olabilir. Zaruret olmadıkça asla kan aldırma. Yazın
arasıra kusmaya çalış."
Hipokrat'a ait
vecizelerden birisi şöyledir: "Her çok, tabiî olanı bozar."
Galinos'a: "Niçin
hasta olmuyorsun?" diye sormuşlar. "Çünkü ben birbirine uyumu
olmayan iki kötü yiyeceği bir araya getirmedim, hiçbir zaman yemek üstüne yemek
almadım, kendisinden eza göreceğim hiçbir yemeği mideme indirmedim." diye
cevap vermiş.
Dört şey bedeni hasta
eder: Çok konuşma, çok uyuma, çok yeme, çok cinsel ilişkide bulunma.
Çok konuşma, beynin
Özünü azaltır ve onu zayıflatır, saçları çabuk ağartır.
Çok uyku, yüzün
rengini sarartır, kalbi kör eder, gözü tahrik eder, tem-belleştirir, bedende
rutubetler oluşturur.
Çok yeme, midenin
ağzını bozar, bedeni zayıflatır, yoğun yeller ve güç dertler doğurur.
Çok cinsel ilişki
bedeni çökertir, kuvvetleri zaafa uğratır, bedenin rutubetlerini kurutur,
sinirleri gevşetir, tıkanıklıklara sebebiyet verir, zararı bütün bedeni
kaplar, özellikle de dimağa zaranbüyüktür. Çünkü onunla insanın hayat iksiri
unsurundan pek çok çözülmeler olur. Onun beyni zayıflatması, ne var ne yok hep
istifra etmenin zayıflatmasından daha çoktur. Onun dışarı atılmasıyla ruh
cevherinden de çok şey atılmış olur.
Cinsel ilişkiler
içerisinde en faydalısı gerçek şehvetin bulunduğu bir zamanda genç, güzel ve
helâl olan eş ile yapılanıdır. Ayrıca şu unsurlar bulunmalıdır: Hararetli ve
rutubetli bir mizaca sahip olmak, aradan zaman geçmek, her türlü zihni meşgul
edecek şeylerden uzak olmak, ifrata düşmemek, cima sırasında terki uygun olan
şeylerden uzak olmak; bunları aşırı tokluk, aşırı açlık, istifra, tam riyazat,
aşırı sıcaklık veya aşırı soğukluk şeklinde sıralayabiliriz. Eğer cinsel
ilişki sırasında bu on şeye riayet edilirse, ilişkiden
gerçekten fayda görülür. Bu şartlardan
hangisi bulunmazsa, o orandaıCinsel ilişki zararlı hal alır. Bu şartların hepsi veya
çoğunluğu bulunmadan ilişkiye girişiliyorsa, o artık bir ilişki değil, âcil bir
helak halini ahr.
Sağlıklı halde aşın
diyet (perhiz), hastalık sırasında karışık veiazİa yemek gibidir. Mutedil bir
diyet ise faydalıdır
Galinos, adamlarına
şöyle dermiş: Üç şeyden sakınır, dört şeye de sıkıca sarılırsamz doktora
ihtiyacınız kalmaz: Tozdan, dumandan ve pis kokudan sakınınız. Yağlı ete (iç
yağı), güzel kokuya, tatlıya devam ediniz ve sık sık hamama gidiniz. Doyduktan
sonra daha fazla yemeyiniz. Badruc ve reyhan ile dişlerinizi kurcalamayınız.
Akşam vakti ceviz yemeyiniz. Soğuk algınlığına yakalanmış bir kimse ensesi
üzerine uyumasın. Kederli bir kimse ekşi yemesin, kan aldıran kimse hızlı
yürümesin, çünkü bunda ölüm tehlikesi vardır. Gözü ağrıyan kimse kusmasın.
Yazın fazla et yemeyiniz. Soğuk özellikli humma sahibi güneşte uyumasın.
Baharatlanmış eski patlıcana yaklaşmayınız. Kış mevsiminde her gün bir bardak
sıcak su içen kimse hastalıktan emin olur. Hamamda bedenini nar kabuğu ile ovan
kimse uyuz ve kaşıntıdan emin olur. Beş susamı birazcık sakız, ham öd ve misk
ile yiyen kimsenin ömrü bil-lah midesi güçlü kalır ve bozulmaz. Kim karpuz
(veya kavun) çekirdeğini şekerle yerse, midesindeki taşları temizler ve
kendisinden idrar yanmasını izale eder.
Dört şey bedeni yıkar:
Düşünce, üzüntü, açlık, uykusuzluk.
Dört şey insanı
ferahlatır: Yeşil manzaraya, akar suya, sevgili^ veye bakmak.
Dört şey gözü
karartır: Yalın ayak yürümek, sabah akşam kiı kimseye, (hareketleri) ağır
kimseye ve düşmana bakmak* çok ağla: yazıya çok bakmak.
Dört şey cismi
güçlendirir: Yumuşak elbiseler giymek, mutedil sıcaklıktaki hamama girmek,
tatlı ve yağlı yemek yemek, güzel kokular koklamak.
Dört şey yüzün suyunu
kurutur, güzelliğini, revnakhğmı alır götürür: Yalan, hayâsızlık, cahilane
aşırı sorular ve aşırı günaha dalmak.
Dört şey yüzün suyunu
ve güzelliğini arttırır: Mürüvvet, vefa, takva.
Dört şey başkalarının
kin ve nefretini kazandırır: Kibir, hased laf götürüp getirme (nemîme).
Dört şey rızkı
celbeder: Gece ibadet etmek, seher vakti çokça kerem ve
,yalan ve istiğfar etmek sadaka vermek, gündüzün başında ve
sonunda zikretmek.
Dört şey rızkı
azaltır; Sabah uykusu, az namaz, tembellik, hıyanet.
Dört şey anlama
melekesine ve zihne zarar verir: Devamlı ekşi ve meyve yemek, ense üstüne yatıp
uyumak, düşünce ve keder.
Dört şey anlayışı
arttırır: Kalbin başka şeylerle meşgul olmaması, yiyecek ve içecekle karnın
iyice dolu olmaması, tatlı ve yağlı yiyeceklerin seçilmesi sureti ile gıda
tanziminin iyi yapılmış olması, bedeni ağırlaştıran artıkların dışarı atılması.
Akla zarar veren
şeylerden bazıları: Ejevamlı soğan, bakla, zeytin ve patlıcan yemek, fazla
cinsel ilişkide bulunmak, yalnızlık, efkâr, sarhoşluk, çok gülmek ve gam.
Meşhur
münazaracılardan birisi şöyle demiştir: "Hayatımda üç mecliste yenildim.
Buna hiçbir sebep bulamadım. Ancak birinde o günlerde ben çokça patlıcan,
diğerinde zeytin, öbüründe de bakla yemiştim.*1
Böylece ilmî ve amelî
tıpla ilgili faydaların sonuna gelmiş olduk. Sanıyoruz okuyucu, bunların
birçoğunu sadece bu kitapta bulabilecektir. Bu tıbbın verileri ile şeriat
arasındaki yakınlığı, peygamber tıbbına nisbetle tabiplerin tıbbının, kocakarı
tıbbının tabiplerin tıbbına olan nisbetinden daha geride olduğunu ortaya
koymuş olduk.
Aslında durum bizim
zikrettiklerimizin daha fevkinde ve tavsif ettiklerimizden daha da büyüktür.
Şu kadar ki bizim bu zikrettiklerimizde, işin ötesinde nelerin
bulunabileceğine dair bir işaret bulunmaktadır. İşin tafsilatını görmek
basiretinden mahrum olan kimseler, hiç olmazsa, Allah Teâlâ tarafından vahiyle
teyid edilen kuvvet ile Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e nasib ettiği ilimler,
O'na lütfettiği akıl ve basiretler ile başkalarında olan ilim, akıl ve
basiretler arasındaki farkı bilmelidirler."
Belki biri çıkar ve:
"Hz. Peygamber'in rehberliği ile bu bölümün, ilaçların etkilerinden,
tedavi kanunlarından, hıfzıssıhha ile ilgili tedbirlerden söz etmenin ne ilgisi
vardır?" diyebilir.
Böyle bir itiraz, o
kişinin Hz. Peygamber'in (s.a.) getirdiği şeyleri anlamama konusundaki
yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu anlattıklarımız ve daha onların
kat kat fazlası olan bilgiler, Hz. Peygamber'in getirdiği ve irşadda bulunduğu
bazı şeyleri anlamış olmanın tabiî neticelerinden-dir. Allah ve Peygamberini,
onlardan gelen şeyleri iyi anlamak, Allah'ın herkese nasib olmayan bir
lütfudur. Onu Allah dilediği kimselere bahşeder.
Biz Kur'an'da tıbbın
üç esasını ortaya koymuş bulunuyoruz. Dünya ve ahiret saadetini temin için
gönderilmiş bulunan Hz. Peygamber'in şeriatinin, kalplerin selâmetine kefil
olduğu gibi, bedenlerin sıhhati, selâmeti için de gerekli unsurları içermiş
olması ve koruyucu hekimliğe irşadda bulunması nasıl inkâr edilebilir? Şu kadar
var ki, Kur'an bunlar üzerinde genel olarak durmuş ve teferruatını kıyas,
işaret ve îma yolları ile elde edip ortaya koyması için sağlam akla ve
sağduyuya bırakmıştır. Durum aynen furu-ı fıkıh meselelerinde olduğu gibidir.
Bilmediği şeye düşmanlık eden kimselerden olmayınız.
Şayet kul Kur'an ve
sünnet hususunda iyice derinleşse ve nasslar ve onlardan çıkarılabilecek
mânâları tam anlamıyla kavrasa, bunlar ona yeter ve başka hiçbir kelâma ihtiyaç
hissetmeden bütün sahih İlimleri onlardan çıkarabilir.
Bütün ilimler, Allah'ı
bilmek, O'nun yaratış {halk) ve kâinatı idare (emr) keyfiyetini anlamak esası
üzerinde döner dolaşır. Bu ise Peygamberlere (s.a.) bahşedilmiştir. Onlar,
insanlar içerisinde, Allah'ı ve O'nun yaratış ve tedbir kanunlarım en iyi
tanıyan kimselerdir.
Peygamberlerin tıbbı
gibi, onlara tâbi olanların tıbbı da diğerlerinden daha doğru ve faydalıdır.
Peygamberlerin sonuncusu, onların seyyidi ve imamları olan Hz. Muhammed b.
Abdullah'ın —Allah'ın salât ve selâmı O'na ve diğer bütün peygamberlere olsun—
tâbilerinin tıbbı ise en mükemmel, en doğru ve en faydalı tiptir. Bunu ancak
hem onların, hem de diğerlerinin tıplarını bilen ve aralarında mukayese
yapabilenler anlayabilir. Zira mukayese neticesinde aralarındaki fark ortaya
çıkacaktır. Hz. Peygamber'in ümmeti, ümmetler içerisinde hem akılca hem de
sağduyu bakımından en sağlam, ilimleri en yüksek olanlardır. Onlar her konuda
doğruya en yatkın ve yakın olan kimselerdir. Çünkü onlar Yüce Allah'ın ümmetler
arasından seçmiş bulunduğu bir ümmettir. Nitekim onların peygamberleri de
diğer peygamberler içerisinden seçilmiş, mümtaz bir peygamberdir. Yüce
Allah'ın onlara bahşettiği ilim, hayal gücü (tasavvur) ve hikmet konusunda hiç
kimse onlara yaklaşamaz. Nitekim İmam Ahmed Müsned'mdz, Behz b. Hakîm
hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Sizden
önce yetmiş ümmet geçmiştir. Siz Allah katında onlar içerisinde daha hayırlı
ve şereflisiniz."[323]İslâm
ümmetinin Allah katında böylesine değerli olmasının eseri, onların ilimlerinde,
akıllarında, düşlerinde, sağduyularında kendini göstermiştir. Ayrıca onlar
kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin ilim akıl, amel ve derecelerine de vâkıf
olmuşlar ve böylece ilimce, akılca ve hayal gücü açısından yükselmisler ve Yüce
Allah'ın kendi iliminden bahşettiği noktaya kadar ulaşmışlardır.
Böylece demevî tabiat
onlara, safra özellikli tabiat yahudilere, balgam özellikli tabiat da
hıristiyanlara hâs olmuştur. Bu yüzdendir ki, hıristiyaniar üzerine ahmaklık,
anlayış ve zekâ kıtlığı hâkimdir; yahudiler üzerinde ise hüzün, düşünce, gam
ve zül egemendir. Müslümanlarda ise akıl, şecaat, anlayış gücü, yiğitlik, neşe
ve sürür hâkimdir[324]
Bunlar ince sırlar ve
gerçeklerdir; onun miktarını ancak ve ancak anlayışı güzel, zihni berrak, ilmi
derin olanlar, insanlarda mevcut özellikleri kavramış olan kimseler bilebilir.
Tevfik yalnızca Allah'tandır. [325]
Bu bölümden amacımız
genel teşrîden bahsetmek değildir. Her ne kadar Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği
özel hükümler genel teşrî oluyorsa da ası! maksadımız, Peygamberimizin
taraflar arasım neticeye bağladığı cüz'i kararlarındaki tutumunu, insanlar
arasında hüküm verirken takındığı tavrı ortaya koymak olacaktır. Bu arada genel
teşrîî hükümlerinden de bahsedeceğiz. [326]
Behz b. Hakîm
hadisinden anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber (s.a.), töhmetten (suç isnadı)
dolayı bir adamı hapsetmiştir. Ahmed ve Ali b. el-Medînî hadisin isnadının
sahih olduğunu söylemişlerdir[327]
İbn Ziyâd ise
Ahkâmında: Hz. Peygamber'in (s.a.) bir kölede bulunan kendi payını azad eden
bir adamı hapsettiği, kölenin geri kalan kısmım da azad etmesinin ona vacip
olduğu ve sonunda kendisine ait bir ganimeti (veya az bir koyunu) sattığı
rivayetine yer vermiştir.[328]
Evzaî, Amr b.
Şuayb'tan, o babasından, o da dedesinden rivayet ediyor: "Bir adam,
kölesini taammüden (kasıtlı) öldürmüştü. Hz. Peygamber (s.a.) ona yüz değnek
(sopa) vurdu ve bir sene sürgün cezası verdi. Ayrıca bir köle azad etmesini de
emretti. Kısas yolu ile kendisini öldürmedi."[329]
îmam Ahmed ise
Hasan'ın Semüre'den, onun da Hz. Peygamber'den (s.a.): "Kim kölesini öldürürse
biz de onu öldürürüz."[330]
buyurduğunu rivayet etmiştir. Hadis her ne kadar müteberse (mahfuz) de —çünkü
Hasan bu hadisi Semüre'den duymuştur— köle karşılığında efendinin öldürülmesi,
görülecek maslahat (yarar) gereği devlet başkanına bırakılmış bir ta'zir cezası
olmaktadır. [331]
Hz. Peygamber; bir
adama, borçlusunu yakalamasını ve bırakmamasını emretmiştir. Nitekim Ebu Davud,
Nadr b. Şümeyl—Hirmâs b. Habîb— babası—dedesi kanalıyla rivayet etmiştir:
(Sahabî râvi şöyle anlatır): Bana borcu olan birisini Hz. Peygamber'e (s.a.)
getirdim. Bana: "Onu tut, bırakma" dedi. Sonra bana: "Ey
Sehmoğullarından olan kardeş! Esirine ne yapmak istiyorsun?" .buyurdu.[332]
Ebu Ubeyd'in
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.), öldürenin öldürülmesini, tutanın da
tutulmasını'[333]' emretmiştir. Ebu Ubeyd;
"Yani, ölmesi için hapsedilir." demiştir.
Abdürrezzak ise
Musannef'inde Hz. Ali'nin: "Maktulü tutarak katile yardımcı olan kimse,
ölünceye dek hapishanede tutuklanır." dediğini zikreder.[334]
(Hz. Peygamber, zekât
develerini güden çobanların gözlerini oyan ve develeri de sürüp götüren
Ureynelileri yakalatmış) yaptıklarına misilleme olarak ellerinin ve
ayaklarının kesilmesine, gözlerine mil çekilmesine hükmetmiş ve ölünceye dek
aç susuz o vaziyette bırakmıştır.[335]
Sahih-i Müslim'de
vârid olduğu üzere, bir adam diğer birisi aleyhinde, "Kardeşimi
öldürdü." d;ye davada bulunur, o da itiraf eder. Hz. Peygamber (s.a.):
"(Kısas yapmak üzere) al adamını." buyurur. Adam gittikten sonra
Rasûlullah: "Onu öldürürse, o da onun gibi olur." buyurur. Derken
adam döner ve: "(Ya Rasûlallah) Ben onu senin emrinle aldım." der.
Hz. Peygamber (s.a.): "Onun; seninle kardeşinin günahlarını üzerine
almasını istemez misin?" buyurur. Adam: "Evet, isterim." der ve
katili serbest bırakır.[336]
Hadisteki, "O da
onun gibi olur." ifadesini iki türlü anlamak mümkündür:
1) Eğer
katil kısas yolu ile öldürülürse üzerinden (günah) düşer ve boylerce onunla,
kısası uygulayan aynı mertebece olur. Hadiste öldürmeden önce denmiyor,
"Eğer öldürürse, o da onun gibi olur." buyuruluyor. Bu da öldürdükten
sonra aralarında benzerliği gerektirir. Bu mânada hadiste bir problem de
yoktur. Aksine böyle bir ifadede, hak sahibine kısastan vazgeçmesi ve affetmesi
için bir tariz bulunmaktadır.
2) Eğer
katil, taammüden öldürmemiş ve veli de onu kısas yolu ile öl-dürmüşse, her
ikisinin durumu da birbirine müsavi olur. Zira katil cinayetten, kısası
uygulayan da öldürmede kasdı bulunmayan birini öldürmekten dolayı, her ikisi
de mütecaviz durumda olmaktadır. İmam Ahmed'in MüsnecT-indeki rivayeti de bu
te'vili delillendirmektedir: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Hz. Peygamber
(s.a.) döneminde bir adam öldürülür. Dava sonunda Hz. Peygamber (s.a.) katili,
maktulün velisine teslim eder. Katil: "Ya Rasû-lullah! Ben öldürmek
istememiştim, (kastım yoktu)." demiş, Hz. Peygamber (s.a.) de veliye:
"Eğer o sözünde doğru ise ve sen de onu öldürürsen, cehenneme
girersin." buyurmuş, bunun üzerine veli adamın yakasını bırakmıştır.[337]
İbn Habîb'in kitabında
bu hadiste bir fazlalık vardır ki, şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
Elde kasıt, kalpte hata (böyle bir cinayet)." [338]
Sahîhayn'da sabit
olduğu üzere, bir yahudi zinetleri için bir cariyenin kafasını iki taş arasında
ezerek öldürmüştü. Yakalandı ve suçunu itiraf etti. Hz. Peygamber (s.a.),
başının iki taş arasında ezilerek öldürülmesini emretti.[339]
Bu hadiste kadına
karşılık erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğine, caniye yaptığının aynısının
yapılacağına, öldürmenin suikast olduğu ve bu yüzden kısas için velinin izni
aranmayacağına delil vardır. Zira Hz. Peygamber (s.a.), katili cariyenin
velilerine teslim edip: "İsterseniz öldürün, isterseniz affedin."
dememiş, mutlak surette öldürmüştür. Bu, Maliki mezhebinin görüşüdür. Şeyhülislâm
îbn Teymiye'nin tercihi de budur.
Bu hususta, "Hz.
Peygamber (s.a.), katil yahudiyi ahdi bozduğu için öldürmüştür."
diyenlerin görüşü doğru değildir. Çünkü ahdi bozmanın (hiyâ-net) cezası kılıçla
öldürmektir, başını taşla ezmek değildir. [340]
Sahîhayn 'daki bir
hadiste şöyle anlatılır: Huzeyl kabilesinden iki kadın
birbirlerine taş
atmışlar, biri diğerini karnındaki çocuğu ile öldürmüş. Hz. Peygamber (s.a.),
cenin için gurre yani bir köle veya cariye âzâdı ile hüküm buyurmuş, ölen
kadının diyetini de katilin asabesine yüklemiştir. Sahîhayn'-daki ifade böyle.[341]
Nesâî'de ise şöyledir: "Karnındaki çocuk hakkında gurre ile hükmetti,
kendisinin de kısas yoluyla öldürülmesine karar verdi."[342] Başkaları
da: "Katili ona karşı öldürdüğünü" ifade etmişlerdir. Doğrusu Hz.
Peygamber (s.a.), yukardaki hadisten anlaşıldığı üzere, katil kadını öldürmemiştir.[343] Buharı,
Sahih'inde Ebu Hureyre'den şu rivayette bulunur: "Hz. Peygamber,
Lihyanoğullanndan bir kadının cenini hakkında gurre ile yani bir köle ya da
cariye ile hükmetti. Sonra hakkında gurre ile hükmolunan kadın öldü de,
Rasûlullah (s.a.) mirasını çocukları ile kocasına, diyeti de asabesine
ödetmeye hükmetti. "[344]
Bu uygulamadan şu
neticeler çıkar:
1— Kasıt
benzeriyle katil (şibhu'l-amd)> kısası gerektirmez.
2— Âkile,
diyete tâbi olarak gurreyi de öder.
3— Âkile, asabeden ibarettir.
4— Katilin
kocası, âkileye dahil değildir.
5—(Katil
kadının çocukları da âkileye dahil değildir. [345]
Sahîhayn'da Hz.
Peygamber'in (s.a.) Ensar'a yahudiler arasında me[346] ile
hükmettiği sabittir.
(Huveyyısa, Muhayyısa
ve Abdurrahrnan, Hayber'de ölü olarak buldukları yakınları Abdullah b. Sehl b.
Zeyd için Hz. Peygamber'e davacı olduklarında) Hz. Peygamber (s.a.) bunlara:
"Yemin edebilir misiniz ki, adamınızın kanına hak sahibi olasınız?"
buyurmuştur. Buharî'nin ifadesi: "Katilinize ya da adamınıza"
şeklindedir. Bunlar da: "Şahid olmadığımız, görmediğimiz bir iş (nasıl
yemin ederiz?)" demişler. Hz. Peygamber: "Öyle ise yahu-diler elli
kişinin yemini ile sizi aklar." buyurunca onlar: "Kâfir bir kavmin
yeminlerini nasıl kabul edebiliriz?" demişler. Bunun üzerine onun diyetim
Hz. Peygamber kendisi vermiştir.
Bir rivayette:
"Sizden elli erkek, onlardan bir adam aleyhine yemin eder ve adam tamamı
ile size verilir."[347]
ifadesi vardır.
Sahih hadislerin
ifadelerinde diyetin nereden ödendiği hakkında ihtilâf vardır. Bazısında, Hz.
Peygamber'in kendisinden ödediği, bazısında da zekât develerinden ödediği
belirtilir.
Ebu Davud'un Sünen'mde
ise; maktul, yahudilerin içerisinde bulundu-ğu için, Hz. Peygamber'in (s.a.)
diyeti onlara yüklediği ifade olunur.'[348]
Abdürrezzâk'ın
Musannef'mâc: "Hz. Peygamber'in (s.a.), önce yahu-dilere yemin verdirdiği
ve onların yeminden kaçındıkları, sonra Ensar'dan ka~ sâmede (yemin)
bulunmalarını istediği, onların da yemin etmemeleri üzerine diyeti yahudiler
üzerine yüklediği1' zikredilir[349]
Nesâî'de de:
"Diyeti, yahudiler üzerine koyduğu ve bir kısmını ödeyerek onlara
yardımcı olduğu" kaydı vardır.[350]
Bu uygulama aşağıdaki
hükümleri içerir:
1— Kasâme ile hükmetmek, Allah'ın dininden ve
şeriatındandır.
2— Kasâme yolu ile kısasın meşruiyeti:
Hadislerde geçen: "Adam tamamı ile size teslim edilir.",
"Adamınızın kanına hak sahibi olursunuz" gibi ifadeler buna
delildir. Kur'an ve sünnet'in zahiri, mülâanede bulunan kocanın ve kasâmede
kan sahiplerinin yeminleri ile öldürme hükmünü getiriyor. Bu, Medine
âlimlerinin görüşüdür. İrak âlimleri ise, her iki durumda da öldürme olmayacağı
görüşündedir. İmam Ahmcd'in mezhebi; kasâmede öldürüleceği, Hânda
öldürülmeyeceği şeklindedir. Şafiî ise aksi kanaattedir.
3— Diğer davaların aksine, kasâmede yemin, önce
davacılara {müddet) verdirilir.
4— Zimmîler, üzerlerine düşen görevi
yapmazlarsa, ahdi bozmuş sayılırlar. Hz. Peygamber'in; "Ya diyeti
ödersiniz ya da harp ilan etmjiş sayılırsınız." ifadesinden bu anlaşılır.
5— Davalı {müddea
aleyh) hüküm meclisinden uzakta ise, hâkim k sine yazar, hasmın mahkemeye
gelişini aramaz.
6— Kadi'nın yazısına istinaden —onun yazısı
olduğuna dair üzer» hit tutulmasa bile— amel ve hükümde bulunmanın cevazı.
7— Gıyabî hükmün cevazı.
8— Kasâmede —eğer varsa— elliden daha az kişinin
yemini ile yenilmeyeceği.
9— Eğer
dava, müslüman ve zimmîler arasında ise, bize baş vurmasalar bile onlara
(zimmîlere) İslâm ahkâmının tatbik edileceği.
10— Diyetin
zekât develerinden ödenmesi ki, bu durum bir çokları için izahı zor bir problem
arzetmektedir. Bazılarınca, gârimîn (borçlular) faslından ödemiştir ki doğru
değildir. Zira, zimrrîîlerin borçluların? zekât verilmez. Bazılarınca, ödenen
bu diyet, zekât mallarından yerlerine harcandıktan sonra arta kalan kısımdır
ve devlet başkanının bu fazlayı maslahat (yarar) gördüğü yerlere harcama
yetkisi vardır. Bu izah birincisinden daha uygundur. Daha makulü; Hz.
Peygamber'in (s.a.), diyeti kendisinden ödemesi ve zekât develerinden ödünç
alması şeklindeki yorumdur. Buna hadisteki: "Hz. Peygamber (s.a.) diyeti
kendi yanından verdi." ifadesi delil olur. Bütün bu yorumlardan en uygunu
şu olacaktır: Hz. Peygamber, iki unsur arasındaki anlaşmazlığı gidermek için
diyeti yüklenince, verdiği hüküm, ara bulmak için borçlanan kimse (ğârim)
üzerine verilmiş bir hüküm oldu. "Hz. Peygamber diyeti gârimîn faslından
ödedi" diyenler de belki bunu kasdediyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), kendisi
için zekâttan asla bir şey almamıştır. Çünkü sadaka kendisine helâl değildir.
Şu kadar var ki, bu fasıldan diyeti ödemiş olması, ara bulmak için borçlanan
bir kimseye vermesi kabilinden olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.
Bir itiraz olarak,
hadisteki: "Diyetini yahudiler üzerine kıldı." sözüne ne dersiniz
denebilir. Bu ifade mücmeldir ve râvi, diyetin yahudiler üzerine kılınış
keyfiyetini zabtedememiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), yahudilere yazıp:
"Maktulun diyetini verin ya da harp ilan etmiş sayılırsınız." diye
bildirince bu tutumuyla Hz. Peygamber, diyetin ödenmesi için onları ilzam etmiş
olur. Ancak bilinen şudur ki, onlar öldürdüklerini kabul etmemişler ve buna
dair yemin etmişlerdir. Bu durumda da Hz. Peygamber diyeti kendisi ödemiştir.
İşte diğer râvilerin zabtettikleri bu fazlalık, bir öncekinden daha tercih
edilir durumdadır.
Peki, Nesâî'nin
rivayetinde yer alan: "Diyeti yahudiler üzerine dağıttığı ve bir kısmını
da ödeyerek onlara yardımcı olduğu" şeklindeki ifadeye ne dersiniz? Bu
soruya şöyle cevap verilir: Bu ifade kesinlikle muteber (mahfuz) değildir. Zira
diyet, sırf maktulun velilerinin iddia etmiş olmaları ile davalılar üzerine
gerekmez. Mutlaka ikrar, beyyine (delil), ya da davacıların yemini gibi bir
mesned bulunması gerekir. Burada bunlardan hiçbiri yoktur. Hz. Peygamber
(s.a.), davacılara kasame yemini teklif etmiş, onlar yeminden kaçınmışlardır.
Bu durumda mücerred dava ile yahudileri diyet ödemeğe nasıl icbar edebilir? [351]
İmam Ahmed, Bezzâr ve
diğerlerinin zikrettiklerine göre, bir grup insan Yemen'de bir kuyu
kazmışlardı. Bu kuyuya birisi Hüştü. Bu kimse düşerken yanındakine sarıldı, o
da düştü. İkinci üçüncüye, üçüncü dördüncüye, derken hepsi de düştü ve
öldüler. Akrabaları (orada kadı olan) Hz. Ali'ye durumu ilettiler. Hz. Ali:
"Kuyuyu kazan insanları toplayın." dedi ve ilk düşen için, diyetin
dörtte birine hükmetti. Çünkü üzerinde üç kişi helak olmuştu. İkinci için
diyetin üçte bîrine karar verdi. Onun üzerinde de iki kişi helak olmuştu.
Üçüncü için diyetin yarısına hükmetti, çünkü üzerinde bir kişi ölmüştü.
Dördüncü için de tam diyet ödenmesini kararlaştırdı. Bunlar, ertesi yıl Hz.
Peygamber'e gelmişler ve durumu kendisine anlatmışlardı. Hz. Peygamber onlara:
"Durum aranızdaki hükmü gibidir." demiş ve tasvip etmişti. Bez-zâr'ın
hadisi nakli bu şekildedir.
İmam Ahmed'in hadisi
de aşağı yukarı aynıdır. Şöyle diyor: "Onlar, Hz. Ali'nin hükmüne razı
olmaktan kaçındılar ve Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler. Peygamberimiz Makâm-ı
İbrahim'in yanında idi. Durumu O'na anlattılar. Hz. Peygamber (s.a.), Hz.
Ali'nin verdiği hükmü onayladı ve diyeti, kuyunun kazılması sırasında orada
bulunanların kabilelerine yükledi."[352]
İmam Ahmed, Nesâî ve
diğerleri rivayet ederler: Berâ (r.a.) şöyle anlatır: Dayım Ebu Bürde ile
karşılaştım, beraberinde bir sancak vardı. Bana: "Rasûlullah (s.a.) beni,
babasının karısı (analığı) ile evlenen birisini öldür-mem ve malına el koymam
için gönderdi." dedi.[353]
İbn Ebî Hayseme,
Tan/Tinde, Muâviye b. Kurre'den, o babasından, c da dedesinden rivayet ediyor.
Râvi şahabı şöyle anlatıyor: "Hz. Peygambeı beni babasının karısı ile
gerdeğe giren bir adama gönderdi. Boynunu yurdun: ve malına (el koyup) beşte
birini ayırdım."
Yahya b. Maîn:
"Bu, sahih bir hadistir." demiştir.
İbn Mâce'nin Sünen
'indeki İbn Abbas hadisinde ise Hz. Peygamber*(ş.a.) "Kim, nikâh düşmeyen
bir yakını ile ilişkide bulunursa, onu öldürünü yurmuştur.[354]
Cüzcânî şunu nakleder:
Kendisi için kız kardeşini zorla alan bir adamıi durumu Haccâc'a iletildi. Haccâc:
"Onu hapsedin ve Hz. Peygamber'in (r.a. ashabından burada bulunanlara
durumu sorun." dedi. Abdullah b. Ebî Mu tarrif'e (s.a.) sordular. O, Hz.
Peygamber'in: "Kim mü'minlerin harîm-i is metini çiğnerse, onu kılıçla
ortadan biçin! "[355]
buyurduğunu işittim, demiştir
İmam Ahmed, İsmail b.
Saîd rivayetinde söz edilen, babasının karısıyl; ya da mahremiyle evlenen bir
kimse hakkında; onun öldürüleceğini iye malı
nın da beytülmâl'e
konulacağını ifade etmiştir.
Sahih olan bu
görüştür. Bu Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hüKmûn d gereğidir.
İmâm Şafiî, Mâlik ve
Ebu Hanife ise, böyle birinin cezasının ziria ceza: olduğunu söylemişlerdir.
Sonra Ebu Hanife: "Eğer bir akitle cinsî ilişkid bulunmuşsa, ta'zir cezası
uygulanır, had cezası verilmez." demiştir ki, bizzs Hz. Peygamber'in
(s.a.) hükmü ve uygulaması daha doğru ve uyulmaya di ha lâyıktır. [356]
İbn Ebî Hayseme,
İbnü's-Seken ve diğerlerinin Enes'ten (r.a.) sabit olar rivayetlerinde şöyle
anlatılır: Mâriye ile amcası oğlu arasında dedikodu vardı. Bunun üzerine
Rasülullah (s.a.) Hz. Ali'ye: "Git, eğer onu Mâriye'nin yanında bulursan
boynunu vur." buyurmuştu. Hz. Ali ona geldi ve bir kuyunun içinde onu
serinliyor buldu. Hz. Ali: "Çık!" dedi ve elinden tutarak dışarı
çıkardı. Bir de ne görsün adam mecbûbdu, cinsel organı yoktu. Hz. Ali hemen
ondan el çekmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlal-lah! Adam
mecbûb, cinsel organı yok." demişti.[357]
Başka bir rivayette: "Hz. Ali onu ağaçta hurma toplarken bulmuş, bir kumaş
parçasına bürünmüştü. Adam kılıcı görünce irkildi ve üzerinden kumaş parçası
duşiü. Bir de ne görsün adam mecbubdu, cinsel organı yoktu." ifadeleri
vardır.
Bu uygulama birçok
âlim için bir problem teşkil etmiştir. Bazıları hadisi eleştirmek
istemişlerdir. Ancak hadisin senedinde tenkid edilebilecek kimse yoktur. Bazıları
ise şöyle bîr yorum yapmışlardır: Hz. Peygamber (s.a.) verdiği emirde,
gerçekten onu öldürmesini istememiş; bir daha Mâriye'nin yanına gelmemesi için
ona gözdağı vermek istemişti. Nitekim Hz. Süleyman, bir çocuk hakkında çekişen
iki kadına: "Bana bir bıçak getirin. Çocuğu ortadan ikiye biçeyim."
demişti ve bununla gerçekten öyle yapmayı kasdetmemiş, aksine bu yolla işin
gerçeğine ulaşmak istemişti. Bu yüzdendir ki hadis imamlarından bazıları bu
hadise, "Doğruyu elde edebilmek için hâkim, hilâf-ı hakikat bir tavır
gösterebilir babı" şeklinde başlık atmışlardır. İşte bunun gibi Hz.
Peygamber (s.a.) de ashabın, dedikodusu çıkan adamın suçsuzluğunu, Mâriye'nin
iffetini öğrenmelerini istemiş; kılıcı ensesinde görünce adamın gerçek
durumunun görüleceğini düşünmüştü. Nitekim durum Hz. Peygamber'-in (s.a.)
tasarladığı gibi ortaya çıkmıştı.
Bundan daha güzel bir
izah tarzı şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Ali'ye, o adamın Hz. Peygamber'in ümmü
veledi ile halvete yeltenmesi ve cür'eti sebebiyle ta'zir yoluyla öldürmesini
emretmişti. Hz. Ali, işin iç yüzünü öğrenip onun şüpheden uzak olduğunu görünce
öldürmekten vazgeçti. Durumun açıklanması adamın öldürülmesine ihtiyaç
bırakmamıştı. Ta'zir yoluyla ölüm cezası, had gibi zorunlu da değildir.
Maslahata tâbidir. Eğer öldürmede yarar varsa öldürülür, yoksa öldürülmez. [358]
imam Ahrned ve îbn Ebî
Şeybe, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle anlattığını rivayet ederler: "İki köy
arasında bir maktul bulunmuştu. Hz. Peygamber (s.a.), (maktulün bulunduğu
noktadan) her iki köy arasının ölçülmesini emretti. Köylerden birine daha
yakın bulundu. Hz. Peygamber'in (s.a.) karışı, hâlâ gözümün önündedir. Ölüyü
daha yakın olan köyün üzerine atti."[359]
Abdürrezzak'ın
Musannef'mût şu bilgiler vardır: Ömer b. Abdülaziz şöyle der: Bize ulaştığı
kadarıyla bir kavmin yurdu civarında Öldürülmüş olarak bulunan kişi hakkında
Hz. Peygamber (s.a.): "Yemin davalılar {müddea aleyh) üzerinedir. Eğer
yeminden kaçınılırsa (nükûl), davacılara yemin verdirilir, ederlerse (kana)
hak kazanırlar, Eğer iki taraf da yemin etmezlerse, diyetin yarısı davalılar
üzerine gerekir. Diğer yarısı ise düşer."[360]
şeklinde hükmetmiştir.
İmam Ahmed,
Mervezî'nin rivayetinde Ebu Saîd'in rivayet ettiği hadisle hüküm verme
üzerinde durmuş ve şöyle demiştir: Ebu Abdullah'a sordum: "Söz konusu
insanlar üzerlerine konulan şeyi verseler ve sonra bu işte bazı insanlara
zulmedildiği ortaya çıksa ne olur?" "Eğer biliniyorlarsa kendilerine
iade olunur." dedi. Ben: "Ya bilinmiyorlarsa?" diye sordum. O:
"Söz-konusu yerin yoksullarına dağıtılır." dedi. Ben: "O yerin
yoksullarına dağıtılacağına dair delil nedir?" diye sordum. O şöyle cevap
verdi: "Hz. Ömer, diyeti, maktulün bulunduğu köyün ahalisi üzerine
koymuştur. Sanıyorum şöyle dedi: Nasıl ki diyet oranın ahalisi üzerine
konuluyorsa, zulme uğrayan insanlar belli değillerse yine onlara
dağıtılır." :
İşte Hz. Ömer, hadisin
gereği ile hükmetmiş ve diyeti maktulün bulunduğu yerin ahalisi üzerine
koymuştur. Aynı hadisi İmam Ahmed delil olarak kullanmış ve bunu, zulme uğrayan
insanlar belli değillerse haksızlıkla alınar şeyin oranın ahalisine dağıtılması
konusuna da asıl yapmıştır.
Diğer eser (haber) ise
mürseldir, delil olacak güçte değildir. Eğer sahir olsaydı, onunla amel etmek
gerekirdi ve muhalefet caiz olmazdı; "deâvâ' ve "kasâme"
bablanna da muhalif değildir. Çünkü içlerinde önce davacıla rın yemin etmesini
gerektirecek açık bir levs (yani maktulün ölmeden önct 'beni falan öldürdü'
dediğine şehadet eden bir kişinin, ya da aralarında düş manlık, tehdid vb.
olduğuna tanıklık edecek iki şahidin bulunması durumu olmadığı için, yemin etme
hususunda davalılar tarafının önceliği vardır. Ba zen yeminden kaçınırlarsa
davacılar tarafı iki yönden kuvvet kazanır: Birincisi: Maktulün kendi
muhitlerinde bulunması. İkincisi: Kendi mıntıkalarının berâetine dair yeminden
kaçınmaları. Bu durum açık bir levs yerine geçer, davacılar yemin eder ve
(kana) hak kazanırlar. Her iki taraf da yeminden kaçınırlarsa, bu her iki
taraf için de katmerli şüphe uyandırır ve bu durum —davacılar yemin etmedikçe—
diyetin tam olarak ödetilmesi için yeterli bir sebep olamaz. Kendileri yemin
etmedikleri için de diyetin tamamen düşmesini gerektirmez; böylece diyet ikiye
bölünmüş olur, yarısı yemin etmemeleri sebebiyle mevcut şüpheden Ötürü
davalılar üzerine gerekir. Diyet tam olarak gerekmez. Çünkü hasım taraf da
yemin etmemiştir. Levs, davacıların yemini ile davalıların yeminden
kaçınmalarından oluşmuş iken, bir tarafın bulunmamasıyla tamam olmayınca
davacıların yeminlerine tekabül eden kısım düşer, ki bu diyetin yarısıdır.
Davalıların yeminden kaçınmalarına tekabül eden diğer yarı ise vacip olur. Bu,
en güzel ve en adilâne bir hükümdür. Başarı Allah'tandır. [361]
Abdürrezzak
Musannef'inde, —daha başkaları da— İbn Cüreyc hadisinde Amr b. Şuayb'dan
naklediyorlar: Hz. Peygamber (s.a.), boynuzla bir başkasının ayağını yaralayan
kimse hakkında hükümde bulundu. Yaralanan: "Ya Rasûlallah! Bana kısas
İmkânı ver!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Yaran iyileşinceye kadar
dur." buyurdu. Adam inad etti ve kısas istedi. Hz. Peygamber (s.a.) de
kısasa izin verdi. Sonunda kısas cezası tatbik edilen iyi oldu, kısası yapan
ise topal oldu. Adam: "Ya Rasûlallah! Ben topal oldum, adam-sa iyi
oldu." deyince Peygamberimiz: "Ben sana yaran iyileşinceye kadar kısas
işini ertelemeni emretmemiş miydim? Sen ise inad ettin. Allah da sana
müstehakım verdi. (İkinci bir kısas hakkından) uzaklaştırdı. Topallığın havada
kaldı." buyurdu.
Bu topal olan adamın
durumundan sonra Hz. Peygamber (s.a.), yaralanan kimselerin, yaralan
iyileşmedikçe kısas talebinde bulunmamalarını emretti. Yaralama iyileşinceye
kadar neyse o. Eğer bir topallık veya çolaklık varsa bu durumda kısas yoktur,
diyet vardır. Kim bir yaradan dolayı kısas yapar ve kısas yapılan kimseye fazla
bir zarar verilirse, o bu fazla zararın diyetine (aradaki farka) hak kazanır.[362]
Derim ki: Hadis İmam Ahmed'in Müsned'inde, Amr b. Şuayb—sure-babası—dedesi tarikiyle
muttasıldır ve şöyledir: Bir adam boynuzla birisini dizkapağından yaralamıştı.
Yaralı, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve: "Ya Rasûlallah, bana kısas
imkânı ver!" dedi. Peygamberimiz de: "İyileşinceye dek (bekle)!"
buyurdu. Adam yine geldi ve kısas istedi. Peygamberimiz de kısas yaptırdı.
Sonra adam geldi ve: "Ya Rasûlallah! Topal oldum." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.): "Sana, yapma dedim, beni dinlemedin. Allah da seni uzaklaştırdı
ve topallığını (ikinci bir defa) kale almadı." buyurdu.
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.), yaralananın durumu iyileşmeden, yaralama olaylarında kısas yapılmasını
yasakladı[363]
Dârakutnfnin
Sünen'ındz ise Câbir'den şöyle rivayet edilmiştir:]**Bir adam yaralanmış ve
kısas talep etmişti. Hz. Peygamber (s.a.), yaralananın durumu iyileşmedikçe
yaralayan üzerine kısas uygulamasını yasaklad[364]
Bu uygulama (hüküm),
şu hususları içermektedir:
1—
Yaralananın durumu iyileşme ya da yaranın son şeklini almasi tiyle istikrar
kazanmadıkça kısas caiz değildir. '
2— Cinayetin sirayeti de kısas kapsamındadır.
3— Değnek, boynuz vb. ile döğme olaylarında
kısas caizdir. |
4— Bu hükmü nesheden bir delil yoktur, muarız
bir hüküm de bulunmamaktadır. Neshedilen husus, iyileşmeden önce kısasın
uygulanmasıdır, yoksa bizzat kısas neshedilmiş değildir. Bunu akıldan
çıkarmamak lâzımdır.
5— Mağdur, derhal cani üzerinde kısas icra eder
ve sonra yara başka bir uzvuna sirayet eder veya ölümüne sebep olursa, (kısas
sonrası) sirayet hederdir.
6— Sadece
kısasla yetinilir, caninin ayrıca tazir ve hapsine gidilmez. {Tabiîn
müctehidi) Atâ şöyle diyor: "Yaralama olaylarında kısas vardır. Devlet
başkanının caniyi döğme ve hapis hakkı yoktur. Ceza, sadece kısastır. Rab-bin
unutucu değildir. Eğer dileseydi ayrıca döğülmesini, hapsini de emrederdi."
İmam Mâlik ise: "Kul hakkı dolayısıyla kısas yapılır, cüretkârlığından
dolayı da cezalandırılır." demiştir. '
Çoğunluk âlimler
(cumhur); kısas, ek bir cezaya ihtiyaç bırakmaz. Had cezası gibi uygulanınca
başka bir cezaya ihtiyaç duyulmaz, demişlerdir.
Günahlar üç nevidir:
a) Belirli
bir had cezası olan günahlar. Hadle birlikte ta'zir cezası uygulanmaz.
b) Ne had ne
de keffâret belirlenmeyen günahlar. Bunların ta'zir cezası ile önüne geçilmeye
çalışılır.
c) Keffâreti
olan haddi olmayan günahlar. İhram halinde ve oruçlu iken cinsî ilişkide
bulunmak gibi. Bu gibi günahlar için keffâret ve ta'zir birden uygulanır mı?
Âlimler bu konuda iki görüş benimsemişlerdir. Hanbelî mezhebi âlimlerince de
bu iki görüş sözkonusudur. Kısas, had cezası yerine geçer. Hem kısas hem de
ta'zir bir anda uygulanmaz. [365]
Sahîhayn 'da Enes
hadisinde şöyle anlatılır: Rübeyyi'in kızkardeşi Nadr'ın kızı bir cariyeyi
tokatlamış ve dişini kırmıştı. Hz. Peygamber'e (s.a.) şikâyetçi oldular. O da
kısas yapılmasını emretti. Ümmü'r-Rübeyyi': "Ya Rasûlal-lah! Falancadan dolayı
kısas mı yapacaksın? Hayır! Vallahi ona karşılık kısas olamaz." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Fesübhanallah! Ey Ümmü'r-Rübeyyi', Allah'ın hükmü
kısastır!" buyurdu. Kadın: "Hayır, Allah'a yemin ederim, asla ona
karşılık kısas yapılmayacak." dedi. Neyse ki mağdurun tarafları kısastan
vazgeçtiler ve diyeti kabul ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Öyle kullar
var ki, Allah'a karşı yemin etseler, Allah onların yeminlerini doğruya
çıkarır." buyurdu.[366]
Sahîhayn'da
bulunmaktadır: Bir adam diğer birinin elini ısırmış, adam da elini kuvvetle
çekince ön dişlen düşmüştü. Hz. Peygamber'e davacı oldular. Hz. Peygamber
(s.a.): "Sizden biriniz aygır gibi kardeşinin elini ısırıyor. Sana diyet
yok." buyurmuştur.[367]
Bu uygulamadan şu
netice çıkar: Zâlimin elinden bir kimse kendisini kurtarırsa ve bu arada zâlim
ölse veya bir organı ya da malı telef ols hederdir, tazmin sorumluluğu yoktur. [368]
Yine Sahîhayn'da-
vârid olduğu üzere Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu
rivayet etmiştir: "Birisi senden izinsiz evini gözet-lese, sen de bir taş
atsan da gözünü çıkarsan sana hiçbir vebal yoktur."[369]'
Sahîhayn'daki başka
bir rivayette ise: "Bir kimse başka birilerinin evini izinleri olmadan
gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet lâzım gelir ne de
kısas."[370] buyurmuştur.
Yine Sahîhayn'da bir
adamın Hz. Peygamber'in (s.a.) hücre-i saadetlerinden birinde, bir delikten
içeriyi gözetlediği ve Hz. Peygamber'in eline bir ok demiri alarak (gözüne)
dürtmek için durumu kolladığı belirtilmiştir.[371]
Ehl-i hadis, bu ve
bundan Önceki hükümle amel edileceği görüşündedirler. İmam Ahmed ile Şafiî de
bunlara dahildir. Ebu Hanife ve Mâlik ise bu görüşte değildir. [372]
Rasûlullah (s.a.),
hamile bir kadının taammüden birini öldürmesi durumunda çocuğunu doğurmadıkça
ve çocuğu kendisini kurtaracak duruma gelmedikçe kısas yolu ile
öldürülmeyeceğine hükmetmiştir. Bunu İbn Mâce Sünen'inde rivayet etmiştir.[373]
- , .
Babanın, oğluna karşı
kısas yoluyla öldürülemeyeceğine hükmetmiştir, Nesâî ve Ahmed rivayet
etmişlerdir.[374]
Mü'minlerin kanlarının
eşit olduğuna ve kâfire karşılık mü'minin öldürülemeyeceğine hükmetmiştir.[375]
Maktulün taraflarının
iki şeyi seçebileceklerine; ya kısas yolu ile öldürebileceklerine veya diyet
alabileceklerine hükmetmiştir.[376]
El ve ayak
parmaklarından her birinin diyetinin on deve, her biri dişin —ayırım
yapmaksızın— diyetinin beş deve olduğuna, mûzıha[377]için
ise beşer deveye hükmetmiştir.'[378]
Görmeyen bir göz izale
edilmişse, çolak el kesilmişse, çürük diş sökül-müşse, bunların diyetlerinin,
normal diyetlerinin üçte biri olacağına hükmet-miştir.[379]
Burun tümden
kesilmişse tam diyete, ucu (yumuşak kısmı) kesilmişse yarım diyete
hükmetmiştir.[380]
*Me'mûme ve câife
hakkında üçte bir diyete, munakkıle[381]
için ise on beş deveye hükmetmiştir. Dilin, iki dudağın, taşakların, cinsel
organın, belin, iki gözün diyetlerinin tam olduğuna; tek gözün, tek ayağın, tek
elin diyetlerinin de yarım olduğuna hükmetmiştir. Kadına karşılık erkeğin kısas
yoluyla öldürüleceğine de hükmetmiştir.'[382]
Hata yolu ile işlenen
öldürme cinayetinde diyetin yüz deve olduğuna ve diyeti akilenin ödeyeceğine
hükmetmiştir. Bu develerin yaşı hakkında riva-. yetler farklıdır: Dört Sünen'dç
Amr b. Şuayb hadisinde: "30 binti mahâd, 30 binti lebûn, 30 hıkka ve 10
ibn lebûn (erkek)'den ibarettir." denilmiştir.[383]
Hattabî, bu görüşte olan bir fakih bulunduğunu bilmediğini söylemiştir. Yine
Sünen kitaplarında İbn Mes'ûd hadisinde ise diyetin beşli taksimden ibaret
olduğu belirtilir: "20 binti mahâd, 20 binti lebûn, 20 ibn mahâd, 20 hıkka
ve 20 cezea."[384]
Taammüden katilde
—eğer kan sahipleri razı olmuşlarsa— diyetin; 30 hıkka, 30 cezea, 40 halife
olduğuna hükmetmiştir. (Eğer sulh olmuşlarsa) ne üzerine sulh oldularsa, o onlarındır.[385]
İmam Ahmed ve Ebu
Hanife, İbn Mes'ûd hadisi ile amel etmişlerdir. İmam Şafiî ve Mâlik ise ibn
mahad yerine ibn lebûnu koymuşlardır ki her iki hadiste de bu yoktur.
Hz. Peygamber (s.a.)
diyeti; devecilik ile uğraşanlar için yüz deve, sığırla iştigal edenlere 200
sığır, koyunculuk yapanlara 2000 koyun, elbise işi ile uğraşanlara da 200 hülle
(takım elbise) olarak belirlemiştir[386]
Amr b. Şuayb,
babasından, o da dedesinden olmak üzere Hz. Peygam-ber'in (s.a.) diyeti; 800
dinar veya 8000 dirhem olarak belirlediğini rivayet etmiştir ,[387]
Dört Sünen sahipleri
İkrime hadisinde İbn Abbas'tan şöyle dediğini naklederler: "Bir adam
öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.) onun diyetim 12.000 (dirhem) kıldi."[388]
Hz. Ömer'in, "Develer
pahalandı" dediğini ve diyet miktarını altından 1000 dinar, gümüşten 12000
dirhem, sığırdan 200, koyundan 2000, elbiseden 200 hülle olarak belirlediğini,
ehl-i zimmetin diyetine ise dokunmadığını ve onu yükseltmediğini biliyoruz.'[389]
Dört Sünen 'in sahipleri,
"Muâhidin (zimmî) diyeti hür müslümamn diyetinin yarısıdır."
hadisini rivayet etmişlerdir.[390]
İbn Mâce'nin lafzı
şöyledir; "Ehl-i kitabın diyeti müslümanların diyetlerinin yarısıdır.
Ehl-i kitap, yahudi ve hıristiyanlardır."[391]
Fukaha bu konuda
ihtilâf etmişlerdir: İmam Mâlik: "Onların diyetleri hata yollu öldürmede
de, taammüden öldürmede de müslümanların diyetlerinin yarısıdır."
demiştir. İmam Şafiî: "Her ikisinde de üçte biridir." demiştir. Ebu
Hanife ise: "Her iki türlü öldürmede de müslümamn diyeti ile aynıdır."
demiştir. İmam Ahmed ise: "Taammüden öldürmede müslümamn diyeti
gibidir." der. Hata yollu öldürmede ise kendisinden iki rivayet vardır.
Birincisi: Diyetin yarısıdır, şeklindedir ki zahir mezhebi budur. İkincisi:
üçte biridir.
İmam Mâlik, Amr b.
Şuayb hadisinin zahiri ile amel etmiştir. İmam Şafiî ise, Hz. Ömer'in
zimmîlerin diyetini 4000 dirhem olarak belirlemesi —ki müslümamn diyetinin üçte
biridir— şeklindeki uygulamasına dayanır. İmam Ahmed de Amr hadisini almıştır.
Şu kadar var ki, taammüden öldürmede kısas düşmüş olduğu için diyeti ceza
olarak ikiye katlamıştır. Ona göre kendisinden kısas düşen kimsenin üzerine
ceza olarak diyet ikiye katlanır. İmam Ahmed, bu prensiple hadisin arasını
böylece bulmak istemiştir. İmam Ebu Hanife'nin dayanağı ise, zimmî ile
müslümamn arasında kısasın cereyan edeceği ilkesidir. Tabii bu eşitlik,
diyetlerinin de eşit olmasını gerektirecektir.
Hz. Peygamber (s.a.),
kadının diyetinin, tam diyetin üçte bir miktarına ulaşıncaya kadar erkeğin
diyeti ile aynı olduğuna hükmetmiştir. Bunu Nesâî zikrediyor.[392]
Sonra erkeğin diyetinin yarısı olur. Diyeti âkileye yüklemiştir ve koca ile
katil kadının oğlunu diyetden muaf tutmuştur.[393]
Öldürülen bir mükâteb
(âzâd konusunda anlaşmalı köle) hakkında ise şöyle hükmetmiştir: Mükâtebe
borcundan ne kadarını ödemişse o oranda hür diyeti, geri kalan kısmı için ise
köle diyeti, yani kıymeti ödenir. Aynı hükümle Hz. Ali, İbrahim en-Nehaî de
hükmetmişlerdir. İmam ahmed'den de bir rivayet zikredilir. Hz. Ömer şöyle
demiştir: "Mükâteb köle, borcunun yansını ödemişse o ğârim (borçlu) olur,
bir daha köleliğe dönmez." Abdülmelik b. Mervan da böyle hükmetmiştir. îbn
Mes'ûd, üçte birini; Atâ ise, dörtte üçüncü öderse ğârim sayılır demişlerdir.
Bundan çıkan sonuç şudur: Hz. Pey-gamber'in (s.a.) bu hükmünün terkinde,
ümmetin icmâı yoktur ve bu hükmü nesheden bir delil de bilinmemektedir.
"Mükâteb,
üzerinde tek bir dirhem kaldığı sürece köledir."[394]
hadisi ile bu hüküm arasında bir çelişki yoktur. Çünkü mükâteb henüz köledir ve
tam hürriyetine ancak (son kuruşuna kadar) ödemekle kavuşur. [395]
Sahih-i Buharive
Müslim'de rivayet edilir: Eslemlilerden bir adamjHz. Peygamber'e (s.a.) geldi
ve zina itirafında bulundu. Hz. Peygamber, kendi aleyhine dört defa şehadette
bulununcaya dek kulak asmadı, sonra ona: "Sende
delilik var mı?"
diye sordu. Adam: "Hayır!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evlendin
mi?" diye sordu. Adam; "Evet" deyince, Hz. Peygamber emretti ve
namazgahta (musalla) recmedildi. İlk taşa tutulduğunda adam kaçtı, yakalandı
ve ölünceye kadar taşlandı. Hz. Peygamber (s.a.), onu hayırla andı ve cenaze
namazını.kıldı.
Hadisin diğer bir
rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hakkında bana ulaşanlar doğru
mu?" diye sormuş. Adam: "Ne duydunuz?" deyince Hz. Peygamber
"Bana ulaştığına göre sen falanca oğullarının cariyesi ile ilişkide bulunmuşsun."
dedi. Adam: "Evet." cevabım verdi ve kendi aleyhine dört defa
şehadette (ikrarda) bulundu. Hz. Peygamber (s.a.), sonra onu çağırarak aklından
zoru olup olmadığını sordu. Adam: "Hayır." dedi. Evlenip evlenmediğini
sordu. "Evet." deyince, emretti ve recmedildi.
Yine her ikisindeki
diğer rivayette ise: "Kendi aleyhine dört defa şehadette bulununca, Hz.
Peygamber (s.a.) onu çağırdı ve: "Sende delilik falan var mı?" diye
sordu. Adam: "Hayır." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evlendin
mi?" dedi. Adam: "Evet" diye cevap verdi. Hz. Peygamber de:
"Götürün ve recmedin." buyurdu.
Buharî'deki bir
metinde de şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.): "Belki de sen onu öptün veya
kadına yeltendin yahut da ona baktın?" diye buyurunca adam: "Hayır ya
Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.), kinayeli ifade kul-lanmaksızın:
"Onu (şey) ettin mi?" diye sordu. Adam: "Evet." diye cevap
verince, o zaman recmedilmesini emretti.
Ebu Davud'un rivayet
ettiği bir hadis ise şöyledir: Adam kendi aleyhine dört defa şahitlik etti. Her
defasında Hz. Peygamber (s.a.) ona kulak asmadı. Beşincisinde ona döndü ve
açıkça: "Onu (şey) ettin mi?" diye sordu. Adam: "Evet."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Senin şeyin onun şeyi içine girdi mi?"
diye sordu. Adam: "Evet." dedi. Hz. Peygamber: "Milin
sürmedanlığa, ipin kuyuya girdiği gibi mi?" diye sordu. Adam: "Evet."
diye cevapladı. Hz. Peygamber (s.a.): "Zina ne demektir biliyor
musun?" diye sordu. Adam: "Evet, bir kişinin karısıyla helâl olarak
yaptığım, ben onunla haram olarak yaptım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
"Peki, şimdi bu sözle ne demek istiyorsun?" diye sordu. Adam:
"Beni temizlemeni istiyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) emretti ve adam recmedildi.[396]
Ebu Davud'un
Sünen'inde: "Taşlar değince adam bağırdı ve şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Beni Allah'ın Rasûlü'ne geri çevirin. Kavmim, beni öldürdü ve beni aldattılar.
Rasûlullah'ın beni öldürmeyeceğini söylediler." dediği rivayeti
bulunmaktadır.[397]
Sahih-iMüslim'de şöyle
anlatılır: Gâmidli kadın gelerek:!"Ya Rasûlallah! Ben zina ettim. Beni
temizle!" demiş, Hz. Peygamber (s.a.) de onu geri çevirmişti. Ertesi gün
olunca kadın: "Ya Rasûlallah! Beni niye geri çeviriyorsun? Belki beni,
Mâiz'i çevirdiğin gibi geri çevireceksin. Allah'a yemin ederim ki, ben
gerçekten gebeyim." dedi. Efendimiz: "Olmazsa haydi doğu-runcaya
kadar git (buradan)!" buyurdu. Kadın doğurduğunda çocuğu bir bez parçası
içinde Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdi ve: "İşte! Onu doğurdum." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.): "Git, bu çocuğu sütten kesilinceye kadar
emzir!" buyurdu. Kadın onu memeden ayırdıktan sonra çocuğun elinde bir
ekmek parçası olduğu halde Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdi ve: "İşte ya
Rasûlallah! Onu sütten kestim, yemek yemeğe de başladı." dedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.) çocuğu müslümanlardan birine verdi, sonra
emretti. Kadın, göğsüne kadar kazılan bir çukura gömüldü ve recmettiler. Halid
b. Velid bir taşla kadına yönelmiş ve başına atmıştı da yüzüne kan sıçramıştı.
Halid de ona söğmüştü. Hz. Peygamber (s.a.) işitince: "Yavaş ol ey Halid!
İrade ve kudreti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim; bu kadın öyle bir tevbe
etti ki, onu bir baççı (sâhibu meks) yapsaydı mutlaka affolunurdu."
buyurmuştur. Sonra kadının (getirilmesini) emrederek cenazesini kılmış ve
kadın defnedil-miştir.[398]
Sahih-i Buharî'âe ise
Hz. Peygamber'in (s.a.), evlenmemiş (gayr-ı muh-san) zinakâr hakkında bir yıl
sürgün ile had cezası uyguladığı belirtilir.[399]
Sahîhayn'âa. rivayet
ediliyor: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlallah! Senden
Allah aşkına aramızda ancak Allah'ın kitabı ile hüküm vermeni dilerim."
dedi. Öteki hasım —ki ondan daha anlayışlı idi—: "Evet, aramızda Allah'ın
kitabıyla hükmet. Bana da müsaade buyur (anlatayım)." dedi. Rasûluliah
(s.a.): "Anlat." buyurdu. Adam şöyle anlattı: "Benim oğlum bu
adamın yanında çıraktı. Derken karısıyla zina etmiş. (Oğluma recm lâzım
geleceğini duydum) ve hemen onun namına yüz koyunla bir hizmetçi fidye verdim.
Bir de ulemaya sordum. Bana oğluma ancak yüz dayakla bir yıl sürgün cezası
lâzım geldiğini, bunun karısına da recm gerektiğini bildirdiler." Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "İrade ve kudretiyle yasadığım Allah'a yemin
ederim ki, aranızda mutlaka Allah'ın kitabıyla hükmedeceğim. Yüz koyun ve
hizmetçi sana geri iade edilecek. Oğluna yüz değnekle bir yıl sürgün gerek.
Haydi ya Üneys! Git bunun karışma. Şayet itiraf ederse onu recmediver."
buyurdu. Kadın itiraf etti, Üneys de onu recrnetti.[400]
Sahih-i Müslim'de Hz.
Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilir: "Bekârla bekâr (zina
ederse) yüz değnekle bir yıl sürgün, evli ile evli (zina ederse) yüz değenkle
recim vardır. "[401]
Bu uygulamalar şu
hükümleri içerir:
1— Evli zinakâr recmedilir,
2— Dört defa ikrar olmadıkça recmedilmez.
3— Dörtten az sayıda ikrarda bulunursa ikrar
nisabına (dört defa) ta-mamlatılması gerekli değildir, bilâkis devlet
başkanının kulak asmaması ve ona ikrarın tamamlatılmamasını tariz (dolaylı
anlatma) yetkisi vardır.
4— Delilik,
sarhoşluk gibi bir sebeple aklı başında bulunmayan bir kimsenin ikrarı boştur,
dikkate alınmaz. Talâkı, azadı, yemini, vasiyyeti de böyledir.
5— Hadlerin
namazgahta ikâmesi caizdir. Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) mescidlerde had cezalarının
tatbikini yasaklaması ile çelişmez.
6— Hür ve
muhsan (evli) olan bir kimsenin carîye ile zina etmesi halinde cezası, aynen
hür kadınla zina etmiş gibi recmdir.
7—
Yetkilinin, ikrar eden kimseye ikrar etmemesini çıtlatması müstahap-tır.
Keyfiyetin iyice ortaya çıkması için ikrarda bulunana sorular sorması vaciptir.
Kadından elle, dudakla, gözle istifade etmek de (hadislerde) zina sayıldığından
ötürü, ihtimali bertaraf için sorması gerekmektedir.
8—
Yetkilinin, gereği halinde cinsel ilişki için kullanılan sarih ifadeyi kullanması
caizdir.
9— Zinanın
haram olduğunu bilmeyen kimseye had uygulanmaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
zina eden sahabîye zinanın hükmünü sormuş, o da: "Kişinin karısıyla helâl
olarak yaptığını ben onunla haram olarak işledim." diye cevap vermiştir.
10— Gebe
kadına had uygulanmaz. Çocuğunu doğurup onu s sinceye kadar emzirmesi için
mühlet verilir.
11— Kadın recm ânında çukura gömülür.
12— Devlet başkanının, recmi başlatması vacip
değildir.
13— Eğer
tevbe etmişlerse günahkârlara sövmek (hakaret) cais
14— Zina cezasından dolayı öldürülenin cenazesi
kılınır.
15— İkrarla
cezaya çarptırılan kimse, cezasının tatbiki sırasında bağışlanmasını ister ve
kaçarsa, kendi haline bırakılır had cezası tamamlanmaz. Çünkü bu hali
ikrarından rücû mânasına gelir, denilmiştir. Bazıları ise, bu haddin
tamamlanmasından önce yapılmış bir tevbedir. Nasıl ki, hadde başlamadan önce
tevbe ettiğinde hadde başlanmazsa bu durumda da had tamamlanmaz, şeklinde
yorum getirmişlerdir. Bu üstedımızın (İbn Teymiye) tercihidir.
16—Bir
kimse, ben falan kadınla zina ettim deyince zina cezası yanında kazf (iftira)
cezası uygulanmaz.
17— Bâtıl sulhle elde edilen mal helâl olmaz,
geri iadesi gerekir.
18— Devlet
başkanı haddin uygulanması için başkasını görevlendirebilir (tevkil).
19— Evli
zinakâra hem celd (değnek), hem de recm uygulanmaz. Çünkü ne Mâiz'e, ne de
Gâmidli kadına celd (değnek) cezası uygulanmamıştır. Üneys'e de, gönderdiği
kadına celd cezasını emretmemiştir. Bu cumhurun görüşüdür. Ubâde'den rivayet
edilen: "Hükmü benden alınız. Allah kadınlar için bir yol (hüküm) kıldı:
Evli evli ile (zina ederse) yüz değnek ve recm vardır." şeklindeki hadis
mensuhtur. Bu hüküm, zina cezasının ilk nüzulü sırasında idi. Sonra Mâiz'i ve
Gâmidli kadırîı recmetmiş, celd cezası tatbik etmemiştir. Bunun Ubâde
hadisinden sonra olduğunda şüphe yoktur. Sünen'deki Câbir hadisi ise farklıdır:
"Adamın birisi zina etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de had cezası
uygulanmasını emretmişti. Adam, daha sonra muhsan (evli) olduğunu ikrar edince,
Hz. Peygamber (s.a.) emretmiş ve adam recmedilmiş-ti." Bizzat râvi olan
Câbir, hadis hakkında: "Hz. Peygamber (s.a.), adamın muhsan (evli)
olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden had (celd) cezası uyguladı. Sonra adamın muhsan
olduğu öğrenilmiş ve recmedilmiştir."[402]
der.
20— Yapılan
işin haram olduğu biliniyorsa, cezanın ne olduğunu bilmemek' haddi düşürmez.
Çünkü Mâiz, cezasının ölüm (recm) olduğunu bilmiyordu. Bu cehaleti kendisinden
haddi düşürmemişti.
21— Hâkimin, kendi huzurunda yapılan ikrarla
hükmetmesi caiz ohı-yor ve ayrıca ikrarın iki şahitçe de işitilmesi gerekmiyor.
Bunu İmam Ahmed belirtmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Üneys'e: "Eğer
kadın iki şahit huzurunda ikrar ederse onu recmet." dememiştir.
22— Dava
konusu, halis Allah hakkı ise, hüküm için haKim huzurunda dava edilmiş olması
şartı yoktur.
23— Bir
kadına had cezası gerekiyorsa, d evle^ başkanının (yetkili) kadını huzura
getirtmeden, haddi ikâme edecek birisini ona göndermesi caizdir. Nitekim Nesâî,
hadise böyle başlık atmıştır. Böylece kadınlar, hüküm meclisine getirilmekten
korunmuş olurlar.
24— Devlet
başkanı, hâkim ve müftü gibi kimselerin, verdikleri hükümde herhangi bir
kuşkuları yoksa ve kesin inanıyorlarsa; o hükmün, Allah'ın hükmü olduğunu dair
yemin etmeleri caiz olur.
25— Hadlerin
ikâmesinde tevkil (görevlendirme) caizdir. Bu hususta düşünmek lâzım. Çünkü
Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı istinabe (nâib kil-mak)dir.
26— Uygulama
ve hükümler, erkek gibi kadının da sürüleceği hükmünü içermektedir. Ancak, eğer
beraberinde mahremi de varsa gönderilir; yoksa kadın sürülmez. İmam Mâlik:
"Kadınlar için sürgün cezası yoktur. Çünkü onlar avrettirler."
demiştir. [403]
Sahıhayn ve
Müspetlerde rivayet edilmektedir: Yahudiler Hz. Peygam-ber'e (s.a.) gelerek
kendilerinden bir erkekle kadının zina ettiklerini söylediler. Hz. Peygamber
(s.a.) onlara: "Recm hakkında Tevrat'ta ne buluyorsunuz?" diye
sordu. Onlar: "Biz onları rüsvay (teşhir) ederiz ve sopa ile (celd)
dövülürler." dediler. Abdullah b. Selâm hemen: "Yalan söylediniz!
Tevrat'ta recm hükmü vardır." dedi. Tevrat'ı getirdiler ve açtılar.
Birisi recm âyetinin üzerini eli ile kapattıktan sonra üst ve alt tarafım
okudu. Abdullah b. Selâm: "Elini kaldır!" dedi, adam elini kaldırdı.
Bir de baktık orada recm âyeti var. Sonunda yahudiler: "Ya Muhammedi
(Abdullah) doğru söyledi. Tevrat'ta recm hükmü vardır." dediler. Hz.
Peygamber (s.a.) de emretti ve her ikisi de recmedildi.[404]
Bu uygulama şu
hükümleri içerir:
1— Zina
cezasının tatbikinde aranan muhsan olma şartı için kişinin müs-lüman olması
aranmamaktadır.
2— Evli
zimmîler de birbirlerini muhsan yaparlar. İmam Ahmed ve Şafiî de bu görüşü
benimsemişlerdir. Bu görüşte.olmayanlar, hadisin izahında ihtilâf etmişlerdir:
İmam Mâlik, Muvatta 'dan başka bir yerde şöyle demiştir: "Yahudiler zimmî
değillerdi." Sahih-i Buhari'dzki ifade ise, onların zimmet ehlinden
oldukları şeklindedir. Şüphesiz bu olay Hz. Peygamber (s.a.) ile aralarında
geçen muahededen sonra olmuştur ve o sırada harp halinde değillerdi. Yoksa
nasıl Hz. Peygamber'e (s.a.) muhakeme olmak için başurur ve hükmüne razı
olurlar? Hadisin başka bir yoldan rivayetinde: "Bizi şu peygambere
götürün. Çünkü O hafifletme (prensibi) ile gönderilmiştir." demiş-lerdir.[405]
Diğer bazı rivayetlerinde
ise şöyledir: "Yahudiler O'nu (s.a.) ders ve okuma odalarına (midrâs)
davet ettiier."[406] Hz.
Peygamber (s.a.) gelmiş ve aralarında hükmetmiştir. Şüphesiz onlar (bu
haliyle) muâhade ve sulh ehli idiler
Bir başka grup ise
şöyle te'vil yapmışlardır: Hz. Peygamber (s.a.) onlar Tevrat'ın hükmüne göre
recmetti. Hâdisenin akışından bu açıkça anlaşıl maktadır.
Bu yorum onlara asla
bir fayda sağlamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a. onların arasında mutlak adaletle
(hakla) hükmetmiştir ve her halükarda uyul ması gerekir. Hak varken başka yol
aramak sadece sapıklık değil midir?
Bir başka grup da; Hz.
Peygamberin (s.a.) onları siyaseten recmettiğin söylemişlerdir. Bu, en
olmayacak görüştür. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) on lan kendisinden başka hükme
yer olmayan Allah'ın hükmüyle recmetmiştir
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu uygulamasından şu neticeler de çıkar:
3— Zimmîler
davalarını bize getirdiler mi, aralarında ancak İslâm ah kâmı ile
hükmedebiliriz.
4—
Zimmîlerin, birbirleri hakkındaki şahitliklerinin kabulü gerekir. Çün kü bu
uygulamada zinakârlar ikrarda bulunmamışlardır. Aleyhlerine müslü manlar da
şahitlik yapmamışlardır. Çünkü onların zinalarını görmemişler dir. Nasıl olur
ki, Sünen'&z bu hâdiseyle ilgili olarak Hz. Peygamber'in (s.a. şahitleri
istediği, dört kişinin geldiği ve erkeğin âletini, milin sürmedanhğ
girdiği gibi kadının uzvu içerisinde
gördüklerine dair şehadette bulundukları yazılıdır.[407]
Bu hadisin bazı
rivayetlerinde: "Onlardan dört kişi geldi." ifadesi, diğer
bazılarında da: "Bana sizden dört kişi getirin." buyurduğu
belirtilir.
5— Bu
uygulama, recm ile iktifa edilip hem celd hem de recmin bir arada
uygulanmayacağını gösterir. Ibn Abbas şöyle der: Recm Allah'ın kitabında
vardır. Onu ancak inceliklere dalan kimse çıkarabilir. O da Allah'ın: "Ey
ehl-i kitab! Rasûlümüz size kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak
üzere geldi." Âyetidir [408]Başkaları
ise recm hükmünü: "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde
Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere
hükmederlerdi."[409]
âyetinden istin-bat etmişlerdir.
Zührî, hadisinde şöyle
diyor: Bize ulaştığına göre, "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu
halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla
yahudilere hükmederlerdi." âyeti onlar (yahudiler) hakkında inmiştir.
Nebî (s.a.) da onlardandı. (Âyette zikri geçen nebilerden.)[410]
Müsnedve dört Sünen'âz
Habib b. Salim yolu ile rivayet edilen Katâde hadisinde şöyle anlatılır:
Abdurrahman b. Huneyn, karısının cariyesi ile cinsî ilişkide bulunmuştu. Küfe
emîri olan Numan b. Beşîr'e şikâyet olundu. Nu-man: "Hakkında mutlaka Hz,
Peygamber'in (s.a.) verdiği hükümle hükmedeceğim. Eğer karın cariyeyi sana
helâl kılmışsa sana yüz değnek vururum, aksi halde seni recmederim." dedi.
Karısının kendisine cariyesini helâl kıldığını öğrendiler ve adama yüz değnek
vurdu.[411]
Tirmizî, hadis
hakkında şöyle diyor: Bu hadisin senedinde ıztırab vardır (muztarib).
Muhammed'i (Buhari'yi) şöyle derken işittim: "Katâde bu hadisi, Habib b.
Sâlim'den işitmemiştir. Aksine Halid b. Urfuta'dan rivayet etmiştir. Ebu Bişr
de bu hadisi Habib b. Sâlim'den işitmemiş, Halid b. Urfuta'dan rivayet
etmiştir." Muhammed'e (Buharî) bu hadisi sordum. Bana: bu hadisi
reddediyorum," dedi, Nesâî de: "O muztariptir." demiştirJ Hatim
er-Râzî ise, Halid b. Urfuta'nın meçhul olduğunu söyler.
Müsnedvç Sünen'de ise
Kabîsa b. Hureys—Seleme b. el-Muhabbık senediyle şöyle rivayet edilir: Hz.
Peygamber (s.a.), karısının cariyesi ile ilişkide bulunan birisi hakkında şöyle
hüküm vermiştir: "Eğer cariyeyi zorlamışsa, cariye hürdür ve adamın,
cariyenin bir benzerini (benzer bir cariye) hanımına vermesi gerekir. Eğer
cariye gönüllü karşılık vermişse, cariye adamındır; adamın hanımına, benzeri
bir cariye vermesi gerekir."[412]
Âlimler, bu hükümle
amel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Zahir mezhebinde İmam Ahmed bu hükümle amel
görüşündedir. Çünkü hadis hasendir. Halid b. Urfuta'dan, iki sika râvi, Katâde[413] ve
Ebu Bişr rivayette bulunmuşlardır; onun cerh edildiği de bilinmemektedir. Bir
râvinin cehaleti, kendisinden iki sika râvinin rivayette bulunmasıyla ortadan
kalkar. Kıyas ve şer'î kaideler de bu hükmün gereği ile amel etmeyi gerektirir.
Şöyle ki, karısının cariyeyi kendisine helâl kılması haddin düşürülmesini
gerektiren bir şüphedir. Ta'-ziri ise düşürmez. Vurulan yüz değnek de ta'zir
olur. Eğer helâl kılmamış ise, ilişki zina olur ve bir şüphe de yoktur. Bu
durumda da recm cezası vardır, Şimdi bu uygulamada kıyasa muhalif ne var?
Seleme b. el-Muhabbık
hadisine gelince, eğer sahİhse onunla amel etmet ve ondan yüz çevirmemek
gerekir. Ancak Nesâî: "Bu hadis sahih değildir.' der. Ebu Davud ise:
"Ahmed b. Hanbel'i işittim, şöyle diyordufSeleme b el-Muhabbık'tan rivayet
eden kimse bilinmemektedir. Ondan Hasan —yan Kabîsa b. Hureys—'den başkası da
rivayet etmemektedir." der. Buharı ist Tarihinde: "Kabîsa b. Hureys,
Seleme b. el-Muhabbık'tan işitmiştir. Hadi si
üzerinde ise durmak
lâzım" diyor.
İbnü'l-Münzir: "Seleme o. El
Muhabbık'ın haberi sabit olmaz."
derken, Beyhakî: "Kabîsa b. Hureys maruf değildir." der. Hattabî:
"Bu münker bir hadistir. Kabîsa maruf değildir, böyle bir hadis hüccet
olmaz. Hasan, her duyduğundan hadis rivayetinde bulunmaya aldırmayan bir
kimsedir." der.
Başka bir grup, hadisi
kabul etmiş, sonra ihtilâfa düşmüşlerdir: Bir kısmı; mensuhtur, bu hadlerin
nüzulünden önceydi, demiştir.
Bir başka kısmı ise;
hayır mensuh değil demişler ve hadisin izahını şöyle yapmışlardır: "Adam
cariyeyi zorlayınca, onu artık hanımefendisine karşı ifsad etmiş, yaramaz hale
sokmuş olur. Ona uygun biri olmaz. Ayrıca cariye bundan ar duyar ki, bu manevî
bir işkence (müsle)dir."[414]
Manevî müsle gerçek (hissî) müsle gibidir, hatta daha büyüktür. Böylece zoraki
ilişki iki hususu içermiş olur: 1) Cariyeyi hanımefendisine yaramaz hale
getirme, 2) Cariyeye karşı manevî müsle. Bu iki durum, cariyenin bedelinin
hanımefendisine ödenmesini ve cariyenin de azadını gerektirir.
Eğer cariye gönüllü
karşılık vermişse, bu durumda ilişki cariyeyi hanımefendisine yaramaz kılar ve
adam tarafından cariyenin kıymetinin hanımefendiye ödenmesi gerekir. Adam
cariyeye de sahip olur. Çünkü cariyenin kıymeti ödenmek üzere adamın boynuna
borç olmuştur. Gönüllü karşılık verip kendi de istediği için ilişki, müsle
şüphesinden çıkar. Bu yorumu yapanlar şöyle diyorlar: "Manevî itlafın,
maddî (hissî) itlaf şeklinde telakki edilmesi (onun mertebesinde tutulması)
haktan uzaklaşma sayılmaz. Çünkü her ikisi de mâlikin, mülkünden faydalanmasına
engel olmaktadır. Hiç şüphesiz zevcenin cariyesi, kocası tarafından iğfal
edilmişse, artık daha önceden olduğu gibi kendisine yaramaz.".Bu hüküm en
güzel hükümlerden biridir, usulî kıyasa da uygundur.
Kısaca: Bu hükümle
amel, hadisin kabulüne dayalıdır. Muhalifler ne kadar çok olurlarsa olsunlar,
onların çokluğu hükme (veya hadise) bir zarar vermez. [415]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), livata hakkında şöyle veya böyle bir hükümde bulunduğu sabit değildir.
Çünkü bu fiil, Arapların bilmediği bir işti. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) de böyle
bir dava intikal etmemişti. Şu kadar var ki kendisinin: "Yapanı da,
yapılanı da öldürünüz." buyurduğu vakidir. Bunu dört Sünen
sahipleri rivayet etmişlerdir. İsnadı
sahihtir. Tirmizî: "Bu hasen bir hadis." demiştir.[416]
Hz. Ebu Bekir bu
hadisin gereği ile hükmetmiştir. Sahabe ile istişareden sonra —içlerinde en
katıları Hz. Ali idi— Halid'e de aynısını yazmıştır.
İbnü'l-Kassâr ve
üstadımız (İbn Teymiye) şöyle diyorlar: Sahabî, livata-mn hükmünün öldürme
olduğunda icmâ etmiştir. İhtilâfları sadece öldürmenin nasıl olacağı
hakkındadır. Hz. Ebu Bekir: "Yüksekten atılır." Hz. Ali:
"Üzerine duvar yıkılır." İbn Abbas: "Taşla öldürülürler."
demişlerdir[417] Görüldüğü üzere hepsi de
öldürüleceğinde hemfikirdirler, İhtilâf keyfiyette dir. Bu hüküm, Hz.
Peygamber'in (s.a.) nikâh düşmeyen yakını ile ilişkidt bulunan kimse hakkındaki
hükmüne de uygun düşmektedir. Çünkü her ik yönden de ilişkide bulunmak faile
hiçbir halde mubah olmamaktadır. Bu yüz den İbn Abbas (r.a.) hadisinde her
ikisi bir arada zikredilmiştir. Ondan şöylı rivayet edilir: "Lût kavminin
amelini işleyen birini bulursanız öldürünüz.' Yine ondan: "Nikâh
düşmeyecek yakın mahremi ile ilişkide bulunanı öldü rünüz." rivayeti mevcuttur.
Müsned bir hadisinde de: "Kim bir hayvanla mü nasebette bulunursa, onu
öldürün ve beraberinde hayvanı da öldürün." ri vayetinde bulunmuştur[418]
Bu hüküm, Şâri'in
hükmüne uygundur. Çünkü haramlar katmerleştifc çe cezalan da ağırlaşmaktadır.
Hiçbir zaman ilişkide bulunulması helâl o: mayan bir kadınla ilişkide bulunmak
bazı durumlarda (meselâ nikâhlı oh rak) kendisi ile ilişki helâl olan bir
kadınla münasebette bulunmaktan dah ağır bir cürümdür. Cezası da o oranda ağır
olur. İmam Ahmed, kendisinde nakledilen iki rivayetten birisinde, hayvanla
münasebette bulunmanın hül mü ile livatanın hükmünün aynı olduğunu belirtmiş ve
her halükârda öldt aileceğini veya cezasının z!na cezası olduğunu ifade
etmiştir.
Selefin bu konuda
ihtilâfı vardır: Hasan: "Lûtinin cezası, zina cezasıdır." demiştir.
Ebu Seleme ondan; behemehal öldürüleceğini de nakletmiş-tir. Şa'bî ve Nehaî,
ta'zir edileceğini söylemişlerdir. İmam Şafiî, Mâlik, Ebu Hanife ve bir
rivayette Ahmed de onların bu görüşünü almışlardır. Hadisin râvisi olduğu halde
İbn Abbas (r.a.) da böyle fetva vermiştir. [419]
Hz. Peygamber (s.a.),
belirli bir kadınla zina ettiğini itiraf eden bir kimse hakkında zina cezasını
uygulamış, ayrıca iftira cezası tatbik etmemiştir. Sünen'âe Sehl b. Sa'd
hadisinde şöyle anlatılır: "Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve adını
verdijği bir kadınla zina ettiğine dair ikrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.)
kadına haber gönderdi ve durumu sordu. Kadın, zina ettiğini inkâr etti. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.), adama had cezası (celd) vurdu. Kadım İse serbest
bıraktı. "[420]
Bu uygulama iki hususu
içeriyor:
1— Kadın
yalanlasa bile (ikrarda bulunan) adama haddin gerekliliği. Ebu Hanife ve Ebu
Yusuf, kadının inkârı durumunda erkeğe had uygulanmayacağı görüşündedirler.
2— Kadına
iftira etmiş olacağı için ayrıca bir kazif (iftira) cezası gerekmeyeceği.
Ebu Davud'un
Sözen'inde İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadise gelince ki, şöyledir: Bir adam
Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve bir kadınla zina ettiğine dair dört defa
ikrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) de bekâr olduğu için yüz değnek vurdu.
Sonra kadının aleyhine kendisinden beyyine istedi. Kadın ise: "Vallahi
yalan ya Rasûlallah!" dedi. Bu kez de adama iftira cezası olarak seksen değnek
vurdu.[421]
İşte bu hadis hakkında
Nesâî: "Bu, münker bir hadistir." demiştir. Hadisin isnadında Kasım
b. Feyyaz e]-Enbarî es-San'inî vardır ki, pek çokları onu tenkit etmişlerdir.
İbn Hibbân da bu hadisle ihticacda bulunmanın bâtıl olduğunu söylemiştir. [422]
Hz. Peygamber (s.a.),
cariye zina eder ve muhsan (evli) da olmazsa celd (döğme) ile hükmederdi.[423]»
Cariyelerle ilgili olan: "Evlendikten sonra fuhuş (zina) yaparlarsa onlara
hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır). "[424]âyetine
gelince; bu âyet, evlendikten sonra cariyenin cezasının, hür kadına uygulanan
celd (değnek) cezasının yarısı olduğu hakkındadır. Evlenmeden Önce zina etmesi
durumunda ise Hz. Peygamber (s.a.), celd uygulanmasını emretmiştir.
Celd konusunda iki
görüş vardır:
1) Bu bir
haddir. Şu kadar var ki, evlenmeden önce ve sonrası \A farklıdır. Evlenmeden
önce cariyenin efendisi tarafından ikâmesi mümkft iken, evlendikten sonra ancak
devlet başkanı tarafından uygulanır.
2)
Evlilikten önce çeldi ta'zirdir, had değildir. Bu, Müslim'in Sahih'inde rivayet
edilen şu hadisi iptal etmez. Ebu Hureyre merfû olarak Hz. Peygamber'e (s.a.)
nisbet ediyor: "Birinizin cariyesi zina ederse onu döğsün (celd) ve
ayıplamasın (başına kakmasın). Üç defa böyle davransın. Dördüncü defa yine
yaparsa yine döğsün ve onu bir örme (ip) karşılığında bile olsa satsın."
Bir rivayetinde de: "Onu Allah'ın kitabı gereği dövsün." ifadesi
vardır.[425]
Yine Müslim'de, Hz.
Ali (r.a.) .bir hitabesinde şöyle demiştir: Ey insanlar! köleleriniz evli
olsun olmasın, onlara haddi tatbik ediniz. Çünkü Hz. Peygamber'e (s.a.) ait
bir cariye zina etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bana, ona celd vurmamı
emretmişti. Ben de baktım ki, cariye henüz nifastan yeni çıkmış. Ona celd
uygularsam öldüreceğimden korktum (ve uygulamadım). Durumu Hz. Peygamber'e
anlattım, Bana: "(Aferin) iyi yapmışsın." buyurdu[426]
Şeriat literatüründe
"ta'zir" ifadesinin kapsamına "had" de girmektedir.
Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.): "On kamçıdan fazlası ancak Allah'ın
koyduğu hadlerden birinde vurulabilir."[427]
hadisinde bu durum sözko-nusudur.
Hem cins hem de miktar
bakımından ondan daha fazlasıyla yapılan ta'-zir cezalan pek çok yerde sabittir
ve neshi de vâki değildir. Hilâfına da icmâ yoktur.
Her nasıl olursa
olsun, cariyenin evlenmeden önceki hali ile sonraki halinin farklı olması
gerekir. Aksi takdirde (âyetteki) kayıtlamanın bir mânası olmaz. Yahut,
evlilikten önce cariyeye had yoktur denecektir ki sahih sünnet bunu iptal
etmektedir. Veya evlilikten önceki cezası hür kadının cezasıdır, evlilikten
sonra ise yarasıdır denilecektir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Şeriatın
kaidelerine ve usûle muhaliftir. Ya da şöyle denilecek: Evlilikten önce
döğül-mesi (celd) ta'zir, evlilikten sonra ise haddir. Bu yorum daha güçlüdür.
Bir başka yorum da şöyle olacaktır: İki durum arasındaki fark haddin uygulanışı
konusundadır, sayısında değildir. Evlilikten öncesinde olursa haddin uygulanması
efendiye ait iken, sonrasında yapılması durumunda had devlet başkanı
tarafından uygulanacaktır. Bu, getirilen yorumların içerisinde doğruya en yakın
olandır.
Şöyle de denebilir:
Âyetteki, evlilikten sonra cezanın hür kadının cezasının yarısı olacağı
şeklindeki kayıt, bir yanlış anlamanın önüne geçmek için olabilifc. Şöyle ki:
Birileri, bekâr birisine uygulanan celd cezası naşı! ki evlilikle recme
dönüşüyorsa, cariyenin cezası da evlilikle hür kadının had cezasına dönüşür,
şeklinde yanlış anlayabilir. Cezanın yarıya indirilmesi, cariyenin ekmel haline
yani evlilik sonrasına ait suç için zikredildi ki, bu dönemde bu kadarla
yetinüdiğine göre evlilik öncesinde o kadarla yetinileceği evleviyetle
anlaşılsın. Doğruyu en iyi Allah bilir.
Zina eden ve had
cezasının tatbikine tahammülü bulunmayan bir hasta hakkında Hz. Peygamber
(s.a.), içerisinde yüz (koruk) hurma bulunan bir salkım alınmasını ve onunla
hastaya bir defa vurulmasını hüküm buyurmuşlardır.'[428]
Hz. Peygamber (s.a.),
eşi (Âişe)nin beraetine dair Allah vahiy indirince kazf (iftira) cezasına
hükmetmiş ve iki erkekle bir kadına had tatbik etmiştir. Bunlar Hassan b.
Sabit, Mistah b, Üsâse'dir. Ebu Cafer en-Nüfeylî, kadının Hamne bt. Cahş
olduğunu söylediklerini ifade eder,[429]
Dinini değiştiren
kimse hakkında öldürülmesine hükmetmiştir[430]
Kadın1 erkek ayvnmı yapmamıştır. Ebu Bekir es-Sıddîk de, müsluman olduktan
sonratî irtidat eden ve Ümmü Kırfe adı verilen kadını öldürmüştür.[431]
îçki {hamr) içen
hakkında dal, pabuç (gibi şeylerle) döğmelerine hük-.,A metmişti ve kırk adet
vur(dur)muştu. Hz. Ebu Bekir de Peygamberimizi ta- I kip etmiş ve içki içenlere
40 sopa vurmuştu[432]
Abdürrezzak'ın,
Musannef'mde Hz. Peygamber'in (s.a.), içki içenlere 80 sopa vurduğu rivayet
edilmiştir[433]
İbn Abbas (r.a.):
"Hz. Peygamber (s.a.) içki hakkında belli bir ceza koymamıştır."
demiştir.[434]
Hz. Ali (r.a.) ise:
"Hz. Peygamber (s.a.) içki cezası olarak kırk sopa vurdu. Hz. Ebu Bekir
de kırk vurdu. Hz. Ömer ise seksene iblağ etti. Hepsi de sünnettir." der.[435]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) dördüncü veya beşinci defa tekrar içen kimsenin öldürülmesini emrettiği
de sahih olarak bilinmektedir.[436]
İlim adamları, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Mensuhtur diyenler olmuştur ve
nâsih (neshe-dici delil) olarak da: "Bir müslümanın kanı ancak şu üç şeyden
biri sebebiyledir. "[437]
hadisi gösterilmiştir. Muhkem olduğunu, —özellikle de âmmın sonra vârid olduğu
bilinmiyorsa— hâs ile âmm (özel ve genel) nasslar arasında tearuzun
bulunmadığını söyleyenler de olmuştur.
Bazılarınca da
neshedici delil, Abdullah Himar hadisidir. Çünkü bu zat, içki içtiği için
defalarca Hz. Peygamber'e (s.a.) getirilmiş, Hz. Peygamber de ona celd (dayak)
tatbik etmiş ve öldürmemiştir[438]
Bir yorum da şöyledir:
Eğer pek sık içer, had onu engellemez ve cezayı küçümserse, maslahat gereği
olarak öldürülmesi ta'zir kabilinden olmuş olur. Devlet başkanının, böyle
birisini had olarak değil de ta'zir yoluyla (siyase-ten) öldürme yetkisi
vardır. Abdullah b. Ömer'den (r.a.) şöyle dediği sahih olarak bilinir:
"Dördüncüde siz onu bana getirin. Sîzin adınıza onu öldürmek bana
ait." Bu sözlerin sahibi İbn Ömer, Hz. Peygamber'in (içki içenin dördüncü
defada) öldürülmesini isteyen emrini rivayet eden râvilerden biridir. Bu
râviler: Muâviye, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Kabîsa b.
Züeyb'dir (r. anhum).[439]
Kabîsa hadisi: Bu
hadiste öldürmenin "had" olmadığına veya mensuh bulunduğuna dair
delâlet vardır. Çünkü hadiste şöyle denmektedir: "îçki içmiş bir adam
Rasûlullah'a (s.a.) getirilmişti. Hz. Peygamber ona celd uyguladı. Sonra yine
getirildi, yine celd uyguladı. Sonra yine getirildi, yine celd tatbik etti.
(Sonra yine getirildi yine celd tatbik etti) ve öldürmeyi kaldırdı. Daha önce
ruhsattı." Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[440]
Hz. Ali'den rivayet
edilen ve sıhhatinde ittifak edilen şu hadis hakkında itirazda bulunulabilir.
Hadis şöyle: Hz. Ali: "Üzerine had uygulanıp da ölen kimse için asla diyet
ödeyecek değilim. Ancak içki içenfin durumu) bundan müstesna. Çünkü Rasûlullah
(s.a.) bu konuda bir hüküm koymadı. Uyguladığımız bu ceza bizzat bizim kendi
görüşümüz." demiştir. Ebu Davud'un lafzı böyledir. Buharı ve Müslim'in
lafzı ise: "Çünkü Rasûlullah (s.a.) öldü ve onu .bir hükme
bağlamadı." şeklindedir[441]
Deniliyor ki: Bu
ifadeden maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.) içki hakkında diğer hadlerde olduğu
gibi artırılamaz-eksiltilemez bir ceza miktarı belirlemesine gitmediğini ifade
olmalıdır. Yoksa nasıl olur, bizzat Hz. Ali'nin kendisi Hz. Peygamberin (s.a.)
içki için kırk (sopa) vurduğuna şahitlik etmiştir.
Hz. Ali: "Bu
bizzat bizim kendi görüşümüz" sözü ile içki cezasının seksen sopa ile
takdir edilmesini kasdetmektedir. Zira Hz. Ömer ashabı toplamış ve onlarla
istişare etmiş, onlar da seksen olarak belirlenmesini işaret etmişler, Hz. Ömer
de öylece yürürlüğe koymuştur. Sonra Hz. Ali kendi hilâfeti döneminde 40 sopa
olarak uygulamış ve: "Bu bana göre daha iyi." demiştir.
Hadisler üzerinde
dikkatlice düşünen kimse görür ki, içki cezasında kırk sopa vurulması haddir.
Ziyade edilen diğer kırk sopa ise üzerinde ashabın ittifak ettikleri tavır
nevindendir. Öldürme cezası ise ya mensuhtur ya da deviet başkanının görüşüne
bırakılmış maslahat gereği bir tasarruftur. Devlet başkanı insanların içki
cezasını önemsemeyerek içkiye düşkünlük gösterdiklerini
görür ve diğerlerinin ibret almaları ve
içkiden vazgeçmeleri için birini öldürmeyi uygun görürse, böyle bir yetkisi
mevcuttur. Nitekim Hz. Ömer, içki yüzünden başı kazıtma ve sürgün gibi cezalar
da uygulamıştır. Bu devlet başkanlığı tasarrufları ile ilgili hükümlerden biri
olmaktadır. Tevfik Allah'tandır.[442]
Hz. Peygamber (s.a.)
değeri üç dirhem olan bir kalkan için hırsızın elini kesmiştir.[443]
Çeyrek dinar
(değerinden) daha az şeyler için el kesilmeyeceğine hükmetmiştir[444]
Şöyle buyurduğu sahih
olarak bilinmektedir: "Çeyrek dinar için kesin, daha az olan şeyler için
kesmeyin." Hadisi İmam Ahmed nakletmiştir[445]
Hz. Âişe şöyle
demiştir: "Rasülullah (s.a.) zamanında hırsızın eli çelik veya deriden
mamul bir kalkan kıymetinden —ki her ikisi de bîr değer ifade eder— daha az
değerde bir şey için kesilmemiştir."[446]
Yine Hz. Peygamber'in
(s.a.) şöyle buyurduğu bilinmektedir: "Allah hırsıza lanet eylesin! îpi
çalar da eli kesilir, yumurta çalar da eli kesilir."[447]
Bu hadisteki
"ip"ten maksadın "gemi ipi" olduğu ve yumurtadan miğfer
(beydatu'î-hadtd) kastedildiği söylenmiştir. Her türlü ip ve yumurta olduğunu
söyleyenler de olmuştur. Bazıları ise: "Bu olacağı önceden haber vermek
kabilindendir. Yani kişi bunu çalar, giderek işi büyütür ve bu elinin
kesilmesine sebep olur." demişlerdir. A'meş: "Âlimler ondan miğfer
(beydu'l-hadıd) kastedildiği görüşündedirler. İpten de maksatları birkaç dirhem
edecek bir iptir." demiştir.
Başkalarından ödünç
alan, sonra da inkâr-eden bir kadın;hakkmda elinin kesilmesine hükmetmiştir[448]
İmam Ahmed der ki:
"Bu hükümle amei etmiştir ve uygulamayadır muarız da yoktur.[449]
Yağmacı, soyguncu
(muhtelis) ve hâinden el kesmenin düşürülmesine hükmetmiştir.[450]
Hâinden maksat emanete hıyanet edendir. Ödünç (iare) alınan şeyin inkârı ise
şer'an hırsız (sarık) isminin kapsamına girer. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
ödünç aldığını inkâr eden kadın hakkında kendisine şikâyette bulunduklarında
elini kesmiş ve: "İdare ve kudretiyle yaşadığım Allah'a yemin ederim ki
Muhammed'in kızı Fâtıma da çalsa (hırsızlık etse) mutlaka onun elini de
keserdim.*' buyurmuştur.[451]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), iareyi inkâr edeni "sarık = hırsız!" kapsamına sokması, sair
müskiratı "hamr=şarap" isminin kapsamına sokması gibidir. Bu nokta
düşünülmelidir. Böylece (sünnet), Allah'ın kelâmını İan ne kastedildiğini
ümmete açıklamaktadır.
Meyve ve hurma cümmarı
(keser=hurma ağacından çıkan ve yenen ak bir nesne) çalan kimseden el kesme
cezasını düşürmüş ve bunlardan ihtiyacı olup da yiyenlere bir şey lâzım
gelmeyeceğine, beraberinde götürenler için ise iki mislini tazmin ve ayrıca
ceza gerekeceğine hükmetmiştir.
Meyveyi (kurutmak için
toplanan) harman yerinden çalan kimseye — eğer çaldığı kalkan değerine
ulaşıyorsa— el kesme cezası uygulanır[452] Bu
Hz. Peygamber'in (s.a.), hakkı bâtıldan ayıran ve adaleti temsil eden hükmüdür.
Otlağından alınan
koyun için iki katı kıymetine hükmetmiş, ayrıca ibret cezası vermiştir.
Yatalgasından (ağıl vb.) alınan koyun için ise —kalkan değerine (nisâb)
ulaşıyorsa— el kesilmesine hükmetmiştir.[453]
Safvân b. Ümeyye'nin,
mescidde uyurken üzerindeki ridasını çalan kimse hakkında el kesmeye
hükmetmiştir. Safvân, rida'yı hırsıza hibe ya da satmak isteyince: "Onu
bana getirmenden önce olaydı ya." buyurmuştur[454]
Mescidde kadınların
bulunduğu yerden bir kalkan (türs) çalanın elini kesmiştir.[455]
Humus (beytülmal
birimlerinden biri) kölelerinden olup da yine humus mallarından çalan bir
köleden el kesmeyi düşürmüş ve: "Allah'ın malı, bazısı bazısını
çalmış." buyurmuştur. Hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[456]
Kendisine bir hırsız
getirildi. Adam itiraf etti. Yanında mal yoktu. Hz. Peygamber (s.a.):
"Sanmam ki o çalsın." buyurdu. Adam: "Evet (çaîdım)." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.) bunu iki veya üç defa tekrarladı. Sonunda emretti ve
adamın eli kesildi.[457]
Yine bir başka hırsız
getirildi. Hz. Peygamber (s.a.): "Onun çaldığını sanmıyorum."
buyurdu. Adam: "Evet çaldım." deyince Hz. Peygamber (s.a.):
"Götürün ve (elini) kesin. Sonra da (kanın kesilmesi için ateşle ya da
kayar yağ ile) dağlayın ve bana getirin." buyurdu. Adamın eli kesildi ve
sonra Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Allah'a tevbe
et!" buyurdu. Adam: "Tevbe ettim." deyince Hz. Peygamber:
"Allah tevbeni kabul etsin." buyurdu.[458]
Tirmizî, Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir hırsızın elini kestiğini ve elini boynuna astığım belirtmiştir.
Hadisin hasen olduğunu da ifade etmiştir[459]
Ebu Davud, Ezher b.
Abdillah'tan şöyle rivayet etmiştir: Bazı kimselerin eşyaları çalınmıştı.
Birkaç dokumacıdan şüphelendiklerini söyleyerek Hz. Peygamber'in (s.a.)
sahabîsi Numan b. Beşîr'e (şikâyete) geldiler. Numan şüphelileri birkaç gün
hapsettikten sonra salıverdi. Şikâyetçiler ona gelip:
— Onları dövmeden, sorguya çekmeden tahliye mi
ettin?, dediler. Numan onlara:
— Ne istiyoıaunuz? Dilerseniz onları döverim.
Eşyalarınız onlarda çıkarsa ne âla, yoksa onların sırtlarından aldığım
kadarını sizin sırtlarınızdan da alırım (onları dövdüğüm kadar sizi de
döverim), dedi. Onlar:
— Hükmün bu mu? diye sordular. Numan da:
— Allah ve Rasûlü'nün hükmü, diye cevap verdi[460]
Zikri geçen uygulama
ve hükümlerden çıkarılan neticeler şunlardır:
1— Üç dirhem
veya dörtte bir dinardan daha az bir şey karşılığında el kesilmez.
2— İsim
vermeksizin büyük günah işleyenlere Iânet etmek caizdir. Nitekim Hz. Peygamber
(s.a.), hırsıza, riba yiyene, yedirene, şarabı içene, sıkana, Lût kavminin amelini
işleyene lanet etmiş;[461]
eşek lâkaplı Abdullah'a ise
şarap içtiğinde lanet etmeyi yasaklamıştı.[462] Bu
iki durum arasında bir çelişki yoktur. Çünkü lanetleme durumlarında, lanetin
bağlandığı vasıf mevcut ve laneti gerektirmektedir. İsim zikretmeye gelince
durum farklıdır. Belki de büyük günah işlese bile, kendisine lanetin yağmasını
bertaraf edecek hemen akabinde yapılan ve onu silecek bir iyilik yahut tevbe
veya keffâret olacak bir musibet ya da Allah'tan af gibi bir durum mevcut
olabilir. Bundan dolayı günah işleyenler genel olarak lanetlenebilir, ama
falan kişiye diye belirtilerek lanet edilemez.
3— Sedd-i
zerâi'ye işaret vardır. Çünkü (nisaba ulaşmadığı halde) ip ve yumurta çalmanın
neticede el kesme noktasına ulaştıracağını bildirmiştir.
4— İareyi inkâr edenin elinin kesilmesi. Bu tür
inkarcı —geçtiği gibi— şer'an hırsızdır.
5— El kesme
cezası gerektirmeyen hırsızlık olaylarında, çalınan şeyin iki kat kıymeti ile
ödetilmesi cihetine gidilir. İmam Ahmed buna temas etmiş ve: "Kendisinden
kesme cezası düşen kimseye iki kat tazminat gerekir." demiştir. Hz.
Peygamber'in bu konudaki hükmü, daldaki meyvelerin çalınması ile otlağından
koyun çalınması şekillerinde daha önce geçmişti.
6— Tazirle
tazmin cezalarının bir arada verilebilmesi. Bu takdirde mâli ve bedenî iki ceza
toplanmış oluyor.
7— El Kesme
için, lihırz= koruma altına alınması" şartının aranması. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.), ağaçtan meyve çalandan kesme cezasını düşürürken, harman
yerinden çalan kimse için gerekli görmüştür. Ebu Hanife'ye göre: Meyve, çabuk
bozulmaya maruz olduğu için malhğında bir noksanlık vardır ve bu yüzden el
kestirmemiştir. Ebu Hanife bu uygulamayı çabuk bozulabilen her türlü mala
teşmil ederek bir asıl yapmıştır. Cumhurun görüşü daha doğrudur. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.), meyve hakkında üç ayrı hüküm getirmiştir: a) Ağzı ile
oracıkta yemesi hali, bir şey gerekmez, b) Ağacından alıp (yemeyip) bahçeden
çıkarır götürürse iki katı ile ödettirilir ve eli kesilmez, dövülür, c) Harman
yerinden (koruma altında olan yerden) çalarsa, kuruma işi ister tamamlansın
ister tamamlanmasın esas alınan husus mekân ve hırz unsurudur, meyvenin
kuruluğu yaşlığı değildir. Bu takdirde de eli kesilir. Hz. Peygamber'in,
koyunun otlağından çalındığında el kesme cezasını uygulamayıp, yatalgasından
(ağıl vb.) çalındığında cezayı tatbik etmesi de esas itibarın hırz olduğuna
delâlet etmektedir.
8— Mâli
cezaların mevcudiyeti. Bu konuda çeşitli hadisler vardır ve bun ların bir
muarızı da yoktur. Râşid halifeler ve diğer ashap da bu şekilde uy
gulayagelmişlerdir. En çok mâli ceza uygulayan da Hz. Ömer olmuştur.
9— İnsan nerede olursa olsun, ister mescidde
ister hariçde, üzerindek elbise ile altındaki yatağını koruma altına almış
sayılır.
10—
Koyulması mutad olan şeyler için mescid hırz sayılır. Zira Hz. Pey gamber
(s.a.), mescidden bir kalkan çalanın elini kesmiştir. Buna göre mes cidden
hasır, kilim, kandil vb. çalanın eli kesilir. Bu görüş Hanbelî mezhe bindeki
iki görüşten birini teşkil eder. Bu görüşte olan başkaları da vardır
"Hayır, bunlardan el kesilmez" diyenler, "Çünkü onlarda onun da
hakk vardır. Eğer hakkı olmasa —zimmî gibi— o takdirde eli kesilir."
şeklind izah getirmektedirler.
11_
Hırsızlık olaylarında el kesilmesi için dava (mutâlebe) şartı vardır Yetkiliye
intikal etmeden çalman şey hırsıza hibe edilse veya satılsa el kesm cezası
düşer. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Onu bana getirmenden öne olsaydı
ya." buyurmuştur.[463]
12— Satma ya
da hibe durumu, mahkemeye intikal ettikten sonra el kesm cezasını düşürmez.
Devlet başkanına intikal eden ve sabit bulunan her türl had cezalarının durumu
aynıdır; düşmez. Sünen 'de rivayet edildiğine göre Hs Peygamber (s.a,):
"Had cezaları devlet başkanına ulaşmışsa (yani cezalar S£ bit olmuşsa)
Allah, şefaatçiye de şefaat edilene de lanet etsin!" buyuı muştur.[464]
13— İçinde kendisine de ait bir hak bulunan şeyi
çalanın eli kesilme;
14_ Kesme
cezası ancak iki defa yapılan ikrarla veya iki şahidin şehs deti ile sabit
olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), kendi yanında ikrarda buh nan hırsıza:
"Sanmam ki sen çalmış olasın!" buyurmuş, adam da: "Evet (ça
dım)." deyince, o zaman elini kesmiştir. İkrarını iki defa yapmadan kesmı
mistir.
15— Hırsıza
suçunu ikrar etmemesini ve ikrarından rücûda bulunmas m çıtlatmak. Tabii bu,
her hırsız için değildir. Öyle hırsızlar vardır k—ilerde de inşaallah
bahsedileceği gibi— ancak ceza ile ve tehdidle suçlarını ikrar ederler.
16— Elin
telef olmaması için, kesildikten sonra dağlanması devlet başkanının görevleri
arasındadır. Hadiste geçen kestikten sonra " = dağlayınız" ifadesi,
bunun için gerekli masrafın hırsız üzerine ait olmadığına delildir.
17— Hem
kendisine hem de başkalarına ibret olması için, kesilen eli hırsızın boynuna
asmak caizdir.
18— Eğer
şüphe alâmetleri varsa töhmet altındaki kimseler dövülebilir. Nitekim Hz.
Peygamber (s.a.) töhmetten (şüphe) dolayı ceza vermiş, hapis ettiği de
olmuştur.
19— Töhmetle
ilgili bîr ipucu bulunmadığı takdirde şüphelinin tahliyesi gereklidir. Ayrıca
ithamda bulunan kimse, şüphelinin döğülmesini isterse, çalman malın onda
çıkması durumunda bir şey yok, aksi takdirde o kadar da kendisinin döğüleceği
anlaşılır. Nitekim Numan b. Beşîr böylece hükmetmiş ve bunun Allah Rasülü'nün
(s.a.) hükmü olduğunu haber vermiştir.
20— Kırbaç, değnek vb. ile dövme olaylarında kısasın
sabit olduğu.
Ebu Davud, Câbir'den
rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) bir hırsı-zhi öldürülmesini emretmişti.
Dediler ki: "Bu sadece çaldı." Hz. Peygamber de: "Kesin."
buyurdu. Sonra ikinci defa yine getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) öldürülmesini
emretti. Onlar: "Bu sadece çladı." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) de:
"Kesin." buyurdu. Üçüncü kez yine getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) öldürülmesini
emretti. Onlar: "Bu sadece çaldı." dediler. Hz. Peygamber de:
"Kesin." buyurdu. Dördüncü kez yine getirildi. Hz. Peygamber
öldürülmesini emretti. Onlar: "Bu sadece çaldı." dediler. Hz.
Peygamber de: "Kesin." buyurdu. Beşinci defasında yine getirildi. Hz.
Peygamber öldürülmesine hükmetti. Onlar da onu öldürdüler[465]
Âlimler bu hüküm ve
uygulama hakkında ihtilâf ettiler: Nesâî ve daha başkaları hadisi sahih
bulmuyorlar. Nesâî: "Bu, münker bir hadistir. Mus'-ab b. Sabit sağlam
değildir." diyor. Diğerleri hadisi hasen kabul ediyor ve şöyle diyorlar:
"Bu hüküm, sadece o adama mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onun
öldürülmesindeki maslahatı görmüş ve öyle emretmiştir." Üçüncü bir grup
da hadisi kabul ve onunla amel etmektedir: "Hırsız, beş defa ça-larsa,
beşincisinde öldürülür." M ali kilerden Ebu Mus'ab da bu görüşü benimseyenlerdendir.
Şu uygulamada, hırsızın
dört organının da (iki el, iki ayak) kesildiği görülmektedir. Abdürrezzak,
Musannef'mdt şöyle rivayet eder: "Hz. Peygam-ber'e (s.a.) hırsızlık eden
bi<- köle getirildi. Dört defa getirildi. Her defasında da Hz. Peygamber
(s.a.) onu bıraktı. Sonra beşinci kez getirildi. Hz. Peygamber de elini kesti.
Altıncı kez getirildi ayağını kesti, yedinci kez getirildi ellerini kesti.
Sonra sekizinci oldu, ayağını kesti."[466]
Sahabe ve daha sonra
gelenler hırsızın dört organının da kesilip kesilmeyeceğinde iki görüşe ayrılmışlardır:
İmam Şafiî, Mâlik, iki rivayetten birinde İmam Ahmed: "Hepsi de
kesilir." demişlerdir. Ebu Hanife ile diğer görüşünde İmam Ahmed:
"Bir eli ile bir ayaktan fazlası kesilmez." demişlerdir. Bu görüşe
göre bütün organların kesilmesine engel (illet) nedir? El ve ayak cinsinin
menfaatinin imkânsızlığı mı yoksa bir taraftan iki uzvun gitmesi mi? Bu konuda
iki görüş vardır ve neticesi şurada ortaya çıkar: Hırsızın sadece sağ eli kesik
olsa veya sadece sol ayağı kesik olsa, bu durumda eğer bütün organları kesilir
görüşüne katılırsak, sağ eli ya da soj ayağının olmaması etki etmez, kesilir.
Ebu Hanife'nin görüşüne katılır, bir el bir ayaktan fazlası kesilmez dersek o
zaman, birinci durumda (sağ eli olmadığında) sol ayağı kesilir, ikinci durumda
da (sol ayağı olmadığında) sağ eli kesilir. Her iki illete göre de durum
aynıdır. Eğer hırsızın hem sol eli hem sağ ayağı birden yok idiyse, her iki
illete göre de hiçbir şey kesilmez. Eğer sadece sol eli yok idiyse her iki
illete göre de sağ eli kesilmez ki, bu görüş su götürür. Düşün.
Acaba sol ayağının
kesilmesi iki İllete mi dayanıyor? Eğer illeti cins (el ya da ayak) menfaatinin
gitmesi, imkânsızlaşması olarak kabul edersek ayağı kesilir. Yok illetin aynı
taraftan iki organın izalesi olduğunu kabul edersek ayağı kesilmez.
Eğer sadece iki eli de
yok idiyse, illeti cins menfaatinin imkânsızlığı kabul edersek sol ayağı
kesilir. Eğer bir taraftan iki uzvun gitmesi dersek ayağı kesilmez. Bu durum
sözkonusu kaidenin gereğidir. el-Muharrer sahibi bu konuda şöyle demiştir:
"Hırsızın, iki rivayete göre de sağ eli kesilir. İki eli kesik olanla bu
durum arasında fark vardır. Fark hakkında şu söylenir: Hırsız, iki ayağı da
kesik olma durumunda kötürüm gibidir. İki elinden biri kesildiğinde yemek,
içmek abdest almak, istincada bulunmak vb. gibi hususlarda diğer
elinden yararlanır.
Her iki eli de kesik olma durumunda ise ancak iki ayağı ile faydalanabilir.
Ayaklarından biri kesildiği zaman eli olmadan tek ayakla istifadede bulunmak
onun için mümkün olamaz. Farklardan biri de şudur: Tek el, yürüme menfaati
olmadan da fayda verir. Ama tek ayak, tutacak bir el olmadan bir işe
yaramaz." [467]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), kendisine sövdüğü için sahibi tarafından öldürülen âmâ ümmü veledin
(cariye) kanının heder olduğuna hükmettiğini biliyoruz.[468]
Kendisine küfür ve
eziyet eden bir grup yahudiyi öldürmüş, Fetih günü nerkese emân vermiş, ancak
kendisine eza veren, hicivde bulunan dört erkekle iki kadının kamnı heder
kılmıştır.[469] Yine: "Kâ'b b.
Eşrefin hakkından kim gelir? Çünkü o, Allah ve Rasûlü'ne eziyet
etmiştir."[470]
buyurmuş ve onun kanıyla Ebu Râfi'İn kanını heder kılmıştır.
Hz. Ebu Bekir,
kendisine söven kimseyi öldürmeye yeltenen Ebu Berze el-Eslemî'ye: "Böyle
bir hak, Rasûlullah'tan (s.a.) sonra kimse için yoktur...'* demiştir[471]
îşte Hz. Peygamber'in (s.a.) ve O'ndan sonra gelen halifelerinin hükmü budur.
Ashabtan onlara bir muhalif de yoktur. Bu hükme muhalefetten Allah onları
korumuştur.
Ebu Davud, Sünen'inâc
Hz. Ali'den rivayet ediyor: "Yahudi bir kadın Hz. Peygamber'e (s.a.)
sövüyor ve hakkında kötü söylüyordu. Bir adam o kadının, ölünceye dek boğazını
sıktı. Hz. Peygamber (s.a.) kadının kanım heder kıkh."[472]
Siyer ve meğâzi
müellifleri, İbn Abbas'tan rivayet ederler: Bir kadın Hz. Peygamber'i (s.a.)
hicvetti. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.) bildirildi. Bunun üzerine: Onun hakkında
iki keçi toslaşmaz (vuruşmaz)." buyurdu.[473]
öu konuda kimi sahih,
kimi hasen ve meşhur on küsur hadis vardır, bir sahabe icmâıdır.
(İsmail b.) Harb,
MesâiF'mde Mücâhid'den şöyle zikretmiştir: Hz. Ömer'e Hz. Peygamber'e (s.a.)
söven bir adam getirildi ve hemen öldürüverdi. Sonra (Hz. Ömer) şöyle dedi:
"Kim Allah'a ve Rasûlü'ne ya da peygamberlerden birine söverse onu
öldürünüz." Mücâhid sonra İbn Abbas'tan şunu rivayet etti: "Hangi
müslüman Allah'a ve Rasûlü'ne ya da peygamberlerden birine söverse, Allah
Rasûlü'nü tekzib etmiş olur ki, bu bir ridde (dinden dön-me)dir. Tövbe etmesi
istenir. Dönerse ne âla, aksi takdirde öldürülür. Hangi muannit anlaşmalı,
Allah'a ya da peygamberlerden birine söverse veya bunu yayarsa, o ahdini bozmuş
olur, onu öldürünüz."
Ahmed (b. Hanbel), İbn
Ömer'den şöyle rivayet etmiştir: Bir rahib yanından geçerken kendisine:
— Bu, Hz. Peygamber'e
(s.a.) sövüyor, denildi. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.):
— Şayet duysaydım, onu
öldürürdüm. Biz onlara Peygamberimize sünler diye zimmet ahdi vermedik, dedi.
Bu konuda sahabeden
nakledilen haberler pek çoktur. İmamlardan birçoğu, öldürülmesine dair icmâ
bulunduğunu nakletmişlerdir. Üstadımız (İbn Teymiye): "Bu ifade, sahabe ve
tabiîn nesillerinin icmâına hamledilir," demiştir. Bizim maksadımız (daha
sonraki uygulamaları değil) sadece, kendisine şovenlere dair Hz.
Peygamber'in(s.a.) verdiği hüküm ve tatbikatını zikretmektir.
Hz. Peygamber (s;a.),
kendisini âdil bulmayan ve adaletini ta'n eden kimseleri ise öldürmemiştir:
Meselâ birisi: "Âdil ol, çünkü adaletli davranma-dın!"[474]
demiş, hükmüne razı olmayan biri: "O (Zübeyr) halanın oğlu olduğu için
(değil mi)?"[475]
demiş; (ganimet taksimindeki) amacı hakkında bir başkası: "Bu, kendisinde
Allah'ın rızası gözetilmeyen bir taksimdir! "[476] demiş;
bir diğeri verdiği hüküm hakkında: "Derler ki sen, haksızlığı yasaklar,
fakat kendin yaparmışsın!" demiştir.[477]
Daha başka örnekler de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu gibilerini
öldürmeyişinin izahına gelince; bu durumlarda hak sahibi Hz. Peygamber'dir.
Hakkını almak kendisine ait olduğu gibi, terketme hakkı da vardır. Fakat
ümmeti için Hz. Peygamber'e (s.a.) ait hakkı terketme yetkisi yoktur.
Sonra bu durumlar,
devamlı af ve bağışlama ile emrolunduğu İlk zamanlara aitti.
Yine biz biliyoruz ki
Hz. Peygamber (s.a.), kalpleri telif t birliği sağlamak, insanları kendinden
kaçırmamak ve Muhammed adamlarını öldürüyor dedirtmemek için kendisine ait
haklardan vazgeçebiliyordu. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatına
mahsus şeylerdir. [478]
Sahîhayn'da mevcuttur:
Yahudi bir kadın, (Hz. Peygamber'e sunulan) bir koyunu zehirlemişti. Hz.
Peygamber (s.a.) ondan bir lokma aldı ve onu attı. Beraberinde Bişr b. el-Berâ
da yemişti. Hz. Peygamber kadını affetti ve onu cezalandırmadı[479]
Sahîhayn'âa böyledir, Ebu Davud'da ise: "Hz. Peygamber'in (s.a.) kadının
öldürülmesini emrettiği" belirtilir[480]
Denildiğine göre Hz.
Peygamber (s.a.), kendi hakkından dolayı affetmiş, fakat Bişr b. el-Berâ
ölünce, kadını ona karşı öldürmüştür.
Bu hükümde, bir
kimsenin diğerinin önüne zehirli yemek koyması, öbürünün de bilmeden yemesi
durumunda, zehirli yemek sunanın kısas yolu ile öldürüleceğine delil vardır. [481]
Tirmizî, Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Sihirbazın (büyücü) cezası kılıçla (boynunu)
vurmaktır."[482]
buyurduğunu rivayet eder. Doğrusu bu söz, Cündüb b. Abdillah'a mevkuftur
(aittir).
Hz. Ömer'in,
sihirbazın öldürülmesini emrettiği sahih olarak bilinmektedir. Yine biliyoruz
ki Hz. Hafsa kendisine büyü yapan müdebber (efendisinin ölümünden sonra azad
edilecek) bir cariyeyi öldürmüş, Hz. Osman tarafından da emri olmadan
öldürdüğü için tepki görmüştür. Hz. Âişe'den de, kendisine büyü yapan bir
müdebber cariyeyi öldürdüğü rivayet edilir; onu sattığı rivayeti de vardır.
Bunu İbnü'l-Münzir ve daha başkaları zikretmiştir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), kendisine büyü yapan yahudiyi öldürmediği sahih olarak sabittir. İmam
Şafiî ve Ebu Hanife de (r.a.) bu görüştedirler. Mâlik ve Ahmed ise büyücüyü
öldürmek görüşündedirler. Ancak İmam Ahmed'-den açıkça belirlenen şudur:
"Zimmî büyücü öldürülmez." Bu görüşe delil olarak da Hz. Peygamber'in
(s.a.), kendisine büyü yapan yahudi Lebîd b. el-A'sam'ı öldürmemesini
getirmiştir. Zimmî büyücülerin öldürülmesi görüşünde olanlar, bu delile şöyle
cevap veriyorlar: "Lebîd ikrar etmemişti ve suçuna delil de yoktu.
Üstelik Hz. Peygamber (s.a.), onu öldürdüğü takdirde yaptığı büyünün kuyuda
kalması neticesinde insanlara büyük şerri dokunacağından da korkmuştu." [483]
Hz. Peygamber (s.a.),
Abdullah b. Çahş komutasındaki seriyyeyi, Ku-reyş'e ait bir kervanı gözetlemek
üzere Nahle'ye göndermiş ve kendisine mühürlü bir mektup vererek iki günden
önce okumamasını emretmişti. (Seriyye kervana hücum etmiş) ve Amr b.
el-Hadramî'yi öldürmüşler, Osman b. Abdullah ile Hakem b. Keysan'ı da esir
almışlardı. Bu olay haram ayda olmuştu. Müşrikler müslümanlara çok sert tepki
göstermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.), ganimeti ve iki esiri bekletmişti.
Nihayet: "Sana haram ayı ve onda savaşmanın doğru olup olmadığını
soruyorlar. De ki: Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları)
Allah yolundan çevirmek, Allah'ı inkâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine
mani olmak ve halkını oradan çıkarmak; bunlar Allah katında daha büyük
günahlardır."[484]
âyeti indi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), kervanı (ganimeti) ve iki
esiri kabul etti. Kureyş, bunların fidyesini ödemek üzere adamlar gönderdi. Hz.
Peygamber (s.a.) onlara: "Hayır! İki adamımız —yani Sa'd b. Ebî Vakkas ile
Utbe b. Gazvan— gelmedikçe vermeyiz. Biz onlar hakkında sizden endişe ediyoruz.
Onları öldürürseniz adamlarınızı öldürürüz." buyurdu. Bu ikisi geldiklerinde
Hz. Peygamber (s.a.), Osman ile Hakem'i vererek onları (takasla) aldı ve
ganimeti taksim etti.[485]
İbn Vehb: Hz.
Peygamber'in (s.a.) ganimeti reddettiğini ve öldürülene de fidye ödediğini
zikreder.
Siyerde malum olan
böyle olmadığıdır.
Bu kıssadan şu hüküm
çıkar:
1— Mühürlü
vasiyyet üzerine şehadete cevaz vermek. Bu İmam Mâük ve pek çok selef
ulemasının görüşüdür. Buna Sahihayn'âakı İbn Ömer hadisi de delâlet eder:
"Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan bir müslüman kimseye, vasiyeti
yanında yazılı bulunmadıkça iki gece yatması caiz değildir."[486]
2— Bir diğer
hüküm de şudur: Devlet başkanı ve hâkimin mektubuna (onun yazdığına dair)
beyyine aranmaz; devlet başkanı ya da hâkimin onun içeriğini, mektubu taşıyan
kimseye okumuş olması da gerekmez. Bütün bu (şartların) ne Kitap'ta ne de
sünnette bir dayanağı vardır. Hz. Peygamber (s.a.), mektuplarım elçilerine
veriyor ve yazdığı kimselere onları gönderiyordu. Ne elçilere içeriklerini
okuyor, ne de üzerlerine iki şahit tutuyordu. Dolayısıyla bu hüküm, Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünnetinden ve uygulamasından kesinlikle anlaşılmaktadır. [487]
Hâtıb b. Ebî Beltea
casusluk yapmıştı. Hz. Ömer boynunun vurulmasını talep etti. Hz. Peygamber
müsaade etmedi ve: "Ne biliyorsun? Belki de Allah Bedir savaşma
katılanlara muttali olmuş ve onlara: Ne yaparsanız yapın, sizi affettim,
buyurmuştur." dedi. Konu ile ilgili hüküm yeterince anlatılmıştır.[488]
Ulema bu konuda
ihtilâfa düşmüşlerdir: Sahnûn: "Eğer müslüman, ehl-î harble yazışırsa
(onlar lehine casusluk yaparsa) öldürülür, tevbe imkânı verilmez. Mal varlığı
vârislerinindir." demiştir. Diğer mâliki imamları: "İyice dövülür ve
uzun süre hapsedilir. Kâfirlere yakın yerden de sürülür." demişlerdir.
Îbnü'l-Kâsım da: "Öldürülür ve onun için tevbe de yoktur. Zındık gibidir."
demiştir.
İmam Şafiî, Ebu Hanife
ve Ahmed ise, öldürülmez görüşündedirler. Her iki grup da Hâtıb hâdisesini
delil olarak kullanmışlardır. Daha önce delil olarak kullanış şekilleri
zikredilmişti. Hanbelîlerden İbn Akıl de İmam Mâlik ve arkadaşlarının görüşüne
katılmıştır. [489]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) esirler hakkında çeşitli şekillerde davrandığını biliyoruz. Bazısını
öldürmüş, bazılarını serbest bırakmış, bazılarını fidye kaPp şılığında serbest
bırakmış, bazılarını esir müslümanlarla mübadele etmiş, bazılarını
köleleştirmiştir. Ancak bilinen odur ki, bulûğa ermiş hiçbir adamı köV
leleştirmemiştir.[490]
Bedir savaşı
esirlerinden Ukbe b. Ebî Muayt'ı ve Nadr b. Hâris'i öldürmüştür. Yahudi
esirlerinden pek çolc kimseyi öldürmüştür. Bedir savaşı esirlerini 4000
dirhemden 400 dirheme kadar olan fidye karşılığında[491]
bazılarını ise müslüman cemaate yazı yazmalarını öğretmeleri mukabilinde
serbest bırakmıştır. Yine Bedir günü şair Ebu Azze'yi karşılıksız
salıvermiştir. Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiy sağ olsa da gelip
şu kokuşmuşlar hakkında benimle konuşsaydı, onun hatırına hepsini serbest
bırakırdım.'lbuyur-muştur.[492]
Müşriklerden bir adam
karşılığında iki müslümanı kurtarmıştır.[493]
Dağıtılan esirlerden
olan ve Seleme b. Ekva'a düşen bir kadını ondan gönüllü olarak geri alıp iade etmiş
ve karşılığında birçok müslümanı kurtar-mıştir[494]
Sümâme b. ÜsaTi
karşılıksız bağışlamış[495] ve
Mekke fethi gününde Ku-reyş'ten büyük bir topluluğu serbest bırakmıştır ki,
bunlara talîk (ç. tuleka) tâbir olunurdu.[496]
Bu hükümlerden hiçbiri
mensuh (kaldırılmış) değildir. Devlet başkam, umumî menfaatin gereği ne ise onu
yapmakta serbesttir. Gerek ehl-i kitaptan, gerek diğerlerinden olsun
köleleştirmeye gidebilir. Meselâ Evtâs ve Muştalıkoğullan esirleri ehl-i kitap
değillerdi, putperest Arap idiler. Yine sahabenin, Hanifeoğulları esirlerinden
köleleştirdikleri olmuştu. Onlar da kitabî değillerdi, tbn Abbas şöyle der;
"Allah Rasûlü (s.a.) devlet başkanını, esirler hakkında fidye, salıverme,
öldürme, köleleştirme arasında muhayyer kılmıştır. Dilediğini yapar." Bu
konuda doğru olan budur, ondan başka görüş de yoktur.[497]
Yahudiler hakkında
birçok hükümde bulunmuştur: Medine'ye ilk geldiğinde onlarla anlaşma
yapmıştır. Sonra Kaynukaoğuîlan ile savaşmış, onları yenmiş ve fakat bağışlamıştır.
Sonra Nadîroğullan ile savaşmış, onları yenmiş ve yurtlarından sürmüştür.
Sonra Kurayzaoğulları ile savaşmış ve onları ele geçirmiş ve öldürmüştür.
Hayber yahudileri ile savaşmış ve onları yenmiş, öldürdüğü birkaç kişi hariç,
diğerlerini topraklan üzerinde (yancı olarak) bırakmıştır.[498]
Sa'd b. Muaz,
Kurayzaoğullan hakkında; eli silah tutanlann öldürülmesi, kadın ve çocuklarının
esir edilmesi, mallarının ganimet sayılması hükmünü verdiğinde Hz. Peygamber
(s.a.) ona: "Bu Allah'ın yedi kat sema üzerinden yerilmiş hükmüdür."
buyurmuştur.[499] Bu hüküm şunu içerir:
Ahdi bozanların bu durumu, —eğer harple bozmuşlarsa— kadın ve çocuklarına da
geçer ve harp ehli haline dönerler. Bu Allah'ın hükmünün ta kendisidir. [500]
Hayberin fethi
gününde, Hz. Peygamber (s.a.) onları, oradan çıkacak meyve ve ekinlerin yarısr
karşılığında yerlerinde bırakmıştır[501]
Mallarından hiçbir
şeyi saklamamaları ve kaybetmemeleri sekinde yapılan anlaşmayı mallarını
kaçırarak gizlemek suretiyle bozan Ebu'l-Hukayk'in
iki oğlunun öldürülmesine hükmetmiş, mal
kaçırmakla itham edilen kimsenin ikrar edinceye kadar cezalandırılmasını
emretmiştir. Hayber Gazası bahsinde yeterli malumat verilmişti.
(Hayber ganimetleri)
sadece Hudeybiye'ye iştirak edenlere aitti. İçlerinden sadece Câbir b.
Abdillah hazır bulunamamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ona da payını ayırdı. [502]
Hz. Peygamber (s.a.),
Mekke fethinde; kim kapısını kapatırsa, veya Ebu Süfyan'ın evine ya da Kabe'ye
girerse veya silahını bırakırsa ona dokunulmayacaktır diye ilan etmiştir. Altı
kişi için de vur emri çıkarmıştır. Makîs b. Subâbe, İbn Hatal ve devamlı
şarkılarında Hz. Peygambere (s.a.) hicviyeler okuyan iki şarkıcı kadın
bunlardandır. Ayrıca açıkladığı kararda hiçbir yaralının öldürülmeyeceğini i
kaçanların kovalanmayacağını, esirlerin öldürülmeyeceğini bildirmiştir. Bunu
Ebu Ubeyd el-Emvâl'inde zikretmiştir.[503]
Huzâalılara, ikindi
namazına kadar Bekiroğullarma karşı kılıç kullanma izni vermiş, sonra da:
"Ey Huzâalılar! Öldürmekten ellerinizi çekin." buyur muştur. [504]
Ganimetlerin
taksiminde süvariye üç, piyadeye bir pay verilmesine hükmetmiştir. Hz.
Peygamber'in (s.a.) bütün meğazî kitaplarında sabit olan hükmü budur. Fukahamn
çoğunluğu da bu görüştedirler.
Öldürülen askerin
üzerindeki teçhizatın (seleb) öldürene ait olduğuna hükmetmiştir.
Humusun ayrılması konusundaki
hükmüne gelince; îbn İshak şöyle diyor: "Kurayzaoğullan savaşında otuz
altı at vardı. Bu, iki pay düşen ilk fey idi. Hz. Peygamber (s.a.) ondan humusu
(beşte bir beytülmal hissesi) ayırdı, uygulama da (sünnet) böyle devam
etti."
Kadı İsmail b. İshak
da buna katılmıştır. İsmail şöyle diyor: "Sanıyorum bazıları şöyle
demişlerdir: Humus işini bundan sonraya bıraktı. Bu konuda yeterli bir
açıklama getiren hadis vârid olmamıştır. Humusun kesin olarak ifadesi Huneyn
ganimetleri hakkında zikredilmiştir."
Vâkıdî de şöyle diyor:
"İlk ayrılan humus, Bedir'den bir ay üç gün sonra cereyan eden
Kaynukaoğullan gazasında olmuştur. Yahudiler, Hz. Pey-gamber'in (s.a.) hükmüne
razı olarak kalelerinden inmişler, Peygamberimiz de malları müslümanlara, kadın
ve çocukları da kendilerine ait olmak üzere onlarla sulh anlaşması yapmıştı.
Alman malların beşte birini ayırdı."
Ubâde b. es-Sâmit
şunları anlatır: Hz. Peygamber'le Bedir'e çıktık. Allah, düşmanı mağlup
edince, bir kısmımız onları öldürerek takibe koyuldu. Bir kısmımız Hz.
Peygamber'i (s.a.) çevreleyerek koruma altına aldı. Diğer bir kısım asker de
ganimeti ele geçirdi. Takibe koyulanlar dönünce:
— Ganimet (nefel)
bizim. Düşmanı biz takip ettik, dediler. Hz. Peygamber'i koruma altına alanlar
ise:
— Biz daha çok hak
sahibiyiz. Çünkü biz Hz. Peygamber'i kuşattık ve düşmanın arzusuna nail
olmasına fırsat vermedik, dediler. Ganimeti ve o\-dugâhı ele geçirenler ise:
— Hayır, bizim. Onu
biz ele geçirdik! dediler. Bunun üzerine Allah: "Sana ganimetlerden
(ertfâf) soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah'a ve Rasûlü'ne aittir.[505]
âyetini indirdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Biliniz ki, ganimet olarak elde
ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah'ındır..."'[506]
âyeti inmeden aralarında beraberce taksim etti.[507]
Kadı İsmail şöyle der:
Hz. Peygamber, Nadîroğullarının mallarını sadece Muhacirler ile Ensar'dan üç
kişi arasında paylaştırmıştır. Enaar'dan olanlar: Sehl b. Huneyf, Ebu Dücâne
ve Haris b. Sımme'dir. Muhacirler Medine'ye geldiklerinde Ensar meyve
bahçelerini onlarla paylaştırmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Eğer
dilerseniz Nadîroğullarmm mallarını sizin ve onların arasında beraberce
paylaştırırım ve siz Muhacirlere olan yardımlarınızı sürdürmeye devam
edersiniz. Yok isterseniz o mallan sadece Muhacirlere dağıtırım ve siz de artık
onlara verdiğiniz (meyve) yardımlarınızı kesersiniz." buyurdu. Onlar da:
"Sadece onlara verin, biz de bahçelerimizi kendimizde tutalım."
dediler. Bunun üzerine Nadîroğullarmm mallarını Hz. Peygamber, Muhacirlere
dağıttı. Böylece onlar bu mallarla iktisadî yönden muhtaç durumdan
kurtuldular. Ensar da bahçelerinin sırf kendilerine ait olmasıyla ihtiyaçtan
kurtuldular. Ensar'dan olan bu üç kişi ise ihtiyaç beyanında bulundular. [508]
Talha b. Ubeydullah
ile Saîd b. Zeyd (r.a.), Şam'da bulunuyorlardı ve Bedir'e iştirak
edememişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) onların da paylarım ayırdı. Onlar: "Ya
Rasûlallah, ya sevabımız?" dediler. Hz. Peygamber (s.at): "Sevabınız
da." buyurdu.
îbn Hişâm ve İbn Habib
zikrederler: Ebu Lübâbe, Haris b. Hâtıb ve Âsim b. Adiy Hz. Peygamber'le
beraber çıkmışlardı. Rasûlullah (s.a.) onları geri çevirdi. Ebu Lübâbe'yi
'Medine'ye emîr tayin etti. İbn ümmi Mektûm'u da namaz kıldırmakla
görevlendirdi ve onlara ganimetten pay ayırdı. ,
Haris b. Sımme'nin
Rahvâ'da (bir yeri) kırılmıştı. Hz. Peygaml onun da payını ayırdı.
İbn Hişâm:
Rasûlullah'm (s.a.) Havvât b. Cübeyr'e "payını ayırdığını söyler.
Hiçbir kimse,
Peygamberimizin kızı Rukiyye hasta olduğu için hanımının yanında kalıp Bedir'e
iştirak edemeyen Hz. Osman'a Rasûlullah'm (s.a.) pay ayırdığında ihtilâf
etmemiştir. Hz. Osman: "Ya Rasûlallah, ya sevabım?" demiş, Hz.
Peygamber de: "Sevabın da." buyurmuştur[509]
İbn Habib, bu
uygulamanın Hz. Peygamber'e (s.a.) has olduğunu ve harbe iştirak etmeyene
ganimetten pay ayrılmayacağına dair icmâm bulunduğunu söyler.
Ben derim ki: îmam
Ahmed, Mâlik ve selef ile haleften birçok âlim, devlet başkam eğer bir kimseyi
ordu menfaati için bir yere gönderirse onun ganimetten payı vardır,
demişlerdir.
İbn Habib şöyle der:
"Hz. Peygamber (s.a.), kadınlar, çocuklar ve köleler için bir pay
ayırmazdı. Ancak onlara bir şeyler de verirdi."[510]
Hz. Peygamber (s.a.),
ganimet taksiminde on koyunu bir deveye denk tutmuştur [511] Bu,
değerlendirme açısından ve müşterek malın taksimindedir. Kurban konusunda ise,
Câbir şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le (s.a.) Hu-deybiye senesinde bir
deveyi yedi kişi adına kurban ettik. Sığırı da yedi kişi adına kestik."[512] Bu
Hudeybiye'de olmuştu. Veda haccında ise yine Câbir: "Hz. Peygamber (s.a.),
bizden her yedi kişinin bir deve ya da sığıra ortak olarak kurban etmesini
emretti." demiştir[513] Her
iki hadis de Sahih'teâir.
Sünen'de ise İbn
Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya
Rasûlallah; bir deve kurban etme borcum var. Halim de müsait. Fakat bulamıyorum
ki satın alayım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona, yedi koyun almasını ve
boğazlamasını emretti[514]
Hz. Peygamber (s.a.),
öldürülen kişi üzerinde bulunan teçhizatın {seleb)
tamamının öldürene ait olduğuna hükmetmiş
ve beşte birini almamıştır. Onu humustan bağışlanan şey olarak saymamış, ama
asıl ganimetten kabul etmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) tatbikatı işte
böyledir. '
Buharı, Sahih'inde
şöyle der: "Teçhizat (seleb), öldürenindir. O humustan değildir. Buna bir
kişinin şehadeti ile hükmetmiştir. Savaş bittikten sonra hükümde
bulunmuştur." Hz. Peygamber'in (s.a.), öldürülenin teçhizatının öldürene
ait olduğu şeklindeki hükmü işte bu dört durumu içermektedir.
İmam Mâlik ve ona tâbi
olan âlimler: "Seleb, humustan başkasından olamaz. Selebin hükmü enfâlin
(ganimetlerin) hükmü gibidir." demişlerdir. İmam Mâlik: "Hz.
Peygamber'in (s.a.) böyle demiş olduğu bize ulaşmamıştır. Huneyn gününden
başka bir zamanda da yapmamıştır. Ebu Bekir de, Ömer de yapmamıştır."
diyor. İbnü'I-Mevvâz da: "Hz. Peygamber (s.a.), Beiîâ b. Mâlik'den
başkasına, öldürdüğü kimsenin teçhizatını vermemiştir. Onun da beşte birini
ayırmıştır." demektedir. ı
Mâlikî imamlar da
şöyle diyorlar: Allah Teâlâ, "Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız
herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlü'ne... aittir."[515] buyurmuş
ve ganimetin beşte dördünü, bunu elde edenlere vermiştir. Dolayısıyla, Allah'ın
onlara verdiği şeyin ihtimalle ellerinden alınması caiz olmaz.
Sonra, şayet bu âyet,
seleb dışındaki ganimetlerle ilgili olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) onun (seleb)
hükmünü Huneyn savaşına kadar ertelemezdi. Ayet Bedir gazası hakkında nazil
olmuştur. Yine Hz. Peygamber: "Kim birisini öldürürse teçhizatı
onundur."[516]
sözünü savaş soğuduktan sonra buyurmuştur. Eğer önceden bilinen bir iş
olsaydı, Hz. Peygamber'in (s.a.) süvarisi ve büyük sahabîlerinden Ebu Katâde de
bilirdi. O, Hz. Peygamber'in tellâlını işitinceye dek seleb (teçhizat)
talebinde bulunmamıştır.
Yine şöyle
demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.), onu kendisine yeminsiz ve tek bir şahidin
şehadeti ile vermiştir. Eğer asıl ganimetten olsaydı, şâir emlâkin elden
çıkarılmasına medar olan beyyine veya bir şahid ve yemin gibi bir şeyle,
ganimet hakkının ayrılması gerekirdi.
Devamla şöyle
demişlerdir: "Eğer seleb öldürene vacib olsaydı, öldürdüğüne dair beyyine
bulamadığında lukata gibi bekletilirdi, dağıtılmazdı. Halbuki seleb, beyyine
bulunmadığında taksim edilir. Dolayısıyla Vmülk" mânasından çıkar ve
selebin devlet başkanının içtihadına kaldığı ve,onu humustan sayacağı
neticesine varır." Bu, konu ile ilgili'yapılan delillendirmenin ta^j
marnım teşkil eder.
Diğerleri ise şöyle
demişlerdir: Selebin öldürene ait olduğunu Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuş ve
bunu Huneyn'den altı sene önce tatbik etmiştir. Buharı, Sahih İnde şöyle
zikreder: Muaz b. Amr b. Cemûh ile Mua2 b. Afra —her ikisi de Ensar'dan— Bedir
gününde kılıçlarıyla Ebu Cehil b. Hişâm'a vurmuşlar ve sonunda onu
öldürmüşlerdi. Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve haber verdiler. Rasûlullah
(s.a.) onlara: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sordu. Her biri de:
"Onu ben öldürdüm." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kılıçlarınızı
şildiniz mi?" buyurdu. "Hayır." dediler. Hz. Peygamber
kılıçlarına baktı ve: "Her ikiniz onu öldürmüşsünüz." buyurdu ve
selebinin (teçhizatının) Muaz b.-Amr b. Cemûh'a ait olduğuna hükmetti.[517]
Bu hadis, selebin
öldürene ait olduğunun daha işin başından belli ve mu-karrar olduğuna, Huneyn
gününde '•—meşru kılımldığına değil— sadece genel ilanda bulunulduğuna delâlet
eder.
Îbnü'l-Mevvâz'ın:
"Ebu Bekir ve Ömer bunu yapmamışlardır.'* şeklindeki sözüne iki açıdan
cevap verilebilir: 1) Bu, bir hakkı kaldırma konusundaki şehadettir, onun için
dinlenilmez. 2) Selebin öldürene ait olduğu hükmünün bu iki halife devrinde
ilan edilmemesi; belki de bunun artık yerleşmiş bir uygulama oluşu ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) hüküm ve uygulamasıyla belirlenmiş o'ması gerekçesiyledir.
Hatta bu iki halifenin kesin olarak bu uygulamayı terkettikleri bilinse dahi
bu hüküm, Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü önüne geçirilemez.
Yine onun: "Berâ
b. Mâlik'ten başkasına, öldürdüğü kimsenin selebini vermemiştir." sözü
dcdoğru değildir. Hz. Peygamber (s.a.), Seleme b. Ek-vâ'a, Muaz b. Amr'a, Ebu
Talha el-Ensarî'ye —ki Huneyn savaşında yirmi kişiyi öldürmüş ve teçhizatlarını
almıştır— öldürdüklerinin teçhizatlarını vermiştir. Butu" bunlar gerçek olaylardır
ve çoğu da Sahih'de bulunmaktadır. Bir hakkı düşürmeye şehadet genellikle
çelişkili olmaktan kurtulamaz.
Yine İbnü'l-Mevvâz'ın:
"Onun da beşte birini ayırmıştır." demesi doğru değildir. Haberlerde
sabit olan aksidir. Sünen-i Ebî Davud*da Hâlid'den: "Hz. Peygamber'in
(s.a.) selebin humusunu almadığı" rivayeti vardır.[518]
Allah Teâlâ'mn:
"Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri
Allah'ındır..." âyetine gelince; bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm
biri Allah'ındır..." âyetine gelince;
bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm ise özeldir, Kitab'ın genel naslannın,
sünnetle tahsisi caizdir. Bunun benzerleri mlâlumdur ve inkârı mümkün
değildir.
"Allah'ın onlara
verdiği hak, ihtimalle ellerinden alınamaz." sözünün cevabı da iki açıdan
olacaktır. Birincisi: Biz selebi ganimeti elde edenlerin dışında birilerine
vermiyoruz. İkincisi: Biz selebi, öldürene, ihtimalle değil Hz. Peygamber'in
(s.a.) hadisi ile veriyoruz. Hz. Peygamber sizin dediğiniz gibi âyetin hükmünü
Huneyn gününe kadar ertelemiş de değildir. Aksine buna Bedir gününde
hükmetmiştir. Savaştan sonra söylemiş olması, öldürmekle selebe hak
kazanılacağına engel teşkil etmez.
Ebu Katâde'nin,
tellâlın ilanını işitinceye dek talepte bulunmayışına gelince; bu, hükmün daha
önceden malum ve belirlenmiş olmadığını gerektirmez. Ebu Katâde susmuştu,
çünkü mücerred davada bulunmakla selebi alabilecek değildi. Onun öldürdüğüne
dair şahitlikte bulunan biri çıkınca Hz. Peygamber de kendisine vermişti.
Sahih olan; seleb
konusunda bir şahidle yetinilip ikinci bir şahide ya da yemine ihtiyaç
duyuhnamasıdır. Nitekim muarızı olmayan sahih-sarih sü*1 net bunu
göstermektedir. Daha önce yerinde zikri geçmişti.
"Eğer seleb
Öldürene ait olsaydı; lukata gibi bekletilir, taksim edilmezdi." sözüne
şöyle cevap veriyoruz: Seleb, ganimeti elde edenlerindir, öldürenin ise sadece
öncelik hakkı vardır. Eğer bizzat öldüren kimse bilinemezse, ganimete hak
kazananlar ona müşterek olarak sahip olurlar. Çünkü haklarıdır. Öncelik hakkı
bulunan da ortaya çıkmamıştır. Dolayısı ile hepsi ortak olurlar. [519]
Buharı'de rivayet
edilir: "îbn Ömer'e (r.a.) ait bir at gitmiş ve düşman onu eline
geçirmişti. Daha sonra müslümanlar o atı ele geçirdiler. Hz. Peyr gamber (s.a.)
zamanında at kendisine geri verildi. Yine bir kölesi kaçmış ve Bizans'a
katılmıştı. Müslümanlar onu ele geçirdiler. Hâlid b. Velid, onu Hz. Ebu Bekir
devrinde kendisine iade etti."[520]
Ebu Davud'un
Sünen'mte\ kaçak köleyi iade edenin bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğu
belirtilir[521]
ei-Müdevvenevc
el-Vâdiha'da şöyle deniliyor. Müslümanlardan biri, ganimetler içerisinde
kendisine ait olan bir deve buldu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Eğer,
ganimet taksim edilmeden buldu isen onu al. Taksim edildikten sonra buldu isen,
eğer dilersen değerini vererek almaya sen daha çok hak sahibisin."
buyurdu.
Yine sahih olarak
bilinmektedir ki Muhacirler, Fetih günü, Mekke'deki evlerinin kendilerine
verilmesini Hz. Peygamber'den istemişlerdi. Hiç birisine, evini geri iade
yoluna gitmedi. Kendisine, "Yarın Mekke'de hangi evinize
konaklıyacaksımz?" denildiğinde: "Akîl bize ev mi bıraktı ki?[522]
buyurmuştur. Şöyle ki; Rasûlullah Medine'ye hicret edince, Akîl, Hz.
Peygamber'in (s.a.) Mekke'deki mal varlığına el koymuş ve ne var ne yok hepsine
sahiplenmiş, sonra da bunlar elinde iken müslüman olmuştu. Hz. Peygamber
(s.a.), kim müslüman olursa elinde bulundurduğu şeylerin kendisine ait
olacağına hükmetmişti. Akîl, Ebu Tâlib'e vâris olmuş, Hz. Ali olamamıştı. Çünkü
o ölmeden Hz. Ali müslüman olmuştu. Hz. Peygamber'e Abdülmuttalib'den bir miras
kalmamıştı. Çünkü dedesi sağ iken babası ölmüştü. Sonra Abdül-muttalib ölmüş ve
oğullan yani Hz. Peygamber'in amcaları ona vâris olmuştu. Oğullarının çoğu
ölmüş, geride kimse bırakmamışlardı. Bütün mal varlığı Ebu Tâlib'de
toplanmıştı. Sonra o da ölmüş, bütün malına Akîl vâris olmuş, din
farklılığından dolayı Hz. Ali vâris olamamıştı. Daha sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Medine'ye hicret buyurunca, Akîl, Peygamberimizin evine el koymuştu.
İşte bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize yurt mu bıraktı
ki!" buyurmuştur.
Müşrikler, Medine'ye
hicret eden müslümanların mal varlıklarına el koyuyorlardı. Sünnet (uygulama),
muharip kâfirlerden müslüman olanların, daha önceden itlaf ettikleri
müslümanların can ve mallarını tazmin etmeme, gas-ıbettikleri ve ellerinde
bulundurdukları müslümanlara ait mallan geri iade etmemeleri şeklinde cereyan
etmiştir. Müslüman oldukları anda ellerinde bu-undurduklan mal varlıkları
kendilerinin olmuştu. Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü ve uygulaması işte budur. [523]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) arkadaşları, kendisine yiyecek vb. şeyler hediye ederlerdi. O da kabul
buyurur, onları kat kat fazlasıyla mükâfatlandınrdı.
Kendisine melikler
hediye gönderir, onların hediyelerini kabul eder, ashabı arasında paylaştırır,
içinden seçtiği şeyleri kendisi için alırdı. Böylece bunlar, ganimetteki
kendisine ait bir hak olan "safiy" gibi olurdu.
Sahih-i Buharî'ûz
anlatılır: Hz. Peygamber'e (s.a.), ipekten yapılmış, altın düğmeli kaftanlar
hediye edilmişti. Ashabından bazı kimselere taksim etti. İçinden bir tanesini
de Mahreme b. Nevfel için ayırdı. Mahreme, oğlu Mis-ver'le birlikte geldi,
kapıda durdu. Oğluna: "O'nu bana çağır." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
onun sesini duydu. Kaftanla ona yöneldi ve: "Ya Ebu'l-Misver! Bunu senin
için sakladım." buyurdu[524]
Mukavkıs, Hz.
Peygamber'e (s.a.), ümmü veledi Mâriye'yi, Hassân'a hediye ettiği Şîrîn adlı
cariyesini, ayrıca bir kır katırla bir eşeği hediye etmişti.[525]
Kendisine Necaşî
hediyede bulunmuştu. Hz. Peygamber de kabul ederek ona hediyeler göndermiş ve
daha ulaşmadan kendisinin öldüğünü, hediyelerin geri döneceğini haber
vermişti. Buyurdukları gibi de çıkmıştı[526]
Ferve b. Nüfâse
el-Cüzâmî, kendisine beyaz bir katır hediye etmişti. Hu-neyn gününde ona
binmişti[527]
Buharî'nin
zikrettiğine göre, Eyle meliki kendisine beyaz bir katır hediye etmişti. Hz.
Peygamber de ona bir hırka giydirmiş ve onu kendi ülkesinde görevde bırakmıştı[528]
Ebu Süfyan hediye
takdim etmiş, kabul buyurmuştu.
Ebu Ubeyd şöyle
nakleder: Mulâibu'l-Esinne (denilen) Âmir b. Mâlik, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir
at hediye ettiğinde bunu reddetti ve: "Biz bir müş-riğin hediyesini kabul
etmeyiz." buyurdu[529]
Yine Iyâz el-Mucâşiî için de: "Biz müşriklerin ihsanlarını kabul
etmeyiz."' demiştir[530]
Ebu Ubeyd şöyle diyor:
"Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan'dan hediye kabul etmiştir. Çünkü bu,
aralarında sulh anlaşmasının buiunduğu dönemde olmuştu. İskenderiye meliki
Mukavkıs'ın hediyelerini de kabul buyurmuştu. Çünkü o, elçisi Hâtıb b. Ebî
Beltea'ya iyi davranmış ve peygamberliğini ikrar etmişti. İslâmlığından ümiî
kestirmemişti. Buna karşılık hiçbir muharip müşrikten asla hediye kabul
etmemiştir."
Daha sonra gelen
devlet başkanlarımın hediye kabullerinin hükmüne gelince; bu
konuda-Malikîlerden Sahnûn şöyle diyor: "Bizans hükümdarı halifeye
hediyede bulunursa, kabulünde bir sakınca yoktur ve hediye kendisine ait
olur." Evzaî ise: "Bütün müslümanların olur ve beytülmaldan karşılık
hediye verir." der. İmam Ahmed ve tabileri ise: "Devlet başkanına ya
da ordu komutanlarına kâfirlerden yapılan hediyeler ganimet sayılır. Ganimet
ahkâmına tâbidir." derler. [531]
Hz. Peygamber'in (s.a.)
taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:
1— Zekât,
2— Ganimet,
3— Fey.
Zekât ve ganimetlerin
hükmü daha önce geçti. Sekiz sınıfa da birden verilmediğini, bazan tek bir
yere dahî verdiğini görmüştük.
Fey hakkındaki hükmüne
gelince: Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna göre, Huneyn gününde fey'den
müellefe-i kulûba taksimde bulunmuş, ondan Ensar'a hiçbir şey vermemişti. Bunun
üzerine Ensar, Hz. Peygamber'e serzenişte bulundular. Rasûlullah (s.a.)
onlara: "Herkes evine koyunla, deveyle dönerken, siz, Allah'ın Rasûlü ile
dönecek ve O'nu kendi yurdunuza götüreceksiniz. (Bu sizin hoşunuza gitmez mi?)
Yemin ederim ki sizin beraberinizde götürdüğünüz şey, onların birlikte
götürdüklerinden daha hayırlıdır." buyurdu[532]»
Olayın hikâyesi ve
içerdiği neticelerden daha önce bahsedilmişti.
Burada anlatmak
istediğimiz, Allah Teâlâ'nın fey mallan hakkında Hz. Peygamber'e, diğer mallar
için helâl olmayan bazı tasarrufları mubah kıldığım belirtmektir.
Buharî'deki nakle göre
Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben bazı insanlara veriyor,
bazılarını terkediyorum. Vermeyip terkettiklerim, kendilerine verdiklerimden
bana daha sevimlidir. "[533]
Yine Buharî'de Hz.
Peygamber (s.a.): "İman zaaflarından ve figanlarından korkumdan
bazılarına veriyor, bazılarına da, Allah Teâlâ'nın kalplerine koyduğu gönül
zenginliği ve hayıra dayanarak vermiyorum. Amr b. Tağlib de bu
ikincilerdendir." buyurmuştur. Amr b. Tağlib: "Hz. Peygamber'in
(s.a.) benim hakkımdaki bu sözleri karşılığında kırmızı develerimin.olmasını
bile asla istemem."[534]
demiştir.
Yine Buharî'de şöyle
rivayet ediliyor: Hz. Ali, Yemen'den bir altın külçesi göndermişti. Hz.
Peygamber (s.a.) bunu: Akra b. Habis, Zeyd el-Hayl, Alkame b. Ülâse, Uyeyne b.
Hısn olmak üzere dört kişiye pay etti. Derken, çukur gözlü, yüksek alınlı, gür
sakallı, başı tıraşlı bir adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah, Allah'tan
kork!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Yazık sana; yeryüzünde
Allah'tan en çok korkacak biri varsa o da ben değil miyim?" buyurdu.[535]
Sünerfde şöyle
nakledilir: Rasûîullah (s.a.) "zilkurbâ^ yakın akrabalar*' hissesini
Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarına verdi. Nevfeloğulları ile
Abdİ-şemsoğullarını terketti. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im ile Osman b.
Af-fân, Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah!
Hâşimoğullarmın size olan yakınlığını ve şereflerini inkâr etmiyoruz. Ama
Abdülmuttaliboğulları-nın özelliği ne ki onlara verdiniz de bize vermediniz?
Biz ve onlar hep aynı durumda değil miyiz?" dediler. Hz. Peygamber onlara:
"Biz ve Muttalibo-ğulları ne cahiliyede ne de İslâm'da ayrılmayız. Biz ve
onlar aynı şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbirine kenetledi.[536]
Bazı âlimler bu
uygulamanın Uz. Peygamber'e has olduğunu ve "zilkurbâ" payının
kendisinden sonra Hâşim ve Muttaliboğullarına sarf edildiği gibi Abdişems ve
Nevfeloğullarına da harcanacağını ifade etmişlerdir. Çünkü bunların dördü de
bir kardeştir ve Abdimenâf in oğullandır. Abdişems ile Hâşim'in ikiz olduğu da
söylenir.
Doğrusu şudur: Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu hükmü devam etmektedir. Zevilkurbâ hissesi, Hz.
Peygamber'in (s.a.) tahsis ettiği Hâşim ve Muttaliboğullarına verilir.
"Bu Hz. Peygamber'e ait bir uygulamadır." sözü yanlıştır.
Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) bu uygulamasıyla, Allah Teâlâ'nın yakın akrabalara ayırdığı humusun
yerini belirlemiştir. Bu yerlerden öte geçilmez, geri de durulmaz. Şu var ki,
Hz. Peygamber (s.a.) bu hisseyi taksim ederken, zengin—fakir ayırımı yapmadan
herkese eşit olarak dağıtmıyordu; miras tak-simindeki gibi kadına bir, erkeğe
iki pay ayırımına da gitmiyordu. Aksine maslahat ve ihtiyaç prensiplerini göz
önünde tutarak onlara harcıyordu; bekârlarını everiyordu, borçluların borcunu
ödüyordu, fakirlere geçinebilecekleri kadar veriyordu.
Sünen-i Ebî Davud'a.
Hz. Ali şöyle diyor: "Yakın akraba hissesi olan humusu'l-humus'un (beşte
birin beşte biri) idaresini Hz. Peygamber (s.a.) bana vermişti. Ben Hz.
Peygamber'in hayatında, Ebu Bekir'in hayatında, Ömer'in hayatında bunu
yerlerine harcadım."[537]
Hz. Ali'nin bu
sözünden, onun beş harcama yerine harcandığına istidlalde bulunmuşlardır. Bu
istidlal kuvvetli değildir. Çünkü bu söz olsa olsa Hz. Ali'nin humus'ul-humusu
Hz. Peygamber'in (s.a.) harcadığı yerlere harcadığına, başka yerlere
vermediğine delâlet eder. Beş sınıfa dağıtılması ile ne ilgisi var? Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünneti ve yaptığı uygulamalar humusun sarf yerlerini
zekâtinki gibi kıldığına, zikredilen sınıflardan dışarı çıkmadığına delâlet
etmekte, onu aralarında miras taksimi gibi taksim etmediğini göstermektedir.
O'nun yaşantısını ve sünnetini ffprçek anlamda inceleyenler bu konuda şüphe
etmezler.
Sahîhayn'da Hz.
Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Nadîroğullarınm malları;
müsîümanların ne at ne de deve koşturmadan, Allah'ın Peygamberine lütfettiği
fey mallarındandı ve sadece Peygamber'e hâstı. Ailesinin senelik nafakasını
ayırır, geri kalan kısmıyla Allah yolunda hazırlık olmak üzere harp
araç-gereçleri satın alırdı."[538]
Sünen'deAvf b.
Mâlik'ten nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.) fey malları geldiğinde,
aynı günde hemen dağıtırdı. Evliye iki pay, bekâra da bir pay verirdi. "[539]
Bu da Hz. Peygamber'in
(s.a.), eşi "zilkurba" faslından olmasa bile evliye ihtiyacından
dolayı fazla verdiğini gösteriyor.
Fukaha fey konusunda
ihtilâf etmişlerdir: Acaba fey Hz. Peygamber'in dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir mülkü
müdür, yoksa değil midir? Gerek Hanbelî mezhebinde ve gerekse diğerlerinde her
iki görüş de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulama ve davranışları,
kendisinin fey'de Allah'tan aldığı emirle tasarrufta bulunduğunu, Allah'ın emrettiği
yere harcadığını, emrettiği kimselere taksim ettiğini; mâlikin mülkünde kendi
arzusu ile tasarrufu gibi, dilediğine verecek dilediğine vermeyecek şekilde
tasurruf yetkisinin bulunmadığını göstermektedir. O, efendisinden aldığı
talimatları yerine getiren, ver dediğine veren, verme dediğine vermeyen bir
köle gibi tasarruf ediyordu. Nitekim bunu kendisi de açıklamış ve: "Yemin
ederim ben birine veriyor da, diğerini terkediyor değilim. Ben sadece bir
taksimatçıyım, emrolunduğum yere koyuyorum."[540] buyurmuştur.
Görüldüğü gibi O'nun vermesi, vermemesi, taksimi hep Allah'ın emri ile
olmaktadır. Zaten Yüce Allah kendisini "Melik Peygamber" ve "Kul
Peygamber" olma arasında muhayyer bırakmış, o da Kul Peygamber olmayı
tercih etmiştir.
Aralarındaki fark şudur:
"Kul Peygamber", efendisinin ve kendisini gönderenin emri olmadan
hiçbir tasarrufta bulunmaz. "Melik Peygamber" ise dilediğine
verebilir, dilediğinden meneder. Nitekim yüce Allah, Melik peygamber Hz.
Süleyman hakkında: "İşte bizim bağışımız budur: İster ver, ister tut,
hesap yoktur."[541]
buyurmuştur. Yani: Dilediğine ver, dilediğine veı-me, seni hesaba çekmeyeceğiz,
demektir. Bu mertebe Hz. Peygamberimize arzedilmiş, ancak O buna rağbet
etmeyerek daha üst makamı, yani küçük büyük her konuda efendisinden aldığı
emirle hareket edilen halis kulluk makamını istemiştir.
İşte Hz. Peygamber'in
(s.a.) fey konusundaki tasarrufu bu şekildendir. O fey'e mâliktir, ama diğer
mâliklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, müslü-manlann ne bir at ne de bir deve
koşturmadan Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği bu fey mallarından, o önce
kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını ayırıyor* geri kalanlarını ise Allah
yolunda cihad için gerekli araç-gereç tedarikine ya-tınyordu. Mallar
içerisindeki işte bu kısım hakkında Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra çekişmeler
olmuş ve günümüze kadar da ihtilâflar devam etmiştir.
Zekât mallan,
ganimetler ve mirasın taksiminde hak sahipleri bellidir ve başkaları onlara
ortak edilmez. Bu konuda daha sonra gelen yöneticiler için, fey konusundaki
müşkiller gibi hiçbir müşkil çıkmamış, çekişmeler olmamıştır. Eğer feyin
durumu da bu mallar gibi açık ve net olsaydı; Hz. Peygamber'in (s.a.) kızı
Fâtıma, kalkıp da Peygamberimizin terekesinden miras talebinde bulunmaz, mâlik
olduğu şeylere —diğer mâliklerde olduğu gibi— vâris olunacağı zehabına
kapılmazdı. O'ndan geride kalan mülke vâris olunamayacağı, ölümünden sonra bu
malların sadaka hükmünde olacağı hakikatini kavrayamamıştı. Hz. Peygamber'in
(s.a.) vefakâr ve râşid halifesi Ebu Bekir Sıddîk ve ondan sonra gelen
halifeler bu durumu bildikleri için, Hz. Peygamberin (s.a.) fey olarak geride
bıraktığı mallarını miras kabul ederek vârisleri arasında taksime gitmemişler,
aksine onların idaresini Hz. Ali ile Hz. Abbas'a vermişler ve Hz. Peygamber'in
(s.a.) yaptığı gibi tasarrufta bulunmalarını istemişlerdir. Hz. Ali ile Abbas
arasında bu konuda anlaşmazlık çıkıp, meseleyi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e
götürdüklerinde, onlardan hiç birisi bunu miras olarak taksim etmemiş, Hz.
Abbas ve Hz. Ali'ye de onda tasarrufta bulunma imkânı vermemişlerdir.
Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mallarından peygamberine
verdiği ganimetler (fey); Allah, peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve
yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında
dolaşan bir devlet (zenginlik) olmaz. Peygamber size ne verdiyse onu alın,
size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü Allah'ın azabı
çetindir. Allah'ın verdiği bu fey mallan, yurtlarından ve mallarından
çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine,
peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. îşte doğru olanlar bunlardır.
Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan
kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler
karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar... Bunların arkasından gelenler:
'Rabbimiz; bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma' derler."[542]
Yüce Allah bu âyeti
kerimelerde, Rasûlü'ne fey olarak verdiği malların bütün olarak, âyette zikri
geçen kimselere ait olduğunu haber vermiş, fey toplamının her beşte birinin
ayrı ayrı zikredilen gruplara ait olduğunu ifade etmemiştir. Aksine umumî olarak,
mutlak bir ifade ile hepsini içine alacak şekilde beyanda bulunmuştur. Bu
mallar öncelikle hususî harcama yerlerine harcanır ki bunlar humus ehlidir.
Sonra da genel harcama yerlerine sarfedilir. Bunlar da Muhacirler, Ensar ve
kıyamete dek onların yolundan gidenlerdir. Bizzat Hz. Peygamber ile Râşid
halifelerin uygulayageldikleri şey, bu âyetlerde istenilen şeyin ta
kendisidir. Bu yüzden, İmam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre Hz. Ömer
şöyle demiştir:
"Bu malda hiçbir
kimse diğerinden daha fazla hak sahibi değildir. Ben
de, herhangi birinden daha çok hak sahibi
değilim. Yemin ederim ki, bu malda köleler hariç, hiçbir müslüman yoktur ki,
onun hakkı olmasın. Ancak Allah'ın kitabındaki yerimize göre öncelik tanırız.
Allah Rasûlü'nden başlarız. Sonra sıra ile kişinin İslâm'da çektiği sıkıntı,
İslâm'a girişdeki önceliği, İslâm'a verdiği hizmeti ve kişinin ihtiyacını
prensip olarak ele alırız. Allah'a yemin ederim ki, eğer yaşarsam, San'a'da
dağda malını otlatan çobanın da bu maldaki hakkı mutlaka kendisine
ulaşacaktır."[543]
Bu fey âyetinde
zikredilen kimseler, humus âyetinde zikredilen kimselerle aynıdırlar. Humus
âyetine, Muhacirler, Ensar ve onlara tabi olanlar girmemektedirler. Çünkü
onlar feyin cümlesinde hak sahibidirler. Ehl-i humusun ise iki istihkakı
vardır: İ) Humustan özel istihkak, 2) Feyin cümlesinden olan genel istihkak.
Bunlar her iki paya da dahildirler.
Nasıl ki, fey
genelinin taksimi, miras, vasiyyet, normal mülk gibi müşterek mülklerin
taksimi biçiminde yapılmıyor ve ihtiyaca, genel menfaate, İslâm'da gözetilen
fedakârlık ve çekilen sıkıntılara göre yapılıyorsa, humusun, humus ehline
taksimi de öyledir. Çünkü Allah'ın kitabında, her ikisinin de kaynağı birdir.
Beş zümreye özel olarak temas etmek, bunların mutlaka fey dağıtılacaklar arasına
alınacağını ve hiçbir türlü çıkarılamayacaklarını, nasıl ki zekât, belirlenen
sarf mahallerinin dışına verilemezse, humusun da zikredilenlerden başkalarına
verilmeyeceğini ifade eder. Nitekim genelde, fey de Haşr sûresinde zikredilen
kimselere hastır ve bunların dışında başkalarına verilmez. Bu yüzdendir ki,
Mâlik, Ahmed vb. gibi büyük İslâm bilginleri, Râfı-zîlerin feyde bir hakları
bulunmadığına dair fetva vermişlerdir. Çünkü bunlar ne Muhacir ne Ensar, ne de
onlardan sonra gelen ve: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen iman ehli
kardeşlerimizi affeyle..." diyenlerdendir. Medine ehlinin görüşü budur.
Şeyhülislâm İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Kur'an, Hz. Peygamber'in ve.
râşid halifelerin tatbikatı da bunu gösterir.
Âlimler zekât âyeti ile
humus âyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir: İmam Şafiî zekât ve humusun bütün
zikri geçen sınıflara taksimi vacibtir ve her sınıftan en az cemi' sigasıyla
ifade edilecek sayıda kimselere verilir, görüşündedir.
İmam Mâlik ve Medine
fukahası: "Her ikisinde de zikredilen sınıflara verilir, başkalarına
verilmez. Her sınıfa ayrı ayrı taksim etmek gerekmez." demişlerdir.
İmam Ahmed ve Ebu
Hanife ise, zekât konusunda İmam Mâlik gibi, humus âyeti hakkında da İmam Şafiî
gibi düşünmektedirler.
Naslar ve Hz. Peygamber
ile Raşid halifelerinin tatbikatı üzerinde düşünenler, Medine fukahasının
görüşlerinin isabetli olduğunu, delillerin onları desteklediğini görür. Çünkü
Allah Teâlâ, humus sahiplerinin fey sahipleri olduğunu belirtmiş ve onları,
haklarında ihtimam göstermek ve takdim etmiş olmak için belirlemiştir. Ganimet
sadece savaşa iştirak edenlere ait olduğu ve başkalarının buna ortak
edilemeyeceği için, onların beşte birinin humus ehline ait olduğuna dair delil
getirilmiştir. Fey belli bir insana mahsus olmadığı için, hepsi onlara,
Muhacirlere, Ensara ve bu iki gruba tâbi olanlara kılınmış, humus ile fey
harcama yeri açısından eşit tutulmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) humusun Allah ve
Peygamber hissesini İslâm'ın genel menfaatlerine harcıyordu. Geri kalan
humusun beşte dördünü ise önem ve ihtiyaç sırasını gözeterek mahalline
sarfediyordu. Bekârlarını evlendiriyor, borçlarını ödüyor, ihtiyaç sahiplerine
yardım yapıyor, bekârlarına bir pay, evlilerine iki pay veriyordu. Ne O, ne de
halifelerinden biri; yetimleri, yoksulları (miskinler), yolcuları, akrabaları
(zevıikurba) toplayarak feyin geri kalan beşte dördünü bu gruplar arasında eşit
olarak dağıtmıyorlardı. Nitekim bunu zekâtın taksiminde de yapmıyorlardı. İşte
Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tatbikatı ve rehberliği budur. Konuya
açıklık getiren yegâne doğru, O'nun yoludur. [544]
Müseylemetü'l-Kezzâb'ın
iki elçisi: "Biz onun Allah'ın rasûlü olduğunu söylüyoruz."
dediklerinde Hz. Peygamber Efendimiz: "Eğer elçiler öldürülmez olmasaydı,
ikinizi de öldürürdüm." buyurmuştur.[545]
Kureyş tarafından
kendisine elçi olarak gönderilen Ebu Râfi', Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında
kalıp geri dönmemek isteyince ona şöyle buyurmuştur: "Ben ahdi bozamam,
(cevabı geri götürmek üzere gönderilen) elçiyi de tutamam. Ancak, şimdi sen
kavmine dön. Eğer şu anda hissettiklerini tekrar duyarsan, oradan bize yeniden
dönersin."[546]
Müşriklerle aralarında
bulunan ve "Müşriklerden müslüman olarak kendilerine iltihak eden kimse
geri iade edilecek" şeklindeki anlaşmadan dolayı Ebu Cendel'i geri iade
etmiştir.
Kadınları ise iade
etmemiştir. Eslemli Sübey'a müslüman olarak gelmişti. Kocası onu istemeye
geldi. Allah şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Mü'-min kadınlar hicret
ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha
iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz
onları kâfirlere geri göndermeyin."[547]
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) kadına, müslüman olmaktan başka amaçla
çıkmadığına, kavmi arasında işlediği bir işten ya da kocasından nefret
ettiğinden dolayı gelmediğine dair yemin verdirdi. Kadın da yemin edince Hz.
Peygamber (s.a.), kadının kocasına mehrini verdi ve kadını iade etmedi.[548] Hz.
Peygamber'in bu hükmü Allah'ın hükmüne muvafıktır. Asla neshedici bir delil de
varid olmamıştır. Mensuh olduğunu zanneden kimselerin, ellerinde boş bir
iddiadan başka hiçbir delilleri yoktur. Konunun izahı Hudeybiye hadisesinde
geçmişti.
Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: "(Anlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan,
sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onların üzerlerine at. Çünkü
Allah hâinleri sevmez."[549]
Hz. Peygamber de şöyle
buyurur: "Bir kimse ile bir kavim arasında anlaşma varsa, anlaşma süresi
doluncaya kadar veya hak ve adaletle yaptığı ahdi onların üzerine atmadıkça ne
bir düğüm atabilir, ne de çözebilir." (Yani anlaşmada bir değişiklik
yapamaz ve gereğine uymak zorundadır.) Tirmizî: "Bu, hasen-sahih bir hadistir."
demiştir.'[550]
Kureyş, Huzeyfe b.
el-Yemân ile babasını esir etmişler ve "Hz. Peygamber'in yanında yer
alarak kendilerine karşı savaşmayacaklarına" dair anlaşma yaparak onları
serbest bırakmışlardı. Bunlar Bedir savaşı için çıktıklarında Hz. Peygamber
ikisine: "Geri dönün. Onlara verilen ahde vefa gösteririz ve onlara karşı
Allah'tan yardım dileriz." bu/urmuştur.[551]
Hz. Peygamber (s.a.)
şöyle buyurrnuştur: "Müslümanların kanlan
birbirlerine eşittir.
En aşağı statüde olanı (ednâ) onlar adına koşturabilir." (Yani bir kişi
veya kadın veya köle onlar adına emân verebilir ve verilen bu emân hepsini
bağlar.)[552]
Amcasmın kızı Ümmü
Hâni'nin emân verdiği iki adama Hz. Peygamber de emân vermişti.[553] Kızı
Zeyneb, (kocası) Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e emân verince, kendisinin de emân
verdiği ve sonra şöyle buyurduğu sabittir: "Müslümanlar adına en aşağı
statüde olanları emân verebilir. "[554]
Başka bir hadiste de: "Müslümanlar adına en aşağı statüde olanı emân verebilir.
(Ganimete) en uzak olanı, ganimeti onlara çevirir." buyurulmuştur.[555]
urada dört genel kaide
vardır:
1—
Müslümanların kanlarının eşit olması. Bu, müslümanların kâfire karşı 1
"^ilmesine manidir.
2— En dûn olanlarının, onlar adına emân
verebilmesi. Bu da kadın ve elerin verdikleri emânın kabulünü gerektirir.
İbn Mâcişûn:
"Emân vermek ancak ordu ya da seriye sorumlusunun yetkisi
dahilindedir." demişse de îbn Şaban: "Bu, bütün âlimlerin görüşlerine
muhaliftir." der.
3—
Müslümanlar başkaları üzerinde bir eldirler. Bu, kamu görevlerinden herhangi
birinin (vilâyât) kâfirlere tevdi edilemeyeceğini gerektirir. Çünkü kamu
görevlisinin kamu üzerinde eli (tasarruf yetkisi) vardır.
4— En uzakta
olanın (ganimeti) onlara çevirmesi. Bu da şunları gerektirir: Öncü kuvvetler,
arkalarındaki İslâm ordusunun gücüne dayanarak bir ganimet ele geçirdiklerinde
bu hem onların hem de arkadakilerindir. Çünkü onların kuvveti sayesinde ele
geçirmişlerdir. Beytülmala intikal eden fey malları —her ne kadar ele
geçirilmesinin sebebi yakın olanlar ise de— her iki gruba da aittir.
İşte bu hükümler vb.
Hz. Peygamber'in bu dört kelimelik hadisinden alınmıştır. Allah'ın salât ve
selâmı O'na olsun. [556]
Daha önce geçtiği gibi
Allah Teâlâ ilk kez Peygamberine, savaş ve cizye olmaksızın davette bulunmayı
emretmişti. On küsur sene Mekke'de böyle kaldı.
Sonra hicret edince
farz olmaksızın savaş izni verdi. Sonra kendisi ile savaşanlarla savaşmnayı,
kendisine cephe almayanlara dokunmamasını emretti. Hicri 8. senede Berâe sûresi
nazil olunca, kendisi ile savaşsın savaşmasın, mu-ahade halinde olmayan bütün
gayrimüslim Araplarla savaşmasını ve muaha-deyi bozmayanların anlaşmasına vefa
göstermesini emretti. Müşriklerden cizye almasını emretmedi. Yahudilerle
defalarca savaştı, onlardan cizye alması em-rolunmadı.
Sonra yüce Allah,
müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar bütün ehl-i kitapîa savaşmasını
emretti. Hz. Peygamber (s.a.), bu emre uyarak onlarla sıvaştı; kimi müslüman
oldu, kimi de cizye verdi. Kimisi de savaşa devam etti. Arap hıristiyanlan olan
Necran ve Eyle halkından cizye aldı. Çoğu Arap olan Dûmetü'l-Cendel halkından
da aldı. Mecûsilerden de aldı. Ye-men'de bulunan ehl-i kitaptan da aldı ki,
onlar yahudi idiler.
Arap müşriklerden ise
cizye almadı. İmam Ahmed ve Şafiî şöyle derler: "Cizye, Hz. Peygamber'in
(s.a.) almış olduğu şu üç zümreden başkasından alınmaz: Yahudiler,
Hıristiyanlar, mesûsiler. Bunlar dışındakilerin seçeneği ya ölüm, ya islâm'dır;
başkası kabul edilmez."
Başka bir grup şöyle
der: Vermeye razı oldukları takdirde her milletten cizye alınır. Ehl-i kitaptan
Kur'an'ın, mecûsilerden sünnetin delaletiyle alınır. Diğerleri ise mecûsilere
dahildir. Şöyle ki, mecûsiler şirk ehlidirler ve ki-, tapları yoktur. Cizyenin
onlardan alınması, bütün müşriklerden alınmasına bir delildir. Hz. Peygamber,
Arap putperestlerinden cizye almamıştır. Çünkü bunlar cizye âyeti gelmeden
önce müslüman olmuşlardı. Cizye âyeti Te-bük seferinden sonra nazil oldu. Bu
sırada Hz. Peygamber Araplarla yapılan savaşları sona erdirmişti ve hepsi de
İslâm'a sarılmışlardı. Yine bu yüzdendir ki Hz. Peygamber, defaatle
savaştıkları halde, yahudilerden cizye almamıştı. Çünkü böyle bir hüküm yoktu.
Ne zaman ki cizye âyeti indi, hıristiyan Araplardan ve mecûsilerden de aldı.
Eğer o sırada putperest Araplar bulunsaydı da cizye vermeyi kabul etseydiler,
onlardan da alırdı. Nitekim haça ve ateşe tapanlardan kabul etmişti. Bazı
grupların kâfirliklerinin diğerlerine nazaran daha aşırı olmasının bir tesir ve
farkı olamaz. Kaldı ki putperestlerin küfrü, ateşe tapanlarınkinden hiç de
ileri değildir. Puta tapanla ateşe tapan arasında ne fark vardır? Hatta ateşe
tapan mecûsînin küfrü daha ileridir. Puta tapanlar, Allah'ın birliğini kabul
ediyorlar, O'ndan başka yaratıcı olmadığını benimsiyorlar ve putlara, sadece
kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ettiklerini söylüyorlardı.
Kâinatta mecûsilerin inandığı gibi, biri hayır, öbürü şer ilâhı diye iki
yaratıcının bulunduğunu kabul etmiyorlardı. Anne, kız ve kızkardeşlerle
evliliği helâl görmüyorlardı. Onlar üstelik Hz. İbrahim'in dininden kalan
inançlar üzerinde bulunuyorlardı.
SMecûsilere gelince,
asla bir kitap üzere değillerdi ve ne akaidde ne de şe-riatte peygamberlerden
birine ait bir dini benimsemişlerdi. "Onların kitapları vardı, şeriatları
vardı da, kralları kendi kızı ile münasebette bulununca ref edildi
(kaldırıldı)" şeklindeki haberin doğrulukla hiçbir ilgisi yoktur. Eğer bu
haber sahih olsa, bu halleri ile de ehl-i kitap olmuyorlardı. Çünkü kitapları
kaldırılmış, şeriatları iptal edilmişti, onlardan üzerinde oldukları hiçbir şey
i; kalmamıştı.
Malumdur ki Araplar
İbrahim (a.s.)'ın dini üzerinde bulunuyorlardı. Hz.
İbrahim'in sahifeleri ve bir şeriatı
vardı. Arap putperestlerin İbrahim (a.s.)'m dinini ve şeriatını değiştirmeleri;
mecûsilerin —şayet haber sahihse— nebilerinin dinini ve kitaplarını
değiştirmelerinden daha farklı bir cürüm değildir. Çünkü mecûsilerin
peygamberlerden kalma şeriatlarden herhangi bir hususa bağlandıkları
bilinmemektedir. Arapların durumu ise böyle değildir. Bu durumda, en çirkin
dine sahip olan mecûsilerin durumu, Arap müşriklerinin durumundan nasıl daha
güzel olabilir? Bu düşünce, gördüğünüz gibi, delil bakımından daha sahihtir.
Üçüncü bir grup,
Arapla Arap olmayanı ayırmış ve: "Arap müşrikleri hariç, her kâfirden
cizye kabul edilir." demişlerdir.
Dördüncü bir grup ise,
Kureyş ile diğerlerini ayırmıştır ki, bunun bir anlamı yoktur. Çünkü
Kureyş'ten kâfir kalan hiç kimse olmamıştır ki, onunla savaşmaya, ondan cizye
alınıp alınmayacağına dair söz etmeye ihtiyaç duyulsun. Hz. Peygamber Hecer
halkına, Münzir b. Sâvâ ve etrafındaki meliklere İslâm'a girmek ya da cizye
vermek üzere davet mektupları yazmış ve Arapla, Arap olmayan arasında bir
ayırım yapmamıştır.
Cizye miktarı
konusundaki hükmüne gelince: Muaz'ı Yemen'e göndermiş ve ona her buluğ çağma
eren (erkek) için bir dinar ya da dengi "meâfir" elbisesi almasını emretmiştir.[557]
Meâfir, Yemen'de bilinen bir elbise türüdür.
Sonra Hz. Ömer, cizye
miktarını arttırmış; altının tedavülde olduğu yerler halkına dört dinar,
gümüşün tedavülde bulunduğu yerler halkına ise yıllık
kırk dirhem olarak belirlemiştir.'[558] Hz.
Peygamber, Yemenliler'in durum larınin zayıf olduğunu bilerek az takdir etmiş;
Hz. Ömer de Suriye bölges ahalisinin iktisadî zenginlik ve kuvvetlerini bilerek
yüksek takdirde bulun muştur. [559]
Hz. Peygamber (s.a.)
Mekkeliler'le, on sene süre ile aralarında harbe soı vermek üzere anlaşma
yapmıştır. Kureyş'in müttefiki Bekiroğulları onlarl birlikte, Hz. Peygamber'in
müttefiki Huzâa da, O'nunla birlikte bu anlaş maya dahildiler. Kureyş'in
müttefiki, Hz. Peygamber'in müttefiki Huzâalı lara tecüvüzde bulunmuş ve onlara
hıyanet etmişlerdi. Kureyş buna razı old ve protesto etmedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, onların bu tutumu ile ahc bozmuş olduklarına ve ahdi üzerlerine
atmaksızın onlarla savaşa girmenin mı bahhğma hükmetti. Çünkü onlar
müttefiklerinin yaptıklarım onaylamalaı ve onların tutumlarına rıza
göstermeleriyle, Hz. Peygamber'le bilfiil savaş girişmiş ve muahadeyi bozmuş
oluyorlardı. Onlara destek olmaları, bizzat sî vaşa girişmek sayılmıştı.
Hz. Peygamber,
yahudilerle de muahede yapmıştır. Medine'ye ilk geld ğinde onlarla anlaşma
yaptı, fakat ahde hıyanette bulundular, defaatle bo; dular. Her defasında da
Hz. Peygamber onlarla savaşmış ve onları eline g< çirmiştir. Yahudilerle
yaptığı son sulh anlaşması Hayber yahudileri ile yapt ğı anlaşmadır. Buna göre
Hayber'in mülkiyeti Hz. Peygamber'e ait olmak: birlikte onların, dilediği vakte
kadar yarıcı olarak orada kalmalarına imkâ verecekti.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu hükmü, devlet başkanının "dilediği kad; bir müddetle"
düşmanla anlaşma yapabileceğine delil teşkil etmektedir. E tür yapılan akitler
(sulh) caizdir, devlet başkanı istediği vakit bu sulhu fesh debilir. Doğru olan
da budur. Nâsihi olmayan Hz. Peygamber'in uygulam sının gereği de budur.
Mekkeliler ile yaptığı
sulh anlaşmasında alman kararlardan biri, her i tarafın da üçüncü taraflarla
serbestçe anlaşma yapabilmeleri imkânını veı yordu. Kim Muhammed ile pakt
kurmak isterse bunu yapabilecekti. Kim ( Kureyş'le anlaşmaya girmek isterse
girebilecekti. Ayrıca müslümanlardan K reyş'e iltica eden geri verilmeyecekti.
Ama Kureyş'ten Hz. Peygamber'e ilica eden iade edilecekti. Hz. Peygamber,
gelecek sene Mekke'ye girecek ve müşrikler orayı üç gün için boşaltacaklardı.
Müslümanlar, beraberlerinde ancak kılıç ve ok gibi yolcu silahlarını
bulundurabileceklerdi. Konu ile ilgili tarihî bilgi ve çıkarılan hükümler daha
önce zikredilmiştir. [560]
Sahihayn'da rivayet
edilir ki, babası, Hansa bt. Hıdam'ı[561]
gönülsüz olduğu halde, evlendirmişti. Kendisi duldu. Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldi (durumu anlattı). Allah Rasûlü (s.a.) de nikâhını kabul etmedi[562]
Sünen 'de İbn
Abbas'tan nakledilir; Bakire bir kız Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve gönülsüz
olduğu halde, babasının kendisini zorla evlendirdiğini haber verdi. Hz.
Peygamber (s.a.) onu seçimli bıraktı.[563]
Bu hadisteki şahıs
Hansâ'dan başkasıdır. îki.ayrı olay sözkonusudur. Birinde dulun muhayyer
ligine, diğerinde ise bakirenin muhayyerliğine hükmetmiştir. .
;
Sahih(-i Buharî)'de
Hz. Peygamber'in (s.a.) şu buyruğu vardır: "İzni alınmadıkça bakire
evlendirilmez." "Ya Rasûlallah! Onun izni nasıldır?" dediler.
"Susmasıdır." buyurdu[564]
Sahih-iMüslim'de ise:
"Bakirenin kendisini ilgilendiren konuda (nikâh) izni alınır. îzni,
susmasıdır." buyurmuştur.[565]
Bu hükmün gereği
şudur: Bulûğ çağına ermiş bakire bir kız nikâha zorlanamaz ve rızası olmadan
evlendirilemez. Bu, selef ulemasının çoğunluğunun, Ebu Hanife'nin, bir
rivayette Ahmed (b. Hanbel)'in görüşleridir. Bizim din olarak inandığımız,
başka türlüsünü kabul etmediğimiz görüş de budur. Bu görüş, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hem hükmüne, hem emrine, hem de neh-yine muvafıktır. Şeriatın genel
kaidelerine ve ümmetin umumî menfaatine de uygundur. Allah Rasûlü'nün (s.a.)
hükmüne muvafıktır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), zorla evlendirilen bakirenin
muhayyerliğine hükmetmiştir. Bu hadis muallel-mürsel şeklinde olmayıp, hem
müsned hem de mürsel olarak rivayet edilmiştir. Fakihierin "İttisal
(hadisin muttasıllığı) ziyadedir. Hadisi mev-sûl olara'k rivayet eden râvi,
mürsel rivayet edene takdim olunur." şeklindeki görüşünü esas
aldığımızda, durum açıktır. Bu, hadislerin çoğunda yaptıkları bir şeydir. Bu
hadisin ne ayrıcalığı var ki, diğer emsallerinin hükmünden ayrılsın. Bunda da
aynı şey yapılır.
Hadisin mürsel
olduğuna hükmetsek bile —muhaddislerin çoğunun görüşü böyledir— onun açık ve
sahih haberlerle (eser) kıyas ve şer'î kaidelerle desteklenen güçlü bir mürsel
rivayet olduğunu görüyoruz. Bu da onunla amel etmeyi kaçınılmaz kılar.
"Evlendirilecek
bakirenin izni alınır" görüşü, Hz. Peygamber'in (s.a.) emrine uygundur,
demiştik. Çünkü O şöyle buyuruyor: "Bakirenin kendisini ilgilendiren
konuda (nikâh) izni alınır." Bu kuvvetli bir emirdir. Çünkü emir, haber
verilen şeyin tahakkuk, sübût ve gerekliliğine delâlet eden ihbârî (hadisteki
muzâri kipi) sîğa ile gelmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) emirlerinde asıl olan,
aksine icmâ' bulunmadıkça vücûb (gereklilik) ifade etmesidir.
Nehyine «ygundoır,
demiştik. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.): "İzni alınmadıkça bakire,
evlendirilmez." buyurmuştur. İzin alınmasını emretmiş, izinsiz nikâh
yapılmasını yasaklamış ve böylesi bir nikâh hakkında muhayyerlikle
hükmetmiştir» Böylece hüküm, en mübalağalı bir yolJa ortaya konmuştur.
Şeriatın genel
kaidelerine uygunluğuna gelince, baba, ergenlik çağma girmiş, akıllı ve reşid
olan kızının rızası olmadan malı üzerinde en küçük bir tasarrufta bulunamaz;
onu, rızası dışında malının cüzi bir kısmını bile elinden çıkarmaya
zorlayamaz. Hal böyleyken, babanın kızını köleleştirmesi ve rızası olmadan
dilediği biriyle evlendirmesi nasıl caiz olabilir? Çünkü bu koca adayı, onun
en sevmediği ve hoşlanmadığı biridir. Buna rağmen bu (veli) kalkıyor, kadını
zorla kendi istediği kimseye izinsiz nikahlıyor ve kızı onun yanında esir
ediyor. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Kadınlar hakkında Allah'tan
sakının. Çünkü onlar sizin yanınızda esirlerdir (aniye). .."[566]
buyurmuştur. Yine malumdur ki, bir kadının bütün mallarının elinden izinsiz
olarak çıkartılması, kendi rıza ve isteği olmaksızın biriyle evlendirilmesi
yanında çok hafif kalır. Durum böyle olunca: "Bir kız, sevdiği bir
dengini evlenmek üzere belirlese, babası da başka bir aday bulsa, —isterse bu
aday, kızın nefret ettiği ya da çirkin bulduğu biri olsun— babanın tayinine
itibar edilir." diyen kimse yersiz (batıl) bir söz söylemiş olur.
Ümmetin umumî
menfaatine de uygundur. Zira bir kızı sevdiği ve kendi seçtiği birisi ile
evlendirmedeki maslahat, böylesi bir nikâhtan gözetilen maksatların
gerçekleşmesi açıktır. Nefret ettiği ve sevmediği birisi ile kurulan evlilikten
ise, beklenen maksatların gerçekleşmeyeceği ortadadır. Eğer evliliğin, kızın
rızasına dayanması esasını sarih sünnet ortaya koymasaydı, bunu sahih kıyas ve
şer'î kaideler zaten gerektirirdi. Tevfik Allah'tandır.
Soru: Hz. Peygamber
(s.a.) dul ile bakire arasını ayırmış ve "Dul, emri alınmadıkça, bakire de
izni sorulmadıkça evlendirilmez.", "Dul kendi nefsi hakkında
velisinden daha çok hak sahibidir. Bakireye gelince, babası ona iznini sorar."
buyurmuş ve dul kadının, evlendirme konusunda velisinden daha çok hak sahibi
olduğunu söylemiştir. Bundan da, bakire velisinin, kızım evlendirme konusunda
daha çok hak sahibi olduğu anlaşılır, aksi takdirde bu hakkı dula tahsis
etmenin bir manası kalmaz.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.) iznin vasfı hakkında da bir ayırım yapmış ve dulun iznini; konuşma (açık
irade beyanı), bâkireninkini ise; susmadır, diye belirlemiştir. Bütün bunlar
bakirenin evlendirilmesinde babası karşısında kendisinin rızasının aranmayacağına
ve kendisinin nikâhta bir hakkı olmadığına delâlet eder.
Cevap: Bu
söylediklerinizde, kızın ergen, akıllı ve reşid olması durumunda rızası olmadan
babasının onu evlendirebileceğinin caiz olduğuna ve babanın
eğer denk ise kızını en çok nefret ettiği
birisi ile evlendirebileceğine delâlet eden bir husus yoktur. Sizin delil
olarak kullandığınız bu hadisler, bizzat bu sözün bâtıl olduğuna açıkça delâlet
eder. Bunların içerisinde sizin işinize en çok yarayan "Dul, kendi nefsi
hakkında velisinden daha çok hak sahibidir." hadisidir. Bu da sadece
mefhüm-ı muhalefet (zıt kavram) yoluyla delil olabilir. Halbuki sizin
tartıştığınız kimseler mefhûmun hüccet (delil) oluşunda size
katılmamaktadırlar. Mefhumun delil olduğu kabul edilse bile, hiçbir zaman
sarih mantûk (açıkça söylenen) varken onun önüne geçirilmesi caiz değildir.
Sonra bu, "Mefhûmun umumu vardır." dediğiniz zaman delil olabilir.
Halbuki mefhûmun umumu yoktur. Zira mefhûmun delâleti, "Mezkûrun tahsisi
bir faydadan hali değildir." telakkisine dayanır; bu da "Mezkûrun
dışındakilerden, hükmü kaldırmaktır." Malumdur ki, mezkûrun maadasını
hükmü sabit olan ve olmayan diye ikiye ayırmak faydalıdır. Zikri geçmeyen
(meskûtun anh) için başka bir hüküm isbat etmek —eğer mantûkun hükmüne zıt
değilse—, bir faydadır. Bir ayırıma gitmek bir faydadır. Sonra bu mefhûm, açık
kıyasa, hatta öncelikli kıyasa muhalif bir mefhumdur. Mezkur nasslara ters
düşmektedir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), "Dul, kendi nefsi hakkında velisinden daha çok hak
sahibidir." sözünün hemen akabinde: "Babası bakireden iznini
sorar." buyurması; bakire kız, rızası ve izni olmadan evlendirilebilir,
evlendirme konusunda kendisinin herhangi bir hakkı yoktur, şeklindeki bu tür
bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmak içindir. Sonra bilinen bir husustur ki,
dulun kendisini evlendirme konusunda veliden daha çok hakkının bulunmasından,
bakirenin kendi evliliğinde hiçbir hakkının bulunmaması manası asla çıkmaz.
Evliliğe zorlamanın
dayanağı (menât, illet) konusunda fakihler altı görüş ileri sürmüşlerdir:
1—
Bakirelikten dolayı icbar edilir. İmam Şafiî, Mâlik ve bir rivayette İmam
Ahmed'in görüşü budur.
2— İcbar
illeti küçüklüktür. Ebu Hanife ve bir diğer rivayette İmam Ahmed'in görüşü de
budur.
3— Bekâret
ve küçüklük her ikisi birden İllettir. İmam Ahmed'den rivayet edilen üçüncü
görüş de budur.
4— Bu iki
illetten birisidir. Hangisi bulunursa o icbar illeti olur. İmam Ahmed'in
dördüncü görüşü budur.
5— İlâd
(babalık ilişkisi). Buna göre ergen olan dul bile icbar edilebilir. Bunu Kadı
İsmail, Hasan el-Basrî'den nakletmiş ve bunun icmâa muhalif olduğunu söylemiş
ve fıkhî güzel bir inceliği olduğunu belirtmiştir. Doğrusu,
bu ipe sapa gelmez
görüşün neresi güzelmiş bilmek isterdik.
6— Bakmakla
yükümlü olduğu kimselerden olmak. Buna göre veli ailesinden olan (kadını-kızı)
nikâha zorlayabilir. Bu görüşlerden tercihe şayan olanı size gizli kalacak
değildir.
Bakirenin izninin
susmak, dulun izninin ise konuşmak olduğuna hükmetmiştir.[567]
Şayet bakire susma yerine konuşursa, bu daha güçlü bir irade beyanı olur. İbn
Hazm: "Bakire, ancak susarsa evlendirilmesi caiz olur." demiştir ki,
zâhirîliğine yakışan da budur.
Hz. Peygamber (s.a.)
yetim kızın, evlilik konusunda emrinin alınmasına hükmetmiştir. Bulûğdan sonra
ise yetimlik olmaz.[568] Bu
hüküm, yetim kızla bulûğdan önce evlenilebileceğine delâlet eder. Bu, Hz.
Âişe'nin görüşüdür. Kur'an ve sünnet de buna delâlet eder. İmam Ahmed, Ebu
Hanife ve daha başka âlimler de bu görüştedirler. Allah Teâlâ: "Kadınlar
hakkında senden - fetva istiyorlar. De
ki: Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor: Kendileri-: ne yazılmış olan (miras hakların)ı vermeyip
kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlar hakkında... adaleti yerine
getirmeniz için Kitâb'da size okunan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)..."[569] buyurmaktadır.
Hz. Âişe şöyle
demektedir: Âyette sözkonusu olan yetim kadınlardan!, maksat, velisinin
himayesinde olan yetim kızdır. Veli onu nikahlamak ister,! fakat mehrini
adaletli olarak ödemek istemez. İşte bu âyetle veliler, mehirle-. rini adaletle
ödemedikçe kendi gözetimleri altında olan yetim kızlarla evlenmekten
nehyedilmişlerdir.(10>
Dört Sünen'âc Hz.
Peygamber'in (s.a.') şu buyruğu vardır:
"Yetim kız
çocuğu, evlendirilirken görüşü alınır. Eğer susarsa iznidir. Eğer yüz
çevirirse, onu nikâhlamaya bir yol yoktur." [570]
Sünen 'de Hz. Âişe
hadisinde Peygamberimiz şöyle buyurur:' 'Hangi kadın velisinin izni olmaksızın
kendi kendisini evlendirirse, nikâhı bâtıldır, nikâhı bâtıldır, nikâhı
bâtıldır. Eğer zifaf olmuşsa, kendisinden istifade karşılığın-da mehre hak
kazanır. Eğer veliler (evlilikten alıkoyacak bir) çekişmeye girerlerse,
sultan, velisi olmayanın velisidir."[571]
Tırmizî "Hadis hasendir." demiştir.
Dört Sünen'de de:
"Velisiz nikâh olmaz." buyurmuşlardır.[572]
Yine dört Sünen'dt:
"Kadın, kadını evlendiremez. Kadın, kendisini de evlendiremez. Kendini
evlendiren kadın, zina eden kadındır." buyur-muştur.[573]
Hz. r*eygamer (s.a.),
bir kadını iki velinin evlendirmesi durumunda ilk nikâhın muteber olacağına,
bir şeyin iki adama satılması durumunda da ilk satışın geçerli olacağına
hükmetmiştir.[574]
Bir adam bir kadınla
evlenmiş, fakat ona mehirden hiç söz etmemişti. Zifaf olmamış, adam ölmüştü.
Hz. Peygamber (s.a.) kadına, ne az ne çok, emsal mehir gerektiğine, mirasçı
olacağına ve üzerine dört ay on gün (ölüm) iddeti beklemesi gerektiğine
hükmetti.[575]
Ebu Davud'un
Sünen'inde anlatılır: Hz. Peygamber (s.a.) bir erkeğe "Seni falanca
kadınla evlendirmeme razı mısın?" buyurdu. Adam da: "Evet." dedi.
Kadına: "Seni falan adamla evlendirmeme razı olur musun?" diye sordu.
Kadın da: "Evet." deyince, onları birbiriyle evlendirdi. Adam gerdeğe
girdi, ona mehirden söz etmedi. Bir şey de vermedi. Öldüğü sırada, mehrine
karşılık olmak üzere Hayber'de kendisine ait bir payı kadına verdi.[576]
Bu hadisler şu
hükümleri içerir:
1— Mehir
amlmaksizın yapılan nikâh caizdir.
2— Mehrin belirlenmesinden önce zifaf caizdir.
3— Zifaf olmasa bile ölümle emsal mehir Ödemek
kesinlik kazanır.
4— Ölümle
—zifaf vuku bulmasa bile— vefat iddeti gerekir. İbn Mes'-ûd, Irak fukahası ve
hadis âlimleri bu görüştedirler. İmam Ahmed ve bir kavlinde İmam Şafiî de
onlardandır.
Hz. Ali ile Zeyd b.
Sabit ise; "Kadına mehir gerekmez." demişlerdir. Medine âlimleri,
Mâlik ve diğer bir görüşünde İmam Şafiî de bu görüşü benimsemişlerdir.[577]
5— Yine bu
hadisler bir adamın, akdin her iki tarafını da üstlenebileceğini gösterir. Bu
şu şekillerde olabilir: Her iki tarafın da vekili ya da velisidir, yahut
kendisi velidir aynı zamanda koca kendisini vekil yapmıştır veya kendisi
kocadır (asıl), veli kendisine vekâlet vermiştir. Bu durumlarda sadece
"Ben Falan'ı, Falan'la evlendirdim." veya "Ben falanla
evlendim." demesi yeterlidir. İmam Ahmed'in mezhebinde zahir olan görüş
budur. Onun, ikinci bir görüşü daha bulunmaktadır. Buna göre bu, ancak icbar
hakkına sahip /veli için sözkonusu (caiz) olabilir. Bir kimsenin icbar
velayetini haiz cariyesi veya (küçük) kızı ile kölesini evlendirmesi durumunda
olduğu gibi. Bu görüş» her iki tarafın da rızasına itibar edilmediği esasına
dayanmaktadır.
İmam Ahmed'in üçüncü
bir görüşü şöyledir: Bu, ancak koca için caiz olabilir. Çünkü kocanın,
hükümleri birbirlerine zıt olduğu için iki tarafın da yetkisini üstlenmesi
sahih değildir. [578]
Sünen ve Musannef'de
Saîd b. el-Müseyyeb kanalı ile Basra b. Eksem şöyle anlatır: Henüz örtüsünde,
bakire bir kadınla evlendim. Gerdeğe girdim. Bir de baktım o gebe! (Durumu Hz.
Peygamber'e arzettim.) "Kadınlığından istifaden karşılığında mehrine hak
kazanır. Çocuk, senin kölendir. Çocuğunu doğurduğunda kadına sopa vurun."
buyurdu ve aralarını ayırdı[579]
Bu hüküm, zinadan
hamile olan bir kadının nikâhının bâtıl olduğuna delâlet eder. Medine
ulemasının, İmam Ahmed ve çoğunluk fukahanın görüşü de böyledir. Fasid nikahta
mehr-i müsemmânın (belirlenen mehir) gerekeceği üç görüşten en sahih olanıdır.
İkinci görüş, emsal mehrinin gerekeceği şeklindedir. Bu da İmam Şafiî'nin
görüşüdür. Üçüncü görüş ise, "Hangisi daha az ise o gerekir."
tarzındadır.
Bu hüküm ayrıca,
hamilelikten dolayı —şahit ve itiraf olmasa bile— zina cezasının gerekeceğini
gösterir. Gebelik, zina için en güçlü delillerden biridir. Bu Hz. Ömer'in,
Medine fakihlerinin ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed'in benimsedikleri
görüştür.
Çocuğun, kocanın
kölesi olmasına hükmetmesine gelince, bu konuda çeşitli yorumlar yapılmıştır.
Bazıları şöyle demişlerdir: Çocuk, babasız, veled-i zina olunca, kadın kocayı
aldatmış ve buna rağmen kocanın, mehri ödeme durumu ortaya çıkınca, Hz.
Peygamber (s.a.) de çocuğu adama hizmetçi olarak vermiştir ve çocuğu onun
kölesi yerinde saymıştır. Yoksa gerçekten köle yapmış değildir. Çünkü çocuk,
annesinin hürriyetine tâbi olarak hür vaziyette iken ana rahmine düşmüştür. Bu
izah mümkün olabilir. Şu da muhtemeldir: Hz. Peygamber (s.a.), zina ettiği ve
kocayı aldattığı için annesine bir ceza olarak çocuğu köle yapmıştır. Ve bu
uygulama, sadece Hz. Peygamber'e (s.a.) hastır, hüküm, kıyas yoluyla başka
olaylara taşınmaz. Bir başka ihtimal de neshe yorumlamaktır. Denildiğine göre,
İslâm'ın ilk yıllarında hür kimse, borçtan dolayı köleleştirilebiliyordu.
Borcundan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) Sürrak'ı satması da buna yorulur. [580]
Sahihayn'da Hz.
Peygamber: "Şüphesiz ki en ziyade ifası gereken şart, kendisi ile
kadınları kendinize helâl kıldığınızdn\"[581]
buyurmuştur.
Yine Sahihayn 'da
Peygamberimiz: "Kadın kız kardeşinin kabım boşaltmak için onun
boşanmasını isteyemez. Onun nasibi, ancak Allah'ın kendisine takdir ettiği
şeydir."[582] buyurur.
Yine Sahihayn'da Allah
Rasûlü (s.a.), "Kadının, nikâh esnasında kız kardeşinin talâkını şart
koşmasını" yasaklarmştır.[583]
îmam Ahmed'in Müsned'mde:
"Bir kadının, diğerinin talâkı karşılığında nikâhlanması helâl
olmaz." hadisi vardır.[584]
Bu hadisler, nikâh
akdi sırasında ileri sürülen şartların —eğer Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükmün
değiştirilmesi sonucunu doğurmuyorsa— yerine getirilmesinin gerekliliğini
ortaya koyar.
Mehrin peşin
verilmesi, ertelenmesi, karşılığında kefil, rehin alınması v.b. gibi şartların
yerine getirilmesinin vacip olduğunda ve cinsel ilişkide bulunmamak, nafaka
vermemek, mehir vermemek gibi şartlara da riayetin gerekmeyeceğinde ittifak
edilmiştir.
Kadının memleketinde
ikâmet etmek, onun evinde oturmak, üzerine cariye ile ilişkide bulunmamak,
üstüne evlenmemek gibi şartlarda ise ihtilâf edilmiştir. İmam Ahmed ve
başkaları bu şartlara riayetin gerekliliğini söylemişler, uymadığı takdirde
kadının akdi feshedebileceğini belirtmişlerdir.
Bekâret, soyluluk
(neseb), güzellik ve nikâhın feshine neden olan ayıpların dışında diğer bazı
kusurlardan salim olmak gibi şartlarda da ihtilâf edilmiştir. Acaba ileri
sürülen bu gibi şartların bulunmaması nikâhın feshi konusunda etkili olabilir
mi? Üç görüş vardır.
Bunlardan üçüncüsü,
sadece soyluluk (neseb) şartının bulunmaması durumunda feshedilmesi
şeklindedir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.), bir kadının evlilikte kızkardeşinin talâkını şart koşması durumunda bu
şartın butlanına dair hükmü, bu tür şartlara riayet edilmeyeceğini ortaya
koyar. İtiraz vâki olur ve: "Bu şartla, üzerine evlenmemesi şartı
arasında ne fark vardır ki, bunu kabul ediyor, fakat kumasını boşaması şartını
bâtıl sayıyorsunuz." denebilir. Aradaki fark şudur: Kumanın boşanması
şartında ona zarar verme, kalbini kırma, yuvasını yıkma ve düşmanlarını
sevindirme gibi hususlar vardır. Oysaki üzerine evlenmemesi şartında,
bunlardan hiç birisi yoktur. Nass bunları birbirinden ayırmıştır. Bunlardan
birini diğerine kıyas etmek yanlıştır. [585]
Şiğâr nikâhı, hülle,
müt'a nikâhı, ihramh iken evlilik ve zina eden kadının evliliği konularındaki
hükmü:
Şiğâr nikâhını
yasakladığı, İbn Ömer, Ebu Hureyre ve Muâviye hadislerinden sahih olarak
bilinmektedir.
Sahih-iMüslim'de îbn
Ömer'den merfû olarak "İslâm'da şiğâr yoktur." rivaye,' vardır.[586] İbn
Ömer hadisinde şiğâr nikâhının tarifi: "Aralarında me-hir olmaksızın, bir
adamın kendi kızını diğerimin kızı karşılığında ona nikâh-Iamasıdır."
şeklinde yapılmıştır.[587]
Şiğâr, Ebu Hureyre
hadisinde: "Bir kimsenin diğerine: *Sen kızını bana ver, ben de kızımı
sana vereyim.' veya: 'Sen kızkardeşini bana ver, ben de kızkardeşimi sana
vereyim.' demesidir." şeklinde tarif edilmiştir.[588]
Muaviye hadisi de
şöyledir: Abbas b. Abdullah b. Abbas, kızını Abdur-rahman b. Hakem'e
nikahlamış; Abduırahman da kız^ıı ona vermişti. Aralarında mehir de
belirlemişlerdi. Muâviye, Mervan'a yazarak aralarını ayırmasını emretti ve:
"Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) yasakladığı şiğâr nikâhıdır." dedi.[589]
Fakihler, şiğâr nikâhı
konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed şöyle demiştir: "Bâtıl olan
şiğâr nikâhı; kişinin velayeti altındaki kadını, öbürünün velayeti altındaki
kadın karşılığında ona nikâhlamasıdır. Yasak olan şiğâr nikâhı kapsamına
girmesi için —İbn Ömer hadisine göre—, aralarında mehir olmaması gerekir. Eğer
(kadınlara verilmek üzere) aralarında mehir belirtirlerse, İmam Ahmed'e göre
akit, belirlenen bu mehirle sahih olur. el-Hırakî ise: "Hayır. Muâviye
hadisine göre, mehir belirleseler de sahih olmaz." demiştir. Hanbelî
âlimlerinden Ebu'l-Berekât İbn Teymiye ve daha başkaları ise: "Eğer mehir
belirtirler ve buna rağmen, 'her birinin kadınlığı, diğerinin mehri olsun.'
derlerse, akit sahih olmaz. Eğer bunu söylemezlerse sahih olur."
demişlerdir.
Yasaklamanın gerekçesi
konusunda ihtilâf vardır: Bazıları "Akitlerden her birinin diğerinde şart
olmasıdır." demişlerdir. Diğer bazıları ise kadınlığına ortak kılma
(teşrik fil"bud) ve her birinin kadınlığından istifade etme hususunun
diğerine mehir olarak biçilmesidir. Halbuki her ikisi de bundan
faydalanamayacak, aksine mehir veliye dönmüş olacaktır. O karısının kadınlığından
istifadeye, velayeti altındaki kadının kadınlığını temlik etme karşılığında
malik olmuştur. Bu, her iki kadın için de zulümdür ve nikâhlarını faydalanacakları
bir mehirden hali kılmaktır.
Bu mâna dil açısından
da uygundur. Çünkü Araplar, emirden hali bir memleket için: "beled şâgir
min emir", sahipleri olmayan bir yurt (ev) için de: "dar şâgıra"
derler. Köpek ayağını kaldırıp işediğinde "şagara'l-kelb" derler.
Eğer bu durumda mehir
belirlerlerse asıl mahzur ortadan kalkar ve geride sadece herbirinin diğerine
karşı akdi bozmayacak bir şart ileri sürmüş olmaları kalır ki (bunun da bir
zararı olmaz.) İmam Ahmed'in ifadesi böyledir.
Ayırıma gidenler ise
şöyle demişlerdir: "Mehir belirleme yanında 'her birinin kadınlığından
istifade keyfiyeti, diğerinin mehri olsun' derlerse, akit fasid olur. Çünkü
mehri kendisine dönmez ve kadınlığı hak sahibi olmayana ait bulunur. Eğer böyle
söylemezlerse akit sahih olur." İmam Ahmed'in usûlüne göre şu netice
çıkar: Onlar ne zaman bir şekilde bir akit yapsalar ve bunu dilleri üe
söylemeseler de akit sahih olmaz. Çünkü akitlerde muteber olan, maksatlardır,
örfen şart koşulan şey, sözlü olarak da şart koşulmuş gibidir. Dolayısıyla bu
şartın bulunması, üzerinde anlaşılması ve niyeti ile akit bâtıl olur. Eğer her
biri için emsal mehri belirtilirse, akit sahih olur. Böylece yasağın hikmeti
ve konu ile ilgili hadislerin ittifakı ortaya çıkar. [590]
Hülle nikâhına
gelince, Müsned ve Tirmizî'de İbn Mes'ûd'dan yapılar rivayette, Hz.
Peygamber'in, (s.a.) hülle yapana da, yapılana da lanet ettiğ belirtilir.[591]
Tirmizî, bu hadisin hasen—sahih olduğunu söyler.
Müsned'de merfû olarak
rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinde de; "Al lah hülle yapana da, yapılana
da lanet eder (veya etsin)." buyrulur.[592]
İsnâ di hasendir.
Yine Müsned'Ğe Hz.
Ali'den de aynı rivayet nakledilir[593]
İbn Mâce'deki Ukbe b.
Âmir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) "Size iğ reti tekeyi haber vereyim
mi?" dedi. Ashab: "Evet (bildir), ya Rasûlallah!' dediler. Buyurdu:
"Helâl kılmak için evlenen kimsedir. Allah buna da, o ko caya da lanet
etsin."[594]
Bu dört büyük sahabî,
Hz, Peygamber'in (s.a.) hullecilere, hem yapan hem de yapılana lanette
bulunduğuna şahitlik etmişlerdir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hadislerindeki ifadesi ya, Allah'tan bir habeı dir ve var olan laneti
bildirmektedir, ya da "lanet etsin" şeklinde bedduadu Bu da
(peygamber duası olması hasebiyle) kesinlikle müstecab dir duadır. B
hulleciliğin, işleyeni mel'un sayılan büyük günahlardan (kebâir) olduğunu ifad
eder. Medine âlimleri, hadis ehli ve fukahasına göre, hulleciliğin böyle ifad
edilerek, karşılıklı, anlaşarak ya da içinde saklanarak (kasıt) yapılması an
sında bir fark yoktur. Çünkü akitlerde muteber olan kasıtlardır. Ameller, n
yetlere göredir. Tarafların danışıklı olarak üzerinde anlaştıkları bir şart,
if; de edilmese bile aynen açıksa söylenmi'ş gibidir. Sözler, o şeylere
söylemiş o mak için değil, bir takım mânaları göstermek için kullanılır. Mâna
ve mal satlar açıksa, söylenen sözler dikkate alınmaz. Çünkü sözler, vasıtadır
ve (oı larla ulaşılmak istenen) amaçlar gerçekleşmiştir. Şu halde üzerine
gerekli hı kümlere de etkisini gösterecektir. [595]
Mut'a nikâhına
gelince, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu Fetih senesinde helâl kıldığı sabittir.
Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih senesinde onu yasakladığı da sabittir.[596]
Mut'a nikâhını, Hayber gününde yasakladığı veya yasaklamadığı hakkında iki
görüş vardır. Sahih olan, yasağın ancak Fetih gününde olmasıdır. Hayber
günündeki yasaklama, sadece evcil eşek etleriyle ilgiliydi. Hz. Ali (r.a.): "Hz.
Peygamber (s.a.) kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını haram kıldı ve evcil eşek
etlerini de Hayber günü haram kıldı." sözünü, (bunları mubah gören) îbn
Abbas'a karşı delil olmak üzere söylemişti. Sonra bazı râ-viler "Hayber
gününde" kaydının, her iki yasaklama için sözkonusü olduğunu zannetmiş ve
hadisi bu mâna ile rivayet etmişlerdir. Sonra bazıları bu iki meseleyi ayırmış
ve "Hayber günü" kaydını öbür şıkka bağlamış, derken Hz. Ali'nin sözü
"Hayber gününde Rasûlullah (s.a.) müt'a nikâhı yapılmasını yasakladı.
Evcil eşek etlerini de yasakladı." şekline dönmüştür. Daha önce Mekke'nin
fethi bahsinde de izah edildiği gibi, Hz. Ali'nin sözünde, aslında Hayber günü
evcil eşek etinin haram kılınması konusu vardır. Müt'anın, Hayber günü haram
kılındığına dair bir açıklama yoktur.
îbn Mes'ûd'un sözünün
zahirinden, müt'anın mubah olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Sahihayn 'daki
rivayetinde şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte
savaşıyorduk. Yanımızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üzerine: Ya Rasûlallah!
Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Hz. Peygamber (s.a.) bize bunu yasakladı.
Sonra bize elbise karşılığında belli bir müddetle kadın nikahlamamıza izin
verdi." Sonra Abdullah b. Mes'ûd, şu âyeti okudu: "Ey iman edenler!
Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin ve
haddi aşmayın. Doğrusu Allah, haddi aşanları sevmez. "[597]
Ai .ak Sahihayn'da Hz.
Ali'den, (s.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.) müt'a nikâhını haram kıldığı rivayeti
sabittir.
Bu haram kılma olayı,
mubah kılmadan sonra olmalıdır. Aksi takdirde nesh hâdisesinin iki defa vuku
bulması lâzım gel;r. Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas'a karşı bunu (neshi) delil
getirmiştir. Ancak şu düşünülebilir: Acaba müt'anın haram kılınması, kesinkes
onu haram kılmak şeklinde midir? Yoksa ölü eti ve kan veya cariye ile
evlenmenin haram kılınması gibi midir ki zaruret ve sıkıntıya düşme gibi
hallerde mubah olsun? İbn Abbas'ın böyle düşünmesi ve zaruretten dolayı fetva
vermesi, işte bu mülâhazadan ötürüdür. Şartların müsait hale geldiğini ve zaruret
durumunun ortadan kalktığını görünce müt'anın helâl olduğuna dair fetva vermeyi
artık kesmiş ve görüşünden dönmüştür. [598]
İhramımın nikâhı
hakkında Müslim'de Osman b. Affân (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.)
şöyle buyurduğu sabittir: "İhramda olan bir kimse ne nikâh yapabilir ne de
nikâhlanabilir."[599]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Meymûne validemizi ihramlı iken mi, ihramsız iken mi nikahladığı
konusunda ihtilâf edilmiştir. îbn Abbas: "Onu ihramlı iken
nikahladı." derken, Ebu Râfi': "Onu ihramlı değilken nikahladı. Ben
de aralarında elçi idim." diyor.[600] Ebu
Râfi'in bu sözü, birçok yönden tercihe şayandır. Şöyle ki:
1— Ebu Râfi'
o sırada yetişkin bir adamdı. İbn Abbas ise, henüz bulûğ çağına ulaşmamıştı, on
yaşlarmdaydı. Buna göre Ebu Râfi'in hâdiseyi kavraması daha güçlü oluyordu.
2— Ebu
Râfi', Hz. Peygamber (s.a.) ile Meymûne arasında elçi idi ve olay onun
etrafında dolaşıp duruyordu. Dolayısıyla konuya, İbn Abbas'tan daha iyi vâkıf
olacağı şüphesizdir. Nitekim kendisi de, olayı bizzat yaşayan ve yakînen bilen
biri sıfatıyla buna işaret etmiştir. Hâdiseyi başkasından nak-letmemiş, bizzat
yaşamıştır.
3— İbn
Abbas, bu umrede Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber değildi. Çünkü bu, kaza
umresiydi ve İbn Abbas, o sırada Allah'ın kendilerini (Mekke'de kalmada) mazur
kabul ettiği mustad'afîn zümresinden, çocuklardandı. Bu olayda bulunmamış,
sadece başkalarından işitmişti.
4— Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdiğinde önce
Kabe'yi tavaf etmiş, sonra Safa—Merve arasında sa'y yapmış, tıraş olmuş ve
sonra ihramdan çıkmıştır.
Şurası malumdur ki, Hz
Peygamber (s.a.) onunla yolda evlenmemiş, tavaftan önce nikâhla da işe
başlamamıştır. Tavaf ânında da nikâh olmaz. Bütün bunlardan, nikâhın, ihramlı
iken akdedilmediği ve Ebu Râfi'in sözünün kesin olarak doğru olduğu ortaya
çıkar.
5— Ashab, bu
konuda İbn Abbas'ın (r.a.) yanıldığını söylemiş, Ebu Râfı'i hatalı bulan
olmamıştır.
6— Ebu
Râfi'in sözü, Hz. Peygamber'in (s.a.), "ihramhya getirdiği nikâh
yasağına" uygun düşer. İbn Abbas'ın sözü ise, bu yasakla çelişir. Bu durumda
îbn Abbas'ın sözü, ya yasağın neshini ya da ihramlı iken nikâhın caiz olması
keyfiyetinin, sadece Hz. Peygamber'e has bir özellik olmasını gerektirir;
bunların her ikisi de asla muhaliftir, delili yoktur, dolayısıyla kabul edilmez.
7—
Meymûne'nin (r.anha) kız kardeşinin oğlu Yezid b. el-Asamm, Hz. Peygamber'in
(s.a.) onu ihramlı değilken nikahladığına şahidlik etmiş ve: "(Meymüne),
benim ve îbn Abbas'ın teyzesiydi." demiştir. Bunu Müslim nak-Ietmiştir.[601]
AHah Teâlâ, zina eden
kadınla evlenmenin haram kılındığını Nûr sûresinde açıkça bildirmiş ve onu
nikahlayan erkeğin, zinakâr ya da müşrik olduğunu haber vermiştir. Çünkü böyle
bir evlilikte bulunan kimse, Allah'ın bu hükmüne ya inanmış ve bunun kendi üzerine
vacip olduğuna itikat etmiştir ya da buna iman etmemiştir. Eğer benimsememiş ve
inanmamışsa, o müşriktir. Benimsediği, vücubuna inandığı halde muhalefet
etmişse, o da zinakâr-dır. Allah, âyetin sonunda: "Böyleleriyle evlenmek
bu mü'minlere haram kılınmıştır."[602]
buyurarak zina eden bir kadınla evlenmenin haramlığını açıkça belirtmiştir.
Âyetin,
"İçinizden evli olmayanları evlendirin..."[603]
âyeti ile neshedil-diğini söylemek, son derece zayıf bir görüştür. Bundan daha
da zayıfı âyetteki nikâh "lâ yenkıhu" kelimesine, "lâ
yeznî" şeklinde zina mânası vermektir. Bu takdirde âyetin mânası şöyle
olacaktır: Zina eden bir erkek, ancak zinakâr ya da müşrik bir kadınla zina
eder. Zina eden bir kadın da, ancak zinakâr ya da müşrik bir erkekle zina eder. Allah kelâmının
bu tür saçmalıklardan korunması gerekir.
Âyetteki yasağın,
"müşrik fahişe kadın" şeklinde yorumlanması ise, âyetin lafzına,
siyah ve sibakına son derece uzaktır. Böyle bir yorum nasıl yapılabilir? Çünkü
Allah Teâlâ, hür kadınların ve cariyelerin mikâhını, ihsan yani iffetli
olmaları şartıyla mubah kılmış ve; "...Öyle ise iffetli yaşamaları,zi-na
etmemeleri ve gizli dost da tutmuş olmamaları şartıyla, velilerinin izniyle
onları nikahlayıp alın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin..."[604] buyurmuş
ve onlarla evlenmenin meşruluğunu sadece bu şartlara bağlamıştır. Bu, mefhûm-u
muhalefetin delâleti kabilinden de değildir. Çünkü kadınların kadınlığından
istifadede asıl olan haramlıktır. Mübahlığı sadece şeriatın delil getirdiği
yerlere hasredilir, hakkında delil olmayan diğerlerinin hükmü ise asıl olan
haramlık üzere kalır.
Yine Allah Teâlâ:
"Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara mahsustur.
"[605]buyurmaktadır. Âyetteki
kötü (habis) kadınlardan maksat, zina eden kadınlardır. Bu da onlarla evlenen
erkeklerin de onlar gibi zinakâr (habis) olmalarını gerektirir.
Yine en iğrenç
çirkinliklerden biri de, erkeğin, fahişe bir kadının kocası olmasıdır. Bunun
çirkinliği halk nazarında yerleşmiştir ve onlara göre böylesi bir koca, her türlü
küfre lâyıktır. Sonra fahişenin, kocasının yatağı a ihanet etmeyeceğinden,
başkalarından aldığı çocukları ona yüklemeyeceğinden emin olunamaz. Dolayısıyla
haramlık haddizatında sabit olur.
Yine biliyoruz ki, Hz.
Peygamber (s.a.) bir erkekle, zinadan hamile bulduğu karısının aralarını
ayırmıştır,
Mersed b. Ebî Mersed
el-Ganevî, bir fahişe olan Anâk ile evlenmek için izin istemişti. Hz. Peygamber
(s.a.) de ona, Nûr süresindeki âyeti (24/3) okumuş ve: "Onu
nikahlama!" buyurmuştu"[606]
Nilcâhı altında
dörtten fazla kadın bulunan ya da iki kızkardeşle evli olan birisinin müslüman
olması durumunda verdiği hükmü:
Tirmizî, îbn Ömer'den
rivayet eder: Gaylân[607] on
kadınla evli iken müs-Iüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "İçlerinden
dört tanesini seç." başka bir rivayette de: "Ve diğerlerinden
ayrıl" buyurdu.[608]
Feyrûz ed-Deylemî, iki
kız kardeşle evli iken müslüman olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine:
"Hangisini istersen onu seç." buyurdu.[609]
Bu hüküm, kâfirlerin
nikâhının sahih olduğunu ve bu durumda olanların, önceki—sonraki ayırımı
yapmaksızın seçimde bulunma hakkının kendilerine ait olduğunu ifade eder. Bu
cumhur ulemanın görüşüdür. Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer kadınların hepsini
tek bir akitle nikâhlamışsa, hepsinin nikâhı bozulur. Eğer arka arkaya
(sırayla) nikâhlamışsa ilk dördünün nikâhı sabit, sonrakilerin nikâhları ise
fasid olur. Seçme hakkı verilmez.
Hz. Peygamber {s.a.),
efendisinin izni olmadan evlenen (erkek) kölenin zinakâr olduğuna hükmetmiştir.
Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söyler.[610]
Hişâm b. Muğîre
oğulları, Ebu Cehil'in kızını Hz. Ali ile evlendirmek üzere Hz. Peygamber'den
(s.a.) izin istediler, buna izin vermedi ve şöyle buyurdu: "Ebu Talib'in
oğlu kızımı boşamak ve kızlarını nikahlamak istiyorsa o başka! Biliniz ki,
Fâtıma benim bir parçamdir; Onu huzursuz eden şey, beni de huzursuz eder. Ona
eziyet veren şey, bana da eziyet verir. Ben Fatıma'-nın dini hususunda fitneye
uğrayacağından korkarım. Şüphesiz ben, haramı helâl, helâli da haram kılıyor
değilim. Fakat, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü'nün kızıyla, Allah'ın
düşmanının kızı ebediyyen bir araya gejemez."
Hadisin başka bir
rivayetinde de, Hz. Peygamber (s.a.), bir damadını andı, ona övgüde bulundu ve:
"O benimle konuştu, bana doğruyu söyledi; bana vaadettî, sözünü yerine
getirdi." buyurdu.[611]
Bu hadis, çeşitli
hükümler içerir:
1— Kişi, karısının üzerine evlenmeyeceğine dair
söz vermişse, bu şarta uyması gerekir. Ne zaman evlenirse, kadının nikâhı
feshetme hakkı vardır. Hadisin bu hükmü içeriş şekli şöyledir: Hz. Peygamber
(s.a.) Hz. Ali'nin (r.a.) yapacağı bu evliliğin Fâtıma'ya eziyet vereceğini,
onu huzursuz edeceğini, kendisinin de aynı şekilde bundan huzursuz olacağını
ve eza duyacağını haber vermiştir. Şu kesin olarak bilinmektedir ki, Hz.
Peygamber (s.a.), Fatıma'yı (r.anha) Hz. Ali'ye verirken —her ne kadar akdin
özünde şart koşulmuş değilse de— gerek kendisini ve gerekse babasını huzursuz
etmemek, kendilerine eziyet etmemek üzere vermiştir. Dolayısıyla, akdin
zımnında bu şart vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.), öbür damadını anması, ona
övgüde bulunması ve hakkında; "O benimle konuştu, bana doğruyu söyledi;
bana vaadetti, sözünü yerine getirdi." buyurması, Hz. Ali (r.a.) için bir
tariz ve onun gibi davranması için bir teşvik ve telkindir. Bundan Fâtıma'yı
ve babasını huzursuz etmeyeceğine, onlara eza vermeyeceğine dair bir vaadin
bulunduğu Hz. Peygamber'in (s.a.) —diğer damadının sözünde durduğu gibi— Hz.
Ali'nin de sözünde durması için ona bir teşvik ve telkinde bulunduğu anlaşılır.
2— Hadisten,
"Örfen şart olan şey, sözlü olarak şart koşulmuş gibidir, bulunmadığında
ise karşı taraf için feshetme hakkı doğar." kaidesi de çıkar. Farzedilse
ki, bir kavim âdet olarak kadınlarını kendi yurtlarından dışarı çıkarmazlar ve
kocalara asla böyle bir imkân tanımazlar. Bu âdetleri de hep böyle sürer gider.
Bu durumda kadınlarının âdeten yurtlarından çıkarılmaması şartı sözlü olarak
belirlenmiş şart gibi olur. Bu, Medine uleması ile İmam Ahmed'in "örfî
şart, sözlü şart gibidir." şeklindeki kaidelerine uygun düşer. Bu kaideden
hareketledir ki onlar, bir kimsenin, ücretle iş yaptıkları bilinen çamaşır
yıkayıcıya veya çamaşır ağartıcısına elbise vermesi, fırıncıya hamur vermesi,
aşçıya yemek malzemesi vermesi, hamama girmesi ve işi ücretle yıkamak olan
birisini istihdam etmesi vb. durumlarda —ücretten söz etmese bile— hep emsal
ücret ödemesi gerekeceğini söylemişlerdir. Buna göre, farzedilse ki falanca
ailenin kadınları üzerine kocaları evlenemezler ve onlar kocalara bu imkânı
vermezler, âdetleri öteden beri hep böyle süregelmiştir; bu durumda evlilik
sırasında üzerine evlenmeme şartı, sanki sözlü olarak şarl koşulmuş hükmünde
olur.
Yine aynı şekilde
şerefi, soyu ve celâleti İle üzerine kuma getirilmesine asla izin vermeyeceği
âdeten belli olan kadınlardan biri ile evleniliyorsa, üzerine evlenmeme şartı
sanki sözlü olarak zikredilmiş mesabesinde olur.
Buna göre, bütün
kadınların efendisi ve lüm Âdemoğullarının efendisinin kızı, bu hakka diğer
kadınlardan daha lâyıktır. Şayet Hz. Ali akit sırasında bu şartı sözlü olarak
kabullenseydi, bu sadece bir tekid olurdu. Yeni bir şey getirmiş olmazdı.
Hz. Fâtıma ile Ebu
Cehil'in kızının Hz. Ali'nin nikâhı altında bir araya gelmesine mâni olmada
ince bir nükte daha vardır: Şöyle ki, bir kadın her ne kadar kendisi açısından
yüksek dereceye sahip birisi olsa da, kocasına tâbi olması hasebiyle onun
derecesinde onunla birlikte olur. Hz. Fâtıma, hem kendisi hem kocası itibarıyla
yüksek derecede bulunuyordu. Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'nin durumu bu idi. Allah
herhalde Ebu Cehil'in kızım, ne kendisi, ne de (kocasına) tâbi olarak Hz.
Fâtıma ile aynı derecede tutacak değildi. Aralarında bu kadar fark vardı.
Dolayısıyla onun, bütün dünya kadınlarının efendisi Hz. Fâtıma üstüne
evlenmesi ne şer'an ne de onun kadri, şerefi itibarıyla hoş bir şey değildi.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a yemin ederim ki, Allah Rasûlü'nün
kızı ile Allah düşmanının kızı ebediyyen bir araya gelmez." sözüyle bu
hususa işaret buyurmuştur. [612]
Allah Teâlâ'nm,
Peygamberinin (s.a.) diliyle ev ğı kadınlar şunlardır:
1— Anneler:
Allah Teâla, anneleri haram kılmıştır. Bunlar ister baba, ister anne yolu ile
olun, kendisi ile kişi arasında doğurma (annelik) ilişkisi olan kimselerdir.
Anneler, yukarıda doğru kadın ve erkek tarafından olan babalarının, dedelerinin
anneleri gibi.
2— Kızlar: Kızları haram kılmıştır. Bunlar
kişiye doğum (Had) yolu ile bağlanan kadınlardır. Kendi sulbünden olan kızları,
kızlarının kızları, oğullarının kızları. Ne kadar aşağı inerse insin:
3— Kızkardeşler: Her cihetten öz, anne-baba bir
kız kardeşler.
4— Halalar:
Bunlar her cihetten yukarı doğru babaların kız kardeşleridirler.
Amcanın halasına
gelince; eğer amca, baba bir amca ise o zaman onun halası kendi babasının da
halasıdır. Eğer amca, anne bir amca ise, bu takdirde halası kişiye yabancı
sayılır, evlenilmesi haram olan "halalar" kapsamına girmez.
Annenin halasına gelince;
babanın halası gibi annesinin halası da evlenilmesi haram olan
"halalar" kapsamına girer.
5— Teyzeler:
Bunlar annelerin ve yukarı doğru babaların annelerinin kız kardeşleridir.
Halanın teyzesine
gelince; eğer hala baba bir ise, teyzesi yabancıdır. Eğer anne bir hala ise,
teyzesi haramdır. Çünkü o da teyzesi sayılır.
Teyzenin halası; eğer
teyze hala ile bir anneden ise, onun halası yabancı sayılır. Eğer baba bir ise,
bu takdirde teyzenin halası haramdır. Çünkü annenin halası olur.
6— Kardeş kızları: Erkek kardeşin kızlarını, kız
kardeşin kızlarını haram kılmıştır. "Kardeş" tâbiri, her cihetten
olan erkek ve kız kardeşi ve aşağı doğru onların kızlarını içine alır.
7— Süt anne: Süt anneyi haram kılmıştır. Süt
anne tâbiri yukarı doğru anne ve baba tarafından olan anneleri de kapsar.
Emziren kadın, çocuğun annesi olunca, sütün sahibi de —ki kocadır veya cariye
ise efendidir— babası olur. Süt babanın babaları da dedeleri olur. Allah
Teâlâ, babaya ait sütü emziren kadının anne oluşunu ifade etmekle, evleviyet
yoluyla sütün sahibinin baba olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü süt onundur ve
onun cinsel ilişkide bulunması neticesinde oluşmuştur. Bu yüzdendir ki Hz.
Peygamber (s.a.) leben-i fahlin (süt baba) haramlığına hükmetmiştir. Böylece
nassla ve nassın işareti ile süt haramlığının süt anne ve süt babaya geçtiği,
emen çocuğun onların bir çocuğu olduğu, kendilerinin de onun ebeveyni
oldukları sabit olmuş olur. Bundan da ebevyenin erkek ve kız kardeşlerinin süt
çocuğunun teyzeleri ve halaları (aynı zamanda dayıları ve.amcaları) oldukları;
oğullarının ve kızlarının süt çocuğunun kız veya erkek kardeşleri oldukları
neticesi zaruri olarak ortaya çıkar. Yüce Allah "Süt kız
kardeşleriniz" (4/22) buyruğu ile, süt haramlığının, süt ebeveynin erkek
ve kız çocuklarına intikal ettiği ve böylece süt kardeşliğinin oluştuğu gibi,
erkek ve kız kardeşlerine de geçeceğine tenbihte bulunmuştur. Süt ebeveynin
dayıları ve teyzeleri, süt çocuğun da dayıları ve teyzeleri (onların amcaları
ve halaları) süt çocuğun da amca ve halalarıdır. Birincisi nass yoluyla,
ikincisi ise nassın işareti iledir. Nitekim haram-lığın anneyi kapsayışı nass
yoluyla, babayı kapsayışı ise nassın işareti (tenbi-hi) iledir.
Bu (delâlet
şekilleri), Kur'an'da mevcut akıllara durgunluk verecek ve şaşmaz bir yoldur,
bunlara ancak Kur'an'ın manasının derinliklerine, delâlet yönlerinin
enginliklerine dalabilenler vâkıf olabilir. İşte bu noktadan hareketledir ki,
Hz. Peygmaber (s.a.): "Nesebten dolayı haram olan her şey, sütten ötürü
de haram olur."[613]
diye hükmetmiştir.
Ancak delâlet şekli
iki türlüdür: Gizli ve açık. Allah, beyanın tamamlanması, karışıklığın
(iltibas) giderilmesi için her iki delâleti de ümmete müyesser kılmıştır. Ne
var ki gizli delâlet şekillerini anlamaktan âciz olanlar, ancak açık ve celî
olan delâlet şekillerine vâkıf olabilirler.
8— Karılarınızın anneleri: Buna kadının (hanım)
yukarı doğru neseb ya da süt anneleri girer. Zifaf ister olsun, ister olmasın
farketmez. Çünkü zifaf olmasa bile mücerred nikâhla "kanlarınız"
ifadesi kapsamına girmektedirler,
9— Üvey
kızlar: Allah Teâlâ, kocalarının yanında kalan ve kendileriyle zifaf vâki olmuş
hanımların (başka kocadan olan) kızlarını da haram kılmıştır. Bunların
içerisine üvey kızlar girdiği gibi kızlarının kızları, oğullarının kızları da
girer. Çünkü bunlar da "rabâib- üvey kızlar" kelimesinin kapsamı
içindedirler.
Üvey kızlar haram
kılınırken iki kayıt getirilmiştir: 1) Kocaların yanlarında (bakımları
altında) kalmaları, 2) Anneleri ile gerdeğe girilmiş olması. Zifaf vâki
olmadığı sürece haramlık sabit olmamaktadır. Ayrılık ister ölümle ister
talâkla olsun, farketmez. Nassın gereği budur.
Zeyd b. Sabit ve ona
katılanlar ile bir rivayette Ahmed b. Hanbel, üvey kızın haramlığı konusunda:
"Annesinin ölümü, kendisi ile zifafa girilme hükmündedir. Çünkü ölüm,
mehrin ödenmesi, iddet bekleme ve vâris olma gibi hükümleri de
gerektirmektedir. Dolayısıyla "zifaf" hükmündedir." demişlerdir.
Cumhur bu görüşe katılmamış ve: "ölen kadınla (anne) zifaf vâki olmamıştır,
dolayısıyla (üvey kız) haram olmaz. Allah, haramlığı zifafa bağlamış ve zifaf
vukubulmadığı zaman haramlığın da olmayacağını açıkça belirtmiştir."
demişlerdir.
Üvey kızın kocanın
yanında, onun bakımında olması kaydına gelince: bu, ihtirazı bir kayıt
değildir. Üvey kızlar genellikle annelerinin, dolayısıyla da kocanın yanında
kalırlar. Bu yüzden de haramlığı için bir şart olarak değil de vakıanın
yansıtılması kabilinden zikredilmiştir: "Çocuklarınızı açlık korkusundan
öldürmeyiniz. "[614]âyetindeki
kayıt gibidir. (Açlık korkusu kaydı o zaman bunun yaygın olmasındandır.) Buna
göre âyetin anlamı şu şekildedir: "Genellikle yanınızda kalmakta olan
üvey kızlarınız... size haram kılındı."
Bu kaydın
zikredilmesinde, ayrıca güzel bir fayda da vardır. O da üvey kızların,
kocaların (babalıklarının) yanında kalmalarının caiz olmasıdır. Böylece
kocanın üvey kızını kendisinden uzaklaştırmasının, birlikte yemekten,
yolculuğa çıkmaktan, başbaşa kalmaktan
kaçınmasının gerekmeyeceği anlaşılır.
Bazı zahirî âlimleri
bunu anlayamamış ve üvey kızın haram olması için kocanın (babalığı) yanında
bulunmasının şart olduğunu söylemiştir.
Allah Teâlâ, kızın
haram olması için annesi ile zifaf vâki olmasını şart koşmuş, karının annesinin
haramlığını ise mutlak olarak zikretmiş ve zifaf şartına bağlamamıştır. Bundan hareketle
sahabe ve daha sonra gelen âlimlerin çoğunluğu: "Kız üzerine akdedilen
mücerred nikâhla —zifaf, ister olsun ister olmasın—, annesi haram olur. Anne
üzerine akdedilen nikâhla ise, zifaf vâki olmadıkça kızı haram olmaz. Allah'ın
kayıtlamadığını (mübhem. bıraktığını) siz de kayıtlamayınız."
demişlerdir.
Bazıları ise*' = kendileriyle gerdeğe
girdiğiniz kadınlarınız"
kaydının, birinci ve ikinci kez zikredilen = kadınlarınız" kelimesinin
sıfatı olduğu ve annenin, ancak kızı ile gerdeğe girilmesi durumunda haram
olacağı zehabına kapılmışlardır ki; kelâmın akışı, sıfat ile mevsufu arasına
matufun girmiş olması; sıfatı, açıklanma durumu hariç, muzafa değil de muzaafun
ileyhe tahsis etmenin imkânsız oluşu bu görüşü reddeder. Çünkü " =
Zeyd'in akıllı kölesine uğradım." (Akıllı Zeyd'in... değil) denildiğinde,
kelimesi Zeyd'in değil " = köle" kelimesinin sıfatıdır. Karışıklığı
önleyecek bir karine bulunmadıkça bu böyledir. misalinde kelimesi, müennes
olduğu için Hind'in sıfatı olduğuna karinedir. Böyle bir karine yoksa sıfat hep
muzaafa tahsis edilir.
ibaresinin; hükmü,
müteallaki, âmili farklı farklı olan iki mevsûfa tek bir sıfat kılınması
keyfiyeti de bu görüşü reddeden başka bir husustur.
Sonra, sıfatın hemen
önünde bulunan mevsûfa tahsisi, bitişik (yakın) oluşundan dolayı daha
uygundur. Komşuluk hakkı, uzağa hamledilmesini zarurî kılan bir durum
olmadıkça bunu gerektirir.
Soru:
"Karısı" olmadığı halde, ilişkide bulunduğu cariyesinin kızını
"üvey kız" kapsamına nereden sokuyorsunuz?
Cevap: Odalık
(cariye), bazan "kişinin kadınları" cümlesine girer. Nitekim
"Kadınlarınız sizin tarlamzdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle
varın."[615]; "Oruç tuttuğunuz
günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size
helâl kılındı."[616]
"Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin."[617]
âyet-lerindeki cariyeler de "kanlar" kelimesinin kapsamı içindedir.
Soru: Bu takdirde
cariyelerin de "Karılarınızın anaları... size haram kılındı."[618]
âyeti kapsamına girmesi ve cariyesinin anasının efendisine haram olması
gerekir.
Cevap: Evet! Biz de
öyle söylüyoruz. Eğer cariyesi ile ilişkide bulunursa, cariyenin anası ve kızı
efendiye haram olur.
Soru: Bizzat siz,
ananın haram olması için kız ile zifafa girme şartı yoktur, diyorsunuz, sonra
nasıl oluyor da burada şart koşuyorsunuz?
Cevap: Cariyenin
"kanlarınız" sözünün kapsamına girebilmesi için onunla ilişkide
bulunması şarttır. Çünkü zevce, sadece akitle hanımı olur. Cariye ise öyle
değildir. Onunla ilişkide bulunmadıkça "karıları" kapsamına girmez.
Cinsel ilişkide bulununca kansı olur ve onun anası ve kızı kendisine haram
olur.
Soru: Cariyeyi
muharremât âyetindeki "karılarınız" kapsamına sokuyorsunuz da, niçin
zıhâr ve îlâ âyetlerindeki "kadınları" kapsamına sokmuyorsunuz?
Cevap: Âyetin siyakı
ve sibakı ve işin gerçeği buna mâni olmaktadır. Çünkü zıhâr, onlara göre
talâktı. Talâkın mahalli ise zevcelerdir, cariyeler değildir. Allah zıhârın
hükmünü talâktan, keffaretle izale edilen haramhğa nak-letmiştir. Yani hükmü
nakletmiş, fakat hükmün mahallini korumuştur. îlâ'-ya gelince, onun mahallinin
zevceler olduğu sarihtir. Zira Allah Teâlâ: "Kadınlarından uzak kalmaya
yemin (îlâ) edenler için, dört ay beklemek vardır. Eğer (bu müddet içerisinde
onlara) dönerlerse, şüphesiz Allah bolca bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer
(yeminden dönmeyip) boşamaya karar verirlerse (ayrılırlar). Biliniz ki, Allah
işitir ve bilir."[619]
buyurmuş ve böylece mahallin zevceler olduğunu bildirmiştir.
10—
Oğulların helâlleri: Allah Teâlâ, oğulların helâllerini de haram kılmıştır.
Bunlar oğulların nikâhla ya da mülkiyet yolu ile ilişkide bulundukları kadınlar
(eşleri ve cariyeleredir. Çünkü âyette geçen halîle kelimesi "helâl
kılınmış kadın = helâli" anlamındadır. Bu kelimenin kapsamına kendi oğlunun
oğlundan ve kızından torununun eşleri ve cariyeleri de girer. Ayetteki " = kendi sulbünüzden olan" kaydı
ile, evlatlık yoluyla ediniIen oğul (eş ve cariyesi) bu hükmün kapsamı dışında
bırakılmıştır. Kayıt ihtirazıdır. Evlatlığı hükmünden çıkarmak için
zikredilmiştir.
Süt oğulun eşine
gelince, bu konuda dört imam ve onların görüşünde olanlar, bunu da
"Oğullarınızın eş ve cariyeleri" âyetinin kapsamına dahil etmişler,
"kendi sulbünüzden olan" kaydından dola*yı kapsam dışı tutmamışlardır.
Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Neseb dolayısı ile haram kıldığınızı,
sütten ötürü de haram kılınız. "[620]
hadisini delil olarak kullanmışlar ve: "Bu eş ya da cariye, eğer nesebten
dolayı oğulun eş ya da cariyesi olsaydı, haram olurdu. Öyle ise süt oğulun eşi
ya da cariyesi olması durumunda da haram olur. Âyetteki kayıtlama, sadece
evlatlık yoluyla edinilen oğulu kapsam dışına çıkarmak içindir, başkası için
değil." diyerek neseb sebebiyle haram olanın benzerini süt yolu ile de
haram kılmışlardır.
Bu konuda diğerleri
onlara katılmadılar ve: "Süt oğulun eşi ya da cariyesi haram olmaz. Çünkü
o, kendi sulbünden değildir. Âyetteki kayıtlama, evlatlığın eş veya cariyesini
kapsam dışına çıkardığı gibi, süt oğulun eş veya cariyesini de kapsam dışına
çıkarır. Aralarında bir fark yoktur. Bunlar: Hz. Peygamber'in (s.a.),
"Neseb dolayısı ile haram olan, sütten ötürü de haram olur." hadisine
gelince; o bizim en büyük delilimiz ve dayanağımızdır, derler. Çünkü baba ve
oğulların eş ya da cariyelerinin haram olması sıhriyet (evlilik) yüzündendir,
nesebten dolayı değildir. Hz. Peygamber (s.a.) süt haram-lığım sadece nesebten
haram olan benzerlerine (nazîr) hasretmiş, sıhriyetten olan denklerine haramhğı
bağlamamıştır. Haram konularında sadece nassın bulunduğu konularla yetinmek
vaciptir.
Yine bunlar şöyle
diyorlar: Süt dolayısı iîe haramlık, sıhriyet haramhğı üzerine değil, neseb
haramhğı üzerine bina edilmiştir. Sıhriyet haramhğı, baş-lıbaşına kâim bir
asıldır. Allah Teâlâ kitabında, süt haramiığına sadece neseb cihetinden temas
etmiş, asla onun haramiığına sıhriyet açısından ne bir nass, ne bir ima ve
işaret, hiçbir şeyle tenbihte (işarette) bulunmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.) de
nesebden dolayı haram olanın, sütten ötürü de haram kılınmasını emir
buyurmuştur. Bu emirde, sıhriyet yoluyla haram olanın sütten dolayı haram
olmayacağına irşad ve işaret vardır. Şayet haramhğın, nesebe hasredilmesini
istemiş olmasaydı, o zaman: Nesebten ve sıhriyetten dolayı haram olanı haram
kılınız, buyururdu.
Yine şöyle derler: Süt
emme (radfi) nesebe benzetilmiştir. Bu yüzden de sadece bazı hükümleri
almıştır: Haramlık ve mahremiyet gibi. Ama, miras,
nafaka ve diğer neseb ahkâmını
almamıştır. Çünkü (radâ) süt emme zayıf bir neseptir. Zayıflığı sebebiyle de
neseb ahkâmının ancak bazısını almış, diğer hükümlerini yüklenecek güçte
olmamıştır. O, sıhriyetten çok, nesebe benzemektedir. Bu durumda kendi benzeri
ve eşinin hükümlerini üstlenmeden zayıf kalan rada, nasıl olur da sıhriyet
ahkâmını da üstelenecek kadar güçlü olabilir?
Sıhriyet ve rada (süt
emme) arasında ise, ne neseb ne de neseb şüphesi, ne cüzîlik ne de bağlantılı
hiçbir ilişki yoktur. Diyorlar ki: Şayet sıhriyet haramhğı sabit olsaydı,
Allah ve Rasûlü sadra şifa verecek, hüccet getirecek ve mazeret bırakmayacak
şekilde apaçık beyanda bulunurlardı. Beyan Allah'tandır. Tebliğ Rasûlü'ne
aittir. Bize de teslim ve kabul düşer. Bu, konuyla ilgili fikir
yürütebileceğimiz son noktadır. Bu konuda kim bir hüccet ele geçirirse, onu
ortaya koysun ve delil olarak sunsun. Bilsin ki biz, hemen boyun eğecek ve ona
yapışacağız. Doğruya muvaffak kılan Allah Teâlâ'dır.
11—
Babaların eşleri: Yüce Allah, babaların nikahladıkları (burada nikâh cinsel
ilişki anlamındadır) kadınları da oğullara haram kılmıştır. Bunun kapsamına hem
nikâh akdi ile olan eşleri, hem de odalık cariyeleri girer. Yukarı doğru
babaların babalarını, anaların babalarını da içine alır. Âyetteki ( ^iL. iu S'ı ) "Ancak geçmişte olanlar hariç"
ifadesi, yasaklama cümlesinin tüm içeriğinden yani günah ve cezayı gerektiren
haramhktan istisnadır. Allah Teâlâ, Peygamber ve Kitap aracılığı ile haramhğı konusunda
delil vaz'-etmeden önceki cahiliye devri uygulamalarını bundan istisna
etmiştir.
12— Bir
nikâhta iki kız kardeşi tutmak: Yüce Allah, iki kız kardeşin bir nikâhta
toplanmasını haram kılmıştır. Bu hem nikâh akdi, hem de odalık (cariye) edinme
yoluyla olmak üzere her iki türlü toplamayı kapsar. Nitekim haram kılınan
diğer kadınlarla ilgili durum da aynıdır. Bu, sahabe ve daha sonra gelen
ulemanın çoğunluğunun görüşüdür. Doğrusu da budur. Bir grup odalık (cariye)
edinme yoluyla birbirine mahrem olan iki kadının toplanmasının haramhğı
konusunda duraksar ve haramhğı, "Ve onlar ki ırzlarını korurlar; ancak
eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. Doğrusu onlar (bunlarla
ilişkilerinden dolayı da) kınanmazlar." âyetinin umumuna aykırı bulurlar.
Bu yüzden Hz. Osman (r.a.) da: "Onları bir âyet helâl kıldı, bir âyet de
haram kıldı (ne diyeceğimizi bilemiyoruz)." demiştir.
Bir rivayette İmam
Ahmed: "Ben, o haramdır demiyorum. Şu kadar var ki, ondan menederiz."
demiştir. İmam Ahmed'in bazı müntesipleri kendisinden bir rivayet olarak onu
mubah kıldığını söylerler. Doğrusu, o mubah kilmamıştır; ancak Hz. Osman gibi
bir sahabînin tevakkuf ettiği bir konuda, teeddüben "haram" sözünü
kullanmamış, aksine "Ondan menederiz." demeyi tercih etmiştir.
Haramhğa kesin
hükmedenler tahrim âyetini birçok yönden tercih etmişjlerdir:
1) Tahrîm
âyetinde zikri geçen evlenilmesi haram kılınan diğer kadınlar, hem nikâh hem de
cariyelik yoluyla haramlığı kapsamaktadır. Bunun ne ayrıcalığı var ki yalnız
başına ötekilerin durumundan farklı olsun. Eğer ibâha âyeti (23/5-6) toplamayı
helâl kılacaksa, o zaman odalık cariyesinin anasını, babasının ve oğlunun
odalık cariyelerini de kendisine helâl kılmalıdır. Çünkü bunlar arasında
hiçbir fark yoktur. (Hepsi de âyetin umumu içerisine girer.) Oysa ki bu
görüşte olan hiçbir kimse bilinmemektedir.
2) Mülkiyet
yolu ile ibahayı getiren (23/5-6) âyet kesinlikle belli şekillere hastır ve
bunda iki kişi bile ihtilâf etmez. Meselâ kişinin süt annesine, onun kızma, kız
kardeşine, halasına, teyzesine sahip olması gibi hatta imam Mâlik ve Şafiî gibi
yakın akrabalık sebebiyle azadı gerekli görmeyenlere göre neseb kız kardeşine,
halasına ve teyzesine sahip olması
durumunda bunları " =
ellerinizin sahip olduğu kadınlar" ifadesinin umumuna sokarak kişiye
helâl olacaklarını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla tahsis edilmiş
olacağından ayetin umumunun, akid ya da mülkiyet yolu ile onların haramlığının
umumiliğine ters düşeceği söylenemez, tki kız kardeşin bir nikâhta toplanması
hükmü de aynıdır.
3) İbâha âyeti, sadece helâllik cihetini ve
sebebini açıklamaktadır. Helâllik şartlan ve mânileri konularına
değinmemektedir. Tahrim âyetinde ise neseb, radâ (süt emme) sıhriyet vb. gibi
helâlhğa mâni hallerin açıklanması vardır. Dolayısıyla araîannda asla tearuz
(çelişki) yoktur. Aksi takdirde, helâllik şart ve mânileri zikredilen her
âyet, helâlliği gerektiren delile ters düşerdi ki, bu kesinlikle bâtıldır. Bu
gibi durumlarda helâllik şart ve mânilerini zikreden âyetler, helâlliği getiren
âyetin sükût geçtiği şart ve mânileri için beyan kabul edilir.
4) Şayet iki
kız kardeş cariyeyi bir arada mülkiyet yolu ile odalık olarak almak caiz
olsaydı, köle olan anne ile kızı da bir arada almak caiz olurdu. Çünkü tahrim
âyeti her ikisini de aynı şekilde kapsamaktadır. Eğer ibâha âye-finin getirdiği
mübahlık iki kardeş cariyeyi kapsıyorsa, anne ile kızını da kapsar.
5) Nihayet
Hz. Peygamber (s.a.): "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, suyunu iki
kız kardeş rahminde toplamasın. "[621]
buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, suyun toplanması nikâh akdi ile olduğu gibi,
mülkiyet yoluyla da olur. Hadiste mü'minin halinin buna mâni olacağı
belirtilmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.),
bir kadını halası veya teyzesi ile aynı nikâhta toplamanın haramlığma da
hükmetmiştir.[622] Bu haramlık, iki kız
kardeşin bir nikâhta toplanmasının haramlığı aslından alınmıştır. Ancak bu,
gizli bir delâletledir. Hz. Peygamber'in (s.a.) haram kıldığı da, aynen
Allah'ın haram kıldığı gibidir. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) haram kıldığı,
hep Kitâb'ın delâletinden istinbat edilmiştir.
Ashab, Hz.
Peygamber'in (s.a.) buyruklarını, Kur'an'dan istinbat etme hususunda son derece
haristiler. Kim kendisini buna verir, kapısını çalar, kalbini ona açar, güçlü
bir sağduyu, zeki bir kalple buna itina gösterirse; sünnetin tamamının
Kur'an'ın tafsili, delâlet yönlerinin açıklanması ve Allah'ın ondan muradının
ortaya konması olduğunu görecektir. Bu, ilmin en yüce mer-tebesidir. Kim buna
ulaşmişsa, Allah'a hamdetsin. Kim de erişememişse, sadece kendisini, himmetini
ve zaafını kınasın.
İki kız kardeşle, bir
kadının halası ya da teyzesi ile bir arada aynı nikâhta evliliğin haramlığmdan
şu neticeye ulaşılır: Aralarında akrabalık olan iki kadından biri erkek
farzedildiğinde birbirlerine nikâhları düşmüyorsa, böylesi iki kadının
aralarını nikâh ya da odalık yoiu ile cem etmek haramdır. Bunun hiçbir
müstesnası da yoktur. Eğer aralarında akrabalık yoksa, aralannı cem etmek haram
değildir. Ancak mekruh olur mu? İki görüş vardır. Bir kadın ile üvey kızını
bir nikâhta toplamak gibi. (Aralarında akrabalık yoktur. Ama biri erkek
farzedildiğinde birbirlerine de nikâhları, düşmez).
Allah Teâlâ'nm, sözü
edilen haram kadınlarla evliliği ya da odalık edinmeyi haram kılışının genel
kapsamından şu netice de çıkmaktadır: Nikâhı haram olan her kadının, mülkiyet
yolu ile de ilişkisi haramdır. Ehl-i kitab cariyeleri bundan hariçtir. Çünkü
âlimlerin çoğunluğuna göre, ehî-i kitab cariyeleri ile nikâh haramdır.
Mülkiyet ile ilişkisi ise caizdir. Ebu Hanife ise bu iki
sini aynı kabul etmiş, mülkiyet yolu ile
ilişkisi caiz olduğu gibi nikâhının da caiz olduğunu söylemiştir.
Cumhur, Ebu Hanife'ye
karşı şu şekilde delil getirmiştir: Yüce Allah, "İçinizden inanmış, hür
kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan inanmış
genç kızlarınız (olan cariyeleriniz)den alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi
bilir."[623] âyetinde, cariyelerle
nikâhlanmanın ancak iman vasfı ile mubah olacağını beyan buyurmuştur.
"Allah'a ortak koşan (müşrik) kadınlarla, onlar iman edinceye kadar
evlenmeyin."[624]
âyetinde de bunu ehl-i kitap hür kadınlarına tahsis etmiştir. Böylece (ehl-i
kitap) cariyeleri haramhk hükmü üzere kalmışlardır. Hz. Ömer (r.a.) ve daha başka
sahabîler ehl-i kitap hanımlarının, bu âyetin kapsamına sokulduklarını anlamışlardır.
Nitekim Hz. Ömer (r.a.): "Bir kadının, 'Mesih benim ilâhım-dır.'
demesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum." demiştir.
Sonra şu da var:
Kadınların kadınlığından istifade konusunda asıl olan; haramlıktır. Sadece
mü'min olan cariyelerin nikâhı helâl kılınmıştır. Onların dışında kalan diğer
cariyeler ise asli haramhk üzere kalırlar. Onların haram oluşları neticesi
mefhum-ı muhalefet yolu ile de elde edilmemiştir.
Âyetin siyak ve
delâlet ettiği hususlardan çıkarılan diğer bir netice de "Haram olan her
kadının kızı da haramdır." Ancak hala, teyze, oğulun eşleri, babanın eslen
ve zevcenin annesi bundan müstesnadır. Bunların kızları haram değildir. Bütün
akrabalar da haramdır. Bundan Ahzab süresinde zikri geçen amca kı/lan. hala
kızları, dayı kızları, teyze kızları olmak üzere don zümre müstesnadır.
13— Evli
kadınlar: Nassın evlenilmesini haram kıldığı kadınlardan biri de evli
kadınlardır. Bunlar, âyette "muhsanât" diye ifade edilmişler ve
buyurularak sağ elin mâlik olması durumu bundan istisna edilmiştir. Bu
istisna, pek çokları için bir problem teşkil etmiştir. Çünkü evli olan
cariyelerle, efendilerinin ilişki kurması haramdır. Şu halde istisnanın aslı
nedir?
Bazıları, istisna
munkatıdır ve demektir, demişlerdir. Buna hem lafzın hem de mânanın müsait
olmadığı şeklinde cevap verilmiştir. Lafzen müsait değildir. Çünkü istisna-i
munkatı, istisna-i mufarrağın olduğu yerde olur. Onun şartı da nefy, nehy, ya
da istifhamdan birinin bulunmasıyla müsbet olmamasıdır. Dolayısı ile buradaki
istisnanın yeri, istisna-i münkatı yeri değildir. Mana açısından da müsait değildir. Çünkü
istisna-i mun-katı'da, müstesna ile müstesna minh arasında, herhangi bir
şekilde müstesnanın ona dahil olacağı tevehhümünü bertaraf edecek bir bağın
(rabıt) bulunması gerekir. Çünkü sen " = Evde kimse yok," dediğin
zaman, bu evde hayvanları ile, eşyası ile kimsenin bulunmadığını ifade edersin
'* = Evde eşekten veya sacayağından başka hiç kimse yoktur." dersen,
bununla müstesnanın, müstesna minhin hükmüne dahil olacağı tevehhümünü izale
etmiş olursun. Bundan daha açığı "Orada selâm hariç hiçbir boş söz
işitmezler."[625]
âyetidir. Selâmın istisna edilmiş olması, hiçbir şey işitmeyebilecekleri
şeklindeki yanlış anlamayı giderir. Çünkü hiçbir boş söz işitmemeleri, hiçbir
söz işitme imkânının olmamasından da olabilir. Başka söz işitmelerine rağmen
boş söz işitmedikleri anlamına da gelebilir. Evli kadınların nikâhlarının haram
kılınmasında, mülkiyet yolu ile cariyelerle ilişkide bulunulmasının haramhğım
tevehhüm ettirecek bir şey yoktur ki onu istisna yolu ile çıkarsın.
Bazıları da şöyle der:
Hayır, istisna yerindedir. Kişi ne zaman evli cariyeye mâlik olursa, ona
malikiyeti talâk sayılır ve cariye kendisine helâl olur. Konu cariyenin satımı,
aynı zamanda onun talâkı da sayılır mı, sayılmaz mı konusudur? Bu konuda
sahabenin iki ayrı görüşü vardır: İbn Abbas talâk kabul ediyor ve bu âyeti
(4/24) delil getiriyor. Başkaları ise kabul etmiyor ve şöyle diyorlar: Nasıl ki
önceki mülkiyet ittifakla sonradan yapılacak nikâhla ters düşmüyor ve bir arada
bulunuyorlarsa, aynı şekilde sonradan ele geçirilen mülkiyet de daha önceden
var olan nikâhla çelişmez ve bir arada bulunabilir. Hem sonra Hz. Peygamber
(s.a.) Berîre satıldığı zaman kendisini (nikâhı konusunda) muhayyer
bırakmıştı.[626] Eğer satış akdi ile
nikâh feshedilmiş olsaydı, onu muhayyer bırakmazdı. Bunlar şöyle devam
ediyorlar: Bu hadis İbn Abbas'a karşı bir delildir. Râvisi de kendisidir.
Prensip, saha-bînin görüşünü değil, rivayetini esas almaktır.
Üçüncü bir grup ise
şöyle diyorlar: Evli cariyeyi satın alan eğer kadınsa, nikâh feshedilmiş olmaz.
Çünkü alıcı kadın ona, kadınlığından istifade için
Üçüncü bir grup ise şöyle diyorlar: Evli
cariyeyi satın alan eğer kadınsa, nikâh feshedilmiş olmaz. Çünkü alıcı kadın
ona, kadınlığından istifade için sahip olmamıştır. Ama alıcı erkekse o zaman
nikâh feshedilir. Çünkü erkek, onun kadınlığından istifade amacı ile kendisine
mâlik olmuştur. Mülk mülkiyeti, nikâh mülkiyetinden daha güçlüdür. Mülkiyet
nikâhı iptal eder, ama aksi olmaz. Bunlar: "Bu takdirde Berire hadisinde
de bir problem sözkonu-su olmayacaktır." demişlerdir.
Bir öncekiler bunlara
şöyle cevap vermişlerdir: Alıcı kadın her ne kadar cariyenin kadınlığından
bizzat istifade edemese de, onu başkası iie evlendirmek ve mehrini almak
suretiyle istifade edebilir. Bu da —her ne kadar cariyenin kadınlığından
bizzat kendisi istifade etmiyorsa da— mâlikiyetinin, erkeğin mâlikiyeti gibi
olmasını gerektirir.
Bir başka grup; âyetin
esir edilen kadınlara has olduğunu söylemişlerdir. Çünkü esir kadınlar, eie
geçirildiklerinde, istibrâdan sonra kendilerini elde edenler için helâl
olurlar. Evli olmaları farketmez. Şafiî'nin ve Hanbelî mezhebinin bir görüşü
böyledir. Sahih olan da budur. Nitekim Müslim, Sahih'-inde, Ebu Saîd
el-Hudrî'den şunu nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Evtâs'a ordu göndermişti.
Düşmanla karşılaştılar. Onlarla savaştılar ve yendiler, esirler ele geçirdiler.
Rasûlullah'ın (s.a.) ashabından bazıları, esir kadınların kocaları bulunması
dolayısıyla onlarla ilişkide bulunmadan sıkıntı duyuyorlardı. Bunun üzerine
Allah: "Kadınlardan evli olanlar... (size haram kılındı) ancak sağ
elinizin mâlik oldukları müstesna" (4/24) âyetini indirdi. Âyetin mânası:
"İddetleri bittiğinde onlar size helâldir" demektir. "[627]
Bu hüküm, ele
geçirilen esir kadınlarla —kâfirlerden kocaları olsa bile— ilişkide bulunmanın
mübahlığım içerir. Bu durum, onların esir edilmekle nikâhlarının münfesih
bulunduğuna ve karılarının kendilerine has olmasının ortadan kalktığına delâlet
eder. Doğrusu da budur. Çünkü müslümanlar onun hakkının bulunduğu mahalli ve
karısının rakabesini elde etmişlerdir. Böylece onları ele geçirenler,
üzerlerinde kocalarından daha çok hak sahibi olmuşlardır. Bu durumda
kadınlığından istifade nasıl haram olur? Bu görüşe ters düşecek ne bir nass ne
de bir kıyas vardır.
İmam Ahmed'in
tâbilerinden bazıları, "Esir kadın ile ilişki, sadece tek başına (kocası
ile değil) esir edilmişse mubah olabilir." demişlerdir. Çünkü geride kalan
kâfir kocanın bekası meçhuldür. Meçhul ise yok hükmündedir. Dolayısıyla
istibrâdan sonra ilişkide bulunulması caiz olur. Eğer kocası beraberinde ise
caiz olmaz. Bunlara şu şekilde cevap verilmiştir: Kadın yalnız başına esir
edilse ve kesin olarak bilsek ki darulharpte kocası hayatta, bu durumda siz
ilişkinin helâl olacağını söylüyorsunuz (Bu nasıl oluyor?). Buna pek mukni
cevap veremediler. "Asıl olan, nadiri galib olana ilhak etmektir."
dediler. Onlara denir ki: Genel ve galib olan —esir kadınların yalnız başlarına
getirilmeleri durumunda— kocalarının hayatta olmalarıdır. Onların tümden
ölmeleri çok nadirattandır. Sonra onlara şöyle denir: Kocanın kendisi, mallan
ele geçirildiği takdirde ele geçirenlerin mülkü olmakta ve dokunulmazlığı
kalkmaktadır. Bu durumda özellikle, karısının üzerindeki hakkının hâlâ
dokunulmaz olmasını gerektiren hususiyet nedir? Halbuki zevce, kocası ve
malları, hepsi kendilerini ele geçirenlerin mülkü olmuşlardır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu uygulaması, mülkiyet yoluyla putperest cariyelerle ilişkide
bulunmanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü Evtâs esirleri ehl-i kitap
değillerdi. İlişkide bulunulmaları konusunda Hz. Peygamber (s.a.), onların
müslüman olmalarını şart koşmamış, mâni olarak sadece istibrayı göstermiştir.
Onlar yeni müslüman olmuşlarken, bu meselenin hükmünün kendilerine gizli
kalmasına sebep olacak şekilde beyanın ihtiyaç ânından geciktirilmesi mümkün
değildir. Sayıları binlerce olan bütün esirlerin, tek bir cariye geri
kalmayacak şekilde tamamının müslüman olmasını var saymak son derece uzaktır.
Çünkü onlar İslâm'a zorlanmamışlardır; derhal ve bütün olarak İslâm'a
koşmalarını gerektirecek basiret, arzu ve sevgiye de sahip değillerdi. Gerek
sünnetin, gerekse Hz. Peygamber (s.a.) dönemi ve sonrasındaki sahabe
tatbikatının gereği hangi dinden olurlarsa olsunlar cariyelerle ilişkide
bulunmanın cevazı şeklindedir. Bu Tavus ve başkalarının görüşüdür. el-Muğnî
sahibi de bunu desteklemiş ve delillerini tercih etmiştir. Muvaffakiyyet Allah'tandır.
Cariyelerle ilişkide
bulunmanın cevazı için müslüman olmalarnının şart olmadığına, Tirmizî'nin Irbâz
b. Sâriye'den rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.), "Kannlarındakini
doğurmadıkça esir kadınlarla ilişkide bulunmayı haram kıldığı*' hadisidir.[628] Hz.
Peygamber (s.a.), haramlık için tek bir gaye belirlemiştir. O da çocuğun,
doğurulmasıdır. Şayet İslâm'a bağlı olsaydı, onu açıklamak istibrâ şartını
açıklamaktan daha önemli olurdu.
Sünen ve Müsned'ât Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimseye, esirlerden
bir kadına istibrâ etmedikçe yaklaşması helâl olmaz."[629]
buyurur. "Müslüman olmadıkça" diye buyurmaz.İmam Ahmed'in rivayeti:
"Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, esir kadınlardan biriyle hayız
görmedikçe ilişkide bulunmasın."[630]
şeklindedir. Burada da "Müslüman olmadıkça" diye buyurmamıştır.
Yine Sünen'ûe Hz.
Peygamber (s.a.) Evtas'ta elde edilen esir kadınlar hakkında: "Hamile
olanlar doğurmadıkça, hamile olmayanlar da bir hayız görmedikçe kendileriyle
ilişkide bulunulmaz." [631]buyurmuş,
bu hadiste de "müslüman olmadıkça" dememiştir. Ondan tek bir yerde
dahi, esir kadınlarla ilişki için İslâm şartından bahsettiği varid olmamıştır. [632]
İbn Abbas (r.a.) şöyle
der: Hz. Peygamber (s.a.) kızı Zeyneb'i (kocası) Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e ilk
nikâhı üzere geri vermiştir. Başka bir şey yapmamıştır.[633]Bunu
Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve Tirmizî, rivayet etmişlerdir. Bir rivayetinde:
"Altı sene sonra müslüman oldu, yeni bir nikâh yapmadı."'[634]»
şeklindedir. Tirmizî: "İsnadında bir beis yoktur." demiştir. Başka
bir rivayette de: "Zeynep ondan altı sene önce müslüman olmuştu. Ne şahid
tuttu, ne mehir verdi, hiçbir şey yapmadı." şeklindedir.
İbn Abbas (r.a.)
anlatır: Hz. Peygamber (s.a.) devrinde bir kadın müslüman oldu ve evlendi.
Kocası, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya Rasülallah! Ben müslüman olmuştum ve
o benim müslüman olduğumu biliyordu." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.), kadını öteki kocadan aldı ve ilk kocasına teslim etti. Ebu Davud
rivayet etmiştir.[635]
İbn Abbas yine şöyle
der: Bir adam Hz. Peygamber döneminde müslüman olarak geldi. Arkasından karısı
müslüman oldu. Adam: "Ya Rasûlal-lah, o benimle birlikte müslüman
oldu." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de, kadım kocasına verdi.[636]
Tirmizî, hadisin sahih olduğunu söyler.
îmam Mâlik[637]
şöyle nakleder: Ümmü Hakîm bt. Haris b. Hişâm, Mekke'nin fethi günü müslüman
olmuştu. Kocası İkrime b. Ebu Cehl İslâm'a girmedi; kaçtı ve Yemen'e gitti.
Ümmü Hakîm arkasından Yemen'e gitti ve onu buldu; İslâm'a davet etti, o da
müslüman oldu. Fetih senesinde O'na doğru koştu, üzerinde ridasi yoktu. Hemen
bîat etti. Hz. Peygamber (s.a.) onları nikâhları üzerine bıraktı.[638]
İmam Mâlik şöyle der:
Bize ulaştığına göre, bir kadının Allah'a ve Ra-sûlü'ne hicret etmesi durumunda
kocası kâfir olarak küfür diyarında ikâmet ediyorsa iddeti henüz bitmeden
müslüman olarak çıkıp gelmezse, hicret, kadınla kocası arasını ayırır.[639]
Bu hadislerden şu
hükümler çıkarılır:
1— Kan-koca
birlikte müslüman olsalar, bunlar eski nikâhları üzeredirler, İslâm'dan önceki
vuku şekli araştırılmaz. Sahih olarak akdedilip edilmediğine bakılmaz. Ancak
akdi iptal edici unsur hâlâ mevcutça —meselâ evlenmişler ve müslüman olmuşlar,
ama hâlâ önceki kocasının iddeti içerisinde olması gibi— üzerinde icmâ olan ya
da ebedî haramlığı gerektiren bir unsur içeriyorsa —neseb ya da süt emme
dolayısı ile evlenmesi kendisine haram olan bir kadınla evlilik gibi—,
aralarını cem etmesi haram olan kadınlarla bir arada yapılmışsa —iki kız
kardeş, beş ve daha fazla hanım ile evlilik örneğindeki gibi—, işte bu üç
şeklin hükümleri farklıdır. İslâm'dan önce yapılmış olmasına bakılmaksızın
dikkate alınır ve gereği yapılır.
2— Kan-koca
müslüman olurlar, fakat aralarında neseb, radâ ya da sıhriyetten dolayı
mahremiyet bulunursa veya iki kız kardeşin, teyze ile yeğenin, hala ile
yeğenin ve bir nikâhta birleştirilmeleri haram olan daha başka kimselerin aynı
nikâhta toplanmas- sözkonusu olursa, icmâ-ı ümmetle araları ayrılır. Şu kadar
ki haramhk nâmahremlerin tümünden kaynaklanıyorsa dilediğini tutma hususunda
koca muhayyer kılınır. Eğer zevce, kocanın zinadan olma kızı ise cumhura göre
aralan yine ayrılır. Eğer koca, nesebin zina ile sabit olacağına inanıyorsa,
aralan ittifakla ayrılır. Kadın, bir müslümanın iddeti içerisinde iken
birisiyle evlense ve içlerinden biri müslüman olsa, ittifakla araları ayrılır.
Eğer kâfirin iddetini beklerken evlilik olmuşsa, eğer tefrik illeti olarak
müfsid {akdi bozucu) unsurun devamını veya müfsidliği üzerinde icmâ edilmiş
olmasını alırsak, aralan ayrılmaz. Çünkü kâfirin iddeti devam etmez.
Kâfirlerin nikâhlarını iptal eden ve zina ile aynı kefede tutanlara göre
kâfirin iddeti yeni nikâha mâni değildir.
3— Kadın,
akitten önce işlediği zinadan hamile iken eşlerden biri müslüman olursa, bu
durumda da müfsid unsurun devamı veya müfsidliği üzerinde icmâ oluşu
illetlerini esas almaya bağlı olarak iki görüş bulunmaktadır.
Akit, velisiz veya
şahitsiz yapılmışsa veya iddet içerisinde yapılmış ve id-det bitmişse, kız
kardeş üzerine kıyılmış fakat ölmüşse, veya beşinci kadma nikâh kıyılmış, o da
ölmüşse; bu gibi durumlarda müslüman olan eşier önceki nikâhları üzere
bırakılırlar. Yine harbî bir erkek harbî bir kadını zorla ele geçirse ve bunun,
bir nikâh olduğuna itikat etseler, sonra da müslüman olsalar, oldukları hâl
üzere bırakılırlar.
Yine hadisler,
eşlerden birinin diğerinden önce müslüman olması durumunda, aradaki nikâhın —aralan
ister hicretle aynisin, ister aynlmasın— münfesih olmayacağı hükmünü içerir.
Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.), eşlerden birinin diğerinden evvel müslüman
olması durumunda, aralarındaki nikâhı yenilediği asla bilinmemektedir.
Sahabenin müslümanhğı öyle gerçekleşirdi. Kişi karısından veya karısı kişiden
önce müslüman olurdu. Onlardan müslüman olanların, hiçbirisi eşleriyle aynı
anda müslüman olduklarını telaffuz etmemişlerdir. Bu, hiç olmamıştır. Hz.
Peygamber (s.a.) kızı Zeyneb'i, Ebu'l-Âs b. Rebî'e geri vermiştir. Halbuki o,
Hudeybiye senesinde müslüman olmuştur. Oysaki Zeyneb, ilk bi'set anından beri
müslümandı. Her ikisinin de müslüman olması arasında, on sekiz seneden fazla
bir müddet vardır.
Râvinin hadisteki
"Zeyneb'İn müslümanhğı ile onun İslâm'a girmesi arasında altı sene
vardı." sözünde, bir yanlış anlama vardır. Bununla "Zeyneb'İn hicreti
ile onun müslümanhğı arasında..." demek istemiştir.
"Bu takdirde bu
süre içerisinde iddet biter. Hz. Peygamber (s.a.) bu durumda nasıl nikâhı
yenilemez?" şeklindeki bir itiraza şöyle cevap verilebilir: Müslüman
kadınların müşriklere haramlığı hükmü, ancak Hudeybiye barışından sonra
inmiştir. Daha önce böyle bir haramhk yoktu. Dolayısıyla bu müddet içerisinde,
haramhk hükmü henüz meşru olmadığı için nikâh feshedilmiş olmuyordu. Haramhk
hükmü inince, Ebu'l-Âs müslüman oldu. Hz. 'Peygamber (s.a.) de (Zeyneb'i)
kendisine geri verdi.
İddete itibar hakkında
ne bir nas ne de icmâ hiçbir delil yoktur. Hammad b. Seleme—Katâde—Saîd b.
el-Müseyyeb yoluyla Hz. Ali; kâfir olan eşlerden birinin müslüman olması
hakkında, "Kadın hicret yurdunda olduğu sürece, kocası onun kadınlığına
(nikâhına) en çok mâlik olandır." demiştir. Süfyan b. Uyeyne—Mutarrif b.
Tarif—Şa'bî senediyle ise Hz. Ali: "Kadın şehrinden çıkmadıkça, kocası
onun üzerinde daha çok hak sahibidir." demiştir." İbn Ebî Şeybe,
Mu'temir b. Süleyman—Ma'mer—Zührî yoluyla şunu zikreder: "Kadın müslüman
olur, kocası olmazsa, aralarını sultan ayırma-dıkça onlar nikâhları
üzeredirler."[640]
Hadislerde iddetin
itibara alındığına dair hiçbir kayıt yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) de kadma
iddetinin bitip bitmediğini sormazdı. Şüphe yoktur ki, müslüman olmak yalnız
başına bir ayrılık sebebi olsaydı, bu ayrılık ric'î (dönülebilir) değil, bâin
(dönüşü nikâhla) olurdu. İddetin, nikâhın devamı konusunda herhangi bir etkisi
yoktur. İddetin etkisi, kadının başkasıyla ni-kâhlanmasına engel olmada kendini
göstermektedir. Eğer müslüman olmak, aralarında ayrılığı gerçekleştirseydi,
kocanın iddet içerisinde karısı üzerinde daha fazla hakkı bulunmazdı. (Ayrılık
bâin olduğu için). Hz. Peygamber'in uygulamasından anlaşılan şudur: Nikâh
mevkuftur. Eğer koca, iddet bitmeden önce müslüman olursa kadın onun
zevcesidir. Eğer iddeti sona ererse, kadın artık istediğine varabilir. Dilerse
eski kocasını bekler. Eğer müslüman olursa, yeni bir nikâha ihtiyaç duyulmadan
onun zevcesi olur.
Müslüman olduğundan
ötürü nikâhım yenileyen hiçbir kimsenin bulunduğunu bilmiyoruz. Olan şu iki
husustan biri İdi: Ya ayrılıyorlardı ve kadın başkası ile nikahlanıyordu ya da
ikisinden birinin müslüman olması gecikse bile kadın kocasında kalıyordu.
Ayrılığın gerçekleşmesi ya da iddete itibar edilmesine gelince, bu konuda Hz.
Peygamber'in, kendi devrinde pekçok müslüman olanların bulunmasına ve eşlerden
birinin diğerinden önce ya da sonra müslüman olması arasında az ya da çok
zaman geçmesine rağmen, bu ikisinden biri ile hüküm verdiğini bilmiyoruz.
Hudeybiye sulhu ve Fetih sonrasında, Hz. Peygamber'in eşleri, birinin
İslâmiyet'i kabulü diğerinden sonra olsa bile nikâhları üzerinde bırakması
sözkonusu olmasaydı; o zaman "İslâ-miyetle, iddete itibar etmeksizin
aralarının derhal ayrılmalarına" hükmederdik. Çünkü Allah Teâlâ:
"Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar... Kâfir
kadınları nikâhınızda tutmayın."[641]
buyurmaktadır. Bu durumda İslâmiyet, ayrılık sebebi olur. Ayrılık sebebi olan
her şeyi ayrılık takip eder. Süt emme, hulû, talâk gibi. Bu, Hallâl, ve
arkadaşı Ebu Bekir,ile İbnü'l-Münzir ve îbn Hazm'ın görüşüdür. Hasan, Tâvüs,
İkrime, Katâ-de, Hakem'in mezhepleri de böyledir. Ibn Hazm, bunun aynı zamanda
Hz. Ömer, Câbir b. Abdillah ve İbn Abbas'a da ait olduğunu, Hammad b. Zeyd,
Hakem b. Uteybe, Saîd b. Cübeyr, Ömer b. Abdülaziz, Adiy b. Adiy el-Kindî,
Şa'bî ve daha başkalarının da bu görüşle fetva verdiklerini söyler. Ben de bunun,
İmam Ahmed'den nakledilen iki rivayetten biri olduğunu söylüyorum.
Ancak, "Kâfir
kadınları nikâhınızda tutmayın. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara
helâl değildir." âyetinin üzerine indiği zat (Hz. Peygamber), ayrılığın
hemen gerçekleştirilmesi hükmüne gitmemiştir. İmam Mâlik, Muvatta'da İbn
Şihâb'dan şunu nakleder: "Safvân b. Ümeyye ile, karısı Ve-Iid b.
Muğire'nin kızının müslüman olmaları arasında bir ay kadar zaman vardır. O,
Fetih günü müslüman olmuş, kocası Safvan ise kâfir olarak Hu-neyn ve Tâif
savaşlarına katılmış, sonra müslüman olmuştur. Hz. Peygamber aralarını
ayırmamış, eski nikahları ile beraberlikleri devam etmiştir."[642]
İbn Şihâb şöyle der:
"Ümmü Hakîm, Fetih gününde müslüman olmuş-', tu. Kocası İkrime ise Yemen'e
kaçtı. Karısı onu İslâm'a davet etti. O da müs-| lüman oldu ve geldi. Hz.
Peygamber'e (s.a.) bîat etti. Hz. Peygamber (s.a.) donları nikâhları üzere
bıraktı."[643] İbn
Abdilberr: "Bu hadisin şöhreti, isnadından daha güçlüdür." demiştir.
Şu da kesin olarak
bilinmektedir: Ebu Süfyan b. Harb fetih sırasında, Hz. Peygamber (s.a.)
Mekke'ye girmeden önce oradan çıkmış ve müslüman olmuştu. Karısı Hind ise fetih
gerçekleşinceye kadar müslüman olmamıştı. Bunlar da nikâhları üzere kaldılar.
Yine Hakîm b. Hizam, karısından önce müslüman olmuştu. Ebu Süfyan b. Haris ile
Abdullah b. Ebî Ümeyye fetih senesinde çıkmışlar ve Hz. Peygamber (s.a.) ile
Ebvâ'da karşılaşmışlar ve hanımlarından önce müslüman olmuşlardı. Bunlar da
nikâhları üzere kaldılar.
Özetle, Hz.
Peygamber'in (s.a.), müslüman olanlardan hiç birisinin karısı ile arasını
ayırdığı bilinmemektedir.
Müslüman olanların
nikâhlarını yenilemenin gerekliliğini söylemek, son derece yanlıştır ve Hz.
Peygamber'e (s.a.) aslı olmayan, bilgisizce söz isnad etmektir. Eşlerin şehadet
kelimesini harfiyen aynı anda ve beraberce söylemiş olmaları mümkün
olamayacağı malumdur. Buna rağmen, O, hiç kimsenin nikâhını yenilememiştir.
Bu görüşü, bazı
tutarsızlıkları içermekle birlikte, ayrılığı iddetin bitmesine
bağh (mevkuf) kılan görüş takip eder.
Çünkü bu görüş hakkında munkatı da olsa haberler bulunmaktadır. Eğer bunlar
sahih olsaydı, başka bir görüşe gitmek caiz olmazdı. İbn Şübrüme şöyîe diyor:
"Hz. Peygamber (s.a.) zamanında bazan adam karısından önce, bazan da
kadın kocasından önce müslüman olurdu. İddet bitmeden önce diğerinin müslüman
olması durumunda, kadın yine karısı olurdu. İddet bittikten sonra müslüman
olursa, aralarında nikâh kalmazdı."
Konuyla ilgili
Tirmizî'nin sözü, konu başında geçti. İbn Hazm'ın Hz. Ömer'den (r.a.) nakline
gelince, onu nerden naklettiğini bilmiyoruz. Bilindiği kadarıyla Hz. Ömer
(r.a.) aksi görüştedir. Çünkü Hammad b. Seleme — Eyyûb ve Katâde—İbn
Şîrîn—Abdullah b. Yezîd el-Hatmî senediyle sabittir ki, Hz. Ömer karısı
müslüman olan bir hıristiyan hakkında kadına muhayyerlik vermiş ve dilerse
ondan ayrılabileceğine ve dilerse onun üzerinde kalabileceğine hükmetmiştir[644]'
Zaruri olarak bilinecektir ki, Hz. Ömer (r.a.) kadını, ya müslüman oluncaya
kadar onu beklemesi ve eskiden olduğu gibi yine onun zevcesi olması ya da
ondan ayrılması arasında muhayyer bırakmıştır.
Yine Hz. Ömer hakkında
şu da sahih olarak bilinmektedir: Bir hristiya-nın karısı müslüman olmuştu. Hz.
Ömer: "Eğer müslüman olursa kadın karışıdır. Müslüman olmazsa araları
ayrılır." dedi. Adam müslüman olmadı. Aralan ayrıldı.
Yine karısı müslüman
olan Ubâde b. Nu'man et-Tağlibî'ye Hz. Ömer: "Ya müslüman olursun, ya da
karını senden alır, ayırırız!" demiştir. Adam da yanaşmayınca, karısını
ondan ayırmıştır.
Bu nakiller, îbn
Hazm'ın naklettiği görüşe açıkça muhaliftir. îbn Hazm; Ömer, İbn Abbas ve
Câbir'in İslâmiyet sebebiyle eşler arasım ayırdıklarına dair haberlere
yapışmıştır. Bunlar, mücmel haberlerdir ve ayırmanın derhal olduğu konusunda
sarih değillerdir. Bunlar sahih ise bizim Hz. Ömer'den (r.a.) ve Hz. Ali'den
(r.a.) naklettiklerimiz de sahihtir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [645]
Sahihayn'da. Ebu Saîd
şöyle anlatır: Esir kadınlar ele geçirmiştik ve azil (cinsel ilişki sırasında
meninin dışarı dökülmesi) yapıyorduk. Bunu Rasûlul-lah'a sorduk. Bize üç defa:
"Siz onu gerçekten yapıyor musunuz?" diye sordu ve devamla:
"Kıyamete kadar yaratılması mukadder hiçbir can yoktur ki, dünyaya gelmiş
olmasın." buyurdu. [646]
Sünen'de yine Ebu
Saîd'den rivayet edilir: Bir adam: "Ya Rasûlullah! Benim bir cariyem var,
ondan azilde bulunuyorum; onun gebe kalmasını istemiyorum. Erkeklerin (bir
kadından) istediği şeyi de istiyorum. Yahudiler ise azlin, "ve'd-i
hafî" (bir nevi, çocuğun gizlice drri diri gömülmesi) olduğunu
söylüyorlar." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudiler yalan söylemiş.
Eğer Allah onun yaratılmasını dilemîşse, sen onu geri çeviremezsin."
buyurdu.[647]
Sahihayn'da Câbir'den (r.a): "Biz Hz.
Peygamber (s.a.) zamanında, Kur'-■an inip dururken azilde
bulunurduk." dediği nakledilir[648]
Yine Câbir (r.a.)
Sahih-i Müslim'de şöyle diyor: "Rasûlullah zamanında azil yapardık. Bu
duyum Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştı. O, bize bunu yasaklamadı. "[649]
Yine Müslim, Câbir'den
(r.a.) şöyle naklediyor: Bir adam, Hz. Peygamber'e (s.a.) sual sordu ve:
"Yanımda bir cariyem var, ondan azil yapıyorum." dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz ki bu hareket, Allah'ın irade ettiği bir
şeye mâni olamaz." buyurdu. Bilâhare o adam gelerek; "Ya Rasûlallah!
Sana bahsettiğim cariye hamile kaldı." dedi. O zaman Hz. Peygamber
(s.a.): "Ben, Allah'ın kulu ve Rasûlü'yüm!" buyurdu.[650]
Yine Müslim'de Üsâme
b. Zeyd'den rivayet edilir. Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve: "Ya
Rasûlallah! Ben karımdan azilde bulunuyorum." dedi. Hz. Peygamber
"Bunu niçin yapıyorsun?" diye sordu. Adam: "Kadının çocuğuna
(veya çocuklarına) zarar geleceğinden korkuyorum." cevabını verdi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bu iş zararlı bir şey olsaydı; İranlılarla,
Bizanslılara (Rûm) zarar verirdi." buyurdu.[651]
imam Ahmed'in Müsned'i
ile İbn Mâce'nin Sözen'inde Hz. Ömer (r.a.) "Rasûlullah (s.a.) izni
olmadıkça hür kadından azilde bulunulmasını yasakladı." demiştir.[652]
Ebu Davud, Ebu
Abdillah—İbn Lehîa—Cafer b. Rebîa—Zührî—Mu-harrar b. Ebî Hureyre—Ebu Hureyre
senedi ile Hz. Peygamber'in (s.a.): "Hür bir kadından ancak izni ile azil
yapılabilir."[653]
buyurduğunu nakletmiş ve sonunda: "Son derece münker bir hadis!"
demiştir.
Bu hadisler, azlin
caiz olduğuna açıkça delâlet eder. Bu konuda ruhsat bulunduğu on sahabîden
rivayet edilmiştir. Bunlar: Hz. Ali, Sa'd b. Ebî Vak-kâs, Ebu Eyyûb, Zeyd b.
Sabit, Câbir, İbn Abbas, Hasan b. Ali, Habbâb b. Eret, Ebu Saîd el-Hudrî, İbn
Mes*ûd'dur. Allah hepsinden razı olsun.
İbn Hazm: "Azlin
mübahlığı Câbir, İbn Abbas, Sad b. Ebî Vakkas, Zeyd b. Sabit ve İbn Mes'ûd'dan
(r.anhurn) sahih olarak gelmektedir." demiştir. Sahih olan da budur.
Bir grup âlim ise azli
haram kılmıştır. Ebu Muhammed İbn Hazm da bunlardandır.
Bir grup da ayırıma
giderek, eğer hür kadın izin verirse mubah olur, izin
vermezse haram olur. Eğer kadın, cariye
ise o takdirde efendisinin izni ile mubah olur; izni olmazsa mubah olmaz. Bu
İmam Ahmed'in tasrih ettiği görüşüdür. Onun yolundakiierden bazıları:
"Hiçbir şekilde mubah olmaz." derken, bir kısmı da: "Her hal ve
şekilde helâl olur." demişlerdir. Kimisi de: "Hür olsun köle olsun,
kadının izni ile mubah olur. İster hür ister köle olsun, kadının izni yoksa
mubah olmaz." demişlerdir.
Kayıtsız olarak mubah
görenler zikrettiğimiz hadisleri delil olarak kullanmakta ve kadının hakkının
balçığından zevk duymada olduğunu, inzalde bir hakkının bulunmadığım
söylemektedirler. Kayda bağlamadan mutlak surette haram kılanlar ise,
Müslim'in Sahih'inde naklettiği Hz . Âişe hadisini delil olarak kullanmaktadırlar.
Şöyle ki: Hz. Âişe, Ukkâşe'nin kız kardeşi Cüdâme bt. Vehb'den şöyle
naklediyor: Rasûlullah (s.a.) bir takım insanların arasındayken yanına vardım.
Ona azil konusunu sordular. Hz. Peygamber (s.a.) de: "O, bir çocuğu diri
diri giziice mezara gömmek (ve'd-i hafî)dir, *Diri diri mezara gömülen kız
çocuğuna sorulduğu vakit'[654]
âyetinde sözko-nusu olandır." buyurdu.[655]
Azl'in haramlığı
görüşünde olanlar şöyle derler: Bu, azlin helâlliğini bildiren haberleri
nesheden bir delildir. Çünkü bu, asıldan naklediyor. Helâlliğini bildiren
hadisler ise berâet-i asliye üzere vârid olmuşlardır. Şeriatın getirdiği
hükümler berâet-i asliyeden (harama, vacibe v.b.) nakledîci bir özeilik
arzeder.
Câbir'in, "Kur'ân
inerken, biz aziî yapardık. Eğer yasaklanacak bir şey olsaydı, Kur'ân onu
yasaklardı." sözüne karşı şöyle denebilir: Evet, kendisine Kur'ân inen
zat, "O kız çocuğunu küçük yollu diri diri gömmektir." sözü ile onu
yasaklamıştır. Diri diri gömmenin her türlüsü haramdır. Nitekim Hasan Basrî,
Ebu Saîd el-Hudrî hadisinde, Hz. Peygamber (s.a.) yanında azilden söz
edilince: " = Hayır; onu yapmamalısınız. Çünkü bu ancak bir kaderden
ibarettir." (Hadis, "azli terketmek-te size bir zarar yoktur"
şeklinde de anlaşılabilir.) buyurmasından, bir yasak mânası sezinlemiştir. İbn
Avn diyor ki: Ben bu hadisi Hasan'a söyledim. Bana: "Vallahi bu söz,
tıpkı bir yasaklamaya benziyor." dedi.[656]
Azlin haram olduğunu savunanlar, azilde nikâhtan beklenen neslin kesintiye
uğraması söz-konusu olduğunu, kötü bir beraberliğe ve kadın için tam nefsinin
arzuladığı sırada duyduğu lezzetin kesilmesine sebep olduğunu ifade ile
görüşlerini de-lillendirmek istemişlerdir.
Bunlar devamla şöyle
diyorlar: Haramlığından dolayıdır ki, îbn Ömer (r.a.) azil yapmıyordu ve:
"Eğer çocuklarımdan birisinin azil yaptığını bilsem, ona ibret olacak bir
ceza verirdim." demişti. Hz. Ali (r.a.) azil yapmayı kerih görüyordu, İbn
Mes'ûd, azil hakkında: "O, küçük yollu kız çocuğunu diri diri
gömmektir." demişti. Ebu Ümâme'ye sorulduğunda, "Onu yapan bir müslüman
görmüş değilim." demişti. Nâfi\ Hz. Ömer'in azil yüzünden bazı çocuklarını
dövdüğünü belirtir. Saîd b. el-Müseyyeb: "Hz. Ömer ve Hz. Osman azil
yapmayı menederlerdi." demiştir.[657]
Serdedilen bu
delillerin, bütün sarahat ve sıhhati ortada olan azli mubah kılan hadisler ile
çelişmesi sözkonusu değildir. Cüdâme bt. Vehb hadisini ele alalım. Her ne
kadar Müslim rivayet etmişse de, onun hilâfına pekçok hadis bulunmaktadır. Ebu
Davud; Musa b. İsmail—Ebân ve Yahya— Abdurrahman b. Sevbân ve Rifâa—Ebu Saîd
el-Hudrî senedi ile şunu nakleder: Bir adam: "Ya Rasûlallah! Benim bir
cariyem var. Ben ondan azilde bulunuyorum. Onun gebe kalmasını istemiyorum.
Erkeklerin (bir kadından) istediği şeyi de istiyorum. Yahudiler ise azlin
"ved'-i hafi" (çocuğun gizlice diri diri gömülmesi) olduğunu
söylüyorlar." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudiler yalan söylemiş.
Eğer Allah onun yaratılmasını dilemişse, sen onu geri çeviremezsin."
buyurdu.[658]Sıhhat bakımından işte bu
isnâd kâfidir. Râ-vilerinin hepsi de sika ve hafız. Bazıları hadisin muztarib
olduğunu söyleyerek cerhine gitmek istemişlerdir. Çünkü hadiste Yahya b. Ebî
Kesîr üzerinde ihtilâf vardır. Bazıları Yahya b. Ebî Kesîr- -Muhammed b.
Abdurrahman b. Sevbân—Câbir kanalıyla gelmiştir, demişlerdir. Hadisi bu senedle
Tirmizî ve Nesâî tahric etmişlerdir.[659]
Bazıları: Ebu Mutî' b. Rifâ'a'dan, bazıları: Ebu Rifâa'dan, diğer bazıları da:
Ebu Seleme—Ebu Hureyre'den nakledilmiştir, demişlerdir. Bu durum hadise bir
zarar vermez. Çünkü bu hadis Yahya katında hem Muhammed b. Abdurrahman—Câbir
senediyle hem İbn Sevbân— Ebu Seleme—Ebu Hureyre senediyle hem de İbn
Sevbân—Rifâa—Ebu Saîd senediyle sabit olmuş olabilir. Geriye Ebu Rifâa'nın ismi
hakkında ihtilâf kalıyor. Ebu Râfi'mi, İbn Rifâa mı, yoksa Ebu Mutî mi? Bu
durum ise Rifâa'nın durumu belli olduğu için bir zarar vermez.
Câbir hadisinin, azil
yapmanın caiz olduğu konusunda açık ve sahih olduğunda bir kuşku yoktur. İmam
Şafiî (r.a.): "Biz Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından pek çok kimsenin, bu
konuya ruhsat verdikleri ve azil yapmakta bir sakınca görmedikleri konusundaki
rivayetlerini biliyoruz." demiştir. Beyhakî: "Azil hakkında ruhsat
rivayetlerini Sa'd b. Ebî Vakkas, Ebu Eyyûb el-Ensârî, Zeyd b. Sabit, îbn Abbas
vb. gibi ashabtan naklediyoruz." der.[660] Bu,
aynı zamanda İmam Mâlik, Şafiî ve Küfe âlimleriyle ilim adamlarından çoğunluğun
görüşüdür.
Cüdâme hadisi
hakkında: "Tenzihen sakınmak gereğini bildirmek içir vârid olmuştur."
diyenler olduğu gibi, bazıları da onu zayıf bulmuş ve: "Nasıi olur da Hz.
Peygamber (s.a.) azil konusunda yahudileri tekzip eder, sonrE da onların
sözlerini söyler? Bunun muhal olduğu apaçık ortadadır." demişlerdir. Bir
başka grup buna itiraz etmiş ve: "Yahudileri tekzîb hadisi muzta ribtir.
Cüdâme hadisi ise Sahih'de rivayet edilmiştir." demiştir.
İki hadisin arasını
bulmaya çalışanlar da olmuş ve şöyle demişlerdir: Ya hudiler: 'Azil
yapıldığında asla çocuk olmaz' diyorlardı; Hz. Peygamber (s.a.) onları bu
konuda yalanladı. Allah Rasûlü'nün (s.a.), "Eğer Allah onu yarat mayı
dilemişse, sen onu geri çeviremezsin." sözü de buna delâlet eder. "O
ve'd-i hafî'dir, (çocuğu diri diri gizlice gömmektir)." sözüne gelince,
azil he ne kadar gebeliğe tümden mâni değil ise de —cinsel ilişkiyi terketme
gibi— azalmasında etkilidir.
Bir başka grup daha
çıkmış ve: "Her iki hadis de sahihtir. Ancak hararı kılan hadis, öbürünü
neshetmektedir." demişlerdir. Bu da İbn Hazm vb.'ni; yoludur. Bunlar şöyle
delil getiriyorlar: "Çünkü tahrim hadisi, (hükmü) asılda (haramhğa)
nakilde bulunmaktadır. Hükümler, haram kılınmadan önce as ibaha üzere
olurlar." Bunların bu nesih iddiası, iki hadisten birisinin diğt rinden
daha sonra vârid olduğunu açıklayacak kesin bir tarih belirlemesin muhtaçtır. O
da nerede! Şunu da biliyoruz ki, Hz. Ömer ve Hz. Ali ceni üzerinden yedi devre
geçmedikçe itlafı durumunda "mev'ûde" (diri diri top rağa gömülmüş)
olmayacağında ittifak etmişlerdir. Kadı Ebu Ya'lâ ve ba: kalan, Ubeyd b.
Rifâa—babası yoluyla şöyle anlatıyorlar: Hz. Ömer'in yi nında, Rasülullah'm
(s.a.) ashabından bir grupla birlikte Hz. Ali, Zübeyr \ Sa'd toplandılar ve
azil hakkında tartıştılar ve: "Azilde bir sakınca yoktur, dediler. Bir
adam: "Onun, 'küçük mev'ûde (diri diri gömülen kız)' olduğı nu sananlar
vardır." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: "Üzerinden yedi devi geçmedikçe
"mev'ûde" olmaz. Önce çamurdan bir öz, sonra nutfe, som kan pıhtısı
(alaka), sonra bir çiğnem et (mudga), sonra kemik, sonra et, soı ra da bambaşka
bîr yaratılış (şekillenme) devreleri."[661]
dedi. Bunun üzerii Hz. Ömer: "Doğru söyledin. Allah sana uzun ömürler
versin." diye onu tasdik
etti. "Uzun ömürler dileme"nin cevazını benimseyenler, Hz. Ömer'in bu
sözüne dayanırlar.
Hür kadının izni ile
azli caiz görenlere gelince, bunlar da şöyle diyorlar: "Çocukta, erkeğin
hakkı olduğu gibi, kadının da hakkı vardır. Bu yüzdendir ki hidâne (çocuğun
bakımı) konusunda kadının hakkı daha önce gelir." Bunlar, azil hususunda
odalık cariyenin iznine itibar edilmeyeceğini söylerler. Çünkü cariyenin nöbet
{kasm) hakkı yoktur. Eğer cinsel ilişkide cariyenin bir hakkı olsaydı,
efendisinin îlâ (yaklaşmayacağına yemin) yapması durumunda, kendisinden rücûda
bulunması talep edilirdi.
Bunlar şöyle diyorlar:
Kişinin karısının cariye olması durumunda ise, çocuğunun köle olmasını önlemek
amacıyla karısının izni olmaksızın azilde bulunabilir. Ancak cariyenin efendisinin
izni önemlidir. Çünkü çocuk üzerindeki hak ona aittir. Dolayısıyla —hür
kadında olduğu gibi— azil yapabilmek için efendinin iznine itibar edilir. Hem
sonra kadınlığından istifadenin bedeli, hür kadın için sözkonusu olduğu gibi,
efendi için de söz konusudur. (Bu yüzden efendinin durumu ile hür kadının
durumu arasında benzerlik vardır.) Dolayısıyla azil konusunda efendinin izni,
hür kadının izini gibi olur.
Ebu Tâlib'in
rivayetinde İmam Ahmed: "Kişi, cariyeyi nikahladığı zaman sahiplerinden
(azil hususunda) izin ister. Çünkü onlar çocuk isterler. Hür kadın ise, hak
kendisinindir, çocuk ister (bu yüzden azil için izni gerekir). Kendi
cariyesine.gelince ondan izin istemez." demiştir.
Salih, İbn Mansûr,
Hanbel, Ebu'l-Hâris, FadI b. Ziyâd ve el-Mervezî rivayetlerinde ise (İmam
Ahmed) şöyle diyor: "Hür kadından izni ile azilde bulunur. Cariye —kendi
cariyesin—den ise izinsiz azil yapar." İbn Hânî'nin rivayetinde ise:
"Azilde bulunduğunda ise (eğer olursa) çocuk onundur." Çünkü azil
yapmakla beraber yine de çocuk olabilir. Nitekim bazı kimseler: "Çocuğum
olmuşsa, ancak azil yapmaktan olmuştur." demişlerdir. el-Mervezî'nin,
ünıraii veledden azil yapma konusundaki rivayetinde ise: "Eğer (efendi) isterse;
şayet ümmü veled, sana helâl olmaz derse, onun buna hakkı yoktur."
demiştir. [662]
Sahih-i Müslim'de Hz.
Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Vallahi, gıyleyi yasak etmek içimden
geçti. Nihayet Bizanslılar'la, İranlıların bunu yaptıklarını, fakat çocuklanna
bir zarar vermediğini hatırladım."[663]
Sünen-i Ebî DavucTda
ise: Esma bt. Yezîd hadisinde: "Çocuklarınızı gizlice öldürmeyiniz. îrade
ve kudreti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, (gıylenin etkisi çocuk
büyüdükten sonra bile kendisini gösterir) o ata binen süvariye erişir de onu
düşürür, ölümüne sebep olur." Râvi; bundan neyi kas-dediyor? dedim. Esma:
"Gıyleyi, kişinin emzikli kadını ile ilişkide bulunmasını." dedi.[664]
Ben derim ki: Birinci
hadis Cüdâme bt. Vehb hadisidir. Cüdâme hadîsi, iki konuyu içermektedir; her
ikisinin de muarızı vardır. Hadisin başı, "Vallahi gıyleyi yasak etmek
içimden geçti." şeklinde yukarıda geçti. Esma hadisi buna muarızdır.
Hadisin sonu ise: "Sonra azilden sordular. Hz. Peygamber (s.a.) de: O,
ve'd-i hafidir (çocuğu gizlice diri diri gömmektir), buyurdu."
şeklindedir. Buna da Ebu Saîd'in, "Yahudiler yalan söylemiş"
şeklindeki hadisi muarızdır. Belki, "Çocuklarınızı gizlice
öldürmeyiniz." buyruğu buna sebep olunmamasını yasaklamaktadır, denilebilir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) gıyleyi, çocuğun öldürülmesine benzetmiştir. Oysa
ki, gerçek bir öldürme değildir. Öyle olsaydı, büyük günahlardan olur ve
Allah'a sirk koşmakla birlikte zikredilirdi. Hiç şüphe yoktur ki, emzikli
kadınlarla ilişkide bulunmak kaçınılmaz bir durumdur. Bir erkeğin, çocuğuna
süt verdiği sürece karısına yaklaşmaması sabretmesi mümkün değildir. Eğer
onlarla ilişkide bulunmak haram olsaydı, dinden zaruri olarak bilinen, onun
açıklanması en önemli olan bir husus olur, ümmet ve en hayırlı nesil (ashab) o
konuyu ihmal etmezdi. Oysa ki, gıylenin haram olduğunu açıklayan bir kişi
olmamıştır. Bunlardan da anlaşılır ki, Esrnâ hadisi irşâd ve çocuğa karşı
İhtiyatlı davranmayı, yeni bir hamilelikle fesada uğrayacak sütü emme durumuna
maruz kalmamasını öğütlemek içindir. Bu sebepledir ki, Arapların âdetine göre,
çocuklara analarının dışında süt anne tutulurdu. Hadisteki menden olsa olsa,
çocuğa zarar verecek yolların kapatılmasını isteme (sedd-i zeria) anlamı çıkar.
Sedd-i zerîa babında prensip şudur: Eğer daha üstün bir maslahatla sedd-i
zerîanın tearuzu sözkonusu olursa, maslahat, zerîaya takdim edilir. Daha önce
de tekrar tekrar açıklanmıştı. Allah en iyi bilendir. [665]
Sahihayn'da. Enes'ten
rivayet edilen hadis şöyledir: "Sünnet olan şudur: Bir adam, bakire kızı
dul kadının üzerine alırsa onun yanında yedi gece kalir. Sonra sıra ile devam
eder. Dulu bakirenin üzerine alırsa yanında üç geçe kalır ve sonra sıra ile
devam eder." Ebu Kılâbe: "Enes'nvbu hadisi Hz. Pey-gamber'e (s.a.)
ref ettiğini söyleyebilirim." demiştir[666]
Ebu Kılâbe'nin bu
söylediği, bizzat Enes'ten tasrih edilmiş olarak gelmiştir. Bezzâr, MüsnecHnde
Eyyûb es-Sahtiyanî—Ebu Kılâbe—Enes silsilesi ile Hz. Peygamber'in (s.a.) bakire
için yedi, dul için de üç (geçe) ayırdığını rivayet eder.
Sevrî de, Eyyûb ve
Halid el-Hazzâ—Ebu Kılâbe—Enes senediyle Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kişi
bakire kızla evlenirse, onun yanında yedi (gece) kalır. Dul ile evlenirse,
yanında üç (geçe) kalır." buyurduğunu rivayet eder.
Sahih-i Müslim'de Ümmü
Seleme'den şöyle anlatılır: Rasûlullah kendisi ile evlenip, zifafta bulunup
yanında üç gece kaldıktan sonra şöyle demiştir:-"Senin ehlin (kocan)
üzerine bir yüklüğün yok. Eğer istersen sana yedi geceyi tamamlarım. Ama senin
yanında yedi gece kalırsam, diğer kadınlarımın yanında da yedi gece
kalırım." Başka bir rivayette: Hz. Peygamber (s.a.) çıkmak isteyince
elbisesini tuttum. Bana: "Eğer istersen senin yanında daha fazla kalayım
ve bunu senin nöbetine (sıra) sayayım. Bakire için yedi, dul için üç gece
(zifaf hakkı) vardır.'' buyurdu.[667]
Sünen'de Hz. Âişe'den
şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.), sıraya uyar (kasm) ve âdil
davranırdı. Sonra: "Allah'ım! Gücümün yettiği hususlarda benim
yapabildiğim taksimat işte budur. Senin mâlik olduğun, fakat benim elimde
olmayan hususlarda (kalbi kastediyor) beni kınama." diye dua ederdi[668]
Sahihayrfda: "Bir
sefere çıkmak istediğinde, kadınları arasında kur'a çekerdi. Kur'a hangisine
çıkarsa, beraberinde onu götürürdü." [669]
rivayeti yer alır.
Yine Sam'hayn'da
bildirildiğine göre: Hz. Şevde validemiz kendi sırasını Hz. Âişe validemize
bağışlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye hem kendi sırasını, hem de Şevde
validemizin sırasını ayırırdı[670]'
Sünen*de Hz. Âişe
validemiz şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.) hanımları arasında
yaptığı paylaştırmada onların yanında eğleşme konusunda bizi birbirimizden
üstün tutmazdı. Çok nâdir günler dışında hepimizi ziyaret eder, dokunmadan
bütün hanımlarına uğrar, sonunda sırası gelen eşinin ya^j nına varır ve geceyi
onun yanında geçirirdi."[671]
Sahih-i Müslim'de, Hz.
Peygamber'in (s.a.) bütün eşlerinin, her gece, Hz. Peygamber'in yanına geleceği
eşinin evinde toplandıkları belirtilir[672]
Sahihayn'da Hz.
Âişe'den rivayet edilir: "Eğer bir kadın, kocasının ge çimsizliğinden
(nüşûz), yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse..."[673]
âyeti hakkında validemiz: "Bu âyet, uzun süre yanında kaldığı erkeği
tarafından boşanmak istenilen kadın hakkında İnmiştir. Kadın: "Beni
boşama, yanında tut, bana karşı nafaka ve sırama riayet hakkundan vazgeçiyorum."
diyebilir, tşte âyetin ikinci kısmındaki, "Anlaşma ile aralarını düzeltmelerinde
ikisine de günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır." ifadesi de bununla
ilgilidir.[674]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) râşid halifesi ve amca oğlu Ali b.Ebî Tâlib, kişinin cariye üzerine hür
kadınla evlenmesi durumunda cariyeye bir gece, hür kadına iki gece ayırması
gerektiğine hükmetmiştir. Râşid halifelerinin hükümleri, her ne kadar Hz.
Peygamber'in (s.a.) kendi hükümlerine eşit değilse de, ümmete vacip olması
açısından kendi hükümleri gibidir. Nitekim İmam Ah-med, aynı onuda Hz. Ali'nin
(r.a.) bu hükmünü delil olarak kullanmıştır. îbn Hazm, bu haberin Minhâl b. Amr
ve İbn Ebî Leylâ yüzünden zayıf olduğunu söylemişse de, bu bir şey ifade
etmez. Çünkü her ikisi de sika, hafız ve kadri yüce insanlardır. Öteden beri
âlimler, her konuda İbn Ebî Leylâ ile ihticacta bulunagelmişler, rivayetlerin
sika râvîlere muhalif olma ya da herkesten ayrılıp (şâz) tek kalma gibi
hususlardan korunabilmesi için onun rivayetlerine vurmuşlar, aksi takdirde o
rivayeti güvenilir ve doğru bulmamışlardır.
Konu ile ilgili
hadisler şu hükümleri içerir:
1—
Başlangıçta zifaf hakkının vacip olması: Kişi, dul üzerine bakire kızla
evlenirse, yanında yedi gece kalır. Sonra aralarında eşit olarak sırayı
gözetir. Eğer dul ile evlenirse, onu muhayyer bırakır, isterse yedi gece kalır
ve üçten fazlasını sonraki haklarına mahsup eder. İsterse üç gece kalır ve bunu
sonraki hakları yerine saymaz. Çoğunluk âlimlerin görüşü budur. Re'y ehli
imamı ile zahir ehli imamı
bu konuda muhalefet etmişler ve: "Yeni hanımın, öncekilerden fazla bir
hakkı yoktur. Aralarında eşitliği gözetmek vaciptir." demişlerdir.
2— Dul, yedi
gün gecelemesini tercih ederse, daha sonra telâfi edilir ve üç gün de aleyhine
hesap edilir. Ama üç gün gecelemesini tercih ederse, bu üç gün aleyhine hesap
edilmez. Bundan şu sonuç çıkar: Bir konuda fazla değil, sadece üç gün için
kendisine izin verilen bir kimse, o şeyi üç günden fazla yapsa, o üç gün de, izinsizlik
kapsamına girer ve eğer üzerine günah gereken bir şey ise günahkâr olur. Bu,
Hz. Peygamberin (s.a.) Muhacirlere, hac me-nâsikini tamamladıktan sonra
(Mekke'de) üç gün ikâmet etmesi için ruhsat yermesine benzer. Eğer devamlı
ikâmet ederse, oradaki ikâmetin tamamı için (ruhsat verilen üç gün de dahil
olmak üzere) zemme maruz kalır.
3— Sevgi
konusunda, eşler arasında eşitlik vacip değildir. Çünkü bu elde olmayan bir
iştir. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği eşi idi. Bundan, cinsel
ilişkide de eşitliğin gerekmeyeceği neticesi çıkarılır. Zira bu da sevgi ve
arzuya bağlıdır. O da kalpleri çevirip döndüren Allah'ın elindedir.
Bu hususta tafsilat
vardır: Eğer koca, bir istek olmadığı ve âletinin uyanmadığı için cinsel
ilişkiyi terkediyorsa mazurdur. İstek var, fakat kadının kumasına olan aşın
arzusundan dolayı terkediyorsa, bu kendi elinde ve kudretinde bir şeydir. Bu
durumda üzerine vacip olan ilişkiyi yerine getirmişse, kadının başka bir hakkı
kalmayacağından eşit davranması gerekmez. Eğer vacip olan görevi yerine
getirmemişse, kadının kocadan onu yerine getirmesini isteme hakkı vardır.
4— Koca,
yolculuğa çıkmak istediğinde, kur'a çekmeden eşlerinden birini beraberinde
götürmesi caiz değildir.
5— Bu
durumda, dönüşte yolda geçen günleri, o kadının sırasına sayamaz. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.), bu günleri kadının gelecek sıralarına mahsup etmemişti.
Bu konuda üç görüş
vardır:
a) Kur'a
çeksin çekmesin, yolda geçen günleri o kadının sırasına sayamaz. Ebu Hanife ve
Mâlik bu görüştedirler.
b) Kur'a
çeksin çekînesin, o günleri kadının sırasına sayar. Zahirîler de bu görüştedir.
c) Eğer
kur'a çekerse saymaz. Kur'a çekmeden birisini götürürse, o günleri onun
sırasına sayar. İmam Ahmed ve Şafiî'nin görüşleri de böyledir.
6— Btr kadın
kendi sırasını kumasına bağışlayabilir. Bu durumda koca, geceleme nöbetini
kendisine hibe edilen kumadan başkasına tahsis edemez. Eğer zevce, kendi
sırasını doğrudan kocasına hibe etmişse, koca onu dilediği hanımına tahsis
edebilir. Aralarındaki fark şudur: Gece kadının kendi hakkıdır. Hakkından
vazgeçer ve kumasına tahsis ederse, onun için belirlenmiş olur. Kocaya hibesi
durumunda ise tayin yoktur. Koca onu istediğine tahsis eder. Hibe edenin nöbeti
ile, hibe edilenin nöbeti peşpeşe geliyorsa, ona peşpeşe iki gece ayırır. Eğer
peşpeşe gelmiyorsa, acaba günlerin yerini değiştirerek sırasını peşpeşe iki
gün şekline getirebilir mi? Bu konuda fukaha iki görüşe ayrılmıştır. Her iki
görüş de İmam Ahmed ve Şafiî'nin mezhebinde mevcuttur.
7— Koca,
birisinin gününde bütün kadınlarına uğrayabilir, ancak sırası olmayanla cinsel
ilişkide bulunamaz.
8— Bütün
kadınların, sıra kendisinde olan kumalarının evinde toplanmaları ve uyku
saatine kadar sohbet etmeleri, sonra her birinin kendi odasına çekilmesi
caizair.
9— Kişi
karısından usanır ve ondan hoşlanmazsa, veyahut evlilik hukukunu yerine
getirmekten âciz kalırsa, onu boşayabilir, ya da muhayyer bırakır: Dilerse
kendi yanında ikâmete devam eder; ama —artık anlaşmalarına göre— sıra gözetme,
cinsel ilişki ve nafaka gibi konularda ya da bunların bir kısmında hakkı
bulunmaz. Eğer kadın böyle bir anlaşmaya rıza gösterirse, anlaşma bağlayıcı
olur ve daha sonra kadın için talep hakkı kalmaz.
Bu Sünnetin ortaya
koyduğu, gerektirdiği netice olmaktadır. Doğrusu da budur, başka türlüsü de
caiz olmaz. "Kadının hakkı yenilenir ve ne zaman isterse bu anlaşmadan
dönebilir." diyenlerin görüşü fasiddir. Çünkü bu anlaşma, bir nevi bedelli
akit (muavaza) sayılmaktadır. Allah buna "sulh" ismini vermiştir.
Dolayısıyla, diğer hak ve mallar üzerine yapılan sulh anlaşmasının
bağlayıcılığı gibi, bu da bağlayıcıdır. Eğer anlaşmadan sonra, kadına hakkını
talep imkânı verilecek olursa, bu durumda zarar daha katmerli haline ertelenmiş
olur ve asla sulh olmaz. Aksine en yakın düşmanlık sebeplerinden biri olur ki,
şeriat böylesi bir durumdan münezzehtir. Hem sonra vaadettiği zaman sözünde
durmaması, anlaştığı zaman hıyanet etmesi; kişinin münafıklığının
alâmetlerindendir. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulaması, bu durumu
reddetmektedir.
10— Evli
cariye kadının hakları, Hz. Ali'nin (r.a.) hükmettiği gibi, hür kadınınkinin
yarısı kadardır. Ashabtan buna bir muhalifin bulunduğu bilinmemektedir.
Fakihlerin çoğunluğu da bu görüştedir. İmam Mâlik'ten bir rivayet hariç. Ona
göre ikisi de eşittir. Zahiriler de bu görüştedir. Cumhurun
görüşü, adaletin gerektirdiği görüştür.
Çünkü Allah Teâlâ hür kadınla köle kadını ne talâkta, ne iddette, ne hadde
(ceza), ne mülkte, ne mirasta, ne hacda, ne gündüz ya da gece koca yanında
kalma müddetinde, ne nikâhının azimet telakkisinde —çünkü cariye ile evliliği
zaruret kabilinden saymıştır— ne nikâhlı kadınların adeti hakkında —çünkü köle,
iki kadından fazlası ile evlenemez—, evet bütün bunlarda hür kadın ile köle
kadım eşit tutmamıştır. Cumhurun görüşü budur. îmam Ahmed, müsned olarak Hz.
Ömer'den: "Erkek köle iki kadınla evlenir, iki talâkla boşar, karısı iki
hayız müddeti iddet bekler." dediğini nakletmiş ve bunu delil olarak
kullanmıştır. Ebu Bekir Ab-dülaziz de Hz. Ali'den (r.a.): "Köleye, iki
kadından fazlasını nikahlaması helâl olmaz." dediğim rivayet etmiştir.
İmam Ahmed, senedi ile
birlikte Muhammed b. Sîrîn'den nakleder: Hz Ömer, insanlara: "Köle, kaç
kadınla evlenebilir?" diye sordu. Abdurrahman: "İki kadınla! Talâkı
da ikidir." diye cevap verdi. İşte Ömer, Ali ve Abdurrahman —Allah
onlardan razı olsun— (hep aynı fikirde); bu görüşün yaygınlığı, kıyasa
uygunluğu ve açıklığı yanında, ashab içerisinde onlara muhalif birisinin
olduğu da bilinmemektedir. [675]
Sahih-i Müslim*âe
Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.) bir çadır kapısında hemen
hemen doğurmak üzere olan bir kadının yanına uğramış da: "Galiba bu adam
bu kadınla cima etmek istiyor." demiş, ashab: "Evet," cevabını
vermişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Vallahi içimden geldi, bu
adama öyle bir lanet edeyim ki, onunla birlikte kabrine girsin! Acaba bu adam
çocuğu mirasçı yapmak kendisine helâl olmadığı halde, onu nasıl mirasçı yapar.
Çocuğu köle gibi kullanmak kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl hizmetçi
olarak kullanır." buyurmuştur.[676]
Ebu Muhammed îbn Hazm:
"(Başkasından) hamile olan kadınla cinsel ilişkide bulunmanın haramlığı
konusunda bu haberden başka sahih haber yoktur." demiştir. Sünen
sahipleri, Ebu Saîd'den (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.), Evtâs esirleri
hakkında: "...Hamile olan kadın doğurmadıkça, hamile olmayan kadın bir
hayız görmedikçe kendisi ile ilişkide bulunulmaz." buyurduğunu rivayet
ederler.[677]
Tirmizî de, hasen
olduğunu belirttiği: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse, kendi
suyu ile, başkasının çocuğunu sulamasın."[678]
hadisim rivayet etmiştir.
Yine Tirmizî'de Irbâz
b. Sâriye'den (r.a.): "Hz. Peygamber'in (s.a.), ka-rınlarındakileri
doğurmadıkça, esir edilen kadınlarla cimada bulunmayı haram kıldığı" nakledilmiştir.[679]
İlk hadiste geçen,
"Acaba bu adam, çocuğu mirasçı yapmak kendisine helâl olmadığı halde onu
nasıl mirasçı yapar. Onu köle gibi kullanmak kendisine helâl olmadığı halde,
onu nasıl hizmetçi olarak kullanır." sözü hakkında üstadımız (İbn Teymiyye)
şöyle derdi: "Onu nasıl kendisinden miras kalan bir köle yapar da, kendi
oğlu olduğu halde onu köle istihdam eder gibi kullanır? Çünkü ilişkide
bulunması, çocuğun gelişmesine katkıda bulunur." İmam Ahmed: "Cima
çocuğun işitme ve görmesini arttırır." demiştir. Yine İmam, başkasından
hamile olan bir cariye satın alıp da onunla doğurmadan önce ilişkide bulunan
birisi hakkında; "Çocuk, satın alana ilhak edilmez, ona tâbi de olmaz.
Aksine onu âzad etmesi gerekir. Çünkü çocuğa kendisi de ortak olmuştur. Zira
su (meni), çocuğun gelişmesine katkıda bulunur." demiştir. EbuM-Derdâ
(r.a.), Hz. Peygamber'den (s.a.) yukanda naklettiğimiz hadisi rivayet eder.
Hadisin mânası şudur: Başkasından hamile olan kadınla cima eden kimse, eğer o
çocuğu kendi nesebine katar ve mirasına ortak ederse, bu helâl olmaz. Çünkü
kendi çocuğu değildir. Eğer onu, (köleden doğma olduğu için) köle olarak alır
ve istihdam ederse, bu da helâl olmaz. Çünkü su (meni) çocuğun gelişiminde
etkili olduğu için onun oluşumuna ortak olmuştur.
Hadisimizde, hamile
bir kadının nikâhlanmasımn haramlığma açık bir delâlet vardır. Gebeliği ister
kocadan ister efendisinden olsun, ister şüphe yolu ile veya zina mahsûlü olsun
farketmez. Bu konuda ihtilâf yoktur. Sadec gebeliğin zina mahsûlü olması
durumunda yapılan akdin sıhhati konusunda iki görüş bulunmaktadır. Birincisi:
Bu tür nikâh bâtıldır. îmam Ahmed ve Mâ-lik'in görüşü böyledir. İkincisi: Nikâh
sahihtir. Bu da Ebu Hanife ve Şafiî'nin görüşü olmaktadır. Sonra bunlar
İhtilâf etmişler ve Ebu Hanife, iddeti bitirinceye kadar (çocuğu doğurana
kadar) cinsi münasebette bulunmaktan menetmiştir[680]
İmam Şâfû ise mekruh görmüştür. Şafiî'nin tabileri ise: "Haram
olmaz." demişlerdir. [681]
Sahih'de rivayet
edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) Safiyye'yi âzad etti ve bahşettiği hürriyetini
kendisine mehir yaptı. Enes'e: "Mehir olarak ne verdi?" diye
soruldu. O: "Kendisini mehir yaptı." diye cevap verdi.[682]
Bunun cevazını Hz. Ali (r.a.) de benimsemiş, Enes b. Mâlik de böyle yapmıştır.
Tabiîlerin en âlimi ve efendisi Saîd b. el-Müseyyeb, Ebu Seleme b.
Abdurrah-man, Hasan el-Basrî, Zührî, Ahmed, İshak hep aynı görüştedirler.
İmam Ahmed'den başka
bir rivayet daha vardır. Ona göre; nikâhına, izni ile yeniden başlamadıkça caiz
olmaz. Eğer nikâha yaklaşmazsa, (kendisini evlenmek amacı ile âzad eden
efendisine) kendi kıymetini ödemesi gerekir.
İmam Ahmed'den, üçüncü
bir rivayet daha vardır- Ona göre de efendi bir adamı vekil tayin eder. Vekil
onu, âzad ettiği cariyesi ile evlendirir.
Sahih olan, sünnete
uygun düşen, sahabe kavillerine ve kıyasa uygun olan birinci görüştür. Çünkü
efendi cariyenin mülkiyetine sahipti. Cariye sahibi, onun rakabesindeki
mülkiyet hakkını düşürdü, kadınlığından istifade mülkiyetini ise nikâhla baki
bıraktı. Cariyeyi âzad edip de, kendisine hizmet etmesini şart koşması, hizmet
menfaatini âzaddan istisna etmesi caiz olduğuna göre, bunun evleviyetle caiz
olması lâzım gelir. Hizmet menfaatinin âzaddan istisna edilmesi mevzuu daha
önce Hayber gazası anlatılırken izah edilmişti.[683]
Sünen'de İbn Abbas'tan
rivayet edilmiştir: "Bakire bir kız, Hz. Peygam-ber'e (s.a.) geldi ve
babasının kendisini zorla evlendirdiğini söyledi. Allah Ra-sûlü (s.a.) onu
(nikâhı kabul edip etmemekte) muhayyer kıldı."[684]
İmam Ahmed, bu hadisin
gereği ile hükmetmiştir. Salih'in rivayetinde, amcası tarafından evlendirilen
küçük (erkek) çocuğu hakkında İmam Ahmed: "Herhangi bir vakitte rıza
gösterirse caizdir. Rıza göstermezse fesheder." demiştir. Oğlu Abdullah
da ondan şu nakilde bulunur: "Yetim kız çocuğu evlendirildiğinde, baliğ
olduğu zaman kendisinin muhayyerlik hakkı vardır." Yine İbn Mansûr, İmam
Ahmed'den şöyle nakleder: Süfyan'ın, "Evlendirilen ve zifafa girilen
yetim bir kız çocuğunun, kocasının yanında hayız görmesi (bulûğa ermesi)
durumunda kız muhayyer olur. Eğer kendi nefsini dilerse, evlilik vâki olmaz.
Kendisi üzerinde başkalarından daha çok hak sahibidir. Eğer, kocamı seçtim
derse, onların nikâhlarına şahit olsunlar." şeklindeki sözü, îmam Ahmed'e
anlatılınca: "Güzel!" demiştir.
Hanbel'in rivayetinde
ise, kölenin efendisinden habersiz evlenmesi, sonra efendisinin durumdan
haberdar olması hakkında İmam Ahmed: "Eğer dilerse efendi boşar, talâk
efendisinin elindedir. Eğer evliliklerine izin verirse talâk, köle kocanın
elindedir." der. "Efendi boşar." sözünün mânası; akdi iptal
eder, yürürlüğe girmesine mâni olur, onaylamaz, demektir. Kadı bu şekilde
yorumlamıştır. Bu, nassın zahirine aykırıdır. Sözkonusu bu görüş Ebu Hanîfe ve
bazı tafsilatla birlikte Mâlik'in görüşleridir. Kıyas, bu görüşün sahih
olmasını gerektirmektedir. Zira iznin, icap ve kabulü öne geçmesi caiz olunca,
gecikmesi de caiz olmalıdır.
Yine akdin feshedilmek
üzere mevkuf kılınması caiz olunca, icazet vermek üzere mevkuf kılınması
(bekletilmesi) da caiz olmalıdır. Vasiyyet gibi. Zira önemli olan, karşılıklı
rızadır. Bunun da akdin in'ıkadmdan sonra meydana gelmesi, başlangıçta meydana
gelmesi gibidir. Sonra satış akdinde muhayyerlik şartının aranması, aslında
akdin, muhayyerlik hakkı ile kabul ya da reddini isteyebilecek tarafın
icazetine bağlanması demektir. Tevfik Allah'tandır. [685]
Allah, insanların
birbirlerine karşı olan durumlarını şu âyetlerde belirtmiştir:
"Ey insanlar!
Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbi-rinizle tanışmanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah katında en değerli
ve üstün olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanı-nızdır.[686]
"Mü'minler, ancak
kardeştirler. "[687]
"Mü'min
erkeklerle mü'min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler:[688]
"Rablan, onların
dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen sizlerden, erkek olsun kadın
olsun çalışan hiçbir kimsenin işini boşa çıkarmayacağım."
Hz. Peygamber (s.a.)
de şöyle buyurur:[689]
"Ne Arabın (Arap
olmayana) ne de Arap olmayanın Araba,.ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza
üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva[690] iledir.
İnsanlar Âdem'dendir. Âdem ise topraktandır."[691]
"Falanca sülâle
benim dostlarım (velîlerim) değildir. Benim dostlarım, nasıl ve nerede
olurlarsa olsunlar, takva sahipleridir."[692]
Tirmizî'de:
"Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size (kızınızı istemek
üzere) geldiğinde, onu evlendiriniz (kızınızı veriniz). Eğer bunu yapmazsanız
yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur." buyurduğu nakledilir. "Ya
Rasûlallah! Onda (istemediğimiz bazı şeyler) olsa da mı?" dediler. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) üç defa: "Dininden ve ahlâkından hoşnut
olduğunuz birisi size geldiğinde, onu evlendiriniz." buyurdu.'[693]
Allah Rasûlü (s.a.)
Beyâzaoğullarına: "Ebu Hind'i evlendiriniz. Onu nikahlayınız."
buyurmuştur.[694] Ebu Hind hacamatçı idi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Kureyşli olan Zeyneb bt. Cahş'i, kölesi Zeyd b. Harise ile evlendirmiş, yine
Kureyşli ve Fihr soyundan olan Fâtıma bt. Kays'ı Zeyd'in oğlu Üsâme'ye
vermişti.[695] Bilâl b. Rabâh,
Abdurrahman b. Avf-in bacısını almıştı. Yüce Allah: "Temiz kadınlar, temiz
erkeklere; temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır."[696]
"Kadınlardan hoşunuza gidenleri... nikahlayınız."[697]'
buyurmaktadır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hükmü, denklik konusunda dinin, hem esasta hem de evliliğin kemalinde
itibara alındığını ortaya koymaktadır. Müslüman bir erkek kâfir kadın ile,
iffetli bir kadın da fâcir (günahkâr, iffetsiz) bir erkekle evlendirilemez.
Bunun ötesinde ne Kur'an ne de sünnet, denklik hususunda başka bir şeye itibar
etmemişlerdir. Şöyle ki: Allah Teâlâ müslüman bir kadının, iffetsiz zinakâr bir
erkekle nikâhlanmasîm haram kılmış; soyuna sopuna, sanatına* zenginliğine,
hürriyetine bakmamıştır. Eğer iffetli ve müslüman ise, halis bir kölenin de,
soylu, zengin ve hür bir kadınla evlenebileceğine hükmetmiştir. Kureyşli
olmayanlar için Kureyşü kadınların nikâhını caiz kılmış, Haşimî olmayanların
Haşimî kadınları, fakirlerin zengin kadınları nikâhlayabileceklerini hükme
bağlamıştır. [698]
Denkliğin, hangi
hususlarda dikkate alınacağı konusu fakihler arasında tartışmalıdır.
Zahir mezhebinde İmam
Mâlik: "Denklik dinde aranır." demiştir. Kendisinden yapılan bir
rivayette de, "Üç hususta aranır: Din, hürriyet ve ayıplardan uzak
olmak." demiştir.
Ebu Hanife:
"Neseb ve dinde aranır." demiştir.
İmam Ahmed bir
rivayette: "Sadece din ve nesebtedir." demiş; başka bir rivayette
ise: "Beş şeyde aranır: Din, neseb, hürriyet, zanaat ve mal."
demiştir.
Nesebe itibar
konusunda da İmam Ahmed'den iki rivayet mevcuttur: Birincisi: Arap, Arab'a
denktir. (Arap olmayan Araba denk oİamaz.) İkincisi: Kureyş'e ancak Kureyşli
denktir. Hâşimoğulları'na ancak yine Hâşimoğulla-n'ndan biri denk olabilir.
Şafiî imamları ise:
"Denklik din, neseb, hürriyet, zanaat ve nefret uyandırıcı kusurlardan
uzak olma konularında aranır." demişlerdir.
Bunlara göre varlıklı
olma konusunda üç görüş vardır: 1) İtibar edilir, 2) Edilmez, 3) Şehirli ise
edilir, bâdiyeden (köy vb.den) ise edilmez.
Bunun sonunda şu
neticeler ortaya çıkar: Arap olmayan Arab'a; Kureyşlî olmayan Kureyş'e;
Hâşimoğulları'ndan olmayan, Hâşimoğulları'na; sıradan insanlar meşhur âlim ve
sâlihlerin ailelerine, köle hür kadına; âzad edilmiş köle, aslen hür kadına,
babalarından biri köle olan, ne kendisine ne de babalarından birisine kölelik
bulaşmayan bir kadına denk değildir. Annelerin köle olması durumunun etki edip
etmeyeceğinde iki görüş vardır. Kendisinde akdin feshini gerektirecek bir ayıp
bulunan, böylesi bir ayıptan salim olan kadına denk olamaz. Feshi gerektirici
olmayan, fakat nefret doğuran körlük, kesiklik ve hilkat çirkinliği gibi
ayıplar hakkında iki görüş bulunmaktadır, Rûyânî'nin tercihine göre, böylesi
ayıp bulunanlar da denk olmaz. Yine hacamatçı, dokumacı (hâik) ve bekçi;
tüccar, terzi vb. zanaat erbabının kızlarına denk değildir. Yine, esnaftan biri
(ehl-i hırfet), âlimin kızma; fâsık (ahlâkı zayıf), iffetli bir kadına; ehl-i
bid'at, sünnî kızma denk değildir.
Ancak kefâet
(denklik), çoğunluk âlimlere (cumhur) göre kadının ve velilerin hakkıdır.
Sonra bunlar ihtilâf
etmişlerdir. Şâfiîler: "Bu hak şu anda velayeti elinde
bulunduranındır." demişlerdir. Bir rivayette İmam Ahmed: "Uzak yakın
bütün velilere aittir. Bunlardan razı olmayan herhangi biri akdi feshedebilir."
demiştir. Üçüncü bir rivayette ise İmam Ahmed: "Bu, Allah hakkıdır.
Velilerin bu hakkı düşürerek rıza göstermeleri sahrh değildir." demiştir.
Ancak bu rivayete göre, itibar edilen sadece dinde denkliktir. Ne hürriyet ne
varlıklı olmaya, ne zanaat ne de nesebe itibar yoktur. Çünkü ne İmam Ahmed, ne
de ulemadan biri: "Bir fakirin, rızası ile ile zengin bir kadınla
evlenmesi durumunda nikâhı batıldır." dememişlerdir ve yine, ne o ne de
bir başkası: "Haşimî bir kadının, onlardan olmayan bir erkekle; Kureyşli
bir kadının, Kureyşli olmayan bir erkekle nikâhlarının bâtıl olduğu"
kanaatinde değillerdir. Biz buna dikkatleri çekiyoruz. Çünkü Hanbelî
ulemasından birçoğu, kefâet (denklik) konusunda bunun aksini naklediyor,
kefâet acaba Allah hakkı mıdır, yoksa kul hakkı mı? diye soruyor ve (sadece dinde olduğu
kaydını getirmeden, Allah hakkıdır diye) mutlak olarak zikrediyorlar. Öbür
taraftan da "Denklik şu sayılan hususlardadır..." diyorlar. (Tabii bu
da yanlış anlamaya sebep oluyor.) Burada işi ciddi tutmadıkları ve yeterince
tahkik etmedikleri ortadadır. [699]
Sahihayn ve Sünen'de
mevcuttur: Berîre, sahipleri ile mükâtebe sözleşmesi yapmıştı. Hz. Peygamber'e
(s.a.) gelip yaptığı akit hakkında soru sordu. Hz. Âişe: "Eğer
sahiplerin, onu benim ödememi ve velayetinin de bana ait olmasını arzu
ederlerse, ben bunu yaparım." dedi. Berîre bunu sahiplerine söyledi.
Onlar, velâ hakkı kendilerinin olmadıkça buna yanaşmadılar. Hz. Peygamber
(s.a.), Âişe (r.a.) validemize: "Onu satın al ve (zararı yok) velâ hakkını
da onlara şart koş. Veîâ hakkı ancak âzad edene aittir." buyurdu. Sonra
bir hutbe irad ederek insanlara: "Bazı insanlara ne oluyor ki, Allah'ın
kitabında oimayan şartlar ileri sürüyorlar? Kim Allah'ın kitabında bulunmayan
bir şart ileri sürerse, o bâtıldır. İsterse yüz şart olsun. Allah'ın hükmü,
yerine getirilmeye daha lâyıktır. Allah'ın şartı daha sağlamdır. Şüphesiz ki,
velâ hakkı, ancak âzad edene aittir." buyurdu.
Sonra Rasûlullah
(s.a.) Berîre'yi, kocasının nikâhı altında kalmak ya da nikâhı feshetme
arasında muhayyer bıraktı. O da feshetmeyi tercih etti. Hz. Peygamber (s.a.):
"(Bak!) O senin kocan, çocuğunun babası!" dedi. Berîre: "Ya
Rasülallah, bu bir emir mi? (Bana bunu emrediyor musun?)" diye sordu. Hz.
Peygamber (s.a.): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurdu. O ise:
"Benim ona ihtiyacım yok" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) onu muhayyer
bıraktığında: "Eğer o sana yaklaşırsa, artık sana muhayyerlik yok."
buyurdu ve iddet beklemesini emretti. Kendisine sadaka olarak et verilmişti;
Hz. Peygamber (s.a.) ondan yedi ve: "O, sana sadaka, bize ise
hediyedir." buyurdu.[700]
Berîre hadisinden şu
fıkhı hükümler çıkıyor:
1— Cariyenin
mükâtebe sözleşmesi yapması caizdir.
2— Ödeme
hususundaki acziyeti efendisi tarafından teslim edilmese bile, mükâteb kölenin
satımının caiz olması. îmam Ahmed'in meşhur görüşü de budur. İfadelerinin
çoğunluğu bu şekildedir. Ebu Tâlib rivayetinde: "Mükâtebe sözleşmesi
yaptığı cariyesi ile cima edemez. Görmez misin, onu satmaya da kadir
değildir." demiştir. Ebu Hanife, Mâlik ve Şafiî de böyle söylemişlerdir.
Hz. Peygamber (s.a.) Âişe validemizin, Berîre'yi satın almasını, sahiplerinin
de satmasını tasvip etmiş ve, "Taksitlerini ödemeden âciz kaldı mı,
kalmadı mı?" diye sormamıştır. Berîre'nin, Hz. Âişe'den kendisine yardımcı
olması için ona gelmesi, acziyetini gerektirmez. Hern sonra mükâteb kölenin
satımında kıyasen de bir mahzur yoktur. Zira onun satılmış olması kitabet
akdini iptal etmez. Çünkü müşterinin yanında da, satıcının yanında olduğu gibi
olur. Eğer taksitlerini Öderse, âzad olur; eğer ödemekten âciz kalırsa müşterinin,
onu satıcının yanında olduğu gibi eski kölelik haltne döndürme hakkı vardır.
Eğer sünnet, mükâtebin satışının caiz olduğu hükmünü getirmeseydi, kıyas onu
zaten gerektirirdi.
Pek çokları mükâtebin
satımının caiz olduğu üzerinde kadim icmâ bulunduğunu iddia etmişler, şöyle
demişler: Berîre olayı herkesin nakli ile gelmiştir. Medine'de bu olayı
bilmeyen kimse yoktu. Zira mü'minlerin annesi ile ashabtan bir grup arasında
cereyan etmiş bir pazarlıktı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) cuma günü olmadığı
halde onun satımı hakkında bir hutbe irad buyurmuştu. Bundan daha meşhur bir
şey olur mu? Sonra kocasının, Berîre'nin peşi sıra Medine sokaklarında
ağlayarak dolaşması, meseleyi kadınlara ve çocuklara da duyurmuştu. Böylece
bundan, kesin olarak bu konuda ashabın icmâı olduğu ortaya çıkar. Zira böylesi
apaçık bir herkesçe bilinen bir konuda bir sahabînin çıkıp da Hz. Peygamber'e
(s.a.) muhalefet etmesi düşünülemez. Bize ashaptan birisinden, mükâtebin
satışını menettiğini de gösteremezsiniz. Sadece İbn Abbas'tan isnadı
bilinmeyen şâz bir rivayet bulunmaktadır.
Mükâtebin satışını
caiz görmeyenler kendilerine iki gerekçe bulmuşlardır: Birincisi: "Berîre
taksitlerini ödemekten âciz kalmıştı." şeklindedir ve bu Şâfiîlere aittir.
İkincisi ise: "Satış akdi, mükâtebe bedeli üzerine kurulmuştur,
Berîre'nin üzerine değil." Bu da Mâlikîler'e aittir.
Aslında bu iki gerekçe
hadisten daha çok ispatlanmaya muhtaçtır ve hiçbiri de mâkul değildir.
Birinci gerekçeyi ele
alalım: Hiç şüphe yoktur ki, bu olay Medine'de olmuş ve buna Hz. Abbas ile,
oğlu Abdullah (îbn Abbas) şahit bulunmuşlar' dır. Mükâtebe akdi, her sene bir
okiyye (40 dirhem) olmak üzere dokuz tak sit üzere yapılmıştı ve henüz bir şey
ödememişti. Yine hilâfsız, Hz. Abba;ve oğlu Mekke'nin fethinden sonra Medine'ye
ikâmete gelmişlerdi ve Hz. Peygamber (s.a.) bundan sonra iki yıldan biraz
fazla yaşamıştı. Bu durumda ac-ziyet, ve taksitlerin gününün dolması nasıl söz
konusu olabilir?
Yine Berîre,
"Âciz kaldım." dememişti. Hz. Âişe de ona: "Âciz mi kaldın?"
diye sormamıştı. Sahipleri de acze düştüğüne dair bir şey söylememişler, Hz.
Peygamber (s.a.) de aczine hükmetmemiş, böyie bir tavsifte ve ihbarda
bulunmamıştı. Bu durumda, isbatmdan âciz kaldığınız bu acziyeti nereden
çıkarıyorsunuz?
Hem Berîre, Hz.
Âişe'ye: "Sahiplerimle her sene bir okiyye ermek üzere dokuz okiyye
üzerinde anlaştım. Bana yardım etmeni arzuluyorum." demişti de,
"Onlara bir şey ödemedim" veya "Üzerimden birkaç taksit geçti,
ödemekten âciz kaldım." veya "Sahiplerim ödeyemeyeceğime
hükmettiler." vs. dememişti.
Sonra farzedelim ki,
sahipleri onun aczine hükmettiler; o zaman eski köle haline dönerdi. O zaman da
Berîre, çoktan ortadan kalkmış bir iş (mükâtebe akdi) için koşturup Hz.
Âişe'den yardım istemeye gelmezdi.
Şöyle denebilir: Hz.
Âişe'nin, "Eğer sahiplerin, seni satın alıp âzad etmemi ve velâ hakkının
da benim olmasını arzu ederlerse, ben bunu yaparım." sözü ile, Hz.
Peygamber'in (s.a.), "Onu satın al ve âzad et" buyurması, onun âciz
kaldığına delâlet eder. Zira bu ifadeler, Hz. Âişe'nin bir âzad etme işini
kurması anlamına gelir. Mükâtebin azadlığı ise borcunu ödemesi iledir. Efendisinin
âzad işini yeniden kurması ile değildir. Denilir ki, bunları kitabetin bâtıl
olduğu görüşüne sevkeden şey işte budur. İtiraza devam ediyorlar: Malumdur ki
mükâtebe akdi, ancak ya mükâtebin ödeyememesi, âciz kalması ya da kendi
kendisinin aczini kabullenerek vazgeçmesi ile bâtıl olur. Bu takdirde de
köleliğe döner. Bu durumdan satış akdi mükâteb üzerine değil, köle üzerine
gerçekleşmiş olur.
Buna şu şekilde cevap
verilir: Âzad işinin satın alınma üzerine tertib edilmesi, onun ilk kez
kurulmasına (inşası) delâlet etmez. Çünkü bu, müsebbe-bin (sonucun) sebebi
üzerine tertibi olmaktadır. Hz. Âişe, onun mükâtebe borcunu toptan olarak peşin
ödemeyi isteyince, onun bu durumu, Berire'nin âzad edilmesine sebep olmuştu.
Bizzat siz de diyorsunuz ki, Hz. PeygamberMn (s.a.), "Hiçbir oğul,
babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bulup satın alır ve azad
ederse o başka."[701]
hadisindeki, "satın alır ve azad ederse" kısmı müsebbebin sebebi
üzerine tertibi kabilindendir. Çünkü bizzat
satın alması ile, baba
oğulun mülkiyetinde hürriyet kazanır, onu âzad etmesine (böyle bir inşaya)
ihtiyaç yoktur. (Berîre hadisinde de durum aynıdır.) İkinci gerekçeye gelince;
onun durumu apaçıktır ve olayın ifade akışı (siyak) onu iptal etmektedir. Zira
Hz. Âişe, onu satın almış ve âzad etmişti. Velâ hakkı da kendisine aitti. Bunda
şüphe yoktur. Hz, Âişe malı satın almamıştı. MükâtebeJDedeli mal, taksite
bağlanmış dokuz okiyye idi. Onlara hepsini birden saymış ve zimmetindeki
maîdan hiç söz etmemişti. Hiçbir şekilde maksadı da o değildi. Hz. Âişe'nin
taksite bağlanmış dirhemleri aynı sayıdaki dirhemlerle peşin olarak satın
alması gibi bir maksadı yoktu.
3— Berîre
hadisinden çıkarılan bir diğer hüküm de, paraların (altın ve gümüş) miktarları
farklı değilse, onları (tartmak yerine) sayarak da muamele yapmak caizdir.
4— Akitte
taraflardan hiçbirinin, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) hükmüne muhalif şart ileri
sürmesi caiz değildir. "Allah'ın kitabında olmayan" ifadesinin
mânası, "Allah'ın hükmünde cevazı olmayan" demektir. Yoksa,
"Kur1-an'da zikri ve mübahlığı geçmeyen" mânasına değildir. Hadiste
geçen "Allah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha lâyıktır.",
"Allah'ın şartı daha sağlamdır." ifadeleri buna delâlet eder.
Fasit şart ileri
sürülen akdin, sahih olacağını ve akdin o şart sebebiyle bâtıl olmayacağım
söyleyenler bu hadisle istidlal ederler. Bu tartışmalı bir konudur ve tafsile
ihtiyaç vardır. Hangisinin doğru olduğu, hadisin mânasının açıklanması
durumunda ortaya çıkar. Zira hadiste geçen: "Velâ hakkını onlara şart koş.
Velâ hakkı, ancak âzad edene aittir.*' ifadesi, bir problem arzetmiştir. Çünkü
hem şart koşması için Âişe'ye izin vermiş, hem de bir mâna ifade etmeyeceğini
söylemiştir. İmam Şafiî bu ifadeyi tenkide tâbi tutmuş ve: "Hişâm b. Urve
bu ifadeyi, yalnız başına rivayet etmiştir. Diğer râviler ise ona
muhaliftirler." diyerek hadisin bu kısmını reddetmiş, sabit görmemiştir.
Ancak Buharî, Müslim ve diğerleri, hadisi bu şekliyle tahric etmişler ve
tenkit etmemişlerdir. Bildiğimiz kadarıyla Şafiî'den başka hadisi muallel
bulan yoktur.
Sonra mânasında
ihtilâf etmişler ve: "Hadisteki lâm harfi aslî (lehine) mânasında değil,
alâ (aleyhine) mânasındadır.'' demişlerdir.
"EğerNitekim İsrâ
sûresi (17/7)ndeki "Eğer Nitekim İsrâ sûresi (1/)
iyilik ederseniz,
kendinize iyilik etmiş olursunuz.' Kötülük ederseniz, o da kendi
aleyhinizedir." âyetindeki ifadesindeki lâm aleyhâ manasınadır. [702]de
buna delildir.
Bir grup buna itiraz
ederek, âyetin siyakı ile harfin konumunun hadiste-kinden farklı olduğunu
belirtmişlerdir. Çünkü âyet, nefsin lehine ve aleyhine olan arasında bir ayırım
yapmıştır. ifadesinde ise böyle bir durum yoktur.
Bir başka grup ise
şöyle demiştir: Lâm harfi, aslî mânası üzerinedir. Ancak sözde hazfedilmiş
(düşmüş) bir kısım vardır. Hadisteki bu kısım:
= Onlara ister şart koş, ister koşma. Çünkü
koşulan şart, Allah'ın kitabına muhalif olduğu için bir mâna ifade
etmeyecektir." şeklindedir.
Bu yoruma,
"delili olmayan bir şeyin gizlenmesini gerektirdiği, böylesi delilsiz bir
şeyi bilmenin de bir nevi gaybı bilmek olduğu" belirtilerek itiraz
edilmiştir.
Bir başka grup ise:
Buradaki emir İbâha için değil, tehdid içindir. = İstediğinizi yapın."
âyetindeki emir sîgası gibidir, demişlerdir. Bunun saçmalığı da, bir önceki
yorumda olduğu gibi ortadadır. Hz. Âişe'nin ne suçu var ki tehdide maruz
kalsın! Olayın anlatılışında tehdidi gerektiren şey nerede?! Evet. Doğrusu
tehdide lâyık olan kendileridir, mü'min-lerîn annesi değil!
Dördüncü bir grup:
"Hayır buradaki emir kipi, ibâha ve izin içindir ve bu tür şartların
koşulması caizdir. Mükâtebin velâ hakkı, satıcının olur." demişlerdir.
Bazı Şâfiîler böyle düşünüyorlar. Bu yorum, öncekilerin hepsinden daha da
kötüdür. Bizzat hadisin sarih ifadesi, bu yorumun bâtıl olduğunu ve
reddedilmesini gerektirir.
Beşinci bir grup şöyle
diyor: Bu izin Hz. Âişe'ye, sadece bu şartın bâtil-hğının ortaya çıkmasına,
fert ve toplum olarak herkesin bunu bilmesine ve hükmün yerleşmesine vesile
olsun diye verilmiştir. Berîre'nin sahipleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu
husustaki hükmünü öğrenmişlerdi, buna rağmen velâ hakkı kendilerine şart
kılınmadan ikna olmamışlardı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye şart koşma
hususunda izin verip, sonra bir de hutbe irad ederek, koşulan bu şartın bâtıl
olduğunu, insanların içinde ilan etmek suretiyle onları cezalandırdı. Bu
uygulama, şer'î ahkâmdan birisini ortaya koydu. O da şudur: Akidde bâtıl bir
şart ileri sürülmüşse, ona riayet etmek caiz değildir. Eğer Hz. Âişe'ye şart
koşma izni verilmeseydi, bu hüküm bilinmezdi. Zira hadis, "velâ hakkının
âzad edenden başka birisine ait olması" hükmünün (şartının) fâsid olduğunu
içermektedir.
Şart koşulduğunda,
bunun bâtıl olduğu, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) bâtıllığını açıkça ifade
etmesinden anlaşılmaktadır. Belki de Berîre'nin sahipleri, "Şayet şart
koşulursa, her ne kadar mutlak akdin gereğine ters ise de, ona riayet etmek
gerekir." düşüncesinde idiler. Ama Hz. Peygamber (s.a.), şartsız iptal
ettiği gibi, şart koşulmuş olduğu halde bile onu iptal etmiştir.
Şöyle denebilir: Şartı
ileri süren kimsenin maksadı, koşulan şartın iptal edilmesiyle
gerçekleşmeyince, ya ona fesih hakkı verilmelidir, ya da gözetip de elde
edemediği menfaat oranında bir iade yapılmalıdır. Oysa ki Hz. Peygamber
(s.a.), bu ikisinden hiç birine hükmetmemiştir.
Cevap: Sizin bu
söylediğiniz, şartı ileri süren tarafın, şartın fâsid olduğunu bilmemesi
durumunda sözkonusudur. Ama bâtıl olduğunu, Allah'ın kitabına ters düştüğünü
bile bile şartı ileri sürmüşse; o kişi, böyle bir şartı ileri sürme cür'etini
gösterdiği için âsî ve günahkâr olur. Dolayısıyla da ne fesih, ne de geri iade
hakkı olmaz. Berîre'nin sahiplerinin tavrı, bu ikinci tür davranışta
bulunduklarını gösteriyor. Allah en iyi bilendir. [703]
= Velâ hakkı, ancak
âzad edene aittir." hadisi, umum ifade eder ve bunun altına sâibe[704]
olarak âzad eden, zekât ya da kef-faret yoluyla âzad eden veya (meselâ nezir
gibi) vacip bir âzadda bulunan herkes girer ve velâ hakkına sahip olur. Bu îmam
Şafiî, Ebu Hanife ve bir rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir. Diğer bir
rivayette İmam Ahmed: "(Bu şekilde âzad dilen köle) üzerinde velâ
yoktur." demiştir. Üçüncü rivayette ise; "Onun velâsı, kendi gibi
birisinin âzad edilmesi için kullanılır." demiştir.
İmam Ahmed ve onun
görüşünde olanlar, bir müslümanın zimmî bir köleyi âzad etmesi, âzad edilenin
de kâfir olarak ölmesi durumunda müslümanın velâ yoluyla ona vâris olacağına,
bu hadisin umumîliğini delil olarak kullanmışlar ve bu umumîliğin,
"Müslüman, kâfire vâris olamaz."[705]
hadisinden daha hâs (hususi) olduğunu, onu tahsis ya da takyîd ettiğini ifade
etmişlerdir. İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife ise: "Köle müslüman olarak
ölmedikçe velâ yolu ile vâris olamaz." demişlerdir. Bunların, "Velâ
hakkı âzad edene aittir." sözünün umumiliği, "Müslüman, kâfire vâris
olamaz." hadisi ile tahsis edilmiştir, demelerine bir mâni yoktur. [706]
Berîre olayından
çıkarılan fıkhı hükümlerden biri de, köle ile evli bir cariyenin azad edilmesi
durumunda kendisinin muhayyer olacağıdır. Rivayetler, Berîre'nin kocasının hür
mü, köle mi olduğunda ihtilâf arzetmektedir. Kasım, Hz. Âişe'den: "Köle
idi. Eğer hür olsaydı, ona muhayyerlik vermezdi." dediğini rivayet eder.
Urve ise yine ondan: "Hürdü." diye nakilde bulunur. İbn Abbas ise:
"Muğis adı verilen siyah bir köleydi. Falan oğullarının kölesiydi. Ben
hâlâ, onun Medine sokaklarında (Berîre'nin) arkasında dolaştığım görür
gibiyim." demiştir. Bütün bu rivayetler Sa/i/A'tedir. Ebu Davud'da Urve,
Hz. Âişe'den; "Ebu Ahmed'lerin kölesiydi. Hz. Peygamber (s.a.) onu
(Berîre'yi) muhayyer kıldı ve ona: 'Eğer sana yaklaşırsa, artık sana tercih hakkı
yök...'[707] buyurdu." dediğini
rivayet eder.
îmam Ahmed'in Müsned'mĞz
"Hz. Âişe'den "Berîre, bir kölenin (nikâhı) altında idi. Onu âzad
ettiğinde, Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Tercih et. İstersen bu
kölenin nikâhı altında kalmaya devam edersin, istersen ondan ayrılırsın."
buyurdu.[708]
Sahih'te, onun hür
olduğu rivayet edilmiştir.
Rivayetlerin en sahihi
ve en çoğu, onun köle olduğunu gösteren rivayetlerdir. Bu haberi, Hz. Âişe'den
üç kişi rivayet etmiştir: Esved, Urve ve Kasım. 1) Esved'in rivayetini ele
alalım. Ondan gelen rivayetler, Hz. Âişe'nin onun hür olduğunu belirttiğinde
müttefiktirler. 2) Urve'nin rivayetine gelince, ondan nakledilen birbirine
muarız iki sahih rivayet vardır: Birine göre hür, diğerine göre ise, köle idi.
3) Abdurrahman b. Kâsım'ın rivayetine gelince; ondan da iki sahih rivayet
nakledildiğini görüyoruz. Birincisine göre hürdü. İkincisine göre ise şüphe
var. Davud b. Mukâtil diyor ki: "İbn Abbas'tan gelen rivayetler, onun köle
olduğunda ihtilâf etmemişlerdir."
Cariye âzad edildiği
zaman, eğer kocası köle ise muhayyer olacağında ittifak vardır. [709]
îmam Şafiî, Mâlik ve
iki rivayetten birinde İmam Ahmed: "Muhayyerligi yoktur."
demişlerdir. Ebu Hanife ve diğer bir rivayetinde ise Ahmed, "Muhayyer
olur." görüşündedirler.
Bu iki görüş,
cariyenin kocasının hür ya da köle oluşuna dayanmaz. Aksine muhayyerlik
hakkının dayanağı (menât, illet) konusundaki araştırmadan kaynaklanmaktadır.
Bu konuda fakihlerin üç hareket noktası vardır: î) İllet, eşitliğin bozulmasıdır.
"Noksan altında kemal bulmuştur." sözlerinden kasıtları budur. 2)
Cariyenin âzad edilmesi, kocasına daha önce akitle sahip olmadığı üçüncü bir
talâk hakkı gerektirmiştir. Ebu Hanife'nin.hareket noktası budur. Bunlar üç
talâk görüşlerini, "Talâkta itibar kocaya değil, kadınadır." (Yani
kadın hür olursa talâk üç olur, isterse koca köle olsun. Kadın köle ise talâk
sayısı iki olur, isterse koca hür olsun.) prensiplerine dayandırmışlardır. 3)
Cariyenin, kendi nefsine mâlik olmasıdır.
Konu üzerinde durmak
istiyoruz.
Birinci yaklaşım:
İlletin, noksan altında kemal bulması olduğu telakkisine göre, denklik,
evliliğin başında şart olduğu gibi, devamında da şarttır. Evlilik esnasında
denklik bozulursa, kadın muhayyer olur, başlangıçta kocanın denk olmadığı
anlaşıldığında muhayyer olduğu gibi, seçimini yapar anlayışına dayanır ki, bu
görüş iki açıdan zayıftır:
a) Nikâhın
sıhati için, şartlarının devam ve bekası aranmaz. Yine akit sırasında nikâhın
tevabiinden olan hususların da, nikâhın bekası için devam etmesi şartı yoktur.
Meselâ, nikâhın başında zevcenin zorlamaksızın rızasını belirtmesi şarttır. Ama
nikâhın devamı için aynı şart aranmaz. Veli ve iki şahit şartı da böyledir.
İhram, iddet ve zinakâr kadınla evlenilemeyeceği görüşünde olanlara göre zina
mânileri de, sadece akdin başlangıcı için engel teşkil ederler. Akdin devamını
engellemezler. Dolayısıyla akit için denklik şartının ileri sürülmesi, evlilik
boyunca da denkliğin bulunması zaruretini gerektirmez.
b) Nikâhın
devamı sırasında, kocanın fâsıkhğı veya feshi mucib bir kusurun zuhuru sebebi
ile denkliğin bozulması durumunda zahir mezhebe göre muhayyerlik sabit
olmamaktadır. Mütekaddimîn Hanbelî âlimlerinin tercihi ve îmam Mâlik'in mezhebi
böyledir. Kadı, sonradan ortaya çıkan bir kusur yüzünden muhayyerlik doğacağını
söylemiştir. O zaman kocanın fâsık olması yüzünden de muhayyer kılması
gerekir. İmam Şafiî: "Eğer kusur kocada zuhur ederse, muhayyerlik doğar,
eğer zevcede ortaya çıkarsa bunda iki görüş vardır." demiştir.
İkinci yaklaşım:
İlletin, kocası lehine üzerinde üçüncü bir talâk hakkını gerektirmesi şeklinde
idi. Bu, son derece zayıf bir yaklaşımdır. -Üçüncü bir talâk hakkının doğması
ile, âzad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı tanınması arasında ne ilgi vardır?
Acaba Sâri', üçüncü talâka mâlik olmayı, feshe mâlik olmaya sebeb mi kılmıştır
ki? Bunların, "Cariye daha önce iki talâkla ayrılıyordu. Şimdi ise ancak
üç talâkla ayrılabilir. Bu ise ak din gerektirmediği cariye (zevce) aleyhine
bir haps ve tutma fazlalığıdır." şeklindeki kuruntuları yersizdir. Çünkü
koca, karısından asla ayrılmama ve onu ölünceye kadar nikâhında tutma hakkına
zaten sahiptir. Nikâh, ömür boyu devam etmek üzere kıyılan bir akittir ve
karısını nikâhı altmda tutmaya mâliktir. Onun âzad olması, bu mâlikiyeti
elinden almaz. Bu durumda onun aleyhine üçüncü bir talâka mâlik olması, nasıl
onun bu hakkını düşürebilir? Bu izah, tabiî, talâkta itibarın kadınlara olduğu
varsayımına göredir. Oysaki bu konuda da sahih olan; talâkı elinde tutan,
kullanılması kendisine tevdi edilen ve kendi tarafından kullanıldığında
meşruluk kazanan kocaya itibar edilmesidir.
Üçüncü yaklaşım: Kendi
nefsine mâlik olması şeklinde idi. Bu, diğerleri içerisinde daha tercihe
şayanı, şer'î asıllara en yakını ve çelişkilerden de en uzak olanıdır. Bu yaklaşımın
izahı şöyledir: Efendi, cariyenin rakabesine ve menfaatlerine mâlik olması
hasebiyle mülkiyet hükmüne istinaden onun üzerine nikâh akdi icra etmişti.
Âzad etme işi ise, Âzad edilene, hem rakabe, hem de menfaatlerin temlikini
gerektirir. Âzad etmeden maksat, ondan gözetilen hikmet budur. Cariye âzadla
rakabesine mâlik olunca, kadınlığına, menfaatlerine de mâlik olur.
Kadınlığından istifade menfaati de bu meyândadır. Dolayısıyla ona muhayyerlik
tanınmazsa, kadınlık menfaatine sahip olmuş olamaz. Bu yüzden Sâri' (Hz.
Peyamber s.a.) âzad edilen cariyeyi, kocası ile beraberliğe devam etme ya da
nikâhını feshetme arasında muhayyer kılmıştır. Zira kendi kadınlığına artık
sahip olmuştur. Nitekim, Berîre hadisinin bazı rivayetlerinde Hz. Peygamber
(s.a.) ona: "Kendi nefsine mâlik oldun. Tercih et." buyurmuştur.
İtiraz: Efendi
cariyesini evlendirse, sonra onu satsa; bu durumda müşteri, tabii ki, onun
rakabesine, kadınlığına, menfaatlerine mâlik olmuştur. Ama buna rağmen
müşteriye nikâhın feshi yetkisini vermiyorsunuz. Sizin bu tutumunuz,
yaptığınız izahı nakzeder, boşa çıkarır.
Cevap: Öyle bir şey
yok. Çünkü o meselede satıcı, mâlik olduğu şeyleri müşteriye nakletmiştir.
Dolayısıyla müşteri, satıcının halefi olmaktadır. Satıcı, cariyesini
evlendirdiğinde onun kadınlığından istifade menfaatini kendi mülkiyetinden
kocaya devretmişti. Sonra da kadınlık menfaatinden soyutlanmış vaziyeti ile
onu müşteriye nakletmiştir. Bu tıpkı, kölesini bir müddet için kiraya vermesi
ve sonra onu satması durumuna benzer.
Soru: Haydi diyelim,
cariyeyi satması durumunda bu doğru! Aynı şeyi âzad edilmesi durumu için de
söyleseniz ve cariyeyi kiralayıp sonra âzad etmeşinde olduğu gibi, âzad
edilmesi durumunda da kadınlığından istifade men-
faatinden soyutlanmış
olarak kendi hürriyetini kazanır deseniz ya! sıyla sizin bu yaklaşımınız
tutarsızdır.
Dolayı-
Cevap: Aralarında fark
vardır. Âzad etmenin âzad edilene rakabe ve menfaatlerini temliki, satış
akdinden güçlüdür. Güçlü olduğu içindir ki âzad işi, âzad etmediği kısmında da
geçerli olur ve ortağının payına sirayet eder. Halbuki satış akdi böyle
değildir.
Efendinin azad etmesi,
âzad edilen üzerinde mâlik olduğu şeyleri düşürmesi ve bağımsız olarak ona ait
kılması demektir. Bu da, mâlik olduğu hem rakabe hem de menfaatlerinin tümünü
düşürmesini gerektirir. Âzad işi, mâlikin hiçbir hakkı olmadığı başkasının
halis mülküne bile sirayet ettiğine göre, nasıl olur da kocanın hakkının
taalluk ettiği mülküne sirayet etmez?! Âzad edenin hiçbir hakkı bulunmadığı
ortağının hissesine sirayet ettiğine göre* kocanın hakkı tarafından meşgul
bulunan kendi mülküne sirayeti öncelikle ve daha uygun olarak sabit olur.
Adalet ve sahih kıyas bunu gerektirir.
Soru: Bu durumda
kocanın hakkının iptali sözkonusudur. Ortak misalinde ise bu durum yoktur. Çünkü
zarurî olarak âzad edilen payının bedeli kendisine verilmektedir.
Cevap: Koca, cinsel
ilişkide bulunmak suretiyle menfaati elde etmiştir. Bu menfaatin devamını yok
eden bir şeyin ortaya çıkması onun bir hakkım düşürmüş olmaz. Nitekim akdin
fesadını ya da feshini gerektiren, süt emme, ayıp zuhuru ve bazılarınca
denkliğin bozulması gibi bir durumun sonradan arız olması durumlarında olduğu
gibi.
Soru: Peki Nesâî'nin
İbn Mevheb hadisine ne diyeceksiniz? Buna göre Kasım b. Muhammed şöyle
demiştir: Hz. Âişe'nin biri erkek, diğeri kadın iki kölesi vardı. Hz. Âişe
anlatıyor: Ben bunları azad etmek istedim ve bunu Hz. Peygamber'e (s.a.)
söyledim. Bana: "Önce erkek köleyi âzad et." bu-yurdu.[710]
Eğer koca hür olduğu zaman, muhayyerlik hakkı menedilmesey-di, önce erkek
kölenin azadı ile işe başlanmasının bir faydası olmazdı. Zira önce erkek köleyi
âzad ettiğinde, cariye hür bir kimsenin nikâhı altmda iken âzad edilmiş
olacaktı. Böylece de muhayyerlik hakkı olmayacaktı.
Yine Sünen-i Nesâfdt:
Hz. Peygamber'in (s.a.) "Herhangi bir cariye, kölenin nikâhı altında iken
azad olursa, kocası onunla birleşmediği sürece muhayyerdir.[711]
buyurduğu rivayet edilir.
Cevap: Birinci hadisi
ele alalım: Onu rivayet eden Ebu Cafer el-Ukaylî: "Bu, sadece Ubeydullah
b. Abdurrahman b. Mevheb kanalıyla bilinen bir haberdir. O, zayıf bir
râvidir." der. İbn Hazm ise: "O, sahih olmayan bir haberdir."
der. Sonra biz bu haberi sahih kabul etsek bile bunda konuya ait bir delil
yoktur. Çünkü bu iki kölenin birbirleri ile evli olduklarını ifade eden bir kayıt
yoktur. Sadece biri erkek, diğeri kadın iki kölesi olduğu belirtilmektedir, o
kadar. Sonra bunların evli olduğunu varsaysak bile, Hz. Âişe'ye önce erkeği
âzad etmesini emretmesinde, hür bir kimsenin nikâhı altında iken âzad edilen
cariyenin muhayyerliğini ortadan kaldıracak bir unsur yoktur. Haberde önce
erkek köleyi (kocayı) âzad etmesini bu yüzden emrettiğine dair bir sarahat
yoktur. Aksine anlaşılan odur ki, Hz. Peygamber (s.a.) validemize, erkek köle
azadının cariyeye göre daha faziletli olmasından ve iki cariyenin azadının
ancak bir erkek köle yerine geçeceğinden —nitekim bu me-yanda sahih hadis
vardır— hareketle, önce erkekten başlayarak âzad etmesini emretmiştir.
İkinci hadise gelince:
Bu da zayıf bulunmuştur. Çünkü Fadl b. Hasan b. Amr b. Ümeyye ed-Damrî'nin
rivayetindendir. O ise meçhul bir râvidir. Böylece durum açıklık kazanmış ve
âzad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı verildiği konusunda Şâri'in hükmü ortaya
çıkmıştır. Buna delil olmak üzere İmam Ahmed'in, müsned olarak rivayet ettiği şu
hadisi zikredebiliriz: Hz. Peygamber: "Cariye âzad edildiği vakit, kocası
onunla birleşmediği sürece muhayyerdir. İsterse ondan ayrılır. Eğer kocası
kendisi ile birleşmişse artık muhayyerliği yoktur ve ondan ayrılamaz. "[712]
buyurmuştur.
Bu hadisten iki hüküm
çıkar:
1— Kocasına
birleşme imkânı vermediği sürece muhayyerlik hakkım zaman içinde (terahi
üzere) kullanabilir. Bu, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve Ahmed'in görüşleridir. İmam
Şafiî'nin üç görüşü vardır. Biri budur. İkincisi: fevridir, derhal kullanılması
gerekir. Üçüncüsü, üç güne kadar hakkı devam eder.
2— Eğer
cariye, kocasına birleşme imkânı verir ve o da ilişkide bulunursa muhayyerlik
hakkı düşer. Bu, âzad edildiğini ve âzadla birlikte muhayyerliğin sabit
olduğunu bildiği zamandır. Eğer her ikisini de bilmiyorsa, cinsel
ilişki ile hakkı
düşmez. İmam Ahmed'den ikinci bir görüş daha vardır: Fesih hakkına sahip
olduğunu bilmediğinde mazur değildir. Âzad edildiğini bildiği halde, kocasının
kendisi ile cimada bulunmasına ses çıkarmazsa, bu durumda kendisinin fesih
muhayyerliği hakkı bulunduğunu bilmese bile hakkı düşer. Birinci rivayet daha
sahihtir. Çünkü kocanın âzad işi, âzad edilen cariyenin muhayyerliğini
kullanmasından önce olmuştur. "Hür bir kimsenin nikâhı altında iken âzad
edilen cariyenin muhayyerliği yoktur." dedik. Onun muhayyerliği kocanın
kendisine eşitliğinden ve fesihten önce denkliğin meydana gelişinden dolayı
bâtıl olmuştur. İmam Şafiî, iki görüşünden birinde —ki izleyenleri tarafından
desteklenmiyor— şöyle diyor: "Muhayyerliğe sahip olması, (kocanın)
azadından önce olduğu için, hakkı devam etmektedir. Âzad işi onu ortadan
kaldırmaz." Birinci görüş, âzad vesilesi ile doğan fesih hakkının sebebi
ortadan kalktığı için, kıyasa daha uygundur. Nitekim, satış ve nikâh
akillerinde, fesihten önce fesih hakkını veren ayıbın ortadan kalkması
durumunda da aynıdır. Yine nafaka ödeyememe sebebiyle kadının nikahı fesih
hakkının bulunduğu sırada, bu halin (i'sâr) ortadan kalkması halinde de aynı
durum sözkonusudur. Eğer biz illeti "kendi nefsine mâlik olmasıdır."
şeklinde kabul edersek, bunun bir tesiri olmaz. Eğer koca ric'î talâkla
boşa-mış ve cariye, iddeti içerisinde iken âzad edilmiş ve feshi de tercih
etmişse, ric'at (kocanın rücû hakkı) bâtıl olur. Eğer onunla beraber kalmayı
tercih ederse, bu sahih olur ve fesih muhayyerliği düşer. Zira ric'î talâkla
boşanmış kadın, zevce hükmündedir.
İmam Şafiî ve bazı
hanbelî âlimleri, şöyle demektedirler: Ric'at olmadıkça, onunla beraber
kalmasını tercih etmesi ile fesih hakkı düşmez. Kocanın rücûundan sonra
kendisini tercih etme hakkı bulunur. Talâk zamanı içerisinde tercihte
bulunması sahih olmaz. Zira kendisinin ayrılığa dönüş durumunda bulunduğu bir
zaman içerisinde fesih hakkını kullanarak, kendisini tercih etmesi mümkün
değildir. Koca kendisine rücûda bulunduğu zaman, o takdirde kocasını tercihle
onunla beraber kalması sahih olur. Zira rücû ile zevcesi olmuştur. Rücû işi
tamamen kocanın kendi işidir, neticesi de kendisinde etkili olur. Bunun
benzeri şudur: Cariyenin kocası, zifaftan sonra irti-dat etse, sonra cariye o
irtidat halinde iken âzad edilse; birinci görüşe göre, müslümanhğa dönmeden
önce de muhayyerlik hakkı vardır. Eğer onu tercih eder, sonra o İslâm'a
dönerse, fesih hakkı düşmüş olur. İmam Şafiî'nin görüşüne göre ise: İslâm'a
dönmeden önce, azadb cariye için muhayyerlik söz-konusu değildir. Çünkü akit
bâtılhğa yüz tutmuştur. Müslümanlığa döndüğü anda ise muhayyerliğini
kullanması sahihtir.
Soru: Âzad edilen
cariye akdi feshetmeden, kocası tarafından boşansa, talâk vuku bulur mu, bulmaz
mı?
Cevap: Evet vuku
bulur, çünkü zevcesidir. tmam Ahmed'in bazı tabileri ve daha başkaları derler
ki: "Talâk mevkuf (izne bağlı) olur. Eğer akdi feshederse, talâkın vuku
bulmamış olduğunu anlamış oluruz. Eğer kocasını tercih ederse, talâkın vuku
bulduğu ortaya çıkar."
Soru: Bu durumda
azadlı cariye, nikâhın feshini tercih ederse mehrin durumu ne olur?
Cevap: Ya zifaftan
sonra feshetmiştir, ya da önce. Eğer akdi, zifaftan sonra feshetmişse mehir
düşmez. Mehir, ister feshetsin, ister kocasını tercih etsin her iki halde de
cariyenin efendisine aittir. Eğer zifaftan önce feshetmiş ise, iki görüş
vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'dendir. Birincisi: Mehir yoktur. Çünkü ayrılık
kendisi tarafından gelmiştir. İkincisi: Mehrin yarısı gerekir ve cariyenin
efendisine ait olur, kendisine değil.
Soru: Yarı hissesi
âzad edilmiş cariye hakkında ne dersiniz? Acaba onun da muhayyerlik hakkı var
mıdır?
Cevap: Bu konuda her
ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilen iki görüş vardır.
Şöyle diyebiliriz:
Başka hiçbir malı olmayan efendi, yüz dirhem değerinde olan müdebber
cariyesini iki yüz dirhem mehir mukabilinde evlendirse, sonra efendi ölse,
müdebber cariye âzad olur; fakat zifaftan önce fesih hakkına mâlik olmaz.
Çünkü, eğer olacak olsa, mehir düşer ya da yarıya iner. Bu durumda da
(efendisinin terekesinin) üçte biri kendi değerini karşılayamayacağından bir
kısmı köle kalır. Dolayısıyla zifaftan önce fesih mümkün olmaz. Feshe mâlik
olmadığında ise (iki yüz mehir, yüz de kendi değeri toplam terekenin) üçte
birinden kendisi çıkar ve tamamı âzad olmuş olur. [713]
Bedre hadisinde geçen;
Hz. Peygamber'in, "Keşke ona geri dönsen" sözüne karşılık
Berîre'nin; "Bu bir emir midir?" diye sorması ve Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurması ve Berîre'nin de:
"Benim ona ihtiyacım yok." şeklinde karşılık vermesinde üç hüküm
bulunmaktadır.
1— Hz.
Peygamber'in (s.a.) emri, vücûb içindir. Bu yüzdendir ki; aracılığı (şefaati)
ile emri arasım ayırmıştır. O'nun (s.a.) aracı sıfatı ile yaptığı istekleri de
yerine getirmek, şüphesiz ki en büyük müstahaplardandır.
2— Hz.
Peygamber (s.a.), Berire, aracılığını kabul etmedi diye ona kızmamış,
davranışını yadirgamamıştır. Çünkü aracılık, bir hakkın düşürülmesi konusunda
idi. O da tamamen kendi bileceği bir işi idi. Hak kendisinindi. İster kullanır,
ister kullanmazdı. Buradan, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir aracı sıfatı île
isteklerine karşı gelmenin haram olmadığı, emrine karşı gelmenin ise haram
olduğu neticesi çıkar.
3— Sâri'
lisanında "müracaat" kelimesi bazan nikâh akdinin tümden ortadan
kalktığı durumlar için kullanılır ve bu bağlamda, "akdin yeni baştan
kurulması" anlamına gelir. Bazan da "imsak = tutmak" anlamında
akdin dağıldığı, fakat tümden ortadan kalkmadığı durumlar için kullanılır. Buna
göre "Eğer ikinci koca da onu boşarsa, eski karı-kocanın tekrar birbirlerine
dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur."[714]
âyeti; eğer onu ikinci koca boşarsa, yeniden bir nikâh yapmak üzere
birbirlerine dönmeleri konusunda kadınla birinci koca üzerine bir günah
yoktur, anlamındadır. [715]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), Berîre'ye tasaddukta bulunulan etten yemiş olması ve: "O, ona
sadakadır, bize ise hediyedir." buyurması, Haşimoğulla-n'mn ve sadaka
kabul etmesi haram olan zengin kimselerin, kendilerine sadaka olarak verilen
şeylerden fakirlerin hediye vermeleri durumunda, onu yiyebileceklerine (bunun
caiz olduğuna) delildir. Çünkü yenilen şeyin ciheti değişmiştir. Sadaka
önceden yerini bulmuştu. Yemek caiz olduğu gibi, onu fakirden mal karşılığı
—eğer kendi verdiği sadakası değilse— satın alması da caizdir. Eğer kendi
sadakası ise; onu satın alması, hibe etmesi, hediye olarak kabul etmesi caiz
değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) Ömer'in (r.a.), kendi sadakasını satın
almasını yasaklamış ve': "Sana onu bir dirheme verse bile satın
olma." buyurmuştur.[716]
Hz. Peygamber'in
(s.a.), az veya çok mehir hakkında verdiği hükümleri ve kocanın ezberindeki
Kur'an süsleri karşılığında kıyılan nikâhın sahih olduğuna hükmetmesi:
Sahih-i Müslim'de
rivayet edilmiştir: Hz. Âişe: "Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcelerine verdiği
mehri, on iki okıyye ile bir neşş[717]
idi. Bunun toplamı 500 dirhem eder." demiştir[718]
Hz. Ömer (r.a.) de:
"Hz. Peygamber'in (s.a.) ne kendi kadınları için, ne de kızlarını
evlendirirken on iki okıyeden fazla mehir belirlediğini bilmiyoruz."
demiştir.[719] Tirmizî, hadisin hasen
sahih olduğunu söylemiştir.
Okıyye, kırk
dirhemdir.
Buharı, Sehl b.
Sa'd'dan Hz. Peygamber'in (s.a.) bir adama: "Demirden bir yüzük (mehir)
ile de olsa, evien!" buyurduğunu rivayet eder.[720]
Sünen-i Ebı Davud'da,
Câbir'den rivayet edilen hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Kim mehîr olarak
iki avuç dolusu kavut veya hurma verse, (bu bile kâfidir, kadını kendisine)
helâl kılmış ohır."[721]
buyurmuştur.
Tirmizî'de anlatılır:
Fezâreoğullan'ndan bir kadın bir çift pabuç karşılığında evlenmişti. Allah
Rasûlü (s.a.) ona: "Bir çift pabuç karşılığında kendini ve malını teslim
etmeye razı mı oldun?" buyurdu. Kadın: "Evet." deyince, Hz.
Peygamber (s.a.) de akde izin verdi.[722]
Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu söyler. [723]
İmam Ahmed'in
MüsnecP'mde Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Nikâhın bereketçe en
büyük olanı, külfetçe en kolay olanıdır." buyurduğunu bildirir[724]
Sahihayn'da.
anlatılır: Bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasû-lallah! Ben nefsimi
sana hibe ettim." dedi ve uzun süre bekledi. Bir adam kalkarak: "Ya Rasûlallah,
eğer senin ona bir ihtiyacın yoksa onu bana nikâhla." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) adama: "Ona mehir olarak verebileceğin bir şeyin var mı?"
diye sordu. Adam: "Şu izanmdan başka bir şeyim yok." dedi. Allah
Rasûlü (s.a.) ona: "Eğer izarını ona verecek olursan, sen izarsız oturur
kalırsın. Başka bir şey ara!" buyurdu. Adam: "Hiçbir şey bulamıyorum."
deyince, Hz. Peygamber (s.a.): "Demirden bir yüzük de olsa, bir şeyler
ara!" buyurdu. Adam araştırdı, bir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasû-lullah
(s.a.): "Kur'an'dan ezberlediğin bir şeyler var mı?" diye sordu.
Adam: "Evet, —isimlerini söyleyerek— şu şu sûreleri (biliyorum)."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kur'an'dan bildiklerinin karşılığında, onu
sana nikahladım.1 buyurdu.[725]
Nesâî'de rivayet
edilir: Ebu Talha, Ümmü Süleym'e talip olmuştu. Üm-mü Süleym: "Vallahi, ey
Ebu Talha, senin gibisi geri çevrilmez. Ancak sen kâfir bir adamsın. Ben ise
müslüman bir kadınım. Seninle evlenmem bana helâl olmaz. Eğer müslüman olursan,
o benim mehrim olsun. Senden başka bir şey istemem." dedi. Ebu Talha,
İslâmiyet'i kabul etti ve bu, onun mehri oldu. Sabit şöyle der: "Mçhri
konusunda Ümmü Süleym'den daha cömert davranan hiçbir kadın işitmedik."
Ebu Talha, onunla zifafa girdi ve çocukları oldu[726]
Bu hadis şu hususları
içermektedir:
1— Mehrİn en
az miktarı belirlenmemiştir. Bir avuç kavut (sevik), bir demir yüzük, bir çift
pabuç da mehir olarak belirlenebilir ve bununla helâllik sabit olur.
2— Nikâhta,
mehir konusunda aşırılık mekruhtur ve bu nikâhın bereketinin azlığı ve zorluğuna
sebeptir.
3— Kadın,
mehri olmak üzere koca (adayı)nın ilmine, Kur'an'ı ya da bazı bölümlerini
hıfzına razı olursa, bu caizdir. Kadının, kocanın bildiği Kur'an'dan, onun
ilminden istifadesi, mehri olmuş olur. Nitekim efendininvcari-yesini âzad ederek,
kavuşturduğu hürriyetini, kendi rakabesine kendi maliki-yetini mehir kılması da
böyledir. Ebu Talha'mn, İslâmiyet'i kabul etmek suretiyle ondan istifade
cihetine gitmesi, Ümmü Süleym'in mehir olarak tercih etmiş olduğu bir şeydir ve
bu kabildendir. Bu onun için, koca tarafından harcanan maldan daha sevimlidir.
Zira mehir, aslında kadının faydalanması için meşru kılınmış bir hakkıdır. Eğer
ilimle, dinle, kocanın İslâmiyet'i kabulü ile, onun Kur'an okuması ile tatmin
oluyor, bunları istiyorsa bunlar onun için en üstün, en faydalı ve en değerli
mehir olur.
Akid de mehirden hali
bulunmaz. Bu durumda mehrin üç dirhemle veya on dirhemle —hem de nassla ve
kıyasla— takdirine gitmek nereden çıkıyor? Nas ve kıyas, bu zikrettiklerimizin
mehir olmasının sıhhatine hükmetmeye götürmektedir. Bu türden bir mehirle
evlenen kadınla, kendisini Hz. Peygamber'e (s.a.) hibe eden kadının durumu
aynı değildir. O sadece Hz. Peygamber'e (s.a.) has bir durumdur. Zira o,
kendisini velî ve mehirden soyutlanmış olarak hibe etmiştir. Bizim sözkonusu
ettiğimiz kadının durumu ise farklıdır. Bunda hem veli, hem de —her ne kadar
malî değil ise de— bir mehir vardır. Zira kadın, ondan kendisine ulaşacak
faydayı, malî bir bedel olarak telakki etmiş ve kendi nefsini; kocaya, malından
bir şey hibe eder gibi mücerred olarak hibe etmemiştir. Allah'ın sadece
Peygamber'ine has kıldığı, kendi nefsini Peygamber'e hibe eden kadının durumu
ise böyle değildir. Bu hüküm hadislerin gereği olmaktadır.
"Mehir; ancak
maldan olur, menfaatlerden mehir olmaz. Ne ilmi, ne öğretmesi mehir olarak
belirlenemez." diyen Ebu Hanife ve bir rivayette Ahmed, "Üç
dirhemden az mehir olmaz.*' diyen İmam Mâlik, "On dirhemden az
olmaz." diyen Ebu Hanife gibi âlimler, bu gibi hususlarda hadislerin gereğine
muhalefet etmişlerdir. Bu muhalif görüşlerin yanında daha başka şâz (çoğunluğa
muhalif) görüşler de vardır ki, bunların ne Kitâp'tan, ne sünnetten, ne
icmâ'dan, ne kıyastan, ne de sahabî kavlinden hiçbir delilleri yoktur.
Bu zikrettiğimiz
hadislerin, sadece Hz. Peygamber'e has olduğunu, yahut bunların mensuh
bulunduğunu ya da Medine ehlinin ameline uygun düşmediğini iddia eden kimsenin
bu tezi bâtıldır, delilsizdir. Asıl (hakikat), bu tezi reddetmektedr.
Tâbiîn'den Medine ahalisinin efendisi Sâid b. Müseyyeb, kızını iki dirhem
mehirle evlendirmiş ve hiç kimse de yadırgamamıştır. Hatta, bu onun menkıbe ve
faziletlerinden sayılmıştır. Abdurrahman b. Avf beş dirhem mehir vererek
evlenmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu tasvip buyurmuş, ses çıkarmamıştı. Şunu
da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, miktar belirleyen hükümler (mukadderat)
konusunda bir hükmün ortaya konulması ancak şeriatın sahibi tarafından olur. [727]
Hz. Peygamber (s.a.)
ve Râşid Halifelerin, eşlerden birinde baras (alaca hastalığı), cinnet
(delilik), cüzzam bulunması veya kocanın iktidarsız olması durumunda verdikleri
hükümler:
İmam Ahmed,
Müsned'inde Yezîd b. Kâ'b b. Ucre'den rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.),
Gıfâroğullarmdan bir kadınla evlenmişti. Yanına girdi. Elbisesini çıkarıp
yatağa girdiğinde, kadının böğründe alaca (baras) hastalığı gördü. Hemen
yataktan uzaklaştı ve sonra: "Elbiseni üzerine al." buyurdu (ve onu
salıverdi.) Ona mehir olarak verdiğinden hiçbir şey almadı.[728]
Muvatta'da Hz. Ömer
(r.a.) şöyle der: "Herhangi bir kadm bir erkeği aldatır, kendisinde
cinnet, cüzzam veya alaca hastalığı olduğu halde (söylemez ve) evlenirse
adamın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kazanır. Erkeğin ödediği,
kendisini aldatana gerekir."[729]
Başka bir rivayette:
Hz. Ömer (r.a.), alacalı, cüzzamh ve cinnetli (deli) kadın hakkında, eğer zifaf
olmuşsa aralarının ayrılmasına, kendisine dokunulması karşılığında mehre hak
kazanmasına ve bu mehrin de adam yerine, kadının velisi tarafından ödenmesine
hükmetti." şeklindedir.[730]
Sünen-iEbîDavutf da
İkrime, İbn Abbas'tan nakleder: Abdu Yezîd Ebu Rükâne, karısı Ümmü Rükâne'yi
boşadı ve Müzeyneliler'den bir kadınla evlendi. Kadın, Hz. Peygamer'e (s.a.)
geldi ve başından bir saç teli alarak: "Onun bana faydası, ancak şu saç
teli nin faydası gibidir. Aramızı ayır!1' dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamberi
bir hamiyettir aldı. Râvi hadisi zikretti. Hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) ona:
"Onu boşa!" buyurduğu ve onun da boşadığı nakledilmiştir. Sonra Hz.
Peygamber ona: "Karın Ümmü Rükâne'ye tekrar dön." buyurdu. O:
"Ben, onu üç talâkla boşadım, ya Rasûlallah!" dediyse de, Hz. Peygamber
(s.a.): "Tamam, biliyorum. Ona tekrar dön!" buyurdu ve: "Ey
Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri için de
boşaym..."[731]
âyetini okudu.[732]
Bu hadisin, İbn
Cüreyc'in Ebu kâfi' oğullarından birinden rivayet etmiş olmasından başka bir
kusuru yoktur. Ebu Râfî'in oğlu meçhul bir râvi-dir. Kim olduğu belli değildir,
ancak o tâbiîndendir. îbn Cüreyc, büyük hadis imamlarından âdil güvenilir bir
zattır. Âdil râvinin başkasından rivayeti —hakkında bir cerh yoksa— onu ta'dîl
sayılır. (Onu âdil bulduğunu gösterir). Sonra tabiîn arasında, özellikle de
Medineliler ve bunların içinde de Hz. Peygamber'in âzadlılan arasında yalan
yaygın değildi. Herkesin ihtiyaç duyduğu böyle bir sünneti, İbn Cüreyc'in
yalancı birinden veya kendince sika bulmadığı ve halini açıklamadığı bir
râviden rivayeti mümkün değildir.
İktidarsızlık sebebi
ile eşler arasını ayırma hükmü; Hz. Ömer, Osman, Abdullah b. Mes'ûd, Semüre b.
Cündeb, Muâviye b. Ebî Süfyan, Haris b. Abdullah b. Ebî Rebîa, Mugîre b. Şu'be
gibi sahabîlerden gelmiştir. Ancak Hz. Ömer, İbn Mes'ûd ve Muğîre bir sene
mühlet vermişlerdir. Hz. Osman, Muâviye ve Semüre, mühlet vermeden hemen
ayırmışlardır Haris b. Abdullah ise on aylık bir süre tanımıştır.[733]
Saîd b. Mansur;
Hüşeym—Abdullah b. Avf—İbn Şîrîn yoluyla rivayet eder: Hz. Ömer; bazı şeyleri
haber vermesi için bir adam göndermişti. O adam bir kadınla evlendi ve kendisi
de kısırdı. Hz. Ömer ona: "Kısır olduğunu kadına bildirdin mi?" diye
sordu. O: "Hayır!" dedi. Hz. Ömer (r.a.): "Git ve ona bildir.
Sonra da onu muhayyer bırak." dedi.[734]
Deliye bir sene mühlet
vermiştir. Bu süre içerisinde ifakat bulursa ne âlâ; aksi takdirde karısı ile
arasını ayırmıştır.
Fukaha bu konuda
ihtilâf etmişlerdir: Davud (ez-Zahirî), îbn Hazm ve onlara katılanlar:
"Nikâh, hiçbir surette kusurdan dolayı feshedilemez." demişlerdir.
Ebu Hanife: "Sadece âletin kesik olması ve iktidarsızlık hallerinde
feshedilir." demiştir.
İmam Şâfıî ve Mâlik:
"Sadece delilik, alaca hastalığı, cüzzam, karan (kadının fercinde
ilişkiye mâni bir yumrunun bulunması), âletin kesikliği ve iktidarsızlık
sebepleri ile feshedilir." demişlerdir. İmam Ahmed bu kusurlara, kadının
ön ve arka deliğinin bitişik olması (fetkâ) durumunu da eklemiştir. Hanbelî
âlimleri ise fere ve ağız kokması, fere içerisinde meni ve sidik yollarının
yırtılmış birbirine karışmış olması, fere içinde akıcı yaraların bulunması,
basur» nasır, istihaza (özür kanı görmesi), sidik ve pislik tutamama,
ta-şakların kesik, yumurtaların çıkarılmış veya ezilmiş olması, ikisinden
birinin hünsay-ı müşkil (erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan) olması gibi
ayıpları da eklemişlerdir. Yedi ayıptan birinin aynısı diğer eşte de bulunursa
veya akitten sonra bu ayıplardan biri meydana gelirse, bu hususta iki görüş
vardır:
Bazı Şafiî âlimleri:
"Satış akdinde cariye hangi kusurlarla geri iade ediliyorsa, nikâhta da
kadın o kusurlarla reddedilir." demişlerdir. Çokları ne bu görüşü, ne
bulunduğu yeri, ne de kim tarafından söylendiğini bilmemektedirler. Ebu Âsim
el-Abadânî Tabakâî-ı Ashabı'ş-ŞâfıVde bu görüşü nakledenler arasındadır.
Kıyasa uygun olan da ya bu görüştür, ya da îbn Hazm ve ona katılanların
görüşüdür.
Fesh hakkını sadece
iki veya altı veya sekiz ayıba inhisar ettirmek, bu ayıplara eşit veya daha
üstünde olan diğer ayıplara iltifat etmemek anlamsızdır. Örneğin körlük,
ahreslik (sağır ve dilsizlik), sağırlık, kadının ya da erkeğin iki elinin, iki
ayağının birden kesik olması veya bunlardan birinin kesik bulunması en büyük
nefret uyandırıcı ayıplardandır. Evlenirken bunları söylememek, büyük bir
hıyanet ve aldatmadır ki dîn buna imkân vermez. Mutlaktık (bunlardan
sözedilmeyişi) kusursuzluğu gerektirir. Budurum, örfen sözlü olarak şart
koşulmuş gibidir. Nitekim mü'minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.). çocuğu olmayan
birisi evlendiğinde ona: "Kısır olduğunu karına haber ver, onu muhayyer
bırak." demiştir. Acaba Hz. Ömer (r.a.), kısırlığın nisbeten onlar yanında
bir noksanlık değil, kemal sayılan "bu zikrettiğimiz kusurlar hakkında ne
derdi?!
Kıyas; eşlerden
birinin diğerinden nefretini gerektiren, nikâhtan amaçlanan birbirlerine karşı
muhabbet ve sevgi duymayı, acıma hislerini uyandırmayı engelleyen her ayıbın
muhayyerlik hakkı doğurması şeklinde olmalıdır. Nikâh, satıştan daha önemlidir.
Nikâhta ileri sürülen şartlara^ riayet etmek de, satış akdindeki şartlara
riayetten evlâdır. Ne Allah, ne de Peygamber'i (s.a.), kişiyi aldatıldığı,
dolandırıldığı şeyle ilzam (mecbur) etmemişlerdir. Âyet ve hadislerde ortaya
konan şer'î maksatlar ile, ilâhi adalet ve hikmet üzerinde düşünenler ve
şeriatın ihtiva ettiği maslahatlar üzerinde kafa yoranlar bu görüşün
üstünlüğünü ve şer'î kaidelere yakınlığım açıkça göreceklerdir.
Yahya b. Saîd
el-Ensarî,*İbnüM-Müseyyeb'den, o da Hz. Ömer'den şöyle dediğini nakleder:
"Bir kadın, kendisinde cinnet veya cüzzam ya da alaca hastalığı bulunduğu
halde, (kusuru saklanarak) evlendirilir ve kocası onunla zifafa girerse, sonra
da duruma muttali olursa, kendisine dokunulması sebebi ile kadına mehir
gerekir ve bunu kocayı aldatması, kusurunu saklaması sebebi ile kadının velisi
öder."
Bu haberin, "İbn
Müseyyeb Hz. Ömer'den işitmemiştir" gerekçesiyle reddi, hadis ehlinin
icmâ'ına kesin olarak muhalif olan tam bir hezeyandır. İmam Ahmed: "Saîd
b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti kabul edilmeyecekse, kimden kabul
edilecektir. Büyük din imamları ve çoğunluk ulema Saîd b. el-Müseyyeb'in
"Allah Rasûlü şöyle diyor" şeklindeki sözlerini delil olarak
kullanıyorlar. Hal bu iken, Hz. Ömer'den rivayeti hakkında ne denebilir?
Abdullah b. Ömer, Saîd'e adam gönderir ve Hz. Ömer'in hükümlerini sordurur,
aldığı cevaplarla fetva verirdi. Onu, kendi asrında yaşayan hiçbir kimse tenkit
etmemişti. Ondan sonra gelen ve İslâmî sahalarda söz sahibi olan hiçbir âlim,
Saîd b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti hususunda ileri geri söz
etmemiştir. Söz onların sözüdür, başkaları kale alınmaz." der.
eş-Şa'bî, Hz. Ali'den
(r.a.) şunu nakleder: "Bir kadın nikahlanır ve kendinde de alaca
hastalığı, delilik, cüzzam veya cinsel organında ilişkiye mâni yumrunun
bulunması gibi bir durum bulunursa; koca, dokunmadığı sürece muhayyerdir.
İsterse tutar, isterse boşar. Eğer ona dokunmuşsa, onun kadınlığından
istifadede bulunmuş olması sebebiyle kadına mehir vermesi ge-rekir."[735]
Vekî, Süfyân
es-Sevrî—Yahya b. Saîd—Saîd b. el-Müseyyeb yoluyla Hz. Ömer'den şunu nakleder:
"Kişi onunla, alaca hastalıklı veya kör olduğu halde (bilmeden) evlenmiş
ve zifafa da girmişse, kadın mehrine hak kazanır. Koca, verdiği mehri kendisini
aldatandan geri alır."[736] Hz.
Ömer'in bu sözü, zikri geçen bu ayıplan, "Başkası değil, sadece
bunlar" anlamında ihtisas yollu zikretmediğine delâlet eder. Nitekim
ilmi, dini, hükmü ile darb-ı mesel olan İslâm kadısı, Şüreyh de böyle
hükmetmiştir: Abdürrezzak, Ma'mer—Eyyûb—
İbn Sîrin senediyle şu
rivayette bulunur: Bir adam Şurayh'a davacı oldu ve: "Şunlar bana: Seni'.
ısanlann en güzeli ile evlendireceğiz, dediler; sonra bana, gözleri akan ve az
gören bir kadın getirdiler." dedi. Şüreyh: "Eğer senden bir ayıp
saklanmışsa, bu caiz değildir." dedi.[737] Bu
hükmü düşün. "Eğer senden bir ayıp saklanmışsa, bu caiz değildir."
sözü nasıl bir teşmille, evlilik sırasında kadında bulunan ve saklanan her
kusur yüzünden koca için onu reddedebilme hakkının bulunduğunu
gerektirmektedir. Zührî de: "Her türlü ağır dertten dolayı nikâh
reddedilebilir." demiştir.
Sahabe ve selef
âlimlerinin fetvalarını inceleyen kimse, onların fesih muhayyerliğini, belli
bir ayıba tahsis etmediklerini anlayacaktır. Sadece Hz. Ömer'den,
"Kadınlar ancak şu dört ayıptan dolayı reddedilebilirler: Delilik, cüzzam,
alaca hastalığı ve fercde bulunan dert." şeklinde tahsis bildiren bir
rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetin Asbağ—İbn Vehb—Ömer ve Ali'den başka bir
isnadı daha olduğunu bilmiyoruz. Bu, muttasıl bir senedle İbn Abbas'tan da
rivayet edilmiştir. Rivayet zinciri, Süfyan—Amr b. Dînâr—İbn Abbas şeklindedir.
Bütün bunlar, kocanın şart ileri sürmemesi halindedir. Eğer kusursuz veya
güzel olmasını şart koşar da, çirkin olduğu ortaya çıkarsa veya genç ve henüz
taze olmasını ^art koşar, saçı başı ağarmış yaşlı bir kadın olduğu anlaşılırsa,
veya beyaz olmasını şart koşar fakat siyah çıkarsa, veya bakire olmasını şart
koşar fakat dul çıkarsa bütün bu durumlarda kocamn fesih hakkı vardır.
Eğer fesih zifaftan
önce olmuşsa, kadına mehir yoktur. Eğer zifaftan sonra olmuşsa kadın mehrini
alır. Ancak veli adamı aldatmışsa, ödenen mehri tazmin eder. Eğer aldatan veli
değil de kadın ise mehri düşer veya eğer ödemişse kadından tekrar geri alır.
İki rivayetten birinde İmam Ahmed, hükmün böyle olduğunu açıkça ifade
etmiştir. Şartı koşan tarafın koca olması durumunda, İmam Ahmed'in usûlüne
daha uyguîı olan, kıyasa daha muvafık düşen bu rivayet olmaktadır.
Hanbelî âlimleri ise
şöyle demişlerdir: Kadın, erkekte bir vasıf şart koş-sa ve vasfın bulunmadığı
ortaya çıksa, kadın için fesih muhayyerliği yoktur. Ancak hür olmasını şart
koşar da, adamın köle olduğu ortaya çıkarsa kadının muhayyerlik hakkı vardır.
Neseb şartı ileri sürdüğünde, aksi çıkması durumunda ise iki görüş vardır.
İmam Ahmed'in mezheb ve usûlünün gereğine bakarsak, şartı ileri sürenin erkek
ya da kadın olması arasında fark olmamalıdır. Aksine, ileri sürdüğü şartın
bulunmaması durumunda kadına fesih muh-hayyerliği tanımak daha evlâdır. Zira
onun talâk yoluyla ayrılma imkânı yok.
tur. Kocanın, elinde
talâkla da ayrılma imkânı varken fesih muhayyerliğine sahip olması caiz olunca,
böyle bir imkânı olmayan kadın için fesih hakkının bulunması evleviyetle caiz
olur. Zevce için, kocasının adi bir zenaat sahibi olduğu ortaya çıkması
durumunda fesih muhayyerliği sözkonusu oluyor. Halbuki bu durum onun ne dinine
ne de namusuna bir leke getirmemekte, sadece lezzet ve istifadesinin kemaline
engel olmaktadır. Öbür taraftan kadın, kocanın genç, yakışıklı ve sağlam
yapılı olmasını şart koşuyor, fakat yaşlı, çirkin, kör, sağır, dilsiz, siyah
biri çıkıyor. Bu durumda kadın nasıl olur da ona mecbur edilir ve nikâhı
feshetme hakkına sahip olmaz? Bu son derece imkânsız ve tam bir tenakuzdur.
Kıyastan ve şer'î kaidelerden tamamı ile uzaktır. Muvaffakiyet Allah'tandır.
Eşlerden biri mercimek
büyüklüğündeki bir alacalık yüzünden nikâhı feshedebiliyor, fakat iyice
yerleşmiş onulmaz uyuzluk, azıcık bir alacalıktan daha büyük bir dert olduğu
halde, bundan dolayı fesih hakkı tanınmıyor. Bu nasıl oluyor?! Diğer ağır
dertler için de durum aynıdır.'
Hz. Peygamber (s.a.),
satıcıya sattığı malın kusurunu gizlemesini haram kılıyor, onu bilenin
müşteriye söylememesini yasaklıyor. Durum satışta böyle olunca, nikâhta
ayıblar hakkında nasıl olur? Nitekim kendisi (s.a.), Muâ-viye ya da
Ebu'l-Cehm'le evlenmesi konusunda görüşüne başvurduğunda Fâ-tıma bt. Kays'a:
"Muâviye fakirin biridir. Malı yoktur. Ebu Cehm'e gelince, o, sopasım
omuzundan indirmez." buyurmuştur[738]Buradan
da anlaşılmaktadır ki, nikâh işinde eşlerde mevcut ayıpların açıklanması daha
önemli ve zaruridir. Bu durumda onu gizlemek, başka türlü göstererek aldatmak
gibi haram bir yol, böylesi bir akdin bağlayıcılığına nasıl sebep olabilir?
Ayıplı olan eşi, özellikle de kusursuz olması ya da ayıbın bulunmaması gibi
şartların ileri sürülmesi durumunda, aşırı bir nefrete rağmen ömrü boyunca
diğerinin boynuna geçen ve hiç ayrılmayan bir lâle kılmak nasıl insaflı bir
hüküm olur? Şu yakînen bilinen bir husustur ki, şer'î maksatlar, genel kaideler
ve ahkâm böyle bir neticeyi kabul etmez. Allah en iyi bilendir.
Ebu Muhammed İbn Hazm
şu görüşe varmıştır: "Koca ayıplardan uzak olmasını şart koşsa ve kadında
herhangi bir ayıp bulunsa, nikâh daha başından bâtıldır ve mün'akit değildir.
Koca için muhayyerlik, icazet, nafaka, mi-rasm... hiçbiri yoktur. Çünkü
kendisine verilen kadın, evlendiği kadından baş-kasıdır. Zira kusursuz kadın,
elbette kusurlu olandan başkasıdır. Adam kusurlu olanla evlenmediğine göre,
aralarında bir kan-kocalık ilişkisi de yok demektir." [739]
İbn Habîb, el-Vâdıha'da şöyle der: Hz.
Peygamber (s.a.) hizmet konusunda kendisine şikâyette bulunduklarında Hz. Ali
(r.a.) ile eşi Fâtıma arasında bir hüküm verdi. Buna göre Hz. Fâtıma iç
hizmetleri, ev hizmetlerini görecek, Hz. Ali de dış hizmetleri görecekti. İbn
Habîb sonra devamla: "îç hizmetleri, hamur yoğurmak, yemek pişirmek, yatak
yapmak, ev süpürmek, su çekmek ve bütün ev işleri demektir." der.[740]
Sahihayn'da rivayet
edilir. Hz. Fâtıma elindeki, değirmen taşından duyduğu rahatsızlıktan şikâyet
etmiş, (derken Hz. Peygamber'e esirler gelmiş) Hz. Fâtıma bir hizmetçi istemek
üzere O'na gitmiş fakat bulamamış; durumu Hz. Âişe'ye söylemişti. Hz.
Peygamber (s.a.) gelince Hz. Âişe durumu haber verdi. Hz. Ali (r.a.) der ki:
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) yanımıza geldi. Biz döşeklerimize
yatmıştık. Hemen kalkmaya davrandık. Hz. Peygamber (s.a.): "Yerlerinizde
kalın!" buyurdu ve geldi aramıza oturdu. Hatta karnımın üzerinde
ayaklarının soğukluğunu hissettim. Sonra şöyle buyurdular: "Size
istediğinizden daha hayırlısını öğreteyim mi? Döşeklerinize yattığınız vakit
Allah'a otuz üç defa teşbih edin, otuz üç defa tahmid (hamdet-me), otuz dört
defa tekbir getirmelisiniz. Bu sizin için hizmetçiden daha hayırlıdır."
Hz. Ali (r.a.): "Ondan sonra bunu asla terketmedim." dedi.
"Sıf-fın gecesinde de mi?" dediler. O: "Sıffin gecesinde
de." dedi.[741]
Sahih rivayette, Esma
şöyle anlatır: "Zübeyr'e ev hizmetlerinin tamamını yapardım. Bir atı
vardı. Onun bakımını yapardım. Ona ot toplardım. Umuru bana aitti."[742]
Yine Esmâ'nın, Zübeyr'in atının yemini verdiği, su çektiği kovayı tamir ettiği,
hamur yoğurduğu, üçte iki fersahlık bir yerden başı üzerinde çekirdek taşıdığı
sahih olarak bilinmektedir.[743]
Kadının hizmeti
konusunda fakihler ihtilâf etmiştir.
Selef ve haleften bir
grup âlim, kadının kocasına karşı ev hizmetlerini yerine getirmesinin vacip
olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu Sevr: "Kadına her konuda kocasına hizmet
etmesi vaciptir." der.
Bir başka grup âlim
ise, kadının hiçbir hususta hizmet yükümlülüğü olmadiğini belirtmişlerdir. İmam
Mâlik, Şafiî ve Ebu Hanife ile Zahirîler bu görüştedirler. Bunlar şöyle
diyorlar: "Çünkü nikâh akdi, sadece zevcenin kadınlığından istifadeyi
gerektirir; onun istihdamını, sair menfaatlerini ortaya koymasını gerektirmez.
Zikri geçen hadisler, gönüllülüğe ve üstün ahlâka delâlet eder. Hadislerde
vaciplik nerede?" i
Kadın üzerine hizmetin
vacib olduğu görüşünde olanlar şöyle delil getirmişlerdir: Allah'ın hitap
ettiği insanlar katında maruf olan, kadının kocasi-na hizmette bulunmasıdır.
Kadının keyfine bakması, kocasının ise hizmet et-;mesi, evi süpürmesi, (el
değirmeni ile) un öğütmesi, hamur yoğurması, ça-tmaşır yıkaması, yatak yapması,
evin sair işlerini görmesi münker olan (yadırganan) hususlardandır. Allah
Teâlâ ise: "Kadınların haklan, örfe uygun bir şekilde vazifelerine
denktir."[744] ve
yine: "Erkekler kadınlar üzerine hâ-'kimdirler."[745]
buyurur. Kadın erkeğine hizmet etmez de, aksine kansına hizmette bulunursa,
durum tersine dönüp kadın erkek üzerine hâkim olmaz mı?
Sonra mehir,
kadınlığından istifadesi karşılığındadir ve eşlerden her biri, diğerinden
ihtiyacım gidermektedir. Allah'ın bunun dışında, kadının na-;faka, giyim—kuşam
ve mesken hakkını erkek üzerine yüklemesi, sadece on-;dan istifade etmesi,
kadının hizmet etmesi ve âdeten eşler arasındaki yapılması gereken şeyler
karşılığında olmaktadır.
Yine mutlak olarak
icra edilen akitler, örfe göre yorumlanır. Örf ise, ka-'dımn hizmet etmesi ve
ev işlerini görmesi şeklindedir. Hz. Fâtıma ve Esmâ*-nın hizmetleri, gönüllü ve
kendilerinden bir iyilik olsun diye yaptıklarını söylemeleri doğru değildir.
Hz. Fâtıma'nın, hizmet sırasında karşılaştığı güçlüklerden şikâyetçi olması
durumunda Hz. Peygamberin (s.a.) Hz. Ali'ye, "Ona bir hizmet yükümlülüğü
yoktur. O sadece sana aittir." dememesi, —ki O hiçbir ;-zaman hüküm
verirken taraf tutmazdı— ve yine Esmâ'yı, Zübeyr yanında, 'yem ise tepesi
üzerinde bir halde iken gördüğünde, Zübeyr'e: "Kadına hizmet yoktur. Bu
ona bir zulümdür." dememesi, aksine Zübeyr'in onu hizmette kullanmasını
tasvip etmesi ve yine diğer ashabının zevcelerini istihdam etmelerine —bu
kadınların içerisinde gönüllü de gönülsüz de olduğunu bildiği .halde— ses
çıkarmaması, evet hiç şüphesiz mevcut olan bu durum onların bu iddialarının
doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
Soylu-soysuz, zengin-fakir ayrımına gitmek
doğru değildir, işte bütün dünya
kadınlarının efendisi Hz. Fâtıma, kocasına hizmet ediyordu. Hz. Pey-gamber'e
(s.a.) hizmet etmekten şikâyetçi olarak gelmiş, fakat Allah Rasûlü
(s.a.) onun şikâyetini (haklı bularak)
gidermemişti. Sahih bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.) kadınlardan bahsederken,
esir mânasına gelen "aniye" kelimesini kullanmış ve: "Kadınlar
hakkında Allah'tan sakının: Çünkü onlar, sizin yanınızda esirdirler."
buyurmuştur. [746] Esirin durumu, eli
altında bulunduğu kimseye hizmeti gerektirir. Yine şüphe yoktur ki nikâh (kadın
için) bir nevi köleliktir. Nitekim bazı selef âlimleri: "Nikâh köleliktir.
Sizden biriniz kızını kimin yanına köle olarak veriyor, iyi baksın!"
demişlerdir. İnsaf sahibi birisi için bu iki görüşten hangisinin daha doğru
olduğu, hangisinin delil bakımından daha güçlü bulunduğu gizli değildir. [747]
Ebu Davud, Sünen'de
Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet eder: Habîbe bt.Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın
nikâhındaydı. Onu dövdü ve bir yerlerini kırdı. Sabah olunca kadın Hz.
Peygamber'e (s.a.) geîdi. Rasûlullah (s.a.) Sâbit'i çağırttı ve ona:
"Malının bir kısmını a! ve kadını bırak." dedi.. Adam: "Bu doğru
olur mu ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evet."
buyurdu. Sabit: "Ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim. Onlar
elinde." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Onları al ve kadım bırak."
buyurdu. O da öyle yap-tı.[748]
Araları açılan eşler
hakkındaki hükmünü belirtirken Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer
kan-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin ailesinden bir hakem
ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bunlar barıştırmak isterlerse, Allah
onların aralarını buldurur. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar
olandır."[749]
Selef ve halef uleması
"İki hakem" konusunda ihtilâf etmişlerdir. Acaba bunlar iki hâkim
midirler, yoksa iki vekil mi? Bu konuda iki görüş vardır:
1) "Bunlar vekildirler." Ebu Hanife,
bir kavle göre şâfiî, bir rivayette Ahmed bu görüştedirler.
2)
"Bunlar hâkimdirler." Medine âlimlerinin, MâhVin, diğer rivayette
Ahmed'in, bir diğer kavilde Şafiî'nin görüşü budur. Sahih olan da budur.
"Bunlar
vekildirler, hâkim değildirler." diyenlere gerçekten tam anlamıyla şaşmak
lâzım. Yüce Allah onları hakem olarak nasbetmiş, tayinlerini
ae karı-kocadan başkasına tevdî etmiştir.
Eğer vekil olsalardı, o zaman Allah Teâlâ: "Erkek kendi ailesinden bir
vekil, kadın da kendi ailesinden bir vekil göndersin." buyururdu. Eğer
onlar vekil olsalardı, ille de ailelerinden olması gerekmezdi.
Yine Allah Teâlâ hüküm
verme yetkisini onlara vermiş ve: "Eğer bunlar barıştırmak isterlerse,
Allah aralarım buldurur." buyurmuştur. Vekillerin ise kendi başlarına
hareket imkânları yoktur. Onlar, ancak müvekkilerinin iradeleri doğrultusunda
hareket edebilirler.
Sonra
"vekil", ne Kur'ân lügatinde, ne Sâri' dilinde, ne de genel veya öze]
örfde "hakem" diye isimlendirilmez.
Yine hakemin, hem
hüküm verme yetkisi vardır, hemde verdiği hükmün bağlayıcı olması sözkonusudur.
Vekil ise, bunlardan hiçbirine yetkili değildir.
Yine "hakem"
kelimesi, "hâkim" kelimesinden daha kuvvetli bir anlama sahiptir.
Çünkü ism-i fâi! mânasında sıfat-ı müşebbehedir ve sübût bildirir. Arap dili
ile uğraşanlar arasında bunda bir ihtilâf yoktur. Bu durumda "hâkim"
ismi, sadece vekil olan bir kimse için kullanılamazsa, ondan daha mübalağalı
olan "hakem" kelimesi nasıl o mânada kullanılabilir? Hem sonra
Allah, hakem tayini konusunda eşlerin dışındaki kimselere hitap etmektedir.
Eğer tevkil mânasına ise, bu durumda erkek ve kadın hakkında onlar adına
başkaları nasıl tevkilde bulunabilir. Bu, âyete şöyle bir takdirde bulunmayı
gerektirir: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanız (onJara emrediniz
iki vekil tayin etsinler. Bir vekil erkeğin ailesinden, bir vekil de kadının
ailesinden)...'* Âyetin gerek lafzının, gerekse mânasının böylesi bir takdirden
uzak olduğu, buna herhangi bir şekilde delâlet etmediği, üstelik aksine delâlet
ettiği malumdur. Allah'a hamdederek söylüyoruz ki; bu, gayet açıktır.
Hz. Osman, Akîl b. Ebî
Tâlib ile karısı Fâtima bt. Utbe b. Rebîa arasında hakem olmak üzere, Abdullah
b. Abbas ile Muâviye'yi göndermişti. Onlara: "Eğer aralarını ayırmayı
uygun görürseniz, ayırırsınız." denilmişti.[750]
Hz. Ali'nin de, iki eş
arasında tayin edilen hakemlere: "Eğer ayrılmalarını uygun görürseniz,
aralarını ayırırsınız. Birleştirilmelerini uygun bulursanız, birleştirirsiniz.
Vazifeniz budur." dediği sahih olarak bilinmektedir.[751]
İşte Hz. Osman, Hz.
Ali, îbn Abbas ve Muâviye hepsi de hükmün hakemlere ait olduğunda
müttefiktirler. Sahabeden bunlara bir muhalif olduğu
da bilinmemektedir.
İhtilâfın, ancak tabiîn ve ondan sonraki nesillerden çıktığı bilinmektedir.
Allah en iyi bilendir.
"Onlar
vekildirler." dediğimizde şöyle bir soru çıkar: Acaba bedelli ya da
bedelsiz ayrılık konusunda kocanın tevkilde bulunmasına, bedel (ivaz) verme
konusunda zevcenin tevkilde bulunmasına eşler icbar edilebilirler mi edilemezler
mi? İki rivayet vardır:
Eğer "icbar
edilirler" dersek ve onlar da vekâlet vermezlerse; hâkim, bunu eşlerin
rızasına bakmaksızın hakemlere tevdi eder.
Eğer, "Onlar
hakemdirler.*' dersek, eşlerin rızasına ihtiyaç duyulmaz.
Bu ihtilâfa dayalı
olarak şu ayrıntı ortaya çıkar: Eşler ya da eşlerden biri gaib olsa, eğer
"onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin (meseleye) bakması
kesilmez, devam eder. Eğer "onlar hakemdirler" denilirse; gaib
üzerine hüküm olmayacağından bakmaları kesilir.
Her iki görüşe göre
de, "Bakma işine devam ederler." de denilmiştir. Çünkü hakemler
onların menfaatleri için tasarrufta bulunurlar. Bu halleri ile hakemler iki
nazır gibidirler.
Eğer eşler delirirler
ve: "Onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin bakma işi sona erer.
Çünkü müvekkillerin fer'idirler. Eğer; "Onlar hakemdirler."
denilirse; meseleye bakma işi kesilmez. Çünkü hâkimin, deli üzerinde velayet
hakkı vardır. "Hayır kesilir.** de denilmiştir. Çünkü onlar için
nasbedilmiş-lerdir ve bu hali İle sanki vekil gibidirler. Şüphesiz ki onlar hem
vekâlet şaibesi bulunan hakemdirler hem de hüküm vermek için nasuedilen
vekildirler. Âlimlerden bir kısmı hakemlik tarafının, diğer bir kısmı da
vekâlet yönünün ağır bastığı görüşünü tercih etmişlerdir. Üçüncü bir grup ise,
her iki duruma da birden itibar etmişlerdir. [752]
Sahih-i BuharVĞz İbn
Abbas'tan rivayet edilir: Sabit b. Kays b. Şem-mâs'ın hanımı Hz. Peygamber'e
geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Sabit b. Kays'in ne ahlâkını, ne de dinini
ayıplamıyorum. Fakat, İslâm'da (istemediğim için onunla beraberliğim durumunda)
küfre sebep olacak bir davranışta bulunmamdan da korkuyorum." dedi.
Rasûluîlah (s.a.) ona: "Bahçesini geri verir misin?" buyurdu. Kadın:
"Evet.** dedi. Hz. Peygamber (s.a.) (kocasına): "Bahçeyi kabul et ve
onu bir talâkla boşa!" buyurdu.[753]
Sünen-i NesâPûe
Rubeyyi' bt. Muavviz anlatır: Sabit b. Kays b. Şem-mâs karısını dövmüş ve
kolunu kırmıştı. Karısı Cemile bt. Abdullah b. Übeyy idi. Kardeşi Hz.
Paygember'e (s.a.) geldi ve şikâyetçi oldu. Hz. Peygamber (s.a.) Sâbit'i
çağırttı ve ona: "Onun sendeki hakkını al ve yolunu bırak." buyurdu.
Sabit: "Evet." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) kadına, bir
hayız müddeti (iddet) beklemesini ve ailesinin yanına dönmesini emretti.[754]
Sünen-i EbîDavud'da
İbn Abbas rivayet eder: "Sabit b. Kays b. Şem-mâs'm karısı kocasından hulû
yolu ile ayrıldı. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine, bir hayız müddeti iddet
beklemesini emretti."[755]
Dârakutnî'de bu olay
şöyle anlatılır: Hz. Peygamber (s.a.) kadına: "Sana (mehir olarak)
verdiği bahçeyi geri verir misin?" diye sordu. Kadın: "Evet, hem de
ziyadesiyle." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ziyadeye gelince;
hayır! Fakat bahçesini (verirsin)." buyurdu. Kadın da: "Olur."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) malını aldı ve kadına yol verdi. Bu durum Sâbit'e
ulaşınca; "Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmünü kabul ettim." dedi.[756]
Dârakut-nî, isnadının sahih olduğunu söyler.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu hükmü çeşitli unsurları içeriyor:
1— Hulû
caizdir. Nitekim Kur'an da buna delâlet etmektedir. Allah Te-âlâ: "Ey
mü'minler! Siz de kan ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla muhafaza
etmelerinden şüpheye düşerseniz, kadının erkeğe fidye vermesinde, her iki taraf
için de günah yoktur."[757]'
buyurur.
Nass ve icmâa
muhalefet eden şâz bir grup, hulûun meşruluğunu kabul etmemişlerdir.
Âyette hulûun, mutlak
surette —gerek sultanın izni ile olsun, gerek izni olmadan— meşru olduğuna
delil vardır. Bir grup izinsiz hulûu meşru görmemişlerdir. Dört imam ve
çoğunluk ulema onlara muhaliftirler.
Ayette, hulû yoluyla
ayılığın meydana geleceğine delil vardır. Zira Yüce Allah, âyette
"fidye" tabirini kullanmıştır. Eğer hulû neticesinde, bazı âlimlerin
de dediği gibi, ric'at mümkün olsaydı o zaman kadının mal vererek kendi
nefsini kocanın elinden kurtarması mümkün olmazdı.âyetinde (umumi lafızlardan olannın
kullanılması) hulû bedelinin az ya da çok olabileceğine delâlet eder. Koca,
mehir olarak verdiğinden daha fazlasını hulû bedeli olarak alabilir.
Abdürrezzâk, Ma'mer
—Abdullah b. Muhammed b. Akîl— Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afra senedi ile
nakleder: Rubeyyi', sahip olduğu herşey karşılığında kocasından hulû yoluyla
ayrılmıştı. Bu konuda, Hz. Osman'ın (r.a.) huzurunda mahkemelik oldular. Hz.
Osman (r.a.), bu ayrılığı onayladı ve kocasına, saçmdaki tokası ve daha
değersiz şeylere kadar nesi var nesi yok hepsini almasını emretti.[758]
Yine Abdürrezzâk, İbn Cüreyc —Musa b. Ukbe— Nâfi' senediyle nakleder: "İbn
Ömer'e karısının azadh cariyelerinden biri geîdi. Nesi var nesi yok herşeyi,
hatta elbisesi, hatta donu (tumanı) karşılığında hulû yapmıştı."[759]
Kocasına itaatsizlik
eden bir kadının durumu Hz. Ömer'e şikâyet edilmişti. Hz. Ömer kocasına:
"Küpesi karşılığında da olsa onu hulû yolu ile bırak." dedi. Bu
haber, Hammâd b. Seleme —Eyyûb—Kesîr b. Ebî Kesîr senediyle rivayet edümiştir.[760]
Yine Abdürrezzâk,
Ma'mer —Leys— Hakem b. Uteybe senediyle Hz. Ali'den (r.a.): "Verdiğinden
daha fazlasını alamaz." sözünü rivayet der.[761]
Tâvûs: "Kadına
verdiğinden daha fazlasını alması helâl olmaz." demiş-tir.[762] Ata
ise: "Eğer verdiği mehirden daha fazla almışsa, fazla kısmı iade etmesi
gerekir." der. Zührî: "Ona verdiğinden daha çok alması helâl
olmaz", Meymûn b. Mihrân: "Eğer verdiğinden daha çok alırsa,
'güzellikle salıvermiş' sayılmaz."; Evzaî: "Kadılar, mehir olarak
verdiğinden başka bir şey almasını onaylamıyorlardı." demişlerdir.[763] ,
Fazla alabilmeyi caiz
görenler Kur'an-'in zahirine ve ashabtan gelen haberlere dayanmaktadırlar.
Caiz görmeyenler ise, Ebu'z-Zübeyr hadisini delil olarak kullanmaktadırlar.
Hadis şöyle: Sabit b. Kays b. Şemmâs karısı ile hulû yapmak istediğinde Hz.
Peygamber (s.a.J (karısına): "Bahçesini geri iade eder misin?" diye
sormuş, o da: "Evet, hem de ziyadesi ile!" demişti. Hz. Peygamber
(s.a.): "Ziyadeye gelince; hayır!" buyurmuştu.[764]
Darakutnî:
"Bunu
Ebu'z-Zübeyr, birçoklarından işitmiştir. İsnadı sahihtir." der.
Konuyla ilgili olarak
sahabeden geien haberler ise muhteliftir. Kimisinden fazla almanın haramlığı
rivayet edilmiş, kimisinden de mübahlığı nakledilmiştir. Kimisinin de mekruh
bulduğu belirtilmiştir. Nitekim Vekî, Ebu Hanife—Ammar b. İmran el-Hemedânî—
babası senediyle Hz. Ali'nin, me-hir olarak verdiğinden fazlasını almayı mekruh
bulduğunu rivayet etmiştir. İmam Ahmed, bu görüşü esas almış ve mekruhluğunu
açıklamıştır. Onun arkadaşlarından Ebu Bekir ise ziyadeyi haram bulmuş ve:
"Kadına geri iade edilir." demiştir.
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc'den, o da Atâ'dan nakleder: Bir kadın Rasû-Iullah'a gelmiş ve: "Ya
Rasûlallah! Ben, kocamdan nefret ediyor ve ondan ayrılmak istiyorum."
demişti. Hz. Peygamber (s.a.): "Sana mehir olarak verdiği bahçesini geri
iade edecek misin?" diye sorunca, kadın: "Evet, hem de malımdan fazla
bir miktar daha!" demişti. Allah Rasûlü (s.a.) ona; "Malından fazla
bir miktara hayır. Ancak bahçeyi (verirsin)." buyurmuş, kadın da:
"Olur." demişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) koca hakkında bu şekilde
hükmetmişti.[765]
Bu hadis her ne kadar
mürsel ise de, Ebu'z-Zübeyr hadisi onu desteklemektedir. Hadisi İbn Cüreyc
ikisinden rivayet etmiştir. [766]
Yüce Allah'ın hulû
için "fidye" tabirini kullanmasında, hulûun bir nevi bedelli
akitlerden sayıldığına delil vardır. Bu itibarla her iki tarafın da rızası
aranır. Acaba hulûdan karşılıklı rıza ile vazgeçerek (ikâle), koca karısından
aldığını iade etse ve henüz iddet içerisinde iken ona rücû etse, bunu yapabilirler
mi? Dört imam ve daha başkaları bunu mümkün görmemişler ve: "Kadın bizzat
hulû ile ayrılmış olur (iddetle değil)." demişlerdir. Abdürrezzâk,
Ma'mer—Katâde—Saîd b. el-Müseyyeb senediyle ondan şunu nakleder: "Hulû
yapan erkek karısına rücû etmek isterse, ondan hulû bedeli olarak aldığı şeyi
kendisine iddet içerisinde iade etsin ve ric'atine şahit tutsun." Ma'mer:
"Zührî de (İbnü'I-Müseyyeb'in dediği gibi) böyle söylerdi." demiştir.[767]
Katâde diyor ki: "Hasan 'ona, ancak yeni bir aday gibi talip olabilir.'
derdi."[768]
Saîd b. el-Müseyyeb
ile Zührî'nin sözlerinde, fıkhı bir incelik, güzel bir yaklaşım vardır ve fıkıh
kaide ve usûlüne vurulduğunda kabul görür, yadırganacak bir taraf da yoktur.
Ne var ki öteden beri gelen uygulama onun hilâ-fmadır. Onların görüşü uygundur.
Çünkü kadın îddet içerisinde olduğu sürece, kocanın hapsi altındadır, demektir
ve bir grup ulemaya göre bu süre içerisinde verdiği şarta bağlı olmayan sarih
talâkı (müneccez sarih talâk) yerini bulur. Dolayısı ile karşılıklı rıza ile
huîûu bozarlar ve daha önceki hallerine dönerlerse; şer'î kaideler buna engel
olmaz. Ama bu, iddet sonrasında olursa iş değişir. Çünkü o takdirde kadın,
tamamen yabancı biri haline gelmiştir. Dolayısıyla koca, artık taliplerden bir
tanesidir. Hulû yaptığı kadınla iddeti içerisinde kendisinin evlenme hakkı
olmasına karşı başkalarının olmaması da buna delildir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hulû yapan kadına, bir hayız görünceye kadar îddet beklemesini
emretmesinde iki hükme delâlet bulunmaktadır:
1— Hulû yapan
kadın, üç hayız müddeti beklemesi gerekmez. Bir hayız görmesi yeterlidir. Bu,
sünnetin sarih ifadesi olduğu gibi, mü'minlerin emîri Hz. Osman (r.a.),
Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb, Rübeyyi' bt. Muavviz ve ileri gelen sahabelerden
birisi olan amcasının da görüşleridir. Ashabtan bunlara muhalif birisinin
olduğu da bilinmemektedir. Nitekim Leys b. Sa'd, İbn Ömer'in âzadlısı Nâfi'den
nakleder: Nâfi', Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afrâ'ı, Abdullah b. Ömer'e başından
geçenleri anlatırken işitmiştir. Buna göre Rübeyyi', Hz. Osman (r.a.)
zamanında kocası ile hulû yapmıştır. Rubeyyi'in amcası, Hz. Osman'a gelmiş ve
ona: "Muavviz'in kızı bugün kocası ile hulû yaptı. (Baba evine) intikal
edebilir mi?" diye sordu. Osman (r.a.) ona: "İntikal etsin.
Aralarında miras durumu yoktur. İddet de gerekmez. Şu kadar var ki, hamile olup
olmadığı endişesi ile bir hayız görünceye kadar başkası ile evle-nemez."
dedi. Abdullah b. ömer: "Osman (r.a.), bizim en hayırlımız ve en
bilginimizdir." dedi.[769]
İshak.i). Râhûyeh, bir
rivayette Ahmed de bu görüşe kail olmuşlardır. Şeyhülislâm İbn Teymiyye'nin
tercihi de budur.
Bu görüş taraftarları
onun, şer'î kaidelerin bir gereği olduğunu söylüyorlar. Çünkü iddet; ric'at
zamanı uzun olsun ve böylece koca iyice düşünsün ve iddet içerisinde rücû
imkânı olsun diye üç hayız süresi kılınmıştır. Eğer kadına rücû etme durumu
yoksa ve maksat sadece hamilelikten emin olunması ise, bunun için istibrada
olduğu gibi tek bir hayız görmesi yeterlidir. Bunlar şunu da ilâve ediyorlar:
Bizim bu izahımız üç talâk ile boşanan kadının da üç hayız boyunca iddet
bekleme zorunda olması hükmü ile nakzedilmiş olmaz. Zira talâk bahsinde, ister
bâin olsun ister ric'î, ayırım yapılmamış ve iddet hükmü hep aynı tutulmuştur.
Bunlar devamla şöyle
diyorlar: Bu, hulûun talâk değil, fesih olduğuna delildir. Hulûun fesih oluşu,
İbn Abbas, Osman, İbn Ömer, Rubeyyi' ve amcası gibi sahabîlerin görüşüdür.
Hiçbir sahabîden hulûun talâk kabul edildiği asla varid değildir. îmam Ahmed,
Yahya b. Saîd—Süfyân—Amr—Tâvûs senedi ile İbn Abbas'ın: "Hulû tefriktir
(fesihtir), talâk değildir." dediğini rivayet etmiştir.[770]
Abdürrezzâk,
Süfyân—Amr—Tâvûs senediyle rivayet eder: İbrahim b. Sa'd b. Ebî Vakkâs, İbn
Abbas'a: "Bir adam karısını iki talâkla boşasa, sonra kadın ondan hulû
yolu ile ayrılsa, onu nikahlayabilir mi?" diye sordu. İbn Abbas:
"Evet, Allah talâkı âyetin başı ile sonunda, hulûu da bu ikisi arasında
zikretmiştir." dedi.[771]
Soru:
"Zikrettiğiniz sahabîlere muhalif yoktur." diye nasıl
söyleyebili-yorsunuz? Halbuki Hammâd b. Seleme, Hişâm b. Urve—babası—Cümhân
yoluyla şunu rivayet etmektedir: Eslemlilerden Ümmü Bekre, Abdullah b. Useyd'in
nikâhı altında idi. Ondan hulû yoluyla ayrıldı. Abdullah pişman oldu. Hz.
Osman'a mahkemelik oldular. Hz. Osman buna icazet verdi ve: "O bir (talâk)tır.
Ancak sen (hulû sırasında) bir şey söylemişsen, (iki talâk, üç talâk gibi) o
zaman söylediğin şey olur." dedi.[772]
İbn Ebî Şeybe de, Ali
b. Hâşim—İbn Ebî Leylâ—Talha b. Musarrif— İbrahim en-Nehaî—Alkame senediyle İbn
Mes'ûd'dan: "Bâin talâk sadece fidye (hulû) ve îlâda olur." dediğini
rivayet eder. Ali b. Ebî Tâlib'den (r.a.) de rivayet edilir. Bunlar, kadri yüce
sahabîlerden üç tanesidir. (Bu durumda "muhalif yoktur." sözünün bir
mânası kalmaz.)
Cevap: Bu üç sahabîden
böyle bîr görüş sahih olarak varid değildir. Hz. Osman'la ilgili haberi îmam
Ahmed ve Beyhakî ve daha başkaları tenkit etmişlerdir. Üstadımız, (îbn
Teymiye) şöyle der: "Bu, Hz. Osman'dan nasıl sahih olarak varid olabilir?
O hulu konusunda iddetin gerekmediği görüşündedir. Sadece bir hayız görmesi
ile istibrâda bulunmasından yanadır. Eğer Hz. Osman, hulûun talâk olduğu
görüşünde olsaydı, o zaman iddeti de vacip kılardı. Bu hikâyeyi Hz. Osman'dan (r.a.) rivayet eden
Cümhân hakkında, Eslemliler'in âzadlısı olduğundan başka hiçbir bilgimiz
yoktur."
Ali b. Ebî Tâlib'den
gelen habere gelince, bu konuda İbn Hazm şöyle der: "Bunu Hz. Ali'den
(r.a.) sahih olmayan bir yolla rivayet ettik." Rivayetler içerisinde en
ceyyid olanı, îbn Ebî Leylâ'nın hafızasının iyi olmamasına rağmen naklettiği
İbn Mes'ûd'un haberidir. Sonra bu haber —eğer mahfuz ise— nihayet, hulûda
verilen talâkın bâin olarak vuku bulduğuna delâlet eder, yoksa hulûun bâin
talâk olduğuna delâlet etmez. İkisi arasında ise açık fark vardır. Hulûun talâk
olmadığına şu husus delâlet etmektedir: Zifafdan sonra vukûbulan ve üç sayısına
ulaşmayan talâk üzerine Yüce Allah üç hüküm bina etmiştir ki, üçü de hulûda
sözkonusu değildir: Birincisi, talâkta koca rücû hakkına sahiptir. İkincisi,
verilen her talâk üç haktan düşülür. Talâk hakkı tam kullanıldıktan sonra şer'î
tahlil (hülle) olmadıkça artık kadın kendisine helâl olmaz. Üçüncüsü de;
talâkta iddet üç hayız (ya da tuhur)dur. Bunların hiçbirisi hulûda yoktur.
Nass ve icmâ ile sabit olmuştur ki hulûda rücû hakkı yoktur. Sünnet ve sahabe
kavilleri ile sabit olmuştur ki, hulûda iddet sadece tek bir hayızdır. Nassla
iki talâktan sonra hulûun vukuu ve ondan sonra da üçüncü talâkın verilebilmesi
sabittir. Bu, hulûun talâk olmadığı hususunda gerçekten çok açıktır. Zira
Allah Teâlâ: "Boşama iki defadır. Ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da
güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir. Kadınlara verdiklerinizden
(boşanma esnasında) bir şey geri almanız size helâl değildir. Şayet erkek ve
kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından (evlilik haklarım tam tatbik
edememekten) korkarlarsa başka. Ey Mü'minler! Siz de karı ile kocanın, Allah'ın
sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz o zaman kadının,
(ayrılmak—hulü— için erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de bir günah
yoktur."[773] buyurmaktadır. Bu âyet,
iki talâkla boşanmış kadına has değilse, hem onu hem de başkalarını içine alır.
Zamirin zikri geçmeyene râci olması ve zikri geçeni ise içine almaması caiz
olmaz. Aksine ya zikri geçene has olacaktır, ya da hem onu hem de onun dışındakiler!
de içine alacaktır. Allah sonra şöyle buyuruyor: "Eğer erkek, kadını
üçüncü defa boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka birisiyle evlenmedikçe bir
daha kendisine helâl olmaz."[774] Bu
âyet, hulûdan (fidye) ve iki talâktan sonra boşanan kadını kesinlikle içine
alır. Çünkü zikri geçen onlardır.
Dolayısıyla, lafzın kapsamı
içine girmesi zaruridir.
Nitekim "Tercümânü'l-Kur'ân" diye anılan ve Hz. Peygamberin,
"Allah'ım! Ona Kur'an'ın tevilini öğret." şeklindeki müstecab duasına
mazhar olan (İbn Abbas) da âyeti böyle anlamıştır.
Fidye (hulû) ahkâmı,
talâk ahkâmından farklı olunca, bu durum, onun talâk cinsinden olmadığını
gösterir. Nassın, kıyasın ve sahabî kavillerinin gereği budur. Sonra akitlerin
hakikat ve maksatlarına itibar edip lafızlara takılıp kalmayan kimseler hulûu,
hangi lafızla olursa olsun hatta "talâk" lafzı ile de olsa fesih
kabul ederler. Bu, Hanbelî âlimlerinin, imamlarına nisbet ettikleri iki
görüşten biridir. Üstadımızın (îbn Teymiye) tercihi de budur. O şöyle der: "Bu
îmam Ahmed'in, îbn Abbas ve arkadaşlarının sözlerinden zahiren
anlaşılandır." îbn Cüreyc şöyle der: "Amr b. Dînâr bana haber verdi:
İbn Abbas'm âzadlısı İkrime'yi işittim: Malın onayladığı şey (ayrılık) talâk
değildir, diyordu." Abdullah b. Ahmed: "Babamın İbn Abbas'ın görüşünü
benimsiyor olduğunu gördüm." demiştir. Amr, Tâvûs'tan İbn Abbas'ın;
"Hulû tefriktir, talâk değildir." dediğini nakleder. îbn Cüreyc, İbn
Tâvûs'tan: "Babam (Tâvûs), fidyenin (hulû) talâk olmadığı görüşünde idi ve
kocayı muhayyer bırakırdı." dediğini nakleder.
Akitlerde lafızlara
itibar edenler ve onlara takılıp kalanlar ise, talâk lafzı ile olan hulûu
talâk saymışlardır. Halbuki fıkhî kaideler ve asıllar, akitlerde muteber
olanın, hakikat ve mânaları olduğuna, şekil ve lafızlara itibar edilmediğine
şehadet eder. Tevfik ancak Allah'tandır.
Buna delâlet eden
hususlardan biride şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Sabit b. Kays'a, kansını hulû
yolu ile bir talâk boşamasını emretmiştir. Buna rağmen kadına, bir hayız
görene kadar iddet beklemesini emretmiştir. Bu durum, hulûun fesih olduğunda
gayet açıktır. İsterse "talâk" lafzı ile olsun, durum değişmez.
Yine Yüce Allah, hulû
üzerine, fidye olması sebebiyle fidye ahkâmını bağlamıştır. Malumdur ki fidye,
ille belli bir lafızla olmaz. Allah Teâlâ fidye için belli bir lafız
belirlememiştir. Fidye talâkı, kayıtlı bir talâktır. Dolayısıyla mutlak olan
talâk ahkâmı kapsamına girmez. Nitekim sabit sünnetle hulû (fidye), ric'atın
sübûtu ve üç hayız müddeti bekleme konularında talâk ahkâmı içerisine girmemektedir.
Muvaffakiyet Allah'tandır. [775]
Sünen'dc, Ebu Hureyre
hadisi şöyledir: "Üç şey vardır ki, ciddisi de ciddidir, şakası da
ciddidir: Nikâh, talâk, ric'at (ric'î talâkta dönüş)."[776]
Yine Sünen'de yer
verilen İbn Abbas hadisi ise: "Yüce Allah ümmetimden hata, unutma ve
tehdid altında yapılan şeyleri kaldırmıştır." şeklindedir[777]
Yine Sünen'det Hz,
Peygamber (s.a.): "îğlâk (yani zorlama) halinde ne talâk ne de âzad
yoktur." buyurmuştur.[778]
Zina ikrarında bulunan
birisine: "Sende delilik falan var mı?" buyurduğunu sahih olarak
bilmekteyiz[779]
Yine aynı kişinin,
(sarhoş mu değil mi diye) ağzını koklamalarım emrettiği de sabittir.[780]
Buharı, Sahihimde
zikreder: Hz. Ali, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: "Kalemin üç kişi üzerinden
kalktığını bilmiyor musun? İfakat (sağlık) buluncaya kadar deliden, bulûğ
çağına erinceye kadar sabiden, uyanmcaya kadar uyuyandan. "[781]
Yine Sahih'te Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah şüphesiz ki, ümmetimden, içinden geçirdikleri
şeyleri, konuşmadıkça veya fiile dökmedikçe affetmiştir." buyurur[782]
Bu hadisler, dil ile
ifade edilmeyen talâk, âzâd, yemin veya adak (nezir) ve benzerinin vaki
olmayacağını, niyet ve kasıtla bağlayıcılık arzetmeyeceği-ni ortaya koyar.
Çoğunluk ulemanın
görüşü böyledir.
Konu ile ilgili iki
görüş daha vardır:
Birincisi: Tevakkuf
etmek, kesin bir şey söylememek: Abdürrezzâk, Ma'-mer'den nakleder: İbn
Sîrîn'e, kendi içinden karışım boşayan kimsenin durumu hakkında soruldu. İbn
Şîrîn "Allah senin içinde olan şeyi bilmez mi?" diye sordu.
"Bilir!" diye cevaplayınca: "Öyleyse o konuda bir şey
diyemem." dedi.
İkincisi: Kesin olarak
kasdetmişse vuku bulacağı şeklindedir. Bu, Eşheb'in imam Mâlikken rivayetidir.
Zührî'den de nakledilmiştir. Bunların delilleri: "Ameller, ancak niyetlere
göredir." hadisi, içinden inkâr eden kimsenin kâfir olması ve
"Gönlünüzde olanları açığa vursamz da gizleseniz de, Allah onun-la sizi
sorguya çeker."[783]
âyetidir. Ayrıca, günah üzerinde ısrarlı olan kimse, onu yapmasa da fâsıktır
ve sorumlu tutulur. Sevap ve ceza konularında kalbî fiiller, organlarla yapılan
fiiller gibidir. Bu yüzdendir ki Aliah yolunda sevgi, gazap; dostluk ve
düşmanlık, tevekkül, rıza, taat üzerine azim gösterme gibi konularda sevap
vardır. Kibir, hased, kendini beğenme (imanı konularda) şüphe, riya, suçsuz
kimseler hakkında sûizanda bulunma gibi hususlarda da azap vardır. Bütün
bunlar da birer delildir.
Bu sayılan şeylerde,
telaffuz edilmeksizin, sadece niyetten geçirilen talâk ve azadın vuku
bulacağına dair bir delil yoktur. Şöyle ki: Herşeyden önce "Ameller, ancak
niyetlere göredir." hadisi, kendisi aleyhlerine delildir. Zira hadis,
muteber olanın yalnız başına niyetin değil, niyetle birlikte amel olduğunu
bildirmektedir. Kalbi ile inkâr eden veya şüphe içerisinde olana gelince, o
kâfirdir. Çünkü "ikrarla birlikte kalbin bağlanması, inanması" demek
olan iman zail olmuştur. Kesin iman yok olunca, yerini küfür alır. Çünkü iman,
kalb ile kâim ve onda varlığı olan biı durumdur. Kalb ile kâim olmadığı anda
zıddı olan küfür yerini alır. Tıpkı ilim ile cehalet gibi. İlim yoksa onun
yerini cehalet alır. Diğer zıtlar da böyledir. Birisi yok oldu mu, onun zıddı
hemen yerini alır.
Âyete gelince, onda
kulun gizlediği şeyden dolayı hesaba çekileceği belirtilmektedir. Bundan
şer'an, onun ahkâmı ile ilzam edileceği manası çıkmaz.
Âyette sadece kulun
gizlediği, açıkladığı her şeyden hesaba çekileceği; sonra da affedileceği ya da
cezalandırılacağı vardır. Bu nerede, niyetle talâkın vuku bulması nerede?!
Günah üzerinde ısrarlı
olanın fâsık olacağı ve muahaze edileceği konusuna gelince, bu, sadece günahı
fiilen işleyen, sonra da onda ısrar eden kimse hakkında sözkonusudur. Burada,
tekrar işlenilmesine azmedilen gerçekleştirilmiş bir amel vardır. Günahta
ısrarlıhk bu demektir. Ama bir günaha azmetmiş, fakat onu işlememiş kimse
farklıdır. Onun durumu şu iki şey arasındadır: Bu azmi ya aleyhine
yazılmayacaktır, ya da eğer Allah rızası için fiiliyata dökmeden vazgeçti ise,
lehine bir hasene (iyilik) yazılacaktır.
Kalbî fiillerden
dolayı sevap ve azap ise doğrudur. Kur'an ve sünnet bu tür şeylerle doludur.
Ancak dil ile söylemeden sadece niyetle talâk ya da azadın vukuu, sevap ve
azab (ıkâb) ile ilgisi olmayan bir şeydir. İkisi arasında bir
"lazımhk-melzumluk" ilişkisi yoktur. Zira kalbî fiillerden olup da azaba
sebep olan şeyler, kalben işlenen masiyetler, günahlardır. Bedenen işlenen günahlar
nasıl cezayı gerektiriyorsa, bunlar da azaba müstahak kılarlar. Zira kalbî
günahlar kalbin kulluğu ile bağdaşmaz. Çünkü kibir, kendini beğenme, riya,
suizan, bütün bunlar kalb için haram olan şeylerdir. Sonra bunlar kişinin
elinde olan şeylerdir, kaçınmak mümkündür. Dolayısıyla yapıldığında azaba
müstahak olunur. Bunlar kalb ile kâim olan manaların isimleridirler.
"Azad" ve
"talâk" ise, dil ya da onun yerini tutan işaret veya yazı ile kâim
iki tasarrufun isimleridirler. Dil ile ifadeden ârî, kalbte bulunan iki mânanın
isimlen değildirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır.
Hadisler, mükellefin
gayr-ı ciddi olarak (hezl, lâf olsun diye) o :aya koyduğu talâk, nikâh ve
talâktan rücû tasarruflarının kendisini bağlayacağını da gösterir. Bu uykuda
olan, unutan, aklı başında olmayan ve zorlama altında olan bir insanın
sözlerine itibar edilmese de, gayr-ı ciddi olanın sözlerinin dil-kate
alınacağını gösterir. Aralarında şu fark vardır: Gayr-ı ciddi olan sözü kasıtlı
söylemekte, fakat hükmünü murad etmemektedir. Bu ise onun yetkisinde değildir.
Mükellefe düşen sadece sebepleri ortaya koymaktır. Sebepler üzerine
müsebbeblerin ve hükümlerinin tertibi ise Şârî'e ait bir yetkidir. O neticeyi
mükellefin kasdedip etmediğine bakılmaz. Önemli olan onun, aklı başında ve
sorumluluğu mevcut olduğu bir anda, kendi ihtiyarı ile sebebi ortaya
koymasıdır. Sebebi ortaya koyduğu anda, Sâri', hükmünü onun üzerine tertip
eder, ister ciddi olsun, ister gayr-ı ciddi. Uykuda olanın, cinnet geçirenin,
delinin, sarhoşun ve aklı başında olmayanın durumları ise böyle değil-d;r.
Çünkü bunların doğru bir kasıtları yoktur ve mükellef de değillerdir. Dolayısıyla,
bunların sözleri, mânasını ve ne söylediğini bilmeyen çocuğun sözleri
mertebesinde boş sözlerdir.
Meselenin esası, sözün
ne mânaya geldiğini bilerek söyleyen ve fakat hükmünü murad etmeyen kimse ile,
sözü kasıtlı söylemeyen ve ne mânaya geldi-ğini de bilmeyen kimse arasındaki
farkta yatmaktadır. Şâri'in dikkate alıp almaması açısından şu dört durum
sözkonusudur:
1— Hükmü kasdetmesi, fakat söze dökmemesi.
2— Ne lafzı, ne de hükmünü kasdetmemesi.
3— Lafzı kasdedip, hükmünü kasdetmemesi.
4— Hem lafzı, hem de hükmünü kasdetmesi.
Bunlardan ilk ikisi dikkate
alınmaz. Son ikisi ise muteberdir. Şâri'in bütün nass ve hükümlerinden
çıkarılan netice budur. [784]
Zorlama (tehdid)
altında kalan bir kimsenin bütün sözleri boştur, dikkate alınmaz. Bizzat Kur'an,
küfrü gerektirecek söz söylemeye zorlanan kimselerin kâfir olmayacaklarını,
İslâm'a zorlanan kimsenin de müslüman olmayacağını onaya koymuştur. Sünnet,
Allah Teâlâ'nın zorlama altında olan kimseyi cezalandırmayacağını, tehdit
altında yaptıklarından onu sorguya çekme-ı yeceğini bildirmiştir. Tabiî ki
bundan sözlü tasarrufları kasdedilmektedir. Fiilî tasarruflarında ise tafsilat
vardır: Eğer zorlama ile mubah olan cinsten ise —Ramazan gündüzünde yemek,
namazda başka bir şey yapmak, ihramda dikişli elbise giymek vb. gibi—, bu
takdirde bir şey gerekmez. Zorlama ile mubah olmayan şeyler hakkında ise
sorumlu tutulur. Meselâ masum bir insanı öldürmek, malını itlaf etmek gibi.
Şarap içmek, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi konularda ise ihtilâf edilmiştir:
Acaba bunlara had cezası uygulanır mı, uygulanmaz mı? Bu ihtilâf, bu tür
davranışların zorlama ile mubah olup olmayacağı şeklindeki görüş ayrılığından
kaynaklanmaktadır. Bunları zorlama ile mubah görmeyenler, ceza uyguluyorlar,
zorlama ile mubah olacağı kanaatinde olanlar ise, had tatbikine gitmiyorlar.
Bu konuda (Hanbelî) âlimlerinin iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam
Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Zorlama (ikrah)
altında yapılan sözlü tasarruflarla fiilî tasarruflar arasındaki fark şudur:
Fiiller ortaya konduğunda onun zararını ortadan kaldırmak mümkün değildir,
zararı kendisi ile birliktedir. Sözlü tasarruflar ise böyle değildir, çünkü
onların ilgası ve uykuda olan ya da delinin sözleri imiş gibi telakkisi
mümkündür. Zorlama ile mubah olmayan fiillerin zararı kendiliğinden sabittir.
Sözlü tasarrufların içerdiği zarar ise, ancak o sözü söyleyen kimsenin, ne
söylediğini bilmesi ve kendi ihtiyarı ile söylemiş olması durumunda sabit
olur.
Nitekim Vekî', İbn Ebî
Leylâ—Hakem b. Uteybe—Hayseme b. Abdur-rahman senediyle şu olayı anlatır: Bir
kadın kocasına: "Bana bir isim tak." der. Kocası da ona "Dişi
geyik" adım verir. Kadın: "(Olmadı, iyi) bir şey demedin." der.
Kocası: "Peki ne söyleyeyim, sen söyle!" der. Kadın, (boşama
esnasında kullanılan lafızlardan olup aynı zamanda da bağından boşanmış deve
mânasına gelen) "haliyye talik de" der. Kocası da ona: "Sen
haliy-ye taliksin." der. Bunun üzerine kadın doğru Hz. Ömer'e gelir ve:
"Kocam beni boşadı." der. Arkasından kocası da gelir ve olanları
anlatır. Hz. Ömer, kadının kafasına vurur ve kocasına: "Elinden tut (ve
doğru evine götür), kafasına da vur!" der.
İşte mü'minlerin emîri
Hz. Ömer, söz talâk sözü olduğu halde kocanın ondan talâk kasdetmediğini, talâk
dışında ad koyma gibi bir şey kasdettiğini görünce, talâkın vuku bulmadığına
hükmetmiştir. Bunun benzerleri vardır: Meselâ bir adam köle ya da cariyesine
"Sen hürsün" dese ve bununla onu fâcir (zinakâr) olmadığını kasdetse,
azad gerçekleşmez. Yine bir adam karısına, kinaye talâk lafızlarından olan ve
saç tarama veya salma mânasına gelen tesrîh kelimesi ile veya dese ve bununla
talâkı değil de "sen taranmışsın" veya "seni taradım"
demeyi kasdetse karısını bo-şamış olmaz. Bu Allah ile kendisi arasında
böyledir. Bunun böyle olduğuna karine bulunur veya taraflar öyle olduğunda
birbirlerini tasdik ederlerse, bu gibi durumlarda talâk ve azad mahkemede de
vuku bulmaz.
Soru: Bu hangi
kısımdandır? Zira siz, Şâri'in itibara alıp almaması açısından dört durum
sözkonusudur diyorsunuz. Malumdur ki, bu ne zorlama altında olan (mükreh)
kimsedir, ne aklı başından giden; ne gayr-ı ciddidir, ne de lafzın hükmünü
kasdetmektedir. Buna ne dersiniz?
Cevap: Bu, lafzı
söyleyen ve onun iki mânasından birisini kasdeden bir kimsedir. Dolayısıyla, o
iafzı söylemesi durumunda murad ettiği mânası —öbürü değil— kendisini bağlar.
Eğer lafızdan, kişinin murad mânayı anlamak mümkünse, murad etmediği öbür
mânası ile İlzam edilemez. Nitekim Hz. Peygamber, (s.a.) karısını
"elbette" kaydı ile boşayan Rükâne'ye yemin verdirmiş ve bununla ne
kasdettiğinî sormuş, o da bir talâk demiş, Hz. Peygamber (s.a.), yemin et
demiş o da yemin etmiş, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): **O murad ettiğin
gibidir." buyurmuş[785] ve
muhtemel lafızdaki niyetini esas almış, kabu! etmiştir.
İmam Mâük de şöyle demiştir:
Bir kimse; " = Sen elbette boşsun!" der ve bununla bir şeye yemin
etmek isterse, sonra o şeyi yapmayı uygun görür ve yemini terkederse, kadın boş
olmaz. Çünkü koca, onu boşamak istememiştir.
Leys b. Sa'd ve İmam
Ahmed, bu şekilde fetva vermişlerdir. Hatta İmam Ahmed bir rivayette: Bunun
ondan mahkemede de kabul edileceğini söylemiştir.
Bu meselenin üç şekli
vardır:
1)
Yemininden rücû etmesi, filhal (derhal) boşamak da muradı olmaması. Bu durumda
kadın derhal boşanmış olmaz, yemin etmiş de olmaz.
2) Maksadının yemin olması, derhal talâk vermek
olmaması. "Sen boşsun" der,
ama maksadı "Eğer Zeyd'le konuşursan" şeklindedir.
3) Sözünün
daha ilk başlangıcında maksadının yemin olması,sonra söz esnasında yeminden
rücû etmesi ve talâkı müneccez (şarta bağlanmamış) kılması, bununla talâk vuku
bulmaz. Çünkü bununla talâkın gerçekleşmesine niyet etmemiş, sadece talikine
(şarta bağlamaya) niyet etmiştir. Böylece bu niyeti ile müneccez (şarta bağlı
olmayan) talâkın vukuunu hariç tutmuş olmaktadır. Bundan sonra derhal talâkın
vukuuna niyet ettiğinde (lafız daha önce söylenildiği için) sırf niyetten başka
bir şey getirmiş olmaz. Bu, Hanbelî âlimlerin görüşüdür. Allah Teâlâ, şöyle
buyurmuştur: "Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan (lağv)
dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin.kalplerinizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar.
.."[786]
Âyette geçen lağv
(yanılma) iki türlüdür: Birincisi: Bir şey üzerine, öyle olduğu zannı ile yemin
etmesi, fakat daha sonra öyle olmadığının ortaya çıkması. İkincisi: Yemin
sözcüğünün, yemin kasdı olmaksızın dilinden çıkması. Söz esnasında "hayır
vallahi, evet billahi" demek gibi. Allah her iki türünden de sorumluluğu
kaldırmıştır. Çünkü bunları söyleyenlerin gerçek yemin etme kasıtları
bulunmamaktadır. Bu yüce Allah tarafından, kullarının, şahsın kendisinden
hakikat ve mânasını kasdetmediği lafızlar üzerine hüküm düzenlememeleri için
koymuş olduğu bir teşrîdir. (Lafzın hakikat ve mânasını kasdetmeden onu
kullanan) bu kimse gerçekte de, hükmen de, gayr-ı ciddi (hâzil) olan kimse gibi
değildir.
Sahabe, zorlama
altında yapılan talâk ve ikrarın vuku bulmayacağına dair fetva vermişlerdir.
Sahih bir rivayette Hz. Ömer: "Kişinin canını yaktığın, onu dövdüğün veya
kendisini bağladığın zaman, o kendi canından emin değildir." demiştir.
Yine ondan sahih olarak şu rivayet nakledilir: Bir adam bal sağmak için bir
iple (kayadan aşağı) sarkmıştır. Hemen karısı gelir ve: "Vallahi, ya ipi
keserim ya da beni boşarsın!" der. Adam: "Allah aşkına yapma!"
diye yalvanrsa da kadın dinlemez. Mecbur kalır ve boşar. Sonra Hz. Ömer'e gelir
ve olanları ona anlatır. Hz. Ömer: "Karına dön, çünkü bu bir talâk
değildir." der.
Hz. Ali zorlama sonucu
verilen talâkı onaylamazdı.
Sabit el-A'rec:
"İbn Ömer ve İbn Zübeyr'e, zorlama altında verilen talâkın hükmünü
sordum. Her ikisi de: 'Bir şey gerekmez' dediler." der.
Soru: Peki, Gâzî b.
Cebele'nin Safvan b. İmran el-Asamm'dan onun da ashabtan birinden rivayet
ettiği şu habere ne diyeceksiniz? Bir kadın (kay-lûle yapan) kocasının göğsüne
oturmuş ve bıçağı boğazına dayamış. Ona: "Beni boşa yoksa seni kesinlikle
boğazlarım!" demiş. Adam yalvarmış, yakarmış ise de kadın dinlememiş.
Mecbur kalmış üç talakla boşamış. Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılınca,
o: "Talâkta kaylûle[787]
yoktur."[788] buyurmuştur. Bunu Saîd
b. Mansûr Süne/2'inde rivayet etmiştir.[789] Atâ
h. Aclân, İkrime ve İbn Abbas yoluyla Hz. Peygamber'in: "Her talâk
caizdir. Bundan yalnızca bunak (ma'tûh) ve aklı başında olmayanın talâkı
müstesnadır." buyurduğunu rivayet eder.
Yine Saîd b. Mansûr,
Ferec b. Fudâlc —Amr b. Şerâhîl el-Meâfirî yoluyla nakleder: Bir kadın kılıcı çekmiş
ve kocasının karnına dayamış. Ona: "Vallahi, ya beni boşarsın ya da işini
bitiririm!" demiş. Adam da üç talâkla boşamış. Durum Hz. Ömer'e şikâyet
edilmiş. O da talâkı geçerli saymıştır. Hz. Ali de: "Her talâk caizdir.
Bunağın talâkı hariç..." demiştir.
Cevap: Gazî b.
Cebele'nin haberinde üç illet vardır. Birincisi: Safvan b.
Amr zayıftır. İkincisi
Gazîb. Cebele "Leyyinu'l-hadis"tir. Üçüncüsü ise. diğer râvilerin
ondan tedlisi sözkonusudur. Böyle bir hadis delil olarak kullanılamaz, îbn
Hazm: "Bu kabulü imkânsız bir haber." demiştir.
İbn Abbas'ın:
"Her talâk caizdir." şeklindeki hadisi ise, Atâ b. Aclân'-ın
rivayetindendir. Onun zayıflığı ise meşhurdur. Hz. Peygamber'e (s.a.) yalan
isnadı ile de itham olunmuştur. İbn Hazm bunun hakkında: "Bu haber birincisinden
daha berbattır." der.
Hz. Ömer'le ilgili
habere gelince, sahih olan daha önce de geçtiği gibi bunun aksidir.
Meâfirî'nin, Hz. Ömer'le aynı zamanda yaşadığı bilinmemektedir. Ferec b.
Fudâle ise zayıftır.
Hz. Ali'nin haberi de
sahih olamaz. Ondan rivayet edilen şey, "Zor altında verilen talâkı
onaylamadığı" şeklindedir. Abdurrahman b. Mehdî, Ham-mad b. Seleme—Humeyd
senediyle Hasan'dan: "Hz. Ali'nin mükrehin (zorlanan kimse) talâkını
onaylamadığı"™ rivayet etmiştir. Eğer bahsettiğiniz rivayet sahih olsa
bile, âmm (genel) olduâu için bu rivayetle tahsis edilmiş olur[790]
Sarhoşun talâkına
gelince, Allah Teâlâ: "Ey iman edenler, ne söylediğinizi bilinceye kadar,
sarhoşken namaza yaklaşmayınız.""[791]
buyurmakta ve sarhoşun sözüne itibar edilmeyeceğini belirtmektedir. Çünkü ne
söylediğini bilmemektedir. Hz. Peygamber'den (s.a.) de zina itirafında bulunan
bir kimsenin, itirafının dikkate alınıp alınmaması için ağzını koklamalarını
emrettiği sahih olarak bilinmektedir.
Sahih-i Buhar?de Hz.
Hamza kıssasında anlatılır: Hz. Ali'nin iki devesini (hörgücünden) kesmiş (ve
ciğerinden kesip almıştı). Hz. Peygamber onun yanma geldi ve onu kınayarak
tepesine dikildi. Hz. Hamza gözünü kaldırdı ve bakışlarını efendimize dikti.
Sarhoştu. Sonra "Siz benim babamın sadece birer uşakları değil
misiniz?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) derhal geri döndü[792]'
Eğer bu sözü sarhoş değil de, aklı başında biri söylemiş olsaydı, irti-dad ve
kâfirlik olu. Ju. Buna rağmen Hz. Peygamber, Hz. Hamza'yı muaha-ze etmemişti.
Hz. Osman'ın,
"Delinin ve sarhoşun talâkı yoktur." dediği sabittir. Bunu İbn Ebî
Şeybe, Vekî—İbn Ebî Zi'b—Zührî—Eban b. Osman—babası Osman, senediyle rivayet
etmiştir.[793]
Atâ: "Sarhoşun
talâkı caiz değildir." demiştir. Oğlu, Tâvus'tan: "Sarhoşun talâkı
caiz değildir." dediğini nakleder.[794]
Kasım b. Muhammed de aym şeyi söylemiştir.
Sahih bir rivayete
göre, Ömer b. Abdülaziz'e karısını boşayan bir sarhoş getirilmişti.
Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına, aklı başında iken boşamadığına dair
yemin ettirdi. O da etti.- Karısını geri verdi ve kendisine had (içki cezası)
uyguladı.[795]
Bu görüş, Yahya b.
Saîd el-Ensarî, Humeyd b. Abdurrahman, Rebîa, Leys b. Sa'd, Abdullah b.
el-Hasan, îshak b. Râhûyeh, Ebu Sevr ve iki kavlinden birinde Şafiî gibi
âlimlerin görüşleridir. Şâfiîlerden el-Müzenî ve diğerlerinin tercihi de
böyledir. Rivayetlerden birinde İmam Ahmed de bu görüşü benimsemiştir. İmam
Ahmed'in bu konudaki görüşü bu şekilde netleşmiş, diğer rivayetlerde
belirtilen görüşlerinden rücû etmiştir. Ebu Tâlib rivayetinde şöyle demiştir:
"Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talâkla emreden
kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kılmış, başkaları için
de helâl kılmıştır. Bu (birinci) bundan hayırlıdır. Ben tümden sakınırım."
Meymûnî rivayetinde ise: "Ben sarhoşun talâkı caizdir, diyorudum. Ama
sonradan anhdım ki, talâkı caiz delildir. Çünkü şayet sarhoş ikrarda bulunsa
bu onu bağlamıyor. Satsa satışı caiz olmuyor. Ama işlediği cinayetlerden dolayı
onu sorumlu tutarım. Bunun dışındakilere gelince, onu başlamaz."
demektedir. Ebu Bekir Abdülaziz ise: "Ben bu görüşle amel ediyorum. Bütün
Zahirîlerin görüşleri de böyledir. Hanefilerden, Ebu Cafer et-Tahavî,
Ebu'l-Hasan el-Kerhî de bu görüşü tercih etmişlerdir." der.
Sarhoşun talâkının
geçerli olduğunu söyleyenlerin yedi dayanaklan vardır:
1) Sarhoş mükelleftir. Bu yüzdendir ki işlediği
cinayetten sorumludur.
2) Talâkın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması
ona bir cezadır.
3) Boşama
sözüne talâkın tertibi, hükümlerin sebeplerine bağlanması kaolindendir. Bunda
sarhoşluğun bir etkisi oJmaz.
4) Sahabe,
sözleri konusunda sarhoşu ayık gibi kabul etmişlerdir. Çünkü onlar:
"İçtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olunca, hezeyanda bulunur. Hezeyanda
bulununca iftira eder. İftiranın cezası da seksen değnektir." demişlerdir.
5) 'Talâkta kaylûle yoktur" hadisidir. Daha
önce geçti.
6) "Bunağın talâkı hariç, her talâk
caizdir" hadisidir. Bu da geçti.
7) Ashab,
sarhoşun talâkını geçerli saymıştır. Ebu Ubeyd, Hz. Ömer ve Muâviye'den, bir başkası
İbn Abbas'tan bunu rivayet etmişlerdir. Ebu Ubeyd, Yezîd b. Harun—Cerîr b.
Hâzim—Zübeyr b. el-Hâris—Ebu Lebîd senediyle rivayet eder: Bir adam sarhoşken
karısını boşamıştı. Hz. Ömer'e durumu intikal ettirildi. Aleyhine dört kadın
şahitlik yaptı. Hz. Ömer de onları ayırdı[796]
Yine o (Ebu Ubeyd), İbn Ebî Meryem—Nâfi' b. Yezîd—Cafer b. Rebîa—İbn Şihâb—Saîd
b. el-Müseyyeb senediyle Muâviye'nin, sarhoşun talâkını geçerli kabul ettiğini
rivayet eder.[797]
Delil olarak
kullandıklarının tamamı budur. Bunların içinde delil olarak asla bir şey
yoktur.
Birinci dayanaklan
olan, sarhoşun mükellef olduğu yaklaşımı bâtıldır. Çünkü teklif şartının akıl
olduğuna dair icmâ' vardır. Ne dediğini bilmeyen kimse mükellef değildir.
Mükellef olduğunu
kabul etsek bile, tehdit neticesinde veya şarap olduğunu bilmeden içmesi ve
sarhoş olması durumunda da talâkının vâki olması gerekir. Halbuki onlar da bu
görüşte değillerdir.
Âyetteki hitap, hitabı
anlayanlara ya da ayıklara yönelik olmalıdır. Bu, namaz kılmak istediğinde
sarhoş olmayı yasaklamayı içerir. Akıl edemeyen kimseler ise ne emrolunurlar,
ne de yasaklanırlar.
Cinayetleri ile
yükümlü olmasına gelince; bu, üzerinde ittifak edilen bir konu değildir. Osman
el-Bettî; "Sarhoşun ne akdi, ne bir satışı onu bağlamaz. Sadece içki cezasından
başka üzerine başka bir ceza da gerekmez." demiştir. Bu İmam Ahmed'in iki
rivayetten birindeki görüşüdür ve ona göre, sarhoş akıl şartı aranan her fiilde
deli hükmündedir.
Sarhoşun sözlerini
değil de fillerini dikkate alanlar iki noktayı ayırmışlardır:
1) Fiillerini itibara almamakta, kısasın ortadan
kaldırılmasına götürecek bir zerîa (yol) vardır. Çünkü bir başkasını öldürmek
veya zina, hırsızlık, yol kesme gibi cinayetleri işlemek isteyen kimseler
sarhoş olacaklar ve bunları yapacaklar, (sonra da bunlara sadece içki cezası
uygulanacaktır.) Bu suçlardan sadece birini yapan kimseye had uygulanırken,
bir de sarhoşlukla işlediği cinayeti katmerleştiği halde nasıl had düşer?! Bu
netice şer'î kaidelerin ve usûlün asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Nitekim
İmam Ahmed, böyle diyen kimseleri yadırgayarak şöyle demiştir: "Sarhoşun
talâkının caiz olmayacağı görüşünde olan bazıları "Sarhoş bir cinayet
veya haddi gerektiren bir suç işlese, orucu namazı terketse, o cinnet geçiren
bir kimsenin ve delinin durumunda sayılır." şeklinde yanlış bir zanna
kapılmışlardır. Bu kötü tyr sözdür.
2) Sarhoşun
sözlerini hükümsüz saymada bir mefsedet yoktur. Zira akh olmayandan çıkan
mücerred sözlerin bir zararı olmaz. Ama fililer öyle değildir. Zira fililer
işlendiğinde ortaya çıkan zararın kaldırılması mümkün değildir. Dolayısıyla
sarhoşun fiillerini hükümsüz saymak sözlerinin aksine tam bir zarar ve yaygın
bir fesada sebep olacaktır. Eğer bu iki fark gerçekse, o zaman sözlerini
fiillerine katarak aynı hükme tâbi tutmak mümkün olmayacaktır. Eğer gerçek
değillerse, o zaman sözleri ile fiillerini eşit tutmak gerekecektir.
İkinci dayanaklan,
"Talâkın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması, ona bir ceza olacaktır."
şeklinde idi. Bu yaklaşım son derece zayıftır. Zira ona ceza olarak, verilecek
had yeterli olacaktır. Yüce Allah'ın rızası, ceza için had uygulanmakla
tahakkuk etmektedir. Şeriatta,-talâkla, eşlerin arasını ayırmak sureti ile bir
cezalandırma cihetine gidildiği vârid değildir.
Üçüncü dayanaklan;
"Boşama üzerine talâkın tertibi, hükümlerin sebeplerine bağlanması
kabilindendir." şeklinde idi. Bu da son derece fasit ve sakattır. Zira bu
yaklaşıma göre, tehdit altında veya sarhoş edici olduğunu bilmeden içen ve
sarhoş olan kimsenin, delinin, cinnet geçirenin ve hatta uyuyanın bile
verdikleri talâkın geçerli olması gerekir. Sonra bunlara şu sorulsa yeridir:
Sizce sarhoşun verdiği talâkın "sebeb" olduğu sabit mi ki, hüküm ona
bağlansın? Asıl ihtilâf noktası da zaten burada değil midir?!
Dördüncü dayanakları:
"Ashab, sarhoşu ayık hükmünde tutmuşlar ve: 'İçtiği zaman, sarhoş olur,
sarhoş olduğu zaman da hezeyanda bulunur.'[798]
demişlerdir." şeklindedir. Bu haber asla sahih değildir.
Ebu Muhammed İbn Hazm
şöyle der: O son derece yalan bir haberdir. Allah Hz. Ali'yi ve Abdurrahman b.
Avf'ı ondan münezzeh kılmıştır. İçerisinde bâtılhğına delâlet eden tenakuz
unsurları bulunmaktadır. Zira bu haberde, hezeyanda bulunana had gerekliliği
söz konusudur. Halbuki böyle bir had yoktur.
Beşinci dayanakları,
"Talâkta kaylûle yoktur." hadisi idi. Bu da sahih değildir. Sahih
olsa bile, aklı başında olan mükellefin talâkına yorulmak gerekir. Aklı
başında olmayana yorularnaz. Bu yüzdendir ki bu hadisin kapsamına, delinin,
cinnet getirenin ve sabinin talâkı dahil değildir.
Altıncı dayanakları
"Bunağın (matuh) talâkı hariç, her talâk ca 'dir." hadisi idi. Böyle
bir hadisin sahih olmaması uygundur. Sahih olsa bile, mükellef olan kimse
hakkında olur. Üçüncü olarak da şöyle denilebilir: Aklı başında olmayan sarhoş
ya matuh (bunak)tur, ya da ona benzerdir. Bir grup, sarhoşun matuh olduğunu
iddia etmişler ve: "Sözlükte matuh; aklı olmayan ve ne konuştuğunu
bilmeyen kimsedir," demişlerdir.
Yedinci dayanakları;
ashabın, sarhoşun talâkını geçerli saydıkları şeklinde idi. Doğrusu ashab, bu
konuda hemfikir değillerdir. Hz. Osman'dan yukarıda naklettiğimiz haber sahih
olarak bilinmektedir.
İbn Abbas'in haberine
gelince, ondan sahih olarak gelmemiştir. Çünkü iki tariki vardır. Birisinde
Haccâc b. Ertât, ikincisinde de İbrahim b. Ebî Yahya bulunmaktadır. İbn Ömer ve
Muâviye'ye ise Hz. Osman'ın muhalefeti vardır.
[799]
İğîâk halinde iken
verilen talâka gelince, Hanbel rivayetinde İmam Ah-med şöyle der: "Hz.
Âişe, Hz. Peygamber'i (s.a.) 'İğlâk halinde iken ne talâk, ne de azad yoktur.'
buyururken işitmiştir.[800]İğlâktan
'öfkelenmeyi, gazabı' kasdetmiştir." İğlâk'ın gazap ile tefsiri bizzat
İmam Ahmed'in açıkladığı bir husus olmakta ve bunu ondan Hallâl, Şafiî ve
Zâdu'l-Müsafir'de Ebu Bekir rivayet etmektedirler.
Ebu Davud, Sünen'dt [801]
"Sanıyorum o gazaptır" demiş ve hadise: "Yanlışlıkla yapılan
talâk babı" başlığını atmıştır. Ebu Ubeyd ve başkaları ise
"iğlâk"ı, "ikrah = tehdid, zorlama" diye tefsir
etmişlerdir. Daha başkaları "delilik" diye açıklammışlardır.
"Üç talâkı birden vermekten mehiydir. Zira üç talak birden verildiğinde
başka bir hak kalmayacağından talâk kapısı üzerine kapanacaktır. Rehnin
kapatılması gibi" diye bir izah getirenler de olmuştur. Bunu da Ebu Ubeyd
el-Herevî nakletmiştir.
Şeyhimiz (İbn Teymiye)
şöyle der: "İğlâk'ın mânası, kişiye kalbinin kapatılmasıdır. Öyle ki,
artık söylediği sözde kasdı olmaz, ne söylediğini bilmez. Sanki kasıt ve
iradesi, üzerine kapanmış gibi olur." Ben de Ebu'l-Abbas el-Müberred'in
"el-galak gönül darlığı, sabrın azlığı demektir. Öyle ki bir çıkış
bulamaz." dediğini ilâvede fayda görüyorum. Şeyhimiz devamla: "İğlâk
halindeki talâk kapsamına mükrehin (zorlanan), delinin, sarhoşun veya gazap
hali ile aklı başından gidenin, söylediği sözü kasdetmeyen ve onun ne manaya
geldiğini bilmeyen kimsenin talâkı dahildir" der.
Gazap (öfke) hali üç
kısımdır:
1) Aklı
tamamen baştan alır ve kişi ne dediğini bilmez. Bunun talâkı ihtilafsız vuku
bulmaz.
2) Henüz ilk aşamalarında olur ve kişiyi
söyleyip kasdettiği şeylerin ne mânaya geldiğini tasavvur etmekten alıkoyacak
seviyede değildir. Bunun talâkı da vuku bulur.
3) Gazap halinin, güçlü ve şiddetli olmakla
birlikte, aklı tümden izale etmemesi, ama öfke hali geçtiğinde yaptığına ya da
yapmadığına pişman olacak şekilde kişi İle niyeti arasına girmesi. Tartışma
konusu işte bu kısımdır.
Bu durumda iken
verilen talâkın vuku bulmaması aüçlü ve kabule açık gözükül y
mektedir. [802]
Sünen'de, Amr b. Şuayb
—babası—dedesi senedi île rivayet edilen hadişte Hz. Peygamber (s.a.):
"Âdemoğlu için mâlik olmadığı şeylerde nezir yoktur. Sahip olmadığı
köleler hakkında âzad yoktur. Mâlik olmadığı hususta talâk yetkisi yoktur.'*
buyurmuştur.[803] Tirmizî şöyle der:
"Bu hasen bir hadistir, bu konuda vârid olan en güzel hadistir. Muhammed
b. İsmail'e sordum ve "Nikâhtan önce talâk konusunda en sahih hadis
hangisidir?" dedim. O: "Amr b. Şuayb —babası—dedesi senediyle gelen
hadistir." dedi.
Ebu Davud,
"Satış, ancak mâlik olduğu şeyler üzerinde olur, neziri yerine getirme,
ancak sahip olduğu şeylerde sözkonusudur." hadisini rivayet etmiştir.[804]
Sünen-i İbn Mâce'de,
Misver b. Mahreme hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Nikâhtan önce talâk
yoktur. Mülkiyetten önce âzad yoktur." buyurmuşlardır.[805]
Ebî Zi'b—Muhammed b. Münkerdir ve Atâ b. Ebî
Rebâh— Câbir b. Abdillah senediyle Hz. Peygamber'e (s.a.) ref edilen:
"Nikâhtan önce talâk yoktur." hadisini rivayet eder.[806]
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc—Atâ yoluyla İbn Abbas'm (r.a.): "Talâk ancak nikâhtan sonra
olur." dediğini nakleder.
İbn Cüreyc şöyle der:
İbn Abbas'a, İbn Mes'ûd'un "Nikahlamadığı kadını boşasa bu caizdir."
dediği ulaştı. îbn Abbas: "Bu konuda hata etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ:
"Mü'min kadınları nikahladığınız sonra da onları boşa-dığmız
zaman..."[807]
buyurmaktadır. "Mü'min kadınları boşadığınız, sonra da onları
nikahladığınız zaman.." diye buyurmamaktadır." demiştir.[808]
Ebu Ubeyd nakleder:
Hz. Ali'ye: "Falanca kadın ile evlenirsem, o boş olsun." diyen bir
adamın durumu soruldu. Hz. Ali: "Talâk, ancak (nikâhla) sahip olduktan
sonradır." dedi. Yine ondan: "Talâk, ancak nikâhtan sonra sözkonusu
olabilir. İsterse kadının ismini söylesin." dediği sabittir.
Bu, Hz. Aişe'nin
görüşüdür. Şafiî, Ahmed, İshak ve tabileri, Davud ve tabileri, hadis ulemasının
çoğunluğu hep bu görüşe katılmışlardır.
Bu görüşün
delillerinden biri şudur: "Falanca ile evlenirsem, o boştur."diyen
kimse, yabancı bir kadını boşamıştır ki, bu imkânsızdır. Çünkü şarta bağlı
olarak yapılan talâk sırasında kadın yabancıdır. Yenilenen şey kadını ı
nikâhıdır. Nikâh ise talâk olmaz. Bundan da anlaşılır ki, eğer boş olacak o
-sa, daha önceden talik edilen talâka istinaden gerçekleşmiş olacaktır. O sırj
-da ise kadın yabancıdır. Sıfatın yenilenmesi (kadının yabancı iken nikâhlı ;ı
olması) kocayı, yenilenmenin olduğu sırada talâkı söylemiş kılmaz. Zira o
esnada koca nikâhı dilemekte, talâkı ise murad etmemektedir. Dolayısıyla da
sahih olmaz. Nitekim yabancı bir kadına "Eğer eve girersen, sen boşsunı
dese de, sonra o kadın zevcesi iken girse, ihtilafsız boşanmış olmaz. ',
Soru: Talâkın şarta
bağlanması ile âzad işinin şarta bağlanması arasında ne fark vardır ki, şayet
"Falana sahip olursam o hürdür." dediğinde şarta bağlama sahih
oluyor ve mülkiyetin doğması ile âzad gerçekleşiyor. Bun i, nasıl izah
edersiniz?
Cevap: Âzad işinin
şarta bağlanması konusunda İki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den
rivayet edilmiştir. Nitekim, İmam Ahmed'den talâkın şarta bağlanması konusunda
da iki rivayet bulunmaktadır. Çoğu ifadelerinin delâlet ettiği ve tabilerince
esas kabul edilen sahih görüşü, "Talâkın değil'de, azadın şarta
bağlanmasının, sahih olması" şeklindedir. Aralarındaki fark şudur: Âzad
işi güçlüdür ve sirayet özelliği vardır. Bu Özelliğini de mülkiyetin nüfuzundan
almaz. Zira âzad başkasının mülkiyetine de sirayet (nüfuz) eder. Mülkiyetin
âzad yoluyla kendi zevaline hem aklen hem şer'an sebep olması sahihtir. Nitekim
yakın akrabalarından birini satın alması durumunda, otomatik olarak âzad
olacağından, mülkiyeti âzad sebebiyle yok '
olmuş olacaktır. Yine keffaret ya da nezir için âzad etmek üzere bir
köle satın alması yahut âzad şartı ile satın alması durumlarında olur. Zira
âzad işi, Allah'ın sevdiği bir nevi ibadettir. Dolayısıyla Allah Tealâ, sevdiği
şeye ulaştıracak her vesileye tevessül edilmesini meşru kılmıştır. Ama talâk
böyle değildir; Allah'ın sevmediği, helâller içinde en çok buğzettiği bir
şeydir. Dolayısıyla nikâhla elde edilen zevcenin kadınlığından istifade
mülkiyetini, yine onun izalesi (talâk) için asla bir sebep kılmamıştır. Hem
ikinci bir fark daha vardır: Âzad işini ilerdeki mülkiyete bağlamak kurbet,
taat ve iyiliklerin nez-redilmesi kabilindendir. "Allah bana lutfundan
verirse, şöyle şöyle tasaddukta bulunacağım." $emek gibidir. Şart
bulunduğu zaman, o şarta bağladığı tâat-ı maksüdeden olan şeyi yapması gerekir.
Dolayısıyla bu ve talâkın nikâh mülkiyetine bağlanması ise tamamen başka başka
renkler arzetmektedir. [809]
Sahihayn'da rivayet
edilir: Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, İbn Ömer, karısını hayız halinde iken
boşamıştı. (Babası) Hz. Ömer, durumu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu. Rasûlullah
(s.a.): "Ona emret de karısına dönsün! Sonra kadın temizlenip akabinde
hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye kadar onu tutsun. Ondan sonra artık
isterse nikâhında tutaı. dilerse yakınlık etmeden boşar. İşte kadınların
kendisi için boşanmasını Allah'ın (c.c.) emrettiği iddet budur."
buyurmuştur.
Müslim'in bir
rivayetinde: "Ona emret, karısına ric'at etsin! Sonra onu ya temiz iken
yahut hamile olduğu halde.boşasm." buyurmuştur.
Başka bir metinde:
"Eğer dilerse, ona yakınlık etmeden, temiz iken bo-şasın." Allah
Teâlâ'nın emrettiği gibi, "iddet için talâk" işte budur. Buha-rî'ye
ait bir rivayette ise: "Ona emret karısına dönsün. Sonra iddetinin önünde
onu boşasın." buyurmuştur.[810]
İmam Ahmed, Ebu Davud
ve Nesâî'ye ait hadiste ise îbn Ömer'den şu nakledilir: Abdullah b. Ömer, hayız
halinde iken karısını boşamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) onu kendisine geri
çevirmiş, yani talâk saymamış ve: "Temizlendiği zaman boşasm veya
tutsun." buyurmuştur. İbn Ömer (r.a.), Söyle demiştir: Hz. Peygamber
(s.a.): "Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman onları iddefteri içinde
(âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."[811]
âyetini okudu[812]
Bu hadisler talâkın
dört çeşit olduğunu gösterir. İkisi helâl, ikisi haram.
Helâl olan talâk
şekilleri: Karısını, cima etmeden, temizken boşaması veya hamile olduğu belli
iken boşamasıdır.
Haram olan şekilleri
ise: Hayız halinde iken boşaması veya cima ettiği temizlik süresi içerisinde
boşamasıdır. Bu kendisi ile zifaf gerçekleşen eşin boşanması ile ilgilidir.
Zifaf vaki olmayan
zevcenin boşanması ise, hayızlı iken de temizken de caizdir. Nitekim Allah
Teâlâ: "Nikâhtan sonra henüz dokunmadan ya da me-hir kesmeden kadınları
boşarsanız, size bir günah yoktur..."[813] ve
yine: "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da, henüz onlara
dokunmadan boşar-sanız, artık onlar üzerinde bir iddet sayma hakkınız
yoktur."[814] buyurmuştur. Bunun böyle
olduğuna "Onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sırada)
boşayın."[815]
âyeti delâlet etmektedir. Zira zifaf vaki olmamış kadının id-deti yoktur. Hz.
Peygamber (s.a.) de "İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Allah'ın
emrettiği iddet budur." sözüyle buna dikkat çekmiştir. Eğer, zifaftan önce
talâkın mubah olduğu hükmünü içeren bu iki âyet olmasaydı, iddet beklemek
durumunda olmayan kadının talâkından men olurdu.
Nesâî ve daha başka
kitaplarda Mahmud b. Lebîd'den rivayet edilir: Hz. Peygamber'e (s.a.), karısını
üç talâkla birden boşayan bir adamın durumu haber verildi. Hz. Peygamber
(s.a.), öfkelenerek kalktı ve: "Ben henüz aranızda iken Allah'ın kitabı
ile mi oynanılıyor?!" buyurdu. Hatta adamın biri kalktı ve: "Ya
Rasûlallah! Onu öldürmeyeyim mi?" dedi.[816]
Sahihayn'da İbn
Ömer'den (r.a.) nakledilir: Kendisine talâktan sual edildiğinde: "Sen
karını ya bir ya da iki talâkla boşadiysan (bu güzel). Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) bana bunu emreyledi. Eğer üç talâk boşadıysan o sana artık, başka bir
koca ile evlenmedikçe (şer'î tahlil), helâl olmaz. Bu halinle sen, karını
boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş oldun." derdi.[817]
Kavileri sikadır.
Müellif birazdan tafsilata girecektir.
Bu nasslar, boşanan
kadınların da iki türlü olduğunu gösterir: Kendisi ile zifaf vâki olan ve zifaf
vâki olmayan. Her ikisini de üç talâkla birden boşamak caiz değildir. Zifaf
vâki olmayan hanımı temizken de hayız halinde iken de boşamak caizdir.
Zifaf vaki olmuş
hanımlara gelince, eğer hayız ya da lohusahk hallerinde ise, onları boşamak
haram olur. Eğer temiz halde ise ve hamile olduğu da kesin belli ise, cimadan
önce de sonra da boşanması caizdir. Eğer hamile değilse, temizlik süresi
içerisinde ona dokunmadan önce boşamak caizdir. Dokunduktan sonra boşamak ise
caiz değildir.
Bunlar, Allah
Teâlâ'nın, Peygamberinin lisanıyla teşri' buyurduğu ta1lâk konusundaki
hükümlerdir. Allah'ın izin verdiği ve mubah kıldığı talâkın, eğer mükellef ve
irade sahibi, sözün delâlet ettiği manayı bilen ve onu kasde-den bir kimseden
sâdır olmuşsa, vuku bulacağına dair bütün müslümanlar icmâ' etmişlerdir. [818]
Haram olan talâkın
vukuu konusunda ise müslümanlar ihtilâf etmidir. Burada karşımızda iki mesele
vardır: '
Birincisi: Havız
halinde iken veva cimada bulundueu temizlik hailiken verilen talâk.
İkincisi: Üç talâkı
birden vermek. Biz her iki meseleyi de derinlemesine ele alıp araştıracağız,
her iki grubun da delillerini, ulaşabildikleri son noktayı zikredeceğiz.
Bununla birlikte biz mutaassıb mukallidin bütün âyetler ve deliller serdedîlse
bile taklit ettiği kimseyi 'terketmeyeceğini, delile talip olanların ise ondan
başkasına uymayacağını, ancak delili hakem kabul edeceğini, insanlardan her
birinin, öte geçmeyeceği bir kaynağı, sapmayacağı bir yolu olduğunu da çok iyi
biliyoruz. Kuvvetinin en son yettiğini taşıyan, adımlarının en son ulaştığı
yere koşan kimse gerçekten mazurdur. [819]
Sen-Birinci mesele:
Hayız halinde ve cimada bulunulan temizlik süresi! boşamak.
Haram olan talakın
vukuu konusunda, selef ve halef ulemas. arâUda mevcut olan görüş ayrılığı hâlâ
devam etmektedir. Vukuuna dair icmâ iddiasında bulunan kimseler yanılmış ve
ancak ilminin yettiği kadarı ile konuşmuştur. Başkalarının muttali olduğu
bilgilerden yoksun kalmıştır. İmam Ahmed şöyle der: "Kim (bu konuda) icmâ
iddiasında bulunursa, o yalancıdır. Ne biliyor, belki de insanlar ihtilâf
etmişlerdir."
Nasıl icmâ olabilir
ki, bu konudaki ihtilâfın, halef ve selef uleması arasında mevcut olduğu
ötedenberi bilinmektedir? Muhammed b. Abdüsselâm el-Huşenî, Muhammed b.
Beşşâr—Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sekafî— Ubeydullah b. Ömer—İbn Ömer'in
azadhsı Nâfi' senedi ile İbn Ömer'den karısını hayızli iken boşayan bir adam
hakkında: "Buna itibar edilmez (sayılmaz)." dediğini nakleder. Bu
rivayeti Ebu Muhammed b. Hazm ei-Muhallâ'da isnadı ile zikretmiştir[820]'
Abdürrezzâk,
Musannefdt İbn Cüreyc—İbn Tavus senediyle Tâvus'un, "Meşru talâk ve meşru
iddete muhalif oldukça onu talâk saymadığını" ve onun: "Meşru talâk
şekli kişinin karısını, cima etmeksizin, temizken veya hamileliği belli iken
boşaması dır." diye söyleyip durduğunu nakleder[821]
Huşenî, Muhammed b.
el-Müsennâ—Abdurrahman b. Mehdî— Hem-mâm b. Yahya—Katâde senediyle Hilâs b.
Amr'ın, karısını hayız halinde iken boşayan adama "O sayılmaz"
dediğini rivayet eder.[822] Ebu
Muhammed b. Hazm şöyle der: Bunların hilâfına icmâ bulunduğu iddiasına cür'et
etmek karşısında şaşmamak elde değil. Böyle bir iddia sahibi, hayız halinde
iken veya cima ettiği temizlik süresi içinde iken boşamanın geçerli kabul
edileceğine dair kendi görüşüne uygun ashaptan hiçbir kelime bulamamaktadır
(sonra da icmâ iddiasında bulunmaktadır.) Ashabtan bu konuda sadece îbn
Ömer'den bir rivayet vardır. Ona da yine kendisinden daha güçlü bir rivayet
ters düşmektedir. Bunun dışında Hz. Osman ve Zeyd b. Sabit'ten rivayet edilen
kabul edilemeyecek iki rivayet daha vardır: Bunlardan birincisini, İbn Vehb—
îbn Sem'ân— bir adam senediyle Hz. Osman'dan rivayet etti: "Hz. Osman,
kocası tarafından hayizh iken boşanan kadın hakkında, o hayızını sayamayacağına,
ondan sonra üç hayız beklemesi gerekeceğine hükmederdi." şeklindedir.
Derim ki: İbn Sem'ân, yalancı (kezzâb) olan Abdullah b. Ziyad b. Seman'dır. Hem
de kim olduğu bilinmeyen meçhul bir râviden rivayet etmiştir. İbn Hazm devam
eder: İkincisi, Abdürrezzâk —Hişâm b. Hasan—Ebu Alkame'nin azadhsı Kays b.
Sa'd—ismini verdiği bir adam—Zeyd b. Sabit
senedi ile rivayet
edilmiştir. Rivayete göre Zeyd b. Sabit karısını hayızlı iken boşayankimse
hakkında: "Talâk onu bağlar, kadın bu hayız hariç üç hayız boyu iddet
bekler." demiştir.
İbn Hazm şöyle der: Bu
konuda, şayet onların caiz gördüklerini biz de caiz görsek —bundan Allah'a
sığınırız— icmâ iddiasında biz onlardan daha şanslıyız. Zira muhaliflerimiz de
dahil olmak üzere ilim ehli arasında kesinlikle, hayızlı iken veya cima
yapılan temizlik süresinde iken verilen talâkın bid'at olduğunda, Hz.
Peygamber'in (s.a.) onu yasakladığında ve emrine muhalefet etmemenin gereğinde
bir ihtilâf yoktur. Bu onlar katında da kuşkusuz böyle olunca, bu durumda bir
bid'at ve sapıklık olduğunu ikrar ettikleri bu bid'atın tecvizi sureti ile
hükmü nasıl caiz görebiliyorlar! Müşahade ile anladığımıza göre, bid'ati tecviz
eden, onun bid'at olduğunu söyleyenlerin icmâına muhalif olmaz mı? İbn Hazm devam
ediyor: Hatta bu konuda bize ihtilâf ulaşmasa bile kesin bilmediği, hepsinden
görüşlerinin ulaşmadığı bir konuda bütün ehl-i İslâm adına kesin bir yargıya
varan, onların hepsi adma yalancı olmaz mı? [823]
Kesin olan nikâh,
ancak kendisi gibi kesin olan Kitab'tan veya sünnet'-ten ya da icmâ'dan bir
delille ortadan kalkar. Eğer siz bu üç şeyden bize bir delil ortaya
koyabilirseniz, biz de ona dayanarak nikâhın hükmünü kaldırırız. Başka türlü
kaldırılmasına imkân yoktur. Nasıl olabilir ki, pek çok delil, haram talâkın
vuku bulmayacağına delâlet etmektedir. Yüce Allah asla böyle bir talâkı meşru
kılmamış, ona izin vermemiştir. Öyleyse onun şeriatından değildir. Nasıl olur
da, bu durumda onun nafiz ve sahih olduğundan söz edilebilir?!
Aslen haram olan
talâktan, ancak Allah Teâlâ'nın boşayan kimseye yetki verdiği şekil ve
sayıdaki gerçekleşebilir. Meselâ dördüncü talâk vuku bulmaz. Çünkü böyle bir
yetkiyi ona vermemiştir. Malumdur ki Allah Teâlâ, kişiye haram olan talâkı îka
yetkisini vermemiş, bu konuda onu mezun kıl-mamıştır. Dolayısıyla sahih olmaz,
vuku bulmaz.
Şayet kişi bir kimseye
karısını caiz talâkla boşamak üzere vekâlet verse, o da haram talâkla boşasa bu
geçerli olmaz. Çünkü bu konuda yetkili değildir. Talâkın îkaının sıhhatinde
mahlukun izni dikkate alınıyor da, yaratıcının izni itibara alınmıyor. Ne
kadar saçma! Malumdur ki, mükellef ancak izinle tasarrufta bulunabilir. Allah
ve Rasûlü'nün (s.a.) izin vermediği bir konuda kişinin asla tasarruf yetkisi
olamaz.
Sâri', koca üzerine;
karısını hayızlı iken cima yaptığı temizlik süresi içerisinde iken boşamamak
üzere kısıtlılık (hacr) koymuştur. Eğer bu halde iken talâkı geçerli olacaksa,
Şâri'in koyduğu hacrin bir anlamı kalmaz ve kadının tasarruftan men ettiği
kimse üzerine koyduğu hacri Sâri' Teâlâ'nın hacrın-dan daha güçlü olmuş olur.
Zira kadı koyduğu hacr ile yapılan tasarrufu iptal edebilmektedir.
Bu noktadan
hareketledir ki, .uma günü ezan vaktinde yapılan alış-verişi iptal ediyoruz.
Zira bu, Sâri' tarafından satıcı üzerine hacr konulmuş bir satıştır. Onu
yürürlüğe koymak ve sahih kabul etmek caiz değildir.
Bu talâk, haram ve
hakkında yasak olan bir talâktır. Yasak, yasaklanan şeyin fesadını gerektirir.
Şayet biz yasaklanan şeyi de sahih kabul edersek, sıhhat ve fesat açısından
yasaklanan şeylerle, izin verilen şeyler arasında bir fark kalmaz.
Allah Teâlâ bu talâk
şeklini buğzettiği, vukuunu sevmediği için yasaklamış, haram kılmıştır.
Buğzettiği, sevmediği şeyin meydana gelmemesi için haram kılmıştır. Onu sahih
kabul edip, yürürlüğe koymak bu maksada ters düşmektedir.
Yasaktan ötürü,
hakkında yasak bulunan nikâh çeşidi sahih olmuyor da, aralarında ne fark vardır
ki, yasak olduğu halde talâk vâki oluyor. Allah'ın yasakladığı nikâh
çeşitlerini iptal ediyorsunuz, fakat Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı
talâk çeşidini sahih kabul ediyorsunuz. Bu nasıl oluyor?! Yasak her iki konuda
da yasaklanan şeyin butlanını gerektirmez mi?
Bu konuda, emrine
muhalif olan bir şeyin reddi, iptali ve ilgası için, Hz. Peygamber'in (s.a.)
tahsis görmeyen genel hükmü yeterlidir. Buharî'de Hz. Âişe hadisinde Hz.
Peygamber (s.a.): "Üzerinde emrimiz bulunmayan her iş merduddur.";
diğer bir metinde ise: "Kim üzeıinde emrimiz bulunmayan bir iş işlerse o
merduttur."[824]buyurmuştur.
Bu, Hz. Peygamber'in emri dahilinde olmayan haram talâkın merdûd ve bâtıl
olduğunda gayet açıktır. Bu durumda nasıl olur da "O bağlayıcı ve
nafizdir." denebilir? Reddine hükmetmek nerde, bu nerde?
Haram talâk, asla
Allah'ın meşru kılmadığı bir talâktır. Dolayısıyla yabancı kadını boşamak gibi
merdûd ve bâtıl olur. "Yabancı kadın talâka mahal değildir. Zevce ise
mahaldir." şeklindeki bir fark size delil olamaz. Çünkü zevce, haram
talâka mahal değildir ve Şâri'in kendi yetkisine verdiği bir husus değildir.
Allah Teâlâ kadınları
(boşanmak istenildiğinde) ancak güzellikle salıvermeyi emretmiştir. Allah ve
Rasûlü'nün haram kıldığı şekilde salıvermekten daha kötü ne olabilir? Nikâh
akdinin gereği iki şeydir: Ya iyilikle tutmak veya güzellikle salıvermek.
Haram yollu salıvermek üçüncü bir şıktır, nikâh akdinin gereğine girmez.
Dolayısıyla da asla dikkate alınmaz.
Allah Teâlâ: "Ey
Peygamber! Kadınlarınızı boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde
boşayınız." buyurmuştur.[825]'
Yüce Allah'ın kelâmından ne kasdettiğini açıklama durumunda olan Hz. Peygamber,
meşru ve mezun olunan talâkın sadece cima vaki olmayan temizlik süresi içinde
veya hamile olduğu belli olduktan sonra verilen talâk olduğunu açıklamıştır.
Dolayısıyla bunların dışında kalan diğer (haram) talâklar, kendileri ile zifaf
gerçeklemiş hanımlar hakkında, Allah'ın emrine uygun olarak iddetleri içinde
verilmiş talâk olmazlar. Sonuç itibarıyla da talâk sayılmaz; kadın bununla
nasıl haram olur?
Allah Teâlâ:
"Talâk iki defadır..." buyurmuştur."[826]
Malumdur ki, Allah Teâlâ sadece izin verilen talâkı kasdetmiştir ki, o da
iddetleri içinde verilen talâktır. Zira Allah, ric'at mümkün olar., izin
verilmiş meşru talâkı iki defaya hasretmiştir. Bunun dışında kalanlar talâk
olmaz. Bu yüzden ashab (r.anhum) haram talâk hakkında fetva vermek için
kendilerinin takati bulunmadığını söylüyorlardı. Nitekim, İbn Vehb—Cerîr b.
Hâzim—A'meş silsilesi ile İbn Mes'ûd şöyle demektedir: "Kim Allah'ın
emrettiği gibi boşarsa, Allah ona açıklamıştır. Kim muhalefet ederse, biz
hilâfına güç yetiremeyiz." Şayet muhalefet edenin talâkı vâki olsaydı,
onunla fetva vermek takatlerini aşan bir iş olmazdı. Eğer her iki tür de vâkî
ve geçerli olacaksa, bunların arasını ayırmanın bir mânası olmayacaktır.
Yine İbn Mes'ûd şöyle
demiştir: "Kim işi şekli üzere yaparsa, şüphesiz ki Allah ona
açıklamıştır. Aksi takdirde,-Allah'a yemin ederim ki, onların ihdas ettikleri
her şey (hakkında fetva vermeye) bizim takatimiz yoktur."
Kendisine üç talâkın
birden verilmesi sorulan sahabeden biri: "Kim emrettiği gibi boşarsa,
(hüküm) kendisine açıklanmıştır. Kim de halt ederseP onu yaptığı haltı ile
başbaşa bırakırız." demiştir.
Bütün bunların
yanında, Ebu Davud'un sahih sabit bir senedle rivayet ettiği hadis delil olarak
yeterlidir. Hadis, Ahmed b. Salih—Abdürrezzâk— İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Urve'nin
azadlısı Abdurrahman b. Eymen senediyle rivayet edilmiştir: Ebu'z-Zübeyr;
Urve'nin azadlısı Abdurrahman b.Eymen, İbn Ömer'e soruyordu. Ben de dinliyordum.
Karısını hayız halinde iken boşayan kimse hakkında ne düşünüyorsun? dedi. O,
İbn Ömer (kendisini kasdediyor) Hz. Peygamber zamanında karısını hayızlı iken
boşamıştı. Hz. Ömer bu konuyu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu ve "Şüphesiz
Abdullah b. Ömer, karısını hayız halinde iken boşadı." dedi. Abdullah
şöyle der: (Hz. Peygamber) onu bana geri çevirdi ve bunu talâk saymadı ve:
"Hayızdan temizlendiği zaman ister boşasın, ister tutsun." buyurdu.
İbn Ömer şöyle der: Rasûlullah "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde
onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."(15)
âyetini okudu.[827] Bu
hadisin isnadının son derece sahih olduğunu söylemişlerdir. Zira
Ebu'z-Zübeyr'in hıfzında ve sikalığında şüphe yoktur. Sadece tedlis
yapabileceğinden korku-Iabilir. veya gibi semâa delâlet eden ifadeleri
kullandığı zaman tedlis mahzuru ortadan kalkar ve hadis hakkında akla
gelebilecek bu illet kaybolur. Hadis imamlarının çoğu, onun semâa delâlet eden
ifade kul-lanmaksızın sadece ile naklettiği hadislerle ihticac etmektedirler.
Meselâ Müslim, onun bu şekildeki hadisini sahih kabul etmektedir. Semâa delâlet
eden kelimeleri kullandığında ise, hiçbir problem kalmayacak ve hadis sahih
olacak, hüccet olarak kullanılabilecektir.
Bu Ebu'z-Zübeyr
hadisinde, onun reddini gerektirecek hiçbir şey göremiyoruz. Bu hadisi
reddedenler, sadece onun sahih hadislere muhalif olduğuna itikat etmeleri
neticesinde reddetmişlerdir. Biz bu hadisi reddedenlerin sözlerini nakledecek
ve hadisin reddini gerektirecek bir hususun bulunmadığını ortaya koyacağız.
Ebu Davud: dır."
der.
'Hadislerin tamamı
Ebu'z-Zübeyr'in söylediğinin hilafına-
Şâfiî: "İbn
Ömer'den rivayette Nâfi', Ebu'z-Zübeyr'den daha sağlamdır (esbet). Tearuz
durumunda daha güçlü olan râvinin hadisini almak daha uygundur." der.
Hattâbî: "Yûnus
b. Cübeyr hadisi bundan daha sağlamdır." der. Yûnus hadisinden, "Ona
emret, karısına dönün." sözü ile, "Ne dersin! Âciz veya ahmak olsa da
(vuku bulan talâk gider mi)" sözünü kasdediyor.
İbn Abdilber:
"Bunu t£bu'z-Zübeyr'den başka hiçbir kimse ondan nak-letmemiştir. İbn
Ömer'den değerli bir cemaat nakilde bulunmuş, ama içlerinden hiçbir kimse bunu
söylememiştir. Ebu'z-Zübeyr kendisi gibi birinin muhalefeti halinde hüccet
olmaktan çıkar. Ya kendinden daha sağlam; lerin muhalefetinde durum ne
olur?" der.
Bir muhaddis de:
"Ebu'z-Zübeyr bu hadisten daha münker bir riva1! bulunmamıştır."
diyor.
Ebu'z-Zübeyr hadisi
hakkında söylenen sözler bunlar. Dikkatlice^ rinde durulduğunda .onun reddini
ve ne de batıllığını gerektirmeyeceği görülür
Ebu Davud'un,
"Hadislerin tamamı onun hilâfınadır." sözünü ele alalım. Acaba Ebu
Davud'u taklit etmekten başka elinizde bir şey var mıdır? Madem ki siz
(taklide) razı değilsiniz ve hüccetin kendi tarafınızda olduğunu
zannediyorsunuz, öyle ise taklidi bırakınız ve sahih hadislerde Ebu'z-Zübeyr
hadisine muhalif olan şeyler nerdeymiş gösteriniz. Acaba Hz. Peygamber'in
(s.a.) bu talâkı hesaba kattığına, onun itibara alınmasını emrettiğine dair tek
bir hadis var mıdır? Eğer varsa o zaman evet vallahi, bu Ebu'z-Zübeyr hadisine
apaçık bir muhalefet olur. Fakat buna asla yol bulamıyorsunuz. Nihayet
elinizde sarıldığınız: " -Ona emret, karısına ricat etsin." ifadesi
vardır ve "ricat" talâkın vukuunu gerektirir diyorsunuz. İbn Ömer'in,
kendisine "Bu boşama ile iddet bekler mi?" diye sorulduğunda
söylediği: "Sen ne dersin, acz gösterip ahmaklık etse de (hiç vuku bulan
talâk gider) mi?", Nâfi' ya da ondan önceki râviye ait: "O ve
(kadının) talâkından sayıldı." sözü. Evet bunların dışında, bu talâkın
vuku bulduğuna ve bununla iddet beklemenin gerekliliğine delâlet edecek tek
bir harf yoktur. Bu lafızların sıhhati kuşkusuzdur. Onlarda herhangi bir tenkit
edilecek unsur da yoktur. Bütün mesele bu sözlerin İbn Ömer hadisindeki: "
= Onu bana geri çevirdi ve bunu (boşamayı) bir şey görmedi (talâk saymadı)."
sözüne muarız olması ve onun önüne geçirilmesi, daha önce serdetmiş
bulunduğumuz delillere -nuarız olmasında'dır. Bunları karşılaştırdığımız zaman
aradaki farklılık ortaya çıkacak ve mukavemet gücü olmadığı gözükecektir. Biz
bunları kelime kelime ele alıp irdeleyeceğiz:
" = Ona emret
ricat etsin." sözünden başlayalım: "Müracaat" kelimesi Allah ve
Rasûlü'nün kelâmında üç mânada kullanılmıştır:
1) Nikâh
başlangıcı: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe
bir daha kendisine helâl olmaz. Eğer (ikinci koca da) onu boşarsa, Allah'ın
yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa eski karı-kocanın birbirlerine
dönmelerine (müracaat) bir engel yoktur."[828]
Kur ân'ı bilen hiçbir
kimse, burada sözkonusu edilen boşayan kimsenin ikinci koca, birbirlerine
(müracaat) dönmenin de kadınla birindi kocası arasında olduğunda ihtilâf
etmemiştir. Bu ise yeni baştan kıyılan Ibir nikâhtır.
2) Bir şeyi
daha önce üzerinde bulunduğu hale çevirmek manasmdadir. Ebu'n-Numan b. Beşîr,
oğulları arasında ayırım yaparak sadece birine bîr hizmetçi (köle) hediye
etmişti. Hz, Peygamber (s.a.) ona: "Onu geri çevir." buyurmuştu. Bu,
Allah Rasûlü (s.a.) tarafından "zulüm" diye nitelenen, uygun olmadığı,
adaletle bağdaşmayacağı bildirilen —ilerde gelecektir— caiz hibenin sahih
olmayacağı bir davranışın reddİdir.
Hz. Peygamberdin,
(s.a.) satış sırasında cariyesi ile cariyenin çocuğu arasını ayıran bir kimseye
bu davranışını yasaklayarak "satışı geri çevirmesi" ile ilgili sözü
de bu türdendir. Bu geri çevirmek (red) satış akdinin sıhhatini gerektirmez.
Çünkü böyle bir akit bâtıldır. Aksine buradaki red (geri çevirme), iki şeyi
daha önce oldukları gibi birlikte olma haline çevirmek manasını ifade etmektedir.
İbn Ömer'e karısına ric'atte (müracaat) bulunma emri de aynı şekildedir ve
onları talâktan önceki birlik hallerine döndürmek anlamındadır. Bu mânada da,
hayız halinde iken talâkın vukuunu gerektirecek bir şey bulunmamaktadır.
İbn Ömer'in: " =
Sen ne dersin? Acz gösterip ahmaklık etse de (hiç vuku bulan talâk gider)
mi?" sözüne gelince; fesübhanal-lah! Bu lafızda, bu talâkın Hz. Peygamber
{s.a.) tarafından hesap edildiğine dair beyan nerededir? Hükümler bu tür
lafızlardan alınamaz. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) bu talâkı İbn Ömer aleyhine
saysa ve itibara alınsaydı, cevap verirken Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini ve
koyduğu şer'î hükmü söylemek dururken; " = Sen ne dersin?" şeklinde
bir cevaba gitmezdi. Oysa ki, İbn Ömer'in en çok hoşlanmadığı şey, şeklindeki
şahsî görüş bildiren ifadelerdir. Bu durumda apaçık sünnet varken; sebebi,
kişinin Allah'ın kendisine izin verdiği şekilde talâkı gerçekleştirmekten
acizliği ve ahmaklığı olan bir nevi reye delâlet eden lafzı ile başlayan bir
cevaba nasıl dönebilirdi? Vasfı bu şekilde olan hususlarda daha uygunu, o
şeyin itibara alınmaması ve işleyenin fiilinden sakıt olmasıdır. Çünkü
Allah'ın dininde, sebebi emre yapışmaktan acizlik ve ahmaklık olan hiçbir
geçerli hüküm yoktur. Ancak geri çevrilmesi mümkün olmayan bir fiil olması
bundan müstesnadır. Onları, haram kılınan şekil üzere akdedenlerin aciz ve
ahmak oldukları haram akitleri ise bunun hilâfınadır. O zaman şöyle denilir:
Bu, sıhhat ve lüzumdan çok, ondan (sâdır olan tasarrufun) reddine delâlet
eder. Zira Allah ve Rasûlü'nün emri hilâfına ortaya konulmuş bir aciz ve ahmak
tasarrufudur. Dolayısıyla merdûd ve bâtıl olur. Bu rey ve kıyas, âciz ve ahmak
olan birinin talâkının bâtıllığına, onun sıhhat ve itibarına olduğundan dah;
delâlet eder.
"Onun talâkından
sayıldı." sözüne gelince: Bu meçhul bir fiildir ve failden
bahsedilmemiştir. Eğer faili belirtilseydi, o zaman onun saymasında bir hüccet
olup olmadığı ortaya çıkardı. Meçhul birinin saymasında elbetteki delil olmaz.
"Onun talâkından sayıldı." sözünün İbn Ömer veya Nâfi' veya başka
bir râvi tarafından söylenmiş olması bir şeyi değiştirmez. Bu sözde hesap eden
kimsenin bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna dair bir beyan yoktur ki
bağlayıcı bir hüccet olsun, ona muhalefet haram olsun. Böylece diğer hadislerin
Ebu'z-Zübeyr hadisine muhalif olmadıkları açıklık kazanmış oldu. Hem sonra
Ebu'z-Zübeyr hadisi Hz. Peygamberin bu talâkı saymadığında gayet açıkken, diğer
hadisler mücmellik arzetmekte, bir beyan taşımamaktadırlar. [829]
Bunlar şöyle derler:
Ey vuku bulmayacağı görüşünde olanlar! Siz, iyice sarpa sardınız ve çoğu talâkı
iptal ettiniz. Zira verilen talâkların büyük çoğunluğu bid'at talâk
şeklindedir. Büyük imamlara muhalefetle onları karşınıza aldınız, cumnura
muhalefetten kaçınmadınız, çoğunluk ashabın ve ondan sonra gelenlerin hilâfına
fetva verdikleri görüşünüzle ümmet Serisinde siv-rilip kaldınız. Kur'an ve
sünnet sizin görüşünüzün batıllığma delâlet etmektedir.
"Eğer onu
boşarsa, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz."'[830]
âyeti, bütün talâkları içine almaktadır: Yine "Boşanmış kadınlar, bizzat
kendileri üç hayız hali (veya temizlik müddeti) beklerler."[831]'
âyetinde de bir ayırım yoktur. "Talâk iki keredir."; "Boşanmış
kadınların iyilikle faydalandırılmak haklarıdır."'[832]
âyetleri hep mutlaktır ve genel (âmm) bir lafızdır. (Haram yolla da olsa) bu da
boşanmış kadındır. Lafzın umumu altına bu da girer. Kur'an âyetlerinde geçen bu
umumî lafızların, nass veya icmâ olmadan tahsisine gitmek caiz değildir.
İbn Ömer hadisi, haram
olan talâkın vukuuna birçok önden delildir:
1_
"Müracaat'Ma emredilmesi, bu dağılan nikâh umurunu toplamak demektir.
Nikâh umurunu dağıtan da talâkın vukûudur.
2— İbn
Ömer'in: "Ve ben de ric'at ettim." sözü ile hadisteki:
"Boşadı-ğı bu talâk hesap edildi." ifadesidir. İbn Ömer'in —Eğer
Rasûlullah bu talâkı saymadı ise— Hz. Peygamber'e muhalefet ederek, bu
boşadığını kadının talâkına sayması nasıl düşünülebilir?
3— İbn Ömer'in, kendisine "O talâk hesap
edilir mi?" diye sorduklarında: "Ne dersin, aczedip ahmaklık
gösterse de (vuku bulan talâk gider) mi?" demesi. Yani onun acizliği ve
ahmaklığı, o talâkın sayılmaması için bir özür olmaz, demektir.
4— ibn Ömer'in: "Onu saymama engel ne
var?" demesi. Onun bu sözü, haram talâkın sayılmamasını inkâr
anlamındadır. Bu söz, Ebu'z-Zübeyr'in rivayet ettiği sözü de iptal etmektedir.
Zira o gerçekten Hz. Peygamber'in bu talâkı reddedip saymadığını görmüş birisi
olsaydı, "Onu saymama ne engel var?" sözünü nasıl söyleyebilirdi?
5— İbn
Ömer'in görüşü, hayız halinde iken verilen talâkın sayılması şeklindedir. O,
olayın kahramanıdır ve dolayısıyla meseleyi herkesten iyi bilen biridir.
Sünnete uyma ve muhalefetten kaçınma konulunda da en titiz birisidir. İbn
Vehb, CâmV'ınâe, İbn Ebî Zi'b—Nâfi' senediyle İbn Ömer'den nakleder: O (İbn
Ömer) karısını hayız halinde iken boşamıştır. (Babası) Ömer, Hz. Peygamber'e
(s.a.) durum hakkında sorar. O da: "Oğluna emret karısına ric'at etsin.
Sonra kadın temizlenip akabinde hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye
kadar onu tutsun. Ondan sonra artık isterse nikâhında tutar, dilerse yakınlık
etmeden boşar. İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Allah'ın emrettiği
iddet budur ve o birdir." buyurur.[833] İbn
Ömer'in hadisinin lafzı da işte budur.
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc'den rivayet eder: îbn Cüreyc: Medine'ye gitmek üzere Dârunnedve'ye
inmiş olan Nâfi'e adam gönderdik. Biz Atâ ile birlikte idik. "Hz.
Peygamber (s.a.) zamanında hayızh iken karısını boşayan Abdullah b. Ömer'in
talâkı sayıldı mı sayılmadı mı?" diye sorduk. O: "Evet" dedi.[834]'
Hammad b.
Zeyd-Abdülaziz b. Suheyb—Enes silsilesi ile rivayet edilir: Hz. Peygamber
(s.a.): "Kim bid'at şeklinde boşarsa. onu bid'ati ile ilzam ederiz."
buyurur. Abdulbâkî b. Kani, Zekeriyya es—Sâcî—İsmail b.Ümey-ye ez-Zârî—Hammad
ve yukardaki senedin aynı ile rivayet etmiştir.[835]
Ashab'tan Osman b.
Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair olan fetvaları sebebiyle görüşleri
yukarıda geçti.
Talâkın haram olması,
üzerine netice ve hükmünün terettübüne mâni değildir. Zıhâr gibi. Zira zıhâr,
kötü bir söz ve çirkin bir yalandır, haram olduğunda hiç şüphe yoktur. Bununla
birlikte üzerine neticesi —ki keffâret verinceye kadar zevcenin haram
olmasıdır— terettüp eder. Aynı şekilde bid'î talâk da haramdır, ric'at edinceye
kadar neticesi üzerine terettüp eder. Aralarında bir fark yoktur.
İşte îbn Ömer,
karısını üç talâkla boşayan kimseye: "Başka bir koca ile evlenmedikçe sana
artık haram olmuştur. Bu halinle sen, karını boşaman konusunda Allah'ın emrine
isyan etmiş oldun. "[836] demiş
ve işlemek sureti ile Rabbine (c.c.) isyan halinde olduğu talâkını geçerli
kabul etmiştir.
Yine kazif (iftira) de
haramdır. Buna rağmen üzerine hükmü terettüp eder ve had uygulanır, şahitliği
kabul edilmez vb.
Haram nikâhla, haram
talâk arasında fark vardır: Nikâh zevcenin helâlliğini ve onun kadınlığından
istifade mülkiyetini içerir, dolayısıyla ancak şer'an izin verilmiş şekli ile
olur. Zira kadınlıktan istifadede asıl olan haram-lıktır. Ondan ancak Şâri'in
mubah kıldığı şey helâl olur. Talâk ise böyle değildir. O kocanın kendi hakkım
düşürmesi, mülkiyetini izale etmesi demektir. Bu da izale edici sebebin şer'an
izin verilmiş olması üzerine bağlı olmaz. Kişinin malları üzerindeki mülkiyeti;
haram olan itlaf, yalan ikrar, günah ve haram yollarda harcayacağını bildiği
kimseye hibede bulunmak gibi haram teberru yolu ile zail olduğu gibi, nikâh
mülkiyeti de haram olan bu yolla ortadan kalkar.
îman bütün akitlerin
aslı, en önemlisi,- en şereflisidir. Buna rağmen eğer küfürse, haram olan sözle
yok olmaktadır. Bu durumda nikâh akdi, onun izalesi için konulmuş haram talâkla
nasıl ortadan kalkmaz?
Konuyla ilgili gayr-ı
ciddi verilen talâktan başka bir şey olmasaydı o da delil ©lurdu. Çünkü haram
olmasına reğmen vukubulmaktadır. Allah'ın âyetleri ile oynamak helâl olur mu?
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Şf insanların hallerine ne oluyor da,
Allah'ın âyetlerini oyuna alıyorlar: "Boşadım, ru-cû ettim; boşadım rücû
ettim..." diyorlar." buyurmuştur. Haram olmasına rağmen gayr-ı ciddi
(hâzil) kimsenin talakı vâki olunca, ciddi olarak verilen talâkın —haram
olmasına rağmen— evleviyetle vuku bulması gerekir.
Haram nikâhla, haram
talâk arasında bir fark daha vardır: Nikâh bir nimettir. Haramlarla mubah
kılınmak istenemez. Onun izalesi ve kadınlığından istifade mülkiyetinin
elinden çıkması ise bir azaptır. Dolayısıyla sebebinin haram bir şey olması
caizdir.
Kadının kadınlığı ile
ilgili konularda ihtiyatlı davranılır. İhtiyat ise talâkın vukuunu, ric'at ve
akdin yenilenmesini gerektirir.
Biz biliyoruz ki,
nikâh akdinde, diğer akitlerde aranmayan icab ve kabulle ilgili, veli ve iki
şahidin bulunması gibi, rızasına itibar edilen bir kadınsa zevcenin rızasının
alınması gibi ek şartlar alınır, iş sıkı tutulur. Fakat nikâhtan çıkışta en
kolay şekilde çıkılır, talâkta nikâh sırasında aranan bu şartlardan hiçbirisi
aranmaz. Nikaha azimetle girilir, fakat ondan şüphe ile çıkılır. Demek ki
bunlar biribirinden çok farklıdır. Birini diğerine kıyaslamak mümkün olmaz.
Elimizde başka hiçbir
şey olmasa bile sadece eski ve yeni bütün din âlimlerinin "Hayızlı iken
hanımını boşadı", "Talâk iki nevidir: Sünnî talâk, bid'î talâk"
gibi sözleri ile, İbn Abbas'ın: "Talâk dört şekil üzeredir: İkisi helâl,
ikisi haramdır."'[837]
sözü delil olarak yine yeter. "Talâk" kelimesinin bu şekilde kullanılması
ve taksime tâbi tutulması, onlar katında haram talâkın da gerçek talâk olduğuna
delildir. "Talâk" isminin haram talâkı da içine alması, helâl talâkı
içine alması gibidir. Eğer haram talâk, bir hakikati olmayan soyut, boş bir söz
olsaydı, o zaman "Hanımını boşadı." denmezdi. Zira eğer bu söz boş
olsaydı, varlığı ile yokluğu eşit olurdu. Böylesi bir durum için de
"boşadı" tâbiri kullanılmaz ve talâk için; vâki olmayan talâk, vâki
olan talâk gibi bir ayırım yapılmazdı. Zira mevcut bir mânası olmayan boş
sözler, lafzen bir hakikati ve varlığı bulunan bir şeyin kısmı olamazlar.
Bu serdettiklerimiz,
haram talâkın vukuuna kail olanların yapıştıkları delillerin tamamını
oluşturmaktadır. Belki içlerinde, mevcut hilafı bilmediği için, icmâ iddiasında
bulunanlar da vardır. [838]
Haram talâkın vâki
olmayacağı görüşünde olanlar cevap olarak şöyle derler: Sizinle tartışmamız üç
noktada olacak ve konuyla ilgili doğru buradan ortaya çıkacaktır:
Birinci nokta: İcmâ iddianızın
asılsızlığı. Bunu isbata asla imkân yoktur. Aksine icmâ olmadığı yaygın olarak
bilinmektedir.
İkinci nokta:
Cumhûr'un (çoğunluk) bir görüş üzerinde fetva vermeleri, o gr-üşün sahihliğine
delâlet etmez. Cumhur kavli hüccet değildir.
Üçüncü nokta: Haram
talâk, Sâri' Teâlâ'nın ahkâmını zikrettiği mutlak talâkla ilgili nasslar
kapsamına girmez.
Eğer bu üç nokta
ortaya konulabilirse, o takdirde biz, bid'î talâk, konusunda, doğruyu elde
etmede sizden daha şanslıyız demektir.
1— Birinci noktayı ele alalım: Daha önce bu
konuda ihtilâf bulunduğunu anlatmıştık. Buradan icmâ iddiasının batıllığı
ortaya çıkar. Nasıl çıkmaz ki? İhtilâfların varlığı bilinmese bile, bir hüccet
olacak, mazerete imkân vermeyecek, muhalefeti haram kılacak vasıfta bir icmâ
isbatına yine imkânınız yoktur. Zira bu dediğimiz vasıfta bir icmâ kesin ve
herkesçe malum olan bir icmâdır.
2— İkinci
noktaya gelince, cumhur ulemanın bu görüş üzere oluşları hiçbir şey ifade
etmez. Şer'î deliller içerisinde, Allah'ın kitabına, Rasûlü'nün sünnetine ve
ümmetin icmâına ilâve olarak "cumhur kavlinin de hüccet olduğunu"
bize isbat ediniz.
Sahabe devrinden
zamanımıza kadar, eski ve yeni bütün âlimlerin görüşleri üzerinde düşünenler
ve onların hallerini araştıranlar, onların tamamının cumhura muhalefeti caiz
görmede icmâ halinde olduklarını görecek ve her birinin cumhurdan ayrıldığı
birçok görüşü olduğunu bulacaktır. Bundan hiçbir kimse de müstesna değildir. Şu
kadar var ki kiminin az olur, kiminin de çok. Eğer isterseniz imamlardan
birini,ele alır ve cumhura muhalefet ettikleri görüşlerini araştırabilirsiniz.
Eğer biz böyle bir araştırmaya girsek ve muhalif görüşleri saysak, kitap
gerçekten uzar. O yüzden biz, ulemanın görüşlerini ve ihtilâflarını içeren
kitaplara bakmanızı tavsiye ile yetiniyoruz. İmamların görüşleri onların (bize
ulaşan) tarikleri hakkında bilgi sahibi olanlar, onların bu ihtilâflarından
cumhura muhalefeti tecviz konusunda icmâ halinde olduklarını çıkarır. Şu kadar
var ki, bu ihtilâflar, üzerinde içtihadın caiz olduğu, sahih ve açık sünnetin
engel teşkil etmediği konulardadır. İçtihadın caiz olmadığı bir konuda ise,
açık nasslara muhalefeti içeriyorsa, o takdirde böyle bir ihtilâfın inkâr ve
reddinde hemen hemen müttefiktirler. İmamların mezheplerinde her iki tarzla
ilgili herkesçe malum olan husus işte budur.
3— Üçüncü
nokta: haram talâkın, talâkla ilgili nassların kapsamı içine girmesi şeklindeki
iddianızla ilgiliydi. Şimdi size soruyoruz: Bir kimse kalksa da haramblan satış
türlerinin, haram olan nikâhın satış ve nikâhla ilgili nass-larm kapsamına
gireceğini iddia etse, ne derdiniz? Şöyle dese: "İsmin, o türden olan
şeyin sahihini kapsamasıyla fasidini kapsaması aynıdır." Hatta diğer
haram olan akitlerin de şer'î akülerle ilgili lafızların kapsamına gireceğini
ve yine yasak ve haram olan ibadetlerin de şer'î lafızlar kapsamına gireceğini
iddia etse ve bunların ismin kapsamına girdiği gerekçesiyle sıhhatlerine
hükmetse acaba bunun bu iddiası doğru mudur, yoksa yanlış mı? Eğer doğrudur
derseniz— ki bunu demenize imkân yok— bu söz, fasidliği dinen zorunlu olarak
bilinen bir söz olmuş olur. Eğer "Onun bu iddiası yanlıştır."
derseniz, o zaman kendi iddianızı bırakmış ve bizim dediğimize gelmiş olursunuz.
Eğer "Bu iddia bazı yerde kabul edilir, bazı yerde reddedilir." derseniz
o zaman size şöyle denilir: Buyurunuz ve bunların arasım, sağlam, değişmez,
sapmaz bir kriterle ayırınız. Sizin elinizde, haram akitlerden nasların
lafızları kapsamına girecek ve böylece ona sıhhat hükmü verilecek olanlarla;
onların kapsamına girmeyecek ve böylece batılhk hükmü verilecek olanlar arasında
ayırım yapabileceğiniz Allah katından gelen bir deliliniz (burhan) var mıdır?
Eğer böyle bir kriter ortaya koymaktan acizseniz, o zaman biliniz ki, elinizde
herkesin benzerini güzelce yapabileceği boş bir iddiadan başka bir şey yoktur
veya siz sözü ile değil de sözü için ihticacda bulunan birilerine yaslanıyorsunuz.
Bu yolda ortaya koyduğunuz şey üzerindeki örtü kaldırıldığında, bizzat
tartışma mahalli ortaya çıkmaktadır. Siz onu delilinize mukaddime (öncül)
yapıyorsunuz. Bu "müsadere ale'l-matlûb"un ta kendisidir. Acaba bizim
tartışmamız nerede? Haram ve yasak talâkın "Boşanmış kadınlar güzellikle
faydalandırılmalıdırlar", "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç
hayız müddeti beklerler" ve benzeri naslarm kapsamına girip girmemesi
değil midir? Sizin iddianız kabul edildi mi ki, siz onu delilinize mukaddime
yapıyorsunuz?
İbn Ömer hadisi ile
istidlalinize gelince, birçok yönden o, sizin lehinize delil olmaktan ziyade
aleyhinize delil olmaya daha lâyıktır:
1) İbn
Ömer'in " - Onu bana geri çevirdi ve onu talâk saymadı." şeklindeki
gayet açık sözü. Sıhhatinin beyanı daha önce geçmişti. Bu sarih ve sahih
ifadeye karşı koyacak elinizde hiçbir şey yoktur. Bilâkis elinizdeki bütün
lafızlar ya sahihtir fakat sarih değildir; ya da sarihtir, fakat sahih
değildir. Nitekim göreceksiniz.
2) İbn
Ömer'den Ubeydullah—Nâfi senediyle, güneş gibi bir isnadla sabittir. Buna göre
İbn Ömer, hayizlı iken karısını boşayan adama: "Bu sayılmaz."
demiştir. Daha önce geçti.
3) Eğer İbn
Ömer hadisi, bu talâkın sayılmasında sarih olsaydı, İbn Ömer sırf görüşüne
başvurup da soru sorana " = Sen ne dersin?" şeklinde bir cevap
vermezdi.
4) İbn
Ömer'den bu konuda nakledilen lafızlar son derece muztaribtir ve hepsi de
sahihtir. Bu da İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı vâki kabul
ettiği ve saydığına dair sarih bir nass bulunmadığına delâlet eder. Lafızların
tearuzu sözkonusu olduğu için İbn Ömer'in kendi görüş ve fetvasına bakarız ve
onun görüşünün bu talâkın vuku bulmayacağı şeklinde olduğunu gayet açık bir
şekilde görürüz. Ayrıca hadislerinden birinin lafızlarının da bu konuda gayet
açık olduğunu görüyoruz. Böylece sarih rivayeti ile fetvası bu talâkın
sayılmayacağında birleşmiş oldu. Mücmel ve muztarib lafızlar ise muhalefet
etmiş oldu. Daha önce açıklanmıştı.
İbn Ömer'in,
"Niye saymayacak mışım ki" ve: "Sen ne dersin! Acz gösterip
ahmaklık etse de (vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; nihayet bu
söz İbn Ömer'den talâkın vukûna dair gelen sarih birrivayettir deriz. Bu
takdirde de İbn Ömer'den iki rivayet (muztariplik) olmuş olur.
Siz
"Rasülullah'ın (s.a.), karısını kendisine geri çevirdiği ve onu (talâk)
saymadığını bildirdiği halde nasıl olur da İbn Ömer vukuuna dair fetva verir?"
diyorsunuz. Bu râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değil ki. Bu ve diğer
râvisinin muhalefette bulunduğu hadisler için, sahabe ve ondan sonra gelenlerin
rivayetlerinin reylerine takdim edileceğine dair güzel bir örnek (üsve-i
hasene) vardır:
İbn Abbas, Berîre
hadisini ve cariyenin satışının onun talâkı olmadığını rivayet etmiş ve bunun
hilâfına da fetva vermiştir. İnsanlar onun rivayetini almışlar ve reyini
terketmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü rivayet masumdur (hatasızdır),
masumdan (Hz. Peygamber) gelmektedir. Rey ise böyle değildir. Hem sonra İbn
Ömer'den vuku bulmayacağına dair daha açık bir nakil yine bulunmaktadır ve o
vaki olmayacağına dair olan rivayetine uygundur. Kaldı ki bunda fıkhı bir
incelik de vardır ki, onu ancak sahabenin görüş ve kavillerine tam anlar. ,ıyla
vâkıf olanlar, onların Allah ve Peygamber'in-den anladıklarını ümmet için
gösterdikleri ihtiyatları gerçek anlamda kavrayabildiler ancak bilebilir.
İnşaallah bunu Hz. Peygamber'in (s.a.) üç talâkın birden verilmesi ile ilgili
hükmünü izah sırasında göreceksiniz.
İbn Vehb'in, îbn Ebî
Zi'b'den rivayet ettiği hadisteki: "—Ve o birdir." sözüne gelince;
Allah'a yemin ederim ki, eğer bu söz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözünden olsaydı,
onun önüne hiçbir şey geçirmez ve hemen ona koşardık. Fakat bilmiyoruz, o sözü
İbn Vehb kendisinden mi söyledi, yoksa İbn Ebî Zi'b mi, Nâfi mi? Hakkında onun
sözü olduğuna dair kesin bir bilgi bulunmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a.)
isnad edilmesi, ona şahitlik edilmesi ve böylece üzerine ahkâm terettüp etmesi,
vehim ve ihtimalle "Bu Allah'tandır.'1 denilmesi asla caiz değildir. Öyle
anlaşılıyor ki, o söz İbn Ömer'den beride bulunan râvilerden birinin sözüdür.
Maksadı da, "İbn Ömer onu bii talâkla boşamıştı, üç talâkla
boşamamıştı." şeklinde olmalıdır. Yani İbn Ömer, Hz. Peygamber (s.a.)
zamanında karısını bir talâkla boşadı diye başlamış ve rivayetine devam
etmiştir.
Atâ ve Nâfi' senediyle
gelen ve: "İbn Ömer'in bu boşaması sayıldı." şeklindeki İbn Cüreyc
hadisi ise, olsa olsa Nâfi'in sözü olmalıdır. Sayan da belli değildir. Bizzat
Abdullah mı, babası Ömer mi, yoksa Rasûlullah mı? Rasû-lullah'a şüphe ve zanla
bir şey nisbet etmek caiz değildir. Hem sonra bu mücmel ifade, "Onu talâk
saymadı" şeklindeki sarih ifadeye nasıl muarız olur? Allah şahittir,
—şahit olarak da o yeter— eğer o talâkı sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.)
olduğuna kesin kanaat getirsek, vallahi öte aşmaz, başka bir delil aramazdık.
"Kim bid'at
şeklinde boşarsa, onu bid'ati ile ilzam ecicuz." şeklindeki Enes hadisi
ise Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilmiş bâtıl bir hadistir. Biz onun bâtıl
olduğuna Allah'ı şahit tutuyoruz. Hammâd b. Zeyd'in arkadaşlarından hiçbir
sika râvi onu rivayet etmemiştir. O sadece ekip biçen yalancı (kezzâb)[839]
ziraatçi İsmail b. Ümeyye tarafından rivayet edilmiş hadislerdendir. Sonra, hadisin
ondan rivayet eden râvisi Abdülbâkî b. Kâni'dir.'[840]
el-Bürkânî ve başkaları onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ömrünün sonlarına
doğru İhtilata maruz kalmıştır. Dârakutnî onun hakkında: "Çok hata
yapar" der. Böyle birisi, bir hadisle teferrüd ettiğinde, hadisi hüccet
olamaz.
Osman b. Affan ile
Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair fetva vermeleri ise asla sahih olamaz. Zira Hz.
Osman'ın haberinde, yalancının (kezzâb) hali ve kim olduğu belli olmayan meçhul
bir râviden rivayeti sözkonusudur. Çünkü İbn Seman, "bir adam"dan
rivayet etmiştir. Zeyd'in haberinde ise meçhul bir râvinin yine meçhul birinden
rivayeti sözkonusudur. Zira Kays b. Sa'd adını söylediği "bir adanf'dan, o
da Zeyd'den rivayet etmiştir. Allah aşkına bu iki rivayet nerde, Abdülvahhab b.
Abdülmecid es-Sakafî'nin, ümmetin hafızı Ubeydullah'tan, onun da Nâfi'den
naklettiği, İbn Ömer'in "sayılmaz" dediği şeklindeki rivayeti nerede?
Eğer bu haber sizin elinizde olsaydı, mu laka onu delil olarak kullanır ve
onunla saldırırdınız.
"Onun haram
olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mâni değildir. Zıhâr gibi."
sözünüze gelince; önce bu, zikrettiğimiz nasslar ve ağır basan diğer deliller
tarafından reddedilecek bir kıyastır. İkinci olarak: "Onun haram olması,
neticesinin üzerine terettüp etmesine mânidir. Nikâh gibi' denmek suretiyle,
bu tam tersine çevrilerek itiraza, karşı itiraz ileri sürülebilir.
Üçüncü olarak
zıhâr'ın; helâl zıhâr, haram zıhâr diye iki yönü yoktur. Aksine hepsi haramdır.
Çünkü o, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Onun helâl ve caiz; haram ve
bâtıl diye ikiye ayrılması mümkün değildir. Bilakis o, yabancıya yapılmış bir
iftira ve riddet mertebesindedir. Bulunduğu zaman mutlaka beraberinde mefsedeti
ile bulunur. Dolayısıyle, "Zıhardan bir kısmı vardır ki helâl ve sahihtir;
bir kısmı da vardır ki haram ve bâtıldır." demek düşünülemez. Nikâh, talâk
ve satış ise böyle değildir. Zıhâr, vukubulduğun-da beraberinde mefsedetini de
bulunduran ve dolayısıyla üzerine hükümleri terettüp eden haram fiiller
grubundandır. Talâkın, haram helâl; sahih ve bâtıl kısımlarına ayrılan nikâh,
satış, icâre, ve diğer akitlere ilhak edilmesi daha uygundur.
"Nikâh, kadının
kadınlığından istifade mülkiyeti doğuran bir akittir, talâk ise, o mülkiyeti
izale eden bir akittir." sözünüze evet. Fakat; birinin hükmüne itibar
edip onu lâzım kılıp geçerli kabul etmek, diğerini ise ilga ve iptal etmek
konusunda, iki akit arasında ayırıma delâlet eden Allah ve Rasülü'-nden gelen
elinizde bir burhanınız mı var?
Mal üzerindeki
mülkiyetin, haram olan itlafla yok olmasına gelince, burada maddi anlamda
kaybolan ve artık bir jnahalH kalmayan bir mülk söz konusudur. Yalan ikrarla
zevaline gelince bu, çok çok uzak bir şey. Biz onu zahiren ikrarında tasdik
ederiz ve —kendi yalan bile olsa—, tasdik edilen bu ikrara dayanarak mülkünü
izale ederiz.
Küfür olan sözle
imanın zail olmasına gelince, bunun cevabı geç; für konusunda helâl ve haram
diye bir ayırım yoktur.
Gayr-ı ciddi verilen
talâk ise vâkidir, çünkü mahalline isabet etmiştir. İçinde cima olmayan
temizlik süresinde verilmiş, bu yüzden de geçerli olmuştur. Gayr-ı ciddi
boşamış olması, talâkın neticesinin üzerine terettüp etmemesini istemesi
demektir. Bu ise kendisine ait değil, Şâri'in yetkisindedir. O, tam olarak
sebebi ortaya koymuştur, fakat neticesinin olmamasını dilemiştir. Bu, ona fayda
vermez. Talâkı, meşru zamanı içerisinde vermeyenin durumu ise böyle değildir.
Zira o, Yüce Allah'ın talâkın vukuuna götürmek üzere koymuş olduğu sebebi
ortaya koymamıştır. O kendine göre bir sebep ihdas etmiş ve onu talâkın hükmüne
ulaştırıcı bir vasıta yapmak istemiştir. Mükellefin böyle bir yetkisi yoktur.
"Nikâh nimettir,
onun sebebi de ancak taat olmalıdır. Talâk ise nimetin izalesi kabilindendir.
Onun sebebinin masiyet olması da caizdir." sözünüze gelelim. Cevaben deriz
ki: Bazen olur ki talâk kişinin boynuna geçen lâleden, ayağına vurulan
bukağıdan kurtulabileceği en büyük nimetlerden biri haline gelir. Her talâk
azap değildir. Aksine; kullarına, içlerinden biri eş değiştirmek, sevmediği ve
kendisine uygun düşmeyen eşinden kurtulmak istediğinde, talak yoluyla ayrılık
imkânını vermesi, yüce Allah'ın nimetlerinin kema-lindendir. Birbirini sevenler
için nikâh gibisi, birbirinden nefret edenler için ise talâk gibisi
görülmemiştir. Sonra siz talâka nasıl azap (nikmet) dersiniz. Halbuki Allah:
"Henüz dokunmadan... kadınları boşarsanız bunda size bir günah
yoktur..."[841]
"Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri
içerisinde boşayınız."'291 buyurmaktadır.
"Kadının
kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir." diyorsunuz.
Evet buna biz de katılıyoruz. Bu yüzden de ihtiyatlı davrandık ve eşleri kesin
olan nikâhları üzerinde —aynı kesinlikle nikâhlarını izale edecek bir durum
olmadıkça— bıraktık. Eğer hata etmişsek, hatamız tek bir cihettedir. Eğer
isabet etmişsek iki cihetten olur; birinci koca ciheti, ikinci koca ciheti.
Siz ise iki şey irtikâb ediyorsunuz: Kendisine yakînen helâl olduğu bilinen
kimseye kadını haram, başkasına ise helâl kılıyorsunuz. Eğer hata idiyse, iki
cihetten hata olmaktadır. Böylece ihtiyat açısından bizim durumumuzun
sizinkinden daha evlâ olduğu ortaya çıkmış oldu. Ebu Tâlib rivayetinde İmam
Ahmed şöyle demiştir: Sarhoşun talâkı konusunda aynen bu ihtiyatın bir benzeri
vardır. Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talâkla emreden
kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kılmış, başkasına ise
helâl kılmıştır. Bu (birincisi), bundan daha hayırlıdır.
"Nikâha azimet ve
ihtiyatla girilir (ek şartlar aranır), en basit bir şekilde de çıkılır"
şeklindeki itirazınıza ise diyoruz ki, evet doğrudur, ancak sadece Allah
Teâlâ'nın ondan çıkmak için sebep olarak belirlediği, izin verdiği şeylerle
çıkılabilir; kişinin kendi belirlediği ve çıkmak için bizzat kendisinin sebep
olarak ihdas ettiği şeylerle ise asla!
İşte buraya kadar
serdettiklerimiz, her iki grubun da, rehberlerinin (delil) dizginlerinden
ancak süvarilerin çekebileceği, hücumu anında cesurların şecaatinin sönük
kalacağı bu dar, korkulu ve sarp yolda ayaklarının ulaşabildiği son noktadır.
Biz bunların kaynaklarına ve delillerine sadece ilimden çok az bir sermayesi
olan fakat herşeyi bildiğini zannedenlerin, kendi bilgilerinin dışında daha
başka şeylerin de olduğunu bilmeleri için işarette bulunduk. Eğer kişi, ilimde
bir payeye sahip değilse, delillerin arkasında yaya kalıyorsa, kolu delillerin
meyvesini toplamaya yetişemiyorsa; azminin paçalarını çemreleyen, Hz.
Peygamber'in (s.a.) sünneti etrafında dönen, onu hakem kılmak, meseleleri ona
götürmek uğrunda bütün himmetini ortaya koyan kimseden özür dilesin. Eğer
kusuru ve bu ulaşamayacağı noktadan yüz çevirmesi konusunda, kendisi ile
tartışmada bulunana özür dilemeyecekse, o zaman bari karşısındaki insanı, kendi
nefsi için razı olduğu koyu taklitten yüz çevirmesinde mazur görsün ve kendisi
ile karşısındakine baksın, acaba hangisi mazur gösterilen çabalardan, hangisi
de şükranla karşılanmaya daha lâyıktır. Yardım Allah'tandır, tevekkül O'nadır,
yegâne doğruya ulaştırıcı O'dur. Rızasını kazanmak için onun kapısına yönelene
her kapıyı açan O'dur. [842]
Mahmud b. Lebîd (r.a.)
hadisi daha önce geçmişti. Hadise göre Hz. Pey-gamber'e, bir adamın karısını üç
talâkla birden boşadığı haber verilmişti. Hz. Peygmaber (s.a.) kızarak kalkmış
ve: "Ben sizin aranızda iken Allah'ın kitabı ile oyun mu ediliyor?"
buyurmuştu. Hadisin isnadı Müslim'in şartına göre sahihtir. Zira İbn Vehb,
hadisi Mahreme b. Bükeyr el-Eşec'den, o da babasından rivayet etmiştir. Babası
"Mahmud b. Lebîd'den işittim ki..." diyerek hadisi zikretmiştir.
Mahreme'nin sika olduğunda şüphe yoktur. Müslim Sahih'inât onun babasından
rivayet ettiği hadisi ile ıhticacda bulunmuştur.
Hadisin kusurlu
olduğunu söyleyenler şöyle diyorlar: O (Mahreme) ondan işitmemiştir. Sadece
kitaptan rivayet etmiştir. Ebu Tâlib şöyle diyor: Ahmed b. Hanbel'e Mahreme b.
Bükeyr'den sual ettim. O şöyle dedi: "O sikadır, babasından işitmemiştir.
O sadece Mahreme'nin kitabıdır. Ona bakmıştır. Bana Süleyman b. Yesâr'dan
ulaşmıştır tabirini kullandığı bütün hadisler, Mahreme'nin kitabındandır."
Ebu Bekir b. Ebî Hayseme şöyle der: Yahya b. Maîn'i işittim, şöyle diyordu:
"Mahreme b. Bükeyr'e babasının kitabı intikal etti, o babasından (hadis)
işitmedi." Abbas ed-Dûri'nin rivayetinde: "O zayıftır. Babasından
olan rivayeti kitap (>ob ile) dir. Ondan işitmemiştir." 1er. Ebu Davud
ise: "Babasından tek bu h.ı '..m, vitir hadisini işitmistir." der.
Saîd b. Ebî Meryem dayısı Musa b. Seleme'den nakleder: Man-reme'ye geldim ve
ona: "Baban sana hadis rivayetinde bulundu mu?" diye sordum. O:
"Ben babama yetişemedim, fakat şunlar kitaplarıdır." diye cevap
verdi.
Bu tenkitlere cevap
iki açıdan olacaktır:
1) Birincisi
yazı ile amel konusundadır. Eğer babasının kitabı, kendi yanında saklanıyor,
koruma altında bulunduruluyorsa, o takdirde hadisin hüccet olabilmesi için,
onu işitme yolu ile veya kitabına bakması yolu ile rivayeti arasında bir fark
yoktur. Hatta yazılı nüshadan alması, eğer râvi onun bizzat şeyhin kendi
nüshası olduğundan emin ise, daha ihtiyatlı olacaktır. Bu sahabe ve selefin
yoludur. Hz. Peygamber (s.a.) meliklere mektuplar yazar ve gönderirdi ve bu
mektuplar onlar üzerine birer hüccet olurdu. İslâm ülkesinin çeşitli
yörelerinde görevli âmillerine mektuplar göndermiş ve onlar bu mektuplarla
amel etmişler, onları delil olarak kullanmışlardı. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, Hz.
Peygamber'in (s.a.) zekât hakkındaki yazısını Enes b. Mâlik'e vermiş ve Enes
onu muhafaza etmiş, bütün.ümmet onunla amel etmiştir. Amr b. Hazm'a gönderdiği
zekâtlarla (sadakat) ilgili mektubu da öyledir. Bu mektup da Amr ailesinde
bulunuyordu. Selef ve halef Öteden beri birbirlerine gönderdikleri yazılarla
ihticacda bulunuyorlardı. Kendisine yazı gönderilen kimse: "falan bana
yazdı ki, kendisine falan haber vermiş..." diyordu. Eğer yazılı
malzemelerle delil getirmek bâtıl olsaydı, ümmetin elinde ilim diye son derece
az bir şey kalırdı. Şu bir gerçektir ki, asıl itimat yazıyadır, hıfza- değildir.
Hafıza ihanetkârdır. Yazı ise ihanet etmez. Geçmişte hiçbir zaman için, yazı
iie amelde bulunmayı reddeden ve yazıyı yazan bana şifahen söylememiştir,
dolayısıyla kabul etmiyorum diyen bir kimse çıkmamıştır. Aksine hepsi de
yazının kabulünde ve onunla amelin caiz olduğunda —eğer onun yazdığı sahihse—
icmâ halindedirler.
2) "O
babasından işitmemiştir." diyenin sözü, "Hayır işitmiştir" diyen
ve onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olan ve hem de isbat durumunda olan
kimsenin sözü ile çatışmaktadır. Abdurrahman b. Ebî Hatim şöyle der: Babama
Mahreme b. Bükeyr'i sordular. Babam: "O sâlihu'l-hadîstir." dedi,
îbn Ebî Üveys şöyle der: Mâlik'in kitabının sırtında şunu buldum:
"Mah-reme'ye babasından rivayet ettiği hadisleri, ondan işitip
işitmediğini sordum. Bana yemin etti ve: Şu binanın (yani Mescidin) Rabbine
yemin ederim ki, babamdan işittim, dedi." Ali b. el-Medînî şöyle der:
Ma'n b. İsa'yı şöyle derken işittim: "Mahreme babasından işitmiştir.
Rebîa ona Süleyman b. Yesâr'ın re'yinden (görüşlerinden) bazı şeyler
arzetmiştir." Ali devamla: "Mahreme'nin babasından Süleyman'ın
kitabını işitmiş olacağını sanmıyorum. Belki az bir şey işitmiş olabilir.
Medine'de, "Mahreme b. Bükeyr'in hadislerinde, ('Babamdan işittim"
diye söylediğini bana haber veren hiçbir kimse görmedim. Mahreme sikadır."
demektedir. İmam Mâlik'in onun kitabını alması, ona bakması ve Muvatta'mda ona
yer vermesi, onun güvenilirliği için yeterlidir. İmam: "Bana Mahreme
rivayet etti. O salih bir adamdı." dedi. Ebu Hatim ise şöyle der: İsmail
b. Ebî Üveys'e: "Mâlik b. Enes'in, 'Bana sika rivayet etti' dediği bu sika
kimdir?" diye sordum. "Mahreme b. Bükeyr'dir."dedi. Ahmed b.
Salih el-Mısrî'ye, "Mahreme sika râvilerden miydi?" diye soruldu.
"Evet", dedi. İbn Adiy; İbn Vehb ve Ma'n b. İsa'dan, Mahreme'den
(gelen hadisler için): "Hasen, doğru hadislerdir. Sanırım bir beis
yoktur." demiştir.
Müslim'in Sahih'inde;
İbn Ömer'in, karısını üç talâkla boşayana sözü şöyledir: "O, başka bir
kocayla evlenmedikçc artık sana haram olmuştur ve bu halinle sen, karını
boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş oldun."[843] Bu
İbn Ömer'in, emrolunan talâkı tefsir şeklidir. Sahabînin tefsiri hüccettir.
Hâkim: "O bizce merfûdur." demiştir[844]
Gerçek anlamda Kur'an
üzerinde düşünenler bunu görürler ve zifaf dan sonra verilecek meşru talâkın,
ric'atı mümkün kılan talâk olduğunu, yüce Allah'ın üç talâkı birden vermeyi
asla meşru kılmadığını anlarlar. Yüce Allah: " =Talâk iki defadır."
buyurmuştur. Arap kendi lügatinde "iki defayı" ancak biri diğerinin
akabinde olan iki olgu şeklinde anlar. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kim,
her namazın arkasında otuz üç defa teşbih, otuz üç defa tahmid, otuz dört defa
tekbir getirirse..." [845]buyruğu
ve buna benzer diğer ifadelerden, sadece birbiri arkasına getirilen teşbih,
tahmid ve tekbirler anlaşılır. Şayet: "Otuz üç defa Sübhanallah",
"Otuz üç defa Elhamdülillah", "Otuz üç defa Allahu Ekber"
demiş olsa, bununla sadece üç defa söylenilmiş olur. Şu âyet daha da açıktır:
"Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka şahitleri
olmayanlara gelince; onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru
sözlülerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik
etmesi...dir."[846]
Şayet kişi: "Allah'ı dört defa şahit tutarım ki, ben mutlaka
doğrulardanım." diyecek olsa, bu bir şahitlik yerine geçer. Yine:
"Onlara iki defa azab edeceğiz." buyurması, [847]
azabın birbiri peşinde ayrı ayrı olacağında daha da açıktır. Bu mâna,
"Onun sevabını iki defa veririz."'[848]
âyeti ile, "Üç kişi vardır ki onların sevapları iki defa verilir."
hadisi1361 tarafından bozulmuş olmaz. Çünkü bu ikisindeki, [849]
" = iki defa" ifadesi "iki misli, iki katı" anlamındadır.
Miktar bakımından iki katı verileceği ifade olunmaktadır. Aynen: "Ona azab
iki katı katla-. nır."[850]âyeti
ile, "Ürününü iki kat verir."[851]
âyetindeki gibi. Yani: "Başkalarının o yüzden azap gördüğünün iki
katı", "verdiğinin iki katı" mâna-larınadır. Enes'in: "Hz.
Peygamber zamanında ay iki parçaya ayrıldı" sözünde de iki kere ifadesi
kullanılmıştır. Hadisteki kelimesi "ayrı ayrı iki parça"
anlamındadır. Nitekim başka bir lafızda: " = iki parça" şeklinde
rivayet edilmiştir.[852]
Buradaki kelimesinin "iki parça" şeklinde anlaşılması kesinlik
arzetrnektedir. Zira ayın yarılması olayı, sadece bir defa olmuştur. Zaman
içerisinde iki kerelikle, miktar bakımından iki misli, iki parça, iki kere
olmak arasındaki fark bellidir. İkinci türden olanın aynı anda bir araya
gelmeleri mümkün iken, birincisinde bu durum sözkonusu olamaz.
Yüce Allah'ın üç
talâkın birden verilmesini meşru kılmadığına delâlet eden delillerden biri de:
"Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç aybaşı hali (veya üç temizlik
müddeti) beklerler... Eğer kocalar barışmak isterlerse bu durumda onları
tekrar alma (onları geri çevirmeğe) daha hak sahibidirler." âyetidir.[853] Bu
âyet zifaf sonrası verilen her talâktan sonra —akabinde bahsedilen üçüncü
talâk hariç— boşayan kocanın, ric'at yolu ile karısını tekrar nikâhına
döndürmeye hak sahibi olduğunu göstermektedir. Yine: "Ey Peygamber!
Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde boşaym ve iddeti de
sayın... İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun veya
onlardan uygun bir şekilde ayrılın.'[854]
buyurmuştur. Meşru talâk işte budur. Yüce Allah talâkın bütün kısımlarını
Kur'an'da zikretmiş, hükümlerini açıklamıştır. Zifaftan önce verilen talâktan
bahsetmiş ve iddeti bulunmadığını zikretmiştir. Üçüncü talâkı zikretmiş ve
boşanan kadının, yeni bir koca ile evlenmedikçe, artık birinci kocaya haram
olacağını beyan etmiştir. "Hulu" denilen fidye lalağından bahsetmiş
ve onu üç talaktan mahsup etmemiştir (talak değil fesih), nitekim daha önce
geçmişti. Kocanın ricat hakkına sahip olduğu ricî talaktan bahsetmiştir. Bu
daha önce geçen üç kısmın haricinde olandır.
Bunu delil olarak
kullanan İmam Ahmed, Şafiî ve daha başkaları, zifaf sonrası bedelsiz verilen
tek talâkın bâin olmayacağı neticesine varmışlardır. Onlara göre koca:
"Sen bâin olarak bir talâk boşsun." dese bu talâk bâin değil ricî
olur, hainlikle nitelemesine itibar edilmez. Kişi dönüşü olmayan ayrılığa
ancak bedelli talâkla (halû yolu ile) ulaşabiir. Ebu Hanife ise: "Hayır,
bu talâkla ayrılık (bâin talâk) meydana gelir. Çünkü ric'at kocanın hakkıdır ve
onu kendisi düşürmüştür." demektedir. Cumhur ulema: "Her ne kadar
ric'at kocanın hakkıysa da ric'î talâk nafakası, kadının giyim kuşam masrafı
üzerine bir vazifedir. Dolayısıyla kadının isteği olmadan, ona bir hulû bedeli
vermeden veya, —cevaz veren bir kavle göre— bedelsiz de olsa kendisini kurtarma
talebinde bulunmadan kocanın bu hakkı düşürme yetkisi yoktur." demektedirler.
Kadının talebi
olmaksızın veya hulû bedeli vermeksizin, kocanın kendi üzerinde bulunan nafaka
hakkını düşürmesi nassa ve kıyasa muhalif düşmektedir.
Yine Allah Teâlâ
talâkı, hem kadın hem de erkek için, en mükemmel şekli üzere meşru kılmıştır.
Zira cahiliye döneminde erkekler kadınlarını sayısız boşuyorlardı. Birisi
istediği zaman karısın;' --»sar ve sonra da ric1?! ederdi. Bir sınırı yoktu. Bu
her ne kadar erkekler için uygırı iı/yse de, kadınlara zarar veriyordu. Allah
bunu kaldırdı ve talâkı üç sayısıyla sınırladı. Kocaya başka yetki vermedi,
iddet içerisinde onu rücû hakkı tanıdı. Eğer yetkisine verilen üç talâkı da
kullandıysa, artık kadın kendisine haram oldu. Bunda erkeğin de durumu göz
önünde bulundurulmuştu. Zira ilk talâkla kadın hemen kendisine haram
olmuyordu. Kadının durumu göz önüne alınmıştı, zira erkeğe üçten fazla bir
yetki tanınmamıştı. İşte Allah'ın şeriatı, hikmeti ve kulları için koyduğu
sınırları budur. Eğer kadın, verilen ilk talâkla kocaya haram olsaydı bu,
şeriatın ve Allah'ın hikmetinin tersine bir iş olurdu. Koca üç talâkı birden vermeye
yetkili değildir. Sadece bir tanesine yetkisi vardır. Bir talâktan fazlası,
şer'î izin dahilinde değildir.
Şâri'in hükmüne
muhalif olduğu için, bir talâkla onu bâin (ayrı) kılmaya yetkili olmadığı
gibi, bir anda üç talâk vererek onu bâin kılmaya da yetkili değildir. Zira bu
da Şâri'in koyduğu hükme aykırıdır.
Meselenin esası şudur:
Yüce Allah sadece iki yerde talâkın bâin olacağını hükme bağlamıştır:
Birincisi: Zifaf vaki olmayan eşlerin boşanması durumunda. İkincisi de: Üçüncü
talâkın verilmesiyle. Bunun dışında kalan diğer talâklarda, koca için ric'at
hakkı tanımıştır. Kitab'm gereği budur. Nitekim açıklaması geçti. Zahirîler:
"Üç talâk olmaksızın sadece hulu yolu ile de bey-nûnet (ayrılık) meydana
gelir." derler.
Kocanın: "Sen
ric'atı olmayan bir talâkla boşsun!" demesi durumunda Mâlikîlerin üç
görüşü bulunmaktadır: 1) Bu söz üç talâktır. Bu, İbn Mâci-şûn'un görüşüdür.
Çünkü ric'at hakkını düşürmüştür. Ric'at hakkı ise ancak üç talâkla düşer.
Dolayısıyla bu söz zarurî olarak üç talâkı gerektirir. 2) Bâin bir talâktır.
Nitekim kendisi de öyle söylemiştir. Bu da İbnü'I-Kâsım'ın görüşüdür. Çünkü
koca, bedelli bir talâkla, kadını bâin kılmaya yetkilidir. Bedelsiz de yetkili
olur. Ona göre hulu talâktır. 3) Ric'i bir talâktır. Bu da ibn Vehb'in görüşüdür.
Kitap, sünnet ve kıyasın gereği de budur. Çoğunluk ulema da bu görüş
üzerindedirler. [855]
İkinci mesele: Bîr
defada verilen üç talâkın vukuu hakkındadır. Âlimler bu konuda dört görüşe ayrılmışlardır:
1— Vâki olur. Dört imamın, çoğunluk tabiîn
ulemasının ve sahabeden pek çoğunun görüşü bu doğrultudadır.
2— Vâki olmaz, aksine reddedilir. Çünkü
bid'attir; bid'at ise merdut-dur. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kimse,
üzerinde emrimiz olmayan bir iş işlerse, o merduttur." buyurmuştur.<42)
Bu görüşü İbn Hazm nakletmiştir. İmam Ahmed'e de nisbet edilmişse de, onu inkâr
ederek: "Bu râfizîlerin görüşüdür." demiştir.
3— Sadece bir ric'î talâk vuku bulur. Bu, İbn
Abbas'tan sabittir. Ebu Davud, ondan bu görüşünü zikretmiştir. İmam ahmed şöyle
der: Bu, İbn İs-hak'in görüşüdür. O, "Sünnete muhalefet etmiştir, sünnete
geri çevrilir." der. Bu görüş ayrıca Tâvûs ve İkrime'nin de görüşüdür.
Şeyhülislâm İbn Teymi-ye'nin tercihi de budur.
4— Zifaf
vaki olanla, olmayan arası ayrılır. Eğer boşanan zifaf vaki olan kadınsa, üç
talâk vuku bulur. Zifaf olmamışsa bir talâk gerekir. Bu da İbn Abbas'ın
talebelerinden bir grubun görüşüdür. Muhammed b. Nasr el-Mervezî'nin
İhtiîâfu'l-Ulemâ adlı kitabında naklettiğine göre, İshâk b. Râ-hûyeh'in görüşü
de böyledir.
İkinci görüşte olup,
hiçbir şey vuku bulmaz diyenler, bunun haram bir bid'at olduğunu, bid'atin de
merdud bulunduğunu söylemektedirler. Nitekim İbn Hazm, itiraf ederek:
"Eğer haram bir bid'at olsaydı red ve bâtıl kılınması gerekirdi."
demiş ancak (bid'at olduğunu kabul etmeyerek) İmam Şafiî'nin "Üç talâkı
birden vermek caizdir, haram değildir" şeklindeki görüşünü tercih
etmiştir. Bu görüşün delilleri ileride gelecektir.
Bir talâk vuku bulur
diyenler ise, nass ve kıyastan delil getirmişlerdir. Nass delili: Ma'mer ve İbn
Cüreyc—İbn Tavus—Tavus—Ebu's-Sahbâ senediyle gelen haberdir. Ebu's-Sahbâ, İbn
Abbas'a: "Üç talâkın, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile
Hz. Ömer devrinin de ilk yıllarında bir talâk kılındığını bilmiyor musun?"
demiş, oda: "Evet, (biliyorum)." demiştir. Bunu Müslim rivayet
etmiştir.
Başka bir rivayette:
"Üç talâkın, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer
devrinin ilk yıllarında bir talâka çevrildiğini bilmiyor musun?" demiş, o
da: "Evet (biliyorum)." demiştir.[856]
Ebu Davud, Ahmed b.
Salih—Abdürrezzâk—İbn Cüreyc— Rasjlnllah'ın âzadlısı Ebu Râfi'in oğullarından
biri —İkrime— İbn Abbas senedi ile rivayet eder: İbn Abbas anlatır: Abdu Yezîd
—Rükâne ve kardeşlerinin babası— Ümmü Rükâne'yi boşadı ve Müzeyne'den bir
kadını nikahladı. Kadın, Hz . Peygamberce (s.a.) geldi ve başından bir saç teli
alarak: "Ondan benim istifadem ancak şu saç telininki gibi. O yüzden
aramızı ayır." dedi. Hz. Pey-gamber'i (s.a.) bir hamiyettir a|dı. Hemen
Rükâne ve kardeşlerini çağırttı ve meclisinde bulunanlara: "Şüphesiz ki,
oğlu falanca Abdu Yezîd'e şu şu bakımdan, falanca da şu şu bakımdan benziyor,
öyle değil mi?" demiş, onlar da: "Evet" demişlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) Abdu Yezîd'e: "Onu boşa!" diye söyledi. O da boşadı.
Sonra: "Rükâne ve kardeşlerinin annesi olan karına dön (ric'at et)."
buyurdu. O: "Ben onu üç talâk boşadım Ya Rasûlallah!" dediyse de Hz.
Peygamber (s.a.): "Tamam, anladım, sen ona dön." dedi ve: "Ey
Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde iddetleri içinde boşayımz."
âyetini okudu.[857]
İmam Ahmed, Sa'd b.
İbrahim —babası—Muhammed b. İshak—Davud b. el-Husayn—İbn Abbas'ın âzadlısı
İkrime—İbn Abbas senediyle rivayet eder: İbn Abbas anlatır: Muttaliboğullannın
kardeşi Rükâne b. Abdu Yezîd, karısını bir mecliste üç talâkla boşamıştı. Buna
çok üzüldü. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine:
- pnu nasıl boşadm?
diye sordu. O da:
Üç talâk boşadım,
cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.):
— Bir mecliste mi? diye sordu. O:
— Evet, dedi. Hz. Peygamber (s.a.):
— Şüphesiz ki o bir
talâktır. Eğer istersen ona dön! buyurdu, o da rücû etti. Râvi şöyle diyor: İbn
Abbas talâkın, sadece her tuhurda (temizlik süresi) bir verilebileceği
görüşünde idi.[858]
Kıyas deliline
gelince: Daha önce de geçtiği gibi üç talâkı birden vermek haram ve bid'attir.
Bid'at ise merduttur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) emri üzere değildir.
Haramhğının beyanı sırasında geçen diğer deliller, birden verilen üç talâkın
vukubulmayacağına delildir. Başka değil de sadece liân âye-tinde[859]
geçen tarafların dörder defa şahitlik etmelerinin istenmesi ve yine yemin,
şehadet ve ikrar gibi tekrarı istenilen her husus bile bu hususta birer delil
teşkil eder. Allah Rasûlü (s.a.), kasâme konusunda: "Elli yemin edersiniz
ve adamınızın kanına hak kazanırsınız. "[860]
buyurmaktadır. Şayet: "Allah'a elli yemin ederiz ki, muhakkak ki onu
falanca öldürdü." deseler bu bir yemin yerine geçer. Zina ikrarı da
böyledir. Nitekim hadiste: Bazı sahabîler, Mâiz'e: "Eğer dört ikrarda
bulunursan, Rasülullah (s.a.) seni recmeder." demişlerdi. Bu dört ikrarın
aynı ağızda birden olması makul değildir.
Zifaf gerçekleşmiş
olanla, olmayan arasını ayıranlara gelince, bunların iki delilleri vardır:
Birincisi: Ebu
Davud'un sahih bir isnadla Tâvûs'dan rivayetidir. Ebu's-Sahbâ denilen bir adam
İbn Abbas'a çok soru soran birisiydi. Ona: "Kişi karısını zifaftan önce üç
talâkla boşadığında, bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir devirleriyle, Hz.
Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz. Ömer, insanların talâka
düşkünlük gösterdikleri görünce (ashaba): Bu talâkları aleyhlerine geçerli
sayınız! dedi. Öyle değil mi?" diye sorunca İbn Abbas da:
"Evet." dedi.[861]
İkinci delilleri:
Zifaf gerçekleşmeyen kadın, "Sen boşsun!" sözüyle ayrı düşmüş olur.
"Üç talâkla" sözü ise, kadın ayrı düşmüş olacağından havada kalır.
Bunlar, Hz. Ömer'in üç talâkla ilzamım zifaf gerçekleşen kadınlar hakkında
kabul etmişlerdir. Ebu's-Sahbâ hadisi, zifaf vuku bulmayan kadınlarla
ilgilidir. Bunlar, böyle bir ayırıma gitmenin hem iki yönden menkûle hem de
kıyasa uygun olduğunu söylüyorlar.
Bu görüşlerden her
birisini benimseyen taraftarlar bulunmuştur. Nitekim İbn Hazm ve daha
başkaları bunu belirtmişlerdir. Ancak üç talâkın hiç vuku bulmayacağı
şeklindeki görüş İmamiyye'nin görüşü olmaktadır. Ehl-i beytten olan bir gruptan
da nakledilmiştir. [862]
Bunlar şöyle diyorlar:
Sizinle tartışmamız iki noktada olacaktır:
1) Üç talâkı birden vermenin haramlığı,
2) Haram olmasına rağmen, toptan vukuu. Şimdi bu
iki noktayı ele almak istiyoruz:
1) Birinci
nokta: İmam Şafiî, Ebu Sevr, bir rivayette İmam Ahmed ve zahirîlerden bir grup
üç talâkı birden vermenin sünnete uygun olduğunu söylemişler ve şu şekilde
deliliendirmeye çalışmışlardır: "Eğer onu boşarsa, bir daha başka bir koca
ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz. "[863] âyetinde
Allah (c.c.) üç talâkın birden ya da ayrı ayrı verilmiş olmasını ayırma-mıştır.
Allah'ın, birlikte belirttiği şeyleri bizim ayırmamız caiz olmaz. Nitekim Allah'ın
birbirinden ayırdığı şeyleri birleştirmemiz de caiz değildir. Ve yine
"Eğer onlan, dokunmadan önce boşarsanız..."[864]
âyetinde bir ayırım yoktur. "Kadınları, dokunmadan önce boşamanızda size
bir günah yoktur."[865]
"Boşanmış kadınlar iyilikle yararlandırılmalıdirlar."[866]
"Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları,
dokunmadan bo-şadığmızda..."[867]âyetlerinde
herhangi bir ayırıma gidilmemiştir.
Sahihayn'da
belirtildiğine göre Uveymir el-Aclânî, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda, onu
boşamasını emretmeden önce kansını üç talâkla boşa-mıştı.[868]
Eğer üç talâkı birden vermek günah olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) onu
onaylamazdı. Uveymir'in talâkı, ya o henüz karısı iken vâki olmuştu, ya da liân
ile kendisine haram olduğu anda. Eğer birinci şekilde olmuşsa hadisin hüccet
oluşu gayet açıktır. Eğer İkinci şekilde olmuşsa, bunda da, Uvey-mir'in onu
henüz karısı zannederek boşadığında şüphe yoktur. Eğer onun bu şekildeki
boşaması haram olsaydı, mutlaka —karısı kendisine haram olmuş da olsa— onun
haramhğını kendisine açıklardı. Yine Buharî'nin Sahih'ınde Kasım b. Muhammed
hadisinde, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'den rivayet edilir: Bir adam karısını
üç talâkla boşamıştı. Kadın evlendi ve hemen geri boşandı. Hz. Peygamber'e
(s.a.): "O ilk kocası için helâl olur mu?" diye soruldu. Hz.
Peygamber (s.a.): "Hayır, birincinin tattığı gibi, balçığından tatma-dıkça
(helâl olmaz)." buyurdu[869]' ve
bunu (üç talâkla boşamayı) kötü görmedi. Bu da, üç talâkı birden vermenin
mübahlığma ve verildiğinde vukuuna delâlet eder. Eğer vuku bulmayacak olsaydı,
kadının birinci kocasına dönmesini, ikinci kocanın balçığından tatması şartına
bağlamazdı.
Yine Sahihayn'da. Ebu
Seleme b.,Abdurrahman, Fâtıma bt. Kays'ın kendisine şunian anlattığını rivayet
eder: Kocası Mahzumlu Ebu Hafs b. el-Muğîre kendisini üç talâkla boşamış, sonra
da Yemen'e gitmişti. Bunun üzerine Ha-lid b. Velid birkaç kişi ile kalkarak
Meymüne validemizin evinde bulunan Ra-sûlullah'a geldiler ve; "Gerçekten
Ebu Hafs, karısını üç talâkla boşamıştır. Acaba bu kadına nafaka var mı?"
diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Ona nafaka yoktur, ama iddet
vardır." buyurdu[870]
Sahih-i Müslim'de bu
olayla ilgili olarak Fâtıma diyor ki: Hz. Peygam-ber'e (s.a.) geldim. Bana:
"Seni kaç talâk boşadı?" diye sordu. Ben de: "Üç talâk." dedim.
Bana: "Doğru söylemiş, sana nafaka yoktur." buyurdu.
Yine başka bir
rivayette Fâtıma şöyle dedi: "Ya Rasülallah! Kocam beni üç talâkla
boşadı. Zorla yanıma girerler diye de korkuyorum."[871]
Bir başka rivayette
Hz. Peygamber (s.a.), üç talâkla boşanmış kadın hakkında: "Onun ne mesken
ne de nafaka hakkı yoktur." buyurdu[872]
Bir başka delil de
Abdürrezzâk'm Musannef 'inde, Yahya b. el-Alâ— Ubeydullah b. Velîd
el-Vassâfî—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâde b. Sâmit— Davûd b. Ubâde b. Sâmit
senediyle zikrettiği şu hadistir: Davud b. Ubâde b. Sâmit anlatır: Dedem bir
hanımını bin talâk boşamıştı. Babam Rasûlul-lah*a (s.a.) gitti ve olanları O'na
anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Deden Allah'tan korkmamış. Üç talâk kendi
hakkı, dokuz yüz doksan yedi talâka ge-ünce, bu bir haddi tecavüz ve zulümdür.
Dilerse Allah azab eder, dilerse affeder." buyurdu.[873]
' Bazıları bu hadisi,
Sadaka b. Ebî İmrân—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâ-de b. Sâmİt—babası—dedesi
yoluyla rivayet etmişlerdir. Dedesi (Ubâde b. es-Sâmit) anlatır: Atalarımdan
biri karısını boşamışti. Çocukları Hz. Peygam-ber'e (s.a.) gittiler ve:
"Ya Rasûlallah! Babamız anamızı bin talâk boşadı. Bir çaresi yok mu?"
diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Babanız Allah'tan korkmamış ki, ona
bir çıkış yolu kılsın. Kadın ondan, sünnete uygun düşmeyecek şekilde üç
talâkla ayrılır. Dokuz yüzdoksan yedi talâk ise onun boynunda bir
günahtır." buyurdu.
Bir başka delil;
Muhammed b. Şâzân'ın, Muallâ b. Mansûr—Şuayb b. Züreyk—Atâ
el-Horasanî—Hasan—Abdullah b. Ömer senediyle rivayetidir. 'bn Ömer anlatır:
Kendisi karısını hayız halinde iken boşamiştı. Sonra da ta-ıdp eden iki kur'
(hayız veya temizlik süresi) içerisinde iki talâk daha vermek istemişti. Bu,
Hz. Peygamber'e ulaştı ve şöyle buyurdu: "Ey İbn Ömer! Allah, bu şekilde
emretmedi. Sünnet olanda hata ettin..." Sonra hadisi zikretti. Bu
hadiste: "Dedim ki: Ya Rasûlallah! Şayet üç talâk boşasaydım, böyle üç
talâkı birden verme yetkim var mıydı? O: 'Hayır, kadın ayrı düşerdi ve bu, bir
günah olurdu.' buyurdu." ifadesi vardır. [874]
Ebu Davud, Sünenyde,
Nâfi' b. Uceyr b. Abdu Yezîd b. Rükâne'den rivayet eder: Rükâne b. Abdu Yezîd
karısı Süheyme'yi "elbette" kaydı ile bo-şamıştı. Bu durum Hz.
Peygamber'e (s.a.) haber verildi. Hz. Peygamber (Rü-kâne'ye): "Vallahi,
bununla sadece bir talâk kasdettin, (öyle mi)?" diye sordu. Rükâne:
"Vallahi sadece bir talâk kasdettim!" dedi. Bunun üzerine Hz.
Peygamber (s.a.), karısını kendisine geri verdi. Sonra ikinci talâkı Hz. Ömer
zamanında, üçüncüsünü de Hz. Osman zamanında kullandı. [875]
Tirmizî'de, Abdullah
b. Ali b. Yezîd b. Rükâne—babası—dedesi senediyle rivayet eder: Râvi dede
(Yezîd) karısını "elbette" kaydı ile boşamıştır. Hz. Peygamber'e
(s.a.) gelir (ve durumu anlatır). Hz. Peygamber (s.a.):
— Bununla ne
kasdettin? diye sorar. O da:
— Bir talâk diye cevap
verir. Hz. Peygamber (s.a.):
Vallahi mi? der O:
— Evet, - Vallahi!
diye yemin eder. Hz. Peygamber (s.a.) de:
"— O, senin
kasdettiğin şey üzeredir." buyurur.[876]
Tirmizî: "Bu hadisi sadece bu yoldan biliyoruz. Muhammed'e —yani
Buharî'ye— bu hadis hakkında sordum. Onda muztariblik vardır, diye cevap
verdi." der.
Hadisin delil olarak
kullanılması şu şekildedir: Hz. Peygamber (s.a.) ona, "elbette"
ifadesinden ne kasdettiğine dair yemin ettirmiştir. Bu da onun, bu sözle daha
fazlasına niyet etmesi durumunda, onun da vuku bulacağına delâlet eder. Eğer
durum farklılık arzetmeseydi, ona yemin ettirmezdi.
Bunlar şöyle diyorlar:
Bu hadis, İbn Cüreyc—Ebu Râfi'in oğullarından biri—İkrime senediyle rivayet
edilen İbn Abbas'ın "karısını üç talâk boşadığı" şeklindeki
hadisinden daha sahihtir. Ebu Davud diyor ki: "Çünkü onlar, adamın
çocuklarıdır. Ailesi, Rükâne'nin onu sadece elbette kaydı ile boşadığını dahi
iyi bilirler."
Sonra îbn Cüreyc onu
Ebu Râfi'İn oğullarından birinden rivayet etmiştir. Eğer o Ubeydullah ise,
sika ve bilinen bir râvidir. Eğer kardeşlerinden bir başkası ise, onun âdil
olup olmadığı meçhuldür. Dolayısıyla hadis hüccet olmaz.
İmam Ahmed'in tutumuna
gelince, İbn İshak da öyledir, bu konudaki söz bellidir. Hattâbî, İmam Ahmed'in
bu hadisin bütün senedlerini zayıf bulduğunu nakletmiştir.
Elinizde bulunan en
sahih hadisiniz Ebu's-Sahbâ'nın İbn Abbas'tan rivayetidir. Onun hakkında
Beyhakî: Bu hadis Buharı ve Müslim'in üzerinde ihtilâf ettikleri hadislerden
biridir. Müslim kitabına almış, Buharı ise terketmiştir. Sanıyorum onu, İbn
Abbas'tan gelen diğer rivayetlere muhalif olduğundan terketmiştir. Sonra
(Beyhakî) üç talâkın vukuuna dair rivayetleri ser-detmiş ve şöyle demiştir:
"Bunlar, Saîd b.'Cübeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, Mücâ-hid, îkrime, Amr b. Dinar,
Mâlik b. el-Hâris, Muhammed b. İyâs b. el-Bükeyr'in rivayetleridir."
Beyhakî devamlı şöyle diyor: "Biz onu Muâviye b. Ebî Ayyaş el-Ensârî'den
rivayet ettik. Hepsi de İbn Abbas'tan, onun üç talâkı onayladığı ve geçerli
kabul ettiği şeklindedir."
İbnü'l-Münzir şöyle
der: "İbn Abbas'ın Hz. Peygaber'den (s.a.) bir şey Öğrenip de onun aksine
fetva vermiş olmasını zannetmek caiz olmaz."
İmam Şafiî ise şöyle
der: İbn Abbas'ın, '.'Üç talâk Hz. Peygamber devrinde... bir sayılırdı."
şeklindeki sözünün mânası Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle olduğunu kasdediyor.
—Allah daha iyi bilir ya— îbn Abbas'ın onu öyİe bildiği, fakat sonradan
neshedildiği anlaşılıyor. Beyhakî; İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetinde,
Şafiî'nin bu te'viline bir destek bulunduğunu söyler. Beyhakî, Ebu Davud ve
Nesâî'nin rivayet ettikleri İkrime hadisini kasdedi-yor: "Boşanmış
kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti (veya temizlik süresi)
beklerler..." âyeti hakkında (İbn Abbas): Kişi karısını boşadığında —
isterse üç talâk boşasın— ona rücû etmeye hak sahibi idi. Bu neshedildi ve:
"Talâk iki defadır..." buyuruldu, der.[877]
Yine muhtemeldir ki,
"O devirde üç bir kılınırdı." sözünün mânası: "Koca bir
talâktan sonra rücû edebildiği gibi, üç talâktan sonra da rücû edebilirdi.
Sonra bu neshedildi." şeklinde olabilir.
İbn Süreyc[878] ise
şöyle der: Bu sözün, "Sen boşsun!, Sen boşsun! Sen boşsun!" demesi
gibi lafızlar arasını ayırmak suretiyle verilen üç talâk şekline ait olması
mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir zamanlarında genel ahlâk
bozulmamıştı. İnsanlar doğruluk ve selâmet üzere idiler. Gammazlık, birbirini
aldatma gibi kötü şeyler yoktu. Onlar bu ayrı ayrı söyledikleri sözden te'kid
murad ettiklerini, üç talâk kasdetmediklerini söylediklerinde, sözleri kabul
görür, sözlerine inanılırdı. Hz. Ömer, kendi devrinde bazı şeylerin ortaya
çıktığını, genel ahlâkın bozulmaya yüz tuttuğunu görünce, daha önceden
yapıldığı gibi, lafzın tekrara hamledilmesini men etti ve onları üç talâkla
ilzam etti.
Bir başka grup da
şöyle bir yorum getirmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.), zamanında âdet, bir talâk
verilmesi şeklindeydi. Iddeti bitinceye kadar başka talâk vermezlerdi. Sonra
insanlar üç talâkı birden vermeyi âdet edindiler. Buna göre hadisin manası:
"Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) ve
Hz. Ebu Bekir zamanlarında bir talâk ile olurdu." demek olur ve bu,
vakıayı haber vermektir. Dinen meşru kılınan hükmün bildirilmesi kabilinden
değildir.
Bir grup şöyle der:
Hadiste, üçü bir sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, O'nun bundan
haberi olup onayladığına dair bir açıklama yoktur. Hüccet, sadece Hz.
Peygamberin söylediği veya yaptığı ya da bildiği ve ikrar ettiği (kabullendiği)
hususlarda sözkomısudur. Ebu's-Sahbâ hadisinde, bunlardan hiçbirinin sıhhati bilinmemektedir.
Bunlar şöyle diyorlar:
Hadisler ihtilâf ettiğinde, ashabının üzerinde bulunduklar, şeylere iltifat
ede.tz.
sünnetjni en iyi Süfy
den sabit olan —ki başka t
Sevrî-Seleme b.
Küheyl-ZeyOçıkarûı, Hz. ömf Hz. Ömer'in huzuruna karısını bin taiaK dow«ui
uy
_ Karını boşadın mı?
diye sorar. Adam:
— Kaimi uLijiıuu, ....
— Ben sadece eğlence
olsun dedim, der. Hz. Ömer ona kamçısını kala rır (ve döver). Ona:
— Sana bundan sadece üç tanesi yeterlidir, der.[879]
Vekî, A'meş'ten, o da
Habîb b: Ebî Sâbit'ten rivayet eder: Hz. Ali'ye bir adam gelir ve ona:
— Ben karımı bin talâk boşadım! der. Hz. Ali
de:
— O senden üç tanesi
ile ayrı düşmüş olur. Diğerlerini de öbür kadınların arasında taksim et, der.[880]
Yine Vekî, Cafer b.
Bürkân'dan, o da Muâviye b. Ebî Yahya'dan riva-yet eder: Bir adam Osman b.
Affan'a gelerek:
— Karımı bin talâk boşadım, der, Hz. Osman da
ona: O senden üç talâkla ayrı düşmüştür, der.[881]
Abdürrezzâk, Süfyân
es-Sevrî—Amr b. Mürre—Saîd b. Cübeyr senediyl zikreder: Bir adam İbn Abbas'a:
— Ben karımı bin talâk
boşadım, der. îbn Abbas ona:
— Üç talâk onu sana
haram kılar; geri kalanları ise üzerine bir yüktı r (günahtır). Sen Allah'ın
âyetlerini eğlenceye almışsın! der[882]
Yine Abdürrezzâk,
Ma'mer—A'meş—İbrahim—Alkame senediyle rivay :t eder: Bir adam İbn Mes'ûd'a
gelmiş ve ona:
— Karımı doksan dokuz
talâk boşadım, demiştir. İbn Mes'üd:
— Üç tanesi onu senden
ayırır. Geri kalanları ise haddi tecavüzdür, demiştir.[883]
Ebu Davud, Sünen'ât,
Muhammed b. İyâs'tan rivayet eder: İbn Abbas, Ebu Hureyre ve Abdullah b. Amr b.
el-Âs'a, bakirenin üç talâkla boşanmasının hükmü sorulur. Hepsi de:
"Başka bir kocayla nikâhlanmadıkça artık ona helâl olmaz." diye cevap
verirler[884]
İşte bu Hz.
PeygamberMn sahabîleri, gördüğünüz gibi, birden verilen üç talâkı geçerli kabul
etmişlerdir. Bunlar değil de içlerinde sadece ilâhi vahyin onayına mazhar olmuş
Hz. Ömer olsaydı o bile yeterdi. Zira, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) ric'î talâk
olarak meşru kıldığı bir hükmü, onun değiştirerek haram kılması asla
düşünülemez. Böyle bir şey, kadım kendisine haram olmayana haram, helâl
olmayana da mubah kılma durumunu içermektedir. Eğer böyle bir şeyi Hz. Ömer
yapsaydı, sahabe ona muvafakat etmek şöyle dursun, onun bu tutumunu tasvip
etmezler, muhalefet ederlerdi. Eğer İbn Ab-bas'ın elinde "üç talâkın bir
sayıldığına" dair bir hüccet olsaydı, ona muhalefet edip de Hz. Ömer
doğrultusunda, onun aksi ile fetva vermezdi. Nitekim İbn Abbas'm Hz. Ömer'e
avl, iki erkek kardeşle kız kardeşlerin bulunması durumunda annenin hacb
edilmesi vb. konularında muhalefeti bilinmektedir.
Biz bu konuda Hz.
Peygamber'in (s.a.) ashabına uyarız. Onlar O'nun sünnet ve şeriatım en iyi
bilen insanlardır. Eğer O'nun şeriatında hüküm, "üç talâk birdir."
şeklinde yerleşmiş olsaydı ve Hz. Peygamber (s.a.) o hal üzere ölseydi, bu
durum onlara gizli kalıp da ondan sonra gelenlerin buna vâkıf olmaları, ashabın
doğruya ulaşmaktan mahrum kalıp, sonrakilerin muvaffak olmaları, ümmetin
allâmesi (hıbru'1-ümme) ve fakihi'nin (İbn Abbas) üç talâkın bir olduğunu
rivayet etmesi, sonra da kalkıp ona muhalefet etmesi sözkonusu olamazdı. [885]
Bu ve diğer konularda
hakem olarak başvuracağımız yer, Yüce Allah'ın yeminle, aramızdaki
anlaşmazlıklarda O'un hakem kılıp hükmüne razı olmadıkça, bundan da asla bir
sıkıntı duymadıkça, ancak O'na teslim olup, O'-ndan başkasına —kim olursa
olsun— boyun eğmedikçe asla mü'min olama-yacağımızrbelirttiği[886] Hz.
Peygamber (s.a.) olacaktır. Ama ihtilâf yok da ümmet bir hüküm üzerinde kesin
ve asla şüpheye mahal kalmayacak şekilde icmâ etmişlerse, bu takdirde o, asla
muhalefeti caiz olmayan hak olacaktır. Yüce Allah ümmetini, Hz. Peygamber'den
(s.a.) sabit olan bir sünnete muhalif olarak icmâ etmekten muhafaza etmiştir.
Böyle bir varsayım mümkün olamaz. Biz, meseleyi isbat edici delilleri size
karşı ortaya koymuş bulunuyoruz. Sizinle, o deliller hakkında ileri sürdüğünüz
tenkitler, getirdiğiniz karşı deliller hakkında ancak şu şartla münazara
ederiz: Biz ancak ya Allah'tan bir nass, ya Peygamber'den (s.a.) sabit bir
sünnet (nass), yahut da şüphe olmayan kesin bir icmâ'a boyun eğeriz. Bunun
dışında kalan herşey, tartışmaya açıktır. Nihayet bunlar, onlara uymanın
caizliğini gösterebilir, asla bağlayıcılığı değil. Bu ileri sürdüğümüz şart
devamlı aklınızda bulunsun. Yüce Allah: "Eğer bir konuda anlaşmazlığa
düşerseniz onu, Allah'a ve Rasûlü'ne gö-türünüz."[887]
buyurmaktadır. Biz ve siz, bu konuda anlaşmazlığa düşmüş bulunuyoruz.
Dolayısıyle meselemizi Allah ve Rasûlü'nden başkasına götürmemize asla imkân
yoktur. Bizim bu konuda ashaba uygunluk hususunda da daha haklı olduğunuz
ileride gelecektir.
Üç talâkı birden
vermenin haram olmadığını söylüyorsunuz. Biz buna katılmıyoruz. Onun
haramlığına delâlet eden deliller sizin aleyhinize bir hüccet olmaktadır.
"Kur'an üç talâkı
birden vermenin caizliğine delâlet etmektedir" şeklindeki sözünüz, değil
kabul görmek aksine bâtıl bir iddiadır. Nihayet bu konuda sarıldığınız
deliller, Kur'an'ın, talâk sözcüklerini mutlak olarak (kayıtsız) zikretmesidir.
Bu mutlak ifadeler talâkın, hem caiz hem de haram olanını içine almaz. Nitekim
hayızh kadının boşanması, cima edilen temizlik süresi içerisinde yapılan
boşanma da bu mutlak ifadenin kapsamına girmemektedir. Sizin bu durumunuz
tıpkı, bu mutlak ifadelerden hareketle, gayr-ı meşru talâkın haramhğı
konusunda sahih sünnete karşı gelen kimselerin durumu ile aynıdır. Malumdur ki
Kur'an, her talâkın caiz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu itibarla, ona
taşıyamayacağı yükü yükleyemezsiniz. Kur'an sadece talâk hükümlerine delâlet
etmekte, Allah adma açıklayıcı olan Hz. Peygamber (s.a.) de onun helâlini,
haramını beyan etmektedir. Başta da söylediğimiz gibi Kur'-an'm zahiri
bizimledir. Yüce Allah, zifaf gerçekleşmiş kadınlar için bedelsiz bâin talâkı
meşru kılmamıştır. Eğer son talâkı da kullanmışsa, ancak o zaman ayrılık
sözkonusudur. İşte Allah'ın Kitabı önümüzdedir. Sizin delil olarak kullandığınız
en büyük şey Kur'an'ın mutlak ifadeleridir. Halbuki onları sünnet takyîd etmiş;
şartlarını, hükümlerini açıklamıştır.
"Liânda bulunan
kişi, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda karısını üç talâkla boşamıştlr."
şeklindeki istidlalinize gelince, bu son derece sahih bir hadistir. Fakat, beka
ve devamı maksut olan nikâh konusunda, tek bir kelime ile üç talâkın birden
verilmesinin cevazına bu hadisi delil kullanmanız o derecede de uzaktır. Sonra
bu hadisi delil olarak kullanan kimse, liânda ayrılık sadece kocanın Hânda
bulunması ile gerçekleşir görüşünde ise —ki İmam Şafiî böyle düşünmektedir—,
veya hâkim aralarını ayırmasa bile her ikisinin de birden liânda
bulunmalarından sonra gerçekleşir diyorsa —bir rivayette İmam Ahmed gibi—; bu
takdirde bu hadisin delil olarak kullanılması bâtıldır. Çünkü bu durumda
verilen üç talâk havada kalır ve bir mâna ifade etmez. Eğer ayrılığı hâkimin
tefrikine bağlı kılanlardan ise, bu takdirde de hadisi delil olarak kullanması
sahih olmaz. Çünkü bu nikâhın beka ve devamına artık imkân kalmamış, aksine
izalesi vacip ve ebedî haramhk sözkonusu olmuştur. İşte bu sırada verilen üç
talâk, Hândan gözetilen maksadı te'kid ve takrîr etmek durumundadır. Zira üç
talâk nihayet, kadım başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine haram
kılarken, Hândan doğan ayrılık onu kocaya ebedî olarak haram kılmaktadır.
Dolayısıyla icbarî olarak ebedî ha-ramhğa yüz tutmuş bir nikâh içerisinde
verilen talâkın geçerli olmasından; mevcut, beka ve devamı maksut olan bir
nikâh içerisinde verilen talâkın da nafiz (geçerli) olması gerekmez. Bu
yüzdendir ki, bu durumda kadını, hayız veya lohusa iken ya da cima bulunan
temizlik süresi içerisindeyken boşamış olsa, âsî olmazdı. Çünkü bu nikâhın
ebedî haramhk üzere izalesi istenmektedir.
Hem şuna şaşıyoruz ki,
siz bu talâk üzerine vârid olan Hz. Peygamber'in takririne yapışıyorsunuz,
fakat Hân yapanın haricinde, üç talâkla boşayan-İara tepki gösterip, onlara
kızmasına, bu yaptıklarının Allah'ın kitabı ile oynamak olduğunu ifadesine hiç
dönüp bakmıyorsunuz. Halbuki bu ikrarla, bu tepki (münker bulma) arasında ne
kadar fark vardır! Allah'a hamdederiz ki, biz her ikisi yanında da varız, Hz.
Peygamber'in (s.a.) ikrar buyurduklarını biz de kabul ediyoruz. O'nun tepki
gösterdiklerine biz de tepki gösteriyoruz.
Hz. Aişe hadisi ile
istidlalinize gelince; ki hadis şöyleydi: Bir adam karısını üç talâk boşamıştı
Kadın evlendi (ve hemen boşandı). Hz. Peygamber'e: "O, ilk kocasına helâl
olur mu?'* diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Balçığından tatmadıkça
hayır!" cevabını verdi. Bu hadis hakkında size bir diyeceğimiz yok. Evet
bu (şer'î tahlilde) ikinci kocanın sadece akid kıyması ile iktifa edip
"zifaf" şartı aramayanlara karşı iyi bir delildir. Fakat hadiste üç
talâkı aynı ağızda verdiğine dair sarahat nerde? Hatta hadisin bizim için bir
delil olduğunu bile söyleyebiliriz. Zira, " = Onu üç (defa) yaptı.",
" =Üç (defa) dedi." gibi ifadeler, ancak o şeyi birbiri arkasınca üç
kere yapan ya da söyleyenler için kullanılır. Arapça ve diğer bütün dillerde
makul olan da budur. Nitekim; " = Ona üç defa iftira etti.", " =
Onaüçdefasövdü.", " = Ona üç defa selâm verdi." denilir. (Ve
bunlar bu şeylerin birbiri arkasınca üç kez ayrı ayrı yapıldığına delâlet
eder.)
Fâtıma bt. Kays hadisi
ile istidlalinize gerçekten şaşmamak elde değil! Zira siz, bu hadiste son
derece sarih olan, te'vil kabul etmeyen kısmının gereğine muhalefet ediyor,
sıhhat ve açıklığına karşı koyacak bir delil olmamasına rağmen bâin talâkla
boşanan kadının nafaka ve giyecek hakkının düşmesi kısmına bakmıyor; hadisin
mücmel kısmına yapışıyorsunuz. Hatta bu müc-melliğin açıklanması, sizin o
hadise tutunmanızı imkânsız kılacak biçimdedir. Çünkü, " = Onu üç (defa
veya talâk) boşadı." sözü, bu talâkların aynı anda verildiği hususunda
açık değildir. Nitekim az önce geçti. Nasıl olabilir ki, Sahih'de, Zührî'den
rivayet edilen aynı Fatıma bt. Kays hadisinde Ubeydullah b. Abdullah b.
Utbe'den, "Kocasının, kendisine geri kalan bir talâkı ile (geri evlenmek
için) haberci gönderdiğinden" bahsedilmektedir. [888]Sahih*teki
başka bir rivayette: "Kocasının onu üç talâkın sonuncusu ile boşadığı"
ifadesi mevcut tur.[889] Bu,
güneş gibi sahih ve muttasıl bir senede sahiptir. Dolayısıyla bunu bırakıp da
mücmel lafıza nasıl yapışabilirsiniz? Görüldüğü üzere bu hadis de aleyhinize
bir hüccettir.
.Abdürrezzâk'm rivayet
ettiği Ubâde b. es-Sâmit hadisi ile istidlalinize gelince,1 b hadis son derece
düşük bir haberdir. Çünkü senedinde Yahya b. Ali— Ubeydullah b. Velid
el-Vassafî—İbrahim b. Ubeydullah vardır. Bunlar sırasıyla zayıf, halik ve meçhul
râvilerdir. Sonra bu hadisin yalan ve bâtıl olduğuna şu husus da delâlet
etmektedir: Sağlam, sakat; muttasıl, munkatı hiçbir haberde Ubâde b.
es-Sâmit'in babasının İslâm'a yetiştiğinden bahsedilmemek-tedir. Ya dedesinin
durumu nasıl olur!? Onun müsiümanhğa yetişmesi hiç kuşkuuz ki muhaldir.
Abdullah b. Ömer
hadisine gelince, şüphesiz onun aslı sahihtir. Ancak sonundaki: "Ya
Rasûlallah! Şayet onu üç talâlrboşamış olsaydım o bana helâl olur muydu?"
şeklindeki ilâve kısım, sadece Şuayb b. Züreyk'ın rivayetinden gelmiştir. O
Şamlı*dır. Bazıları onun ismini tersine çevirerek Züreyk b. Şuayb diyorlar. Her
nasıl olursa olsun o zayıftır[890]
Sahih olsa bile onda bir delil olacak durum yoktur. Çünkü, " = Şayet onu
üç (talâk) boşamış olsaydım." sözü, = Şayet üç ikrarda bulunsam, üç
selâm versem." sözleri mertebesindedir. Üç talâkın birden verilmesi
mânası çıkmaz.
Ebu Davud'un rivayet
ettiği; Rükâne'nin, karısını "elbette" kaydı ile bo-şadığı ve Hz.
Peygamber'in (s.a.) kendisine sadece bir talâk kasdedip etmediğine dair yemin
verdirmesi şeklindeki Nâfi' b. Uceyr hadisini ele alıyoruz. Bu, asla hali
bilinmeyen, kim ve ne olduğu belli olmayan Nâfi' b. Uceyr'in, İbn Cüreyc
—Ma'mer—Abdullah b. Tavus—Ebu's-Sahbâ silsilesine takdimine şaşmamak elde
değildir. Ehl-i hadisin imamı Muhammed b. İsmail el-Buharî, bu hadiste
"muztariplik" bulunduğuna şahitlik etmiştir. Tirmizî, el-CâmVût bunu
böylece zikretmiştir. Başka bir yerde de yine ondan bahsederek hadisin
muztarib olduğunu söylemiştir. Hadiste bazan: "Üç talâk boşadı",
bazan "bir talâk", bazan da "elbette kaydı ile boşadı"
şeklindeki ifadeler çelişkilidir. İmam Ahmed, "Bu hadisin bütün senedleri
zayıftır." demiştir. Hadisi Buharî'nin de zayıf bulduğunu, Münzirî
kendisinden naklet-miştir.
Sonra, rivayet
açısından muztarib ve meçhul olan bu hadis, nasıl olur da, sırf Ebu Râfî'in
oğullarından birinin cehaleti sebebiyle Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği İbn
Cüreyc hadisine tercih edilebilir? Ebu Râfi'in oğulları tâbi-îndendir. Her ne
kadar bunlar içerisinde er meşhur olanı Ubeydullah ise de, öbürleri hakkında
herhangi bir yalancılıkla itham sözkonusu değildir. İbn Cüreyc ondan rivayet
etmiştir. Meçhulün, rivayetini kabul eden veya, "Âdil râ-vinin meçhul
râviden rivayeti onu ta'dil sayılır." diyen için bu hadis hüccet olur. Ama
onu zayıf bulup, kendi ayarında veya daha da aşağı mertebede meçhul olan bir
rivayeti onun önüne almaya gelince; bu asla olamaz. Nihayet durum, bu iki
meçhul râvinin rivayetlerinin düşmesini gerektirir ve başka delil aramaya
gidilir. Bunu yaptığımızda, Sa'd b. İbrahim hadisine bakar ve onun sahih bir
isnada sahip olduğunu görürüz. Muhammed b. İshak'ın, se-neddeki: "Bana
Davud b. el-Husayn tahdis etti."[891]
ifadesi ile tedlis şüphesi de kalmamıştır. Nitekim İmam Ahmed, bu isnadla
çeşitli yerlerde ihticac-da bulunmuştur. Bizzat o ve daha başkaları aynen bu
isnadla rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb'i, kocası Ebu'l-Âs b.
er-Rebî'e, ilk nikâhla geri verdi, yeni bir şey yapmadı. "[892]
hadisini sahih kabul etmişlerdir.
Davud b. el-Husayn'ın
İkrime'den rivayetlerine gelince, öteden beri imam- Iar onunla ihticacda bulunagelmişlerdir.
Arâyâ[893] bahsinde, hakkında şüphe
edilen ve beş vesk veya daha az bir miktarla takdiri konusunda kesin kanaat
getirilemeyen bir konuda onu delii olarak kullanmışlardır. Halbuki bu, yaş
hurmaları kuru hurmalar karşılığında satmayı yasaklayan hadislere terslik
arzetmektedir. Buna rağmen onunla ihticaca gitmişlerdir. O zaman sîzin
görüşünüz doğrultusunda rivayet etmemekten başka, suçu nedir ki, öbürlerini
kabul ediyor, bunu etmiyorsunuz? Eğer İkrime hakkında da söz söyleyecek
olursanız —belki onu da yaparsınız— o zaman içinden çıkamayacağınız bir
çelişkiye düşersiniz. Zira hem siz hem de büyük hadis imamları onun
ri-vayetiyle ihticacta bulunmakta, hadisini Sahih'me almak suretiyle Buharî onu
kabullendiğini ortaya koymaktadır.
Ebu's-Sahbâ hadisi
konusunda girdiğiniz sarp çıkmaz yollara gelince; bunlardan hiçbirisi doğru
değildir.
Birinci yol, bu hadisi
sadece Müslim'in rivayet edip Buharî'nin eserine almaması şeklindeydi. Bunun özrü
kabahatinden büyük! Müslim'in, Buha-rî'den ayrılmış olması hadise bir zarar
vermez. Sonra siz veya herhangi biri, bunu Müslim'in Buharı'den ayrılıp ya!nız
başına rivayet ettiği her hadis için kabul ediyor musunuz? Buharî:
"Kitabıma almadığım her hadis bâtıldır veya hüccet değildir veya
zayıftır." diye bir söz asla söyledi mi? Nice defalardır Buharı,
Sahih'inde hiç adı geçmeyen, Sahih'in dışında kalan hadislerle ihticacta
bulunmuş, nice kereler Sahih dışında kalan hadisleri sahih bulmuştur.
İbn Abbas'tan gelen
diğer rivayetlerin ona muhalefetine gelince, şüphe yoktur ki İbn Abbas'tan iki
sahih rivayet bulunmaktadır ve bu kesindir. Birincisi bu hadise uymakta,
diğeri ise muhalefet etmektedir. Bu iki rivayeti karşılaştırdığımızda hadis
salim olarak —Allah'a hamdolsun— ortada ayakta kalır. İbn Abbas'ın rivayet
ettiği hadise muhalefet ettiğine dair rivayetler ittifak halinde ise, ona bu
konuda örnekler yok değildir. O râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değildir.
Size soruyoruz: Sizce asıl olan şahabının rivayetini mi esas almaktır, yoksa
onun şahsî görüşünü mü? Eğer "rivayetini esas almaktır" derseniz, —ki
bu çoğunluğunuzun hatta ümmetin çoğunluğunun görüşüdür— o zaman bizi cevap
külfetinden kurtarmış olursunuz. Eğer, "Esas olan görüşünü almaktır."
derseniz o zaman içinden asla çıkamayacağınız, içinde bulunduğunuz çelişkinizi
size gösteririz. Özellikle de bizzat İbn Abbas'tan gelen rivayetler konusunda.
Zira o Berîre hadisini ve onun muhayyer bırakıl (lığını, satışının talâk
olmadığını rivayet etmiş, buna rağmen farklı düşünmüş ve cariyenin satışının
aynı zamanda onun talâkı olduğunu benimsemiştir. Siz de —isabetli olarak— onun
rivayetini aldınız ve görüşünü terkettiniz. Bu konuda da aynı şeyi yapsaydınız
ve: "Rivayet masumdur (hatasızdır), sa-habînin kavli ise masum değildir.
Rivayet ettiği şeye muhalefeti çeşitli şeylerden kaynaklanabilir: Unutabilir,
te'vilde bulunur, kendince daha ağır basan başka bir delile ters düşebilir,
mensuh veya tahsis görmüş olduğuna inanır vb... Bütün bu ihtimaller mümkün iken,
onun rivayetinin terki nasıl caiz olabilir? Bu kesin bilinen bir şeyin, zandan
hatta, meçhulden dolayı terkinden başka bir şey olur mu?" deseydiniz ya!
Ebu Hureyre, köpek yalamasından dolayı kapların yedi defa yıkanması hadisini [894]rivayet
etmiş ve aksine fetva vermişti. Siz ise rivayetini almış ve fetvasını
bırakmıştınız. Şayet şahabının rivayetini alıp fetvasını terkettiğiniz konuları
araştırıp ortaya koyacak olsak çok uzardı.
Hadisin neshi
iddianıza gelince, bunun tutarlı olabilmesi için sonraki tarihli güçlü bir
karşı delilin olması gerekir. O da nerde?!
İbn Abbas'tan
nakledilen, "üç talâktan sonra ric'atta bulunmanın neshi" ile ilgili
İkrime hadisi, sahih olsa bile bunda size bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu
hadiste: "Kişi karısını sayısız kere boşar ve ric'atta bulunurdu. Bu
neshedildi ve üçe hasredildi. Üçüncüde ric'at kesilir." denilmektedir.
Bunda bir ağızdan çıkan üç talâkla ilzam nerede? Sonra nasıl olur da, mensuh hüküm
—kadınların helâlliği ile ilgili en önemli hükümlerden biri olduğu halde— Hz.
Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri boyunca ve Hz. Ömer devrinin de
ilk yıllarına kadar sürer gider de ümmetin ondan haberi olmaz. Bu olacak bir
şey mi? Sonra Ömer nasıl olur da: "İnsanlar teennî ile davranır oldukları
bir hususta acele etmeye başladılar." diyebilir? Acaba mensuh bir hükümde
herhangi bir şekilde, ümmet için teennî sözkonusu olur mu? Sonra, sahih
hadise; senedinde zayıflığı herkesçe malum olan Ali b. el-Hüseyin b. Vâkıd'in [895]
bulunduğu bu hadisle nasıl karşı çıkılabilir?
Boşayan kimsenin,
"Sen boşsun! Sen boşsun! Sen boşsun!" şeklinde söy-J lemesi ve bundan
maksadının da ilk boşsun sözünün tekidi olduğu şeklindeki te'vilinizi, hadisin
akışı baştan sonra reddetmektedir. Zira sizin hadisi yorumladığınız durum ne
Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatı ile değişir, ne de O'nun ve halifelerinin
devirlerinde farklılık arzeder. Kıyamete kadar da^hep öyle devam eder. Eğer
bir kimse böyle bir ifadede tekit kasdında bulunmuşsa onun salih ya da fâcir;
doğru ya da yalancı olduğu şeklinde bir ayırıma gidilmez. Niyeti ne ise ona
hamledilir. Aynı şekilde hükümde kişinin kasdını kabul etmeyen de mutlak
olarak kabul etmez. İster kişi salih olsun, ister fâcir; fark etmez.
Yİne Hz. Ömer'in:
"İnsanlar, teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye ve
düşkünlük göstermeye başladılar. Keşke onu aleyhlerine geçerli saysak."
sözü, onun şunu bildirmesi demektir: Allah bir genişlik olmak üzere insanlara
lutufta bulunmuş, onlara acıyarak, nfk ve teennîli olarak talâkı zaman içinde
birini diğerinden sonra verilmek üzere meşru kılmış, böylece boşayamn pişman
olmamasını, ilk çırpıda sevgilisinin elinden çıkmamasını, telafisi zor bir şeye
fırsat verilmemesini amaçlamıştır. Onlara mühlet tanımış ve teennîli
davranmalarını istemiştir ki, bu mühlet içerisinde boşayan kimse aklım başına
toplasın, hoşnutsuzluk sebebi ortadan kalksın, ayrılığa sebep olan şiddet, öfke
hali geçsin ve iyilikle tefcrar birbirlerine dönsünler. Fakat onlar Allah'ın bu
irâdesinin aksine, kendilerinden teennî ile davranmaları istenen bu konuda
acelecilik göstermeye ve üç talâk hakkını bir çırpıda kullanmaya başladılar.
Hz. Ömer de, onlara bir ceza olsun diye, kendi üstlendikleri -bu tasarrufları
ile ilzam edilmelerini uygun gördü: Boşayan kimse, karısının, can yoldaşının,
üç talâkı birden vermesi sebebiyle ilk andan itibaren artık kendisine haram
olacağını bilirse, ondan el çekecek ve izin verilen meşru talâka dönecektir. Bu
uygulama Hz. Ömer'in üç talâkla boşamanın yaygınlaşması üzerine tebaasına
uyguladığı bir te'dib ve terbiye tedbiri mahiyetindedir. Nitekim birazdan onun
üç talâkla ilzam etmesinde mazur olduğunu ifade sırasında biraz daha üzerinde
durulacaktır. Hadisin izahı işte budur. Başka türlü de olamaz. Sizin hadisin
lafızları ile asla uyum arzetmeyen, uzak kalan, çelişen hiç de hoş olmayan
tevilleriniz bizim bu izahımız yanında anlamsız kalacaktır.
Hadisin mânası,
"Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.)
zamanında... bir talâk ile olurdu." şeklindedir diyenin sözüne gelince,
bu te'vil şunu demeye varır: "İnsanlar Hz. Peygamber zamanında tek
talâkla boşarlardı. Hz. Ömer zamanında üç talâkla boşar oldular." Eğer
te'vil bu safhaya ulaşacaksa, o te'vil ve ne murad edildiğinin açıklanması
değil, bilmece haline koyma ve konuyu saptırma (tahrif) olur. Bu te'vil doğru
olamaz. Çünkü insanlar öteden beri hem bir, hem de üç talâkla boşu-yorlardı.
Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karılarını üç talâkla boşayan adamlar vardı:
Kiminin bu üç talâkını bire çevirmiştir. Nitekim İkrime'nin İbn Ab-bas'tan rivayetinde
böyledir. Kimini tepki ile karşılamış kızmış ve bunu Allah'ın kitabı ile
oynanması şeklinde telakki etmiştir. Fakat onlara ne şekilde hüküm verdiğini
bilmiyoruz. Bunlardan birisini, zaten Hânın gerektirdiği ha-ramlığı tekid
ettiğinden dolayı sükûtla (ikrar) karşılamıştır. Kimisini de, üç talâkın
sonuncusunu verdiği için, onunla ilzam etmiştir. Bu durumda kalkıp da:
"İnsanlar ta Hz. Ömer zamanına kadar bir talâkla boşamakta idiler. Sonra
onun devrinde üç talâk boşadılar." demek doğru olmaz. Böyle olsaydı, Hz.
Ömer'in kalkıp da: "İnsanlar teennî ile hareket eder oldukları bir hususta
acele etmeye başladılar. Onu aleyhlerine geçerli kabul etsek." demesi
doğru olmazdı ve bu söz Hz. Peygamber (s.a.) devri ile kendi devri arasındaki
farka hiçbir şekilde uygun düşmezdi. Çünkü üç talâk, bu te'viîinize göre, Hz.
Ömer devri ve sonrasında geçerli olmuştur.
Sonra, hadisin bazı
sahih rivayetlerinde şöyledir: "Kişi, karısını üç talâkla boşadığında,
Hz. Peygamber (s.a.) döneminde onu bir talâk sayarlardı. "[896]
Bir rivayette de
şöyledir: "Kişi, zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında, Hz.
Peygamber ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında, onu
bir talâk sayarlardı. Bunu bilmiyor musun?" diye sormuş, İbn Abbas da:
"Evet! Kişi zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında Hz. Peygamber
(s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile, Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında onu
bir talâk sayarlardı, insanların üç talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce
—Hz. Ömer'i kasdediyor—: 'Onu aleyhlerine geçerli sayınız!' dedi." demiştir.[897]
İşte hadisin lafzı. Hem de en sahih bir isnadla. Bu hadisin zikrettiğiniz
te'vile asla tahammülü yoktur. Ne var ki bütün bu te'viller, delilleri mezhebe
tâbi kılanların çabalarıdır. Önce inanmış, sonra inancına deliller aramıştır.
Mezhebi delillere tâbi kılan ve istidlalde bulunan, sonra da deliller
doğrultusunda inanan kimseler bu tür işleri yapamazlar.
"Hadiste üçü bir
sayanın ne bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, ne onun meseleden haberi
bulunduğuna, ne de ikrarda (onay) bulunduğuna dair bir sarahat yoktur."
diyenlerin sözüne cevaba gelince; fesübhanallah! Allah'ın dinini ve şeriatını
değiştirmeye, kadını kendisine haram olana helâl, helâl olana da haram kılmaya
varan böylesi gayr-ı meşru bir (üç talâkı bir) sayma işinin Hz. Peygamber
(s.a.) ve insanların en hayırlı nesli ashab devri boyunca devam edip gitmesi,
ashabın onu yapması fakat Hz. Peygamber'e (s.a.) onu bildirmemeleri, üzerine
vahiy inip dururken O'mın da olanlardan habersiz kalması ve onların gayr-ı
meşru hallerine ses çıkarmaması büyük bir bühtan değil midir? Haydi farzedelim
ki, RasûluÜah (s.a.) bilmiyordu. As-hab da onu biliyorlar, Allah'ın dinini,
şeriatını değiştiriyorlardı. Allah bunu bilip dururken Rasûlü'ne vahiyle durumu
bildirmiyor ve sonunda Hz. Peygamber (s.a.) bu minval üzere vefat ediyor ve bu
büyük sapıklık, sizce bu apaçık hata bütün Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti boyunca
devam ediyor ve Sıddîk ölünceye kadar amel ediliyor, değiştirilmiyor. Bu
katmerli hata ve sapıklık bir süre Hz. Ömer devrinde de devam ediyor, sonra o
kendi re'yi ile insanları doğru olanla ilzam etme neticesine ulaşıyor. Ashabın,
Hz. Peygamber ve halifeleri devrindeki uygulamayı bilmeme hususunda bundan
daha kötü bir şey olabilir mi? Allah'a yemin ederim ki, üç talâkın bir
sayılması kesin bir hata olsa, bu sizin irtikâb ettiğiniz hata, işlediğiniz
te'vil cinayeti karşısında çok daha hafif kalırdı. Eğer konuyu olduğu gibi
bırakmış olsaydınız; kendi başına, şu getirdiğiniz delil ve verdiğiniz
cevaplardan daha güçlü ayakta dururdu.
Bu konuda hesaplaşma;
ne mutaassıb bir mukallidin, ne cumhurdan korkan, ne de, doğru kendi tarafında
olduğu halde bile yalnız kalmaktan ürken birinin huzurunda olmaz. Bu konuda
hakem kılınacak ve huzurunda hesap-laşılacak kimse ancak ve ancak ilimde yüksek
payeye erişen, yed-i tula sahibi, şüphe ile delil arasını ayıran, hükümleri
bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) aydınlık penceresinden alan, mertebeleri bilen
ve oradaki görevlerini yerine getiren, kalbi, şeriatın sırlarına ve yüce
hikmetlerine açılmış, şer'î hükümlerin içerdiği açık-gizli mashahatlara vâkıf
olmuş, bu gibi zor meselelerin ta derinliklerine dalmış ve her iki tarafın da
delillerine hakkıyla vâkıf olmuş kimse olacaktır. Kendisinden yegâne yardım
istenen Allah'tır ve ancak O'na güvenilir.
"Hadisler ihtilâf
ettiğinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının üzerinde bulundukları şeylere
iltifat ederiz." sözünüze gelince; evet, vallahi, haydin İslâm'ın bu
öncülerine, bu iman cemaatine hep birden sarılalım. Şair şöyle diyor:
"Bana onlardan
sonra, yerlerini dolduracak kimseler arama Çünkü, kalbim onlardan başkalarıyla
razı olur sanma."
Ancak bizi bir şeye
davet edip de ondan ilk kaçan ve muhalefet eden kimselerin siz olması asla
yakışık almaz.
Hz. Peygamber (s.a.)
geride yüz bin sahabî bırakarak vefat etmişti. Bunların hepsi de onu görmüş,
ondan işitmişlerdi. Bunların hepsinden veya onda birinden veya onda birin onda
birinden, hatta onda birinin onda birinin onda birinden, bir ağızdan verilen
üç talâkın bağlayıcılığı görüşünde oldukları sahih olarak bilinseydi ya! Siz
bütün çabalarınızı ortaya koysanız, bu konuda ashabın ihtilaflı olmalarına
rağmen, onlardan iddianızı benimseyen yirmi kişi bulamazsınız. İbn Abbas'tan
iki görüş de sahih olarak nakledilmiştir. İbn Mes'ûd'un üç talâkın
bağlayıcılığım benimsediği gibi tevakkuf edip, kesin bir karar belirtmediği de
rivayet edilmiştir. Eğer biz, kendi devirlerinde üç talâkın bir sayıldığını
benimseyen sahabelerin çokluğuyla övünüp, onları saymak isteseydik, onların
kendilerinden bunun aksi rivayet edilen kimselerin kaç katına ulaştıkları
görülürdü. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarına kadar yaşamış ve öimüş her sahabî
bizim görüşümüz üzeredir. Ashabın öncüsü, en hayırlısı ve üstünü (Ebu Bekir),
devrinde yaşayan diğer sahabîlerle birlikte iddiamızı is-bat için yeterlidirler.
Hatta biz istesek şöyle de diyebiliriz ve doğru da olurdu: Üç talâkın bir
sayılması eski bir icmâ* idi. Sıddık devrinde iki kişinin bile ihtilâfı yoktu.
Ancak icmâ edenlerin asrı henüz son bulmamıştı ki, ortaya ihtilâf çıktı. İlk
icmâ henüz yerleşemeden sahabe iki görüşe ayrıldı ve ihtilâf ümmet arasında
zamanımıza kadar sürüp geldi. Sonra biz şunu söylüyoruz: Hz. Ömer, kendinden
önce geçenlerin icmâ'ma muhalefet etmedi. Aksine, onun haram olduğunu bile bile
yaptıkları ve düşkünlük gösterdikleri için üç talâkın bağlayıcılığını onlara
bir ceza olarak uygun gördü. Kuşkusuz devlet başkanının, insanların bir konuda
Allah'ın ruhsatını ve kolaylaştırmasını kabul etmeyip, şiddet ve zorluğu tercih
etmeleri durumunda, kendi üstlerine yüklendikleri aleyhte tasarruflarını
onlara bağlayıcı sayma yetkisi bulunmaktadır. Bu böyle olunca, mü'minlerin
emîri Hz. Ömer gibi ümmet üzerinde son derece titreyen, onların ahlakî
seviyelerini yükseltmeye çalışan bir halife için, böyle bir cezaî tedbire
başvurmak çok yerinde olacaktır. Cezalar zaman ve şahısların değişikliği ile,
üzerine ceza tertip edilecek fiilin haramlığmın bilinip bilinmemesi imkânına
göre farklılık arzederler. Hz. Ömer, onlara "Bu Allah'ın
Rasûlündedir." dememiştir. O sadece bu kararda ümipeti, üç talâkı birden
verme davranışına koşuşmaktan alıkoyacağına inandığı bir maslahat görmüştür, bu
yüzden de "Keşke onu aleyhlerine yürürlüğe koysak" başka bir
rivayette: "Onu aleyhlerine onaylayın, geçerli kabul edin!" demiştir.
Görülmez mi ki, bu, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen bir haber değildir, sadece
Hz. Ömer'in maslahat gereği ulaştığı bir görüştür. Hz. Ömer (r.a.) şunu
görmüştür: Teenni ile hareket ve ruhsat (mühlet), Allah tarafından boşayana
tanınmış bir nimettir. Ona merhametin bir neticesidir, bir lutuftur. Buna rağmen
o, bu nimeti tekmelemiş, Allah'ın ruhsatını ve kendisi için kıldığı teen-nîli
hareket tarzını kabul etmemiştir. Bunu müşahede eden Hz. Ömer kişi ile bu
nimetler arasına geçmek, kendi ihtiyarıyla üstlendiği şiddet ve aceleci tavrıyla
kendisini ilzam etmek suretiyle onu cezalandırmak istemiştir. Bu şer'î kaidelere
uygundur. Hatta Allah'ın yaratış hikmetine bile hem ölçü, hem de teşrî'
bakımından muvafıktır. Zira Yüce Allah, insanlar hadlerini aşıp da sınır
tanımadıklarında, sınırı muhafaza edenler için koyduğu çıkış yollarını, onlara
daraltmaktadır. Nitekim, karısını üç talâkla boşayan kimseye "Eğer sen
Allah'tan sakınsaydm, o sana mutlaka bir çıkış yolu kılardı." diye cevap
veren sahabî, aynı espriye işaret etmiş olmaktadır. Nitekim İbn Mes'ûd ve İbn
Abbas böyle söylemişlerdir. Mü'minlerin emîri ve beraberindeki sahabî-lerin
bakış açısı da budur. Yoksa hâşâ o, Allah'ın hükmünün değiştirilmesine rıza
göstermiş ve helâli harama çevirmiş değildir. İşte nasslarla, Hz. Ömer ve
beraberindeki sahabîlerin yaptıkları arasını en güzel bulma yolu budur. Siz
ise, ancak bu iki taraftan birisini iîgâ etmek suretiyle işin içinden çıkmak
istiyorsunuz.
Buraya kadar
arzettiklerimiz bu zor ve son derece karışık konu ile ilgili her iki grubun da
ulaşabildikleri son noktalardır. Tevfik Allah'tandır[898]
Sünen sahipleri
rivayet ederler: Nevfeloğulları'nın azadhsı Ebu'l-Hasan, İbn Abbas'tan şu
konuda fetva talebinde bulunur: Bir köle var; nikâhı altında bulunan köle
hanımını boşuyor. Bundan sonra her ikisi de âzad ediliyorlar. Acaba koca,
boşadığı karısına talip olabilir mi? (Yoksa şer'î tahlil (hülle) mi gerekir)?
İbn Abbas: "Evet
(talip olabilir); Hz. Peygamber (s.a.), bu şekilde hükümde bulundu." diye
cevap verdi.[899]
Başka bir rivayette
İbn Abbas: "Sana geriye bir talâk kalmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) böylece
hükmetti." demiştir.
İmam Ahmed,
Abdürrezzâk'tan nakletmiştir: İbnü'l-Mübârek, Ma'mer'e: "Bu EbuM-Hasan da
kim? Gerçekten çok büyük bir kaya yüklenmiştir!" dedi. Münzirî: Bu
Ebu'I-Hasan, hayır ve iyi haliyle anılmış bir kimsedir. Ebu Zür'a er-Râzî ve
Ebu Hatim er-Râzî, onun sika olduğunu söylemiştir. Şu kadar var ki, ondan
rivayet eden Ömer b. Muattib'tir. Ali b. el-Medînî onun hakkında: "Onun
hadisleri münkerdir.", Nesâî de: "O sağlam değildir." demiştir.
Zevce nikâhı altında
iken, köle koca âzad edilirse, üç talâkın üçüne de sahip olur. Eğer iki talâkla
boşamış iken âzad edilirse, bu durumda fukahâ-nın dört görüşü bulunmaktadır:
1— Boşanmış
kadın hür olsun köle olsun, yeni bir koca ile evlenmedik-çe artık kendisine
helâl olmaz. Bu İmam Şâfi'î'nin ve iki rivayetten birinde İmam AhmedMn
görüşüdür. Bu görüş, talâkta itibarın kocaya olduğu esasına dayanır. Kölenin
ancak iki talâk hakkı vardır. İsterse karısı hür olsun.
2— Başka bir
koca ile evlenme şartı aranmaksızın, üzerine yeni bir akit akdetme yetkisine
sahiptir. Nitekim bu Ömer b. Muattib hadisi, buna delâlet etmektedir. Bu görüş
de, iki rivayetten diğerinde İmam Ahmed'e aittir. Aynı zamanda İbn Abbas'ın
görüşüdür. Şâfiîlerin imamlarına-nisbet ettikleri iki vecihten biri de bu
doğrultudadır. Bu görüşte fıkhî bir incelik vardır: Zira boşadığı karısı,
kölelikten kaynaklanan noksanlığından dolayı iki talakla haram olmuştu. Kadın
henüz iddet içindeyken, koca âzad edilince noksanlık ortadan kalkmış ve üç
talâk mâlikiyetin sebebi vücuda gelmiş oldu. Nikâhın hükümleri de henüz baki
olduğundan, onun üzerinde üçüncü talâk hakkına da sahip olmuş olur. Böylece
ric'at hakkı doğar. Eğer iddetin bitiminden sonra âzad edilmişse, kadın
kendisinden ayrı düşmüş olur. Fakat ikinci bir koca ile evlenme ve zifaf şartı
aranmaksızın (yeni bir nikâhla ve tek talâk hakkı ile) kendisine helal olur. Bu
görüş kıyasa uzak değildir.
3— İddeti içerisinde rücû hakkı vardır. İddet
bittikten sonra da ikinci bir evlilik ve zifaf olmaksızın tekrar
evlenebilirler. Bütün Zâhirî'lerin görüşü böyledir. Çünkü onlara göre talâk
konusunda hür ve köle eşittir.
Süfyan b. Uyeyne; Amr
b. Dînâr—İbn Abbas'ın âzadlısı Ebu Ma'bed— İbn Abbas senediyle rivayet eder:
îbn Abbas'ın bir kölesi, karısını iki talâk boşamıştı. İbn Abbas ona rücû
etmesini emrettiyse de o yanaşmadı. İbn Abbas: "Haydi, o senindir!
Mülkiyet yoluyla.onu helâl kıl." dedi.
4— Eğer karısı
hür ise, köle kocanın üç talâk hakkı vardır. Eğer cariye ise iki talâk hakkı
olduğundan ikinci bir evlilik ve zifaf olmadıkça artık kendisine helâl olmaz.
Bu da Ebu Hanife'nin görüşüdür.
Bu konu selef ve halef
ulemasının dört görüş olmak Üzere ihtilâf ettikleri bir yerdir:
Birinci görüş: Köle ve
hürün talâkı eşittir. Bütün zahirîler bu görüştedir.
Bunu onlardan tbn Hazm
nakletmiştir. Bunlar, talâk konusunda vârid olan nassların umumî oluşu, mutlak
bulunuşu ve hür-köle arasında bir ayırıma yer vermeyişi, böyle bir ayırım
hakkında icmâ bulunmayışı gibi hususlarla görüşlerini üelillendirmeye
çalışmışlardır. îbn Abbas'ın, bir kölesine cariye olan karısını iki talâkla
boşamasına rağmen ona ric'atte bulunmasını emrettiği sahih olarak
bilinmektedir. îbn Abbas'tan yapılan bu nakil hakkında incelemede bulunmak
gerekir. Çünkü Abdürrezzâk, îbn Cüreyc —Amr b. Dînâr— Ebu Ma'bed senediyle
şöyle rivayet ediyor: îbn Abbas'a ait bir köle ve yine ibn Abbas'a ait bir
cariye vardı. Bunlar evliydiler. Köle, cariye hanımını boşadı ve bâin kıldı.
îbn Abbas ona: "Senin talak hakkın yok. Ona rücû et!" dedi. [900]
Abdürrezzâk,
Ma'mer—Simâk b. el-Fadl senediyle rivayet eder: Köle îbn Ömer'e sordu; o
"Başını vursalar da, ona rücû etme." dedi.[901]
Bu fetvanın dayanağı
şudur: Kölenin talâkı, nikâhta olduğu gibi, efendinin elindedir. Nitekim
Abdurrahman b. Mehdî, Sevrî—Abdülkerim el-Cezerî—Atâ senediyle îbn Abbas'ın:
"Kölenin ne talâkı, ne de ayrılığı bir şey değildir." dediğini
rivayet eder.
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr senediyle nakleder: Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdillah'ı
cariye ve köle hakkında: "Efendileri aralarını birleştirir ve
ayırır." derken işitir.[902] Bu,
Ebu'ş-Şa'sâ'nm kavlidir. Şâbî şöyle demiştir: "Medine uleması, efendiden
izin almadan kölenin boşayamayacağı görüşündedirler." İbn Abbas'ın
yaklaşımı işte budur. Yoksa, 'Nikâhı altında cariye bulunduğunda kölenin
talâkı üçtür.' şeklinde bir görüşe sahip değildir. Bu görüşte olan hiçbir
sahabînin varlığını bilmiyoruz.
İkinci görüş: Eşlerden
hangisi köle olursa olsun, talâk onun köleliği sebebiyle ikidir. Nitekim
Hammâd b. Seleme, Abdullah b. Ömer—Nâfi' senediyle İbn Ömer'in: "Hür,
cariyeyi iki talâkta boşar. (Boşanan cariye) iki hayız müddeti iddet bekler.
Köle, hür kadını iki talâkla boşar. (Boşanan hür kadın) üç hayız süresi iddet
bekler." dediğini rivayet eder. Osman el-Bettî bu görüştedir.
Üçüncü görüş: Talâkta
itibar kocalaradır. Dolayısıyla hür koca, üç talâka mâliktir, isterse karısı
cariye olsun. Köle koca da iki talâka sahiptir, isterse karısı hür olsun. Bu görüş
de İmam Şafiî, Mâlik ve ifadelerinden anlaşıldığına göre îmam Ahmed'e aittir.
Ashaptan Zeyd b. Sabit, Âişe ve Ümmü Seleme validelerimiz, Osman b. Affan,
Abdullah b. Abbas da bu görüştedirler. Ayrıca el-Kasım, Salim, Ebu Seleme, Ömer
b. Abdülaziz, Yahya b. Saîd, Re-bîa, Ebu'z-Zinâd, Süleyman b. Yesâr, Amr b.
Şuayb, İbnü'l-Müseyyeb, Atâ gibi simalar da hep bu görüşü benimsemişlerdir.
Dördüncü görüş:
Talâkta itibar, iddette olduğu gibi, kadınlaradır. Nitekim Şu'be, Eş'as b.
Sevvâr—Şa'bî—Mesrük silsilesiyle İbn Mes'ûd'un: "Sünnet; talâk ve iddette
kadınlara itibar şeklindedir." dediğini rivayet eder.
Abdürrezzâk, Muhammed
b. Yahya ve başkaları—İsa—Şa'bî senediyle on iki sahabîden: "Talâk ve
iddette itibar kadınlaradır." dediklerini rivayet etmiştir.[903] Hadisin
lafzı bu. Bu, Hasan, İbn Şîrîn, Katâde, İbrahim, Şa'bî, İkrime, Mücâhid, Sevrî,
Hasan b. Hayy, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşleridir.
"Bu konuda Allah
Rasûlü'nün (s.a.) hükmü nedir?" denilirse, bunun cevabını Ebu Davud
vermiştir: Muhammed b. Mes'ûd—Ebu Âsim— İbn Cüreyc—Mezahir b. Eşlem—Kasım b.
Muhammed—Âişe senediyle Hz. Pey-gamber'den nakledilir: "Cariyenin
boşanması iki talâkladır. İddeti de İki ha-yızdır."[904]
Zekeriyya b. Yahya
es-Sâcî ise, Muhammed b. İsmail b. Semüre el-Ahmesî—Ömer b. Şebîb el-Müslî—Abdullah
b. İsâ—Atıyye— İbn Ömer silsilesiyle Hz. Peygamber'in: (s.a.) "Cariyenin
talâkı ikidir. İddeti de iki ha-yizdır." buyurduğunu rivayet eder.[905]
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc—yazı ile Abdullah b. Ziyad b. Seman— Abdullah b. Abdurrahman
el-Ensârî—Nâfi'—Ümmü Seleme validemiz senediyle rivayet eder: Validemizin bir
kölesi, hür karısını iki talâkla boşar ve Ümmü Seleme Hz. Peygamber'den (s.a.)
fetva ister. Peygamberimiz: "Başka bir koca ile evlenmedikçe artık ona
haram olmuştur." buyurur.[906]
Daha önce Ömer b.
Muattib—Ebu Hasan—İbn Abbas senediyle rivayet edilen hadis geçmişti.
Sağlamıyla, çürüğü ile rivayet edilen bu dört hadisten başka Hz. Peygamber'den
mevcut başka bir nakil bilinmemektedir.
Birinci hadisi ele
alalım: Ebu Davud: "O meçhul bir râvinin hadisidir." der. Tirmizî:
"Garib bir hadîstir. Sadece Mezahir b. Eşlem yoluyla biliyoruz. Mezahir
ilim dünyasında sadece bir hadisle ismi duyulan bir kimsedir." der.
Ebu'l-Kâsim b. Asâkir el-Etrâfmda bu hadisi zikrettikten sonra şöyle der:
"Üsame b. Zeyd b. Eşlem babasından rivayet eder: Babasının yanında
oturuyorken, Emir'in habercisi gelir ve kendisinin Kasım b. Muhammed'le Salim
b. Abdullah'a bunu sorduğunu ve onların: Bu (mu?). Gerçekten bu ne Allah'ın
kitabında, ne de Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinde vardır. Ancak Öteden beri
müslümanlar onunla amel etmişlerdir, dediklerini haber verir." Hafız (İbn
Hacer) şöyle der: "Bu, merfû hadisin mahfuz olmadığına delâlet eder."
Ebu Âsim en-NebîI: "Mezahir b. Eşlem zayıftır."; Yahya b. Maîn;
"Onun bir değeri yok, üstelik tanınmıyor."; Ebu Hatim er-Râzî;
"Hadisi münkerdir." demişlerdir. Beyhakî ise: "Eğer sabit
olsaydı biz de onunla amel ederdik. Ne var ki biz, adaletini bilmediğimiz bir
kimsenin rivayet ettiği hadisi sabit göremeyiz." der.
İkinci hadis: Bunda da
Ömer b. Şebîb el-Müslî var ve o zayıftır. Yine zayıf olan Atıyye bulunmaktadır.
Üçüncü hadis: Bunda da
yalancı (kezzab) olan İbn Sem'an vardır. Abdullah b. Adurrahman ise meçhuldür.
Dördüncü hadis: Bunda
da Ömer b. Muattib vardır. Onun hakkında söz geçti.
Konuyla ilgili olarak
geriye sahabeden gelen haberlerle kıyas kaldı. Ashabdan gelen haberlere (âsâr)
baktığımızda, daha önce de geçtiği gibi onları çelişkili bir halde görüyoruz.
Bunların bir kısmı, diğerlerinden üstün değildir. Son olarak geriye kıyas kalıyor.
Burda da iki taraf çekişiyor: Boşa-yan taraf, boşanan taraf. Boşayan tarafına
itibar eden: "Talâka mâlik olan odur ve yetki onun elindedir. Dolayısıyla
köle olması durumunda yarıya bölünür. Nitekim köleliği sebebiyle
nikahlayabileceği kadınların sayısı, nisabın yarısına inmektedir."
diyorlar. Boşanan tarafı gözönünde bulunduranlar ise: *'Talâk kadının üzerinde
gerçekleşiyor ve ona iddet, haramhk ve bunlara tâbi diğer hükümler gerekiyor.
Dolayısıyla kadının köle olması durumunda id-dete olduğu gibi talâk da yarıya
bölünür." diyorlar. Kimi iddette olduğu gibi kadının köle olmasıyla yarıya
indiriyor, kimi de eşlerden hangisi olursa olsun, birinin köle olmasıyla,
yarıya indiriyor. Sanki bunlar her ikisini de gözönünde bulunduruyor ve her iki
benzerliği devreye sokuyorlar. Kimisi de tamamlıyor ve üç talâk hakkı veriyor.
Bu sonuncular bu konuda sabit nass yoktur. Sahabeden nakledilenler ise
çelişkilidir. Kıyas da öyle diyorlar ve bunlardan hiç birisine iltifat
etmeyerek "ric'î talâkın iki defa" olduğunu ifade eden nass-lann
mutlak oluşuna sarılıyorlar. Öyle ya Allah bu nasslarda hür, köle; hür kadın,
cariye diye bir ayırıma gitmemiştir. "Rabbin unutkan değildir." Hem
sonra, ric'î talâkın iki kılınmasını gerektiren hikmet hür için de köle için de
aynıdır. Nitekim İmam Mâlik: "Kölenin hür gibi dört kadın nikahlama hakkı
vardır. Çünkü onun buna ihtiyacı hürün ihtiyacı gibidir." demiştir. İmam
Şafiî ve Ahmed: "îlâ'da kölenin müddeti, hürün müddeti gibidir. Çünkü her
iki durumda da zevcenin göreceği zarar aynıdır." demişlerdir. Ebu Hanife:
"Kölenin talâkı ile hürün talâkı, zevcelerinin hür olmaları durumunda
eşit-tir. Talâkla ilgili nassların mutlaklığı, ve onların hürü de, köleyi de
kapsamaları bunu gerektirir." demiştir.
Ahmed b. Hanbel,
—diğer âlimlerle birlikte—: "Bütün keffaretlerde kölenin orucu ile hürün
orucu aynıdır. Hırsızlık ve içki cezalarında köle ile hürün durumu
aynıdır." demiştir.
Bunlar devamla şöyle
derler: (yukarıdaki nakledilen) bu haberler veya bir kısmı sabit olsaydı,
onlara koşmakta bizi asla geçemezdiniz ve onlar üzerinde bize galebe
edemezdiniz. Eğer ashabtan gelen haberler çelişkili olmasa, ittifak halinde
olsaydı asla onları bırakıp da başka deliller aramazdık. Çünkü hak, onlann
üzerinde olduklan şeydedir, ötesinde değil. Tevfik Allah'tandır. [907]
Yüce Allah: "Ey
iman edenier! Mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları boşadığınız
zaman..."[908] ve
yine: "Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri
vakit, ya onları iyilikle tutun, yahut iyilikle bırakın."[909]
buyurmakta ve talâkı nikâh edene has kılmaktadır. Çünkü tutma hakkı —ki o
ric'attir— ona aittir.
İbn Mâce, Sünen'lnde
îbn Abbas'tan şunu rivayet eder: "Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bir adam gelir
ve: "Ya RasûlalL.h; efendim beni cariyesi ile evlendirdi. Şimdi de
aramızı ayırmak istiyor." dedi. Hz. Peygamber hemen minbere çıktı ve:
"Ey İnsanlar! Ne oluyor ki, .sizden biriniz cariyesini kölesiyle
evlendiriyor, sonra da aralarını ayırmak istiyor. Biliniz ki talâk, bacağı tutana
aittir." buyurdu.[910]
Abdürrezzâk, İbn
Cüreyc—Atâ senediyle İbn Abbas'tan nakleder: O şöyle derdi: "Kölenin
talâkı efendisinin elindedir. Eğer o boşarsa, boşaması caizdir. Eğer aralarını
ayırırsa —her ikisi de onun köleleriyse— bu bir talâk sayılır. Eğer köle
kendisinin, cariye bir başkasının ise, efendi isterse yine boşayabilir.[911]
Sevrî, Abdülkerim
el-Cezerî—Atâ kanalıyla yine İbn Abbas'tan: "Kölenin talâkı, ayrılığı bir
şey değildir." dediğini rivayet eder.
Abdürezzâk, İbn
Cüreyc'den nakleder: Ebu'z-Zübeyr, köle ve cariye hakkında, Nâfi'i şöyle
derken işitmiştir: "Efendileri aralarını birleştirir ve ayırır."[912]
Hz. PeygamberMn (s.a.)
hükmü uyulmaya daha lâyıktır. Önce geçen İbn Abbas hadisini —her ne kadar
isnadı tenkide açıksa da—, Kur'an desteklemektedir. Tatbikat da o
doğrultudadır.
Üçten daha az sayıda
boşanan çiftlerin, kadının yaptığı ikinci evlilikten sonra tekrar birbirlerine
dönmeleri durumunda üç talâkla mı, geriye kalan talâkla mı dönerler?
Îbnü'l-Mübârek; Osman
b. Miksem—Nübeyh b. Vehb—kavminden bir adam—ashabtan bir adam senediyle
nakleder: Hz. Peygamber (s.a.), üçten daha az sayıda boşanan bir kadına, ikinci
evliliğinden sonra kocasının tekrar rücûu durumunda, (üç talâkla değil) geriye
kalan talâk hakkı ile döner şeklinde hükümde bulunmuştur[913]
"Her ne kadar bu
haberin senedinde bir zayıf ile bir meçhul râvi varsa da, büyük sahabîler de o
doğrultuda düşünmektedirler. Nitekim Abdürrez-zâk, Musannef'inde, Mâlik ve İbn
Uyeyne'den, onlar Zührî, İbnü'l-Müseyyeb, Humeyd b. Abdurrahman, Ubeydullah b.
Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd ve Süleyman b. Yesâr'dan nakletmiştir. Bunların
hepsi de: "Ebu Hureyre'den işittim şöyle diyordu." derler. Ebu
Hureyre: Ömer b. el-Hattâb'dan işittim, şöyle diyordu: "Herhangi bir
kadını, kocası bir veya iki talâkla boşar, sonra terkeder, kadın da bir başkası
ile evlenir, ikinci koca ölür veya kadını boşar-sa, bu durumda birinci kocanın
onu nikahlaması halinde, kadın onun yanında geriye kalan talâkı üzere
bulunur." der.[914]
Ali b. Ebî Tâlib, Übey
b. Kâ'b, İmran b. Husayn'dan (r. anhum) da aynısı nakledilmiştir.[915]
İmam Ahmed; "Bu
ileri gelen sahabîlerin görüşüdür." demiştir. îbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn
Abbas (r. anhum) ise, "Üç talâkla döner." emişlerdir.[916] İbn
Abbas: "Yeni bir nikâh, yeni bir talâk." der.
Muhaddisler birinci
görüşü benimsemişlerdir: İçlerinde İmam Ahmed, âfn, Mâlik de vardır. Ebu Hanife
de ikinci görüşü benimsemiştir. Tabiî bu, ikinci kocanın zifafı durumundadır.
Eğer zifafa girmemişse, hepsine göre de, eskiden kalan talâk sayısı ile döner.
en-Nehaî: "Bu konuda ihtilâf bulunduğunu işitmedim. Eğer meseleyle ilgili
hadis sabit olsaydı, ihtilâfı kesmiş olurdu. Sahabeden gelen haberler uyum
arzetseydi, onlar da ihtilâfın halli için yeterli olurdu." der.
Meselenin fıkhî yönü,
karşılıklı denge halindedir. Çünkü ikinci kocanın zifafı, üç talâkı yıkıp,
kadını birinci kocaya yeni talâkla döndürdüğüne göre, daha az sayıdaki talâkı
evleyiyetle yıkması gerekir. Birinci görüşün sahipleri ise şöyle diyorlar: Üç
talâkla boşanan kadının birinci kocaya helâl olabilmesi için onunla cimâda
bulunması şart olunca, mutlaka onun yıkılması ve yeni talâkla iadesi kaçınılmaz
olmaktadır. Üçten daha az sayıda boşanmış kadının durumunda ise, ikincinin
cimâı, izale edeceği bir haramlıkla karşılaşmamaktadır. Birinciye helâl
olabilmesi için zaten cima şart da değildir. Birinci koca ve kadım ona helâl
kılma açısından ikincinin zifafının varlığı ile yokluğu aynıdır. Dolayısıyla
zifaf olmama durumunda olduğu gibi, kalan talâk üzere geri döner. Çünkü onun ne
nikâhının ne de cima'ının bir etkisi yoktur. Biri-nicinin talâkı ikincinin
cimâıyla bir etki görmeyecek şekilde ilişkilidir. [917]
Üç talâkla boşanmış
kadının, birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, ikinci kocanın onunla
zifafa girmiş olması hakkındaki hükmü:
Sahihayn'da sabittir.
Hz. Âişe validemiz anlatır: Rifâa el-Kurazî'nin hanımı Hz. Peygamber'e gelir
ve: "Ya Rasülallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı ve ben ondan sonra
Abdurrahman b. Zebîr ile evlendim. Ama gerçek şu ki, onunki elbisenin saçağı
gibi bir şey." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Galiba sen
Rifâa'ya geri dönmek istiyorsun. Hayır. Sen onun balçığım, o da senin balçığını
tatmadıkça (dönemezsin)." buyurmuştur.[918]
Sünen-i NesâVdt Hz.
Âişe'nin rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.): "Balçık, cimadır; isterse
inzal (boşalma) olmasın." buyurmuştur.[919]
Yine Nesâî'de İbn
Ömer'den nakledilir: Hz. Peygamber'e (s.a.) sordular: "Adam karısını üç
talâkla boşar, öbürü onunla evlenir. Kapıyı sürgüler, perdeleri indirir, sonra
cimada bulunmadan onu boşar. (Bu kadın birinciye helâl olur mu)?" Hz.
Peygamber: "Diğeri onunla cima etmedikçe birinciye helâl olmaz."
buyurdu.[920]
Bu hadisler şu
hükümleri içerir:
1— Kadının,
kocası aleyhine söylediği cimaa kadir olmadığı şeklindeki beyanı kabul edilmez.
2— Üç
talâkla boşanmış kadının birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, sadece
akdin yeterli olacağını ileri sürenlerin aksine, ikinci kocanın mutlaka cimada
bulunması da şarttır. Akitle yetinme görüşü, kesin sünnetle mer-duttur.
3— İnzal şartı yoktur. Balçığından tatmaktan
ibaret olan sadece cima yeterlidir.
4— Hz.
Peygamber (s.a.) helâllik için, ne mücerred istek halinde kalan nikâh akdini ne
de onun peşinde gelen onunla başbaşa kalma, kapıların sürgülenmesi, perdelerin
indirilmesi durumlarını yeterli görmemiş, mutlaka çımanın bulunmasını şart
koşmuştur. Bundan şu çıkar: Hülle nikâhı yani zevç ve zevcenin sureta nikâh
yapmak ve böylece kadının birinci kocasına helâlliğini sağlamaktan başka bir
amaçları bulunmayan mücerred akit, helâllik için evleviyetle yeterli olmaz.
Çünkü devamı maksut olan rağbet akdi yeterli görülmeyip, cinsel ilişkinin
bulunması şart koşulunca, kadını tutma konusunda hiç arzusu bulunmayan, sadece
birinciye helâl kılması için yapılan "ödünç teke" akdi nasıl yeterli
olabilir? Zira o, öşürcülerin damızlık için çekilen ödünç eşeği gibi, tamamen
iğreti bir kocadır.
Kocasının, kendisini
boşadığına bir şahidi bulunan kadın hakkında, kocasının da inkârı durumunda
hükmü:
İbn Vaddah; İbn Ebî
Meryem—Amr b. Ebı Seleme—Züheyr b. Muhammed—îbn Cüreyc—Amr b.
Şuayb—babası—dedesi senediyle Hz. Pey-gamber'den (s.a.) şunu rivayet eder:
"Kadın kocasının kendisini boşadığmı iddia eder ve âdil bir şahid de
getirirse, kocaya yemin verdirilir. Eğer (boşa-madığına) yemin ederse şahidin
şehadeti anlamsız olur. Eğer yemine yanaşmazsa, onun bu hali (nükûl) diğer
şahit yerine geçer ve talâkı caiz otur."[921]
Bu hüküm aşağıdaki
durumları içerir:
1— Talâk
konusunda ne bir şahidin şahitliğiyle, ne de bir şahitle birlikte kadının yeminiyle
iktifa edilmez. İmam Ahmed: "Bir şahid ve yeminle yetinmek sadece mal
davalarına hastır. Had (ceza), nikâh, talâk, azad etme, hırsızlık, öldürme
gibi hususlarda bir şahid ve yeminle hüküm verilmez." der. Bir başka
rivayette İmam şöyle demiştir: "Köle, efendisinin kendisini âzad ettiğini
iddia etse ve bir şahit getirse, şahid yanında yemin de etse hür olur."
Hirakî'nin tercihi de budur. Yine İmam: "Bir köleye sahip olan iki
ortaktan her biri, diğerinin kendi payını âzad ettiğine dair iddiada bulunsa,
her ikisi de varlıklı olmasalar, fakat âdil olsalar, köle için onlardan her
biri ile birlikte yemin etme ve böylece hür olma durumu vardır. Biri ile
birlikte yemin ederse, yansı hür olur." der. Fakat îmam'dan Talâkın bir
şahid ve yeminle sabit olacağına dair herhangi bir beyanda bulunduğu
bilinmemektedir.
Bu Amr b. Şuayb hadisi
talâkın, bir şahit ve kocanın yeminden kaçınması ile sabit olacağına delâlet
etmektedir. İnşaallah doğrusu da budur. Çünkü Amr b. Şuayb—babası—dedesi
senediyle gelen hadisle ihticacta bulunmayan, bazı konularda muhalefet etse
bile onun üzerine hüküm bina etmeyen bir imamın varlığı bilinmemektedir. İbn
Cüreyc'den rivayet eden Züheyr b. Muhammed sikadır. Sahihayrf'da rivayetlerine
yer verilmiştir. Amr b. Seleme, Ebu Hafs el-Tenîsî'dir. Yine aynı şekilde
Sahihayn râvilerindendir. Amr b. Şuayb hadisini delil olarak kullanan
bilmelidir ki, bu onun en sahih hadislerinden biridir.
2— Kadının
iki şahidi (beyyine) bulunmadığı takdirde talâk davasında kocaya yemin
verdirilir. Ancak yemin, dava konusunun bir şahidle kuvvet kazanması durumunda
verdirilir.
3— Talâk
davalarında bir şahid ve davalının yeminden kaçınmasına istinaden hüküm
verilebilir. İmam Ahmed, iki rivayetten birinde, şahid olmasa bile, sırf
kocanın nükulü (yeminden kaçınması) ile talâkın vukuuna hükmeder: Kadın,
kocasına karşı talâk davasında bulunsa, iki rivayetten birinde, kocaya yemin
verdirir. O yeminden kaçınırsa, aleyhine hükmedilir. Kadın bir şahit getirir
ve koca da, kadının davasının asılsızlığına dair yemin etmezse, bu takdirde
nükûl ile aleyhine hükümde bulunmak daha güçlüdür.
Hadisin zahiri: Kadın
bir şahit ikâme etmedikçe, nükûl ile koca aleyhine hükümde bulunulamayacağı
şeklindedir. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayette de öyledir. Nitekim şahitsiz
sırf davada bulunması ve kocanın yeminden nü-kûlü ile hükme gidilmez. Kocanın
nükûlü ile hüküm verileceği görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Nükûl, ya
ikrardır ya da beyyinedir. Her ikisi ile de hüküm verilebilir. Ancak bu tez,
kısas davasındaki nükûl ile bozulur. Buna şöyle ap verilir: Nükûl bedel ile
mubah olabilen —ki bunlar mâlî davalardır— hususlarda ihtiyacı karşılayan bir
bedeldir. Mali davalara ait haklar; nikâh ve ilgili konularına ait hakların
daha altındadır.
4—
"Nükûl" (yeminden kaçınma), beyyine (şahit vb.) makammdadır. Kadın
bir şahit getirince —ki bu beyyinenin yansıdır— nükûl de diğer yansının yerine
geçmiş, böylece beyyine tamamlanmış oldu.
Biz bu konudaki
mezhepleri (görüşleri) zikrediyoruz: Ebu'l-Kâsim b. el-Cellâb, Tefsir*inde
şöyle der: "Kadın kocasına karşı talâk davasında bulunursa, sırf dava
etmiş olmasıyla kocaya yemin verdirilmez. Eğer kadın davasına bir şahit
getirirse, şahidi ile birlikte kendisine yemin verdirilmeye gidilmez. Bununla
kocası aleyhine talâk sabit olmaz." Onun söylediği bu durumda, dört imam
arasında bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Devamla ediyor: "Ancak bir
şahidi ikâmesi durumunda kocaya yemin verdirilir: Eğer yemin ederse, kadının
davasından beraet etmiş olur."
Ben derim ki: Bu
konuda fukahamn iki ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet
edilmiştir.
Birincisi: Kadının
davasından ötürü kocaya yemin verdirilir. Bu Şâfiî,| Mâlik ve Ebu Hanife'nin
görüşleridir.
İkincisi: Yemin
verdirilmez şeklindedir.
Eğer.biz "yemin
verdirilmez" dersek bir problem bulunmamaktadır. Eğeri "yemin
verdirilir" dersek ve adam da nükûlde bulunarak yeminden kaçmır-l sa, bu
durumda nükûle dayanılarak karısının boş olduğuna dair hükme gidi-I lebilir mi?
Bu konuda İmam Mâlik'ten iki rivayet vardır: Birincisi: "Bu ha-l dişle
amel edilir ve kadın bir şahit ve nükûlle boş olur." Eşheb'in tercihi del
budur. Aynı zamanda bu görüş son derece güçlüdür. Çünkü şahit ve nükûll farklı
iki cihetten gelen iki sebeptir. Dolayısıyla davacı tarafı bunlarla kuvvet|
kazanır ve lehine hükmedilir. Haber ve kıyasın gereği de budur.
İmam Mâlik'ten gelen
ikinci rivayet ise: "Koca nükûlde bulunduğunda! hapsedilir. Eğer hapis
süresi uzarsa (ve yeminden kaçınmada ısrar ederse) bı-l rakılır."
şeklindedir. İmam Ahmed'den gelen rivayetler; kadının talâk davasında nükûlle
hükmedilebilir mi konusunda ikiye ayrılmıştır. Ona göre, şa-| hid ikâmesinin
bir etkisi yoktur. Kadının talâk davasında bulunması duru-l munda, bu konuda
kocaya yemin verdirilip verdirilemeyeceği konusunda ikil rivayet vardır. Eğer
"yemin verdirilmez" dersek, kadının davasının bir etkisi) olmaz. Eğer
"Yemin verdirilir." dersek ve koca da kaçınırsa, bu durumda aleyhine
talâkla hükmedilebilir mi? İki rivayet vardır. İnşaallah ileri de "Nükûl
ile hüküm verme" bahsinde geleceği gibi ikrar mıdır, bedel midir yoksa|
beyyine yerine mi geçmektedir, orada görülecektir. [922]
Sahihayn'da. Hz.
Âişe'den rivayet edilir: Şöyle anlatır:
Rasülullah'a (s.a.)
kadınlarını muhayyer bırakması emroluflpica benden başladı ve buyurdu ki:
Ben sana bir şey
söyleyeceğim, ama ebeveyninden emir almadan (cevap vermeye) acele
etmeyebilirsin."
Rasûlullah (s.a.)
annemle babamın O'ndan ayrılmamı emretmeyeceklerini pekâlâ biliyordu. Sonra şu
âyeti okudu:
"Ey Peygamber!
Eşlerine söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve onun zî-netini istiyorsanız, gelin
size müt'a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellikle boşayayım! Yok Allah'ı,
Peygamberini ve ahiret yurdunu dilerseniz bilin ki, Allah, sizden güzel hareket
edenlere büyük bir ecir hazırlamıştır."[923]
Ben O'na: "Bunun
nesi için annemle babamdan izin isteyecekmişim! Ben Allah'ı, Rasûlü'nü, ahiret
yurdunu dilerim." dedim. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer eşleri de
benim yaptığım gibi yaptılar. Bu bir talâk değildi.[924]
Rebîa ve İbn Şihâb
şöyle diyorlar: Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcelerinden birisi kendi nefsini
tercih etti ve gitti. Kesin ayrılıktı. İbn Şihâb: "Kadın bedevi idi."
der. Amr b. Şuayb: "O Dahhâk el-Âmiriyye'nin kızıydı. Ailesine
döndü." der. îbn Habîb ise: "Hz. Peygamber (s.a.) onunla gerdeğe girmişti."
der.
Gerdeğe girmediği de
söylenir. Hayvan kığılarım toplar ve: "Ben bahtsız bir kadınım."
derdi.
Âlimler bu muhayyer
bırakma konusunda, iki konuda ihtilâf etmişlerdir: Birincisi: Muhayyerlik
hangi konuda idi? İkincisi: Hükmü ne idi?
Birincisini ele
alalım: Cumhura göre muhayyerlik, Hz. Peygamber (s.a.)ile beraberlik ya da
ayrılık konusundaydı. Abdürrezzâk ise Musannef 'inde Ha-san'dan, "Allah
Teâlâ onları, sadece dünya ve ahiret arasında muhayyer kılmıştır. Onları talâk
hakkında muhayyer kümamıştır."[925]
sözünü nakleder. Kur'an'ın söz akışı (siyak) ve Hz. Âişe'nin sözü, onun bu
görüşünü reddetmektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ onları, Allah ve Rasûlü ve
ahiret yurdu ile dünya hayatı ve zineti arasında muhayyer bırakmış ve Allah'ı,
Rasûlü'nü ve hiret yurdunu tercih etmelerinin gereğini Hz. Peygamber (s.a.) ile
beraberlik, dünya ve zinetini tercih etmelerinin gereğini de kendilerine müt'a
verilmesi ve güzellikle salıverilmeleri kılmıştı ki tabiî bu da şüphesiz ve
ihtilafsız talâk olmaktadır.
Hüküm konusundaki
ihtilâfları ise iki noktadadır:
1) Kocayı tercih etme durumunda hüküm nedir?
2) Kendi nefsini tercih etmesinin hükmü
nedir?
Birinci konu: Ashabın
büyük çoğunluğunun, bütün validelerimizin ve ümmetin tamamına yakın bir kısmın
kabul ettiği görüşe göre, muhayyer olan kadının, kocasını tercih etmesi
durumunda boşanma olmaz, sadece muhayyer kılma talâk değildir. Bu Hz. Ömer,
İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Âişe'den sahih olarak nakledilmiştir. Hz. Âişe şöyle
demiştir: "Rasûlullah (s.a.) bizi muhayyer kıldı. Biz de onu tercih ettik.
Bunu bir talâk saymadık." Aynı şey Ümmü Seleme, kızkardeşi ve Abdurrahman
b. Ebî Bekir'den de gelmiştir.
Hz. Ali, Zeyd b. Sabit
ve sahabeden bir gruptan sahih olarak nakledildiğine göre de: "Eğer kadın
kocasını tercih ederse bu bir ric'î talâktır." Hasan (el-Basrî)'nin
görüşü de böyledir. îshak b. MansûT rivayetinde İmam Ah-med: "Eğer
kocasını tercih ederse bu bir talâktır. Koca ric'ata sahiptir. Eğer kendi
nefsini tercih ederse, bu takdirde üç falâk olur.*' der. Ebu Bekir: "Bu
rivayetle İshak b. Mansûr teferrüd etmiştir. Amel çoğunluğun görüşü üzeredir."
demiştir. el-Muğnî sahibi (İbn Kudâme) şöyle der: "Bu görüşün izahı şöyledir:
"Muhayyer kılma" sözü, kocasının talâka niyet ettiği bir kinaye lafzıdır.
Dolayısıyla sırf bu ifadeyi kullanmasıyla, diğer kinaye lafızlarda olduğu
gibi, talâk vaki olur. Bu bizzat Hz. Âişe'nin de tasrih ettiği husustur."
Doğrusu, Hz. Âişe'nin bunun talâk olduğunu red ve inkârı şeklindedir. Çünkü,
validelerimiz Peygamberimizi tercih ettiklerinde onlara: "Bir talâkınız
vu-kubulmuştur." dememiş, onlara ric'atte bulunmamıştır. Bu konuyu en iyi
bilen kimse bizzat içinde olması hasebiyle Hz. Âişe'dir. Nitekim ondan sahih
olarak: "Bu bir talâk değildi."; başka bir rivayette: "Onu
talâk saymadık."; bir başka hadiste, kendisine tevdi edilen bir soruya
cevaben verdiği: "Rasû-lullah (s.a.) da bizi muhayyer bıraktı. (Yani
şimdi) o bir talâk mıydı?" ifadeleri nakledilmiştir.[926]
"Muhayyer kılma
ric'î bir talâktır" şeklinde düşünenlerin mülahazası şu olmalıdır:
"Muhayyer kılma" temliktir. Kadın ise kendisine ancak boşanmış
olduğunda mâlik olabilir. Dolayısıyla temlik, talâkın vukuunu gerekli
kılmaktadır. Bu mülahaza, iki önermeye dayanmaktadır: Birincisi: Muhayyer kılma
temlik demektir. İkincisi: Temlik talâkın vukuunu gerekli kılar. Her iki önerme
de doğru değildir: Muha\ yer kılma temlik değildir; eğer temlik olsaydı,
mülkünde ikâından evvel, talâkın vukuunu gerektirmezdi. Çünkü nihayet bu, koca
daha önce talâka nasıl mâlikse ve mülkünde kullanmadan düşmüyorsa, kadının da
aynı şekilde ona mâlik olması demektir. Hem dedikleri doğru olsaydı, o zaman
bâin talâk olması gerekirdi. Çünkü ric'î talâkta kadın, kendi nefsine mâlik
değildir.
Muhayyer kılma
hususunda fukaha ihtilâf etmişlerdir: Nedir bu? Temlik mi, tevkil mi veya bir
kısmı temlik bir kısmı tevkil mi, yoksa derhal boşama mı (müneccez tatlik) ve
nihayet asla bir neticesi olmayan boş bir tasarruf mu? Bu beş ayırım İmam Ahmed
ve Mâlik mezhebleridir. Ebu'l-Hattâb, Ruûsu'I-MesâiPde şöyle der: O temliktir,
(kadının) kabulüne bağlıdır. İbn Kudâme ise MuğnPde: Koca: " = Emrin
elindedir." veya: ( = Tercih et." der, ve kadın da: "Kabul
ettim." derse bir şey lâzım gelmez. Çünkü "Emrin elindedir."
sözü tevkil (vekâlet verme) dir. Kocanın sözüne "Kabul ettim."
şeklinde karşılık vermesi, "Vekâleti kabul ettim." demek olur ve bir
şey gerekmez. Nitekim yabancı bir kadına: "Karımın emri (boşanma işi)
senin elindedir." demesi ve onun da: "Kabul ettim." demesi gibi
olur. "Tercih et!" sözü de o mânadadır. Yine aynı şekilde kadının:
" = Emrimi aldım." demesi durumunda da bir şey lâzım gelmez. İmam
Ahmed, İbrahim b. Hânî rivayetinde bu ikisine temas etmiş ve: Koca, karısına:
"Emrin elindedir." der ve kadın da: "Kabul ettim!" derse,
işin gerçeği meydana çıkıncaya kadar bir şey lâzım gelmez. Eğer kadın:
t(=Emrimi aldım." derse bu bir şey değildir. Eğer karısına: " =
Tercih et." der ve kadın da: "Nefsimi kabul ettim." veya:
"Nefsimi tercih ettim." derse bu daha açık olur, demiştir.
İmamMâlik;( " =
Tercihet." sözüile= Emrin elinedir." sözlerini birbirinden ayırmış,
ikinciyi temlik; "Tercih et" sözünü de temlik değil muhayyer kılma
saymıştır. Mâlikî âlimler: "O tevkildir." demişlerdir.
Şafiî'nin iki görüşü
vardır: Birincisi: Temliktir. Şafiî âlimlerince sahih olan da budur. İkincisi,
tevkildir. Bu da mezheb-i kadimidir.
Hanefiler; temliktir,
demişlerdir.
Hasan ve ashabtan bir
grup ise: "Bu bir boşamadır ve derhal bir talâk vuku bulur, kocanın rücû
hakkı vardır." demişlerdir. Bu aynı zamanda» İbn Mansûr rivayetinde İmam
Ahmed'den de nakledilmiştir.
Zahirîler ve bir diğer
grup sahabî ise: "Bununla talâk vuku bulmaz. Kadın ister kendisini tercih
etsin, ister kocasını farketmez. Talâkın vukuu konusunda muhayyer kılmanın
hiçbir etkisi yoktur." demişlerdir.
Biz, bu görüşlerin
dayanaklarını zikretmek istiyoruz: "Temliktir" görüşünde olanlar
şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
. Kadınlığından
istifade hakkı, kocaya ait iken, kadına dönünce bu bir gerçek temlik olur.
Yine
"tevkil" vekilin, vekil kılındığı konuyu doğrudan yapabilmesi için
ehliyet şartına sahip olmasını gerektirir. Kadın ise talâk vermeye ehil değildir.
Bu yüzdendir ki bir koca, karısını boşamak üzere bir kadına vekâlet verse, bir
görüşe göre bu sahih olmaz. Çünkü kadının doğrudan talâkı kullanma ehliyeti
yoktur. Sahih görenler ise: "Nasıl ki kocanın, karısını boşamak üzere bir
erkeğe vekâlet vermesi sahihse, aynı şekilde onu boşamak üzere bir kadını
tevkil etmesi de sahih olur." derler.
Sonra burada tevkilin
manasını anlamak mümkün değildir. Çünkü vekil —kendisi değil— müvekkili adına
tasarruf eden kimsedir. Burada kadın ise kendi nefsi ve çıkan için tasarrufta
bulunmaktadır. Bu ise vekilin tasarrufuna Özde ters düşer.
îbn Kudâme'nin nakline
göre, "tevkildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: "O
temliktir. "[927]
diyenlerin sözü doğru değildir. Çünkü talâkın temliki sahih değildir ve
kocadan bir başkasına da intikal etmez. Onun yerine bir başkası ancak nâib
olabilir. O konuda, başkasını nâib kılmak istediğinde, bu başka bir şey değil
ancak tevkil olur.
Sonra eğer temlik
olsaydı, kadının kadınlığından istifade üzerindeki mülkiyetin, kadına geri
intikali iktiza ederdi. Bu ise muhaldir. Çünkü bu hiçbir zaman kadından çıkmamıştır
ki. Bunun içindir ki, kadının şüphe yolu ile cima edilmesi durumunda mehir
kendisinin olmakta, kocanın olmamaktadır. Eğer koca kadınlığından istifade
mülkiyetine sahip olsaydı, onun bedeline de sahip olurdu. Nitekim bir malın
menfaatine mâlik olanlar, o menfaatin bedeline de mâliktirler.
Yine, eğer temlik
olsaydı, kadın talâka mâlik olurdu. O takdirde de kocanın talâka mâlikiyeti
kalmazdı. Zira bir şeyin bütün parçaları ile aynı anda, iki ayrı mâlikin mülkü
olması muhaldir. Koca muhayyer kıldıktan sonra da talâka mâliktir. Dolayısıyla
kadın talâka mâlik olamaz. Ama bizim dediğimiz böyle değildir. Bu bir tevkil
ve nâib kılma işidir. Koca mâliktir. Zevce ise onun naibi ve vekildir.
Yine şayet ona
"Kendini boşa!" dese, sonra boşamayacağına dair yemin etse, kadın
kendisini boşasa yemininde hânis (yalancı) olur. Bu da kadının kendisinin
naibi ve asıl boşayanın koca olduğunu gösterir.
Sonra "O
temliktir" sözünüzü ele alalım: Bununla ya "Ona nefsini temlik
etmiştir." demeyi kasdediyorsunuz, ya da "Boşama hakkını temlik"
demeyi. Eğer birinci mânayı kasdedîyorsanız, o zaman kadının sadece
"Kabul ettim." demesi ile talâk vuku bulur, demeniz gerekir. Çünkü
koca, kadınlığından istifade hakkını mülkiyetinden çıkarmayı gerektiren icabda
bulunmuş ve kadın tarafından gelen "kabul" de icab ile
kenetlenmiştir. Eğer ikinci mânayı kasdedîyorsanız, bu bir tevkil demektir.
Kullanılan ifadenin değişikliği farketmez.
Muhayyer kılma
şekillerini ayırıma tâbi tutan Mâlikî fukahası şöyle diyorlar: Koca, karısına:
" = İşin elindedir." veya " = İşini sana verdim." veya
" = İşini sana temlik ettim." derse bu ifadeler temlik demektir.
" = Tercih et." derse, bu da muhayyer kılmadır. Aralarında hem
hakikaten, hem de hükmen fark vardır: Hakikatte farka gelince; " = Tercih
et!" ifadesi kadının muhayyer bırakılmasından fazla bir mâna içermez.
Bununla koca, kadına nefsini temlik etmemiştir. Sadece iki şey arasında onu
muhayyer kılmıştır. "İşin elindedir." sözü böyle değildir. Çünkü bu,
ancak kadının kendine mâlik olması durumunda elinde olabilir. Hüküm açısından
ele aldığımızda da farklıdır. Çünkü koca, "İşin elindedir." deyip de
"Ben bununla bir talâka niyet ettim.'* derse, söz yeminle birlikte
kendisinindir. "Tercih et." dediğinde kadın kendisini üç talâk
boşarsa, üçü de vuku bulur. İsterse koca "Ben bir talâk kas-dettim."
desin. Ancak bu durumda kadın, zifaf vaki olmamış biriyse, o zaman bir talâk
kasdı hususunda söz yeminle birlikte kocanındır. Çünkü muhayyer kılma, kadının
kendi nefsini tercihte bulunabilmesini gerektirir. Bu da ancak ayrılıkla
(beynûnet) gerçekleşir. Eğer kadınla zifaf vuku bulmuşsa bu, ancak üç talâkla
tahakkuk eder. Eğer zifaf olmamışsa bir talâkla da bâin olur. "İşin
elindedir." sözü ise böyle değildir. Çünkü bu ifade kendisi ile kocası
arasında bir tercihte bulunmasını gerektirmez; aksine emrini ona temlik anlamı
taşır ve bu üç talâkla ayrı kılmak veya bir talâk ve akabinde dolan iddetle
ayrı kılmak suretiyle nefıni ona temlik etmek mânalarını, her ikisini de
kapsar. Koca bu muhtemel mânalarmdan birini kasdettiğindcsözü kabul edilir.
Doğrusu,* bu izahları
aynısıyla " = Tercih et" sözü için de vâ-riddir ve kendilerini
bağlar. Çünkü bu söz de kadının "Nefsini üç talâkla veya bir talâk ve
arkasından biten iddetle kendini bâin (ayrı) kıl." mânalarına şamildir.
Hatta "İşin elindedir." sözü, üçün temliki hususunda "tercih
et" sözünden daha da açıktır. Çünkü "işin (emrin)" ifadesi
gramer bakımından muzaaf, muzaafun ileyh (isim tamlaması) olması açısından
"ne var ne yok bütün emrini" içine alır. "Tercih et" sözü
ise mutlaktır, umumîliği yoktur. Dolayısıyla üç talâk onun neresinden çıkıyor?
İmam Ahmed'in ortaya koyduğu budur. Çünkü o, "Tercih et" ifadelen
hakkında: "Bununla kocamı niyeti olmaksızın, zevce tek bir talâktan
fazlasına mâlik değildir." demiş; "Env rin elindedir",
"Talâkın elindedir.", "Talâk konusunda seni tevkil ettim."
ifadeleri hakkında ise, "Kadın bunlarla üç talâk hakkına sahip olur."
demiştir. Yine ondan bir başka rivayet daha vardır; bu da: "Kadın ancak
kocanın niyeti ile buna mâlik olabiür." şeklindedir.
"Derhal boşama
olur." diyenlerin bakış açısı ve görüşlerinin zayıflığı daha önce geçti.
"Bu bir boş
sözdür, bir şey lâzım gelmez." diyenlere gelince; bunların iki dayanakları
vardır: Birincisi: Allah talâkı kadınların eline değil, sadece erkeklerin
yetkisine vermiştir. Allah'ın koyduğu, kulun dileğiyle değişmez. Dolayısıyla
kocanın, talâkı, kendisine Allah'ın asla talâk yetkisi vermediği bir kimseye
tevdi edebilme hakkı yoktur.
Ebu Ubeyd Kasım b.
Sellâm, Ebu Bekir b. Ayyaş—Habîb b. Ebî Sabit senediyle nakleder: Bir adam,
hanımlarından birisine: "Eğer şu dengi (yükü) şu eve sokarsan, kumanın
emri senin elindedir." der ve kadın onu içeri sokar. Sonra da (kuması
için): "O boştur." der. Durum Hz. Ömer'e intikal ettirilir. O kadını
adamdan ayırır. Yolları üstünde Abdullah b. Mes'ûd'a uğrarlar ve durumu ona
haber verirler. İbn Mes'ûd onları Hz. Ömer'e götürür ve:
"— Ey Mü'minlerin
emîri! Şüphesiz Allah Teâlâ, erkekleri kadınlar üzerine hâkim kılmıştır;
kadınları erkekler üzerine hâkim kılmamıştır." der. Hz.
Ömer:
— Ne düşünüyorsun?
der. İbn Mes'ûd:
— O karışıdır diye
düşünüyorum, diye cevap verir. Hz. Ömer:
— Ben o görüşteyim der ve onu bir sayar.
, Ben derim ki:
"Onu bir sayması" muhtemelen kocanın "Kumanın emri
elindedir" sözü sebebiyledir. Bu söz, talâk hakkında kinaye olmuş olur.
Yi-J ne muhtemeldir kî, kumasının "O boştur" sözüne istinaden bir
talâk say-j
mistir. Kadının koca
üzerine hâkim olmaması için (üç talâkla) ayırma yetkisini kadına vermemiştir.
Doğrusu bu haberde, bv grubun görüşü doğrultusunda bir delil yoktur. Hatta
denilebilir ki bu haber onların aleyhine bir hüccet olarak kabul edilebilir.
Ebu Ubeyd, Abdülgaffar
b. Davud—İbn Lehîa—Yezîd b. Habîb senediyle nakleder: İranlı Rümeysa, Muhammed
b. Abdurrahman b. Ebî Bekr'in nikâhındaydı. Emrini ona temlik etti. Kadın da üç
defa (kocasına) "Sen boşsun!" dedi. Hz. Osman, Muhammed'e:
"Hata ettin. Onun talâk hakkı yoktur. Çünkü kadın boşayamaz." dedi.
Bu haber de onlar için
bir delil olamaz. Zira Hz. Osman sadece, kadın talâkı mahalline isnad etmediği
için geçerli kabul etmemiştir. Koca da: "Ben senden boşum"
dememiştir. Bu, Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği durumun bir benzeri olmaktadır:
İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Mücâhid senediyle nakleder: Bir adam îbn Abbas'a gelir
ve:
— Kanma emrini temlik ettim, o da beni üç
talâkla boşadı, der. İbn Abbas:
— Allah ona yıldızını
şaşırtmış. Talâkı, ancak sen ona verebilirsin, onun sana talâk verme hakkı
yoktur, demiştir.[928]
Esrem: Ebu Abdullah'a,
karısına "Emrin elindedir." diyen bir adamın durumu nedir? diye
sordum. O dedi ki: Hz. Osman ve Ali (r.a.) "Hüküm kadının
hükmettiğidir." dediler. Ben: "Ben nefsimi üç talâk boşadım"
derse? dedim. O: "Hüküm kadının hükmettiğidir." dedi. Ben: Kadın
"Seni üç talâk boşadım." derse? dedim. O: "Kadın
boşayamaz." dedi ve İbn Abbas'ın, "Allah ona yıldızını
şaşırtmış," hadisi ile istidlalde bulundu. Hadisi Vekî'-den, Şûbe'den,
el-Hakem*den, İbn Abbas'tan, karısının emrini eline veren adam hakkında,
kadının da "Seni üç talâk boşadım." demesi durumu ile ilgili olarak
rivayet etti. İbn Abbas: "Allah ona yıldızını şaşırtmış, kendisini
boşasaydı ya!" [929]
demişti. İmam Ahmed, Ebu Matar'ın tashif yanrak İbn Abbas'ın sözünü şekline
çevirdiğini so>ier. Ancak Abdürrezzak, îbn Cüreyc'den şöyle nakleder:
Abdullah b. Tâvûs'a: "Baban karısına emrini temlik eden bir adam hakkında
nasıl hükmederdi? Kadın kendisini boşamaya kadir mi, değil mî?" diye
sordum. O: "Babam: Kadınlara talâk yok, derdi." dedi. Ben:
"Baban başka bir adama karısının enrini temlik eden bir adam hakkında ne
derdi? O adam karısını boşamaya kadir mi?" dedim. O: "Hayır."
dedi.[930] Bu, Tâvus'un görüşünü
gayet açık ortaya koyuyor. Ona göre ancak koca boşayabilir, zevceye emrini
temlik etmek anlamsızdır; aynı şekilde bir başkasına vekâlet vermesi de caiz
değildir. İbn Hazm: "Bu, Ebu Süleyman'ın ve biz tüm Zahirîlerin
görüşüdür." demektedir.
Bu grubun ikinci
delili: Yüce Allah, talâk işini kadınlara değil, sadece erkeklere tevdi
etmiştir. Çünkü kadınlar hem akılca, hem de dince noksandırlar. Pek çoğu da
sefihtirler. Erkeklere karşı duydukları şevhet ve meyil onlara her şeyi
yaptırır. Eğer talâk işi onlara verilmiş olsaydı, erkeklerin onlarla
ilişkileri istikrar bulmazdı. Bunda da kocalar için büyük bir zarar sözko-nusu
olurdu. Bu yüzden Yüce Allah'ın hikmet ve rahmeti, ayrılık hususunda kadınlara
hiçbir yetki vermemeyi ve bu işi kocalara tevdi etmeyi gerektirdi. Eğer kocalar
için bunun kadınlara nakli caiz olursa, bu Allah'ın hikmet ve rahmetine,
kocaları gözetmesine ters düşmüş olur. Bunlar şöyle diyorlar: Hadis, sadece
muhayyer kılmaya delâlet etmektedir. Eğer Allah'ı, Peygamberini ve ahiret
yurdunu tercih ederlerse —nitekim öyle olmuştur—, bulundukları hal üzere Hz.
Peygamber'in (s.a.) zevceleri olarak kalırlar. Eğer kendi nefislerini tercih
ederlerse Hz. Peygamber (s.a.) onlara müt'a verir ve bizzat kendisi onları
boşar ki, "güzellikle salıvermek" o demektir. Yoksa, onların
kendilerini tercih etmeleri bizzat talâk olur, manasına değildir. Görüldüğü
üzere bu gayet açıktır.
Bunlar devamla şöyle
diyorlar: Bu konuda ashabtan gelen haberler son derece ihtilaflıdır. Emrini
karısının eline vermesi ve onun da kendisini üç talâkla boşaması durumunda Hz.
Ömer, İbn Mes'ûd, Zeyd b. Sabit'in bunu tek bir ric'î talâk saydıkları sahih
olarak bilinmektedir ve yine sahih olarak Hz. Osman'ın: "Hüküm kadının
hükmettiğidir." dediği sabittir. Bunu Saîd b. Mansûr, İbn Ömer'den, bir
başkası İbn Zübeyr'den rivayet eder. Hz. Ali, Zeyd ve bir grup sahabîden:
"Eğer kadın kendisini tercih ederse bu bir bâin talâktır. Eğer kocasını
tercih ederse bu bir ric'î talâktır." dedikleri sahih ve sabittir.
Bir başka grup
sahabîden: "Eğer kendisini tercih ederse her halükârda üç talâktır."
dedikleri bilinmektedir. İbn Mes'ûd'dan; kişinin, karısının emrini bir başka
adam eline vermesi ve onun da boşaması durumunda, bir şey lâzım gelmeyeceğini
söylediği rivayet edilir.
îbn Hazm şöyle der:
Ashabtan kendisinden muhayyer kılma ile ilgili rivayette bulunduğumuz kimseleri
araştırdık. Bu rivayetler sahihi, gayr-ı sahihi ile birlikte sadece yedi
tanedir. Sonra bunlar da ihtilâf etmişlerdir. Bir kısmının sözü
diğerininkinden üstün değildir. Dolayısıyla bunların konuya bir etkisi olmayacaktır.
Ancak Nesâî ile rivayet ettiğimiz hariç. Nasr b. Ali el-Cehdamî—Süleyman b.
Harb—Hammâd b. Zeyd senediyle rivayet edilen bu hadiste Ha-nmâd şöyle der:
Eyyûb es-Sahtiyânî'ye: "Emrin elindedir." hakkında, el-Hasan'dan
başka, "O üç talâktır." diyen birisini tanıyor musun? diye sordum. O:
"Hayır. Ancak olsa olsa bana Katâde'nin İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr'den,
onun Ebu Seleme'den, onun da Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in (s.a.)
"üçtür" dediği rivayeti vardır. Eyyûb şöyle der: "İbn Semüre'nin
âzadhsı Kesîr'le karşılaştım ve ona bunu sordum, bilemedi. Hemen Katâde'ye
döndüm ve durumu ona haber verdim. O: Unutmuş, dedi."
İbn Hazm şöyle der:
İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr meçhuldür. Eğer güvenilirliği ve hafızasının
yerinde olduğu meşhur olsaydı, biz de bu habere asla muhalefet etmezdik. Kaldı
ki, bazı râviler bu hadisi Ebu Hureyre'ye mevkuf kılarlar.[931]
Mervezî anlatır: Ebu
Abdillah'a: "Muhayyer kılınan ve kendi nefsini tercih eden kadın hakkında
ne dersin?" diye sordum. "Onun hakkında ashabtan beş kişi, bir adet
ric'î talâk olur demişlerdir: Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Âişe." dedi
ve bir başka isim daha söyledi. Bir başkası o beşincinin Zeyd b. Sabit olduğunu
söylemiştir.
İbn Hazm şöyle der:
Bir kimse karısını muhayyer bırakır ve o da kendisini tercih ederse veya
kocasını tercih ederse ya da hiçbir tercihte bulunmazsa bütün bunlar boştur,
hiçbir şey lâzım gelmez. Hepsi de aynıdır, bununla talâk vuku bulmaz, kadın
kocaya haram olmaz, bunlardan birine hiçbir hüküm terettüp etmez. İsterse koca
muhayyer kıldığını defaetle tekrar etsin, kadın kendisini veya talâkın
tercihini bin defa tekrarlasın, hiçbir şey gerekmez. "Nefsini kendisine
temlik etmesi", "Emrini eline vermesi" durumlarında da aynıdır,
bir fark yoktur.[932]
Hz. Peygamber (s.a.)
dışında kimse hüccet olamaz. Madem ki ne Kur'-an'da, ne de Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnetinde: "Kişinin karısına söylediği "Emrin elindedir"
veya "Emrini sana temlik ettim" ya da "Tercih et" ifadeleri
talâkı gerektirir ve kadının kendisini boşama veya talâkı tercihi hakkını
doğurur" gibi bir âyet ya da hadis yoktur; o halde kişiye, Allah ve
Rasû-lü'nün kendisine helâl kıldığı kadını, ne Allah ne de Peygamberinin vacip
madiği görüşlerle
haram kılmak caiz değildir. Bu son derece açıktır. İbn Hazm'-|ın sözü burada
bitti.[933]
Bunlar şöyle devam
ediyorlar: Talâkın vuku bulacağı görüşünde olanların sözlerindeki
tutarsızlıklar, çelişkiler, birinin diğerine ters düşmesi bu görüşlerin
temelinin bozuk olduğunu göstermektedir. Eğer asıl sağlam olsaydı, onun üzerine
bina edilen hükümler arasında ahenk olur, çelişki ve uyumsuzluklar olmazdı.
Biz, bu ihtilâflardan bir kısmına işaret ediyoruz:
Acaba sadece muhayyer
kılma ile talâk vuku bulur mu? Yoksa kadın tercihini yapıncaya kadar vuku
bulmaz mı? konusunda ikiye ayrılmışlardır. Daha önce temas edildi. Sonra sırf
"Emrin elindedir" sözü ile talâk vuku bulmayacağı görüşünde olanlar
ihtilâf etmişlerdir: Acaba kadının tercihi, o meclisle mi sınırlıdır, yoksa
koca vazgeçmediği veya cinsel ilişkide bulunmadığı sürece devam edebilir mi? İki
görüş vardır. Birisi "o meclisle sınırlıdır." şeklindedir. Ebu
Hanife, Şafiî ve bir rivayette Mâlik bu görüştedirler. İkincisi: Koca
vazgeçmedikçe veya cinsel ilişkide bulunmadığı sürece tercih hakkı kadının
elindedir. Bu da İmam Ahmed, İbnü'l-Münzir, Ebu Sevr, diğer rivayette Mâlik'in
görüşleridir. Sonra Mâliki âlimleri "Bu, kadının kocasını terk ettiği
anlaşılacak kadar uzamadığı gibi bir zaman içinde söz konusudur. Bu da iki ayı
asmasıyla anlaşılır demişlerdir. Sonra yine ihtilâf etmişler ve: Acaba
terkedip etmediğine dair, kadın üzerine yemin etmesi gerekir mi, gerekmez mi?
demişler ve ikiye ayrılmışlardır.
Sonra kocanın kadına
tevdî ettiği yetkilerini geri alıp alamayacağında ihtilâf etmişlerdir. İmam
Ahmed, İshak, Evzâî, Şa'bi, Mücahid, Atâ: "Kocanın rücû fiakkı vardır ve
kadının muhayyerliği ortadan kalkar.'1 demişlerdir. İmam Mâlik, Ebu Hanife,
Sevrî, Zührî ise: "Rücû hakkı yoktur*' demişlerdir. Şâfiîlerin ise,
"Bu temlik midir, tevkil midir?" şeklindeki telakkiye mebni olarak
ihtilâfları vardır. "Tevkildir." denirse, müvekkilin rücûa hakkı vardır.
"Temlik." denilirse hakkı yoktur. "Temliktir." görüşünde
olanların bazıları: "Muhayyer kılma temliktir, desek bile rücû, imkânsız
değildir. Çünkü henüz "kabul" bitişmemiştir. Dolayısıyle hibe ve satış
akillerinde olduğu gibi (kabulden önce) rücû etmek caizdir." diyorlar.
Bir diğer ihtilâf
konusu da, kadının kendisini tercih etmesi durumunda ne lâzım geleceği
hakkındadır. İmam Ahmed ve Şafiî: "Bir adet ric'î talâk gerekir."
demişlerdir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn Ab-bas'ın da
görüşleridir. Ebu Ubeyd ve İshak'ın tercihleri de böyledir. Hz. Ali'den
"Bir bâin talâk olur." görüşü nakledilir. Ebu Hanife'nin görüşü de
budur. Zeyd b. Sâbit'ten "üç olur" görüşü vardır ki, el-Leys'in görüşü
de budur. İmam Mâlik: "Eğer kadınla zifaf gerçekleşmişse, üç talâk olur,
eğer zifaf gerçekleşmemişse, kocanın bir talâka niyet ettim iddiası kabul
edilir." demiştir.
Bir ihtilâf daha:
Acaba "Emrin elindedir" sözü, niyete ihtiyaç duyar mı, duymaz mı? İmam
Ahmed, Şâfıî ve Ebu Hanife: "Niyete ihtiyaç duyar"; İmam Mâlik:
"Hayır, niyete ihtiyaç duymaz." demişlerdir. Sonra yine ihtilâf etmişlerdir:
Talâkın vukuu, "Nefsimi tercih ettim", veya "Nikâhını fesh ettim."
demesi durumunda, kadının niyetine ihtiyaç gösterir mi, göstermez mi? Ebu
Hanife: "Koca niyet ettiği zaman, talâkın vukuu için kadının niyetine
ihtiyaç yoktur." der. Ahmed ve Şâfıî: "Eğer kadın kinaye lafızlarla
nefsini tercih etmişse mutlaka niyeti gereklidir." demişlerdir. Sonra
Mâliki fukaha-sı: Eğer kadın "Kendimi tercih ettim" veya
"Nefsimi kabul ettim" derse talâk lâzım gelir. "Ben onu murad
etmedim" dese bile durum değişmez. Eğer "Emrimi kabul ettim."
derse ne kasdettiği sorulur: Eğer talâkı murad etmişse talâk olur. Talâkı
murad etmemişse talâk olmaz. Sonra İmam Mâlik şöyle der: Koca karısına
"Emrin elindedir." der ve bir talâk kasdettim diye söylerse,
yeminiyle birlikte söz kendisinindir. Eğer bir niyeti yok idiyse, dilediğini
îkâ edebilir. "Tercih et" der ve bir talâk murad ettiğini söylerse,
kadın da kendisini tercih ederse üç talâk boşanmış olur. Kocanın sözü kabul
edilmez.
Daha nice,
birbirleriyle son derece farklılık arzeden ve ne Kitab'tan, ne sünnetten, ne de
icmâdan hiçbir delili bulunmayan pek çok furû meseleler.
Kadın, kocanın nikâhından
çıktığına dair kesin bir delil olmadıkça karışıdır.
Bunlar devamla şöyle
derler: Allah ne nikâh ne de talâk konusunda kadınlara bir yetki tanımadı,
bunu sadece erkeklere verdi. Yüce Allah erkekleri kadınlar üzerinde hakim
kıldı; dilerse tutarlar, dilerlerse boşarlar. Erkeğin, kadını kendi üzerine,
dilerse tutacak, dilerse boşayacak şekilde hakim kılması caiz değildir. Eğer
Hz. PeygamberMn (s.a.) ashabı, bir konuda icmâ edecek olsalar, biz onların
icmâlanru aşmayız. Ancak onlar bu konuda ihtilâf ettiler. Onların görüşlerini
destekleyecek başka deliller aradık. Sonunda hüccetin, sadece bu görüş
üzerinde olduğunu gördük. Eğer falandan bir rivayet varsa, onun tam aksine
rivayet de vardır. Bu konuda icmâ iddiası son derece asılsızdır. Sahabe ve tabiîn
arasında —naklettiğimiz gibi— anlaşmazlıklar, görüş ayrılıkları sabittir.
İhtilâf varken icmâdan söz etmek olmaz. İşte îbn Abbas ve Osman b. Affan:
"Adamın karısı eline emrini tevdi eylemesi bir şey değildir."
demişlerdir. İbn Mes'ûd, karısının emrini başka bir adamın eline veren adamın
hakkında onun da boşaması durumunda "Bir şey değildir."der. Tâvûs,
karısına emrini tevdi eden kimse hakkında: "Kadınlara talâk yoktur.*'
der. Yine O: Başka bir adama karısının emrini tevdi etmesi durumunda, o adamın
kadını boşamaya yetkisi olduğu sorulduğunda: "Hayır, yok!"
demiştir. [934]
Ben derim ki:
Tâvûs'tan nakledilen rivayet, sahihtir, sarihtir. Ne sened, ne de sarahat
bakımından tenkide açık değildir. İbn Mes'ûd'dan yapılan nakillere gelince,
farklıdır: Onun talâkın vukuu konusunda Hz. Ali ve Zeyd'e muvafakat ettiği de
nakledilmiştir. Nitekim bunu İbn Ebı Leylâ, Şa'bî'den "Emrin
elindedir." "Tercih et" ifadeleri hakkında, "Hz. Ali ile
İbn Mes'üd ve Zeyd'in görüşleri hep aynıdır." dediğini nakleder. Yine
ondan, bir hanımına "Eğer bu yükü eve sokarsan (kuman) falancanın emri
senin elinde olsun" diyen bir adam hakkında —ki kadın bunu yapmıştı—:
"O, onun karışıdır." dediği ve bunu talâk kabul etmediği de
nakledilir.
İbn Abbas ve Osman'dan
yapılan nakiller, sadece muhayyer kılınan kadının talâkı kocasına nisbet
ederek "Sen boşsun" demesi durumuyla ilgilidir. İmam Ahmed ve Mâlik
de aynı görüşte olmakla birlikte kadının kendisini tercih etmesi veya talâkı
kendisine nisbet ederek kendisini boşaması durumunda talâkın vuku bulacağını
da söylerler. Ashabtan, muhayyer kılma ve temliki ilga edip, hiçbir şey lâzım
gelmez diyen bir sahabî bilinmemektedir. Sadece İbn Mes'ûd'dan gelen az önceki
rivayet vardır. Ondan, aksi görüşte olduğu da nakledilmiştir. Şu halde
sahabeden kesin olarak sabit olan husus, muhayyer kılmanın dikkate alınması ve
talâkın bununla vuku bulmasıdır. Şu kadar var ki, kadının bununla neye mâlik
olduğu hususunda ihtilâfları vardır. Nitekim az önce geçti. Muhayyer kılmanın
hiçbir etkisi yoktur demek, asla hiçbir sahabîden nakledilmeyen bir husustur.
Sadece Ebu Muhammed İbn Hazm; İbn Abbas ve Osman'dan gelen nakilleri yanlış
değerlendirmiştir. Ancak bunun Tâvus'un görüşü olduğu doğrudur. Atâ'dan da buna
delâlet eden nakiller yapılmıştır: Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den rivayet eder:
Atâ'-ya: Bir adam karısına: "Bir gün veya iki gün sonra emrin
elindedir." dese ne lâzım gelir dedim. O: "Bu bir şey değildir."
dedi. Ben: "Kadına bir adam gönderse ve bir gün ya da bîr süre emri elinde
olduğunu bildirse." dedim. O: "Bu nasıl olur bilmiyorum. Bunun bir
şey olacağını sanmam." dedi. Atâ'ya: "el-Münzir, Hafsa'nın emrini
Âişe'ye temlik ettiğinde, Âişe, Hafsa'ya temlikte bulundu mu" diye
sordum. O: "Hayır! Sadece kendisini boşayıp boşamama konusunda arzda
bulundu. Ona emrini temlik etmedi." dedi.[935]
Eğer ashabın bir
heybeti olmasaydı, biz bu görüşten ayrılmazdık. Ancak İslâm'ın öncüleri olan
Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı her ne kadar muhayyer kılmanın hükmü üzerinde
ihtilâf etmişlerse de, bu ihtilâflarının içinde muhayyerliğin itibara
alınacağı, ilga edilmeyeceği konusunda da ittifak halindedirler. Bu konuda
bütün sahabîler müttefiktirler. Bunda bir zarar da yoktur. Bahsettiğiniz
talâkın kadının elinde olması durumunda sözkonusu olan zarar, sadece
müstakillen kadının elinde olması durumuyla ilgilidir. Ama kocanın bizzat
talâkı elinde bulundurması halinde, bazan olur ki maslahat bu hakkın
kullanılmasının kadına tevdi edilmesinde görülebilir; böylece karı-koca
arasındaki durum ortaya çıkar. Eğer kadın kocasını seviyorsa, onunla yaşamaya
devam eder. Yok, nefret ediyorsa ondan ayrılır. Bu, hem kadın hem de erkek için
bir maslahattır. Bunda Allah'ın şeriatını ve hikmetini değiştirmeyi
gerektirecek bir şey de yoktur. Kadını kendi talâkı hakkında tevkil etmekle,
yabancı birini tevkil arasında bir fark yoktur. Talâk konusunda üçüncü bir
şahsa vekâlet vermeyi caiz görmenin bir anlamı yoktur. Oysa nikâh ve hulû
konularında yabancının tevkili sahihtir.
Cenab-ı Allah,
geçimsizlik durumunda taraflardan seçilecek iki hakeme evli çiftlerin hallerine
bakma yetkisi vermiştir: Eğer aralarının ayrılmasını gerekli görürlerse
ayırırlar, evliliğin devamını uygun görürlerse devama karar alırlar. Bu bir
talâktır veya kocanm dışından gelen bir fesihtir. Bu netice eğer hakemler
vekildir denilirse kocanın rızasıyla, eğer onlar hakemdirler denilirse kocanın
rızası aranmadan gerçekleşir. Hakime, çeşitli konularda kocaya nâib sıfatı ile
aleyhine taiâk verme yetkisi tanınmıştır. Koca kendisi adına boşamak veya hulû
yapmak üzere birini vekil veya nâib tayin edecek olsa bunda, Allah'ın hükmünü
değiştirecek bir husus yoktur, O'nun dinine de muhalif değildir. Çünkü boşayan
kimse bizzat kocadır, ama doğrudan, ama vekili kanalıyla. Bazan vekil kişinin
haklarını gözetmede kendisinden daha ileri görüşlü olur, çıkarlarını daha iyi
korur. Dolayısıyla fayda ve çıkarlarını daha iyi bildiği o konu, ona havale
edilir. Âzad, nikâh, hulû, ibra ve diğer konularda, hakların talebinde
bulunmak, onları isbat etmek, almak ve mahkemede savunmak gibi hususlarda
vekâlet caiz oluyor da, aynı şey talâk konusunda niye caiz olmasın?! Haram
kılan bir şey mi var? Evet, vekil talâk konusunda onun talâktan mâlik
oldukları, olmadıkları; ona helâl olanlar, haram olanlar gibi hususlarda
müvekkilin yerine geçmektedir. Gerçekte boşayan, ya doğrudan ya da vekil
aracılığı ile olmak üzere bizzat kocanın kendisi olmaktadır. [936]
Yüce Allah şöyle
buyurur: *'Ey Peygamber! Eşlerinin nzasını gözeterek, Allah'ın sana helâl
kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. Allah yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır..."[937]
Sahihayn'da. sabit
olduğu üzere Efendimiz, Zeynep bt. Cahş'ın[938]
evinde bal şerbeti içmişti. Hz. Âişe ve Hafsa, ona (Ağzında megafîr kokuyor! demek
suretiyle) bir hile kurdular. Efendimiz de: "Bir daha onu içmeyeceğim.";
bir rivayette de; "Yemin enim ki..." buyurdu.[939]
Nesâî'de, Enes'ten
(r.a.) şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber'in (s.a.) cinsî ilişkide bulunduğu
bir cariyesi vardı. Hz. Âişe ve Hafsa çok üzerine gittiler, sonunda Efendimiz
onu kendisine haram kıldı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey Peygamber!
Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine
haram kılıyorsun..." âyetini indirdi[940]
Sahih-i Müslim'de, İbn
Abbas: "Kişi karışım kendisine haram kıldığında bu bir yemin olur,
keffâret gerekir." der ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde en güzel bir
örnek vardır." âyetini eklerdi.[941]
Tirmizî'de, Hz.
Âişe'nin şöyle dediği nakledilir: "Hz. Peygamber kadınlarına îlâda
(yaklaşmama yemininde) bulundu ve onları kendine haram kıldı. Sonra haramı
helâl kıldı ve yemine keffâret gerektiğini gösterdi." (Tirmizî der ki:)
"Mesleme b. Alkame, Davud —Şa'bî—Mesrûk—Âişe senediyle aynen böyle
rivayette bulunmuştur. Aynı haberi Ali b. Müsher ve başkaları Şa'bî'-den mürsel
olarak rivayet etmişlerdir ki bu daha doğrudur."[942]
"Haramı helâl
kıldı" sözü "Haram kıldığı şeyi —ki bal veya cariye idi— kendisine
haram kıldıktan sonra helâl kıldı." anlamınadır.
Leys b. Sa'd, Yezid b.
Ebî Habib—Abdullah b. Hübeyre— Kabîsa b. Züeyb senediyle naklediyor: Kabîsa:
"Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e (r. anhum): Karısına; 'Sen bana haramsın.'
diyen kimse hakkında sordum. Her ikisi de: Yemin keffareti gerekir, dediler.
"[943]
Abdürrezzak, İbn
Uyeyne—İbn Ebî Necîh—Mücâhid silsilesiyle, İbn Mes'ûd'un, haram kılma
konusunda: "O bir yemindir, keffâret verir." dediğini nakleder.[944]
İbn Hazm bunu, Hz. Ebu
Bekir es-Sıddik ve mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den de rivayet eder.
Haccâc b. Minhâl der
ki: Cerîr b. Hâzim bana şöyle rivayet etmiştir: İbn Ömer'in âzadlısı Nâfi'e,
haram kılmanın hükmünü sordum: "Bu bir talâk mıdır?" dedim. O:
"Hayır! Allah Rasûlü cariyesini haram kılmamış mıydı? Yüce Allah O'na,
yeminine keffaret vermesini emretti, onu kendisine haram kılmadı." [945]
dedi.
Abdürrezzak,
Ma'mer—Yahya b. Ebî Kesir ve Eyyub es-Sahtiyânî— îkrime senediyle nakleder: Hz.
Ömer, haram kılmayı kastederek: "O yemindir." demiştir[946]
İsmail b. İshak,
Mukaddemî—Hammâd b. Zeyd—Sahr b. Cüveyriye— Nâfi' senediyle nakleder: İbn Ömer:
{,'Haram (kılma) yemindir." demiştir.[947]
Sahih-i BuharTdt Saîd
b. Cübeyr'den nakledilir. O İbn Abbas'ı şöyle derken işitmiştir: "Karısını
haram kılması bir şey değildir." Sonra şu âyeti okumuştur: "Allah
Rasülü'nde sizin için gü/cl bir örnek vardır."[948]
Denilir ki: Bu, İbn Abbas'tan yapılan başka bir rivayettir. Yine denilir ki:
İbn Abbas bu sözüyle sadece onun bir talâk olmadığını ve ona yemin keffareti
gerekeceğini kasdetmiştir. Bu yüzden de Hz. Peygamber'in fiilini delil
getirmiştir. Bu ikinci yorum daha açıktır.
Bu konuda âlimlerin
tam yirmi görüşü bulunmaktadır. Biz bu görüşleri, onların yaklaşım ve
mesnedlerini zikredeceğiz ve Allah'ın yardım ve tevfiki ile üstün olan görüşü
ortaya koymaya çalışacağız:
Birincisi: Haram kılma
(tahrim) boştur, bir şey lâzım gelmez. Ne hanım hakkında, ne de bir başka şey
hakkında bir hüküm ifade etmez. O ne talâktır, ne de îlâ; ne yemindir, ne de
zıhar, hiçbir şey değildir. Vekî, İsmail b. Ebî Hâlid —Şa'bî kanalıyla
Mesrûk'un: "Karımı veya bir tabak tiridi haram kılmışım, hiç
aldırmam." dediğini rivayet eder. Abdürrezzak, es-Sevrî—Salih b.
Müslim—Şa'bî senediyle şöyle nakleder: Şa'bî, kadının haram kılınması hakkında:
"O bana pabucumdan daha önemsiz kalır." demiştir.[949] İbn
Cüreyc-Abdülkerim vasıtasıyla da Ebu Seleme b. Abdurrahman'm, karısını
kastederek: "Ha onu haram kılmışım, ha nehrin suyunu, farketmez."
dediği nakledilir. Katâde der ki: Bir adam bu konuyu, Hamîd b. Abdurrahman
el-Himyerî'ye sordu. O cevap olarak Yüce Allah'ın: "İşlerinden boşaldığın vakit,
tekrar çalış ve yorul, Rabbine rağbet et (O'na yönel, boş durma)![950]
âyetini okudu ve: "Sen oyun oynayan bir adamsın, git oyununu oyna!"
dedi. Bütün Zahirîlerin görüşü budur.
İkinci görüş: Zevcenin
haram kılınması üç talâk demektir. İbn Hazm: "Bunu Hz. Ali, Zeyd b. Sabit,
İbn Ömer-söylemiştir. Hasan (el-Basrî) ile Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî
Leylâ'nın da görüşleri böyledir. Hakem b. Uteybe'den de aynı görüş
nakledilmiştir." demektedir.
Ben derim ki: Zeyd b.
Sabit ve İbn Ömer hakkında asıl sabit olan, bizzat kendisinin, Leys b.
Sa'd—Yezid b. Ebî Habib— Ebu Hureyre—Kabîsa senediyle rivayet ettiği şu
hadistir: Kabîsa, Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e: Karısına, "Sen bana
haramsın." diyen kimse hakkında sormuş, her ikisi de: "Yemin
keffareti gerekir." demişlerdir. Onlardan bunun aksine bir görüş sabit
olmamıştır. Hz. Ali'nin durumuna gelince; yine Ebu Muhammed b. Hazm, Yahya b.
el-Kattân—İsmail b. Ebî Hâlid kanalıyla Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet
etmiştir: "Haram (kılma) konusunda bazı adamlar: ıO başka bir koca ile evlen-medikçe
artık haramdır' diyorlar. Hayır! Vallahi, Hz. Ali bunu söylememiştir. O
sadece: 'Ben onun sana ne helâl kıhcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri
git, ister geri dur!' demiştir." Hasan (el-Basrî)'ye gelince; Ebu
Muham-med, Katâde tarikiyle ondan:."Her helâl üzerime haramdır, sözü
yemindir.'* dediğini nakletmiştir. Bu durumda, sanırız Ebu Muhammed (İbn Hazm),
Hz. Ali, Zeyd ve İbn Ömer'in "el-haliyye", "el-beriyye" ve
"elbettete" meselesi hakkındaki görüşlerinde bir yanlışlık yapmıştır.
Çünkü îmam Ahmed, onlardan: "Bunların üç talâk olduğu" naklinde
bulunmuş ve, "Hz. Ali ve îbn Ömer hakkında doğrudur." demiştir. Ebu
Muhammed yanlış anlayarak bu görüşü, "Sen bana haramsın" ifadesiyle
ilgili olarak nakletmiştir. Bu açık bir hatadır. Çünkü onlar, "haram
kılma"yi diğerlerinden ayırmışlar ve onun yemin olduğuna dair fetva
vermişlerdir. Senhaliyyesin." ifadesi hakkında da "üç talâktır"
demişlerdir. Hepsi için de üç talâktır diyen birisini tanımıyorum.
Üçüncü görüş: Zifaf
gerçekleşmiş kadın için söylendiğinde bu üç talâktır. Kocanın başka türlü
sözüne bakılmaz. Eğer zifaf gercekleşmemişse koca-mn niyetine göre; bir, iki,
üç talâk vukubulur. Eğer mutlak zikrederse, bir talâk vuku ulur. Eğer, talâk
murad etmedim derse bakılır: Eğer daha önce, sözü ona yormayı mümkün kılan bir
ifade geçmişse sözüne itibar edilir; eğer söz başında söylemişse, sözü kabul
edilmez. Cariyesini, yiyeceğini ve eşyasını haram kılması durumunda ise bir
şey gerekmez. Bu görüş de İmam Mâlik'e aittir.
Dördüncü görüş: Eğer
bununla talâkı niyet ederse talâk olur. Sonra bununla üçe niyet etmişse üç,
daha aza niyet etmişse bâin bir talâk olur. Eğer yemine niyet ederse yemin olur
ve keffâret gerekir. Hiçbir niyeti yoksa îlâ olur ve îlâ hükmüne tâbidir. Eğer
yalana niyet etmişse, fetva konusunda sözü kabul edilir ve bir şey lâzım
gelmez; kazada ise, îlâ hükmüne tâbi kılınır. Eğer haram kılma, zevce dışında
cariye, yiyecek vb. gibi bir şey için kullanılmışsa, bu bir yemin olur ve
keffâret gerekir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur.
Beşinci görüş: Eğer
bununla talâka niyet ederse, talâk olur ve niyeti kaçsa o kadarı vaki olur.
Eğer mutlak kullanmışsa, bir talâk gerçekleşir. Eğer zıha-ra niyet ederse
zihar; yemine niyet ederse yemin olur. Talâksız veya zıharsız bizzat kendisinin
haramhğına niyet ederse, üzerine yemin keffâreti gerekir. Eğer bir şeye niyet
etmemişse bu durumda iki görüş vardır: Birincisi, bir şey gerekmez. İkincisi:
Yemin keffâreti gerekir, şeklindedir. Eğer cariyeye söylemiş ve âzad etmesini
kasdetmişse âzad olur. Eğer haram olmasını kasdetmişse aynı lafızla kendisine
yemin keffâreti gerekir. Eğer cariyeye zıhar yapmaya niyet etse, bu sahih
olmaz ve bir şey de lâzım gelmez. "Hayır, yemin keffâreti gerekir."
diyen de olmuştur. Eğer bir şeye niyet etmezse; iki görüş vardır: Birincisi,
bir şey gerekmez. İkincisi: Üzerine yemin kefareti gerekir şeklindedir. Zevce
ve cariye dışında kalan şeylerin haram kılınması durumunda bir şey gerekmez.
İmam Şafiî'nin görüşü de budur.
Altıncı görüş: Mutlak
söylemesi durumunda, niyet etsin etmesin zihar olur. Ancak niyetle talâk ya da
yemine çevirmesi durumunda, niyeti ne ise o gerçekleşir. İmam Ahmed'in zahir
mezhebi budur. Ondan ikinci bir rivayet daha vardır: Mutlak söylemesi halinde
yemindir. Ancak niyetle, zıhar ya da talâka çevirmesi durumunda, niyet ettiği
şey gerçekleşir. Ondan gelen bir üçüncü rivayete göre de herhalükârda zıhardır,
isterse başka şeye niyet etsin. Ebu'I-Hüseyn'in eI~Furû'unda naklettiği
dördüncü rivayete göre ise, bâin talâktır.
"Sen bana
haramsın" sözünün hemen peşine: "Ben bununla talâkı kastediyorum,"
demesi durumuyla ilgili olarak İmam Ahmed'den iki rivayet vardır: Birincisi: O
talâktır. Buna göre üç talâk mı gerekir, yoksa bir talâk mı olur? İki görüş
vardır. İkinci rivayet: Yine zıhardır. "Sen bana anamın sırtı gibisin.
Bununla talâkı kastediyorum." demesi durumundaki gibi olur. İmamın
mezhebinin özeti budur.
Yedinci görüş: Eğer
bununla üçe niyet etmişse üç talâk; bire niyet etmişse bir bâin talâk; yemine
niyet etmişse yemin olur. Hiçbir şeye niyet etmemişse, o bir yalan olur ve bir
şey gerekmez. Bu görüş de Süfyan es-Sevrî'ye aittir. Bunu İbn Hazm nakleder.
Sekizinci görüş: Her
halükârda bir bâin talâktır. Bu da Hammâd b. Ebî Süleyman'ın görüşüdür.
Dokuzuncu görüş: Eğer
üç talâka niyet ederse üç talâk; eğer bir talâka niyet ederse veya hiçbir
niyette bulunmazsa, bir bâin talâk vukubulur. Bu da İbrahim en-Nahaî'ye aittir.
Bunu, İbn Hazm nakietmiştir.
Onuncu görüş: Ric'î
bir talâktır. İbnu's-Sabbâğ ve arkadaşı Ebu Bekir eş-Şâsî bu görüşün Zührî
tarafından Hz. Ömer'e nisbet edildiğini nakletmiş-lerdir.
On birinci görüş: Bu
lafızla kadın kendisine haram olur. Bunlar ne zıhar, ne talâk, ne de yeminden
söz etmemişler ve mücerred, haram kılışının gereği ile kendisini ilzam
etmişlerdir. İbn Hazm şöyle der: Bu görüş Hz. Ali'den, ashaptan isimleri
zikredilmeyen bazılarından, Ebu Hureyre'den, avrıca Hasan (el-Basrî), Hılâs b.
Amr, Câbir b. Zeyd, Katâdegibi zevattan nakledilmiştir. Bunlar o kişiye, sadece
ondan uzak durmasını emretmişlerdir.
On ikinci görüş:
Tevakkuf edip kesin bir hükme varmamak gerekir. Müftü, kadım kocasına ne helâl
kılabilir, ne de haram. Nitekim Şa'bî, Hz. Ali'nin: "Ben onun, sana ne
helâl kılıcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri git, ister geri dur!"
dediğini nakletmiştir.
On üçüncü görüş: Haram
kılma işini derhal yapmak veya maksatlı bir şekilde şarta bağlamakla, yemin
olarak kullanmayı birbirinden ayırma şeklindedir. Birincisi, her ne şekilde
olursa olsun zihardır. İsterse onunla talâka niyet etsin ve sözünün hemen
akabinde: "Ben bu sözle talâka niyet ettim." desin, farketmez.
İkincisi ise yemindir ve yemin keffâreti gerekir. Eğer: "Sen bana
haramsın!" veya "Ramazan girdiğinde sen bana haramsın!" derse bu
zıhar olur. Şayet: "Eğer yola çıkarsam" ya da "Eğer şu yemeği
yersen" veya "Falanla konuşursam karım üzerime haram olsun!"
derse, bu bir yemindir. Keffâ-ret gerekir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin tercihi
de bu görüş olmaktadır.
Bu mesele, yirmiden
fazla görüşün dal saldığı asıllardan birisi olmaktadır. [951]
"Haram klimanın
tamamı boştur, bir şey gerekmez." diyenler, görüşlerini şu şekilde
deüllendiriyorlar: Yüce Allah helâl ve haram kılma yetkisini kula vermemiştir.
Ona sadece, bir şeyin helâl ya da haram olmasını gerektirecek, talâk, nikâh,
bey' (satış), âzad gibi sebepleri ortaya koyma yetkisini tanımıştır. Bunun
ötesinde, "Şunu haram kıldım, o bana artık haramdır." demek gibi bir
tutuma girmesi kişinin kendi işi değildir. Yüce Allah: "Dillerinizin
yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu da haramdır.' demeyin.
Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz..."[952] ve
yine: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl
kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun..."[953]
buyurmaktadır. Yüce Allah, kendisinin helâl kıldığı bir şeyi haram kılma yetkisini
Peygamberine bile tanımayınca, başkalarına bu yetki nasıl tanınabilir?
Hz. Peygamber (s.a.)
"Emrimiz üzere bulunmayan her iş merdudtur."
buyururlar.[954]' Bu
haram kılma işi de böyledir, dolayısıyla merdud ve bâtıl) olur.
Zİra helâli haram
kılmakla, haramı helâl kılmak arasında bir fark yoktur. Nasıl ki bu ikincisi
boş ve bâtıldır, birincisi de öyledir.
Kişinin karısına:
"Sen bana haramsın." demesi ile, yiyecek için: "O bana |
haramdır.*' demesi arasında bir fark yoktur.
"Sen bana
haramsın." sözüyle kişi, ya onu haram kılmak için bir tasarruf kurma
(inşâ) amaçlamaktadır, ya da onun haramlığını haber vermektedir (ihbar).
Kişinin helali haram kılma yetkisi olmadığı için birinci ihtimal mümkün
değildir. Böyle bir tasarruf ancak, helâli helâl, haramı haram kılan, şer'î
ahkâmı vaz'eden Allah'a aittir. Eğer ihbar ise, yalan söylemiş olur. Netice
itibarıyla bu söz ya bâtıl bir inşâ ya da yalan bir haberdir. Her ikisinin de
bir anlamı yoktur.
Bunun dışındaki diğer
sözlere baktığımızda, onların çelişkili, tutarsız, bir kısmı diğer kısmını
reddeden sözler olduğunu görürüz. Allah ve Rasûlü'-nden bir delil olmadıkça bu
sözlerden hiçbiriyle zevce haram olmaz. Eğer haram kılarsak iki suç işlemiş
oluruz: Birinciye haram, başkalarına helâl kılmış oluruz. Asıl olan, helâlliğin
zevaline dair icma ya da Allah ve Rasûlü'nden gelen kesin bir delil
bulunmadıkça, nikâhın devamına hükmetmektedir. Bunlar da olmadığına göre, haram
kılma işinin boş ve üzerine bir şey lâzım gelmeyeceği görüşünü benimsemek
durumu ortaya çıkmaktadır.
Bu grubun delilleri
bunlardır.
"Her halükârda üç
talâktır." görüşünde olanlar adına şöyle bir delil getirilebilir:
"Haram lılma" sözü talâktan kinaye kılınır: Talâkın en üst şekli de
üç talakla boşamaktır. Kadınların kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı
davranabilmek için en üst şekline yorulur.
Sonra biz, bu ifadeyle
haramlığı konusunda kesin kanaate sahip bulunuyoruz; ama bu haramhğın zihar
gibi keffâretle izale edilebilecek bir haramlık mı, ya da hulu' gibi yeni bir
akdin giderilebileceği haramlık mı, veyahut üç talâkta olduğu gibi ancak başka
bir kocayla yapacağı yeni bir evlilik ve zifafın giderebileceği bir haramlık
mı olduğu konusunda şüpheliyiz. Bu (sonuncusu) kesindir, diğerlerinde ise
şüphe vardır. Şüphe ile helâl olmaz.
Hem sonra ashab; ifadeleri hakkında bunların üç talâk olduğuna
dair fetva vermişlerdir. İmam Ahmed: "Bu, Hz. Ali ve İbn Ömer'den gelen
sahih görüştür." diyor. Malumdur ki "haliyye" ve "beriyye
" kelimelerinin ifade edeceği anlam nihayet "haramhk"tır.
Dolayısıyla haram-Iığı açıkça söylediğinde, onun üç talâk olması öncelikle
sabit olmalıdır. Hem haram kılan insanın düşüncesinden, onu üç talâksız haram
kılma fikri geçmez. Böylece bu söz üç talâkın verilmesi konusunda (kinaye
değil) örfî bir hakikat olmuş olur.
Hem sonra tek talâk,
ancak ivazlı (hulu') veya zifaftan önce verilen talâkla, veyahut da bir bâin
talâkın verilebileceği görüşünde olanlara göre, kayıtlanması durumunda haram
kılabilir. Tek bir bâin talâkla haram kılmak kayıtlıdır. Haram kılma ifadesi
mutlak zikredilir ve kayıtlanmazsa; zifaf öncesi, sonrası; ivazlı, ivazsız
sabit olabilen mutlak haramlığa yorulur ki o da üç talâktır.
"Zifaf sonrası
söylendiğinde üç talâk, zifaf öncesi ise bir bâin talâk lâzım gelir."
diyenlerin delili ise şudur: Zifaf vaki olan kadını ancak üç talâk haram kılar.
Zifaf gerçekleşmemiş kadını ise bir talâk haram kılar, onun hakkında birden
fazlası, haramlığı için gerekli değildir.
Bunlara, koca, bir
bâin talâkla da zifafda bulunduğu karısını ayrı kılabilir şeklinde bir itiraz
yapılır. Buna yetersiz bir cevap vermişler ve: "Bâin olduğu belirtilen bir
talâkla gerçekleştirilen ayrı kılma, kayıtlı bir ayrı kılmadır. Haram kılma
ise öyle değildir. Çünkü onunla ayrı kılma mutlaktır. Bu ise ancak üç talâkla
gerçekleşir." demişlerdir. Bu kadarhk bir cevap, onları itirazı kabulden
kurtaramaz. Çünkü haram kılma neticesinde gerçekleşecek ayrı kılmada kayıtlama,
" = Sen bir bâin talâkla boşsun!" demekten daha ileri bir durumdur.
Çünkü bâin talâkın gayesi haram kılmaktır. Bu ise "haram kılma"yı
bizzat tasrih etmiştir. Dolayısıyla haram kılma sözü, ayrı kılma konusunda
"Sen bâin bir talâkla boşsun." sözünden daha önceliklidir.
"Zifaf
gerçekleşsin, gerçekleşmesin her ikisi için de bir bâin talâk gerekir."
görüşünde olanların mesnedleri şudur: "Haram kılma", dil bakımından
bir sayı bildirmez. Sadece haramlığı doğuracak bir ayrılığı gerektin. Koca,
zifaftan sonra karısını bedelsiz olarak da bir talâkla bâin kılabilir. Meselâ:
"Sen bâin bir talâkla boşsun." diyebilir. Zira ric'at, kocanın
hakkıdır; kullanmadığında bu hakkı düşer. Kadından aldığı bir ivaz (bedel)
karşılığında karısını ayrı kılma hakkına sahip olduğuna göre, bedelsiz
ayırmaya da hakkı olur. Zira bedelden vazgeçmesiyle iyilikte bulunan biri olur.
ivaz, koca lehine bir hak mevzuudur, aleyhine değildir. Bedeli düşürür ve ayrı
kılarsa buna hakkı olur.
"O ric'î bir
talâktır." diyenlere gelince; bunların dayanakları şöyledir: Haram kılma
mutlak olarak mülkiyetin kesilmesi demektir. Bu anlamda, bu ifadeden kesinliği
belli olan bir talâkın kastedilmesi doğru olur. Birden fazlasına ise lâfızda
bir temas bulunmamaktadır. Dolayısıyla gerektirici bir delil olmadan birden
fazlasının isbatı caiz olmaz. Lâfzın kullanılışı bir talâk hakkında mümkün
olunca, gereği yerine getirilmiş olur. Bir talâktan fazlası için gerektirici
bir unsur yoktur.
Bunlar şöyle diyorlar:
Ric'î talâkla boşanmış kadını, kocasına mahrem kabul edenlerin prensiplerine
göre bu gerçekten açıktır. O takdirde şöyle deriz: Haram kılma, ric'î yollu
haramlıktan da, bâin yollu haramlıktan da daha umumîdir. Daha umumî bir mânaya
delâlet eden, daha hususî olan şeye delâlet etmez. İsterseniz bunu siz şöyle
söyleyiniz: "Daha umumî olan, daha hususî olanı gerektirmez." veya
"Daha hususî olan, daha umumî olanın gereklerinden değildir." ya da
"Daha umumî olan, daha hususî olanı neticelendirmez."
"Ne murad ettiği
sorulur. Zıhar mı, ric'î talâk mı, bâin talâk mı veya yemin mi? Ne murad
etmişse o vuku bulur." diyenlerin yaklaşımları da şöyledir: Bu lâfız özel
olarak talâkı gerçekleştirmek için konulmuş değildir. Aksine talâk, ahar ve
îlâ arasında muhtemeldir. Niyetle bunlardan birisine çevrildiği zaman, o
ifadeyi uygun bir anlamda kullanmış olur. Dolayısıyla da murad ettiği mânaya
yorulur. Ne öteye gidilir, ne de geri kalınır. Bu ifadeyle cariyesinin âzad
olmasına niyet etmesi durumunda da aynı şekilde, cariye âzad olur. Aynı şekilde
zevcesine îlâda bulunmaya, cariyesine yeminde bulunmaya niyet edecek olsa,
niyeti ne ise kendisini bağlar. Bizzat kadının kendisinin haramlı-ğma niyet
ettiğinde ise, aynı lâfızla kendisine yemin keffareti gerekir. Kur'-an'ın
zahiri ile Müslim'in rivayet ettiği İbn Abbas hadisi bunu âmirdir. Hadis
şöyledir: İbn Abbas: "Kişi karısını haram kıldığı zaman, o bir yemin olur;
keffâret verir." demiş ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde güzel bir
örnek vardır." âyetini okumuştur.[955] Bu,
Mücâhid'in zıhar hakkında söylediği: "Onu mücerred söylemesiyle zıhar
keffareti gerekir." ifadesine benzemektedir. Aslında bu görüş Şafiî'nin
görüşü olmalıdır. Çünkü o, hemen akabinde boşama-dığı zaman keffareti gerekli
görmektedir. Bunlar devam ediyorlar: Şu da var ki lâfız, hem inşâ, hem de
ihbara muhtemeldir. Eğer ihbarî anlamda kullanmışsa, uygun bir kullanımda
bulunmuş olur, dolayısıyla kabul edilir. Eğer haram kılıcı bir tasarruf kurma
(inşâ) amaçlamışsa-, o zaman, o ifadeyle kadını haram kıldığı sebebin ne olduğu
sorulur: Eğer üç talâk veya bir veya iki talâk kasdettim derse, kabul edilir.
Çünkü hem lâfız buna elverişlidir, hem de niyet bitişmiştir. Eğer zıhara niyet
etmişse, aynı şekilde o da doğru olur. Çünkü bu ifade ile zıharın gereğini
tasrih etmiş olmaktadır. Zira: "Sen bana anamın sırtı gibisin.*' demenin
gereği haram kılmaktır. Dolayısıyla "haram kılma'* lâfzı ile buna niyeti
durumunda zıhar olur. "Haram kılma" sözünün niyetle birlikte talâka
delâlet etmesi, yine niyetle zıhara delâlet etmesinin üstünde değildir. Mutlak
olarak kadının haramlığına niyet etmesi durumunda ise, yemin olur, keffâret
gerekir. Çünkü bu, kadından "haram kılma" ifadesiyle uzak durması
demektir. Bu da aynen yeminle ondan kaçınıp uzak durması gibidir.
"O, talâka niyet
etmedikçe zıhardır." diyenlerin yaklaşımları şöyledir: Lâfız haram kılma
için konulmuştur. O kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Çünkü kulun
helâl-haram kılma yetkisi yoktur. O sadece üzerine helâl ya da haramlığm
bineceği sebepleri ortaya koyabilir. Allah'ın helâl kıldığını haram kılmakla, o
kötü ve iğrenç bir yalan söylemiş olmaktadır. Böylece o, "Sen bana anamın
sırtı gibisin." demiş gibi olur. Hatta "Sen bana haramsın" sözü,
zıhar olmaya daha lâyıktır. Çünkü, kişi karısını kendi mahremlerinden birine
benzetince, bu lâzımlık-melzûmluk ilişkisiyle haram kılmaya delâlet etmektedir.
Kadının haram olduğunu tasrih etmesi durumunda ise, zıhar lâfzında kullanılan
teşbihin gereğini açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin zıhar olması
evleviyet arzeder.
Devamla diyorlar ki:
Biz bunu niyetle talâk kıldık ve ona yorduk. Çünkü talâk için kinaye
lâfızlardan olmaya elverişlidir, dolayısıyla niyet durumunda talâka yorulur.
Mutlak ifadesi halinde ise, zıhar anlamına gelir.
Bu ifadeyle yemine
niyet ederse, yemin de olur. Zira bu görüş sahiplerinin prensiplerine göre,
yiyecek vb. eşyanın haram kılınması yemindir, keffâret gerekir. Zevceyi haram
kılması esnasında, bununla yemine niyet ederse, lâfzın elverişli olduğu bir
şeye niyet etmiş olur ve sözü kabul edilir.
"Talâka yemin
etse bile veya sözünün hemen akabinde ben bununla talâkı kasdettim dese bile
zıhardır." diyenlerin mesnedleri, az önce zikrettiğimiz haram kılmanın
zıhar olduğu esasıdır. Bunlara göre zıhar olan bu söz, talâka niyet etmekle
zıharlıktan çıkmaz. Nitekim "Sen bana anamın sırtı gibisin." dese ve
bununla talâka niyet etse veya ben bununla talâkı kasdettim dese zıharlıktan
çıkıp da talâk olmaz. Ulemanın çoğunluğuna göre bu böyledir. Ancak sözlerine
iltifat edilmeyecek şaz bir grup hariç. (Bunlar demişlerdir ki:) Zıhar-lıktan
çıkmaz. Çünkü bu durum, İslâm dinince nesh ve iptal edilen, zıharın talâk
kılınması şeklindeki cahiliye dönemi uygulamasına uygunluk arzeder. Bu durumda
bununla talâka niyet ettiği zaman, aslında Allah ve Rasûlü tarafından iptal
edilen, cahiliye devrindeki "zıhar lâfzından talâkın kasdı" gibi
şer'an ilga edilen, ihtimali bulunmayan bir şeye niyet etmiş olur. Dolayısıyla
bu niyetinin, Yüce
Allah'ın kullan arasında hükmettiği, hükmünün üzerinde istikrar kazandığı şeyi
değiştirme hususunda bir etkisi olmaz.
Sonra İmam Ahmed ve
tabileri, —talâk ve âzadda da olduğu gibi— bunun îkâı ile yemini aynı tutma
ilkesinden yürümüşlerdir. îbn Teymiye ise îkâ ve yemini birbirinden ayırma
şeklindeki ilkesine binaen, burada da İkisini birbirinden ayırmıştır. Nitekim
İmam Şafiî ve Ahmed (r.h.) ve onlar gibi düşünenler, nezir bahsinde ikisini
birbirinden ayırmışlar: "Bununla yemin etmesi durumunda keffâreti gereken
bir yemin olur; derhal vukuunu istemesi veya olmasını kasdettiği bir şarta
bağlaması durumunda ise, îfası gerekli bir nezir olur.1' demişlerdir. Yeminler
bahsinde inşaallah izahı gelecektir.
Bu takdirde, haram
kılma tasarrufu (inşâ) ile yemini birbirinden ayırmaları gerekir; haram kılma
ifadesiyle yemin eden, yemin etmiş olur; ona yemin keffâreti gerekir.
Derhal îkâ etmek ya da
olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması halinde ise, kendisine zıhar keffâreti
gerekir. Bu görüş İbn Abbas'tan nakledilen haberin bir gereği olmaktadır.
Çünkü o, bir defasında zıhar, diğer bir defasında da yemin kabul etmiştir.
"Her halükârda
yemindir, keffâret gerekir." diyenlerin görüşüne gelince, bunların
dayanakları şöyledir: Yiyecek, içecek ve giyeceklerden helâl olan şeylerin
haram kılınması nas ile, mâna açısından ve ashaptan gelen haberlerle yemin
olmaktadır ve keffâret gerekir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey
Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin
kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah,
yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır."[956]
Şüphesiz helâlin haram
kılınması da bu hükmün kapsamına girmelidir. Çünkü hükmün sebebi budur. Âmm
lafzın kapsamından sebep mahallini tahsise gitmek kesinlikle mümkün değildir.
Çünkü beyanda gözetilen asıl maksai öncelikle odur. Eğer böyle bir tahsise
gidilecek olsa, hükmün sebebi beyandan uzak kalmış olurdu ki, bu da mümkün
değildir. Bu son derece güçlü bir istidlaldir.
Ben bu konuyu
Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye sordum. Dedi ki: "Evet, haram kılma zevce
hakkında olursa büyük yemin olur ve keffâreti, zıhar keffâ-retidir. Zevce
dışında kalan şeylerin haram kılınması ise, küçük yemindir. Keffâreti, yemin
keffâretidir. İbn Abbas'ın, ashap ve onlardan sonra gelenlerden birçoğuna ait,
'Haram kılma yemindir, keffâret gerekir.' şeklindeki sözün mânası işte
budur."
Şimdiye kadar, bu
meselede varid olan görüşleri, onların istidlal yollarını ortaya koymuş olduk.
İlim ve insafı tercih eden, taassuptan, tarafgirlikten uzak olan kimse için
hangisinin-doğru, hangisinin yanlış olduğu gizli kapalı değildir. Yardım ancak
Allah'tan istenir!
Buraya kadar
anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere; zevcesi dışında, yiyecek, içecek ve
giyeceklerden bir şeyi ya da cariyesini haram kılması durumunda, bunlar kendisine
haram olmamaktadır. Üzerine yemin keffâreti gerekir.
Bu konuda üç yerde
ihtilâf vardır.
Birincisi: Bunlar
haram olmaz. Bu çoğunluk ulemanın görüşleridir. Ebu Hanife ise şöyle demiştir:
Kayıtlı olarak haram olur. Bu haramhği keffâret izale eder. Şöyle ki, karısına
zıhar yapması durumunda keffâret ödemedikçe kendisine cimada bulunması helâl
olmamaktadır. Nitekim Yüce Allah, bu husustaki keffâreti "tahille"
diye isimlendirmiştir ki bu *'helâlliği gerektiren şey" demektir. Bu da
keffâret öncesinde haramlığm sabit olduğuna delâlet eder. Yine Yüce Allah,
Peygamberine: "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?"
buyurmuştur. Bu da kendisi için mubah kılınan şeyin haram kılınmasıdır.
Dolayısıyla kişinin haram kılması İle, zevcesini haram kılmasmdaki durum gibi o
şey kendisine haram olur.
Ebu Hanife'ye karşı
çıkanlar şöyle diyorlar: Yüce Allah keffârete sadece "akd=
düğümleme"nin zıddı olan "çözme" anlamında "tahille"
ismini vermiştir. Yoksa kelime haram kılmanın zıddı olan, "el-hıüü= helâl
kılma" kökünden değildir. "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram
ediyorsun?" âyetine gelince; bundan murad bal ya da cariyeyi haram kılması
ve kendisini ondan uzak tutmasıdır. Buna dilde "haram kılma"
denilebilir. Bu sadece söz ile yapılan bir haram klimadır; şer'an haramlığınm
isbatı değildir.
Ebu Hanife'nin delil
olarak kullandığı, zıhar yolu ile veya "Sen bana haramsın" sözü ile
zevcenin haram kılınması durumuna gelince; eğer bu kıyas sahih olacak olsa, o
takdirde zıhara kıyasen keffâret vermenin, yemini bozmadan (hıns) önce gelmesi
gerekirdi. Çünkü zıhar mânasında oluyordu. Hane-filere göre ise keffâret, ancak
yeminde hânis olduktan sonra sözkonusudur. Bu durumda, onlarca şu iki şeyden
birisi gerekir: Ya o şeyi haram olarak işleyecektir. Halbuki Allah yeminin
çözülmesini emretmiştir. Bu durumda haram olan şey farz kılınmış veya farzın
zarurî neticesinden olmuş olacaktır. Çünkü yeminin çözülmesine ancak yemin
ettiği şeyi işlemek suretiyle ulaşacaktır, ya da o şeyi helâl olarak yapmaya
imkân bulamayacaktır. Çünkü keffâretin önce gelmesi caiz değildir ki, onunla
helâlliğe ulaşabilsin. O haramken işlemeye yeltenmesi de mümkün olmayacaktır.
Her iki taraftan da konuyla ilgili olarak söylenenler işte bunlardır.
Sonrasında konu
hakkında derinlik, incelik ve kapalılıklar var. Çünkü bir şeyi kendisine haram
kılan kimse, o şeyi terke dair Allah'a yemin eden durumdadır. Şayet o şeyin
terkine dair Allah'a yemin etse, keffâreti üstlen-medikçe üzerine yemin ettiği
şeyin hürmetini çiğnemesi caiz olmaz. Keffâreti üstlenince, yemin ettiği şeyi
yapmaya yeltenmesi caiz olur. Eğer keffâreti terke azmetse, Yüce Allah, yemin
konusu şeyi yapmaya yeltenmesini mubah kılmaz, ona izin vermez. Ona ancak
Allah'ın farz ettiği keffâreti üstlenmesi durumunda izin verir, onun
işlenmesini mubah kılar. Yemin ya da haram kılma yoluyla kaçındığı o şey
hakkında Yüce Allah'ın ona izin vermesi ve onu kendisine mubah kılması, ona
bir ruhsat ve nimettir. Bunun sebebi de Allah'ın koyduğu keffâret hükmünü
üstlenmesi olmaktadır. Eğer bu hükmü üstlenmezse, kendi üzerine akdettiği bu
yasak, üzerinde bir yük olarak kalır. Çünkü Yüce Allah, ancak kendisinden
sakınan ve hükmüne razı olan kullarından ağır yükleri kaldırır. Bizden önceki
şeriatlerde, yeminin kesinlikle yerine getirilmesi gerekirdi, asla vefasızlık
ve bozmak caiz değildi. Allah bu ümmete hükmü genişletti ve keffâret şartıyla
yemini bozmayı da caiz kıldı. Önce ya da sonra, keffâret verilmediği zaman ise,
yeminde hânis olma konusunda müsamaha yoktur. "Keffâret vermedikçe haram
olur." sözünün mânası işte budur.
Bu Ebu Hanife'nin
yalnız kaldığı konulardan değildir. İmam Ahmed'in mezhebindeki iki görüşten
birisi de budur: Şöyle izah ediyor: Bu haram kılma ve yemine iki mâna taalluk
etmektedir: a) O şeyin işlenmesini, kendisinden kaynaklanan engelleme, b)
Şâri'den gelen, keffâretsiz yeminde hânis olmayı engelleme. Eğer, haram kılması
ya da yemini o şeyi harama çevirmeseydi, ne kendi kendisini engellemesinin, ne
de'Şâri'in onu engellemesinin bir etkisi olmazdı. Aksine durum, nihayet Sâri'
Teâlâ'mn, o kişiye bu engelleme ile bir sadaka veya köle azadı ya da oruç vacib
kılması ve bunların üzerine de yemin edilen şeyin helâlliği veya haramlığmın
asıla bağlı olmaması demek olurdu. Hatta o, engelleme öncesi, sonrası aynı
olur, hiçbir fark olmazdı. Bu durumda da elbette keffâretin ne engelleme
konusunda, ne de izin hususunda hiçbir etkisi bulunmazdı. Bununsa fasitliği
gizli kapalı değildir.
Keffâretin öne
alınması caiz olmaması sebebiyle, haramlığına rağmen, o şeyin işlenmesiyle
ilzam olunmasının izahı şöyle olacaktır: Kişiye yemin ettiği ya da haram
kıldığı şeyi işlemesi, ancak ve ancak keffâret vermeyi üstlendiği zaman caiz
olur. Keffâret vermeye olan azmi, o şeyin üzerine haram olmasını engeller.
Haramhk ancak keffâreti üstlenmediği zaman sabit olur; üstlenmesi durumunda ise
haramlık devam etmez.
İkincisi: Kişiye haram
kılma sebebiyle keffâret gerekir. Haram kılma, yemin mertebesindedir. Bu,
ashaptan isimlerini verdiğimiz zevatla, re'y ve hadis fukahasının görüşleridir.
Sadece İmam Mâlik ve Şafiî; "Haram kılma ile üzerine keffâret yoktur.*'
demişlerdir.
Keffâreti gerekli
görenler, düşürenlere nisbetle nasdan yana daha şanslılar. Çünkü Yüce Allah,
yeminlerin çözülmesini hemen, "Niçin Allah'ın sana helâl kıldığını haram
ediyorsun?" ifadesinden sonra zikretmiştir. Bu, helâlin haram kılınması
hususunda, yeminlerin çözülmesinin gereğine açıkça delâlet eder. Çünkü ya sırf
ona özeldir, ya da hem onu hem de diğerlerini kapsamaktadır. Sözün yukarısında
zikredilen keffâret sebebinin, keffâret hükmünden hariç tutulması ve başka bir
şeye bağlanması caiz değildir; bunun imkânsızlığı açıktır.
Yine haram kılma
yoluyla o şeyi yapmaktan engelleme, yeminle olan engelleme gibidir, hatta ondan
daha da güçlüdür. Çünkü yemin, eğer Yüce Allah'ın isminin hürmetini çiğnemek
anlamını içeriyorsa, haram kılma O'nun şeriat ve emrini çiğneme anlamını
içermektedir. Çünkü Allah bir şeyi helâl kılmış, mükellef de onu haram
kılmışsa, bu haram kılışı onun teşri buyurduğu hükmün hürmetini çiğnemek oiur.
Biz diyoruz ki, ne yeminde hânis olmak Allah'ın isminin hürmetini, ne de haram
kılma şeriatinin hürmetini çiğnemek anlamı taşımaz. Nitekim fakihlerden öyle
diyenler olmuştur. O şekilde bir izah, gerçekten fasid bir ta'Iildir. Çünkü
yeminde hânis olmak ya caiz, ya vacib ya da müstahaptır. Allah hiçbir kimse
için, isminin hürmetini çiğnemeye asla cevaz vermemiştir. O, keffâret ile
yeminde hânis olmayı kulları için meşru kılmıştır. Hz. Peygamber, kişi yemin
ettiğinde, başkasını daha hayırîı görürse, yeminine keffâret vererek, yemin
konusu şeyi İşlemesini bildirmiştir. Malumdur ki, Yüce Allah'ın isminin
hürmetinin çiğnenmesi hiçbir şeriatta asla mubah kılınmamıştır. Keffâret;
Allah'ın, "el-hıllu" kökünden olarak "tef ile" kalıbında
"tahille" diye de isimlendirdiği gibi, sadece yemin ile düğümlenen şeyi
çözmektedir, başka bir şey değildir. Bu düğümleme (akd) de, yeminle olduğu
gibi, haram kılmayla da olur. Böylece, "Allah size yeminlerinizi
çözmenizi meşru kıldı." âyetinin hemen, "Allah'ın sana helâl kıldığını
niye haram ediyorsun?" buyruğu akabinde gelmesinin sırrı da ortaya çıkmış
oldu.
Üçüncüsü: Sadece Şafiî
hariç, cumhura göre, zevce haricinde cariye ile başka şeylerin haram kılınması
arasında fark yoktur. İmam Şafiî, sadece cariyenin, haram kılınması durumunda
yemin keffaretini gerekli görmüştür. Zira ona göre, haram kılmanın etkisi,
sadece kadının kadmlığıyla ilgili hususlardadır.
Sonra,
"tahrim" âyetinin nüzul sebebi cariyedir. Sebep mahallinin hükümden
hariç olması ve başkasına bağlanması caiz olmaz. Ona karşı olanlar ise şöyle
diyorlar: Nas, yeminin çözülmesi farziyetini helâlin haram kılınmasına
bağlamıştır. O da cariye ve cariye dışındakilerin haram kılınması hususunda
daha umumîdir. Dolayısıyla sebebinin bulunduğu her yerde keffâret gerekir.
Bunun izahı daha önce geçmişti. [957]
Sahih-i BuharVdc sabit
olduğu üzere, Cevn'in kızı Hz. Peygamber'in yanına geldiği vakit, Hz.
Peygamber kendisine yaklaşınca kadm: "Senden Allah'a sığınırım!"
demişti. Hz. Peygamber ona: "Son çok yüce birine sığındın. (Kalk!) Ailene
git!" buyurdu.[958]
Sahihayn'da sabit
olduğuna göre, Hz. Peygamber (Tebük seferine mazeretsiz katılmayan) Kâ'b b.
Mâlik'e (r.a.) gelmiş ve karısından uzak durmasını emretmişti. Kâ'b da
karısına: "Ailene git!" demişti.[959]
Bu ifadenin hükmü
hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Zahirîler: "Talâk değildir. Bununla
niyet etse de, etmese de talâk vuku bulmaz." demişlerdir. Bunlar, Hz.
Peygamber'in, Cevn'in kızı ile nikâh akdi yapmadığını, sadece onu istemek üzere
çağırttığım söylemişlerdir. Buna, Sahih-i Buharfde bulunan şu hadisin de
delâlet ettiğini ifade etmişlerdir: Ham'za b. Ebî Üseyd, babasından nakleder:
Ebu Üseyd, Hz. Peygamberle birlikte idi. Cevniyyeli kadın getirilmişti. Konuk
kadın bir hurmahk içerisindeki Ümeyye bt. en-Numan b. Şerâhîl'in evinde
ağırlandı. Beraberinde biniti de vardı. Hz. Peygamber, yanına girdi ve ona:
"Nefsini bana hibe et!" buyurdu. O da: "Kraliçenin nefsini çobana
hibe ettiği görülmüş mü?" dedi. Hz. Peygamber elini sakinleşmesi için
üzerine koymak maksadıyla ona doğru uzattı. Kadın: "Senden Allah'a sığınırım."
dedi. Hz. Peygamber: "Gerçekten güçlü bir yere sığındın!" buyurdu.
Sonra çıktı ve: "Ey Ebu Üseyd! Ona iki elbise giydir ve onu îilesine gönder!"
buyurdu.[960]
Sahih-i Müslim'de Sehl
b. Sa'd'den şöyle nakledilir: Rasûlullah'a (s.a.) Araplardan bir kadının lafını
ettiler. O da Ebu Üseyd'e, kadına haber göndermesini emir buyurdu. Ebu Üseyd
kadına haber gönderdi. Kadın gelerek Benî Sâide'nin kalesine misafir indi.
Derken Rasûlullah (s.a.) çıktı ve kadının yanına gelerek içeri girdi. Bir de ne
görsün, kadın boynunu eğmiş. Rasûlullah (s.a.) kendisiyle konuşunca kadın:
"Ben senden Allah'a sığınırım" dedi. O da: "Ben seni kendimden
sığındırdım" "dedi. Bunun üzerine ashab kadına: "Bu kim biliyor
musun?" dediler. Kadın: "Hayır!" cevabım verdi. "Bu
Rasûlullah'-dır. Seni istemeye geldi." dediler. Kadın: "Ben bu İşte
şanssızlığa uğradım." dedi.[961]
Derler ki: Bütün
bunlar hep aynı olayla ve aynı kadınla ilgili haberlerdir ve Hz. Peygamber'in o
kadınla henüz evlenmemiş olduğu da gayet açıktır. Hz. Peygamber onun yanma,
sadece kendisini istemek için girmiştir. [962]
Çoğunluk fukaha ise
—dört imam vb. bunlardandır—: "Hayır, bu lâfız talâka niyet etmesi
durumunda talâk lâfizlarındandır." demişlerdir. Nitekim Sahih-i Buharfde,
babamız İsmail aleyhisselam'ın, bu ifadeyle karısını boşadığı sabittir: Babası
(Hz. İsmail'in) hanımına: "Kocana söyle, kapısının eşiğini
değiştirsin!" demişti. Bunun üzerine Hz. İsmail (a.s.) de: "Eşik sensin.
Babam bana senden ayrılmamı emretmiş. Ailene git!" demişti. [963]
Hz. Âişe hadisi ise,
Hz. Peygamber'in kadın üzerine akit yapmış olduğunda sarih gibidir. Çünkü o: =
Hz. Peygamber'in yanına alındığında" ifadesini kullanmıştır. Bu ise
kocanın ailesi yanına girmesi demektir. Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber ona
yaklaştı." ifadesi de bunu destekler. .
Ebu Üseyd hadisine
gelince, nihayet burada: "Nefsini bana hibe et!" ifadesi
bulunmaktadır. Bu söz, daha önceden Hz. Peygamber'in onu nikahlamış olmadığı
anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in bu sözü, akit için değil de zifaf talebi jçin
söylemiş olması pekâla mümkündür.
Sehl b. Sa'd hadisine
gelince; akit bulunmadığı hususunda en sarih olanı budur. Çünkü bu hadiste:
"Hz. Peygamber ona geldiğinde: Bu Rasûlullah'tır. Seni istemeye geldi,
dediler." ifadesi vardır. Anlaşılan, bu kadın Cevniy-yeli kadındır. Çünkü
Sehl, hadisinde: "Ebu Üseyd'e, kadına haber göndermesini emretti. O da
haber gönderdi." demektedir. Dolayısıyla olay hep aynı olaydır ve Hz.
Âişe, Ebu Üseyd ve Sehl etrafında dönmektedir. Bunlardan her biri aynı olayı
rivayet etmiştir. Lâfızları aşağı yukan birbirine yakındır. Geriye sadece,
"Seni istemek için geldi" sözüyle "Yanına girip de ona yaklaşınca..."
sözü arasındaki çelişki kalmaktadır. Ya iki ifadeden birinde hata vardır, ya da
"yanma girmek" ifadesi, kocanın hanımı yanına girmesi anlamında
değil, genel anlamda girmek manasınadır. Bu da muhtemeldir.
Hz. İsmail kıssasıyla
ilgili İbn Abbas hadisi ise sarihtir. Bu lâfız hem cahi-liye, hem de İslâm
dönemlerinde, öteden beri kadını boşamak için kullanılan talâk lâfızlanndandır.
Hz. Peygamber onu değiştirmemiş, kabulle karşılamıştır. İslâm'ın öncüleri olan
ashab: "Sen haramsın." "Emrin elindedir", "Tercih
et", "Seni ailene hibe ettim", "Sen haliyye (boşanmış biri)sin,
benden hali oldun", "Sen beriyye (uzak)sin, seni ibra ettim",
"Sen ibra edilmişsin", "İpin boynundadır", "Sen haramsın
(hirc)"[964] (sırasıyla arapçalan:)
ifadeleriyle talâk
îkâında bulunmuşlardır. Hz. Ali ve îbn Ömer: = Sen haliyyesin demek üç talâktır."
demişlerdir. Hz. Ömer ise: "Bir ric'î talâktır." der. Muâviye;
karısına; "Eğer evden çikarsan sen haliyyesin." diyen adamla eşini
ayırmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer ve Zeyd: = Sen beriy-yesin." ifadesi
hakkında "üç talâktır" derlerken Hz. Ömer: "Bir ric'î talâktır."
demiştir. Hz. Ali, ifadesi için: "Üç talâktır." Hz. Ömer ise:
"Bir talâktır." demişlerdir. "Emrin elindedir", "Sen
bana haramsın" tâbirlerinin izahı sırasında ashabın görüşleri'daha önce
geçmişti.
Yüce Allah, talâkı
zikretmiş, fakat onun için bir lâfız belirlememiştir. Buradan da Allah'ın
konuyu insanların örfüne bıraktığı anlaşılır; insanların örfünde hangi lâfız
talâk mânası ifade ediyorsa, niyet bulunduğunda o lâfızla talâk gerçekleşmiş
olur.
Lâfızların bizzat
kendileri maksut değillerdir. Bunlar o lâfzı söyleyenin maksadını göstermesi
için kullanılır. Kişi bir mânaya gelen bir lâfzı söyledi ve o mânayı da
kasdetti mi, üzerine hükmü terettüp eder. Bunun içindir ki, İranlı, Türk,
hintli ve benzerlerinin kendi dilleri ile verdikleri talâklar vuku bulur. Hatta
bunlardan biri, Arapça sarih talâk lâfızlarından birisini, mânasini bilmeden
telaffuz edecek olsa, asla bir şey lâzım gelmez. Çünkü mânasını bilmediği,
içeriğini de kasdetmediği bir şeyi söylemiştir. Kâ'b b. Mâlik hadisi; bu ve
benzeri lâfızlarla, niyet olmadıkça talâkın vuku bulmayacağına delâlet
etmektedir.
Doğrusu, bu ister
sarih ister kinaye olsun bütün lâfızlarda geçerlidir. Âzad ve talâk lâfızları
arasında bir fark da yoktur. Şayet bir kimse: "Benim kölem hürdür, zina
etmez." veya "Benim cariyem hürdür, fahişelik yapmaz." dese,
aklından da âzad etme fikri geçmese, niyet de etmese bununla asla azad işi
gerçekleşmez. Yine bir kimse karısı ile birlikte iken, yolda ayrılsalar ve
kendisine: "Karın nerede?" diye sorulsa da: "Ondan ayrıldım."
dese; veya saçını taraşa da: " - Onu taradım." dese (bu söz Kur'an'da
talâk için kullanılıyor) ve bu sözlerle talâkı kasdetmese, kadın boş olmaz.
Yine kadını serbest, tamamen kendi haline bıraksa ve onun durumunu haber vermek
amacıyla: "O taliktir (yani serbest)." dese; bununla da boş olmaz.
Yine aynı şekilde, kadın bağlanmış olsa da, iplerinden çözülse, koca da;
"Sen taliksin" dese, yani bağlarından boşanmışsın demek istese kadın
boş olmaz. Bütün bunlar İmam Mâlik ve bazı şekillerinde İmam Ahmed'in görüşleridir,
bazıları da imamın ele aldıklarının benzerleridir. Bunlarla niyet etmedikçe ve
talâkı gösteren bir lâfzı söylemedikçe talâk vuku bulmaz. Eğer bu ikisinden
(yani niyet ve lâfız) sadece biri bulunursa ne talâk ne de âzad vuku bulmaz.
Lâfızların sarih ve kinaye şeklinde ikiye ayrılması, her ne kadar asıl konumu
bakımından sahihse de, tamamen şahıs, zaman ve mekâna göre farklılık
arzederler. Nice sarih lâfız başka bir yöre halkınca kinaye olabilir, ya da bir
zaman ve mekânda sarih olan bir lâfız, başka bir zaman ve mekânda kinaye
olabilir. Realite bunun şahididir. Meselâ, lâfzını ele alalım: Hemen hemen
hiçbir kimse bu sözcüğü ne sarih ne de kinaye yollu talâk için kullanmamaktadır.
Bu durumda kalkıp: "Kim bu sözcüğü kullanırsa onun karısı boş olur; ister
niyet etsin, ister etmesin. Çünkü şer'î örf ve kullanış şekli vardır. (Yani
Kur'an'da bu anlamda kullanılmıştır).'" demek asla caiz olmaz. Çünkü
böylesi bir iddia hem şer'î açıdan, hem de kelimenin kullanılışı bakımından
yanlış bir iddiadır. Kelimenin kullanılışı açısından yanlıştır; çünkü hemen
hemen hiçbir kimse karısını boşamak için bu kelimeyi kullanmamaktadır. Şer'î
açıdan da yanlıştır; çünkü Kur'an bunu talâktan başka mânada da kullanmıştır.
Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da
henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerekmez.
O halde onları faydalandırın (mut'a verin) ve onları güzel bir şekilde
serbest bırakın."[965] Buradaki
"tesrîh = snl 'st bırakma" kesinlikle talâk değildir. Aynı
şekilde " = ayrılık" kelimesini Şâri\ talâktan başka mânada da
kullanmıştır: "Ey Peygamber! Kadınları boşadiğınizda, onları iddetleri
içinde boşayınız... Müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun,
veya onlardan uygun bir şekilde ayrılın. "[966] Bu
âyette geçen) "=tutmak"tan maksat, ric'attir. = Ayrılık" ise,
ric'atte bulunmamak demektir; yoksa ikinci bir talâkın verilmesi anlamında
değildir. Bunda asla bir ihtilâf da yoktur. Dolayısıyla, "Bu ifadeyi
telaffuz eden kimsenin karısı boş olur. Mânasını ister anlasın, ister
anlamasın." demenin bir anlamı yoktur. Her ikisi de bâtıllıkta aynıdır.
Tevfik Allah'tandır. [967]
Yüce Allah şöyle
buyurur: ''İçinizden zıhar yapanların kadınları, onların anaları değildir.
Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve
yalan lâf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedici, bağışlayıcıdır. Kadınlardan
zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin kanlarıyla
temas etmeden önce, bir köleyi hürriyete kavuşturmaları gerekir. Size
öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna imkân bulamayan
kimse, temas etmeden önce, aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da
gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Rasûlü'ne
inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleridir. Kâfirler için acı bir
azap vardır."[968]
Sünen ve Müsned
kitaplarında sabit olduğuna göre Evs b. Sâmit, hanımı Havle bt. Mâlik b.
Sa'Iebe'ye zıhar yapar. Bu konuda Hz. Peygamber'le (s.a.) mücadeleye giren ve
Allah'a şikâyette bulunan, yedi kat semânın ötesinden şikâyeti işitilen ve
kabul gören kadın işte bu kadındır. Bu kadın Hz. Peygamber'e gelerek şöyle
demişti: "Ya Rasûlullah! Şüphesiz ki Evs b. Sâmit, ben genç ve arzulanan
biri iken benimle evlendi. Yaşım ilerledi, ona bir sürü çocuk doğurdum. Şimdi
ise beni anasının yerine koydu." Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu:
"Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yok." Çaresiz kadın:
"Ey Allah'ım! Ben halimi sana şikâyet ediyorum." dedi[969] Bir
rivayette o şöyle demiştir: "Benim küçük çocuklarım var. Eğer onları ona
versem ziyan olurlar, kendim alsam aç kalırlar." dedi ve bunun üzerine
Kur'an âyetleri indi.
Hz. Âişe şöyle der:
Her sesi işiten Allah'a hamdolsun! Havle bt. Sa'lebe Hz. Peygamber'e şikâyetçi
olarak gelmişti. Ben evin bir uçundaydım. Bazı sözlerini duyamıyordum. Hemen
Allah: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan
kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuşmanızı işitiyor. Çünkü Allah
işitendir, bilendir..."[970]
âyetlerini indirdi. [971]
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Bir köle azad etsin." buyurdu. O:
"Bulamaz." dedi. Hz. Peygamber: "Öyleysepeşi peşine iki ay
oruçtular." buyurdu. O: "Ya Rasûlallah! O yaşlı bir ihtiyar. O
nerde, oruç nerde!" dedi. Hz. Peygamber: "Öyleyse altmış fakiri
doyursun!" buyurdu. O: "Onun tasad-duk edebileceği bir şeyi
yok." dedi.
Hz. Âişe der ki: Tam o
saatle bir zenbil hurma getirildi. Ben: "Ya Rasûlallah! Ben bir zenbil
hurma vererek ona yardım olurum." dedim. Hz. Peygamber: "Aferin! Onun
adına altmış fakiri doyur ve amcanın oğluna geri dön." buyurdu.[972]
Sünen'dç anlatılır:
(Zureykoğullarından) Seleme b. Sahr el-Beyazî, Ramazan ayı boyunca karısına
zıharda bulundu. Ramazan ayı çıkmadan bir gece onunla cima etti. Sonra geldi ve
Hz. Peygamber'e olanları anlattı. Efendimiz ona: "Demek sen, öyle ha! Ya
Seleme!" dedi. Seleme der ki: Ben iki defa: "Evet ya Rasûlallah! Ben
böyleyim, Allah'ın emrine razıyım. Hakkımda Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmet."
dedim. Hz. Peygamber: "Bir boyun (köle) azad et!" buyurdu. Ben:
"Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şundan başka
boyuna sahip değilim." dedim ve enseme elimin içiyle vurdum. Hz.
Peygamber: "Öyleyse iki ay peşi peşine oruç tut!" dedi. Ben:
"Zaten başıma gelen oruç yüzünden gelmedi mi?" dedim. Hz. Peygamber:
"Öyleyse, bir vesk hurmayı altmış fakir arasında yedir." buyurdu.
Ben:
"Ona karnımı
yaydım" ifadesini doğurmaktan kinaye olarak kullanılan -biz lazımı
manasıyla tercüme ettik.
"Seni hakla gönderene
yemin ederim ki, ikimiz de aç geceledik, yiyecek bir şeyimiz yok." dedim.
Hz. Peygamber: "Züreykoğulları zekât memuruna git, sana onu versin. Altmış
fakire bir vesk hurma yedir. Sen ve ailen de geri kalanını yiyin."
buyurdu. Kavmime döndüm ve: "Sizin yanınızda darlık ve kötü tedbir gördüm.
Allah Rasülü'nün yanında ise genişlik ve güzel tedbir buldum. Bana
zekâtlarınızdan vermenizi emretti." dedim.[973]
Tirmizî'nin Câmfinde
İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Karısına zıhar yapan ve onunla cimada
bulunan bir adam Hz. Peygambere geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben karıma zıhar
yaptım. Sonra da keffâret vermeden önce onunla cima yaptım." dedi. Hz.
Peygamber ona: "Allah'ın rahmetine uğrayasıca; seni o şeye sevkeden ne
oldu?" diye sordu. O: "Ay ışığında halhalini gördüm {kendimi
tutamadım)." dedi. Hz. Peygamber: "Allah'ın sana emrettiği şeyi yapmadan
ona yaklaşma!" buyurdu. [974]
Tirmizî: "Bu, hasen-garib-sahih bir hadistir." der.
Yine Tirmizî'de,
Seleme b. Sahr, Hz. Peygamber'den, keffâret vermeden önce cimada bulunan zıhar
yapmış kimse hakkında: "Bir keffâret (yeterlidir)." buyurduğunu
rivayet eder.[975] Tirmizî buna da
"Hasen-garibdir" der. Hadisin senedinde Süleyman b. Yesâr'la, Seleme
b. Sahr arasında kesinti vardır.
Bezzâr'ın Müsned'inde,
İsmail b. Müslim—Amr b. Dînâr— Tâvûs silsi-lesiyle İbn Abbas şöyle anlatır: Bir
adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ben karıma zıhar yaptım, sonra da keffâret
vermeden önce onunla cima ettim." dedi. Hz. Peygamber: "Allah,
'Birbirine temas etmeden önce...' buyurmadı mı?" dedi. Adam: "Hoşuma
gitti (kendimi tutamadım)" dedi. Hz. Peygamber: "Keffâret verinceye
kadar ondan geri dur." buyurdu.[976]
Bezzâr: "Hadisin, bundan daha sahih bir isnadla rivayet- edildiğini
bilmiyoruz. Ne var ki İsmail b. Müslim hakkında ileri sürülen tenkitler vardır.
İlim erbabından pek çok grup ondan rivayette bulunmuşlardır." demektedir.
Bu hadisler bazı
hükümleri içerir:
1— Cahiliye
dönemi ve İslâm'ın ilk devirlerinde zıhann talâk kabul edilmesi uygulaması
iptal edilmiştir. İsterse bununla talâka niyet ettiğini tasrih etsin,
farketmez. Şayet bir kimse karısına: "Sen bana anamın sırtı gibisin! Ben
bununla talâkı kasdediyorum." dese bu talâk olmaz, zıhar olur. Bu ittifakla
böyledir. Belki muhalif, önemsiz şâz bir görüş olabilir. Bu hususu İmam Ahmed,
Şafiî vb. ifade etmişlerdir. Şafiî: "Şayet talâk niyetiyle zıhar yapsa, bu
zıhar olur veya zıhar niyetiyle boşasa bu da talâk olur." der. İşte
Şafiî'nin ifadesi budur. Onun görüşü olarak kendisine bunun aksini nisbet etmek
caiz değildir. İmam Ahmed ise şöyle açıklamıştır: Şayet kişi: "Sen bana
anamın sırtı gibisin. Bununla ben talâkı kasdediyorum." dese, bu zıhar
olur, bununla kadın boşanmış olmaz. Çünkü zıhar, cahiliyye devrinde talaktı ve
neshe-dildi. Mensûh hükme dönüş caiz değildir.
Yine E vs b. Sâmit,
bununla o zamanda olduğu gibi sadece talâka niyet etmişti. Buna rağmen Hz.
Peygamber (s.a.) ona talâk değil, zıhar hükmünü uygulamıştır.
Çünkü
"zıhar", hükmü konusunda sarihtir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın iptal
ettiği hüküm hakkında onu kinaye saymak caiz değildir. Allah'ın hükmü uyulmaya
ve riayet edilmeye daha lâyıktır.
2— Zıhar haramdır ve buna yeltenmek caiz
değildir. Çünkü o, Allah Teâlâ'nm da bildirdiği gibi, kötü bir söz ve iğrenç
bir yalandır. Her ikisi de haramdır. Kötü bir söz (münker) oluşu ile, iğrenç
bir yalan (zûr) oluşu şöyledir: "Sen bana anamın sırtı gibisin."
sözü hem karısının öyle olduğunu haber verme (ihbar), hem de karısını haram
kılma tasarrufunu kurma (inşâ) anlamı içermektedir. Yani hem ihbar, hem de inşâ
mânasına gelebilir. Dolayısıyla o yalan bir haber, kötü bir inşâdır demek olur.
Yalan (zûr), hak ve sabitin zıddı olan bâtıldır; kötü (münker) ise, iyi ve
mârufun zıddıdır. Yüce Allah âyeti, "Şüphesiz ki Allah, affedicidir,
bağışlayıcıdır." ifadesi ile tamamlamıştır. Bunda, günah sebebinin mevcut
olduğuna, eğer Allah'ın af ve mağfireti olmasaydı, mutlaka bu yüzden orumlu
tutulacaklarına dair işaret bulunmaktadır.
3— Keffâret
bizzat zıharla değil, dönüşle vacip olur. Bu cumhurun görüşüdür. Sevrî, İbn
Ebî Necîh'ten, Tâvus'un: "Zıhar yapar yapmaz keffâret gerekir."
dediğini nakleder, bu, İbn Ebî Necîh'in Tâvus'tan rivayetidir. Ma'mer ise
Tâvus'tan, o da babasından şöyle nakleder: "Sonra söylediklerinden
dönenlerin..." âyeti hakkında babası: "Onu kendisine anasının sırtı
gibi kıldı, sonra dönüyor ve onunla cima ediyor. Bu durumda bir boyun (köle)
azadı gerekir, demektedir." demiştir. Mücâhid'den de: "Bizzat zıharla
keffâret gerekir." dediği nakledilir. Bunu İbn Hazm, Sevrî ile Osman
el-Bettî'den de nakleder. Tabii bunlar, keffâret için dönmenin şart olduğunu
bilmiyor değiller. Ancak bunlara göre "dönme", cahiliye devrindeki
zıhar uygulamasına
dönmektir. Nitekim
Yüce Allah'ın, avlanmanın
cezası konusunda: = Kim dönerse,
Allah ondan öç alır." âyetinde geçen '* = dönme" kelimesi,
"Haramhğının nüzulünden sonra ava dönerse" demektir. Bu yüzden de
Allah, akabinde: "Allah geçenleri affetmiştir." buyurmuştur. Bu
görüşte olanlar devamla şöyle diyorlar: Keffâret, sırf zıhar yapmakla vacib
olur. Çünkü keffâret kişinin söylemiş olduğu çirkin söz ve iğrenç yalan
karşılığında vacib olmuştur. Çirkin söz ve yalan da cima veya cimaya azmetme
değil, bizzat zıhann kendisidir. Sonra, Yüce Allah zıharı haram kılıp, onu
yasaklayınca "dönmek", bizzat yasaklanan şeyin işlenmesi oldu. Aynen,
"Umulur ki, Rabbıniz size merhamet eder. Eğer siz dönerseniz biz de döneriz.
"[977] âyetindeki gibi. Mânası:
"Eğer siz günaha dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz."
demektir. Dolayısıyla burada "dönmek" bizzat yasaklanan şeyi
işlemektir. (Zıhardan dönmek değil de yasak olan zıhara dönmek şeklinde.)
Bir başka delil: Zıhar
cahiliye döneminde talâktı. Hükmü talâktan zıhara nakledildi; üzerine keffâret
ve keffâret ödeninceye kadar zevcenin haram-lığı hükümleri konuldu. Bu da aynen
talâkta olduğu gibi, zıhar sözünü kullanmakla, zıhar hükmünün muteber olmasını
gerekli kılar.
Âlimlerin çoğunluğu
bunlara karşı çıkmış ve şöyle demişlerdir: "Dönmek", zıhar sözcüğünün
mücerred olarak söylenmesinin sonrasında olan bir iştir. Âyeti, "İslâm'da
tekrar zıhara dönme" mânasına yorumlamak üç açıdan doğru olmaz:
Birincisi: Âyet,
İslâm'da zıhar yapan kimselerin hükmünü beyan etmektedir. Bu yüzden de fiili,
muzari (geniş zaman) sigasıyla " = Zıhar yaparlar" şeklinde
kullanmıştır. Bu İslâm zıhanmn hükmü olduğuna göre, —ki zıhar size göre bizzat
dönmek demektir— bu takdirde sonrasında nasıl oluyor da "sonra
dönerler" ifadesini kullanıyor. Yoksa bu dönmenin mâna-* sı size göre
zıhardan başka bir şey mi?
İkincisi: Eğer
"dönmek", sizin dediğiniz mânada, muzari (geniş zaman)] fiil de
geçmiş zaman mânasında olacak olsa, takdiri; " = Kadınlara cahiliye
devrinde zıharj yapıp da İslâm'da tekrar ona dönenler" şeklinde olurdu ve
keffâret, ancak cahiliye devrinde zıhar yapıp da İslâm döneminde tekrar zıhara
dönenlere gerekirdi. Bu takdirde dönme durumu olmadan sadece İslâm'da zıhara
başlayan kimseye nereden keffâreti gerekli kılacaktınız? Çünkü bu takdire göre
iki şey var: Önce geçen bir zıhar ve tekrar ona dönüş. Bu durum ise, şimdi
zıhar hükmünü tümden ortadan kaldırır. Ancak " = Zıhar yaparlar"
fiilini bir gruba, = dönerler" fiilini de başka bir gruba ait kılarsanız
(yani özneleri ayrı ayrı kişiler şeklinde düşünürseniz) ve müzari fiilini de
mazi (geçmiş) fiili yerine koyarsanız, hükmün devamı o zaman sözkonusu olabilir.
Bu da ilâhî nazma muhalif olur, sözü fesahatinden çıkarır.
Üçüncüsü: Hz.
Peygamber (s.a.): Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a keffâ-ret ödemelerini
emretmiş, onlara cahiliye döneminde zıhar yapıp yapmadıklarını sormamıştır.
Eğer siz: "Hz. Peygamber, sizin keffâret için şart koştuğunuz
"dönme"yi de sormamıştır. Eğer şart olsaydı onlara dönüp dönmediklerini
sorardı." derseniz, cevaben şöyle denilir: "Dönme"yi; zıhardan
sonra talâk verebilecek kadar bir zamanın geçmesi ve talâk vermemesi şeklinde
anlayanlara göre, bu soruya zaten gerek yoktur ve sizin bu itirazınız, bizzat
onların delili olmaktadır. "Dönmeden maksat cima ve azimdir"
diyenler ise şöyle demektedirler: (Hadislerdeki) olayın akışı, zıhar yapanların
kasdınin cima olduğu hususunda açıktır. Sadece onun (cima) için tutmuş
(kanlarım boşama-mış)lardır. Bunun izahı inşaallah ileride gelecektir.
Zıharın kötü bir söz
ve iğrenç bir yalan oluşuna gelince, evet bu doğrudur. Ancak Yüce Allah bu
kötü ve yalan söz hakkında keffâreti iki şeye birden bağlamıştır: Zıhar sözü ve
dönüş. Nitekim ilânın hükmü de Öyledir: Hem îlâ sözcüğü, hem de cima üzerine
birden terettüp eder, sadece biri üzerine değil. [978]
Çoğunluk fukahaya göre
keffâret ancak zıhardan sonra dönüş ile vacib olur. Sonra bunlar
"dönüş"ten ne kastedildiği konusunda ihtilâf etmişlerdir. Zmar
sözcüğünü aynen tekrarlamak mı, yoksa onun sonrasında olan bir şey mi? İki
görüş vardır:
Bütün Zahirîler:
"Dönüş" zıhar sözcüğünün tekrarlanmasıdır, demişlerdir. Bunun
seleften hiçbir kimseden nakletmemişlerdir. Zahirîlerden önce böyle bir görüş
ileri süren de olmamıştır. Gerçi böyle bir ayıptan hemen hemen hiçbir mezhep de
uzak kalmış değildir. Bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah keffâreti yeni
başlanılan zıhar sebebiyle değil, sadece tekrarlanan Tihar yüzünden vacip
kılmıştır. Âyetle istidlal üç açıdan olmaktadır:
Birincisi: Arap
lügatinde "bir şeye dönme" ifadesinden, ancak o şeyin benzerinin
ikinci defa yapılması mânası anlaşılır. İşte Allah'ın Kitab'ı, Rasû-lü'nün
kelâmı ve Arabın sözleri önümüzde; Yüce Allah: "Eğer onlar (dünyaya) geri
gönderilseler, yine men olundukları şeylere döneceklerdir." buyurmaktadır.[979] Bu
âyet, " = dönmek" fiilinin "lam" harfi ile kullanılması
bakımından, zıhar âyeti ile aynıdır ve "Daha önce işledikleri şeyleri
ikinci defa işlemek" anlamındadır. Yine: "Eğer siz dönerseniz, biz de
döneriz."[980]
âyeti de öyle; "Eğer siz günahı tekrar işlerseniz biz de cezayı tekrarlarız."
mânasındadir. Yine: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri
şeye dönenler...."[981]
buyurulmaktadır. Bizzat zıhar hükmünü getiren sûrede yer alan bu âyet,
"dönmek"ten maksadın ne olduğunu açıklamaktadır. Çünkü fiil olarak
da, maksat olarak da onun aynısıdır. Aralarında tekrardan doğan bir aynilik
çağrışımı yakînen bulunmaktadır.
Diyorlar ki: Zıharda
bulunanların söyledikleri, zıhar sözüdür. "Söylediklerine dönmek"
ise, o sözü ikinci defa tekrarlamak demektir. Arap bunun dışında başka bir şey
anlamaz. Sözün tekrarının dışında kalan diğer şeyler ya onu tutmak
(boşamamaktır), ya azimdir, ya da cimadir. Bunlardan hiçbiri sözle olacak bir
şey değildir. Dolayısıyla bunlardan birini yapmak ne lâfı/ açısından ne de mâna
açısından dönmek (tekrar) olmaz. Çünkü tutmak (boşa-mamak), azim ve cima zıhar
değildir ki, bunlardan birini yaptığında zıhara dönmüş olsun.
Diyorlar ki: Eğer
dönmekten "kişinin nefsini menettiği şeyden dönmesi" mânası
kasdedilseydi, —nitekim " = Hibeden döndü." denilir— o takdirde
yerine buyurulurdu. Nitekim = Hibesinden dönen, kusmuğuna dönen gibidir.
"[982] hadisinde öyledir.
Ebu Muhammed b. Hazm,
Hz. Âişe hadisini delil olarak kullanır: "Evs b. Sâmit'in kadınlara karşı
aşırı düşkünlüğü vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar
vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar yapardı. Yüce
Allah onun hakkında zıhar keffâretini indirdi."[983]
Hadis böyle. îbn Hazm şöyle der: Bu ifade tekrarı gerektirir ve bu zaruridir.
Zıhar konusunda sahih olan tek haber de budur. "Bu görüşte olan hiçbir
sahabî yoktur." şeklindeki bize karşı şamatanıza gelince, peki siz bize,
"Dönmek, çımadır veya azimdir veya tutmak (boşamamak)tır" veya
"o, cahiliye dönemindeki zıhara dönmektir" diyen tek bir sahabî
gösterin. Siz hiçbir zaman, ashaptan yana bizim kadar şanslı olamazsınız!
'Çoğunluk ulema onlara
karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: "Dönme'-nİn mânası önceki lâfzın
tekrarlanması demek değildir. Eğer lâfzın tekrarı "dönme" olsaydı o
zaman Sonra söylediklerini iade ederler."
derdi. Çünkü Sözünü aynısıyla tekrar
(iade) etti."denilir.
Dönmek" kelimesi ise
fiillerde kullanılır ve" = Yaptığına döndü. Hibesine
döndü." denilir. Bu örnekler ile kullanılışeklidir.
Yine İşine döndü, görevine döndü, haline
döndü, lütufkârlığına döndü, kötülüğüne döndü vb." denilir. Bu mânada
şeklinde ile de kullanılır.
Söze gelince, sadece)
" = Sözü tekrar (iade) etti." şeklinde kullanılır. Nitekim Dımâd[984] b.
Sa'lebe Hz. Peygamber'e:) " = Sözlerini bana tekrarla." demiştir.
Yine Ebu Saîd" = Onları bana tekrarla, Ya Rasûlallah!" demiştir.
Doğrusu bu, bağlayıcı
değildir: Hem denildiği gibi de denilir. Hadiste, "Sözünü aynen
tekrarladı." mânasında enilmektedir. Bundan daha kötüsü. Zahirîlere
karşı: "Sözün iadesi dünün iadesi gibi muhaldir. Çünkü iki ayrı zamanın
bir araya gelmesi mümkün değildir." şeklinde getirilmek istenen delildir.
Bu son derece fasittir. Çünkü sözün iadesi, fiilin İadesi kabilindendir. O da
bizzat birinciyi değil, onun gibisini getirmek demektir. Mutaassıp kimselerden
gelen ve "Zahirîlerin ihtilâfı dikkate alınmaz." şeklindeki bir söze
ise şaşmamak elde değildir. Böylesi bir konuda hem onlarla birlikte araştırma
yapıyor, hem de böyle bir sözle onlara reddiye çıkarıyorlarhadisindeki
kullanılışı delil kullanarak onları redde çalışan kimsenin iddiası da aynı şekilde
bozuktur. Çünkü bu hadis, âyete benzememektedir. Onun benzeri: "Gizli
konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönmeye
çalışanları... görmedin mi?"[985]
âyetidir. Buna rağmen bu âyet zihar âyetin-deki maksadı açıklamaktadır: Çünkü
menedildikleri şeye dönmeleri bizzat yasaklanan şeye dönmeleri demektir, ki o
da gizli konuşmaktır. Bundan maksat da o fısıldaşmanın aynısını tekrarlamak
değildir, bilâkis yasaklanan şeye (gizli konuşmaya) dönmektir. Aynı durum zıhar
âyetindeki: için de sözkonusudur. demektir. îsm-i mef'ûl mânasında bir
masdardır ve o da: "kendisine haram olan kadına benzetmesi sebebiyle zevcenin
haram kıhnması"dır. Dolayısıyla haram olana dönmek, sözüne dönmek olur.
Dönmek de onun fiilidir. Bu, "dönmekten maksat cimadu*." diyenlerin
yaklaşımı olmaktadır.
Meselenin esası şurada
yatıyor: Burada masdar mef'ûl "söylenen şey" manasınadır.
"Söylenen şey" de kadının haram kılınmasıdır. demektir. O da
"Haram kıldıktan sonra ona dönerek mubah kılmak istemek"tir. Bu
te'vil Arapça'nın gramer ve kullanılış tarzına uygundur. Selef ve halef
ulemasının büyük çoğunluğunun benimsediği görüş budur. Nitekim Katâde, Tâvûs,
Hasan (el-Basrî), Zührî, Mâlik vb, hep böyle söylemişlerdir. Seleften hiçbir
kimsenin; ne sahabeden, ne tabiînden, ne de onlardan sonra gelen nesillerden,
âyeti "sözün iadesi" şeklinde tefsir ettiği asla olmamıştır. Burada
"dönme"yi sözün iadesi kabul edenlere gizli kalan bir husus vardır
ki, o da şudur: Fiile dönüş, şu anda^ üzerinde olduğu halden ayrılıp, daha
önce üzerinde bulunduğu hale dönmeyi gerektirir. Nitekim, "Eğer siz
dönerseniz biz de döneriz." âyetinde öyledir. Baksanıza! Onların dönüşü,
şu anda üzerinde bulundukları iyi hallerinden ayrılıp daha önce üzerinde
bulundukları kötü hallerine dönmeleri demektir. Şair'İn:
"Eğer iyiliğe
dönerse, dönüş övgüye değer" sözü de böyledir Şu andaki zıhar yapanın
üzerinde bulunduğu hal, zıhar sebebiyle olan haramhktır. Daha önce üzerinde
bulunduğu hal ise, nikâh sebebiyle cimanin helâlliğidir. Dolayısıyla zıhar
yapanın dönmesi, zıhardan önce üzerinde bulunduğu helâllik haline dönmesidir.
Keffâreti gerektiren şey de işte budur. Düşün! Dönmek, ondan ayrıldıktan sonra
kendisine döneceği bir durumu gerektirir. Böylece, hibeden dönmekle, zıhar
yapanın söylediğine dönmesi arasındaki farkın sırrı da ortaya çıkmış oluyor.
Çünkü hibe "mevhûb" (hibe edilen) manasınadır ve bir eşyadır. Ondan
dönmek, daha önce olduğu gibi, onu mülkiyetine sokmak ve onda tasarrufta
bulunmak mânasını içerir. Zıhar yapanın durumu ise böyle değildir. Çünkü o,
haram kılma ile eşlikten çıkmıştır. Dönmekle de, tahrimden önce eşi ile
birlikte üzerinde bulunduğu hale rücû talebinde bulunmuş olmaktadır.
Dolayısıyla daha uygun olan, bu mânada yani demek; hibede de demektir. Hz.
Peygamber Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a zıhar keffâreti vermelerini emir
buyurmuştur. Halbuki bunlar zıhar sözcüğünü iki defa telaffuz etmemişlerdir.
Çünkü ne bizzat kendileri bunu Hz. Peygamber'e bildirmişler, ne onların yerine zevceleri
söylemiş, ne de bir başka sahabî bildirmemişti. Hz. Peygamber de onlara:
"Bunu bir kere mi, iki kere mi söylediniz?" diye sormamıştı. Eğer
böyle bir şart olsaydı, onu açıklamayı ihmal etmezdi.
Meselenin sırrı
şuradadır: "Dönmek" İki durumu içermektedir: Kendisine dönülen şeyi,
kendisinden dönülen şeyi. "Dönmek" kavramı için bu ikisi zaruridir. Kişinin kendisinden döndüğü şey,
onu bozmak ve iptal etmek mânası taşıyor; kendisine döndüğü şey de tercihini ve
iradesini belirtiyor. Dolayısıyla zıhar yapan kimsenin dönüşü, zıhann bozulması
ve iptalini; zıddını da tercih ettiğini ve istediğini gerektiriyor. Selefin
âyetten anladığı mâna, aynen böyledir. Çünkü onların bir kısmı dönmek
"bizzat isabettir" diyor, bir kısmı "cimadir" diyor, bir
kısmı "dokunmaktır" diyor, bir kısmı da "azimdir" diyor.
"Keffâret sadece
iade edilen zıhar hakkında vacip kılınmıştır." sözünüze gelince; eğer
bununla "sözü iade edilen" zıharı kastediyorsanız, o zaman bu kendi
anlayışınız doğrultusunda bir iddia olur. Yok "zıhar yapanın dediğine
iade edilen zıharı" kastediyorsanız, o takdirde bu, birinci lâfzın
iadesini gerektirmez.
Evs b. Sâmit'in zıharı
hakkındaki Hz. Âişe hadisine gelince; hadis ne kadar sahihse, mezhebinize
delâleti de o kadar uzaktır.
Sonra dönmeye, lâfzın
iadesinden başka bir anlam verenler ihtilâf etmişlerdir: Acaba dönmekten
maksat, zıhar akabinde, hemen boşamamak (imsak) mıdır? Yoksa başka bir şey mi?
İki görüş vardır: Bir grup: "Sen boşsun!" diyecek kadar beklemesidir.
Zıhar ile talâk birbirine bitişik olarak verilmediği takdirde, keffâret
gerekir, demişlerdir. Bu görüş Şafiî'ye aittir.
Ona karşı çıkanlar
şöyle diyorlar: Mâna olarak bu, Mücâhid ve Sevrf'-nin görüşleridir. Bu tek
nefeslik süre, zıharı keffâret gerektirici özelliğinden çıkaramaz. Hakikatte keffâreti
gerektiren şey sadece zıhar sözcüğüdür. "Sen boşsun!" diyecek kadar
bir zaman zıhar hükmünde müsbet ya da menfi bir etki yapmaz. Keffâretin vacib
kılınmasını ona bağlamak mümkün değildir. Ne Arap dilinde, ne de Şâri'in
Örfünde, bir anlık zamana ve tek bir nefese "dönme" ismi verilmez.
Gerçekten son derece az olan bu zaman diliminde, dönme mânası nerededir ve onun
hakikatinden ne vardır?
Bu görüş, "Dönme
bizzat zıhar sözcüğünün iadesidir." diyen Zahirîlerin görüşünden daha
güçlü değildir. Zira onların bu sözlerinde, gerek dil bakımından, gerek hakikat
açısından dönme mânasının anlaşılabileceği bir makulluk vardır. Ama bu zaman
dilimine gelince, onda insanın dönmesi mânası asla anlaşılamaz. Hem biz de,
sizin Zahirîlerden talep ettiğiniz şeyi sizden istiyor ve diyoruz ki: Şafiî'den
önce bu görüşte olan birisi var mıdır? Yüce Allah "dönme" sebebiyle
keffâreti vacip kılarken buyruğunda dönme işini zıhar üzerine terâ-hi (yani
hemen değil, zaman içinde olmak) anlamını ifade eden "sonra" harfiyle
atfetmiştir. Dolayısıyla dönmek ile zıhar arasında mutlaka bir müddetin geçmesi
zaruridir. Bu ise sizce mümkün değildir ve; "Sen bana anamın sırtı
gibisin!" sözü biter bitmez eğer kesinti olmadan "Sen boşsun!"
dememişse dönmüş olmaktadır. Bu takdirde zıhar ve dönme arasında olması gereken
müddet ve mühlet (terâhilik) nerede kalmaktadır? İmam Şafiî, bu görüşü ne
ashab, ne de tabiînden hiç kimseden nakletmemiştir. O sadece bunun âyete
verilecek en uygun mâna olduğunu bildirmiş ve şöyle demiştir:
"^Dediklerine dönenler..." hakkında işittiklerimden anladığım mâna
şudur: Zıhar yapan kişi üzerinden, zıhar sözcüğünü söyledikten sonra bir süre
geçer ve kadını talâkla haram kılmazsa, üzerine keffâret vacib olur. Sanki şu
görüşü benimsiyorlar: Zıhar yapan, kendi üzerine haram kıldığını, helâlmiş
gibi tutarsa, söylediğine dönmüş ve ona muhalefetle haram kıldığını helâl
kılmış olur. Dönme hakkında bundan daha uygun bir mâna bilmi-yorum."[986]
"Dönme"yi,
tutma (boşamama)mn ötesinde bir şey kabul edenler, kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir.
Kendisinden nakledilen dört rivayetten birisinde İmam Mâlik ve Ebu Ubeyd:
"Dönme" cimaya azimdir, demişlerdir. Bu Kadı Ebu Ya'lâ ve
arkadaşlarının görüşüdür. İmam Ahmed bunu yadırgamış ve şöyle demiştir: Mâlik:
"Azmettiğinde keffâret gerekir." diyor. Peki azimden sonra boşamış
olsa, bu nasıl olur? O zaman üzerine keffâret gerekir mi? Ancak Tâvüs'un
görüşünü kabul eder ve: "Zıhar sözcüğünü kullandığı zaman, aynen talâk
gibi kendisini bağlar." derse o başka!
Bu görüşte olanlar,
eşlerden birinin ölmesi veya azimden sonra cimadan önce boşaması durumunda
tekrar ihtilâf etmişlerdir: Bu durumda koca üzerine keffâret sabit kalır mı
kalmaz mı? İmam Mâlik ve Ebu'l-Hattâb; "Sabit kalır." demişlerdir.
Kadı ve tüm arkadaşları: "Hayır, sabit kalmaz." demişlerdir. İmam
Mâîik'ten gelen ikinci bir rivayet: "O (dönmek) sadece tutmaya (boşamaya)
azmetmektir." şeklindedir. Muvatta'daki rivayet ise bütün bunlara
muhaliftir ve: "Dönmek, karısını tutmaya ve onunla cimaya, her ikisine
birden azmetmektir." şeklindedir. Ondan bir dördüncü rivayet daha vardır
ki buna göre de: "Dönmek bizzat cimada bulunmaktır." Bu İmam Ebu
Hanife ve Ahmed'in de görüşleridir. İmam Ahmed âyeti hakkında: "O (kocanın
eşini) bürümesidir. Koca onu bürümek (cima etmek) istediğinde keffâret verir."
demiştir. Bu bir rivayet farklılığı değildir. Aksine onun görüşüdür ve aksi de
bilinmemektedir. Ona göre dönmek cimadır ve cimaya azmettiğinde, onu yapmadan
önce keffâret vermesi gerekir. "Dönmekten maksat azimdir" diyenler şu
şekilde delil getirmişlerdir: Yüce Allah, keffâret hakkında: " = Temas
etmelerinden önce" buyurmuş ve keffâreti dönmeden sonra ve temastan önce
vacip kılmıştır. Bu, "dönme"den maksadın "temas"
olmadığında ve keffâretten önce haram olan şeyin, keffâret öncesinde
bulunmasının caiz olmadığında gayet açıktır. Zıhar yapan kimse, bununla
karısını haram kılmayı kasdetmiştir. Onunla cimada bulunmaya azmetmesi ise,
kastından dönmesi demektir. Hem zıhar, haram kılmaktır. Kocanın karısını
kendisine mubah kılmak istemesi durumunda, bu haram kılma işinden rücu etmiş
olur ki işte "dönme" de budur.
"Dönmekten maksat
cimadır" diyenler ise şöyle diyorlar: Daha önce de izahı geçtiği gibi,
şüphesiz "dönmek", sözünün zıddmı işlemektir. demek yani fiilinin ile
kullanılması durumunda mânası, yasaklanan şeyi murad etmesi değil, yapması
demektir. Nitekim âyetinde böyledir. Dolayısıyla bu da yasak olan şeyi bizzat
yapmaktır, onu murad etmek değildir.
Bu görüş sahiplerini,
"dönmek azim demektir" diyenlerin, "Dönmek keffâretten önce
gelir, cima ise ondan sonradır." şeklindeki sözleri ile ilzam etmeye
çalışmaları yerinde değildir. Çünkü bunlar şöyle diyorlar:) âyetindeki
"dönerler" ifadesi "dönmek isterler" anlamındadır.
Nitekim: " = Kur'an okuduğun zaman..." ifadesi "Kur'an okumak
istediğin zaman..." manasınadır. Yine, " = Namaza kalktığınız zaman
yüzünüzü... yıkayınız." âyetinden de maksat, "Namaza kalkmak
istediğinizde..." demektir. Buna benzer diğer örnekler, "fiilin
vukuunu istemek" anlamında bizzat fiilin kullanıldığı yerlerdendir.
Bunlar şöyle diyorlar:
Bu, "dönme"yi bizzat birinci lâfızla veya zıhar-dan sonra bir
nefeslik zaman kadar tutup boşamamakla veya zıhar sözcüğünü tekrar etmekle ya
da hemen akabinde boşaması durumunda sırf azimle tefsir etmekten daha uygundur.
Çünkü bu görüşlerin tamamının zayıflığı ortaya çıktı. Bu görüşler içerisinde
lâfzın delâletine, şer'î kaidelere, müfessirlerin sözlerine en yakım işte bu
görüştür. Tevfik Allah'tandır.
4— Keffâret,
aciz olan kimseden düşmez. Çünkü Hz. Peygamber, Evs b. Sâmit'e bir zenbil hurma
vermek suretiyle yardım etmiş, bir o kadarla da karısı yardımcı olmuş, böylece
keffâretini ödemişti. Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından almasını ve
onunla keffâretini ödemesini emretmişti. Eğer acizlikle düşecek olsaydı, onlara
keffâret vermelerini emretmezdi. Şu halde keffâret, acizlikle düşmez, boynunda
borç olarak kalır. Bu İmam Şafi-
î'nin ve iki
rivayetten birinde İmam Ahmed'in görüşleri olmaktadır.
Bir grub da; nasıl ki
mükellefiyetler, onları veya bedellerini ifadan acizlik durumunda düşüyorsa,
keffâretler de acizlikle düşer görüşünü benimsemişlerdir.
Bir diğer grup da,
Ramazan keffâreti zimmette kalmaz, bilâkis düşer; diğer keffâretler ise düşmez
görüşünü benimsemişlerdir. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye'nin sahih kabul ettiği
görüş de budur.
Acizlik sebebiyle
keffâreti düşürenler, görüşlerini şöyle delillendiriyor-lar: Eğer keffâret
acizlikle vacip olsaydı, bizzat kendisine harcanmazdı. Çünkü insan, kendi
keffâretinin harcama mahalli olamaz. Nitekim kendi zekâtının harcama yeri
olamamaktadır.
Birinci görüş sahipleri
şöyle diyorlar: Eğer keffâret vermekten aciz olur da, bir başkası onun adına
keffâret verirse, bu takdirde onu kendisine harcaması caiz olur. Nitekim Hz.
Peygamber, Ramazan'da cima eden kimsenin keffâretini, bizzat kendisine ve
ailesine vermişti. Yine aynı şekilde Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından
çıkaracağı keffâretinden hem kendisinin, hem de ailesinin yemesine izin
vermişti. Bu İmam Ahmed'in görüşüdür ve Ramazan'da cima eden kimse hakkında
tek rivayet halindedir. Diğer keffâretler hakkında ise ondan iki rivayet
bulunmaktadır.
Sünnet, kişinin
keffâret verecek durumu olmaz da onun yerine bir başkası keffâret verirse, bu
takdirde keffâretini kendisine ve ailesine sarf edebileceğine delâlet
etmektedir.
Soru: Kişi fakirdir,
bakmakla yükümlü olduğu kimseler vardır. Üzerinde de zekât borcu vardır ve ona
ihtiyacı bulunmaktadır. Acaba onu kendisine ve ailesine harcayabilir mi?
Cevap: Hayır. Üzerine
gerekli olan "çıkarma" olmadığı için bu caiz değildir. Ancak —İmam
Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sahihine göre—, devlet başkanı ya da zekât
memuru, kendisinden teslim aldıktan sonra kendi zekâtını yine kendisine geri
verebilir. .
Soru: Devlet başkanı
zekâtı ondan düşürebilir mi?
Cevap: Hayır. İmam
Ahmed bunu açıklamıştır. Aralarındaki fark açıktır.
Soru: Efendi kölesine,
kendi adına âzad yolu ile keffârette bulunması için izin verse, acaba kendisini
keffâret olmak üzere âzad edebilir mi?
Cevap: Mal ile
keffârette bulunmasına izin vermesiyle ilgili rivayetler ihtilâf arzetmektedir:
Acaba köle oruç tutmak yerine mal ile keffârete intikal edebilir mi, edemez mi?
İki rivayet vardır: Birincisi: Kölenin böyle bir yetkisi yoktur ve ona farz
olan oruçtur. İkincisi: İntikal hakkı vardır. İlle oruç tutması gerekmez. Çünkü
engel, efendisinin hakkından dolayı idi. Efendi de izin vermiştir.
Eğer kölenin "mal
ile keffarette bulunma yetkisi vardır" dersek, acaba onun âzad yetkisi
olur mu?
İmam Ahmed'den gelen
iki farklı rivayet vardır: Menfi görüşün izahı şu şekildedir: Köle
"velâ" ehlinden değildir. Âzad ise velâya dayanır.
Ebu Bekir ve
başkaları, kölenin âzad hakkı vardır rivayetini tercih etmişlerdir. Buna göre:
Acaba kendisini âzad edebilir mi? Konuyla ilgili olarak mezhebte iki görüş
vardır. "Caizdir" diyenler iznin mutlak oluşunu delil olarak ileri
sürmüşlerdir. "Caiz değildir" diyenler ise, "âzad etme"
konusunda verilen izin başkasının âzad edilmesine yorulur, demişlerdir. Nitekim
ona tasadduk hususunda izin verse, bu izin kendisinden başkasına tasaddukta
bulunması anlamına gelir.
5— Zıhar
yapanın keffâret vermeden önce cimada bulunması caiz değildir. Burada ihtilâf
iki konudadır: Birincisi: Keffâretten önce, cinsel ilişki dışında kadına
dokunabilir mi, dokunamaz mı? İkincisi: Eğer keffâreti doyurmak yoluyla ise,
ondan önce cima edebilir mi, edemez mi? Konu ile ilgili olarak fukahanm
görüşleri ikiye ayrılmaktadır. Her ikisi de İmam Ahmed'ten rivayet olarak
Şafiî'den görüş olarak nakledilmiştir.
Cima dışında, kadından
istifadeyi yasaklayan görüşün dayanağı, "Birbirine temastan önce..."
ifadesinin zahiridir. Ayrıca onu, kendisiyle cimada ve cimaya davet eden öpmek,
tutmak gibi diğer hareketlerde bulunması haram olan bir mahremine benzetmiştir.
Cevaz veren görüşe
göre ise, âyetteki "temas" cimadan kinayedir. Cima-nın haram
olmasından cimayı çağrıştıracak şeylerin de haram olması gerekmez. Meselâ,
hayızlı kadınla cima haramdır, ama cimayı çağrıştıracak hareketler, haram
değildir. Yine oruçluya cima etmek haramdır ama öpmek, sevmek haram değildir.
Esir edilen kadınla (istibrâdan önce) cima haramdır ama onu çağrıştincı
hareketler haram değildir. Bu görüş de İmam Ebu Hani-fe'ye aittir.
İkinci mesele;
keffâretin doyurma yoluyla yapılması durumunda, keffâretten önce cimanın caiz
olup olmaması şeklinde idi. Caizdir görüşünün izahı şu şekildedir: Yüce Allah,
keffâretin, âzad ya da oruçla olması durumund?
cimadan önce olmasını
açıkça kayıtlamış fakat doyurma yoluyla yapılması hakkında bir kayıt
getirmemiş, mutlak zikretmiştir. Kayıtlamanın da, mutlak zikretmenin de bir
hikmeti olmalıdır. Eğer doyurmak konusunda da kayıtlamayı murad etmiş olsaydı,
âzad ve oruçla olan kefareti kayıtladığı gibi bunu da "temastan önce"
diye kayıtlardı. Yüce Allah —hâşâ— boş yere birini kayıtlayıp, diğerini mutlak
zikretmemiştir. Mutlaka kasdettiği bir hikmeti vardır. Allah'ın kayıtladığını
kayıtlamak, mutlak zikrettiğim de mutlakhğı üzere bırakmaktan başka bir hikmet
de yoktur.
Caiz değildir görüşüne
gelince; bunun izahı da "mutlak zikredilen şeyin hükmü, kayıtlı (mukayyed)
zikredilenden alınır" şeklindedir. Bu da ya beyan yoluyladır ya da iki
suret arasındaki farklılığın ilga edildiği kıyas yoluyladır. Yüce Allah benzer
iki şey arasını ayırmaz. "Birbirlerine temastan önce" ifadesini İki
defa zikretmiştir. Eğer üçüncü kez yine tekrar etseydi söz uzardı. İki defa
zikretmekle keffâretlerde hükmünün tekerrür edeceğine tenbih buyurmuştur. Eğer
kelâmın sonunda tek bir defa zikretmiş olsaydı, sadece son keffârete aitmiş
gibi bir yanlış anlamaya sebep olabilirdi. Eğer sadece ilk keresiyle
yetinilseydi, birinci keffârete ait anlamı çıkarabilirdi. Her keffâret için
ayrı ayrı tekrarı da sözü uzatmak olur. Sözün en fasih ve beliğ olanı, en
vecizi âyetteki halidir.
Sonra Allah, hem
zamanın uzun olmasına hem de cimaya duyulacak aşın ihtiyaca rağmen, oruç
keffâretinin cimadan önce olmasını şart kılmakla, fazla zaman gerektirmeyen
doyurma yoluyla keffâretin cimadan önce oluşunun öncelikle şart olacağına
işaret buyurmuş olmaktadır.
6— Yüce
Allah keffâret orucunun, temastan önce olmasını emir buyurmuştur. Bu da hem
gündüz, hem de geceyi içine alır ve oruç süresince gündüz ya da gece cimanın
haramlığında imamlar arasında ihtilâf yoktur. İhtilâfları, haram olmakla
birlikte (gece yapılan) cima ile "peşpeşe olma şartı" (teiâbu*)
bozulur mu, bozulmaz mı konusundadır. Yine iki görüş vardır: Birincisi: Bozulur
şeklindedir. Bu görüş Mâlik, Ebu Hanife ve zahir mezhebinde İmam Ahmed'e
aittir. İkincisi: Bozulmaz, şeklindedir. Bu da İmam Şafiî ile diğer rivayette
İmam Ahmed'in görüşleridir.
Kur'ân'ın zahiri, "peşpeşe
olma şartı bozulur" diyenlerle beraberdir. Zira yüce Allah, keffâret
olarak temastan önce "peşi peşine iki ay oruç" emretmiştir. Emirse
yerine gelmemiştir. İkinci olarak, bu emir orucun tamamlanmasından önce teması
yasaklama ve onu haram kılma durumunu içerir. Yasak da, orucun itibara
alınmamasını gerektirir. Çünkü, Hz. Peygamber'in emri üzere olmayan bir iştir,
dolayısıyla merduttur.
Meselenin sırrı
şuradadır: Allah (c.c.) iki şeyi vacip kılmıştır: 1) İki ayın peşi peşine
olması, 2) Bu iki ayın oruçlarının temastan önce tamamlanması. Allah'm emrini
yerine getirmiş olabilmesi için mutlaka bu iki şeyin birden yapılması zarureti
vardır.
7— Yüce Allah, fakirlerin doyurulması
keyfiyetini mutlak zikretmiş, miktar ve peşi peşine olma kaydı getirmemiştir.
Buna göre kişi aitmiş fakiri, onlara tahıl ya da hurma vermeksizin, sabah akşam
doyursa bu caizdir ve Allah'm emrini yerine getirmiş olur. Cumhur, İmam Mâlik,
Ebu Hanife ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed bu görüştedirler. Altmış
fakiri ayn ayn, ya da birden doyurması arasında bir fark yoktur.
8— Mutlaka
"altmış" fakirin bulunması gerekir. Şayet bir fakiri altmış gün
doyuracak olsa bu sadece bir fakir için geçerli olur. Bu cumhurun, İmam Mâlik,
Şafiî ve iki riayetinden birinde İmam Ahmed'İn görüşleridir. İkinci görüş:
Vacib olan, altmış defa doyurmadır, isterse tek bir fakir olsun, şeklindedir
ve Ebu Hanife'nin mezhebi böyledir. Üçüncü görüş: Eğer başka fakirler varsa
caiz değildir, yoksa bir fakirin altmış defa doyurulması da yeterlidir. İmam
Ahmed'İn zahir mezhebi budur. Görüşler içerisinde de en doğrusu bu olmaktadır.
9—
Keffâretin sadece "mesâkîri"' (yoksullar) zümresine verilmesi gerekir.
Fakirler de bu kelimenin kapsamına girerler. Nitekim mutlak olarak
zikre-dildiğinde, bunlar da "fakirler" kelimesinin kapsamına
girmektedir. Hanbelî âlimlerimiz ve başkalan hükmü, ihtiyacından dolayı zekât
alan her gruba teşmil etmişlerdir ki bunlar; fakirler, yoksullar, yolda
kalmışlar, borçlu ve mükâte-be akdi imzalamış köleler olmaktadır. Kur'an'ın
zahiri, keffâretin sadece yoksullara ait olduğunu ifade etmektedir, dolayısıyla
onlardan başkasına verilemez.
10— Yüce Allah burada, keffâret için boyun (köle)
azadından bahsederken mutlak zikretmiş, kölenin mü'min olması şeklinde bir
kayıt getirmemiştir. Katil keffâretinde ise "mü'min köle" azadı
şeklinde kayıtlamıştır. Buradan hareketle fukaha, katil keffâreti hariç,
diğerlerinde âzad edilecek kölenin mü'min olması şartının aranıp aranmayacağı
konusunda ikiye ayrılmışlardır: İmam Şafiî, Mâlik ve zahir mezhebinde İmam
Ahmed, iman vasfım şart koşmuşlardır. Ebu Hanife ve Zahirîler ise şart
koşmamişlardır. İman şartı aramayanlar şöyle demişlerdir: "Eğer şart
olsaydı Yüce Allah katil keffâretinde belirttiği gibi, burada da onu
belirtirdi. Halbuki belirtmemiştir. Öyleyse Allah'ın mutlak zikrettiği mutlak,
kayıtladığı da kaydıyla birlikte alınır ve her ikisiyle de amel edilir."
Hanefiler buna şunu da
ekliyorlar: Diğer keffâretlerde âzad edilecek köle için iman vasfım şart koşmak
nassa yapılan bir ziyadedir. Bu ise bir nevi nesihtir. Kur'an ise ancak
Kur'an'la veya mütevatir sünnetle neshedilebilir.
Diğerleri şöyle
diyorlar (ifade Şafiî'ye aittir): Allah (c.c.) katil keffâretinde kölenin
mü'min olması şartını belirtmiştir. Nitekim şahitlerin "âdil olması"
vasfını belirtmiş, birçok yerde de şahitlerden bahsederken (âdil olma vasfını
belirtmeden) mutlak ifade kullanmıştır. Buradan mutlak zikrettiği şahitliklerin,
âdil olma vasfını şart koştuğu şahitlik mânasında olduğunu çıkarıyoruz. Hem
sonra Yüce Allah müslümanlarm mallarını, müşriklere değil, müslümanlara
çevirmiştir. Allah zekâtı farz kılmıştır ve zekât müslümanlar-dan başkasına
caiz değildir. Aynı şekilde azadını farz kıldığı boyun da ancak mü'mine ait
olmalıdır.[987]
İmam Şafiî, Arap
dilinin, eğer aynı cinstense, "mutlak"m, "mukayyed"e
yorulmasını gerektirdiğini belirtmiş ve şer'î örfü, kendi dillerinin (Arapça)
gereğine yormuştur.
Burada iki konu
vardır: 1) Mutlak'ın mukayyede yorulması beyandır, kıyas değildir. 2) Bu
yorumlamanın sıhhati için iki şart aranır: Birisi hükmün aynı olması; diğeri
de, mutlak için sadece tek bir asılın bulunmasıdır. Eğer mutlak iki farklı asıl
arasında ise, belirleyici bir delil olmadıkça o iki asıldan birisine yorulması
mümkün değildir. İmam Şafiî: "Kişi mutlak olarak, bir köle âzad edeceğim
diye adakta bulunsa, ancak mü'min bir köle kifayet eder." der. Bu hüküm
işte bu asıl üzerine kurulmuştur. Ayrıca adak, şer'î vacibe yorulur. Şeriatte
vacib olan âzad da, ancak müslümanın âzad edilmesiyle gerçekleşir. Buna delâlet
eden delillerden birisi de şu hadîstir: Hz. Peygamber (s.a.), âzad edilmesi
adanan bir cariye hakkında kendisine soru soran birisine: "Onu bana
getir." demiş ve cariyeye: "Allah nerededir?" diye sormuş, o da:
"Gökte." demiş, Hz. Peygamber: "Ben kimim?" buyurmuş,
cariye de: "Sen Allah'ın Rasûlü'sün." demiştir. Bunun üzerine Hz.
Peygamber soru sorana: "Onu âzad et. Çünkü o mü'mindir." buyurmuştur.[988]
İmam Şafiî:
"Cariye, iman vasfını belirtince Hz. Peygamber, onu âzad etmesini
emretti." diyor.
Bu, şer'an emroîunan
âzad için, kölenin mutlaka mü'min olması gerektiğinde açıktır. Yoksa Hz.
Peygamber'in, "Âzad et. Çünkü o mü'mindir." diyerek âzad işini imana
dayandırmasının bir mânası kalmaz. Çünkü daha umumî olan, her ne zaman hükmün
illeti olursa, daha hususî olanın bir tesiri bulunmaz.
Hem sonra müslüman
kölenin âzad edilmesinden maksat, onu Rabbine ibadet için boşaltmak, kula
kulluktan kurtararak sadece yaratıcıya kul olmasını sağlamaktır. Şüphesiz ki
bu durum. Sâri' Teâlâca maksut ve sevilen bir şeydir. Dolayısıyla ilgası caiz
olamaz. Bir kölenin, sadece yaratıcısına kulluk için boşaltılması ile, haça,
güneşe, aya, ateşe vb. tapmak için boşaltılması Allah ve Rasûlü katında aynı
olamaz. Yüce Allah, katil keffâretinde iman şartını belirtmiş ve bu şarttan
bahsedilmeyen diğer keffâretlerin hükmünü de o beyan üzerine havale etmiştir.
Nitekim iki şahitte aranması gereken adalet vasfını bir yerde beyan etmiş,
mutlak zikredilen diğer yerlerdeki şahitlikle ilgili hükümleri o beyana havale
etmiştir. Düşünen kimse için Yüce Allah'ın kelâmındaki mutlak ve mukayyed
ifadelerin çoğunun durumu böyledir ve bunlar sayılamayacak kadar çoktur.
Bunlardan bir tanesi; sadaka, iyilik ya da ara bulma isteyen kimse hakkındaki:
"...Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, biz ona yakında büyük
bir mükâfat vereceğiz. "[989]
âyetidir. Başka bir yerde, hatta pek çok yerde, buradaki "Allah'ın
rızasını elde etmek için" şartıyla iktifa edilerek, böyle bir kayıt
getirilmeden, sevap bizzat amelin işlenmesine bağlanmıştır. Aynı şekilde,
"Bu durumda her kim, mü'min olarak salih ameller işlerse, onun çabasını
görmezlikten gelmek olmaz.[990]
âyeti de misâllerden sadece biridir. Başka yerde ise, burada zikredilen iman
şartının malum olması ile yetinilerek, mükâfat doğrudan salih amellerin
işlenmesine bağlanmıştır. Va'd ve vaîd (sevap ve azap) ile ilgili naslarda
çoğu kez durum böyledir.
11— İki kölenin her bir yansım âzad etse, bir
boyun (köle) âzad etmiş olmaz. Bu konuda âlimlerin üç görüşü vardır. Hepsi de
İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İkincisi: Yeterlidir. Üçüncüsü —ki en
doğrusu budur—: Eğer her iki kölenin de hürriyeti tamamlanmışsa kifayet eder,
yoksa etmez, şeklindedir. Çünkü böyle bir adam hakkında, "O bir köleyi
hürriyete kavuşturdu." demek doğru olur. Hürriyetlerinin tamamlanmaması
durumu ise böyle değildir.
12— Keffâret, kefaret öncesi yapılan cima
sebebiyle düşmez, ikiye de katlanmaz. Aksine, tek bir keffâret gerekir. Nitekim
daha önce geçen Hz. PeygamberMn hükmü buna delâlet etmektedir.
Salt b. Dînâr der ki:
"On fakîhe, zihar yapan kişinin keffâret vermeden önce cima etmesi
durumunu sordum: Hepsi de: Bir keffâret gerekir, dediler. Onlar: Hasan
(el-Basrî), İbn Şîrîn, Mesrûk, Bekr, Katâde, Atâ, Tâvûs, Mücâ-hid ve îkrimeMir.
Onuncusu da sanıyorum Nâfi' idi." Dört imamın görüşü de böyledir.
İbn Ömer ile Amr b.
el-Âs'ın: "Ona iki keffâret gerekir." dedikleri sahih olarak
bilinmektedir. Saîd b. Mansur, zıhar yapıp da keffâret vermeden önce cima eden
kimse hakkında, Hasan (el-Basrî) ve İbrahim'in: "Üç keffâret gerekir"
dediklerini nakleder. Yine Saîd b. Mansur; Zührî, Saîd b. Cübeyr ve Ebu
Yusuf'tan da bu durumda keffâretin düşeceği görüşünü nakletmiştir. Bunlara
göre, keffâretin vakti geçmiştir, temastan önce verme imkânı kalmamıştır.
Buna şöyle cevap
verilir: Eda vaktinin geçmiş olması, vacibi zimmetten düşürmemektedir. Namaz,
oruç, ve diğer ibadetlerde olduğu gibi. (Dolayısıyla keffâret düşmez.)
"İki keffâret
gerekir" görüşünün izahı ise; bunlardan birincisi dönme gerçekleşen zıhar
içindir. İkincisi ise haram olan cima içindir. Nitekim Ramazan gündüzünde,
ihramlı halde iken yapılan cimalara da keffâret gerekmektedir.
"Üç keffâret
gerekir" görüşüne getirilecek bir izah bilinmiyor. Olsa olsa harama karşı
cür'etkârhğı sebebiyle, üzerine bir ceza olsun şeklinde düşünülebilir.
Allah Rasûlü'nün
hükmü, bu görüşlerin aksine delâlet etmektedir. Allah en iyi bilir. [991]
Sahih-i BuharPdt sabit
olduğu üzere Hz. Enes (r.a.) şöyle anlatır: Hz. Peygamber, hanımlarına îlâda
bulundu. Ayağı (onlardan) kesilmişti. Kendisine ait bir odada yirmi dokuz gece
kaldı. Sonra (oradan) indi. (Ashab): "Ya Rasûlallah! Bir ay îlâda
bulunmadın mı?" dediler. Hz. Peygamber: "Ay yirmi dokuz (gece)
olur.*' buyurdu[992]
îlâ konusunda Yüce
Allah şöyle buyurmuştur: "Kadınlarından uzak kalmağa yemin edenler için
dört ay beklemek vardır. Eğer (bu müddet içerisinde onlar kadınlarına)
dönerlerse, şüphesiz Allah bolca bağışlayan ve esirgeyendir. Eğer (dönmeyip)
boşamaya karar verirlerse ayrılırlar. Biliniz ki, Allah işitir ve bilir."[993]
îlâ, sözlükte yeminle
kaçınmak demektir. Şer'î örfte, yeminle zevcesine yaklaşmaktan kaçınması
mânasına tahsis edilmiştir. Bu yüzden de "hanımlarından kaçınırlar"
mânasını içermesi (tazmin) için, hil edatı ile geçişli kılınmış ve denilmiştir.
Bu şekildeki izah (tazmin); edatının mânasında olduğunu söylemekten daha
güzeldir.
Yüce Allah, kocalara
îlâ ile zevcelerine yaklaşmamak için (en fazla) dört ay bir süre tanımıştır. Bu
süre geçtiğinde ya dönerler, ya da boşarlar.
Hz. Ali ve İbn Abbas:
"Meşhur olduğu üzere, îlâ ancak öfke halinde olur, rıza halinde olmaz.
Nitekim Hz. Peygamber'in îlâsı öyle olmuştur." demşlerdir. Kur'an'm zahiri
cumhurun görüşü doğrultusundadır.
Bu konuda Muhammed b.
Şîrîn ile bir adam münazara etmişler; adam İbn Sîrîn'e karşı Hz. Ali'nin sözünü
söylemiş, İbn Şîrîn de âyeti okumuş ve adam susmuş.
îlâ âyeti, aşağıdaki
hükümlere delâlet etmektedir:
1— Biri bu (öfke haline has olmadığı).
2— Dört
aydan daha az bir süre için cima etmeyeceğine dair yemin eden kimse îlâ yapmış
olmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Şâz bir görüşe göre ise îîâ yapmış sayılır.
3— Dört
aydan daha fazla bir süre için yemin etmedikçe îlâ hükmü sabit olmaz. Eğer
kaçınma müddeti tam dört ay ise îlâ hükmü yine sabit olmaz. Çünkü yüce Allah
kocalara dört aylık bir müddet tanımıştır. Bu sürenin bitiminde ya boşarlar ya
da dönerler. Bu cumhurun görüşüdür. Ahmed, Şafiî, Mâlik de bunlardandır. Ebu
Hanife: "Dört ayla da aynı şekilde îlâ yapılmış olur." demektedir.
Bu onun "Konulan müddet, bitimiyle birlikte talâkın vuku bulacağı bir
süredir." şeklindeki aslından teferru etmektedir. Cumhur ise konulan bu
müddeti, mutalebe hakkının kazanılması için belirlenmiş bir süre kabul
etmektedir. [994]
Bu konu, ashab, tabiîn
ve ondan sonra gelenlerin ihtilâf ettikleri bir mevzudur. İmam Şafiî,
Süfyan'dan, o Yahya b. Saîd'den, o da Süleyman b. Yesâr'dan şöyle nakleder:
Süleyman: "Ondan fazla sahabîye yetiştim. Hepsi de îlâda bulunanı
durduruyorlardı." diyor.[995]
Yani dört ay sonra (ilâsına son veriyorlardı).
Süheyl b. Ebî Salih,
babasından rivayet ediyor: Babası şöyle diyor: Hz. Peygamber'in ashabından on
iki kişiye, îlâ yapan kimse hakkında sordum. Hepsi de: "Üzerinden dört ay
geçmedikçe kendisine bir şey lâzım gelmez." dediler[996]
Bu görüş sahabe tabiîn
ve onlardan sonra gelen neslin çoğunluğuna aittir.
Abdullah b. Mes'üd ile
Zeyd b. Sabit: "Dört ay geçer de bu süre içerisinde dönmezse, dört ayın
dolmasıyla karısı kendisinden boş olur."[997]
demişlerdir. Bu görüş tabiînden bir grupla, Ebu Hanife ve arkadaşlarının
görüşüdür. Bunlara göre mutalebe (tefrik talebinde bulunma) hakkı dört ayın
bitiminden önce doğar. Bu süre içerisinde eğer dönerse ne âlâ, yok dönmezse bu
sürenin geçmesiyle kadın boş olur. Cumhura göre ise dört ay geçmedikçe mutalebe
hakkı doğmaz. Dört ay dolduktan sonra kendisine: "Ya dönersin, ya da
boşarsın." denilir. Eğer dönmezse, ya hâkim aracılığı ile ya da bizzat
kendisinin boşayincaya kadar hapsi yolu ile talâk îkaına gidilir.
Müddetin geçmesiyle
talâkın vukubulacağını benimseyenler şöyle diyorlar: îîâ âyeti bizim bu
görüşümüze üç açıdan delâlet etmektedir:
Birincisi: Abdullah b.
Mes'ûd bu âyeti: şeklinde, ilâvesiyle okumuştur. Dönüşün müddete izafesi,
dönüşe o müddet içerisinde hak kazanıldığına delâlet eder. İbn Mes'ûd'un bu
kıraati, ya haber-i vahid yerine konulacak ve her ne kadar Kur'an'dan olduğunu
gerektirmese bile kendisiyle ameli vacib kılacaktır; ya da lafzı neshedilmiş,
hükmü bakî kalmış Kur'an âyeti sayılacaktır. Bundan başkası asla caiz değildir.
İkincisi: Yüce Allah
îlâ müddetini dört ay olarak belirlemiştir. Eğer dönüş, bu müddetten sonra
olursa o zaman nassın belirlediği müddeti uzatmış olur. Bu ise caiz değildir.
Üçüncüsü: Eğer îlâ
müddeti içerisinde cimada bulunsa, dönüş, süresi içerisinde yapılmış
olmaktadır. Bu da dönüşe hak kazanmanın bu müddet içerisinde olduğunu
gösterir.
Hem sonra Yüce Allah,
kocalar için dört ay bekleme süresi tanımış ve sonra da: "Eğer dönerlerse
şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyicidir. Eğer talâka niyet
ederlerse.." buyurmuştur. Bu ifadenin zahirinden dönme ya da talâka niyet
taksiminin, kocalara tanınan bekleme süresi içinde olduğunu göstermektedir.
Nitekim kişi borçlusuna: "Sana dört ay müsaade ediyorum. Eğer ödersen ne
âlâ, yoksa seni hapsederim." dediği zaman bu ifadeden sadece, "eğer
bu müddet içinde ödersen" mânası anlaşılır. "Eğer bu müddetten sonra
ödersen..." mânası anlaşılmaz. Aksi takdirde bekleme süresi dört aydan
fazla olur. İbn Mes'ûd'un kıraati, dönüşün bu müddet içerisinde olduğunda
sarihtir. Bu kıraat en azından şahabı tefsiridir.
Sonra bu müddet,
ayrılık için konulmuş bir süredir. İddette olduğu gibi biter bitmez arkasından
ayrılık gelir. Talâkın vukuu için konulan sürelerde de durum aynıdır. Meselâ,
"Dört ay geçtiğinde sen boşsun!" demek gibi.
Cumhur ise şöyle
diyor: îlâ âyetinde bizim için on delil vardır:
Birincisi: Allah, îlâ
müddetini kocalara nisbet etti ve onların lehine bir | hak kıldı, aleyhlerine
kılmadı. Dolayısıyla bu süre içerisinde karşı tarafın muta-lebe hakkının
olmaması gerekir. Ancak sürenin bitiminden sonra mutalebe hakkı olur. Borçların
süresi gibi. Eğer dört ay içerisinde karşı tarafa mutalebe hakkı tanırsanız, o
zaman bu kocaların lehine bir süre olmamış olur ve hem o sürenin onlar lehine
olduğu, hem de aleyhlerine mutalebe hakkının doğması makul olmaz.
İkinci delil: ifadesidir.
Burada Yüce Allah dönmeyi, müddetten sonra, takip ifade eden "fâ"
harfi ile zikretmiştir. Bu da dönmenin müddetten sonra olmasını gerektirir. Bu
âyetin bir benzeri de: "Boşama iki defadır. (Bundan sonra) ya iyilikle
tutmak, ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir."[998]
âyetidir. Tabiî bu da kesinlikle talâktan sonradır.
Burada, "Takip
fası; dönmenin müddetten sonra değil de, îîâdan sonra olmasını
gerektirir." diye bir itiraz yapılabilir. Buna şöyle denilebilir: Âyette
önce îlâ zikredilmiş, sonra onu müddetin zikri takip etmiş, sonra onun ardından
da dönmekten bahsedilmiştir. Fâ harfi, daha önce zikri geçenler üzere takibi
gerektirdiğine göre, iki sözü edilenden daha uzağına atfedilmesi caiz olrnaz.
Ya ikisine de birden veya en yakın olana dönmesi gerekir.
Üçüncü delil:
ifadesidir. "Azim" sadece azmedenin yapmaya karar verdiği şeydir.
Nitekim, "Farz olan bekleme müddeti dolmadan nikâh kıymaya
azmetmeyin"[999]
âyetinde de öyledir. Burada, "Dönmenin yapılmaması talâka azimdir."
şeklinde bir itiraz yapılabilir. Cevaben şöyle denilir: "Azim, azmedilen
şeyi yapmak ya da terketmek hususunda gösterilen kesin bir iradedir. Siz ise
mücerred sürenin dolmasıyla talâkı vaki kabul ediyorsunuz. İsterse onda cimaya
ya da terkine dair bir azim olmasın. Hatta dönmeye azmetse bile, cimada
bulunmamışsa, sürenin dolmasıyla adamın aleyhine olarak karısını boş kabul
ediyorsunuz. Halbuki adamın talâk kasdi yok. Bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Âyet
sizin aleyhinize bir hüccettir.
Dördüncü delil: Yüce
Allah, îlâ yapanı âyette iki şey arasında muhayyer kılmıştır: Dönmek ya da
talâk. İki şey arasında muhayyer kılmak, ancak tek bir merhalede sözkonusu
olur. Keffâretlerde olduğu gibi. Eğer iki ayrı merhalede olacak olsa ona
muhayyer kılmak değil, birini diğeri üzerine tertib etmek denilir. Eğer bu
anlaşıldıysa şimdi diyoruz ki, size göre dönüş dört ayhk süre içerisinde,
talâka azim ise müddetin sonundadır. Bu durumda muhayyer kılma, aynı merhale
içerisinde gerçekleşmemektedir.
Şöyle denebilir:
"O müddet içerisinde dönmek ile, dönmemek arasında muhayyerdir, müddetin
dolmasıyla da talâka azmetmiş olur." Buna şöyle cevap verilir: Dönmemek,
talâkı azmetmek demek olamaz. Size göre o ancak müddetin sona ermesiyle azim
olmaktadır. Dolayısıyla bu durumda talâka azmetmekle dönmek arasında asla bir
muhayyer kılma sözkonusu olmaz. Çünkü müddetin bitmesiyle size göre talâk vuku
bulmaktadır, fakat dönme imkânı kalmamıştır. Müddet içerisinde dönebilir, fakat
o takdirde de vaktin geçmesinden ibaret olan talâka azim vakti henüz
gelmemiştir. Şu halde bu başlı basma beşinci bir delil olmaktadır.
Altıncı delil: îki şey
arasında muhayyer kılma, o şeylerin muhayyer kılınan kişi tarafından
işlenmesini gerektirir ki, onlardan her birinin işlenmesini ya da terkini
tercihte bulunması sahih olsun. Aksi takdirde muhayyerliğinin mânası kalmaz.
Vaktin geçmesi ise kişi tarafından tercihle ortaya konulacak bir şey değildir.
Yedinci delil: Yüce
Allah: "Eğer talâka azmederlerse şüphesiz ki, Allah işiticidir,
bilicidir." buyurmuştur. Bu ifade, âyeti işiticilİk sıfatı ile bitirmesinin
uyumlu olabilmesi için, talakın işitilen bir söz olmasını gerektirmektedir.
Sekizinci delil: Kişi
borçlusuna: "Sana dört ay müddet. Eğer ödersen, kabul ederim. Yok
ödemezsen seni hapsederim." dese, bu ifadeden şu anlaşılır Ödeme de hapis
de müddetin bitiminden sonradır, müddet içinde değildir, muhatap, bundan başka
bir mâna anlamaz.
İtiraz: Mevzumuzun bir
benzeri: "Sana üç gün muhayyerlik. Eğer satış akdini feshedersen edersin,
yoksa seni bağlar." ifadesidir. Malumdur ki fesih ancak üç günün içinde
olur, sonrasında olmaz. Buna ne diyecekiniz?
Cevap: Bu bizim size
karşı getireceğimiz en güçlü delillerimizden birisidir. Çünkü akdin gereği
bağlayıcılıktır. Kendisine üç günlük süre ile muhayyerlik hakkı tanınmıştır.
Müddet biter de feshe gitmezse akit normal hükmü-ne yani bağlayıcılık haline
dönmüş olur. Zevce de aynı şekilde kocası üzerinde cima hakkına sahiptir.
Nitekim kocanın da kadın üzerinde hakkı bulunmaktadır. Yüce Allah:
"Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadınların da erkekler
üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı haklan vardır." buyurmaktadır.
Allah (c.c.) dört ay boyunca karısından uzak durmayı bir hak olarak erkeğe
tanımış ve bu süre içerisinde kadına cima konusunda bir hak tanımamıştır.
Müddet bittiği zaman, kadın akdin tabiatı gereği hakkına kavuşmaktadır ki, o
da tefrik talebinde bulunmaktır, yoksa talâkın vukuu değildir. Şu halde bu da
dokuzuncu ve müstakil bir delil olacaktır.
Onuncu delil: Yüce
Allah, îlâ yapanların lehlerine bir şey, aleyhlerine de iki şey getirmiştir.
Lehlerine olan şey dört ay beklemektir. Aleyhlerine olan İki şey ise, ya dönmek
ya da talâktır. Size göre ise, onlara gereken sadece dönmektir. Talâk ise
onlann üzerine hatta onların eline verilmiş değildir. O sadece Allah'ın emrine
bırakılmıştır; müddetin bitmesinin hemen akabinde, koca istesin istemesin
kadının boş olduğuna hükmedilir. Bu durumda bu işin îlâ yapanın elinde olduğunu
ya da yapması gereken bir yükümlülük olduğunu söylemek mümkün değildir, bu
nassın zahirine ters düşmektedir.
Sonra, îlâ keffâreti
gerektiren, Allah adına yapılmış bir yemindir. Diğer yeminlerde olduğu gibi,
bununla da talâk vuku bulmaz.
Yine bu Sâri'
Teâlâ'nın takdir ettiği bir müddettir. Öncesinde bir ayrılık yoktur.
Dolayısıyla iktidarsıza (innîn) verilen müddette olduğu gibi, bununla talâk
(beynûnet) meydana gelmez.
Hem sonra
"îlâ" derhal talâk ikamda kullanılan bir söz değildir, gelecek bir
zamana bağlanan talâk için de kullanılmaz. Zıhar gibi.
Üstelik îlâ cahiliye
döneminde talâktı, zıhar gibi onun talâk olması da neshedildi. Dolayısıyla îîâ
ile talâkın vukuu caiz olmaz. Çünkü bu, mensuh hükümle amel etmek ve cahiliye
devri uygulamasına dönmek olur.
İmam Şafiî şöyle der:
Cahiliye döneminde insanlar üç şeyle yemin ederlerdi: Talâk, zıhar ve îlâ ile.
Yüce Allah zıhar ile îlânın, cahiliye devrindeki talâk sayılması şeklindeki
hükmünü değiştirerek, İslâm'daki şekillerini verdi. Talâkın hükmü ise eskiden
olduğu üzere baki kaldı. [1000]
Şafiî'nin ifadesi böyle.
Taİâk sadece sarih ya
da kinaye lâfızlarla gerçekleşir. îlâ ise bunlardan değildir. Zira eğer sarih
olsaydı, mutlak zikri durumunda talâk derhal vuku bulurdu. Kayıtlaması
durumunda da belirtilen sürenin sonunda gerçekleşirdi. Eğer kinaye olsaydı, o
zaman kişinin niyetine başvurulurdu. Aynı şev liân için varid değildir. Çünkü
liân, talâkı değil, feshi gerektirir. Fesih söz olmadan gerçekleşir. Talâk ise
ancak sözlü olarak gerçekleşir.
İbn Mes'ûd'un
kıraatine gelince, bu nihayet bekleme süresi içerisinde dönmenin caiz olduğuna
delâlet eder, müddet içerisinde mutalebe hakkının doğmasına delâlet etmez. Bu
da doğrudur ve biz bunu inkâr etmiyoruz.
"Müddet
içerisinde dönmenin caiz olması, o süre içinde mutalebe hakkının mevcudiyetini
gösterir." şeklindeki sözünüzün, "vadeli borç" Örneği ile
bâtılhğı ortadadır.
"Eğer dönmek müddetten
sonra olsaydı, o zaman süreyi dört aydan fazla uzatmış olurdu." şeklindeki
İddianız da doğru değildir. Çünkü bu dört ay, içinde mutalebe hakkı bulunmayan
bekleme süresidir. Sürenin mücerred bitmesiyle, koca aleyhine mutalebe hakkı
doğmaktadır. Bundan sonra kadın hemen talepte de bulunabilir, mühlet de
verebilir. Bu aynen belirli vâdeye bağlı diğer haklar gibidir, mutalebe hakkı
ancak vâdenin bitiminde doğar. "Bu durum vâdeyi uzatmak olur." da
denilmez. îlânın süresi için de durum aynıdır.
Âyet, îlâ yapması
sahih olan bir kimsenin, hangi şekilde yemin ederse etsin onun ya dönünceye ya
da boşayıncaya kadar îlâda bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Bu delâlet
selef ve halef ulemasından, "Talâk üzerine yeminle îlâ yapan kimse ya
dönmek ya da boşamak durumundadır." görüşünde olanlar için bir delil
olmaktadır. Her iki durumda da üzerine talâkı gerekli görenler için bu yemini
îlâ hükmü içine sokmaları mümkün değildir. Çünkü, "Eğer seninle bir seneye
kadar cima edersem, sen üç talâk boşsun!" dediğinde ve üzerinden de dört
ay geçtiğinde, onlar kocaya: "Ya cima edersin, ya da boşarsın."
demiyorlar. Aksine: "Eğer cima edersen kadın boş olur; yok cima etmezsen
boş hükmünü biz veririz." diyorlar. Çokları, âletini içeri girdirmesine
bile imkân vermiyor. Çünkü, diyorlar; cinsel ilişkinin bir parçası olan geri
çekmek artık yabancı olan bir kadının cinsel uzvunda gerçekleşmiş olacaktır.
Bu durumda onun îlâ yapan biri olmadığını söylemekten başka verilebilecek bir
cevap yoktur. O zaman şöyle denilecektir: Dört ay geçtikten sonra adamı
durdurmayınız ve ona talâk üzerine yeminine istinaden devamlı olarak cimadan
kacınabileceğini söyleyiniz. (Yok böyle yapmaz da) ona dört ay gibi bir süre
koyarsanız, o zaman yeminsiz îlâ hükmünü isbat etmiş olursunuz. Yok, onu îlâ yapmış
biri kabul eder ve kendisine îlâ hükmünü tanımazsanız bu kez de îlâ hükmüne ve
nassın gereğine muhalefet etmiş olursunuz. Bunlar, onlara karşı kullanılan
delillerden bazısıdır.
Soru: "Seninle
cima edersem, üç talâk boşsun!" diyenin hükmü nedir?
Cevap: Bu konuda,
"Acaba bu sözle îlâ yapmış olur mu, olmaz mı?'* şeklinde fukahanın iki
ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İmam
Şafiî'den de iki kavil olarak gelmiştir. Son görüşüne göre, bu sözle îlâ
yapılmış olur. İmam Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşleri de bu şekildedir. Her iki
görüşe göre de, girdirmesine imkân (cevaz) verilir mi, verilmez mi? Hanbelî ve
Şafiî mezhebinde iki vecih vardır:
1) Bu caiz
olmaz, haram olur. Çünkü girdirmesiyle onlara göre üç talâk boş olur ve ondan sonrası
artık haram olacağından, girdirmesi de haram olur. Bunun bir benzeri de şudur:
Oruçlu, fecrin doğmasından önce ancak âletini sokabileceği fakat çıkaramayacağı
kadar bir zaman olduğunu bilse, sokması her ne kadar mubah olan bir zaman
içindeyse de kendisine haram olur. Çünkü çıkarması haram olan zaman içinde
bulunacaktır. Burada da aynı şekilde girdirmesi haram olur. Her ne kadar
talâktan önce ise de, çıkarması talâk sonrasına düşmektedir.
2)
Girdirmesi haram olmaz. Maverdî şöyle der: Bu görüş diğer Şafiî fuka-hasına
aittir. Çünkü kadın zevcesidir. Çıkarması da haram olmaz, çünkü — her ne kadar
girdirmesiyle kadın boş olmuş ise de— bu ilişkiyi terketmektir. Bu ilişkide
haram olan, girdirildiğinde orada tutulmasıdır, yoksa girdirme ve hemen
akabinde çekme haram değildir. Şafiî'nin sözlerinin zahirinden anlaşılan
budur. Çünkü o şöyle demiştir: "Oruca niyetli kişi cima yaparken fecir
doğsa ve tam anında çıkarsa, o orucu üzeredir. Ama çıkarmadan beklerse, orucu
bozmuş olur ve keffâret verir." îlâ bahsinde de: "Kişi eğer, 'Seninle
cima edersem, sen üç talâk boşsun!' dese, bakılır. Şayet döner ve kertiğe kadar
içeri girdirirse, kadın kendisinden üç talâk boş olur. Eğer çıkarır tekrar
girdi-rirse, üzerine kadının emsal mehri gerekir." demektedir. Bunlar girdirmenin
cevazına şu örneği de getirmişlerdir: Kişi bir adama: "Evime gir ve orda
durma" dese, girme izinle olduğu için mubah olur, yasak bulunduğu için de
hemen çıkması gerekir. Çıkmak, her ne kadar yasak zamanına rastgelmekte ise de
mubah olmaktadır. Çünkü bu bir terktir. Aynı şekilde, böyle bir îlâda bulunan
kimse İçin de girdirmesi ve çekmesi mubah, orada bekletmesi haram olur.
Oruçlunun fecirden önce girdirmesi, hemen fecir sonrası çekmesi durumunda da
aynen buradaki ihtilâf geçerlidir. Bazıları ise, fecir öncesi oruçluya
girdirmesi haramdır, fakat îlâ yapana haram değildir demişlerdir. Aralarındaki
fark şudur: Oruçlu üzerine haramlık, girdirme dışında başka bir sebeple de
ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, ona girdirmenin haram olması caizdir. îlâda bulunana
ise haramlık ancak girdirme yoluyla ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla aralarında
fark vardır.
Üçüncü bir grubun
görüşü ise şöyledir: Bu kişiye elmada bulunması haram olmaz, zevcesi de boş
olmaz. Aksine durdurulur ve kendisine: "Allah'ın sana emri, dönmen ya da
boşamandır." denilir. Bu adam nasıl bir îlâ yapmış oluyor ki dönüş hakkı
olmuyor, aksine talâkla ilzam ediliyor. Onunla cima edecek olsa talâk vuku
buluyor. îlâ olmasına rağmen her iki durumda da talâk gerçekleşiyor. Bu nasıl
olur? Kur'an'm zahirine ters değil midir?
Bu kimse hakkında
şöyle denilmelidir: Eğer dönerse cima ile talâk gerekmez. Yok dönmezse,
talâkla ilzam edilir. Bu, talâk üzerine edilen yeminin, talâk gerektirmeyeceği,
sadece yemin keffaretinin yeterli olacağı görüşünde olanların mezhebidir.
Zahirîlerin, Tâvûs, îkrime ve hadis ulemasından bir grubun görüşleri bu
şekildedir. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. [1001]
Yüce Allah şöyle
buyurur: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendilerinden başka
şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendisinin doğru
söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik
etmesi, besince defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lanetinin
kendi üzerine olmasını dilemesidir.
Kadının, kocasının
yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik
etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın
gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."[1002]
Sahihayrfâa. Sehl b.
Sa'd hadisi şöyledir: Uveymir el-Aclânî, Âsim b. Adiy el-Ensarî'ye gelerek:
"Ne dersin ya Âsim! Bir adam karısının yanında birini bulursa onu öldürür.
Siz de kendisini öldürür müsünüz?. Yoksa ne yapar? Şunu benim için ya Âsim,
Rasûlullah'a (s.a.) soruver!" demişti. Âsim da Rasûlullah'a (s.a.) sormuş,
Rasûlullah (s.a.) bu suallerden hoşlanmamış; onlan ayıp görmüştü. Hatta (bu
meyanda) Rasûlullah'tan işittiği sözler, Âsım'a ağır gelmişti. Âsim evine dönünce
Uveymir gelmiş ve: "Ya Âsim! Rasûlullah (s.a.) sana ne dedi?" diye
sormuştu. Âsim: "Sen-bana hayır getirmedin; Rasûlullah (s.a.) kendisine
sorduğum sorudan hoşlanmadı." dedi. Uveymir: "Vallahi ben bu
meseleyi ona sormaktan vazgeçmeyeceğim." diye karşılık verdi. Derken
Uveymir kalkarak, halk arasında bulunan Rasûlullah'ın yanına geldi.
ve: "Ya
Rasûlullah! Ne buyurursun, bir adam karısının yanında birisini bulursa onu
öldürür, siz de kendisini öldürür müsünüz; yoksa ne yapmalı?" diye sordu.
Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Seninle zevcen hakkında âyet indi. Haydi git
de onu getir" buyurmuştu.
Sehl şunu söyledi:
Müteakiben Iiân yaptılar. Ben de halk ile beraber Rasû-iullah'ın yanında idim.
Liânı bitirdikleri vakit Uveymir: "Eğer karımı nikâhım altında tutsam,
hakkında yalan söylemiş (oldum) Ya Rasûlallah!" demiş ve kendisine
Rasûlallah (s.a.) emretmeden onu üç talâkla boşamıştı.
Zührî şöyle der:
"Artık bu, Hân yapanların âdeti olmuştur."
Sehl devamla:
"Kadın hamile idi. Artık çocuğu annesinin adı ile çağrılıyordu. Sonra
Allah'ın farz kıldığı üzere, çocuğun kadına, kadının çocuğa varis olması sünnet
halini aldı." demiştir.
Bir rivayette:
Mescidde Hânda bulundular ve Hz. Peygamber'in yanında karısından ayrıldı. Hz.
Peygamber: "İşte Hân yapanlar arasındaki ayırma (tefrik) budur."
buyurdu, denilmektedir.[1003]
SehTinf "Kadın
hamile idi..." sözü Buharî'de Zührî'nin sözü olarak verilmiştir.
Buharî'nin rivayetinde şu da vardır: Sonra Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer
bu kadın, vücudu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük,
baldırları kaba tipte bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadına
zina isnadında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın kelergillerden kızılca kurt
gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira
ettiğini sanırım." buyurdu. Sonra çocuk, Rasûlullah'ın Uveymir'i tasdik
yollu tasvir ettiği şekilde doğdu.
Bir rivayette:
"Kadın hamile idi. (Uveymir) hamli(n kendisinden olduğunu) inkâr
etti." şeklindedir.[1004]
Sahih-i Müslim'de İbn
Ömer anlatır: Falan oğlu falan Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlullah! Ne
buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş
olsa, pek büyük bir şey hakkında konuşacak; sussa yine böyle bir şey hakkında
susacak!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) sükut buyurdu; ona cevap vermedi.
Biraz arası geçince o adam tekrar gelerek: "Ya Rasûlallah! Sana sorduğum
başıma geldi." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c), Nûr süresindeki:
"Kanlarına iftira atanlar..." âyetlerini indirdi. Hz. Peygamber
(s.a.) bunlan o zata okudu, kendisine vaaz ve nasihatta bulundu. Dünya azabının
ahiret azabından kolay olduğunu ona haber verdi. Adam: "Hayır! Seni hak
(din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, kanma iftira etmedim." dedi.
Sonra kadını çağırdı. Ona da vaaz ve nasihatta bulundu ve dünya azabının ahiret
azabından kolay olduğunu haber verdi. Kadın: "Hayır! Seni hak (din) ile
gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu adam hakikaten yalancıdır!" dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Hâna) erkekten başladı. Adam kendisinin
gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'a şehadet etti.
Beşinci şehadet: Eğer yalaıicılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması
idi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bunlan kadına tekrarlattı. O da: Adamın
gerçekten yalancılardan olduğuna, dört defa Allah'a şehadet etti. Beşincide:
Şayet kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması idi.
Müteakiben Hz. Peygamber onları birbirinden ayırdı.[1005]
Sahihayn'da, şöyle
belirtilir: Hz. Peygamber'in Hânda bulunan eşlere: "Hesabınız Allah'a
kalmıştır. Biriniz yalanadır. Senin kadın aleyhine bir deliHn yok."
buyurdu. Erkek: "Ya Rasûlallah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım?"
diye sordu. Hz. Peygamber: "Sana mal yok. Eğer kadın aleyhinde doğru söylediysen,
mal, fercinin sana helâl olmasına tekabül eder. Yalan söylediysen, bu mal
talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurdu.
Yine Sahihayn'd&ki
bir rivayette Hz. Peygamber: "Vallahi, ikinizden biri mutlaka yalancıdır.
Tövbe edeniniz var mı?" buyurmuştur[1006]
Yine Sahihayn'da îbn
Ömer'den nakledilmiştir: Bir adam Hz. Peygamber (s.a.) devrinde Hânda bulundu.
Rasûlullah (s.a.) onları ayırdı ve çocuğu annesinin (nesebine) kattı.[1007]
Müslim'de İbn Mes'ûd
hadisinde Hân edenlerle ilgili olayda şu anlatılır:
Erkek, kendisinin
hakikaten doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehadette bulundu.
Sonra beşincide: Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti kendi üzerime olsun,
diye lanette bulundu. Arkasından kadın Hân yapmaya kalktı. Rasûlullah (s.a.)
ona: "Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın razı olmadı ve Hân yaptı. Onlar
dönüp gittikten sonra Hz. Peygamber: "Umulur ki bu kadın, kara, cılız bir
çocuk doğurur." buyurdu. Müteakiben kadın kara, cılız bir çocuk doğurdu.[1008]
Yine Sahih-i Müslim'de
Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Hilâl b. Ümeyye, karısına Şerik b. Sehma ile zina
isnadında bulundu. Şerik, Berâ b. Malik'in anne bir kardeşi olup İslâm'da ilk
Iiân yapan adamdı. Hilâl kansı ile Iânet-leşti. Bunun üzerine Rasûluilah
(s.a.): "Kadını gözetleyin! Eğer beyaz (tenli), düz saçlı, bozuk gözlü bir
çocuk doğurursa, çocuk Hilâl b. Ümeyye'ye; sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh
doğurursa Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Bilahare haber aldım ki
kadın sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh bir çocuk doğurmuş.[1009]
Sahihayn'da. İbn
Abbas, benzeri bir ifadeyle bu olayı anlatmıştır. İbn Abbas'a bir adam: Rasûlullah'ın:
"Bir kimseyi şahitsiz recmetseydim, bu kadını recmederdim."
buyurduğu kadın bu mudur? diye sormuş. O da: "Hayır, o İslâm'da aşikâr
kötülük işleyen bir kadındı." cevabını vermiştir.[1010]
Bu hadisin Ebu Davud'a
ait rivayetinde İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Peygamber onları ayırdı ve
çocuğun, baba adıyla çağrılmamasına, ne kadına ne de çocuğa zina isnadında
bulunuimamasına; kim kadına ya da çocuğa zina isnadında bulunursa kendisine
(iftira) cezası gerekeceğine hükmetti. Ayrıca talaksız ayrılmış oldukları için
ölüm iddeti de olmadığından kocanın kadın lehine mesken ve nafaka (iddet
nafakası) yükümlülüğü olmadığına da hükmet-ti."[1011]
Buharî zikreder: Hilâl
b. Ümeyye, Nebî (a.s.)'ın huzurunda kansma, Şerik b. Sehma ile zina etti, diye
söz attı. Rasûluilah da Hilâl'e: "Dört şahidini hazırla, yahut arkana had
(vurulur)." buyurdu. Bunun üzerine Hilâl: "Ya Rasûluilah! Bizim
birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şahit aramağa mı gidecek? (Şahit
getirinceye kadar) işini görüp savuşmaz mı?" diye itiraz etti. Rasûl-i
Ekrem: "Sen şahitlerini hazırla, aksi takdirde arkana iftira cezası
(seksen değnek) vurulur." demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl b. Ümeyye:
"Ya Rasûlallah! Seni hak peygamber gönderen Allah Teâlâ'ya yemin ederim
ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki, Allah benim
sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy, bir âyet gönderecektir." dedi. Bu
sırada hemen Cibril İndi, Rasûl-i Ekrem'e: "Eşlerine zina isnad edip
de..."[1012]
âyetlerini getirdi. Bunun üzerine Rasûluilah, kadına haber gönderdi. Kocası
Hilâl de hazır bulundu. îlk önce Hilâl şehadet ve yemin etti. Rasûl-i Ekrem: "Allah
muhakkak bilir ki, sizin biriniz elbette yalancıdır. Şu halde içinizden tevbe
eden (ve Han yemininden dönen) var mıdır?" buyurdu. Sonra karısı şehadette
bulundu. Beşinci yemine sıra geldiğinde, mecliste hazır bulunanlar, kadını
durdurarak: "Bak kadın! Bu beşinci yemin azabı mucibtir." ihtarında
bulundular.
Râvi îbn Abbas der ki:
Bu ihtar üzerine kadın biraz ağırlaşip durakladı. Hatta biz kadını yemin
etmekten vazgeçecek ve geri dönecek sandık. Sonra kadın (kendisini toplayıp):
"(Şimdiye kadar şerefle yaşamış) kavim ve kabilemi ben bundan sonraki
günlerde rezil ve rüsvay etmem!" diyerek Iiân yeminini yerine getirdi.
Sonra Rasûl-i Ekrem: "Bu kadına bakınız. Eğer gözleri sürmeli, iki kıçı
iri, baldırları kalın bir tipte çocuk dünyaya getirirse, çocuk Şerik b.
Sehma'ya aittir." buyurdu. Kadın da hakikaten böyle bir çocuk doğurdu.
Bunun üzerine Rasûluilah: "Eğer Allah'ın Kitab'mın Iiân hükmü infaz
edilmemiş olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı (Yani ben o
kadına zina cezası icra ederdim.)" buyurdu.[1013]
Sahihayn'da rivayet
edilir. Sa'd b. Ubâde: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanında
bir adam bulan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûluilah (s.a.):
"Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen
Allah'a yemin ederim, ki bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûluilah:
"Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.
Bir başka rivayette:
"Ya Rasûlallah! Eşimin yanında bir adam bulursam dört şahit getirinceye
kadar ona mühlet verecek miyim?" diye sormuş. O da: "Evet!"
cevabım vermişti.
Bir başka rivayette:
"Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar
dokunmayacak mıyım?" diye sordu. Rasûl-i Ekrem: "Evet!" cevabını
verdi. Sa'd: "Asla olamaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin
ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" dedi.
Rasûluilah (s.a.) şöyle buyurdu: "Efendinizin söylediğine kulak verin. O
hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) dur. Ben ondan daha gayurum. Allah da
benden daha gayurdur."
Bir başka rivayet ise
şöyledir: "Ben eşimin yanında bir adam görürsem onu mutlaka ters tarafını
çevirmeden kılıçla vururum." dedi. Bu söz Rasû-lullah'ın (s.a.) kulağına
vardığında şöyle buyurdu: "Siz SaM'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi
ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur. Gayretinden dolayıdır
ki, Allah kötülüklerin aşikârını, gizlisini haram kılmıştır. Allah'tan daha
gayur, hiçbir şahıs yoktur. Allah'a olduğundan fazla hiçbir kimseye özür makbul
olamaz. Bunçlan dolayıdır ki Allah, Peygamberi müjdeci ve korkutucu olarak
göndermiştir. Allah'tan başka hiçbir kimseye övgü daha makbul değildir. Bundan
dolayıdır ki, Allah cenneti vaad etmiştir."[1014]
Bu hadislerden birçok
hüküm çıkmaktadır:
Lîân her eş arasında
yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslü-man, kâfir, âdil,
fasık, iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak
b. Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler liân
yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan
hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıris-tiyan zevcesine
karşı Iiânda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Mâlik, İshak, Saîd b. Müseyyeb,
Hasan, (el-Basrî), Rebîa, Süleyman b. Yesâr'ın da görüşleridir.
Re'y âlimleri, Evzaî,
Sevrî ve daha başka bir grup da Iiâmn ancak müslüman, âdil, hür ve iftira
cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü benimsemişlerdir.
Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.
Bu iki görüşün
yaklaşımları şu şekildedir: Liân kendisinde iki özelliği bir arada
toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liâna, "şehadet"
tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla
benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini
kullanmıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih
olan herkesin Hânda bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre,
"Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (âm) oluşu
da bunu gerektirmektedir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir;
Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır.
Yine yemin olduğu içindir ki, Hânda —şehadetin aksine— kadın ve erkek eşittir.
Eğer şehadet olsaydı, lâfzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasâmede
olduğu gibi, yeminin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir
insanın liân ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların ihtiyacı
ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hâna götürecek olan
durum, âdil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden
birinin zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de,
diğer türü sıkıntıve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz.
Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak
eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var),
sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece!
ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygarhj
beri'nin hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği
bir durumdur.
Diğerlerinin
delilleri: Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup
kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin
şahı ligi..." buyurmaktadır. Bu
âyette üç açıdan delil vardır:
Birincisi: Yüce Allah
lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştıı . Buradaki istisna kesinlikle
istisna-ı muttasıldır. Bu yüzdefı de kelimesi merfu olarak
gelmiştir.
İkincisi: Kocaların
Hânda bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrj ı etmiş, sonra Yüce Allah daha
ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocajf nın yalan söyleyenlerden
olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da,
eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine
olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyui muştur.
Üçüncüsü: Yüce Allah
liân ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların
yerini aldırmıştır.
Amr b. Şuayb, babası
ve dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kâfir arasında
liân yoktur." buyurduğunu rivayet eder. E'|u Ömer b. Abdİlber, bunu
et-Temhîd'de zikretmiştir.
Dârakutnî yine aynı
zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında
liân yoktur: Hür ve cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ve köle arasında
liân yoktur. Müslüman ve yahudi kadm arasında liân yoktur. Müslüman ve
hıristiyan kadm arasında liân yoktur."[1015]
hadisini nakleder.
Abdürrezzak, Musannef
İnde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke valisi)
Attâb b. Esîd'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında liân
yoktur." buyurarak yukardakileri saymasidır.[1016]
Hem sonra liân
şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kâim
kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler liân
yapabilirler. Liân şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Hândan kaçındığında
kocanın yaptığı dört liân ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina
cezasına çarptırılmaktadır.
" = Bu geçen
yeminler olmasaydı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki
hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi: = Eğer Allah'ın Kitab'ında
geçen (hüküm) olmasaydı..." şeklindedir.
şeklindeki rivayet
Abbâd b. Mansur'un rivayetidir.
Pek çok kimse onu
tenkit etmiştir. Yahya b. Maîn: "O bir şey değildir." demiş. Ali b.
el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Râzî: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesâî
de zayıf olduğunu söylemiştir.
Şeriatte yerleşik bir
kaide vardır: Beyyine, müddeî üzerine, yemin de münkir (inkâr eden davacı)
üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hânı şehadet
olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdeî (davacı) olduğu için (liân) kendi
tarafına düşmezdi.
Birinci görüş
sahiplerinin cevaplan:
Liâna şehadet isminin
verilmesi, Hânda bulunanın yemininde: "Allah adına şahitlik ederim
ki..." demesindendir. Lâfzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde
şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Hânda bulunan kasem ve
cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, demesi durumunda bununla
yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet
edip etmemesi durumu değiştirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de
kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:
"Allah yanında
şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri;
acep nedir ondaki benim yerim."[1017]
Bu beyitte, bir
insanın Allah'ın ismini zikretmese bile sadece demesiyle yemin etmiş olur
görüşünde olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'-den gelen bir rivayet de
öyledir. İkinci rivayete göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda
çoğunluğun görüşü olmaktadır. demesi ise, niyetsiz mutlak zikrinde bile yine
çoğunluğa göre yemindir.îlâ yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince;
şöyle denilebilir: Herşeyden önce
âyetindeki mânasında sıfattır. Yani şeklindedir. Çünkü kelimeleri
sıfathk ve istisnaiık mânalarında birbiri yerine kullanılabilir. anlamında ile
istisna yapılabilir. 1anlamında ile
vasıflandınlmaya gidilebilir. (Bu takdirde mâna, "şahid olarak sadece
kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde
olur.)
İkinci olarak, kelimesi
dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Benî Temim lûgatına göre munkatı olması
caizdir. Çünkü onlar isîisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel olmak üzere
okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı muttasılda da,
müstesnayı bedel oîmak üzere i'raba tâbi tutmaktadırlar.
Üçüncü olarak,elimesi dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda
onların yerlerinde tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle
de, kadın Hândan kaçındığında, kocanın Hânı durumunda recmedi-lir görüşünde
olanlara göre —ki sahih olan da budur— gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı
ilerde gelecektir. Doğrusu şudur: Liân iki vasfı bir arada bulundurmaktadır:
Yemin ve şehadet. O hem kasem ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de
şartlar gereği durumun te'kidini gerektirdiği için şehadet lâfzı ve tekrarlan
yapılmış ağır bir yemindir. Bu yüzden Hânda on türlü te'kid bulundurulmuştur:
1— Şehadet lâfzının zikri.
2— Kasemin
Rab Teâlâ'nın yüce isimlerinden ve esmâ-i hüsnânın bütün mânalarını içinde
toplayan "Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.
3— Cevap
cümlesinin, üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edatlardan olan ile
te'kidi.
4— Bunun dört defa tekrar edilmesi.
5— Beşinci
defasında, eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın llıe-tini istemesi.
6— Hz. Peygamber'in, beşinci yemin sırasında,
onun Allah'ın aza*im gerektirici olduğunu ve dünya azabının ahiret azabından
ehven olduğunu b| irt-mesi.
7— Kocanın
Hânını, kadın üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.
Azabdan maksat ya
haddir ya da hapistir; kadının Iiânım da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı
kılması.
8— Bu Hân,
ikisinden biri üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutlaka azabı
gerektirmektedir.
9— Liânda bulunan eşleri ayırmak, kadının
yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek-
10— Ayrılığın ve aralarındaki haramlığın devamlı
olması.
Liânın durumu işte
böyle olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte
olan bir şehadet kılınmıştır; liânda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit
gibi sayılmıştır. Eğer kadın Iiâna yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve
kadın had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitliği ve yemini iki şey ifade
etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmekte, kadına (zina) haddini
gerektirmektedir. Eğer kadın da liânda bulunur ve böylece erkeğin liânı başka
bir Iiânla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hânı sadece kendi üzerinden haddin
düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygulanmasını gerektirmez. Böylece
erkeğin liânı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır.
Çünkü eğer liân sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had
cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle
kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Hândan kaçınması da
eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da
kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kazanır, bu durum erkeğin
doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da
(zina) cezasını vacip kılar.
Bu olabilecek en güzel
hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır!
Böylece ortaya çıkmıştır ki, liân hem yemindir, içinde şehadet mânası vardır,
hem de şehadettir, içinde yemin mânası vardır.
Amr b. Şuayb'ın,
babası ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelince; eğer onun Amr'a
ulaşması sahih olsaydı, ne kadar açık bir delâleti olurdu. Ama heyhat! Amr'a
ulaşıncaya kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber:
"Bu hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek
hiçbir kimse yoktur." demiştir.
Dârakutnî'nin rivayet
ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerinde Osman b. Abdurrahman
el-Vakkâsî vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur.
Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.
Abdürrezzak'ın
rivayetine gelince, hadisçilere göre Zührî'nin mürselleri zayıftır ve delil
olarak kullanılamaz. Hem Attâb b. Esîd, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi.
Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında
liânda bulunmaması talimatını versin.
"Bu geçen
yeminler olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadisi Ebu Davud
Sünen'mde rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbâd b.
Mansur'a sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci
olması ve mezhebinin propagandasını yapmasıdır.[1018] Bu
ise hadisinin reddini gerektirmez. Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden
olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie, Şia'ya mensup birçok râviye yer verilmiştir.[1019]
"Eğer Allah'ın Kitab'mda geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile
"Bu geçen yeminler olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdhk da
yoktur ki, iki lâfızdan birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun.
Çünkü, "geçen (söylenen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir;
Allah'ın kitabı da, liânda bulunan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz.
Peygamber bu sözüyle, "Eğer Allah'ın, liânda bulunan eşler arasını ayıran
hükmü geçmiş olmasaydı..." demek istemiştir.
"Şehadet
(beyyine) davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin
şeriatta yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:
Birincisi: Şeriat bu
kaide üzerinde sabit değildir. Aksine kasâmede davacıların yemini ile işe
başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından
dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraflardan daha güçlü
olanın tarafına ait olması şeklindedir. Berâet-i asliyye (asıl olan
suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genelde yemin
davacı üzerindedir. Ama kasâmede, karinelerle davacı taraf güç kazanınca,
güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan
görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükûlü (yeminden kaçınması) ile,
davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak
kazan." denilir. Bu durum, imkânlara göre, kulların çıkarlarının korunması
için konulan ilâhî şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her
zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın
gücü heder olurdu. Bu ise Sâri' Teâlâ'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun getirdiği
hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.
Bu anlaşildıysa, şimdi
bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina
ettiğini inkâr ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise
kendi mahremiyetini ortaya dökmesinde, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde,
ailesini fahişeliğe nisbetinde bir garazı yoktur. Aksine, bu onu son derece
tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu
açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Hândan kaçınması (nükûlü)
eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu
şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil
halini alır. Bu durumda kadının da, kendisinden Nûr (24/2) süresindeki:
"Onların azabları.ıa mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır
bulunsun).'* âyetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı liân yeminlerinde
bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın liânı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan
sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz.
Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu
şudur: Kadın liânda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye
ya da liânda bulununcaya kadar hapis mi edilir?
Fukahaya ait iki görüş
vardır: İmam Şafiî ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır."
demişlerdir. Hicaz âlimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya
da liânda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak âlimlerinin görüşü
de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez,
serbest bırakılır." şeklindedir.
Irak âlimleri ve onlar
doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hânı haddi gerektiren bir
beyyine olsaydı, kadın liânla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip
olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidinin bulunması durumunda böyle bir
yetkisi yoktur.
Koca kendisinden başka
üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulunsa, bu şahitlikle üzerine
had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine
evleviyetle had gerekmez. Sonra koca liân yapanlardan biridir. (Tek taraf)
diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının liânı da koca üzerine haddi
gerektirmemektedir.
Hz. Peygamber: "=
Beyyine davacı üzerinedir.[1020] buyurmuştur.
Kocanın burada davacı olduğunda şüphe yoktur.
Hem kocanın Hânının
gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacib kılmak
değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.): "Beyyine yoksa sırtına
had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada bulunmasının gereği, yabancının
iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce Allah, bu hadden kurtulması için
liânla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine had ikamesinin yolunu da şu iki
durumdan birisinin bulunması şeklinde belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da
itiraf. Bazı sahabîlere göre de bir üçüncü durum gebeliktir. Nitekim Hz. Ömer
ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in minberi üzerinde şöyle
demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma şartıyla zina eden her erkek ve kadın
üzerine; beyyine bulunması veya gebelik durumunun olması, ya da itirafta
bulunması durumunda vacibtir."[1021]
Hz. Ali de aynı
şekilde söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirlemiş, Hânı bunlardan
saymamıştır.
Sonra bu kadının zina
ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının
tahakkuku sadece kocanın liânı ile olmaz. Şayet sadece kocanın liânı ile
tahakkuk edecek olsa, artık kadın Hânda bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra
kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükûlü (Handan
kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükûl ile sabit olmaz. Zira hadler
şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükûl ile nasıl gerekebilir? Çünkü
nükûlün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın
heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda,
beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek
şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı
ikrarda bulunması istenen bir had nükûüe nasıl sabit olabilir? Sonra hem
ikrarda hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı
aranmaktadır. Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina
olaylarının örtülmesi, şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile
haddin bertaraf edilmesi ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durumda, mal
davaları dışında hiçbir had ve ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat
kendisi şüphe olan nükûlle nasıl olur da hüküm verilebilir?!
Şafiî (r.h.), bir
dirhem ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükûl ile hükümde
bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olunca, nasıl olur da, çok
önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme
gidilebilir?
Kadın diliyle ikrarda
bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemektedir. Dolayısıyla suçsuzluğu
üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had
öncelikle gerekmeyecektir.
Kadının zinasının
tahakkukunda ikisinden birinin Hânının etkisi olmadığı anlaşılınca, ikisiyle
(kocanın liânı, zevcenin nükûlü) birden tahakkuk edeceğini söylemek de iki
sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:
1) Her
birinde mevcut olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz
fâsıkın şahitliği gibi. Çünkü kadının nükûlünün, aşın utangaçlıktan, duruşma
makamının heybet ve kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczinden dilin
tutulmasından olma ihtimali, kocanın liânı ile ortadan kalkmaz. Kocanın
liânındaki şüphe de kadının nükülü İle yok olmaz.
2) Diğer haklarda olduğu gibi, sadece yemin ile
hükmedilemeyen davalarda, yeminle birlikte nükûlle de hükmedilemez.
"Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır."
âyetine gelince; bu âyette geçen azaptan kastedilen kesin değildir. Had
olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir. Dolayısıyla
"azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak bir kelime,
harici bir delil olmadıkça mukayyede delâlet etmez. En azından ihtimal ifade
eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen Hz. Ömer ve
Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da gebelikle
(isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.
Daha sonra bunlar,
kadının Hâna yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilâf
etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hânından sonra, kadının liânûa
bulunmadan kaçınması durumunda onu Hâna icbar ederim. Üzerine (Hândan önce)
recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra
dönse onu recmetmem. Bu durumda Hândan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim?
" demiştir. İmam'dan ikinci bir rivayet: "Serbest bırakılır."
şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip
değildir, beyyinenin tamam olmaması durumundaki gibi tahliye edilmesi gerekir.
Haddi vacip kılanların
karşı cevap ve tenkitleri:
Bunlar şöyle diyorlar:
Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Hânda bulunmasını şahitlerden bedel ve
onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hân yapan
kocaları şahitler saymıştır. Onların Hânlarının şehadet olduğunu açıkça
belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet,
kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevî azabın sebebinin
vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hânının kaldıracağına
delâlet eder. Liânı ile kadından kaldırılacak "azab",
"Mü'minlerden bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır
bulunsun)." âyetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu
âyette kelimesi muzaf olarak, liân âyetinde de ahid (bilgi) için olan ile
zikredilmiştir. Dolayısıyla, bu kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen,
herhangi bir şekilde delâlet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz
değildir. Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hânsız kendisinden
azab kaldırılır? Bu Kur'ân'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil
midir?
Yüce Allah kocanın
Hânını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hânını da kendisinden zina
cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Hânda bulunmadığı zaman nasıl
kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hâna yanaşmadığında da
kendisine zina cezası tatbik edilir.
"Kocanın liânı
kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının
şahitUğinde olduğu gibi Hân ile onu düşürme yetkisine sahip olamazdı."
sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:
Liân hükmü, başlı
başına müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkâma
tâbi değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah
onu da vaz'etmiş, helâl ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır.
Kocanın Hânı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyine mertebesinden
aşağı inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve
kadına benzeri bir Hânla karşı koyma hakkı tanınmıştır. Onun da liân etmesi
durumunda biz kullar için iki taraftan birini tercih imkânı bulunmaz. Ama Allah
onlardan birinin yalancı olduğunu bilir. Sadece kocanın Hânı ile kadına had
tatbikinin bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum
olduğunu ortaya koyacak Hân imkânı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa
(nükûl), o zaman (iş değişir): Koca zina iddiasıyla Hânda bulunmuş (zina
haddini gereJuirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir
ki, bu karine kadının nükûlü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi
kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.
"Koca,
kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu
şahitlikle kadına had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl
gerekebilir?" sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had
cezasına çarptırılmıyor. Bilâkis hem kocanın beş defa Iiânda bulunması, hem de
kadının imkânı varken karşı Hânda bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz
kalıyor. Bu iki şeyin birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü
bir şekilde delâlet eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan
kanaat, şahitlerin şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.
"O Hânın iki
tarafından biridir. Kadının Hânının koca üzerine had gerektirmediği gibi,
kocanın liâm da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince:
Kadının liâni sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici
olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi
kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hânının haddi
gerektirici, buna karşılık kadının liânımn ise haddi gerektirici değil, düşürücü
olduğuna delâlet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine kıyas
etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur ki, o
da bâtıldır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.); Beyyine davacı üzerinedir." hadisine gelince, o başımızın
gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen ve tekrarlanan liâm
bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca da davacı beyyinesi
makamında sayılan kadının nükûlü eklenmiştir. Böylece bu en güçlü
beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delâlet eder: Hz. Peygamber, ona:
"Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu iptal etmemiştir.
Bilâkis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine ikamesinden âciz
kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye çevirmiştir. Bu
çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu güçlendirecek ayrı
bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve haddi def etmeye
imkânı varken yüz çevirmesi, nükûlde bulunmasıdır.
"Kocanın Hânının
gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzerine haddi vacip kılmak
değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun
gereği kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer,
"Ondan haddin düşmesi liânın bütün gereğini düşürür, başka bir gere-ği
yoktur." demeyi kastediyorsanız, bu kesinlikle bâtıldır. Çünkü ayrılığın
gerçekleşmesi veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedî veya geçici haramhk,
kocanın tasrihi ile çocuğun açıktan veya Hân ile zımnen reddi ile iktifa, had
ya da hapis yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hânın
gereklerindendir. Bu durumda, "Kocanın Hânı, sadece kendisinden iftira
cezasının düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.
"Sahabe zina
haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyine veya ikrar
(itiraf) ya da gebelik. Liân bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da
şöyle: Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Hân ile kadın
üzerine haddi gerekli kılmak bu sahabîlerin sözlerine muhalif oluyorsa,
gebelikle haddi düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur."
Onların gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça
muhalefette bulunmayı tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün
dışında bir sebeple haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram
kılan şey nedir, söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu
durlar:
Birincisi: Onlar bu
sahabîlerin sözlü ifadelerine muhalefet etmemişlerdir. Onlarınki, sözlü
beyanda bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oyia ki siz, açıkça beyan
ettikleri hususa muhalefet ettiniz.
İkincisi: Onların
muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini
ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma
ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına
(mantûk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da
bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli olması hususudur. Sahabeden
hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği konusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye
muhalefetleri bilinmemektedir.
Üçüncüsü: Onlar sözkonusu
mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyanlarına (mantûk) ve "Şehadet
etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mefhumuna dayanarak muhalefet
etmişlerdir. Şüphesiz ki bu âyetin mefhumu (yani şehadet etmezse azab düşmez
şeklindeki mefhum-ı muhalifi), Hz. Ömer'in ve Hz. Ali'nin sözlerinin
mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evlâ olan bir mefhumdan dolayı,
başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl muhalefet etmiş
olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabenin sözlerine uygundur. Zira liân
kadının nükûlü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü
beyyinelerden birisi olmaktadır.
"Kadının zinası
tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz
"tahakkuk" sözünden muharremât gibi yakîn ve kesin demeyi
kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı
dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahitlikleri
zinayı bu mânada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de,
sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi kastediyorsanız,
bu da kesin olarak bâtıldır. Aksi takdirde Hânı ile üzerinden düşürülen azab,
kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli ve mükerreren
yapılan Hânı ile imkânı varken kadının nükûlde bulunmasından hasıl olan
tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlüdür. Çünkü olabiHr
ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona iftirada
bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak istemişlerdir.
Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.
"Eğer tahakkuk
edecek olsa ya kocanın Hânı ile, ya kadının nükûlü ile, ya da her ikisiyle
tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk
etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil
olmayışı ve zayıf
bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil
olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olamayan, fakat bir
başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.
"Şafiî'ye şaşmak
lâzım! Bir dirhemlik bir davada nükûl ile hükmetmiyor da, Sâri' Teâlâ'nın
örtmeye son derece gayret ettiği,sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit)
istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze
gelince, burası ne Şafiî, ne de bir başka imamın müdafaasının yapıldığı yer
değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdı-mız herhangi bir âlimi
desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadımız sadece Hz. Peygamber'in
(s.a.) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde gerçekleştirdiği
rehberliğini, O'nun hatt-ı harekâtım ortaya koymaktır. Bunun ötesinde
girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tâbidir, maksadımız olduğu için
verilmiş değildir. Farzet ki, nükûl ile hükmetmeyen kimse kendi içerisinde
tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu şeriata ne zararı olur?[1022]
Kaldı ki İmam Şafiî
bir tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükûl ile
Hânla beraber olan nükûlü ayırmıştır. Liân deyip de geçmeyiniz, tekitli ve
mükerreren yapılmakta, koca hakkında hâl karinesi ile beraber beyyıne yerine
geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezü-rüsvaylığı, yuvasının
yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanlarm gözü önünde büyük kalabalık içinde
dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan ise kendi
üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş olmayan
şeyler olmasına rağmen liânda bulunmuşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir hâl
karinesi olur. İmam Şafiî, işte böylesi bir Hânla birleşen nükûl ile hükümde
bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücer-red nükûlle hükümde bulunduğu da nereden
çıkıyor?
"Şayet kadın zina
itirafında bulunsa da, sonra rücû etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda
sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gerekir?" sözünüzün cevabı az
önce geçti.
"Liân ile
kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün cevabına
gelelim:
Zikredilen azab, ya
dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab'-'ın ahiret azabı
olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra,
liânda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır
ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o
ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenâb-ı Allah haddi, ahiret
azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı sûrenin
başında "Mü'minlerden bir grup, onların azab-larına şahitlik etsin (orada
hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla
tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyurmuştur. Buradaki azab,
bizzat (yukardaki âyette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab1'dır ve
liânda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkân tanımıştır. Burada
başka azab nerededir ki, âyet onunla tefsir edilmeye çalışılıyor? Bu
anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine
inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmi-yoru-. Tevfil;
Allah'tandır.
Soru: Koca zina
isnadında bulunduktan sonra Hâna yanaşmasa, nükûl etse; hükmü ne olur?
Cevap: Selef ve halef
ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezasına çarptırılır. Bu İmam Şafiî,
Mâlik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle:
"Liânda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulununcaya kadar
hapsolunur." demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesine zina
isnadının gereği, acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki liân
yaparak düşürme hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat liân
mıdır?" prensibindeki ihtilâftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhurun,
ikinci şık da Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.
Cumhur, Ebu Hanife'ye
karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler
var ya, onlara seksen değnek vurun,"1-1 âyetinin genel oluşunun,
dolayısıyla kocayı da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye
çalışmışlardır. Aynca, Hz. Peygamber'in (s.a.), Hilâl b. Ümey-ye'ye: "Beyyine
yoksa sırtına had."[1023]buyurması,
yine: "Dünya azabı, ahiret azabından kolaydır."[1024]
demesi de —ki bunu Hilâl b. Ümeyye Hâna başlamadan önce kendisine söylemişti—
delilleri arasındadır. Eğer kocasının zina isnadında bulunması sebebiyle
üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı, bu sözlerin bir mânası kalmazdı.
Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas cari olan bir kadına iftira
etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada bulunması sebebiyle hadde maruz
kalır. Yine koca liânda bulunsa da, liân sonrasında kendisinin yalancı olduğunu
söylese üzerine had gerekmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina
isnadı, üzerine haddin gerekmesinin sebebi olmakta ve onu Hânla düşürebilme
yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin gerekliliğinin sebebi olmasaydı, liân
sonrasında kendisini yalanlaması durumunda had vacib olmazdı.
Ebu Hanife ise şöyle diyor:
Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya liân, ya da
zevcenin ikrarı. Eğer Hâna yanaşmazsa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir.
Ancak kadın bu arada ikrarda bulunursa davanın gereği ortadan kalkar.
Yabancının zina isnadı ise böyle değildir. Çünkü onun iftiraya maruz kalan
kadın yanında (Hân gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri olur.
Cumhur şöyle cevap
veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından
İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda
olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın
hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan,
liân yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı
bulunmaktadır. Lian yapmaya hakkı ve imkânı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o
takdirde iftiranın gereği amelini icra eder ve muarızı olmadığı için haddin
gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır. [1025]
Liânla ilgili
hadislerden çıkarılan hükümlerden birisi de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) sadece
vahiyle ve bir de Allah'ın kendisine gösterdiği şeylerle hükmediyordu. Bizzat
kendi görüşü ile hükmetmiyordu. Çünkü, vahiy gelinceye kadar hükümde
bulunmamıştı. Kur'an inince de Uveymir'e: "Senin ve eşin hakkında âyet
indi. Git onu getir!" buyurmuştu. Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah emrolunmadığım bir sünneti aranızda ihdas ettiğim için beni sorguya
çekmeyecektir." [1026] Bu
durum yargıda (kaza), ahkâm vaz'ın-da ve küllî (genel) sünnetlerle ilgili
konulardadır. Ama ahkâm vaz'ı ile ilgisi bulunmayan, belli bir yerde
konaklamak, belli bir adamı emîr tayin etmek ve, "Durum hakkında onlarla
istişarede bulun."[1027]
emrinin bir gereği olarak yapılması gereken istişarelerle ilgili benzeri
konulara gelince; bu gibi yerlerde içtihada (re'y) yer bulunmaktadır. Hurma
aşılanması hakkında buyurdukları: "O sadece benim uygun bulduğum bir
görüştür."[1028]
hadisi bu kabilden olmaktadır. Ahkâm ve küllî sünnetler ise tamamen farklıdır.
Hadislerden çıkarılan
bir diğer hüküm de şudur: Hz. Peygamber, Uveymir'e karısını getirmesini
emretmiş ve Hz. Peygamberin huzurunda liânda bulunmuşlardır: Bundan liânın
ancak devlet başkanı ya da onun naibinin huzu-1 runda yapılabileceği ve tebâdan
olan fertlerin kendi aralarında liânda bulunamayacakları çıkar. Nitekim
kişilerin kendi başlarına hadlerin uygulanmasına kalkışma yetkileri de yoktur.
Bu yetki sadece devlet başkanı ya da onun naibine aittir. [1029]
Liânın, kalabalık bir
grubun hazır bulunacağı bir mecliste yapılması sünnete uygundur. Çünkü
yaşlarının küçük olmasına rağmen İbn Abbas, İbn Ömer ve Sehl b. Sa'd liân
meclisinde hazır bulunmuşlardı. Bu, büyük bir kalabalığın orada hazır
bulunduğuna delâlet eder. Çünkü çocuklar bu gibi yerlere ancak büyüklerinin
yanında giderler. Sehl b. Sa'd: "Onlar liânda bulundular. Ben de
insanlarla beraber Hz. Peygamber'in yanındaydım." demiştir. Bunun hikmeti
—Allah daha iyi bilir ya— liânın, bir daha yapılmaması ve caydırıcı olması
için, çok büyük bir iş olduğunun vurgulanmaya çalışılmasıdır. Böyle bir hava
verilmesi için büyük bir kalabalık huzurunda yapılması daha uygun olacaktır.
Taraflar ayakta olarak
liânda bulunurlar. Hilâl b. Ümeyye olayında Hz. Peygamber (s.a.) kendisine:
"Kalk ve Allah adına yeminle dört defa şehadet et!" buyurmuştur.
Sahihayn'da, kadından
bahsedilirken de: "Sonra kalktı ve şehadette bulundu." demiştir.
Çünkü Hân yapan ayağa
kalktığı zaman, hazır bulunanlar onu göreceklerdir ve bu Hânın aleniliği ve
insanlar üzerindeki caydırıcı etkisi bakımından daha uygun bir pozisyondur.
Başka bir incelik daha
vardır: İsabeti istenilen bir beddua, beddua edilen kimseyi ayakta yakalarsa
yerini bulur. Bunun içindir ki Hubeyb, kendisini astıkları sırada müşriklere
beddua ettiğinde, Ebu Süfyan hemen oğlu Muâvi-ye'yi tutarak yere yatırmıştı.
İnançlarına göre, insan yere yapıştı mı, beddua kendisini tutmazdı.[1030]
Liâna, Allah ve
Rasûlü'nün başladığı gibi önce erkeğin başlaması gerekir. Şayet önce kadın
başlayacak olsa, cumhura göre, bu liân sayılmaz. Ebu Hanife'ye göre ise
sayılır.
Yüce Allah, hadde önce
kadım zikrederek başlamış ve: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe
gelince, bunlardan her birine yüz değnek vurun."[1031]
buyurmuş, liân âyetinde de önce erkekten başlamıştır. Bu son derece münasiptir.
Çünkü kadının zinası erkeğinkinden daha çirkindir. Zira kadının zinası Allah'ın
hakkım çiğnemeden öte, kocasının yatağını (harîm-i ismetini) ifsad etmek,
başkasından aldığı bir çocuğun nesebini ona yamamak, kendi aile ve akrabasını
rezil rüsvay etmek, sırf kocasına ait olan hakka karşı cinayet ve hiyanette
bulunmak, onun insanların yanındaki değerini düşürmek, bir fahişeyi nikâhında
tutuyor diye ayıplanmasına sebep olmak ve daha nice zina mefsedeti içermektedir.
Dolayısıyla zina haddinden söz edilirken kadından başlanması son derece önem
arzeder. Liâna gelince; burada kadına zina isnadında bulunan, onu liâna maruz
bırakan, ırzına halel getiren ve büyük bir isnadda bulunan; ailesi ve akrabası
içerisinde kadını rezil ve rüsvay eden bizzat kocadır. O yüzdendir ki, Hânda
bulunmadığı zaman üzerine had gerekmektedir. Dolayısıyl Hânda önce erkekten
başlanılması, kadından başlanılmasından daha uygundur.
Elde edilen
hükümlerden biri de, taraflardan her birisine, liâna başlamak istediklerinde
vaaz ve nasihat etmektir. Yetkili tarafından öğüt verilir, nasihat yapılır ve
erkeğe: "Dünya azabı ahiret azabından ehvendir." denilir. Beşinci
yemin sırasında bu söz her ikisi için de tekrarlanır. Nitekim sahih sünnette bu
şekilde sabit olmuştur.
Erkeğin de kadının da
beş defadan az yaptıkları liân yeminleri kabul edilmez. Yine erkeğin beşinci
şehadetinde kullanması gereken "lanet" sözcüğü yerine,
"gazap", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama"
gibi ifadeler kullanması geçerli olmaz. Aynı şekilde kadının da
"gazap" sözcüğü yerine "lanet", "rahmetten uzak
olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması şehadetini
geçersiz kılar. Her birinin Allah'ın Kitab'ında kendisi için taksimde bulunduğu
ifade ve sayıda şehadette bulunması gereklidir. Hanbe-lî, Mâliki ve diğer
mezheplerde mevcut olan iki görüşten daha doğrusu budur.
Liân sırasında
erkeğin, Kur'an'da ve sünnette zikredilen lafızlara ilâvede bulunmasına bir
ihtiyaç yoktur. Hatta bu iyi bir şey de olmaz. Meselâ: "Kendisinden başka
ilah olmayan, açığı, gizliyi bilen, aşikâreyi bildiği gibi gaybı da bilen Allah
adına şehadet ederim ki..." gibi veya benzeri ifadelere ihtiyaç yoktur.
Aksine erkek: "Allah adına şehadet ederim ki, ben gerçekten doğru
söyleyenlerdenim." demekle; kadın da: "Allah adına şehadet ederim ki,
o gerçekten yalan söyleyenlerdendir." demekle yetinirler. Erkeğin liân
sırasında yine "...ona yaptığım zina isnadında..." demesine; kadının
da: "Bana yaptığı zina isnadında..." diye nasslardakı ifadelere ilâvede
bulunmasına ihtiyaç yoktur. Yine erkeğin zina şahitlerinin ifadelerinde olduğu
gibi, —eğer zina ederken gördüğünü iddia etmişse—: "Milin sürme-danlığa
girdiği gibi, onu zina ederken gördüm." demesine gerek yoktur. Bütün
bunların ne Kitap'ta, ne de sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Yüce Allah'ın;
ilmi, hikmetiyle bizim için koyduğu şer'î ahkâm, bizim için yeterlidir ve onun
üzerine ilâvede bulunma külfetinin bir anlamı ve yeri yoktur.
Yahya b. Muhammed b.
Hübeyre, el-îfsâh adlı eserinde şöyle der: Bazı fakihler erkeğin, "Ona
yaptığım zina isnadında..." ifadesini, kadının da: "Bana yaptığı zina
isnadında..." ifadesini eklejnesi şarttır, demişlerdir. Sanmıyorum ki
buna ihtiyaç duyulsun. Zira yüce Allah liân ahkâmım (bütün tafsilatıyla)
indirmiş, böyle bir şarttan sözetmemiştir.
İmam Ahmed'in sözünün
zahirinden anlaşıldığına göre Hânda "zina" sözcüğünün zikri şart
değildir. Çünkü îshak b. Mansur rivayetinde şöyle der: Ahmed'e sordum ve:
"Erkek nasıl Hânda bulunur?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Allah'ın
kitabındaki,gibi. Dört defa: 'Allah adına şehadet ederim ki, ben ona isnad
ettiğim şeyde gerçekten doğru söyleyenlerdenim.' der, sonra beşinci keresinde
durur ve: 'Eğer yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun!' der. Kadın
da aynı şekilde yapar."
Bu ibareden,
"zina isnadımda" diye ille de "zina" sözcüğünün zikrinin
şart olmadığı, kadının da aynı şekilde "bana zina isnadında" diye
tasrihinin gerekmeyeceği; beşinci şehadet sırasında da "Ona isnad ettiğim
şeyde" demesinin gerekmeyeceği anlaşılmaktadır.
Bunları şart
koşanların delilleri şöyledir: Erkek, "Ben gerçekten doğru
söyleyenlerdenim." derken belki Allah'ı birlemede veya daha başka doğru
bir haberde demeyi kasdetmiş olabilir. Kadın da aynı şekilde "O gerçekten
yalancıdır" derken başka bir konuyu niyetine almış olabilir. Ama
"zina isnadında" diye açıkça söylenirse, te'vil imkânı kapatılmış
olur.
Diğerleri ise şöyle
diyorlar: Haydi var say ki, içlerinden böyle niyet ettiler, bu niyetlerinden
faydalanamazlar ki! Çünkü zalime, te'vili bir fayda vermez. Hasmının niyeti
üzere ve Allah'ın emrettiği şeyle yemininin gereği —eğer yemininde yalancı ise—
üzerine ya Allah'ın laneti ya da gazabının olmasıdır. Sizin dediklerinize
niyet etmiş veya etmemiş hiç önemli değildir. Çünkü, Hânda bulunan kişi bu tür
niyetiyle hâşâ gizli-açık herşeyi bilen Allah'ı kandıracak değil ya! [1032]
Kocanın liânda
bulunmasıyla, kadının karnındaki çocuğun nesebi reddedilmiş olur.
"Karnındaki bu çocuk benden değildir" demesine gerek yoktur.
"(Zina sonrası) ona dokunmadım." demesine de ihtiyaç duyulmaz.
Bu İbn Hanbel'in
tâbilerinden Ebu Bekir Abdülaziz'in görüşüdür. Bazı Mâlikî imamlanyla
Zahirîlerin görüşü de bu şekildedir. îmam Şafiî ise: "Erkek için çocuğun
zikredilmesine ihtiyaç vardır. Kadın için ise yoktur." demiştir. el-Hırakî
ve başkaları ise: "Her ikisi de zikretmek durumundadırlar." demişlerdir.
el-Kadı: "Erkeğin: 'Bu çocuk zinadandır, benden değildir.' demesi şarttır."
diyor ki bu Şafiî'nin görüşü olmaktadır. Ebu Bekir'in görüşü, en doğru
görüştür, sabit sünnet de ona delâlet etmektedir.
Soru: Mâlik, Nâfi' ve
Ibn Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.), bir adamla karısı arasında Mân
uyguladığını, çocuğu redle aralarını ayırdığını ve çocuğun nesebini anasına
kattığım nakleder[1033]
Sehl b. Sa'd hadisinde
de: "Kadın hamile idi, adam hamlini (çocuğun kendisinden olduğunu) inkâr
etti."[1034]ifadesi
vardır.
Halbuki Hz. Peygamber
(s.a.): "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmetmisti. [1035]Bu
kadın, hamile olduğu sirajfijl kocanın yatağı idi. Dolayısıyla çocuk onundur,
kocanın açıkça reddi olnmdan, çocuğun nesebi babadan koparılamaz.
Cevap: Bu konuda
mutlaka tafsilat gereklidir. Hamilelik eğer kocanın zina isnadından önce
sabitse ve koca kendisinden hamile olduğu halde zina ettiğim biHyorsa, çocuk
kesinh'kle kendisine aittir. Liânda bulunmasıyla reddedilmiş olmaz. Liânda,
"bu çocuk benden değildir" diye tasrih ederek redde kalkışması da
kendisine helâl olmaz. Çünkü kadın gebe kaldığında kocanın meşru yatağı idi ve
rahme düşen çocuğun nesebi kendisine aitti. Kadının daha sonraki zinası hamlin
kocaya ait oluşunu izale etmez. İsnadda bulunduğu zinası sırasında, kadının
kendisinden hamile olup olmadığını bilmiyorsa, bu durumda bakılır: Eğer isnadda
bulunduğu zina tarihinden başlamak üzere altı aydan daha az bir süre içinde
doğurursa, çocuk kendisinindir, Hânı ile reddedilmiş olmaz. Eğer altı aydan
daha fazla bîr süre içerisinde doğurursa bakılır: Zinasından sonra ona ya
dokunmuştur, ya da dokunmamıştır (istibrâ). Eğer dokun-mamışsa, sadece liânda
bulunmasıyla çocuk reddedilmiş olur, İster kendisi açıkça reddetsin, ister
reddetmesin, durum değişmez. Bu durumda çocuğun zikrini şart koşanlara göre
mutlaka kocanın çocuktan Hân sırasında bahsetmesi gerekir. Eğer istibrada
bulunmamışsa (zina sonrası ona dokunmuşsa), bu durumda çocuk kendisinden de
olabilir, zina yaptığı adamdan da. Dolayısıyla Hân sırasında çocuğu reddederse
eder, aksi takdirde çocuğun nesebi kendisinden sabit olur. Çünkü onun
kendisinden olması mümkündür, red de etmemiştir.
Soru: Hz. Peygamber
liân ve çocuğun nesebinin reddi sonrasında hükümde bulunarak: "Eğer çocuk
yatak sahibi kocaya benzer bir tipte doğarsa, o onundur; eğer zina isnadında
bulunduğu kimseye benzer bir tipte doğarsa bu kez de onundur." demiştir.
Bu durumda şöyle bir olay hakkında ne dersiniz? Koca, karısı ile liânda
bulundu ve çocuğunu da reddetti. Sonra çocuk kendisine benzer bir tipte doğdu.
Bu durumda "kâiflik" sanatı[1036]
ile amel ederek benzeriikten. hareketle çocuğun nesebini ona katar mısınız?
Yoksa Hânının hükmü gereğince nesebinin ondan kesildiğine mi hükmedersiniz?
Cevap: Bu çok zor ve
dar bir geçittir. Dizginleri, bir taraftan nesebin kesilmesini, çocuğun reddini
ve babasının değil de annesinin ismi ile çağrılmasını gerektiren Hân hükmü;
öbür taraftan da, nesebin kocadan olduğuna, onun oğlu olduğuna açıkça delâlet
eden benzerlik, hem de Hz. Peygamber'-in: "Eğer kocaya benzer doğurursa
çocuk onundur, koca kadın aleyhinde yalan söylemiştir." şeklindeki
şehadetiyle birlikte çekmektedir. Bu dar ve zor yoldan ancak ileri görüşlü,
şçr'î delilleri ve hikmet-i teşrîî görebilen, ittifak ve ayrılık noktalarından
haberdar olan, sahip oiduğu yüksek himmetle ta hükümlerin kaynaklarına ulaşan,
helâl ve haramın oradan öğrenildiği ilahî vahiy penceresine kafa ve gönlünü
açabilen kimseler geçip kurtulabilir.
Allah'tan yardım
dileyerek ve O'na dayanarak diyoruz ki, burada zâhii olan şudur: Liân hükmü
benzerlik hükmünü kesmiştir, biri güçlü biri zayıf iki delil durumuna
düşmüşlerdir ve güçlü olan liân hükmü öbürünü kaldırmıştır. Liân hükmünün
icrasından sonra, artık onu değiştirme konusunda benzerliğe herhangi bir
iltifatta bulunulmaz. Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun durumundan ve benzerliğinden
bununla liân hükmünü değiştirmek için haber vermemiştir. Sadece hangisinin
doğru, hangisinin de Iânet ya da gazabı hak eden yalancı olduğu ortaya çıksın
diye bunu bildirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu sözü, kader ve
yaratılışla ilgili dini hükmün yerleşmesinden sonra kendisiyle doğrunun
yalancıdan ayrılacağı bir ihbardır ve bununla, Yüce Allah'ın hangisinin doğru
olduğuna dair çocuk üzerinde bir delil kılacağını haber vermiştir. Bunu, (liân
hükmü gereğince) çocuğun reddinden sonra söyleyerek: "Eğer şöyle şöyle
bir çocuk doğurursa, sanıyorum ki koca mutlaka onun hakkında doğru söylemiştir.
Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, öyle sanıyorum ki, koca mutlaka onun
aleyhinde yalan söylemiştir." şeklinde ifade buyurması, sonunda kadının
hoşlanılmadık tarzda (zina mahsulü) çocuğunu doğurması, Hz. Peygamber'in
böylece kocanın doğru olduğunu yakînen bilmesi, buna rağmen liân hükmünü feshe
giderek kadın hakkında zina hükmünü uygulamaması, tezimizin doğruluğunu
gösterir. Yine aynı şekilde şayet kadın kocasına benzer bir çocuk doğuracak
olsaydı bu kez de kocanın kadın aleyhine yalan söylediği ortaya çıkacaktı, ama
bu liân hükmünü bozmayacak ve kocaya iftira haddi vurularak, çocuk kendisine
katılmayacaktı. Hz. Peygamber'in, "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa,
o Hilâl b. Ümeyye'ye aittir." sözü, hükümde çocuğun nesebini ona ilhak
etmek için söylenmemiştir. Nasıl söyleyebilir ki, liân hükmü gereğince çocuğu
reddetmiş ve nesebi kocadan kesilmiştir. "Eğer şöyle şöyle bir çocuk
doğurursa, o zina isnadında bulunduğu kimseye aittir." sözü de aynı
şekilde çocuğu onun nesebine katmak ve onu oğlu kabul etmek için söylenmiş
değildir. Bu sadece vakıayı haber vermekten ibarettir. Bu durum şu örneklere
benzer: Devlet başkanı kasâme yeminlerinin gereği ile hükmetse, sorira Allah
yeminde bulunanların yalancı olduklarını gösterecek bir delil ortaya çıkarsa,
bu delil sebebiyle kasâme hükmü bozulmaz. Yine hâkim davadan berâetine yeminle
hükümde bulunsa, sonra Allah onun yalan yemin olduğunu bir vesileyle ortaya
çıkarsa, bununla verilen hüküm bozulmaz.
Erkek karısına; isim
vererek, falanca İle zina ettin diye isnadda bulunsa, sonra da liân yapsa, hem
karısı hem de falanca için sözkonusu olacak iftira hadleri üzerinden düşer.
Bunun için de Hân esnasında adamın adını anma mecburiyeti yoktur. Eğer isnaddan
sonta erkek Hâna yanaşmazsa, o zaman üzerine iki iftira cezası gerekir. Bu
konuda ihtilâf vardır: Ebu Hanife ve Mâlik: "Zevce için Iiânda bulunur,
adam için de had vurulur." demişlerdir. İmam Şafiî, iki kavlinden birinde:
"Üzerine sadece bir had gerekir, liân yapması ile o da düşer."
demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'in de görüşüdür. Şafiî'nin ikinci kavli
ise şöyledir: Her biri için ayrı bir had vurulur. Eğer Hânda zina isnadında
bulunduğu erkeğin adını zikrederse, o zaman had düşer. Eğer ismini zikretmezse
o takdirde iki görüş vardır: a) Liâna yeniden başlar ve adını zikreder. Eğer
zikretmezse o adam için üzerine had vurulur, b) Zevce için olan had Hânla
düştüğü gibi, öbürü de düşer.
İmam AhmedMn bazı
tabileri: "Zina isnadı sadece zevceyedir. Ondan başkası için mutalebe
(cezalandırma) hakkı ve had söz konusu olmaz." demişlerdir. İmam
Şafiî'nin bazı tabileri şöyle demişlerdir: Had her ikisi için de vacip olur.
Ancak acaba bir had mi, yoksa iki had mi gerekir? İki vecih vardır: Bazı Şafiî
âlimleri: İttifakla tek bir had gerekir. Liânda bulunur ve adamın adım da
anarsa haddin düşeceği konusunda Şafiî'nin tabileri arasında ihtilâf yoktur.
Eğer adını zikretmezse, o takdirde iki görüş vardır. Onlarca sahih olanı haddin
düşmeyeceği şeklindedir.
Liân ile yabancıya yapılan
zina isnadının hükmünü (yani haddi) düşürenlerin delilleri, gerçekten açık ve
güçlüdür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kocaya, karısına birlikte zina isnadında
bulunduğu Şerik b. Sehma'dan dolayı had vurmamıştır. Diğerleri buna iki şekilde
cevap vermişlerdir: a) Şerik yahudi idi, kâfire iftiradan dolayı had gerekmez,
b) Şerik, had talebinde bulunmamıştı. İftira cezası ancak had talebinde
bulunulduktan sonra uygulanır.
Haddin düşeceği
görüşünde olanlar bunlara şu şekilde karşı cevapta bulunmuşlardır:
a) Şerik'İn
yahudi olduğu iddiası asılsızdır. Çünkü o Şerik b. Abede'dir. Anası Sehma'dır.
O Ensar'ın müttefikidir, Berâ b. Malik'in anne bir kardeşidir. Abdülaziz b. Bezîze,[1037]
Abdülhak'ın el-Ahkâm\ üzerine yaptığı şerhte: "Âlimler, zina isnadında
bulunan Şerik b. Sehma hakkında ihtilâf etmişlerdir. Kimileri onun yahudî
olduğunu söylemiştir ki asılsızdır. Doğrusu, o Ensar'ın müttefiki olan Şerik b.
Abede'dir. O Berâ b. Mâlik'in anne bir kardeşidir." demektedir.
b) İkinci
cevaba gelince; o sizin aleyhinize bir delil olur. Çünkü onun iftira cezası
talebinde bulunma hakkı olmadığını gördüğü için, talepte bulunmamış, üzerine
eğilmemiştir. Aksi takdirde, namusuna uzanan bu lekeyi, iftira cezasını tatbik
ettirerek ortadan kaldırma imkânı varken, üstelik içinde bulunduğu toplum da
bu hususta son derece hassas ve hamiyet duygularına sahipken, kendisinin böyle
bir isnaddan uzak olduğunu söylemeyip sükut etmesi makul değildir. Daha önce
liânın ihtiyaçtan dolayı beyyine yerine geçtiği ve dört şahidden bedel
sayıldığı geçmişti. Bu yüzdendir ki sahih olan görüşe göre, bu vasıfta olan
liân, kadının nükûlü durumunda üzerine haddi gerektiriyordu. Liân iki taraftan
biri için beyyine yerine geçince, diğer taraf hakkında da beyyine yerine geçmiş
olur. Nükûlu durumunda kadının Hânla had cezasına çarptırılması, sonra da
sözünün doğruluğuna beyyine ikame ettiği halde (yabancıya yaptığı zina
isnadından dolayı) isnadda bulunan koca üzerine iftira cezası uygulanması
mümkün değildir. Kocanın Hânım beyyine değil de yemin olarak kabul etsek de
durum aynı olur. Çünkü Hân yeminleri, zevce tarafından gelecek haddi koca
üzerinden düşürdüğü gibi isnadda bulunulan üçüncü kişi lehine doğacak haddi de
düşürür. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü koca, kendi yatağını (harîm-i
ismetini) ifsad ettiği için ona zina isnadında bulunmaya ihtiyaç duyabilir.
îsnadda bulunanın doğru olup olmadığının ortaya çıkması için, doğacak çocuğun
benzerliğiyle bir neticeye varmaya çalışmak üzere isim zikrine ihtiyaç hasıl
olabilir. Nitekim Hz. Peygamber, HilâPin doğruluğuna, çocuğun Şerik b.
Sehma'ya benzerliğiyle istidlalde bulunmuştur. Dolayısıyla kadına olan isnadın
hükmünü düşüren şeyin (Hânın), yabancıya olan isnadın hükmünü de düşürmesi
gerekir. Nitekim Hz. Peygamber kocaya: "Beyyine, yoksa sırtına had"
buyurmuş, "yoksa sırtına iki had" buyurma-mıştır. Sonra, burada kadın
iftira haddi talebinde de bulunmamıştı. Çünkü mutalebe, haddin gerekliliğinde
(vücubunda) değil, uygulanması için şarttır. Bu da "Şerik had, talebinde
bulunmamıştı." sözlerine karşı başka bir cevap olur. Zira kadın da talepde
bulunmamıştı. Bununla beraber Hz. peygamber kendisine: "Beyyine, yoksa
sırtına had" buyurmuştu.
Soru: Yabancı bir
kadına ismini verdiği bir adamla zina isnadında bulunsa ve: "Falanca
seninle zina etti" veya "Sen falanca İle zina ettin" dese hükmü
ne olur?
Cevap: Burada isnadda
bulunan kimse üzerine iki had gerekir. Çünkü her ikisine de isnadda
bulunmuştur. İsnadın gereğini (had) düşürecek bir şey de (beyyine = dört şahit)
getirememiştir. Dolayısıyla üzerine hükmü gerekir. Zira burada birisine
nisbetle beyyine ya da beyyine yerine geçecek bir şey (liân) bulunmamaktadır. [1038]
Kadın hamile iken
Hânda bulunduğunda, çocuğu da reddedilmişse, bununla çocuk reddedilmiş olur.
Doğumdan sonra Hânda bulunmaya hacet yoktur. Nitekim sarih ve sahih sünnetin
delâleti bu şekildedir.
Bu konuda da ihtilâf
vardır: İmam Ebu Hanife (r.h.) "çocuğu reddetmek için Hân yapacaksa,
doğuruncaya kadar yapamaz. Çünkü karnındaki bir şişlik olabilir ve dağılabilir.
O takdirde de Hânın bir mânası kalmaz." demiştir. el-Hırakî'nin
Muhtasarında, zikrettiği de işte budur. Şöyle der: "Adam kadının doğurması
sırasında (sonra) çocuğu reddedip liânda bulunmadıkça, daha önceden yapacağı
liânda çocuğu reddetse bile çocuğun nesebi ondan kesilmez." Hanbelî
âlimleri bu konuda ona tâbi olmuşlar, Ebu Muhammed el-Makdisî ise muhalefet
etmiştir. Sözü ilerde gelecektir. İHm ehlinin büyük çoğunluğu şöyle
demektedirler: Hilâl b. Ümeyye olayıyla ilgili hadise istinaden, kocanın hamile
iken Hânda bulunması hakkı vardır. Çünkü bu hadis, hamile iken liânın
yapılabileceğini ve o halde iken çocuğun reddedilebileceği hakkında gayet
açıktır ve sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Eğer şöyle
şöyle bir çocuk doğurursa, sanırım o, kadın aleyhinde mutlaka doğru söylemiştir...*'
(Bu İfade liân sırasında kadının hamile olduğunu açıkça göstermektedir.)
eş-Şeyh (îbn Kudâme)
el-MuğnVde şöyle der: İmam Şafiî, Mâlik ve Hicaz âlimlerinden bir grup,
"Karnındaki çocuğun reddi sahihtir ve bununla çocuk reddolunmuş
durumdadır." derler ve buna Hilâl hadisini delil getirerek, onun
karnındaki çocuğunu reddettiğini, Hz. Peygamber'in de bunu kabul ederek çocuğu
anasına kattığını söylerler. Liân sırasında çocuğun henüz cenin (anasının
karnında) olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber:
"Bakınız, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa..." buyurmuştur. Hem
de cenin, mevcut delilleriyle zan dahilinde bilinir. Bu yüzden de hamile
olmayan kadından farklı olarak hamile kadın için, nafaka, oruç tutmama ruhsatı,
üzerine had vurulmaması, kısasın ertelenmesi gibi zikri uzayacak birçok farklı
hüküm getirilmiştir. Cenin istilhakı (yani kendi nesebine katma isteği)
sahihtir. Bu itibarla cenin doğumdan sonraki çocuk gibi olur. Muğnî sahibi
devamla der ki: Sahih olan görüş işte budur. Çünkü hadislerin zahirlerine
uygunluk arzetmektedir. Hadise ters düşen görüşe, ne olursa olsun aldırış edilmez.
Ebu Bekir: "Çocuk yatağın zevaliyle reddolunmuş durumdadır. Liân-da
çocuktan söz etmeye de gerek yoktur." demiş, hadislerin zahiri ile
ihti-cacta bulunarak, onlarda ceninin reddinden söz edilmediğini, bu konuya
deği-nilmediğini ifade etmiştir.
Ebu Hanife'nin (r.h.)
mezhebine gelince; kocanın çocuğu redle birlikte liân yapması sahih olmaz. Eğer
kadın hamile İken Hânda bulunur, sonra kadın doğurursa Ebu Hanife'ye göre
çocuğu kabul zorundadır ve onu red imkânı da asla yoktur. Çünkü Üan ancak eşler
arasında cari olur. Bu kadın ise, hamile iken yapılan Hanla artık bâin (ayrı)
olmuştur.
Ebu Hanife'ye karşı
olanlar şöyle diyorlar: Bu görüşünüzde, erkeğin kendisinden olmayan çocuğu
kabule ilzam edilmesi, zinadan olan çocukların reddi kapısının kapatılması
durumu vardır. Halbuki Yüce Allah koca için bu imkânı tanımıştır. Allah'ın
açtığı bu kapıyı, kapamak caiz değildir. Sonra kadının sadece zina isnadında
bulunduğu andaki zevceliğine itibar edilir. Çünkü kadının doğuracağı çocuk,
koca tarafından reddedilmediği zaman kendisine katılır. Dolayısıyla reddine
ihtiyacı vardır. Bu kadın da o sırada zevcesi olmaktadır. Netice itibariyle
kadının çocuğunu reddetme hakkına sahip olur. Ebu Yusuf ile Muhammed: "
Doğum sonrası kırk gün içerisinde çocuğu red hakkı vardır." demişlerdir.
Abdülmelik b. Mâcişûn ise: "Doğumdan sonra ikinci defa redde bulunmadıkça,
çocuğun (hamlin) reddi için liânda bulunamaz." demiştir. İmam Şafiî de
şöyle der: "Koca, kadının hamile olduğunu bilir, hâkim ona liânda
bulunması için imkân verir, buna rağmen liânda bulunmazsa, bir daha çocuğu
reddetme hakkı olmaz."
Soru: Koca, kadının
karnındaki çocuğu kendi nesebine katsa (istilhak) ve kadına zina isnadında
bulunarak: "Çocuk bendendir ve kadın zina etmiştir." dese hükmü ne
olur?
Cevap: Ulemanın bu
konuda üç görüşü bulunmaktadır:
Birincisi: Adama had
vurulur, çocuk kendisine katılır ve Hânda bulunma imkânı verilmez.
İkincisi: Liânda
bulunur ve çocuk reddolunur.
Üçüncüsü: Zina
isnadında bulunduğu için liânda bulunur ve çocuk kendisine katılır.
Bu üç görüş de
(rivayet olarak) İmam Mâlİk'ten nakledilmiştir. İmam Ahmed'in beyanı ise:
"Çocuğun reddi sahih olmadığı gibi, kendisine katması (istilhak) da sahih
değildir." şeklindedir.
Ebu Muhammed (İbn
Hazm) şöyle der: Kocanın cenini istilhakı (kendi nesebine katması) durumunda;
"Reddi sahih değildir." diyenler, istilhakı da sahih olmaz
demektedirler ki, İmam Ahmed'in beyanı bu şekildedir. Reddini caiz görenler,
"İstilhakı caizdir." demişlerdir. Şafiî'nin mezhebi de böyledir.
Çünkü, nafakanın vacip olması, mirasın bekletilmesi, onunla ikrarda bulunmanın
sahih olması gibi hükümlerle ceninin çocuk gibi mevcudiyetine hükmolunmuştur.
Onu istilhakı durumunda, bir daha onu reddedemez. Aynen doğumdan sonra
istilhakinde olduğu gibi olur.
"İstilhakı sahih
değildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Şayet istilhakı sahih
olsaydı, doğan çocuk gibi, reddetmeme durumunda onu (kocayı) bağlardı. Halbuki
bu icma ile bağlayıcı değildir. Mülâane (Hân) hadisinin delâleti üzere ilhak
konusunda benzerliğin bir etkisi yoktur. Bu sadece doğumdan sonrasına hastır.
Dolayısıyla ilhakın sahih olması için doğum sonrasında olması şarttır. Buna
göre: Şayet doğum öncesinde kendi nesebine katacak olsa (istilhakta bulunsa),
sonra doğum akabinde onu reddetse, bu onun yetkisi dahilindedir. Ama sussa,
reddetmese ve istilhakta da bulunmasa, görüşlerini bildiğimiz âlimlerden
hiçbirisine göre çocuk kocayı bağlamaz. Çünkü terkinde çeşitli ihtimaller
vardır. Zira ceninin varlığı ancak Hân ile tahakkuk eder. Ebu Hanife daha önce
de belirttiğimiz üzere, çocuğu kocaya vermektedir. [1039]
İbn Abbas'ın sözü:
"Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve çocuğun baba adı ile
çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmama-sına hükmetti.
Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası
gerekeceğini bildirdi. Talâk yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebebiyle iddet
içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafaka sabit
olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.
Sehl de: "Çocuğu
anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye,
annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.
Yine o: "Liânda
bulunanların ayrılması ve bir daha ebedî olarak bir araya gelememeleri sünnet
halinde devam etti." demişti.
Zührî, Sehl b.
Sa'd'den: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: Bir daha ebedî olarak
bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.
Olayda koca: "Ya
Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş.
Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkında doğru söylediysen,
o, fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen,
bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurmuştu.
Bu ifadeler on hüküm
içermektedir:
Birinci hüküm: Liânda
bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulunmaktadır:
Ayrılık yalnız başına
zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür.
Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilâfa
düşmüşlerdir: Câbir b. Zeyd, Osman el-Bettî, Muham-med b. Ebî Süfre ve Basra
fukahasından bir grup: "Liânla ayrılık asla vuku bulmaz.*' görüşündedirler.
îbn Ebî Süfre: "Liân evlilik bağını kesmez." demiştir. Bunlar
görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (s.a.) liân
sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile karşılamamiştır. O kadına talak
vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını nikâhında tutmaktan ve onu
tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil ikame etmiş olmaktan kendi
nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu yaptığını şer'î uygulama
(sünnet) kılmıştı.
Ulemanın büyük
çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Liân ayrılığı gerektirir."
demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmışlardır:
Birincisi: Ayrılık
sadece kocanın liânda bulunmasıyla —kadın lianda bulunmasa bile— gerçekleşir.
Bu görüş, İmam Şafiî'nin yalnız başına benimsediği görüşlerinden birisidir.
Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir aynlıktır. Dolayısıyla
talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.
İkinci mezheb: Her
İkisinin liâm ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hânları tamamlandığında
ayrılık hasıl olur, hâkimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih
etmiştir. İmam Mâlik ve Zahirîlerin görüşleri de bu doğrultudadır. Bunlar
görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı liânda bulunan
eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın liânda bulunmasıyla bunlar,
karşılıklı liânda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece liân
işi tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Liânm tamamlanmasından önce ayrılığın
hasıl olacağım söylemek, sünnetin delâlet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn
uygulamasına ters düşer. Hem "liân" kelimesi ayrılığı gerektirmez.
Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir
şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hânın tamamlanmasından
sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahattan dolayı
getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi, muhabbet ve
şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı kılmıştır.
Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik rüsvay-lık ve
ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil rüsvay etmiş, ona
bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem kendisinin, hem de kavminin
başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu lekelemiştir. Eğer kadın
yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir fahişenin kocası olmak
şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına maruz bırakmış,
başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlardan sonra,
aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve sükunun hasıl
olma imkânı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve
< bunları ebediyyen
birbirlerine haram kılmak İslâm şeriatinin güzel yönlerinden olacaktı, öyle de
oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hânının bir kısmı üzerine terettüp
etmeyeceği gibi, liânın bir kısmı üzerine de terettüp etmez' (tamamı üzerine
terettüp eder).
Sonra liân, tarafların
yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilâf anında taraflardan birisinin
yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeye-ceği gibi, burada da tek
tarafın yeminleri ile fesih gerçekleşmez.
Üçüncü mezheb: Ayrılık
ancak Hânın tamamlanması ve hâkimin ayırması ile gerçekleşir. Bu da Ebu
Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir.
el-Hırakî'nin sözünün zahirinden anlaşılan da budur: O şöyle diyor: "Ne
zaman ki liânda bulunurlar, hâkim aralarını ayırır ve bir daha ebedî olarak
bir araya gelemezler."
Bu görüşün sahipleri,
hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı."
sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade, ayrılığın tefrikten önce hasıl
olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer onu tutarsam, üzerine iftira
etmiş oldum ya Rasûlallah!" deyip de Hz. Peygamber'İn emrinden önce,
huzurunda üç talâkla onu boşamasını da delil olarak kullanmışlardır. Bu iki
açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, liân sonrasında kocanın zevcesini
tutma imkânı olduğunu gerektirir. İkincisi de talâkın vukuu. Eğer ayrılık
(tefrikten önce) sadece liân ile sabit olsaydı, bu iki durumdan hiçbirisi sabit
olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O (karısını) üç talâkla boşadı ve
Hz.Peygamber onu icraya koydu." ifadesi de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud
rivayet etmiştir.[1040]
Hâkimin tefrikine
ihtiyaç duymadan, sadece Hânın tamamlanmasıyla ayrılığı gerekli görenler şöyle
demektedirler: Liân —ilerde de bahsedeceğimiz gibi— ebedi haramhğı gerektiren
bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumunda olduğu gibi haramhğı doğması
hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hâkimin fefrikine bağlı
olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temininde bulunamama sebepleriyle
tefrikte olduğu gibi, eşlerin istememesi durumunda, ayrılığa gidilmemesi caiz
olur.
İbn Abbas'ın,
"Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözü üç şeye muhtemeldir: 1)
Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın gereği olan bedenî
ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).
Uveymir'in: "Onu
eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun
liândan sonra şer'an zevcesini nikâhında tutmağa mezun (izinli) olduğuna
delâlet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da,
bizzat kendisi de ona koşmuş mânası çıkmaktadır. Verdiği üç talâk ise, zaten
vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirmemiştir. Çünkü kadın
zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talâk ise bu haramlık için sadece
bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helâl olmaz." demiş
gibi olur. Talâkın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramhğı
ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Hân ile artık ebedî olarak
kocaya haram olunca, üç talâk Hânla zaten vukubul-muş olan haramhğı tekit demek
olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (s.a.) tepkiyle
karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini tasviple karşılaşınca, bu Hz.
Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra olarak sayılmıştır. Hem Sehl,
Hz. Peygamber'in: "Talâkın vaki oldu." şeklindeki bir sözünü de
nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz. Peygamber'in talâkı tepkiyle
karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız
izah açısından da onun böyle bir neticeye varması doğrudur.
. İkinci hüküm:
Liândan doğan ayrılık fesihtir; talâk değildir.
İmam Şafiî, Ahmed ve
onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedirler. Bunların delilleri şöyledir:
Liân ayrılığı, ebedî haramhğı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme
neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "liân"
sözcüğü talâk konusunda sarih değildir, koca onunla talâka da niyet etmemiştir,
dolayısıyla Hânla talâk vuku bulmaz. Eğer "liân" talak hakkında sarih
ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Hânda bulun-masıyia talâk
gerçekleşir, kadının Hânına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talâk olsaydı,
kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talâk olduğu ve üç niyeti de
bulunmadığı için ric'î bir talâk olacaktı. Sonra talâk kocanın elindedir;
dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve
kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza neticesinde
hulû yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve Kur'ân'ın
delâleti ile talâk değü de fesih olmaktadır. Bu durumda liân neticesi meydana
gelen ayrılık nasıl talâk olabilir?
Üçüncü hüküm: Ebedî
haramlık: Liân sonrası ayrılık ebedî haramhğı gerektirir ve eşlerin bir daha
asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzaî, Zebîdî— Zührî—Sehl b. Sa'd senediyle,
Hânda bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve râvi Sehl: "...ye
Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: 'Bir daha ebediyyen bir araya gelemezıer...'
buyurdu." demiştir.[1041]
Beyhakî de Saîd b.
Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan eşler
ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gelemezler." buyurduğunu
nakleder[1042]
Hz. Ali ile Abdullah
b. Abbas'ın (r. anhum): "liân yapan eşlerin ebedî olarak bir araya
gelememeleri uygulanageen sünnet, olmuştur."[1043]
dediklerini rivayet etmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan da: "Aralan ayrılır
ve ebedi olarak bir araya gelemezler."[1044]dediği
rivayet edilir.
İmam Ahmed, Şafiî,
Mâlik, es-Sevrî, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.
İmam Ahmed'den başka
bir rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendisini yalanlarsa, kadın
kendisine hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu
şâz bir rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu
Bekir: "Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyoruz."
demiştir. İbn Kudâme, ei-Muğnî'de: "Bu rivayet, aralan ayrılmadığı zaman
için sözkonusu olmalıdır. Yoksa hâkimin aralarını ayırması iie birlikte
nikâhın eski hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor.
Ben derim ki: Rivayet
kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konusunda hâkimin tefrikinin bîr
etkisi yoktur. Zira bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile
hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu
güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramhğı
kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerinde etkili
olup, haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.
Biz, "Bizzat Hânla
meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*'
sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü îiânın ayrılığı, Allah ve
Rasûlü'nün hükmüne dayanır; hâkim ya da tarafların tefrikten razı olup
olmamaları arasında bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rızasına
bakılmaksızın, tercihi aranmaksızın Sâri' Teâlâ tarafından konulan bir
ayrılıktır. Hâkimin tefriki neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o
sadece kendi tercihi ile ayırır.
Yine şunun için
söylemiş olduk ki, Hânın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki
gerektirmektedir. Liânın hâkimin tefrikine bağlı olması durumunda ise böyle
değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat liân yeterince
kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamaktadır. Bu rivayet
aynı zamanda Saîd b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini
yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile
Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygundur. Çünkü
ona göre Iiândan doğan ayrılık talâktır. Saîd b. Cübeyr ise: "Eğer
kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade
edilir." demiştir.
Doğrusu, sahih ve
sarih sünnetin delâlette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu
doğrultudadır. Liânın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü
Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir
ki Hz. Peygamber (s.a.) beşinci şehadet sırasında: "O mutlaka (ilahî
vaîdi, lanet ya da gazabı) gerekli kılandır." buyurmuştur. Biz ise,
hangisinin üzerine indiğini yakînen bilmiyoruz. Dolayısıyla; ola ki erkek,
laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o haliyle mel'un olmayan bir
kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahî hikmetle bağdaşmayacak bir husustur.
Nitekim, kâfirin müslüman kadın, zinakâr erkeğin de iffetli kadın üzerine
egemenliğini şer'î hikmet kabul etmemiştir. İşte bu endişeyledir ki, araları
ayrılır.
O zaman kocanın,
zikrettiğiniz bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir,
denilebilir..
Cevaben diyoruz ki:
Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o olduğunu kesin olarak
bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat
tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde
mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın
masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gazabı ve hışmı vacip
olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadınla evlenmesi, yahut
da kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da
bu mefsedet bulunmayacaktır.
Hem sonra, eşlerden
her birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülüğün ortaya çıkardığı nefret
ve kin asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru
idiyse, onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herkesin gözü önünde rezil rüsvay
etmiş, horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı
gerçekleştirmiş, çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün
bunlara ilâveten kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden
vurmuştur. Kadın eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş
ve üzerine Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın
yatağmı (harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay
edip, ara boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmıştır. Netice
itibariyle, her biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirginlik ve
suizan ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutulmaları
asla mümkün değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi,
tamamıyla hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah,
liânda bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılmasına ve sadece mefsedet
olacak olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahî hikmet bunu
gerektirmiştir.
Yine eğer koca kadına
olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülüğe rağmen onu tutmasına imkân
vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde
tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.
Soru: Zevce cariye
olsa ve Hândan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide
bulunması kendisine helâl olur mu?
Cevap: Olmaz. Çünkü
liânın haramlığı ebedî haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi
onu satın almakla kendisine helâl olmaz. Hem üç talâkla boşayan koca, boşadığı
cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evlenip, zifaf vuku bulmadıkça
kendisine helâl olmamaktadır. Buna göre burada helâl olmaması evleviyet
arzeder. Çünkü Hânın doğurduğu haramlık ebedî haramlıktır. Talâkın haramlığı
ise öyle değildir, şer'î tahlil ile ortadan kalkar.
Dördüncü hüküm: Zifaf
sonrasında vuku bulan Hânla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez.
Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede
bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeyeceği ortadadır.
Soru: Liân zifafdan
önce olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarısını mı vermesi gerekir,
yoksa tümden düşer mi?
Cevap: Bu konuda
ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak
nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşlerin ayrılık sebebi liânda
olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir
şahıs tarafından olabilir. Meselâ, üçüncü bir şahıstan, zevcenin zifaftan önce
köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda
hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması
durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek
midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi
sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla
mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yansı mı Ödenecektir?
İşte bu temel meselede
iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her aynlık,
talakında olduğu gibi mehrin yansını gerektirir. Sadece kadında bulunan bir
ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe
gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durumda mehrin tamamı düşmektedir.
Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu
feshe iten bizzat kadın olmaktadır.
Şayet aynlık kocanın
müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya
mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivayetin izahı şöyledir: Koca
İslâm'a girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan
kaçınmaktadır; dolayısıyla İslâm'a girmekten kaçın-masıyla mehrinin düşmesine
kendisi sebep olmaktadır.
"Yarıya
iner" şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tarafından
olduğu" şeklindedir.
Soru: Hulû hakkında ne
dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür? .
Cevap: Eğer "Hulu
talâktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman
Hanbelî âlimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır
bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız
başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulû bir üçüncü şahısla yapılmışsa
(yani hulû bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o
takdirde tek vecih şeklinde (ihtilâf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla yapılmışsa
o takdirde iki vecih (görüş) vardır.
Soru: Ayrılık, köle
kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse,
mehir düşer mi, yarıya mı iner?
Cevap: İki vecih
vardır. Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi
satmakla mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkincisi: Yanya iner. Çünkü
koca, onu satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiştir.
Kadın tarafından sebep
olunan her ayrılık, mehri düşürür. Meselâ kadın irtidat etse veya nikâhının
feshini gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden âciz olduğu
için veya ondaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshedecek olsa, mehri düşer.
Şöyle denilebilir:
Siz, "Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshederse mehri düşer,
çünkü aynlık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca
kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyorsunuz.
Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yansım gerekli
kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu
kadın tarafından gelen bir aynlık olarak kabul ederek mehri düşürüyorsunuz. Aradaki
fark nedir?
Cevaben şöyle
denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle
olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim,
zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden
bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulunan bir kusurdan dolayı
nikâhı feshetse ve kendisini de kocaya teslim etmemiş olsa, koca üzerinde bir
mehir hakkı doğmaz.
Beşinci hüküm: Liân
sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.)
böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkânı oîmayan boşanmış kadınlar
hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşa-allah ileride gelecektir. Allah'ın
Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur. Hatta Hân sonucunda kadının nafaka
ve mesken haklarının düşmesi, bâin talâkla boşanmış kadının bu haklarının
düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bâin talakla boşanmış kadını, koca
iddeti içerisinde —eğer talâk üç sayısına ulaşmamışsa— yeniden nikahlayabilir.
Liânla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de sonrasında ebedî olarak
nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve mesken hakkının olması
için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, liânda tamamen ve bir daha yeniden
bağlana-mayacak şekilde kopmaktadır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder. Bütünüyle onlar aynı
zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame etmeleri için indirdiği
teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah yakında göreceksiniz.
İmam Mâlik ve Şafiî:
"Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu
görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.
Râvinin: "Talâk
sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından
ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muhalif mefhumu, her
talâkla boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı
bulunduğuna delâlet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan
beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerektirebileceğine delâlet eder.
Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talâk yoluyla ayrılıkta hamile
kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.
Ölüm ayrılığında üç
görüş vardır:
Birincisi: Hamile
olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin
ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafiî'nin
görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak
şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu
edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocuğun malından karşılanır, yoksa
çocuğun yakınlarından, nafakası kime gerekiyorsa kadının nafakası da onun
üzerine ait olur.
İkincisi: Kadının,
terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu
İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeridir. Çünkü ölümle evlilik bağının
kesilmesi, bâin talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talâkla olan
kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre,
kocasının ölümünden sonra onu yıkayabilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten
birisinde İmam Mâlik'e göre ric'" talâkla boşanmış kadın da ölen kocasını
yıkayabilir. Bâin talâkla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib
olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması
gerekir.
Üçüncüsü: Hamile olup
olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam
Mâlik'in görüşüdür. Şafiî'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre
ölüm iddeti bekleyen kadın bâin talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa
edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delillerinin genişçe serdedileceği,
görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisinin daha üstün olduğunun
belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konuya girmemizden maksadımız,
"Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de
olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanımadı." ifadesini biraz
açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen
nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delâlet ettiğini ortaya koymaktır.
Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabîye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir.
Öyle anlaşılıyor ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu ifade Zührî'nin kelâmından
olmalıdır (müdrec).
Altıncı hüküm: Çocuğun
nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Rasû-lullah (s.a.), kadının çocuğunun
baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve cumhur
ulemannVgörüşIeri de böyledir. Liân hükümlerinden en önemlisi bu konudur.
İlim ehlinden bazıları
şâz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Liân onu asla
reddedemez." demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait
olduğuna" hükmettiğini, Hânın sadece cenini (hamli) reddedebileceğini,
kadın doğuruncaya kadar Hânda bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini
düşürmek için Hânda bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedilmiş
olamayacağını ileri sü. müşlerdir. Bu, Zahirî Ebu Muhammed b. Hazm'-ın mezhebi
olmaktadır.
İbn Hazm, mezhebim
şöyle delillendirmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) "Çocuğun, yatağın sahibine
ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan her çocuğun kendi
çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i diliyle reddettiği,
yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceninin, henüz ana karnında iken
Hânla reddine gitmesi durumları bundan hariçtir. Geri kalan diğer durumlarda
doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir ki bize göre;
kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse, onun bu
tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi aleyhine
olan şeyi ortaya koyabilir. "[1045]
buyurmuştur. Bu durumda ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise
kendilerinden başkası (çocuk) aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu
sadece, annenin kocayı yalanlaması ve karşılıklı Hânda bulunmaları yoluyla
redde bulunmuş, başka türlü reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur[1046]
Bu mezheb, İmam Ahmed
ve Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine
liân sahih olmaz." görüşünün zıddı olmaktadır. Doğru olan, Hânın hem
cenin üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam
Mâlik ve Şafiî de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş
bulunmaktadır.
Bu hükümle, çocuğun
yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak
liânla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun yatağa ait olduğu
hükmünü, sadece yatak sahibi iie zinada bulunan arasında çocuk üzerinde
çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddiasını iptal ederek,
çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Burada ise yatağın sahibi
çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddetmektedir.
Soru: Yatağın bekası
şartıyla, sadece çocuğun reddi için liânda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat
bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?
Cevap: Bu konuda İmam
Şafiî'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak
nakledilmiştir.
Birincisi: Aralarında
liân cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hırakî'nin tercihi de budur.
İkincisi: Koca çocuğu
red için liânda bulunabilir ve sadece kendi Hânı ile çocuk reddedilmiş olur. Ebu'l-Berekât
İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Doğrusu da budur.
Eğer denilirse ki: Siz
Allah Rasûlü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle
muhalefet ettiniz. Cevaben: Hâşâ! deriz. Aksine biz bu hadisin bütün
hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü
muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü,
yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddiasını "yatak"
karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan liânda da
yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de
çocuğun reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılama-yacağmı
belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi
ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan
sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan,
çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mâna bulunmayan
böylesine sûrî (şeklî) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak
fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşrîden, onun maksatlarından
haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik
O'ndandır.
Yedinci hüküm:
Çocuğun, baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumunda annesine ilhak
edilmesi. Bu ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda,
annesine olan nisbetine ek bir mâna getirmesi gerekir; aksi takdirde bir
mânası olmaz. Zira çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir,
dolayısıyla çocuğun kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna
nazaran ilâve bir mâna bulunmalıdır. Bu konuda ihtilâf edilmiştir:
Bu grup şöyle
demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin babadan kesildiği gibi,
anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edilemeyeceği şeklinde
yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygamber (s.a.) işte bu
yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak etmiştir. Ayrıca bunu,
hem çocuğa hem de annesine zina isnadında bulunacaklara had uygulanacağını
belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu
Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesi-nin, çocuğun asabesi olduğu
kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaşmaktadırlar.
İkinci bir grup ise
şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilâve bir mâna vardır. O da babaya ait
olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine
geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabesi olacaktır. Annenin asabesi de
yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını
alacaktır. Bu İbn Mes'ûd'un görüşüdür. Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir.
Doğru olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahipleri Vasile b. el-Eska'
hadisinde Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız basma) varis olur: Âzadlı
kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakîtine) ve üzerine liânda bulunduğu
çocuğuna."[1047]
buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadisi İmam Ahmed de rivayet etmiş ve
gereğini görüş olarak benimsemiştir.
Ebu Davud, Sünen'de
Amr b. Şuayb—babası—dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan
kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım"
rivayet etmiştir.[1048]
Yine Sünen'dz, Mekhûl
hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhûl: "Hz.
Peygamber liânda bulunan kadının oğlunun mirasım annesine, ondan sonra da
annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.[1049]
Bu haberler kıyasa tam
bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden
kesildiği zaman.haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim velâ (gözetim hakkı)
aslında babayı âzad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi âzad
edenlere geçer. Daha sonra baba âzad edilecek olsa, vela annenin vela
sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri
lîanda söz konusudur: Liânda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese
ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulunmak) istese, hem nesep hem de
asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir.
Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük âlimi Abdullah b.
Mes'ûd'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b.
Hanbel ile İshak b. Râhüyeh'in mezheb-leridir. Kur'ân buna en ince ve güzel bir
îma ile delâlet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem
vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürri-yetinden saymıştır. Meryem Hz.
İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Ferâiz
bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş
bilgi verilecektir.
Şöyle bir soru akla
gelebilir: Peki Müslim'in Iiân olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin
sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları
doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocuğuna mirasçı olması
uygulanageien sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?
Cevaben denilir ki:
Her ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zührî'ye ait olması ihtimali[1050]
varsa da —ki göründüğü kadar öyledir— biz onu kabul eder ve gereğiyle amel
ederiz. Zira annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'-inda oğlunun
mirasından kadına ait kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi
payını hem de asabe olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka
kendi paymı (farz) ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalırsa, onu da asabe yoluyla
ahr. Eğer artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dolayısıyla biz, bu konuda
varid olan haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.
Sekizinci hüküm:
"Ne kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunulamaz. Kim kadına ya da
çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine had gerekir." Çünkü kadının
karşı liânda bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade
etmektedir. Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye
had tatbik edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delâlet etmektedir. Ümmetin büyük
çoğunluğu da bu görüştedir.
Ebu Hanife ise şöyle
der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had
gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece
koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için
bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi
reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir.
Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur.Dokuzuncu hüküm: Bu
hükümler, her ikisinin liânı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin
de liânı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın liânı
üzerine terettüp etmez.
Ebu'l-Berekât îbn
Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Hânda bulunmasıyla çocuğun
reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir netice (tahric)dir. Çünkü
kocanın liânı, kadının Hânına bakılmaksın kendisinden haddi ve iftirada
bulunmuş olma annı düşürdüğüne göre, kendisine bağlanacak fasid nesebin
düşürülmesini de gerektirir. Eğer kadın Hâna yaklaşmazsa o takdirde öncelikli
olarak düşmüş olur. Zira kocanın kendisinden olmayan bir çocuğun nesebinde
kalması neticesinde göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha
büyüktür. Onu redde olan ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha
şiddetlidir. Kocanın Hânı yalnız başına haddi düşürdüğü gibi, çocuğun reddini
de yalnız başına gerektirir. Allah en iyi bilir.
Onuncu hüküm: Hamile
olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin
bir hak olarak sabit olması. Zira hadiste: "Talak olmaksızın ayrılmış
olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olmadığından..." ifadesi vardır.
Bu hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:
1) Kocadan
hamile olmaması durumunda, talâkla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken
hakkının olmaması.
2) Hem ona
hem de kocası ölen kadm için kocadan hamile olmaları durumunda nafaka ve
mesken hakkının gerekli olması.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b.
Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o Şerik b. Sehma'nındır.
(Yani ondandır)." buyruğu, kâiflik sanatı ile hükümde bulunulabileceğine
ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun ilhakında etkisinin bulunduğuna bir
işaret olmaktadır. Çocuğun Hânda bulunan kocaya benzer doğması durumunda, ona
katılmamasının sebebi, benzerlik delilinin kendisinden daha güçlü olan Hân
deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce geçmişti.
Hadiste geçen:
"Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de
ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delâlet eder: Bir kimse
evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım
ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa
kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve
karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.
Ancak burada
birbirinden ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birincisi: Diyâneten yani kul
ile Allah arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil
de günah gerekir mi?) İkincisi: Mahkemede hüküm vermek için sözü kabul edilir
mi?
Bu ayırımla, konuyla
ilgili oîarak ashabtan nakledilen haberler arasındaki problem de ortadan
kalkmış olur. Bazı âlimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur.
Hz. Ömer: Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldürülür, demiştir."
demelerinin de bir anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu
söyleyenleri aldatan şey Saîd b. Mansur'un Sünen'indç rivayet ettiği şu hadis
olmuştur: Hz. Ömer bir gün (sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile
koşarak bir adam geldi. Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam
geldi ve Hz. Ömer'in yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:
— Ey Mü'minlerin Emîri! Bu bizim adamımızı
öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:
— Ne diyorsun (doğru mu)? diye sordu. Adam:
— Ey Mü'minlerin
Emiri! Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı
arasında birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer
onlara:
— Siz ne diyorsunuz? dîye sordu. Onlar:
— Ey Mü'minlerin
Emîri! O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadının bacakları üzerine
indi, dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve
kendisine geri verdi. Sonra da ona:
— Onlar dönerlerse sen
de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.
Hz. Ali'ye gelince;
ona, karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldüren kimsenin hükmü
sorulmuştu. O: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim
edilir." dedi.[1051]
Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çeliştiğini zannettiler ve konuyla ilgili
ashab arasında ihtilâf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm arasında
îmal-i fikirde bulunduğu zaman, aralarında bir ihtilâf olmadığını görürsün.
Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın karısıyla
olduğunu itiraf ettikleri için düşürmüştür. Nitekim Hanbelı âlimlerimiz —ifade
İbn Kudâme'ye aittir— şöyle demektedirler: "Eğer velî bunun böyle olduğunu
itirafta bulunursa, o takdirde ne kısas ne de diyet yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den
rivayet edildiğine göre... (sonra olayı anlatır)." İbn Kudâme'nin bu
ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin muhsan (evli) olup olmaması arasında
bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü
ve ona: "Onlar bir daha aynısını yaparlarsa sen de yap," demesi de
aynıdır ve muhsanla, muhsan olmayan arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur.
Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi: "Kişi karısının yanında, recmi
gerektirecek bir iş üzere birisini yakalaı ve onu öldürür ve onu bunun için
(recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren hüküm verilirken (yani mahkemede)
üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine getirebilirse o zaman kısas
gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet vardır: a) İki şahittir.
Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada istenen beyyine zinaya
değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b) "Dörtten daha az şahidin sözü
kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana göre, yukarıda söylediğimiz gibi,
buna dair beyyine getirildiğinde, yahut velînin ikrarı durumunda kısas düşer.
İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna
delâlet eder. Zira o, karısı ile birisini yakalayıp da onu öldüren kimse
hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir."
demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme zinadan dolayı uygulanan bir had
değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve haddin uygulanma şart ve
şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde bulunan, harîm-i ismetini
çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş bir ceza olmaktadır. Nitekim
Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir seferinde kendisine ait bir cariye
ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam geldi ve: "Bize bir şey ver!"
dedüer. Zübeyr de yanındaki bir yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi
bırak!" dediler. Bunun üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini
de bir vuruşla ikiye böldü. Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten
yahut kapı aralığından izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir
kimsenin, ev sahipleri tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir
ceza olmaktadır. Böyle bir kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet)
sorumluluğu bulunmamaktadır. Kadı Ebu Ya'Iâ: "İmam Ahmed'in sözünün
zahirinden anlaşılan; ev sahipleri onu uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi
bir tazmin sorumluluğu olmaz, şeklindedir. Bu konuda bir tafsilat
getirmemiştir." demektedir.
İbn Hâmid ise bir
açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlayarak onu uzaklaştırır.
Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.
Ben derim ki: Ne İmam
Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus
yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü
Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığına göre, "Bir adam bir
delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber,
elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ye ona dürtmek
için fırsat kollamaya başladı. "[1052]
denilmiştir. Bu durumda en hafiften başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber,
adama vurmak için fırsat kolluyor, gizleniyor.
Yine Sahihayn*da Sehl
b. Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir
delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir
tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu
senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakmadan dolayıdır."
buyurmuşlardır[1053]
Yine Sanıhayn'da. Ebu
Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kişi habersiz
seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü çıkarsan, sana bir günah
(sorumluluk) yoktur." buyurmuştur[1054]
Yine onlarda rivayet
edilir[1055]: "Bir kimse
izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet
gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.
Şeyhülislâm îbn
Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda
bulunan deve vb.nin defi kabilinden değildir. Aksine bu teca-vüzkâr ve ezada
bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyâneten yani Allah
ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harîm-i ismetine tecavüzde bulunan bir
kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister
olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olmaması da neticeyi
etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delâlet
etmektedir." İmam Şafiî ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan)
ise, hane sahibinin diyâneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve
bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki etmişlerdir.
İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder olur."
demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır. İmam Mâlik'in
görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Râvi) İbn Habib:
"Eğer öldürülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse üzerine
bir şey gerekmez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür." demiştir.
İbnu'l-Kâsım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması farketmez, kanı
heder kılınır."demiştir. İbnu'l-Kâsım, öldürülenin muhsan (evli) olmaması
durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.
Burada bir soru
gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi
hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubâde, Hz.
Peygamber'e: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanında bir adam
bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.):
"Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak (din) ile gönderen
Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah:
"Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.
Başka bir rivayette
de: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit getirinceye kadar
dokunmayacak mıyım?" diye sormuş, Rasûl-i Ekrem: "Evet." cevabım
vermişti. Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin
ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Efendinizin söylediğine kulak
, verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben ondan daha gayurum.
Allah da benden daha gayurdur."
Cevaben diyoruz ki:
Biz bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu,
"şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir.
Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis
evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gerekecek
olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) bu yemini ikrarla (tasvib) karşılamaz ve onun bu
gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu öldürürsen, sen de ona
karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi bu konuda açıktır.
Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz? Vallahi ben
ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur ve ona
karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in
(s.a.) sözü bağlayıcı bir hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için
genellik arzeden bir hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem
diyâneten hem de kazaen kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafmdan
verilmiş bir hüküm olurdu ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği
mefsedet ortaya çıkar, insanlar öldürmek istedikleri kimseleri evlerinde
öldürmeye ve sonra da onlan eşleriyle vb. beraber yakaladıklarını iddiada
bulunmaya koşarlardı. Allah bu kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve
kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin sözünün kabul edilmeyeceği ve öldürdüğü
kişiye karşı kısas edileceğine dair bir delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve
şahit aramaya gitmeyeceğine dair yeminde bulununca, Hz. Peygamber (s.a.) onun
bu gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur
olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu
bildirmiştir. Bu iki mânaya gelebilir:
Birincisi; Hz.
Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun
diyâneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kazaen ise öldürmekten
yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında
bir çelişki yoktur.
ikincisi: Hz.
Peygamber (s.a.) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma) şeklinde
söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'* buyurmuştur.
Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak (din) ile
gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" diyor, demeyi
kasdet-miştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın
gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da
benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle
dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat
ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının
menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu
hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum.
Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber
(s.a.), her iki durumu da birden kasdetmiş olabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.)
kelâmına, olayın akışına daha uygun olan da budur. [1056]
[1] Arapça alfabetik sırayla ele alınan bu kısmın
tercümesinde değerli büyüğüm Tıp Tarihi okutmanı Abdullah Köşe'nin
yardımlarını şükranla anarım. (Mehmet Erdoğan).
[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/17.
[3] Buharı, 66/18; Müslim, 797. Bu hadisin Türkçe
tercümelerinde "ütruc" kelimesi turunç, portakal vb. diye tercüme
edilmiştir. Botanikte Türkçe karşılığı ağaç kavunudur.
[4] Yuhanna b. Mâsiveyh el-Bağdadî'dİr. Süryanî bir
tabiptir. Bağdat'ta yetişmiştir. Harun Reşid ile ilişkisi vardır. Halife
kendisine tıbbî kitapların tercümesi işini tevdi etmiştir. Reşid devrinden
el-Mütevekkil zamanına kadar Abbasî sarayının doktorluğunu yapmıştır.
Samar-ra'da h. 243 tarihinde ölmüştür. Bk. el-Kıftî, Tarihu'l-Hukemâ, 380-391.
[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/17-19.
[6] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/19.
[7] Buharî, 75/1; Tecrid-i Sarih Tercemesi; 12/62; Müslim,
2810.
[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/19-20.
[9] Buharı, 28/9; Müslim, 1353. îzhir, Mekkelilerce
bilinen güzel kokulu bir ottur. Toprağa gömülü bir sapı ve ince dalları vardır.
Hem yumuşak hem de sert topraklarda biter.
[10] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/20.
[11] Ebu Davud, 3836; Tirmizî, 1844; Şemail, 1/296. İsnadı
sahihtir.
[12] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/20.
[13] Ibn Mâce, 3330. Senedinde zayıf olan Yahya b. Muhammed
b. Kays el-Muharibîed-Danr vardır. Bu hadisi onun münker hadislerinden biri
saymışlardır.
[14] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/21.
[15] Tirmizî, 2370; Müslim, 2038. Senedi hasendir.
[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/21-22.
[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/22.
[18] Ebu Davud, 3829; Ahmed, 6/89. Senedinde İbn Hibbân'dan
başkasınca sika bulunmayan Ebu Ziyad Hıyar b Seleme vardır. Diğer râvileri
sikadır.
[19] 9. Buharı, 70/49; Müslim, 564.
[20] Müslim, 567; Nesâî, 2/43; İbn Mâce, 3363.
[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/22-23.
[22] Mevzûluğu hakkında bk. İbn Kayyım, el-Menöru'l-Münîf,
s. 51; Aliyyu'1-Kârî, el-Masnû, s. 44; Süyutî, el-LeâlVl-Masnûa.
[23] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/23-24.
[24] Buharı, 76/52; Müslim, 2047.
[25] Müslim, 2046.
[26] Bk. Ebu Davud, 3259, 3837; Tirmizî, 1531; İbn Mâce,
3434.
[27] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/24.
[28] Sedef otu (sezâb): Yeşil-mavi renkli bir ottur, güçlü
bir koku yayar. Yaprakları elips şel ündedir, beneklidir. Temmuz ve Ağustos
aylarında açar. Çiçekleri yıldız gibidir, san yeş renklidir. Bk. et-Tedavî
bi'l-A'şâb, s. 184.
[29] Nıkris: Erkeklerde bulunan ve topuklarla ayak
parmakları mafsallarında meydana gele şişliktir. Gut hastalığı.
[30] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/24-25.
[31] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/25.
[32] Müslim, 598.
[33] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/25-26.
[34] Müslim, 567; İbn Mâce, 1014, 3363; Nesâî, 2/43; Ahmed
1/15, 28, 49. İmam Ahmed (4/19) ayrıca, "Hz. Peygamber (s.a.) şu iki pis
ağacı yasakladı. Kim o ikisini yerse mescidimize yaklaşmasın.", "Eğer
mutlaka yiyecekseniz, pişirerek onları öldürünüz." hadislerini de rivayet
eder. Bunlardan maksat soğan ve sarmısaktır. Âlimler, mescid hükmüne bayram
namazgahı, cenaze töreni, düğün yemeği gibi genel toplantıları da katmışlardır.
Ayrıca, insanlara eza veren ve kötü kokusu bulunan herşeyi soğan ve sarımsak
hükmüne katmışlardır. Bazıları ağzı kokan kimseleri, yağlı, kirli paslı
işlerde çalışan meslek erbabını, bulaşıcı hastalığa yakalanan kimseleri de
aynı hükme dahil etmişlerdir.
[35] Buharî, (Fethu'I-Bârî: 2/282, 283); Müslim, 564 (73),
2053.
[36] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/26-27.
[37] Buharı, (Fethu'I-Bârî, 7/83); Müslim, 2446.
[38] Bakara, 2/61.
[39] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/27.
[40] Buharî, 70/42.
[41] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/27-28.
[42] Ebu Davud, 3819. isnadı hasendir.
[43] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/28.
[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/28.
[45] Buharı, 76/7; Müslim, 2215.
[46] Ahkâf, 46/25.
[47] Enzerut: Bir dikenli ağacın zamkıdır. Kızıl ve ak
renklidir. Sıcak ve kurudui şımlari sürer giderir.
[48] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/28-30.
[49] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/30.
[50] Sabir: Usaresi acı bir ottur. San sabir veya öd ağacı
denilir. İleride gelecektir.
[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/30-31.
[52] Haris b. Kelede: Tâif'ten olup Sakîflidir. Cahiliye ve
İslâm dönemlerinde yaşamıştır. İran'a gitmiş ve tıp İlmini onlardan almıştır.
Hafız İbn Hacer, el-İsâbe'dt onun hayatına yer vermiştir, îbn Ebî Hâtim'den
onun İslâmlığının aslı olmadığı nakledilmiştir. Ebu Davud (3875), sahih bir
senedle Sa'd'den şöyle rivayet etmiştir: Sa'd şöyle demiştir: İyice hastalanmıştım.
Hz. Peygamber (s.a.) beni ziyarete geldi, elini göğsüm üzerine koydu, elinin
serinliğini ta kalbimde hissettim. Bana: "Sen kalbinden hastasın. Sakîflİ
Haris b. Kelede'yi getir. Çünkü o tabiblik yapan bir adamdır..." buyurdu.
[53] Natrûn: Sıcak suda kolaylıkla, soğuk suda ise zorca
eriyen bir luz çeşidi. Burak da denilir. (Natron, sodyum karbonat).
[54] Bk. Şevkânî,-e/-Fevâ«/u7-A/ecmütf, s. 164-165;
Aliyyu'1-Kârî, el-Masnû, s. 117; İbn Kay-yim, el'Menâru'l-MUnîf, 54.
[55] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/32-33.
[56] Buharî, 81/44; Müslim, 2792.
[57] Ebu Davud, 3783. Senedinde bir zayıf, bir de meçhul
râvi vardır. Ebu Davud hadisin zayıf olduğunu söyler.
[58] Ebu Davud, 3818; İbn Mâce, 3341. Ebu Davud, hadisin
münker olduğunu söylemiştir. Çünkü senedinde metruk râvi Eyyub b. Havt vardır.
[59] Hadis sahih değildir. Bk. es-Sehavî,
el-Makâstdu'l-Hasene; el-Fevâidu'l-Mecmua, 161-162; Tezkiretu'I-Mevzuât, 144.
[60] Ebu Davud, 3838. Ebu Ma'şer, zayıftır.
[61] Buharı, 9/476; Müslim, 355(93).
[62] Ahmed, 5/252, 255; Ebu Davud, 188. İsnadı sahihtir.
[63] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/33-34.
[64] Müslim, 2052.
[65] [bn Mâce, 3318.
Senedi zayıftır.
[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/34-35.
[67] Ahmed, 5/416. Senedinde Ebu Eyyub el-Ensârî'nin yeğeni
olan Ebu Sevre el vardır ve zayıftır. Bk. AIiyyu'1-Kârî, el-Masnû, 61.
[68] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/35-36.
[69] Tirmizî, Şemail, no: 32. Senedinde er-Rebî b. Sabih ve
Yezid er-Rakkâşî vardır. Her ikisi de zayıftır.
[70] Tirmizî, 1835; Ahmed, 3/497; Dârimî, 2/102. Senedinde
Şamlı Atâ vardır. Onu İbn Hib-bân'dan başkası sika bulmaz. Ancak hadisin
şahitleri vardır: Bk. Tirmizî, 1852; İbn Mâ-ce, 3319; Hâkim, 2/122.
[71] İbn Kayyim'in el-Menâr'ul-Müfid adlı eserine bakınız,
s. 54; el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 165, 196.
[72] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/36-37.
[73] Buharı, 77/81; Müslim, 1189.
[74] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/37.
[75] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/37.
[76] Hadis sahihtir. Bk. Ebu Davud, 4232, 4233, 4234;
Tirmizî, 1770; Nesâî, 8/163, 164; Ah-med, 5/23. Tirmizî: Hasendir, demiştir.
İbn Hibbân (1466) da sahih olduğunu söyler. Konu ile ilgili merfû ve mevkuf
hadisler vardır. Bk. Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 4/237-238.
[77] Tirmizî, 1690, Şemail, 101. Senedinde fbn Hibbân'dan
başkasınca sika kabul edilmeyen Hud b. Abdullah b. Sa'd vardır. Diğer râvileri
sikadır.
[78] Âl-i İmrân, 3/14.
[79] Buharı, 81/10; Müslim, 1048, 1049.
[80] Harîrî, Ebu Muhammed el-Kasım b. Ali b. Muhammed b.
Osman el-Basrî'dir. el-Makamat'm sahibidir. Bu eserde tam bir başarı ortaya
koymuş, dil, emsal, sözün incelikleri gibi konularda Arap belagatının pek çok
yönlerini başarıyla eserine almıştır. H. 516'da vefat etmiştir. Hayatı hakkında
bk. Vefeyât, 4/63-68.
[81] Makamât, (Türkçe tercümesi) s. 38.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/37-40.
[82] Meryem, 19/25.
[83] Buharı, 70/39; Müslim, 2043.
[84] Ebu Davud, 2356; Tirmizî, 696; Ahmed, 3/164. isnadı
sahihtir.
[85] Ekşi ye.tatlı karışımı bir meşrubat.
[86] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/40.
[87] Vakıa, 56/88.
[88] Rahman, 55/11-12.
[89] Müslim, 2253; Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189.
[90] tbn Mâce 4332; Ibn Hibbân, 2620. Senedinde İbn
Hibban'dan başkaları tarafından sık< bulunmayan Dahhâk el-Muafirî vardır.
Onun şeyhi Süleyman h. Musa hakkında da ıhtı lâf vardır.
[91] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/41-42.
[92] Rahman, 55/68.
[93] Senedinde Muhammed b. Velid b. Eban el-Kalansî vardır.
Hadis uyduran yalancı birisidir Zehebî, el-Mtzan'ûa (4/59) bu hadisi, onun
uydurduğu hadislerden biri olarak saymıştır.
[94] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/42-43.
[95] Nûr, 24/35.
[96] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Dipnot: 42.
[97] Musannef, 19568; İbn Mâce, 3319. Râvileri sikadır. Hâkim
(4/122) onu sahih kabul etmiş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca şahidi için
bk. Mecmau'z-Zevâid, 5/43.
[98] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/43-44.
[99] Ebu Davud, 3837; tbn Mâce, 3334. İsnadı sahihtir.
[100] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/44-45.
[101] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/45-46.
[102] lnsân,,76/17.
[103] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/46.
[104] Şibit: Yaprak ve tohumlan hoş bir koku vermek için
yemeğe katılan bîr ot çeşididir.
[105] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/46-47.
[106] îbn Mâce, 3339. Senedinde üç tane meçhul râvi vardır.
Hâkim, (4/41 l)'de başka bir tariki vardır. Onda da hadisi ile ihticac
edilemeyecek bir râvi bulunmaktadır.
[107] Bu hadis zayıftır.
[108] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/47-48.
[109] Buharı, U/8; Müslim, 252.
[110] Buharî, 11/8, Müslim, 252.
[111] Buharı, 30/27 (muallak olarak); Şafiî, 1/27; Ahmed,
6/47,62,124, 126,238; Nesâî, 1/10; Dârimî, 1/174 (mevsûl olarak) rivayet
etmişlerdir. İsnadı sahihtir. Aynca bk. îbn Hib-bân, 143. Hadisin şahidi için
bk. Ahmed 1/3, 10; Îbn Mâce, 289.
[112] Müslim, 253.
[113] Buharı, (Fethu'I-Bârî, 8/106)
[114] Buharı, 11/8.
[115] Ebu Davud, 2364; Ahmed, 3/445. Senedinde Âsim b.
Ubeydillah vardır, zayıftır. Buharf temrîz sigası ile (Fethu'I-Bârî, 4/136)
muallak olarak zikretmiştir.
[116] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/48-50.
[117] Deffâ b. Dağfel zayıftır. Abdulhamid b. Sayfî,
leyyinu'l-hadistir. Bunu Hâkim, 4/404'de İbn Mes'ûd'dan tahric etmiştir, senedi
zayıftır. Yine o, 4/197'de: "Şüphesiz ki Allah, ihtiyarlık hariç
indirdiği her derdin devasını da vermiştir. İnek sütüne devam ediniz. Çünkü o,
her bir ottan (ağaçtan) yer." lâfzı ile tahric etmiştir.
[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/50-51.
[119] Ahmed, 5723; îbn Mâce, 3218, 3334; Şafiî, 2/425;
Dârakutnî, s. 539-540. İsnadı zayıftır. Ancak Beyhakî, 1/254'de sahih bir
isnadla İbn Ömer'e mevkuf olarak rivayet etmiştir. O lafzen mevkuf, fakat
hükmen merfûdur.
[120] Buharı, 72/12; Müslim, 1935.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/51-52.
[121] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Tabiî İlaçlarla Tedavi,
dipnot: 162.
[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/52.
[123] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/53.
[124] Şübrüm: Bir nevi ottur. Bir zira boyunda, çok
boğumludur. Çam pürüne benzer ufacık yaprakları olur. Çiçeği kırmızı olur.
Mercimek gibi akırak ve sarırak tohumu olur. (A hler-iKebîr).
[125] Tirmizî, 2082; İbn Mâce, 3461. İsnadı zayıftır.
[126] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/53.
[127] İbn Mâce, 3445; Tirmizî, 2040; Ahmed, 6/32. Senedinde
Muhammed b. es-Sâib'in annesi vardır. Onu İbn Hibbân'dan başka kimse sika
bulmamıştır. Diğer râvileri sikadır. Bununla birlikte Tirmizî: "Bu hasen
sahih bir hadistir." demiştir. Konu ile ilgili Hz. Âişe'den merfû olan:
"Telbîne (sütlü bulamaç aşı) hastanın kalbini rahatlatır ve kısmen
üzüntüyü giderir." hadisi vardır ki sıhhati üzerinde ittifak edilmiştir.
[128] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/53-54.
[129] Hûd, U/69.
[130] Tirmizî, 1830; Ahmed 6/307. İsnadı sahihtir. .
[131] Ahmed, 4/190, 191. Senedinde İbn Lehîa vardır.
Hafızası iyi değildir. Ancak önceki hadis bunun şahididir.
[132] Ahmed, 4/252; Ebu Davud, 188. isnadı sahihtir. Son
cümlenin lafzı tercemesi: "Elleri toprak dolasıca" şeklindedir.
[133] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/54-55.
[134] Ahmed, 3/211, 270. İsnadı sahihtir. Buharı
(Fethu'l-Bârî, 4/257, 5/99); Tirmizî,
[135] Buharı, 57/20; Müslim, 1772.
[136] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/55.
[137] Bakara, 2/45.
[138] Bakara, 2/153.
[139] Tâhâ, 20/132.
[140] Kaynaklan geçti. Sahihtir. Bk. Ruhanî ve Tabiî İlaçlarla
Tedavi, dipnot: 68.
[141] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/55-56.
[142] İbrahim, 14/5.
[143] İbrahim, 14/5.
[144] Nahl, 16/126.
[145] Âl-i İmrân, 3/200.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/56-57.
[146] Ebu Davud el-MerâsH'de rivayet etmiştir. Daha Önce
geçti. Zayıftır.
[147] Ebu Davud, 2305; Nesâî, 6/204, 205. Senedinde İbn
Hibbân'dan başka kimse tarafından sika bulunmayan Muğire b. Dahhâk vardır.
Ayrıca iki meçhul râvi daha vardır.
[148] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/58.
[149] Bakara, 2/183.
[150] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/58-59.
[151] Buharı, 72/33.
[152] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in
Beslenme Rejimi,dipnot 2.
[153] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/59.
[154] Daha önce geçti. Sahihtir. Bk. Tabiî İlaçlarla Tedavi,
dipnot: 220.
[155] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/59-60.
[156] Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in
Evlilik Hayatı, dipnot: 1.
[157] Ahzâb, 33/53.
[158] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/60.
[159] Bk. İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'I-Müntf, s. 61.
[160] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/61.
[161] Vakıa, 56/29.
[162] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/61.
[163] Kaf, 50/10.
[164] Şuarâ, 26/148.
[165] Müslim, 2361. Ayrıca bk. 2362, 2363.
[166] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/61-62.
[167] Kur'an'da ve çoğulu Müfehres, maddesi.
[168] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/62-63.
[169] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/63.
[170] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. dipnot: 12.
[171] Tirmizî, 2067; Ahmed, 3/48; îbn Mâce. 3453. Ayrıca bk.
Ahmed, 3/426, 5/31, 65; İbn Mâce, 3456; Ahmed, 5/346.
[172] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/63-64.
[173] Müslim, 2253.
[174] Doktor el-Ezherî şöyle der: Tıbbî araştırmalar anberin
ilaç olarak herhangi bir faydasının bulunduğunu isbat etmemiştir. Çünkü hâlâ
cima için güçlendirici olarak ve felç hallerinde kullanıyorlar. Günümüzde
sadece parfümeri sanayiinde güzel bir koku olarak kullanılmaktadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/64-65.
[175]Müslim, 2254.
[176] Buharı, 60/1; Müslim, 2834 (15).
[177] Hamid b. Semcûn, dördüncü asır tabiplerindendİr. Sade
ilaçlar ve etkileri kotlusunda uzmandır. Bk. Uyûnu'l-Enbâ, 2/51, 62.
[178] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/65-66.
[179] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/66-67.
[180] Kur'an'da üç yerde geçer: 31/34; 42/28; 57/20.
[181] Müslim, 898.
[182] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/67-68.
[183] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/68-69.
[184] Ebu Nuaym, Tıb'da; Taberânî ei-Evsât'da tahric
etmişlerdir.
[185] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/69-70.
[186] Buharı Fethu'l-Bârt, 10/271, 272); Tirmizî, Şemail,
no: 84. Enes'ten.
[187] Tirmizî, Şemail, 99; Tirmizî, 1691; Ebu Davud, 2583;
Nesâî, 8/219. îsnadı
[188] A-hmed, 2/334, 378; Ebu Davud, 4236. İsnadı hasendir.
[189] Hadis sahihtir. Birçok sahabîden rivayet edilmiştir.
Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş'arî, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Abbas, Zeyd
b. Erkanı, Vasile b. el-Eskâ, Ukbe b. Âmir bunlardandır. Tahricieri için bk.
Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4/222-225.
[190] Buherî, 74/27; Müslim, 2065.
[191] Buhari, 70/29.
[192] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/70-72.
[193] Isrâ, 17/82.
[194] Yûnus, 10/57.
[195] Ankebût, 29/51.
[196] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/72.
[197] Ebu Davud, 3835; Tirmizî, 1845; İbn Mâce, 3325. İsnadı
sahihtir. Buharı,Müslim 2043.
[198] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/73.
[199] Kaynakları daha Önce geçti. Bk. Tabiî İlaçlarla
Tedavi, dipnot: 145.
[200] Ahmed, 6/356; Buharı, 72/10.
[201] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/73-74.
[202] Havz-ı Kevser'le ilgili olmak üzere bu lâfızla
elimizdeki kaynaklarda bulamadık. Hadislerde: "Baldan tatlı..."
ifadesi ile gelmiştir. Bk. Müslim, 247, 2300, 2301; Ahmed, 2/67, 2/199, 5/149,
250, 275, 390, 394, 406; Tirmizî, 2545, 2447, 2406.
[203] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/74-75.
[204] Ahkâf, 46/35.
[205] Nâziat, 79/46.
[206] İnşikâk, 88/1-4.
[207] Hûd, 11/44.
[208] Ra'd, 13/39. (Âyetle ilgi kurulamamıştır).
[209] Bakara, 2/266.
[210] Hadîd, 57/28.
[211] Tirmizî, 2076. Senedinde İbrahim b. İsmail b. Ebî
Habibe vardır, zayıftı
[212] Nahl, 16/78.
[213] En'âm, 6/13.
[214] Tâhâ, 20/105-107.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/75-79.
[215] Buharı, 76/20; Müslim, 2049.
[216] Beyit için bk. Mecâlisû Sa'leb, s. 624; el-Hasâis,
3/58; el-Kâmil, 1264; Mecmau'l-Emsâl, 1/169; el-Muktadab, 4/48; el-Munstf,
3/134; ei-Muhıesib, 2/124. Her lügat ve nahiv kitabında bulunmasına rağmen
beytin kime ait olduğu bilinmemektedir. Beytin mânası: "Senin için en
iyisinden mantarlar topladım. Sana onun kötüsünü yemeyi yasakladım."
[217] Terencebîn: el-Mu'temed'dc (s.50) şöyle denilir: Daha
çok Horasan taraflarında' görülen, ağaç yapraklan üzerine yağan, bala benzer
çiy tanesidir, katı ve kabarcık halinde olur.
[218] Rûm, 30/41.
[219] Ahmed, Müsned, 2/292.
[220] Âd kavmi.
[221] Merfû olan İbn Ömer hadisinde şöyle buyuruimuştur:
"Bir kavim içerisinde kötülükler (fuhuş) ortaya çıkar ve yayılırsa,
mutlaka aralarında daha önce seleflerinde görülmeyen taun ve ağrılar onaya
çıkar, ölçü ve tartıda eksiklik yaptıklarında mutlaka kuraklık, geçim darlığı
ve idarecilerin onlara zulmü ile cezalandırılırlar. Malların zekatlarını vermezlerse
yağmurdan mahrum bırakılırlar; eğer hayvanlar olmasaydı yağmur yağdınlmazdı.
Allah
ve Peygamber'ine
verilen ahdi bozduklarında, mutlaka Allah onlara başkalarından olan bir düşman
musallat eder de onlar ellerinde olan varlıklarının bazılarını alırlar.
İdarecilerinin Allah'ın Kitab'ı ile hükmetmemeleri ve Allah'ın indirdikleri
karşısında muhayyer davranmaları durumunda, mutlaka Allah onları birbirlerine
düşürür." Hadisi Ibn Mâce, (4019) tahric etmiştir. Senedinde Hâüd b. Yezid
vardır, zayıftır. Ancak hadisi, Hâkim (4/540) hasen olan başka bir tarikle de
rivayet etmiştir. Böylece hadis bu rivayet le güç kazanmıştır. Konu ile ilgili
Beyhakî tarafından sahih senedle rivayet edilen İbn Abbas hadisi için bk.
Beyhakî, 3/346.
[222] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/79-84.
[223] Buharı, 70/50; Müslim, 2050.
[224] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/84.
[225] Buharî, 77/66.
[226] Ahmed, 5/147; Tirmizî, 1753; Ebu Davud, 4205; Nesâî,
7/139; İbn Mâce, 3632. Senet sahihtir. İbn Hibbân
(1475) sahih kabul etmiştir.
Musannefit (20174) de yejj almıştır
[227] Buharî, (Fethul-Bârî, 7/200, 201); Müslim, 2241.
[228] Ebu Davud, 4211; İbn Mâce, 3627. Senedinde Humeyd b.
Vehb vardır, leyyinufl-hadisti Ondan rivayet eden Muhammed b. Talha el-Yâmî ise hata yapabilen
sadûk râvidir.
[229] Buharî (Fethu'l-Bâri, 10/297); Müslim, 2341.
[230] Müslim, 2102.
[231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/84-86.
[232] Müslim, 2247; Buharı (Fe/hu'l-Bân, 10/465, 467).
[233] Müslim, 2248.
[234] Buharî, 78/76; Müslim, 2609. Devamı.'Asıl pehlivan
öfke sırasında kendisini: olan kimsedir." şeklindedir
[235] Müslim, 1039. Tamamı şöyledir: Hz. Peygamber:
"Yoksul demek, kapı kapı dolaşan ve kendisine bir lokma
iki lokma veya bir hurma iki hurma verilen kimse demek değildir."
buyurdu. Bunun üzerine: "Peki, yoksul kimdir ya Rasûlallah!" diye
sordular. Hz. Peygamber (s.a.}: "Yoksul (miskin), kendini geçindirecek
birşey bulamayan, halim anlayıp da kendisine sadaka verecek bulunmayan ve
âlemden bir şey istemeyen kimsedir." buyurdu. Başka bir rivayette de:
"Miskin (yoksul) ancak iffetli ve nezih fakirdir. İsterseniz,
"İnsanlardan ısrarla istemezler." (2/273) âyetini okuyun."
buyurmuşlardır,.
[236] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/86-87.
[237] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/87-88.
[238] Suyûtî'nin (Zeyiu'l-Mevdü'ât, 141-142) ve ondan Îbn
Arrâk'ın (Tenzfhu's-Şerî'ati'I-Mer/ûa, 2/266) zikrettiği uzun bir hadisten
alınmadır.
[239] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/88.
[240] Tûr, 52/22.
[241] Vakıa, 56/21.
[242] İbn Mâce, 3305. Senedinde iki meçhul, bir zayıf râvi
vardır.
[243] Beyhakî rivayet etmiştir. Senedinde Abbas b. Bekkâr
vardır. O hadis uyduran 3 cıdir. Bk. el-Fevâidu'I-Mecmûa, s. 168.
az gıdalıdır ve midede üste çıkar.
[244] Buharı {Fethu'l-Barî, 6/320, 321; 7/83, 9/479);
Müslim, 2431.
[245] Şairin kim olduğu bilinmemekledir. Bk. Sîbeveyh,
el-Kitâb, 1/434, 2/144; Mufassal, 9/92,
102, 104; Lisânu'l-Arab; e-d-m- maddesi.
[246] Ebu Davud, 2778. Senedinde zayıf bir râvi vardır. Ebu
Davud hadis hakkında: değildir." demiştir.
[247] Buharî (Fethu'I-Börî, 6/265); Müslim, 194; İbn Mâce,
3307.
[248] ibn Mâce, 3308; Ahmed, 1/204; Hâkim, 4/111;
Ebu'ş-Şeyh, AMâku'n-Nebî, s. 200. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
[249] Bulamadık.
Belki de es-Sünenül-Kübrâ'smâadır.
[250] Buharı, 72/27; Müslim, 1942.
[251] Buharî, 72/27; Müsüm, 1941.
[252] Ebu Davud, 3790. Senedinde tedlisçi Bakiyye b.
el-Velîd vi lih b. Yahya b. el-Mikdam b. Ma'dîkerib vardır. Hadisi
[253] Nahl, İ6/8.
[254] Müslim, 360. Câbir b. Semüre'den.
[255] Muvatta, 1/42; Ahmed, 6/406; Ebu Davud, 181; Nesâî,
1/100; İbn Mâce, 479; Tirmizî, 82. Hadis sahihtir. Ancak buradaki emir,
mendubluğa hamledilir, çünkü karine vardır. Hanefî mezhebinin görüşü böyledir.
Hz. Peygamber, bu konuda kendisine yöneltilen bir soruya karşılık: "O da
kişinin bir parçası değil midir?" buyurmuştur. Bk. Ahmed, 4/22, 23; Ebu
Davud, 182; Tirmizî, 85; Nesâî, 1/38; İbn Mâce, 483; İbn Hibbân, 207. Hadis
sahihtir.
[256] Buharı, 72/32; Müslim, 1953.
[257] Buharı, 28/5, 64/35; Müslim, 1196 (59).
[258] tbn Mâce, 3191. İsnadı sağlamdır.
[259] Hadis, tarikleri ve şahitleri ile sahihtir. Bk. Ebu
Davud, 2827; Ahmed, 3/31, 39, 45, 53; tbn Mâce, 3199; Tirmizî, 1476; İbn
Hibbân, 1077. Konu ile ilgili daha başka rivayetler için bk. Nasbu'r-Râye,
4/189-191.
[260] Ebu Davud, 2814; Müslim, 1975.
[261] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/88-95.
[262] Vakıa, 56/21.
[263] İbnu'l-Kayyim, Hâdi'l-Ervâh s. 119'da; İbn Kesir,
4/287'de tahric etmişlerdir. Senedi Hasen b. Arfe-Halef b. Halîfe-Humeyd
el-A'rec—Abdullah b. Hârıs- ibn Mes uc şeklindedir. Humeyd el-A'rec, birçokları
tarafından zayıf bulunmuştur. İbn Hibbân şöyl< der: "O İbn Haris ve İbn
Mes'ûd kanalı ile bir nüsha rivayet eder ki, o nüshanın hemei tamamı mevzu
gibidir."
[264] Buharı, 72/26;
Müslim, 1649(9). Buharı, 72/26; Müslim,
1649(9).
[265] Tirac: Kekliğe yakın büyüklükte, hoş manzaralı, eti
nazik bir kuş.
[266] Ebu Davud, 3797; Tirmizî, 1829. Senedi zayıftır.
[267] Nesâî, 7/207, 7/239; Şafiî, 2/439, 440; Ahmed, 6550,
6551; Dârimî 2/87; Tayâlisî, 2279.
[268] Ahmed, 4/389; Nesâî, 7/239.
[269] Bk. Îbnu'l-Kayyim, el-Menâru'l-Müntf, s. 106.
[270] Ebu Davud, 4940; İbn Mâce, 3765; Ahmed, 2/345; Buharî,
el-Edebu'1-Müfre îbn Hibbân, 2006. Senedi hasendir. İbn Hibbân sahih kabul
etmiştir.
[271] Kaynaklan daha önce geçti. Buharî, 72/13.
[272] Kaynaklan geçli. Bk. Habat Seriyyesi, Dipnot: 7. Sahih
olan mevkuf olmasıdır. Ancak öyle olsa da merfû hükmündedir. Çünkü bu, şahsî
re'y ile bildirilecek bir konu değildir.
[273] Bk. el-Muğnî, 8/572-573.
[274] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/95-98.
[275] Nahl, 16/66.
[276] Muhammed, 47/15.
[277] Buharî, 4/52; Müslim, 358.
[278] Buharı, 63/41, 65(17/1); Müslim, 164, 168; Nesâî,
1/217; Ahmed b. Hanbel, 1/257, 309, 4/208, 210.
[279] Sünen sahipleri tarafından rivayet edilmemiştir.
Müellif hata etmiştir. Hadis Müsiedrek'te (4/197) rivayet edilmiştir. Hasen bir
hadistir.
[280] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/98-100.
[281] Bu avam tabakası arasında revaç bulan gözbağcıların
tıbbındandır. Aşırı vehimleri onları, bu gibi şeylerin tecrübe neticesinde
doğru olduğu noktasına itmiştir. AUahj müellife rahmet etsin. Aslında o, hep bu
gibi şeylerden sakındmrdı.
[282] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/100-101.
[283] Müslim, 2839. Buharı bu hadisi tahric etmemiştir.
Müellifin ona olan isnadı hatalıdır.
[284] Daha önce geçmişti. Buharı, 10/89; Müslim, 598.
[285] Bk. Dârakumî, 2/289; Hâkim, 1/473. Müslim, 2473.
[286] Müslim 2473
[287] Bezzâr, Beyhakî, 5/148; Tayalisî, 2/158; Taberanîgibi.
İsnadı sahihtir. Bk. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, 2/133; Heysemî,
Mecmau'z-Zevâİd, 3/286.
[288] İbn Mâce, 3062; Ahmed, Beyhakî, 5/148. Tirmizî (963)
ve Beyhakî (5/202) Hz. Âişe'-den, kendisinin zemzem suyu taşıdığını, Hz.
Peygamber'in de zemzem suyu taşıdıklarını anlattığını rivayet ederler. Buharî,
et-Tarihu'l-Kebîr'Ğz (3/189) Hz. Âişe'nin şişeler İçerisinde zemzem suyu
taşıdığını rivayet eder ve onun şöyle dediğini nakleder: "Hz. Peygamber
(s.a.), matara ve kırbalarla onu taşır, ondan hastaların üzerine döker ve
onlara içirirdi."
[289] Daha önce geçti. Hadis sahihtir. Bk. Habat Seriyyesi,
3/437-441.
[290] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/101-106.
[291] Müslim, 2252.
[292] Buharı, 25/18.
[293] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/106-107.
[294] Merzencûş: Çok dallı ve yere yayılan bir ottur.
Yuvarlak ve tüylü yapraklar çekten güzel bîr kokusu vardır.
[295] Süyutî, el-Câmiu's-Sağîr'te zikretmiş ve Ebu Nuaym ve
İbnü's-Sünnî'ye zayıf olduğuna dair rumuz kullanmıştır.
[296] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/107.
[297] İbn Mâce, 3315. Senedinde metruk bir râvi olan İsa b-
Ebî İsa vardır.
[298] Bk. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/18. İsnadı hasendir.
[299] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/107-108.
[300] Buharı, 70/46; Müslim, 2811.
[301] Sahih olmayan bir haberdir. Süyutî,
el-Câtni'us-Sağîr'de zikretmiş ve onu Ebu Ya'li İbn Ebî Hâlim, el-UkayU
(ed-Duafâ'âa), tbn Adiy (el-Kâmil'de), İbnü's Sünnî ve Eb Nuaym'a nisbet
etmiştir. Senedinde Meşrür b. Said vardır ve zayıftır.
[302] Üzüm kelimesini 11 yerde, hurma kelimesini ise 20
yerde zikretmiştir. Bk. %1-Mucemu' Müfehres, Ineb ve Nahl maddeleri.
[303] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/108-109.
[304] İbnu'l-Cevzî, Mevzuatında zikretmiştir.
[305] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/110.
[306] İbn Mâce, 3751. Senedinde inkıta vardır. Çünkü Habib
b. Ebî Sâbil'in Ümmü Seleme'den rivayeti mürseldir.
[307] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/110.
[308] Buharı, 59/6.
[309] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/111.
[310] Bk. İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'1-Münîf, s. 54;
Aliyyu'1-Kârf FevÖidu'l-Mecmûa, 165-167; İbn Müfitti, el-Âdâbu'ş-Şer ft
el-Masnû, 74; \e, 3/65.
[311] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/111-112.
[312] Vers: Susam gibi san bir bitkidir, boyama amacı ile
kullanılır. Rengin güzelleştirilmesi amacı İle yüze sürülecek allık elde
edilir.
[313] Tirmizî, 2079; İbn Mâce, 3467.
,
[314] Ahmed, 6/300; Ebu Davud, 311, 312; Tirmizî, 139;
Dârakutm, 82; Hakim, 1/175, Bey-hakî, 1/341. Senedi hasendir. Ayrıca şahidleri
için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 1/205-206.
[315] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/112-113.
[316] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/113.
[317] Saffât, 37/146.
[318] Buharî, 70/36; Musiım, 204İ
[319] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/113115.
[320] Mülûha: Kataf da denilen semiz otuna benzer yassı
yapraklı, yumuşak bir ot.
[321] Eskiden öğle ve akşam yemeği olmak üzere iki öğün
yemek yenirmiş.
[322] Bk. Âdabu'ş-Şâfiî, s. 323; el-Âdâbu'ş-Şer'iyye, 2/390;
Şerhu'l-Kâmus, 7/416.
[323] Ahmed, 5/5; Tirmizî, 3001; İbn Mâce, 4288. Senedi
hasendir.
[324] Heyhat! Müellifin kendi dönemindeki müşahadeleri
neticesindekİ bu sözleri keşke bugün de doğru olsa!
[325] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/119-126.
[326] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/129.
[327] Tirmizî, 1417; Ebu Davud, 3630; Nesâî, 8/67. Senedi
hasendir.
[328] Abdürrezzak, Musonnef, 16716; Beyhakî, (l/276)'da
Sevrî —İbn Ebî Leylâ— Kasım b. Ebu Abdurrahman—Ebu Mİclez senedi ile şunu rivayet
ediyor: "Cüheyneli iki kardeşin aralarında müşterek bir köleleri vardı.
Biri kendi payını azad etti. Hz. Peygamber, onu kendisine ait bir ganimeti
satıncaya kadar hapsetti."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/129.
[329] Dârakutnî, 3/143, 144. Senedi hasendir.
[330] Ahmed, 5/11; Ebu Davud, 4515; Tirmizî, 1414; Nesâî,
8/20, 21. Hasen el-Basrî tedlisle
nitelendirilmiştir.
[331] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/130.
[332] Ebu Davud, 3629; İbn Mâce, 2428. Hirmâs, meçhul bir
râvidİr, babasıyla dedesi de öyledir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/130.
[333] Abdürrezzak, Musannef, 17892, 17895. Dârakutnî'de
(3/140), Ma'mer —tbn Cüreyc— İsmail b. tlmeyye silsilesiyle Hz. Peygamber'e ref
edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Öldürülmesi için tutan
kimse, kendi fiili gibi hapsedilir. Öldüren de öldürülür..." Bu hadisin
râvileri sikadır, ancak hadis mürseldir. Dârakutnî (3/140), İsmail b.
Ümeyye—Nâfi— İbn Ömer silsilesi ile Hz. Peygamber'in: "Birisi bir diğerini
tutar ve üçüncüsü de onu öldürürse, katil öldürülür, tutan da (ölmesi için)
hapsedilir." buyurduğunu rivayet etmiştir. Hadisin râvileri sikadır.
Beyhakî, mürsel olan hadisi tercih etmiş ve "Mevsûl olan hadis, mahfuz
değildir." Demiştir
[334] Abdürrezzak, Musannef, 17893. Râvileri sikadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/130-131.
[335] Buharı, 86/15; Müslim, 1671 (9, 10, 11, 12, 14); Ebu
Davud, 4364; Tirmizî, 55; Nesâî, 7/93, 94; İbn Mâce, 2578; Ahmed, 3/163, 177,
178. Hepsi de Enes b. Mâlik'ıen.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/131.
[336] Müslim, 1680.
[337] Ahmed'in MüsneeTinds bulamadık. Tirmizî, 1407; Ebu
Davud, 4498; Nesâî, 8/13; İbn Mâce, 2690. İsnadı sahihtir. Tirmizî; "Hadis
hasen-sahihtir." demiştir.
[338] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/131-132.
[339] Buharı, 55/5, 87/7; Müslim, 1672. Enes b. Mâlik'ten.
[340] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/132.
[341] Buharı, 87/25; Müslim, 1681.
[342] Nesâî 8/21, 22; Ebu Davud, 4572; İbn Mâce, 2641; Dârimî,
2/196, 197; Ahmed, 1/364. İsnadı sahihtir.
[343] Bk. İbn Ferec el-Mâlikî (ö. 497 h.), Akdiyetu
Rasûlillah, s. 16-17.
[344] Buharı, 87/25.
[345] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/132-133.
[346] "el-Kasâme" kelimesi masdardır. Bir
mıntıkada bir maktulün bulunması durumunda, davacı oldukları takdirde kan
sahiplerine veya davalılara verilen yeminlere denilir. "Kasâme"
lafzı, "kan v .rine edilen yemin" anlamına tahsis edilmiştir. Muhkem
'de şöyle denilmekledir: "Kasâme, bir şey üzerine yemin eden veya ona
şahitlikte bulunan bir topluluğun adıdır. Ka^âme yemini de bunlara nisbet
edilen yemindir. Sonra bizzat yemin hakkında kullanılır olmuştur."
[347] Buharı, 87/22; Müslim, 1669.
[348] Ebu Davud, 4526. İsnadı sahihiir. Musannef, 18252;
Beyhakî, 8/121.
[349] Musannef, 18252.
[350] Nesâî. S/12. Senedi hasendir.
[351] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/133-136.
[352] Ahmed, 1/77, 152. Senedinde Hınş b. el-Mu'temir vardır
ve zayıftır. Heysemî hadisi, Mecmau'z-Zevâid'diZ zikretmiş ve İmam Ahmed'le
Bezzâr'a nisbet etmiş ve şöyle demiştir: Hadisin senedinde Hınş adlı râvi
vardır, Ebu Davud onun sika olduğunu söylemisse de onda zayıflık vardır. Diğer
râvileri Sahih-i Buharî'nin râvileridir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/136.
[353] Ahmed, 4/295; Nesâî, 6/109, 110; Tirmizî, 1362; Ebu
Davud, 4457. Senedi hasendir. Et Davud, (4456 nolu) Müsedded—Halid b.
Abdillah—Mutarrif— Ebu' 1-Cehm—Berâ isnat hadiste, Berâ'dan şunu nakletmektedir:
"Yolu şaşıran bir devem üzerinde dolaşıyordur Beraberlerinde sancak olan
bir bölük ya da atlılar çıkageldiler. Bedevîler, Hz. Peygar ber'e olan
yakınlığımdan dolayı etrafımı sardılar. Bir çadıra geldiklerinde içeriden bir
ada çıkardılar ve boynunu vurdular. Sebebini sordum. Babasının karısıyla
gerdeğe girdiği söylediler." Hadisin isnadı sahihtir. Ayrıca bk. Müsned,
A/295.
[354] İbn Mâce, 2564. İsnadında İbrahim b. İsmail b, Ebî
Habîbe el-Ensarî vardır ve zayıftı Ancak önceki hadis onu desteklemektedir.
[355] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (6/269) zikretmiş ve
Taberânî'nİn rivayet ettiğini söyl mistir. Senedde Refde b. Kudâa vardır. Hişâm
b. Ammâr onu sika bulurken, cumhur z yıf olduğunu söylemiştir. Zehebî, Mizan
'da Buharî'nin onun hakkında: "Hadisine güv> olmaz." dediğini
nakleder. Nesâî ise: "O sağlam değildir." der. Bk. el-lsâbe^ 4961.
[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/136-137.
[357] Müellif (r.h.), burada olayın ası! kaynağından
uzaklaşmış ve İbnü's-Seken'Ie İbn Ebî Hay-seme'ye nisbet etmişıir. Halbuki
hadis Sahih-İMüslim'de (2771) Tevbe bahsinde "Hz. Peygamber'in hareminin
şüpheden berâeli" babında ve Müsned'âe (3/281) rivayet edilmiştir.
[358] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/138.
[359] Ahmed, 3/39, 89. Senedinde Atıyye el-Avfî vardır,
zayıftır.|
[360] Musannef, İS290.
[361] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/139-140.
[362] Musannef, 17991; Beyhaki, 8/68; Dârakutnî, 3/88.
Senedi hasendir.
[363] Ahmed, 2/217. Râvileri sikadır. Hadisi Heysemî (6/295,
296) zikretmiş ve: "Ahmed rivayet etmiştir. Râvileri sikadır. Aşağıdaki
Câbir hadisi onu desteklemektedir....'1 demiştir.
[364] Dârakutnî, 3/88. Senedi hasendir. Heysemî,
Mecmauz-Zevâid'ûe (6/296) zikretmiş ve: "Ta-berânî el-Evsâl'ûa
zikretmiştir. Senedinde Muhammed b. Abdullah b. Nimrân vardır ve zayıftır. îbn
Ebî Hatim el-Cerh ve't-Ta'dîl adlı eserinde (7/307) onun zayıf olduğunu belirtmekledir."
demiştir.
[365] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/140-142.
[366] Buharı, 53/8; Müslim, 1675.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/142.
[367] Buharî, 87/18; Müslim, 1673.
[368] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/142-143.
[369] Buharı, 87/23; Müslim, 2158.
[370] Bu bir müellif hatasıdır. Çünkü bu rivayet ne
Sahîhayn'da ne de birisinde bulunmaktadır. Hadis, Ahmed, (2/385) ve Nesâî
(S'61) tarafından rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir. Sahih olduğunu İbn
Hibbân söylemiştir. Müslim'deki (215S) ifadesi: "Kim izinsiz başkalarının
evini gözetlerse ev sahipleri için onun gözünü çıkarmaları helâl olur."
şeklindedir.
[371] Buharı, 11/21, 12/215; Müslim, 2157.
[372] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/143.
[373] İbn Mâce, 2694. Senedinde zayıf olan Abdurrahman b.
Ziyad b. Enam el-lfrîkî vardır. Ancak Müslim'deki (1695) zina itirafında
bulunan Gâmidlİ kadın hadisinde Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu sabittir:
"Karnındakini doğurmadıkça seni recmetmeyiz." Sonra o kadım
doğuruncaya kadar gözetmek üzere Ensar'dan birisi tekeffül etmiş, doğurunca Hz.
Peygamber'e gelerek "Gâmidli kadın doğurdu" demişti. Hz. Peygamber:
"Öyle deolsa onu recmedip arkasında çocuğunu, emzirecek kimsesi olmadan
bırakamayız." buyurdu. Ensar'dan bir adam kalkarak: "ǰcucu§un
emzirilmesi bana ait ya Rasûlallah!" dedi. Bunun üzerine kadını recmetti.
Müslim'in bir başka rivayetinde; Hz. Peygamber kadına: "Git çocuğunu
sütten kesene kadar emzir." buyurmuştur. Kadın çocuğu memeden kesince,
elinde bir ekmek parçası olduğu halde onu Hz. Peygamber'e getirmiş..."
ifadesi vardır.
[374] Sahih hadistir. Bk. Ahmed, 1/49; Tirmizî, 1400; İbn
Mâce, 2662. Amr b. Şuayb—babası— dedesi—Ömer b. el-Hattâb senedi ile rivayet
edilmiştir. İbn Cârud ve Beyhakî hadisi sahih bulmuşlardır. Ahmed, (l/16)*da,
Cafer el-Ahmer—Mutarrif— Hakem—Mücâhid— Ömer kanalıyla başka bir hadis
zikretmiştir. Râvİleri sikadır. Ancak hadis munkatı'dır. Tirmizî (1401), İbn
Mâce (2661) Hâkim (4/340), Dârakutnî (s. 348), Beyhakî, (8/39)'daki hadisler
onu desteklemektedir.
[375] Sahih hadistir. Bkz. Ebu Davud, 4530; Nesâî, 8/24.
Tenkîh'de: "Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer, Feıhu 7-Bârı"de
(12132), Ebu Davud (4531) ve İbn Mâce'deki (2675) Abdullah b. Amr b. el-Âs
hadisinin buna şahid bulunduğunu söylemiştir." ifadesi vardır.
"Kâfire karşılık mü'min Öldürülmez." sözünü Buharı de (12/217)
rivayet etmiştir. Hadiste geçen "kanlan birbirlerine eşittir"
ifadesi, kısas hususunda müslümanların kanlarının eşit oldur ğunu ifade eder.
Soylu biri sıradan biri karşılığında, küçüğe karşılık büyük, cahile karşılık
âlim, kadına karşılık erkek kısas edilir. Eğer öldürülen kimse soylu veya âlim
biri olur da, öldüren de sıradan biri olursa katilden başkası öldürülmez.
Cahİliye döneminde ise böyle bir durumda, soylu kişiye karşılık olmak üzere
katilin akrabalarından birçok kişiyi öldürmeden başkasına razı olmuyorlardı.
[376] Ebu Davud, 4504; Tirmizî. 1406; Fethu'I-Bön, 12/182;
Müslim, 1355; Nesâî, 8/38. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bu hadisin metni
şöyledir: "Kimin bir ölü.r'i öldürülmüşse, o iki hususta muhayyerdir: Ya
diyet ya da kısas."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/143-144.
[377] Mûzıha: Et ile kafatası arasındaki zarın yırtılıp
kemiğin gözüktüğü yaralardır.
[378] Ebu Davud, 4556, 4557; Nesâî, 8/56; İbn Mâce, 2654.
Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bu hadis şöyledir: "Parmaklar
eşittir, onar devedir." Senedi hasendir. Amr b. Şuayb—babası—dedesi
silsilesi ile rivayet edilen şu hadis de bunu desteklemektedir: Hz. Peygamber
şöyle buyurmuştur: "Mûzıhalar için beşer beşer, dişler için beşer beşer,
parmaklar için onar onar (deve) vardır." Bu hadisi Ebu Davud (4562, 4563,
4566) ve İbn
Mâce (2653) rivayet
etmişlerdir. Senedi sahihtir. Bir diğer şahidi ise Tirmizî (1391)'deki İbn
Abbas hadisidir: "Parmakların diyeti —el ve ayaklar aynı— herbirİ İçin on
devedir." Tirmizî hadise, hasen—sahihtir demiştir. İbn Hibbân (1528) da
onu sahih bulmuştur.
[379] Ebu Davud, 4567; Nesâî, 8/55. Senedi sahihtir. Hadiste
ibaresi vardır, gözün yerinde olması ve görünüşte —görmemesine rağmen— yüzün
yakışıklılığının bozulmaması durumunu ifade etmektedir.
[380] Ebu Davud, 4564; Ahmed, 2/217, 224. Amr b.
Şuayb—babası—dedesi kanalıyla, senedi hasendir.
[381] Me'mûme: Beyin ile kemik arasındaki beyin zarının
ortaya çıktığı yaradır. Câife: Göğüs veya karın boşluğuna kadar giden yaradır.
Munakkde: Baş veya yüzde meydana gelen, kemiğin yerinden oynadığı, küçük
parçalar halinde kırıldığı yaradır.
[382] Hâkim, 1/397; Nesâî, 8/57, 58; Dârakutnî, s. 376; İbn
Hibbân, 793; Beyhakî, 4/89; Dâri-mî, 2/93. Ahmed, 2/217, (bir kısmını).
[383] Ahmed, 2/217, 224; Ebu Davud, 4541; Nesâî, 8/42, 43;
İbn Mâce, 2630; Beyhakî, 8/74. Senedi hasendir. Bintu'l-mahâd: Bir yılını
doldurmuş iki yaşına basmış dişi deve. Hıkka: Uç yılını doldurmuş, dört yaşma
basmış dişi deve. Bintu'İ-lebûn: İki yılını doldurmuş üç yaşına basmış dişi
deve. Cezea: Dört yılını doldurmuş, vç beş yaşma basmış dişi deve.
[384] Ebu Davud, 4545; Tirmizî, 1386; Nesâî, 8/43, 44; İbn
Mâce, 2631; Beyhakî, 8/75,; pâra-kutnî s. 360. Hadisin rivayetleri için bk.
Beyhakî, 8/74, 75.
\
[385] Ahmed, 2/183, 217; Tirmizi, 1387; İbn Mâce, 2626.
Senedi hasendir,
[386] Ebu Davud, 4543. Mürseî olarak rivayet edilmiştir.
[387] Ebu Davud, 4542. .İsnadında zayıflık vardır.
[388] Tirmizî, 1388; Ebu Davud, 4556; Nesâî, 44/8; İbn Mâce,
2632. İsnadı hasendir.
[389] Bu hitabeyi Ebu Davud, (4542) hadisinden sonra
nakletmiştir. Musannef'tc (17272) Ömer b. Abdülaziz'in bir yazısında şöyle
dediği rivayet edilir: Ömer b. el-Hattâb, ordular çıkardığında ashabla
istişare etti ve sonunda (onlara) şunu yazdı. "(Diyet), deve ile uğraşanlara
yüz deve, sığırcılara iki yüz sığır, koyunculuk yapanlara İki bin koyundur.
Yemenli olup kumaş dokuyanlara beş yüz hülle veya başka şeylerden onların
kıymeti kadardır."
[390] Ebu Davud, 4583; Tirmizî, 1413; Nesâî, 8/45; Ahmed,
2/180, 215. İsnadı hasendir.
[391] İbn Mâce, 2644; Ahmed, 2/183, 124. Senedi hasendir.
[392] Nesâî, 8/45. İsnadı zayıftır.
[393] Ebu Davud, 4575; Buharı, 87/26; Müslim, 1681.
[394] Ebu Davud, 3926. İsnadı hasendir.
[395] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/144-147.
[396] Buharî, 86/29; Müslim, 1691; Tirmizî, 1428; Ebu Davud,
4428; Hadis başka râvilerden de çeşitli kaynaklarda rivayet edilmiştir.
[397] Ebu Davud, 4420. İsnadı sağlamdır.
[398] Müslim, 1695; Ebu Davud, 4434, 4442. Büreyde'den.
[399] Buharı, 86/32.
[400] Buharı, 86/30 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1697,
1698; Muvatta, 2/822; Tirmizî, 1433;Ebu Davud, 4445; Nesâî, 8/240, 241; İbn
Mâce, 2549; Dârimî, 2/177. Hepsi de Ebu Hureyre ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'den
rivayet etmişlerdir.
[401] Müslim, 1690; Tirmizî, 1434; Ebu Davud, 4415, 4416.
Ubâde b. Sâbit'ten.
[402] Ebu Davud, 4438, 4439.
[403] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/147-152.
[404] Buharî, 86/37 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1699;
Muvatta,2/%\9\ Tirmizî, 1436; Ebu Davud, 2446, 4449. Hepsi de Abdullah b.
Ömer'den.
[405] Ebu Davud, 4450. Ebu Hureyre'den.
[406] Ebu Davud, 4449. İbn Ömer'den
[407] Ebu Davud, 4452. Câbir b. Abdillah'tan rivayet edilen
bu hadisin senedinde Mücalid b. Saîd b. Umeyr el-Hemedanî vardır, zayıftır.
Yine Ebu Davud, Şa'bî'den (4453, 4454) benzer bir hadis rivayet etmiştir. Bu
rivayet mürseldir, fakat râvileri sikadır.
[408] Mâide, 5/15.
[409] Mâide, 5/44.
[410] Ebu Davud, 4450, 4451.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/152-154.
[411] Ahmed, 4/272; Tirmizî, 1451; Ebu Davud, 4458, 4459;
Nesâî, 6/124; tbn Mâcd, 2SŞ1; Dârimî, 2/181, 182. Yazarın da zikredeceği gibi
hadis zayıftır.
[412] Musannef, 13417; Ebu Davud, 4460, 4461; Nesâî, 6/124,
125; İbn Mâce, 2552; Beyhakî 8/240. Kabîsa b. Hureys hakkında Buharı:
"Hadisi üzerinde düşünmek lâzım" demiş İbnü'l-Kattân da onun meçhul
oiduğunu söylemiştir. Nesâî: "Hadisi sahih olmaz'' der Beyhakî ise:
"Tabiûndan sonra bütün şehirlerdeki âlimlerin bu hadisle amelin terki uze
rinde icma etmiş olmaları, sahih olduğu farzedilse bile, hadler hakkında varid
olan hadis lerle mensuh olduğunu ortaya koyar.'' diyor.
[413] Asıl nüshada Habib b. Sâlim'dir ki müellifin bir
hatası olmaktadır. Çünkü Habib b. Sa Hm bu hadiste Halid'in hocasıdır, talebesi
değildir. Ebu Bişr—ismi Cafer b. Iyas'tır-sikadır. Ne var ki, Şu'be'nin de
dediği gibi Habib b.-Sâlim'den hadis i şitm emiştir— i bunu müellif de
Buharî'den nakletmiştir— bu takdirde hadis munkatı olur. Sonra, mue, lifin:
"Bir râvinin cehaleti kendisinden iki sikanın rivayette bulunması ile
ortadan kalkar sözü su götürür. Çünkü bu durumda —her ne kadar hal cehaleti
kalksa bile— vasıf cehs leti baki kalır. Usul kitaplarında belirtildiği üzere
cehalet mutlaka tevsikine dair açık ite denin bulunması ile ancak ortadan
kalkmış olur.
[414] Müsle; Bir insanın kulak, burun, cinsel uzvu gibi
organlarının kesilmesidir. Hz. Peygamber, kendisine efendisi tarafından müsle
yapılan bir köleyi azad etmişti. Bk. İbn Mâce, 2679.
[415] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/154-156.
[416] Ahmed, 2732, 2727; Tirmizi, 1456; Ebu Davud, 4462; İbn
Mâce, 2561; Beyhak , 8/23 İbn Abbas'dan. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Lût kavminin İşini işleyen birisi bulduğunuzda yapanı da, yapılanı da
öldürünüz. İsnadı hasendir. Hâkim sahih olduğuı söyler (4/355), Zehebî de ona
katılır. İbn Mâce (2562) ve Hâkim (4/355)'de rivayet edil Ebu Hureyre hadisi de
hadisimizi destekler. Her ne kadar senedi zayıfsa da şevahid kon sunda bunun
önemi yoktur.
[417] Bk. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhtb, 3/199-200.
[418] Ahmed, 2420; Ebu Davud, 4464; Tirmizî, 1454; Hâkim,
4/355; Beyhakî, 8/233, 234. İ Abbas'tan. Senedi hasendir. îbn Mâce'nin (2564)
yine İbn Abbas'tan tahric ettiği haı İse: "Kim nikâh düşmez bir yakınıyla
ilişkide bulunursa onu öldürün; hayvanla ilişki bulunanı öldürün. Hayvanı da
öldürün." şeklindedir. Senedinde zayıflık varsa da bir c çeki hadisin
senedi onu destekler. Sahih olan Berâ b. Âzib hadisi daha önce geçmiştir onda
Hz. Peygamber'in Ebu Bürde b. Niyâr'ı, babasının karısı ile evlenen bir kimsei
boynunu vurmak üzere gönderdiği belirtilmişti. Bk. dipnot: 22.
[419] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/156-158.
[420] Ebu Davud, 4466. Senedi sahihtir.
[421] Ebu Davud, 4467.
[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/158.
[423] Buharı, 86/35; Müslim, 1703; Muvaita, 2/826; Tirmizî,
1440; Ebu Davud, 4469. Ebu Hureyre ve Zeyd b. Halid el-Cühenî anlatıyorlar:
Hz. Peygamber'e evli olmayan cariyenin zina etmesi durumu soruldu. Hz.
Peygamber: "Eğer zina ederse celd vurun, yine zina ederse yine celd vurun.
Sonra yine zina ederse yine celd vurun. Sonra bir Örgü ipe de olsa satın."
buyurdu.
[424] Nisa, 4/25.
[425] Bu lafızla olan bu iki rivayeti Ebu Davud (4470, 4471)
tahric etmiştir. Müellifin dediği gibi Müslim'de bulunmamaktadır. Müslim'in
lafzı şöyledir: "Sizden birinizin cariyesi zina eder de zinası ortaya
çıkarsa, ona had vursun ve ayıplamasın. Sonra yine zina ederse ona had vursun
ve onu ayıplamasın. Sonra üçüncü kez yine zina eder ve zinası ortaya çıkarsa
onu kıldan bir ip karşılığında da olsa satsın." Bir başka rivayetinde de:
"Sonra dördüncüde satsın." şeklindedir.
[426] Müslim, 1705; Ebu Davud, 4473; Tirmizî, 1441.
[427] Buharı, 86/42; Müslim, 1708; Ebu Davud, 4491.
[428] Ahmed, 5/222; İbn Mâce, 2574. İbn İshak—Yakub b.
Abdillah b. el-Eşec—Saîdb. Sa'd b. Ubâde—Sa'd b. Ubâde senediyle. Hafız îbn
Hacer Telhîs'de (3/59) şöyle diyor: Dâra-kutnî (3/99), Füleyh —Ebu Hâzim— Sehl
b. Sa'd senediyle rivayet etmiş ve Füleyh vehimde bulunmuştur. Doğrusu; Ebu
Hâzim-Ebu Ümâme b. Sehl silsilesi ile olacaktı. Ebu Davud da (4472) hadisi,
Zühri—Ebu Ümâme— Ensar'dan bir adam senedi ile rivayet etmiştir. Nesâî; Ebu
Ümâme b. Sehl b. Huneyf —babası isnadı üe rivayet etmiştir. Tabera
nî; Ebu Ümâme b. Sehl—Ebu Saîd
el-Hudrî kanalı ile tahric etmiştir. Senedlerin (turuk) hepsi de mahfuz ise o
takdirde Ebu Ümâme, hadisi birçok sahabeden rivayet etmiş, bir defasında da
irsal etmiş (mürsel olarak rivayet etmiş) olur. Bulûğu 'l-Merâm 'da şöyle deniyor:
"Bu hadisin isnadı hasendir. Ancak mevsûl mü mürsel mi
olduğunda ihtilâf edilmiştir."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/159-160.
[429] Ebu Davud, 4474, 4475. Müsned ve mürsel olarak rivayet
etmiştir. Müsned rivayetin râvi-ieri sikadır. Ancak İbn İshak hadisi muan'an
rivayet etmiştir,
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161. :
[430] Şafiî, 2/280, 281; Buharı, 56/149 ve daha başka
yerlerde; Ebu Davud, 4351; Tirmizî, 1458;
Nesâî, 7/104, 105; Ahmed, 1/282. İkrime'den rivayet edilmiştir: Hz.
Ali'ye zındıklar getirilmiş, Hz. Ali de onları yakmıştı. İbn Abbas'a bu olay
ulaştığında: Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Hz. Peygamber'in:
"Allah'ın azabı İle (ateşle) azab etmeyiniz." şek-1 linde nehyi
vardır. "Kim dininden dönerse onu öldürürüz." buyurduğu İçin onlan öldürürdüm,
dedi. Tirmizî şu ilaveyi yapar: İbn Abbas'ın bu sözü Hz. Ali'ye ulaştığında:
"îbn
Abbas doğru
söyledi." dedi.
[431] Dârakutnî, s. 336. Ayrıca Beyhakî de rivayet etmiştir.
Hadiste inkıta' vardır. Çünkü râvi Saîd b. Abdülaziz, Ebu Bekir'e
yetişmemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161.
[432] Buharî, 86/2; Müslim, 1706; Tirmizî, 1443; Ebu Davud,
4479.
[433] Musannef, 13548. İbn Uyeyne—Amr b. Ubeyd—Hasan
silsilesiyle şu rivayete yer verile mistir: "Ömer b. el-Hattâb, Mushaf'a,
Rasûlullah'ın içki için 80 değnek vurduğunu yaz-* mayı düşündü..." Bu
sened munkatı'dır.
[434] Ebu Davud, 4476. Râvileri sikadır. Ancak İbn
Cüreyc'den an'ane yollu rivayet vardır.
[435] Müslim, 1707; Ebu Davud, 4480, 4481.
[436] Kaynaklan birazdan gelecek. Bk. dipnot: 97.
[437] Buharı, 87/6; Müslim, 1676. Hadisin devamı; "Zina
eden evli, cana cari, dininden dönüp cemaattan ayrılan." şeklindendir.
[438] Buharı, 86/5. Ömer b. el-Hattâb'dan: Hz. Peygamber
zamanında eşek (hımar) lâkaplı Abdullah İsminde birisi vardı. Hz. Peygamber'İ
güldürürdü- Hz. Peygamber ona şarap içtiği için celd vurmuştu. Bir gün (yine)
getirildi ve Hz. Peygamber emretti ve celd vurdular. İçlerinden biri:
"Allah'ım, ona lanet et; ne çok içiyor ve bu yüzden Peygamber'e getiriliyor."
dedi. Hz. Peygamber: "Ona lânel etmeyiniz. Allah'a yemin ederim kî, onun
hakkında bildiğim şey onun Allah ve Rasûlü'nü sevmesidir." buyurdu.
[439] Muâviye hadisini şunlar tahriç etmiştir: Ebu Davud,
4482; İbn Mâce, 2573; Tirmizî, 1444; Tahâvî, 2/91; Hâkim, 4/372; İbn Hibbân,
1519. İsnadı sahihtir.
Ebu Hureyre hadisi: Ebu
Davud, 4484; İbn Mâce, 2572; Nesâî, 8/314; Tahâvî, 2/91; Ahmed, 7898; Beyhakî,
8/313; Tayâlisî, 2337; îbn Hibbân (sahih olduğunu da söylemiştir) 1517; Hâkim,
4/371; Zehebî de ona katılmıştır.
Abdullah b. Ömer
hadisi: Ahmed, 6197; Ebu Davud, 4483; Nesâî, 8/313; Beyhakî, 8/313; Hâkim,
4/371; sahih olduğunu da söylemiştir. Zehebî de kendisine katılmıştır.
Abdullah b. Amr hadisi:
Ahmed, 6553, 7003, 6791, 6974; Tahâvî, 2/91; Hâkim, 4/372. Senedi hasendir.
Kabîsa b. Züeyb hadisi:
Ebu Davud, 4485; Beyhakî, 8/314; Tahâvî, 2/92. Râvileri sikadır. Kabîsa b.
Züeyb, sahabî evladındandır. Hz. Peygamber zamanında doğmuş fakat ondan
işitmemiştir. Anlaşılan, hadisi bir sahabîden almıştır. Bu takdirde hadis
sahihlik şartlarına uygun düşmektedir. Zira hadis senedinde şahabının
bilinmemesi sıhhate zarar vermemektedir.
[440] Bir önceki notta kaynaklan gösterilmişti.
[441] Ebu Davud, 4486, Buharı, 86/4; Müslim, 1707.
[442] Îbnü'l-Kayyim, Tehzîbu's-Sünen'de (6/238) şöyle
demektedir: "Deliller şunu ortaya koymaktadır ki, öldürülmesi emri
kesinkes olmayıp, maslahat gereği ta'zir nevİndendir. İnsanlar içki içmeyi
çoğaltırlar ve hadle de içkiden kaçınmazlarsa, bu durumda devlet başkanı
öldürmeyi uygun görüyorsa bunu yapabilir. Bu yüzdendir ki, Hz. Ömer içki suçundan
dolayı kâh sürgün cezası vermiş, kâh başı tıraş etmiş, bazan da seksen dağnek
vurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir, kırkar sopa vurmuşlardı. Bütün
bunlar, dördüncü seferinde öldürmenin had olmadığını, maslahat gereği ta'zir
olduğunu göstermektedir."
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161-164.
[443] Buharı, 86/13; Müslim, 1686; Muvatta, 2/831; Tirmizî,
1446; Ebu Davud, 4385; Nesâî, 8/76. İbn Ömer'den.
[444] Buharî, 86/13; Müslim, 1684; Mâlik, 2/832; Tirmizî,
1445: Ebu Davud, 4383. Hz. Âişe'den.
[445] Ahmed 6/80. Hz. Âişe'den. İsnadı güçlüdür.
[446] Buharî, 86/13; Müslim 1684; Muvatta, 2/832.
[447] Buharî, 86/13; Müslim, 1687; Nesâî, 8/65.
[448] Ebu Davud, 4395; Nesâî, 8/70; Ahmed, 2/151; İbn
Ömer'den. Müslim, 1688 (10), Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletmektedir:
"Mahzum kabilesinden bir kadın vardı, ödünç eşya alır ve inkâr ederdi. Hz.
Peygamber, elinin kesilmesini emretti."
[449] Şerhu's-Sünne'âe (10/322) de belirtildiği gibi bu
görüş İshak b. Râhûye'nin görüşüdür.
[450] Ebu Davud, 4391; Tirmizî, 1448; Nesâî, 8/89; İbn Mâce,
2591. Câbir b. Abdillah'tan. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu söylemiştir. İbn
Hibân da sahih olduğunu ifade eder (1502, 1503). Abdülhak, Ahkâm'ında ve
İbnü'l-Kattân hadis hakkında birşey söylememiştir. Hadis her ikisince de
sahihtir.
[451] Buharî, 86/11; Müslim, 1688. Hz. Âişe'den.
[452] Ebu Davud, 1710, 1711, 1712, 1713, 4390; Nesâî, 8/65,
86; Ahmed, 6683, 6746. Amr b. Şuayb—babası—dedesi kanalıyla. Senedi hasendir.
Rafı' b. Hadîc'ten, Muvatta (2/839), Tirmizî (1449), Ebu Davud (4388) ve İbn
Mâce'de (2593): "Meyve ve hurma cümmarı çalan kimseye el kesme cezası
yoktur," şeklinde rivayet edilmiştir». Hadis sahihtir.
[453] Ahmed, 2/180; Nesâî, 8/86; İbn Mâce, 2596. Amr b.
Şuayb—babası—dedesi isnadıyla. Sened hasendir.
[454] Ebu Davud, 4394; Nesâî, 8/68, 69, 70. Senedi sahihtir.
[455] Ahmed, 2/145; Ebu Davud, 4386; Nesâi, 8/77. İbn
Ömer'den. Senedi şahindir.
[456] İbn Mâce, 2590. İbn Abbas'dan. Senedde Cübâre b.
el-Mugallis ile Haccâc b. Temîm vardır, her ikisi de zayıftır.
[457] Ebu Davud, 4380; Nesâî, 8/67; İbn Mâce, 2598. Ebu
Ümeyye el-Mahzûmî'den. Senedinde Ebu Zerr'in azadlısı Ebu'l-Münzir vardır ki
meçhuldür. Diğer râvileri sikadır.
[458] Hâkim, Müsiedrek'de (4/381) ed-Derâverdi—Yezİd b.
Husafe—Muhammed b. Abdur-rahman b. Sevban—Ebu Hureyre senediyle tahric ederek
sahih olduğunu söylemiş, Ze-hebî de onu tasdik etmiştir. Ancak Dârakutnî,
(2/331) tahririnden sonra şöyle demiştir: "Hadis, Sevri—Yezid b.
Husayfe—Muhammed b. Abdurrahman b. Sevban tariki ile mür-se) olarak rivayet
edilmiştir." Ebu Davud da el-Merâsîf'inde, Sevri'den mürsel olarak rivayet
etmiştir. Abdürrezzak, İbn Cüreyc ve Sevrî'den mürsel olarak tahric etmiştir
(18923). Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm da Ganbu'l-Hadis'indt, İsmail b. Cafer—Yezid
b. Husayfe kanalıyla yine mürsel olarak zikretmiştir.
[459] Ebu Davud, 4411; Tirmizî, 1447; Nesâî, 8/92, 93; İbn
Mâce, 2578. Fıidâle b. Ubeyd'-den. Hadisin senedinde Haccâc b. Ertât vardır,
hata ve tedlisi çok birisidir. Ayrıca İbn Hİbbân'dan başkasınca sika kabul
edilmeyen bir râvi olan Abdurrahman b. Muhayriz de bulunmaktadır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/164-167.
[460] Ebu Davud, 4382; Nesâî, 8/66. Senedi sağlamdır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/167.
[461] Hırsıza lanet hadisi için bk: Buharı, 86/7; Müslim,
1687. Riba yiyene laneti: Buharı, 34/24, 25, 113; Müslim, 1597. İçki içen ve
şarap elde edene laneti: Ahmed, 5716; Ebu Davûd, 3674; İbn Mâce, 3380, Senedi
sahihtir. Lûtîlİk hakkında: Ahmed, 1/217, 309, 317; İbn Hibbân, sahih olduğunu
söylemiştir.
[462] Hadis sahihtir. Kaynakları daha önce geçti. (96 nolu
dipnot).
[463] Hadis sahihtir. (112 nolu dipnotta geçti.)
[464] Sünen sahiplerinden hiçbiri tahriç etmemiştir. Sadece
Muvatta'da (2/853), râvıleri'sıl ancak munkatı' olarak varid olmuştur.
Tabaranî, el-Evsat ve es-Sağîr'dt rivayet etm Mecmau'z-Zevâid'de (6/259) merfû
olarak yer almıştır. Senedinde Ebu Guzye Muhai med b. Musa el-Ensarî vardır ve
zayıftır. Buharî, onun münker rivayetleri olduğunu sö lemistir. îbn Hibbân ise:
O hadis çalardı. Güvenilir râvilerden mevzu hadisler rivayet ed( di, demiştir,
Eb" Hâtîm de zayıf olduğunu söylemiştir.
[465] Ebu Davud, 4410; Nesâî, 8/90, 91. Senedinde Mus'ab b.
Sabit vardır. Nesâî'nin de dediği gibi zayıf bir râvidir. Hafız İbn Hacer,
er-Telhîs'tie: Bu konuda sahih bir hadis olduğunu bilmiyorum, demiştir.
[466] Musannef, 18773; Beyhakî, 8/273. Ibn Cünreyc—Abdu
Rabbih b. EbîÜmeyye b. Abdillah b. Ebî Rebîa
senediyle. Seneddeki
Abdu Rabbih meçhuldür!) Hâlis b.Abdil lah'ın Hz. Peygamber'den rivayeti ise
mürseldir.
[467] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/167-172.
[468] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108; Dârakutnî, 4/216,
217. İbn Abbas'tan. İsnadı sahihtir. Hâkim, (4/354)'de sahihlİğİni söyleyerek
rivayet etmiş, Zehebî de ona katılmıştır.
[469] Nesâî, (7/105), 106) Sa'd b. Ebî Vakkas'm şöyle
dediğini rivayet eder: Mekke fethi gününde Hz. Peygamber herkese emân verdi.
Dört erkekle iki kadın hariç. Onlar hakkında: "Onları Kabe'nin örtüşüne yapışmış
bulsanız da öldürünüz." buyurdu. Onlar: İkri-me b. Ebî Cehl, Abdullah b.
Hatal, Makîs b. Sübâbe, Abdullah b. Sa'd b. Ebi's-Serh'dir. Hadisin senedinde
Esbât b. TJasr vardır, sadûktur ama hatası çoktur. Diğer râvileri sikadır.
Yunus b. Bükeyr'İn, el-Meğâzî'ye olan Ziyâdât'mda, Amr b. Şuayb —babası—dedesi
isnadıyla benzeri bir rivayet vardır. Dârakutnî ve Hâkim, Saîd b. Yerbû*
kanalıyla Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Dört
kişi vardır ki ne harem bölgesinde ne de dışında onlara emân vermiyorum:
Huveyris b. Nukayd, Hilâl b. Hatal, Makîs b. Sübâbe el-Kinânî, Abdullah
b.^Ebu's-Serh." İbn Ebî Şeybe veDe/âi/lnde Bey-hakî, Hakem b.
Abdülmelik—Katâde—Enes tankıyla; "Hz. Peygamber'in Mekke fethi gününde
dört kişi hariç herkese emân verdiğini rivayet etmişlerdir. Bunlar: Abdüluzza
b. Hatal, Makîs b.
Sübâbe el-Kinânî, Abdullah b. Ebi's-Serh ve Ümmü Sâre'dir..." Bk.
Fethu'l-Bâri, 4/51, 52; İbn Teymiye, er-Sârirnu'l-Meslûl, s. 108, 113.
[470] Kaynaklan geçti. Bk. 3/235. Ayrıca Buharî(64/I5) ve
Müslim, Câbir b. Abdillah'tan rivayet etmişlerdir. Ebu Râfi'in öldürülmesi
hakkındaki Berâ b. Âzib hadisi Buharı (64/16)'dedir. Bk. 3/315.
[471] Ebu Davud, 4363; Nesâî, 7/108, 109. Senedi sahihdir.
Bk. 3/489.
[472] Ebu Davud, 4362, râvileri sikadır. Bk. es-Sârimul-Meslûl,
s. 60.
[473] Cayma ve niza bulunmayan özel bir duruma işaret edilen
(Bk. Nihâye, 5/74) bu sözle, güçlü ve kararlı birinin
kadını ortadan kaldırması
istenmiş olabilir. Ayrıca bk. es-Sörimu V-Mesiûl, s. 94-97.
[474] Müslim, 1063: Câbir'den. Ahmed, 2/219; Abdullah b. Amr
b. el-Âs'tatı.
[475] Buharı, 42/6; Müslim, 2357. Abdullah b. ez-Zübeyr'den.
[476] Buharı, 57/19; Müslim, 1062; Ahmed, 1/380, 396, 411.
İbn Mes'ûd'dan.
[477] Ahmed, 5/2, 4.
[478] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/172-174.
[479] Daha Önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Zehirlenmesi,
3/379-383, 394.
[480] Ebu Davud, 4514, Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Abdullah
b. Kâ'b b. Mâlik—anası Ümmü Mübeşşir senediyle. Ebu Davud, (4511) Ebu
Seleme'den mürsel olarak da rivayet etmiştir. Hâkim (3/219, 220)'de Ebu
Hureyre'den mevsûl olarak zikretmiştir.
[481] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/174.
[482] Tirmizî, 1460; Hâkim, 4/360.
[483] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/175.
[484] Bakara, 2/217.
[485] Taberî, 2/349; İbn Hişâm, 2/255. Ayrıca bk.
3/208-212,418.
[486] Buharı, 55/1; Müslim, 1627.
[487] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/177-178.
[488] Daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Casuslar Hakkındaki
Tatbikatı, 3/149, 450, 475.
[489] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/178.
[490] Bk. Hz. Peygamber'in Esirler Konusundaki Uygulamaları,
3/143-147.
[491] Ebu Davud, 2691. İbn Abbas'dan. Senedinde mestur bir
râvi vardır. Ayrıca bk. Bedir Savaşı, 3/231.
[492] Buharı, 64/11, 57/16, Mut'im b. Adiy b. Nevfel b.
Abdimenaf Ebu Cübeyr: Kureyş ulu-larındandı. Hâşimoğulları ile
Muttaliboğulları'nı boykot eden ve Kureyşçe yazılan sahife-yi (anlaşmayı) bozan
kimse. Onunla birlikte Hişâm b. Amr b. el-Hâris, Züheyr b. Ebu Ümeyye b.
el-Muğîre el-Mahzumî, Ebu'l-Buhturî b. Hişâm, Zem'a b, el-Esved b. el-Muttalib
de bu hayırlı başkaldırmaya katılmışlardır. Bk. İbn Hişâm, 1/374-382.
[493] Ahmed, 4/426, 432. Râvileri sikadır.
[494] Ahmed, 4/47, 51; Müslim, 1755. Seleme b. el-Ekva'dan.
Daha önce geçmişti. Ök. 1/148; 3/146, 405.
[495] Buharı, 64/70. Müslim, 1764. Daha önce geçti. Bk.
3/143, 318.
[496] Bk. Büyük Fetih, 3/452, 462.
[497] Şafiî, Sfevrî, Ahmed, İshak'm görüşleri de budur.
Evzaî ve ashab-ı rey: Fidye karşılığı bağışlamak ve öylece salıvermek caiz
değildir, demişlerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/179-180.
[498] Bu konular için 3. cilde bakılabilir. Yahudilerle
sulh: 3/96,165; Kaynukaoğuîlan: 3/165-166; Nadîroğulİan: 3/166-168;
Kurayzaoğulları: 3/168-173, 311, 314; Hayberliler: 3/180-188, 373, 385.
[499] Buharı, 56/168; Müslim, 1768. Aynca bk. .3/172.
[500] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/180.
[501] Buharî, 54/14 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1551.
Ayrıca bk. Hayber ganimetleri: 3/180-İ88, 373, 385.
[502] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/180-181.
[503] el-Emvâl, 141. Bk. dipnot: 126. Ayrıca bk. Büyük Fetih
3/153-157, 452, 481, 489.
[504] Bk.;lbn Hişâm, 2/414-415.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/181.
[505] Enfâl, 8/1.
[506] Enfâl, 8/41.
[507] Özetle: Ahmed, 5/322; Uzunca: Ahmed, 5/324. İsnadı
hasendir. îbn Hibbân (1693) ve Hâkim (2/135, 136) sahih olduğunu
belirtmişlerdir. Zehebî de aynı fikirdedir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'e (7/26)
almış ve "İmam Ahmed zikretmiştir, râvileri sikadır." demiştir.
Hafız İbn Kesîr, es-Stre'de (2/466) şöyle demiştir: Bu haber Hz. Peygamber'in
humus ayırdığını ve sarf mahalline harcadığını reddetmez. Nitekim içlerinde Ebu
Ubeyd de bulunan bazı âlimler bu şekilde yanlış anlamışlardır. Aksine Hz.
Peygamber kılıcı Zülfikar'ı Bedir ganimetleri arasından neflen almıştır. İbn
Cerîr şöyle der: Yine Hz. Peygamber, burnunda gümüş bir halka olan Ebu Cehl'in
devesini de kendisine ayırmıştır (safiy). B\ da humusun ayrılmasından önce idi.
Sonra Ubâde ve îbn Abbas hadisini zikretti ve şöyle dedi: Bu sözün mânası
şudur. Enfâl (ganimetler)'in durumu Allah ve Rasûlü'nün hükmüne tâbidir. Dünya
ve ahiret menfaati nasıl gerektiriyorsa öyle hükmederler. Bu yüzden Allah
Teâlâ: "Sana savaş ganimetlerinden (enfâl) soruyorlar: De ki: Ganimetler
Allah ve Pey-gamber'e aittir. O halde siz (gerçek) mü'minlersiniz Allah'tan
korkun, aranızı düzeltin. Allah ve Rasûlü'ne itaat edin." (Enfâl, 8/1)
buyurmuştur. Sonra Allah Bedir'de olanları zikretmiş ve sonunda: "...Biliniz
ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah'a ve
Rasûlüne... aittir." (8/41) buyurmuştur. Açıkça görüldüğü gibi, bu sonuncu
âyet, durumu Allah ve
Rasûlü'nün hükmüne bırakılan ganimet ahkâmını açıklamaktadır. İbn Zeyd'in görüşü
de böyledir. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Hz. Peygamber'in Bedir ganimetlerini
beşte bir ayırımına gitmeden eşit olarak dağıttığı, sonra humus âyetinin önceki
uygulamayı neshederek nazil olduğu görüşüne kapılmıştır. Bunu böylece
el-Vâlibî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğini; Mücâhid, İkrime ve es-Süddî'nin
de aynı görüşte olduğunu söylemiştir ki, üzerinde düşünmek gerekir. Doğru
değildir; Allah daha iyi bilir. Çünkü humus âyetinin baş ve son tarafı tamamen
Bedir savaşına aittir. Bu da bu âyetlerin tümden indiğini, bazısı bazısının
neshini gerektirecek bir aralıkla inmediğini ortaya koyar. Sonra Sahî-hayn'da,
Hz. Ali'nin, içlerinden birinin Bedir humusundan olduğunu söylediği develerinden
—kî bu develerin hörgüçlerini Hz. Hamza kesmişti— söz edilmesi (bk. Müslim,
1779), Ebu Ubeyd'in görüşünü açıkça reddetmektedir. Aksine humus ayırımına
gidilmiştir. Nitekim İbn Cerîr, Buharı ve daha başkaları bunu belirtmişlerdir.
Sahih ve tercihe şayan olan da budur.
[508] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/181-183.
[509] Bk, Ebu Davud, 2726.
[510] Bk. Ebu Davud, 2727, 2728, 2730; Müslim, 1812;
Tirmizî, 1556.
[511] Buharı, 56/186; Müslim, 1968.
[512] Müslim, 1318; Muvatta, 2/486; Ahmed, 3/363; Ebu Davud,
2809; Nesâî, 7/222; Dârimî, 2/78.
[513] Müslim, 1318 (351).
[514] İbn Mâce, 3136; Ahmed, 1/311, 312. Senedinde İbn
Cüreyc'in tedlisi vardır. Atâ el-Horasanî, İbn Abbas'tan işitmemiştir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/183-184.
[515] Enfâl, 8/41.
[516] Sahihdir. Daha önce geçti. Bk. Huneyn Gazasındaki
Hikmetler ve Fıkhî Hükümler, dipnot: 9.
[517] Buharı, 56/42; Müslim, 1752. Ayrıca bk. Bedir Savaşı,
3/228.
[518] Ebu Davud, 2721; Ahmed, 4/90, 6/26. İsnadı sahihtir.
[519] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/184-187.
[520] Buharî, 56/86,187. Ayrıca bk. Ebu Davud, 2699.
[521] Ebu Davud, 2698. Râvileri sikadır.
[522] Buharı, 25/44; Müslim, T351. Üsâme b. Zeyd'den. Bu
konu için bk. 3/154, 486.
[523] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/187-188.
[524] Buharî, 57/11, 51/19; Müslim, 1058.
[525] Daha önce geçmişti. Bk. 1/155.
[526] Ahmed, 6/404. Senedinde zayıf ve meçhul iki râvi vardı
[527] Müslim, 1775. Ayrıca bk. 1/116.
[528] Buharî, 24/54.
[529] Musa b. Ukbe, Megâzf'de, Abdurrahman b. Kâ'b b.
Mâlik'ten rivayet etmiştir FÎîthu'l-Bâri'dc (5/168): "Râvİleri sikadır,
ancak mürseldir. Bazıları mevsûl demişlerdir, ama bu doğru değildir."
denilmektedir.
[530] Ebu Davud, 3057; Tirmizî, 1577; Ahmed, 4/162. Senedi
hasendir. Tirmizî, "Hadis, hasen-sahihtir." demiştir.
[531] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/188-190.
[532] Buharı, 57/19; Müslim, 1059. Enes b. Mâlik'ten.
[533] Buharı, 97/49. Amr b. Tağlib'den.
[534] Buharı, 57/19. Amr b. Tağlib'den.
[535] Buharı, 97/23; Müslim, 1064. Ebu Saîd el-Hudrî'den.
[536] Ebu Davud, 2980; Nesâî, 7/130, 131.
[537] Ebu Davud, 2983. Senedinde Ebu Cafer er-Râzî vardır.
Hafızası iyi olmadığı için zayıf bir râvidir.
[538] Buharı, 65/59 (3); Müslim, 1757.
[539] Ebu Davud, 2953; Ahmed, 6/25, 26. İsnadı
sahihtir.
[540] Buharî, 57/7; Müslim, 2133; Ebu Davud, 2949; Ahmed, 2/314.
[541] Sad, 38/39.
[542] Haşr, 59/7-10.
[543] Ahmed, 292. Senedinde zayıf râvi olan Muhammed b.
Müyesser vardır.
[544] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/190-196.
[545] Ebu Davud, 2761; Ahmed, 3/487, 488. Senedi sağlamdır.
[546] Ahmed, 6/8; Ebu Davud, 2758. İsnadı sahihtir.
[547] Mümtahine, 60/10.
[548] Bk. ei-hâbe, 4/318.
[549] Enfâl, 8/58.
[550] Tirmizî, 1580; Ebu Davud, 2759; Ahmed, 4/111, 113,
386. Amr b. Abese'den, isna sahihtir.
[551] Müslim, 1787.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/196-197.
[552] Ahmed, 6692; Ebu Davud, 2751; İbn Mâce, 2685. Amr b.
Şuayb—babası—dedesi I lıyla. Senedi hasendir. İbn Mâce'nin (2683, 2684) rivayet
ettiği İbn Abbas ve Ma' Yesâr hadisinden şahidi vardır.
[553] Buharı, 56/67; Müslim, 336; Muvatta, 1/152; Tirmizî,
1579; Ahmed, 6/343.
[554] Ahmed, 4/197, Amr b. Âs'tan, senedinde meçhul bir râvi
vardır. Yine Ahmed b. Hanbel (2/365), Ebu Hureyre'den bir başka hadis rivayet
etmektedir. Bu rivayetin senedi hasen-dir. Hâkim, sahih kabul etmiştir.
[555] Senedi hasendir. Kaynaklan için 59. nota bakınız.
[556] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/197-198.
[557] Tirmizî, 623; Ebu Davud, 3029; Ahmed, 5/230, 233, 247;
Nesâî, 5/25, 26; İbn Mâce, 1803. A'meş—Ebu Vâil—Mesrûk—Muaz b. Cebel kanalıyla,
ibn Hibbân (794) ve Hâkim (1/398) hadisi sahih bulmuşlar, Zehebî de buna
katılmıştır. Hafız İbn Hacer, ei-Telhîs'dc (2/152) şöyle demiştir:
"Mesrûk'un, Muaz'dan işitmediği söylenir. İbn Hazm bunu ortaya koymak
için aşın çaba göstermiştir." İbn Kattan: "O (söz) ihtimal üzerine
kurulmuştur. Cumhurun görüşüne göre hadisinin mevsûl olduğuna hükmetmek
gerekir." der. İbn Abdilber, et-Temhîd'de: "îsnadi muttasıldır,
sahihtir, sabittir." der. Ebu Ubeyd'in (el-Emvâl, s. 27), bu konu ile
ilgili, Urve b. Zübeyr'den bir rivayeti vardır.
[558] Muvatla, 1/279. Senedi sahihtir.
[559] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/198-201.
[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/201-202.
[561] Hafız İbn Hacer, Feîhu 7-öârfve et-Takrib'de Hıdam
şeklindedir. Ebu Davud ve Nesâî'de ise Hizam şeklinde zabdedümiştir.
[562] Buharı, 67/42; Muvaiıa, 2/535; Ebu Davud, 2101; Nesâî,
6/86. Müslim îahric etmemiştir.
[563] Ebu Davud, 2096; İbn Mâce, 1875; Ahmed, 1/273. Senedi
sahihtir. Ebu Davud ve Beyha-* kî'nin hadisin mürsel olduğunu söylemeleri ehli
tahkik ulemaca makbul değildir. Nesâî (6/87); ve Müsned'de (6/136) oiay şöyle
anlatılır: Bîr genç kız Hz. Âişe'nin yanına girdi ve: "Babam beni,
şerefini yüceltmek için gönlüm olmadığı halde kardeşinin oğluna verdi."
dedi. Hz. Âişe: "Otur. Rasûlullah gelsin." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
geldi ve durumu ona anlattı. Peygamberimiz babasını çağırttı ve yetkiyi kıza
verdi. Kız da: "Ya Rasûlatlah, babamın yaptıklarını onayladım. Ancak bu
halimle, babaların kızları üzerinde bir yetkileri olmadığını insanlara
öğretmek istedim." dedi. Senedi sahihtir.
[564] Buharı, 67/41; Müslim, 1419; Tirmizî, 1107, 1109; Ebu
Davud, 2092, 2093; Nesâî, 6/85. Ebu Hureyre'den.
[565] Müslim, 1421 \Muvaita, 2/524; Tirmizî, 1108; Ebu
Davud, 2098; Nesâî, 6/84; İbn Abbas'tan.
[566] Tirmizî, 1163, 3087; İbn Mâce, 1851. Tirmizî:
"Hasen-sahihtir." demiştir. Ahmed b. Han-bel'in Müsned'mde (5/72, 73)
bir şahidi bulunmaktadır.
[567] Müsüm.l421;Tırnü*1108; Muvatta. 2/524; Ebu Davud,
2098; Nesâî, bas'tan.
[568] Ebu Davud, 2873.
[569] Nisa, 4/127.
[570] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/205-209.
[571] Ebu Davud, 2083; Tirmizî, 1102; İbn Mâce, 1879. İbn
Hibbân (1248) ve Hâkim (2/168), hadisin sahih olduğunu söylerler. Beyhakî
(7/105, 107) ve Hafız İbn Hacer, {et-Telhis, 2/156, 157) hadise dair uzun söz
ederler.
[572] Hadis çeşitli tarik ve şahidleri Ue sahihtir. Bk.
Ahmed, 4/398, 413, 418; Tirmizî, 1101, 1102; Ebu Davud, 2085, Beyhakî, 7/107.
Ebu Musa el-Eş'arî'den. İbn Hibbân (1243, 1244, 1245) ve Hâkim, (2/169) hadisi
sahih kabul ederler. Hâkim, hadisinçeşitli tariklerinin tah-ricinde sözü
uzatır. Hadisin mevsûl mü, mürsel mi olduğunda ihtilâf edilmişse de Hâkim, bu
konuda pek çok sahabîden rivayetin sabit ve sahih olduğunu söyler. Bk.
Nasbu'r-Râye, 3/183, 190.
[573] İbn Mâce, 1882. Ebu Hureyre'den. Senedi hasendir.
[574] Ahmed, 5/8, 1!, 12, 18; Ebu Davud, 2088; Tirmizî,
1110; Nesâî, 7/314. Tirmizî; "hasendir." demiş. Ebu Zür'a, Ebu
Hatim, Hâkim, (2/174, 175) ve Zehebî ise sahih kabul etmişlerdir.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/210.
[575] Ahmed, 4099, 4100, 4276; Ebu Davud, 2114-2116; Nesâî,
6/121, 123; Tirmizî, 1145; İbn Mâce, 1891. îbn Mes'ûd'dan rivayet ederler: ibn
Mes'ûd'a, mehirden söz etmeden evlenip zifafa girmeden ölen bir kadın hakkında
sorarlar. O da: "Kadına ne az ne de çok, emsal mehri gerekir. İddet
bekler, mirastan da hakkı vardır." der. Ma'kıl b. Sinan: "Hz.
Peyamber, (s.a.) bizden bir kadın olan Berve bt. Vâşık hakkında aynen senin
hükmettiğin
gibi hükmetti."
deyince, İbn Mes'ûd buna çok sevinir. İsnadı sahihtir. Tirmizî, İbn Hibbân
(1263, 1264), Hâkim (2/180) ve Zehebî hadisi sahih bulmuşlardır. Hâkim, bu
hadisin akabinde Harmele b. Yahya'dan şunu naklediyor: İmam Şafiî'yi şöyle
derken işittim: "Eğer Berve bt. Vâşık hadisi sahih olsa, onunla amel
ederdim." Hâkim, devamla şöyle diyor: Hocam Hafız Ebu Abdillah Muhammed b.
Yakub'u şöyle deYken işittim: Eğer Şafiî'nin yanında olsaydım, ashabı huzurunda
kalkar ve: "Hadis sahihtir, onunla amel et." derdim. Hattâbî:
"Bu hadiste, hakkında nas bulunmayan konularda ictihad etmenin cevazına
delil vardır..." der.
[576] Ebu Davud, 2117. Senedi hasendir.
[577] Bunların delilleri, Muvaita (2/527)'deki sahih senedle
rivayet edilen hadistir şöyle ki: Ubey-dullah b. Ömer'in kızı —ki annesi Zeyd
b. el-Hattâb'ın kızıdır—, Abdullah b. Ömer'in bir oğlunun nikâhı altında idi.
Kocası öldü. Zifafa girmemiş, mehir de söylemişti. Annesi mehrini istedi.
Abdullah b. ömer: "Onun mehir hakkı yoktur, eğer olsaydı vermemezlik edip
de ona zulmetmezdik." dedi. Kadın onun bu sözünü kabule yanaşmadı ve
aralarında Zeyd b. Sâbit'i hakem kıldılar. O da: "Mehirde hakkı yoktur,
fakat mirasçıdır." diye hükmetti.
[578] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/210-212.
[579] Ebu Davud, 2131, 2132. îbn Kayyim, Tehzîbu's-Sünen'de
(2044), bu hadisin senedinde, hükmünde, sahabî râvinin isminde çelişkiler
olduğunu söyler... Hattabî, bu hadisle hiçbir fakihin amel ettiğini bilmediğini
ve haberin mürsel olduğunu, hür bir kadından olan veled-i zinanın hür
olacağında yine hiçbir âlimin ihtilâf etmediğini belirtir. Bu takdirde nasıl
onu köle yapacağını sorar.
[580] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/212-213.
[581] Buharî, 54/6; Müslim, 1418; Ukbe b. Âmir'den.
[582] Buharî, 54/6; Müslim, 1408; Muvatta, 2/900.
[583] Buharî, 54/6; Müslim, 1413; Ebu Hureyre'den.
[584] Ahmed, 2/176, 177. Senedinde Îbn Lehîa vardır.
[585] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/213-214.
[586] Müslim, 1415 (60); Ahmed, 2/35.
[587] Buharı, 67/28; Müslim, 1415; Muvatta, 2/535.
[588] Müslim, 1416; Nesâî, 6/112.
[589] Ebu Davud, 2075; Ahmed, 4/94. Senedi sağlamdır.
[590] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/215-216.
[591] Hadisin sahih olduğunu Tirmizî, İbnu'l-Kattân ve İbn
Dakik el-ld söymislerdir.
[592] Ahmed, 2/323; Beyhakî, 7/208. Müellifin de söylediği
gibi senedi hasendır.
[593] Ahmed, 660, 671. Tirmizî, 1119; İbn Mâce, 1935;
Beyhakî, 7/208. Senedinde zayıf bir r. olan Haris el-A'ver varsa da şahitleri
ile güçlenmektedir.
[594] İbn Mâce, 1936; Hâkim, 2/199; Beyhakî, 7/208. Senedi
hasendir. Hâkim sahih olduğu söyler, Zehebî ona katılır. Ayrıca şahitleri
vardır. Bk. İbn Mâce, 1934; Tırmızı, 1119.
[595] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/217.
[596] Müslim, 1406 (22). Sebre b. Ma'bed el-Cühenî anlatır:
Fetih günü Rasûlullah (s.a.) ile beraberdim. O şöyle buyurdu: "Ey
insanlar! Size kadınlardan müt'a nikahıyla istifade için izin vermiştim.
Biliniz ki, Allah Teâlâ onu, kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında
mut'a nikâhı ile kadın bulunuyorsa onu bıraksın." Başka bir rivayette de:
"Rasûlullah bize Fetih gününde, Mekke'ye girdiğimizde müt'a ile emretti
(izin verdi), sonra henüz
oradan çıkmamıştık ki, bize
onu yasakladı." buyurmuştur.
[597] Mâide, 5/87. Buharı, 65/5 (9); Müslim, 1404.
[598] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/218-219.
[599] Muvatta, 1/348, 349; Müslim, 1409.
[600] Ahmed, 6/393; Tirmizî (841): "Hadis
hasendir." demiştir.
[601] Müslim, 1411; Ebu Davud, 1843; Tirmizi 854; İbn Mâce,
1964.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/219-220.
[602] Nûr, 24/3.
[603] Nûr, 24/34.
[604] Nİsâ, 4/25.
[605] Nûr, 24/26.
[606] Ebu Davud, 2051; Nesâî, 6/66, 67; Tirmizî, 2176;
Beyhakî, 7/153. Senedi hasendir. Hakim (2/166) ve Zehebî sahih bulmuşlardır.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/220-221.
[607] Sakîı eşrafından Gaylan b. Seleme es-Sekâfî'dir.
Tâif'in fethinden sonra oğullan ile birlikte müslüman olmuştur. el-Merzubanî,
Mu'cemu'ş-Şuarâ'da: "Eşraftandır, şairdir, ca-hiliye döneminde Kays
hâkimlerindendi." der. Ayrıca hayatı için bk. îbn Sa'd, Tabakât, 5/371;
İsâbe, 6918 (20).
[608] Şafiî, 2/351; Ahmed, 4609, 4631; Tirmizî, 1128; İbn
Mâce, 1953. İbn Hibbân (3277) sahih olduğunu söylemiştir.
Hadis hakkında bilgi
için ayrıca bk. Sübülü's-Selâm, 3/175, 176. Hadisin başka şahitleri de vardır.
Darakutnî (s.404) de Nevfel b. Muâviye'den tahric edilmiştir. O şöyle
anlatıyor: Müslüman oldum, nikâhım altında beş kadın vardı. Hz. Pey-gamber'e
sordum: "Birinden ayrıl, dördünü tut." buyurdu. Ve yine Kays b.
el-Hâris anlatıyor: Nikâhım altında sekiz kadın ile müslüman oldum. Hz.
Peygamber'e (s.a.) durumu haber verdim. "İçlerinden dördünü tut."
buyurdu. Bu iki hadisin senedleri zayıfsa da şevahid olarak bunun bir zararı
olmaz.
[609] Ebu Davud, 2243; tbn Mâce, 1950; Tirmizî, 1129;
Dârakutnî, s. 404; Beyhakî, 7/184. Tirmizî, hasen, İbn Hibbân (1276) ise sahih
bulmuşlardır.
[610] Tirmizî, 1111; Ebu Davud, 2078: Câbir'den.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/221-222.
[611] Felhu'l-Bari, 7/67-68; Müslim, 2449; Ebu Davud, 2071:
Misver b. Mahreme'den.
[612] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/222-24.
[613] Buharı, 67/20; Müslim, 1444, 1447, Muvatra, 2/601;
Tirmizî, 1146. Hadis Hz. Âişe, İbn Abbas ve Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.
[614] İsrâ, 17/31.
[615] Bakara, 2/223.
[616] Bakara, 2/187.
[617] Nisa, 4/22.
[618] Nisa, 4/23.
[619] Bakara, 2/226-227.
[620] Fethu'l-Bârî, 8/409; Müslim, 1445. Benzer rivayetleri
de vardır.
[621] Hidâye'de rivayet edilen bu hadisi, tahririni yapan
Zeylâî, bulamadığını söylemiştir. Bk. Nasbu'r-Râye, 3/168. Buharı ve Müslim,
Ümmü Habîbe'den şunu rivayet etmişlerdir. Ra-sûlullah'a: "Ey Allah'ın
Rasûlü, kız kardeşimi nikâhla!" dedim. O: "Bu hoşuna gider mi?"
dedi. Ben de: "Ben senin bir tanen değilim. Bana hayırda ortak olacakların
en sevimlisi kız kardeşimdir." dedim. Rasülü Ekrem: "O bana helâl
olmaz." buyurdu. (Müslim, 1449)
[622] Muvatia, 2/532; Buharı, 67/28; Müslim, 1480; Ebu
Davud, 2065-2066; Tirmizî, 1126; Nesâî, 6/96, 98. Ebu Hureyre'den.
[623] Nisa, 4/25.
[624] Bakara, 2/221.
[625] Meryem, 19/62.
[626] Buharı (Fethu'l-Bârî), 9/356. Hz. Âişe şöyle der:
Berîre hakkında üç hüküm (sünnet) va-rid olmuştur: "Birisi azad
edildiğinde kocasını seçip seçmeme konusunda muhayyer kılınması..." Yine
Buharı (9/359) İbn Abbas'tan şunu rivayet eder: Berîre'nin kocası Mugîs adında
bir köle idi. Ben onun Berîre arkasında dolandığını, göz yaşları sakalından
aşağı akarak ağladığını hâlâ görür gibiyim. Hz. Peygamber (s.a.) Abbas'a:
"Ey Abbas! Mu-gîs'in Berîre'ye olan sevgisine Berîre'nin ise Mugîse olan
nefretine şaşmaz mısın?" buyurdu. Sonra Berîre'ye: "Keşke kocana
dönsen!" dedi. Berîre: "Ya Rasûlallah! Bu bir emir-mi?" dedi.
Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır!" deyince Berîre: "Benim ona
ihtiyacım yok." dedi.
[627] Müslim, 1456.
[628] Ahmed, 4/127; Tirmizî, 1564. Râvileri sikadır. Yalnız
Ümmü Habîbe bt. Irbâz meçhuldür. Hadis, şahitleri ile birlikte sahih
olmaktadır.
[629] Ebu Davud, 2158; Ahmed, 4/108. Senedi sahihtir.
[630] Ahmed, 4/109. Senedi sahihtir.
[631] Ebu Davud, 2157. Senedinde hafızası iyi olmayan Şerik
el-Kâdî vardır. Hadisi şevahid konusunda hasendir. İbn Hacer isnadını hasen
bulurken, Hâkim (2/195) sahih kabul etmiştir.
[632] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/225-238.
[633] Ahmed, 1876, 2366, 3290; Ebu Davud, 2240; Tirmizî,
1143; tbn Mâce, 2009; Darakutnî, s. 396; Hâkim, 3/638-
639; Musannef, 12644.
Hadis şahitleri ile birlikte (Musannef, 12647; Tahavî, Şerhu Meâni'l-Asâr,
2/149} kuvvet kazanmakta ve sahih olmaktadır. Ahmed, 6938; Tirmizî, 1142; İbn
Mâce, 2010; Darakutnî, s. 396 ve Beyhakî, 7/188'de tahric edilen; "Hz.
Peygamber, kızı Zeyneb'i Ebu'I-Âs b. er-Rebî'e yeni bir nikâhla verdi.11
şeklindeki hadis zayıftır. Çünkü senedinde, tedlisçi ve güvenilemeyen Haccâc b.
Ertât vardır. Rivayetinin hemen akabinde İmam Ahmed der ki: Bu hadis zayıftır.
Haccâc, Amr b. Şuayb'dan işit-memiştir. Aksine Muhammed b. Ubeyd el-Arzemî'den
işitmiştir. Arzemî'nin hadisi on para etmez. Bu konudaki sahih hadis, "Hz.
Peygamber'in (s.a.) onları ilk nikâhları üzere bıraktığını" İfade eden
hadistir.
[634] tfade Tirmizî'ye aittir. İbn Mâce'de "iki sene
sonra" şeklindedir. Ayrıca bk. İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 2/511;
Nasbu'r-Râye, 3/212 (dipnot).
[635] Ebu Davud, 2239; İbn Mâce, 2008. İbn Hibbân (1280) ve
Hâkim (2/200) sahih olduğunu söylemişlerdir. Zchebî de bu görüştedir.
[636] Tirmizî, 1144; Ebu Davud, 2238.
[637] Kitabın aslında bu isim Tirmizî şeklindedir. Müellif
hatası olmalıdır.
[638] Muvarta, 2/545. Hadisteki inkıta için bk. hâbe, 4/426
(1228).
[639] Muvatta, 2/545: İbn Şihâb'dan.
[640] Her iki haber de Muhatta (7/314)'dadır. İkisi de
sahihtir;
[641] Mümtahine, 60/10.
[642] Muvatta, 2/543-544.
[643] İbn Hişâm, 2/418.
[644] İsnadı sahihtir. Bk. Muhallâ, 7/313.
[645] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/238-243.
[646] Buharı, 67/96; Müslim, 1438; Ebu Davud, 2172; Muvatta,
2/594; Tirmizî, 1138; Nesâî, ' 6/107.
[647] Ebu Davud, 2171; Ahmed, 3/33; 51, 53; Tirmizî, 1136;
Beyhakî, 7/230.
[648] Buharı, 67/96; Müslim, 1440; Tirmizî, 1137; Ebu Davud,
2173.
[649] Müslim, 1440; Câbir'den.
[650] Müslim, 1439; Ebu Davud, 2173; Ahmed, 3/312, 386; Beyhakî,
7/229.
[651] Müslim, 1443.
[652] Ahmed, 1/31; İbn Mâce, 1928. Senedinde zayıf bir râvi
olan İbn Lehîa vardır
[653] Senedinde zayıf ola.n İbn Lehîa vardır.
[654] Tekvîr, 81/8.
[655] Müslim, 1442.
[656] Müslim, 1438 (131).
[657] Bk. îbn Hazm, Muhatla, 10/71.
[658] Kaynaklan için dipnot: 2. Hadisin şahidi vardır,
sahihtir.
[659] Râvilerj sikadır.
[660] Beyhakî, 7/230-231.
[661] Bk. Mü'minûn, 23/12-14. âyetler. Hz. Ali'nin saydığı
bu devreler, âyette sözü edilen devrelerd
[662] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/245-250.
[663] Müslim, 1442; Muvatta, 2/608; Ebu Davud, 3882;
Tirmizî, 2078; Nesâî, 6/106, 107. Cü-dâme bt. iVehb'den.
[664] Ebu Davud, 3881, 3882; Ahmed, 6/453, 457, 458; İbn
Mâce, 2012; İbn Hibbân, 1304.
[665] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/250-251.
[666] Buharî, 67/101; Müslim, 1461; Muvatta, 2/530; Ebu
Davud, 2124; Tirmizî, 1139.
[667] Müslim, 1460; Muvatta 2/529; Ebu Davud, 2122.
[668] Tirmizî, 1140; Ebu Davud, 2134; Nesâî, 7/64; Dârimî,
2/144; İbn Mâce, 1971. İsnadı sag-- lamdır. İbn Hibbân (1305), Hâkim (2/187) ve
Zehebî sahih kabul etmişlerdir.
[669] Buharî, 67/97; Müslim, 2445, 2770.
[670] Buharî, 67/98; Müslim, 1463.
[671] Ebu Davud, 2135. Senedi hasendir.
[672] Müslim, 1462.
[673] Nisa, 4/128.
[674] Buharî, 67/95; Müslim, 3021.
[675] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/251-256.
[676] Müslim, 1441.
[677] Ebu Davud, 2157; Hâkim, 2/195. Ebu Saîd el-Hudrî'den
"Sahih li-gayrihi"dir. Daha önce geçti.
[678] Ahmed, 4/108; Ebu Davud, 2158; Tirmizî, 1131. Senedi
sahihdir.
[679] Ahmed, 4/127; Tirmizî, 1564. Senedi, şevahid konusunda
hasendir.
[680] Hanefî imamlarından Ebu Yûsuf'a göre ise fâsiddir. Bk.
Hidâye, 1/194.
[681] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/256-257.
[682] Buharı, 67/13; Müslim, 1365.
[683] Bu konu için bk. Hayber Gazası, 3/393-394.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/259.
[684] Ebu Davud, 2096; tbn Mâce, 1875;.Ahnied, 2469. Senedi
sahihtir.
[685] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/260.
[686] Hucurât, 49/13. i
[687] Hucurât, 49/10. •
[688] Tevbe, 9/71. '
[689] Âl-i İmrân, 3/195.
[690] Takva: Allah'ın emirlerini yapmak suretiyle, rızasını
kaybetmekleri; yasaklarından mak suretiyle de gazabına uğramaktan sakınmaktır.
[691] Ahmed, 5/411. İsnadı sahihtir.
[692] Buharı, 78/14; Müslim, 215; Ahmed, 4/203. Buharı
ayrıca el-Edebu'1-Müfred (897)'de Ebu Hureyre'den merfû olarak şunu nakleder:
"Kıyamet gününde benim dostlarım takva sahipleridir. Bazıları neseb
itibarı ile diğerlerinden daha yakın olsa bile bu böyledir. İnsanlar bana
amellerle gelmezler ve siz dünyayı omuzlarınızda taşıyarak gelirsiniz de
"Ya Muhammedi" der, imdal istersiniz. Ben de ^öyle ve şöyle:
"Hayır!" derim. (Hz. Peygamber (s.a.) bunu söylerken de) her iki
yanından da yüz çevirdi. Hadisin senedi hasendir.
[693] Tirmizî(1085): Hasen-garîb, demiştir. Hadisin
şahitleri vardır: Bk. Tirmizî, 1084; İbn Mâce, 1967; Hâkim, 2/164, 165.
[694] Ebu Davud, 2102. Hâkim (2/164) ve Zehebî sahih kabul
etmişlerdir.
[695] Müslim, 1480.
[696] Nûr, 24/26.
[697] Nisa, 4/3.
[698] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/260-262.
[699] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/262-264.
[700] Buharı, 49/10, 50/1 ve daha başka yerlerde; Müslim,
1504; Tirmizî, 2125, 2126; Ebu Da-vud, 2231-2233, 2235, 3929.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/264.
[701] Müslim, 1510.
[702] Fussilet, 41/46.
[703] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/264-269.
[704] Söibe: Üzerinde âzad eden lehine velâ hakkı olmamak
şartı ile âzad edilen köle demektir.
[705] Buharı, 85/26; Müslim, 1614.
[706] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/269.
[707] Ebu Davud, 2236.
[708] Ahmed, 6/180. Senedi hasendir.
[709] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/270.
[710] Nesâî, 6/161.
[711] Ahmed, 4/66, 5/378. Senedinde zayıf ve meçhul iki râvi
vardır. Sünen-i NesâVde bulamadık. Herhalde es-Sünenü'I-Kübrâ'sında olmalıdır.
[712] İsnadı zayıftır.
[713] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/270-276.
[714] Bakara, 2/230.
[715] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/276-277.
[716] Buharı, 51/30; Müslim, 1620.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/277.
[717] "Neşş" yarım okıyyedir. Bir okıyye kırk
dirhemdir.
[718] Müslim, 1426.
:
[719] Tirmizî, 1114; Ahmed, 285, 287, 340; Nesâî, 6/117; Ebu
Davud, 2106. Senedi hasendir.
[720] Buharî, 67/51.
[721] Ebu Davud, 2110; Ahmed, 3/355. Senedinde Musa b.
Müslim vardır. Doğrusu Salih b. Rûman olacaktır. Ebu Hâlim: "O
meçhuldür." demiştir. Ezdî, onu zayıf kabul etmiştir. Hadiste
Ebu'z-Zübeyr'in tedlisi de vardır. Ebu Davud, Câbir'den mevkuf olarak rivayet
edildiğini söylemiştir.
[722] Tirmizî, 1113; İbn Mâce, 1888. Senedinde zayıf bir
ravi olan Âsim b. Ubeydullah vardır.
[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/279-280.
[724] Ahmed, 6/82, 145; Hâkim, 2/178. Senedinde İbn Şahbere
vardır. İsmi İsa b. Meymûn el-Vâsıtî'dir. Buharı: "Onun hadisleri
münkerdir." demiştir. Diğer râvileri sikadır, tbn Hib-bân (1256), Hz.
Âişe'den başka bir tarikle: "İşini kolaylaştırması, mehrinin az olması kadının
uğur ve bereketindendir." şeklinde tahrîc etmiştir. Senedi hasendir. Ebu
Davud (2117), Ukbe b. Âmir'den: "En hayırlı nikâh, kolay olanıdır."
şeklinde rivayet etmiştir. Senedi sağlamdır, ibn Hibbân onu sahih bulmuştur.
İbn Hibbân'ın İbn Abbas'tan rivayeti ise: "Kadınların en hayırlısı, mehir
bakımından kolay olanıdır." şeklindedir. Senedinde zayıf bir râvi olan
Recâ b. el-Hâris vardır. Diğer râvileri sikadır.
[725] Buharı, 67/50; Müslim, 1425.
[726] Nesâî, 6/114. İsnadı sahihtir.
[727] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/280-282.
[728] Ahmed, 3/493; Beyhakî, 7/214. Senedinde Cemil b. Zeyd
et-Tâî el-Basrî vardır. Zayıflığında ittifak edilmiştir. Bu hadisi yalnız
başına rivayet etmiştir. Ondan rivayette bulunanlar, bu hadisten dolayı
muztarib olmuşlardır.
[729] Muvatta, 2/526; Musannef, 10679; Beyhakî, 7/214.
Râvileri sikadır. İmam Ahmed nazarında isnadı sahihtir. Çünkü o, Saîd b.
Müseyyeb'in Hz. Ömer'den işittiğini kabul eder.
[730] Beyhakî, 7/215.
[731] Talâk, 65/1.
[732] Ebu Davud, 2196; Musannef, (11335). İbn Cüreyc, bana
Hz. Peygamber'in (s.a.) mevlâsı (azadhsı) Ebu Râfi1 oğullarından biri haber
vermiştir. O da ikrime'den, O da İbn Abbas'-.tan... şeklinde. Hadisin senedi
zayıftır. Çünkü Ebu Râfi'in oğlu kimse tarafından bilinmemektedir, meçhul
râvinin rivayeti hüccet olmaz.
[733] Bk. Musannef; 10720, İ0722-10725; Dârakutnî, s. 418.
[734] Musannef, 10346. Râvileri sikadır.
[735] Beyhakî, 7/215; Musannef, 10677. Senedi sahihtir.jj
[736] Senedi sahihtir.
[737] Abdürrezzak, Musannef, 10685.
[738] Müslim, 1480;
lâlik, 2/580; Şafiî, Risale, 856. Müslim, 1480; lâlik, 2/580; Şafiî, Risale, 856.
[739] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/283-288.
[740] Bk. îbn Ferce el-Kurtubî, Akdiyetu'r-Rasûl, s. 73. İbn
Habîb, Abdülmelik b. Habîb b. Süleyman b. Harun el-Endelûsî'dir. Mâliki olan
İbn Habîb muhaddis, fakih ve dilcidir. Hicrî, 238'de ölmüştür. Bk. Zehebî,
Tezkiretü'l-Huffâz, 2/107, 108; Siyer-i A'lâmi'n-Nübelâ, 8/169, 171.
[741] Buharı, 69/6 ve daha başka yerler; Müslim, 2727.
[742] Ahmed, 6/352. İsnadı sahihtir.
[743] Ahmed, 6/347. İsnadı sahihtir.
[744] Bakara, 2/228.
[745] Nisa, 4/34.
[746] Kaynaklan geçti. Hadis sahihtir.
[747] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/289-291.
[748] Ebu Davud, 2228. Senedi hasendir. Şahidi için bk.
Nesâî, 6/186.
[749] Nisa, 4/35.
[750] Musannef, 11885; Taberî, 5/45. Râvileri sikadır.
[751] Şafiî, Müsned, 2/362; et-Ümm, 5/177; Taberî, 9407;
Musannef, 11883; Beyhakî, 7/305, 306. İsnadı sahihtir.
[752] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/291-293.
[753] Buharî, 68/12.
[754] Nesâî, 6/186. Senedinde sadece İbn Hibbân tarafından
tevsik edilen Şâzân b. Osman vardır. Diğer râvilerİ sikadır. Şahidi için bk.
Ebu Davud, 2228. Senedi hasen olan bu şahidle hadis güçlenmektedir.
[755] Ebıı Davud, 2225; Tirmizî, 1185. Senedi hasendir.
[756] Dârakutnî, s.
391, 392.
[757] Bakara, 2/229.
[758] Abdürrezzâk, Musannef, 11850. Senedi hasendir.
[759] Musannef, 11853. Râvileri sikadır.
[760] Hazm, Muhaliâ, 10/240; Musannef, 11851; Beyhakî,
7/31&.
[761] Musannef, 11844.
[762] Musannef, 11839-11840.
[763] Ek. Muhaliâ, 10/240.
[764] Kaynakları geçti. Bk. İbn Hazm, Muhaliâ, 10/240.
[765] Abdürrezzâk, Musannef, 11842.
[766] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/293-296.
[767] Musannef, 11797.
[768] Musannef, 11795.
[769] İbn Hazm, Muhal/â, 10/37, Râvileri sikadır. Aynca bk.
İbn Kesîr, 1/276; Musannef, 11858.
[770] İsnadı sahihtir. İbn Hazm, Muhallâ (10/237)'da
zikretmiştir.
[771] Musannef, 11771. Senedi sahihtir.
[772] Mâlik, Şafiî ve Beyhakî tahric etmişlerdir. Kitabın
alıntısı hatalıdır. Beyhakî'nin rivayetini esas alarak tercüme ettik. Bk.
7/316.
[773] Bakara, 2/229.
[774] Bakara, 2/230.
[775] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/296-300.
[776] Ebu Davud, 2194; Tirmizî, 1184; Dârakutnî, s. 432.
Hadisin senedinde Abdurrahman b. Habib vardır, tbn Hacer Teihîs'dç şöyle der:
"Onun hakkında ihtilâf edilmiştir." Nesâî: "Onun hadisleri
münkerdir." derken, başkaları onu sika bulurlar. Bu durumda hadis
ha-sendir. Hâkim (2/197,198) de hadisin sahih olduğunu söyler. Hadisin şahidleri
vardır. Bk. Telhîsu'l-Habîr, 3/209.
[777] îbn Mâce, 2045; Tahavî, Maânî'l-Âsör, 2/56; Dârakutnî,
797; Hâkim, 2/198; İbn Hibbân, 1498; Beyhakî, 7/356, İbn Mâce hariç hepsi de
Evzaî—Atâ—Ubeyd b. Umeyr—İbn Abbas senediyle rivayet etmişlerdir, tbn Mâce de
Ubeyd'i zikretmemiştir. Râvileri sikadır ve senedi sağlamdır. Nevevî, hadisin
hasen olduğunu söylemiştir.
[778] Ahmed, 6/276; Ebu Davud, 2193; İbn Mâce, 2046; Hâkim,
2/198; Beyhakî, 7/357. Senedinde -Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Salih vardır,
zayıftır. Diğer râvileri İse sikadır. Hâkim ve Beyhakî başka bir yoldan rivayet
etmişlerdir.
[779] Kaynaklan geçti. Bk. 1. Bölüm, Zina İtirafında Bulunan
Kimse Hakkındaki Hükmü.
[780] Kaynaklan geçti. Bk. Aynı yer.
[781] Buharî, 68/11. Buharî'nin muallak olarak zikrettiği bu
hadisi, Bağâvî, mevsûl olarak rivayet etmiştir. Hadisin tamamı şöyledir:
"Hz. Ömer'e zina etmiş deli bir kadın getirilmişti. Hâmile idi. Hz. Ömer
onu recmetmek istedi. Hz. Ali..." Ayrıca bk. Ebu Davud, 4398-4399; ibn
Hibbân, 1497; Ahmed, 6/100,101,144; Dârimî, 2/171; Nesaî, 6/156; ibn Mâce,
2041. Hâkim, (2/59) sahih kabul etmiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadisin
çeşitli rivayetleri vardır.
[782] Buharî, 68/11; Müslim, 127.
[783] Bakara, 2/284.
[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/303-306.
[785] Şafiî, 2/370, 371; Ebu Davud, 2206; İbn Hibbân, 1321;
Hâkim, 2/199, 200; Dârakutnî, s. 438; Ahmed, 2387.
[786] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî,
7/358-359.
[787] Hadiste geçen "kaylûle" kelimesi; öğle
uykusu, gündüz istirahatı demektir. Hadis: "Talâk durup dinlenme tanımaz.
Her halükârda hükmü İcra edilir." anlamında olmalıdır.
[788] Gâzî b. Cebele hakkında Buharı; "Mükreh'İn talâkı
konusundaki hadisi münkerdir." der. Safvan b. imrân hakkında Ebu Hâlim:
"Sağlam değildir." ifadesini kullanır. Buharı ise: "Hadisi münkerdir.
Ona güvenilmez." der.
[789] Saîd b. Mansûr, Sünen, 1/276.
[790] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî,
7/358-359.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/306-310.
[791] Nisa, 4/43.
[792] Buharı, 64/11.
[793] Râvileri sikadır.
[794] Musannef, 12309. Senedi sahihtir.
[795] Bk. tbn Hazm, el-Muhallât 10/210.
[796] Râvileri sikadır. Bk. Beyhakî, 7/359; el-Muhallâ,
10/209.
[797] Râvileri sikadır. Bk. el-Muhallâ, 10/209.
[798] Abdürrezâk, Musannef inde (13542), Ma'mer—Eyyûb—İkrime
senediyle tahric etmiştir: "Hz. Ömer İçki cezası hakkında istişarede
bulunmuştu. Şöyle dedi: "İnsanlar içkiye düştüler ve cür'etkârhga
başladılar. (Ne öneriyorsunuz)?" Bunun üzerine Hz. Ali şöyle dedi:
"Sarhoş..." Ayrıca bk. Mt/vatıa, 2/842; Beyhakî, 8/321.
[799] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/310-314.
[800] Az önce geçti.
[801] Ebu Davud, 2193 (2/642)
[802] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/314-315.
[803] Tirmizî, 1181. Senedi hasendir.
[804] Ebu Davud, 2190. Senedi hasendir.
[805] İbn Mâce, 2048. Senedi hasendir.
[806] Râvİleri sikadır..
[807] Ahzâb, 33/49
[808] Musannef, 11468; Beyhakî, 7/320. Beyhakî'nin
rivayetinde: "lb_n Mes'ûd bunu söylememiştir. Eğer söyiemişse, bu bir
âlimin sürçmesi kabilindendir." şeklindedir.
[809] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/315-317.
[810] Buharı, 68/1 ve daha başl.a yerlerde; Müslim, 1471.
[811] Talâk, 65/1.
[812] Ahmed, 5524; Ebu Davud, 2185.
[813] Bakara, 2/236.
[814] Ahzâb, 33/49. Bk. Nesâî, 6/144.
[815] Talâk, 65/1.
[816] Nesâî, 6/142. Râvileri sikadır.
[817] Buharı, 68/7; Müslim, 1471.
[818] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/319-321.
[819] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/321.
[820] el-Muhallâ, 10/168. Râvilcri sikadır.
[821] Musannef, 10923, 10925. Râvileri sikadır.
[822] el-Muhailâ, 10/163.
[823] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/321-323.
[824] Buharı, 53/5; Müslim, 1718.
[825] Talâk, 65/1.
[826] Bakara, 2/269.
[827] Ebu Davud, 2185.
[828] Bakara, 2/230.
[829] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/323-329.
[830] Uakara, 2/230.
[831] Bakara, 2/228.
[832] Bakara, 2/241.
[833] İsnadı sahihtir. Bk. I nolu dipnot.
[834] Musannef, 10958. Râvileri sikadır.
[835] İbn Hazm, Muhallâ, 10/164. Senedi sahih değildir.
Müellif ileride açıklayacaktır.
[836] Musannef, 10964, 11344. İsnadı sahihtir. Ayrıca bk.
Dipnot: 8.
[837] Musannef, 10950. Helâl olanlar; temizken veya hâmile
iken boşaması, haram olanlar, da; hayızlı ik.n veya cinsi münasebetle bulunduğu
temizlik içerisinde boşamasıdır.
[838] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/329-332.
[839] Cerh ve ta'dîl imamlarından ona "kezzâb"
(yalancı) diyen birisine rastlamadık. Onlardan yapılan nakiller zayıf ve
meçhul olduğu şeklindedir. Bk. el-Mîzan, 1/227; Lisânııl-Mîzan, 1/394, 404.
[840] Müellif yanılmıştır. Çünkü hadisi İbn Kani', Zekeriyya
es-Sâcî'den, o da ondan rivayet etmiştir.
[841] Bakara, 2/236. İ29. Talâk, 65/1.
[842] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/332-339.
[843] Müslim, 1471 (3).
[844] Müellif, Vlamu 'l-Muvakhîn'de {4/153) Hâkim'in bu
sözünü İzah etmiş ve şöyle demiştir: Onun bundan maksadı istidlal ve ihticac
konusunda merfû hükmündedir, şeklindedir. Yoksa bir sahabî âyet hakkında bir
söz söyledi mi bizim "Bu söz Rasûlullah'ın sözüdür veya Rasûlullah
söylemiştir." diyebilmemiz manasına değildir. Başka bir İzahı daha vardır:
Onu Hz. Peygamber (s.a.) onlara açıklamış ve tefsir etmiştir manâsında
merfûdur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Allah Teâlâ'nın da "İnsanlara,
kendilerine indirileni açıklayasıni diye..." buyurduğu gibi, onlara
Kur'an'ı apaçık ve yeterli olacak biçimde açıklıyordu. As-habtan birisi bir
âyeti anlayamadı mı hemen soruyordu. O da ona açıklıyordu. Nitekim, Sıddîk:
"Kim bir kötülük işlerse onunla cezalandırılır." âyetini sormuş, Hz.
Peygamber {s.a.) de onlara mânasını açıklamıştı. Sahabeden birisi: "İman
edip de imanlarına bir zulüm karıştırmayanlar." âyetini; Ümmü Seleme,
"Onlar kolay bir hesaba çekilirler." âyetini sormuştu. Ve kolay
hesabın "arz" olduğunu ifade buyurmuşlardı. Hz. Ömer,
"Kelâ-le"yi sormuş ve onu Nisa sûresinin sonundaki âyete havale
etmişti... Bülün bu örnekler gerçekten pek çoktur. Onlar bize Kur'an tefsirini
nakilde bulunduklarında bazan Hz. Pey-gamber'den (s.a.) aldıkları lafızlarla,
bazan da mânası ile naklediyorlardı. Kendi ifadeleri ile tefsirleri, mâna ile
rivayet kabilinden oluyordu. Nitekim sünneti de bazan kendi lafzı ile, bazan da
mânası ile kendi ifade kalıplarına dökerek rivayet ediyorlardı. Bu, izah diğerinden
daha güzeldir. Müellif, sahabînin tefsirini alma gerekliliğini, "başka bir
sahabînin muhalefeti olmadığı zaman" şeklinde kayıtlamıştır.
[845] Kaynaklan geçıi. Sahihtir. Bk. Namazdan Sonraki
Tutumları, 1/276-280.
[846] Nur, 24/6.
[847] Tevbe, 9/101.
[848] Ahzab, 33/3].
[849] Buharı, 3/30; Müslim. 154. Rasûlullah (s.a.)
şöyle-buyurmuşiur: "Üç kimse vardır ki bunların sevapları iki kal
verilir: Ehli kitabtan bir adam. hem kendi peygamberine inanmış, sonra da
Peygamber'e (s.a.) yetişmiş ve ona inanmış, ona tâbi olmuş ve onu lasdik
etmişlir. Onun için iki kat sevap vardır. İkincisi, köledir. Hem Allah'ın
hakkını hem de efendi-İ1' sinin
hakkını yerine getirmiştir. Onun için de iki sevap vardır. Üçüncüsü bir adam
ki. bir cariyesi vardır, onu besleyip
büyüsmüş, gayet güze! terbiye etmiş, sonra da onu âzad ederek onunla
evlenmiştir. İşte onun da İki sevabı vardır."
[850] Ahzâb, 33/30.
[851] Bakara, 2/265.
[852] Buharı, (Fethu'1-Barî), 6/464; Müslim, 2802.
[853] Bakara, 2/228.
[854] Talâk, 65/1-2.
[855] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/339-344.
[856] Müslim, 1472; Ahmed, 1/314; Ebu Davud, 2199; Tahavî,
Şerhu Meâni'l-Âsâr, 2/32; Hâkim, 2/196. Hafız İbn Receb el-Hanbelî şöyle der:
Bu hadis hakkında İslâm âlimleri iki yo] izlemişlerdir.
Birincisi, İmam (Ahmed)
ve ona muvafakat edenlerin yolu: Buna göre hadisin isnadında şâzlık
bulunmaktadır. Tâvûs bu hadisle teferrüd etmiştir. Şahidleri yoktur. Her ne
kadar sika da olsa, râvinin bir hadisle teferrüdü, o hadisi malûl kılar ve
tevakkuf etmeyi gerektirir, eğer o hadisin manası sahih olan başka bir yoldan
da rivayet edilmemişse onun şâz ve münker olmasına sebep olur. Bu yaklaşım önce
geçen hadis imamlarına aittir. İmam Ahmed, Yahya b. Maîn, Yahya b. el-Kattân,
Ali b. el-Medînî bunlardandır. Bu hadisi İbn Abbas'tan Tâvus'-tan başkası
rivayet etmemiştir. Mansûr rivayetinde İmam Ahmed şöyle der: İbn Abbas'ın bütün
talebeleri, Tâvus'un rivayet etliğinin hilafını rivayet etmişlerdir.
el-Cüzcânî: "O şâz bir hadistir, ük zamanlarda bu hadisle çok ilgilendim,
fakat bir türlü ona bir mesned bulamadım," der... İbn Receb devam eder:
Bu hadisin râvisi oJmasına rağmen, İbn Abbas'ın bunun hilafına ve birden
verilen üç talâkın bağlayıcılığına dair fetva verdiği sahihtir. MuğnPde de zikredildiği
gibi İmam Ahmed ve Şafiî, bu yolla da hadisi tenkide lâbi tutmuşlardır. Bu
bile hadis için başlı başına bir illettir. Bir de şâz ve münker oluşu, ümmetin
İcmâına muhalif oluşu eklenince, durum nasıl olacaktır? Kadı İsmail,
Ahkâmu'l-Kur'ân. adlı eserinde şöyle der: "Tavus iyi hal ve faziletine
rağmen, münker şeyler rivayet eder. Bunlardan birisi de bu hadisiir." İbn
Receb: "Mekke âlimleri, Tâvus'un şâz sözlerden teferrüd ettiği rivayetleri
tepki ile karşılarlardı." der.
İkincisi İbn Râhûyeh'in
ve ona tâbi olanların yaklaşımıdır: Bu yaklaşım hadisin manasıyla ilgilidir ve
bu hüküm, zifaf gerçekleşmemiş zevcelere hamiedilmelidir. Bunu İbn. Mansûr.
İshâk b. Rahûyeh'den nakletmiştir. Havfî, el-Câmfde buna işareı etmiş; Ebu,
Bekr el-Hallâl ve Ebu Bekr el-Esrem Sûnen'inde buna dair bâb açmışlardır. Ebu
Davud'-daki (2199) hadis de buna delâlet etmektedir. Hadis Hammed b.
Zeyd—Eyyûb—birçok kimse—Tavus—İbn Abbas senediyle şöyledir: İbn Abbas: Kişi
zifaftan önce karışım Üç talâkla boşadığında bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu
Bekir devirleriyle. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz.
Ömer insanların talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce (ashaba): "Bu
talâkları aleyhlerine geçerli sayınız." dedi. Eyyûb, büyük bir imamdır.
Eğer, "O rivayet mutlaktır." denilirse, biz de iki delili
birleştiririz ve bu, zifaftan önceye aittir
deriz.
[857] Ebu Davud, 2196.
[858] Ahmed 1/265 (2387) Davud b. el-Huseyn, İkrime'den
rivayeti haricinde sikadır.
[859] Nur, 24/6-8.
[860] Sahihtir. Daha önce geçıi. Bk. 1. Bölüm, Katili
Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme ile Hükmü.
[861] Ebu Davud, 2199.
[862] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/344-348.
[863] Bakara, 2/236.
[864] Bakara, 2/227.
[865] Bakara,-2/236.
[866] Bakara, 2/241.
[867] Ahzab, 33/49.
[868] Buharı, 68/4; Müslim, 1492.
[869] Buharî, 68/4; Nesâî 6/148; Ebu Davud, 2309. Hz.
Aişe'den.
[870] Müslim, 1480 (38, 48).
[871] Müslim, 1482.
[872] Müslim, 1480 (44).
[873] Musannef, 11339; Dârakutnî, 433. Son derece zayıf
hatta bâtıl bir hadistir. Müellif yakn da açıklayacaktır.
[874] İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/169.
[875] Ebu Davud, 2206.
[876] Tirmizî, 1177.
[877] Ebu Davud, 2195; Nesâî, 6/212. Senedi hasendir.
[878] Asıl nüshada "İbn Cüreyc"dir; bu bir tahrif
olmalıdır. İbn Süreye: Büyük âlim, şeyhülislâm, Kadı Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ömer
b. Süreyc'dir. Bağdadhdır ve devrinde Şâfiîlerin imamıdır. Şiraz kadılığı
yapmıştır. Bağdat'da h. 360 senesinde ölmüştür. Eserlerinin sayısı dört yüz
kadardır. Bk. Tezkiretu'l-Hu/fâz, s. 811.
[879] Musannef, 11340; Beyhakî, 7/334.
[880] el-Muhatlâ, 10/172. Senedinde inkıta vardır.
[881] el-Muhallâ, 10/172 .
[882] Musannef, 11353. İsnadı sahmtır.
[883] Musannef, 11343. Râvilerİ sika, isnadı sahihtir.
[884] Ebu Davud, 2198. İsnadı sahihtir.
[885] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/348-354.
[886] Bk. Nisa, 4/65.
[887] Nisa, 4/59.
[888] Müslim, 1480 (41).
[889] Müslim, 1480 (40).
[890] Takrîb'de: "Sadûktur, hata eder. Bunun
gibilerinin hadisleri hasen sayılır." denilir. Ancak Tehzîb'dç:
"Hadisi Atâ el-Horasanî'den başkasından rivayet ediyorsa, itibar
görür." denilmiştir. Bu hadisi Atâ'dan rivayet etmiştir. Müellifin de
dediği gibi, hadis zayıftır.
[891] Tahdis ifadesinin açıklanması Ahmed'in rivayetindedir,
1/265.
[892] Bu hadisin kaynaklan daha önce geçti. Bk. 2. Bölüm,
Evlilikte Din Farkı.
[893] Ancak Ali b. el-Medinî şöyle der: "İkrime'den
rivayet ettiği münkerdir." Ebu Davud ise: "Hocalarından rivayetleri
doğrudur. îkrime'den plan rivayetleri ise münkerdir." der. Tak-rîb'dt:
"İkrime'den rivayetleri hariç sikadır." denilir.
[894] Bk. Mâlik, 1/34: Buharı {Fethu'i-Bârî), 1/239; Müslim,
279. Hadis şöyle: "Köpek birinizin kabından içerse, onu yedi defa
yıkasın." Müslim'in rivayetinde: "Köpek yaladığında,! o kabınızın
temizliği, yedi kere yıkanmasıyladır. Birincisi de; toprakla oğmak şeklinde-l
dir." denilir. Ebu Hureyre'nin fetvası, üç kere yıkanılması şeklindedir.
Bk. DârakutnîJ 1/66. Senedi sahihtir.
[895] Aksine Ali b. Hüseyin el-Vakıd, rical kitaplarından
öğrenildiğine göre hadisleri hasen olan| bir râvidir.
[896] Müslim, 1472 (16); Ebu Davud, 2200.
[897] Ebu Davud, 2199. Senedi sahihtir, daha önce geçti.
[898] Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. tbn Kayyım,
I'lâmu 'l-Muvakkîn, 3/30-40; îbn Kay-yim, îğasetü'l'Lehfân, 153-183;
ibnTeymiye, el-Fetâvâ, 3/13-25: Ebu Zehra, İbn Teymiyet s. 415 vd.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/354-365.
[899] Ebu Davud, 2187; Nesâî, 6/155; îbn Mâce, 2082; Hakim,
2/205. Senedindeki Ömer b. Muattİb zayıftır.
[900] Musannef, 12962.
[901] Musannef, 12963.
[902] Musannef, 12964.
[903] Musannef, 12956.
[904] Ebu Davud, 2189; Tirmizî, 1182; İbn Mâce, 2080; Hâkim,
2/205; Beyhakî, 7/370. Mezahir b. Eşlem zayıftır.
[905] İbn Mâce, 2079. Atıyye, Atıyye el-Avfî'dir.
Zayıflığında ittifak vardır. Amr b. Şebîb de öyledir. Dârakutnî, Süne/Tinde (s.
441) hadisi tahric ettikten sonra şöyle der: "Amr b. Şebîb el-Müslî bu hadisle
teferrüd etmiştir. O, zayıf bir râvidİr. Hadİsiyle amel edilmez. Sahih olan,
Nâfi' ve Sâlim'in İbn Ömer'den naklettikleridir. Nitekim Muvatta (2/574)'da yer
almıştır: İbn Ömer, şöyle derdi: "Köle, karısını iki talâk boşadığında,
ister hür olsun ister cariye, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine
helâl olmaz. Hür kadının iddeti üç hayız, cariyenin iddeti de iki
hayızdır."
[906] Musannef, 12952. Abdullah b. Ziyâd b. Sem'an,
"metrûk"tur.
[907] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/365-370.
[908] Ahzâb, 33/49.
[909] Bakara, 2/231.
[910] İbn Mâce, 2081. Senedinde zayıf olan İbn Lehîa vardır.
Diğer râvileri sikadır. Müellif,; an'a uygunluğu ve tatbikatın o doğrultuda
olmasıyla bunu desteklemiştir.
[911] Abdürrezzâk, Musannef, 12960.
[912] Musannef, 12964.
[913] Musannef, 11159. Osman b. Miksem'i, Yahya el-Kattân
ile Îbnü'l-Mübârek, terketmişler-dir. İmam Ahmed: "Hadisi münkerdir."
der. Nesâî ve Dârakutnî: "Metruktür" derler.
[914] Musannef, 11150. İsnadı sahihtir.
[915] Musannef, 11154-11158.
[916] Musannef 11163-11166.
[917] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/371-373.
[918] Buharı, 68/37; Müslim, 1433.
[919] Matbu olan Nesâî'de bulamadık. Belki de
e/-*füörâ'sındadır. Ahmed, 6/62. Senedinde meçhul bir râvi vardır.
Heysemî
Mecmau'z-Zevâid*de (4/341) zikretmiş ve Ebu Ya'lâ'ya nis-bet ederek:
"İsnadında Ebu Abdülmelik el-Mekkî vardır. Bu hadisten başkasında onu görmedim.
Diğer râvileri Sahih'in râvilerindendir." demiştir.
[920] Nesâî, 6/149; Ahmed, 4776, 4777. Senedinde Rezîn b.
Süleyman el-Ahmerî vardır. Süleyman b. Rezîn ve Salim b. Rezîn denilir;
meçhuldür. Diğer râvileri sikadır. Taberî, 2/477-478.
[921] İbn Mâce, 2038. Râvileri sikadır. Bûsırî, ez-Zevâid'de
sahih olduğunu belirtmiştir.
[922] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/373-376.
[923] Ahzâb, 33/28-29.
[924] Buharı, 65/33 (5); Müslim, 1475.
[925] Musannef, 11984.
[926] Bk. Müslim, 1477 (24-26)
[927] Metinde, "O tevkildir" şeklinde ise de sözün
gelişinden "O temliktir" olması gerektiği anlaşılıyor.
[928] Musannef, 11918. Senedi sahihtir. Ayrıca bk.
el-Muhaliâ, 10/120. "Allah yıldızını şaşırtmış" sözünün mânası;
"Eğer kendisini boşasaydı, geçerli olurdu. Fakat kocasını boşadı, geçerli
olmadı." demektir.
[929] Beyhakî, 7/349.
[930] Musannef, 11913, 11949; el-Muhallâ, 10/120.
[931] el-Muhallâ, 10/118-119.
[932] el-Muhallâ, 10/117.
[933] el-Muhallâ, 1C/124.
[934] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/377-388.
[935] Musannef, 11948, 11954.
[936] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/388-389.
[937] Tahrim, 66/1-2.
[938] Asıl nüshada Meymune'dir; yanlıştır.
[939] Buharı, 65/66 (1); Müslim, 1474.
[940] Nesâî, 7/71. İsnadı sahihtir. Bk. Fethu'pBâri, 8/503,
9328.
[941] Müslim, 1473 (19); Buharı, 65/66(1).
[942] Tirmizî, 1201.
[943] RâvİIeri sikadır.
[944] Musannef, 11366. Senedi sahihtir.
[945] Râvileri sikadır.
[946] Râvileri sikadır. Musannef, 11360; BeyHakî, 7/350.
[947] Râvileri sikadır.
[948] Buharî, 68/8.
[949] Musannef, 11378.
[950] İnşirah, 94/7.
[951] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/391-396.
[952] 'Nahl, 16/116.
[953] Tahrim, 66/1.
[954] Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. s. 324.
[955] Müslim, 1473. Daha önce geçti. Bk. dipnot: 5.
[956] Tahrim, 66/1-2.
[957] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/396-405.
[958] Buharı, 68/3.
[959] Buharı, 55/16 ve daha başka yerler; Müslim, 2769.
[960] Buharı, 68/3.
[961] Müslim, 2007.
[962] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/407-408.
[963] Buharı, 60/9.
[964] Bu ve benzeri kinaî talâk tabirleri için bk. Bilmen,
Isnlahat-ı Ftkhıyye Kamusu, 2/186-187.
[965] Ahzab, 33/49.
[966] Talâk. 65-2.
[967] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/408-411.
[968] Mücâdele, 58/2-4.
[969] İbn Mâce, 2063; Hâkim, 2/481; Beyhakî, 7/382. Râvileri
sikadır. Hadiste çok sayıda çocuk
[970] Mücadele, 58/1.
[971] Hadisin bir kısmını Buharî (97/9)'da muallak olarak
lahric etmiştir. Tamamını ise Nesâî, (6/168) mevsül olarak
rivayet etmiştir.
Ayrıca bk. Ahmed, 6/46; İbn Cerîr, 5/28. İsnadı sahihtir.
[972] Ebu Davud, 2214; İbn Hibbân, 1334; İbn Cerîr, 5/28;
Beyhakî, 7/389. Senedinde Ma'mer b. Abdullah b. Hanzala vardır. İbn Hibbân'dan
başkası onu sika bulmamışlardır. Diğer râvileri sikadır. Aynı konuda İbn
Abbas'tan ve Atâ b. Yesâr'dan mürsel olarak rivayetler için bk. Beyhakî,'7/389,
390, 392.
[973] Ahmed, 5/436; Ebu Davüd, 2213; Tirmizî, 3295 (hasendir
demiştir.); İbn Mâce, 2062; Beyhakî, 7/385; Hâkim, 2/203. Hâkim: Hadis
sahihtir, demiştir.
[974] Tirmizî, 1199; Ebu Davud. 2223; Nesâî, 6/167. Râvileri
sikadır. Ancak Ebu Hatim ve Nesâî, mürsel olduğunu söylemişlerdir. Hadisin
şahitleri bulunmaktadır.
[975] Tirmizî, 1198; İbn Mâce, 2064.
[976] Bk. Bevhakî, 7/386.
[977] İsrâ, 17/8.
[978] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/413-418.
[979] En'âm, 6/28.
[980] Isrâ, 17/8.
[981] Mücâdele, 58/8.
[982] Buharî, 51/30; Müslim, 1622.
[983] Ebu Davud, 2219.
[984] Asıl nüshada Dımâm seklindedir. Bir tahrif sonucudur.
Hadis için bk. îjrtüslim, 868.
[985] Mücâdele, 58/8.
[986] el-Ümm, 5/279; Muhtasaru'l-Müzenî, 203, 204. Müellif
nakli Muhtasara 1-Müj.enTden yapmakladır.
[987] el-Ümm, 5/280; Muhtasaru'l-Müzenî, 204.
[988] Müslim, 537.
[989] Nisa, 4/114.
[990] Enbiya, 21/94.
[991] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/418-431.
[992] Buharı, 30/11.
[993] Bakara, 2/226.
[994] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/433-434.
[995] Şafiî, el-Ümm, 2/386. îsnadı sahihtir.
[996] Dârakutnî, s. 451. İsnadı sahihtir.
[997] Beyhakî, 7/379. îsnadı sahihtir. İbn Ebî Şeybe'de İbn
Abbas'tan: "Talâka azim dört ayın bitmesidir. Dönmek de cimadır."
dediği rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir. Bk. ei-Cevheru 7ı-Nakî 7/379.
[998] Bakara, 2/229.
[999] Bakara, 2/235.
[1000] el-Ümm, 5/277.
[1001] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/434-441.
[1002] Nûr, 24/6-9.
[1003] Buharı, 68/29; Müslim, 1492(1,2,3)
[1004] Buharı, 65/24 (1)
[1005] Müslim, 1493.
[1006] Buharı, 68/33; Müslim, 1493 (5,6).
[1007] Buhar; 68/33; Müslim, 1494.
[1008] Müslim, 1495.
[1009] Müslim, 1496.
[1010] Buharî, 68/36; Müslim, 1497.
[1011] Ebu Davud, 2256; Ahmed, 2131; Tayalisî, 2667; Taberî,
18/65, 66. Senedinde Abbâd b. Mansur vardır. O hafızasının iyi olmaması ve
tedlisciliği sebebiyle zayıf bir ravidir. Ancak hadisi İbn Hacer (et-Telhîs,
3/227'de) Hailâl'ın el-İtel'inden, îbn İshak tariki ile, Amr b. Şuayb'ın da
babası ve dedesi vasıtasıyla buna benzer bir hadisi zikretmiştir.
[1012] Nur, 24/6-9.
[1013] Buharî, 65/24.
[1014] Buharı, 86/40; Müslim, 1498, 1499.
İbn
Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/443-448.
[1015] Dârakutnî, 3/163. Senedinde metruk olan Osman b.
Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Yine Dârakutnî ve İbn Mace başka bir tarikten de
rivayet etmişlerdir. Onun senedinde gerçekten çok zayıf olan Osman b. Atâ
el-Horasânî vardır. Evzaî ile İbn Cüreyc —ki ikisi de büyük imamdırlar—, Amr b.
Şuayb—babası—dedesi tarikiyle bu sözü rivayet ermişler, fakat Hz. Peygamber'e
ref etmemişlerdir. Bk. Musannef, 12508 ve Dârakutnî1 nin Sürei
[1016] Musannef, 12498.
[1017] Beyit Divan'ının 300. sayfasındaki kasidesindedir.
[1018] Hayır, aksine hafızası bozuk, tedlisçi birisidir.
Ömrünün sonunda değişmiştir.
[1019] İbn Hibbân Sahih'inde (1/120) şöyle der:
"Râvilerden, Mürcie, Rafızîlik vb. gibi çeşitli mezheplere mensup olanlara
gelince, eğer bunlar ortaya koyduğumuz bu şartlara sahipseler onların
rivayetlerini delil olarak kullanır; mezheplerini, inançlarını da Allah (c.c.)
ile kendileri arasına bırakırız. Ancak
mezhebin dâiliğini yapıyorsa o hariç. Çünkü mezhebin dâiliğini yapmış, onun
müdafii olmuş ve sonunda da imamlığa yükselmiş birisinin, sika bile olsa,
rivayetlerini alırsak, tebaa İçin onun mezhebine doğru bir yol açmış olur, yani
öğrencilere ona itimad edilebileceğini, sözüne güvenilebileceğini telkin etmiş
oluruz. Dolayısıyla ihtiyat tedbiri olarak mezhebine dâilik yapan imamların
rivayetlerini kabul etmemek, ama bu mezhep tâbilerinden olan ve aradığımız
şartlan haiz râvilerden rivayet etmek gerekir."
[1020] Tarikleri ve şahitleri ile hasen bir hadistir. Bk. tbn
Receb el-Hanbelî, Câmiu'!-Ulûm ve'/-Hikem, s.294-295.
[1021] Buharı, 86/30; Müslim, 1691.
[1022] Bu bir beytin sonudur. Başı şöyle:
"Dedikoducular
onu, benim kendisini sevdiğimi söyleyerek ayıpladılar. Bu nasıl ayıplama,
kendi ayıbı ortada"
Bu beyit
Divanu'l'Hüzetiyytn'de Ebu Züeyb'e ait bir kasidedendir, (s.21) Abdullah b.
Zübeyr, bir adamın kendisini annesi "Zâtu'n-Nitâkayn" Esma bt. Ebî
Bekr'den dolayı ayıpladığında bu beyti darbı mesel şeklinde ona okumuştu.
Bununla şunu kasdetmişti: Annesinin lâkabı ile ayıplaması kendisi için utanç
duyacağı bir ar değildir, aksine bir övünç kaynağıdır. Çünkü o bizzat Hz.
Peygamber tarafından, hicret sırasında duyulan bir ihtiyaç üzerine kuşağını
iki parçaya ayırıp birisiyle torbayı, diğeriyle de kırbanın ağzım bağladığı
için verilmiş bir şeref iâkabıdır.
[1023] Sahihtir, kaynaklan geçti. Bk. dipnot: 12.
[1024] Sahihtir, kaynakları geçti. Bk dipnot: 4.
[1025] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/448-462.
[1026] Elimizdeki hadis kitaplarında bu rivayeti buiamadık.
[1027] Âl-i İmrân, 3/159.
[1028] Hadisi bu lafızla bulamadık. Fakat benzeri ifadelerle
sahih olarak çeşitli hadis me rında zikredilmiştir. Meselâ bk. Ahmed, 6/123;
İbn Mâce, 2471.
[1029] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/462-463.
[1030] Bu inanç İslâm'ın lasvip etmediği cahüiye devri
inançlarında birisidir.
[1031] Nûr, 24/2.
[1032] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/463-466.
[1033] Muvatta, 2/567; Buharı, 68/35; Müslim, 1494.
[1034] Buharî, 65/24. Konu başında geçmişti.
[1035] Müttefekun aleyh bir hadistir. Hz. Âişe'den rivayet
edilmiştir.
[1036] Kâiflİk: İnsanın yüzünden ve dış görünüşünden, iç
vasıflarına, iç hayatına, kimin nesebinin kimden olduğuna vb. dair ahkâm
çıkarma bilgisidir.
[1037] Bu zat, Abdülaziz b. İbrahim b. Ahmed el-Kureşî et-Temîmî
et-Tûnisî'dir. İbn Bezîze diye bilinir. H. 662 yılında ölmüştür. Abdülhak İse,
İbn Abdurrahman el-İşbilî'dİr. Hadis, dil ve zühd konularında değerli eserleri
bulunan büylük bir âlimdir. Ahkâm'a dair eserinin büyük ve küçük olmak üzere
iki nüshası vardır. İbn Bezîze, küçük olan nüshasını şerhet-miştir. Ölümü, H.
582 yılındadır. Bk. Neylü'l-îbtihâc, 178; Tezkiretü'l-Huffâz, s.1350-1352.
[1038] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/466-471.
[1039] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/471-473.
[1040] Ebu Davud,,2250; Beyhakî, 7/410. İsnadı hasendir.
[1041] Beyhakî, 7/410. Râvileri sikadır.
[1042] Dârakutnî, 2/406. Senedi ceyyiddir.
[1043] Musannef, 12434, 12436; Beyhakî, 7/410.
[1044] Musannef, 12433; Beyhakî, 7/410.
[1045] En'âm, 6/164.
[1046] tbn Hazm, el-Muhallâ, 10/147.
[1047] Ebu Davud, 2906; Tirmizî, 2116; İbn Mâce, 2742; Ahmed,
3/490,4/107. İsnadı ceyyiddir.
[1048] Ebu Davud, 2908. Senedi hasendir.
[1049] Ebu Davud, 2907. Râvileri sikadır.
[1050] Ya da Sehl'İn sözündendir. İmam Şafii: "Hadisin
İbn Şihab ez-Zührî'ye nisbeti Sehl'e nisbetine mani değildir." demiştir.
Bk. Fethıt'l-Bûrî, 9/398.
[1051] Mâlik, Muvatta, 2/737, 738; Abdürrezzak, 17915; Şafiî,
2/397; Beyhakî, 8/230, 231. Râvi-leri sikadır.
[1052] Buharî, 87/23; Müslim, 2157.
[1053] Buharı, 87/23, Müslim, 2156.
[1054] Buharî, 87/23; Müslim, 2158.
[1055] Sahihayn'ı kastediyor. Fakat onlar bu lafızla rivayet
etmemişlerdir. Bu lafızla Ahmed (2/385) ve Nesâî (8/61) rivayet etmişlerdir.
Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadisin isnadı sahihtir. İbn Hibbân sahih
olduğunu söylemiştir. Müslim'in biraz farklı bir rivayeti İçin 2158 nolu hadise
bakınız.
[1056] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları:
5/473-492.