DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.. 6

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HADİSLERİNDEKİ İLAÇ VE GIDALAR.. 6

1— İsmid  Sürme Taşı: 6

2— Ütruc   C. Medica, Turunç (Ağaç Kavunu): 6

3— Eruzz  Oryza Sativa, Pirinç: 7

4— Erz  C. Libani, Çam Ağacı: 7

5— İzhir  A. Schenanthus, Tibni Mekke: 7

6— Bittîh , E. Vuigaris, Karpuz: 7

7_ Belan, Çağla Hurma: 7

8— Büsr Koruk Hurma: 8

9— Beyd, Yumurta: 8

10— Basal  A. Cepa, Soğan: 8

11— Bazincan  S. Melengena, Patlıcan: 9

12__ Temr  Hurma: 9

13— Tîn, F. Carica, İncir: 9

14— Telbine Arpa Bulamacı: 10

15— Sele  Kar: 10

16— Sûm A. Sativum, Sarımsak: 10

17— Sirîd Tirid: 10

18— Cümmâr Hurma Özü: 11

19— Cübn  Peynir: 11

20— Hınnâ  Lawsonia Alba, Kına: 11

21— Habbetu's-Sevda, N. Sativa, Çörek Otu: 11

22— Harîr  İpek: 12

23— Hurf Senebiera Coronopus/Peganum Hamıala, Üzerlik Otu: 12

24— Hulbe T. Foenum-graecum, Çemen/Hülbe/Boy Tohumu: 13

25— Hubz Ekmek: 13

26— Hail  Sirke: 14

27—Hilâl Kürdan: 14

28— Diihn, Yağ: 14

29— Zerîre , A. İtalicum, Tutyâ/Hanut: 15

30— Zübâb Sinek: 15

31— Zeheb Altın: 15

32— Rutab Yaş Olgun Hurma: 16

33— Reyhan. 17

34— Rum mân  Punica Granat um, Nar: 17

35— Zeyt Zeytinyağı: 18

36— Zübd Kaymak/Tereyağı: 18

37—Zebîb Kuru Üzüm: 18

38— Zencebîl  Zingiber Officinale, Zencefil: 19

39— Sena C. Angustifolia, Hind Sınai: 19

40— Sefercel C. Vulgaris, Ayva: 19

41— Sivâk  Misvak: 20

42— Semn  Sadeyağı: 21

43— Semek  Balık: 21

44— Silk B. Vıılgaris, Pazı, Silkiye: 22

45-Şüniz, Çörek Otu: 22

46-Şübrüm, Boğumluca: 22

47— Şaîr , H. Vulgare, Arpa: 22

48— Şevâ  Kızartma: 23

49— Şahm İç Yağı: 23

50— Salat , Namaz:  . 23

51— Sabır 24

52- Sabir Aloe Vera, Sarı Sabr/Öd Ağacı: 24

53— Savm Oruç: 25

54— Dabb  Keler: 25

55— Dıfda' Kurbağa: 25

56— Tîb  Güzel Koku: 25

57— Tîn  Toprak (Kil): 26

58 _ Talh A. Gummifera, Kitre, Sant Ağacı/Muz: 26

59— TaP  Tomurcuk: 26

60— Ineb V. Vinifera, Üzüm: 27

61— Asel Bal: 27

62— Acve  İyi Cins Hurma: 27

63— Anber 27

64— Ûd Aloexylon Agallochum, Öd Ağacı: 28

65— Ades  Lens Esculenta, Mercimek: 28

66— Gays  Yağmur: 29

67— Fâtihatu'I-Kitâb  Fatiha Sûresi: 29

68— Fâğıye Kına Çiçeği: 30

69— Fidda Gümüş: 30

70— Kur'an. 31

71—  Kıssa C. Sativus, Acur: 31

72—  Kust/Küst C. Speciosus, Öd Ağacı: 31

73— Kasabu's-Sükker  Saccharum Officinanım, Şeker Kamışı: 32

74— Kitab. 33

75— Keme  T. Brumale, Mantar: 34

76— Kebâs  Erak Ağacı Yemişi: 36

77— Ketem , (Bir boya otu): 36

78— Kerm V. Vinifera, Üzüm Çubuğu, Asma: 37

79— Kerfes A. Graveolens, Kereviz: 37

80— Kürrâs, A. Roseum, Pırasa: 38

81— Lahm ,Et: 38

82— Kuş Etleri: 41

83— Leben Süt: 42

84— Lübân Boswellia Carterii, Akgünlük: 43

85— Mâ , Su: 43

86— Misk: 46

87— Mercencûş , Majorane Hortensis, Macuran Otıı/Mercanköşk/Merzenküş: 46

88— Müh , Tuz: 46

89— NahI, Phoenix Dactylifera, Hurma Ağacı: 47

90— Nercis N. Tazzetta, Nergis: 47

91— Nevre , Har/eme: 48

92— Nebik Flacourtia Cataphracte, Sidr veya Nebik Ağacı: 48

93— Hindiba Cichorium Endivia, Yaban Marulu: 48

94— Vers C. Lonca, Kurkum/Zcrdeçöp/Hind Zafranı: 48

95— Vesme, Isatis Tinctoria, Yabani Civid Otu: 49

96— Yaktîn C. Pepo, Kabak: 49

BAZI TIBBI TAVSİYE VE İKAZLAR.. 50

A) HAD VE KISAS CEZALARI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER.. 53

1— HAPİS CEZASI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER: 53

a) Hapis Cezası Hakkındaki Hükmü: 53

b) Kölesini Öldüren Kimse Hakkındaki Hükmü: 53

c) Borçlunun Hapsedilmesi: 53

2— Yaralama, Cinayet, Kısas ve Diyet Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler: 53

a) Katile Yardımcı Olan Kimse Hakkındaki Hükmü: 53

b) Yol Kesme Cezası Hakkındaki Hükmü: 54

c) Katil ve Maktulün Velîleri Arasındaki Hükmü: 54

d)  Bîr Cariyeyi Öldürene Kısas Uygulaması: 54

e) Hamile Kadına Vurup Çocuğunu Düşüren Kimse Hakkındaki Hükmü: 54

f) Katili Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme İle Hükmü: 55

g) Birbirlerine Sarılarak Kuyuya Düşüp Ölen Dört Kişi Hakkındaki Hükmü: 56

h) Analığı İle Evlenen Kimse Hakkındaki Hükmü: 56

i) Zina Töhmetine Maruz Kalanın Öldürülmesine Hükmetmesi, Suçsuzluğu Ortaya Çıktığında Öldürmekten Vazgeçmesi: 57

J- iki Köy arasında Bulunan Maktul Hakkındaki Hükmü: 57

k) Yaralama Olaylarında Yaranın İyileşmesine Kadar Kısası Ertelemesi: 58

I) Diş Kırılması Hakkında Kısasla Hükmü: 59

m) İşınlan Adam Elini Çektiğinde Dişleri Dökülen kimsenin Heder Olduğuna Hükmetmesi: 59

n) Başkasının Evini İzinsiz Gözetlevenin Gözü Çıkarnsa Bir Şey Lâzım Gelmeyeceğine Hükmetmesi: 59

o) Kısasla İigilİ Çeşitli Hükümleri: 60

p) Diyet ve Miktarları Konusundaki Hükümleri; 60

3— Zina, Lûtîlik ve Kazif Cezaları Hakkında Verdiği Hükümü. 61

a) Zina İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü: 61

b) Ehl-i Kitaba Hadler Konusunda İslâm Ahkâmı İle Hükmetmesi: 64

c) Karısının Cariyesiyle Zina Eden Kimse Hakkındaki Hükmü: 64

d) Lûtîlik Hakkındaki Hükmü: 65

e) Belirli Bir Kadınla Zina Ettiği İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü: 66

f) Zina Eden Cariye Hakkındaki Hükmü: 66

g) Kazif (İftira) Hakkındaki Hükmü: 67

4— İrtidat, İçki ve Hırsızlık Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler: 68

a)  İrtidat Hakkındaki Hükmü: 68

b)  İçki İçen Hakkındaki Hükmü: 68

c) Hırsızlık Yapan Kimse Hakkındaki Hükmü: 69

d)  Birini Hırsızlık Suçuyla İtham Eden Kimse Hakkındaki Hükmü: 70

e)  Hırsızlık Cezası Hakkındaki Uygulama ve Hükümlerden Çıkan Sonuçlar: 70

f) Kendisine Söven Kimseler Hakkındaki Hükmü: 72

g) Kendisini Zehirleyen Kimse Hakkındaki Hükmü: 73

h) Büyücü Hakkındaki Hükmü: 74

B) SAVAŞIN SONA ERMESİYLE İLGİLİ OLARAK VERDİĞİ HÜKÜMLER.. 74

1— Ganimetler Hakkında Verdiği Hükümler: 74

a) İslâm'da İlk Ganimet ve İlk Öldürme Olayı Hakkındaki Hükmü: 74

b) Casuslar Hakkındaki Hükmü: 74

c) Esirler Hakkındaki Hükmü: 75

d) Yahudiler Hakkındaki Hükmü: 75

e) Hayber Fethi Hakkındaki Hükmü: 75

f) Mekke Fethi Hakkındaki Hükmü: 76

g) Ganimetlerin Taksimi Hakkındaki Hükmü?. 76

h) Savaşa Bilfiil Katılmayanlara Ganimetten Pay Ayırması: 77

i) Seleb (Teçhizat) Hakkındaki Hükmü: 77

j) Müslümanların, Müşrikler Tarafından Ele Geçirilen Mallan Hakkındaki Hükmü: 79

k) Kendisine Hediye Edilen Şeyler Hakkındaki Hükmü: 79

1) Malların Taksimi Konusundaki Hükümleri:   . 80

2— Anlaşmalar, Emân ve Cizye Konularında Verdiği Hükümler: 82

a) Anlaşmalara Bağlı Kalma Konusundaki Hükümleri: 82

b) Erkek ve Kadınlar Tarafından Verilen Emân Hakkındaki Hükı 83

c ) Cizye Hakkındaki Hükmü: 84

d) Anlaşmaların Bozulması Hakkındaki Hükmü: 85

A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) NİKÂHLA İLGİLİ UYGULAMALARI 85

1— Babası Tarafından Zorla Evlendirilen Dul ve Bekârlar Hakkında Verdiği Hükümler: 85

2— Velisiz Kıyılan Nikâh Hakkındaki Hükmü: 87

3— Tefviz (Vekâletle Kıyılan) Nikâhı Hakkındaki Hükmü: 87

4— Evlendiği Kadını Hamile Bulan Kimse Hakkındaki Hükmü: 88

5— Evlenme Akdinde İleri Sürülebilecek Şartlar: 88

B) SAHİH OLMAYAN EVLİLİKLER.. 89

1— Şiğâr Nikâhı: 89

2— Hülle Nikâhı: 90

3— Mut'a Nikâhı: 90

4— İhramhnın Nikâhı: 91

5— Zinakâr Kadınla Evlenme: 91

6— Dörtten Fazla Kadınla veya İki Kız Kardeşle Evlenme: 92

7— Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma Üstüne Evlenmek İstemesi: 92

Ç) EVLENİLMESİ HARAM KILINAN KADINLAR.. 93

1— E vlenilmesi Haram Kılınan Kadınlar: 93

2— Evlilikte Din Farkı: 99

D) KARI-KOCA MÜNASEBETLERİ 101

1— Azil Konusundaki Hükmü: 101

2— Emzikli Kadınla Cinsel İlişki (Gıyle) Konusundaki Hükmü: 104

3— Zifaf Hakkı ve Geceleme Nöbetine Riayet ve Bu Konudaki Fıkhı Hükümler: 104

4— Başkasından Hamile Kalan Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmak: 106

E) NİKÂHTA DENKLİK.. 107

1— Kişinin Bağışladığı Hürriyetini Mehir Sayarak Cariyesiyle Evlenme Konusundaki Hükmü: 107

2—  İzne Bağlı Nikâhın Sıhhati: 107

3—  Nikâhta Denklik (Kefâet): 108

4— Denklik Aranacak Konular: 108

5—  Köle ile Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı: 109

6—  Sözleşmeli (Mükâteb) Köle Konusundaki Fıkhı Hükümler: 109

7— Velâ Hakkı: 111

8— Köle île Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı: 112

9— Hür Koca tle Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı İhtilaflıdır: 112

10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Eşler Arasında Aracılık Yapması: 115

11— Sadaka Satılabilir ve Hibe Edilebilir: 115

F) MEHİR.. 115

1— Mehir Konusunda Verdiği Hükümler: 115

2— Hıfzedilen Kur'an Sûreleri Mukabilinde Kıyılan Nikâh Sahihtir: 116

G) EŞLERDE ORTAYA ÇIKAN HUSUSLAR, EV HİZMETLERİ, GEÇİMSİZLİK, HAKEM VE HULÛ.. 117

1— Hz. Peygamber (s.a.) ve Râşid Halifelerin Hastalıklı ve Özürlü Eşler   Hakkında Verdiği Hükümler: 117

2— Kadının Kocasına Hizmeti ve İş Bölümü: 119

3— Aralarında Geçimsizlik Bulunan Eşler Hakkında Hükmü: 120

4— Kadının Bir Bedel Karşılığında Boşanması (Hulû) ve Bu Konudaki Hükümler: 121

5- Hulû'dan Dönüş ve Huiû'da İddet Bekleme Süresi: 123

A) BOŞAMA EHLİYETİ 125

1— Gayr-I Ciddi Boşama Konusundaki Hükmü: 125

2— Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması: 126

3— Sarhoşun Boşaması: 128

4— İğlâk (Öfke) Halinde Boşama: 130

5— Nikâhtan Önceki Talâk Hakkındaki Hükmü: 130

B) HARAM TALAK.. 131

1— Hayız ve Lohusa Halindeki Kadını Boşama Konusundaki Hük. 131

2— Haram Olan Talâkın Geçerli Sayılması Konusundaki İhtilaflı 132

a) Hayız Halinde ve Cimada Bulunulan Temizlik Süresi İçinde Boşama: 132

1. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Delilleri: 133

2. Haram Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri: 136

3. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan: 137

b) Bir Defada Verilen Üç Talâk: 140

1. Bir Defada Verilen Üç Talâk Hakkındaki Hükmü: 140

2. Bir Defada Verilen Üç Talâkın Geçerli Sayilmasındaki İhtilâflar: 142

a) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri: 144

b) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan: 147

3. Karısını İki Talâkla Boşayan Köle Azad Edildiğinde Şer'î Tahli Olmadıkça Karısı Kendisine Helâl Olur mu?. 151

C) BOŞAMA YETKİSİ VE ŞER'İ TAHLİL. 154

1— Boşama Yetkisi Kocanın Elindedir: 154

2—Şer'î Tahlîl (Hülle): 155

3— Hz, Peygamber'in (s.a.) Eşlerini Muhayyer Bırakması: 156

4— Değerlendirme ve Sonuç: 161

D) KENDİSİNE CARİYESİNİ, ZEVCESİNİ YA DA EŞYASINI HARAM KILAN KİMSE HAKKINDAKİ HÜKMÜ.. 162

1— Kendisine Cariyesini veya Zevcesini ya da Eşyasını Haram Kılan Kimse Hakkındaki Hükmü: 162

2— Deliller ve Münakaşaları: 164

E) "AİLENE DÖN!" SÖZÜNÜN HÜKMÜ.. 168

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Ailene dön!" Sözünü Kullanması: 168

2— Bu Sözün Hükmü: 169

F) ZIHAR.. 170

1— Hz. Peygamberin (s.a.) Zıhar Hakkındaki Hükmü: 170

2— Zıharda "Dönmek" Tâbirinden Ne Kasdedilmektedir?. 172

G) İLA.. 178

1— Hz. Peygamberin (s.a.) îlâ Yapması: 178

2— ilânın Talâk Sayılıp Sayılamayacağı: 178

H) LİAN.. 181

1— Hz. Peygamberdin (s.a.) Liân Hakkındaki Hükmü: 181

2— Liân Her Eş Arasında Yapılabilir: 183

3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları: 190

4— Liânın Yapılışı: 190

5— Lİânda Çocuğun Durumu: 191

6— Çocuğun Liân İle Reddi: 193

7— Liândaki Diğer Hükümler: 194

 

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) HADİSLERİNDEKİ İLAÇ VE GIDALAR

 

1— İsmid  Sürme Taşı:

 

Siyah sürme taşıdır. İsfahan'dan getirilir. En iyisi budur. Mağrib (Fas) taraflarından da getirilir. En kalitelisi çabuk ufalanan, parçaları parlak olan, içinde kir bulunmayıp düz, pürüzsüz olandır.

Özelliği: Soğuk ve kurudur. Göze fayda verir ve güçlendirir. Göz sinir­lerine destek verir ve sağlıklı olmalarını sağlar. Yaralardaki fazla eti giderir ve iyileştirir, kirlerini temizler, dezenfekte eder. İnce sulu balla sürme çekil­diği zaman baş ağrısını giderir. İnceltilip taze iç yağı ile karıştırılıp ateş yanı­ğına sürüldüğü zaman, artık ona haşkeriyye [1] isabet etmez. Yeni kaynar su yanıklarına da fayda verir. Özellikle de yaşlılar ve gözleri zayıflamış kim­seler için birazcık misk katılması durumunda ismid en iyi göz sürmesidir. [2]

 

 

2— Ütruc   C. Medica, Turunç (Ağaç Kavunu):

 

Buharı'nin Sahihinde sabit olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.) şöyle bu­yurmuştur: "Kur'an okuyan mü'min turunca (ağaç kavununa) benzer. Tadı da güzeldir, kokusu da güzeldir." [3]

Turuncun pek çok faydalan vardır. O dört şeyden mürekkeptir: Kabuk, etli kısım, ekşi kısım ve tohum. Her birisinin kendisine ait özelliği vardır: Ka­buğu sıcak ve kurudur. Etli kısım sıcak ve kurudur. Ekşi kısım soğuk ve ku­rudur. Tohum ise sıcak ve kurudur.

Kabuğunun faydaları: Elbise içerisine konulduğu zaman güve düşmez. Kokusu havayı temizler, vebaya iyi gelir. Ağıza alındığında ağız kokusunu güzelleştirir ve şişkinliği giderir. Baharat (kekik) gibi yemeğe konulduğu za­man, hazmı kolaylaştırır. Kanun sahibi şöyle der: "Kabuğunun usaresi (öz suyu) içmek suretiyle, kabuğu da sarmak suretiyle yılan sokmalarına iyi gelir. Kabuğunun kav kısmı baras (alaca) hastalığı için sürülmek bir ilaçtır."

Etli kısmına gelince, mide hararetine iyi gelir, sarı safrası olanlara fayda verir ve sıcak özellikli buharları önler. el-Gâfikî: "Etli kısmını yjemek basur­lara fayda verir" demiştir.                                                   

Ekşi kısmı ise, safrayı tutar ve kırar, sıcak hafakanı teskin eder. İçmek ya da sürme çekmek suretiyle sanlığa iyi gelir. Safralı kusmaları keser, iştahı açar. Tabiatı eski haline döndürür. Safralı ishallere fayda verir. Öz suyu ka­dının cima arzusunu teskin eder, yüze sürüldüğünde çiğit denen beneklere iyi gelir. Temreği adındaki deride meydana gelen kaşarlanmayı izale eder. Bu, elbiseye boya döküldüğü zaman onu çıkarması ile de anlaşılır. İyileştirici, kesici, soğutucu gücü vardır. Ciğerlerin hararetini söndürür, mideyi güçlendirir, saf­ranın keskinliğini önler ve ondan ânz olan balgamı giderir, susuzluğu yatıştırır.

Tohumuna gelince, çözücü ve kurutucu bir özelliği vardır. İbn Mâsiveyh [4] şöyle der: "Çekirdeğinin özelliği, öldürücü zehirlere karşı fayda vermesi­dir. Bir mıskal ağırlığında soyulmuş çekirdeği ılık su ile birlikte içilir ve kay­natılarak yara yerine sürülür. Eğer öğütülür de sokulan (ışınlan) yere konu­lursa fayda verir. Tabiatı yumuşatır, ağız kokusunu güzelleştirir. Bu özellik­lerinin çoğu kabuğunda mevcuttur." Bir başkası da: "Onun çekirdeğinin özel­liği, akrep sokmalarına, soyulmuş iki miskal kadarı ılık su ile birlikte içildiği zaman iyi gelmesidir. Aynı şekilde öğütülür de sokulan yere konulursa, o da iyi gelir." demiştir. Bir başkası ise: "Çekirdeği bütün zehirlere iyi gelir, bü­tün haşerat sokmalarına karşı yararlıdır." demiştir.               

Anlatıldığına göre, Kisralardan birisi tabiplere kızmış ve hapsedilmele­rini emretmiş ve onları tek bir katık seçmeleri için muhayyer bırakmış. Onlar da ütrucu (ağaç kavununu) seçmişler. Sebebini sorduklarında: "Çünkü o dün­yada bir reyhandır. Görünüşü ferahlatıcıdır, kabuğu gayet güzel kokar, etli kısmı meyvedir, ekşisi katıktır, çekirdeği zehirlenmelere karşı ilaçtır ve onda yağ vardır." demişlerdir.

Bu kadar faydası ve meziyeti olan bir şeye, kâinatın hülasası olan, Kur'-an okuyan mü'minin benzetilmesi çok yerindedir. Seleften bazıları, insana huzur ve ferahlık verdiği için ona bakmayı severlerdi. [5]

 

3— Eruzz  Oryza Sativa, Pirinç:

 

Bununla ilgili Hz. Peygamber (s.a.) adına uydurulmuş iki asılsız hadis vardır. Bunlardan birincisi: "Eğer o adam olsaydı, halim birisi olurdu."; İkin­cisi de: "Toprağın bitirdiği herşeyde dert de vardır, şifa da. Bundan pirinç müstesnadır. Çünkü o şifadır, onda dert yoktur." şeklindedir. Bunlan bir uyan olarak zikrettik.

Pirinç sıcak ve kurudur. Buğdaydan sonra en besleyici ve en iyi karışan bir tahıldır. Karnı hafif tutar, mideyi kuvvetlendirir ve temizler, tok tutar. Hind tabibleri inek sütü ile pişirildiği zaman en gıdalı ve faydalı bir gıda mad­desi olduğu kanaatindedirler. Bedenin gelişmesinde, meninin artmasında, fazla besleyicilikte ve rengin tasfiyesinde tesiri vardır. [6]

 

4— Erz  C. Libani, Çam Ağacı:

 

Hz. Peygamber (s.a.), bundan şu hadisinde söz eder: "Mü'min kişi ekin nevinden, bir sap üzerine biten taze ot gibi (yumuşak)tır; hangi taraftan ona rüzgâr dokunursa rüzgâr onu eğer (fakat o yıkılmaz, yine doğrulur.) Doğru­lunca rüzgâr belasıyla yine eğriiir (fakat yine yıkılmaz, doğrulur ve doğru ka­lır.) Haktan yüz çeviren fâcir kişi de (sert ve düz) çam ağacı gibidir. Kökü üzerinde durur. Onun kökünden sökülmesi bir defalık bir iştir." [7]

Tanesi sıcak ve rutubetlidir. Olgunlaştıncı, yumuşatıcı, çözümleyici özelliği vardır. Yakıcılığı suda ıslatmakla gider. Hazmı zordur. Büyük bir besleyici gücü vardır. Öksürüğe ve ciğerlerin rutubetinin giderilmesine çok iyi gelir. Meniyi arttırır. Bağırsak ağrısına neden olur. Panzehiri mayhoş nar tanesidir. [8]

 

5— İzhir  A. Schenanthus, Tibni Mekke:

 

Sahih'te, Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke hakkında: "Otlan kesilmez" buyurduğu, bunun üzerine Hz. Abbas'ın (r.a.): "İzhir müstesna ya Rasülal-lah! Çünkü o Mekke'nin demircileri ile evlerine lâzımdır." dediği, Hz. Pey­gamber'in (s.a.) de: "(Evet) İzhir, müstesna." buyurduğu sabittir.[9]

İzhir, ikinci derecede sıcak, birinci derecede kurudur. Hoştur, genzi ve damarların ağzını açar, sidiği ve aybaşı kanını söktürür, taşları parçalar. Mi­de, ciğer ve böbreklerdeki sert şişkinlikleri indirir. Hem içilerek alınır, hem de merhem olarak sarılır. Kökü dişlerin diplerini ve mideyi güçlendirir. Kus­mayı teskin eder ve ishali önler. [10]

 

6— Bittîh , E. Vuigaris, Karpuz:

 

Ebu Davud ve Tirmizî'nin rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.), kar­puzu yaş olgun hurma ile yer ve: "Bunun hararetini bunun soğukluğu ile, bunun soğukluğunu da bunun harareti ile kırarız." derdi. [11]

Karpuz (bittîh) hakkında bir çok hadis vardır. Zikrettiğimiz bu hadisten başka hiçbirisi sahih değildir. Bittîh'tan murad yeşil olanıdır (yani karpuz).

Karpuz, soğuk ve rutubetlidir. Arıtma gücü vardır. Acur ve hıyardan bile daha hızlı mideden bağırsaklara geçer. Midede karşılaştığı şeyle, ne olursa olsun, çok çabuk karışır. Eğer yiyen hararetli ise çok faydasını görür. Eğer üşüyorsa, zararını birazcık zencefil vb. ile geçiştirir. Yemekten önce yenilme­lidir. Yoksa mideyi kaldırır ve kusmaya sebep olabilir. Bazı tabibler: "Ye­mekten önce yenen karpuz karnı yıkar ve derdi siler götürür." demişlerdir. [12]

 

7_ Belan, Çağla Hurma:

 

Nesâî ve İbn Mâce, Sünelerinde Hz. Âişe validemizden rivayet eder­ler: Peygamberimiz (s.a.): "Çağla hurmayı, hurma ile birlikte yeyiniz. Çün­kü şeytan, âdemoğlunun çağla ile hurma yediğini gördüğü zaman: Âdemoğ­lu yaşadı, sonunda yenisini eskisiyle birlikte yedi, der." Buyurmuştur.[13] Başka bir rivayette: "Çağla hurmayı kuru hurma ile yeyiniz. Çünkü şeytan âdemoğ-lunu onu öyle yerken gördüğünde üzülür ve: Âdemoğlu yaşadı, sonunda ye­niyi eskisi ile birlikte yedi, der," Bunu Bezzâr Müsned'mde rivayet etmiştir, lâfız onundur.

Bazı İslâm tabipleri şöyle derler: "Hz. Peygamber (s.a.) sadece çağla hur­ma ile kuru hurma yemeyi emretmiş, koruk hurma ile kuru hurma yemeyi emretmemiştir. Çünkü çağla hurma soğuk ve kurudur. Hurma ise sıcak ve rutubetlidir. Her birisinde diğerinin ıslahı vardır. Hurma ile koruğu ise böyle değildir. Çünkü onların her ikisinde de —her ne kadar kuru hurmada daha çok ise de— hararet vardır. Tıp açısından iki sıcağın ya da iki soğuğun bir arada alınması uygun değildir. Nitekim bu konu daha önce de geçti." Yuka­rıdaki hadiste tıp ilminin temelinin sıhhatine, bazı gıda ve devaların birbiri ile karşılanmak sureti ile ıslahı için gerekli tedbire riayette bulunmaya ve ko­ruyucu hekimliğe önem vermeye işaret vardır.

Çağla hurmada soğukluk ve kuruluk vardır. Ağıza, diş etlerine ve mide­ye faydalıdır. İçindeki sertlikten dolayı göğüse ve ciğerlere iyi gelmez. Mide­de çok kalır ve gıdası azdır. Üzüm koruğu gibidir. Her ikisi de şişkinlik do­ğurur, karnı guruldatır. Özellikle de üzerlerine su içildiği zaman bu iyice ar­tar. Zararları hurma ile veya bal ve kaymakla giderilir. [14]

 

8— Büsr Koruk Hurma:

 

Sahih'tç sabit olduğu üzere, Ebu'l-Heysem b. Teyyihân, kendisine Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir ve Ömer misafir olduklarında, onlara bir hurma salkımı getirdi —ki onda koruk, kuru ve olgun hurmalar vardı—. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Bize olgunlarından toplasaydın ya!" buyurdu. Ev sahibi zat: "Ya Rasûlallah; istedim ki hem koruğundan, hem olgunundan is­tediğinizi yiyesiniz." dedi. [15]

Koruk hurma, kurudur, kuruluğu hararetinden daha çoktur. Rutubeti emer, mideyi temizler, karnı tutar, diş etlerine ve ağıza fayda verir. En fay­dalısı da yumuşak ve tatlı olanıdır. Koruk ya da çağla hurmanın çok yenmesi içeride tıkanıklığa sebep olur. [16]

 

9— Beyd, Yumurta:

 

Beyhakî, Şuabu'l-îman'da merfû bir haber zikreder: "Bir peygamber Yüce Allah'a zayıflığından şikâyette bulunmuş. Allah da ona yumurta yemesini em­retmiş." Bu haberin sübutunu araştırmak lâzımdır.

Yumurtanın tazesi, bayatına; tavuk yumurtası da diğer kuş yumurtala­rına tercih edilir. Hafif soğukluğa meyleden mutedil bir gıdadır.

Kanun sahibi şöyle der: "Yumurtanın sarısı sıcak ve rutubetlidir, güzel ve sıhhatli kan üretir, kolay gıda verir. Rafadan olduğu zaman mideden ça­buk intikal eder." Başka birisi ise şöyle der: Yumurtanın sarısı elemi teskin eder, boğazı ve ciğer borusunu temizler. Boğaza, öksürüğe, ciğer, böbrek ve mesane yaralarına iyi gelir. Özellikle de tatlı badem yağı ile birlikte alındığı zaman sertliği giderir; göğüste olan şeyi olgunlaştırır, onu yumuşatır, boğa­zın sertliğini giderir. Beyazı, sıcak şişme bulunan göze damlatıldığı zaman, onu serinletir ve ağrıyı teskin eder. Ateş yanıklarına sürülür. Yanmaya ma­ruz kalan yerlere sürüldüğü zaman yakmasına imkân vermez. Ağrıyan yere sürüldüğünde güneş yakmasını önler. Kendir ağacı zamkı ile karıştırılıp alına sürüldüğü zaman nezleye iyi gelir.

Kanun sahibi, yumurtayı kalp ilaçlan arasında zikretmiş ve sonra şöyle demiştir: Her ne kadar o mutlak anlamda bir ilaç değilse de, gerçekten sarısı­nın kalbi takviyede büyük etkisi vardır. Sarı, çabuk kana dönüşür, posası çok azdır, ondan oluşan kan, kalbi besleyen kanla mütecanis ve hafiftir, ona doğru süratle atılır. Bu yüzden yumurta insan sağlığını bozacak hastalıklara karşı en uygun telafi edici bir gıda olmaktadır. [17]

 

10— Basal  A. Cepa, Soğan:

 

Ebu Davud, Siinen'indc rivayet eder: Hz. Hz. Âişe'ye (r.a.) soğan so­rulduğu zaman: "Hz. Peygamber'in (s.a.) yediği son yemekte soğan vardı." demiştir.[18]

Sahîhayn'da mevcut bir hadiste de: "Hz. Peygamber (s.a.) soğarfiyiyeni mescidden menetmiştir." denilmektedir.[19]                                   

Soğan üçüncü derecede hararetlidir. Onda fazla bir rutubet vardır. Su değişimi için faydalıdır. Zehir kokusunu giderir, iştahı açar, mideyi güçlen­dirir, şehveti harekete geçirir. Meniyi arttırır, rengi güzelleştirir, balgamı ke­ser, mideyi temizler. Tohumu cildde ortaya çıkan alacalıkları (behak) gide­rir, saç döken derdi onunla oğulduğunda, gerçekten güzel fayda verir. Tuzla birlikte sivilceleri giderir. Müshil ilacı içen kimse, soğanı kokladığı zaman, kusmasını ve içerisinin yükselmesini önler, o ilacın kokusunu giderir. Suyu burna çekildiği zaman, kafayı temizler. Az işitme, kulak çınlaması ve cera­hat sebebiyle kulağa giren suyu çıkartmak için kulağa damlatılır. Tohumu balla birlikte gözün beyazına çekildiği zaman, gözden akan su için fayda ve­rir. Pişirilince bol gıdalı bir besin olur ve sarılık, öksürük, göğüs darlığı için faydalı olur. Sidik söktürür, tabiatı yumuşatır. Kuduz olmayan köpek ısırık­larına, sedef otu ve tuzla birlikte soğan suyu damlatıldığında iyi gelir. Buna tahammül edilebildiğinde basurların ağzını açar.

Zararına gelince, yanmcaya sebep olur ve başı ağrıtır, şişkinlik yapar, göze iyi gelmez. Çok yenildiğinde unutkanlık doğurur ve aklı ifsad eder. Ağızm raiha ve kokusunu değiştirir. Yanındakilere ve meleklere eziyet verir. Pişir­mek suretiyle öldürüldüğü zaman bu zararları ortadan kalkar.

Sû'nen'de Hz. Peygamber'in (s.a.) soğan ve sarmısak yiyenlere pişirmek suretiyle onları öldürmelerini emrettiği rivayet edilmiştir. [20]

Üzerine sedef otu yaprağı çiğnemek kokusunu giderir. [21]

 

11— Bazincan  S. Melengena, Patlıcan:

 

Hz. Peygamber adına uydurulan bir mevzu hadiste:,' le yenilirse öyledir."[22] denilmiştir. Bu sözün değil bir pb şında bir insana bile nisbeti hoş bir şey değildir.

Patlıcan iki nevidir: Beyaz ve siyah. Soğuk mu sıcak tâf vardır. Doğrusu o sıcaktır. Kara safra, sevda, basur,

Patlıcan ne niyet-ğambere, aklı ba-ı olduğunda ihti-ikanıkhk, seratân (kanser) ve cüzzama sebebiyet verir. Rengi bozar ve siyahlaştınr, ağıza kötü koku verir. Uzun ve beyaz olanı bu zararlardan uzaktır. [23]

 

12__ Temr  Hurma:

 

Sahih'de Hz. Peygamber (s.a.): "Kim sabah yedi hurma yerse —başka bir lâfızda, "yaylanın hurmasından" ilâvesi vardır— o kişiye o gün ne zehir zarar verir ne de sihir." buyurmuştur.[24] Yine O: "İçinde kuru hurma ol­mayan evin halkı açtır."[25] buyurmuştur. O'nun hurmayı kaymakla yediği, ekmekle yediği ve sade olarak yediği sabittir.[26]

Hurma ikinci derecede hararetlidir. Birinci derecede rutubetli mi, yoksa kuru mu olduğu konusunda iki görüş vardır. Ciğeri güçlendirir, tabiatı yu­muşatır. Özellikle de çam tohumu ile birlikte şehveti arttırır. Boğazın haşin­liğini giderir. Soğuk ülkelerde yaşayan insanlar gibi, alışkın olmayanlar yedi­ğinde tıkanıklığa sebep olur, dişlerine eza verir, baş ağrısını harekete geçirir. Zararı badem ve haşhaşla giderilir. Hurma, meyveler içerisinde beden için en gıdalısıdır. Çünkü hem sıcak, hem de rutubete sahiptir. Aç karına yenildi­ğinde kurtlan öldürür. Çünkü harareti yanında, ilaç özelliği vardır. Aç kar­nına yenilmeye devam edildiğinde kurtları zayıflatır, azaltır veya öldürür. O hem meyvedir, hem gıda maddesi, hem ilaç, hem meşrubat, hem de tatlıdır. [27]

 

13— Tîn, F. Carica, İncir:

 

Hicaz ve Medine'de incir bulunmadığı için sünnette incirden söz edildiği varid değildir. Çünkü incirin yetiştiği toprak, hurmanın yetiştiği topraktan farklıdır. Ancak, Yüce Allah Kitabı'nda menfaat ve faydalarının çokluğu se­bebiyle incire yemin etmiştir. Sahih görüşe göre, yemin edilen şey bildiğimiz incirdir.

İncir sıcaktır. Rutubeti ya da kuruluğunda iki görüş vardır. En kalitelisi beyaz ve olgun kabuklu olanıdır. Böbrek taşlarını ve mesaneyi temizler, ze­hirlere karşı koruyucudur. Bütün meyvelerden daha gıdalıdır. Boğaz, göğüs ve gırtlak sertliğine iyi gelir. Karaciğeri ve dalağı yıkar, mideden balgamı te­mizler, bedene iyi bir gıda olur. Ancak çok yenildiği zaman bitlenmeye yol açar.

:ürusu gıda olur ve sinirlere iyi gelir. Ceviz ve bademle çok iyi gider. Galinos: "Bir kimse öldürücü zehir almadan önce, ceviz ve sedef otu[28] ile birlikte incir yerse, fayda verir ve onu zarardan korur." demiştir. 

Ebu'd-perdâ'dan yapılan rivayete göre Hz. Peygamber'e (s.a.)jjbir ta­bak incir hediye edilmişti. Hz. Peygamber: "Yeyiniz!" buyurdu vetondan yedi. Daha sonra: "Eğer bir meyve cennetten indi deseydim bunu derdim. Ne var ki, cennet meyvesi çekirdeksizdir. Ondan yiyiniz. Çünkü o basurları keser ve nikris[29] hastalığına iyi gelir." buyurdu. Hadisin sübûtu konusun­da emin değiliz.

İncirin et kısmı daha iyidir. Hararetli olanları susatır, tuzlu balgamdan hasıl olan susuzluğu yatıştırır, müzmin öksürüğe iyi gelir. Sidiği söktürür, Ka­raciğer ve dalak tıkanıklıklarını açar, böbrek ve mesanelere iyi gelir. Aç kar­nına, özellikle de badem ve cevizle yenildiği vakit gıda alan kılcal damarların açılmasında müthiş etkisi vardır. Ağır gıdalarla alınması gerçekten kötüdür. Beyaz dut incire yakındır, ancak incirden hem gıdası daha azdır, hem de mi­deye daha çok zararlıdır. [30]

 

14— Telbine Arpa Bulamacı:

 

Daha önce bunun öğütülmüş arpa suyu (bulamacı) olduğu ve faydaları bunun Hicazlılar için normal arpa suyundan daha faydalı olduğu zikredilmişti[31]

 

15— Sele  Kar:

 

So/z/Tz'de Hz. Peygamber'den (s.a.): "Ey Allah'ım! Beni hafüanmdaı su il:, kar ile, dolu ile yıka!" diye dua ettiği nakledilmiştir.[32]

Bu hadisten şu çıkar: Dert, zıddı ile tedavi edilir. Çünkü hatalar, hara rettendir. Yanan şeye ise zıt olarak kar, dolu ve soğuk su vardır. Kirin temiz lenmesi hususunda sıcak su daha etkilidir denilemez. Çünkü soğuk su sıca suyun aksine, yıkanılan şeyi katılaştırır ve güçlendirir. Hatalar iki netice de gururlar: Kirletme ve gevşetme. Arzulanan şey bunların kalbi temizleyecek ve onu güçlendirecek bir şeyle tedavi edilmeleridir. Hadiste işte bu iki mâna­ya işaret olmak üzere soğuk su, kar ve dolu zikredilmiştir.

Kar, daha sahih görüşe göre soğuktur. O sıcak bir özelliğe sahiptir diyen kimse hata etmiştir. Kardan canh (kurt gibi) mahlukatın meydana gelmesi onu bu düşünceye itmiştir. Bu karın sıcak olduğunu göstermez. Çünkü kurt soğuk olan meyvelerde ve sirkede de oluşur. Susatmasına gelince, bu, insan­daki harareti harekete geçirmesinden olmaktadır. Yoksa karın kendi harare­tinden değildir. Mideye, sinirlere zarar verir. Eğer diş ağrısı aşırı hararetten ise, kar onu teskin eder. [33]

 

16— Sûm A. Sativum, Sarımsak:

 

Soğana yakındır. Hadiste: "O ikisini kim yiyecekse, pişirerek onları öl-dürsün."[34] buyurulmuştur. Bir seferinde Hz. Peygamber'e (s.a.), içerisin­de sarımsak olan bir yemek hediye edilmişti. Onu Ebu Eyyub el-Ensarî'ye gönderdi. Ebu Eyyub: "Ya Rasûlallah! Sen ondan hoşlanmıyor ve onu bana gönderiyorsun?" dedi. Hz. Peygamber de ona: " Ben senin münacaatta bu­lunmadığın kimselerle münacaatta bulunuyorum. (Dolayısıyla sen ye!)." bu­yurmuşlardır[35]

Sarmisak sıcaktır, dördüncü derecede kurudur, kuvvetli ısı verir ve iyi kurutucudur. Soğuk olanlar ve balgamlı mizaca sahip olanlar, felce tutulmak üzere olanlar için faydalıdır. Meniyi kurutur, tıkanıklıkları açar, yoğun yel­leri çözümler, yemeği hazmettirir, susuzluğu keser, karnı bırakır, sidiği sök­türür. Haşerat sokmaları ve tüm soğuk şişliklere karşı panzehir yerine geçer. Ezilip de yılanın ya da akrebin soktuğu yere sarıldığı zaman fayda verir ve oradan zehiri emer. Bedeni ısıtır ve hararetini arttırır. Balgamı keser, şişkin­liği indirir, boğazı temizler. Çoğu bedenler için sıhhatin koruyuculuğunu sağlar, su değişimine, müzmin öksürüğe iyi gelir. Çiğ olarak, pişirilerek ve kızartılarak yenilir. Soğuktan olan göğüs ağrısına iyi gelir. Boğazda pıhtı varsa onu çıkarır. Ezilip sirke, tuz ve balla karıştırılıp çürük diş üzerine konulduğunda onu dağıtır ve düşürür. Ağrıyan diş üzerine konulduğunda ağrısını teskin eder. İki dirhem kadarı ezilip bal şerbeti ile içildiğinde balgamı söktürür ve kurtla­rı çıkarır. Balla birlikte ciltte meydana gelen beyazlıklara sürüldüğünde iyi gelir.

Zararları: Baş ağrısına sebep olur. Beyin ve gözlere zararlıdır, görmeyi ve şehveti zayıflatır. Susatır, safrayı harekete geçirir, ağız kokusunu bozar ve kötü kokar. Üzerine sedef otu yaprağı çiğnemek kokusunu giderir. [36]

 

17— Sirîd Tirid:

 

Sahîhayn'da: "Aişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tiridin diğer yemek­lere üstünlüğü gibidir." hadisi vardır.[37]

Tirid, aslında mürekkeb ise de, terkibi ekmek ve ettendir. Ekmek azık­ların en üstünü, et de katıkların efendisidir. İkisi bir araya geldiğinde, artık bundan daha ötesinde bir arzu yoktur.

Hangisinin daha üstün olduğu tartışmalıdır* Doğrusu şudur: Ekmeğe olan ihtiyaç daha çok ve yaygındır, et ise daha önemli ve üstündür. O beden cev­herine diğer bütün gıdalardan daha çok benzer, aynı zamanda cennet ehlinin yemeğidir. Yüce Allah; sebze, hıyar (acur), fûm (sarmısak ya da buğday) mer­cimek ve soğan isteyenlere karşı: "Hayırlı olanı daha düşük olan şeyle mi de­ğiştirmek istiyorsunuz?"[38] buyurmuştur. Seleften pek çoğuna göre âyette geçen "fûm" kelimesi buğday demektir. Bu tefsire göre âyet, etin buğday­dan daha hayırlı olduğu konusunda nasstır. [39]

 

18— Cümmâr Hurma Özü:

 

Sahthayn'da Abdullah b. Ömer anlatır: Rasûlullah'm (s.a.) yanında otu­rurken, bir de baktık hurma özü (cümmâr) getirildi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber: "Ağaçlar içerisinde bir tanesi vardır ki, müslüman adama benzer, yaprakları düşmez..." buyurdu.[40]

Cümmâr, birince derecede soğuktur ve kurudur. Varaların ağar jı kapatır. Kanamalara, karın gitmesine, acı safranın galebesine, kanın galeyanına karşı iyi gelir. Sindirimi zor değildir, kolay gıda verir, yavaş yavaş hazmolu-nur. Ağacının herşeyi faydalıdır. Fayda ve menfaati çok olduğundan Hz. Pey­gamber tarafından, müslüman adama benzetilmiştir. [41]

 

19— Cübn  Peynir:

 

Sünen'Ğt Abdulah b. Ömer'den nakledilir: "Tebük'te Hz. Peygamber'e (s.a.) peynir getirilmişti. Bir bıçak istedi. Besmele çekti ve kesti." Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[42] Ashab da Suriye'de ve Irak'ta onu yemişlerdi.

Yaş ve tuzsuz olanı mide için iyidir. Uzuvlardan kolay geçer, şişmanla­tır, karnı mutedil bir şekilde yumuşatır. Tuzlu olanı daha az gıdalıdır ve mi­de için iyi değildir, bağırsaklara eza verir. Eski peynir karnı tutar. Kızartıl­mış olanı da öyledir. Yaralara iyi gelir ve ishali önler.

Peynir soğuk ve rutubetlidir. Kızartılarak alınırsa, mizaca daha uygun olur. Çünkü ateş onu düzeltir ve dengeler, cevherini yumuşatır, tat ve koku­sunu güzelieştirir. Eski ve tuzlu olanı sıcak ve kurudur. Kızartılması duru­munda iyileşir, acılığı kırılır. Çünkü ateş, kendisine münasip olan sıcak ve kuru parçaları emer. Tuzlu olanı ise zayıflatır, böbrek ve mesane taşlan oluş­turur. Mideye iyi gelmez. İnceltici özelliği olan şeylerle karıştırmak daha da kötüdür. Çünkü onun mideye zararlı etkisini arttırır. [43]

 

20— Hınnâ  Lawsonia Alba, Kına:

 

Fazileti hakkında hadisler geçti, faydaları anlatıldı. Tekrar dönmeyeceğiz. [44]

 

21— Habbetu's-Sevda, N. Sativa, Çörek Otu:

 

Sahihayn'Ğa. Ebu Hureyre'den nakledilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bu siyah tohuma önem veriniz. Çünkü o ölüm hariç her derde devadır." buyurmuş­tur.[45]

Hadiste geçen "ei-Habbetu's-Sevdâ" çörek otudur. Siyah kimyon, Hind kimyonu da denir. Hasan'ın: **O hardaldır." dediği rivayet edilir. Herevî de: "O 'butum' ağacının yeşil tohumlarıdır." şeklinde bir nakilde bulunmuştur. Her ikisi de yanlıştır. Doğrusu çörek otudur.

Gerçekten çok faydaları vardır. Hz. Peygamberdin: "Her derde deva­dır." sözü, "Hayır o (rüzgâr), Rabbinin buyruğu ile herşeyi yokeder."[46] âye­tine benzer. Yoketmeyi, alt üst etmeyi kabul eden herşeyi demektir. Çörek otu her türlü soğuk hastalıklara karşı iyi gelir. Arazî olan sıcak ve kuru has­talıklara da etki eder, azıcık alındığı zaman hızlı etkisi sebebiyle soğuki'e ru­tubetli hastalıklara ait ilaçların etkisini hızlandırır.                         

Kanun sahibi îbn Sina ve diğerleri, kâfur hapı içerisine konulacak za'fe-ramn hızlı etkisinden ve kâfurun gücünü çabuk ulaştırmasından söz etmiş­lerdir. Bunun daha bir çok benzerleri vardır ki, sanatında mahir, olanlar bu­nu bilirler. Dolayısıyla sıcak özellik gösteren hastalıklarda ilaç olarak yine sıcak bir nesnenin kullanılması uzak bulunmamalıdır. Bu durum birçok ilaç­ta vardır. Meselâ göz ağrısı {remed) için terkip yapılan enzeru[47] ve berabe­rinde şeker vb. gibi sıcak olan maddele/den meydana gelen ilaç gibi. Remed, tabiplerin ittifakı ile sıcak bir derttir. Yine son derece sıcak olan kükürtün (kibrit) uyuza olan faydası da böyledir.

Çörek otu üçüncü derecede sıcak ve kurudur. Şişkinliği giderir. Tenyayı düşürür. Barasa (alaca hastalığı), her dört günde bir tutan hummalara, bal­gam hastalığına İyi gelir. Tıkanıklıkları açar, yelleri çözümler, midenin ıslak­lık ve rutubetini kurutur. Öğütülüp balla yoğurulur ve sıcak su ile devamlı içilirse böbrek ve mesanedeki taşlan eritir; sidiği, hayız kanını söktürür, me­meye süt gelir. Sirke ile ısıtılır ve karına sürülürse tenyayı öl­dürür. Yaş ya da pişirilmiş Ebu Cehil karpuzunun suyu ile yoğurulduğunda, kurtların çıkarılmasındaki etkisi daha güçlü olur. O temizleyici, kesici ve çö­zümleyici özellik arzeder. Soğuk olan zûkkam hastalığına (soğuk algınlığı), öğütülüp bir bez parçası içine konulup devamlı koklandığı zaman şifa verir ve onu giderir.

Yağı; deri kavlamasına (sedef hastalığı), sivilce ve benlere iyi gelir. Bir miskal kadan su ile içildiği zaman nefes darlığına ve hızlı soluma derdine fayda verir. Yedi tanesi bir kadının sütü içerisinde ıslatılır ve onu sanlık hastası bur­nuna çekerse çok fayda verir.

Sirke ile pişirilir ve gargara edilirse soğuktan olan diş ağrılarına iyi gelir. Ezilerek burna çekildiğinde, gözde ânz olan akma başlangıcında faydalıdır. Sirke ile birlikte sargı yapılırsa, sivilce ve kabarcıkları, yaralı uyuzu söker atar. Müzmin balgamlı şişlikleri, katı şişlikleri çözer. Yağı buruna çekildiğinde yüz felcine iyi gelir. Yarım ilâ bir mıskal arasında içildiğinde böcek sokmalarına fayda verir. İyice öğütülür ve yeşil tohum (butum ağacının tohumu, beneviş) yağı ile karıştırılır ve kulağa üç damla damlatıİırsa, sonradan olan üşütme, gaz ve tıkanıklıklara iyi gelir.

Önce kaynatılır, sonra iyice öğütülür ve zeytinyağına bırakılır, sonra bu­runa üç ya da dört damla damlatıİırsa, çok hapşırman soğuk algınlığına fay­da verir.

Yakılıp susam ya da kına yağı ile eritilmiş muma katılır ve bacaklar ön­ce sirke ile yıkandıktan sonra oradaki mevcut yaralara haricen sürülürse fay­da verir ve yaralan iyileştirir.

Sirke ile ezilir ve ciltteki alaca hastalığına ve siyah beneklere, "h'azâze" denilen bulaşıcı müzmin ve bazan da öldürücü cilt hastalığının bulunduğu yer­lere sürüldüğünde faydası görülür ve iyileştirir.

İyice öğütülür ve her gün soğuk su ile iki dirhem kuru olarak alınırsa, kuduz bir köpeğin ısırdığı kimseye henüz sudan korkma dönemi başlamadan önce, fevkalâde netice sağlar ve onu helâktan kurtarır. Yağı buruna çekildi­ğinde, felce ve aşırı soğuktan meydana gelen "kûzaz" (kurulma) hastalığına iyi gelir, onların sebeplerini ortadan kaldırır. Onunla tütsü yapıldığında ha-şeratı kovar.

Enzerût (zamk) su ile eritilir ve halkanın içine sürülür, sonra da üzerine çörek otu ekilirse, basurlara karşı çok faydalı bir ilaç olur. Faydaları zikret­tiğimizden kat kat fazladır. Şerbet iki dirhem olacaktır. Bazıları fazla sürül­düğünde öldürücü olabileceği kanaatindedirler. [48]

 

22— Harîr  İpek:

 

Daha önce, kendilerinde bulunan bir kaşıntıdan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) ipeği Zübeyr iie Abdurrahman b. Avf için mubah kıldığı, ipeğin yapısı ve özellikleri, faydaları geçmişti. Bu itibarla tekrar dönmeye gerek yoktur. [49]

 

23— Hurf Senebiera Coronopus/Peganum Hamıala, Üzerlik Otu:

 

Ebu Hanife ed-Dîneveri: "Bu ilaç olarak kullanılan tohumdur, Hz. Pey gamber'in hadisinde de adı ile geçen ot budur. Üzerlik otu denilir. Halk arasında  tabir ederler." der. Ebu Ubeyd de: "hurf yani üzerlik otudur." der.

Hz. Peygamber'in (s.a.) söz konusu hadisi: "İki acı şeyde, sabir[50] ve üzerlik otunda ne şifa vardır biliyor musunuz?" şeklindedir. Ebu Davud, eî-Merâsîl'de rivayet etmiştir.

Kuvveti, ikinci derecede hararet ve kuruluğundadır. Isı verir, karnı yu­muşatır, kurtçukları (solucan vb.) ve tenyayı düşürür. Dalak şişliklerini indi­rir, cima arzusunu kamçılar, yaralı uyuz ve temreğiyi iyi eder.

Bal ile lapası sarıldığı zaman dalak şişini indirir. Kına ile pişirildiği za­man göğüsteki fazlalıkları çıkarır. İçilmesi, haşarat ısırık ve sokmalarına iyi gelir. Tütsü yapıldığı yerden haşaratı uzaklaştırır. Saç dökülmesini önler. Arpa kavutu ve sirke ile karıştırılıp lapası sargı yapıldığında, siyatik {ırku'n-nesâ) hastalığına iyi gelir ve sonunda sıcak şişlikleri indirir.

Su ve tuzla karıştırılarak sargı yapıldığında çıbanları oîgunlaştınr. Bü­tün azalardaki gevşemeye karşı faydalıdır. Cima arzusunu arttırır. İştahı açar, astıma ve nefes zorluğuna, dalak kalınlaşmasına iyi gelir, ciğeri temizler, ha­yız kanını söktürür, siyatiğe, kazayı hacetten doğan makat ağrılarına —içildiği zaman ya da dübüre damlatıldığında— iyi gelir. Göğüste ve akciğerde bulu­nan yapışkan balgamı siler.

Ezildikten sonra beş dirhem kadarı sıcak su ile içildiğinde tabiatı yumu­şatır, yelleri çözümler. Soğuktan olan kulunç ağrılarım dindirir. Ezilir ve içi­lirse, baras (alaca) hastalığına iyi gelir.

Baraslı yerlere ve beyaz lekelere sirke ile sürülürse, faydalı olur. Soğuk­tan ve balgamdan doğan baş ağrılarına iyi gelir. Eğer kavrulur ve içilirse — özellikle de ezilmediği zaman— tabiatı tutar. Suyu ile kafa yıkandığı zaman, kirlerden ve yapışkan diğer rutubetlerden arındırır.

Galinos şöyle der: "Kuvveti hardal tohumunun kuvveti gibidir. Bu yüz­dendir ki, siyatik diye bilinen kalça ağrıları, baş ağrıları ve ısıtılmaya ihtiyaç duyan her çeşit hastalık bununla (üzerlik) ısıtılır. Hardal tohumu da aynı şe­kilde ısıtır. Astım hastalarının kullandıkları ilaçlar içerisine de katılır, çünkü üzerlik otu yoğun karışımları hardal tohumu gibi güçlü bir şekilde keser. Üzer­lik her açıdan hardal tohumuna benzer. [51]

 

24— Hulbe T. Foenum-graecum, Çemen/Hülbe/Boy Tohumu:

 

Zikredildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), hasta olan Sa'd b. Ebî Vak-kas'ı Mekke'de ziyarette bulunmuştu: "Ona bir doktor çağırın." buyurdu. Haris b. Kelede[52] çağırıldı. O geldi, baktı ve: "Önemli bir şeyi yok. Ona ferîka tabir edilen acve hurması ile hulbeden oluşan bir terkib hazırlayın. İkisini pişirin ve yudum yudum içirin." dedi. Öyle yapıtlar ve iyileşti.

Hulbenin kuvveti ikinci derecede hararetle, birinci derecede kurulukla­dır. Su ile kaynatıldığı zaman boğazı, göğüsü ve karnı yumuşatır. Öksürüğü, sertliği, astımı, nefes darlığını teskin eder. Cima arzusunu arttırır. Yel, bal­gam ve basurlar için iyidir. Bağırsaklara çökmüş besinleri hareket ettirir, gö­ğüsten yapışkan balgamı söker. Dahilî yaralara, akciğer hastalıklarına iyi ge­lir. Karın boşluğunda bulunan bu tür dertler için tereyağı ve ham şekerle (fâ-niz) alınır.

Beş dirhem kızıl boya (füvve) ile içildiğinde hayzı söktürür. Pişirilip onunla saç yıkandığı zaman, saçı toplar ve konağı (kepek) giderir.

İncesi, natrûn[53] ve sirke ile karıştırılıp sargı yapılırsa dalak şişliğini in­dirir. İçerisinde hulbe pişirilen suya kadının oturması durumunda, şişlikten doğan rahim ağrılarına karşı istifadesi olur. Az hararetli katı şişlikler üzerine lapası sargı yapıldığında, fayda verir ve onları indirir. Suyu içildiğinde gaz­dan çıkan bağırsak ağrılarına iyi gelir ve bağırsakları kayganlaştırır.

Pişirilmiş olarak, aç karnına hurma, bal ya da incirle birlikte yenildiğin­de, göğüste ve midede arız olan yapışkan balgamı söker ve ondan kaynakla­nan uzun öksürüklere karşı fayda verir.

Kabızlığa iyi gelir, karnı bırakır. Buruşuk, bozuk tırnak üzerine konul­duğu zaman onu düzeltir. Yağı, mum ile karıştırıldığı zaman, soğuktan mey­dana gelen yarıklara fayda verir. Faydalan zikrettiklerimizden kat kat fazladır.

Kasım b. Abdurrahman'ın, Hz. Peygamberdin (s.a.): "Hulbe ile şifa ara-yımz."[54] buyurduğunu söylediği zikredilir. Bazı tabipler de: ''İnsanlar eğer 3nun faydalarım bilselerdi, ağırlığında altın vererek satın alırlardı." demiş­lerdir. [55]

 

25— Hubz Ekmek:

 

Sahihayn 'da sabit olan bir hadiste Hz. Peygamber (sia.) şöyle buyurmuş­tur: "Kıyamet gününde yer bir çörek olacak. Onu Cebbar, kendi yed-i kud­reti ile sizden birinizin seferde çöreğini elden ele çevirdiği gibi, cennetliklere ikram olmak üzere çevirecektir."[56]

Ebu Davud, Sünen 'inde İbn Abbas'tan (r.a.) rivayet eder: "Hz. Pey-gamber'in (s.a.) en çok sevdiği yemek, ekmekten yapılan tirid ile hays (yani hurma ve yağın karıştırılmasından yapılan) tirid idi."[57]

Yine Ebu Davud, Sünenindi İbn Ömer'den (r.a.) şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.): "Keşke şimdi yanımda esmer buğdaydan, tereyağı ve süte banılmış beyaz bir ekmek olsa!" buyurdu. Orada hazır bulunanlardan birisi kalktı ve onu hazırladı ve getirdi. Hz. Peygamber: "Bu yağ ne içerisindey­di?" diye sordu. Adam: "Keler derisinden yapılmış bir kapta." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onu kaldır!" buyurdu[58]

Beyhakî, Hz. Âişe'den merfû olarak rivayet ediyor: Buna göre Hz. Pey­gamber (s.a.): "Ekmeğe ikram ediniz. Ona ikramdan birisi de o varken katık beklememektedir.''[59] Hadisin mevkuf olması daha uygundur. Merfûluğu sa­bit değildir.

Ekmeğin bıçakla kesilmesinin yasaklandığı hadisin aslı esası yoktur. Ri­vayet edilen sadece etin bıçakla kesilmesini yasaklama hakkındıdır, onun da aslı esası yokdur.

Mühennâ şöyle der: İmam Ahmed'e, Hz. Âişe'den nakledilen "Eti bı­çakla kesmeyiniz. Çünkü o Acemlerin işlerindendir."[60] hadisini sordum.

"Sahih değildir. Böyle bir hadis bilinmemektedir. Amr b. Ümeyye hadisi bu­nun aksini ifade etmektedir." dedi. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ko­yun etini keserdi."[61] Yine Amr b. Ümeyye hadisinde: "Muğîre, Hz. Pey-gamber'i misafir ettiğinde, Hz. Peygamber (koyunun) böğrünü emretmiş ve pişirilmiş, sonra da eline bıçağı almış ve kesmeye başlamış."[62] denilmektedir.

Ekmek nevilerinin en iyi ve kalitelisi, mayalanmış ve iyi yoğurulmuş ola­nıdır. En iyi sınıfı tandır ekmeğidir. Sonra fırın ekmeği, sonra da üçüncü mer­tebede küle gömülerek pişirileni gelir. En kalitelisi yeni undan yapılanıdır.

En fazla gıdalısı, buğday özünden yapılan ekmektir. Kepeği az olduğu için en yavaş hazmedilen de bu türdür. Sonra kepeği alınmış buğday ekmeği, daha sonra da, iri undan yapılmış ekmek gelir.

Yenilmesi için en uygun vakit, pişirildiği günün akşamıdır. Ekmeğin yu­muşağı, daha çok yumuşatıcı, gıda vericidir; mideden daha çabuk intikal eder. Kuru ekmek ise bunun aksinedir.

Buğday ekmeği, ikinci derecenin ortasında sıcaktır, rutubet ve kuruluk konusunda itidale yakındır. Ateşin kuruttuğu ekmeklerde kuruluk, zıddında da rutubet daha galiptir.

Buğday ekmeğinin bir özelliği de çabuk şişmanlatmasıdır. Kadayıf ek­meği yoğun bir karışım oluşturur. Kırıntı ekmek şişiricidir ve hazmı yavaştır. Sütle yapılanrçok gıdalıdır, doyurucudur, mideden yavaş iner.

Arpa ekmeği birinci derecede soğuk ve kurudur. Buğday ekmeğinden daha az besleyicidir. [63]

 

26— Hail  Sirke:

 

Müslim, Sahih'inde Câbir b. Abdillah'tan (r.a.) rivayet eder: Hz. Pey­gamber (s.a.) ailesinden katık ister. Onlar da: "Sirkeden başka yanımızda bir şey yok." derler. Hz. Peygamber (s.a.) onu ister, yemeğe başlar ve: "Sir­ke ne güzel katıktır, sirke ne güzel katıktır!" buyurur.[64]

İbn Mâce'nin Sünen'inde Ümmü Sa'd'dan (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.): "Sirke ne güzel katıktır! Allah'ım, sirkeyi mübarek kıl! O benden önceki peygamberlerin katığı idi. İçinde sirke olan ev fakirlik görmez."[65] buyurduğu rivayet edilir.

Sirke hararet ve soğukluktan mürekkeptir. Soğukluk özelliği daha ga­liptir. Üçüncü derecede kuru ve güçlü kurutucudur. Maddelerin akışmasını önler, tabiatı iyileştirir. Şaraptan dönüştürülen sirke yanan mideye iyi geiir, safrayı bastırır, öldürücü ilaçların zararlarını bertaraf eder. İçeride çöken süt ve kam çözer, dalağa fayda verir, mideyi tabaklar, karnı tutar, susuzluğu ke­ser. Meydana gelmek üzere olan şişliklere engel olur, hazmı kolaylaştırır, bal­gama karşı durur, kaba yiyecekleri yumuşatır, kanı inceltir.

Tuzla içildiği zaman, öldürücü mantar yenilmesine karşı fayda sağlar. Yudumlandığında, damak köküne yapışan pıhtıyı keser, sıcak halde gargara yapıldığında diş ağrılarına iyi gelir ve diş etlerini güçlendirir.

Sürüldüğünde tırnak iltihabına, karıncalanmaya (ısırgı) ve sıcak özellik­li şişliklere, ateş yanığına faydalı olur. İştahı açar, mideyi iyileştirir. Gençle­re ve yazın sıcak ülke sakinlerine elverişlidir. [66]

 

27—Hilâl Kürdan:

 

Kürdan hakkında aslı olmayan iki hadis vardır: Birincisi; Ebu Eyyub el-Ensarî'den merfû olarak rivayet edilir: Buna göre Hz. Peygamber: "Yemek­ten sonra dişlerini kürdanla temizleyenler ne hoşturlar! Melek üzerine ağızda kalan yemek artıklarından daha ağır bir şey yoktur." buyurmuştur.[67] Ha­disin senedinde Vâsıl b. es-Sâib vardır. Buharı ve Râzî: "Onun hadisleri mün-kerdir." demişlerdir. Nesâî ve Ezdî de: "Ometruku'l-hadistir." demişlerdir.

İkincisi ise; İbn Abbas'tan rivayet edilir. Buna göre Hz. Peygamber (s.a.) kamış kabuğu ve mersin ağacı ile dişlerin temizlenmesini yasaklamış ve: "O ikisi cüzzam damarlarını sular." buyurmuş. Abdullah b. Ahmed b. Hanbel bu hadisin râvilerinden olan Muhammed b. Abdilmelik el-Ensarî'yi babası­na sormuş, o (İbn Hanbel) da: "Muhammed b. Abdilmelik'i gördüm. Âmâ birisiydi. Hadis uydurur ve Hz. Peygamber'e nisbet ederdi." demiştir.

Kürdan, diş etlerine ve dişlere faydalıdır, onların sıhhatini korur, ağız kokusunun değişmesine karşı faydalıdır. En kalitelisi kürdan ağacından, zeytin ve söğüt ağaçlarından olanlarıdır. Kamış, mersin ağacı, reyhan ve bâdrûc (tere-i horasanı) ile dişlerin temizlenmesi zararlıdır. [68]

 

28— Diihn, Yağ:

 

Tirmizî, eş-Şemâil'de Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.) başını çok yağlardı. Sakalını sık sık tarardı. Başını çok ör­terdi. Elbisesi sanki yağcı elbisesi gibiydi."[69]

Yağ, vücudun gözeneklerini tıkar ve içeri gireceK şeyleri önler. Sıcak su ile yıkandıktan sonra kullanıldığında, bedeni güzelleştirir ve rutubetlendirir. Saça sürüldüğünde güzelleştirir ve saçı uzatır. Kızamığa iyi gelir ve çoğu âfetleri önler.

Tirmizî'de Ebu Hureyre Hz. Peygamber'e (s.a.) ref ederek şöyle demiş­tir: "Zeytinyağı yiyiniz ve onunla yağlanınız."[70] înşaallah bu, ileride gele­cektir.

Hicaz ve benzeri sıcak ülkelerde yağ, koruyucu hekimlik ve bedenin dü­zeltilmesinde baş vurulacak en önemli yollardan birisidir. Yağlanmak onlar için zarurî gibi bir şeydir. Soğuk ülkelere gelince, orada yaşayanlar böyle bir ihtiyacı duymazlar. Başta ısrarla kullanmak göze zararlıdır.

Basit yağlardan en faydalısı sıra ile zeytinyağı, tereyağı ve susam yağıdır.

Mürekkep yağlara gelince, bunlardan bir kısmı soğuk ve rutubetlidir. Me­nekşe yağı gibi. Bu yağ, sıcak özellikli baş ağrılarına iyi gelir. Uyuyamayan-Ian uyutur, beyni (dimağı) rutubetlendirir. [71]Yarıklara, kuruluğun galebe çal­masına iyi gelir, uyuzlu yerlere, kuru kaşıntılı cilt tahrişlerine sürülürse fay­da görülür. Mafsalların hareketini kolaylaştırır. Yazın, sıcak özellik arzeden mizaç sahiplerine uygun gelir. Hakkında iki uydurma, asılsız hadis vardır. Birisi: "Menekşe yağının diğer yağlara olan üstünlüğü, benim diğer insanla­ra üstünlüğüm gibidir." şeklindedir. Diğeri ise "Menekşe yağının diğer yağ­lara olan üstünlüğü, İslâm'ın diğer dinlere olan üstünlüğü gibidir."

Mürekkep yağlardan bir kısmı da sıcak ve rutubetlidir. Ban otu (sorgun) yağı gibi. Bu yağ, çiçeğinden değil de fıstık gibi kirli beyaz, çok yağlı tohum­dan alınır. Sinirlerin sertliğine fayda verir ve onları yumuşatır. Bereş, nemeş, kelef (çiğit), behak adı verilen ciltteki çillik, leke ve beneklere iyi gelir. Yo­ğun balgamı söktürür. Kuru mizaçlı damarları yumuşatır, sinirleri ısıtır. Bu­nunla ilgili olmak üzere uydurma, asılsız bir hadis rivayet edilmiştir. Güya Peygamberimiz (s.a.): "Ban otu yağı ile yağlanınız. Çünkü o kadınlarınızın yanında size daha bir haz verir." buyurmuş.

Bu yağın faydalarından olmak üzere şunları söyleyebiliriz: Dişleri cila­lar, onlara bir güzellik kazandırır, diş sararmalarım giderir, yüze ve diğer ha­rici organlara sürülürse, cild çatlayıp yarılmaz. Don ve edeb yerine vb. sürül­düğünde, böbrek üşütmelerine ve sidik damlamasına karşı fayda görülür. [72]

 

29— Zerîre , A. İtalicum, Tutyâ/Hanut:

 

Sahihayn 'da sabit olduğuna göre Hz. Aişe validemiz şöyle demişt Peygamber'i (s.a.) Veda haccında hem ihrama girerken, hem de çıkarkdh kendim tutya ile kokuladım."[73]

Tutyâ'nın (zerîre) mahiyeti ve faydalan hakkında daha önce söz için burada tekrara gerek duymuyoruz. [74]

 

30— Zübâb Sinek:

 

Sıhhatinde ittifak edilen Ebu Hureyre hadisi daha önce geçmişti. Buna göre Peygamberimiz (s.a.), yemeğe düşen,sineğin batınlıp sonra çıkarılması­nı; çünkü kanatlarının birisinde zehir, diğerinde ise panzehir bulunduğunu belirtmişti. Sinekle ilgili durumdan orada söz edilmişti.  [75]                     

 

31— Zeheb Altın:

 

Ebu Davud ve Tİrmizî'nin rivayetine göre,Külâboğullarıyla yapılan sa­vaş sırasında Arfece b. Esad'ın burnu kesilmiş ve gümüşten bir burun edinmiş, o da koku yapmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ona ruhsat vererek, altından bir burun yaptırmasını emretmiştir.[76] Arfece hakkında bundan başka ha­dis yoktur.

Altın; dünyanın zineti, varlığın tılsımıdır, nefislere ferahlık verir, insan­ları güçlendirir, Allah'ın yeryüzündeki sırrıdır.

Altında latif bir hararet vardır ki bu diğer latif ve ferahlatıcı macunlara da girer. Şüphesiz, madenler içerisinde en üstün ve şereflisidir.

Özelliklerinden bazıları: Yere gömüldüğü zaman, hiçbir şey olmaz ve ek­silmez. Tozu ilaçlara karıştırıldığı zaman, kalp yetmezliğine, kara safradan kaynaklanan çarpıntıya iyi gelir. Vesveseye, üzüntüye, kedere, korkuya, aş­ka karşı fayda verir, bedeni semizletir ve güçlendirir. Kurtları düşürür, rengi güzelleştirir. Cüzzam ve kara safradan kaynaklanan bütün ağrı ve hastalık­lara faydalıdır. Bir özelliğinden dolayı saç-sakal dökülmesi ve sedef hastalığı (deri kavlaması) ilaçlarına katılır ve içilerek ya da sürülerek kullanılır. Gözü cilalar ve kuvvetlendirir. Göz hastalıklarının çoğuna iyi gelir ve bütün organ­ları güçlendirir.

Ağızda tutulduğunda, ağız kokusunu giderir. Dağlanma ihtiyacı duyul­duğunda altınla dağlanılırsa, yeri kabarmaz ve çabuk iyileşir. Altın mil edi­nilir ve sürme onunla çekilirse, gözü güçlendirir ve cilalar. Taşı da kendisin­den altın bir yüzük edinilir, kızdırılır ve onunla güvercinin kanadının ön ta­rafından bir yer (dört uzun tüyünden biri) dağlanırsa, artık özel yuvasına alı­şır ve başka bir yere gitmez.

Psikolojik olarak insana güç verme açısından çok acaip bir özelliği var­dır. O yüzden de harpte ve silahta kullanılması mubah kılınmıştır. Tİrmizî'-nin rivayetinde Mezide el-Asarî (r.a.) şöyle demiştir: "Fetih günü Rasûlullah (s.a.) 'Mekke'ye) girdi. Kılıcının üzerinde.altın ve gümüş vardı."[77]

Altın, nefislerin ma'şûkudur, nefis onu ne zaman elde edecek olsa, di­ğer değerli şeylere karşı duyulan özlemleri teskin eder. Yüce Allah: "Kadın­lara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, nişanlı atlar ve develere, ekin­lere karşı aşırı sevgi beslemek, insanlara güzel gösterilmiştir."[78] buyurmuştur.

Sahihayn'da Hz. Peygamber (s.a.): "Âdemoğlunun bir vadi dolusu altı­nı olsa, ikincisini ister. İki vadi dolusu olsa, üçüncüsünü ister. Âdemoğlunun gözünü ancak toprak doyurur ve Allah dilediğini affeder." buyurmuştur.[79]

İşte böyle. Çünkü altın, kul ile, kıyamet gününde elde edeceği en büyük kazancı arasına giren bir engel, Allah'a isyana sebep olan en büyük şeydir. Onun yüzünden nice akrabalık bağlan kesilmiş, nice kanlar akıtılmış, haramlar mubah kılınmış, haklar çiğnenmiş, kullara zulümler reva görülmüştür. O dünya ve onun peşin lezzetlerine karşı kışkırtmakta ve ahirete ve Allah'ın orada sevgili kulları için hazırladığı mükafatlara karşı soğutmaktadır. Onun yüzünden — Allah bilir— nice hak öldürülmüş, bâtıl ise diriltilmiştir; nice zâlime destek verilmiş, nice mazlum ise kahredilmiştir. Bu konuda Harîrî'nin[80] şu sözleri ne kadar da güzeldir:                                                                       

"Kahrolsun o, sahibine bile oyun eden vefasız, iki yüzlü sarı münafık! Kendisine bakana iki şekilde gözükür: Bazan bir dilber gibi süslü ve cazip, bazan da bir âşık gibi solgun ve süzgün! İrfan sahipleri nazarında, ona fazla bağlılık Allah'ın gazabına yol açar. Eğer o olmasaydı, hırsızın eli kesilmez ve hiçbir zalimden şikâyet edilmezdi. Eğer o olmasaydı, hiçbir cimri gece mi­safirliğinden Ötürü yüzünü buruşturmaz ve hiçbir borçlu borcunu ödeyeme­diği için sızlanmazdı. Eğer o olmasaydı hased insanların, yüreğe bir ok gibi işleyen bakışlarından ve şerlerinden Allah'a sığınılmazdı. Bunaldığın zaman sana yardım etmesi şöyle dursun, kaçar, senden kaçak bir köle gibi uzakla-şır."[81]

 

32— Rutab Yaş Olgun Hurma:

 

Yüce Allah (c.c.) Hz. Meryem'e hitaben: "Hurma ağacını kendine doğ­ru silkele, üstüne taze olgun hurma (rutab) dökülsün. Ye iç; gözün aydın ol­sun...[82] buyurmuştur.

Sahihayn'da. Abdullah b. Cafer'in: "Rasûlullah'ı (s.a.) acurla birlikte yaş olgun hurma yerken gördüm." dediği rivayeti yer almaktadır[83]

Ebu Davud'un Sünen 'inde ise Enes'den şöyle rivayet edilmektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) namazdan önce birkaç yaş olgun hurma ile iftar ederdi. Eğer yaş hurma olmazsa kuru hurmalarla orucunu açardı. Eğer kuru hurma da yoksa, birkaç yudum su içerdi.[84]

Yaş olgun hurma suların özelliğini gösterir; sıcak ve rutubetlidir. Soğuk mizaçlı mideyi güçlendirir ve ona iyi gelir. Cima arzusunu artırır, bedeni ge­liştirir. Soğuk mizaç sahiplerine uygun düşer ve çok gıda verir.

Gerek Medine ahalisi ve gerekse hurma yetişen diğer bölgelerde yaşayanlar için en fazla uygunluk gösteren bir meyvedir ve beden İçin en faydahsıdır. Alışkın olmayan kimselerde ise vücutta kokuşmaya yol açar, iyi olmayan bir kan oluşturur: biraz fazla yemişse baş ağrısı ve kara safraya sebep olur, diş­lerine eza verir. Yatıştınlması seknecîn[85] ve benzeri bir meşrubatladır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) yaş olgun hurma ile, yoksa kuru hurma ile, o da yoksa su ile iftar etmesinde çok ince sıhhî bir tedbir bulunmaktadır. Şöyle ki: Oruç mideyi gıdadan arındırır. Ciğer, cezbedip duyu ve organlara gönde­receği şeyleri orada bulamaz. Tatlı, karaciğere en çabuk ulaşan yiyecektir ve onun en çok aradığı şeydir. Özellikle de yaş olursa kabul oranı daha da ar­tar. Böylece hem karaciğer, hem de diğer organlar faydalanırlar. Eğer yaş hurma yoksa kuru hurma, tatlı oluşu ve besleyici gücü ile ikinci sırada yer alır. O da yoksa alınacak birkaç yudum su midenin yanmasını ve orucun ha­raretini söndürür. Böylece mide yemek için uyanır ve iştahla onu alır. [86]

 

33— Reyhan

 

Yüce Allah (c.c.) Kur'an-ı Kerim'de reyhandan söz etmiş ve şöyle bu­yurmuştur: "Eğer ölen o kişi gözdelerden ise, rahatlık, reyhan ve nimet cen­neti onundur."[87] "Orada meyveler, salkımh hurma ağaçları, kabuklu ta­neler, güzel kokulu otlar (reyhan) vardır."[88]

Sahih-iMüslim'de ise Hz. Peygamber (s.a.): "Kendisine reyhan ikramında bulunulan kimse onu çevirmesin; çünkü o, hem taşıması hafiftir hemjde gü­zel kokuludur."[89] buyurmuşlardır.                                         

Ibn Mâce'nin Sünen'inde Usâme hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Cennet için kollarım sıvayan yok mu? Çünkü cennetin bir benzeri yoktur. O —Kabe'nin Rabbine yemin ederim ki— parıldayan bir nur, titreşen bir reyhan, görkemli bir saray, devamlı akan bir. nehir, olgun meyve, güzel alımlı zevce, pek çok güzellik demektir. Sonsuza dek, her türlü nimet içinde, neşe dolu, çok değerli kusursuz konaklar içerisinde bir hayattır o." Bunun üzerine ashab:

— Evet ya Rasûlallah! Onun için kollarını sıvayanlar bizlerizı tiediier. Hz. Peygamber (a.s.):

  İnşaallahu teala! deyiniz, buyurdu. Onlar da:

  İnşaallah! dediler.[90]

Her çeşit güzel kokan bitkiye "reyhan" denilir. Her ülke bu kelimeyi güzel kokan bitkilerden biri hakkında özel olarak kullanır. Batıda yaşayan­lar bunu mersin ağacı (m. communis) için kullanırlar. Arabm, reyhan deyin­ce aklına gelen de budur. Irak ve Suriye ahalisi ise yarpuza (m. pulegium) reyhan derler.

Mersin ağacının özelliği birinci derecede soğukluk ikinci derecede kuru­luktur. Buna rağmen o zıt kuvvetlerden mürekkeptir; İçerisinde en çok olanı soğuk arazî cevherdir. Onda sıcak latif bir şey de vardır ve çok güçlü bir ku­rutucudur. Terkibini meydana getiren eczası kuvvetçe birbirlerine yakındır­lar. O aynı anda, hem içerden hem dışardan tutucu ve hapsedici bir güce sahıptır.                                                                       

Safralı ishalleri keser, koklandığı zaman yaş ve rutubetli buharı def eder, kalbi fevkalade ferahlatır. Koklanmasi vebaya engeldir. Eve.serilmesi de Öy­ledir.

Üzerine konduğunda sidik yollarındaki şişmeleri iyileştirir. Taze iken yap­rakları inceltilir ve sirke ile döğülür başa konulursa, burun kanamasını ke­ser. Kuru yapraklan ufalanır ve rutubetli yaralara ekildiğinde fayda verir. Lapası sargı yapıldığı zaman zayıf organları güçlendirir. Tırnak iltihabına (do­lama) iyi geiir. Sivilce, kabarcık ile el ve ayaklardaki yaralara ekildiği zaman faydalı olur.

Beden onunla oğulduğunda teri keser, fazla rutubetleri emer, koltuk altı kokusunu giderir. Su ile kaynatılır ve içerisine oturulursa makat ve rahim çık­malarına, mafsallardaki gevşemelere iyi gelir. Kaynamayan kemik kırıkları üzerine döküldüğünde fayda verir.

Kafadaki kepekleri, rutubetli yaralan, kabarcıkları arındırır, temizler, dökülen saçları tutar ve siy anlaştırır. Yaprağı inceltilip üzerine az bir su dö­külür ve birazcık zeytinyağı veya gülyağı karıştırılır ve sargı yapılırsa; rutu­betli yaralara, karıncalanmaya (ısırgı), kızıla, akut şişliklere, kurdeşene, ba­surlara elverişli gelir.

Tohumu, göğüs ve akciğerde meydana gelen kanamalara fayda verir. Mi­deyi tabaklar. Temizleyici olduğu için göğüse ve akciğerlere zararlı değildir. Öksürükle beraber olan karın gitmelerine fayda verici bir özelliği vardır. Bu durum ilaçlarda nadirdir. Sidiği söktürür, mesane yanmalarına, haşerat ısır­malarına, akrep sokmalarına iyi gelir. Kökü ile diş kurcalamak zararlıdır, sa-kmılmalıdır.

İranlıların reyhan tabir ettikleri yarpuza gelince o, iki görüşten birisine göre sıcak özellikler taşır. Üzerine su serpilir, serinletir ve arızî olarak rutu-betlendirildiğinde ateşli baş ağrısına iyi gelir. Diğer görüşe göre ise soğuk özel-likiidir. Rutubetli mi, kuru mu olduğu konusunda iki görüş vardır. Doğrusu onda dört özellik de bulunmaktadır. Yarpuz uykuyu getirir. Tohumu safralı ishali durdurur, bağırsak ağrılarını teskin eder, kalbi güçlendirir, kara safra­lı hastalıklara iyi gelir. [91]

 

34— Rum mân  Punica Granat um, Nar:

 

Yüce Allah (c.c.) nardan, "İkisinde (cennet) de her türlü mey| malıklar ve nar ağaçları vardır."[92] âyetinde söz etmiştir.

İbn Abbas'tan hem merfû, hem de mevkuf olarak şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu narlarınızdan hiçbir nar yoktur ki, cennet narından bir tane ile aşılanmış ohnasın."[93] Bu sözün mevkuf (kendi sözü) olması daha uygun­dur. Harb ve diğerleri, Hz. Ali'den: "Narı içindeki zarı ile birlikte yeyiniz. Çünkü o mideyi tabaklar." dediğini zikrederler.

Narın tatlısı sıcak ve rutubetli özellik arzeder, mide için iyidir, içerisin­deki şeffaf tutuculuk özelliği ile onu güçlendirir. Boğaza, göğüse, akciğerlere fayda verir, öksürüğe iyi gelir. Suyu karni yumuşatır. Bedene kolay bir gıda verir. İnce ve şeffaf olduğu için çabuk çözülür ve midede hafif bir hararet ve gaz meydana getirir. Bu yüzden şehvete yardımcı olur ve hummalılara iyi gelmez. Tuhaf bir özelliği de ekmekle yenildiğinde onu bozulmaktan engelle­mesidir.

Ekşisi soğuk ve kuru, tutucu ve latif bir özellik arzeder. Yanan midelere iyi gelir. Diğer narlardan daha iyi şekilde sidiği söktürür, safrayı teskin eder, ishali keser, kusmayı engeller, dışkıyı yumuşatır.

Karaciğer hararetini söndürür, azaları güçlendirir, safradan kaynakla­nan hafakanlara, kalbe ve mide ağızına arız olan ağrılara iyi gelir, mideyi güç­lendirir, oradaki artıkları defeder, safrayı ve kanı söndürür.

Suyu, içindeki zarı ile çıkarılıp birazcık bal ile merhem gibi oluncaya ka­dar pişirildiğinde, onunla göze sürme çekilirse gözdeki sarılığı keser ve ora­daki kaba rutubetleri arındırır; diş etlerine sürüldüğü zaman ona arız olan yıpranmalara karşı iyi gelir. Tatlı narla ekşi narın zarları iie birlikte sular: çıkarılıp alındığında karnı bırakır ve kokuşmuş, acı rutubetleri indirir, uzun ve gün aşın gelen hummalara karşı fayda verir.

Ekşi nara gelince, hem özellik hem de etkisi bakımından diğer iki nevin ortasında yer alır; fakat hafif ekşi nar özelliğine doğru meyli vardır. Nar çe­kirdeği bal ile birlikte tırnak iltihabına (dolama) ve pis (inatçı) yaralara sürü­lür. Nar çiçeği cerahatli yaralar için kullanılır. Her sene üç nar çiçeği yutar kimse, o sene için göz ağrısından emin olur. [94]

 

35— Zeyt Zeytinyağı:                                            

 

Kur'an'da şöyle geçer: "...Bu ne yalnız doğuda ne de yalnız bacıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır."[95]                          

Tirmizî ve İbn Mâce'de Ebu Hureyre hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Zeytinyağı yiyiniz ve onunla yağlanınız. Çünkü o bereketli (mübarek) bir ağaçtandır. "[96]

Beyhakî ve yine İbn Mâce'de İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.): *'Zeytinyağını katık edininiz ve onunla yağlanınız. Çünkü o mübarek (bere­ketli) bir ağaçtandır. "[97] buyurduğu nakledilir.

Zeytinyağı birinci derecede sıcak ve rutubetli özellik arzeder. "O kuru­dur." diyenler hata etmişlerdir. Zeytinyağı elde edildiği zeytine göre değişik özellik arzeder. Olgun zeytinden elde edileni, en iyisi ve kalitelisidir. Henüz ham olan zeytinlerden elde edilen zeytinyağında, soğukluk ve kuruluk özelli­ği vardır. Kırmızı zeytinden elde edileni ise, ikisi arası bir özellik arzeder. Si­yah zeytinden olanı itidalli olarak ısıtır ve rutubet verir,zehirlere karşı fayda verir, karnı bırakır, solucanı düşürür. Eskisi yenisinden hem ısıtma hem de çözücü özellik arzetme bakımından daha şiddetlidir. Su ile çıkarılan zeytin­yağı daha az hararetli, daha hoş ve daha faydalıdır. Bütün nevileri cildi yu­muşatır ve saçın ağarmasını yavaşlatır.

Tuzlu zeytin suyu, ateş yanıklarının kabarmasını önler, diş etlerini güç­lendirir. Zeytin yaprağı kızıla, ısırgıya (karıncalanma), kirli yaralara, kıza­mığa iyi gelir ve teri önler. Zeytinin faydaları bu zikrettiklerimizden kat kat fazladır. [98]

 

36— Zübd Kaymak/Tereyağı:

 

Ebu Davud, Büsr es-Sülemî'nin iki oğlunun şöyle dediklerini rivayet eder: "Hz. Peygamber (s.a.) bize teşrif buyurdular. Kendilerine kaymak ve hurma ikram ettik. Kendileri kaymak ve hurmayı severdi."[99]

Kaymak sıcak ve rutubetli özellik arzeder. Pek çok faydalan vardır. Ol­gunlaştırma, çözümleme bunlardandır. Kulakların yanlarında, sidik kanal­larında meydana gelen şişliklere, ağız şişliklerine, kadın ve çocuklarda görülen diğer şişliklerde yalnız başına kullanılır ve onları iyileştirir. Yalamak su­retiyle alındığında akciğerde meydana gelen kanamalara fayda verir ve ora­da arız olan şişlikleri olgunlaştınr.                                                   ;

Kaymak; tabiatı, sinirleri ve kara safra ve balgamdan arız olan katı şiş­likleri yumuşatıcı özellik arzeder, bedende meydana gelen kuruluğa iyi gelir, çocukların çenelerine sürüldüğünde dişlerinin bitmesine ve çıkmasına yardımcı olur. Soğukluk ve kuruluktan meydana gelen öksürüklere faydalıdır. Beden­de olan temreği ve sertlikleri giderir, tabiatı yumuşatır; ancak yemek iştahını zayıflatır. Ağırlığı bal ya da hurma gibi tatlı bir şeyle giderilebilir. Hz. Pey­gamber'in (s.a.) onu hurma ile birlikte yemesi hikmetten hali değildir ve heı birini diğeri ile ıslah etme gibi ince bir tıbbî tedbir mahiyeti arzetmektedir. [100]

 

37—Zebîb Kuru Üzüm:

 

Bununla ilgili iki hadis rivayet edilir. îkisi de sahih değildir. Birincisi "Kuru üzüm ne güzel yiyecektir; ağız kokusunu güzelleştirir ve balgamı eri tir.*' İkincisi de: "Kuru üzüm ne güzel yiyecektir; yorgunluğu giderir, sinir leri güçlendirir, öfkeyi söndürür, rengi yerine getirir, ağız kokusunu güzel leştirir." şeklindedir. Her ikisi de Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit değildir

Kuru üzümün en kalitelisi iri ve tombul, kabuğu ince olanı, çekirdeğ küçük ve çıkarılmış olanıdır.

Kuru üzümün cirmi birinci derecede sıcak ve rutubetlidir, çekirdeği so ğuk ve kurudur. Elde edildiği yaş üzümün özelliğini gösterir. Tatlı olanı sı cak, ekşi olanı tutucu ve soğuktur. Beyaz olanı diğerlerinden daha tutucu dur. Etli kısmı yenildiğinde akciğer borusuna iyi gelir ve öksürüğe, böbret ve mesane ağrılarına karşı faydalıdır, mideyi kuvvetlendirir ve karnı yumu şatır.

Tatlı etli kısmı, yaş üzümden daha çok gıdalıdır. Kuru incir ayarında de ğildir. Olgunlaştırıcı, hazmettirici, (artık besinleri midede) tutucu, itidalle çö zümleyici özellikleri vardır. Genel olarak mide, karaciğer ve dalağı güçlendi rir; boğaz, göğüs, akciğer, böbrek ve mesane ağrılarına iyi gelir. En uygum çekirdeksiz yemektir.

Elverişli bir gıda verir, kuru hurmanın yaptığı gibi tıkanıklık yapmaz Çekirdeği ile birlikte yendiğinde mide, karaciğer ve dalak için daha yararl olur. Etli kısmı oynayan tırnakların üzerine yapıştırıldığı zaman, sökülmesi nİ hızlandırır.                                                    

Tatlı ve çekirdeksiz olanı rutubet ve balgamlı kimselere yararlıdır; kara­ciğeri geliştirir ve içerdiği özellikleriyle ona fayda verir.

Hafızaya faydası vardır. Zührî şöyle der: "Kim hadîs ezberlemek isti­yorsa, kuru üzüm yesin." Mansur, dedesi Abdullah b. Abbas'ın: "Kuru üzü­mün çekirdeği dert, etli kısmı devadır." dediğini zikrederdi. [101]

 

38— Zencebîl  Zingiber Officinale, Zencefil:

 

Kur'an'da: "Orada zencefil karışık bir tasla içirilirler."[102]âyetinde zikri geçer.

Ebu Nuaym, Tibbu'n-Nebevîadh kitabında şu hadisi nakleder: Ebu Sa-îd el-Hudrî (r.a.) şöyle anlatır: "Rum (Bizans) meliki Hz. Peygamber'e (s.a.) bir çömlek zencefil hediye etmişti. Herkese ondan bir parça yedirdi. Bana da bir parça yedirdi."

Zencefil ikinci derecede sıcak, birinci derecede rutubetli özellik arzeder. Isı verir ve yemeğin hazmına yardımcı olur, karnı itidalli biçimde yumuşatır. Soğuk ve rutubetten arız olan karaciğer tıkanıklıklarına karşı iyi gelir, yenil­mek ya da göze sürme çekmek suretiyle görmede meydana gelen kararmaya karşı faydalıdır, cimaya karşı yardımcı olur, bağırsaklarda ve midede ânz olan yoğun yelleri çözümler.

Genel olarak zencefil, soğuk mizaç arzeden karaciğer ve mideye uygun gelir. Sıcak su ile iki dirhem kadarı şekerle birlikte alındığında, yapışkan ve köpüklü artıktan ishal yolu ile dışarı atar. Balgamı çözümleyen ve eriten ma­cunların içerisine katılır.

Mayhoşumsu olanı sıcak ve kuru özelliktedir. Cimaya heyecan verir, me­niyi arttırır, mide ve karaciğeri ısıtır, alman şeyin afiyetle boğazdan inmesine yardımcı olur, bedene galib olan balgamı emer, hafızayı güçlendirir, karaci­ğer ve mide üşütmelerine uygunluk arzeder, meyve yemekten doğan mide ıs­laklığım giderir, ağız kokusunu güzelleştirir, soğuk ve kaba yiyeceklerin za­rarı onunla giderilir. [103]

 

39— Sena C. Angustifolia, Hind Sınai:

 

Daha önce geçti. Sennût, (cuminum cyminum = kimyon) da geçmişti. Se-

nâ'nın ne olduğu hakkında yedi görüş vardır: 1— O baldır. 2— Deriden olan tereyağı kabının yağ üzerinde siyah çizgiler yapan usaresidir. 3— Kimyona benzeyen, fakat kimyon olmayan bir tohumdur. 4— Kirman kimyonudur. 5— Şibit (Durak otu)tir.[104] 6— Kuru hurmadır. 7— Raziyanedir[105]

 

40— Sefercel C. Vulgaris, Ayva:

 

İbn Mâce Süne/7'inde Talha b. Ubeydullah'tan (r.a.) nakleder: O şöyle der: Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna girdim. Elinde bir ayva vardı. Bana: "Ey Talha! Al bunu! Çünkü o kaîbi dinlendirir." buyurdu.[106]

Hadisi Nesâî başka bir senedle şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber'in yanına geldim. Ashabından bir cemaat içerisinde bulunuyordu ve elinde çe­virdiği bir ayva vardı. Huzuruna oturunca onu bana yuvarladı ve sonra: "Ey Ebu Zer! Al bunu. Çünkü o kalbi güçlendirir, nefsi ferahlatır, göğüsteki ta­sayı giderir." buyurdu.[107]

Ayva hakkında daha başka hadisler de rivayet edilmiştir. İçlerinde en iyisi budur. Diğerleri sahih değildir.

Ayva soğuk ve kuru özellik arzeder. Bu da tadının değişikliği ile farklı­lık arzeder. Hepsi de soğuk ve tutucudur, mide için iyidir. Tatlı olanı daha az soğuk ve kurudur ve itidale meyillidir. Ekşi olanı tutuculuk, kuruluk ve soğukluk bakımından daha şiddetlidir. Hepsi de susuzluğu ve kusmayı tes­kin eder; sidiği söktürür, tabiatı eski haline getirir, bağırsak yaralarına ve ka­namalara, karın geçmesine iyi gelir; kusmaya karşı faydalıdır. Yemekten sonra alındığı zaman buharların yükselmesini engeller. Dallarının ve yapraklarının yıkanan kavı aynen tutya etkisi gösterir.

Yemekten önce alındığında, midedeki artıkları tutar, yemek sonrasında alındığı zaman da, tabiatı yumuşatır, posaların mideden indirilmesini hızlan­dırır, fazla yemek sinirlere zararlıdır, kulunca sebep olur, midede meydana gelen safrayı söndürür.

Huşunetinden dolayı kızartılırsa daha az ve hafif olur. Ortası oyulur, çekirdeği çıkarılır ve içine bal konulur, etrafı hamurla sıvanır ve sıcak küle gömülürse, çok güzel fayda verir. En iyisi kızartılarak ya da bal ile pişirilerek yenilenidir. Çekirdeği boğaz sertliğine, akciğer borusuna ve pek çok hasta­lıklara iyi gelir. Yağı terlemeyi önler, mideyi güçlendirir. Terbiye edilmişi mide ve karaciğeri kuvvetlendirir, kalbi destekler ve insanı ferahlatır. [108]

 

41— Sivâk  Misvak:

 

Sahihayn 'da Peygamber Efendimiz şöyle buyururlar: "Eğer ümmetime zahmet vermemiş olsaydım, her namaz sırasında misvak kullanmalarını em­rederdim. "[109]

Yine Sahihayn'da., Hz. Peygamber'in (s.a.) gece kalktığında ağzını mis­vakla temizlediği rivayet edilir[110]

Buharî'nin ta*lîk yolu ile aldığı bir hadiste Efendimiz şöyle buyurmuş­lardır: "Misvak ağzı temizleyici, Rabbi razı edicidir."[111]

Sahih-i Müslim'de, eve girdiğinde Efendimizin ilk iş olarak ağzım mis-vakladığı belirtilir.[112]

Misvak konusunda hadisler çoktur. Sahih bir hadiste Efendimizin ölü­mü sırasında Abdurrahman b. Ebî Bekr'in misvakı ile ağzını temizlediği bil­dirilmiştir.[113] Yine Efendimizin: "Misvak hakkında size çok (öğüt) ver­dim. "[114] buyurduğu sahih olarak sabittir.

Misvak olarak kullanılmaya en uygun bitki, "erak" {saivadora persica) ve benzeri ağaçlardır. Rastgele ağaçlardan misvak edinilmemelidir; çünkü ze­hirli olabilir. Kullanımında orta yol tutulmalıdır. Aşın kullanımı durumun­da dişlerin mine tabakasına, cilasına zarar verebilir ve mideden yükselen bu­harların, kirlerin oralara yuvalanmasına imkân verilmiş olabilir. İtidalli kul­lanıldığı takdirde dişleri cilalar, parlatır, diş köklerini pekiştirir, dili açar, diş­lerdeki kireçlenme ve sararmayı önler, ağız kokusunu güzelleştirir, dimağı arın­dırır, iştahı açar.

En iyi kullanma yolu gül suyu ile ıslatılarak kullanmaktır, da ceviz ağacının köklerinden elde edilenidir. et-Teysır sahibi: her beş günde bir onunla dişlerini misvaklayan k.msemn, kafasın, armd.rd B,  duyulanı» tasfiye ettiği, zihnini keskinleştirdigi kanaaünded.rler.    de .

Misvakın pek çok faydaları vardır: Ağzı temizler, diş etlerini pekiştiril, balgamı keser, görmeyi güçlendirir, diş sararmasını giderir, mideyi düzene sokar, sesi arındırır, hazmı kolaylaştırır, konuşmayı kolaylaştırır, okumak, zikretmek, namaz kılmak için zindelik verir, uykuyu düzene sokar. Rabbi razı kılar, melekleri hoşnut eder, sevap hanesini çoğaltır.

Her vakitte kullanmak müstehaptır. Namaz ve abdest sırasında, uyku­dan uyanınca, ağız kokusu değiştiğinde kullanmak müekked sünnettir. Hak­kındaki hadisler umumî olduğu için hem oruçlu hem oruçsuz herkes için ve her vakitte kullanılması müstahaptır. Hem oruçlunun da ona ihtiyacı vardır. Çünkü o Allah'ı razı kılar. Allah'ın rızasını oruçlu iken talep, oruçsuz du­rumdan daha fazla olur. Yine o, ağız için bir temizliktir, oruçlunun temizliği ise en faziletli amellerindendir.

Sünen'de Âmir b. Rebîa (r.a.): "Ben Rasûlullah'ı (s.a.) oruçlu iken sa­yısız defa dişlerini misvaklarken gördüm." demiştir.[115] Buharı, îbn Ömer'­in: "Hz. Peygamber (s.a.) hem günün evvelinde hem de sonunda misvak kul­lanırdı." dediğini nakleder.

Bütün âlimler, gerek vacip gerekse müstehap oruç tutan kimsenin gar­gara (mazmaza) yapabileceğinde icma halindedirler. Gargara, misvak kullan­maktan daha ileri bir iştir. Yüce Allah kendisine kötü koku ile yaklaşılması diye bir garazı yoktur. Kötü koku, kendisi ile kulluk yapılması istenilen meş­ru bir yol da değildir. Oruçlunun ağız kokusunun kıyamet gününde Allah ka­tında hoş olacağının ifadesi sadece oruca teşvik için söylenmiştir, yoksa o ko­kunun bırakılması için zikredilmiş değildir. Kaldı ki, oruçlu misvaka oruç tut­mayandan daha çok muhtaçdır.

Hem, oruçlunun ağız kokusunu güzelleştireceğinden, hasıl olacak Allah'ın rızası daha büyüktür.

Allah'ın misvaka karşı olan muhabbeti, oruçlunun ağız kokusuna olan sevgisinden daha büyüktür.

Yine misvak, oruçludan izale ettiği ağız kokusunun kıyamet gününde Allah katında hoş olmasını engellemez. Aksine oruçlu yarın kıyamet gününde, orucuna bir alamet olmak üzere —misvak kullanmış olsa bile— ağzı miskten de daha güzel kokarak çıkar gelir. Nitekim Allah yolunda yaralanan kimse, yarın kıyamet gününde, yarasından akan kan renginde, kokusu ise misk ko­kusunda olmak üzere haşrolunacaktır. Halbuki o dünyada iken bu kanlan izale etmekle memurdur.

Hem sonra oruçlunun ağız kokusu {halûf) misvakla kaybolmaz. Çünkü bu kokunun sebebi olan midenin yiyeceklerden boş olması keyfiyeti devam etmektedir. Kaybolan sadece diş ve diş etlerinde tezahür eden belirtisidir.

Hz. Peygamber (s.a.), ümmetine oruçta nelerin müstahap, nelerin mek­ruh olacağım hep öğretmiş ve misvakı mekruh olan şeyler arasında sayma­mıştır. Halbuki o ashabın onu kullandıklarını biliyordu. Onları misvak kul­lanmaya en kapsamlı ve şümullü ifadelerle mübalağalı bir biçimde teşvik et­mişti. Onlar bizzat kendisini (s.a.) oruçlu iken defalarca, sayılmayacak ka­dar misvak kullanırken görmüşlerdi. Hz. Peygamber de, onların bu konuda da kendisine tâbi olacaklarını biliyordu, buna rağmen hiçbir zaman, "Zeval-dan sonra misvak kullanmayınız." dememişti. Beyanın, ihtiyaç anından son­raya ertelenmesi teşri'de mümkün değildir. En iyi bilen Allah'tır. [116]

 

42— Semn  Sadeyağı:

 

İbn Cerîr et-Taberî, isnadı ile birlikte merfü olarak Suheyb hadisini nak­leder: "İnek sütüne devam ediniz. Çünkü o şifadır, yağı devadır, eti ise dert­tir." Bunu, Ahmed b. el-Hasen et-Tirmizî—Muhammed b. Musa en-Nesâî— Deffâ' b. Dağfel es-Sedûsî—Abdülhamidb. Sayfîb. Suheyb—babası—dedesi kanalı ile rivayet etmiştir. Bu isnadla gelen bir haber sabit olmaz.[117]

Sadeyağı, birinci derecede sıcak ve rutubetli özellik arzeder. Onda bi­razcık silme ve letafet özelliği vardır. Yumuşak bedenlerde arız olan şişlikleri yayar. Olgunlaştırma ve yumuşatma konusunda kaymaktan daha güçlüdür. Galinos, kendisinin onunla kulakta ve burnun yumuşak kısmında meydana gelen şişlikleri iyileştirdiğini söyler. Diş yerlerine sürüldüğü zaman, dişler ça­buk biter. Bal ve acı bademle karıştırılıp kullanıldığında göğüste ve akciğerde ne varsa temizler. Yapışkan, yoğun mide artıklarını arındırır, ancak;mi­deye zararlıdır. Özellikle de balgamlı mizaca sahip kişiler için.

İnek ya da keçi sadeyağı, balla karıştırılıp alındığı zaman, öldürücü ze­hir içimine, yılan ve akrep sokmalarına karşı iyi gelir. İbnü's-Sünnî'nin kita­bında, Hz. Ali'nin: "İnsanlar sadeyağından daha üstün bir şeyle şifa arama­dılar." dediği belirtilir. [118]

 

43— Semek  Balık:

 

İbn Hanbel ve îbn Mâce, İbn Ömer'den (r.a.) rivayet ederler: Hz. Pey­gamber şöyle buyurur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı: Balık ve çekirge; karaciğer ve dalak..."[119]

Balık çeşitleri pek çoktur. En kalitelisi tadımı lezzetli, kokusu güzel, or­ta büyüklükte, ince kabuklu, eti ne katı ne de kuru olmayan, çakıllık üzerin­den akan tath suda yaşayan, pisliklerle değil de bitkilerle beslenen balıklar­dır. Yaşaması için en uygun yer suyu kaliteli olan nehirlerdir. Daha çok ka­yalık yerleri, sonra da kumlu, pislik ve siyah balçık bulunmayan çok hare­ketli ve dalgalı, güneş ve rüzgâra açık, tatlı akarsulan bannmak için tercih eder.

Deniz balığı üstündür, güzeldir, hoştur. Taze balık soğuk ve rutubetli, hazmı zordur, pek çok balgam doğurur. Ancak deniz ve deniz gibi olan su­larda yaşayan balıklar öyle değildir. Bunlar güzel bir karışım oluşturur. Be­deni geliştirir, meniyi arttırır, sıcak mizaçları ıslah eder.

Tuzlu balığın en kalitelisi, yakın zamanda tuzlanandır. O sıcak ve kuru özellik arzeder ve zaman geçtikçe de bu özellikleri artar. Mercan balığı (gü­müş balığı) çok yapışkandır. Yahudiler onu yemezler. Taze iken yendiği za­man karnı yumuşatır. Tuzlanır, bekletilir ve yenirse akciğer borusunu arın­dırır, sesi güzelleştirir. Ezilip hariçten konulduğu zaman, cazibe kuvveti bu­lunması sebebiyle "selâ" tabir edilen döl eşi ve bedenin derinliklerinde kalan diğer artıkları çıkarır.

Tuzlanmış mercan (gümüş) balığının tuzunun suyuna, bağırsaklarında yara bulunan kimse, henüz başlangıç devresinde iken oturursa, içerdeki mad­deleri vücudun dışına cezbedici özelliği dolayısıyla, uygun gelir. Hukne yapılması durumunda siyatiği iyileştirir.

Balığın en güzel yeri kuyruğuna doğru olan kısmıdır. Taze ve etli olanın eti ve yağı bedeni geliştirir. Sahihayn'da Câbir b. Abdillah şöyle anlatır: "Ra-sûlullah (s.a.) bizi üç yüz süvari olarak gönderdi. Kumandanımız da Ebu Ubey-de b. Cerrah idi. Kureyş'in bir kervanını gözetiyorduk. Bu sebeple sahilde yarım ay kaldık. Şiddetli bir açlığa maruz kaldık. Hatta silkilmiş yaprak ye­dik. Derken deniz bize balina (anber) denilen bir balık attı. Ondan yarım ay yedik. Yağını da katık ettik. Hatta vücutlarımız kendine geldi. Ebu Ubeyde onun kaburgalarından birisini alarak dikti. Sonra ordudan en uzun bir adam

ve en uzun bir deve baktı da, adamı o deveye bindirdi. Adam altından geç­ti [120]

 

44— Silk B. Vıılgaris, Pazı, Silkiye:

 

Tirmizî ve Ebu Davud, Ümmü'I-MünzirMn şöyle dediğini rivayet eder­ler: Hz. Peygamber (s.a.), beraberinde Hz. Ali ile bize teşrif buyurdular. Ol­gunlaşması için asılı hurma salkımlarımız vardı. Rasûluliah (s.a.) ondan ye­meye başladı. Ali de beraber yiyordu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Dur ya Ali! Sen henüz nekahet halindesin!" buyurdu. Ben de hemen onlar için pazı ve arpa hazırladım. Hz. Peygamber (s.a.): "Ya Ali! Bundan ye! Çünkü o sana daha uygundur." buyurdu. Tirmizî: "Bu hasen-garib bir hadistir." der.[121]

Pazı birinci derecede sıcak ve kuru özelliklidir. Rutubetlidir veya her iki­sinden mürekkeptir diyenler de olmuştur. Hoş kılıcı bir soğukluğu, çözücü ve açıcı özelliği vardır. Siyah olanında tutucu özellik vardır. Saç sakal dökül­mesine, çiğite, saç kepeklenmesine, sivilcelere suyu sürüldüğü zaman iyi ge­lir. Biti öldürür. Bal ile birlikte termeğiye sürülür. Karaciğer ve dalak tıka­nıklıklarını açar. Kara olanı özellikle de mercimekle birlikte karnı tutar. O ikisi iyi değildirler. Beyaz olanı, mercimekle birlikte yumuşatır. Suyu ishal için makattan şırınga edilir. Baharat ve süt kesesi ile birlikte kulunca (bağırsak ağrısı) fayda verir. Az gıdalıdır. Sindirimi İyi değildir, kanı yakar. Sirke ve hardal zararlarını giderir. Fazla yendiğinde sıkıntı ve şişkinlik olur. [122]

 

45-Şüniz, Çörek Otu:

 

Bk.Çörek Otu. [123]

 

46-Şübrüm, Boğumluca:[124]

 

Tirmizî ve İbn Mâce, Esma bt. Umeys'ten rivayet ederler. O şöyle der: Rasûluliah (s.a.): "İshal için ne kullanırsın?" diye sordu. Ben de: "Şübrüm (boğumluca)." dedim. Bunun üzerine: "(O) sıcak (mizaçlı bir ilaç)tır." bu­yurdu[125]

Şübrüm, büyüklü küçüklü bir ağaçtır. İnsan boyu kadardır. Beyaz pa­rıltılı kırmızı dalları vardır. Dallarının uçlarında bir top yaprak vardır. Kü­çük beyaza çalan çiçekleri vardır. Onlar düşer ve arkasından mercimek bü­yüklüğünde kırmızı renkli tohumlan bulunan küçük çiçekler açar. Kırmızı kabukları olan kökleri vardır. İlaç olarak kullanılan bu köklerin kabuklan ile, dalların sütüdür.

Şübrüm, dördüncü derecede sıcak ve kurudur. Kara safrayı ve sindirimi ağır olan gıdaları, san suyu ve balgamı kolaylaştırır. TeMikeli, zayıflatıcı bir ilaçtır. Fazla alındığı zaman öldürür. Kullanılacağı zaman bir gün bir gece süt içerisinde bekletilmeli ve süt bir günde iki üç defa değiştirilmelidir. Sonra çıkarılıp gölgede kurutulmalı, gül ve "kesirâ" veya "kösre" denilen bir di­kenli ağacın zamkı ile karıştırılmalı, bal şerbeti veya üzüm şırası ile içilmeli­dir. Ondan yapılacak şerbet hastanın gücüne göre dört dânik ile iki danik ara­sında değişir. Tabip Huneyn şöyle der: "Şübrümün sütüne gelince, onda bir hayır yoktur. Onun içilmesini asla uygun-görmüyorum. Kocakarı doktorları onunla pek çok insanı öldürmüşlerdir." [126]

 

47— Şaîr , H. Vulgare, Arpa:

 

İbn Mâce, Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakleder: Rasûluliah (s.a.), aile­sinden birisini sıtma tuttuğunda, arpadan bir bulamaç aşı yapılmasını emre­derdi ve yapılırdı. Sonra onlara içmelerini emrederdi, onlar da içerlerdi. Sonra

da: "Gerçek şu ki, bulamaç aşı mahzun kimsenin kalbini güçlendirir. Sizden biriniz yüzündeki kirleri su ile nasıl temizliyor, yüzünü açıyorsa, o da hasta­nın kalbini açar, derdini giderir," buyururdu[127]

Daha önce bunun kaynamış arpa suyu olduğu ve onun kavutundan da­ha gıdalı olduğu geçmişti. O öksürüğe, boğaz sertliğine faydalıdır. Artık mad­delerin katılığını önlemeye elverişlidir, sidiği söktürür, mideyi arındırır, su­suzluğu keser, harareti söndürür. Taşıdığı bir özellikle temizler, latifleştirir ve çözümler.

Şöyle yapılır: Kırılmış iyi arpadan bir miktar alınır, saf ve tatlı sudan da onun beş katı alınır ve temiz bir tencereye konulur. Beşte ikisi kalıncaya kadar normal bir ateşte kaynatılır, süzülür ve ihtiyaç miktarı kadar tatlandı­rılarak kullanılır. [128]

 

48— Şevâ  Kızartma:

 

Yüce Allah Hz. İbrahim'in konuklarına karşı sunduğu ziyafet hakkın­da: "Çok geçmedi ki, kızartılmış bir buzağı ile geldi."[129] buyurmaktadır. Ayette kelimesi geçmektedir ki, "kızgın taş (tandır) üzerinde kızartılmış" demektir.

Tirmizî, ümmü Seleme validemizden şöyle rivayet eder: Kendisi Hz. Pey-gamber'e (s.a.) kızartılmış bir böğür takdim etmiştir. Hz. Peygamber de on­dan yemiş, sonra namaza kalkmış, abdest almamıştır. Tirmizî: "Bu sahih bir hadistir." der.[130]

Yine Tirmizî'de Abdullah b. el-Hâris'in: "Rasûlullah'la (s.a.) birlikte mescidde kızartma yedik." dediği rivayet edilir[131] Yine orada Muğîre b. Şu'-be şöyle anlatır: "Bir gece Rasûlullah'la (s.a.) birlikte (birisine) misafir ol­dum. Böğür hazırlanmasını emretti ve hemen kızartıldı. Sonra eline bıçağı aldı ve onunla benim için kesmeye başladı. Derken Bilâl geldi ve namaz için ezan okumaya başladı. Bunun üzerine Hz. Peygamber;î(s.a.) bıçağı atta ve: "Ona ne oluyor, elleri dert görmeyesice!" buyurdu.[132]

En faydalı kızartma, bir yaşını doldurmuş koyun kızartmasıdır. Sonra latif ve semiz buzağı kızartması gelir. Sıcak ve kuruluğa çalar bir rutubet özelliği taşır, pek çok kara safra oluşturur. Bu güçlü ve sıhhatli, alışkın insanların gıdalarmdandır. Haşlaması daha faydalıdır ve mide için daha hafiftir, hem kızartmasından, hem de güvecinden daha rutubetlidir. ,

En kötüsü güneşte kızartılandır. Kor üzerinde kızartılanı, alevde kızar­tılandan daha iyidir. Âyette geçen "hanîz" işte budurl: [133]

 

49— Şahm İç Yağı:

 

Müsned'de rivayet edilir. Enes (r.a.) anlatır: Bir y ıh udi Hz. Peyğam-ber*i (s.a.) misafir etti ve ona arpa ekmeği ile değişmiş ('fhâle" ikram "Ihâle", eritilmiş iç yağı yahut da kuyruk yağıdır. [134]

Sahih'âz, Abdullah b, Mugaffel anlatır: Hayber gününde iç yağı dolu bir tulum atıldı. Hemen ben ona sarıldım ve: "Vallahi bundan hiçbir kimse­ye bir şey vermem!" dedim. Derken bakındım, bir de ne göreyim, Rasûhıl-lah (s.a.) gülüyor. Bana bir şey demedi.[135]

İç yağının en kalitelisi besili hayvandan elde edilenidir. Sıcak ve rutubet­lidir. Rutubeti tereyağından daha azdır. Bu yüzden her ikisi birden eritildi-ğinde, iç yağı daha çabuk donar. Boğazın sertliğine iyi gelir, gevşetir ve koku yapar. Zararı tuz, limon ve zencefil ile giderilir. Keçi iç yağı içlerinde en tutu­cu olanıdır. Teke iç yağı, çözümleme bakımından diğerlerinden daha etkili­dir. Bağırsak yaralarına iyi gelir. Bu konuda keçi iç yağı daha güçlüdür ve ülser ve karın gitmesine karşı makattan şırınga edilerek kullanılır. [136]

 

50— Salat , Namaz:  .

 

Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Sabır ve namazla Allah'a sığınıp yar­dım isteyin; Rablerine kavuşacak ve ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır gelir. "[137] "Ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım dileyin. Allah, muhakkak ki sabredenlerle beraber­dir."[138] "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol."[139]

Sünen 'de: "Hz. Peygamber'in (s.a.) zor bir durumla karşılaştığında derhal namaza sığınır olduğu" belirtilmiştir.'[140]

Daha önce, henüz iyice yerleşmeden bütün ağrılar için namaz yolu ile şifa talebinde bulunulacağından bahsedilmişti.

Namaz rızkı celbeder, sıhhati korur, ezayı defeder, dertleri kovar, kalbi güçlendirir, yüzü ağartır, nefsi ferahlatır, tembelliği giderir, organları zinde-leştirir, duyulan destekler, göğsü açar, ruha gıda verir, kalbi nurlandırır, ni­metin devamını, azabın uzaklaştırılmasını, bereketin celbini sağlar. Şeytan­dan uzaklaştırır, Allah'a yaklaştırır.

Genel bir ifade ile, namazın, insanın beden ve kalbi, bunların kuvveleri (hasse) üzerinde, onlara ulaşacak kötü maddelerin uzaklaştırılması konusun­da acaip bir tesiri vardır. Aynı hastalık, dert, sıkıntı ve bela ile karşı karşıya gelen iki kişiden, namaz kılanın bunlardan nasibi, kılmayana göre daha az­dır, âkibeti de daha salimdir^

Dünya serlerini defetmede namazın şaşılacak bir tesiri vardır. Özellikle de hem zahiren hem de manen hakkı verilerek kılınması durumunda namaz son derece müessirdir. Dünya ve ahiret serlerini def, maslahatlarını celp ko­nusunda namaz gibisi yoktur. Bunun sırrı namazın kul ile Allah arasında bir bağ olmasındadır. Kulun Allah ile kendi arasında kurduğu bağ orantısında üzerine hayır kapıları açılır, şer kapılan da kapatılır. Üzerine Allah'ın tevfi-ki, sağlık sıhhat ve afiyeti, kazanç ve zenginliği, rahatlık ve bolluğu, ferahlık ve neşveleri taşar; hepsi emrine amade ve ona doğru kucak açarlar. [141]

 

51— Sabır

 

"Sabır imanın yansıdır."[142] Çünkü iman sabır ve şükürden mürekkep bir mahiyet arzeder. Nitekim bazı selef âlimleri: "İman iki yandan meydana gelir: Bir yansı sabır, diğer yansı da şükürdür." demişlerdir. Yüce Allah (c.c.) şöyle buyurur: "Bunlarda çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler var­dır."[143]

İmana nisbetle sabır, bedene nisbetle baş gibidir. Sabır üç nevidir: a) Al­lah'ın farzlarını yerine getirmeye, onları ihmal etmemeye karşı sabır, b) Al­lah'ın haramlarına ve onları irtikap etmemeye karşı sabır, c) Allah'ın kaza ve kaderine ve onlara karşı tahammülsüzlük göstermemeye karşı sabır. Kim kendisinde bu üç tür sabrı toplarsa, bütün sabrı tamamlamış olur. Gerek dünya ve gerekse âhiret lezzet ve nimetleri, her ikisinde de elde edilen başarı ve za­ferler, ancak sabır köprüsünden geçen kimselere nasip olur. Aynen cennete ulaşabilmek için sırat köprüsünden geçmek gerektiği gibi dünya ve âhiret sa­adetine ulaşmak için de sabır köprüsünden geçmek gerekir. Ömer b. el-Hattab (r.a.): "Elde ettiğimiz en hayırlı yaşantı, sabırla ulaştıklarımızda." demiştir. Dünyadaki kesb yolu ile elde edilen mertebelere baktığımızda, hepsinin de sabra bağlı şeyler olduğunu görürüz. Sahibi yerilen noksanlıklara baktığımızda da, hepsinin güç dahilinde olduğu halde, gösterilen sabırsızlık neticesinde or­taya çıktığını müşahede ederiz. Şecaat, iffet, cömertlik ve başkalarını tercih, hep zamanında gösterilen bir anlık sabır değil midir?

"Sabır yücelik hazinesi üzerinde bir tılsımdır. Kim bu tılsımı çözerse hazine onundur."

Beden ve kalp hastalıklarının büyük bir çoğunluğu, hep sabırsızlıklar ne­ticesinde ortaya çıkmaktadır. Kalp, beden ve ruhu korumada sabır gibisi yok­tur. O en büyük ayırıcı, en büyük tılsımdır. Eğer gaye Allah ile beraberlikse, "Allah sabredenlerle beraberdir"; O'nun sevgisi ise: "Allah sabredenleri se­ver"; yardımı ise, "Allah'ın yardımı sabırla beraberdir." O sahibi için bir hayırdır: "Eğer sabrederseniz, o sabredenler için daha hayırlıdır. "[144] O kur­tuluş sebebidir: "Ey iman edenler! Sabredin, düşmanlarınızdan daha sabırlı olun, cihada hazır bulunun, Allah'a karşı gelmekten sakının ki, kurtuluşa naiî olasınız."[145]

 

52- Sabir Aloe Vera, Sarı Sabr/Öd Ağacı:

 

Ebu Davud'un, el-Merâsil'inde zikrettiği Kays b. Râfi el-Kaysî hadisi: "İki acı şeyde, sabir ve üzerlik otunda ne şifa vardır, biliyor musunuz?"[146] şeklindedir.

Sünen-i Ebi Davud'da Ümmü Seleme anlatır: (Kocam) Ebu Seleme'nin vefat ettiği sırada Rasûlullah (s.a.) yanıma geldi. Üzerime sabir otu usaresi sürmüştüm. Bana: "Bu ne ey Ümmü Seleme!" dedi. Ben de: "Ya Rasûlal-lah, bu sadece bir sabir usaresidir, içerisinde koku yoktur." dedim. Hz. Pey­gamber: "Gerçek şu ki, o yüzü gençleştirir, onu sadece geceleri kullan!" bu­yurdu ve onu gündüz kullanmayı (yas gereği) yasakladı[147]

Sabir, özellikle de Hind sabiri çok faydalıdır. Dimağda ve göz sinirlerin­de bulunan safralı artıkları arındırır, alına ve şakaklara gülyağı ile birlikte sürüldüğü zaman baş ağrısına karşı fayda verir. Burun ve ağız yaralarına iyi gelir. Kara safra ve melankoliye fayda verir. İran sabiri, su ile birlikte iki ka­şık içildiği zaman aklı besler, kalbi destekler, midedeki safralı ve balgamlı artıkları arındırır, şehveti rayına oturtur. Soğuk iken içildiğinde kan ishalin­den korkulur. [148]       

 

53— Savm Oruç:

 

Oruç ruh, kalp ve beden dertlerine karşı bir kalkandır. Faydalan sayıla­mayacak kadar çoktur. Koruyucu hekimlikte son derece önemli bir yeri var­dır. Vücuttaki fazla yağların eritilmesi ve insana eza verecek şeylerin yenil­mesinden alıkoymada son derece etkilidir. Özellikle de itidal ve orta yol el­den bırakılmadan şeriatın istediği vakitlerde, bünyenin müsait olduğu zaman­larda tutulduğunda faydaları pek büyüktür.

Oruç kuvveleri (hasse) ve organları dinlendirir ve onların sağlığını mu­hafaza eder. Başkalarını tercih duygusunu besler ve kalbi hem peşinen hem zaman içerisinde ferahlatır. Bu ise soğuk ve rutubetli mizaç sahipleri için en faydalı bir şeydir. Onların sağlığını korumada çok büyük bir etkisi vardır.

Orucun hem ruhî, hem de tabiî deva özelliği vardır. Oruçlu hem şer'an hem de tabiatı itibarıyla riayet etmesi gereken şeyleri yaparsa» bundan hem kalbi, hem de bedeni son derece istifade eder. Kişiyi almaya hazır olduğu bo­zuk yabancı maddelerden alıkor, kemal ve noksanlığı ölçüsünde, meydana gelmiş Uygunsuz maddeleri izaleeder, oruçluyu korunması gereken şeylerden korur ve oruçtan gözetilen asıl maksat ve hikmetin gerçekleştirilmesi için ki­şiye yardım eder. Zira oruçtan gözetilen maksat, yemek ve içmeyi terketme-nin ötesinde başka bir şeydir. İşte o şeyden dolayıdır ki, kulun diğer amelleri arasında oruç yüce Allah için, ona has bir ibadet kabul edilmiştir. Hem der­hal hem de zaman içinde oruç, kişi ile onun kalbi ve bedenine zarar verecek şeyler arasında bir kalkan, bir koruyucu olduğu içindir ki Yüce Allah: "Ey iman edenler! Sizden öncekilere farz kılındığı gibi, oruç size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz."[149] buyurmuştur. Şu halde orucun iki temel mak­sadından birisi kalkan ve koruyucu olmasıdır ki bu son derece faydalı olan perhiz (diyet) demektir. Diğer maksat ise kalbi ve düşünceyi Allah'a verme için konsantrasyonu (terkîz-i zihri) sağlama ve bütün kuvveleri, duyulan O'-nun sevgisine, O'na itaate hazır hale getirmedir. Daha önce orucun sırlan bah­sinde geçmişti. [150]

 

54— Dabb  Keler:

 

Sahihayn'da İbn Abbas hadisinde anlatılır: Hz. PeygamberMn (s.a.) sof­rasına konulduğunda onun keler olduğunu öğrenince yemekten çekinmişti. Bunun üzerine haram olup olmadığı sorulmuştu. Hz. Peygamber de: "Ha­yır! Ancak benim memleketimde bulunmaz. Bu yüzden de onu içim çekmi­yor." buyurmuştu. Huzurunda ve sofrasında yemişlerdi ve kendisi de onlara bakmıştı (yasaklamamıştı)[151]

Yine Sahihayn'da İbn Ömer hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Ben onu ne helâl kılarım ne de haram kılarım." buyurmuştur.'[152]

Keler, sıcak ve kuru mizaçlıdır. Cima arzusunu güçlendirir. Ezilir ye diken batan yere konulursa, dikeni çıkarır. [153]

 

55— Dıfda' Kurbağa:

 

İmam Ahmed: "Kurbağanın ilaç olarak kullanılması helâl değildir.Hz.Peygamber (s.a.) kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır." der. Bundan kas-di Müsned'îne aldığı Osman b. Abdirrahman (r.a.) hadisidir. Buna göre, bir tabip Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında ilaca katılmak üzere bir kurbağa da zikretmişti. Hz. Peygamber hemen onun kurbağayı öldürmesini yasaklamış­tı.[154]

Kanun sahibi İbn Sina şöyle der: Kim kurbağa ya da kanını yerse, bede­ni şişer ve rengi değişir. Meniyi atar, hatta onu öldürür. Bu yüzden doktor­lar, onun zararını bildiklerinden ilaç olarak kurbağayı kullanmazlar. Su kur­bağası ve kara kurbağası olmak üzere iki nevidir. Kara kurbağası yenildiğin­de öldürür. [155]

 

56— Tîb  Güzel Koku:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, güzel koku, gözümün nuru ise namazda kılın­dı. "[156]

Hz. Peygamber (s.a.) çokça güzel koku kullanır, nahoş kokular O'na ağır gelir ve sıkıntı verirdi. Güzel koku ruhun gıdasıdır. Ruh ki, bütün kuv­velerin esasını teşkil eder ve güzel koku ile güç kazanır, artar. Nasıl ki ruh; gıda ve içecekle, sevinç ve neşeyle sevdikleri ile beraber olmakla, hoşlandığı şeylerin vuku bulmasıyla, nefret ettiği kimselerin, birlikte olmaktan sıkıntı ve keder duyduğu kimselerin yokluğu ile açılıyor, güç kazanıyorsa güzel ko­ku ile de açılır, güç kazanır. Ruha sevmediği, hoşlanmadığı kimseleri müşa­hede ağır gelir. Onlarla beraberlik kuvveleri zayıflatır, gam ve keder doğu­rur. Böyle bir beraberlik ruh için bedene nisbetle humma ve iğrenç koku gi­bidir. Bu yüzden Yüce Allah ashabını Hz. Peygamber'le ilişkileri sırasında bu konuda uyarmış ve O'na eziyet vermemelerini emrederek şöyle buyurmuş­tur: "Peygamberin evlerine, yemeğe çağırılmaksızın vakitli vakitsiz girmeyin; fakat davet edilirseniz girin ve yemeği yeyince dağılm. Sohbet etmek için de girip oturmayın. Bu haliniz Peygamberi üzüyor, o da size bir şey söylemeye çekiniyordu. Allah gerçeği söylemekten çekinmez..."[157]

Güzel koku Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği şeylerden birisiydi. Koruyucu hekimlikte sıhhati korumak ve pek çok kederi ve sebeplerini —tabiatmdaki özellik sebebiyle— izale etmede önemli bir etkisi vardır. [158]

 

57— Tîn  Toprak (Kil):

 

Aslı olmayan mevzu hadislerde geçmektedir. Bunlardan bazıları şöyle­dir: "Kim toprak (kil) yerse, kendisini öldürmeye yardımcı olmuş olur."; "Ey Hümevrâ (Âişe)! Toprak yeme. Çünkü o karnı düğümler, rengi sarartır, yü­zün revnakhğını alır götürür."[159]

Bu konuda varid olan bütün hadisler sahih değildir ve Hz. Peygamber (s.a.) ile bir ilgisi yoktur.

Toprak kötü ve eza vericidir, damarların yollarını tıkar, soğuk ve kuru özellik arzeder, güçlü ve kurutucudur. Karın gitmesini önler, kanamalara ve ağız yaralarına sebep olur. [160]

 

58 _ Talh A. Gummifera, Kitre, Sant Ağacı/Muz:

 

[161] ifadesi ile Kur'an'da geçer. Âyette geçen müfessirlerin çoğuna göre muz ağacıdır. da "tarak gibi birbirinin üzerine dizilmiş" mânasınadır.JBir görüşe göre talh dikenli bir ağaç­tır. Her dikenin yerine bir meyve dizilmiştir. Böylece meyvesi birbiri üzerine dizilmiş olmaktadır. Muz gibidir. Bu görüş daha doğrudur. Bu durumda se­lefin, talh muzdur demeleri bir tahsis değil, örnekleme kabilinden olmuş olur. En iyi bilen Allah'tır.

Talh, sıcak ve rutubetli özelliklidir. En kalitelisi olgun ve tatlı olanıdır. Göğüs ve akciğer sertliklerine, öksürüğe, böbrek ve mesane yaralarına iyi ge­lir. Sidiği söktürür. Meniyi arttırır. Cima şehvetini tahrik eder, karnı yumu­şatır, yemekten Önce yenirse mideye zararlıdır, safra ve balgamı arttırır. Za­rarı şeker veya balla giderilir. [162]

 

59— TaP  Tomurcuk:

 

Yüce Allah bundan: "Küme küme tomurcukları olan boylu hurma ağaç­ları yetiştirdik..."[163] "...Salkımları sarkmış hurmalıklar. [164] âyetlerinde söz etmiştir.

Hurma tal'ı, meyvesinin ilk zuhuru sırasında kendisini gösteren tomur­cuklardır. Kabuğu "küfürrâ" diye isimlendirilir. "Nadîd", bir kısmı diğeri üzerine dizilen tomurcuklardır. Nadîd terimi, kabuğu içerisinde iken kullanı­lır; açıldığı zaman ona artık "nadîd" denilmez.

İkinci âyette geçen kelimesi de nadîd gibi, "bazısı diğer bir kısmı üzerine eklenmiş" demektir. Bu kabuğunun yarılıp açılmasından önce olur.

Tal' (tomurcuk) iki kısımdır: Erkek ve dişi. Aşılama şöyle olur: Erkek­lerinden buğday unu gibi iken alınır ve dişisi içerisine konulur. Buna "te'bir" (aşılama) denir. Bu erkekle dişi arasındaki aşılama gibidir. Müslim'in Sahih'-inde Talha b. Ubeydillah (r.a.) şöyle anlatır: Rasülullah'la birlikte hurma ağacı tepelerinde bulunan kimselere rastladık. Hz. Peygamber: "Bunlar ne yapı­yorlar?" diye sordu. "Onu aşılıyorlar. Erkeğin çiçeğini dişininkine koyuyor­lar, böylelikle aşılanıyor." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Bunun bir fayda vereceğini zannetmiyorum." buyurdu. O cemaat bunu haber ala­rak aşılamayı bıraktılar. Sonra Rasûlullah (s.a.) bunu haber aldı ve: "Bu on­lara fayda verirse yapsınlar. Çünkü ben ancak bir zanda bulundum. Zandan dolayı beni muahaze etmeyin. Lakin size Allah'tan gelen bir şeyden bahse­dersem onu hemen alın. Çünkü ben Allah'tan (c.c.) bildirdiğim hususlarda asla yalan söyleyecek değilim." buyurdu.[165]

Hurma tal'ı (tomurcuğu) şehvete fayda verir, cinsel ilişkiyi uzatır. Ka­dın, bunun öğütülmüşünü cimadan önce hamail olarak üzerinde taşırsa ha­mile kalmasına açık bir şekilde yardımcı olur. Soğukluk ve kurulukta ikinci derecededir. Mideyi güçlendirir ve kurutur. Yoğunluk ve ağır hazımla birlik­te olan kan galeyanını teskin eder.

Sadece sıcak mizaç sahipleri onu götürebilir. Fazla miktarda yiyen kim­senin, hazmı kolaylaştırıcı ve sıcak özellikli meşrubatlardan alması gerekir. Tabiatı tutar, iç organları güçlendirir. Hurma cümmarı (özü) onun yerine geçer. Çağla ve koruk halindeki hurma da aynı şekildedir. Fazla almak mide ve gö-ğüse zararlıdır, kulunca (bağırsak ağrısına) da sebep olabilir. Islahı tereyağı iledir. [166]

 

60— Ineb V. Vinifera, Üzüm:

 

el-Gaylâniyyât'da, Habib b. Yesâr hadisinde İbn Abbas şöyle der: "Rasûlullah'ı (s.a.) sıyırarak üzüm yerken gördüm." Ebu Cafer el-Ukaylî: "Bu ha­disin aslı yoktur." der. Ben derim ki: Senedinde Davud b. Abdülcebbâr Ebu Süleym el-Kûfî vardır. Yahya b. Maîn onun hakkında: "O (Hz. Peygamber'e) yalan söylerdi." der.

Hz. Peygamber'in (s.a.) üzüm ve karpuzu sevdiği zikredilir.

Yüce Allah üzümü Kur'an'da, kullarına dünya ve ahirette in'amda bu­lunduğu nimetler cümlesinden olmak üzere altı yerde[167] zikreder. O mey­veler içerisinde en üstün ve en çok faydalı olanlardan birisidir. Yaş ve kuru, yeşil (koruk) ve olgun iken yenilir. Hem bir meyve, hem bir temel gıda mad­desi; hem katık, hem deva, hem de içecektir. Sıcak ve rutubetli bir özellik arzeder. Kalitelisi büyük ve sulu olandır. Beyazı, aynı tatlılıkta olduklarında siyahından daha iyidir. Kopanldıktan sonra iki ya da üç gün bekleyen, aynı günde koparılandan daha iyidir. Çünkü günlük koparılanı şişirir ve karnı bo­zar. Kabuğu büzülünceye dek asılı bırakılanı, gıda için çok elverişlidir, bede­ni güçlendirir. Gıdası incir ve kuru üzümünki gibidir. Yaş üzümün çekirdeği atıldığı zaman tabiatı daha da bir yumuşatır, çok yenildiğinde başı ağrıtır. Zararı mayhoş narla izale edilir.

Üzümün menfaatleri çoktur. Tabiatı yumuşatır, şişmanlatır, kalitelisi iyi bir gıdadır. Meyvelerin kiralı olan üç şeyden biridir. Diğer ikisi de yaş olgun hurma ile incirdir. [168]

 

61— Asel Bal:

 

Faydaları daha önce zikredildi. İbn Cüreyc, Zührî'nin: "Bala devam et. Çünkü hafızaya kuvvet verir." dediğini nakleder. En kalitelisi saf ve beyaz olan, fazla keskin olmayıp tadı yerinde olanıdır. Dağlardan (kaya kovuğu gi­bi), ağaçlardan elde edilen bal, kovanlardan alınan baldan daha üstündür. Arının yayıldığı yere göre bal farklılık kazanır. [169]

 

62— Acve  İyi Cins Hurma:

 

Sahihayn'âa Sa'd b. Ebî Vakkas hadisinde, Hz. Peygamber'in (s.a. : "Kim sabahleyin yedi acve hurması yerse, o gün kendisine ne zehir, ne de sihir isa­bet etmez." buyurduğu rivayetedilir.[170]

Nesâî ve İbn Mâce'de, Câbir ve Ebu Saîd'den (r.a.) yapılan rivayete gö­re Hz, Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Acve cennettendir. O zehire karşı şifadır. Keme (mantar) kudret helvasındandır (menn) ve suyu göze şi-fadır."«[171]

Bunun Medine acvesinp ait olduğu söylenmiştir. Acve bir cins Medine hurmasıdır. Hicaz bölgesinde bulunan hurmaların şüphesiz en faydahsıdır. Çok iyi bir sınıftır, lezzet vericidir, cismi ve kuvveti metin kılar, hurmalar içerisinde en yumuşak, en hoş ve leziz olanıdır. Daha önce hurmanın tabiatı, faydalan vb. zikredilmişti. Tekrara gerek yoktur. "Temr" maddesine bakınız. [172]

 

63— Anber

 

Sahihayn 'da zikredilen Câbir hadisi daha önce geçmişti. Orada sahile sev-kedilen bir süvari bölüğünün, denizin attığı anber adlı dev bir balığı bir ay boyunca yedikleri, etinden kurutarak Medine'ye götürdükleri, ondan biraz da Hz. Peygamber'e (s.a.) gönderdikleri; bu hadisin, denizde yaşayan hay­vanların helâlliğinin sadece balığa münhasır olmadığına, onda deniz ölüsü­nün helâlhğına delâlet olduğu vb. görülmüştü. Bu son konuda itiraz vaki olmuş ve denizin anberi diri olarak attığı, sonra suyun çekildiği ve anberin böylece öldüğü, bu durumda onun helâl olacağı, çünkü ölümünün sudan ayrı düş­müş olması nedeni ile olduğu ileri sürülmüştür. Ancak bu doğru değildir. Çün­kü onlar onu sahilde ölü olarak bulmuşlar ve denizden diri olarak çıktığını, sonra su çekilmesi neticesinde öldüğünü görmemişlerdir.

Hem eğer o sağ olsaydı, deniz onu sahile atmazdı. Çünkü bilindiği üzere deniz sahile sadece ölü olan deniz hayvanlarını atar, diri olanı atmaz.

Eğer zikrettiklerinin olması ihtimali var sayılsa bile, bu onun mübahhğı için bir şart olamaz. Çünkü bir şey, mübahlığının sebebinde bulunan şüphe­den dolayı mubah olamaz. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.) avcının avını suda boğulmuş olarak bulduğunda onun yenilmemesini emretmiştir. Çün­kü ölüm sebebinde şüphe vardır. Av aleti ile mi yoksa boğularak mı ölmüş­tür, belli değildir.

Güzel koku olan anbere gelince o miskten sonra en değerli koku türü­dür. Miskten de daha iyidir diyenler hata etmişlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a.) misk hakkında: "O en güzel kokudur."[173] dediği sabittir. İnşallah ileride miskin özellikleri ve faydaları gelecektir. Onun cennet koktSü olduğu, orada sıddîklerin üzerinde oturdukları tepelerin miskten olduğu/apberden olmadı­ğı belirtilecektir.

Anberin en üstün koku türü olduğunu söyleyenleri yanıltan şudur: Üze­rinden uzun zaman geçmesine rağmen o, —altın gibi— asla değişikliğe uğra­maz. Dolayısıyla onlara göre bu özellik onun miskten daha üstün olduğunu gerektirir. Ancak bu doğru değildir. Sadece bu özelliği ile, o miskte.bulunan özelliklere eşit olamaz.

Anberin çeşitleri çoktur, renkleri de farklıdır: Beyazı, bozu, kırmızisı, sarısı, yeşili, mavisi, siyahı, alacası vardır. En kalitelisi boz renkli olanıdır. Sonra mavi ve sarısı gelir. En kötüsü ise siyah renkli olanıdır.             .'

İnsanlar, anberin ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşler­dir. Kimisine göre, o denizin dibinde biten bir ottur. Deniz hayvanlarından bir kısmı onu yer. İçerisinde olgunlaştığı zaman kusarak onu dışarı atarlar, deniz de onu sahile vurur. Bir kısmı ise, o deniz adalarına gökten inen bir tür çiğ tanesidir. Dalgalar onu sahile atarlar demişlerdir. Bir başkalarına gö­re de, ineğe benzer bir deniz hayvanının dışkısıdır." Hayır, o bir nevi deniz köpüğüdür." diyenler de olmuştur.

İbn Sina, Kanun'da şöyle der: "Zannedildiğine göre anber, denizin di­binde bulunan bir kaynaktan (göze) çıkar. O deniz köpüğüdür veya bir deniz hayvanının dışkısıdır, şeklindeki sözler uzaktır."

Özelliği: Sıcak ve kurudur. Kalbi, dimağı, duyulan, bedenin organlarını güçlendirir. Felce, yüz felcine, balgamlı hastalıklara, soğuk özellikli mide ağ­rılarına, yoğun yellere fayda verir. İçildiği veya haricen sürüldüğü zaman tı­kanıklıklara iyi gelir. Buharına durulduğu zaman soğuk algınlığı ve baş ağrı­sına, soğuk özellikli yarım baş ağrısına iyi gelir.[174]

 

64— Ûd Aloexylon Agallochum, Öd Ağacı:

 

Ûd-i Hindî iki çeşitir: 1) Tedavi amacı ile kullanılır ki ona veya " = topalak" tabir ederler. İleride kaf harfinde gelecektir. 2) Güzel koku amacı ile kullanılır ve ona da '' = öd ağacı'' derler. Müslim, Sahih'inde rivayet eder: İbn Ömer, koku süründüğü vakit karışıksız öd, bir de ödle karıştırılmış kâfur sürünür, sonra: "RasûluIIah (s.a.) işte böyle kokulanırdı." derdi. [175] Yine Müslim'de, cennet ehlinin vasıflarından bah­sedilirken, onların buhurdanlıklarının öd ağacından olduğu ifade edil­miştir.[176]

Öd ağacının türleri vardır: En kalitelisi Hind'den gelenidir. Sonra sıra ile Çin, Kamara ve Mendel'den gelen türleridir. En kalitelisi siyah ve mavi renkte, katı, ağır ve yağlı olanıdır. En kalitesizi ise, hafif olanı ve suyun yü­züne çıkanıdır. Denildiğine göre o bir ağaçtır, kesilir ve bir sene boyunca top­rağa gömülür. Toprak onun işe yaramaz kısımlarını yer ve güzel kokulu kıs­mı kalır. Ona toprak bir şey yapmaz. Kabukla, kokusuz kısmı kokuşur ve toprağa karışır.

Ûd, ikinci derecede sıcak ve kuru özellik arzeder. Tıkanıklıkları açar, yelleri kırar, artık rutubetleri giderir, iç organları ve kalbi güçlendirir, onu ferahlatır. Dimağa fayda verir, duyuları güçlendirir, karnı tutar, mesane üşüt­mesinden hasıl olan sidik tutamamaya iyi gelir.

îbn Semcûn[177] şöyle der: Ûd'un çok çeşitleri vardır. Hepsi de kelimesinin kapsamına girer. Haricen ve dahilen kullanılır. Tek başına ve katkılı olarak kokulanılır. Kokulanma sırasında kâfurla karıştırıl­masında, birini diğeri ile ıslah etme gibi, tıbbî bir garaz vardır. Kokulanmak­tan "hava" cevherine riayet ve onu ıslah durumu vardır. Hava cevheri, be­denin sıhhat ve afiyetinin kendilerine bağh olduğu altı zarurî şeyden birisidir. [178]

 

65— Ades  Lens Esculenta, Mercimek:

 

Mercimek hakkında bir çok hadis varid olmuşsa da hepsi bâtıldır ve Hz. Peygamber onlardan hiç birisini söylememiştir. "Mercimek yetmiş peygam­berin dilinde takdis edilmiştir"; "Mercimek kalbi inceltir, gözü ağlatır, o sa-lihlerin yiyeceğidir." sözleri bu mevzu hadislerdendir. Hakkında gelen en yük­sek ve sahih zikir Kur'an'da adı geçmesi, yahudilerin onu kudret helvası ve bıldırcın etine takdim etmeleri, onu sevmeleridir. Kur'an'da, sarmisak ve so­ğanla aynı yerde, yan yana zikredilmiştir. Soğuk ve kuru bir özellik arzeder. Birbirine zıt iki kuvveti vardır. Birincisi tabiatı tutar, diğeri ise bırakır. Ka­buğu üçüncü derecede sıcak ve kuru bir özellik arzeder. Ağzı ve boğazı ya­kan bir keskinliği vardır, karnı bırakır; panzehiri kabuğundadır. Bu yüzden normali, öğütülmüş olanından daha faydalı, mideye daha hafif ve daha az zararlıdır. Özü soğuk ve kuru özellikli olduğu için yavaş hazmolur. Kara saf­ra doğurur, melankoliye açık bir zararı vardır; sinirlere ve göze zararlıdır.

Kanı koyu olur. Kara safra sahibi kimselerin ondan uzak durmaları ge­rekir. Çok yendiği zaman onlarda vesvese, cüzzam, dört günde bir gelen hum­ma gibi kötü dertler doğurur. Zararı, pancar veya ıspanakla ya da fazla yağ kullanmakla giderilebilir. En kötüsü de pastırma (nemeksûd) ile yenümesi-dir. Onunla tatlının bir arada yenilmesinden kaçınılmalıdır. Çünkü karaci­ğerde tıkanıklıklara sebep olur. Devamlı yemek, aşırı kurutucu Özelliğinden dolayı gözü karartır, işemeyi zorlaştırır, soğuk şişliklere ve yoğun yele sebe­biyet verir. En kalitelisi beyaz ve tombul olanı, çabuk pişenidir.

Cahillerin, "Mercimek Halilullah İbrahim Peygamber'in (a.s.) misafir­lerine takdim ettiği yemekti." şeklindeki sözleri yalandır, iftiradır. Yüce Al­lah, o kıssada İbrahim Peygamber'in onlara kızartılmış buzağı ikram ettiğini anlatmıştır.

Beyhakî İshak'tan şöyle nakleder: İbnu'l-Mübarek'e mercimek hakkın­da, onun yetmiş peygamber tarafından takdis edildiği şeklindeki hadisten so­rarlar. O: "Hayır, bir Peygamberdin dilinde bile o takdis görmemiştir. O eza verici, şişirici bir gıdadır. Onu size kim rivayet etti?" der. Onlar da: "Selem b. Salim." derler. "Kimden?" diye sorar. Onîar da: "Senden" cevabını ve­rirler. O zaman şaşkınlıkla: "Benden de (öyle mi)?!!" diye karşılık verir. [179]

 

66— Gays  Yağmur:

 

Kur'an'da çeşitli yerlerde[180] zikredilmiştir. İsmi kulağa, kendisi de ru­ha ve bedene çok hoş gelir. Zikredildiğinde kulaklar, yağdığında da kalpler neşelenir. Suyu, suların en üstünü, en latifi, en faydalı ve bereketlisidir. Özel­likle de gök gürültülü, buluttan olan ve dağların kuytu yerlerinde birikenleri son derece faydalıdır. Diğer sulardan daha rutubetlidir. Çünkü yeryüzünde fazla kalıp, onun kuruluğundan almamış, kendisine kuru cevher karışmamıştır. Bu yüzdendir ki, letafeti ve süratli etkilenişi neticesinde değişir ve çabuk kokuşur.

Acaba bahar yağmuru mu, yoksa kış yağmuru mu daha latiftir? İki gö­rüş vardır:

Kış yağmurunu tercih edenler şöyle diyorlar: Güneşin harareti kışın daha az olur. Dolayısıyla deniz suyundan ancak daha latif olanını cezbeder, bu-harlaştırır. Hava saftır, dumanlı buharlardan, suya karışan tozlardan hali­dir. Bütün bunlar kış yağmurunun daha latif ve saf olmasını, karışımlardan uzak olmasını gerektirir.

İlkbahar yağmurunu tercih edenler ise şöyle diyorlar: Hararet yoğun bu­harların çözülmesini gerektirir. Bu durum havanın ince ve latif olmasını ge­rektirir. Bunun neticesinde su hafif olur, yere ait olan karışım maddeleri aza­lır, nebatat ve ağaçların hayat bulduğu, havanın güzel olduğu zamana rastlar.

İmam Şafiî (r.h.), Enes b. Mâlik'in şöyle anlattığını nakleder: Rasûlul-lah (s.a.) ile beraberdik. Yağmur yağdı. Hz. Peygamber (s.a.) hemen (müba­rek tenlerine değmesi için) elbisesini açtı ve: "O Rabbi Teâlâ tarafından yeni geliyor." buyurdu.[181] îstiska (yağmur duası) bahsinde, Hz. Peygamber'in nasıl yağmur talebinde bulunduğu ve ilk inen yağmur suyu ile teberrükte bu­lunduğu geçmişti. [182]

 

67— Fâtihatu'I-Kitâb  Fatiha Sûresi:

 

Ümmü'l-Kur'an, es-Sebu'I-Mesânî... gibi isimleri olan bu sûre tam bir şifa, faydalı bir deva, tam bir rukye, zenginlik ve kurtuluş anahtarı, kuvvetin koruyucusudur. Kadrini bilen, hakkını veren, derdine deva kılmasını bilen, ibraz ettiği yüce mevkiin esrarım bilen kimseler için gam, keder, üzüntü, tasa ve korkuyu defeder.

Bir sahabî Fâtiha'nın bu esrarına vakıf olmuş ve yılan sokan birisine rukye olarak onu okumuştu da, adam hemen iyi olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Onun rukye olduğunu sen nereden bildin?" buyurmuştu.

Allah'ın tevfikine nail oiup, basiret nurunun yardımı ile bu sûrenin es­rarına, ihtiva etmiş olduğu tevhide, Allah'ın zat, isim, sıfat ve fiillerine, şeri­atın, kaderin, ahiretin isbatına, Rablık ve İlahlığın tevhidini her türlü şirkten arındırmaya, herşeyi elinde bulundurana tevekkül ve teslime, iki cihan saa­detinin temelini oluşturan hidayet talebinde O'na olan muhtaçlığa, Fâtiha'­nın anlamlarının dünya ve ahiretin yararlarım elde etme ve zararlarını defet­meyle ilişkisini bilirse, tam ve mutlak akıbetin, tam anlamıyla nimetin ona bağlı olduğunu kavrarsa, Fatiha sûresi o kişiyi pek çok ilaç ve rukyeden müs-tağnî kılar, onunla hayır kapılarını açar, şer sebeplerini defeder.

Bu başka bir fıtratın, başka bir akıl ve imanın ortaya konmasına ihtiyaç duyan bir durumdur. Allah'a yemin olsun ki nerde bir fasit söz, bâtıl bid'at varsa, mutlaka Fatiha sûresi en yakın, doğru ve açık bir yolla onun red ve iptalini içerir. Nerede ilahî marifetle, kalplerin amelleri ve onların illet ve has­talıklarının tedavileri ile ilgili bir kapı varsa, mutlaka Fâtihatu'l-Kitap'ta onun anahtarı, ona delalet yeri mevcuttur. Âlemlerin Rabbine doğru yola çıkmış kimselerin konaklarından hiçbir konak yoktur ki, onun başı ve sonu Fâtiha'-da bulunmasın.

Yine yeminle belirtiyorum ki, Fâtiha'nın sânı bundan daha büyük, daha yücedir! Bir kul ona kesin inanıp, sımsıkı sarıldığında, onunla kime hitap et­tiğini anladığında, onu tam bir şifa yerine koyabildiğinde, güçlü bir sığınak, açık bir nur kıldığında, lâyıkı veçhile onu ve gereklerini anladığında ne bid'-ate ne de bir şirke düşmez; ona kalp hastalıklarından hiçbirisi isabet etmez. İsabet edenler de ancak geçici olup, kalıcı olmayanlar kabilinden olur."

O cennet hazinelerinin anahtarı olduğu gibi dünya hazinelerinin de anah­tarıdır. Ne var ki, herkes bu anahtarla açmasını bilemez. Eğer hazine arayıcı­ları bu sûrenin sırrına vakıf olup, mânalarını yakînî olarak kavrayabilseler, böylece bu anahtara dişler yapsalar ve onunla açabilmesini öğrenselerdi, hiç­bir engel hiçbir mâni ile karşılaşmadan dünya hazinelerine mutlaka ulaşırlardı.

Biz bunu laf olsun dîye söylemiyoruz. Aksine bu bir hakikattir. Ancak Yüce Allah'ın bu sırrı pek çoklarından saklı tutmasında büyük bir hikmet vardır. Nitekim yeryüzü hazinelerini gizlemesinde de büyük hikmetler var­dır. Gizli hazinelerin üzerine, insanla onlar arasında bir enge! olmak üzere şeytanî, kötü ruhlar, istihdam edilmektedir. Onları ancak iman hali ile yüce olan, beraberinde şeytanların karşı koyamayacağı silahları bulunan üstün ve şerefli olan ruhlar altedebilir. İnsanların büyük çoğunluğu bu mertebede de­ğildir. Dolayısıyla o ruhlara karşı koyabilecek ve onları altedebilecek güçte değillerdir. Onların ellerinden bir şey alamazlar. Oysa ki kaide "Kim b r düş­man askerini öldürürse, onun teçhizatı öldürene aittir." şeklindedir. [183]

 

68— Fâğıye Kına Çiçeği:

 

En güzel kokulu bitkilerden birisidir. Beyhakî, Şuabu'l-îman adlı kita­bında Abdullah b. Büreyde hadisinde, babasından (r.a.) merfû olarak şunu nakleder: "Dünya ve ahirette güzel kokulu bitkilerin (reyhanların) efendisi fâğıye (kına çiçeği)dir."[184] Yine orada Enes b. Mâlik'den (r.a.): "Hz. Pey-gamber'e (s.a.) en sevimli gelen reyhan (güzel kokulu bitki) fâğıye idi." dediğî rivayet edilir. Bu iki hadisin halini Allah bilir. Sıhhatini bilmediğimiz bir şeyi Hz. Peygamber'e nisbet edemeyiz.

Fâğıye (kına çiçeği), sıcaklık ve kurulukta mutedildir, biraz tutucu özel­liği vardır. Yün elbise katlan arasına konulduğu zaman onları güveden ko­rur. Felç ve gerilme merhemlerine katılır. Yağı, azalan çözümler, sinirleri yu­muşatır.  [185]                                                                          

 

69— Fidda Gümüş:                                       

 

Bilindiği üzere Hz. Peygamberdin yüzüğü (mührü) gümüştendi, kaşı da gümüş idi.[186] Kılıcının kabzasının siperi de gümüştendi.[187] Gümüş takın­mak ve zinet olarak kullanmak konusunda ondan herhangi bir yasağın varid olduğu sahih olarak bilinmemektedir. Ancak gümüş kapta bir şeyler içmek­ten yasakladığı variddir. Kaplar konusu, giymek ve süslenmek konusundan daha sıkı tutulmuştur. Bu yüzden kadınlara, kap olarak kullanmaları haram olan şeyleri zinet olarak veya giyerek (takınarak) kullanmaları mubah olmak­tadır. Kap olarak kullanımının haram olmasından, takı ya da zinet olarak kullanılmasının da haramhğı sonucu çıkmaz.

Sünen'dc Efendimiz (s.a.): "Gümüşe gelince onunla oynaymız.."[188] bu­yurmuşlardır. Yasaklama, açıklayıcı bir delile ihtiyaç gösterir. O da ya nass (âyet veya hadis) ya da icma'dır. Eğer bu ikisinden birisi sabit olursa ne âlâ; aksi takdirde bunun erkeklere haramhğı konusunda kalpte bir şeyler (şüphe) bulunur. Hz. Peygamber bir eline altın diğer eline de ipek almış ve: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına ise helaldir." buyurmuşlardır.[189]' (Gümüşten söz yok.)

Gümüş, Yüce Allah'ın yeryüzündeki sırlarından birisidir. İhtiyaçların tıl­sımı, dünya ehlinin birbirleri arasındaki ihsanlarıdır. Ona sahip olan üzerine gözler çevrilir, gözlerde büyütülür, meclislerde baş köşeye oturtulur, önüne kapılar kapanmaz, onunla sohbetten, beraberlikten usanılmaz, varlığı ağır gelmez, parmaklar onu gösterir, gözler onu arar, söz söylese dinlenir, aracı­lık yapsa kabul görür, şahitlik yapsa, şahitliği tezkiye edilir, bir kız isteyecek olsa, o ister saçı sakalı ağarmış olsun, kusursuz denk bir talip olur; üzerindeki

sahihtir.

ak saçlar, gencinkinden daha güzel olur.                       

Gümüş; düşünce, gam, keder, kalp zayıflığı ve çarpıntısına iyi gelen fe­rahlatıcı ilaçlardandır. Macunlar içerisine katılır, içerisindeki özelliği ile, özel­likle de süzme bal ve zaferana ilave edildiğinde, kalpte meydana gelen bozuk karışımları çeker.

Özelliği, kuruluk ve soğukluğa çalar. Hararet ve rutubet de bulunur. Yüce Allah'ın sevgili kullan için kıyamet gününde hazırladığı cennetler dört tane­dir: İki tanesi altından, iki tanesi de gümüştendir; kaplan, zinet ve takılan, içerisindeki diğer eşyaları hep onlardandır. Sahih'de sabit olduğu üzere Üm-mü Seleme validemiz Hz. Peygamber'in (s.a.): "Altın ve gümüş kaptan içen kimse aslında sadece karnına cehennem ateşini dolduruyordur." buyurdu­ğunu söyl emiştir.[190]

Yine sahih bir hadiste: "Altın ve gümüş kaplardan içmeyiniz. Altın ve gümüş sahanlarda yemeyiniz. Çünkü onlar dünyada'kafirlere aittir, ahirette de sizin olacaktır." buyrulmuştur.[191]

Altın ve gümüş kap kullanımının yasaklanma illeti konusunda farklı yak­laşımlar vardır: Bazıları: "Para darlığına sebep olur, o yüzden haram kılın­mıştır. Eğer kap olarak kullanılacak olursa insanoğlu için tedavül aracı ola­rak yaratılmış olması hikmeti ortadan kalkar." demişlerdir. Bir kısmı da: "îl-let, öğünme ve kibirlenmedir." demişlerdir. Bir başka grup da: "Fakirler on­ların altın gümüş kapları kullandıklarını görür, müşahede ederlerse, kalpleri kırılır. Yasağın illeti işte budur." demişlerdir.

Bu yaklaşımların hepsinde de su götürecek hususlar vardır. Çünkü, eğer illet para darlığına sebep olması olsaydı, o zaman para ve kap dışında diğer dökümlerin de, zînet ve takı olarak kullanılmasının da yasak olması gerekir­di. Öğünme ve kibirlenme ise herşeyle haramdır. (İsterse çör-çöp olsun). Yok­sulların kalplerinin kırılmasının bir kriteri yoktur. Çünkü onların kalpleri mu­bah olan geniş konaklar, güzel bahçeler, güzel binekler, lüks giysiler, leziz yiyecekler vb. ile de kırılır. Dolayısı ile ileri sürülen görüşlerden hepsi de illet olmaya müsait değildir.

Doğrusu, -Allah daha İyi bilir ya- şöyle olmalıdır: Burada yasağın illeti bu kapların kullanımının kalbe kazandırdığı, kulluğa açıkça ters düşen bir haleti ruhiyedir. Bu yüzden de Hz. Peygamber (s.a.) hadisinde, "onlann dün­yada kâfirler için olduğu" şeklinde bir talilde bulunmuştur. Çünkü onların, kendisi ile ahirette nimetlere ulaşabileceği kulluktan bir nasipleri yoktur. Onur kullarının dünyada o tür kapları kullanmaları doğru olmaz. Çünkü onları, ancak ve ancak kulluktan çıkıp, ahiret karşılığında dünya ve onun peşin lez­zetlerine razı olanlar kullanırlar. [192]

 

70— Kur'an

 

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kur'an^lan inananlara rahmet ve şi­fa olan şeyler indiriyoruz.[193] Sahih olan görüşe göre bu âyette geçen ifadesindeki harfi teb'iziyye (parçayı bildirici) ol­mayıp, cinsin (çerçevenin) beyanı içindir. (Buna göre mâna: Kur'an'ı... in­dirdik, şeklinde olur); "Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt ve kalplerde olana bir şifa, inananlara doğruyu gösteren bir rehber ve rahmet gel­miştir." [194]

Kur'an her türlü kalbî ve bedenî dertlere, dünya ve ahiret dertlerine kar­şı tam bir şifadır. Herkes onunla şifa talebinde bulunmaya ehil ve muvaffak olamamaktadır. Hasta olan kimse, onunla tedavi yöntemini güzel yapar, onu tam bir sadakat ve imanla derdi üzerine koyarsa, tam bir kabul, kesin bir itikatla, diğer şartlarım da ortaya koyarak ona sanhrsa, hiçbir dert asla onun karşısında duramaz.

Dertler Allah'ın kelâmına karşı nasıl durabilir ki, şayet o dağlara inmiş olsaydı onu paramparça eder, yeryüzüne inseydi ikiye bölerdi. Kalbî ve be­denî hastalıklardan hiçbiri yoktur ki, Kur'an'da onun devasına, esbabına, per­hizine dair delalet yollan bulunmasın; bu mümkün değildir. Ancak bu her­kese nasip değildir. Allah'ın, Kur'an anlayışı lütfettiği kimseler ancak bunla­ra vakıf olabilirler. Tıbba dair olan bölüm başında, Kur'an'ın tıbbî asıllara; sıhhatin korunması, perhiz ve zararlıların boşaltılmasından ibaret olan koru­yucu hekimliğin temellerine nasıl işarette, irşadda bulunduğunun izahı geçmişti.

Kalbî devalara gelince; Kur'an onları mufassal olarak zikretmekte, bu tür kalbî dertlerin sebeplerini ve tedavi yollarını beyan etmekte ve: "Sana, üzerlerine okunmakta olan kitabı indirmiş olmamız onlara kâfi gelmedi mi?" buyurmaktadır.[195] Kur'an'ın şifa vermediğine Allah şifa vermez; Kur'an'ı kâfi görmeyene, AÜah yardım elini uzatmaz. [196]

 

71—  Kıssa C. Sativus, Acur:

 

Sünen'de Abdullah b. Cafer (r.a.) hadisinde: "Rasûlullah'ın (s.aj) acu­ru (hıyarı) oîgun yaş hurma ile yediği" ifade edilir. Tirmizî ve daha başkaları da rivayet etmiştir.[197]

Acur, ikinci derecede soğuk ve rutubetli özellik arzeder. Yanan midenin hararetini söndürür. Midede yavaş bozulur. Mesane ağrısına iyi gelir. Koku­su baygınlığa karşı faydalKhr. Tohumu sidiği söktürür. Yaprağı sargı yapıl­dığında köpek ısırmasına iyi gelir. Mideden aşağı yavaş iner. Soğukluğu mi­denin bir kısmına zararlıdır. Beraberinde onu ıslah edecek, soğukluğunu ve rutubetini kıracak bir şeyin alınması uygun olur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) onu olgun hurma ile yemek suretiyle öyle yapmıştır. Kuru hurma, kuru üzüm veya bal ile alması da onu düzene sokar. [198]

 

72—  Kust/Küst C. Speciosus, Öd Ağacı:      

 

"Kust" ve "küst" her ikisi de aynı mânâdadır. Sahihayn'da Enes (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururlar: "Tedavide kullandığınız en hayırlı şey, hacamat ile deniz ödü (kustu)dür."[199]

Müsned'&t Ümmü Kays hadisinde ise Hz. Peygamber (s.a.): "Bu Hind ödüne devam ediniz. Çünkü onda yedi derde şifa vardır. Bunlardan birisi de zâtülcenptir." buyurmuşlardır[200]

Kust (öd ağacı) iki türlüdür: Birincisi beyazdır ve ona deniz ödü denilir. İkincisi ise Hind ödüdür. İkincisi hararetçe daha şiddetlidir. Beyaz olarfl da­ha yumuşak, faydalan daha çoktur.

Her ikisi de üçüncü derecede sıcak ve kuru özelliklidir, balgamı emerler, soğuk algınlığını keserler. İçildikleri zaman karaciğer ve midi zayıflığına, bun­ların üşütülmesine, gün aşın ve iki gün arayla tutan hummaya fayda verirler, böğür ağrısını keserler, zehirlere karşı fayda verirler. Su ve bal ile macun ya­pılır 'e yüze sürütürlerse çiğiti sökerler, Galinos: "Kust yan ağnlarıria, siniı gerginliğine fayda verir, tenyayı öldürür." demiştir.                      

Cahil tabipler, kustun zâtülcenp (ciğer zanndaki iltihap) hastalığına karş faydasını kavrayamamışlar ve inkâra kalkmışlardır. Bu cahil adamlar eğer bu Galinos'tan nakledilecek olsaydı ona bir nassmış gibi sarılırlardı. Kaldı ki, daha önce geçen tabiplerden bir çoğu kustun (öd ağacının) zâtülcenp has­talığının balgamlı türüne faydalı geleceğini beyan etmişlerdir. Bunu Hattabî, Muhammed b. el-Cehm'den zikretmiştir.

Daha önce, peygamberler tıbbına nisbetle tabiplerin tıbbının; kocakarı tıbbının, tabiplerin tıbbına nisbetinden daha geride olduğu ve vahiy yolu ile elde edilenle deney ve kıyas yolu ile elde edilen arasındaki farkın, ayak ile baş arasındaki mesafeden daha büyük olduğu belirtilmişti.

Şayet bu cahil insanlar, yahudi, hıristiyan ya da müşrik tabiplerden biri­si tarafından beyan edilen bir ilaç bulsalar, derhal onu büyük bir kabul ve teslimiyetle karşılarlar, onu denemeye ihtiyaç duymazlar.

Evet, biz ilaçla faydalanma konusunda âdetin (alışkanlığın) bir tesiri ol­duğunu inkâr etmiyoruz. Bir ilacı ve gıdayı itiyad edinen kimse için, o alışkın olmayan kimseye nisbetle daha uygun ve faydalı-olur. Hatta belki de ona alışkın olmayan ondan bir fayda elde edemez.

Büyük tabiplerin sözleri her ne kadar mutlaksa da, aslında onlar mizaç, zaman, mekan ve itiyatlara göredir. Bu şekilde bir kayıtlama, onların sözleri ve bilgileri hakkında bir kusur sayılmadığına göre, doğru olan ve Allah tara­fından doğrulanan Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü hakkında nasıl kusur kabul edilebilir? Ne var ki, insanların nefisleri, cehalet ve zulüm üzerine kurulmuş­tur. Yüce Allah'ın iman ruhu ile teyid ettiği, basiretini hidayet nuru ile tenvir ettiği kimseler bu genellemeden müstesnadırlar. [201]

 

73— Kasabu's-Sükker  Saccharum Officinanım, Şeker Kamışı:

 

Hz. Peygamber'in, havz-ı kevserle ilgili sahih hadisinin bazı lâfızların­da: "Onun suyu şekerden daha tatlıdır."[202] ifadesi vardır. Hadislerde*baş-ka yerde şekerden söz edildiğini bilmiyorum.

Şeker, sonradan meydana çıkmıştır, eski tabipler ondan sözetmemişler-dir. Onu bilmiyorlardı ve içecek şeyler içerisine onun katılması gibi bir tavsi­fe gitmiyorlardi. Sadece balı biliyorlar ve ilaçlara onu katıyorlardı.

Şeker kamışı sıcak ve rutubetli özellik arzeder, öksürüğe iyi gelir; rutubeti, mesaneyi, akciğer borusunu temizler. Şekerden daha çok yumuşatıcı­dır. Kusmaya karşı yardımcıdır. Sidiği söktürür, şehveti arttırır. Affan b. Müs­lim es-Saffar: "Kim yemekten sonra şeker kamışını emerse, o günün tama­mını neşe içerisinde geçirir." demiştir. Kızartıldığı zaman göğüs ve boğaz sert­liğine iyi gelir, yele sebep olur. Bu özelliği kabuğunun soyulup sıcak su ile yıkanması suretiyle giderilir. Doğru olan görüşe göre, şeker sıcak ve rutubet­li özellik arzeder. Soğuktur diyenler de olmuştur. En kalitelisi beyaz, şeffaf ve çok sert olanıdır. Eskisi yenisinden daha hoştur. Pişirilir ve köpüğü atılırsa susuzluğu ve Öksürüğü teskin eder. Safralı midelere zararlıdır. Çünkü kendi­si de safraya dönüşür. Zararı limon veya narenciye ya da ekşi nar suyu ile giderilir.

Bazı insanlar daha az hararetli ve yumuşak olduğu için şekeri bala üstün tutmuşlardır. Bu bala karşı bir haksızlıktır. Çünkü balın faydalan şekerin fay­dalarından kat kat fazladır. Yüce Allah onu hem şifa, hem deva, hem katık hem de tatlı kılmıştır. Balın faydaları nerde, şekerin faydası nerde? Bal mi­deyi güçlendirir, tabiatı yumuşatır, görmeyi keskinleştirir, göz kararmasını giderir, gargara yolu ile nefesi açar, felç ve yüz felcini iyi eder, bütün beden­lerde rutubetten meydana gelen bütün soğuk özellikli illetlere iyi gelir; rutu­beti bedenin derinliklerinden çeker, bütün bedenlere fayda verir; bedenin sıh­hatini, şişmanlığını, sıcaklığım korur, şehveti arttırır. Çözümleyici, cilalayıcı özellik arzeder, damarların ağzını açar, bağırsağı arındırır, kurtları (solucan) düşürür, kokuşmayı önler. Faydalı katıktır. Balgamlı kimselere, yaşlılara, so­ğuk mizaçlı kimselere uygundur. Kısaca beden için baldan daha faydalı hiç bir şey yoktur. Tedavide ve ilaçların aciz kaldığında, ilaçların kuvvetlerini ko­rumada, mideyi takviyede bal gibisi yoktur. Balın faydalan bu saydıklarımız­dan kat kat daha fazladır. Şekerin bu ayarda menfaatleri, özellikleri nerede? Şekerin değil onun ayarında olması, ona yakın bir durumu bile yoktur. [203]

 

74— Kitab

 

a) Humma Muskası: el-Mervezî anlatır: Ebu Abdillah'a benim ya yakalandığım haberi ulaşmıştı. Benim için, hummaya karşı bir kağıda şun­ları yazdı:

'Bismillahirrahmanirrahim, Bismillah ve billah. Muhammedün Rasûlullah

Dedik ki: Ey Ateş! İbrahim üzerine serinlik, güllük-gülistanlık ol. Ona bir tu­zak kurmak istediler. Fakat biz onları hüsrana uğrayanlardan kıldık. Ey Al­lah'ım! Cebrail'in, Mikail'in, İsrafil'in Rabbi! Bu muskanın sahibine gücün, kudretin ve azametinle şifa ver. Ey Hak olan İlâh! Âmin."

el-Mervezî şöyle der: Ben dinleyici iken Ebu'l-Münzir Amr b. Mecma Ebu Abdillah'a okuyarak arzda bulundu, Yunus b. Hibbân'm kendisine tah-diste bulunduğunu söyledi. İbn Hibbân kendisine şöyle demişti: Ebu Cafer Muhammed b. Ali'ye muska asmanın hükmünü sordum. O şöyle dedi: "Eğer Allah'ın Kitabı'ndan ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) sözünden ise, onu as ve gücün yettiğince onunla şifa iste." Ben ona: "İki gün ara ile tutan humma için yazıyorum" dedim. O:

"Tamam" dedi.

İmam Ahmed Hz. Âişe ve diğer bazı sahabîlerin bu konuda katı davran­madıklarını zikretmiştir.

Râvi Harb şöyle der: Bu konuda Ahmed t>. Hanbel katı değildir. İmam Ahmed: "İbn Mes'ûd bundan hiç mi hiç hoşlanmaz, kerih görürdü." demiş­tir. İmam Ahmed, kendisine musibet geldikten sonra muska asılması hak­kında suaî ettiklerinde: "Bunda bir beis olmayacağını umuyorum." dedi.

el-Hallâl, Abdullah b. Ahmed'den: "Babamı (İbn Hanbel'i) musibet son­rasında, gerek korku, gerek humma için muska yazarken gördüm." dediğini nakletmiştir.

b) Zor doğum için muska: el-Hallâl nakleder: Abdullah b. Ahmed şöyle der: Babamı, kadının doğumu zorlaştığında, beyaz bir cama veya temiz bir şeye muska yazarken gördüm. İbn Abbas hadisini yazardı:

"Allah'tan başka ilâh yoktur. O Halîm'dir, Kerîm'dir. Yüce Arş'ın Rabbi, her türlü noksanlıklardan Seni tenzih ederiz. Bütün övgüler âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur. 'Onlar kendilerine söz verileni gördükleri gün dünyada sadece gündüzün bir müddeti eğlendiklerini sanırlar. Bu bir bildiridir.'[204] 'Kıyameti gördükleri gün dünyada ancak bir akşam yahut bir kuşluk vakti kadar kalmış olduklarını sanırlar.'[205]el-Hallâl şöyle der: Bize Ebu Bekr el-Mervezî haber verdi. Bir adam Ebu Abdillah'a gelerek:

  Ey Ebu Abdillah! İki gündür doğuramayan bir kadın için (muska) yazar mısın? dedi. Ebu Abdillah, ona geniş bir cam ve zaferan getirmesini söyledi (ve yazdı). Onu birçokları için aynı şekilde yazarken gördüm. O, İk-rime ve İbn Abbas'tan naklederek şöyle derdi: İsa (a.s.), yavrusu yan gelen bir ineğe rastladı. İnek dile gelerek: "Ey Allah'ın Kelimesi! Benim için Al­lah'a dua et de şu halimden beni kurtarsın!" dedi. Hz. İsa:

— Ey nefsi nefisten yaratan, nefsi nefisten kurtaran, nefsi nefisten çıka­ran, şunu kurtar, dedi. İnek derhal yavrusunu attı ve hemen ayağa kalkarak yavrusunu koklamaya başladı. Ebu Abdillah sonra: "Kadmm doğumu zor­laştığı zaman ben bunu, o kadm için yazarım." dedi. Bütün bunlar rukye ol­maktadır. Yazılmasında fayda vardır.

Seleftan bazıları, bir kısım Kur'an âyetlerinin yazılarak, içilmesine ruh­sat vermişler ve bunu Yüce Allah'ın Kur'an'da kıldığı şifadan saymışlardır.

Doğum için yazılacak diğer bir muska da şöyledir: Temiz bir kap içerisine:

"Gök yarılıp Rabbine boyun eğdiği zaman, ki boyun eğecektir. Yer dü­zeltilip, içinde olanları dışarı atarak boşaldığı zaman..."[206] âyetleri yazılır ve hamile olan kadm ondan içer ve karnı üzerine serper.

c) Burun kanaması için muska: Şeyhülislâm İbn Teymiye (r.h.), alnı

"Yere: Suyunu çek; göğe: Ey gök sen de tut! denildi. Su çekildi, iş de bitti."[207] âyetini yazardı. Ona şöyle derken işittim: Ben bunu birçok kim­seye yazdım da iyi oldu. Burun kanı ile yazmak asla caiz değildir. Bazı cahil­ler öyle yapıyorlar. Çünkü kan pistir. Dolayısıyla onunla Yüce Allah'ın kelâ­mının yazılması caiz değildir.

Burun kanaması için diğer bir muska da şudur: Musa (a.s.), bir rida ile çıktı ve Şuayb'ı (a.s.) buldu. Ona ridasını verdi: "Allah dilediğini siler, dile­diğini bırakır. Ana kitap onun katındadır." dedi[208]

d) Hazaz (öfke) için: Üzerine şu âyet yazılır:

"Ona ateşli bir kasırga isabet etti ve yandı."[209]

Allah'ın güç ve kudretiyle, bir başkası şudur: Güneşin sarardığı sırada üzerine şu âyet yazılır:

"Ey inananlar! Allah'tan sakının, Peygamberine inanın ki, Allah size rahmetini iki kat versin; size ışığında yürüyeceğiniz bir ışık var etsin, sizi ba­ğışlasın; Allah bağışlayıcıdır, acıyandır."[210]

e) Humma için: Üç adet ince kağıt üzerine:

yazılır. Her gün bir kağıt parçasını alır, ağzına koyar ve onu su ile yutar,

f) Irku'n-nesâ (siyatik) için şu yazılır:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla. Ey Allah'ım! Her şeyin Rab-bi, her şeyin Rabbi, her şeyin meliki, her şeyin yaratıcısı olan Rabbim. Beni Sen yarattın, bu illeti de Sen yarattın. Onu bana musallat edip eza çektirme. Beni de ona musallat edip onu kestirecek hale getirme. Bana dert bırakmaya­cak şekilde bir şifa ver. Senden başka şifa verecek kimse yoktur."

g) Kanayan damar için: Tirmizî, Câmi'mde îbn Abbas'tan şöyle nakle­der: Hz. Peygamber (s.a.), humma ve bütün ağrılara karşı kendilerine şu du­ayı öğretirdi:

"Yüce Allah'ın adıyla. Kanı durmayan her damardan, ateşin sıcaklığı­nın şerrinden ulu Allah'a sığınırım."[211]

h) Diş ağrısına karşı: Ağrı olan yanak üzerine şöyle yazılır:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla, Allah sizi annelerinizin kar­nından bir şey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükredersiniz diye size kulak, göz ve kalp vermiştir."[212]

Veya şu yazılır:

"Gecede ve gündüzde sükun bulan her şey O'nundur. O alîmdir."[213]

i) Çıban için: Üzerine şu âyet yazılır:

"Ve sana dağlan sorarlar, de ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak, yerlerim düz, kuru bir toprak haline getirecek, orada ne çukur ne tümsek göre-ceksin."[214]

 

75— Keme  T. Brumale, Mantar:

 

Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Keme (mantar), mennden-dir. Suyu göz için şifadır." Hadis, Sahihayn'da tahric edilmiştir.[215]

İbnü'I-Arabî şöyle der: çoğuldur. Tekili dir. Bu Arap-ça'daki genel kurala aykırıdır. Çünkü çoğul ile tekil arasında "kapalı te" harfi vardır; tekil "te'Midir, "te" düşürüldüğünde çoğul olur. Sonra o çoğul mudur, çoğul için konulan isim midir? Meşhur iki görüş vardır: 1) Bu iki kelime genel kuraldan hariçtir. Birisi diğeri de dir. 2) İbnü'l-Arâbî'den başkası ise: "Hayır! Bu kelime de genel kurala uygundur. tekil içindir, de çoğul içindir" demiştir.

Bir Başkası da: hem tekil, hem de çoğul içindir demiştir.

Birinci görüş sahipleri, Araplar'ın kelimesini şeklinde çoğul yaptıklarım şâirin şu beytini şahit getirerek görüşlerini deiiUendirmek istemişlerdir:

Bu beyit nin teki!, nin de çoğul olduğunu gösterir[216] Mantar, yerde, ekilmeden kendiliğinden biter. "Keme** denmesi top­rağa gizlendiği içindir. Şahitliği gizleyip, örttüğü zaman da Araplar: ( iiUjJi ur ) derler ve bu kelimeyi kullanırlar. Mantar yer altında gizlidir, yaprağı ve bacağı olmaz. Maddesi topraksal, buharlı bir cevherdir, toprağın hemen yüzüne yakın yerde yumrulamr. Kış soğuğu ile toparlanır, bahar yağ­murları geliştirir, büyütür ve yeryüzüne yumru yumru atılır ve çıkar. Bu yüz­den de ona ( ^>jNı JjjJr ) "yer çiçeği" derler. Çünkü hem şekil hem de mad­desi itibarıyla çiçek hastalığına benzer. Zira çiçeğin maddesi kanlı bir rutu­bettir ve çoğu kez büyüme yaşlan sırasında, hararet istilasının ve kuvvetin artmasının başlangıcında ortaya çıkar.

Mantar, ilkbaharda bulunan şeylerdendir; hem çiğ hem de pişirilerek ye­nir. Araplar onu "gökgürültüsü bitkisi" diye adlandırırlar. Çünkü ne kadar çok gök gürlerse o kadar çok olur ve yer yarılarak yüzeye çıkar. Bâdiyelerde yaşayanların yiyeceklerindendir. Arap ülkelerinde çok olur. En kalitelisi, az sulu ve kumlu toprakta olanıdır.

Çeşitli türleri vardır: Bir kısmı öldürücüdür ki, rengi kırmızıya çalar ve boğulmaya neden olur.

Mantar, üçüncü derecede soğuk ve rutubetli özellik arzeder. Mide için kötüdür, hazmı yavaşlatır. Devamlı yenildiği zaman kulunç (bağırsak ağrı­sı), sekte, felç, mide ağrıları ve idrar yaparken zorluğa sebep olur. Bunu yi­yecek olan kimse, önce onu yaş toprağa gömmeli, sonra su, tuz ve satir otuyla haşlamah ve zeytinyağı ve sıcak özellikli baharatla yemelidir. Çünkü man­tarın cevheri, kaba ve topraksaldır. Gıdası kötüdür. Ancak içerisinde hafifli­ğine delâlet eden ince sulu bir cevher de vardır. Onunla sürme çekmek göz kararmasına, sıcak özellikli göz ağrısına faydalıdır. Büyük tabipler onun su­yunun gözü parlattığını belirtmişlerdir. Mesihî ve Kanun sahibi Ibn Sina bun­lardandır.                                                                                   

Hz. Peygamber'in (s.a.): desi hakkında iki görüş vardır:

Birincisi: Allah Teâlâ'mn Israiloğulları üzerine indirdiği menn, sadece tatlıdan (kudret helvası) ibaret değildi. Bilakis hiçbir emek harcamak -sızın Allah'ın kendiliğinden bitirip onlara ihsan ettiği her türlü bitkiler "menn" kapsamına girer. Çünkü kelimesi mânâsında masdardır. Yüce Allah'ın, kuluna hiçbir çaba göstermeden lütfettiği her rızık, halis menn (kudret helvası)dır. Her ne kadar diğer nimetleri de Allah'ın, kulu üzerine in'âmı (menn'i) ise de, ismi, kulun herhangi bir çabası (kesbi) olmak­sızın kendisine ulaşan nimetlere tahsis edilmiştir. Çünkü bu tür nimetler, ku­lun çabası, sebeplere sarılması gibi, bir vasıta olmaksızın kendisine ulaş­maktadır.

Allah Teâlâ, çölde îsrailoğullannın temel gıdasını mantar kılmıştır. Bu ekmek yerine geçmektedir. Katıklarını da bıldırcın kılmıştır. Bu da et yerini tutmaktadır. Tatlılarını da ağaçların üzerine yapan kudret helva­sı (reçine) kılmış, böylece onların yaşantıları için gerekli olan besin maddele­ri tamamlanmıştır.

îyice düşündüğümüzde Hz. Peygamber'in (s.a.) "Mantarı, Yüce Allah'ın, îsrailoğullarına indirmiş olduğu "mennden biri" saydığını görüyoruz. Bu Al­lah'ın onlara ihsan buyurduklarından sadece bir tanesidir. "Terencebîn"[217] —ki ağaçların üzerine düşer— "menn"den bir nevidir. Sonra örf-i hadis ol­mak üzere "menn" kelimesinin "terencebîn (kudret helvası)" hakkında kul­lanılması galebe çalmıştır.

îkinci görüş: Hz. Peygamber (s.a.), mantarı gökten indirilen "menn"e (kudret helvası) benzetmiştir. Çünkü herhangi bir emek ve külfet harcanmak-sızın, tohum ekilmeksizin, sulanmaksızın devşirilir.

Peki, mantar kudret helvasından ise, içerdiği zararlar nereden kaynak­lanıyor? diye bir soru akla gelebilir.

Cevap: Allah Teâlâ, her şeyi sapasağlam ve yerli yerinde en güzel biçim­de yaratmıştır. O Allah'ın ilk yarattığı sırada her türlü âfet ve illetlerden uzaktır, ne için hazırlanıp yaratıldı ise o şey için yararı tamdır. İçerdiği zarar, zehir gibi unsurlar daha sonra ona mücavir olan şeylerden, ihtilat vb. sebeplerden olmakta ve onun asliyetini bozmaktadır. Eğer onu bozacak sebeplerden uzak olarak asli yaratılışı üzere bırakılacak olsa bozulmayacaktır.

Dünyanın başlangıcı ve daha sonra olup bitenler hakkında bilgi sahibi olanlar bilirler ki, dünyanın havasında, bitkilerinde, hayvanlarında, insanla­rın hallerinde meydana gelen bozukluklar hep daha sonradan ve onlarnın bo­zulmasını gerektiren sebepler yüzündendir. Âdemoğullarının kötü işleri, pey­gamberlere olan muhalefetleri öteden beri genel ve özel bozulmalara sebep olagelmiş ve üzerlerine elemler, hastalıklar, dertler, taunlar, kıtlıklar, ku­raklıklar, topraktan, meyve ve bitkilerden bereketin kaldırılması, menfaatle­rinin alınması veya noksanlaştırılması gibi birbirini takip eden pek çok şeyle­rin gelmesini intaç etmiştir. Eğer bunu kavrayacak bir ilminiz yoksa, şu âyet sizin için yeterli olabilir: "İnsanların elleriyle kazandıkları sebebiyle karada ve denizde fesâd (bozulma) ortaya çıktı."[218] Bu âyeti dünyanın hallerine vur, vakıa ile bu âyeti karşılaştır, söylediklerimizin doğruluğunu göreceksin. Her vakit meyvelerde, ekinlerde, hayvanlarda âfet ve hastalıklar nasıl ortaya çı­kıyor, bu âfetler zorunlu olarak başka âfetlere nasıl sebep oluyor, çorap sö­küğü gibi nasıl uzayıp gidiyor, insanların zulüm fısk ve fücura daldıkları her bir vakitte, Rab Teâlâ'nın onların gıdalarına, meyvelernine, havalarına, su­larına, bedenlerine, yaratılışlarına, suret ve şekillerine, ahlâklarına ne nok­sanlıklar, ne âfetler vermek suretiyle onlara kötü amellerinin, zulüm, fısk ve fücurlarının gereği olan musibetleri nasıl veriyor, nasıl belâlar yağdınyor, bun­ları gayet iyi anlayacaksın.

Buğday ve diğer tahılların taneleri eskiden, şimdikinden çok daha bü­yüktü. Nitekim dünün bereketi de bugünkünden kat kat fazlaydı. İmam Ah-med senediyle birlikte rivayet etmiştir: "Ümeyyeoğullarından birinin hazine­leri içerisinde bir kese bulunmuş. Bu kesenin içerisinde hurma çekirdeği bü­yüklüğünde ve üzerinde 'Bu buğday adalet günlerinde biterdi.' yazılı bir buğday tanesi varmış." Bu olayı İmam Ahmed, Müsned'inĞe zikretmiştir[219]

Bu hastalık ve umumî âfetlerin büyük bir kısmı, daha önceki ümmetlere indirilen azabın bir kalıntısı olmaktadır. Sonra ondan, onların amellerini iş­leyenlerini yakalamak üzere bir artık kalmış, böylece Allah'ın adaleti ve hak hükmü tecelli etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) bu mânaya, taun hakkındaki, "O İsrailoğulları üzerine gönderilen azab ve cezanın bir kalıntısıdır." sözleri ile işaret buyurmuşlardır.

Yine Allah Teâlâ aynı şekilde, "Yedi gece ve sekiz gündüz kavmine"[220] rüzgârı musallat kılmış ve sonra ondan yeryüzünde o günler ile ona benzer günler için bir öğüt, bir ibret olsun diye bir bakiyye bırakmıştır.

Yüce Allah bu dünyada, hem salih hem de fâcir kimselerin amellerini, neticelerini zorunlu olarak gerektirici kılmıştır. Dolayısıyla iyilik yapmama­yı, zekât ve sadaka vermemeyi, gökten yağmurun yağmayışına,-kıtlık ve ku­raklığa [221] sebep kılmıştır. Yoksullara zulmü, ölçü ve tartıda hileyi, güçlü­nün zayıfa tecavüzünü idarecilerin zulmüne sebep kılmıştır. Bunlar öyle ida­recilerdir ki kendilerinden merhamet dilense merhamet etmezler, acımazlar; . aslında onlar idareci suretine girmiş, halkın (tebaanın) amelleridirler. Çünkü Allah Teâlâ, hikmet ve adaletiyle insanlara, amellerini münasip kalıp ve şe­killere dökmek suretiyle göstermektedir. Bu bazan kıtlık ve kuraklık şeklin­de, bazan düşman suretinde; bazan zalim idareciler şeklinde, bazan salgın has^ talik suretinde, bazan bütün insanları saran korku, endişe, gam, keder şek­linde, bazan göğün ve yerin bereket kapılarını üzerlerine kapatmak şeklinde, bazan azap sebeplerine onları kışkırtmaları ve böylece azabı iyice hak etme­leri için onlar üzerlerine şeytanların musallat kılınması suretinde tezahür eder. Akıllı kimse yeryüzünde basiretle dolaşır. Allah'ın adalet ve hikmetinin yer tuttuğu yerlere bakar, temaşa eder ve sonunda görür ki, peygamberler ve on­lara uyanlar hassaten kurtuluş yolu üzeredirler; diğerleri ise helak yolunda yol almaktadırlar ve helak ve azab yurduna doğru yüz tutmuşlardır. Allah işini bilir, O'nun hükmüne itiraz edecek, emrini geri çevirecek hiçbir kimse yoktur. Tevfik ancak Allah'tandır.

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Suyu göz için şifadır." sözü hakkında da üç görüş vardır:

Birincisi: Suyu göz ilaçlan içerisine katılır; yalnız başına kullanılmaz. Bunu Ebu Ubeyd zikretmiştir.

İkincisi: Kızartıldıktan ve suyu süzüldükten sonra yalnız başına kullanı­lır. Çünkü ateş onu latifleştirir ve olgunlaştırır; fazlalıklarını ve eza verici ru­tubetini eritir, faydalarını alıkoyar.

Üçüncüsü: Onun suyundan maksat, oluşmasını sağlayan yağmur suyu­dur. Bu su yere inen ve mantara isabet eden ilk damladır. Dolayısıyla "onun suyu" şeklindeki izafet, cüziyeti bildirmek için değil, ona hayat veren su ile birlikte olan su demektir. Bunu da İbnü'l-Cevzî zikretmiştir. Üç görüş içeri­sinde en uzak ve zayıf olanı budur.

Şöyle de denilmiştir: Eğer mantar suyu, gözde olan şeyi soğutmak için kullanılacaksa, o takdirde yalnız başına şifadır; şayet başka bir hastalık için kullanılacaksa, o zaman diğer ilaçlar içerisine katılarak kullanılır.

el-Gâfikî şöyle der: "Mantar suyu, ismid ile yoğurulur ve göze sürme çekilirse, en uygun göz ilacı olur. Göz kapaklannı güçlendirir, görme gücü­nü her yönden arttınr, göze inecek illetleri defeder." [222]

 

76— Kebâs  Erak Ağacı Yemişi:

 

Sahihayn'da. Câbir b. Abdillah hadisinde şöyle denilmektedir: Hz. Pey­gamber (s.a.) ile birlikte (Merru'z-Zahrân'da) Erak yemişi topluyorduk. Bi­ze "Onun siyahım toplamaya bakın. Çünkü o daha tatlı olur." buyurdu[223]

Kebâs, erak ağacı yemişidir. Hicaz'da yetişir. Sıcak ve kuru özellik arze-der. Faydaları erak ağacının faydaları gibidir: Mideyi güçlendirir, hazmı ko­laylaştırır, balgamı siler, sırt ağrılarına ve birçok derde karşı iyi gelir. İbn Cül-cül: "Öğütülmüşü içildiği zaman sidiği söktürür, mesaneyi arındırır." der. İbn Rıdvan ise: "O mideyi güçlendirir, tabiatı tutar." demiştir. [224]

 

77— Ketem , (Bir boya otu):

 

Buharî, Sahihinde Osman b. Abdillah b. Mevheb'den rivayet eder: "Üm-mü Seleme'nin (r.a.) yanına vardık. Bize Hz. Peygamber'in (s.a.) saçından bir saç çıkardı. Bir de baktık ki o, kına ve ketemle boyanmıştı."[225]

Dört Sünen'de yer alan bir hadis de şöyledir: "Beyaz saçları(j| Rengini) değiştirebileceğiniz en güzel şey kına ve ketemdir."[226]

Sahih'de Enes'ten (r.a.) Ebu Bekir'in (r.a.) saçını kma ve ketemi! boya­dığı rivayet edilmiştir.[227]                                                           

Ebu Davud'un Sünerfındz ise İbn Abbas şöyle anlatır: Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından saçını kına ile boyamış bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Bu ne güzel!" buyurdu. Saçını kına ve ketemle boyamış başka bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.) onun hakkında da: "Bu ondan daha güzel!" bu­yurdu. Saçını zaferan (sufra) ile boyamış bir başkası geçti. Hz. Peygamber bu kez de: "Bu ise diğerlerinin hepsinden daha güzel!" buyurdu.[228]

Gâfikî şöyle der: "Ketem, ovalarda biten bir bitkidir. Yapraklan zeytin yaprağına yakındır. Adam boyundan büyük olur. Kara biber (fülfül) çekir­deği gibi meyvesi olur. İçinde çekirdeği bulunur. Ezildiği vakit kararır. Yap­raklarının usaresi (özsuyu) çıkarılıp bir ûkıyye kadarı içildiği zaman, acayib şekilde kusturur. Köpek (kuduz) ısırmasına iyi gelir. Kökü su ile kaynatıldığı zaman mürekkep elde edilir."

Kindî ise: "Ketem tohumu ile sürme çekildiği zaman, göze inen suyu çö­zümler ve gözü iyi eder." der.

Bazıları **ketem"i "vesme" (çivit yaprağı) ile karıştırmışlardır. Bu yan­lıştır, ikisi ayrı ayrı şeylerdir. es-Sıhâh sahibi şöyle der: "Ketem, 'vesme' ile karıştırılıp saç boyamada kullanılan bir bitkidir. 'Vesme', uzun yapraklar olan, rengi maviye çalan, söğüt ağacı yaprağından daha büyük olan, fasülyt yaprağına benzeyen ve ondan daha büyükçe bir bitkidir. Hicaz ve Yemen ta raflarından getirilir."                                                                

Soru: Sahih'dt Enes'ten (r.a.) sabit olduğuna göre Hz. Peygamper (s.a. saçlarını boyamamıştır. [229] öncekiler ile bu, nasıl telif edilir?

Cevap: İmam Ahmed buna gerekli cevabı vermiş ve: "Enes'ten (r.a.) baş kalan Hz. Peygamber'in (s.a.) saçlarını boyadığını görmüşlerdir. Görenle gör meyenin durumu bir değildir." demiştir. Böylece İmam, Hz. Peygamber'ii (s.a.) saçlarını boyadıklarını kabul ve isbat etmiştir. Muhaddislerden bir kıs mı da onunla aynı görüştedir. İmam Mâlik ise bunu kabul etmez.

Soru: Sahih-iMüslim'de, saçı siyaha boyamaktan meneden bir haber gel­miştir: Ebu Kuhâfe, saçları ve sakalı segam çiçeği gibi bembeyaz getirildiği zaman Hz. Peygamber (s.a.): "Bu beyazlığı değiştirin, ama siyaha boyamaktan kaçının." buyurmuştur[230]' Ketem ise saçları siyahlaştırır?

Cevap: Buna iki açıdan cevap verilebilir.

Birincisi: Yasak, sadece siyah ile ilgilidir. Ama kına içine ketem vb. gibi başka bir şey katılırsa, bunda bir sakınca yoktur. Çünkü kma ile ketem saça kırmızı ile siyah arasında bir renk verir. "Vesme" ise böyle değildir. O saça kömür siyahlığı verir. Bu izah, diğerinden daha doğrudur.

İkincisi: Siyaha boyama yasağı, başkalarını aldatma söz konusu olduğu zamana aittir. Meselâ cariyenin ve yaşlı kadının saçını boyamak, böylece ko­cayı ve yeni müşteriyi aldatmak, yaşlı ihtiyar adam kendisini genç göstermek ve böylece kadını kandırmak için saçını boyamak gibi hallere aittir. Çünkü bu bir hile ve aldatma (tedlis) kabilindendir. Ama böyle bir durum içermi-yorsa bir beis yoktur. Hasan ve Hüseyin efendilerimizin saçlarını siyaha bo­yadıkları sahih olarak bilinmektedir. Bunu îbn Cerîr (Tehzîbu'l-Âsâr'da) Ay­rıca, Osman b. Affan, Abdullah b. Cafer, Sa'd b\ Ebî Vakkas, Ukbe b. âmir, Muğîre b. Şube, Cerîr b. Abdillah, Amr b. Âs'tan da; tabiîn'den Amr b. Os­man, Ali b. Abdillah b. Abbas, Ebu Seleme b. Abdirrahman, Abdurrahman b. Esved, Musa b. Talha, Zührî, Eyyûb, İsmail b. Ma'dîkerib'den de saçları­nı siyaha boyadıklarım nakletmiştir.

İbnü'l-Cevzî de, Muharib b. Disâr, Yezîd, îbn Cüreyc, Ebu Yûsuf, Ebu İshâk, İbn Ebî Leylâ, Ziyad b. Alâka, Gaylân b. Cami, NâfT b. Cübeyr, Amr b.el-Makdemî, Kasım b. Sellâm'dan aynı görüşü nakletmiştir. [231]

 

78— Kerm V. Vinifera, Üzüm Çubuğu, Asma:

 

Kerm, üzüm ağacıdır. Üzüm ağacına "kerm" denmesi mekruhtur. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Hz. Peygamber (s.a.): "Sizden biriniz üzüme 'kerm' demesin. 'Kerm' ancak müslüman adamdır.", başka bir rivayette de: "Kerm, ancak müslüman adamdır.", başka bir rivayette de; "Kerm, ancak müslü-manın kaîbidir."[232], bir başka rivayette de: "Kerm demeyiniz; 'meb' (üzüm) ve 'hable' (üzüm çubuğu, asma) deyiniz. "[233] buyurmuştur.

Bunun iki mânâsı vardır:

Birincisi: Araplar üzüm çubuğuna menfaat ve hayrının çokluğundan do­layı "kerm" derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.), bütün kötülüklerin anası olan ve üzümden elde edilen içkiye karşı bir davetiye çıkarabileceği düşüncesiyle üzüm için bu ismin kullanılmasını iyi görmedi ve şarabın aslı olan bu ağacın, isimlerin en güzeli ve hayırlısı ile isimlendirilmesini mekruh buldu.

: İkincisi: Bu söz "Pehlivan, güreşte yenen kimse değildir."[234], "Zaval­lı; kapı kapı dolaşan kimse değildir."[235] sözlerinin üslûbunda söylenmiştir. Yani: Siz, üzüm ağacını fazla menfaatinden dolayı "kerm" diye isimlendiri­yorsunuz. Oysa ki mü'minin kalbi veya müslüman adam, bu isme ondan da­ha lâyıktır. Çünkü mümin, mahza hayırdır menfaattir demek olur. Dolayı­sıyla bu ifadede mü'minin kalbinde bulunan cömertlik, iman, nur, hidayet, takva ile onu bu isme üzüm çubuğundan daha lâyık ve müstahak kılan diğer vasıflar gibi hayırlara işaret bulunmaktadır.

Üzüm çubuğu, soğuk ve kuru bir özellik arzeder. Yaprakları, sıkılmış üzüm artıkları ve sürgünü, birinci derecenin son haddinde, soğutucu özellik arzeder. Ezilip sargı yapıldığında baş ağrısını teskin eder, sıcak özellikli şiş­liklere ve mide yanmasına iyi gelir. Sürgünlerinin usaresi içildiğinde kusmayı teskin eder, karnı tutar. Yaş özü çiğnendiği ve yapraklarının özsuyu alındığı zaman bağırsak yaralarına, kanamaya, kan kusmaya, mide ağrısına iyi gelir. Gövde kesildiğinde sızan zamk gibi su, içildiği zaman taşları düşürür. Sürül­düğü zaman temreği ve yaralı uyuzu vb.ni iyileştirir. Kullanılmadan önce sü­rülecek yerin su ve natronla (sodyum karbonat) yıkanması iyi olur. Zeytin­yağı ile sürüleceği zaman saç tıraş edilir. Dallarının külü sirke, gül yağı ve sedef otu ile birlikte sargı yapıldığında, dalağa ânz olan şişliğe iyi gelir. Üzüm çiçeğinin yağı, gül yağı gibi tutucu özellik arzeder. Faydaları pek çoktur, hur­manın faydalarına yakındır. [236]

 

79— Kerfes A. Graveolens, Kereviz:

 

Hz. Peygamber'e (s.a.) isnadı sahih olmayan bir hadiste: "Kim ve üzerine uyursa, ağızı güzel kokarak uyur, diş ağrılarından emin olarak uyur." şeklinde kerevizden söz edilmektedir. Bu hadis Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilerek uydurulmuştur. Ancak bostan kerevizi, ağız kokusunu ger­çekten güzelleştirir. Kökü boyuna asıldığında, diş ağrılarına iyiye gelir.

Sıcak ve kuru özelliklidir. Rutubetlidir; karaciğer ve dalak tıkanıklıkla­rını açar. Yaş yaprağı mide ve soğuk özellikli karaciğere fayda verir, sidiği ve aybaşı kanını söktürür. Taşları parçalar. Tohumu daha güçlüdür, şehveti tahrik eder, ağız kokusuna fayda verir de denilmiştir. Râzî, akrep sokmasın­dan korkulduğunda yenilmemelidir, demiştir. [237]

 

80— Kürrâs, A. Roseum, Pırasa:

 

Yine hakkında mevzu bir hadis vardır ve şöyle denilmektedir: "Kim pı­rasa yer ve sonra uyursa basur yelinden emin olarak uyur. Kokusu kötü ol­duğu için sabaha kadar, melek ondan uzak durur."[238]

îki türlüdür: Nabat pırasası, Şam pırasası. Nabat pırasası sofraya konu­lanıdır. Şam pırasası ise başlı olandır. Sıcak ve kuru özelliklidir, baş ağrıtır. Pişirilip yenilirse veya suyu içilirse soğuk özellikli basurlara iyi gelir. Tohu­mu ezilir ve katranla yoğrulur ve çürümüş diş buharına tutulursa, diş kurtla­rını dağıtır ve çıkarır, dişe arız olan ağrıyı teskin eder. Tohumu makata tütsü olarak verilirse, basurlar hafifler. Bütün bunlar Nabat pırasasının özellikle­ridir.

Bunun yanında pırasa dişlere ve diş etlerine zararlıdır, başı ağrıtır, kötü düşler görmeye sebep olur, gözü karartır, ağzı kötü kokutur. Sdik ve aybaşı kanını söktürür, şehveti tahrik eder. Hazmı yavaşlatır. [239]

 

81— Lahm ,Et:

 

Yüce Allah şöyle buyurur: "Cennette olanlara diledikleri meyve ve et­ten bol bol veririz. "[240], "Ve canlarının isteyecekleri kuş eti ile etraflarında dolaşırlar."[241]

Sünen-i îbn Mâce'âeki Ebu'd-Derdâ hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Dünya ehlinin de, cennet ehlinin de yiyeceklerinin efendisi et­tir."[242]' Merfû olarak rivayet edilen Büreyde hadisinde de: "Dünyada ve ahi-rette en üstün katık ettir."[243] buyurulmuştur.

Sahih-iBuharî'dz: "Hz. Âişe'nin diğer kadınlara üstünlüğü, tirid'in di­ğer yemeklere üstünlüğü gibidir."[244] buyurmuşlardır. Tirid et ile ekmektir. Şâir şöyle der:

"Ekmeğine eti katık ettin mi, Allah'ın ahdi için işte yedin tindi[245] Zührî şöyle der: "Et yemek, yetmiş kuvveyi arttırır." Muhammed b. Vâsi ise: "Et, görmeyi arttırır." demiştir. AH b. Ebî Tâlib (r.a.): "Et yeyiniz. Çünkü o, rengi düzene koyar, karnı inceltir, ahlâkı güzelleştirir." demiştir. Nâfi' şöyle der: "İbn Ömer, Ramazan geldiğinde etsiz durmazdı, yola çıktığında etsiz kalmazdı." Nakledildiğine göre Hz. Ali: "Kırk gece et yemeyenin ahlâkı kö-îüleşir." demiştir.

Ebu Davud'un merfû olarak rivayet ettiği: "Eti bıçakla kesmeyiniz. Çün­kü o acem işidir. Onu kemirerek yeyiniz. Çünkü öylesi daha leziz ve afiyetti olur.[246] şeklindeki Hz. Âişe hadisine gelince; İmam Ahmed, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) bıçakla et kestiğini belirten sahih iki hadisle onu reddetmiştir. Hadis daha önce geçmişti.

Etin çeşitli cinsleri vardır. Her biri aslı ve tabiatına göre farklılık arze-der. Her bir cinsin hükmünü, tabiatını, menfaat ve zararlarını anlatacağız:

1— Koyun eti: İkinci derecede sıcak, birinci derecede rutubetli özellik arzeder. İyisi bir yaşındaki koyunun etidir. İyi hazmedebilenler için güzel ve güçlü kan üretir. Soğuk ve mutedil mizaç sahiplerine, soğuk yer ve mevsim­lerde tam riyazat sahiplerine uygun bir gıdadır. Kara safra mizaçlı kimseleı için faydalıdır. Zihni ve hafızayı güçlendirir. Yaşlı ve zayıf koyunun eti kö­tüdür. Dişi koyun eti de Öyledir. En iyisi, koç etinin siyah kısmıdır. Çünkt o daha hafif, daha lezzetli ve faydalıdır. Burulmuş olanı daha faydalı ve kalitelidir. Semiz hayvandan alman kırmızı et daha hafiftir ve gıda bakımından da daha iyidir. Oğlak eti daha az gıdalıdır ve midede üste çıkar.

Etin en üstünü kemiğe yapışık olan kısmıdır. Sağ taraf sol taraftan daha hafif ve kalitelidir. Ön tarafların eti arka tarafın etinden daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.) koyunun en çok sevdiği yeri ön tarafı idi. Baş hariç üste gelen tarafların eti, alta gelen yerlerin etlerinden daha hafif ve kalitelidir. Fa-razdak, kendisine et alması için bir adama para vermiş ve: "Ön tarafından al, baş ve karından sakın; çünkü dert bu ikisindedir." demiştir. Boyun eti güzel ve lezzetlidir, hazmı çabuk ve hafiftir. Ön bacak eti en hafif, en lezzet­li, en yumuşak ve eza vermeden uzak, hazmı en çabuk olan kısmıdır. Bunun Hz. PeygamberMn (s.a.) hoşuna gittiği Sahihayn'da rivayet edilmiştir.[247]' Sırt eti çok gıdalıdır güzel kan yapar. *Sünen-i İbn Mâce'de merfû olarak: "En güze! et sırt etidir.*"' buyrulmuştur[248]

2— Keçi eti: Az hararetli ve kuru özelliklidir. Ondan meydana gelen ka­rışım güzel değildir, hazmı da iyi değildir. İyi bir gıda da sayılmaz. Teke eti mutlak anlamda kötüdür. Aşırı kurudur, hazmı çok zordur. Kara safralı ka­rışımlar doğurur.                                                         ı

Câhiz şöyle der: "Üstün doktorlardan birisi bana: Ey Ebu Osman! Sa­kın keçi eti yeme; çünkü o balgamı doğurur, kara safrayı tahrik eder, unut­kanlığa sebep olur, kam bozar. Vallahi o çocukları sakat eder, dedi."

Bazı doktorlar şöyle demişlerdir: Keçi etinden kötü olanı yaşlı keçi eti­dir, özellikle de yaşlı kimseler için, hiç de iyi değildir. Onu itiyad eden için, ondan bir kötülük yoktur. Galinos, bir yıllık keçi etini mutedil gıdalardan ve iyi sindirim için dengeleyici özellikli kabul etmiştir. Dişisi erkeğinden da­ha faydalıdır.

Nesâî'de keçi hakkında Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ke­çiye iyi davranınız ve ona eza verecek şeyleri gideriniz. Çünkü o cennet hay-vanlarındandır."[249] Bu hadisin sübûtu hakkında istifhamlar vardır. Dok­torların keçi etini mahkum etmeleri cüz'î bir hükümdür, küllî (genel) bir hü­küm değildir. O zayıf midelere, ona alışkın olmayan, latif, yumuşak gıdalara alışık olan zayıf mizaçlılara has bir hükümdür. Bunlar ise şehirlerde refah içerisinde yaşayan az sayıda kimselerdir.

3— Oğlak eti: Oğlağın özellikle de süt emdiği sürece ve henüz çok körpe olmadığı zaman itidale yakın bir eti vardır. Süt emdiği için hazmı çok" süratli­dir, tabiatı yumuşatır. Hemen çoğu kez ve çoğu insanlara uygun bir yiyecek­tir. Deve etinden daha latiftir. Ondan oluşan kan mutedildir.

4— Sığır eti: Soğuk ve kuru özelliklidir, hazmı zordur, mideden yavaş inti­kal eder, kara safralı bir kan oluşturur. Sadece aşırı yorgun ve çok çalışan kimselere uygundur. Devamlı yenmesi kara safralı hastalıklar doğurur. Cild-de alacaklıklar, uyuz, temreği, cüzzam, fil derdi (bacak şişliği), kanser, ku­runtu, iki gün aşırı tutan humma ve pek çok şişlikler bunlardandır. Bu alış­kın olmayan ya da zararını biber, sarmısak, tarçın, zencefil vb. gibi şeylerle gidermeyen kimseler için sözkonusudur. Erkeği dişisinden soğukluk bakımın­dan daha azdır. Dişisi de kurulukça daha azdır. Buzağı eti, özellikle de semiz olması durumunda gıdalar içerisinde en uygun, en güzel ve lezzetlisidir. O sıcak ve rutubetli özellik arzeder. Hazmedildiğinde güçlü bir gıda verir.

5— At eti: Sahih'dc Esmâ'dan (r.a.) sabit olduğuna göre o şöyle demiş­tir: "Hz. Peygamber (s.a.) devrinde bir at boğazladık ve onu yedik."[250] Yine Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit olduğuna göre, at eti konusunda izin vermiş, eşek eti yemeyi yasaklamıştır. Hadisi Buharî ve Müslim tahric etmişlerdir.[251]

Mikdam b. Ma'dîkerib'in (rîa.) Hz. Peygamber'in (s.a.) onu yasakladı­ğına dair hadisi sabit değildir. Ebu Davud ve4iğer hadis âlimleri böyle söyle­mişlerdir[252]

kur'an'da katırla, atın yan yana zikredilmesi, at etinin onun eti hükmünde olduğuna herhangi bir şekilde delâlet etmez. Aynı şekilde ganimet taksimin­de katırın hükmünün, atın hükmü gibi olduğuna da delâlet etmez. Yüce Al­lah, bazan birbirlerine eş olan şeyleri yanyana zikrederken, bazan da farklı ve birbirlerine zıt olan şeyleri yan yana zikretmektedir. Aynı âyetteki "Onla­ra binmeniz için."[253] ifadesinde, onun yenilmesine engel olacak bir unsur yoktur. Aynı şekilde onda, binme dışında diğer istifade yollarının menedil-mesine dair bir engel yoktur. Bu ifade sadece binme menfaatinin öneminden (1olayı zikredilmiştir. Helâlliği konusundaki iki hadis de sahihtir ve muarız­ları yoktur.

At eti sıcak kuru, kaba, kara safralı ve zararlı bi(;özellik arzeder. Nâzik bedenlere uygun değildir.

Aynca gevsek olan Sa-alri'ane ile rivayeti 'etmiştir.

6— Deve eti: Râfızîler ile ehl-i sünnet arasım ayıran hususlardan birisi­dir. Nitekim bu yahûdiler ile müslümanlar arasındaki farklardan da birisini teşkil eder. Yahudilerle Râfızîler deve etini kötülerler ve yemezler. İslâm'da onun helâl olduğu zorunlu bilgiler arasındadır. Hz. Peygamber (s.a.) ve as­habı, onu hem seferde hem de sefer haricinde devamlı olarak yemişlerdir.

Deve yavrusunun eti etler içerisinde en lezzetli, temiz ve gıda bakımın­dan güçlü olanlardandır. Alışkın olanlar için o, koyun eti mesabesindedir ve asla zarar vermez, derde sebep olmaz. Bazı tabipler onu sadece, alışkın ol­mayan şehirli zenginler için kötülenişlerdir. Çünkü onda hararet ve kuruluk vardır, kara safra oluşturur, hazmedilmesi zordur, hoşa gitmeyen bir kuvve­ti vardır. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.) iki sahih hadiste[254] —ki mu­arızları yoktur— deve eti yiyenin abdest almasını emir buyurmuştur. Bu ha­dislerin, "elin yıkanması" şeklinde te'vili doğru değildir. Çünkü Hz. Pey-gamber'in kelâmında ( tjj»j ) kelimesinden kasdettiği mânâ bellidir; el yı­kama mânası bunun dışındadır. İkinci olarak da Hz. Peygamber (s.a.) ko­yun eti ile deve etini ayırarak, koyun eti yiyeni abdest alıp almamak arasında muhayyer bırakmış, deve etini yiyene ise abdest almalarını lazımı olarak em­retmiştir. Eğer "vudû' = abdest'' kelimesi sadece el yıkamaya hamledilecek-se, "Kim edep yerine elini vurursa abdest alsın.[255] buyruğundaki abdest de ona hamledilecektir.

Sonra onu yiyen, meselâ ağzına koymak suretiyle elini vurmadan yiye­bilir, eğer abdestten maksat el yıkamaksa, o zaman bu emir abes olur. Şâri*-in sözünü şer'î örf ve herkesçe bilinen mânası dışına hamletmek uygun ol­maz. Bu hükmün "Hz. Peygamber'in (s.a.) iki davranışından sonuncusu, ateşte pişen şeylerden abdest alınmasının terki idi." hadisi ile tearuz halinde olması da çeşitli açılardan doğru değildir:

1)  Bu hadis umûmîdir, deve eti yeme neticesinde abdest alınması emri ise özeldir.

2) Hadislerin yönleri farklıdır. Deve etinden abdest alma emri, "sırf onun deve eti olduğu" içindir; ister çiğ, ister pişmiş, ister kurutulmuş olsun farket-mez. Ateşin abdest almayı gerektiren bir etkisi yoktur. Ateşte pişen şeyin yenmeşinden dolayı abdest almayı terketme emri ise, bir şeyin ateşte pişmiş ol­masının abdesti gerektirici olmadığını beyan içindir. Dolayısıyla aralarında ne ilgi var ki tearuzları sözkonusu olsun? Birisi abdest alma sebebini -ki o onun deve eti olmasıdır- belirtirken, öbürü ateş dokunan şeyin abdest sebebi olmadığını belirtmektedir. Aralarında herhangi bir şekilde çelişki yoktur.

3) Bunda şeriatın sahibinden nakledilen genel bir lâfız yoktur. Sadece bir konuda biri diğerinden önce iki defa tekrarlanan bir olayın bildirilmesi söz konusudur. Nitekim bu, aynı hadiste belirtilmiştir. Şöyle ki: Hz. Peygam-ber'e (s.a.) et takdim etmişler, yemiş. Sonra namaz vakti gelmiş ve abdest almış, namaz kılmıştır. Sonraları yine et takdim etmişler, yemiş, sonra ab­dest almadan namaz kılmıştır. Bu iki işten sonuncusu ateşte pişen şeyden do­layı abdest almayı terk oluyordu. Hadis böyle gelmiştir. Râvi hadisin istidlal edilen yerini almak suretiyle ihtisarda bulunmuştur. Bunda ateş temas eden şeyden abdest alma emrinin neshine delâlet edecek ne var? Hatta böyle değil de daha sonraki tarihli zıt gibi gözüken genel bir lâfız olsa bile, o nesh için elverişli olmaz ve has (özel) olan nassın âmm (genel) olan nass üzerine takdi­mi gerekir. Bu son derece açıktır.

7— Dabb , keler eti: Helâlliği ile ilgili hadis geçti. Sıcak ye kuru özelliklidir. Cima şehvetini güçlendirir.

8— Gazal , geyik eti; En iyi avdır. Eti güzeldir. Kuru ve sıcak özelliklidir. Gayet mutedildir, sağlam mutedil bedenler için faydalıdır da de­nilmiştir. İyisi geyik yavrusudur.

9— Zaby , ceylan eti: Birinci derecede sıcak ve kuru özelliklidir; bedeni kurutur. Rutubetli bedenler için elverişlidir. İbn Sina Kanun adlı ese­rinde: "Vahşi hayvanlar içerisinde en üstün et, biraz kara safralı olmakla bir­likte ceylan etidir." der.

10— Erneb tavşan eti: Sahihayn'da Enes b. Mâlik (r.a.) şöyle anlatır: Bir tavşana rastladık, arkasından koştular ve onu yakaladılar. Ebu Talha onun budunu Hz, Peygamber'e (s.a.) gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.)'de bunu kabul buyurdu.[256]                                                                 i

Tavşan eti mutedildir, hararet ve kuruluğa çalar. En güzel yeriitıudu-dur. En iyisi etini kızartarak yemektir. Karnı tutar, sidiği söktürür, taşlan

ufalar, kafasını yemek el ve baş titremesine iyi gelir.

11— HımânıH-vahş, yaban eşeği eti: Sahihayn'da Ebu Ka-tâde şöyle anlatır: "Bir umre seferinde Rasûlullah ile beraberdik. Ben bir yaban öşeği avladım. Hz. Peygamber (s.a.) onu yemelerini emretti ve o sıra­da ihrimh bulunuyorlardı. Ben ise ihramlı değildim."[257]

îbn Mâce'de Câbir'in (r.a.): "Hayber fethi sırasında at ve yaban eşekle­ri yedik." rivayeti bulunmaktadır.[258]

Eti sıcak ve kuru özelliklidir, çok gıdalıdır. Kara safralı yoğun bir kan oluşturur. Ancak iç yağı, Öd ağacı, (kust) yağı ile birlikte sırt ağrısına, böb­rekleri sarkıtan yoğun yele karşı faydalıdır. İç yağı sürüldüğünde çiğite iyi gelir. Genellikle bütün vahşi hayvan etleri, yoğun ve kara safralı kan oluştu­rurlar. İçlerinde en iyisi geyik etidir. Sonra tavşan eti gelir.

12— Cenin (ana karnındaki yavru) eti: İçindeki kan boşalmadığı için iyi değildir. Haram da değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Ceninin tezkiye­si annesinin boğazlanmasıdır." buyurmuştur[259]

Irak âlimleri, diri olarak yetişilip boğazlanmadıkça ceninin yenilemeye­ceğini söylemişler ve hadisi tevil ederek ondan murat "Onun tezkiyesi anne­sinin boğazlanması gibidir." şeklindedir ve bu hadis, ceninin haramhğına bir hüccettir, demişlerdir. Bu yanlıştır. Çünkü nadisin öncesi vardır: Onlar Hz. Peygamber'e (s.a.) sormuşlar ve:

yoruzJ

Ya Rasûlallah! Biz koyunu kesiyoruz ve karnında cenin (yavru) bulu- yiyebilir miyiz? demişler, Hz. Peygamber (s.a.) de:

Eğer isterseniz yeyiniz. Çünkü onun tezkiyesi, annesinin boğazlan­ır, buyurmuştur.

Kıyas da ceninin helâl olmasını gerektirir. Çünkü o, ana karnında oldu­ğu sürece, annenin bir parçası olmaktadır. Annenin boğazlanması ise bütün uzuvların tezkiyesi demektir. Şeriat sahibinin; "Onun tezkiyesi, annesinin bo-ğazlanmasıdır." ifadesi ile işaret etmek istediği şey de budur. Onun boğaz­lanması nasıl diğer organlarının tezkiyesi demek ise ceninin de tezkiyesidir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) cenin etinin yenileceğine dair açık sün­neti bulunmasaydı bu kez sahih kıyas yine onun helâl olmasını gerektirecekti.

13— Kurutulmuş et: Sünen'de Sevbân (r.a.) anlatır: Bir sefer sırasında Hz. Peygamber (s.a.) için bir koyun kesmiştim. Bana: "Onun etini kurut!" buyurdular. Ondan Medine'ye gelinceye kadar, peygamberimi­ze yedire geldim.[260]

Kurutulmuş et, pastırmadan daha faydalıdır, bedeni güçlendirir, kaşıntı doğurur. Zararı, soğuk ve rutubetli baharatla bertaraf edilir. Sıcak mizaçlı­lar için elverişlidir.

Pastırma, sıcak kuru ve kurutucudur. İyisi, semiz ve rutubetli olanıdır. Bağırsak ağrılarına (kulunç) neden olur. Zararı süt ve yağ ile pişirilmek sure­tiyle giderilir. Sıcak ve rutubetli mizaçlı kimselere elverişlidir. [261]

 

82— Kuş Etleri:

 

Allah Teâlâ, cennetliklerden bahsederken: "Canlarının çektiği kuş eti ile (etraflarında dolanırlar)", buyuruyor.[262]

Bezzâr'm Müsned'mĞc merfû olarak şöyle buyrulur: "Şüphesiz ki sen cennette bir kuşa bakar ve onu arzu edersin. Derhal o, kızartılmış olarak önüne düşer.[263]

Kuşlardan bazıları helâl, bazıları da haramdır: Haram olanlar; çakır do­ğan, doğan ve şahin gibi pençeli olanlar, kerkenez, kartal, leylek, saksağan, alaca karga, kara karga gibi leş yiyenler; hüdhüd (ibibik) ve göçken (surad) gibi öldürülmesi yasak olanlar; çaylak (hıdee) ve karga gibi öldürülmesi em­redilen kuşlardır.

Helâl olanların ise çeşitli sınıfları vardır:

1— Tavuk: Hz. Peygamber'in (s.a.) tavuk yediği Sahihayrfda. belirtil­miştir.[264]

Tavuk, sıcak ve birinci derecede rutubetli özellik arzeder. Mideye hafif­tir. Hazmı çabuktur, iyi bir karışım olur, beyni ve meniyi arttırır, sesi tasfiye eder, rengi güzelleştirir, aklı güçlendirir, güzel bir kan oluşturur. Rutubete meyillidir. Denildiğine göre devamlı yenmesi "nıkris" denilen ayak zahmeti­ne sebep olurmuş. Ancak bu sabit değildir.

2— Horoz eti: Daha sıcak ve daha az rutubetli özellik arzeder. Eskisi ilaçtır ve usfur (veya asfar) tohumu (kurtum) ve durak otu işibs) ile pişirildi­ği zaman kulunca (bağırsak ağrısına), astıma, yoğun yellere iyi gelir. İyi bir gıdadır, hazmedilmesi çabuktur. Piliçler İse, hazmı çok süratlidir, tabiatı yu­muşatır, ondan oluşan kan gerçekten güzel (ince) bir kandır.

3— Tiraç kuşu [265] eti: İkinci derecede sıcak ve kuru özellik ar­zeder; hafif ve hoştur. Hazmı çok çabuktur. Mutedil bir kan oluşturur. Çok yemek gözü keskinleştirir.

4—  Keklik eti: Güzel kan oluşturur. Hazmı çabuktur.

5— Kaz eti: Sıcak ve kurudur. Alışkanlık edinildiğinde kötü bir gıdadır, artığı fazla değildir.

6— Ördek eti: Sıcak ve rutubetlidir, artığı fazladır, hazmı zordur, mide­ye uygun değildir.

7— Toy kuşu eti: Sünen'de Bürcyhî b. Ömer b. Sefine hadi­sinde, râvi dede (Sefine) sahabî, Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber toy kuşu eti yediğini söylemiştir.[266]

Toy kuşu eti, sıcak ve kuru, hazmı zor bir özellik arzeder. Çalışıp yoru­lanlar için faydalıdır.

8- Turns eti: Kuru ve hafiftir. Sıcak mı soğuk mu olduğu ihtilaflıdır S^davi (kara) bir kan oluşturur. Çalışıp yorulan kimselere uy­gundur. Boğazlandıktan sonra bırakılmalı ve bir gün veya iki gün sonra ye­nilmelidir.

9— Serçe ve turkay (ya da çekük) kuşu eti Nesâî, Soner'inde rivayet etmiştir: Abdullah b. Ömer (r.a.) Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Eğer bir insan serçe ya da daha küçük bir kuşu hakkını vermeden öldürürse, mutlaka Yüce Allah o kimseden onu so­rar." Sordular: "Ya Rasûlallah! Onun hakkı nedir?" Hz. Peygamber (s.a.): "Onu boğazlaman ve yemendir, başını koparıp atmamandır."[267] buyurdu.

Yine onuri Sünen'inde, Amr b. Şerîd'in, babasından rivayet ettiği bir ha­diste Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim boş yere bir ser£e öldüürse, o serçe: 'Ya Rabbi! Beni falanca boş yere öldürdü, bir fayd? iürmedi.' diye Allah'a tazarru ve niyazda bulunur."[268]         '

Serçe eti, sıcak ve kurudur, tabiatı tutar, şehveti arttırır, çorbası Jabiatı yumuşatır, mafsallara fayda verir. Beyni zencefil ve soğanla yendiği gaman cima arzusuna heyecan katar. Midede iyi bir karışım oluşturmaz.

10— Güvercin eti: Sıcak ve rutubetlidir, iç organları daha1 az ru­tubetlidir. Civcivleri daha rutubetli özellik arzeder. Yeni uçabilenlerinin eti daha hafiftir, gıdası da iyidir. Erkek güvercin eti gevşeme, uyuşma, sekte ve titremelere karşı şifadır. Nefeslerini koklamak da aynı şekildedir. Civcivleri­ni yemek siyatiğe karşı yardımcı olur. Böbreklere iyi gelir. Kanı arttırır. Hak­kında asılsız hadisler uydurulmuştur. Güya bir adam Hz. Peygamber'e yal­nızlıktan şikâyet edince: "Kendine güvercinden bir eş edin." buyurmuş.[269] Bundan sıhhatçe daha iyisi şudur: Hz. Peygamber (s.a.) bir adamı bir güver­cini izlerken görmüş ve: "Bir şeytan bir şeytanı takip ediyor." buyur­muştur [270]                                                                                     

Hz. Osman (r.a.), hutbesinde, köpeklerin öldürülmesini ve gü Jfercinle-rin boğazlanmasını emrederdi.                                                         

11— Bağırtlak kuşu eti: Kuru özelliklidir. Kara safra meydana getirir, tabiatı sıkar. En kötü gıdalardandır. Ancak istiska'ya (vücudurj bir tarafında su toplanması) karşı fayda verir.                                           ;

12—  Bıldırcın eti: Sıcak ve kuru özelliklidir. Mafsallara iyi gelir. qıcak özellikli karaciğere zararlıdır. Zararı sirke ve kişnic tohumu (küs-füre) ile giderilir.

Kokuşmuş ve pis yerlerde olan kuşların etlerinden sakınmak gerekir. Bü­tün kuş etleri, hayvan etlerinden daha çabuk hazmedilirler. Daha çabuk haz-molunan ve daha az gıdalı olan yerleri ise boyun ve kanat kısımlarıdır. Be­yinleri (dimağ) hayvan beyinlerinden daha iyidir.

13— Çekirge : Sahihayn'da rivayet edilir: Abdullah b. Ebî Evfâ (r.a.): "H.. Peygamber (s.a.) ile çekirge yiyerek yedi gaza (sefer) yaptık." demiştir.[271]

Müsned'de ise Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize iki meyte (ölü), iki kan helâl kılındı: Balık ve çekirge; karaciğer ve dalak." Bu hadis hem merfû, hem de İbn Ömer'e (r.a.) mevkuf olarak rivayet edilir.[272]

Çekirge, sıcak ve kuru özelliklidir, az gıdalıdır. Devamlı yenilmesi za­yıflatır. Buharına durulduğu zaman sidik damlaması ve işeme zorluğuna — özellikle de kadınlar için— iyi gelir. Basurlar için buharına durulur. Semizle­ri akrep sokmasına karşı kızartılır ve yenilir. Saralılar için zararlıdır. Midede karışımı kötüdür. Sebepsiz ölmüş olanların mübahhğı konusunda iki görüş vardır: Çoğu ulemaya göre helâldir. İmam Mâlik haram saymıştır. Baskı, yan­gın vb. gibi bir sebeple ölmesi durumunda helâl olduğunda herhangi bir ihti­lâf yoktur.[273]                               

Devamlı et yememek uygun olur. Çünkü demevî ve şişmanlıklarla ilgili hastalıklara, akut hummalara sebep olabilir. Hz. Ömer (r.a.) şöyle demiştir: "Etten sakınınız. Çünkü o, şarabın alışkanlık doğurduğu gibi alışkanlık do­ğurur. Bu haberi Mâlik, Muvatta'da Hz. Ömer'den rivayet etmiştir. Hipokrat ise: "İçinizi hayvanların makberi kılmayınız." dermiş. [274]

 

83— Leben Süt:       

 

Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Hayvanlarda da size ibretler vardır. Bağır-sakiarmdakiler ile kan arasından, içenlere halis ve içimi kolay süt içiri-riz."[275]; Cennetten bahsederken: "Orada temiz su ırmakları, tadı bozulma­yan süt ırmakları... vardır."[276] buyurmuştur.

Sünen'de merfû olarak şöyle buyrulur: "Kime Allah bir yemek yedirirse o: 'Allah'ım bunu bizim için bereketli kıl, bizi ondan daha hayırlısı ile rızık-landır, desin. Kime de süt içirirse o: 'Allah'ım! bunu bize bereketli kıl, ve ondan bize daha ver' desin. Çünkü ben yiyecek ve içecekler içerisinde sütten başka yeterli olanı bilmiyorum."

Süt, her ne kadar görünüşte basit gözüküyorsa da ashnda yaratılışında üç cevherden tabiî olarak terkip edilmiş mürekkep bir içecektir: Peynir cev­heri, tereyağı cevheri ve su cevherinden meydana gelmiştir. Peynir cevheri, soğuk ve rutubetlidir, bedene gıda verir. Tereyağı cevheri, mutedil hararet ve rutubet arzeder, sağlam yapılı insan bedenine uygundur, menfaatleri çok­tur. Su cevheri, hararetli ve rutubetlidir, tabiatı bırakır, bedene rutubet ve­rir. Genel olarak süt, mutedilden daha soğuk, daha rutubetlidir.

"Sağıldığı sırada kuvveti, hararet ve rutubettir." de denilmiştir. "Hara­ret ve soğuklukta mutedildir." diyenler de olmuştur.

Sütün en kaliteli zamanı sağıldığı zamandır. Sonra giderek değeri azalır. Sağıldığı sırada daha az soğuk, daha çok rutubetli özellik arzeder. Ekşidiği zaman bunun aksi olur. Doğumdan kırk gün sonraki süt tercih edilir. En ka­litelisi son derece beyaz, kokusu güzel, tadı lezzetli, hafif tatlımsı, orta dere­cede yağlı olan, ne çok ince ne çok koyu olmayan, genç ve sağlıklı, orta etli, otlak ve sulağı iyi olan bir hayvandan sağılan süttür.

Süt güzel bir kan oluşturur, kuru özellikli bedeni rutubetlendirir, güzel bir gıda verir, kuruntu, keder ve sevdalı hastalıklara iyi gelir. Bal ile içildiği zaman, dahili yaraları kokuşmuş unsurlardan arındırır. Şekerle birlikte içil­diği zaman, rengi gerçekten güzelleştirir. Süt cimanın zararını telafi eder, gö­ğüs ve akciğere iyi gelir, veremli kimseler için çok elverişlidir. Baş, mide, ka­raciğer ve dalağa iyi gelmez. Fazla süt içmek dişlere ve diş etlerine zararlıdır. Bu yüzden sütten sonra ağız su ile gargara yapılmalıdır. Sahihayn'da belirtil­diği üzere: Hz. Peygamber (s.a.) süt içmiş, sonra su istemiş ve ağzını gargara ederek: "Onun yağı vardır." buyurmuştur[277]

Hummalı kimselere, başı ağrıyanlara iyi gelmez. Beyine ve zayıf başa eza verir, devamlı süt içmek göz kararması ve perdelenmesine, mafsal ağrılarına, karaciğer tıkanıklıklarına, mide ve karında şişliklere neden olabilir. Bal ve zencefil vb. ile zararı izale edilir. Bütün bunlar süte alışkın olmayan kimseler içindir.

a) Koyun sütü: Sütler içerisinde en koyu ve rutubetli olanıdır. Keçi ve inek sütünde bulunmayan ölçüde yağlı ve kötü bir kokusu vardır. Balgamlı artıklar doğurur. Devamlı alındığı zaman cildde beyazlık meydana getirir. Bu tür etkisinin az olması için içine su katılması uygun olur. Susuzluğu teskini çok süratlidir, soğukluk vermesi de bir hayli çoktur.

b) Keçi sütü: İnce ve mutedildir, karnı bırakır, kuru bedeni rutubetlen­dirir, boğaz ağrılarına, kuru öksürüğe ve kan tükürmeye karşı iyi gelir.

Mutlak anlamda süt, insan bedeni için en faydalı içecektir. Çünkü hem gıda verir, hem kan yapar; insan çocukluk döneminde ona alışkındır, aslî fitrata uygundur. Sahihayn'da miraç olayında anlatıldığına göre Hz. Peygam ber'e (s.a.) isrâ gecesinde bir kadeh şarapla, bir kâse süt sunulmuş. O her ikisine de bakmış ve süt kâsesini almıştı. Bunun üzerine Cebrail (a.s.): "Seni fıtrata uygun olana hidayet eden Allah'a hamdolsun. Eğer şarabı alsaydın ümmetin taşkınlık yapar, azardı." demiştir.[278]

Ekşi süt iyi değildir, ham bir karışım oluşturur. Sıcak özellikli mideler onu hazmeder ve ondan faydalanabilir.

c)  İnek sütü: Bedene gıda verir ve onu geliştirir, itidalli biçimde karnı tutar. İncelik ve koyulukta, yağ oranında keçi ile koyun sütü arasında en uy­gun ve en üstün sütlerden birisidir. Sünen* de merfû olarak rivayet edilen İbn Mes'ûd (r.a.) hadisinde: "İnek sütüne devam ediniz. Çünkü o her bir ottan otlar." buyrulmuştur.[279]

d) Deve sütü: Faslın başında sözü geçti. Orada faydalarından bahsedil­di. Tekrara gerek duymuyoruz. [280]                                                  

 

84— Lübân Boswellia Carterii, Akgünlük:

 

"Kündür" de tabir edilir. Hakkında Hz. Peygamberden (s.a.): "Evle­rinizi lüban ve satir otu ile buharlandırımz." şeklinde bir hadis nakledilmişse de, O'ndan böyle bir hadis sahih değildir. Ancak Hz. Ali'nin, kendisine unut­kanlıktan şikâyetçi olan birisine: "Lübân (akgünlük) kullanmalısın; çünkü o kalbi cesaretlendirir, unutkanlığı giderir." dediği rivayet edilmektedir. Zik-redildiğine göre İbn Abbas (r.a.): "Aç karnına şekerle birlikte içilmesi işe­mek ve unutkanlık için iyidir." demiştir. Yine Enes (r.a.) kendisine unutkan­lıktan şikâyetçi olan bir adama: "Lübân'a (kündür) devam et. Akşamdan ıs­la, sabaha girdiğinde, aç karnına ondan iç. Çünkü o unutkanlığa karşı çok iyidir." demiştir.

Bunun açık ve tabiî bir sebebi vardır. Şöyle ki; unutkanlık dimağa gale­be çalan soğuk ve rutubetli mizacın kötülüğünden olduğu zaman, beyin hafı­za gücünü gereği gibi çalıştıramaz ve ezberleyemez. Bu durumda lübân (ak­günlük) ona fayda verdir. Ama unutma, arızî olan bir şeyin galebesinden kay­naklanıyorsa, rutubet verici özellikli şeylerle onun derhal izalesi mümkündür.

Aralarında şu fark vardır: Kuru özellikli olanın arkasından uykusuzluk ve şimdiki olanların değil de geçmişte olan şeylerin hıfzı gelir. Rutubetli özellik­li olanın durumu ise tersinedir.                                                          r.

Unutkanlığı bazı özellikli şeyler doğurur: Ense çukurundan hacamat ol­mak, devamlı yaş küzbüre (kişnic) ve ekşi elma yemek, aşırı düşünce ve gam, durgun suya bakmak ve içine işemek, asılmış kimseye bakmak, mezar kita­belerini çokça okumak, yanyana giden iki deve arasında yürümek, havuzlara bit atmak, fare artığını yemek bunlardandır. Bunların çoğu tecrübe il^i bilin­mektedir. [281]                                                                                      

Lübân (akgünlük), ikinci derecede ısıtıcı, birinci derecede kurutucudur, birazcık tutucu özelliği vardır. Faydaları çok, zararları ise azdır. Faydaların­dan bir kısmı şunlardır: Kan fışkırmasına, kan gitmesine, mide ağrısına, ka­rın gitmesine fayda verir. Yemeği hazmettirir, yelleri çıkarır. Göz yaralarını temizler, sair yaralarda et bitirir. Zayıf mideleri güçlendirir ve onları ısıtır. Balgamı kurutur, göğüs rutubetlerini emer, göz kararmasını giderir. İnatçı yaraların yayılmasını önler. Yalnız başına veya İran sâbiri ile çiğnendiği za­man balgamı çeker. Dil tutulmasına karşı iyi gelir. Zihni açar ve arındırır. Su ile buğulandırıldığında vebaya karşı iyi gelir ve havanın' kokusumj igüzel-leştirir. [282]

 

85— Mâ , Su:

 

Su hayatın maddesi, içeceklerin efendisidir. Kâinatı oluşturan unsurlar­dan biri hatta aslî unsurudur. Çünkü gökler suyun buharından, yeryüzü kö­püğünden yaratılmış, Allah her canlıyı ondan halketmiştir.            

O gıda verir mi, yoksa sadece gıdaya etki mi eder konusunda iki görüş vardır. Daha önce hangisinin daha üstün olduğunu ve delillerini zikretmiştik.

Su soğuk ve rutubetli özellik arzeder, harareti önler, bedeni ve rutubeti­ni muhafaza eder, çözümlenenlerin yerini doldurur, gıdaları inceltir ve onla­rı damarlara gönderir.

Suyun kaliteli olması için şu on şart aranır:

1.  Rengi son derece saf olmalıdır.                      

2.  Asla kokusu olmamalıdır.

3.  Tadı Nil ve Fırat sulan gibi güzel ve hoş olmalıdır.

4.  Ağırlığı hafif ve İnce kıvamlı olmalıdır.

5.  Kaynak ve aktığı yollar temiz ve güzel olmalıdır.

6.  Kaynağı uzakta olmalıdır.

7.  Güneş ve rüzgâra açık olmalıdır. Yer altında gizli olmamalıdır.

8.  Hareketli ve hızlı akışlı olmalıdır.

9.  Suyu bol olmalı, karışan yabancı maddeleri dışarı alabilmelidir.

10.  Döküldüğü yer de suyun kalitesini bildirir. İyi su ya kuzeyden çıka­rak güneye doğru bir yol almalı, yahut da batıdan doğuya doğru bir mecra izlemelidir.

Bu on vasıf üzerinde düşünecek olursanız, bunların sadece şu dört ne­hirde tam olarak bulunduğunu göreceksiniz: Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat.

Sahihayn'âa Ebu Hureyre hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Seyhan, Cey­han, Nil ve Fırat; hepsi de cennet ırmaklarmdandır." buyurmuştur.[283]

Suyun hafifliği, şu üç şey ile anlaşılır: 1) Çabuk soğur, çabuk ısınır. Hi-pokrat: "Çabuk ısınıp çabuk soğuyan su en hafif sudur." demiştir. 2) Tartı ile anlaşılır. 3) Aynı ağırlıkta iki pamuk aynı miktardaki farklı iki su ile ısla­tılır ve iyice kurutulur, sonra tartılır. Hangisi daha hafif ise onu ıslatan su, diğerinden daha hafiftir.

Su, aslî konumunda her ne kadar soğuk ve rutubetli ise de, arızî sebep­lerle bu özelliği değişiklik gösterebilir. Şöyle ki; diğer yönlere kapalı olup sa­dece kuzey rüzgârına açık olan su soğuk olmakla birlikte, içinde biraz da ku­zey rüzgârından almış olduğu kuruluk özelliği gösterir. Diğer yönler için de avnı durum söz konusudur.

Madenler arasından kaynayan su, o madenin özelliğini gösterir ve bede­ne o madenin etkisi gibi etki yapar. Tatlı su, hem hasta hem de sağlıklı kim­selere faydalıdır. Soğuk olanı dalia faydalı ve tatlıdır. Aç karnına içilmesi uygun değildir. Hemen cimadan sonral, uyanır uyanmaz, hamamdan çıktıktan son­ra, meyve akabinde içilmemelidir. Daha önce geçmişti. Yemek üzerine içme­de, eğer bir zaruret varsa, bir sakınca yoktur. Hatta içmelidir, fakat az ve emerek içmelidir. Böyle yaparsa asla zarar vermez. Aksine mideyi güçlendi­rir, şehveti uyandırır, susuzluğu giderir.

Ilık su, şişkinlik yapar ve az önceki zikrettiklerimizin aksi tesirde bulu­nur. Üstünden bir gece geçen su, tazesinden daha iyidir. Daha önce geçti. Soğuk su, içende dışarıdaki faydasından daha çok fayda verir. Sıcak su ise, bunun aksinedir. Soğuk su kan kokuşmalarına, buharların başa doğru yükselmesi­ne karşı fayda verir, kokuşmaları önler; sıcak özellik gösteren mizaç, diş, za­man ve mekânlara uygun gelir; soğuk algınlığı ve şişkinlikler gibi olgunlaşma ve çözümlenmeye ihtiyaç gösteren her duruma karşı zararlıdır. Aşırı soğuk olduğunda dişleri sızlatır; devamlı soğuk su içmek, damar çatlamasına, nez­lelere, göğüs ağrılarına sebep olabilir.

Aşın derecede soğuk ve sıcak su, sinirler ve pek çok organlara karşı za­rarlıdır. Çünkü aşırı sıcak su çözümleyici, aşırı soğuk da yoğunlaştırıcıdır. Sıcak su sert karışımların verdiği yanmaları teskin eder; çözümleyici ve ol-gunlaştıncıdır, artıkları dışarı çıkarır, rutubeî ve ısı verir; içildiği zaman haz­mı bozar; yemeği midenin yüzüne çıkarır ve mideyi gevşetir. Susuzluğu he­men söndürmez, bedeni bıraktırır, kötü hastalıklara sebebiyet verir, pek çok hastalıklara karşı zararlıdır. Ancak yaşlı ve saralılara, soğuk özellikli baş ağ­rısına, göz ağrısına iyi gelir. Haricen kullanılması daha faydalıdır.

Güneş tarafından ısıtılmış su hakkında sahih ne bir hadis ne de bir ha­ber (eser) mevcut değildir. Eski tabiplerden hiç biri de onu hoş görmeyip, kö-tülememişlerdir. Aşırı sıcak su böbrek yağlarını eritir. Gayn harfind^j, yağ­mur sulan hakkında söz edilmişti. (Gays maddesi).                          

a) Kar ve dolu suyu: Sahihayn'da sabit olduğu üzere Hz. Peygamt er çe­şitli münasebetlerle yaptığı duasında: "Allah'ım! Beni hatalarımdan i:ar dolu suyu ile yıka!" buyururdu.[284]                                                  

Kar, mâhiyet itibariyle sert ve dumanlı özellik arzeder. Suyu da aynı şe­kildedir. Hataların, kalbin serinletilmesine, güçlendirilmesine ve sertleştiril-mesine duyulan ihtiyaçtan dolayı kar suyu ile yıkanması talebindeki hikme­tin izahı daha önce geçmişti. Bundan hem bedenî, hem de kalbî hastalıkların zıdları ile tedavi edilmeleri ilkesinin çıkarıldığı yine orada belirtilmişti.

Dolu suyu, kar suyundan hem daha ince hem de daha lezzetlidir. Buz suyu ise, aslı olan su özelliğini gösterir.                                            

Kar, iyilik ye kötülük bakımından üzerine yağdığı dağ ve toprakların özel­liğini kazanır. Hamamdan çıktıktan, cimadan, spordan, sıcak yemekten he­men sonra karlı su içmemek gerekir. Aynı şekilde öksürenler, göğüs ağrısı çekenler, karaciğer zayıflığı olanlar, soğuk özellikli mizaca sahip kimseler de karlı su içmemelidirler.                                                                 

b) Kuyu ve yeraltı boru suları: Kuyu sularının letafeti azdır, yer altı bo­ru suları ise ağırdır. Çünkü kuyu gömüde olup, kokuşmalardan hali değildir. Boru sulan ise hava ile temas halinde değildir, hava ile temas edip üzerinden bir gece geçmedikçe içilmemelidir. En kötüsü de kurşun borularda akıtılan, ya da kuyusu harap olan sulardır. Özellikle toprağı da kötü ise, artık o su korkunç bir veba yuvasıdır.

c) Zemzem suyu: Şerefçe suların efendisi, en büyük ve azametlisidir, ne­fislerin en çok arzuladığı, fiyatça da en yüksek ve en nefis olanıdır. O Cib­ril'in (a.s.) yere ayağım vurması neticesinde Yüce Allah tarafından ilk etapta Hz. İsmail'in su ihtiyacını gidermek için çıkarılmıştır.[285]

Sahih'tt sabit olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.), Kabe ve örtüsü ara­sında Zemzem'den başka azığı olmaksızın geceli gündüzlü kırk gün geçiren Ebu Zer'e: "Şüphesiz o (Zemzem), doyurucu bir yemektir." buyurmuş­tur[286] Başkaları bu ifadeye, "Ve hastalıklara şifadır." sözünü de eklemiş­lerdir[287]

İbn Mâce'de ise Câbir b. Abdillah (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Zemzem suyu ne niyetle içilirse öyle olur," buyurmuştur[288] Bazıları bu hadisi Muhammed b. el-Münkedir'den rivayet etmekte olan râvi Abdullah b. el-Müemmel yüzünden zayıf bulmuşlardır. Biz, Abdullah b. el-Mübarek'ten rivayet etmiştik. Bu zat hacc ettiğinde Zemzem'e geldi ve: "Ey Allah'ım! İbn Ebi'l-Mevalî, Muhammed b. el-Münkedir'den, o Câbir'den (r.a.), o da Pey-gamber'inden (s.a.): 'Zemzem suyu ne niyetle içilirse öyle olur' buyurduğu­nu naklediyor. Ben onu kıyamet gününün susuzluğunu gidermesi için içiyo­rum." dedi. İbn Ebi'l-Mevâlî sikadır. Şu halde hadis hasendir. Bazıları o ha­disi sahih bulurken, bazıları da mevzu saymışlardır. Her ikisi de tahkiksiz söylenmiş sözlerdir.

Bizzat kendim ve daha başkaları Zemzem ile şifa bulmayı tecrübe etmiş ve şaşılacak tesirlerini görmüşüzdür. Ben çeşitli hastalıkların şifasını onda ara­dım ve Allah'ın izni ile iyileştim. Pek çok sayıda kimselerin yarım ay boyunca, daha az veya daha çok müddetle sadece onunla gıdalandıklarım, hiçbir açlık hissetmediklerini, insanlarla birlikte onlardan biri gibi tavaf ettiklerini müşahade etmişimdir. Biri bana tam kırk gün Zemzem'le idare ettiğini, bu arada eşi ile cima edebilecek, oruç tutup defalarca tavaf edebilecek gücünün bulunduğunu söylemiştir.

d) Nil suyu: Cennet nehirlerinden birisidir. Kaynağı Habeş ülkesinin en uzak noktalarında, Kamer dağlarının arkasındadır. Orada yağmur suları top­lanır, seller birbirini destekler ve böylece Allah NiFi çöl bir toprak üzerinden Kuzey'e doğru sürükler. Onunla ekin çıkarır, ondan insanlar ve hayvanlar yerler. Yüce Allah'ın Nü'i akıttığı topraklar çöl topraklarıdır, katıdır; nor­mal yağmur yağacak olsa onunla o toprağın suya kanması ve bitki bitirmesi mümkün değildir. Normalin üstünde yağacak olsa bu kez de, evler barklar, orada meskûn olanlar zarar görecek ve yaşama düzeni bozulacak, hayat yü­rümeyecekti. İşte bu yüzden Allah yağmuru tâ uzak yerlere indirdi, sonra bu yağmurları büyük bir nehirde buralara akıttı. Yüce Allah onun taşmasını belli vakitlerde ve ülke topraklarının yeterli düzeyde sulanabileceği bir miktar ve keyfiyette ayarladı. Bütün toprakları suya iyice kandırdığı zaman azalması ve yatağına çekilmesi için izin verdi. Böylece ekim yapılabilmesi imkânı doğ­du ve istifade tamamlandı.

Nil suyunda, az önce zikredilen, kaliteli bir suda bulunması gereken on vasıf da bulunmaktadır. Böylece o, en latif, en hafif, en tatlı ve en hoş sular­dan biri olmaktadır.

e) Deniz suyu: Hz. Peygamber'in (s.a.) deniz hakkında: "Onun suyu te­mizdir; ölüsü de helaldir. "[289] buyurduğunu biliyoruz. Yeryüzünde gerek in­sanların gerekse hayvanların hayatlarının düzenli ve menfaatlerinin tamam olması için Yüce Allah denizleri acı ve tuzlu kılmıştır. Çünkü denizler daimi ve durgundurlar; içerisinde pek çok canlılar yaşar. Bunlar orada çoğu kez ölürler ve gömülmezler. Eğer bu durumda deniz suyu tatlı olsaydı, devamlılı­ğı ve içerisinde hayvanların ölmesi sebebiyle bozulur ve kokuşurdu. Dünya­mızı saran hava tabakası bundan etkilenir ve o da kokuşur, fesada uğrar; ne­ticede bütün dünya fesada giderdi. Yüce Allah'ın herşeyi yerli yerinde yara­tan hikmeti, denizlerin tuzla gibi şayet dünyadaki bütün İaşeler, pis kokular, ölüler içerisine atılacak olsa bozulmayacak, değişmeyecek şekilde kalmasını gerektirdi; yaratıldığından kıyamete dek kalmasına rağmen kokuşmamasını gerektirdi ve denizler öyle yaratıldı. Bu denizlerin tuzlu olmasını gerektiren gâî sebebidir. Onun fiilî olarak tuzlu olmasını intaç eden etkin sebep de, zenininin tuzlu ve çorak olmasıdır.

Deniz suyu ile yıkanmak, deride bulunan pek çok afetlere karşı faydalı­dır. İçmek dahili ve harici zararlara sebep olur. Çünkü karnı bırakır, zayıfla­tır, kaşıntı ve uyuz doğurur, şişkinlik ve susuzluk meydana getirir. Deniz su­yunu içmek zorunda kalan kimseler için, zararını giderme amacı ile yapabile­ceği bazı yollar vardır:

Bunlardan birisi şöyledir; Deniz suyunu tencereye koyar, tencere üzeri­ne kamışlar uzatır, onların üzerine de kabartılmış yeni yün koyar. Sonra ten­cerenin altını yakar. Buharlaşıp da yün buhara doyduğu zaman alır ve bir kap içerisinde sıkar ve bunu defaatle yapar. Yünde tatlı su buharı toplanır, tencerede ise acı kısım kalır.

İkinci bir yol: Sahilde genişçe bir çukur kazar ve deniz suyu onun içerisi­ne sızar; sonra kazdığı çukura yakın ikinci bir çukur kazar ve birinci çukur­daki su oraya sızar. Sonra üçüncüsünü kazar. Su tathlaşıncaya kadar böyle yapar.

Bulanık suyu içmek zorunda kalan bir kimse şöyle bir çareye başvurma­lıdır: Bulanık su içerisine kayısı çekirdeği veya abanoz (sâc) ağacından bir parça atılır veya alevli ucu yanan bir odun, içerisine sokularak söndürülür, yahut kilermeni veya buğday kavutu atılır. Çünkü bu durumda suyun bula­nıklığı dibine çöker ve su durulur. [290]

 

86— Misk:

 

Sahih-i Müslim'de Ebu Saîd el-Hudrî'den Hz. Peygamberdin (s.a.): "En iyi güzel kökü, misktir." buyurduğu nakledilir.'[291]

Sahihayn'da Hz. Âişe şöyle der: "Ben Hz. Peygamber'i (s.a.) ihrama girmeden önce ve kurban bayramının ilk günü Kâ'be'yi tavafından önce, içinde misk bulunan bir koku ile kokulardım."[292]

Misk, kokuların kiralıdır, en üstünü, en iyisidir, onunla darbımesel geti­rilir, diğerleri hep ona benzetilir, o bir başkasına benzetilmez. Cennette sıd-dıkların makamı ondandır.

Misk ikinci derecede sıcak ve kuru özellik arzeder. Nefsi sevindirir ve onu güçlendirir. Bütün iç organları koklamak ya da içmek yoluyla güçlendirir. Üzerine sürülmek sureti ile de, dış organları takviye eder. Yaşlılar, üşü­yenler için özellikle de kış mevsiminde faydalıdır. Bayılma ve hafakanlar için iyidir. Bol harareti harekete geçireceği için zayıflığa iyi gelir. Gözün beyazını cilalar, rutubetini emer, orada ve bütün uzuvlarda bulunan yelleri indirir, ze-hirin etkisini ortadan kaldırır, yılan ısırmalarına iyi gelir. Faydalan :SerÇek-ten pek çoktur. En güçlü ferahlatıcı maddelerden birisidir. [293]

 

87— Mercencûş , Majorane Hortensis, Macuran Otıı/Mercanköşk/Merzenküş:[294]

 

Hakkında sıhhatini bilmediğimiz bir hadis vardır ve şöyle denmektedir: "Mercanköşke devam ediniz. Çünkü o, soğuk algınlığı için iyidir."[295]

Mercanköşk, üçüncü derecede sıcak, ikinci derecede kurudur. Koklan-ması soğuk özellikli baş ağrısına; balgam, kara safra, soğuk algınlığı ve yo­ğun yellerden olan baş ağrılarına iyi gelir. Başta ve burun deliklerindeki tıka­nıklıkları açar. Soğuk Özellikli çoğu şişlikleri çözümler, soğuk ve rutubetli özel­lik arzeden ağrı ve şişliklerin çoğuna fayda verir. Üzerinde taşımldığında ay­başı kanını söktürür ve hamile kalınmasına yardımcı olur. Kuru yapraklan ufalanır ve ısıtılıp sanlırsa, göz altında arız olan kan lekelerini giderir. Lapa­sı sirke ile sargı yapıldığında akrep sokmasına iyi gelir. Yağı, sırt ve dizkapa-ğı ağrılarına karşı faydalıdır. Yorgunluğu giderir. Onu sürekli koklayan kim­senin gözlerine su inmez. Acı badem yağı ile suyu buruna çekildiğinde, bu­run deliklerindeki tıkanıklıkları açar, orada ve başta arız olan yellere karşı faydalıdır.  [296]                                                        

 

88— Müh , Tuz:

 

İbn Mâce Siinen'inde Enes'ten (r.a.) merfû olarak: "Katıklarıriızm efen­disi tuzdur."[297] buyurulduğunu rivayet eder. Bir şeyin efendisi, o şeyi ıslah edip, düzene koyan demektir. Katıkların çoğunluğu ancak tuz ile kıvamını, tadını bulur. Bezzâr'ın MüsnecTinde merfû olarak şöyle buyurulduğu nakle­dilir: "Çok geçmez insanlar içerisinde yemekteki tuz gibi olursunuz.,Yemek ancak tuz ile kıvamını bulur."[298]                           :

fardır. Ger-Aisbet etmiş.

Bağavî, Tefsirinde Abdullah b. Ömer'den (r.a.) merfû olarak şöyle bu-yurulduğunu zikreder: "Allah gökten yeryüzüne dört bereket indirmiştir: De­mir, ateş, su, tuz." Hadisin mevkuf olması daha uygun gözükmektedir.

Tuz, insanların bedenlerini ve yiyeceklerini düzene sokar, karıştırıldığı herşeyi, hatta altın ve gümüşü bile ıslah eder. İçerisinde bulunan bir kuvvet sebebiyle altının sarılığını, gümüşün de beyazlığını arttırır. Cilalayın ve çö­zümleyici, yoğun rutubetleri giderici ve onları emici, bedenleri takviye edici, kokuşma ve bozulmalarını önleyici, yaralı uyuza fayda verici özellikleri vardır.

Onunla sürme çekildiğinde, gözde bulunan fazla eti söker. "Zafere" ve "enderânî" denilen, kaynağı kaplayan tabaka ile aşırı beyaz olan kısmı bu hususta daha da etkilidir. İnatçı, pis yaraların yayılmasını önler, dışkıyı indi­rir; karında su toplayan kimselerin karınları onunla oğulduğu zaman iyi fay­da verir; dişleri arındırır, kokuşmaları giderir; diş etlerini takviye eder ve güç­lendirir. Faydaları gerçekten çoktur. [299]

 

89— NahI, Phoenix Dactylifera, Hurma Ağacı:

 

Kur'an'da birçok yerde geçer. Sahihayn'da İse İbn Ömer (r.a.) şöyle an­latır: Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında iken, bir de baktık hurma özü getiril­di, Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):

— Gerçekten ağaçlar içerisinde bir ağaç vardır ki, yaprağı düşmez. Bu ağaç müslümanın misalidir. Şimdi bana söyleyin, bu ağaç nedir? buyurdu. Bunun üzerine cemaatin zihinleri kirlardaki ağaçlara takıldı.

Benim içimden bunun hurma olduğu geçti. O hurmadır diyecek oldum. Sonra baktım ben cemaatin içerisinde yaşça en küçük olanıyım. Bu yüzden sustum. Hz. Peygamber:

  O hurma ağacıdır, buyurdu.

Ben bunu (babam) Ömer'e andığımda şöyle dedi:

   Eğer  söyleseydin,  o  benim  için  şundan  şundan  daha  makbul olurdu[300]'

Bu hadisten şu neticeleri çıkarabiliriz:

1— Alim olan zat talebeleri için meseleleri vaz edip, onları yetiştirmek için görüşlerini alabilir ve onları deneyebilir.

2— Darbımesel ve teşbihler yapılabilir.

3  - Sahabe, büyüklerine karşı hayâlı ve saygılıdırlar, büyük nında konuşmaktan_]tendilerini tutarlar.

4 — Kişi, oğlunun başarısı ve doğruya ulaşmasından dolayı fe yar, sevinir.

5— Çocuğun babası huzurunda —baba bilmese bile— bildiği bir şeyi söy­lemesi mekruh değildir, bunda babaya karşı bir edepsizlik mânası yoktur.

6— Faydasının devamlı, gölgesinin her zaman olması, meyvesinin hoş ve güzelliği ve daimi olarak bulunması gibi özelliklerinden dolayı müslüman, hurma ağacına benzetilmiştir.

Meyvesi hem yaş hem kuru iken; hem koruk hem olgun iken yenilir. O hem bir gıda hem de devadır; hem yemek hem tatlıdır; hem içecek hem mey­vedir. Gövdesi bina, alet-edevat ve kap imalinde kullanılır. Yaprağından ha­sır, zenbiî, kap ve yelpazeler vb. yapılır. Lifinden ip yapılır, yastık vb. içi dol­durulur. Geriye kaldı çekirdeği, o da deve yiyeceğidir. İlaç ve sürmelikler içe­risine katılır. Sonra meyvesinin ve endamının güzelliği, manzarasının hoşlu­ğu, meyvelerinin ahenkli biçimde dizilişi, çekiciliği ve letafeti insanın içini fe­rahlatır, hoş bir neşe verir. Onun görülmesi yaratıcısının ve O'nun eşsiz sa natını, kudretinin kemalini, hikmetinin sonsuzluğunu hatırlatır. Ona mü'mir kişiden daha çok benzeyen başka bir şey yoktur. Çünkü mü'mîn mahza ha yırdır, açık, gizli mutlak faydadır.

O öyle bir ağaçtır ki, kütüğü (yeni bir minber yapılması münasebeti ile Hz. Peygamber'in kendisinden ayrılması ânında O'na olan şevki, sözünü din lemeye olan iştiyakı neticesinde âhu figân eylemiştir. Meryem validemiz Hz İsa'yı doğuracağı zaman onun altına inmiştir. İsnadında tereddütler bulunai bir hadiste onun hakkında: "Halanıza, hurma ağacı ikram ediniz. Çünkü < Âdem'in yaratıldığı topraktan halkedilmiştir." buyurulmuştur.[301]

İnsanlar asmanın mı hurmadan, yoksa hurmanın mı asmadan daha üs tün olduğunda ikiye ayrılmışlardır. Yüce Allah, Kitab'ında pek çok yerde he ikisini de yan yana zikretmiştir[302]' Her biri diğerine ne kadar da yakındır Bununla birlikte her biri kendi bitiş yerinde, toprağının uygun olduğu yerd daha üstün, daha faydalıdır. [303]

 

90— Nercis N. Tazzetta, Nergis:

 

Hakkında aslı olmayan bir hadis vardır. Güya Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuş: "Nergis koklamaya devam ediniz; çünkü kalpte delilik, cüzzam ve baras (alaca hastalığı) çekirdeği bulunur. Onu ancak nergis koklamf keser."[304]

Nergis, ikinci derecede sıcak ve kuru özelliklidir. Kökü sinirlere kada; ulaşan yaraları ıslah eder; yıkayıcı, arındırıcı, cezbedici bir gücü vardır. Pişi­rilip suyu içildiği zaman veya haşlanarak yenildiği zaman kusmayı harekete geçirir, midenin dibindeki rutubeti cezbeder. Kara burçak ve bal ile pişirildiği zaman, yaraların kirlerini arındırır ve zor olgunlaşan çıbanları parçalar.

Çiçeği mutedil bir hararette ve hoştur; soğuk özellikli soğuk algınlığına iyi gelir. Kuvvetli bir çözümleyici gücü vardır, dimağ ve burun deliklerindeki tıkanıklıkları açar; rutubetli ve kara safralı beş ağrılarına fayda verir, sıcak özellikli başları ağrıtır.

Soğanı, sert olarak bölünüp dikildiğinde iki katı olur. Onu kışın sürekli koklayan kimse, yazın "birsam" denilen bir nevi delilikten emin olur. Bal­gam ve kara safra safradan hasıl olan baş ağrılarına karşı fayda verir. Kalbi ve beyni güçlendirici, pek çok hastalıkları giderici bir koku özelliği vardır. Teysîr sahibi: "Onu koklamak, çocuklardaki sarayı giderir." demiştir. [305]

 

91— Nevre , Har/eme:

 

İbn Mâce ümmü Seleme'den nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.) temizlik yapmak istediği zaman avret yerinden başlar ve harzeme (nevre) sürer, bede­ninin diğer yerlerine de ailesi sürerdi."[306] Harzeme hakkında birçok hadis varid olmuştur. En iyisi bu naklettiğimizdir.

Rivayete göre ilk kez hamama giren *ve kendisine harzeme yapılan kimse Sü­leyman b. Davud (a.s.)'dır. Aslı: İki birim kireç ile bir birim zırnık alınır ve su ile karıştırılır. Olgun laşıncaya ve iyice mavileşinceye kadar güneşte veya hamam­da bekletilir. Sonra vücuda sürülür ve etkisini gösterecek kadar oturulur, su do­kundurulmaz, sonra yıkanır; yakıcı etkisinin giderilmesi için de yerine kına sürülür. [307]

 

92— Nebik Flacourtia Cataphracte, Sidr veya Nebik Ağacı:

 

Ebu Nuaym, et-Tıbbu'n-Nebevî'de merfû olarak şu hadisi zikreder: "Adem (a.s.) yeryüzüne indirildiğinde, dünya meyvelerinden yediği ilk şey nebik idi." Hz. Peygamber (s.a.), sıhhatinde ittifak edilen hadislerinde "ne-bik"ten söz etmiş ve İsrâ gecesinde sidre-i müntehayı gördüğünü ve onun ye­mişlerinin (nebik) Hecer destileri gibi olduğunu ifade buyurmuşlardır.[308] Ne­bik, sidr ağacının (nebik ağacı) meyvesidir. Tabiatı tutar, ishale iyi gelir, mi­deyi tabaklar, safrayı teskin eder, bedene gıda verir, iştahı açar, balgam do­ğurur, safralı mide fesadına iyi gelir. Hazmı yavaştır. Kavutu iç organları güç­lendirir; safralı mizaçları ıslah eder. Zararı petekli bal ile giderilir.

Rutubetli mi, yoksa kuru mu olduğu hakkında iki görüş varsa da, doğru­su şöyledir: Onun rutubetli olanı soğuk ve rutubetli; kurusu ise soğuk ve kurudur.  [309]                                                              

 

93— Hindiba Cichorium Endivia, Yaban Marulu:

 

Hakkında Hz. Peygamber'den (s.a.) aslı olmayan aksine mevzu bulu­nan üç hadis bulunmaktadır: 1) "Hindiba yiyiniz ve onu silkelemeyiniz. Çünkü Allah'ın hiçbir günü yoktur ki, cennet katrelerinden onun üzerine damlalar inmiş olmasın." 2) "Kim hindiba yer ve üzerine uyursa, ona ne zehir doku­nur, ne de sihir." 3) "Hiçbir hindiba yaprağı yoktur ki, üzerinde cennetten bir damla bulunmasın."[310]

Hindibanın istihale ve mevsimlerin değişmesi ile değişiklik gösterici bir özelliği vardır: Kış mevsiminde soğuk ye rutubetlidir, yazın sıcak ve kuru­dur; ilkbahar ve sonbaharda ise mutedildir. Çoğu kez soğukluk ve kuruluğa meyillidir. Tutucu ve soğutucu özelliği vardır; mideye iyi gelir. Pişirilip sirke ile yenildiği zaman, özellikle de kara hindibası karnı tutar, mide için bu dahg da iyidir, daha da tutucudur; mide zayıflığına fayda verir.

Lapası, midede arız olan iltihapları izale eder ve nikrise (gut) ve sıcal< özellikli göz şişliklerine iyi gelir. Yapraklan ve saplan lapa yapılıp sarıldığ zaman akrep sokmasına karşı fayda verir, mideyi güçlendirir, karaciğerde ân; olan tıkanıklıkları açar, soğuk ve sıcak özellikli karaciğer ağrılarına iyi gelir

Dalak, damar ve iç organlarda meydana gelen tıkanıklıkları açar, böbrek da­marlarını arıtır. Karaciğer için en faydalısı en acı olanıdır. Damıtılan suyu, özellikle yaş raziyane suyu ile katıldığı zaman tıkanıklık doğuran sarılığa karşı fayda verir. Yaprakları inceltilip sıcak özellikli şişlikler üzerine konulduğu zaman, onları serinletir ve çözümler. Midede olan şeyleri temizler, kan ve saf­ranın hararetini söndürür. En uygunu yıkanmadan ve silkinmeden yenilme-sidir. Çünkü yıkanıldığı veya silkinildiği zaman, özelliğini kaybeder. Bunun­la birlikte onda bütün zehirlere karşı fayda veren panzehir (tiryak) özelliği de vardır.

Suyu ile sürme çekildiğinde, göz zaafına iyi gelir. Yapraklan panzehir içerisine katılır; akrep sokmasına karşı iyi gelir ve çoğu zehirlere mukavemet eder. Suyu damıtılıp üzerine zeytinyağı döküldüğü zaman, öldürücü ilaçlar­dan kurtarır. Kökü damıtılıp suyu içildiği zaman yılan, akrep ve eşek arısı sokmalarına iyi gelir. Kökünün salgıladığı sütü, gözün beyazını cilalar. [311]

 

94— Vers C. Lonca, Kurkum/Zcrdeçöp/Hind Zafranı:[312]

 

Tirmizî, Cami'inde Zeyd b. Erkam'dan naklettiğine göre Hz. Peygam­ber (s.a.), zâtülcenbe karşı zeytinyağı ve versi tavsiye buyururdu. Katâde: "Şi­kâyetçi olduğu taraftan boğazına akıtılır.." demiştir.[313]

İbn Mâce, Zeyd b. Erkam'dan (r.a.) şöyle nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.), zâtülcenbe karşı boğaza akıtılmak suretiyle vers, kust (ûd-i hindî) ve zeytinyağı önerirdi."

Ümmü Seleme validemizden şöyle dediği sahih olarak bilinmektedir: "Lo-husa kadın, doğumundan sonra kırk gün otururdu. Bizden birisi lohusalığı sırasında yüzündeki allıklardan dolayı vers (Hind zafranı) sürerdi."[314]

Lügatçi Ebu Hanife şöyle der: "Vers ekilir, kendiliğinden bitmez. Arap topraklarından başka yerde, Arap topraklarından da Yemen ülkesinden baş­ka yerlerde yetiştiğini bilmiyorum."           

Birinci derecenin ilk haddinde sıcak ve kuru özellik arzeder. En kalitelisi kırmızı ve ele yumuşak geleni ve kepeği az olanıdır. Cilddeki lekeler, kaşınt yerlerine, deri yüzünde bulunan sivilce ve kabarcıklara sürüldüğünde iyi ne­tice verir. Tutucu ve boyayıcı özelliği vardır. İçildiği zaman barasa (alacalık iyi gelir.'İçilecek miktarı bir dirhem kadardır.

Özellik ve faydaları bakımından deniz kustuna (kust-ı bahri) yakındır! Cilddeki beyazlıklar, kaşıntı, sivilce ve kabarcıklar ile kızıla çalan siyah leke ler üzerine sürüldüğü zaman fayda verir. Vers ile boyanmış elbise cima lezze tini arttırır. [315]                                                                                        

 

95— Vesme, Isatis Tinctoria, Yabani Civid Otu:

 

Arapça'da de denilir. Saçı siyahlaştırır. Saçı siyaha boyJfn; nın caiz olup olmaması sırasında sözü geçmiştdi. [316]           

 

96— Yaktîn C. Pepo, Kabak:

 

"Yaktin"den maksat ve, yani kabaktır. Ancak "Yaktîn" kelimesi daha geneldir. Çünkü sözlükte, karpuz, acur, hıyar gibi sapı (sakı) üzere durmayan her bitkiye "yaktîn" tabir edilir. Kur'an'da "...Ve üzerinde (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç bitirdik. "[317] âyetinde zikri geçer.

Soru: Arapça'da sapı üzere durmayan bitkilere değil de tabir edilir. ise sapı (sakı, bedeni, gövdesi) olan bitkilerdir. Lügat âlim­leri böyle söylemişlerdir. Bu durumda âyette "kabak türün­den bir ağaç" ifadesi nasıl kullanılmıştır? •

Cevap:  kelimesi kayıtsız kullanıldığı zaman, üzerinde durduğu bir sapı, gövdesi olan bitkiler manasına gelir. Kayıtlandığı zaman ise durum değişir ve kayıtlandığı manaya gelir. İsimler bahsinde mutlak ve mukayyed arasındaki fark, anlayış ve lügatin mertebeleri konusunda pek büyük faydası olan önemli bir konudur.                                                             

 )|yani kabaktır Sahihayn'ûa şöyle bir hadis vardır: Enes b. Mâlik ahlatın Bir ters

Kur'an'da zikri geçen den maksat ( nüne de veya adı verilir.

tığı bir yemeğe Hz. Peygamber'i (s.a.) davet etmişti. Bu yemeğe Rasûlullah (s.a.) ile birlikte ben de gitmiştim. Ev sahibi Rasûlullah'a (s.a.) arpa ekmeği ile içinde kabak ve kurutulmuş et bulunan bir çorba takdim etti. Ben Rasû-lullah'm (s.a.) tabağın etrafındaki kabakları araştırdığını gördüm. Artık o günden sonra kabağı sevmekteyim.[318]

Ebu Tâlût şöyle der: Enes b. Mâlik'in yanına girdim. O kabak yiyor ve şöyle diyordu: "Ey kabak! Hz. Peygamber'in sana olan sevgisinden dolayı sen, bana ne kadar sevimlisin!"

et-Gaylâniyyâfâa. Hişâm b. Urve hadisinin ilk râvisi Hz. Âişe şöyle de­mektedir: Hz. Peygamber (s.a.) bana: "Ey Âişe! Ocağa bir tencere koydu­ğunuz zaman, içine bolca kabak koyun. Çünkü o hüzünlü kimsenin kalbini güçlendirir." buyurdu.

Kabak (yaktın) soğuk ve rutubetli özellik arzeder, hafif bir gıda verir, mideden inmesi süratlidir. Eğer hazmolmadan önce bozulmamışsa güzel bir karışım oluşturur. Özelliklerinden birisi de beraber bulunduğu diğer gıdalar­la uyumlu ve güzel bir karışım oluşturmasıdır. Hardal ile birlikte yenildiğin­de sert, tuzla yenildiğinde tuzlu, tutucu bir nesne ile alındığında tutucu karışımlar oluşturur. Ayva ile yenildiği zaman bedene güzel bir gıda verir.

Kabak hafif ve sulu özellik arzeder; rutubetli ve balgamlı bir gıda verir, hararetli kimselere fayda verir, soğukluk hissedenlere ve balgamlı tarafı ağır basan mizaçlara iyi gelmez. Suyu susuzluğu keser. İçildiği veya onunla baş yıkandığı zaman zaman sıcak özellikli baş ağrılarını giderir. Nasıl kullanılır­sa kullanılsın, karnı yumuşatır. Hararetli kimseler hakkında tedavi için onun gibisi ve çabuk faydasını gösteren başka bir şey yoktur.

Bazı faydaları: Hamura bulanıp fırın ya da tandırda kızartılır, suyu çı­karılır ve latif meşrubatlardan biri ile birlikte içilirse ateşli hummaların hara­retini dindirir, susuzluğu keser, güzel bir gıda verir. Terencebîn (kudret hel­vası) ve terbiye edilmiş ayva ile içildiği zaman sırf safra ishal eder

Kabak kaynatılır ve suyu birazcık bal, birazcık da natron (sodyum kar­bonat) ile birlikte içilirse hem balgam hem de safra indirir. Ezilir ve bıngıl­dak üzerine sargı yapılırsa, dimağdaki sıcak özellikli şişliklere fayda verir.

Kabuğu sıkılır ve suyu gül yağı ile karıştırılarak kulağa damlatılırsa sı­cak özellikli şişliklere iyi gelir. Kabuğu yine sıcak özellikli göz şişliklerine, "sıcak özellikli nikrise (gut hastalığına) karşı fayda verir. Kabak sıcak mizaçlı ve hummah kimselere karşı çok faydalıdır. Midede kötü bir karışım ile karşı­laştığında onun tabiatına dönüşür ve bozulur ve bedende kötü bir karışım oluşturur. Bu zararı sirke ve tarhana ile giderilir.

Kısacası kabak, en hafif ve en süratli etkilenen bir gıdadır. Enes'ten (r.a.) rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.) efendimiz onu çok yerlermiş. [319]

 

BAZI TIBBI TAVSİYE VE İKAZLAR

 

Bu konuyu, kitaptan beklenen faydaların tam olması için genel mahi­yetteki bazı tıbbî tavsiye ve uyanlarla bitirmeyi uygun gördüm.

îbn Mâsiveyh'in el-Mehâzir adlı kitabında konu ile ilgili bir fasıl gör­düm ve onu aynen nakletmeyi uygun buluyorum. O şöyle diyor:

Kim kırk gün soğan yer de yüzü çil çil olursa ancak kendisini kınasın.

Kim midesinde yumurta ve balığı bir araya toplar da, felç ya da yüz felci geçirirse kendisinden başka kimseyi kınamasın.

Tok karına hamama girip de felç geçiren ancak kendisini kınasın.

Sütle balığı bir arada yiyen kimseye baras (alaca hastalığı), cüzzam veya nikris (gut hastalığı) isabet ederse kusuru sadece kendisinde arasın.

Midesinde sütle nebizi (şıra) bir araya getiren kimseye eğer baras veya nikris (gut) isabet ederse kusuru başkasında aramasın.

Kim ihtilam olur ve yıkanmadan karısı ile ilişkide bulunursa, neticede de karısı mecnun veya manyak bir çocuk doğurursa kendisinden başka kim­seyi kınamasın.

Kim haşlanmış soğuk yumurta yer ve karnını onunla doldurursa, sonra da astıma yakalanırsa kusuru sadece kendisinde bulsun.

Kim cinsel ilişkide bulunur ve boşalmcaya kadar sabretmezse ona taş isabet eder, neticede başkasını kınamasın.

Kim geceleyin aynaya bakar da, kendisine yüz felci veya başka bir dert isabet ederse ancak kendisini kınasın.

İbn Bahtayşû şöyle der: Yumurta ile balığı aynı anda yemekten sakın. Çünkü onlar kulunç, basur ve diş ağrılarına sebebiyet verirler.

Devamlı yumurta yemek yüzde çillikler doğurur. Mülûha[320] ve tuzlu balık yemek, hamamdan sonra hacamat olmak, behak (yüzde lekeler) ve uyuza se­bebiyet verir.

Devamlı koyun böbreği yemek, mesaneyi dumura uğratır. Taze balık ye­dikten sonra yıkanmak, felce sebebiyet verir.

Hayız olan kadınla cima etmek cüzzama sebep olur. Akabinde suyu dök­meden (boşalmadan) cimada bulunmak, taş oluşturur. Çıkış yolunda (mah­reç) uzun süre beklemek, şiddetli dertlere sebep olur.

Hipokrat: "Zararlı şeyden azıcık almak, faydalı şeyden gereğinden faz­la almaktan daha hayırlıdır." demiştir.

Yine o: "Aşın yorgunluktan, yiyecek ve içeceklerden tıka basa mideyi doldurmaktan kaçınmak suretiyle sıhhatinizi korumaya çalışınız." demiştir.

Bilge kişilerden biri de şöyle demiştir: "Kim sıhhatli olmak istiyorsa ka­liteli gıdalar alsın, acıkınca yesin, susayınca içsin, suyu az içsin, günün ilk yemeğinden (öğle) sonra uzansın, akşam yemeğinden sonra şöyle bir yürü­sün, helaya gitmeden uyumasın, tok karma hamama gitmesin. Yazın bir ke­re hamama gitmek, kışın on defa gitmekten daha hayırlıdır. Geceleyin kuru­tulmuş et yemek tükenmeye yardımcı olur. Yaşlı kadınlarla ilişkide bulun­mak gençleri ihtiyarlatır, sağlam bedenleri hasta eder." Bu Hz. Ali'den riva­yet edilirse de doğru değildir. Bunlardan bir kısmı Arap tabibi Haris b. Kele­de ve daha başkalarının sözlerindendir.

Haris şöyle der: "Kim uzun süre yaşamak istiyorsa -ki ölümsüzlük yoktur-günün ilk yemeğini (öğle) erken yesin, akşam yemeğini de[321] öne alsın. Hafif elbise giysin, cinsî münasebette az bulunsun."

Yine Haris şöyle der: "Dört şey bedeni yıkar: Aşın dolu mide ile cima etmek, tok karına hamama gitmek, kurutulmuş et yemek, yaşlı kadınla cima etmek."

Hâris'in ölümü yaklaştığında insanlar basma toplandılar ve:

— Bize senden sonra yapacağımız bir tavsiyede bulun, dediler. O şöyle .dedi:

"— Kadınlarla genç olmadıkça evlenmeyin, meyveleri tam olgunlaşma zamanında yeyin, başka zaman yemeyin, sizden biriniz bedenine dert getire­cek bir şeyle uğraşmasın. Her ay bir kere mutlaka midenizi temizlemelisiniz. Çünkü bu balgamı eritir, safrayı yok eder, et bitirir. Sizden biri öğle yemeği­ni yediği zaman akabinde bir müddet uyusun. Akşam yemeğini yediğinde de kırk adım yürüsün."

Krallardan birisi saray doktoruna:

— Belki de fazla yaşamayacaksın. Bana sağlıklı yaşamak için tlitadağım Öğütte bulun! demiş, o da şöyle nasihatta bulunmuştur:

"— Genç kadından başkası ile evlenme, sadece genç hayvan eti ye, has­ta olmadan ilaç içme, olgun olmadıkça meyve yeme, yemeği iyi çiğne. Gün­düz yemek yediğinde, akabinde biraz uyumanda bir sakınca yoktur. Gecele­yin yediğinde ise elli adım da olsa, şöyle bir yürümeden uyuma. Acıkmadık-ça yeme, isteksiz cinsel ilişkiye girişme, geldiği zaman sidiğini tutma, hamam senden nasibini almadan, sen ondan nasiplen, midende yemek yarken üzeri­ne asla yemek yeme, dişlerinin çiğnemekten aciz kaldığı şeyleri yemekten zin­har sakın, zira miden onu hazmetmekten aciz kalacaktır. Her hafta bir kus-malı ve bedenini temizlemelisin. Cesedindeki kan ne güzel bir hazinedir, do­layısıyla onu ancak ihtiyaç sırasında çıkar, hamama gitmeye devam et; zira o ilaçların nüfuz edemediği tabakalara ulaşır ve zararlı unsurları dışari atar."

îmam Şafiî şöyle der:[322]

Dört şey bedeni güçlendirir: Et yemek, güzel koku koklamaK, ki olmaksızın yıkanmak, keten elbise giymek.

Dört şey de bedeni zayıflatır: Aşırı cinsel ilişki, aşın üzüntü, fazla su içmek, fazla ekşi yemek.

Dört şey görmeyi güçlendirir: Kâbe^nin karşısına oturmak, uyuyacağı za­man göze sürme çekmek, yeşilliğe bakmak, oturulacak yeri temiz tutmak.

Dön şey de görmeyi zayıflatır: Kazurata bakmak, asılmış kimseye bak' mak, kadının fercine bakmak, kıbleye sırt dönerek oturmak.

Dört şey de cinsel ilişki gücünü arttırır: Serçe, su yoncası men yanthes trifoliata), fıstık ve keçiboynuzu yemek.

Dört şey aklı arttırır: Lüzumsuz sözleri terketmek, misvak kulfenmak salih kimselerle beraber olmak, âlimler ile beraber olmak.

Eflatun şöyle demiştir: "Beş şey vardır ki, bedeni eritir, insarji kahreder: Varlıklı kimselerin pintiliği, sevgililerden ayrı düşme, öfke ve kini yut­ma, öğüde kulak asmama, cahillerin akıllı kimselere gülmeleri."

Me'mun'un saray doktoru şöyle demiştir: "Şu hasletlere iyi kulak ver­melisin. Çünkü onları iyice belleyip de uygulayana ölümden başka illet mu­sallat olmaz. Midende yemek varken yemek yeme, çiğnemekten dişini yora­cak yiyecekleri sakın yeme, zira miden onu hazmetmekten aciz kalacaktır. Fazla cinsel ilişkiden sakın. Çünkü o hayatın nurunu söndürür. Yaşlı kadın­la asla cinsel ilişkiye girme, zira o füc'eten ölüme sebep olabilir. Zaruret ol­madıkça asla kan aldırma. Yazın arasıra kusmaya çalış."

Hipokrat'a ait vecizelerden birisi şöyledir: "Her çok, tabiî olanı bozar."

Galinos'a: "Niçin hasta olmuyorsun?" diye sormuşlar. "Çünkü ben bir­birine uyumu olmayan iki kötü yiyeceği bir araya getirmedim, hiçbir zaman yemek üstüne yemek almadım, kendisinden eza göreceğim hiçbir yemeği mi­deme indirmedim." diye cevap vermiş.

Dört şey bedeni hasta eder: Çok konuşma, çok uyuma, çok yeme, çok cinsel ilişkide bulunma.

Çok konuşma, beynin Özünü azaltır ve onu zayıflatır, saçları çabuk ağartır.

Çok uyku, yüzün rengini sarartır, kalbi kör eder, gözü tahrik eder, tem-belleştirir, bedende rutubetler oluşturur.

Çok yeme, midenin ağzını bozar, bedeni zayıflatır, yoğun yeller ve güç dertler doğurur.

Çok cinsel ilişki bedeni çökertir, kuvvetleri zaafa uğratır, bedenin rutu­betlerini kurutur, sinirleri gevşetir, tıkanıklıklara sebebiyet verir, zararı bü­tün bedeni kaplar, özellikle de dimağa zaranbüyüktür. Çünkü onunla insa­nın hayat iksiri unsurundan pek çok çözülmeler olur. Onun beyni zayıflat­ması, ne var ne yok hep istifra etmenin zayıflatmasından daha çoktur. Onun dışarı atılmasıyla ruh cevherinden de çok şey atılmış olur.

Cinsel ilişkiler içerisinde en faydalısı gerçek şehvetin bulunduğu bir za­manda genç, güzel ve helâl olan eş ile yapılanıdır. Ayrıca şu unsurlar bulun­malıdır: Hararetli ve rutubetli bir mizaca sahip olmak, aradan zaman geç­mek, her türlü zihni meşgul edecek şeylerden uzak olmak, ifrata düşmemek, cima sırasında terki uygun olan şeylerden uzak olmak; bunları aşırı tokluk, aşırı açlık, istifra, tam riyazat, aşırı sıcaklık veya aşırı soğukluk şeklinde sı­ralayabiliriz. Eğer cinsel ilişki sırasında bu on şeye riayet edilirse, ilişkiden gerçekten fayda görülür. Bu şartlardan hangisi bulunmazsa, o orandaıCinsel ilişki zararlı hal alır. Bu şartların hepsi veya çoğunluğu bulunmadan ilişkiye girişiliyorsa, o artık bir ilişki değil, âcil bir helak halini ahr.       

Sağlıklı halde aşın diyet (perhiz), hastalık sırasında karışık veiazİa ye­mek gibidir. Mutedil bir diyet ise faydalıdır

Galinos, adamlarına şöyle dermiş: Üç şeyden sakınır, dört şeye de sıkıca sarılırsamz doktora ihtiyacınız kalmaz: Tozdan, dumandan ve pis kokudan sakınınız. Yağlı ete (iç yağı), güzel kokuya, tatlıya devam ediniz ve sık sık hamama gidiniz. Doyduktan sonra daha fazla yemeyiniz. Badruc ve reyhan ile dişlerinizi kurcalamayınız. Akşam vakti ceviz yemeyiniz. Soğuk algınlığı­na yakalanmış bir kimse ensesi üzerine uyumasın. Kederli bir kimse ekşi ye­mesin, kan aldıran kimse hızlı yürümesin, çünkü bunda ölüm tehlikesi var­dır. Gözü ağrıyan kimse kusmasın. Yazın fazla et yemeyiniz. Soğuk özellikli humma sahibi güneşte uyumasın. Baharatlanmış eski patlıcana yaklaşmayı­nız. Kış mevsiminde her gün bir bardak sıcak su içen kimse hastalıktan emin olur. Hamamda bedenini nar kabuğu ile ovan kimse uyuz ve kaşıntıdan emin olur. Beş susamı birazcık sakız, ham öd ve misk ile yiyen kimsenin ömrü bil-lah midesi güçlü kalır ve bozulmaz. Kim karpuz (veya kavun) çekirdeğini şe­kerle yerse, midesindeki taşları temizler ve kendisinden idrar yanmasını izale eder.

Dört şey bedeni yıkar: Düşünce, üzüntü, açlık, uykusuzluk.

Dört şey insanı ferahlatır: Yeşil manzaraya, akar suya, sevgili^ veye bakmak.

Dört şey gözü karartır: Yalın ayak yürümek, sabah akşam kiı kimseye, (hareketleri) ağır kimseye ve düşmana bakmak* çok ağla: yazıya çok bakmak.

Dört şey cismi güçlendirir: Yumuşak elbiseler giymek, mutedil sıcaklık­taki hamama girmek, tatlı ve yağlı yemek yemek, güzel kokular koklamak.

Dört şey yüzün suyunu kurutur, güzelliğini, revnakhğmı alır götürür: Ya­lan, hayâsızlık, cahilane aşırı sorular ve aşırı günaha dalmak.

Dört şey yüzün suyunu ve güzelliğini arttırır: Mürüvvet, vefa, takva.

Dört şey başkalarının kin ve nefretini kazandırır: Kibir, hased laf götürüp getirme (nemîme).

Dört şey rızkı celbeder: Gece ibadet etmek, seher vakti çokça kerem ve ,yalan ve istiğfar etmek sadaka vermek, gündüzün başında ve sonunda zikretmek.

Dört şey rızkı azaltır; Sabah uykusu, az namaz, tembellik, hıyanet.

Dört şey anlama melekesine ve zihne zarar verir: Devamlı ekşi ve meyve yemek, ense üstüne yatıp uyumak, düşünce ve keder.

Dört şey anlayışı arttırır: Kalbin başka şeylerle meşgul olmaması, yiye­cek ve içecekle karnın iyice dolu olmaması, tatlı ve yağlı yiyeceklerin seçilme­si sureti ile gıda tanziminin iyi yapılmış olması, bedeni ağırlaştıran artıkların dışarı atılması.

Akla zarar veren şeylerden bazıları: Ejevamlı soğan, bakla, zeytin ve pat­lıcan yemek, fazla cinsel ilişkide bulunmak, yalnızlık, efkâr, sarhoşluk, çok gülmek ve gam.

Meşhur münazaracılardan birisi şöyle demiştir: "Hayatımda üç meclis­te yenildim. Buna hiçbir sebep bulamadım. Ancak birinde o günlerde ben çokça patlıcan, diğerinde zeytin, öbüründe de bakla yemiştim.*1

Böylece ilmî ve amelî tıpla ilgili faydaların sonuna gelmiş olduk. Sanı­yoruz okuyucu, bunların birçoğunu sadece bu kitapta bulabilecektir. Bu tıb­bın verileri ile şeriat arasındaki yakınlığı, peygamber tıbbına nisbetle tabiple­rin tıbbının, kocakarı tıbbının tabiplerin tıbbına olan nisbetinden daha geri­de olduğunu ortaya koymuş olduk.

Aslında durum bizim zikrettiklerimizin daha fevkinde ve tavsif ettikleri­mizden daha da büyüktür. Şu kadar ki bizim bu zikrettiklerimizde, işin öte­sinde nelerin bulunabileceğine dair bir işaret bulunmaktadır. İşin tafsilatını görmek basiretinden mahrum olan kimseler, hiç olmazsa, Allah Teâlâ tara­fından vahiyle teyid edilen kuvvet ile Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e nasib ettiği ilimler, O'na lütfettiği akıl ve basiretler ile başkalarında olan ilim, akıl ve basiretler arasındaki farkı bilmelidirler."

Belki biri çıkar ve: "Hz. Peygamber'in rehberliği ile bu bölümün, ilaç­ların etkilerinden, tedavi kanunlarından, hıfzıssıhha ile ilgili tedbirlerden söz etmenin ne ilgisi vardır?" diyebilir.

Böyle bir itiraz, o kişinin Hz. Peygamber'in (s.a.) getirdiği şeyleri anla­mama konusundaki yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu anlattık­larımız ve daha onların kat kat fazlası olan bilgiler, Hz. Peygamber'in getir­diği ve irşadda bulunduğu bazı şeyleri anlamış olmanın tabiî neticelerinden-dir. Allah ve Peygamberini, onlardan gelen şeyleri iyi anlamak, Allah'ın her­kese nasib olmayan bir lütfudur. Onu Allah dilediği kimselere bahşeder.

Biz Kur'an'da tıbbın üç esasını ortaya koymuş bulunuyoruz. Dünya ve ahiret saadetini temin için gönderilmiş bulunan Hz. Peygamber'in şeriatinin, kalplerin selâmetine kefil olduğu gibi, bedenlerin sıhhati, selâmeti için de ge­rekli unsurları içermiş olması ve koruyucu hekimliğe irşadda bulunması nasıl inkâr edilebilir? Şu kadar var ki, Kur'an bunlar üzerinde genel olarak dur­muş ve teferruatını kıyas, işaret ve îma yolları ile elde edip ortaya koyması için sağlam akla ve sağduyuya bırakmıştır. Durum aynen furu-ı fıkıh mesele­lerinde olduğu gibidir. Bilmediği şeye düşmanlık eden kimselerden olmayınız.

Şayet kul Kur'an ve sünnet hususunda iyice derinleşse ve nasslar ve on­lardan çıkarılabilecek mânâları tam anlamıyla kavrasa, bunlar ona yeter ve başka hiçbir kelâma ihtiyaç hissetmeden bütün sahih İlimleri onlardan çıka­rabilir.

Bütün ilimler, Allah'ı bilmek, O'nun yaratış {halk) ve kâinatı idare (emr) keyfiyetini anlamak esası üzerinde döner dolaşır. Bu ise Peygamberlere (s.a.) bahşedilmiştir. Onlar, insanlar içerisinde, Allah'ı ve O'nun yaratış ve tedbir kanunlarım en iyi tanıyan kimselerdir.

Peygamberlerin tıbbı gibi, onlara tâbi olanların tıbbı da diğerlerinden daha doğru ve faydalıdır. Peygamberlerin sonuncusu, onların seyyidi ve imam­ları olan Hz. Muhammed b. Abdullah'ın —Allah'ın salât ve selâmı O'na ve diğer bütün peygamberlere olsun— tâbilerinin tıbbı ise en mükemmel, en doğru ve en faydalı tiptir. Bunu ancak hem onların, hem de diğerlerinin tıplarını bilen ve aralarında mukayese yapabilenler anlayabilir. Zira mukayese netice­sinde aralarındaki fark ortaya çıkacaktır. Hz. Peygamber'in ümmeti, ümmetler içerisinde hem akılca hem de sağduyu bakımından en sağlam, ilimleri en yüksek olanlardır. Onlar her konuda doğruya en yatkın ve yakın olan kimselerdir. Çünkü onlar Yüce Allah'ın ümmetler arasından seçmiş bulunduğu bir üm­mettir. Nitekim onların peygamberleri de diğer peygamberler içerisinden se­çilmiş, mümtaz bir peygamberdir. Yüce Allah'ın onlara bahşettiği ilim, ha­yal gücü (tasavvur) ve hikmet konusunda hiç kimse onlara yaklaşamaz. Nite­kim İmam Ahmed Müsned'mdz, Behz b. Hakîm hadisinde Hz. Peygamber'­in (s.a.) şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "Sizden önce yetmiş ümmet geç­miştir. Siz Allah katında onlar içerisinde daha hayırlı ve şereflisiniz."[323]İs­lâm ümmetinin Allah katında böylesine değerli olmasının eseri, onların ilim­lerinde, akıllarında, düşlerinde, sağduyularında kendini göstermiştir. Ayrıca onlar kendilerinden önce geçmiş ümmetlerin ilim akıl, amel ve derecelerine de vâkıf olmuşlar ve böylece ilimce, akılca ve hayal gücü açısından yükselmisler ve Yüce Allah'ın kendi iliminden bahşettiği noktaya kadar ulaşmışlardır.

Böylece demevî tabiat onlara, safra özellikli tabiat yahudilere, balgam özellikli tabiat da hıristiyanlara hâs olmuştur. Bu yüzdendir ki, hıristiyaniar üzerine ahmaklık, anlayış ve zekâ kıtlığı hâkimdir; yahudiler üzerinde ise hü­zün, düşünce, gam ve zül egemendir. Müslümanlarda ise akıl, şecaat, anlayış gücü, yiğitlik, neşe ve sürür hâkimdir[324]

Bunlar ince sırlar ve gerçeklerdir; onun miktarını ancak ve ancak anla­yışı güzel, zihni berrak, ilmi derin olanlar, insanlarda mevcut özellikleri kav­ramış olan kimseler bilebilir. Tevfik yalnızca Allah'tandır. [325]

 

A) HAD VE KISAS CEZALARI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER

 

Bu bölümden amacımız genel teşrîden bahsetmek değildir. Her ne kadar Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği özel hükümler genel teşrî oluyorsa da ası! mak­sadımız, Peygamberimizin taraflar arasım neticeye bağladığı cüz'i kararla­rındaki tutumunu, insanlar arasında hüküm verirken takındığı tavrı ortaya koymak olacaktır. Bu arada genel teşrîî hükümlerinden de bahsedeceğiz. [326]

 

1— HAPİS CEZASI HAKKINDA VERDİĞİ HÜKÜMLER:

 

a) Hapis Cezası Hakkındaki Hükmü:

 

Behz b. Hakîm hadisinden anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber (s.a.), töh­metten (suç isnadı) dolayı bir adamı hapsetmiştir. Ahmed ve Ali b. el-Medînî hadisin isnadının sahih olduğunu söylemişlerdir[327]

İbn Ziyâd ise Ahkâmında: Hz. Peygamber'in (s.a.) bir kölede bulunan kendi payını azad eden bir adamı hapsettiği, kölenin geri kalan kısmım da azad etmesinin ona vacip olduğu ve sonunda kendisine ait bir ganimeti (veya az bir koyunu) sattığı rivayetine yer vermiştir.[328]

 

b) Kölesini Öldüren Kimse Hakkındaki Hükmü:           

 

Evzaî, Amr b. Şuayb'tan, o babasından, o da dedesinden rivayet edi­yor: "Bir adam, kölesini taammüden (kasıtlı) öldürmüştü. Hz. Peygamber (s.a.) ona yüz değnek (sopa) vurdu ve bir sene sürgün cezası verdi. Ayrıca bir köle azad etmesini de emretti. Kısas yolu ile kendisini öldürmedi."[329]

îmam Ahmed ise Hasan'ın Semüre'den, onun da Hz. Peygamber'den (s.a.): "Kim kölesini öldürürse biz de onu öldürürüz."[330] buyurduğunu ri­vayet etmiştir. Hadis her ne kadar müteberse (mahfuz) de —çünkü Hasan bu hadisi Semüre'den duymuştur— köle karşılığında efendinin öldürülmesi, görülecek maslahat (yarar) gereği devlet başkanına bırakılmış bir ta'zir ceza­sı olmaktadır. [331]

 

c) Borçlunun Hapsedilmesi:

 

Hz. Peygamber; bir adama, borçlusunu yakalamasını ve bırakmamasını emretmiştir. Nitekim Ebu Davud, Nadr b. Şümeyl—Hirmâs b. Habîb— babası—dedesi kanalıyla rivayet etmiştir: (Sahabî râvi şöyle anlatır): Bana borcu olan birisini Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdim. Bana: "Onu tut, bırakma" dedi. Sonra bana: "Ey Sehmoğullarından olan kardeş! Esirine ne yapmak istiyorsun?" .buyurdu.[332]

 

2— Yaralama, Cinayet, Kısas ve Diyet Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler:

 

a) Katile Yardımcı Olan Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Ebu Ubeyd'in rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.), öldürenin öldürül­mesini, tutanın da tutulmasını'[333]' emretmiştir. Ebu Ubeyd; "Yani, ölmesi için hapsedilir." demiştir.                                                            

Abdürrezzak ise Musannef'inde Hz. Ali'nin: "Maktulü tutarak katile yardımcı olan kimse, ölünceye dek hapishanede tutuklanır." dediğini zikreder.[334]

 

b) Yol Kesme Cezası Hakkındaki Hükmü:

 

(Hz. Peygamber, zekât develerini güden çobanların gözlerini oyan ve de­veleri de sürüp götüren Ureynelileri yakalatmış) yaptıklarına misilleme ola­rak ellerinin ve ayaklarının kesilmesine, gözlerine mil çekilmesine hükmet­miş ve ölünceye dek aç susuz o vaziyette bırakmıştır.[335]

 

c) Katil ve Maktulün Velîleri Arasındaki Hükmü:

 

Sahih-i Müslim'de vârid olduğu üzere, bir adam diğer birisi aleyhinde, "Kardeşimi öldürdü." d;ye davada bulunur, o da itiraf eder. Hz. Peygam­ber (s.a.): "(Kısas yapmak üzere) al adamını." buyurur. Adam gittikten sonra Rasûlullah: "Onu öldürürse, o da onun gibi olur." buyurur. Derken adam döner ve: "(Ya Rasûlallah) Ben onu senin emrinle aldım." der. Hz. Peygam­ber (s.a.): "Onun; seninle kardeşinin günahlarını üzerine almasını istemez mi­sin?" buyurur. Adam: "Evet, isterim." der ve katili serbest bırakır.[336]

Hadisteki, "O da onun gibi olur." ifadesini iki türlü anlamak müm­kündür:

1) Eğer katil kısas yolu ile öldürülürse üzerinden (günah) düşer ve boyler­ce onunla, kısası uygulayan aynı mertebece olur. Hadiste öldürmeden önce denmiyor, "Eğer öldürürse, o da onun gibi olur." buyuruluyor. Bu da öl­dürdükten sonra aralarında benzerliği gerektirir. Bu mânada hadiste bir prob­lem de yoktur. Aksine böyle bir ifadede, hak sahibine kısastan vazgeçmesi ve affetmesi için bir tariz bulunmaktadır.

2) Eğer katil, taammüden öldürmemiş ve veli de onu kısas yolu ile öl-dürmüşse, her ikisinin durumu da birbirine müsavi olur. Zira katil cinayet­ten, kısası uygulayan da öldürmede kasdı bulunmayan birini öldürmekten do­layı, her ikisi de mütecaviz durumda olmaktadır. İmam Ahmed'in MüsnecT-indeki rivayeti de bu te'vili delillendirmektedir: Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde bir adam öldürülür. Dava sonunda Hz. Peygamber (s.a.) katili, maktulün velisine teslim eder. Katil: "Ya Rasû-lullah! Ben öldürmek istememiştim, (kastım yoktu)." demiş, Hz. Peygam­ber (s.a.) de veliye: "Eğer o sözünde doğru ise ve sen de onu öldürürsen, ce­henneme girersin." buyurmuş, bunun üzerine veli adamın yakasını bırak­mıştır.[337]

İbn Habîb'in kitabında bu hadiste bir fazlalık vardır ki, şöyledir: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Elde kasıt, kalpte hata (böyle bir cinayet)." [338]

 

d)  Bîr Cariyeyi Öldürene Kısas Uygulaması:

 

Sahîhayn'da sabit olduğu üzere, bir yahudi zinetleri için bir cariyenin kafasını iki taş arasında ezerek öldürmüştü. Yakalandı ve suçunu itiraf etti. Hz. Peygamber (s.a.), başının iki taş arasında ezilerek öldürülmesini emretti.[339]

Bu hadiste kadına karşılık erkeğin kısas yoluyla öldürüleceğine, caniye yaptığının aynısının yapılacağına, öldürmenin suikast olduğu ve bu yüzden kısas için velinin izni aranmayacağına delil vardır. Zira Hz. Peygamber (s.a.), katili cariyenin velilerine teslim edip: "İsterseniz öldürün, isterseniz affedin." dememiş, mutlak surette öldürmüştür. Bu, Maliki mezhebinin görüşüdür. Şey­hülislâm îbn Teymiye'nin tercihi de budur.

Bu hususta, "Hz. Peygamber (s.a.), katil yahudiyi ahdi bozduğu için öl­dürmüştür." diyenlerin görüşü doğru değildir. Çünkü ahdi bozmanın (hiyâ-net) cezası kılıçla öldürmektir, başını taşla ezmek değildir. [340]

 

e) Hamile Kadına Vurup Çocuğunu Düşüren Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Sahîhayn 'daki bir hadiste şöyle anlatılır: Huzeyl kabilesinden iki kadın

birbirlerine taş atmışlar, biri diğerini karnındaki çocuğu ile öldürmüş. Hz. Peygamber (s.a.), cenin için gurre yani bir köle veya cariye âzâdı ile hüküm buyurmuş, ölen kadının diyetini de katilin asabesine yüklemiştir. Sahîhayn'-daki ifade böyle.[341] Nesâî'de ise şöyledir: "Karnındaki çocuk hakkında gurre ile hükmetti, kendisinin de kısas yoluyla öldürülmesine karar verdi."[342] Baş­kaları da: "Katili ona karşı öldürdüğünü" ifade etmişlerdir. Doğrusu Hz. Peygamber (s.a.), yukardaki hadisten anlaşıldığı üzere, katil kadını öldürme­miştir.[343] Buharı, Sahih'inde Ebu Hureyre'den şu rivayette bulunur: "Hz. Peygamber, Lihyanoğullanndan bir kadının cenini hakkında gurre ile yani bir köle ya da cariye ile hükmetti. Sonra hakkında gurre ile hükmolunan ka­dın öldü de, Rasûlullah (s.a.) mirasını çocukları ile kocasına, diyeti de asabe­sine ödetmeye hükmetti. "[344]

Bu uygulamadan şu neticeler çıkar:

1— Kasıt benzeriyle katil (şibhu'l-amd)> kısası gerektirmez.

2— Âkile, diyete tâbi olarak gurreyi de öder.

3—  Âkile, asabeden ibarettir.

4— Katilin kocası, âkileye dahil değildir.

5—(Katil kadının çocukları da âkileye dahil değildir. [345]

 

f) Katili Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme İle Hükmü:

 

Sahîhayn'da Hz. Peygamber'in (s.a.) Ensar'a yahudiler arasında me[346] ile hükmettiği sabittir.

(Huveyyısa, Muhayyısa ve Abdurrahrnan, Hayber'de ölü olarak bulduk­ları yakınları Abdullah b. Sehl b. Zeyd için Hz. Peygamber'e davacı olduk­larında) Hz. Peygamber (s.a.) bunlara: "Yemin edebilir misiniz ki, adamını­zın kanına hak sahibi olasınız?" buyurmuştur. Buharî'nin ifadesi: "Katilini­ze ya da adamınıza" şeklindedir. Bunlar da: "Şahid olmadığımız, görmediğimiz bir iş (nasıl yemin ederiz?)" demişler. Hz. Peygamber: "Öyle ise yahu-diler elli kişinin yemini ile sizi aklar." buyurunca onlar: "Kâfir bir kavmin yeminlerini nasıl kabul edebiliriz?" demişler. Bunun üzerine onun diyetim Hz. Peygamber kendisi vermiştir.

Bir rivayette: "Sizden elli erkek, onlardan bir adam aleyhine yemin eder ve adam tamamı ile size verilir."[347] ifadesi vardır.

Sahih hadislerin ifadelerinde diyetin nereden ödendiği hakkında ihtilâf vardır. Bazısında, Hz. Peygamber'in kendisinden ödediği, bazısında da ze­kât develerinden ödediği belirtilir.

Ebu Davud'un Sünen'mde ise; maktul, yahudilerin içerisinde bulundu-ğu için, Hz. Peygamber'in (s.a.) diyeti onlara yüklediği ifade olunur.'[348]

Abdürrezzâk'ın Musannef'mâc: "Hz. Peygamber'in (s.a.), önce yahu-dilere yemin verdirdiği ve onların yeminden kaçındıkları, sonra Ensar'dan ka~ sâmede (yemin) bulunmalarını istediği, onların da yemin etmemeleri üzerine diyeti yahudiler üzerine yüklediği1' zikredilir[349]

Nesâî'de de: "Diyeti, yahudiler üzerine koyduğu ve bir kısmını ödeye­rek onlara yardımcı olduğu" kaydı vardır.[350]

Bu uygulama aşağıdaki hükümleri içerir:

1—  Kasâme ile hükmetmek, Allah'ın dininden ve şeriatındandır.

2—  Kasâme yolu ile kısasın meşruiyeti: Hadislerde geçen: "Adam ta­mamı ile size teslim edilir.", "Adamınızın kanına hak sahibi olursunuz" gi­bi ifadeler buna delildir. Kur'an ve sünnet'in zahiri, mülâanede bulunan ko­canın ve kasâmede kan sahiplerinin yeminleri ile öldürme hükmünü getiri­yor. Bu, Medine âlimlerinin görüşüdür. İrak âlimleri ise, her iki durumda da öldürme olmayacağı görüşündedir. İmam Ahmcd'in mezhebi; kasâmede öldürüleceği, Hânda öldürülmeyeceği şeklindedir. Şafiî ise aksi kanaattedir.

3—  Diğer davaların aksine, kasâmede yemin, önce davacılara {müddet) verdirilir.

4—  Zimmîler, üzerlerine düşen görevi yapmazlarsa, ahdi bozmuş sayı­lırlar. Hz. Peygamber'in; "Ya diyeti ödersiniz ya da harp ilan etmjiş sayılırsı­nız." ifadesinden bu anlaşılır.

5— Davalı {müddea aleyh) hüküm meclisinden uzakta ise, hâkim k sine yazar, hasmın mahkemeye gelişini aramaz.

6—  Kadi'nın yazısına istinaden —onun yazısı olduğuna dair üzer» hit tutulmasa bile— amel ve hükümde bulunmanın cevazı.

7—  Gıyabî hükmün cevazı.

8—  Kasâmede —eğer varsa— elliden daha az kişinin yemini ile yenil­meyeceği.

9— Eğer dava, müslüman ve zimmîler arasında ise, bize baş vurmasalar bile onlara (zimmîlere) İslâm ahkâmının tatbik edileceği.

10— Diyetin zekât develerinden ödenmesi ki, bu durum bir çokları için izahı zor bir problem arzetmektedir. Bazılarınca, gârimîn (borçlular) faslın­dan ödemiştir ki doğru değildir. Zira, zimrrîîlerin borçluların? zekât verilmez. Bazılarınca, ödenen bu diyet, zekât mallarından yerlerine harcandıktan son­ra arta kalan kısımdır ve devlet başkanının bu fazlayı maslahat (yarar) gör­düğü yerlere harcama yetkisi vardır. Bu izah birincisinden daha uygundur. Daha makulü; Hz. Peygamber'in (s.a.), diyeti kendisinden ödemesi ve zekât develerinden ödünç alması şeklindeki yorumdur. Buna hadisteki: "Hz. Pey­gamber (s.a.) diyeti kendi yanından verdi." ifadesi delil olur. Bütün bu yo­rumlardan en uygunu şu olacaktır: Hz. Peygamber, iki unsur arasındaki an­laşmazlığı gidermek için diyeti yüklenince, verdiği hüküm, ara bulmak için borçlanan kimse (ğârim) üzerine verilmiş bir hüküm oldu. "Hz. Peygamber diyeti gârimîn faslından ödedi" diyenler de belki bunu kasdediyorlar. Hz. Peygamber (s.a.), kendisi için zekâttan asla bir şey almamıştır. Çünkü sada­ka kendisine helâl değildir. Şu kadar var ki, bu fasıldan diyeti ödemiş olma­sı, ara bulmak için borçlanan bir kimseye vermesi kabilinden olmuştur. En doğrusunu Allah bilir.

Bir itiraz olarak, hadisteki: "Diyetini yahudiler üzerine kıldı." sözüne ne dersiniz denebilir. Bu ifade mücmeldir ve râvi, diyetin yahudiler üzerine kılınış keyfiyetini zabtedememiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), yahudilere yazıp: "Maktulun diyetini verin ya da harp ilan etmiş sayılırsınız." diye bil­dirince bu tutumuyla Hz. Peygamber, diyetin ödenmesi için onları ilzam et­miş olur. Ancak bilinen şudur ki, onlar öldürdüklerini kabul etmemişler ve buna dair yemin etmişlerdir. Bu durumda da Hz. Peygamber diyeti kendisi ödemiştir. İşte diğer râvilerin zabtettikleri bu fazlalık, bir öncekinden daha tercih edilir durumdadır.

Peki, Nesâî'nin rivayetinde yer alan: "Diyeti yahudiler üzerine dağıttığı ve bir kısmını da ödeyerek onlara yardımcı olduğu" şeklindeki ifadeye ne dersiniz? Bu soruya şöyle cevap verilir: Bu ifade kesinlikle muteber (mahfuz) değildir. Zira diyet, sırf maktulun velilerinin iddia etmiş olmaları ile davalı­lar üzerine gerekmez. Mutlaka ikrar, beyyine (delil), ya da davacıların yemi­ni gibi bir mesned bulunması gerekir. Burada bunlardan hiçbiri yoktur. Hz. Peygamber (s.a.), davacılara kasame yemini teklif etmiş, onlar yeminden ka­çınmışlardır. Bu durumda mücerred dava ile yahudileri diyet ödemeğe nasıl icbar edebilir? [351]

 

g) Birbirlerine Sarılarak Kuyuya Düşüp Ölen Dört Kişi Hakkındaki Hükmü:

 

İmam Ahmed, Bezzâr ve diğerlerinin zikrettiklerine göre, bir grup insan Yemen'de bir kuyu kazmışlardı. Bu kuyuya birisi Hüştü. Bu kimse düşerken yanındakine sarıldı, o da düştü. İkinci üçüncüye, üçüncü dördüncüye, der­ken hepsi de düştü ve öldüler. Akrabaları (orada kadı olan) Hz. Ali'ye duru­mu ilettiler. Hz. Ali: "Kuyuyu kazan insanları toplayın." dedi ve ilk düşen için, diyetin dörtte birine hükmetti. Çünkü üzerinde üç kişi helak olmuştu. İkinci için diyetin üçte bîrine karar verdi. Onun üzerinde de iki kişi helak ol­muştu. Üçüncü için diyetin yarısına hükmetti, çünkü üzerinde bir kişi ölmüş­tü. Dördüncü için de tam diyet ödenmesini kararlaştırdı. Bunlar, ertesi yıl Hz. Peygamber'e gelmişler ve durumu kendisine anlatmışlardı. Hz. Peygam­ber onlara: "Durum aranızdaki hükmü gibidir." demiş ve tasvip etmişti. Bez-zâr'ın hadisi nakli bu şekildedir.

İmam Ahmed'in hadisi de aşağı yukarı aynıdır. Şöyle diyor: "Onlar, Hz. Ali'nin hükmüne razı olmaktan kaçındılar ve Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi­ler. Peygamberimiz Makâm-ı İbrahim'in yanında idi. Durumu O'na anlattı­lar. Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Ali'nin verdiği hükmü onayladı ve diyeti, ku­yunun kazılması sırasında orada bulunanların kabilelerine yükledi."[352]

 

h) Analığı İle Evlenen Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

İmam Ahmed, Nesâî ve diğerleri rivayet ederler: Berâ (r.a.) şöyle anla­tır: Dayım Ebu Bürde ile karşılaştım, beraberinde bir sancak vardı. Bana: "Rasûlullah (s.a.) beni, babasının karısı (analığı) ile evlenen birisini öldür-mem ve malına el koymam için gönderdi." dedi.[353]                    

İbn Ebî Hayseme, Tan/Tinde, Muâviye b. Kurre'den, o babasından, c da dedesinden rivayet ediyor. Râvi şahabı şöyle anlatıyor: "Hz. Peygambeı beni babasının karısı ile gerdeğe giren bir adama gönderdi. Boynunu yurdun: ve malına (el koyup) beşte birini ayırdım."

Yahya b. Maîn: "Bu, sahih bir hadistir." demiştir.

İbn Mâce'nin Sünen 'indeki İbn Abbas hadisinde ise Hz. Peygamber*(ş.a.) "Kim, nikâh düşmeyen bir yakını ile ilişkide bulunursa, onu öldürünü yurmuştur.[354]

Cüzcânî şunu nakleder: Kendisi için kız kardeşini zorla alan bir adamıi durumu Haccâc'a iletildi. Haccâc: "Onu hapsedin ve Hz. Peygamber'in (r.a. ashabından burada bulunanlara durumu sorun." dedi. Abdullah b. Ebî Mu tarrif'e (s.a.) sordular. O, Hz. Peygamber'in: "Kim mü'minlerin harîm-i is metini çiğnerse, onu kılıçla ortadan biçin! "[355] buyurduğunu işittim, demiştir

İmam Ahmed, İsmail b. Saîd rivayetinde söz edilen, babasının karısıyl; ya da mahremiyle evlenen bir kimse hakkında; onun öldürüleceğini iye malı

nın da beytülmâl'e konulacağını ifade etmiştir.                           

Sahih olan bu görüştür. Bu Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hüKmûn d gereğidir.                                                                                                  

İmâm Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife ise, böyle birinin cezasının ziria ceza: olduğunu söylemişlerdir. Sonra Ebu Hanife: "Eğer bir akitle cinsî ilişkid bulunmuşsa, ta'zir cezası uygulanır, had cezası verilmez." demiştir ki, bizzs Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü ve uygulaması daha doğru ve uyulmaya di ha lâyıktır. [356]

 

i) Zina Töhmetine Maruz Kalanın Öldürülmesine Hükmetmesi, Suçsuzluğu Ortaya Çıktığında Öldürmekten Vazgeçmesi:

 

İbn Ebî Hayseme, İbnü's-Seken ve diğerlerinin Enes'ten (r.a.) sabit olar rivayetlerinde şöyle anlatılır: Mâriye ile amcası oğlu arasında dedikodu var­dı. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.) Hz. Ali'ye: "Git, eğer onu Mâriye'nin yanında bulursan boynunu vur." buyurmuştu. Hz. Ali ona geldi ve bir ku­yunun içinde onu serinliyor buldu. Hz. Ali: "Çık!" dedi ve elinden tutarak dışarı çıkardı. Bir de ne görsün adam mecbûbdu, cinsel organı yoktu. Hz. Ali hemen ondan el çekmiş ve Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlal-lah! Adam mecbûb, cinsel organı yok." demişti.[357] Başka bir rivayette: "Hz. Ali onu ağaçta hurma toplarken bulmuş, bir kumaş parçasına bürünmüştü. Adam kılıcı görünce irkildi ve üzerinden kumaş parçası duşiü. Bir de ne gör­sün adam mecbubdu, cinsel organı yoktu." ifadeleri vardır.

Bu uygulama birçok âlim için bir problem teşkil etmiştir. Bazıları hadisi eleştirmek istemişlerdir. Ancak hadisin senedinde tenkid edilebilecek kimse yoktur. Bazıları ise şöyle bîr yorum yapmışlardır: Hz. Peygamber (s.a.) ver­diği emirde, gerçekten onu öldürmesini istememiş; bir daha Mâriye'nin yanı­na gelmemesi için ona gözdağı vermek istemişti. Nitekim Hz. Süleyman, bir çocuk hakkında çekişen iki kadına: "Bana bir bıçak getirin. Çocuğu ortadan ikiye biçeyim." demişti ve bununla gerçekten öyle yapmayı kasdetmemiş, ak­sine bu yolla işin gerçeğine ulaşmak istemişti. Bu yüzdendir ki hadis imamla­rından bazıları bu hadise, "Doğruyu elde edebilmek için hâkim, hilâf-ı haki­kat bir tavır gösterebilir babı" şeklinde başlık atmışlardır. İşte bunun gibi Hz. Peygamber (s.a.) de ashabın, dedikodusu çıkan adamın suçsuzluğunu, Mâriye'nin iffetini öğrenmelerini istemiş; kılıcı ensesinde görünce adamın ger­çek durumunun görüleceğini düşünmüştü. Nitekim durum Hz. Peygamber'-in (s.a.) tasarladığı gibi ortaya çıkmıştı.

Bundan daha güzel bir izah tarzı şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Ali'ye, o adamın Hz. Peygamber'in ümmü veledi ile halvete yeltenmesi ve cür'eti se­bebiyle ta'zir yoluyla öldürmesini emretmişti. Hz. Ali, işin iç yüzünü öğrenip onun şüpheden uzak olduğunu görünce öldürmekten vazgeçti. Durumun açık­lanması adamın öldürülmesine ihtiyaç bırakmamıştı. Ta'zir yoluyla ölüm ce­zası, had gibi zorunlu da değildir. Maslahata tâbidir. Eğer öldürmede yarar varsa öldürülür, yoksa öldürülmez. [358]

 

J- iki Köy arasında Bulunan Maktul Hakkındaki Hükmü:

 

imam Ahrned ve îbn Ebî Şeybe, Ebu Saîd el-Hudrî'nin şöyle anlattığını rivayet ederler: "İki köy arasında bir maktul bulunmuştu. Hz. Peygamber (s.a.), (maktulün bulunduğu noktadan) her iki köy arasının ölçülmesini em­retti. Köylerden birine daha yakın bulundu. Hz. Peygamber'in (s.a.) karışı, hâlâ gözümün önündedir. Ölüyü daha yakın olan köyün üzerine atti."[359]

Abdürrezzak'ın Musannef'mût şu bilgiler vardır: Ömer b. Abdülaziz şöyle der: Bize ulaştığı kadarıyla bir kavmin yurdu civarında Öldürülmüş olarak bulunan kişi hakkında Hz. Peygamber (s.a.): "Yemin davalılar {müddea aleyh) üzerinedir. Eğer yeminden kaçınılırsa (nükûl), davacılara yemin verdirilir, eder­lerse (kana) hak kazanırlar, Eğer iki taraf da yemin etmezlerse, diyetin yarısı davalılar üzerine gerekir. Diğer yarısı ise düşer."[360] şeklinde hükmetmiştir.

İmam Ahmed, Mervezî'nin rivayetinde Ebu Saîd'in rivayet ettiği hadis­le hüküm verme üzerinde durmuş ve şöyle demiştir: Ebu Abdullah'a sordum: "Söz konusu insanlar üzerlerine konulan şeyi verseler ve sonra bu işte bazı insanlara zulmedildiği ortaya çıksa ne olur?" "Eğer biliniyorlarsa kendileri­ne iade olunur." dedi. Ben: "Ya bilinmiyorlarsa?" diye sordum. O: "Söz-konusu yerin yoksullarına dağıtılır." dedi. Ben: "O yerin yoksullarına dağı­tılacağına dair delil nedir?" diye sordum. O şöyle cevap verdi: "Hz. Ömer, diyeti, maktulün bulunduğu köyün ahalisi üzerine koymuştur. Sanıyorum şöyle dedi: Nasıl ki diyet oranın ahalisi üzerine konuluyorsa, zulme uğrayan insan­lar belli değillerse yine onlara dağıtılır."                                       :

İşte Hz. Ömer, hadisin gereği ile hükmetmiş ve diyeti maktulün bulun­duğu yerin ahalisi üzerine koymuştur. Aynı hadisi İmam Ahmed delil olarak kullanmış ve bunu, zulme uğrayan insanlar belli değillerse haksızlıkla alınar şeyin oranın ahalisine dağıtılması konusuna da asıl yapmıştır.

Diğer eser (haber) ise mürseldir, delil olacak güçte değildir. Eğer sahir olsaydı, onunla amel etmek gerekirdi ve muhalefet caiz olmazdı; "deâvâ' ve "kasâme" bablanna da muhalif değildir. Çünkü içlerinde önce davacıla rın yemin etmesini gerektirecek açık bir levs (yani maktulün ölmeden önct 'beni falan öldürdü' dediğine şehadet eden bir kişinin, ya da aralarında düş manlık, tehdid vb. olduğuna tanıklık edecek iki şahidin bulunması durumu olmadığı için, yemin etme hususunda davalılar tarafının önceliği vardır. Ba zen yeminden kaçınırlarsa davacılar tarafı iki yönden kuvvet kazanır: Birincisi: Maktulün kendi muhitlerinde bulunması. İkincisi: Kendi mıntıkalarının berâetine dair yeminden kaçınmaları. Bu durum açık bir levs yerine geçer, davacılar yemin eder ve (kana) hak kazanırlar. Her iki taraf da yeminden ka­çınırlarsa, bu her iki taraf için de katmerli şüphe uyandırır ve bu durum —davacılar yemin etmedikçe— diyetin tam olarak ödetilmesi için yeterli bir sebep olamaz. Kendileri yemin etmedikleri için de diyetin tamamen düşmesi­ni gerektirmez; böylece diyet ikiye bölünmüş olur, yarısı yemin etmemeleri sebebiyle mevcut şüpheden Ötürü davalılar üzerine gerekir. Diyet tam olarak gerekmez. Çünkü hasım taraf da yemin etmemiştir. Levs, davacıların yemini ile davalıların yeminden kaçınmalarından oluşmuş iken, bir tarafın bulun­mamasıyla tamam olmayınca davacıların yeminlerine tekabül eden kısım dü­şer, ki bu diyetin yarısıdır. Davalıların yeminden kaçınmalarına tekabül eden diğer yarı ise vacip olur. Bu, en güzel ve en adilâne bir hükümdür. Başarı Allah'tandır. [361]           

 

k) Yaralama Olaylarında Yaranın İyileşmesine Kadar Kısası Ertelemesi:

 

Abdürrezzak Musannef'inde, —daha başkaları da— İbn Cüreyc hadi­sinde Amr b. Şuayb'dan naklediyorlar: Hz. Peygamber (s.a.), boynuzla bir başkasının ayağını yaralayan kimse hakkında hükümde bulundu. Yaralanan: "Ya Rasûlallah! Bana kısas İmkânı ver!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ya­ran iyileşinceye kadar dur." buyurdu. Adam inad etti ve kısas istedi. Hz. Pey­gamber (s.a.) de kısasa izin verdi. Sonunda kısas cezası tatbik edilen iyi oldu, kısası yapan ise topal oldu. Adam: "Ya Rasûlallah! Ben topal oldum, adam-sa iyi oldu." deyince Peygamberimiz: "Ben sana yaran iyileşinceye kadar kı­sas işini ertelemeni emretmemiş miydim? Sen ise inad ettin. Allah da sana müstehakım verdi. (İkinci bir kısas hakkından) uzaklaştırdı. Topallığın ha­vada kaldı." buyurdu.

Bu topal olan adamın durumundan sonra Hz. Peygamber (s.a.), yarala­nan kimselerin, yaralan iyileşmedikçe kısas talebinde bulunmamalarını em­retti. Yaralama iyileşinceye kadar neyse o. Eğer bir topallık veya çolaklık varsa bu durumda kısas yoktur, diyet vardır. Kim bir yaradan dolayı kısas yapar ve kısas yapılan kimseye fazla bir zarar verilirse, o bu fazla zararın diyetine (aradaki farka) hak kazanır.[362]

Derim ki:  Hadis İmam Ahmed'in Müsned'inde, Amr b.  Şuayb—sure-babası—dedesi tarikiyle muttasıldır ve şöyledir: Bir adam boynuzla birisini dizkapağından yaralamıştı. Yaralı, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve: "Ya Ra­sûlallah, bana kısas imkânı ver!" dedi. Peygamberimiz de: "İyileşinceye dek (bekle)!" buyurdu. Adam yine geldi ve kısas istedi. Peygamberimiz de kısas yaptırdı. Sonra adam geldi ve: "Ya Rasûlallah! Topal oldum." dedi. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Sana, yapma dedim, beni dinlemedin. Allah da seni uzaklaş­tırdı ve topallığını (ikinci bir defa) kale almadı." buyurdu.

Sonra Hz. Peygamber (s.a.), yaralananın durumu iyileşmeden, yarala­ma olaylarında kısas yapılmasını yasakladı[363]                                  

Dârakutnfnin Sünen'ındz ise Câbir'den şöyle rivayet edilmiştir:]**Bir adam yaralanmış ve kısas talep etmişti. Hz. Peygamber (s.a.), yaralananın durumu iyileşmedikçe yaralayan üzerine kısas uygulamasını yasaklad[364]

Bu uygulama (hüküm), şu hususları içermektedir:

1— Yaralananın durumu iyileşme ya da yaranın son şeklini almasi tiyle istikrar kazanmadıkça kısas caiz değildir.                                   '

2—  Cinayetin sirayeti de kısas kapsamındadır.

3—  Değnek, boynuz vb. ile döğme olaylarında kısas caizdir. |

4—  Bu hükmü nesheden bir delil yoktur, muarız bir hüküm de bulun­mamaktadır. Neshedilen husus, iyileşmeden önce kısasın uygulanmasıdır, yok­sa bizzat kısas neshedilmiş değildir. Bunu akıldan çıkarmamak lâzımdır.

5—  Mağdur, derhal cani üzerinde kısas icra eder ve sonra yara başka bir uzvuna sirayet eder veya ölümüne sebep olursa, (kısas sonrası) sirayet he­derdir.

6— Sadece kısasla yetinilir, caninin ayrıca tazir ve hapsine gidilmez. {Ta­biîn müctehidi) Atâ şöyle diyor: "Yaralama olaylarında kısas vardır. Devlet başkanının caniyi döğme ve hapis hakkı yoktur. Ceza, sadece kısastır. Rab-bin unutucu değildir. Eğer dileseydi ayrıca döğülmesini, hapsini de emreder­di." İmam Mâlik ise: "Kul hakkı dolayısıyla kısas yapılır, cüretkârlığından dolayı da cezalandırılır." demiştir.                                           '

Çoğunluk âlimler (cumhur); kısas, ek bir cezaya ihtiyaç bırakmaz. Had cezası gibi uygulanınca başka bir cezaya ihtiyaç duyulmaz, demişlerdir.

Günahlar üç nevidir:

a) Belirli bir had cezası olan günahlar. Hadle birlikte ta'zir cezası uygu­lanmaz.                                                                                      

b) Ne had ne de keffâret belirlenmeyen günahlar. Bunların ta'zir cezası ile önüne geçilmeye çalışılır.

c) Keffâreti olan haddi olmayan günahlar. İhram halinde ve oruçlu iken cinsî ilişkide bulunmak gibi. Bu gibi günahlar için keffâret ve ta'zir birden uygulanır mı? Âlimler bu konuda iki görüş benimsemişlerdir. Hanbelî mez­hebi âlimlerince de bu iki görüş sözkonusudur. Kısas, had cezası yerine ge­çer. Hem kısas hem de ta'zir bir anda uygulanmaz. [365]

 

I) Diş Kırılması Hakkında Kısasla Hükmü:

 

Sahîhayn 'da Enes hadisinde şöyle anlatılır: Rübeyyi'in kızkardeşi Nadr'ın kızı bir cariyeyi tokatlamış ve dişini kırmıştı. Hz. Peygamber'e (s.a.) şikâyet­çi oldular. O da kısas yapılmasını emretti. Ümmü'r-Rübeyyi': "Ya Rasûlal-lah! Falancadan dolayı kısas mı yapacaksın? Hayır! Vallahi ona karşılık kı­sas olamaz." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Fesübhanallah! Ey Ümmü'r-Rübeyyi', Allah'ın hükmü kısastır!" buyurdu. Kadın: "Hayır, Allah'a ye­min ederim, asla ona karşılık kısas yapılmayacak." dedi. Neyse ki mağdu­run tarafları kısastan vazgeçtiler ve diyeti kabul ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Öyle kullar var ki, Allah'a karşı yemin etseler, Allah onların yeminleri­ni doğruya çıkarır." buyurdu.[366]

 

m) İşınlan Adam Elini Çektiğinde Dişleri Dökülen kimsenin Heder Olduğuna Hükmetmesi:

 

Sahîhayn'da bulunmaktadır: Bir adam diğer birinin elini ısırmış, adam da elini kuvvetle çekince ön dişlen düşmüştü. Hz. Peygamber'e davacı oldu­lar. Hz. Peygamber (s.a.): "Sizden biriniz aygır gibi kardeşinin elini ısırıyor. Sana diyet yok." buyurmuştur.[367]

Bu uygulamadan şu netice çıkar: Zâlimin elinden bir kimse kendisini kurtarırsa ve bu arada zâlim ölse veya bir organı ya da malı telef ols hederdir, tazmin sorumluluğu yoktur. [368]

 

n) Başkasının Evini İzinsiz Gözetlevenin Gözü Çıkarnsa Bir Şey Lâzım Gelmeyeceğine Hükmetmesi:

 

Yine Sahîhayn'da- vârid olduğu üzere Ebu Hureyre Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Birisi senden izinsiz evini gözet-lese, sen de bir taş atsan da gözünü çıkarsan sana hiçbir vebal yoktur."[369]'

Sahîhayn'daki başka bir rivayette ise: "Bir kimse başka birilerinin evini izinleri olmadan gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet lâzım gelir ne de kısas."[370] buyurmuştur.

Yine Sahîhayn'da bir adamın Hz. Peygamber'in (s.a.) hücre-i saadetle­rinden birinde, bir delikten içeriyi gözetlediği ve Hz. Peygamber'in eline bir ok demiri alarak (gözüne) dürtmek için durumu kolladığı belirtilmiştir.[371]

Ehl-i hadis, bu ve bundan Önceki hükümle amel edileceği görüşündedir­ler. İmam Ahmed ile Şafiî de bunlara dahildir. Ebu Hanife ve Mâlik ise bu görüşte değildir. [372]

 

o) Kısasla İigilİ Çeşitli Hükümleri:                           

 

Rasûlullah (s.a.), hamile bir kadının taammüden birini öldürmesi duru­munda çocuğunu doğurmadıkça ve çocuğu kendisini kurtaracak duruma gel­medikçe kısas yolu ile öldürülmeyeceğine hükmetmiştir. Bunu İbn Mâce Sü­nen'inde rivayet etmiştir.[373]                                                   -            ,    .

Babanın, oğluna karşı kısas yoluyla öldürülemeyeceğine hükmetmiştir, Nesâî ve Ahmed rivayet etmişlerdir.[374]

Mü'minlerin kanlarının eşit olduğuna ve kâfire karşılık mü'minin öldü­rülemeyeceğine hükmetmiştir.[375]

Maktulün taraflarının iki şeyi seçebileceklerine; ya kısas yolu ile öldüre­bileceklerine veya diyet alabileceklerine hükmetmiştir.[376]

 

p) Diyet ve Miktarları Konusundaki Hükümleri;

 

El ve ayak parmaklarından her birinin diyetinin on deve, her biri dişin —ayırım yapmaksızın— diyetinin beş deve olduğuna, mûzıha[377]için ise be­şer deveye hükmetmiştir.'[378]

Görmeyen bir göz izale edilmişse, çolak el kesilmişse, çürük diş sökül-müşse, bunların diyetlerinin, normal diyetlerinin üçte biri olacağına hükmet-miştir.[379]

Burun tümden kesilmişse tam diyete, ucu (yumuşak kısmı) kesilmişse ya­rım diyete hükmetmiştir.[380]

*Me'mûme ve câife hakkında üçte bir diyete, munakkıle[381] için ise on beş deveye hükmetmiştir. Dilin, iki dudağın, taşakların, cinsel organın, belin, iki gözün diyetlerinin tam olduğuna; tek gözün, tek ayağın, tek elin diyetlerinin de yarım olduğuna hükmetmiştir. Kadına karşılık erkeğin kısas yoluyla öl­dürüleceğine de hükmetmiştir.'[382]

Hata yolu ile işlenen öldürme cinayetinde diyetin yüz deve olduğuna ve diyeti akilenin ödeyeceğine hükmetmiştir. Bu develerin yaşı hakkında riva-. yetler farklıdır: Dört Sünen'dç Amr b. Şuayb hadisinde: "30 binti mahâd, 30 binti lebûn, 30 hıkka ve 10 ibn lebûn (erkek)'den ibarettir." denilmiştir.[383] Hattabî, bu görüşte olan bir fakih bulunduğunu bilmediğini söylemiştir. Yine Sünen kitaplarında İbn Mes'ûd hadisinde ise diyetin beşli taksim­den ibaret olduğu belirtilir: "20 binti mahâd, 20 binti lebûn, 20 ibn mahâd, 20 hıkka ve 20 cezea."[384]

Taammüden katilde —eğer kan sahipleri razı olmuşlarsa— diyetin; 30 hıkka, 30 cezea, 40 halife olduğuna hükmetmiştir. (Eğer sulh olmuşlarsa) ne üzerine sulh oldularsa, o onlarındır.[385]                                            

İmam Ahmed ve Ebu Hanife, İbn Mes'ûd hadisi ile amel etmişlerdir. İmam Şafiî ve Mâlik ise ibn mahad yerine ibn lebûnu koymuşlardır ki her iki hadiste de bu yoktur.

Hz. Peygamber (s.a.) diyeti; devecilik ile uğraşanlar için yüz deve, sığır­la iştigal edenlere 200 sığır, koyunculuk yapanlara 2000 koyun, elbise işi ile uğraşanlara da 200 hülle (takım elbise) olarak belirlemiştir[386]

Amr b. Şuayb, babasından, o da dedesinden olmak üzere Hz. Peygam-ber'in (s.a.) diyeti; 800 dinar veya 8000 dirhem olarak belirlediğini rivayet etmiştir ,[387]

Dört Sünen sahipleri İkrime hadisinde İbn Abbas'tan şöyle dediğini nak­lederler: "Bir adam öldürüldü. Hz. Peygamber (s.a.) onun diyetim 12.000 (dirhem) kıldi."[388]

Hz. Ömer'in, "Develer pahalandı" dediğini ve diyet miktarını altından 1000 dinar, gümüşten 12000 dirhem, sığırdan 200, koyundan 2000, elbiseden 200 hülle olarak belirlediğini, ehl-i zimmetin diyetine ise dokunmadığını ve onu yükseltmediğini biliyoruz.'[389]

Dört Sünen 'in sahipleri, "Muâhidin (zimmî) diyeti hür müslümamn di­yetinin yarısıdır." hadisini rivayet etmişlerdir.[390]

İbn Mâce'nin lafzı şöyledir; "Ehl-i kitabın diyeti müslümanların diyet­lerinin yarısıdır. Ehl-i kitap, yahudi ve hıristiyanlardır."[391]

Fukaha bu konuda ihtilâf etmişlerdir: İmam Mâlik: "Onların diyetleri hata yollu öldürmede de, taammüden öldürmede de müslümanların diyetle­rinin yarısıdır." demiştir. İmam Şafiî: "Her ikisinde de üçte biridir." demiş­tir. Ebu Hanife ise: "Her iki türlü öldürmede de müslümamn diyeti ile aynı­dır." demiştir. İmam Ahmed ise: "Taammüden öldürmede müslümamn di­yeti gibidir." der. Hata yollu öldürmede ise kendisinden iki rivayet vardır. Birincisi: Diyetin yarısıdır, şeklindedir ki zahir mezhebi budur. İkincisi: üçte biridir.

İmam Mâlik, Amr b. Şuayb hadisinin zahiri ile amel etmiştir. İmam Şa­fiî ise, Hz. Ömer'in zimmîlerin diyetini 4000 dirhem olarak belirlemesi —ki müslümamn diyetinin üçte biridir— şeklindeki uygulamasına dayanır. İmam Ahmed de Amr hadisini almıştır. Şu kadar var ki, taammüden öldürmede kısas düşmüş olduğu için diyeti ceza olarak ikiye katlamıştır. Ona göre ken­disinden kısas düşen kimsenin üzerine ceza olarak diyet ikiye katlanır. İmam Ahmed, bu prensiple hadisin arasını böylece bulmak istemiştir. İmam Ebu Hanife'nin dayanağı ise, zimmî ile müslümamn arasında kısasın cereyan edeceği ilkesidir. Tabii bu eşitlik, diyetlerinin de eşit olmasını gerektirecektir.

Hz. Peygamber (s.a.), kadının diyetinin, tam diyetin üçte bir miktarına ulaşıncaya kadar erkeğin diyeti ile aynı olduğuna hükmetmiştir. Bunu Nesâî zikrediyor.[392] Sonra erkeğin diyetinin yarısı olur. Diyeti âkileye yüklemiştir ve koca ile katil kadının oğlunu diyetden muaf tutmuştur.[393]

Öldürülen bir mükâteb (âzâd konusunda anlaşmalı köle) hakkında ise şöyle hükmetmiştir: Mükâtebe borcundan ne kadarını ödemişse o oranda hür diyeti, geri kalan kısmı için ise köle diyeti, yani kıymeti ödenir. Aynı hüküm­le Hz. Ali, İbrahim en-Nehaî de hükmetmişlerdir. İmam ahmed'den de bir rivayet zikredilir. Hz. Ömer şöyle demiştir: "Mükâteb köle, borcunun yan­sını ödemişse o ğârim (borçlu) olur, bir daha köleliğe dönmez." Abdülmelik b. Mervan da böyle hükmetmiştir. îbn Mes'ûd, üçte birini; Atâ ise, dörtte üçüncü öderse ğârim sayılır demişlerdir. Bundan çıkan sonuç şudur: Hz. Pey-gamber'in (s.a.) bu hükmünün terkinde, ümmetin icmâı yoktur ve bu hük­mü nesheden bir delil de bilinmemektedir.

"Mükâteb, üzerinde tek bir dirhem kaldığı sürece köledir."[394] hadisi ile bu hüküm arasında bir çelişki yoktur. Çünkü mükâteb henüz köledir ve tam hürriyetine ancak (son kuruşuna kadar) ödemekle kavuşur. [395]

 

3— Zina, Lûtîlik ve Kazif Cezaları Hakkında Verdiği Hükümü

 

a) Zina İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Sahih-i Buharive Müslim'de rivayet edilir: Eslemlilerden bir adamjHz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve zina itirafında bulundu. Hz. Peygamber, kendi aleyhine dört defa şehadette bulununcaya dek kulak asmadı, sonra ona: "Sende

delilik var mı?" diye sordu. Adam: "Hayır!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evlendin mi?" diye sordu. Adam; "Evet" deyince, Hz. Peygamber emretti ve namazgahta (musalla) recmedildi. İlk taşa tutulduğunda adam kaçtı, ya­kalandı ve ölünceye kadar taşlandı. Hz. Peygamber (s.a.), onu hayırla andı ve cenaze namazını.kıldı.

Hadisin diğer bir rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hakkında bana ula­şanlar doğru mu?" diye sormuş. Adam: "Ne duydunuz?" deyince Hz. Pey­gamber "Bana ulaştığına göre sen falanca oğullarının cariyesi ile ilişkide bu­lunmuşsun." dedi. Adam: "Evet." cevabım verdi ve kendi aleyhine dört de­fa şehadette (ikrarda) bulundu. Hz. Peygamber (s.a.), sonra onu çağırarak aklından zoru olup olmadığını sordu. Adam: "Hayır." dedi. Evlenip evlen­mediğini sordu. "Evet." deyince, emretti ve recmedildi.

Yine her ikisindeki diğer rivayette ise: "Kendi aleyhine dört defa şeha­dette bulununca, Hz. Peygamber (s.a.) onu çağırdı ve: "Sende delilik falan var mı?" diye sordu. Adam: "Hayır." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evlen­din mi?" dedi. Adam: "Evet" diye cevap verdi. Hz. Peygamber de: "Götü­rün ve recmedin." buyurdu.

Buharî'deki bir metinde de şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.): "Belki de sen onu öptün veya kadına yeltendin yahut da ona baktın?" diye buyurunca adam: "Hayır ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.), kinayeli ifade kul-lanmaksızın: "Onu (şey) ettin mi?" diye sordu. Adam: "Evet." diye cevap verince, o zaman recmedilmesini emretti.

Ebu Davud'un rivayet ettiği bir hadis ise şöyledir: Adam kendi aleyhine dört defa şahitlik etti. Her defasında Hz. Peygamber (s.a.) ona kulak asma­dı. Beşincisinde ona döndü ve açıkça: "Onu (şey) ettin mi?" diye sordu. Adam: "Evet." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Senin şeyin onun şeyi içine girdi mi?" diye sordu. Adam: "Evet." dedi. Hz. Peygamber: "Milin sürmedanlığa, ipin kuyuya girdiği gibi mi?" diye sordu. Adam: "Evet." diye cevapladı. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Zina ne demektir biliyor musun?" diye sordu. Adam: "Evet, bir kişinin karısıyla helâl olarak yaptığım, ben onunla haram olarak yaptım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki, şimdi bu sözle ne demek istiyorsun?" di­ye sordu. Adam: "Beni temizlemeni istiyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) emretti ve adam recmedildi.[396]

Ebu Davud'un Sünen'inde: "Taşlar değince adam bağırdı ve şöyle dedi:

"Ey insanlar! Beni Allah'ın Rasûlü'ne geri çevirin. Kavmim, beni öldürdü ve beni aldattılar. Rasûlullah'ın beni öldürmeyeceğini söylediler." dediği ri­vayeti bulunmaktadır.[397]

Sahih-iMüslim'de şöyle anlatılır: Gâmidli kadın gelerek:!"Ya Rasûlal­lah! Ben zina ettim. Beni temizle!" demiş, Hz. Peygamber (s.a.) de onu geri çevirmişti. Ertesi gün olunca kadın: "Ya Rasûlallah! Beni niye geri çeviri­yorsun? Belki beni, Mâiz'i çevirdiğin gibi geri çevireceksin. Allah'a yemin ederim ki, ben gerçekten gebeyim." dedi. Efendimiz: "Olmazsa haydi doğu-runcaya kadar git (buradan)!" buyurdu. Kadın doğurduğunda çocuğu bir bez parçası içinde Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdi ve: "İşte! Onu doğurdum." de­di. Hz. Peygamber (s.a.): "Git, bu çocuğu sütten kesilinceye kadar emzir!" buyurdu. Kadın onu memeden ayırdıktan sonra çocuğun elinde bir ekmek parçası olduğu halde Hz. Peygamber'e (s.a.) getirdi ve: "İşte ya Rasûlallah! Onu sütten kestim, yemek yemeğe de başladı." dedi. Bunun üzerine Hz. Pey­gamber (s.a.) çocuğu müslümanlardan birine verdi, sonra emretti. Kadın, göğ­süne kadar kazılan bir çukura gömüldü ve recmettiler. Halid b. Velid bir taş­la kadına yönelmiş ve başına atmıştı da yüzüne kan sıçramıştı. Halid de ona söğmüştü. Hz. Peygamber (s.a.) işitince: "Yavaş ol ey Halid! İrade ve kud­reti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim; bu kadın öyle bir tevbe etti ki, onu bir baççı (sâhibu meks) yapsaydı mutlaka affolunurdu." buyurmuştur. Son­ra kadının (getirilmesini) emrederek cenazesini kılmış ve kadın defnedil-miştir.[398]

Sahih-i Buharî'âe ise Hz. Peygamber'in (s.a.), evlenmemiş (gayr-ı muh-san) zinakâr hakkında bir yıl sürgün ile had cezası uyguladığı belirtilir.[399]

Sahîhayn'âa. rivayet ediliyor: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelerek: "Ya Rasûlallah! Senden Allah aşkına aramızda ancak Allah'ın kitabı ile hü­küm vermeni dilerim." dedi. Öteki hasım —ki ondan daha anlayışlı idi—: "Evet, aramızda Allah'ın kitabıyla hükmet. Bana da müsaade buyur (anla­tayım)." dedi. Rasûluliah (s.a.): "Anlat." buyurdu. Adam şöyle anlattı: "Be­nim oğlum bu adamın yanında çıraktı. Derken karısıyla zina etmiş. (Oğluma recm lâzım geleceğini duydum) ve hemen onun namına yüz koyunla bir hiz­metçi fidye verdim. Bir de ulemaya sordum. Bana oğluma ancak yüz dayak­la bir yıl sürgün cezası lâzım geldiğini, bunun karısına da recm gerektiğini bildirdiler." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "İrade ve kudretiyle yasadığım Allah'a yemin ederim ki, aranızda mutlaka Allah'ın kitabıyla hük­medeceğim. Yüz koyun ve hizmetçi sana geri iade edilecek. Oğluna yüz değ­nekle bir yıl sürgün gerek. Haydi ya Üneys! Git bunun karışma. Şayet itiraf ederse onu recmediver." buyurdu. Kadın itiraf etti, Üneys de onu recrnetti.[400]

Sahih-i Müslim'de Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilir: "Bekârla bekâr (zina ederse) yüz değnekle bir yıl sürgün, evli ile evli (zina ederse) yüz değenkle recim vardır. "[401]

Bu uygulamalar şu hükümleri içerir:

1—  Evli zinakâr recmedilir,

2—  Dört defa ikrar olmadıkça recmedilmez.

3—  Dörtten az sayıda ikrarda bulunursa ikrar nisabına (dört defa) ta-mamlatılması gerekli değildir, bilâkis devlet başkanının kulak asmaması ve ona ikrarın tamamlatılmamasını tariz (dolaylı anlatma) yetkisi vardır.

4— Delilik, sarhoşluk gibi bir sebeple aklı başında bulunmayan bir kim­senin ikrarı boştur, dikkate alınmaz. Talâkı, azadı, yemini, vasiyyeti de böyledir.

5— Hadlerin namazgahta ikâmesi caizdir. Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) mescidlerde had cezalarının tatbikini yasaklaması ile çelişmez.

6— Hür ve muhsan (evli) olan bir kimsenin carîye ile zina etmesi halinde cezası, aynen hür kadınla zina etmiş gibi recmdir.

7— Yetkilinin, ikrar eden kimseye ikrar etmemesini çıtlatması müstahap-tır. Keyfiyetin iyice ortaya çıkması için ikrarda bulunana sorular sorması va­ciptir. Kadından elle, dudakla, gözle istifade etmek de (hadislerde) zina sa­yıldığından ötürü, ihtimali bertaraf için sorması gerekmektedir.

8— Yetkilinin, gereği halinde cinsel ilişki için kullanılan sarih ifadeyi kul­lanması caizdir.

9— Zinanın haram olduğunu bilmeyen kimseye had uygulanmaz. Çün­kü Hz. Peygamber (s.a.), zina eden sahabîye zinanın hükmünü sormuş, o da: "Kişinin karısıyla helâl olarak yaptığını ben onunla haram olarak işledim." diye cevap vermiştir.

10— Gebe kadına had uygulanmaz. Çocuğunu doğurup onu s sinceye kadar emzirmesi için mühlet verilir.

11—  Kadın recm ânında çukura gömülür.

12—  Devlet başkanının, recmi başlatması vacip değildir.

13— Eğer tevbe etmişlerse günahkârlara sövmek (hakaret) cais

14—  Zina cezasından dolayı öldürülenin cenazesi kılınır.

15— İkrarla cezaya çarptırılan kimse, cezasının tatbiki sırasında bağış­lanmasını ister ve kaçarsa, kendi haline bırakılır had cezası tamamlanmaz. Çünkü bu hali ikrarından rücû mânasına gelir, denilmiştir. Bazıları ise, bu haddin tamamlanmasından önce yapılmış bir tevbedir. Nasıl ki, hadde baş­lamadan önce tevbe ettiğinde hadde başlanmazsa bu durumda da had tamam­lanmaz, şeklinde yorum getirmişlerdir. Bu üstedımızın (İbn Teymiye) tercihidir.

16—Bir kimse, ben falan kadınla zina ettim deyince zina cezası yanında kazf (iftira) cezası uygulanmaz.

17—  Bâtıl sulhle elde edilen mal helâl olmaz, geri iadesi gerekir.

18— Devlet başkanı haddin uygulanması için başkasını görevlendirebi­lir (tevkil).

19— Evli zinakâra hem celd (değnek), hem de recm uygulanmaz. Çün­kü ne Mâiz'e, ne de Gâmidli kadına celd (değnek) cezası uygulanmamıştır. Üneys'e de, gönderdiği kadına celd cezasını emretmemiştir. Bu cumhurun gö­rüşüdür. Ubâde'den rivayet edilen: "Hükmü benden alınız. Allah kadınlar için bir yol (hüküm) kıldı: Evli evli ile (zina ederse) yüz değnek ve recm var­dır." şeklindeki hadis mensuhtur. Bu hüküm, zina cezasının ilk nüzulü sıra­sında idi. Sonra Mâiz'i ve Gâmidli kadırîı recmetmiş, celd cezası tatbik etme­miştir. Bunun Ubâde hadisinden sonra olduğunda şüphe yoktur. Sünen'deki Câbir hadisi ise farklıdır: "Adamın birisi zina etmiş, Hz. Peygamber (s.a.) de had cezası uygulanmasını emretmişti. Adam, daha sonra muhsan (evli) ol­duğunu ikrar edince, Hz. Peygamber (s.a.) emretmiş ve adam recmedilmiş-ti." Bizzat râvi olan Câbir, hadis hakkında: "Hz. Peygamber (s.a.), adamın muhsan (evli) olduğunu bilmiyordu. Bu yüzden had (celd) cezası uyguladı. Sonra adamın muhsan olduğu öğrenilmiş ve recmedilmiştir."[402] der.

20— Yapılan işin haram olduğu biliniyorsa, cezanın ne olduğunu bilme­mek' haddi düşürmez. Çünkü Mâiz, cezasının ölüm (recm) olduğunu bilmi­yordu. Bu cehaleti kendisinden haddi düşürmemişti.

21—  Hâkimin, kendi huzurunda yapılan ikrarla hükmetmesi caiz ohı-yor ve ayrıca ikrarın iki şahitçe de işitilmesi gerekmiyor. Bunu İmam Ahmed belirtmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Üneys'e: "Eğer kadın iki şahit hu­zurunda ikrar ederse onu recmet." dememiştir.

22— Dava konusu, halis Allah hakkı ise, hüküm için haKim huzurunda dava edilmiş olması şartı yoktur.

23— Bir kadına had cezası gerekiyorsa, d evle^ başkanının (yetkili) kadı­nı huzura getirtmeden, haddi ikâme edecek birisini ona göndermesi caizdir. Nitekim Nesâî, hadise böyle başlık atmıştır. Böylece kadınlar, hüküm mecli­sine getirilmekten korunmuş olurlar.

24— Devlet başkanı, hâkim ve müftü gibi kimselerin, verdikleri hüküm­de herhangi bir kuşkuları yoksa ve kesin inanıyorlarsa; o hükmün, Allah'ın hükmü olduğunu dair yemin etmeleri caiz olur.

25— Hadlerin ikâmesinde tevkil (görevlendirme) caizdir. Bu hususta dü­şünmek lâzım. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı istinabe (nâib kil-mak)dir.

26— Uygulama ve hükümler, erkek gibi kadının da sürüleceği hükmünü içermektedir. Ancak, eğer beraberinde mahremi de varsa gönderilir; yoksa kadın sürülmez. İmam Mâlik: "Kadınlar için sürgün cezası yoktur. Çünkü onlar avrettirler." demiştir. [403]

 

b) Ehl-i Kitaba Hadler Konusunda İslâm Ahkâmı İle Hükmetmesi:

 

Sahıhayn ve Müspetlerde rivayet edilmektedir: Yahudiler Hz. Peygam-ber'e (s.a.) gelerek kendilerinden bir erkekle kadının zina ettiklerini söyledi­ler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Recm hakkında Tevrat'ta ne buluyorsu­nuz?" diye sordu. Onlar: "Biz onları rüsvay (teşhir) ederiz ve sopa ile (celd) dövülürler." dediler. Abdullah b. Selâm hemen: "Yalan söylediniz! Tevrat'­ta recm hükmü vardır." dedi. Tevrat'ı getirdiler ve açtılar. Birisi recm âyeti­nin üzerini eli ile kapattıktan sonra üst ve alt tarafım okudu. Abdullah b. Selâm: "Elini kaldır!" dedi, adam elini kaldırdı. Bir de baktık orada recm âyeti var. Sonunda yahudiler: "Ya Muhammedi (Abdullah) doğru söyledi. Tevrat'ta recm hükmü vardır." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) de emretti ve her ikisi de recmedildi.[404]

Bu uygulama şu hükümleri içerir:

1— Zina cezasının tatbikinde aranan muhsan olma şartı için kişinin müs-lüman olması aranmamaktadır.

2— Evli zimmîler de birbirlerini muhsan yaparlar. İmam Ahmed ve Şa­fiî de bu görüşü benimsemişlerdir. Bu görüşte.olmayanlar, hadisin izahında ihtilâf etmişlerdir: İmam Mâlik, Muvatta 'dan başka bir yerde şöyle demiştir: "Yahudiler zimmî değillerdi." Sahih-i Buhari'dzki ifade ise, onların zimmet ehlinden oldukları şeklindedir. Şüphesiz bu olay Hz. Peygamber (s.a.) ile ara­larında geçen muahededen sonra olmuştur ve o sırada harp halinde değiller­di. Yoksa nasıl Hz. Peygamber'e (s.a.) muhakeme olmak için başurur ve hük­müne razı olurlar? Hadisin başka bir yoldan rivayetinde: "Bizi şu peygam­bere götürün. Çünkü O hafifletme (prensibi) ile gönderilmiştir." demiş-lerdir.[405]

Diğer bazı rivayetlerinde ise şöyledir: "Yahudiler O'nu (s.a.) ders ve oku­ma odalarına (midrâs) davet ettiier."[406] Hz. Peygamber (s.a.) gelmiş ve ara­larında hükmetmiştir. Şüphesiz onlar (bu haliyle) muâhade ve sulh ehli idiler

Bir başka grup ise şöyle te'vil yapmışlardır: Hz. Peygamber (s.a.) onlar Tevrat'ın hükmüne göre recmetti. Hâdisenin akışından bu açıkça anlaşıl maktadır.

Bu yorum onlara asla bir fayda sağlamaz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a. onların arasında mutlak adaletle (hakla) hükmetmiştir ve her halükarda uyul ması gerekir. Hak varken başka yol aramak sadece sapıklık değil midir?

Bir başka grup da; Hz. Peygamberin (s.a.) onları siyaseten recmettiğin söylemişlerdir. Bu, en olmayacak görüştür. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) on lan kendisinden başka hükme yer olmayan Allah'ın hükmüyle recmetmiştir

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu uygulamasından şu neticeler de çıkar:

3— Zimmîler davalarını bize getirdiler mi, aralarında ancak İslâm ah kâmı ile hükmedebiliriz.

4— Zimmîlerin, birbirleri hakkındaki şahitliklerinin kabulü gerekir. Çün kü bu uygulamada zinakârlar ikrarda bulunmamışlardır. Aleyhlerine müslü manlar da şahitlik yapmamışlardır. Çünkü onların zinalarını görmemişler dir. Nasıl olur ki, Sünen'&z bu hâdiseyle ilgili olarak Hz. Peygamber'in (s.a. şahitleri istediği, dört kişinin geldiği ve erkeğin âletini, milin sürmedanhğ girdiği gibi kadının uzvu içerisinde gördüklerine dair şehadette bulundukları yazılıdır.[407]

Bu hadisin bazı rivayetlerinde: "Onlardan dört kişi geldi." ifadesi, di­ğer bazılarında da: "Bana sizden dört kişi getirin." buyurduğu belirtilir.

5— Bu uygulama, recm ile iktifa edilip hem celd hem de recmin bir ara­da uygulanmayacağını gösterir. Ibn Abbas şöyle der: Recm Allah'ın kitabın­da vardır. Onu ancak inceliklere dalan kimse çıkarabilir. O da Allah'ın: "Ey ehl-i kitab! Rasûlümüz size kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açık­lamak üzere geldi." Âyetidir [408]Başkaları ise recm hükmünü: "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi."[409] âyetinden istin-bat etmişlerdir.                                                              

Zührî, hadisinde şöyle diyor: Bize ulaştığına göre, "Biz, içinde doğruya rehberlik ve nur olduğu halde Tevrat'ı indirdik. Kendilerini (Allah'a) vermiş peygamberler onunla yahudilere hükmederlerdi." âyeti onlar (yahudiler) hak­kında inmiştir. Nebî (s.a.) da onlardandı. (Âyette zikri geçen nebilerden.)[410]

 

c) Karısının Cariyesiyle Zina Eden Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Müsnedve dört Sünen'âz Habib b. Salim yolu ile rivayet edilen Katâde hadisinde şöyle anlatılır: Abdurrahman b. Huneyn, karısının cariyesi ile cin­sî ilişkide bulunmuştu. Küfe emîri olan Numan b. Beşîr'e şikâyet olundu. Nu-man: "Hakkında mutlaka Hz, Peygamber'in (s.a.) verdiği hükümle hükme­deceğim. Eğer karın cariyeyi sana helâl kılmışsa sana yüz değnek vururum, aksi halde seni recmederim." dedi. Karısının kendisine cariyesini helâl kıldı­ğını öğrendiler ve adama yüz değnek vurdu.[411]

Tirmizî, hadis hakkında şöyle diyor: Bu hadisin senedinde ıztırab vardır (muztarib). Muhammed'i (Buhari'yi) şöyle derken işittim: "Katâde bu hadi­si, Habib b. Sâlim'den işitmemiştir. Aksine Halid b. Urfuta'dan rivayet et­miştir. Ebu Bişr de bu hadisi Habib b. Sâlim'den işitmemiş, Halid b. Urfuta'dan rivayet etmiştir." Muhammed'e (Buharî) bu hadisi sordum. Bana: bu hadisi reddediyorum," dedi, Nesâî de: "O muztariptir." demiştirJ Hatim er-Râzî ise, Halid b. Urfuta'nın meçhul olduğunu söyler.

Müsnedvç Sünen'de ise Kabîsa b. Hureys—Seleme b. el-Muhabbık sene­diyle şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.), karısının cariyesi ile ilişkide bulunan birisi hakkında şöyle hüküm vermiştir: "Eğer cariyeyi zorlamışsa, cariye hürdür ve adamın, cariyenin bir benzerini (benzer bir cariye) hanımı­na vermesi gerekir. Eğer cariye gönüllü karşılık vermişse, cariye adamındır; adamın hanımına, benzeri bir cariye vermesi gerekir."[412]

Âlimler, bu hükümle amel hakkında ihtilâf etmişlerdir. Zahir mezhebinde İmam Ahmed bu hükümle amel görüşündedir. Çünkü hadis hasendir. Halid b. Urfuta'dan, iki sika râvi, Katâde[413] ve Ebu Bişr rivayette bulunmuşlar­dır; onun cerh edildiği de bilinmemektedir. Bir râvinin cehaleti, kendisinden iki sika râvinin rivayette bulunmasıyla ortadan kalkar. Kıyas ve şer'î kaide­ler de bu hükmün gereği ile amel etmeyi gerektirir. Şöyle ki, karısının cariye­yi kendisine helâl kılması haddin düşürülmesini gerektiren bir şüphedir. Ta'-ziri ise düşürmez. Vurulan yüz değnek de ta'zir olur. Eğer helâl kılmamış ise, ilişki zina olur ve bir şüphe de yoktur. Bu durumda da recm cezası vardır, Şimdi bu uygulamada kıyasa muhalif ne var?

Seleme b. el-Muhabbık hadisine gelince, eğer sahİhse onunla amel etmet ve ondan yüz çevirmemek gerekir. Ancak Nesâî: "Bu hadis sahih değildir.' der. Ebu Davud ise: "Ahmed b. Hanbel'i işittim, şöyle diyordufSeleme b el-Muhabbık'tan rivayet eden kimse bilinmemektedir. Ondan Hasan —yan Kabîsa b. Hureys—'den başkası da rivayet etmemektedir." der. Buharı ist Tarihinde: "Kabîsa b. Hureys, Seleme b. el-Muhabbık'tan işitmiştir. Hadi si  üzerinde  ise  durmak  lâzım"   diyor.   İbnü'l-Münzir:   "Seleme  o.   El Muhabbık'ın haberi sabit olmaz." derken, Beyhakî: "Kabîsa b. Hureys ma­ruf değildir." der. Hattabî: "Bu münker bir hadistir. Kabîsa maruf değildir, böyle bir hadis hüccet olmaz. Hasan, her duyduğundan hadis rivayetinde bulunmaya aldırmayan bir kimsedir." der.

Başka bir grup, hadisi kabul etmiş, sonra ihtilâfa düşmüşlerdir: Bir kıs­mı; mensuhtur, bu hadlerin nüzulünden önceydi, demiştir.

Bir başka kısmı ise; hayır mensuh değil demişler ve hadisin izahını şöyle yapmışlardır: "Adam cariyeyi zorlayınca, onu artık hanımefendisine karşı ifsad etmiş, yaramaz hale sokmuş olur. Ona uygun biri olmaz. Ayrıca cariye bundan ar duyar ki, bu manevî bir işkence (müsle)dir."[414] Manevî müsle ger­çek (hissî) müsle gibidir, hatta daha büyüktür. Böylece zoraki ilişki iki husu­su içermiş olur: 1) Cariyeyi hanımefendisine yaramaz hale getirme, 2) Cari­yeye karşı manevî müsle. Bu iki durum, cariyenin bedelinin hanımefendisine ödenmesini ve cariyenin de azadını gerektirir.

Eğer cariye gönüllü karşılık vermişse, bu durumda ilişki cariyeyi hanı­mefendisine yaramaz kılar ve adam tarafından cariyenin kıymetinin hanıme­fendiye ödenmesi gerekir. Adam cariyeye de sahip olur. Çünkü cariyenin kıy­meti ödenmek üzere adamın boynuna borç olmuştur. Gönüllü karşılık verip kendi de istediği için ilişki, müsle şüphesinden çıkar. Bu yorumu yapanlar şöyle diyorlar: "Manevî itlafın, maddî (hissî) itlaf şeklinde telakki edilmesi (onun mertebesinde tutulması) haktan uzaklaşma sayılmaz. Çünkü her ikisi de mâlikin, mülkünden faydalanmasına engel olmaktadır. Hiç şüphesiz zev­cenin cariyesi, kocası tarafından iğfal edilmişse, artık daha önceden olduğu gibi kendisine yaramaz.".Bu hüküm en güzel hükümlerden biridir, usulî kı­yasa da uygundur.

Kısaca: Bu hükümle amel, hadisin kabulüne dayalıdır. Muhalifler ne kadar çok olurlarsa olsunlar, onların çokluğu hükme (veya hadise) bir zarar vermez. [415]

 

d) Lûtîlik Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.), livata hakkında şöyle veya böyle bir hükümde bulunduğu sabit değildir. Çünkü bu fiil, Arapların bilmediği bir işti. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) de böyle bir dava intikal etmemişti. Şu kadar var ki kendisi­nin: "Yapanı da, yapılanı da öldürünüz." buyurduğu vakidir. Bunu dört Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir. İsnadı sahihtir. Tirmizî: "Bu hasen bir hadis." demiştir.[416]

Hz. Ebu Bekir bu hadisin gereği ile hükmetmiştir. Sahabe ile istişareden sonra —içlerinde en katıları Hz. Ali idi— Halid'e de aynısını yazmıştır.

İbnü'l-Kassâr ve üstadımız (İbn Teymiye) şöyle diyorlar: Sahabî, livata-mn hükmünün öldürme olduğunda icmâ etmiştir. İhtilâfları sadece öldürme­nin nasıl olacağı hakkındadır. Hz. Ebu Bekir: "Yüksekten atılır." Hz. Ali: "Üzerine duvar yıkılır." İbn Abbas: "Taşla öldürülürler." demişlerdir[417] Görüldüğü üzere hepsi de öldürüleceğinde hemfikirdirler, İhtilâf keyfiyette dir. Bu hüküm, Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâh düşmeyen yakını ile ilişkidt bulunan kimse hakkındaki hükmüne de uygun düşmektedir. Çünkü her ik yönden de ilişkide bulunmak faile hiçbir halde mubah olmamaktadır. Bu yüz den İbn Abbas (r.a.) hadisinde her ikisi bir arada zikredilmiştir. Ondan şöylı rivayet edilir: "Lût kavminin amelini işleyen birini bulursanız öldürünüz.' Yine ondan: "Nikâh düşmeyecek yakın mahremi ile ilişkide bulunanı öldü rünüz." rivayeti mevcuttur. Müsned bir hadisinde de: "Kim bir hayvanla mü nasebette bulunursa, onu öldürün ve beraberinde hayvanı da öldürün." ri vayetinde bulunmuştur[418]

Bu hüküm, Şâri'in hükmüne uygundur. Çünkü haramlar katmerleştifc çe cezalan da ağırlaşmaktadır. Hiçbir zaman ilişkide bulunulması helâl o: mayan bir kadınla ilişkide bulunmak bazı durumlarda (meselâ nikâhlı oh rak) kendisi ile ilişki helâl olan bir kadınla münasebette bulunmaktan dah ağır bir cürümdür. Cezası da o oranda ağır olur. İmam Ahmed, kendisinde nakledilen iki rivayetten birisinde, hayvanla münasebette bulunmanın hül mü ile livatanın hükmünün aynı olduğunu belirtmiş ve her halükârda öldt aileceğini veya cezasının z!na cezası olduğunu ifade etmiştir.

Selefin bu konuda ihtilâfı vardır: Hasan: "Lûtinin cezası, zina cezası­dır." demiştir. Ebu Seleme ondan; behemehal öldürüleceğini de nakletmiş-tir. Şa'bî ve Nehaî, ta'zir edileceğini söylemişlerdir. İmam Şafiî, Mâlik, Ebu Hanife ve bir rivayette Ahmed de onların bu görüşünü almışlardır. Hadisin râvisi olduğu halde İbn Abbas (r.a.) da böyle fetva vermiştir. [419]

 

e) Belirli Bir Kadınla Zina Ettiği İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), belirli bir kadınla zina ettiğini itiraf eden bir kim­se hakkında zina cezasını uygulamış, ayrıca iftira cezası tatbik etmemiştir. Sünen'âe Sehl b. Sa'd hadisinde şöyle anlatılır: "Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve adını verdijği bir kadınla zina ettiğine dair ikrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) kadına haber gönderdi ve durumu sordu. Kadın, zina etti­ğini inkâr etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), adama had cezası (celd) vurdu. Kadım İse serbest bıraktı. "[420]

Bu uygulama iki hususu içeriyor:

1— Kadın yalanlasa bile (ikrarda bulunan) adama haddin gerekliliği. Ebu Hanife ve Ebu Yusuf, kadının inkârı durumunda erkeğe had uygulanmaya­cağı görüşündedirler.

2— Kadına iftira etmiş olacağı için ayrıca bir kazif (iftira) cezası gerek­meyeceği.

Ebu Davud'un Sözen'inde İbn Abbas'tan rivayet ettiği hadise gelince ki, şöyledir: Bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve bir kadınla zina ettiğine dair dört defa ikrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) de bekâr olduğu için yüz değnek vurdu. Sonra kadının aleyhine kendisinden beyyine istedi. Kadın ise: "Vallahi yalan ya Rasûlallah!" dedi. Bu kez de adama iftira cezası ola­rak seksen değnek vurdu.[421]

İşte bu hadis hakkında Nesâî: "Bu, münker bir hadistir." demiştir. Ha­disin isnadında Kasım b. Feyyaz e]-Enbarî es-San'inî vardır ki, pek çokları onu tenkit etmişlerdir. İbn Hibbân da bu hadisle ihticacda bulunmanın bâtıl olduğunu söylemiştir. [422]

 

f) Zina Eden Cariye Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), cariye zina eder ve muhsan (evli) da olmazsa celd (döğme) ile hükmederdi.[423]» Cariyelerle ilgili olan: "Evlendikten sonra fuhuş (zina) yaparlarsa onlara hür kadınların cezasının yarısı (uygulanır). "[424]âye­tine gelince; bu âyet, evlendikten sonra cariyenin cezasının, hür kadına uy­gulanan celd (değnek) cezasının yarısı olduğu hakkındadır. Evlenmeden Ön­ce zina etmesi durumunda ise Hz. Peygamber (s.a.), celd uygulanmasını em­retmiştir.                                                  

Celd konusunda iki görüş vardır:                       

1) Bu bir haddir. Şu kadar var ki, evlenmeden önce ve sonrası \A fark­lıdır. Evlenmeden önce cariyenin efendisi tarafından ikâmesi mümkft iken, evlendikten sonra ancak devlet başkanı tarafından uygulanır.

2) Evlilikten önce çeldi ta'zirdir, had değildir. Bu, Müslim'in Sahih'inde rivayet edilen şu hadisi iptal etmez. Ebu Hureyre merfû olarak Hz. Peygam­ber'e (s.a.) nisbet ediyor: "Birinizin cariyesi zina ederse onu döğsün (celd) ve ayıplamasın (başına kakmasın). Üç defa böyle davransın. Dördüncü defa yine yaparsa yine döğsün ve onu bir örme (ip) karşılığında bile olsa satsın." Bir rivayetinde de: "Onu Allah'ın kitabı gereği dövsün." ifadesi vardır.[425]

Yine Müslim'de, Hz. Ali (r.a.) .bir hitabesinde şöyle demiştir: Ey insan­lar! köleleriniz evli olsun olmasın, onlara haddi tatbik ediniz. Çünkü Hz. Pey­gamber'e (s.a.) ait bir cariye zina etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bana, ona celd vurmamı emretmişti. Ben de baktım ki, cariye henüz nifastan yeni çık­mış. Ona celd uygularsam öldüreceğimden korktum (ve uygulamadım). Du­rumu Hz. Peygamber'e anlattım, Bana: "(Aferin) iyi yapmışsın." buyurdu[426]

Şeriat literatüründe "ta'zir" ifadesinin kapsamına "had" de girmekte­dir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.): "On kamçıdan fazlası ancak Allah'ın koyduğu hadlerden birinde vurulabilir."[427] hadisinde bu durum sözko-nusudur.

Hem cins hem de miktar bakımından ondan daha fazlasıyla yapılan ta'-zir cezalan pek çok yerde sabittir ve neshi de vâki değildir. Hilâfına da icmâ yoktur.

Her nasıl olursa olsun, cariyenin evlenmeden önceki hali ile sonraki ha­linin farklı olması gerekir. Aksi takdirde (âyetteki) kayıtlamanın bir mânası olmaz. Yahut, evlilikten önce cariyeye had yoktur denecektir ki sahih sünnet bunu iptal etmektedir. Veya evlilikten önceki cezası hür kadının cezasıdır, evlilikten sonra ise yarasıdır denilecektir. Bu ise kesinlikle bâtıldır. Şeriatın kaidelerine ve usûle muhaliftir. Ya da şöyle denilecek: Evlilikten önce döğül-mesi (celd) ta'zir, evlilikten sonra ise haddir. Bu yorum daha güçlüdür. Bir başka yorum da şöyle olacaktır: İki durum arasındaki fark haddin uygulanı­şı konusundadır, sayısında değildir. Evlilikten öncesinde olursa haddin uy­gulanması efendiye ait iken, sonrasında yapılması durumunda had devlet baş­kanı tarafından uygulanacaktır. Bu, getirilen yorumların içerisinde doğruya en yakın olandır.

Şöyle de denebilir: Âyetteki, evlilikten sonra cezanın hür kadının cezası­nın yarısı olacağı şeklindeki kayıt, bir yanlış anlamanın önüne geçmek için olabilifc. Şöyle ki: Birileri, bekâr birisine uygulanan celd cezası naşı! ki evli­likle recme dönüşüyorsa, cariyenin cezası da evlilikle hür kadının had cezası­na dönüşür, şeklinde yanlış anlayabilir. Cezanın yarıya indirilmesi, cariyenin ekmel haline yani evlilik sonrasına ait suç için zikredildi ki, bu dönemde bu kadarla yetinüdiğine göre evlilik öncesinde o kadarla yetinileceği evleviyetle anlaşılsın. Doğruyu en iyi Allah bilir.

Zina eden ve had cezasının tatbikine tahammülü bulunmayan bir hasta hakkında Hz. Peygamber (s.a.), içerisinde yüz (koruk) hurma bulunan bir salkım alınmasını ve onunla hastaya bir defa vurulmasını hüküm buyurmuş­lardır.'[428]

 

g) Kazif (İftira) Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), eşi (Âişe)nin beraetine dair Allah vahiy indirince kazf (iftira) cezasına hükmetmiş ve iki erkekle bir kadına had tatbik etmiştir. Bunlar Hassan b. Sabit, Mistah b, Üsâse'dir. Ebu Cafer en-Nüfeylî, kadının Hamne bt. Cahş olduğunu söylediklerini ifade eder,[429]

 

4— İrtidat, İçki ve Hırsızlık Cezalan Hakkında Verdiği Hükümler:

 

a)  İrtidat Hakkındaki Hükmü:

 

Dinini değiştiren kimse hakkında öldürülmesine hükmetmiştir[430] Kadın1 erkek ayvnmı yapmamıştır. Ebu Bekir es-Sıddîk de, müsluman olduktan sonratî irtidat eden ve Ümmü Kırfe adı verilen kadını öldürmüştür.[431]   

 

b)  İçki İçen Hakkındaki Hükmü:

 

îçki {hamr) içen hakkında dal, pabuç (gibi şeylerle) döğmelerine hük-.,A metmişti ve kırk adet vur(dur)muştu. Hz. Ebu Bekir de Peygamberimizi ta- I kip etmiş ve içki içenlere 40 sopa vurmuştu[432]

Abdürrezzak'ın, Musannef'mde Hz. Peygamber'in (s.a.), içki içenlere 80 sopa vurduğu rivayet edilmiştir[433]

İbn Abbas (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) içki hakkında belli bir ceza koy­mamıştır." demiştir.[434]

Hz. Ali (r.a.) ise: "Hz. Peygamber (s.a.) içki cezası olarak kırk sopa vur­du. Hz. Ebu Bekir de kırk vurdu. Hz. Ömer ise seksene iblağ etti. Hepsi de sünnettir." der.[435]

Hz. Peygamber'in (s.a.) dördüncü veya beşinci defa tekrar içen kimse­nin öldürülmesini emrettiği de sahih olarak bilinmektedir.[436] İlim adamları, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Mensuhtur diyenler olmuştur ve nâsih (neshe-dici delil) olarak da: "Bir müslümanın kanı ancak şu üç şeyden biri sebebiy­ledir. "[437] hadisi gösterilmiştir. Muhkem olduğunu, —özellikle de âmmın son­ra vârid olduğu bilinmiyorsa— hâs ile âmm (özel ve genel) nasslar arasında tearuzun bulunmadığını söyleyenler de olmuştur.

Bazılarınca da neshedici delil, Abdullah Himar hadisidir. Çünkü bu zat, içki içtiği için defalarca Hz. Peygamber'e (s.a.) getirilmiş, Hz. Peygamber de ona celd (dayak) tatbik etmiş ve öldürmemiştir[438]

Bir yorum da şöyledir: Eğer pek sık içer, had onu engellemez ve cezayı küçümserse, maslahat gereği olarak öldürülmesi ta'zir kabilinden olmuş olur. Devlet başkanının, böyle birisini had olarak değil de ta'zir yoluyla (siyase-ten) öldürme yetkisi vardır. Abdullah b. Ömer'den (r.a.) şöyle dediği sahih olarak bilinir: "Dördüncüde siz onu bana getirin. Sîzin adınıza onu öldür­mek bana ait." Bu sözlerin sahibi İbn Ömer, Hz. Peygamber'in (içki içenin dördüncü defada) öldürülmesini isteyen emrini rivayet eden râvilerden biri­dir. Bu râviler: Muâviye, Ebu Hureyre, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Amr ve Kabîsa b. Züeyb'dir (r. anhum).[439]

Kabîsa hadisi: Bu hadiste öldürmenin "had" olmadığına veya mensuh bulunduğuna dair delâlet vardır. Çünkü hadiste şöyle denmektedir: "îçki iç­miş bir adam Rasûlullah'a (s.a.) getirilmişti. Hz. Peygamber ona celd uygu­ladı. Sonra yine getirildi, yine celd uyguladı. Sonra yine getirildi, yine celd tatbik etti. (Sonra yine getirildi yine celd tatbik etti) ve öldürmeyi kaldırdı. Daha önce ruhsattı." Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[440]

Hz. Ali'den rivayet edilen ve sıhhatinde ittifak edilen şu hadis hakkında itirazda bulunulabilir. Hadis şöyle: Hz. Ali: "Üzerine had uygulanıp da ölen kimse için asla diyet ödeyecek değilim. Ancak içki içenfin durumu) bundan müstesna. Çünkü Rasûlullah (s.a.) bu konuda bir hüküm koymadı. Uygula­dığımız bu ceza bizzat bizim kendi görüşümüz." demiştir. Ebu Davud'un lafzı böyledir. Buharı ve Müslim'in lafzı ise: "Çünkü Rasûlullah (s.a.) öldü ve onu .bir hükme bağlamadı." şeklindedir[441]

Deniliyor ki: Bu ifadeden maksat, Hz. Peygamber'in (s.a.) içki hakkın­da diğer hadlerde olduğu gibi artırılamaz-eksiltilemez bir ceza miktarı belir­lemesine gitmediğini ifade olmalıdır. Yoksa nasıl olur, bizzat Hz. Ali'nin kendisi Hz. Peygamberin (s.a.) içki için kırk (sopa) vurduğuna şahitlik etmiştir.

Hz. Ali: "Bu bizzat bizim kendi görüşümüz" sözü ile içki cezasının sek­sen sopa ile takdir edilmesini kasdetmektedir. Zira Hz. Ömer ashabı topla­mış ve onlarla istişare etmiş, onlar da seksen olarak belirlenmesini işaret etmişler, Hz. Ömer de öylece yürürlüğe koymuştur. Sonra Hz. Ali kendi hi­lâfeti döneminde 40 sopa olarak uygulamış ve: "Bu bana göre daha iyi." de­miştir.

Hadisler üzerinde dikkatlice düşünen kimse görür ki, içki cezasında kırk sopa vurulması haddir. Ziyade edilen diğer kırk sopa ise üzerinde ashabın ittifak ettikleri tavır nevindendir. Öldürme cezası ise ya mensuhtur ya da deviet başkanının görüşüne bırakılmış maslahat gereği bir tasarruftur. Devlet baş­kanı insanların içki cezasını önemsemeyerek içkiye düşkünlük gösterdiklerini görür ve diğerlerinin ibret almaları ve içkiden vazgeçmeleri için birini öldür­meyi uygun görürse, böyle bir yetkisi mevcuttur. Nitekim Hz. Ömer, içki yü­zünden başı kazıtma ve sürgün gibi cezalar da uygulamıştır. Bu devlet baş­kanlığı tasarrufları ile ilgili hükümlerden biri olmaktadır. Tevfik Allah'­tandır.[442]                                                                

 

c) Hırsızlık Yapan Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.) değeri üç dirhem olan bir kalkan için hırsızın elini kesmiştir.[443]                                                                      

Çeyrek dinar (değerinden) daha az şeyler için el kesilmeyeceğine hükmet­miştir[444]

Şöyle buyurduğu sahih olarak bilinmektedir: "Çeyrek dinar için kesin, daha az olan şeyler için kesmeyin." Hadisi İmam Ahmed nakletmiştir[445]

Hz. Âişe şöyle demiştir: "Rasülullah (s.a.) zamanında hırsızın eli çelik veya deriden mamul bir kalkan kıymetinden —ki her ikisi de bîr değer ifade eder— daha az değerde bir şey için kesilmemiştir."[446]

Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu bilinmektedir: "Allah hır­sıza lanet eylesin! îpi çalar da eli kesilir, yumurta çalar da eli kesilir."[447]

Bu hadisteki "ip"ten maksadın "gemi ipi" olduğu ve yumurtadan miğ­fer (beydatu'î-hadtd) kastedildiği söylenmiştir. Her türlü ip ve yumurta ol­duğunu söyleyenler de olmuştur. Bazıları ise: "Bu olacağı önceden haber ver­mek kabilindendir. Yani kişi bunu çalar, giderek işi büyütür ve bu elinin kesilmesine sebep olur." demişlerdir. A'meş: "Âlimler ondan miğfer (beydu'l-hadıd) kastedildiği görüşündedirler. İpten de maksatları birkaç dirhem ede­cek bir iptir." demiştir.

Başkalarından ödünç alan, sonra da inkâr-eden bir kadın;hakkmda eli­nin kesilmesine hükmetmiştir[448]

İmam Ahmed der ki: "Bu hükümle amei etmiştir ve uygulamayadır mu­arız da yoktur.[449]                                                                  

Yağmacı, soyguncu (muhtelis) ve hâinden el kesmenin düşürülmesine hük­metmiştir.[450] Hâinden maksat emanete hıyanet edendir. Ödünç (iare) alınan şeyin inkârı ise şer'an hırsız (sarık) isminin kapsamına girer. Çünkü Hz. Pey­gamber (s.a.), ödünç aldığını inkâr eden kadın hakkında kendisine şikâyette bulunduklarında elini kesmiş ve: "İdare ve kudretiyle yaşadığım Allah'a ye­min ederim ki Muhammed'in kızı Fâtıma da çalsa (hırsızlık etse) mutlaka onun elini de keserdim.*' buyurmuştur.[451]

Hz. Peygamber'in (s.a.), iareyi inkâr edeni "sarık = hırsız!" kapsamına sokması, sair müskiratı "hamr=şarap" isminin kapsamına sokması gibidir. Bu nokta düşünülmelidir. Böylece (sünnet), Allah'ın kelâmını İan ne kaste­dildiğini ümmete açıklamaktadır.

Meyve ve hurma cümmarı (keser=hurma ağacından çıkan ve yenen ak bir nesne) çalan kimseden el kesme cezasını düşürmüş ve bunlardan ihtiyacı olup da yiyenlere bir şey lâzım gelmeyeceğine, beraberinde götürenler için ise iki mislini tazmin ve ayrıca ceza gerekeceğine hükmetmiştir.

Meyveyi (kurutmak için toplanan) harman yerinden çalan kimseye — eğer çaldığı kalkan değerine ulaşıyorsa— el kesme cezası uygulanır[452] Bu Hz. Peygamber'in (s.a.), hakkı bâtıldan ayıran ve adaleti temsil eden hükmüdür.

Otlağından alınan koyun için iki katı kıymetine hükmetmiş, ayrıca ibret cezası vermiştir. Yatalgasından (ağıl vb.) alınan koyun için ise —kalkan de­ğerine (nisâb) ulaşıyorsa— el kesilmesine hükmetmiştir.[453]

Safvân b. Ümeyye'nin, mescidde uyurken üzerindeki ridasını çalan kimse hakkında el kesmeye hükmetmiştir. Safvân, rida'yı hırsıza hibe ya da satmak isteyince: "Onu bana getirmenden önce olaydı ya." buyurmuştur[454]

Mescidde kadınların bulunduğu yerden bir kalkan (türs) çalanın elini kes­miştir.[455]

Humus (beytülmal birimlerinden biri) kölelerinden olup da yine humus mallarından çalan bir köleden el kesmeyi düşürmüş ve: "Allah'ın malı, bazı­sı bazısını çalmış." buyurmuştur. Hadisi İbn Mâce rivayet etmiştir.[456]

Kendisine bir hırsız getirildi. Adam itiraf etti. Yanında mal yoktu. Hz. Peygamber (s.a.): "Sanmam ki o çalsın." buyurdu. Adam: "Evet (çaîdım)." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bunu iki veya üç defa tekrarladı. Sonunda emret­ti ve adamın eli kesildi.[457]

Yine bir başka hırsız getirildi. Hz. Peygamber (s.a.): "Onun çaldığını sanmıyorum." buyurdu. Adam: "Evet çaldım." deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Götürün ve (elini) kesin. Sonra da (kanın kesilmesi için ateşle ya da kayar yağ ile) dağlayın ve bana getirin." buyurdu. Adamın eli kesildi ve sonra Hz. Peygamber'e getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Allah'a tevbe et!" buyurdu. Adam: "Tevbe ettim." deyince Hz. Peygamber: "Allah tevbeni kabul etsin." buyurdu.[458]

Tirmizî, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir hırsızın elini kestiğini ve elini boy­nuna astığım belirtmiştir. Hadisin hasen olduğunu da ifade etmiştir[459]

 

d)  Birini Hırsızlık Suçuyla İtham Eden Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Ebu Davud, Ezher b. Abdillah'tan şöyle rivayet etmiştir: Bazı kimsele­rin eşyaları çalınmıştı. Birkaç dokumacıdan şüphelendiklerini söyleyerek Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabîsi Numan b. Beşîr'e (şikâyete) geldiler. Numan şüp­helileri birkaç gün hapsettikten sonra salıverdi. Şikâyetçiler ona gelip:

  Onları dövmeden, sorguya çekmeden tahliye mi ettin?, dediler. Nu­man onlara:

  Ne istiyoıaunuz? Dilerseniz onları döverim. Eşyalarınız onlarda çı­karsa ne âla, yoksa onların sırtlarından aldığım kadarını sizin sırtlarınızdan da alırım (onları dövdüğüm kadar sizi de döverim), dedi. Onlar:

  Hükmün bu mu? diye sordular. Numan da:

  Allah ve Rasûlü'nün hükmü, diye cevap verdi[460]  

 

e)  Hırsızlık Cezası Hakkındaki Uygulama ve Hükümlerden Çıkan Sonuçlar:                                                           

 

Zikri geçen uygulama ve hükümlerden çıkarılan neticeler şunlardır:

1— Üç dirhem veya dörtte bir dinardan daha az bir şey karşılığında el kesilmez.

2— İsim vermeksizin büyük günah işleyenlere Iânet etmek caizdir. Nite­kim Hz. Peygamber (s.a.), hırsıza, riba yiyene, yedirene, şarabı içene, sıka­na, Lût kavminin amelini işleyene lanet etmiş;[461] eşek lâkaplı Abdullah'a ise şarap içtiğinde lanet etmeyi yasaklamıştı.[462] Bu iki durum arasında bir çelişki yoktur. Çünkü lanetleme durumlarında, lanetin bağlandığı vasıf mev­cut ve laneti gerektirmektedir. İsim zikretmeye gelince durum farklıdır. Bel­ki de büyük günah işlese bile, kendisine lanetin yağmasını bertaraf edecek hemen akabinde yapılan ve onu silecek bir iyilik yahut tevbe veya keffâret olacak bir musibet ya da Allah'tan af gibi bir durum mevcut olabilir. Bun­dan dolayı günah işleyenler genel olarak lanetlenebilir, ama falan kişiye diye belirtilerek lanet edilemez.

3— Sedd-i zerâi'ye işaret vardır. Çünkü (nisaba ulaşmadığı halde) ip ve yumurta çalmanın neticede el kesme noktasına ulaştıracağını bildirmiştir.

4—  İareyi inkâr edenin elinin kesilmesi. Bu tür inkarcı —geçtiği gibi— şer'an hırsızdır.

5— El kesme cezası gerektirmeyen hırsızlık olaylarında, çalınan şeyin iki kat kıymeti ile ödetilmesi cihetine gidilir. İmam Ahmed buna temas etmiş ve: "Kendisinden kesme cezası düşen kimseye iki kat tazminat gerekir." demiş­tir. Hz. Peygamber'in bu konudaki hükmü, daldaki meyvelerin çalınması ile otlağından koyun çalınması şekillerinde daha önce geçmişti.

6— Tazirle tazmin cezalarının bir arada verilebilmesi. Bu takdirde mâli ve bedenî iki ceza toplanmış oluyor.

7— El Kesme için, lihırz= koruma altına alınması" şartının aranması. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), ağaçtan meyve çalandan kesme cezasını düşü­rürken, harman yerinden çalan kimse için gerekli görmüştür. Ebu Hanife'ye göre: Meyve, çabuk bozulmaya maruz olduğu için malhğında bir noksanlık vardır ve bu yüzden el kestirmemiştir. Ebu Hanife bu uygulamayı çabuk bo­zulabilen her türlü mala teşmil ederek bir asıl yapmıştır. Cumhurun görüşü daha doğrudur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), meyve hakkında üç ayrı hü­küm getirmiştir: a) Ağzı ile oracıkta yemesi hali, bir şey gerekmez, b) Ağa­cından alıp (yemeyip) bahçeden çıkarır götürürse iki katı ile ödettirilir ve eli kesilmez, dövülür, c) Harman yerinden (koruma altında olan yerden) çalar­sa, kuruma işi ister tamamlansın ister tamamlanmasın esas alınan husus me­kân ve hırz unsurudur, meyvenin kuruluğu yaşlığı değildir. Bu takdirde de eli kesilir. Hz. Peygamber'in, koyunun otlağından çalındığında el kesme ce­zasını uygulamayıp, yatalgasından (ağıl vb.) çalındığında cezayı tatbik etme­si de esas itibarın hırz olduğuna delâlet etmektedir.

8— Mâli cezaların mevcudiyeti. Bu konuda çeşitli hadisler vardır ve bun ların bir muarızı da yoktur. Râşid halifeler ve diğer ashap da bu şekilde uy gulayagelmişlerdir. En çok mâli ceza uygulayan da Hz. Ömer olmuştur.

9—  İnsan nerede olursa olsun, ister mescidde ister hariçde, üzerindek elbise ile altındaki yatağını koruma altına almış sayılır.

10— Koyulması mutad olan şeyler için mescid hırz sayılır. Zira Hz. Pey gamber (s.a.), mescidden bir kalkan çalanın elini kesmiştir. Buna göre mes cidden hasır, kilim, kandil vb. çalanın eli kesilir. Bu görüş Hanbelî mezhe bindeki iki görüşten birini teşkil eder. Bu görüşte olan başkaları da vardır "Hayır, bunlardan el kesilmez" diyenler, "Çünkü onlarda onun da hakk vardır. Eğer hakkı olmasa —zimmî gibi— o takdirde eli kesilir." şeklind izah getirmektedirler.

11_ Hırsızlık olaylarında el kesilmesi için dava (mutâlebe) şartı vardır Yetkiliye intikal etmeden çalman şey hırsıza hibe edilse veya satılsa el kesm cezası düşer. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Onu bana getirmenden öne olsaydı ya." buyurmuştur.[463]

12— Satma ya da hibe durumu, mahkemeye intikal ettikten sonra el kesm cezasını düşürmez. Devlet başkanına intikal eden ve sabit bulunan her türl had cezalarının durumu aynıdır; düşmez. Sünen 'de rivayet edildiğine göre Hs Peygamber (s.a,): "Had cezaları devlet başkanına ulaşmışsa (yani cezalar S£ bit olmuşsa) Allah, şefaatçiye de şefaat edilene de lanet etsin!" buyuı muştur.[464]

13—  İçinde kendisine de ait bir hak bulunan şeyi çalanın eli kesilme;

14_ Kesme cezası ancak iki defa yapılan ikrarla veya iki şahidin şehs deti ile sabit olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), kendi yanında ikrarda buh nan hırsıza: "Sanmam ki sen çalmış olasın!" buyurmuş, adam da: "Evet (ça dım)." deyince, o zaman elini kesmiştir. İkrarını iki defa yapmadan kesmı mistir.

15— Hırsıza suçunu ikrar etmemesini ve ikrarından rücûda bulunmas m çıtlatmak. Tabii bu, her hırsız için değildir. Öyle hırsızlar vardır k—ilerde de inşaallah bahsedileceği gibi— ancak ceza ile ve tehdidle suçlarını ikrar ederler.

16— Elin telef olmaması için, kesildikten sonra dağlanması devlet baş­kanının görevleri arasındadır. Hadiste geçen kestikten sonra " = dağlayınız" ifadesi, bunun için gerekli masrafın hırsız üzerine ait olma­dığına delildir.

17— Hem kendisine hem de başkalarına ibret olması için, kesilen eli hır­sızın boynuna asmak caizdir.

18— Eğer şüphe alâmetleri varsa töhmet altındaki kimseler dövülebilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) töhmetten (şüphe) dolayı ceza vermiş, hapis ettiği de olmuştur.

19— Töhmetle ilgili bîr ipucu bulunmadığı takdirde şüphelinin tahliyesi gereklidir. Ayrıca ithamda bulunan kimse, şüphelinin döğülmesini isterse, ça­lman malın onda çıkması durumunda bir şey yok, aksi takdirde o kadar da kendisinin döğüleceği anlaşılır. Nitekim Numan b. Beşîr böylece hükmetmiş ve bunun Allah Rasülü'nün (s.a.) hükmü olduğunu haber vermiştir.

20—  Kırbaç, değnek vb. ile dövme olaylarında kısasın sabit olduğu.

Ebu Davud, Câbir'den rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) bir hırsı-zhi öldürülmesini emretmişti. Dediler ki: "Bu sadece çaldı." Hz. Peygamber de: "Kesin." buyurdu. Sonra ikinci defa yine getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) öldürülmesini emretti. Onlar: "Bu sadece çladı." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Kesin." buyurdu. Üçüncü kez yine getirildi. Hz. Peygamber (s.a.) öl­dürülmesini emretti. Onlar: "Bu sadece çaldı." dediler. Hz. Peygamber de: "Kesin." buyurdu. Dördüncü kez yine getirildi. Hz. Peygamber öldürülme­sini emretti. Onlar: "Bu sadece çaldı." dediler. Hz. Peygamber de: "Kesin." buyurdu. Beşinci defasında yine getirildi. Hz. Peygamber öldürülmesine hük­metti. Onlar da onu öldürdüler[465]

Âlimler bu hüküm ve uygulama hakkında ihtilâf ettiler: Nesâî ve daha başkaları hadisi sahih bulmuyorlar. Nesâî: "Bu, münker bir hadistir. Mus'-ab b. Sabit sağlam değildir." diyor. Diğerleri hadisi hasen kabul ediyor ve şöyle diyorlar: "Bu hüküm, sadece o adama mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) onun öldürülmesindeki maslahatı görmüş ve öyle emretmiştir." Üçün­cü bir grup da hadisi kabul ve onunla amel etmektedir: "Hırsız, beş defa ça-larsa, beşincisinde öldürülür." M ali kilerden Ebu Mus'ab da bu görüşü be­nimseyenlerdendir.

Şu uygulamada, hırsızın dört organının da (iki el, iki ayak) kesildiği gö­rülmektedir. Abdürrezzak, Musannef'mdt şöyle rivayet eder: "Hz. Peygam-ber'e (s.a.) hırsızlık eden bi<- köle getirildi. Dört defa getirildi. Her defasında da Hz. Peygamber (s.a.) onu bıraktı. Sonra beşinci kez getirildi. Hz. Pey­gamber de elini kesti. Altıncı kez getirildi ayağını kesti, yedinci kez getirildi ellerini kesti. Sonra sekizinci oldu, ayağını kesti."[466]

Sahabe ve daha sonra gelenler hırsızın dört organının da kesilip kesilme­yeceğinde iki görüşe ayrılmışlardır: İmam Şafiî, Mâlik, iki rivayetten birinde İmam Ahmed: "Hepsi de kesilir." demişlerdir. Ebu Hanife ile diğer görü­şünde İmam Ahmed: "Bir eli ile bir ayaktan fazlası kesilmez." demişlerdir. Bu görüşe göre bütün organların kesilmesine engel (illet) nedir? El ve ayak cinsinin menfaatinin imkânsızlığı mı yoksa bir taraftan iki uzvun gitmesi mi? Bu konuda iki görüş vardır ve neticesi şurada ortaya çıkar: Hırsızın sadece sağ eli kesik olsa veya sadece sol ayağı kesik olsa, bu durumda eğer bütün organları kesilir görüşüne katılırsak, sağ eli ya da soj ayağının olmaması etki etmez, kesilir. Ebu Hanife'nin görüşüne katılır, bir el bir ayaktan fazlası ke­silmez dersek o zaman, birinci durumda (sağ eli olmadığında) sol ayağı kesi­lir, ikinci durumda da (sol ayağı olmadığında) sağ eli kesilir. Her iki illete göre de durum aynıdır. Eğer hırsızın hem sol eli hem sağ ayağı birden yok idiyse, her iki illete göre de hiçbir şey kesilmez. Eğer sadece sol eli yok idiyse her iki illete göre de sağ eli kesilmez ki, bu görüş su götürür. Düşün.

Acaba sol ayağının kesilmesi iki İllete mi dayanıyor? Eğer illeti cins (el ya da ayak) menfaatinin gitmesi, imkânsızlaşması olarak kabul edersek aya­ğı kesilir. Yok illetin aynı taraftan iki organın izalesi olduğunu kabul edersek ayağı kesilmez.

Eğer sadece iki eli de yok idiyse, illeti cins menfaatinin imkânsızlığı ka­bul edersek sol ayağı kesilir. Eğer bir taraftan iki uzvun gitmesi dersek ayağı kesilmez. Bu durum sözkonusu kaidenin gereğidir. el-Muharrer sahibi bu ko­nuda şöyle demiştir: "Hırsızın, iki rivayete göre de sağ eli kesilir. İki eli kesik olanla bu durum arasında fark vardır. Fark hakkında şu söylenir: Hırsız, iki ayağı da kesik olma durumunda kötürüm gibidir. İki elinden biri kesildiğin­de yemek, içmek abdest almak, istincada bulunmak vb. gibi hususlarda diğer

elinden yararlanır. Her iki eli de kesik olma durumunda ise ancak iki ayağı ile faydalanabilir. Ayaklarından biri kesildiği zaman eli olmadan tek ayakla istifadede bulunmak onun için mümkün olamaz. Farklardan biri de şudur: Tek el, yürüme menfaati olmadan da fayda verir. Ama tek ayak, tutacak bir el olmadan bir işe yaramaz." [467]

 

f) Kendisine Söven Kimseler Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.), kendisine sövdüğü için sahibi tarafından öl­dürülen âmâ ümmü veledin (cariye) kanının heder olduğuna hükmettiğini bi­liyoruz.[468]

Kendisine küfür ve eziyet eden bir grup yahudiyi öldürmüş, Fetih günü nerkese emân vermiş, ancak kendisine eza veren, hicivde bulunan dört er­kekle iki kadının kamnı heder kılmıştır.[469] Yine: "Kâ'b b. Eşrefin hakkın­dan kim gelir? Çünkü o, Allah ve Rasûlü'ne eziyet etmiştir."[470] buyurmuş ve onun kanıyla Ebu Râfi'İn kanını heder kılmıştır.

Hz. Ebu Bekir, kendisine söven kimseyi öldürmeye yeltenen Ebu Berze el-Eslemî'ye: "Böyle bir hak, Rasûlullah'tan (s.a.) sonra kimse için yoktur...'* demiştir[471] îşte Hz. Peygamber'in (s.a.) ve O'ndan sonra gelen halifeleri­nin hükmü budur. Ashabtan onlara bir muhalif de yoktur. Bu hükme muha­lefetten Allah onları korumuştur.

Ebu Davud, Sünen'inâc Hz. Ali'den rivayet ediyor: "Yahudi bir kadın Hz. Peygamber'e (s.a.) sövüyor ve hakkında kötü söylüyordu. Bir adam o kadının, ölünceye dek boğazını sıktı. Hz. Peygamber (s.a.) kadının kanım heder kıkh."[472]

Siyer ve meğâzi müellifleri, İbn Abbas'tan rivayet ederler: Bir kadın Hz. Peygamber'i (s.a.) hicvetti. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.) bildirildi. Bunun üzerine: Onun hakkında iki keçi toslaşmaz (vuruşmaz)." buyurdu.[473]                                                                                    

öu konuda kimi sahih, kimi hasen ve meşhur on küsur hadis vardır, bir sahabe icmâıdır.

(İsmail b.) Harb, MesâiF'mde Mücâhid'den şöyle zikretmiştir: Hz. Ömer'e Hz. Peygamber'e (s.a.) söven bir adam getirildi ve hemen öldürüverdi. Son­ra (Hz. Ömer) şöyle dedi: "Kim Allah'a ve Rasûlü'ne ya da peygamberler­den birine söverse onu öldürünüz." Mücâhid sonra İbn Abbas'tan şunu ri­vayet etti: "Hangi müslüman Allah'a ve Rasûlü'ne ya da peygamberlerden birine söverse, Allah Rasûlü'nü tekzib etmiş olur ki, bu bir ridde (dinden dön-me)dir. Tövbe etmesi istenir. Dönerse ne âla, aksi takdirde öldürülür. Hangi muannit anlaşmalı, Allah'a ya da peygamberlerden birine söverse veya bunu yayarsa, o ahdini bozmuş olur, onu öldürünüz."

Ahmed (b. Hanbel), İbn Ömer'den şöyle rivayet etmiştir: Bir rahib ya­nından geçerken kendisine:

— Bu, Hz. Peygamber'e (s.a.) sövüyor, denildi. Bunun üzerine İbn Ömer (r.a.):

— Şayet duysaydım, onu öldürürdüm. Biz onlara Peygamberimize sünler diye zimmet ahdi vermedik, dedi.

Bu konuda sahabeden nakledilen haberler pek çoktur. İmamlardan bir­çoğu, öldürülmesine dair icmâ bulunduğunu nakletmişlerdir. Üstadımız (İbn Teymiye): "Bu ifade, sahabe ve tabiîn nesillerinin icmâına hamledilir," de­miştir. Bizim maksadımız (daha sonraki uygulamaları değil) sadece, kendisi­ne şovenlere dair Hz. Peygamber'in(s.a.) verdiği hüküm ve tatbikatını zik­retmektir.                                                                                

Hz. Peygamber (s;a.), kendisini âdil bulmayan ve adaletini ta'n eden kim­seleri ise öldürmemiştir: Meselâ birisi: "Âdil ol, çünkü adaletli davranma-dın!"[474] demiş, hükmüne razı olmayan biri: "O (Zübeyr) halanın oğlu ol­duğu için (değil mi)?"[475] demiş; (ganimet taksimindeki) amacı hakkında bir başkası: "Bu, kendisinde Allah'ın rızası gözetilmeyen bir taksimdir! "[476] de­miş; bir diğeri verdiği hüküm hakkında: "Derler ki sen, haksızlığı yasaklar, fakat kendin yaparmışsın!" demiştir.[477] Daha başka örnekler de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu gibilerini öldürmeyişinin izahına gelince; bu durum­larda hak sahibi Hz. Peygamber'dir. Hakkını almak kendisine ait olduğu gi­bi, terketme hakkı da vardır. Fakat ümmeti için Hz. Peygamber'e (s.a.) ait hakkı terketme yetkisi yoktur.

Sonra bu durumlar, devamlı af ve bağışlama ile emrolunduğu İlk zaman­lara aitti.

Yine biz biliyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.), kalpleri telif t birliği sağla­mak, insanları kendinden kaçırmamak ve Muhammed adamlarını öldürüyor dedirtmemek için kendisine ait haklardan vazgeçebiliyordu. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) hayatına mahsus şeylerdir. [478]

 

g) Kendisini Zehirleyen Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Sahîhayn'da mevcuttur: Yahudi bir kadın, (Hz. Peygamber'e sunulan) bir koyunu zehirlemişti. Hz. Peygamber (s.a.) ondan bir lokma aldı ve onu attı. Beraberinde Bişr b. el-Berâ da yemişti. Hz. Peygamber kadını affetti ve onu cezalandırmadı[479] Sahîhayn'âa böyledir, Ebu Davud'da ise: "Hz. Pey­gamber'in (s.a.) kadının öldürülmesini emrettiği" belirtilir[480]

Denildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), kendi hakkından dolayı affet­miş, fakat Bişr b. el-Berâ ölünce, kadını ona karşı öldürmüştür.

Bu hükümde, bir kimsenin diğerinin önüne zehirli yemek koyması, öbü­rünün de bilmeden yemesi durumunda, zehirli yemek sunanın kısas yolu ile öldürüleceğine delil vardır. [481]

 

h) Büyücü Hakkındaki Hükmü:

 

Tirmizî, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Sihirbazın (büyücü) cezası kılıçla (boy­nunu) vurmaktır."[482] buyurduğunu rivayet eder. Doğrusu bu söz, Cündüb b. Abdillah'a mevkuftur (aittir).

Hz. Ömer'in, sihirbazın öldürülmesini emrettiği sahih olarak bilinmek­tedir. Yine biliyoruz ki Hz. Hafsa kendisine büyü yapan müdebber (efendisi­nin ölümünden sonra azad edilecek) bir cariyeyi öldürmüş, Hz. Osman tara­fından da emri olmadan öldürdüğü için tepki görmüştür. Hz. Âişe'den de, kendisine büyü yapan bir müdebber cariyeyi öldürdüğü rivayet edilir; onu sattığı rivayeti de vardır. Bunu İbnü'l-Münzir ve daha başkaları zikretmiştir.

Hz. Peygamber'in (s.a.), kendisine büyü yapan yahudiyi öldürmediği sa­hih olarak sabittir. İmam Şafiî ve Ebu Hanife de (r.a.) bu görüştedirler. Mâ­lik ve Ahmed ise büyücüyü öldürmek görüşündedirler. Ancak İmam Ahmed'-den açıkça belirlenen şudur: "Zimmî büyücü öldürülmez." Bu görüşe delil olarak da Hz. Peygamber'in (s.a.), kendisine büyü yapan yahudi Lebîd b. el-A'sam'ı öldürmemesini getirmiştir. Zimmî büyücülerin öldürülmesi görü­şünde olanlar, bu delile şöyle cevap veriyorlar: "Lebîd ikrar etmemişti ve su­çuna delil de yoktu. Üstelik Hz. Peygamber (s.a.), onu öldürdüğü takdirde yaptığı büyünün kuyuda kalması neticesinde insanlara büyük şerri dokuna­cağından da korkmuştu." [483]

 

B) SAVAŞIN SONA ERMESİYLE İLGİLİ OLARAK VERDİĞİ HÜKÜMLER

 

1— Ganimetler Hakkında Verdiği Hükümler:

 

a) İslâm'da İlk Ganimet ve İlk Öldürme Olayı Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Çahş komutasındaki seriyyeyi, Ku-reyş'e ait bir kervanı gözetlemek üzere Nahle'ye göndermiş ve kendisine mü­hürlü bir mektup vererek iki günden önce okumamasını emretmişti. (Seriyye kervana hücum etmiş) ve Amr b. el-Hadramî'yi öldürmüşler, Osman b. Ab­dullah ile Hakem b. Keysan'ı da esir almışlardı. Bu olay haram ayda olmuş­tu. Müşrikler müslümanlara çok sert tepki göstermişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.), ganimeti ve iki esiri bekletmişti. Nihayet: "Sana haram ayı ve onda savaşmanın doğru olup olmadığını soruyorlar. De ki: Haram ayda savaşmak büyük bir günahtır. Ancak (insanları) Allah yolundan çevirmek, Allah'ı in­kâr etmek, Mescid-i Haram'ın ziyaretine mani olmak ve halkını oradan çı­karmak; bunlar Allah katında daha büyük günahlardır."[484] âyeti indi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), kervanı (ganimeti) ve iki esiri kabul etti. Kureyş, bunların fidyesini ödemek üzere adamlar gönderdi. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Hayır! İki adamımız —yani Sa'd b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Gazvan— gelmedikçe vermeyiz. Biz onlar hakkında sizden endişe ediyoruz. Onları öldürürseniz adamlarınızı öldürürüz." buyurdu. Bu ikisi geldiklerin­de Hz. Peygamber (s.a.), Osman ile Hakem'i vererek onları (takasla) aldı ve ganimeti taksim etti.[485]

İbn Vehb: Hz. Peygamber'in (s.a.) ganimeti reddettiğini ve öldürülene de fidye ödediğini zikreder.

Siyerde malum olan böyle olmadığıdır.

Bu kıssadan şu hüküm çıkar:

1— Mühürlü vasiyyet üzerine şehadete cevaz vermek. Bu İmam Mâük ve pek çok selef ulemasının görüşüdür. Buna Sahihayn'âakı İbn Ömer hadisi de delâlet eder: "Vasiyet etmek istediği bir şeyi bulunan bir müslüman kim­seye, vasiyeti yanında yazılı bulunmadıkça iki gece yatması caiz değildir."[486]

2— Bir diğer hüküm de şudur: Devlet başkanı ve hâkimin mektubuna (onun yazdığına dair) beyyine aranmaz; devlet başkanı ya da hâkimin onun içeriğini, mektubu taşıyan kimseye okumuş olması da gerekmez. Bütün bu (şartların) ne Kitap'ta ne de sünnette bir dayanağı vardır. Hz. Peygamber (s.a.), mektuplarım elçilerine veriyor ve yazdığı kimselere onları gönderiyordu. Ne elçilere içeriklerini okuyor, ne de üzerlerine iki şahit tutuyordu. Dolayısıyla bu hüküm, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinden ve uygulamasından kesin­likle anlaşılmaktadır. [487]

 

b) Casuslar Hakkındaki Hükmü:

 

Hâtıb b. Ebî Beltea casusluk yapmıştı. Hz. Ömer boynunun vurulması­nı talep etti. Hz. Peygamber müsaade etmedi ve: "Ne biliyorsun? Belki de Allah Bedir savaşma katılanlara muttali olmuş ve onlara: Ne yaparsanız ya­pın, sizi affettim, buyurmuştur." dedi. Konu ile ilgili hüküm yeterince anla­tılmıştır.[488]

Ulema bu konuda ihtilâfa düşmüşlerdir: Sahnûn: "Eğer müslüman, ehl-î harble yazışırsa (onlar lehine casusluk yaparsa) öldürülür, tevbe imkânı ve­rilmez. Mal varlığı vârislerinindir." demiştir. Diğer mâliki imamları: "İyice dövülür ve uzun süre hapsedilir. Kâfirlere yakın yerden de sürülür." demiş­lerdir. Îbnü'l-Kâsım da: "Öldürülür ve onun için tevbe de yoktur. Zındık gi­bidir." demiştir.

İmam Şafiî, Ebu Hanife ve Ahmed ise, öldürülmez görüşündedirler. Her iki grup da Hâtıb hâdisesini delil olarak kullanmışlardır. Daha önce delil olarak kullanış şekilleri zikredilmişti. Hanbelîlerden İbn Akıl de İmam Mâlik ve ar­kadaşlarının görüşüne katılmıştır. [489]

 

c) Esirler Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) esirler hakkında çeşitli şekillerde davrandığını biliyoruz. Bazısını öldürmüş, bazılarını serbest bırakmış, bazılarını fidye kaPp şılığında serbest bırakmış, bazılarını esir müslümanlarla mübadele etmiş, ba­zılarını köleleştirmiştir. Ancak bilinen odur ki, bulûğa ermiş hiçbir adamı köV leleştirmemiştir.[490]                                                                               

Bedir savaşı esirlerinden Ukbe b. Ebî Muayt'ı ve Nadr b. Hâris'i öldür­müştür. Yahudi esirlerinden pek çolc kimseyi öldürmüştür. Bedir savaşı esir­lerini 4000 dirhemden 400 dirheme kadar olan fidye karşılığında[491] bazıları­nı ise müslüman cemaate yazı yazmalarını öğretmeleri mukabilinde serbest bırakmıştır. Yine Bedir günü şair Ebu Azze'yi karşılıksız salıvermiştir. Bedir esirleri hakkında: "Mut'im b. Adiy sağ olsa da gelip şu kokuşmuşlar hak­kında benimle konuşsaydı, onun hatırına hepsini serbest bırakırdım.'lbuyur-muştur.[492]                                                                                

Müşriklerden bir adam karşılığında iki müslümanı kurtarmıştır.[493]

Dağıtılan esirlerden olan ve Seleme b. Ekva'a düşen bir kadını ondan gönüllü olarak geri alıp iade etmiş ve karşılığında birçok müslümanı kurtar-mıştir[494]

Sümâme b. ÜsaTi karşılıksız bağışlamış[495] ve Mekke fethi gününde Ku-reyş'ten büyük bir topluluğu serbest bırakmıştır ki, bunlara talîk (ç. tuleka) tâbir olunurdu.[496]

Bu hükümlerden hiçbiri mensuh (kaldırılmış) değildir. Devlet başkam, umumî menfaatin gereği ne ise onu yapmakta serbesttir. Gerek ehl-i kitap­tan, gerek diğerlerinden olsun köleleştirmeye gidebilir. Meselâ Evtâs ve Muştalıkoğullan esirleri ehl-i kitap değillerdi, putperest Arap idiler. Yine sahabe­nin, Hanifeoğulları esirlerinden köleleştirdikleri olmuştu. Onlar da kitabî de­ğillerdi, tbn Abbas şöyle der; "Allah Rasûlü (s.a.) devlet başkanını, esirler hakkında fidye, salıverme, öldürme, köleleştirme arasında muhayyer kılmış­tır. Dilediğini yapar." Bu konuda doğru olan budur, ondan başka görüş de yoktur.[497]

 

d) Yahudiler Hakkındaki Hükmü:

 

Yahudiler hakkında birçok hükümde bulunmuştur: Medine'ye ilk geldi­ğinde onlarla anlaşma yapmıştır. Sonra Kaynukaoğuîlan ile savaşmış, onları yenmiş ve fakat bağışlamıştır. Sonra Nadîroğullan ile savaşmış, onları yen­miş ve yurtlarından sürmüştür. Sonra Kurayzaoğulları ile savaşmış ve onları ele geçirmiş ve öldürmüştür. Hayber yahudileri ile savaşmış ve onları yen­miş, öldürdüğü birkaç kişi hariç, diğerlerini topraklan üzerinde (yancı ola­rak) bırakmıştır.[498]

Sa'd b. Muaz, Kurayzaoğullan hakkında; eli silah tutanlann öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir edilmesi, mallarının ganimet sayılması hükmünü verdiğinde Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Bu Allah'ın yedi kat sema üzerinden yerilmiş hükmüdür." buyurmuştur.[499] Bu hüküm şunu içerir: Ahdi bozan­ların bu durumu, —eğer harple bozmuşlarsa— kadın ve çocuklarına da ge­çer ve harp ehli haline dönerler. Bu Allah'ın hükmünün ta kendisidir. [500]

 

e) Hayber Fethi Hakkındaki Hükmü:

 

Hayberin fethi gününde, Hz. Peygamber (s.a.) onları, oradan çıkacak meyve ve ekinlerin yarısr karşılığında yerlerinde bırakmıştır[501]

Mallarından hiçbir şeyi saklamamaları ve kaybetmemeleri sekinde yapı­lan anlaşmayı mallarını kaçırarak gizlemek suretiyle bozan Ebu'l-Hukayk'in iki oğlunun öldürülmesine hükmetmiş, mal kaçırmakla itham edilen kimse­nin ikrar edinceye kadar cezalandırılmasını emretmiştir. Hayber Gazası bah­sinde yeterli malumat verilmişti.

(Hayber ganimetleri) sadece Hudeybiye'ye iştirak edenlere aitti. İçlerin­den sadece Câbir b. Abdillah hazır bulunamamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) ona da payını ayırdı. [502]

 

f) Mekke Fethi Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), Mekke fethinde; kim kapısını kapatırsa, veya Ebu Süfyan'ın evine ya da Kabe'ye girerse veya silahını bırakırsa ona dokunul­mayacaktır diye ilan etmiştir. Altı kişi için de vur emri çıkarmıştır. Makîs b. Subâbe, İbn Hatal ve devamlı şarkılarında Hz. Peygambere (s.a.) hicviyeler okuyan iki şarkıcı kadın bunlardandır. Ayrıca açıkladığı kararda hiçbir ya­ralının öldürülmeyeceğini i kaçanların kovalanmayacağını, esirlerin öldürül­meyeceğini bildirmiştir. Bunu Ebu Ubeyd el-Emvâl'inde zikretmiştir.[503]

Huzâalılara, ikindi namazına kadar Bekiroğullarma karşı kılıç kullan­ma izni vermiş, sonra da: "Ey Huzâalılar! Öldürmekten ellerinizi çekin." bu­yur muştur. [504]

 

g) Ganimetlerin Taksimi Hakkındaki Hükmü?

 

Ganimetlerin taksiminde süvariye üç, piyadeye bir pay verilmesine hük­metmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün meğazî kitaplarında sabit olan hük­mü budur. Fukahamn çoğunluğu da bu görüştedirler.

Öldürülen askerin üzerindeki teçhizatın (seleb) öldürene ait olduğuna hük­metmiştir.

Humusun ayrılması konusundaki hükmüne gelince; îbn İshak şöyle di­yor: "Kurayzaoğullan savaşında otuz altı at vardı. Bu, iki pay düşen ilk fey idi. Hz. Peygamber (s.a.) ondan humusu (beşte bir beytülmal hissesi) ayırdı, uygulama da (sünnet) böyle devam etti."

Kadı İsmail b. İshak da buna katılmıştır. İsmail şöyle diyor: "Sanıyorum bazıları şöyle demişlerdir: Humus işini bundan sonraya bıraktı. Bu ko­nuda yeterli bir açıklama getiren hadis vârid olmamıştır. Humusun kesin olarak ifadesi Huneyn ganimetleri hakkında zikredilmiştir."

Vâkıdî de şöyle diyor: "İlk ayrılan humus, Bedir'den bir ay üç gün son­ra cereyan eden Kaynukaoğullan gazasında olmuştur. Yahudiler, Hz. Pey-gamber'in (s.a.) hükmüne razı olarak kalelerinden inmişler, Peygamberimiz de malları müslümanlara, kadın ve çocukları da kendilerine ait olmak üzere onlarla sulh anlaşması yapmıştı. Alman malların beşte birini ayırdı."

Ubâde b. es-Sâmit şunları anlatır: Hz. Peygamber'le Bedir'e çıktık. Al­lah, düşmanı mağlup edince, bir kısmımız onları öldürerek takibe koyuldu. Bir kısmımız Hz. Peygamber'i (s.a.) çevreleyerek koruma altına aldı. Diğer bir kısım asker de ganimeti ele geçirdi. Takibe koyulanlar dönünce:

— Ganimet (nefel) bizim. Düşmanı biz takip ettik, dediler. Hz. Peygam­ber'i koruma altına alanlar ise:

— Biz daha çok hak sahibiyiz. Çünkü biz Hz. Peygamber'i kuşattık ve düşmanın arzusuna nail olmasına fırsat vermedik, dediler. Ganimeti ve o\-dugâhı ele geçirenler ise:

— Hayır, bizim. Onu biz ele geçirdik! dediler. Bunun üzerine Allah: "Sana ganimetlerden (ertfâf) soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah'a ve Rasûlü'ne ait­tir.[505] âyetini indirdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah'ındır..."'[506] âyeti inmeden aralarında bera­berce taksim etti.[507]

Kadı İsmail şöyle der: Hz. Peygamber, Nadîroğullarının mallarını sade­ce Muhacirler ile Ensar'dan üç kişi arasında paylaştırmıştır. Enaar'dan olan­lar: Sehl b. Huneyf, Ebu Dücâne ve Haris b. Sımme'dir. Muhacirler Medi­ne'ye geldiklerinde Ensar meyve bahçelerini onlarla paylaştırmıştı. Hz. Pey­gamber (s.a.) onlara: "Eğer dilerseniz Nadîroğullarmm mallarını sizin ve on­ların arasında beraberce paylaştırırım ve siz Muhacirlere olan yardımlarınızı sürdürmeye devam edersiniz. Yok isterseniz o mallan sadece Muhacirlere da­ğıtırım ve siz de artık onlara verdiğiniz (meyve) yardımlarınızı kesersiniz." buyurdu. Onlar da: "Sadece onlara verin, biz de bahçelerimizi kendimizde tutalım." dediler. Bunun üzerine Nadîroğullarmm mallarını Hz. Peygamber, Muhacirlere dağıttı. Böylece onlar bu mallarla iktisadî yönden muhtaç du­rumdan kurtuldular. Ensar da bahçelerinin sırf kendilerine ait olmasıyla ih­tiyaçtan kurtuldular. Ensar'dan olan bu üç kişi ise ihtiyaç beyanında bu­lundular. [508]

 

h) Savaşa Bilfiil Katılmayanlara Ganimetten Pay Ayırması:

 

Talha b. Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd (r.a.), Şam'da bulunuyorlardı ve Bedir'e iştirak edememişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) onların da paylarım ayırdı. Onlar: "Ya Rasûlallah, ya sevabımız?" dediler. Hz. Peygamber (s.at): "Se­vabınız da." buyurdu.

îbn Hişâm ve İbn Habib zikrederler: Ebu Lübâbe, Haris b. Hâtıb ve Âsim b. Adiy Hz. Peygamber'le beraber çıkmışlardı. Rasûlullah (s.a.) onları geri çevirdi. Ebu Lübâbe'yi 'Medine'ye emîr tayin etti. İbn ümmi Mektûm'u da namaz kıldırmakla görevlendirdi ve onlara ganimetten pay ayırdı. ,

Haris b. Sımme'nin Rahvâ'da (bir yeri) kırılmıştı. Hz. Peygaml onun da payını ayırdı.

İbn Hişâm: Rasûlullah'm (s.a.) Havvât b. Cübeyr'e "payını ayırdığını söyler.

Hiçbir kimse, Peygamberimizin kızı Rukiyye hasta olduğu için hanımı­nın yanında kalıp Bedir'e iştirak edemeyen Hz. Osman'a Rasûlullah'm (s.a.) pay ayırdığında ihtilâf etmemiştir. Hz. Osman: "Ya Rasûlallah, ya sevabım?" demiş, Hz. Peygamber de: "Sevabın da." buyurmuştur[509]

İbn Habib, bu uygulamanın Hz. Peygamber'e (s.a.) has olduğunu ve harbe iştirak etmeyene ganimetten pay ayrılmayacağına dair icmâm bulunduğunu söyler.

Ben derim ki: îmam Ahmed, Mâlik ve selef ile haleften birçok âlim, devlet başkam eğer bir kimseyi ordu menfaati için bir yere gönderirse onun gani­metten payı vardır, demişlerdir.

İbn Habib şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.), kadınlar, çocuklar ve kö­leler için bir pay ayırmazdı. Ancak onlara bir şeyler de verirdi."[510]

Hz. Peygamber (s.a.), ganimet taksiminde on koyunu bir deveye denk tutmuştur [511] Bu, değerlendirme açısından ve müşterek malın taksimindedir. Kurban konusunda ise, Câbir şöyle demiştir: "Hz. Peygamber'le (s.a.) Hu-deybiye senesinde bir deveyi yedi kişi adına kurban ettik. Sığırı da yedi kişi adına kestik."[512] Bu Hudeybiye'de olmuştu. Veda haccında ise yine Câbir: "Hz. Peygamber (s.a.), bizden her yedi kişinin bir deve ya da sığıra ortak olarak kurban etmesini emretti." demiştir[513] Her iki hadis de Sahih'teâir.

Sünen'de ise İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Bir adam Hz. Peygam­ber'e geldi ve: "Ya Rasûlallah; bir deve kurban etme borcum var. Halim de müsait. Fakat bulamıyorum ki satın alayım." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona, yedi koyun almasını ve boğazlamasını emretti[514]

 

i) Seleb (Teçhizat) Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.), öldürülen kişi üzerinde bulunan teçhizatın {seleb) tamamının öldürene ait olduğuna hükmetmiş ve beşte birini almamıştır. Onu humustan bağışlanan şey olarak saymamış, ama asıl ganimetten kabul etmiş­tir. Hz. Peygamber'in (s.a.) tatbikatı işte böyledir.                             '

Buharı, Sahih'inde şöyle der: "Teçhizat (seleb), öldürenindir. O humustan değildir. Buna bir kişinin şehadeti ile hükmetmiştir. Savaş bittikten sonra hü­kümde bulunmuştur." Hz. Peygamber'in (s.a.), öldürülenin teçhizatının öl­dürene ait olduğu şeklindeki hükmü işte bu dört durumu içermektedir.

İmam Mâlik ve ona tâbi olan âlimler: "Seleb, humustan başkasından olamaz. Selebin hükmü enfâlin (ganimetlerin) hükmü gibidir." demişlerdir. İmam Mâlik: "Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle demiş olduğu bize ulaşmamış­tır. Huneyn gününden başka bir zamanda da yapmamıştır. Ebu Bekir de, Ömer de yapmamıştır." diyor. İbnü'I-Mevvâz da: "Hz. Peygamber (s.a.), Beiîâ b. Mâlik'den başkasına, öldürdüğü kimsenin teçhizatını vermemiştir. Onun da beşte birini ayırmıştır." demektedir.                                                 ı

Mâlikî imamlar da şöyle diyorlar: Allah Teâlâ, "Biliniz ki, ganimet ola­rak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Rasûlü'ne... aittir."[515] bu­yurmuş ve ganimetin beşte dördünü, bunu elde edenlere vermiştir. Dolayı­sıyla, Allah'ın onlara verdiği şeyin ihtimalle ellerinden alınması caiz olmaz.

Sonra, şayet bu âyet, seleb dışındaki ganimetlerle ilgili olsaydı, Hz. Pey­gamber (s.a.) onun (seleb) hükmünü Huneyn savaşına kadar ertelemezdi. Ayet Bedir gazası hakkında nazil olmuştur. Yine Hz. Peygamber: "Kim birisini öldürürse teçhizatı onundur."[516] sözünü savaş soğuduktan sonra buyurmuş­tur. Eğer önceden bilinen bir iş olsaydı, Hz. Peygamber'in (s.a.) süvarisi ve büyük sahabîlerinden Ebu Katâde de bilirdi. O, Hz. Peygamber'in tellâlını işitinceye dek seleb (teçhizat) talebinde bulunmamıştır.

Yine şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.), onu kendisine yeminsiz ve tek bir şahidin şehadeti ile vermiştir. Eğer asıl ganimetten olsaydı, şâir em­lâkin elden çıkarılmasına medar olan beyyine veya bir şahid ve yemin gibi bir şeyle, ganimet hakkının ayrılması gerekirdi.

Devamla şöyle demişlerdir: "Eğer seleb öldürene vacib olsaydı, öldür­düğüne dair beyyine bulamadığında lukata gibi bekletilirdi, dağıtılmazdı. Hal­buki seleb, beyyine bulunmadığında taksim edilir. Dolayısıyla Vmülk" mâ­nasından çıkar ve selebin devlet başkanının içtihadına kaldığı ve,onu humustan sayacağı neticesine varır." Bu, konu ile ilgili'yapılan delillendirmenin ta^j marnım teşkil eder.                                                                              

Diğerleri ise şöyle demişlerdir: Selebin öldürene ait olduğunu Hz. Pey­gamber (s.a.) buyurmuş ve bunu Huneyn'den altı sene önce tatbik etmiştir. Buharı, Sahih İnde şöyle zikreder: Muaz b. Amr b. Cemûh ile Mua2 b. Afra —her ikisi de Ensar'dan— Bedir gününde kılıçlarıyla Ebu Cehil b. Hişâm'a vurmuşlar ve sonunda onu öldürmüşlerdi. Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve haber verdiler. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Onu hanginiz öldürdü?" diye sor­du. Her biri de: "Onu ben öldürdüm." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Kılıç­larınızı şildiniz mi?" buyurdu. "Hayır." dediler. Hz. Peygamber kılıçlarına baktı ve: "Her ikiniz onu öldürmüşsünüz." buyurdu ve selebinin (teçhizatı­nın) Muaz b.-Amr b. Cemûh'a ait olduğuna hükmetti.[517]

Bu hadis, selebin öldürene ait olduğunun daha işin başından belli ve mu-karrar olduğuna, Huneyn gününde '•—meşru kılımldığına değil— sadece ge­nel ilanda bulunulduğuna delâlet eder.

Îbnü'l-Mevvâz'ın: "Ebu Bekir ve Ömer bunu yapmamışlardır.'* şeklin­deki sözüne iki açıdan cevap verilebilir: 1) Bu, bir hakkı kaldırma konusun­daki şehadettir, onun için dinlenilmez. 2) Selebin öldürene ait olduğu hük­münün bu iki halife devrinde ilan edilmemesi; belki de bunun artık yerleşmiş bir uygulama oluşu ve Hz. Peygamber'in (s.a.) hüküm ve uygulamasıyla be­lirlenmiş o'ması gerekçesiyledir. Hatta bu iki halifenin kesin olarak bu uygu­lamayı terkettikleri bilinse dahi bu hüküm, Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü önüne geçirilemez.

Yine onun: "Berâ b. Mâlik'ten başkasına, öldürdüğü kimsenin selebini vermemiştir." sözü dcdoğru değildir. Hz. Peygamber (s.a.), Seleme b. Ek-vâ'a, Muaz b. Amr'a, Ebu Talha el-Ensarî'ye —ki Huneyn savaşında yirmi kişiyi öldürmüş ve teçhizatlarını almıştır— öldürdüklerinin teçhizatlarını ver­miştir. Butu" bunlar gerçek olaylardır ve çoğu da Sahih'de bulunmaktadır. Bir hakkı düşürmeye şehadet genellikle çelişkili olmaktan kurtulamaz.

Yine İbnü'l-Mevvâz'ın: "Onun da beşte birini ayırmıştır." demesi doğ­ru değildir. Haberlerde sabit olan aksidir. Sünen-i Ebî Davud*da Hâlid'den: "Hz. Peygamber'in (s.a.) selebin humusunu almadığı" rivayeti vardır.[518]

Allah Teâlâ'mn: "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz şeylerin beşte biri Allah'ındır..." âyetine gelince; bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm biri Allah'ındır..." âyetine gelince; bu genel bir hükümdür. Seleble hüküm ise özeldir, Kitab'ın genel naslannın, sünnetle tahsisi caizdir. Bunun benzer­leri mlâlumdur ve inkârı mümkün değildir.

"Allah'ın onlara verdiği hak, ihtimalle ellerinden alınamaz." sözünün cevabı da iki açıdan olacaktır. Birincisi: Biz selebi ganimeti elde edenlerin dı­şında birilerine vermiyoruz. İkincisi: Biz selebi, öldürene, ihtimalle değil Hz. Peygamber'in (s.a.) hadisi ile veriyoruz. Hz. Peygamber sizin dediğiniz gibi âyetin hükmünü Huneyn gününe kadar ertelemiş de değildir. Aksine buna Bedir gününde hükmetmiştir. Savaştan sonra söylemiş olması, öldürmekle selebe hak kazanılacağına engel teşkil etmez.

Ebu Katâde'nin, tellâlın ilanını işitinceye dek talepte bulunmayışına ge­lince; bu, hükmün daha önceden malum ve belirlenmiş olmadığını gerektir­mez. Ebu Katâde susmuştu, çünkü mücerred davada bulunmakla selebi ala­bilecek değildi. Onun öldürdüğüne dair şahitlikte bulunan biri çıkınca Hz. Peygamber de kendisine vermişti.

Sahih olan; seleb konusunda bir şahidle yetinilip ikinci bir şahide ya da yemine ihtiyaç duyuhnamasıdır. Nitekim muarızı olmayan sahih-sarih sü*1 net bunu göstermektedir. Daha önce yerinde zikri geçmişti.

"Eğer seleb Öldürene ait olsaydı; lukata gibi bekletilir, taksim edilmez­di." sözüne şöyle cevap veriyoruz: Seleb, ganimeti elde edenlerindir, öldüre­nin ise sadece öncelik hakkı vardır. Eğer bizzat öldüren kimse bilinemezse, ganimete hak kazananlar ona müşterek olarak sahip olurlar. Çünkü hakları­dır. Öncelik hakkı bulunan da ortaya çıkmamıştır. Dolayısı ile hepsi ortak olurlar. [519]

 

j) Müslümanların, Müşrikler Tarafından Ele Geçirilen Mallan Hakkındaki Hükmü:

 

Buharı'de rivayet edilir: "îbn Ömer'e (r.a.) ait bir at gitmiş ve düşman onu eline geçirmişti. Daha sonra müslümanlar o atı ele geçirdiler. Hz. Peyr gamber (s.a.) zamanında at kendisine geri verildi. Yine bir kölesi kaçmış ve Bizans'a katılmıştı. Müslümanlar onu ele geçirdiler. Hâlid b. Velid, onu Hz. Ebu Bekir devrinde kendisine iade etti."[520]

Ebu Davud'un Sünen'mte\ kaçak köleyi iade edenin bizzat Hz. Peygam­ber (s.a.) olduğu belirtilir[521]

ei-Müdevvenevc el-Vâdiha'da şöyle deniliyor. Müslümanlardan biri, ga­nimetler içerisinde kendisine ait olan bir deve buldu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Eğer, ganimet taksim edilmeden buldu isen onu al. Taksim edildikten sonra buldu isen, eğer dilersen değerini vererek almaya sen daha çok hak sa­hibisin." buyurdu.

Yine sahih olarak bilinmektedir ki Muhacirler, Fetih günü, Mekke'deki evlerinin kendilerine verilmesini Hz. Peygamber'den istemişlerdi. Hiç birisi­ne, evini geri iade yoluna gitmedi. Kendisine, "Yarın Mekke'de hangi evini­ze konaklıyacaksımz?" denildiğinde: "Akîl bize ev mi bıraktı ki?[522] buyur­muştur. Şöyle ki; Rasûlullah Medine'ye hicret edince, Akîl, Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'deki mal varlığına el koymuş ve ne var ne yok hepsine sahiplen­miş, sonra da bunlar elinde iken müslüman olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.), kim müslüman olursa elinde bulundurduğu şeylerin kendisine ait olacağına hükmetmişti. Akîl, Ebu Tâlib'e vâris olmuş, Hz. Ali olamamıştı. Çünkü o ölmeden Hz. Ali müslüman olmuştu. Hz. Peygamber'e Abdülmuttalib'den bir miras kalmamıştı. Çünkü dedesi sağ iken babası ölmüştü. Sonra Abdül-muttalib ölmüş ve oğullan yani Hz. Peygamber'in amcaları ona vâris olmuş­tu. Oğullarının çoğu ölmüş, geride kimse bırakmamışlardı. Bütün mal varlı­ğı Ebu Tâlib'de toplanmıştı. Sonra o da ölmüş, bütün malına Akîl vâris ol­muş, din farklılığından dolayı Hz. Ali vâris olamamıştı. Daha sonra Hz. Pey­gamber (s.a.) Medine'ye hicret buyurunca, Akîl, Peygamberimizin evine el koymuştu. İşte bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.): "Akîl bize yurt mu bıraktı ki!" buyurmuştur.

Müşrikler, Medine'ye hicret eden müslümanların mal varlıklarına el ko­yuyorlardı. Sünnet (uygulama), muharip kâfirlerden müslüman olanların, daha önceden itlaf ettikleri müslümanların can ve mallarını tazmin etmeme, gas-ıbettikleri ve ellerinde bulundurdukları müslümanlara ait mallan geri iade et­memeleri şeklinde cereyan etmiştir. Müslüman oldukları anda ellerinde bu-undurduklan mal varlıkları kendilerinin olmuştu. Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü ve uygulaması işte budur. [523]

 

k) Kendisine Hediye Edilen Şeyler Hakkındaki Hükmü:                    

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) arkadaşları, kendisine yiyecek vb. şeyler hediye ederlerdi. O da kabul buyurur, onları kat kat fazlasıyla mükâfatlandınrdı.

Kendisine melikler hediye gönderir, onların hediyelerini kabul eder, as­habı arasında paylaştırır, içinden seçtiği şeyleri kendisi için alırdı. Böylece bun­lar, ganimetteki kendisine ait bir hak olan "safiy" gibi olurdu.

Sahih-i Buharî'ûz anlatılır: Hz. Peygamber'e (s.a.), ipekten yapılmış, altın düğmeli kaftanlar hediye edilmişti. Ashabından bazı kimselere taksim etti. İçinden bir tanesini de Mahreme b. Nevfel için ayırdı. Mahreme, oğlu Mis-ver'le birlikte geldi, kapıda durdu. Oğluna: "O'nu bana çağır." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) onun sesini duydu. Kaftanla ona yöneldi ve: "Ya Ebu'l-Misver! Bunu senin için sakladım." buyurdu[524]

Mukavkıs, Hz. Peygamber'e (s.a.), ümmü veledi Mâriye'yi, Hassân'a hediye ettiği Şîrîn adlı cariyesini, ayrıca bir kır katırla bir eşeği hediye etmişti.[525]

Kendisine Necaşî hediyede bulunmuştu. Hz. Peygamber de kabul ede­rek ona hediyeler göndermiş ve daha ulaşmadan kendisinin öldüğünü, hedi­yelerin geri döneceğini haber vermişti. Buyurdukları gibi de çıkmıştı[526]

Ferve b. Nüfâse el-Cüzâmî, kendisine beyaz bir katır hediye etmişti. Hu-neyn gününde ona binmişti[527]

Buharî'nin zikrettiğine göre, Eyle meliki kendisine beyaz bir katır hedi­ye etmişti. Hz. Peygamber de ona bir hırka giydirmiş ve onu kendi ülkesinde görevde bırakmıştı[528]

Ebu Süfyan hediye takdim etmiş, kabul buyurmuştu.

Ebu Ubeyd şöyle nakleder: Mulâibu'l-Esinne (denilen) Âmir b. Mâlik, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir at hediye ettiğinde bunu reddetti ve: "Biz bir müş-riğin hediyesini kabul etmeyiz." buyurdu[529] Yine Iyâz el-Mucâşiî için de: "Biz müşriklerin ihsanlarını kabul etmeyiz."' demiştir[530]

Ebu Ubeyd şöyle diyor: "Hz. Peygamber (s.a.), Ebu Süfyan'dan hediye kabul etmiştir. Çünkü bu, aralarında sulh anlaşmasının buiunduğu dönemde olmuştu. İskenderiye meliki Mukavkıs'ın hediyelerini de kabul buyurmuştu. Çünkü o, elçisi Hâtıb b. Ebî Beltea'ya iyi davranmış ve peygamberliğini ik­rar etmişti. İslâmlığından ümiî kestirmemişti. Buna karşılık hiçbir muharip müşrikten asla hediye kabul etmemiştir."

Daha sonra gelen devlet başkanlarımın hediye kabullerinin hükmüne ge­lince; bu konuda-Malikîlerden Sahnûn şöyle diyor: "Bizans hükümdarı hali­feye hediyede bulunursa, kabulünde bir sakınca yoktur ve hediye kendisine ait olur." Evzaî ise: "Bütün müslümanların olur ve beytülmaldan karşılık hediye verir." der. İmam Ahmed ve tabileri ise: "Devlet başkanına ya da or­du komutanlarına kâfirlerden yapılan hediyeler ganimet sayılır. Ganimet ah­kâmına tâbidir." derler. [531]

 

1) Malların Taksimi Konusundaki Hükümleri:   .

 

Hz. Peygamber'in (s.a.) taksim etmekte olduğu mallar üç çeşitti:

1—  Zekât,

2—  Ganimet,

3—  Fey.

Zekât ve ganimetlerin hükmü daha önce geçti. Sekiz sınıfa da birden ve­rilmediğini, bazan tek bir yere dahî verdiğini görmüştük.

Fey hakkındaki hükmüne gelince: Sahih-i Buharî'de sabit olduğuna gö­re, Huneyn gününde fey'den müellefe-i kulûba taksimde bulunmuş, ondan Ensar'a hiçbir şey vermemişti. Bunun üzerine Ensar, Hz. Peygamber'e ser­zenişte bulundular. Rasûlullah (s.a.) onlara: "Herkes evine koyunla, deveyle dönerken, siz, Allah'ın Rasûlü ile dönecek ve O'nu kendi yurdunuza götüre­ceksiniz. (Bu sizin hoşunuza gitmez mi?) Yemin ederim ki sizin beraberiniz­de götürdüğünüz şey, onların birlikte götürdüklerinden daha hayırlıdır." buyurdu[532]»

Olayın hikâyesi ve içerdiği neticelerden daha önce bahsedilmişti.

Burada anlatmak istediğimiz, Allah Teâlâ'nın fey mallan hakkında Hz. Peygamber'e, diğer mallar için helâl olmayan bazı tasarrufları mubah kıldı­ğım belirtmektir.                                                  

Buharî'deki nakle göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyuruyor: "Ben bazı insanlara veriyor, bazılarını terkediyorum. Vermeyip terkettiklerim, kendi­lerine verdiklerimden bana daha sevimlidir. "[533]

Yine Buharî'de Hz. Peygamber (s.a.): "İman zaaflarından ve figanla­rından korkumdan bazılarına veriyor, bazılarına da, Allah Teâlâ'nın kalple­rine koyduğu gönül zenginliği ve hayıra dayanarak vermiyorum. Amr b. Tağlib de bu ikincilerdendir." buyurmuştur. Amr b. Tağlib: "Hz. Peygamber'in (s.a.) benim hakkımdaki bu sözleri karşılığında kırmızı develerimin.olmasını bile asla istemem."[534] demiştir.

Yine Buharî'de şöyle rivayet ediliyor: Hz. Ali, Yemen'den bir altın kül­çesi göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu: Akra b. Habis, Zeyd el-Hayl, Alkame b. Ülâse, Uyeyne b. Hısn olmak üzere dört kişiye pay etti. Derken, çukur gözlü, yüksek alınlı, gür sakallı, başı tıraşlı bir adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah, Allah'tan kork!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Yazık sana; yeryüzünde Allah'tan en çok korkacak biri varsa o da ben değil miyim?" buyurdu.[535]

Sünerfde şöyle nakledilir: Rasûîullah (s.a.) "zilkurbâ^ yakın akrabalar*' hissesini Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarına verdi. Nevfeloğulları ile Abdİ-şemsoğullarını terketti. Bunun üzerine Cübeyr b. Mut'im ile Osman b. Af-fân, Hz. Peygamber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah! Hâşimoğullarmın size olan yakınlığını ve şereflerini inkâr etmiyoruz. Ama Abdülmuttaliboğulları-nın özelliği ne ki onlara verdiniz de bize vermediniz? Biz ve onlar hep aynı durumda değil miyiz?" dediler. Hz. Peygamber onlara: "Biz ve Muttalibo-ğulları ne cahiliyede ne de İslâm'da ayrılmayız. Biz ve onlar aynı şeyiz." bu­yurdu ve parmaklarını birbirine kenetledi.[536]

Bazı âlimler bu uygulamanın Uz. Peygamber'e has olduğunu ve "zilkurbâ" payının kendisinden sonra Hâşim ve Muttaliboğullarına sarf edildiği gibi Abdişems ve Nevfeloğullarına da harcanacağını ifade etmişlerdir. Çün­kü bunların dördü de bir kardeştir ve Abdimenâf in oğullandır. Abdişems ile Hâşim'in ikiz olduğu da söylenir.

Doğrusu şudur: Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hükmü devam etmektedir. Zevilkurbâ hissesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis ettiği Hâşim ve Muttalibo­ğullarına verilir. "Bu Hz. Peygamber'e ait bir uygulamadır." sözü yanlıştır.

Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bu uygulamasıyla, Allah Teâlâ'nın yakın akra­balara ayırdığı humusun yerini belirlemiştir. Bu yerlerden öte geçilmez, geri de durulmaz. Şu var ki, Hz. Peygamber (s.a.) bu hisseyi taksim ederken, zengin—fakir ayırımı yapmadan herkese eşit olarak dağıtmıyordu; miras tak-simindeki gibi kadına bir, erkeğe iki pay ayırımına da gitmiyordu. Aksine maslahat ve ihtiyaç prensiplerini göz önünde tutarak onlara harcıyordu; be­kârlarını everiyordu, borçluların borcunu ödüyordu, fakirlere geçinebilecek­leri kadar veriyordu.

Sünen-i Ebî Davud'a. Hz. Ali şöyle diyor: "Yakın akraba hissesi olan humusu'l-humus'un (beşte birin beşte biri) idaresini Hz. Peygamber (s.a.) bana vermişti. Ben Hz. Peygamber'in hayatında, Ebu Bekir'in hayatında, Ömer'­in hayatında bunu yerlerine harcadım."[537]

Hz. Ali'nin bu sözünden, onun beş harcama yerine harcandığına istid­lalde bulunmuşlardır. Bu istidlal kuvvetli değildir. Çünkü bu söz olsa olsa Hz. Ali'nin humus'ul-humusu Hz. Peygamber'in (s.a.) harcadığı yerlere har­cadığına, başka yerlere vermediğine delâlet eder. Beş sınıfa dağıtılması ile ne ilgisi var? Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti ve yaptığı uygulamalar humusun sarf yerlerini zekâtinki gibi kıldığına, zikredilen sınıflardan dışarı çıkmadığı­na delâlet etmekte, onu aralarında miras taksimi gibi taksim etmediğini gös­termektedir. O'nun yaşantısını ve sünnetini ffprçek anlamda inceleyenler bu konuda şüphe etmezler.

Sahîhayn'da Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilir: "Nadîroğullarınm malları; müsîümanların ne at ne de deve koşturmadan, Allah'ın Peygambe­rine lütfettiği fey mallarındandı ve sadece Peygamber'e hâstı. Ailesinin sene­lik nafakasını ayırır, geri kalan kısmıyla Allah yolunda hazırlık olmak üzere harp araç-gereçleri satın alırdı."[538]

Sünen'deAvf b. Mâlik'ten nakledilir: "Hz. Peygamber'e (s.a.) fey mal­ları geldiğinde, aynı günde hemen dağıtırdı. Evliye iki pay, bekâra da bir pay verirdi. "[539]

Bu da Hz. Peygamber'in (s.a.), eşi "zilkurba" faslından olmasa bile ev­liye ihtiyacından dolayı fazla verdiğini gösteriyor.

Fukaha fey konusunda ihtilâf etmişlerdir: Acaba fey Hz. Peygamber'in dilediği gibi tasarrufta bulunabileceği bir mülkü müdür, yoksa değil midir? Gerek Hanbelî mezhebinde ve gerekse diğerlerinde her iki görüş de vardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulama ve davranışları, kendisinin fey'de Al­lah'tan aldığı emirle tasarrufta bulunduğunu, Allah'ın emrettiği yere harca­dığını, emrettiği kimselere taksim ettiğini; mâlikin mülkünde kendi arzusu ile tasarrufu gibi, dilediğine verecek dilediğine vermeyecek şekilde tasurruf yet­kisinin bulunmadığını göstermektedir. O, efendisinden aldığı talimatları ye­rine getiren, ver dediğine veren, verme dediğine vermeyen bir köle gibi tasar­ruf ediyordu. Nitekim bunu kendisi de açıklamış ve: "Yemin ederim ben bi­rine veriyor da, diğerini terkediyor değilim. Ben sadece bir taksimatçıyım, emrolunduğum yere koyuyorum."[540] buyurmuştur. Görüldüğü gibi O'nun vermesi, vermemesi, taksimi hep Allah'ın emri ile olmaktadır. Zaten Yüce Allah kendisini "Melik Peygamber" ve "Kul Peygamber" olma arasında mu­hayyer bırakmış, o da Kul Peygamber olmayı tercih etmiştir.

Aralarındaki fark şudur: "Kul Peygamber", efendisinin ve kendisini gön­derenin emri olmadan hiçbir tasarrufta bulunmaz. "Melik Peygamber" ise dilediğine verebilir, dilediğinden meneder. Nitekim yüce Allah, Melik pey­gamber Hz. Süleyman hakkında: "İşte bizim bağışımız budur: İster ver, is­ter tut, hesap yoktur."[541] buyurmuştur. Yani: Dilediğine ver, dilediğine veı-me, seni hesaba çekmeyeceğiz, demektir. Bu mertebe Hz. Peygamberimize arzedilmiş, ancak O buna rağbet etmeyerek daha üst makamı, yani küçük büyük her konuda efendisinden aldığı emirle hareket edilen halis kulluk ma­kamını istemiştir.

İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) fey konusundaki tasarrufu bu şekildendir. O fey'e mâliktir, ama diğer mâliklerden farklıdır. Bu yüzdendir ki, müslü-manlann ne bir at ne de bir deve koşturmadan Allah Teâlâ'nın kendisine verdiği bu fey mallarından, o önce kendisinin ve ailesinin yıllık nafakasını ayırıyor* geri kalanlarını ise Allah yolunda cihad için gerekli araç-gereç tedarikine ya-tınyordu. Mallar içerisindeki işte bu kısım hakkında Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra çekişmeler olmuş ve günümüze kadar da ihtilâflar devam etmiştir.

Zekât mallan, ganimetler ve mirasın taksiminde hak sahipleri bellidir ve başkaları onlara ortak edilmez. Bu konuda daha sonra gelen yöneticiler için, fey konusundaki müşkiller gibi hiçbir müşkil çıkmamış, çekişmeler olmamış­tır. Eğer feyin durumu da bu mallar gibi açık ve net olsaydı; Hz. Peygam­ber'in (s.a.) kızı Fâtıma, kalkıp da Peygamberimizin terekesinden miras talebinde bulunmaz, mâlik olduğu şeylere —diğer mâliklerde olduğu gibi— vâ­ris olunacağı zehabına kapılmazdı. O'ndan geride kalan mülke vâris oluna­mayacağı, ölümünden sonra bu malların sadaka hükmünde olacağı hakika­tini kavrayamamıştı. Hz. Peygamber'in (s.a.) vefakâr ve râşid halifesi Ebu Bekir Sıddîk ve ondan sonra gelen halifeler bu durumu bildikleri için, Hz. Peygamberin (s.a.) fey olarak geride bıraktığı mallarını miras kabul ederek vârisleri arasında taksime gitmemişler, aksine onların idaresini Hz. Ali ile Hz. Abbas'a vermişler ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yaptığı gibi tasarrufta bulun­malarını istemişlerdir. Hz. Ali ile Abbas arasında bu konuda anlaşmazlık çı­kıp, meseleyi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'e götürdüklerinde, onlardan hiç birisi bunu miras olarak taksim etmemiş, Hz. Abbas ve Hz. Ali'ye de onda tasarrufta bulunma imkânı vermemişlerdir.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Allah'ın fethedilen ülkeler halkının mal­larından peygamberine verdiği ganimetler (fey); Allah, peygamber, yakınla­rı, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet (zenginlik) olmaz. Peygamber si­ze ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan kor­kun. Çünkü Allah'ın azabı çetindir. Allah'ın verdiği bu fey mallan, yurtla­rından ve mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Al­lah'ın dinine, peygamberine yardım eden fakir muhacirlerindir. îşte doğru olanlar bunlardır. Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine ima­nı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar... Bunların arkasından ge­lenler: 'Rabbimiz; bizi ve iman ile daha önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma' derler."[542]

Yüce Allah bu âyeti kerimelerde, Rasûlü'ne fey olarak verdiği malların bütün olarak, âyette zikri geçen kimselere ait olduğunu haber vermiş, fey top­lamının her beşte birinin ayrı ayrı zikredilen gruplara ait olduğunu ifade et­memiştir. Aksine umumî olarak, mutlak bir ifade ile hepsini içine alacak şe­kilde beyanda bulunmuştur. Bu mallar öncelikle hususî harcama yerlerine har­canır ki bunlar humus ehlidir. Sonra da genel harcama yerlerine sarfedilir. Bunlar da Muhacirler, Ensar ve kıyamete dek onların yolundan gidenlerdir. Bizzat Hz. Peygamber ile Râşid halifelerin uygulayageldikleri şey, bu âyet­lerde istenilen şeyin ta kendisidir. Bu yüzden, İmam Ahmed ve başkalarının rivayetine göre Hz. Ömer şöyle demiştir:

"Bu malda hiçbir kimse diğerinden daha fazla hak sahibi değildir. Ben de, herhangi birinden daha çok hak sahibi değilim. Yemin ederim ki, bu malda köleler hariç, hiçbir müslüman yoktur ki, onun hakkı olmasın. Ancak Al­lah'ın kitabındaki yerimize göre öncelik tanırız. Allah Rasûlü'nden başlarız. Sonra sıra ile kişinin İslâm'da çektiği sıkıntı, İslâm'a girişdeki önceliği, İs­lâm'a verdiği hizmeti ve kişinin ihtiyacını prensip olarak ele alırız. Allah'a yemin ederim ki, eğer yaşarsam, San'a'da dağda malını otlatan çobanın da bu maldaki hakkı mutlaka kendisine ulaşacaktır."[543]

Bu fey âyetinde zikredilen kimseler, humus âyetinde zikredilen kimse­lerle aynıdırlar. Humus âyetine, Muhacirler, Ensar ve onlara tabi olanlar gir­memektedirler. Çünkü onlar feyin cümlesinde hak sahibidirler. Ehl-i humu­sun ise iki istihkakı vardır: İ) Humustan özel istihkak, 2) Feyin cümlesinden olan genel istihkak. Bunlar her iki paya da dahildirler.

Nasıl ki, fey genelinin taksimi, miras, vasiyyet, normal mülk gibi müşte­rek mülklerin taksimi biçiminde yapılmıyor ve ihtiyaca, genel menfaate, İs­lâm'da gözetilen fedakârlık ve çekilen sıkıntılara göre yapılıyorsa, humusun, humus ehline taksimi de öyledir. Çünkü Allah'ın kitabında, her ikisinin de kaynağı birdir. Beş zümreye özel olarak temas etmek, bunların mutlaka fey dağıtılacaklar arasına alınacağını ve hiçbir türlü çıkarılamayacaklarını, nasıl ki zekât, belirlenen sarf mahallerinin dışına verilemezse, humusun da zikre­dilenlerden başkalarına verilmeyeceğini ifade eder. Nitekim genelde, fey de Haşr sûresinde zikredilen kimselere hastır ve bunların dışında başkalarına ve­rilmez. Bu yüzdendir ki, Mâlik, Ahmed vb. gibi büyük İslâm bilginleri, Râfı-zîlerin feyde bir hakları bulunmadığına dair fetva vermişlerdir. Çünkü bun­lar ne Muhacir ne Ensar, ne de onlardan sonra gelen ve: "Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce geçen iman ehli kardeşlerimizi affeyle..." diyenlerdendir. Me­dine ehlinin görüşü budur. Şeyhülislâm İbn Teymiye de bunu tercih etmiştir. Kur'an, Hz. Peygamber'in ve. râşid halifelerin tatbikatı da bunu gösterir.

Âlimler zekât âyeti ile humus âyeti hakkında ihtilâf etmişlerdir: İmam Şafiî zekât ve humusun bütün zikri geçen sınıflara taksimi vacibtir ve her sı­nıftan en az cemi' sigasıyla ifade edilecek sayıda kimselere verilir, görüşündedir.

İmam Mâlik ve Medine fukahası: "Her ikisinde de zikredilen sınıflara verilir, başkalarına verilmez. Her sınıfa ayrı ayrı taksim etmek gerekmez." demişlerdir.

İmam Ahmed ve Ebu Hanife ise, zekât konusunda İmam Mâlik gibi, humus âyeti hakkında da İmam Şafiî gibi düşünmektedirler.

Naslar ve Hz. Peygamber ile Raşid halifelerinin tatbikatı üzerinde düşü­nenler, Medine fukahasının görüşlerinin isabetli olduğunu, delillerin onları desteklediğini görür. Çünkü Allah Teâlâ, humus sahiplerinin fey sahipleri ol­duğunu belirtmiş ve onları, haklarında ihtimam göstermek ve takdim etmiş olmak için belirlemiştir. Ganimet sadece savaşa iştirak edenlere ait olduğu ve başkalarının buna ortak edilemeyeceği için, onların beşte birinin humus ehline ait olduğuna dair delil getirilmiştir. Fey belli bir insana mahsus olma­dığı için, hepsi onlara, Muhacirlere, Ensara ve bu iki gruba tâbi olanlara kı­lınmış, humus ile fey harcama yeri açısından eşit tutulmuştur. Hz. Peygam­ber (s.a.) humusun Allah ve Peygamber hissesini İslâm'ın genel menfaatleri­ne harcıyordu. Geri kalan humusun beşte dördünü ise önem ve ihtiyaç sırası­nı gözeterek mahalline sarfediyordu. Bekârlarını evlendiriyor, borçlarını ödü­yor, ihtiyaç sahiplerine yardım yapıyor, bekârlarına bir pay, evlilerine iki pay veriyordu. Ne O, ne de halifelerinden biri; yetimleri, yoksulları (miskinler), yolcuları, akrabaları (zevıikurba) toplayarak feyin geri kalan beşte dördünü bu gruplar arasında eşit olarak dağıtmıyorlardı. Nitekim bunu zekâtın taksi­minde de yapmıyorlardı. İşte Hz. Peygamber'in (s.a.) bu konudaki tatbikatı ve rehberliği budur. Konuya açıklık getiren yegâne doğru, O'nun yoludur. [544]

 

2— Anlaşmalar, Emân ve Cizye Konularında Verdiği Hükümler:

 

a) Anlaşmalara Bağlı Kalma Konusundaki Hükümleri:

 

Müseylemetü'l-Kezzâb'ın iki elçisi: "Biz onun Allah'ın rasûlü olduğunu söylüyoruz." dediklerinde Hz. Peygamber Efendimiz: "Eğer elçiler öldürül­mez olmasaydı, ikinizi de öldürürdüm." buyurmuştur.[545]

Kureyş tarafından kendisine elçi olarak gönderilen Ebu Râfi', Hz. Pey­gamber'in (s.a.) yanında kalıp geri dönmemek isteyince ona şöyle buyurmuştur: "Ben ahdi bozamam, (cevabı geri götürmek üzere gönderilen) elçiyi de tuta­mam. Ancak, şimdi sen kavmine dön. Eğer şu anda hissettiklerini tekrar du­yarsan, oradan bize yeniden dönersin."[546]

Müşriklerle aralarında bulunan ve "Müşriklerden müslüman olarak ken­dilerine iltihak eden kimse geri iade edilecek" şeklindeki anlaşmadan dolayı Ebu Cendel'i geri iade etmiştir.

Kadınları ise iade etmemiştir. Eslemli Sübey'a müslüman olarak gelmişti. Kocası onu istemeye geldi. Allah şu âyeti indirdi: "Ey iman edenler! Mü'-min kadınlar hicret ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduk­larını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin."[547] Bunun üzerine Al­lah Rasûlü (s.a.) kadına, müslüman olmaktan başka amaçla çıkmadığına, kav­mi arasında işlediği bir işten ya da kocasından nefret ettiğinden dolayı gel­mediğine dair yemin verdirdi. Kadın da yemin edince Hz. Peygamber (s.a.), kadının kocasına mehrini verdi ve kadını iade etmedi.[548] Hz. Peygamber'in bu hükmü Allah'ın hükmüne muvafıktır. Asla neshedici bir delil de varid ol­mamıştır. Mensuh olduğunu zanneden kimselerin, ellerinde boş bir iddiadan başka hiçbir delilleri yoktur. Konunun izahı Hudeybiye hadisesinde geçmişti.

Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "(Anlaşma yaptığın) bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de hak ve adaletle (onlarla yaptığın ahdi) onla­rın üzerlerine at. Çünkü Allah hâinleri sevmez."[549]

Hz. Peygamber de şöyle buyurur: "Bir kimse ile bir kavim arasında an­laşma varsa, anlaşma süresi doluncaya kadar veya hak ve adaletle yaptığı ah­di onların üzerine atmadıkça ne bir düğüm atabilir, ne de çözebilir." (Yani anlaşmada bir değişiklik yapamaz ve gereğine uymak zorundadır.) Tirmizî: "Bu, hasen-sahih bir hadistir." demiştir.'[550]

Kureyş, Huzeyfe b. el-Yemân ile babasını esir etmişler ve "Hz. Peygam­ber'in yanında yer alarak kendilerine karşı savaşmayacaklarına" dair anlaş­ma yaparak onları serbest bırakmışlardı. Bunlar Bedir savaşı için çıktıkların­da Hz. Peygamber ikisine: "Geri dönün. Onlara verilen ahde vefa gösteririz ve onlara karşı Allah'tan yardım dileriz." bu/urmuştur.[551]

 

b) Erkek ve Kadınlar Tarafından Verilen Emân Hakkındaki Hükı

 

Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurrnuştur: "Müslümanların kanlan

birbirlerine eşittir. En aşağı statüde olanı (ednâ) onlar adına koşturabilir." (Ya­ni bir kişi veya kadın veya köle onlar adına emân verebilir ve verilen bu emân hepsini bağlar.)[552]

Amcasmın kızı Ümmü Hâni'nin emân verdiği iki adama Hz. Peygamber de emân vermişti.[553] Kızı Zeyneb, (kocası) Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e emân ve­rince, kendisinin de emân verdiği ve sonra şöyle buyurduğu sabittir: "Müs­lümanlar adına en aşağı statüde olanları emân verebilir. "[554] Başka bir ha­diste de: "Müslümanlar adına en aşağı statüde olanı emân verebilir. (Gani­mete) en uzak olanı, ganimeti onlara çevirir." buyurulmuştur.[555]

urada dört genel kaide vardır:

1— Müslümanların kanlarının eşit olması. Bu, müslümanların kâfire karşı 1 "^ilmesine manidir.

2—  En dûn olanlarının, onlar adına emân verebilmesi. Bu da kadın ve elerin verdikleri emânın kabulünü gerektirir.

İbn Mâcişûn: "Emân vermek ancak ordu ya da seriye sorumlusunun yet­kisi dahilindedir." demişse de îbn Şaban: "Bu, bütün âlimlerin görüşlerine muhaliftir." der.

3— Müslümanlar başkaları üzerinde bir eldirler. Bu, kamu görevlerin­den herhangi birinin (vilâyât) kâfirlere tevdi edilemeyeceğini gerektirir. Çün­kü kamu görevlisinin kamu üzerinde eli (tasarruf yetkisi) vardır.

4— En uzakta olanın (ganimeti) onlara çevirmesi. Bu da şunları gerekti­rir: Öncü kuvvetler, arkalarındaki İslâm ordusunun gücüne dayanarak bir ganimet ele geçirdiklerinde bu hem onların hem de arkadakilerindir. Çünkü onların kuvveti sayesinde ele geçirmişlerdir. Beytülmala intikal eden fey mal­ları —her ne kadar ele geçirilmesinin sebebi yakın olanlar ise de— her iki gruba da aittir.

İşte bu hükümler vb. Hz. Peygamber'in bu dört kelimelik hadisinden alınmıştır. Allah'ın salât ve selâmı O'na olsun. [556]

 

c ) Cizye Hakkındaki Hükmü:

 

Daha önce geçtiği gibi Allah Teâlâ ilk kez Peygamberine, savaş ve cizye olmaksızın davette bulunmayı emretmişti. On küsur sene Mekke'de böyle kaldı.

Sonra hicret edince farz olmaksızın savaş izni verdi. Sonra kendisi ile sava­şanlarla savaşmnayı, kendisine cephe almayanlara dokunmamasını emretti. Hicri 8. senede Berâe sûresi nazil olunca, kendisi ile savaşsın savaşmasın, mu-ahade halinde olmayan bütün gayrimüslim Araplarla savaşmasını ve muaha-deyi bozmayanların anlaşmasına vefa göstermesini emretti. Müşriklerden cizye almasını emretmedi. Yahudilerle defalarca savaştı, onlardan cizye alması em-rolunmadı.

Sonra yüce Allah, müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar bü­tün ehl-i kitapîa savaşmasını emretti. Hz. Peygamber (s.a.), bu emre uyarak onlarla sıvaştı; kimi müslüman oldu, kimi de cizye verdi. Kimisi de savaşa devam etti. Arap hıristiyanlan olan Necran ve Eyle halkından cizye aldı. Ço­ğu Arap olan Dûmetü'l-Cendel halkından da aldı. Mecûsilerden de aldı. Ye-men'de bulunan ehl-i kitaptan da aldı ki, onlar yahudi idiler.

Arap müşriklerden ise cizye almadı. İmam Ahmed ve Şafiî şöyle derler: "Cizye, Hz. Peygamber'in (s.a.) almış olduğu şu üç zümreden başkasından alınmaz: Yahudiler, Hıristiyanlar, mesûsiler. Bunlar dışındakilerin seçeneği ya ölüm, ya islâm'dır; başkası kabul edilmez."

Başka bir grup şöyle der: Vermeye razı oldukları takdirde her milletten cizye alınır. Ehl-i kitaptan Kur'an'ın, mecûsilerden sünnetin delaletiyle alı­nır. Diğerleri ise mecûsilere dahildir. Şöyle ki, mecûsiler şirk ehlidirler ve ki-, tapları yoktur. Cizyenin onlardan alınması, bütün müşriklerden alınmasına bir delildir. Hz. Peygamber, Arap putperestlerinden cizye almamıştır. Çün­kü bunlar cizye âyeti gelmeden önce müslüman olmuşlardı. Cizye âyeti Te-bük seferinden sonra nazil oldu. Bu sırada Hz. Peygamber Araplarla yapılan savaşları sona erdirmişti ve hepsi de İslâm'a sarılmışlardı. Yine bu yüzdendir ki Hz. Peygamber, defaatle savaştıkları halde, yahudilerden cizye almamıştı. Çünkü böyle bir hüküm yoktu. Ne zaman ki cizye âyeti indi, hıristiyan Arap­lardan ve mecûsilerden de aldı. Eğer o sırada putperest Araplar bulunsaydı da cizye vermeyi kabul etseydiler, onlardan da alırdı. Nitekim haça ve ateşe tapanlardan kabul etmişti. Bazı grupların kâfirliklerinin diğerlerine nazaran daha aşırı olmasının bir tesir ve farkı olamaz. Kaldı ki putperestlerin küfrü, ateşe tapanlarınkinden hiç de ileri değildir. Puta tapanla ateşe tapan arasın­da ne fark vardır? Hatta ateşe tapan mecûsînin küfrü daha ileridir. Puta ta­panlar, Allah'ın birliğini kabul ediyorlar, O'ndan başka yaratıcı olmadığını benimsiyorlar ve putlara, sadece kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar diye iba­det ettiklerini söylüyorlardı. Kâinatta mecûsilerin inandığı gibi, biri hayır, öbü­rü şer ilâhı diye iki yaratıcının bulunduğunu kabul etmiyorlardı. Anne, kız ve kızkardeşlerle evliliği helâl görmüyorlardı. Onlar üstelik Hz. İbrahim'in dininden kalan inançlar üzerinde bulunuyorlardı.

SMecûsilere gelince, asla bir kitap üzere değillerdi ve ne akaidde ne de şe-riatte peygamberlerden birine ait bir dini benimsemişlerdi. "Onların kitapla­rı vardı, şeriatları vardı da, kralları kendi kızı ile münasebette bulununca ref edildi (kaldırıldı)" şeklindeki haberin doğrulukla hiçbir ilgisi yoktur. Eğer bu haber sahih olsa, bu halleri ile de ehl-i kitap olmuyorlardı. Çünkü kitapları kaldırılmış, şeriatları iptal edilmişti, onlardan üzerinde oldukları hiçbir şey i;   kalmamıştı.

Malumdur ki Araplar İbrahim (a.s.)'ın dini üzerinde bulunuyorlardı. Hz. İbrahim'in sahifeleri ve bir şeriatı vardı. Arap putperestlerin İbrahim (a.s.)'m dinini ve şeriatını değiştirmeleri; mecûsilerin —şayet haber sahihse— nebile­rinin dinini ve kitaplarını değiştirmelerinden daha farklı bir cürüm değildir. Çünkü mecûsilerin peygamberlerden kalma şeriatlarden herhangi bir hususa bağlandıkları bilinmemektedir. Arapların durumu ise böyle değildir. Bu du­rumda, en çirkin dine sahip olan mecûsilerin durumu, Arap müşriklerinin du­rumundan nasıl daha güzel olabilir? Bu düşünce, gördüğünüz gibi, delil ba­kımından daha sahihtir.

Üçüncü bir grup, Arapla Arap olmayanı ayırmış ve: "Arap müşrikleri hariç, her kâfirden cizye kabul edilir." demişlerdir.

Dördüncü bir grup ise, Kureyş ile diğerlerini ayırmıştır ki, bunun bir an­lamı yoktur. Çünkü Kureyş'ten kâfir kalan hiç kimse olmamıştır ki, onunla savaşmaya, ondan cizye alınıp alınmayacağına dair söz etmeye ihtiyaç du­yulsun. Hz. Peygamber Hecer halkına, Münzir b. Sâvâ ve etrafındaki melik­lere İslâm'a girmek ya da cizye vermek üzere davet mektupları yazmış ve Arap­la, Arap olmayan arasında bir ayırım yapmamıştır.

Cizye miktarı konusundaki hükmüne gelince: Muaz'ı Yemen'e gönder­miş ve ona her buluğ çağma eren (erkek) için bir dinar ya da dengi "meâfir" elbisesi almasını emretmiştir.[557] Meâfir, Yemen'de bilinen bir elbise türüdür.

Sonra Hz. Ömer, cizye miktarını arttırmış; altının tedavülde olduğu yerler halkına dört dinar, gümüşün tedavülde bulunduğu yerler halkına ise yıllık kırk dirhem olarak belirlemiştir.'[558] Hz. Peygamber, Yemenliler'in durum larınin zayıf olduğunu bilerek az takdir etmiş; Hz. Ömer de Suriye bölges ahalisinin iktisadî zenginlik ve kuvvetlerini bilerek yüksek takdirde bulun muştur. [559]

 

d) Anlaşmaların Bozulması Hakkındaki Hükmü:

 

Hz. Peygamber (s.a.) Mekkeliler'le, on sene süre ile aralarında harbe soı vermek üzere anlaşma yapmıştır. Kureyş'in müttefiki Bekiroğulları onlarl birlikte, Hz. Peygamber'in müttefiki Huzâa da, O'nunla birlikte bu anlaş maya dahildiler. Kureyş'in müttefiki, Hz. Peygamber'in müttefiki Huzâalı lara tecüvüzde bulunmuş ve onlara hıyanet etmişlerdi. Kureyş buna razı old ve protesto etmedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, onların bu tutumu ile ahc bozmuş olduklarına ve ahdi üzerlerine atmaksızın onlarla savaşa girmenin mı bahhğma hükmetti. Çünkü onlar müttefiklerinin yaptıklarım onaylamalaı ve onların tutumlarına rıza göstermeleriyle, Hz. Peygamber'le bilfiil savaş girişmiş ve muahadeyi bozmuş oluyorlardı. Onlara destek olmaları, bizzat sî vaşa girişmek sayılmıştı.

Hz. Peygamber, yahudilerle de muahede yapmıştır. Medine'ye ilk geld ğinde onlarla anlaşma yaptı, fakat ahde hıyanette bulundular, defaatle bo; dular. Her defasında da Hz. Peygamber onlarla savaşmış ve onları eline g< çirmiştir. Yahudilerle yaptığı son sulh anlaşması Hayber yahudileri ile yapt ğı anlaşmadır. Buna göre Hayber'in mülkiyeti Hz. Peygamber'e ait olmak: birlikte onların, dilediği vakte kadar yarıcı olarak orada kalmalarına imkâ verecekti.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hükmü, devlet başkanının "dilediği kad; bir müddetle" düşmanla anlaşma yapabileceğine delil teşkil etmektedir. E tür yapılan akitler (sulh) caizdir, devlet başkanı istediği vakit bu sulhu fesh debilir. Doğru olan da budur. Nâsihi olmayan Hz. Peygamber'in uygulam sının gereği de budur.

Mekkeliler ile yaptığı sulh anlaşmasında alman kararlardan biri, her i tarafın da üçüncü taraflarla serbestçe anlaşma yapabilmeleri imkânını veı yordu. Kim Muhammed ile pakt kurmak isterse bunu yapabilecekti. Kim ( Kureyş'le anlaşmaya girmek isterse girebilecekti. Ayrıca müslümanlardan K reyş'e iltica eden geri verilmeyecekti. Ama Kureyş'ten Hz. Peygamber'e ilica eden iade edilecekti. Hz. Peygamber, gelecek sene Mekke'ye girecek ve müşrikler orayı üç gün için boşaltacaklardı. Müslümanlar, beraberlerinde an­cak kılıç ve ok gibi yolcu silahlarını bulundurabileceklerdi. Konu ile ilgili ta­rihî bilgi ve çıkarılan hükümler daha önce zikredilmiştir. [560]

 

A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) NİKÂHLA İLGİLİ UYGULAMALARI

 

1— Babası Tarafından Zorla Evlendirilen Dul ve Bekârlar Hakkında Verdiği Hükümler:

 

Sahihayn'da rivayet edilir ki, babası, Hansa bt. Hıdam'ı[561] gönülsüz ol­duğu halde, evlendirmişti. Kendisi duldu. Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi (du­rumu anlattı). Allah Rasûlü (s.a.) de nikâhını kabul etmedi[562]

Sünen 'de İbn Abbas'tan nakledilir; Bakire bir kız Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve gönülsüz olduğu halde, babasının kendisini zorla evlendirdiğini ha­ber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) onu seçimli bıraktı.[563]

Bu hadisteki şahıs Hansâ'dan başkasıdır. îki.ayrı olay sözkonusudur. Birinde dulun muhayyer ligine, diğerinde ise bakirenin muhayyerliğine hük­metmiştir.                       .                                                                      ;

Sahih(-i Buharî)'de Hz. Peygamber'in (s.a.) şu buyruğu vardır: "İzni alın­madıkça bakire evlendirilmez." "Ya Rasûlallah! Onun izni nasıldır?" dedi­ler. "Susmasıdır." buyurdu[564]

Sahih-iMüslim'de ise: "Bakirenin kendisini ilgilendiren konuda (nikâh) izni alınır. îzni, susmasıdır." buyurmuştur.[565]

Bu hükmün gereği şudur: Bulûğ çağına ermiş bakire bir kız nikâha zor­lanamaz ve rızası olmadan evlendirilemez. Bu, selef ulemasının çoğunluğu­nun, Ebu Hanife'nin, bir rivayette Ahmed (b. Hanbel)'in görüşleridir. Bizim din olarak inandığımız, başka türlüsünü kabul etmediğimiz görüş de budur. Bu görüş, Allah Rasûlü'nün (s.a.) hem hükmüne, hem emrine, hem de neh-yine muvafıktır. Şeriatın genel kaidelerine ve ümmetin umumî menfaatine de uygundur. Allah Rasûlü'nün (s.a.) hükmüne muvafıktır. Çünkü Hz. Peygam­ber (s.a.), zorla evlendirilen bakirenin muhayyerliğine hükmetmiştir. Bu ha­dis muallel-mürsel şeklinde olmayıp, hem müsned hem de mürsel olarak ri­vayet edilmiştir. Fakihierin "İttisal (hadisin muttasıllığı) ziyadedir. Hadisi mev-sûl olara'k rivayet eden râvi, mürsel rivayet edene takdim olunur." şeklinde­ki görüşünü esas aldığımızda, durum açıktır. Bu, hadislerin çoğunda yaptık­ları bir şeydir. Bu hadisin ne ayrıcalığı var ki, diğer emsallerinin hükmünden ayrılsın. Bunda da aynı şey yapılır.

Hadisin mürsel olduğuna hükmetsek bile —muhaddislerin çoğunun gö­rüşü böyledir— onun açık ve sahih haberlerle (eser) kıyas ve şer'î kaidelerle desteklenen güçlü bir mürsel rivayet olduğunu görüyoruz. Bu da onunla amel etmeyi kaçınılmaz kılar.

"Evlendirilecek bakirenin izni alınır" görüşü, Hz. Peygamber'in (s.a.) emrine uygundur, demiştik. Çünkü O şöyle buyuruyor: "Bakirenin kendisi­ni ilgilendiren konuda (nikâh) izni alınır." Bu kuvvetli bir emirdir. Çünkü emir, haber verilen şeyin tahakkuk, sübût ve gerekliliğine delâlet eden ihbârî (hadisteki muzâri kipi) sîğa ile gelmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) emirlerinde asıl olan, aksine icmâ' bulunmadıkça vücûb (gereklilik) ifade etmesidir.

Nehyine «ygundoır, demiştik. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.): "İzni alın­madıkça bakire, evlendirilmez." buyurmuştur. İzin alınmasını emretmiş, izinsiz nikâh yapılmasını yasaklamış ve böylesi bir nikâh hakkında muhayyerlikle hükmetmiştir» Böylece hüküm, en mübalağalı bir yolJa ortaya konmuştur.

Şeriatın genel kaidelerine uygunluğuna gelince, baba, ergenlik çağma gir­miş, akıllı ve reşid olan kızının rızası olmadan malı üzerinde en küçük bir tasarrufta bulunamaz; onu, rızası dışında malının cüzi bir kısmını bile elin­den çıkarmaya zorlayamaz. Hal böyleyken, babanın kızını köleleştirmesi ve rızası olmadan dilediği biriyle evlendirmesi nasıl caiz olabilir? Çünkü bu ko­ca adayı, onun en sevmediği ve hoşlanmadığı biridir. Buna rağmen bu (veli) kalkıyor, kadını zorla kendi istediği kimseye izinsiz nikahlıyor ve kızı onun yanında esir ediyor. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Kadınlar hakkında Al­lah'tan sakının. Çünkü onlar sizin yanınızda esirlerdir (aniye). .."[566] buyur­muştur. Yine malumdur ki, bir kadının bütün mallarının elinden izinsiz ola­rak çıkartılması, kendi rıza ve isteği olmaksızın biriyle evlendirilmesi yanın­da çok hafif kalır. Durum böyle olunca: "Bir kız, sevdiği bir dengini evlen­mek üzere belirlese, babası da başka bir aday bulsa, —isterse bu aday, kızın nefret ettiği ya da çirkin bulduğu biri olsun— babanın tayinine itibar edilir." diyen kimse yersiz (batıl) bir söz söylemiş olur.

Ümmetin umumî menfaatine de uygundur. Zira bir kızı sevdiği ve kendi seçtiği birisi ile evlendirmedeki maslahat, böylesi bir nikâhtan gözetilen mak­satların gerçekleşmesi açıktır. Nefret ettiği ve sevmediği birisi ile kurulan ev­lilikten ise, beklenen maksatların gerçekleşmeyeceği ortadadır. Eğer evliliğin, kızın rızasına dayanması esasını sarih sünnet ortaya koymasaydı, bunu sahih kıyas ve şer'î kaideler zaten gerektirirdi. Tevfik Allah'tandır.

Soru: Hz. Peygamber (s.a.) dul ile bakire arasını ayırmış ve "Dul, emri alınmadıkça, bakire de izni sorulmadıkça evlendirilmez.", "Dul kendi nefsi hakkında velisinden daha çok hak sahibidir. Bakireye gelince, babası ona iz­nini sorar." buyurmuş ve dul kadının, evlendirme konusunda velisinden da­ha çok hak sahibi olduğunu söylemiştir. Bundan da, bakire velisinin, kızım evlendirme konusunda daha çok hak sahibi olduğu anlaşılır, aksi takdirde bu hakkı dula tahsis etmenin bir manası kalmaz.

Yine Hz. Peygamber (s.a.) iznin vasfı hakkında da bir ayırım yapmış ve dulun iznini; konuşma (açık irade beyanı), bâkireninkini ise; susmadır, diye belirlemiştir. Bütün bunlar bakirenin evlendirilmesinde babası karşısında ken­disinin rızasının aranmayacağına ve kendisinin nikâhta bir hakkı olmadığına delâlet eder.

Cevap: Bu söylediklerinizde, kızın ergen, akıllı ve reşid olması durumunda rızası olmadan babasının onu evlendirebileceğinin caiz olduğuna ve babanın eğer denk ise kızını en çok nefret ettiği birisi ile evlendirebileceğine delâlet eden bir husus yoktur. Sizin delil olarak kullandığınız bu hadisler, bizzat bu sözün bâtıl olduğuna açıkça delâlet eder. Bunların içerisinde sizin işinize en çok yarayan "Dul, kendi nefsi hakkında velisinden daha çok hak sahibidir." hadisidir. Bu da sadece mefhüm-ı muhalefet (zıt kavram) yoluyla delil olabi­lir. Halbuki sizin tartıştığınız kimseler mefhûmun hüccet (delil) oluşunda si­ze katılmamaktadırlar. Mefhumun delil olduğu kabul edilse bile, hiçbir za­man sarih mantûk (açıkça söylenen) varken onun önüne geçirilmesi caiz de­ğildir. Sonra bu, "Mefhûmun umumu vardır." dediğiniz zaman delil olabi­lir. Halbuki mefhûmun umumu yoktur. Zira mefhûmun delâleti, "Mezkû­run tahsisi bir faydadan hali değildir." telakkisine dayanır; bu da "Mezkû­run dışındakilerden, hükmü kaldırmaktır." Malumdur ki, mezkûrun maa­dasını hükmü sabit olan ve olmayan diye ikiye ayırmak faydalıdır. Zikri geç­meyen (meskûtun anh) için başka bir hüküm isbat etmek —eğer mantûkun hükmüne zıt değilse—, bir faydadır. Bir ayırıma gitmek bir faydadır. Sonra bu mefhûm, açık kıyasa, hatta öncelikli kıyasa muhalif bir mefhumdur. Mez­kur nasslara ters düşmektedir.

Hz. Peygamber'in (s.a.), "Dul, kendi nefsi hakkında velisinden daha çok hak sahibidir." sözünün hemen akabinde: "Babası bakireden iznini sorar." buyurması; bakire kız, rızası ve izni olmadan evlendirilebilir, evlendirme ko­nusunda kendisinin herhangi bir hakkı yoktur, şeklindeki bu tür bir yanlış anlamayı ortadan kaldırmak içindir. Sonra bilinen bir husustur ki, dulun ken­disini evlendirme konusunda veliden daha çok hakkının bulunmasından, ba­kirenin kendi evliliğinde hiçbir hakkının bulunmaması manası asla çıkmaz.

Evliliğe zorlamanın dayanağı (menât, illet) konusunda fakihler altı gö­rüş ileri sürmüşlerdir:

1— Bakirelikten dolayı icbar edilir. İmam Şafiî, Mâlik ve bir rivayette İmam Ahmed'in görüşü budur.

2— İcbar illeti küçüklüktür. Ebu Hanife ve bir diğer rivayette İmam Ah­med'in görüşü de budur.

3— Bekâret ve küçüklük her ikisi birden İllettir. İmam Ahmed'den riva­yet edilen üçüncü görüş de budur.

4— Bu iki illetten birisidir. Hangisi bulunursa o icbar illeti olur. İmam Ahmed'in dördüncü görüşü budur.

5— İlâd (babalık ilişkisi). Buna göre ergen olan dul bile icbar edilebilir. Bunu Kadı İsmail, Hasan el-Basrî'den nakletmiş ve bunun icmâa muhalif ol­duğunu söylemiş ve fıkhî güzel bir inceliği olduğunu belirtmiştir. Doğrusu,

bu ipe sapa gelmez görüşün neresi güzelmiş bilmek isterdik.

6— Bakmakla yükümlü olduğu kimselerden olmak. Buna göre veli aile­sinden olan (kadını-kızı) nikâha zorlayabilir. Bu görüşlerden tercihe şayan olanı size gizli kalacak değildir.

Bakirenin izninin susmak, dulun izninin ise konuşmak olduğuna hük­metmiştir.[567] Şayet bakire susma yerine konuşursa, bu daha güçlü bir irade beyanı olur. İbn Hazm: "Bakire, ancak susarsa evlendirilmesi caiz olur." de­miştir ki, zâhirîliğine yakışan da budur.

Hz. Peygamber (s.a.) yetim kızın, evlilik konusunda emrinin alınmasına hükmetmiştir. Bulûğdan sonra ise yetimlik olmaz.[568] Bu hüküm, yetim kızla bulûğdan önce evlenilebileceğine delâlet eder. Bu, Hz. Âişe'nin görüşüdür. Kur'an ve sünnet de buna delâlet eder. İmam Ahmed, Ebu Hanife ve daha başka âlimler de bu görüştedirler. Allah Teâlâ: "Kadınlar hakkında senden -   fetva istiyorlar. De ki: Onlar hakkında fetvayı size Allah veriyor: Kendileri-:  ne yazılmış olan (miras hakların)ı vermeyip kendileriyle evlenmek istediğiniz yetim kadınlar hakkında... adaleti yerine getirmeniz için Kitâb'da size oku­nan âyetler (Allah'ın hükmünü apaçık ortaya koymaktadır)..."[569] buyur­maktadır.

Hz. Âişe şöyle demektedir: Âyette sözkonusu olan yetim kadınlardan!, maksat, velisinin himayesinde olan yetim kızdır. Veli onu nikahlamak ister,! fakat mehrini adaletli olarak ödemek istemez. İşte bu âyetle veliler, mehirle-. rini adaletle ödemedikçe kendi gözetimleri altında olan yetim kızlarla evlen­mekten nehyedilmişlerdir.(10>                                                        

Dört Sünen'âc Hz. Peygamber'in (s.a.') şu buyruğu vardır:

"Yetim kız çocuğu, evlendirilirken görüşü alınır. Eğer susarsa iznidir. Eğer yüz çevirirse, onu nikâhlamaya bir yol yoktur." [570]

 

2— Velisiz Kıyılan Nikâh Hakkındaki Hükmü:

 

Sünen 'de Hz. Âişe hadisinde Peygamberimiz şöyle buyurur:' 'Hangi kadın velisinin izni olmaksızın kendi kendisini evlendirirse, nikâhı bâtıldır, nikâhı bâtıldır, nikâhı bâtıldır. Eğer zifaf olmuşsa, kendisinden istifade karşılığın-da mehre hak kazanır. Eğer veliler (evlilikten alıkoyacak bir) çekişmeye gi­rerlerse, sultan, velisi olmayanın velisidir."[571] Tırmizî "Hadis hasendir." de­miştir.

Dört Sünen'de de: "Velisiz nikâh olmaz." buyurmuşlardır.[572]

Yine dört Sünen'dt: "Kadın, kadını evlendiremez. Kadın, kendisini de evlendiremez. Kendini evlendiren kadın, zina eden kadındır." buyur-muştur.[573]

Hz. r*eygamer (s.a.), bir kadını iki velinin evlendirmesi durumunda ilk nikâhın muteber olacağına, bir şeyin iki adama satılması durumunda da ilk satışın geçerli olacağına hükmetmiştir.[574]

 

3— Tefviz (Vekâletle Kıyılan) Nikâhı Hakkındaki Hükmü:

 

Bir adam bir kadınla evlenmiş, fakat ona mehirden hiç söz etmemişti. Zifaf olmamış, adam ölmüştü. Hz. Peygamber (s.a.) kadına, ne az ne çok, emsal mehir gerektiğine, mirasçı olacağına ve üzerine dört ay on gün (ölüm) iddeti beklemesi gerektiğine hükmetti.[575]

Ebu Davud'un Sünen'inde anlatılır: Hz. Peygamber (s.a.) bir erkeğe "Seni falanca kadınla evlendirmeme razı mısın?" buyurdu. Adam da: "Evet." de­di. Kadına: "Seni falan adamla evlendirmeme razı olur musun?" diye sor­du. Kadın da: "Evet." deyince, onları birbiriyle evlendirdi. Adam gerdeğe girdi, ona mehirden söz etmedi. Bir şey de vermedi. Öldüğü sırada, mehrine karşılık olmak üzere Hayber'de kendisine ait bir payı kadına verdi.[576]

Bu hadisler şu hükümleri içerir:

1— Mehir amlmaksizın yapılan nikâh caizdir.

2—  Mehrin belirlenmesinden önce zifaf caizdir.

3—  Zifaf olmasa bile ölümle emsal mehir Ödemek kesinlik kazanır.

4— Ölümle —zifaf vuku bulmasa bile— vefat iddeti gerekir. İbn Mes'-ûd, Irak fukahası ve hadis âlimleri bu görüştedirler. İmam Ahmed ve bir kav­linde İmam Şafiî de onlardandır.

Hz. Ali ile Zeyd b. Sabit ise; "Kadına mehir gerekmez." demişlerdir. Medine âlimleri, Mâlik ve diğer bir görüşünde İmam Şafiî de bu görüşü be­nimsemişlerdir.[577]

5— Yine bu hadisler bir adamın, akdin her iki tarafını da üstlenebilece­ğini gösterir. Bu şu şekillerde olabilir: Her iki tarafın da vekili ya da velisidir, yahut kendisi velidir aynı zamanda koca kendisini vekil yapmıştır veya ken­disi kocadır (asıl), veli kendisine vekâlet vermiştir. Bu durumlarda sadece "Ben Falan'ı, Falan'la evlendirdim." veya "Ben falanla evlendim." demesi yeter­lidir. İmam Ahmed'in mezhebinde zahir olan görüş budur. Onun, ikinci bir görüşü daha bulunmaktadır. Buna göre bu, ancak icbar hakkına sahip /veli için sözkonusu (caiz) olabilir. Bir kimsenin icbar velayetini haiz cariyesi veya (küçük) kızı ile kölesini evlendirmesi durumunda olduğu gibi. Bu görüş» her iki tarafın da rızasına itibar edilmediği esasına dayanmaktadır.

İmam Ahmed'in üçüncü bir görüşü şöyledir: Bu, ancak koca için caiz olabilir. Çünkü kocanın, hükümleri birbirlerine zıt olduğu için iki tarafın da yetkisini üstlenmesi sahih değildir. [578]

 

4— Evlendiği Kadını Hamile Bulan Kimse Hakkındaki Hükmü:

 

Sünen ve Musannef'de Saîd b. el-Müseyyeb kanalı ile Basra b. Eksem şöyle anlatır: Henüz örtüsünde, bakire bir kadınla evlendim. Gerdeğe girdim. Bir de baktım o gebe! (Durumu Hz. Peygamber'e arzettim.) "Kadınlığından istifaden karşılığında mehrine hak kazanır. Çocuk, senin kölendir. Çocuğu­nu doğurduğunda kadına sopa vurun." buyurdu ve aralarını ayırdı[579]

Bu hüküm, zinadan hamile olan bir kadının nikâhının bâtıl olduğuna delâlet eder. Medine ulemasının, İmam Ahmed ve çoğunluk fukahanın görü­şü de böyledir. Fasid nikahta mehr-i müsemmânın (belirlenen mehir) gereke­ceği üç görüşten en sahih olanıdır. İkinci görüş, emsal mehrinin gerekeceği şeklindedir. Bu da İmam Şafiî'nin görüşüdür. Üçüncü görüş ise, "Hangisi daha az ise o gerekir." tarzındadır.

Bu hüküm ayrıca, hamilelikten dolayı —şahit ve itiraf olmasa bile— zi­na cezasının gerekeceğini gösterir. Gebelik, zina için en güçlü delillerden bi­ridir. Bu Hz. Ömer'in, Medine fakihlerinin ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed'in benimsedikleri görüştür.

Çocuğun, kocanın kölesi olmasına hükmetmesine gelince, bu konuda çe­şitli yorumlar yapılmıştır. Bazıları şöyle demişlerdir: Çocuk, babasız, veled-i zina olunca, kadın kocayı aldatmış ve buna rağmen kocanın, mehri ödeme durumu ortaya çıkınca, Hz. Peygamber (s.a.) de çocuğu adama hizmetçi olarak vermiştir ve çocuğu onun kölesi yerinde saymıştır. Yoksa gerçekten köle yapmış değildir. Çünkü çocuk, annesinin hürriyetine tâbi olarak hür vaziyette iken ana rahmine düşmüştür. Bu izah mümkün olabilir. Şu da muhtemeldir: Hz. Peygamber (s.a.), zina ettiği ve kocayı aldattığı için annesine bir ceza olarak çocuğu köle yapmıştır. Ve bu uygulama, sadece Hz. Peygamber'e (s.a.) has­tır, hüküm, kıyas yoluyla başka olaylara taşınmaz. Bir başka ihtimal de nes­he yorumlamaktır. Denildiğine göre, İslâm'ın ilk yıllarında hür kimse, borçtan dolayı köleleştirilebiliyordu. Borcundan dolayı Hz. Peygamber'in (s.a.) Sürrak'ı satması da buna yorulur. [580]

 

5— Evlenme Akdinde İleri Sürülebilecek Şartlar:

 

Sahihayn'da Hz. Peygamber: "Şüphesiz ki en ziyade ifası gereken şart, kendisi ile kadınları kendinize helâl kıldığınızdn\"[581] buyurmuştur.

Yine Sahihayn 'da Peygamberimiz: "Kadın kız kardeşinin kabım boşalt­mak için onun boşanmasını isteyemez. Onun nasibi, ancak Allah'ın kendisi­ne takdir ettiği şeydir."[582] buyurur.

Yine Sahihayn'da Allah Rasûlü (s.a.), "Kadının, nikâh esnasında kız kar­deşinin talâkını şart koşmasını" yasaklarmştır.[583]

îmam Ahmed'in Müsned'mde: "Bir kadının, diğerinin talâkı karşılığın­da nikâhlanması helâl olmaz." hadisi vardır.[584]

Bu hadisler, nikâh akdi sırasında ileri sürülen şartların —eğer Allah ve Rasûlü'nün koyduğu hükmün değiştirilmesi sonucunu doğurmuyorsa— ye­rine getirilmesinin gerekliliğini ortaya koyar.

Mehrin peşin verilmesi, ertelenmesi, karşılığında kefil, rehin alınması v.b. gibi şartların yerine getirilmesinin vacip olduğunda ve cinsel ilişkide bulun­mamak, nafaka vermemek, mehir vermemek gibi şartlara da riayetin gerek­meyeceğinde ittifak edilmiştir.

Kadının memleketinde ikâmet etmek, onun evinde oturmak, üzerine ca­riye ile ilişkide bulunmamak, üstüne evlenmemek gibi şartlarda ise ihtilâf edil­miştir. İmam Ahmed ve başkaları bu şartlara riayetin gerekliliğini söylemiş­ler, uymadığı takdirde kadının akdi feshedebileceğini belirtmişlerdir.

Bekâret, soyluluk (neseb), güzellik ve nikâhın feshine neden olan ayıp­ların dışında diğer bazı kusurlardan salim olmak gibi şartlarda da ihtilâf edil­miştir. Acaba ileri sürülen bu gibi şartların bulunmaması nikâhın feshi ko­nusunda etkili olabilir mi? Üç görüş vardır.

Bunlardan üçüncüsü, sadece soyluluk (neseb) şartının bulunmaması du­rumunda feshedilmesi şeklindedir.

Hz. Peygamber'in (s.a.), bir kadının evlilikte kızkardeşinin talâkını şart koşması durumunda bu şartın butlanına dair hükmü, bu tür şartlara riayet edilmeyeceğini ortaya koyar. İtiraz vâki olur ve: "Bu şartla, üzerine evlen­memesi şartı arasında ne fark vardır ki, bunu kabul ediyor, fakat kumasını boşaması şartını bâtıl sayıyorsunuz." denebilir. Aradaki fark şudur: Kuma­nın boşanması şartında ona zarar verme, kalbini kırma, yuvasını yıkma ve düşmanlarını sevindirme gibi hususlar vardır. Oysaki üzerine evlenmemesi şar­tında, bunlardan hiç birisi yoktur. Nass bunları birbirinden ayırmıştır. Bun­lardan birini diğerine kıyas etmek yanlıştır. [585]

 

B) SAHİH OLMAYAN EVLİLİKLER

 

1— Şiğâr Nikâhı:

 

Şiğâr nikâhı, hülle, müt'a nikâhı, ihramh iken evlilik ve zina eden kadı­nın evliliği konularındaki hükmü:

Şiğâr nikâhını yasakladığı, İbn Ömer, Ebu Hureyre ve Muâviye hadisle­rinden sahih olarak bilinmektedir.

Sahih-iMüslim'de îbn Ömer'den merfû olarak "İslâm'da şiğâr yoktur." rivaye,' vardır.[586] İbn Ömer hadisinde şiğâr nikâhının tarifi: "Aralarında me-hir olmaksızın, bir adamın kendi kızını diğerimin kızı karşılığında ona nikâh-Iamasıdır." şeklinde yapılmıştır.[587]

Şiğâr, Ebu Hureyre hadisinde: "Bir kimsenin diğerine: *Sen kızını bana ver, ben de kızımı sana vereyim.' veya: 'Sen kızkardeşini bana ver, ben de kızkardeşimi sana vereyim.' demesidir." şeklinde tarif edilmiştir.[588]

Muaviye hadisi de şöyledir: Abbas b. Abdullah b. Abbas, kızını Abdur-rahman b. Hakem'e nikahlamış; Abduırahman da kız^ıı ona vermişti. Ara­larında mehir de belirlemişlerdi. Muâviye, Mervan'a yazarak aralarını ayır­masını emretti ve: "Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) yasakladığı şiğâr nikâhıdır." dedi.[589]

Fakihler, şiğâr nikâhı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed şöy­le demiştir: "Bâtıl olan şiğâr nikâhı; kişinin velayeti altındaki kadını, öbürü­nün velayeti altındaki kadın karşılığında ona nikâhlamasıdır. Yasak olan şi­ğâr nikâhı kapsamına girmesi için —İbn Ömer hadisine göre—, aralarında mehir olmaması gerekir. Eğer (kadınlara verilmek üzere) aralarında mehir be­lirtirlerse, İmam Ahmed'e göre akit, belirlenen bu mehirle sahih olur. el-Hırakî ise: "Hayır. Muâviye hadisine göre, mehir belirleseler de sahih olmaz." de­miştir. Hanbelî âlimlerinden Ebu'l-Berekât İbn Teymiye ve daha başkaları ise: "Eğer mehir belirtirler ve buna rağmen, 'her birinin kadınlığı, diğerinin mehri olsun.' derlerse, akit sahih olmaz. Eğer bunu söylemezlerse sahih olur." demişlerdir.

Yasaklamanın gerekçesi konusunda ihtilâf vardır: Bazıları "Akitlerden her birinin diğerinde şart olmasıdır." demişlerdir. Diğer bazıları ise kadınlı­ğına ortak kılma (teşrik fil"bud) ve her birinin kadınlığından istifade etme hususunun diğerine mehir olarak biçilmesidir. Halbuki her ikisi de bundan faydalanamayacak, aksine mehir veliye dönmüş olacaktır. O karısının kadın­lığından istifadeye, velayeti altındaki kadının kadınlığını temlik etme karşılı­ğında malik olmuştur. Bu, her iki kadın için de zulümdür ve nikâhlarını fay­dalanacakları bir mehirden hali kılmaktır.

Bu mâna dil açısından da uygundur. Çünkü Araplar, emirden hali bir memleket için: "beled şâgir min emir", sahipleri olmayan bir yurt (ev) için de: "dar şâgıra" derler. Köpek ayağını kaldırıp işediğinde "şagara'l-kelb" derler.

Eğer bu durumda mehir belirlerlerse asıl mahzur ortadan kalkar ve geri­de sadece herbirinin diğerine karşı akdi bozmayacak bir şart ileri sürmüş ol­maları kalır ki (bunun da bir zararı olmaz.) İmam Ahmed'in ifadesi böyledir.

Ayırıma gidenler ise şöyle demişlerdir: "Mehir belirleme yanında 'her birinin kadınlığından istifade keyfiyeti, diğerinin mehri olsun' derlerse, akit fasid olur. Çünkü mehri kendisine dönmez ve kadınlığı hak sahibi olmayana ait bulunur. Eğer böyle söylemezlerse akit sahih olur." İmam Ahmed'in usû­lüne göre şu netice çıkar: Onlar ne zaman bir şekilde bir akit yapsalar ve bu­nu dilleri üe söylemeseler de akit sahih olmaz. Çünkü akitlerde muteber olan, maksatlardır, örfen şart koşulan şey, sözlü olarak da şart koşulmuş gibidir. Dolayısıyla bu şartın bulunması, üzerinde anlaşılması ve niyeti ile akit bâtıl olur. Eğer her biri için emsal mehri belirtilirse, akit sahih olur. Böylece yasa­ğın hikmeti ve konu ile ilgili hadislerin ittifakı ortaya çıkar. [590]

 

2— Hülle Nikâhı:                                                                 

 

Hülle nikâhına gelince, Müsned ve Tirmizî'de İbn Mes'ûd'dan yapılar rivayette, Hz. Peygamber'in, (s.a.) hülle yapana da, yapılana da lanet ettiğ belirtilir.[591] Tirmizî, bu hadisin hasen—sahih olduğunu söyler.

Müsned'de merfû olarak rivayet edilen Ebu Hureyre hadisinde de; "Al lah hülle yapana da, yapılana da lanet eder (veya etsin)." buyrulur.[592] İsnâ di hasendir.

Yine Müsned'Ğe Hz. Ali'den de aynı rivayet nakledilir[593]

İbn Mâce'deki Ukbe b. Âmir hadisinde Hz. Peygamber (s.a.) "Size iğ reti tekeyi haber vereyim mi?" dedi. Ashab: "Evet (bildir), ya Rasûlallah!' dediler. Buyurdu: "Helâl kılmak için evlenen kimsedir. Allah buna da, o ko caya da lanet etsin."[594]

Bu dört büyük sahabî, Hz, Peygamber'in (s.a.) hullecilere, hem yapan hem de yapılana lanette bulunduğuna şahitlik etmişlerdir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) hadislerindeki ifadesi ya, Allah'tan bir habeı dir ve var olan laneti bildirmektedir, ya da "lanet etsin" şeklinde bedduadu Bu da (peygamber duası olması hasebiyle) kesinlikle müstecab dir duadır. B hulleciliğin, işleyeni mel'un sayılan büyük günahlardan (kebâir) olduğunu ifad eder. Medine âlimleri, hadis ehli ve fukahasına göre, hulleciliğin böyle ifad edilerek, karşılıklı, anlaşarak ya da içinde saklanarak (kasıt) yapılması an sında bir fark yoktur. Çünkü akitlerde muteber olan kasıtlardır. Ameller, n yetlere göredir. Tarafların danışıklı olarak üzerinde anlaştıkları bir şart, if; de edilmese bile aynen açıksa söylenmi'ş gibidir. Sözler, o şeylere söylemiş o mak için değil, bir takım mânaları göstermek için kullanılır. Mâna ve mal satlar açıksa, söylenen sözler dikkate alınmaz. Çünkü sözler, vasıtadır ve (oı larla ulaşılmak istenen) amaçlar gerçekleşmiştir. Şu halde üzerine gerekli hı kümlere de etkisini gösterecektir. [595]

 

3— Mut'a Nikâhı:

 

Mut'a nikâhına gelince, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu Fetih senesinde helâl kıldığı sabittir. Yine Hz. Peygamber'in (s.a.) Fetih senesinde onu yasakladı­ğı da sabittir.[596] Mut'a nikâhını, Hayber gününde yasakladığı veya yasakla­madığı hakkında iki görüş vardır. Sahih olan, yasağın ancak Fetih gününde olmasıdır. Hayber günündeki yasaklama, sadece evcil eşek etleriyle ilgiliydi. Hz. Ali (r.a.): "Hz. Peygamber (s.a.) kadınlarla müt'a nikâhı yapılmasını haram kıldı ve evcil eşek etlerini de Hayber günü haram kıldı." sözünü, (bunları mubah gören) îbn Abbas'a karşı delil olmak üzere söylemişti. Sonra bazı râ-viler "Hayber gününde" kaydının, her iki yasaklama için sözkonusü oldu­ğunu zannetmiş ve hadisi bu mâna ile rivayet etmişlerdir. Sonra bazıları bu iki meseleyi ayırmış ve "Hayber günü" kaydını öbür şıkka bağlamış, derken Hz. Ali'nin sözü "Hayber gününde Rasûlullah (s.a.) müt'a nikâhı yapılma­sını yasakladı. Evcil eşek etlerini de yasakladı." şekline dönmüştür. Daha önce Mekke'nin fethi bahsinde de izah edildiği gibi, Hz. Ali'nin sözünde, aslında Hayber günü evcil eşek etinin haram kılınması konusu vardır. Müt'anın, Hay­ber günü haram kılındığına dair bir açıklama yoktur.

îbn Mes'ûd'un sözünün zahirinden, müt'anın mubah olduğu anlaşılmak­tadır. Çünkü Sahihayn 'daki rivayetinde şöyle demektedir: "Hz. Peygamber (s.a.) ile birlikte savaşıyorduk. Yanımızda kadınlarımız da yoktu. Bunun üze­rine: Ya Rasûlallah! Hadım olalım mı? diye sorduk. Fakat Hz. Peygamber (s.a.) bize bunu yasakladı. Sonra bize elbise karşılığında belli bir müddetle kadın nikahlamamıza izin verdi." Sonra Abdullah b. Mes'ûd, şu âyeti oku­du: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri kendi­nize haram etmeyin ve haddi aşmayın. Doğrusu Allah, haddi aşanları sevmez. "[597]

Ai .ak Sahihayn'da Hz. Ali'den, (s.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.) müt'a nikâhını haram kıldığı rivayeti sabittir.

Bu haram kılma olayı, mubah kılmadan sonra olmalıdır. Aksi takdirde nesh hâdisesinin iki defa vuku bulması lâzım gel;r. Hz. Ali (r.a.), İbn Abbas'a karşı bunu (neshi) delil getirmiştir. Ancak şu düşünülebilir: Acaba müt'­anın haram kılınması, kesinkes onu haram kılmak şeklinde midir? Yoksa ölü eti ve kan veya cariye ile evlenmenin haram kılınması gibi midir ki zaruret ve sıkıntıya düşme gibi hallerde mubah olsun? İbn Abbas'ın böyle düşünme­si ve zaruretten dolayı fetva vermesi, işte bu mülâhazadan ötürüdür. Şartla­rın müsait hale geldiğini ve zaruret durumunun ortadan kalktığını görünce müt'anın helâl olduğuna dair fetva vermeyi artık kesmiş ve görüşünden dön­müştür. [598]

 

4— İhramhnın Nikâhı:

 

İhramımın nikâhı hakkında Müslim'de Osman b. Affân (r.a.) hadisinde Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğu sabittir: "İhramda olan bir kimse ne nikâh yapabilir ne de nikâhlanabilir."[599]

Hz. Peygamber'in (s.a.) Meymûne validemizi ihramlı iken mi, ihramsız iken mi nikahladığı konusunda ihtilâf edilmiştir. îbn Abbas: "Onu ihramlı iken nikahladı." derken, Ebu Râfi': "Onu ihramlı değilken nikahladı. Ben de aralarında elçi idim." diyor.[600] Ebu Râfi'in bu sözü, birçok yönden ter­cihe şayandır. Şöyle ki:

1— Ebu Râfi' o sırada yetişkin bir adamdı. İbn Abbas ise, henüz bulûğ çağına ulaşmamıştı, on yaşlarmdaydı. Buna göre Ebu Râfi'in hâdiseyi kav­raması daha güçlü oluyordu.

2— Ebu Râfi', Hz. Peygamber (s.a.) ile Meymûne arasında elçi idi ve olay onun etrafında dolaşıp duruyordu. Dolayısıyla konuya, İbn Abbas'tan daha iyi vâkıf olacağı şüphesizdir. Nitekim kendisi de, olayı bizzat yaşayan ve yakînen bilen biri sıfatıyla buna işaret etmiştir. Hâdiseyi başkasından nak-letmemiş, bizzat yaşamıştır.

3— İbn Abbas, bu umrede Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber değildi. Çün­kü bu, kaza umresiydi ve İbn Abbas, o sırada Allah'ın kendilerini (Mekke'­de kalmada) mazur kabul ettiği mustad'afîn zümresinden, çocuklardandı. Bu olayda bulunmamış, sadece başkalarından işitmişti.

4—  Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye girdiğinde önce Kabe'yi tavaf et­miş, sonra Safa—Merve arasında sa'y yapmış, tıraş olmuş ve sonra ihram­dan çıkmıştır.

Şurası malumdur ki, Hz Peygamber (s.a.) onunla yolda evlenmemiş, ta­vaftan önce nikâhla da işe başlamamıştır. Tavaf ânında da nikâh olmaz. Bü­tün bunlardan, nikâhın, ihramlı iken akdedilmediği ve Ebu Râfi'in sözünün kesin olarak doğru olduğu ortaya çıkar.

5— Ashab, bu konuda İbn Abbas'ın (r.a.) yanıldığını söylemiş, Ebu Râfı'i hatalı bulan olmamıştır.

6— Ebu Râfi'in sözü, Hz. Peygamber'in (s.a.), "ihramhya getirdiği ni­kâh yasağına" uygun düşer. İbn Abbas'ın sözü ise, bu yasakla çelişir. Bu du­rumda îbn Abbas'ın sözü, ya yasağın neshini ya da ihramlı iken nikâhın caiz olması keyfiyetinin, sadece Hz. Peygamber'e has bir özellik olmasını gerek­tirir; bunların her ikisi de asla muhaliftir, delili yoktur, dolayısıyla kabul edilmez.

7— Meymûne'nin (r.anha) kız kardeşinin oğlu Yezid b. el-Asamm, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu ihramlı değilken nikahladığına şahidlik etmiş ve: "(Meymüne), benim ve îbn Abbas'ın teyzesiydi." demiştir. Bunu Müslim nak-Ietmiştir.[601]

 

5— Zinakâr Kadınla Evlenme:

 

AHah Teâlâ, zina eden kadınla evlenmenin haram kılındığını Nûr sûre­sinde açıkça bildirmiş ve onu nikahlayan erkeğin, zinakâr ya da müşrik oldu­ğunu haber vermiştir. Çünkü böyle bir evlilikte bulunan kimse, Allah'ın bu hükmüne ya inanmış ve bunun kendi üzerine vacip olduğuna itikat etmiştir ya da buna iman etmemiştir. Eğer benimsememiş ve inanmamışsa, o müşrik­tir. Benimsediği, vücubuna inandığı halde muhalefet etmişse, o da zinakâr-dır. Allah, âyetin sonunda: "Böyleleriyle evlenmek bu mü'minlere haram kı­lınmıştır."[602] buyurarak zina eden bir kadınla evlenmenin haramlığını açık­ça belirtmiştir.

Âyetin, "İçinizden evli olmayanları evlendirin..."[603] âyeti ile neshedil-diğini söylemek, son derece zayıf bir görüştür. Bundan daha da zayıfı âyette­ki nikâh "lâ yenkıhu" kelimesine, "lâ yeznî" şeklinde zina mânası vermek­tir. Bu takdirde âyetin mânası şöyle olacaktır: Zina eden bir erkek, ancak zinakâr ya da müşrik bir kadınla zina eder. Zina eden bir kadın da, ancak zinakâr ya da müşrik bir erkekle zina eder. Allah kelâmının bu tür saçmalık­lardan korunması gerekir.

Âyetteki yasağın, "müşrik fahişe kadın" şeklinde yorumlanması ise, âye­tin lafzına, siyah ve sibakına son derece uzaktır. Böyle bir yorum nasıl yapı­labilir? Çünkü Allah Teâlâ, hür kadınların ve cariyelerin mikâhını, ihsan ya­ni iffetli olmaları şartıyla mubah kılmış ve; "...Öyle ise iffetli yaşamaları,zi-na etmemeleri ve gizli dost da tutmuş olmamaları şartıyla, velilerinin izniyle onları nikahlayıp alın ve örfe uygun bir şekilde mehirlerini verin..."[604] bu­yurmuş ve onlarla evlenmenin meşruluğunu sadece bu şartlara bağlamıştır. Bu, mefhûm-u muhalefetin delâleti kabilinden de değildir. Çünkü kadınların kadınlığından istifadede asıl olan haramlıktır. Mübahlığı sadece şeriatın delil getirdiği yerlere hasredilir, hakkında delil olmayan diğerlerinin hükmü ise asıl olan haramlık üzere kalır.

Yine Allah Teâlâ: "Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara mahsustur. "[605]buyurmaktadır. Âyetteki kötü (habis) kadınlardan maksat, zina eden kadınlardır. Bu da onlarla evlenen erkeklerin de onlar gibi zinakâr (habis) olmalarını gerektirir.

Yine en iğrenç çirkinliklerden biri de, erkeğin, fahişe bir kadının kocası olmasıdır. Bunun çirkinliği halk nazarında yerleşmiştir ve onlara göre böyle­si bir koca, her türlü küfre lâyıktır. Sonra fahişenin, kocasının yatağı a iha­net etmeyeceğinden, başkalarından aldığı çocukları ona yüklemeyeceğinden emin olunamaz. Dolayısıyla haramlık haddizatında sabit olur.

Yine biliyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.) bir erkekle, zinadan hamile bul­duğu karısının aralarını ayırmıştır,

Mersed b. Ebî Mersed el-Ganevî, bir fahişe olan Anâk ile evlenmek için izin istemişti. Hz. Peygamber (s.a.) de ona, Nûr süresindeki âyeti (24/3) oku­muş ve: "Onu nikahlama!" buyurmuştu"[606]

 

6— Dörtten Fazla Kadınla veya İki Kız Kardeşle Evlenme:

 

Nilcâhı altında dörtten fazla kadın bulunan ya da iki kızkardeşle evli olan birisinin müslüman olması durumunda verdiği hükmü:

Tirmizî, îbn Ömer'den rivayet eder: Gaylân[607] on kadınla evli iken müs-Iüman oldu. Hz. Peygamber (s.a.) ona: "İçlerinden dört tanesini seç." baş­ka bir rivayette de: "Ve diğerlerinden ayrıl" buyurdu.[608]

Feyrûz ed-Deylemî, iki kız kardeşle evli iken müslüman olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Hangisini istersen onu seç." buyurdu.[609]

Bu hüküm, kâfirlerin nikâhının sahih olduğunu ve bu durumda olanla­rın, önceki—sonraki ayırımı yapmaksızın seçimde bulunma hakkının kendi­lerine ait olduğunu ifade eder. Bu cumhur ulemanın görüşüdür. Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer kadınların hepsini tek bir akitle nikâhlamışsa, hepsinin nikâhı bozulur. Eğer arka arkaya (sırayla) nikâhlamışsa ilk dördünün nikâhı sabit, sonrakilerin nikâhları ise fasid olur. Seçme hakkı verilmez.

Hz. Peygamber {s.a.), efendisinin izni olmadan evlenen (erkek) kölenin zinakâr olduğuna hükmetmiştir. Tirmizî, hadisin hasen olduğunu söyler.[610]

 

7— Hz. Ali'nin Hz. Fâtıma Üstüne Evlenmek İstemesi:

 

Hişâm b. Muğîre oğulları, Ebu Cehil'in kızını Hz. Ali ile evlendirmek üzere Hz. Peygamber'den (s.a.) izin istediler, buna izin vermedi ve şöyle bu­yurdu: "Ebu Talib'in oğlu kızımı boşamak ve kızlarını nikahlamak istiyorsa o başka! Biliniz ki, Fâtıma benim bir parçamdir; Onu huzursuz eden şey, be­ni de huzursuz eder. Ona eziyet veren şey, bana da eziyet verir. Ben Fatıma'-nın dini hususunda fitneye uğrayacağından korkarım. Şüphesiz ben, haramı helâl, helâli da haram kılıyor değilim. Fakat, Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın Rasûlü'nün kızıyla, Allah'ın düşmanının kızı ebediyyen bir araya gejemez."

Hadisin başka bir rivayetinde de, Hz. Peygamber (s.a.), bir damadını andı, ona övgüde bulundu ve: "O benimle konuştu, bana doğruyu söyledi; bana vaadettî, sözünü yerine getirdi." buyurdu.[611]

Bu hadis, çeşitli hükümler içerir:

1—  Kişi, karısının üzerine evlenmeyeceğine dair söz vermişse, bu şarta uyması gerekir. Ne zaman evlenirse, kadının nikâhı feshetme hakkı vardır. Hadisin bu hükmü içeriş şekli şöyledir: Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Ali'nin (r.a.) yapacağı bu evliliğin Fâtıma'ya eziyet vereceğini, onu huzursuz edeceğini, ken­disinin de aynı şekilde bundan huzursuz olacağını ve eza duyacağını haber vermiştir. Şu kesin olarak bilinmektedir ki, Hz. Peygamber (s.a.), Fatıma'yı (r.anha) Hz. Ali'ye verirken —her ne kadar akdin özünde şart koşulmuş de­ğilse de— gerek kendisini ve gerekse babasını huzursuz etmemek, kendileri­ne eziyet etmemek üzere vermiştir. Dolayısıyla, akdin zımnında bu şart var­dı. Hz. Peygamber'in (s.a.), öbür damadını anması, ona övgüde bulunması ve hakkında; "O benimle konuştu, bana doğruyu söyledi; bana vaadetti, sö­zünü yerine getirdi." buyurması, Hz. Ali (r.a.) için bir tariz ve onun gibi dav­ranması için bir teşvik ve telkindir. Bundan Fâtıma'yı ve babasını huzursuz etmeyeceğine, onlara eza vermeyeceğine dair bir vaadin bulunduğu Hz. Pey­gamber'in (s.a.) —diğer damadının sözünde durduğu gibi— Hz. Ali'nin de sözünde durması için ona bir teşvik ve telkinde bulunduğu anlaşılır.

2— Hadisten, "Örfen şart olan şey, sözlü olarak şart koşulmuş gibidir, bulunmadığında ise karşı taraf için feshetme hakkı doğar." kaidesi de çıkar. Farzedilse ki, bir kavim âdet olarak kadınlarını kendi yurtlarından dışarı çı­karmazlar ve kocalara asla böyle bir imkân tanımazlar. Bu âdetleri de hep böyle sürer gider. Bu durumda kadınlarının âdeten yurtlarından çıkarılma­ması şartı sözlü olarak belirlenmiş şart gibi olur. Bu, Medine uleması ile İmam Ahmed'in "örfî şart, sözlü şart gibidir." şeklindeki kaidelerine uygun düşer. Bu kaideden hareketledir ki onlar, bir kimsenin, ücretle iş yaptıkları bilinen çamaşır yıkayıcıya veya çamaşır ağartıcısına elbise vermesi, fırıncıya hamur vermesi, aşçıya yemek malzemesi vermesi, hamama girmesi ve işi ücretle yı­kamak olan birisini istihdam etmesi vb. durumlarda —ücretten söz etmese bile— hep emsal ücret ödemesi gerekeceğini söylemişlerdir. Buna göre, far­zedilse ki falanca ailenin kadınları üzerine kocaları evlenemezler ve onlar ko­calara bu imkânı vermezler, âdetleri öteden beri hep böyle süregelmiştir; bu durumda evlilik sırasında üzerine evlenmeme şartı, sanki sözlü olarak şarl koşulmuş hükmünde olur.

Yine aynı şekilde şerefi, soyu ve celâleti İle üzerine kuma getirilmesine asla izin vermeyeceği âdeten belli olan kadınlardan biri ile evleniliyorsa, üze­rine evlenmeme şartı sanki sözlü olarak zikredilmiş mesabesinde olur.

Buna göre, bütün kadınların efendisi ve lüm Âdemoğullarının efendisi­nin kızı, bu hakka diğer kadınlardan daha lâyıktır. Şayet Hz. Ali akit sıra­sında bu şartı sözlü olarak kabullenseydi, bu sadece bir tekid olurdu. Yeni bir şey getirmiş olmazdı.

Hz. Fâtıma ile Ebu Cehil'in kızının Hz. Ali'nin nikâhı altında bir araya gelmesine mâni olmada ince bir nükte daha vardır: Şöyle ki, bir kadın her ne kadar kendisi açısından yüksek dereceye sahip birisi olsa da, kocasına tâ­bi olması hasebiyle onun derecesinde onunla birlikte olur. Hz. Fâtıma, hem kendisi hem kocası itibarıyla yüksek derecede bulunuyordu. Hz. Fâtıma ve Hz. Ali'nin durumu bu idi. Allah herhalde Ebu Cehil'in kızım, ne kendisi, ne de (kocasına) tâbi olarak Hz. Fâtıma ile aynı derecede tutacak değildi. Ara­larında bu kadar fark vardı. Dolayısıyla onun, bütün dünya kadınlarının efen­disi Hz. Fâtıma üstüne evlenmesi ne şer'an ne de onun kadri, şerefi itibarıyla hoş bir şey değildi. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a yemin ederim ki, Allah Rasûlü'nün kızı ile Allah düşmanının kızı ebediyyen bir araya gel­mez." sözüyle bu hususa işaret buyurmuştur. [612]

 

Ç) EVLENİLMESİ HARAM KILINAN KADINLAR

 

1— E vlenilmesi Haram Kılınan Kadınlar:

 

Allah Teâlâ'nm, Peygamberinin (s.a.) diliyle ev ğı kadınlar şunlardır:

1— Anneler: Allah Teâla, anneleri haram kılmıştır. Bunlar ister baba, ister anne yolu ile olun, kendisi ile kişi arasında doğurma (annelik) ilişkisi olan kimselerdir. Anneler, yukarıda doğru kadın ve erkek tarafından olan babalarının, dedelerinin anneleri gibi.

2—  Kızlar: Kızları haram kılmıştır. Bunlar kişiye doğum (Had) yolu ile bağlanan kadınlardır. Kendi sulbünden olan kızları, kızlarının kızları, oğul­larının kızları. Ne kadar aşağı inerse insin:

3—  Kızkardeşler: Her cihetten öz, anne-baba bir kız kardeşler.

4— Halalar: Bunlar her cihetten yukarı doğru babaların kız kardeşleri­dirler.

Amcanın halasına gelince; eğer amca, baba bir amca ise o zaman onun halası kendi babasının da halasıdır. Eğer amca, anne bir amca ise, bu takdir­de halası kişiye yabancı sayılır, evlenilmesi haram olan "halalar" kapsamına girmez.

Annenin halasına gelince; babanın halası gibi annesinin halası da evle­nilmesi haram olan "halalar" kapsamına girer.

5— Teyzeler: Bunlar annelerin ve yukarı doğru babaların annelerinin kız kardeşleridir.

Halanın teyzesine gelince; eğer hala baba bir ise, teyzesi yabancıdır. Eğer anne bir hala ise, teyzesi haramdır. Çünkü o da teyzesi sayılır.

Teyzenin halası; eğer teyze hala ile bir anneden ise, onun halası yabancı sayılır. Eğer baba bir ise, bu takdirde teyzenin halası haramdır. Çünkü anne­nin halası olur.

6—  Kardeş kızları: Erkek kardeşin kızlarını, kız kardeşin kızlarını ha­ram kılmıştır. "Kardeş" tâbiri, her cihetten olan erkek ve kız kardeşi ve aşa­ğı doğru onların kızlarını içine alır.

7—  Süt anne: Süt anneyi haram kılmıştır. Süt anne tâbiri yukarı doğru anne ve baba tarafından olan anneleri de kapsar. Emziren kadın, çocuğun annesi olunca, sütün sahibi de —ki kocadır veya cariye ise efendidir— baba­sı olur. Süt babanın babaları da dedeleri olur. Allah Teâlâ, babaya ait sütü emziren kadının anne oluşunu ifade etmekle, evleviyet yoluyla sütün sahibi­nin baba olduğuna dikkat çekmiştir. Çünkü süt onundur ve onun cinsel iliş­kide bulunması neticesinde oluşmuştur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.) leben-i fahlin (süt baba) haramlığına hükmetmiştir. Böylece nassla ve nassın işareti ile süt haramlığının süt anne ve süt babaya geçtiği, emen çocuğun on­ların bir çocuğu olduğu, kendilerinin de onun ebeveyni oldukları sabit olmuş olur. Bundan da ebevyenin erkek ve kız kardeşlerinin süt çocuğunun teyzele­ri ve halaları (aynı zamanda dayıları ve.amcaları) oldukları; oğullarının ve kızlarının süt çocuğunun kız veya erkek kardeşleri oldukları neticesi zaruri olarak ortaya çıkar. Yüce Allah "Süt kız kardeşleriniz" (4/22) buyruğu ile, süt haramlığının, süt ebeveynin erkek ve kız çocuklarına intikal ettiği ve böy­lece süt kardeşliğinin oluştuğu gibi, erkek ve kız kardeşlerine de geçeceğine tenbihte bulunmuştur. Süt ebeveynin dayıları ve teyzeleri, süt çocuğun da da­yıları ve teyzeleri (onların amcaları ve halaları) süt çocuğun da amca ve hala­larıdır. Birincisi nass yoluyla, ikincisi ise nassın işareti iledir. Nitekim haram-lığın anneyi kapsayışı nass yoluyla, babayı kapsayışı ise nassın işareti (tenbi-hi) iledir.

Bu (delâlet şekilleri), Kur'an'da mevcut akıllara durgunluk verecek ve şaşmaz bir yoldur, bunlara ancak Kur'an'ın manasının derinliklerine, delâlet yönlerinin enginliklerine dalabilenler vâkıf olabilir. İşte bu noktadan hare­ketledir ki, Hz. Peygmaber (s.a.): "Nesebten dolayı haram olan her şey, süt­ten ötürü de haram olur."[613] diye hükmetmiştir.

Ancak delâlet şekli iki türlüdür: Gizli ve açık. Allah, beyanın tamam­lanması, karışıklığın (iltibas) giderilmesi için her iki delâleti de ümmete mü­yesser kılmıştır. Ne var ki gizli delâlet şekillerini anlamaktan âciz olanlar, ancak açık ve celî olan delâlet şekillerine vâkıf olabilirler.

8—  Karılarınızın anneleri: Buna kadının (hanım) yukarı doğru neseb ya da süt anneleri girer. Zifaf ister olsun, ister olmasın farketmez. Çünkü zifaf olmasa bile mücerred nikâhla "kanlarınız" ifadesi kapsamına girmektedirler,

9— Üvey kızlar: Allah Teâlâ, kocalarının yanında kalan ve kendileriyle zifaf vâki olmuş hanımların (başka kocadan olan) kızlarını da haram kılmış­tır. Bunların içerisine üvey kızlar girdiği gibi kızlarının kızları, oğullarının kız­ları da girer. Çünkü bunlar da "rabâib- üvey kızlar" kelimesinin kapsamı içindedirler.

Üvey kızlar haram kılınırken iki kayıt getirilmiştir: 1) Kocaların yanla­rında (bakımları altında) kalmaları, 2) Anneleri ile gerdeğe girilmiş olması. Zifaf vâki olmadığı sürece haramlık sabit olmamaktadır. Ayrılık ister ölüm­le ister talâkla olsun, farketmez. Nassın gereği budur.

Zeyd b. Sabit ve ona katılanlar ile bir rivayette Ahmed b. Hanbel, üvey kızın haramlığı konusunda: "Annesinin ölümü, kendisi ile zifafa girilme hük­mündedir. Çünkü ölüm, mehrin ödenmesi, iddet bekleme ve vâris olma gibi hükümleri de gerektirmektedir. Dolayısıyla "zifaf" hükmündedir." demiş­lerdir. Cumhur bu görüşe katılmamış ve: "ölen kadınla (anne) zifaf vâki ol­mamıştır, dolayısıyla (üvey kız) haram olmaz. Allah, haramlığı zifafa bağla­mış ve zifaf vukubulmadığı zaman haramlığın da olmayacağını açıkça belirt­miştir." demişlerdir.

Üvey kızın kocanın yanında, onun bakımında olması kaydına gelince: bu, ihtirazı bir kayıt değildir. Üvey kızlar genellikle annelerinin, dolayısıyla da kocanın yanında kalırlar. Bu yüzden de haramlığı için bir şart olarak de­ğil de vakıanın yansıtılması kabilinden zikredilmiştir: "Çocuklarınızı açlık kor­kusundan öldürmeyiniz. "[614]âyetindeki kayıt gibidir. (Açlık korkusu kaydı o zaman bunun yaygın olmasındandır.) Buna göre âyetin anlamı şu şekilde­dir: "Genellikle yanınızda kalmakta olan üvey kızlarınız... size haram kılındı."

Bu kaydın zikredilmesinde, ayrıca güzel bir fayda da vardır. O da üvey kızların, kocaların (babalıklarının) yanında kalmalarının caiz olmasıdır. Böy­lece kocanın üvey kızını kendisinden uzaklaştırmasının, birlikte yemekten, yolculuğa çıkmaktan, başbaşa kalmaktan kaçınmasının gerekmeyeceği an­laşılır.

Bazı zahirî âlimleri bunu anlayamamış ve üvey kızın haram olması için kocanın (babalığı) yanında bulunmasının şart olduğunu söylemiştir.

Allah Teâlâ, kızın haram olması için annesi ile zifaf vâki olmasını şart koşmuş, karının annesinin haramlığını ise mutlak olarak zikretmiş ve zifaf şartına bağlamamıştır. Bundan hareketle sahabe ve daha sonra gelen âlimle­rin çoğunluğu: "Kız üzerine akdedilen mücerred nikâhla —zifaf, ister olsun ister olmasın—, annesi haram olur. Anne üzerine akdedilen nikâhla ise, zifaf vâki olmadıkça kızı haram olmaz. Allah'ın kayıtlamadığını (mübhem. bırak­tığını) siz de kayıtlamayınız." demişlerdir.

Bazıları   ise*' = kendileriyle   gerdeğe   girdiğiniz kadınlarınız" kaydının, birinci ve ikinci kez zikredilen = kadınlarınız" kelimesinin sıfatı olduğu ve annenin, ancak kızı ile gerdeğe gi­rilmesi durumunda haram olacağı zehabına kapılmışlardır ki; kelâmın akışı, sıfat ile mevsufu arasına matufun girmiş olması; sıfatı, açıklanma durumu hariç, muzafa değil de muzaafun ileyhe tahsis etmenin imkânsız oluşu bu gö­rüşü reddeder. Çünkü " = Zeyd'in akıllı kölesine uğ­radım." (Akıllı Zeyd'in... değil) denildiğinde, kelimesi Zeyd'in değil " = köle" kelimesinin sıfatıdır. Karışıklığı önleyecek bir karine bu­lunmadıkça bu böyledir. misalinde kelime­si, müennes olduğu için Hind'in sıfatı olduğuna karinedir. Böyle bir karine yoksa sıfat hep muzaafa tahsis edilir.

ibaresinin; hükmü, müteallaki, âmili farklı farklı olan iki mevsûfa tek bir sıfat kılınması keyfiyeti de bu görüşü reddeden başka bir husustur.

Sonra, sıfatın hemen önünde bulunan mevsûfa tahsisi, bitişik (yakın) olu­şundan dolayı daha uygundur. Komşuluk hakkı, uzağa hamledilmesini zaru­rî kılan bir durum olmadıkça bunu gerektirir.

Soru: "Karısı" olmadığı halde, ilişkide bulunduğu cariyesinin kızını "üvey kız" kapsamına nereden sokuyorsunuz?

Cevap: Odalık (cariye), bazan "kişinin kadınları" cümlesine girer. Ni­tekim "Kadınlarınız sizin tarlamzdır. O halde tarlanıza nasıl dilerseniz öyle varın."[615]; "Oruç tuttuğunuz günlerin gecesi kadınlarınıza yaklaşmanız size

helâl kılındı."[616] "Babalarınızın evlendikleri kadınlarla evlenmeyin."[617] âyet-lerindeki cariyeler de "kanlar" kelimesinin kapsamı içindedir.

Soru: Bu takdirde cariyelerin de "Karılarınızın anaları... size haram kı­lındı."[618] âyeti kapsamına girmesi ve cariyesinin anasının efendisine haram olması gerekir.

Cevap: Evet! Biz de öyle söylüyoruz. Eğer cariyesi ile ilişkide bulunur­sa, cariyenin anası ve kızı efendiye haram olur.

Soru: Bizzat siz, ananın haram olması için kız ile zifafa girme şartı yok­tur, diyorsunuz, sonra nasıl oluyor da burada şart koşuyorsunuz?

Cevap: Cariyenin "kanlarınız" sözünün kapsamına girebilmesi için onun­la ilişkide bulunması şarttır. Çünkü zevce, sadece akitle hanımı olur. Cariye ise öyle değildir. Onunla ilişkide bulunmadıkça "karıları" kapsamına girmez. Cinsel ilişkide bulununca kansı olur ve onun anası ve kızı kendisine haram olur.

Soru: Cariyeyi muharremât âyetindeki "karılarınız" kapsamına soku­yorsunuz da, niçin zıhâr ve îlâ âyetlerindeki "kadınları" kapsamına sokmu­yorsunuz?

Cevap: Âyetin siyakı ve sibakı ve işin gerçeği buna mâni olmaktadır. Çün­kü zıhâr, onlara göre talâktı. Talâkın mahalli ise zevcelerdir, cariyeler değil­dir. Allah zıhârın hükmünü talâktan, keffaretle izale edilen haramhğa nak-letmiştir. Yani hükmü nakletmiş, fakat hükmün mahallini korumuştur. îlâ'-ya gelince, onun mahallinin zevceler olduğu sarihtir. Zira Allah Teâlâ: "Ka­dınlarından uzak kalmaya yemin (îlâ) edenler için, dört ay beklemek vardır. Eğer (bu müddet içerisinde onlara) dönerlerse, şüphesiz Allah bolca bağışla­yan ve esirgeyendir. Eğer (yeminden dönmeyip) boşamaya karar verirlerse (ay­rılırlar). Biliniz ki, Allah işitir ve bilir."[619] buyurmuş ve böylece mahallin zev­celer olduğunu bildirmiştir.

10— Oğulların helâlleri: Allah Teâlâ, oğulların helâllerini de haram kıl­mıştır. Bunlar oğulların nikâhla ya da mülkiyet yolu ile ilişkide bulundukları kadınlar (eşleri ve cariyeleredir. Çünkü âyette geçen halîle kelimesi "helâl kılınmış kadın = helâli" anlamındadır. Bu kelimenin kapsamına kendi oğlu­nun oğlundan ve kızından torununun eşleri ve cariyeleri de girer. Ayetteki  " = kendi sulbünüzden olan" kaydı ile, evlatlık yoluyla ediniIen oğul (eş ve cariyesi) bu hükmün kapsamı dışında bırakılmıştır. Kayıt ihti­razıdır. Evlatlığı hükmünden çıkarmak için zikredilmiştir.

Süt oğulun eşine gelince, bu konuda dört imam ve onların görüşünde olanlar, bunu da "Oğullarınızın eş ve cariyeleri" âyetinin kapsamına dahil etmişler, "kendi sulbünüzden olan" kaydından dola*yı kapsam dışı tutmamış­lardır. Bunlar, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Neseb dolayısı ile haram kıldığını­zı, sütten ötürü de haram kılınız. "[620] hadisini delil olarak kullanmışlar ve: "Bu eş ya da cariye, eğer nesebten dolayı oğulun eş ya da cariyesi olsaydı, haram olurdu. Öyle ise süt oğulun eşi ya da cariyesi olması durumunda da haram olur. Âyetteki kayıtlama, sadece evlatlık yoluyla edinilen oğulu kap­sam dışına çıkarmak içindir, başkası için değil." diyerek neseb sebebiyle ha­ram olanın benzerini süt yolu ile de haram kılmışlardır.

Bu konuda diğerleri onlara katılmadılar ve: "Süt oğulun eşi ya da cari­yesi haram olmaz. Çünkü o, kendi sulbünden değildir. Âyetteki kayıtlama, evlatlığın eş veya cariyesini kapsam dışına çıkardığı gibi, süt oğulun eş veya cariyesini de kapsam dışına çıkarır. Aralarında bir fark yoktur. Bunlar: Hz. Peygamber'in (s.a.), "Neseb dolayısı ile haram olan, sütten ötürü de haram olur." hadisine gelince; o bizim en büyük delilimiz ve dayanağımızdır, der­ler. Çünkü baba ve oğulların eş ya da cariyelerinin haram olması sıhriyet (ev­lilik) yüzündendir, nesebten dolayı değildir. Hz. Peygamber (s.a.) süt haram-lığım sadece nesebten haram olan benzerlerine (nazîr) hasretmiş, sıhriyetten olan denklerine haramhğı bağlamamıştır. Haram konularında sadece nassın bulunduğu konularla yetinmek vaciptir.

Yine bunlar şöyle diyorlar: Süt dolayısı iîe haramlık, sıhriyet haramhğı üzerine değil, neseb haramhğı üzerine bina edilmiştir. Sıhriyet haramhğı, baş-lıbaşına kâim bir asıldır. Allah Teâlâ kitabında, süt haramiığına sadece ne­seb cihetinden temas etmiş, asla onun haramiığına sıhriyet açısından ne bir nass, ne bir ima ve işaret, hiçbir şeyle tenbihte (işarette) bulunmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.) de nesebden dolayı haram olanın, sütten ötürü de haram kılınmasını emir buyurmuştur. Bu emirde, sıhriyet yoluyla haram olanın süt­ten dolayı haram olmayacağına irşad ve işaret vardır. Şayet haramhğın, ne­sebe hasredilmesini istemiş olmasaydı, o zaman: Nesebten ve sıhriyetten do­layı haram olanı haram kılınız, buyururdu.

Yine şöyle derler: Süt emme (radfi) nesebe benzetilmiştir. Bu yüzden de sadece bazı hükümleri almıştır: Haramlık ve mahremiyet gibi. Ama, miras, nafaka ve diğer neseb ahkâmını almamıştır. Çünkü (radâ) süt emme zayıf bir neseptir. Zayıflığı sebebiyle de neseb ahkâmının ancak bazısını almış, di­ğer hükümlerini yüklenecek güçte olmamıştır. O, sıhriyetten çok, nesebe ben­zemektedir. Bu durumda kendi benzeri ve eşinin hükümlerini üstlenmeden zayıf kalan rada, nasıl olur da sıhriyet ahkâmını da üstelenecek kadar güçlü olabilir?

Sıhriyet ve rada (süt emme) arasında ise, ne neseb ne de neseb şüphesi, ne cüzîlik ne de bağlantılı hiçbir ilişki yoktur. Diyorlar ki: Şayet sıhriyet ha­ramhğı sabit olsaydı, Allah ve Rasûlü sadra şifa verecek, hüccet getirecek ve mazeret bırakmayacak şekilde apaçık beyanda bulunurlardı. Beyan Allah'­tandır. Tebliğ Rasûlü'ne aittir. Bize de teslim ve kabul düşer. Bu, konuyla ilgili fikir yürütebileceğimiz son noktadır. Bu konuda kim bir hüccet ele geçi­rirse, onu ortaya koysun ve delil olarak sunsun. Bilsin ki biz, hemen boyun eğecek ve ona yapışacağız. Doğruya muvaffak kılan Allah Teâlâ'dır.

11— Babaların eşleri: Yüce Allah, babaların nikahladıkları (burada ni­kâh cinsel ilişki anlamındadır) kadınları da oğullara haram kılmıştır. Bunun kapsamına hem nikâh akdi ile olan eşleri, hem de odalık cariyeleri girer. Yu­karı doğru babaların babalarını, anaların babalarını da içine alır. Âyetteki (   ^iL. iu S'ı     ) "Ancak geçmişte olanlar hariç" ifadesi, yasaklama cümle­sinin tüm içeriğinden yani günah ve cezayı gerektiren haramhktan istisnadır. Allah Teâlâ, Peygamber ve Kitap aracılığı ile haramhğı konusunda delil vaz'-etmeden önceki cahiliye devri uygulamalarını bundan istisna etmiştir.

12— Bir nikâhta iki kız kardeşi tutmak: Yüce Allah, iki kız kardeşin bir nikâhta toplanmasını haram kılmıştır. Bu hem nikâh akdi, hem de odalık (ca­riye) edinme yoluyla olmak üzere her iki türlü toplamayı kapsar. Nitekim ha­ram kılınan diğer kadınlarla ilgili durum da aynıdır. Bu, sahabe ve daha son­ra gelen ulemanın çoğunluğunun görüşüdür. Doğrusu da budur. Bir grup oda­lık (cariye) edinme yoluyla birbirine mahrem olan iki kadının toplanmasının haramhğı konusunda duraksar ve haramhğı, "Ve onlar ki ırzlarını korurlar; ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. Doğrusu onlar (bun­larla ilişkilerinden dolayı da) kınanmazlar." âyetinin umumuna aykırı bu­lurlar. Bu yüzden Hz. Osman (r.a.) da: "Onları bir âyet helâl kıldı, bir âyet de haram kıldı (ne diyeceğimizi bilemiyoruz)." demiştir.

Bir rivayette İmam Ahmed: "Ben, o haramdır demiyorum. Şu kadar var ki, ondan menederiz." demiştir. İmam Ahmed'in bazı müntesipleri kendisinden bir rivayet olarak onu mubah kıldığını söylerler. Doğrusu, o mubah kilmamıştır; ancak Hz. Osman gibi bir sahabînin tevakkuf ettiği bir konuda, teeddüben "haram" sözünü kullanmamış, aksine "Ondan menederiz." de­meyi tercih etmiştir.

Haramhğa kesin hükmedenler tahrim âyetini birçok yönden tercih etmişjlerdir:

1) Tahrîm âyetinde zikri geçen evlenilmesi haram kılınan diğer kadınlar, hem nikâh hem de cariyelik yoluyla haramlığı kapsamaktadır. Bunun ne ay­rıcalığı var ki yalnız başına ötekilerin durumundan farklı olsun. Eğer ibâha âyeti (23/5-6) toplamayı helâl kılacaksa, o zaman odalık cariyesinin anasını, babasının ve oğlunun odalık cariyelerini de kendisine helâl kılmalıdır. Çün­kü bunlar arasında hiçbir fark yoktur. (Hepsi de âyetin umumu içerisine gi­rer.) Oysa ki bu görüşte olan hiçbir kimse bilinmemektedir.

2) Mülkiyet yolu ile ibahayı getiren (23/5-6) âyet kesinlikle belli şekillere hastır ve bunda iki kişi bile ihtilâf etmez. Meselâ kişinin süt annesine, onun kızma, kız kardeşine, halasına, teyzesine sahip olması gibi hatta imam Mâlik ve Şafiî gibi yakın akrabalık sebebiyle azadı gerekli görmeyenlere göre neseb kız  kardeşine,  halasına ve teyzesine  sahip  olması  durumunda  bunları " = ellerinizin sahip olduğu kadınlar" ifadesinin umumu­na sokarak kişiye helâl olacaklarını söylemek mümkün değildir. Dolayısıyla tahsis edilmiş olacağından ayetin umumunun, akid ya da mülkiyet yolu ile onların haramlığının umumiliğine ters düşeceği söylenemez, tki kız kardeşin bir nikâhta toplanması hükmü de aynıdır.

3)  İbâha âyeti, sadece helâllik cihetini ve sebebini açıklamaktadır. He­lâllik şartlan ve mânileri konularına değinmemektedir. Tahrim âyetinde ise neseb, radâ (süt emme) sıhriyet vb. gibi helâlhğa mâni hallerin açıklanması vardır. Dolayısıyla araîannda asla tearuz (çelişki) yoktur. Aksi takdirde, he­lâllik şart ve mânileri zikredilen her âyet, helâlliği gerektiren delile ters düşer­di ki, bu kesinlikle bâtıldır. Bu gibi durumlarda helâllik şart ve mânilerini zikreden âyetler, helâlliği getiren âyetin sükût geçtiği şart ve mânileri için be­yan kabul edilir.

4) Şayet iki kız kardeş cariyeyi bir arada mülkiyet yolu ile odalık olarak almak caiz olsaydı, köle olan anne ile kızı da bir arada almak caiz olurdu. Çünkü tahrim âyeti her ikisini de aynı şekilde kapsamaktadır. Eğer ibâha âye-finin getirdiği mübahlık iki kardeş cariyeyi kapsıyorsa, anne ile kızını da kapsar.

5) Nihayet Hz. Peygamber (s.a.): "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, suyunu iki kız kardeş rahminde toplamasın. "[621] buyurmuştur. Hiç şüphe yoktur ki, suyun toplanması nikâh akdi ile olduğu gibi, mülkiyet yo­luyla da olur. Hadiste mü'minin halinin buna mâni olacağı belirtilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.), bir kadını halası veya teyzesi ile aynı nikâhta top­lamanın haramlığma da hükmetmiştir.[622] Bu haramlık, iki kız kardeşin bir nikâhta toplanmasının haramlığı aslından alınmıştır. Ancak bu, gizli bir de­lâletledir. Hz. Peygamber'in (s.a.) haram kıldığı da, aynen Allah'ın haram kıldığı gibidir. Ancak Hz. Peygamber'in (s.a.) haram kıldığı, hep Kitâb'ın delâletinden istinbat edilmiştir.

Ashab, Hz. Peygamber'in (s.a.) buyruklarını, Kur'an'dan istinbat etme hususunda son derece haristiler. Kim kendisini buna verir, kapısını çalar, kal­bini ona açar, güçlü bir sağduyu, zeki bir kalple buna itina gösterirse; sünne­tin tamamının Kur'an'ın tafsili, delâlet yönlerinin açıklanması ve Allah'ın on­dan muradının ortaya konması olduğunu görecektir. Bu, ilmin en yüce mer-tebesidir. Kim buna ulaşmişsa, Allah'a hamdetsin. Kim de erişememişse, sa­dece kendisini, himmetini ve zaafını kınasın.

İki kız kardeşle, bir kadının halası ya da teyzesi ile bir arada aynı nikâh­ta evliliğin haramlığmdan şu neticeye ulaşılır: Aralarında akrabalık olan iki kadından biri erkek farzedildiğinde birbirlerine nikâhları düşmüyorsa, böy­lesi iki kadının aralarını nikâh ya da odalık yoiu ile cem etmek haramdır. Bu­nun hiçbir müstesnası da yoktur. Eğer aralarında akrabalık yoksa, aralannı cem etmek haram değildir. Ancak mekruh olur mu? İki görüş vardır. Bir ka­dın ile üvey kızını bir nikâhta toplamak gibi. (Aralarında akrabalık yoktur. Ama biri erkek farzedildiğinde birbirlerine de nikâhları, düşmez).

Allah Teâlâ'nm, sözü edilen haram kadınlarla evliliği ya da odalık edin­meyi haram kılışının genel kapsamından şu netice de çıkmaktadır: Nikâhı ha­ram olan her kadının, mülkiyet yolu ile de ilişkisi haramdır. Ehl-i kitab cari­yeleri bundan hariçtir. Çünkü âlimlerin çoğunluğuna göre, ehî-i kitab cariye­leri ile nikâh haramdır. Mülkiyet ile ilişkisi ise caizdir. Ebu Hanife ise bu iki sini aynı kabul etmiş, mülkiyet yolu ile ilişkisi caiz olduğu gibi nikâhının da caiz olduğunu söylemiştir.

Cumhur, Ebu Hanife'ye karşı şu şekilde delil getirmiştir: Yüce Allah, "İçinizden inanmış, hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerini­zin altında bulunan inanmış genç kızlarınız (olan cariyeleriniz)den alsın. Al­lah sizin imanınızı daha iyi bilir."[623] âyetinde, cariyelerle nikâhlanmanın an­cak iman vasfı ile mubah olacağını beyan buyurmuştur. "Allah'a ortak ko­şan (müşrik) kadınlarla, onlar iman edinceye kadar evlenmeyin."[624] âyetin­de de bunu ehl-i kitap hür kadınlarına tahsis etmiştir. Böylece (ehl-i kitap) cariyeleri haramhk hükmü üzere kalmışlardır. Hz. Ömer (r.a.) ve daha baş­ka sahabîler ehl-i kitap hanımlarının, bu âyetin kapsamına sokulduklarını an­lamışlardır. Nitekim Hz. Ömer (r.a.): "Bir kadının, 'Mesih benim ilâhım-dır.' demesinden daha büyük bir şirk bilmiyorum." demiştir.

Sonra şu da var: Kadınların kadınlığından istifade konusunda asıl olan; haramlıktır. Sadece mü'min olan cariyelerin nikâhı helâl kılınmıştır. Onların dışında kalan diğer cariyeler ise asli haramhk üzere kalırlar. Onların haram oluşları neticesi mefhum-ı muhalefet yolu ile de elde edilmemiştir.

Âyetin siyak ve delâlet ettiği hususlardan çıkarılan diğer bir netice de "Ha­ram olan her kadının kızı da haramdır." Ancak hala, teyze, oğulun eşleri, babanın eslen ve zevcenin annesi bundan müstesnadır. Bunların kızları ha­ram değildir. Bütün akrabalar da haramdır. Bundan Ahzab süresinde zikri geçen amca kı/lan. hala kızları, dayı kızları, teyze kızları olmak üzere don zümre müstesnadır.

13— Evli kadınlar: Nassın evlenilmesini haram kıldığı kadınlardan biri de evli kadınlardır. Bunlar, âyette "muhsanât" diye ifade edilmişler ve buyurularak sağ elin mâlik olması du­rumu bundan istisna edilmiştir. Bu istisna, pek çokları için bir problem teşkil etmiştir. Çünkü evli olan cariyelerle, efendilerinin ilişki kurması haramdır. Şu halde istisnanın aslı nedir?

Bazıları, istisna munkatıdır ve demektir, demişlerdir. Buna hem lafzın hem de mânanın müsait olmadığı şeklinde cevap verilmiş­tir. Lafzen müsait değildir. Çünkü istisna-i munkatı, istisna-i mufarrağın ol­duğu yerde olur. Onun şartı da nefy, nehy, ya da istifhamdan birinin bulun­masıyla müsbet olmamasıdır. Dolayısı ile buradaki istisnanın yeri, istisna-i münkatı yeri değildir. Mana açısından da müsait değildir. Çünkü istisna-i mun-katı'da, müstesna ile müstesna minh arasında, herhangi bir şekilde müstes­nanın ona dahil olacağı tevehhümünü bertaraf edecek bir bağın (rabıt) bulunması gerekir. Çünkü sen " = Evde kimse yok," dediğin zaman, bu evde hayvanları ile, eşyası ile kimsenin bulunmadığını ifade eder­sin '* = Evde eşekten veya sacayağından baş­ka hiç kimse yoktur." dersen, bununla müstesnanın, müstesna minhin hükmüne dahil olacağı tevehhümünü izale etmiş olursun. Bundan daha açığı "Orada selâm hariç hiçbir boş söz işitmezler."[625] âyetidir. Selâmın istisna edilmiş olması, hiçbir şey işitmeyebilecekleri şeklindeki yanlış anlamayı gide­rir. Çünkü hiçbir boş söz işitmemeleri, hiçbir söz işitme imkânının olmama­sından da olabilir. Başka söz işitmelerine rağmen boş söz işitmedikleri anlamına da gelebilir. Evli kadınların nikâhlarının haram kılınmasında, mülkiyet yolu ile cariyelerle ilişkide bulunulmasının haramhğım tevehhüm ettirecek bir şey yoktur ki onu istisna yolu ile çıkarsın.

Bazıları da şöyle der: Hayır, istisna yerindedir. Kişi ne zaman evli cari­yeye mâlik olursa, ona malikiyeti talâk sayılır ve cariye kendisine helâl olur. Konu cariyenin satımı, aynı zamanda onun talâkı da sayılır mı, sayılmaz mı konusudur? Bu konuda sahabenin iki ayrı görüşü vardır: İbn Abbas talâk kabul ediyor ve bu âyeti (4/24) delil getiriyor. Başkaları ise kabul etmiyor ve şöyle diyorlar: Nasıl ki önceki mülkiyet ittifakla sonradan yapılacak ni­kâhla ters düşmüyor ve bir arada bulunuyorlarsa, aynı şekilde sonradan ele geçirilen mülkiyet de daha önceden var olan nikâhla çelişmez ve bir arada bulunabilir. Hem sonra Hz. Peygamber (s.a.) Berîre satıldığı zaman kendisi­ni (nikâhı konusunda) muhayyer bırakmıştı.[626] Eğer satış akdi ile nikâh fes­hedilmiş olsaydı, onu muhayyer bırakmazdı. Bunlar şöyle devam ediyorlar: Bu hadis İbn Abbas'a karşı bir delildir. Râvisi de kendisidir. Prensip, saha-bînin görüşünü değil, rivayetini esas almaktır.

Üçüncü bir grup ise şöyle diyorlar: Evli cariyeyi satın alan eğer kadınsa, nikâh feshedilmiş olmaz. Çünkü alıcı kadın ona, kadınlığından istifade için Üçüncü bir grup ise şöyle diyorlar: Evli cariyeyi satın alan eğer kadınsa, nikâh feshedilmiş olmaz. Çünkü alıcı kadın ona, kadınlığından istifade için sahip olmamıştır. Ama alıcı erkekse o zaman nikâh feshedilir. Çünkü erkek, onun kadınlığından istifade amacı ile kendisine mâlik olmuştur. Mülk mül­kiyeti, nikâh mülkiyetinden daha güçlüdür. Mülkiyet nikâhı iptal eder, ama aksi olmaz. Bunlar: "Bu takdirde Berire hadisinde de bir problem sözkonu-su olmayacaktır." demişlerdir.

Bir öncekiler bunlara şöyle cevap vermişlerdir: Alıcı kadın her ne kadar cariyenin kadınlığından bizzat istifade edemese de, onu başkası iie evlendir­mek ve mehrini almak suretiyle istifade edebilir. Bu da —her ne kadar cari­yenin kadınlığından bizzat kendisi istifade etmiyorsa da— mâlikiyetinin, er­keğin mâlikiyeti gibi olmasını gerektirir.

Bir başka grup; âyetin esir edilen kadınlara has olduğunu söylemişler­dir. Çünkü esir kadınlar, eie geçirildiklerinde, istibrâdan sonra kendilerini elde edenler için helâl olurlar. Evli olmaları farketmez. Şafiî'nin ve Hanbelî mez­hebinin bir görüşü böyledir. Sahih olan da budur. Nitekim Müslim, Sahih'-inde, Ebu Saîd el-Hudrî'den şunu nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Evtâs'a ordu göndermişti. Düşmanla karşılaştılar. Onlarla savaştılar ve yendiler, esirler ele geçirdiler. Rasûlullah'ın (s.a.) ashabından bazıları, esir kadınların koca­ları bulunması dolayısıyla onlarla ilişkide bulunmadan sıkıntı duyuyorlardı. Bunun üzerine Allah: "Kadınlardan evli olanlar... (size haram kılındı) ancak sağ elinizin mâlik oldukları müstesna" (4/24) âyetini indirdi. Âyetin mânası: "İddetleri bittiğinde onlar size helâldir" demektir. "[627]

Bu hüküm, ele geçirilen esir kadınlarla —kâfirlerden kocaları olsa bile— ilişkide bulunmanın mübahlığım içerir. Bu durum, onların esir edilmekle ni­kâhlarının münfesih bulunduğuna ve karılarının kendilerine has olmasının ortadan kalktığına delâlet eder. Doğrusu da budur. Çünkü müslümanlar onun hakkının bulunduğu mahalli ve karısının rakabesini elde etmişlerdir. Böylece onları ele geçirenler, üzerlerinde kocalarından daha çok hak sahibi olmuşlar­dır. Bu durumda kadınlığından istifade nasıl haram olur? Bu görüşe ters dü­şecek ne bir nass ne de bir kıyas vardır.

İmam Ahmed'in tâbilerinden bazıları, "Esir kadın ile ilişki, sadece tek başına (kocası ile değil) esir edilmişse mubah olabilir." demişlerdir. Çünkü geride kalan kâfir kocanın bekası meçhuldür. Meçhul ise yok hükmündedir. Dolayısıyla istibrâdan sonra ilişkide bulunulması caiz olur. Eğer kocası beraberinde ise caiz olmaz. Bunlara şu şekilde cevap verilmiştir: Kadın yalnız ba­şına esir edilse ve kesin olarak bilsek ki darulharpte kocası hayatta, bu du­rumda siz ilişkinin helâl olacağını söylüyorsunuz (Bu nasıl oluyor?). Buna pek mukni cevap veremediler. "Asıl olan, nadiri galib olana ilhak etmektir." dediler. Onlara denir ki: Genel ve galib olan —esir kadınların yalnız başları­na getirilmeleri durumunda— kocalarının hayatta olmalarıdır. Onların tüm­den ölmeleri çok nadirattandır. Sonra onlara şöyle denir: Kocanın kendisi, mallan ele geçirildiği takdirde ele geçirenlerin mülkü olmakta ve dokunul­mazlığı kalkmaktadır. Bu durumda özellikle, karısının üzerindeki hakkının hâlâ dokunulmaz olmasını gerektiren hususiyet nedir? Halbuki zevce, kocası ve malları, hepsi kendilerini ele geçirenlerin mülkü olmuşlardır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu uygulaması, mülkiyet yoluyla putperest ca­riyelerle ilişkide bulunmanın caiz olduğuna delâlet eder. Çünkü Evtâs esirleri ehl-i kitap değillerdi. İlişkide bulunulmaları konusunda Hz. Peygamber (s.a.), onların müslüman olmalarını şart koşmamış, mâni olarak sadece istibrayı gös­termiştir. Onlar yeni müslüman olmuşlarken, bu meselenin hükmünün ken­dilerine gizli kalmasına sebep olacak şekilde beyanın ihtiyaç ânından gecikti­rilmesi mümkün değildir. Sayıları binlerce olan bütün esirlerin, tek bir cariye geri kalmayacak şekilde tamamının müslüman olmasını var saymak son de­rece uzaktır. Çünkü onlar İslâm'a zorlanmamışlardır; derhal ve bütün ola­rak İslâm'a koşmalarını gerektirecek basiret, arzu ve sevgiye de sahip değil­lerdi. Gerek sünnetin, gerekse Hz. Peygamber (s.a.) dönemi ve sonrasındaki sahabe tatbikatının gereği hangi dinden olurlarsa olsunlar cariyelerle ilişkide bulunmanın cevazı şeklindedir. Bu Tavus ve başkalarının görüşüdür. el-Muğnî sahibi de bunu desteklemiş ve delillerini tercih etmiştir. Muvaffakiyyet Al­lah'tandır.

Cariyelerle ilişkide bulunmanın cevazı için müslüman olmalarnının şart olmadığına, Tirmizî'nin Irbâz b. Sâriye'den rivayet ettiği Hz. Peygamber'in (s.a.), "Kannlarındakini doğurmadıkça esir kadınlarla ilişkide bulunmayı ha­ram kıldığı*' hadisidir.[628] Hz. Peygamber (s.a.), haramlık için tek bir gaye belirlemiştir. O da çocuğun, doğurulmasıdır. Şayet İslâm'a bağlı olsaydı, onu açıklamak istibrâ şartını açıklamaktan daha önemli olurdu.

Sünen ve Müsned'ât Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimseye, esirlerden bir kadına istibrâ etmedikçe yaklaşması helâl olmaz."[629] buyurur. "Müslüman olmadıkça" diye buyurmaz.İmam Ahmed'in rivayeti: "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsa, esir kadınlardan biriyle hayız görmedikçe ilişkide bulunmasın."[630] şeklindedir. Burada da "Müslüman olmadıkça" diye buyurmamıştır.

Yine Sünen'ûe Hz. Peygamber (s.a.) Evtas'ta elde edilen esir kadınlar hakkında: "Hamile olanlar doğurmadıkça, hamile olmayanlar da bir hayız görmedikçe kendileriyle ilişkide bulunulmaz." [631]buyurmuş, bu hadiste de "müslüman olmadıkça" dememiştir. Ondan tek bir yerde dahi, esir kadın­larla ilişki için İslâm şartından bahsettiği varid olmamıştır. [632]

 

2— Evlilikte Din Farkı:

 

İbn Abbas (r.a.) şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.) kızı Zeyneb'i (kocası) Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e ilk nikâhı üzere geri vermiştir. Başka bir şey yapma­mıştır.[633]Bunu Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve Tirmizî, rivayet etmişler­dir. Bir rivayetinde: "Altı sene sonra müslüman oldu, yeni bir nikâh yapma­dı."'[634]» şeklindedir. Tirmizî: "İsnadında bir beis yoktur." demiştir. Başka bir rivayette de: "Zeynep ondan altı sene önce müslüman olmuştu. Ne şahid tuttu, ne mehir verdi, hiçbir şey yapmadı." şeklindedir.

İbn Abbas (r.a.) anlatır: Hz. Peygamber (s.a.) devrinde bir kadın müs­lüman oldu ve evlendi. Kocası, Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya Rasülallah! Ben müslüman olmuştum ve o benim müslüman olduğumu biliyordu." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), kadını öteki kocadan aldı ve ilk koca­sına teslim etti. Ebu Davud rivayet etmiştir.[635]

İbn Abbas yine şöyle der: Bir adam Hz. Peygamber döneminde müslü­man olarak geldi. Arkasından karısı müslüman oldu. Adam: "Ya Rasûlal-lah, o benimle birlikte müslüman oldu." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de, ka­dım kocasına verdi.[636] Tirmizî, hadisin sahih olduğunu söyler.

îmam Mâlik[637] şöyle nakleder: Ümmü Hakîm bt. Haris b. Hişâm, Mek­ke'nin fethi günü müslüman olmuştu. Kocası İkrime b. Ebu Cehl İslâm'a gir­medi; kaçtı ve Yemen'e gitti. Ümmü Hakîm arkasından Yemen'e gitti ve onu buldu; İslâm'a davet etti, o da müslüman oldu. Fetih senesinde O'na doğru koştu, üzerinde ridasi yoktu. Hemen bîat etti. Hz. Peygamber (s.a.) onları nikâhları üzerine bıraktı.[638]

İmam Mâlik şöyle der: Bize ulaştığına göre, bir kadının Allah'a ve Ra-sûlü'ne hicret etmesi durumunda kocası kâfir olarak küfür diyarında ikâmet ediyorsa iddeti henüz bitmeden müslüman olarak çıkıp gelmezse, hicret, ka­dınla kocası arasını ayırır.[639]

Bu hadislerden şu hükümler çıkarılır:

1— Kan-koca birlikte müslüman olsalar, bunlar eski nikâhları üzeredir­ler, İslâm'dan önceki vuku şekli araştırılmaz. Sahih olarak akdedilip edilme­diğine bakılmaz. Ancak akdi iptal edici unsur hâlâ mevcutça —meselâ evlen­mişler ve müslüman olmuşlar, ama hâlâ önceki kocasının iddeti içerisinde ol­ması gibi— üzerinde icmâ olan ya da ebedî haramlığı gerektiren bir unsur içeriyorsa —neseb ya da süt emme dolayısı ile evlenmesi kendisine haram olan bir kadınla evlilik gibi—, aralarını cem etmesi haram olan kadınlarla bir ara­da yapılmışsa —iki kız kardeş, beş ve daha fazla hanım ile evlilik örneğinde­ki gibi—, işte bu üç şeklin hükümleri farklıdır. İslâm'dan önce yapılmış ol­masına bakılmaksızın dikkate alınır ve gereği yapılır.

2— Kan-koca müslüman olurlar, fakat aralarında neseb, radâ ya da sıh­riyetten dolayı mahremiyet bulunursa veya iki kız kardeşin, teyze ile yeğe­nin, hala ile yeğenin ve bir nikâhta birleştirilmeleri haram olan daha başka kimselerin aynı nikâhta toplanmas- sözkonusu olursa, icmâ-ı ümmetle arala­rı ayrılır. Şu kadar ki haramhk nâmahremlerin tümünden kaynaklanıyorsa dilediğini tutma hususunda koca muhayyer kılınır. Eğer zevce, kocanın zina­dan olma kızı ise cumhura göre aralan yine ayrılır. Eğer koca, nesebin zina ile sabit olacağına inanıyorsa, aralan ittifakla ayrılır. Kadın, bir müslümanın iddeti içerisinde iken birisiyle evlense ve içlerinden biri müslüman olsa, ittifakla araları ayrılır. Eğer kâfirin iddetini beklerken evlilik olmuşsa, eğer tefrik illeti olarak müfsid {akdi bozucu) unsurun devamını veya müfsidliği üzerinde icmâ edilmiş olmasını alırsak, aralan ayrılmaz. Çünkü kâfirin idde­ti devam etmez. Kâfirlerin nikâhlarını iptal eden ve zina ile aynı kefede tu­tanlara göre kâfirin iddeti yeni nikâha mâni değildir.

3— Kadın, akitten önce işlediği zinadan hamile iken eşlerden biri müs­lüman olursa, bu durumda da müfsid unsurun devamı veya müfsidliği üze­rinde icmâ oluşu illetlerini esas almaya bağlı olarak iki görüş bulunmaktadır.

Akit, velisiz veya şahitsiz yapılmışsa veya iddet içerisinde yapılmış ve id-det bitmişse, kız kardeş üzerine kıyılmış fakat ölmüşse, veya beşinci kadma nikâh kıyılmış, o da ölmüşse; bu gibi durumlarda müslüman olan eşier önce­ki nikâhları üzere bırakılırlar. Yine harbî bir erkek harbî bir kadını zorla ele geçirse ve bunun, bir nikâh olduğuna itikat etseler, sonra da müslüman olsa­lar, oldukları hâl üzere bırakılırlar.

Yine hadisler, eşlerden birinin diğerinden önce müslüman olması duru­munda, aradaki nikâhın —aralan ister hicretle aynisin, ister aynlmasın— mün­fesih olmayacağı hükmünü içerir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.), eşlerden birinin diğerinden evvel müslüman olması durumunda, aralarındaki nikâhı yenilediği asla bilinmemektedir. Sahabenin müslümanhğı öyle gerçekleşirdi. Kişi karısından veya karısı kişiden önce müslüman olurdu. Onlardan müslü­man olanların, hiçbirisi eşleriyle aynı anda müslüman olduklarını telaffuz et­memişlerdir. Bu, hiç olmamıştır. Hz. Peygamber (s.a.) kızı Zeyneb'i, Ebu'l-Âs b. Rebî'e geri vermiştir. Halbuki o, Hudeybiye senesinde müslüman ol­muştur. Oysaki Zeyneb, ilk bi'set anından beri müslümandı. Her ikisinin de müslüman olması arasında, on sekiz seneden fazla bir müddet vardır.

Râvinin hadisteki "Zeyneb'İn müslümanhğı ile onun İslâm'a girmesi ara­sında altı sene vardı." sözünde, bir yanlış anlama vardır. Bununla "Zeyneb'İn hicreti ile onun müslümanhğı arasında..." demek istemiştir.

"Bu takdirde bu süre içerisinde iddet biter. Hz. Peygamber (s.a.) bu durumda nasıl nikâhı yenilemez?" şeklindeki bir itiraza şöyle cevap verilebi­lir: Müslüman kadınların müşriklere haramlığı hükmü, ancak Hudeybiye ba­rışından sonra inmiştir. Daha önce böyle bir haramhk yoktu. Dolayısıyla bu müddet içerisinde, haramhk hükmü henüz meşru olmadığı için nikâh feshe­dilmiş olmuyordu. Haramhk hükmü inince, Ebu'l-Âs müslüman oldu. Hz. 'Peygamber (s.a.) de (Zeyneb'i) kendisine geri verdi.

İddete itibar hakkında ne bir nas ne de icmâ hiçbir delil yoktur. Hammad b. Seleme—Katâde—Saîd b. el-Müseyyeb yoluyla Hz. Ali; kâfir olan eşlerden birinin müslüman olması hakkında, "Kadın hicret yurdunda oldu­ğu sürece, kocası onun kadınlığına (nikâhına) en çok mâlik olandır." demiştir. Süfyan b. Uyeyne—Mutarrif b. Tarif—Şa'bî senediyle ise Hz. Ali: "Kadın şehrinden çıkmadıkça, kocası onun üzerinde daha çok hak sahibidir." demiştir." İbn Ebî Şeybe, Mu'temir b. Süleyman—Ma'mer—Zührî yoluyla şunu zikreder: "Kadın müslüman olur, kocası olmazsa, aralarını sultan ayırma-dıkça onlar nikâhları üzeredirler."[640]

Hadislerde iddetin itibara alındığına dair hiçbir kayıt yoktur. Hz. Pey­gamber (s.a.) de kadma iddetinin bitip bitmediğini sormazdı. Şüphe yoktur ki, müslüman olmak yalnız başına bir ayrılık sebebi olsaydı, bu ayrılık ric'î (dönülebilir) değil, bâin (dönüşü nikâhla) olurdu. İddetin, nikâhın devamı konusunda herhangi bir etkisi yoktur. İddetin etkisi, kadının başkasıyla ni-kâhlanmasına engel olmada kendini göstermektedir. Eğer müslüman olmak, aralarında ayrılığı gerçekleştirseydi, kocanın iddet içerisinde karısı üzerinde daha fazla hakkı bulunmazdı. (Ayrılık bâin olduğu için). Hz. Peygamber'in uygulamasından anlaşılan şudur: Nikâh mevkuftur. Eğer koca, iddet bitme­den önce müslüman olursa kadın onun zevcesidir. Eğer iddeti sona ererse, kadın artık istediğine varabilir. Dilerse eski kocasını bekler. Eğer müslüman olursa, yeni bir nikâha ihtiyaç duyulmadan onun zevcesi olur.

Müslüman olduğundan ötürü nikâhım yenileyen hiçbir kimsenin bulun­duğunu bilmiyoruz. Olan şu iki husustan biri İdi: Ya ayrılıyorlardı ve kadın başkası ile nikahlanıyordu ya da ikisinden birinin müslüman olması gecikse bile kadın kocasında kalıyordu. Ayrılığın gerçekleşmesi ya da iddete itibar edilmesine gelince, bu konuda Hz. Peygamber'in, kendi devrinde pekçok müs­lüman olanların bulunmasına ve eşlerden birinin diğerinden önce ya da son­ra müslüman olması arasında az ya da çok zaman geçmesine rağmen, bu iki­sinden biri ile hüküm verdiğini bilmiyoruz. Hudeybiye sulhu ve Fetih sonra­sında, Hz. Peygamber'in eşleri, birinin İslâmiyet'i kabulü diğerinden sonra olsa bile nikâhları üzerinde bırakması sözkonusu olmasaydı; o zaman "İslâ-miyetle, iddete itibar etmeksizin aralarının derhal ayrılmalarına" hükmeder­dik. Çünkü Allah Teâlâ: "Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara he­lâl olmazlar... Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın."[641] buyurmaktadır. Bu durumda İslâmiyet, ayrılık sebebi olur. Ayrılık sebebi olan her şeyi ayrılık takip eder. Süt emme, hulû, talâk gibi. Bu, Hallâl, ve arkadaşı Ebu Bekir,ile İbnü'l-Münzir ve îbn Hazm'ın görüşüdür. Hasan, Tâvüs, İkrime, Katâ-de, Hakem'in mezhepleri de böyledir. Ibn Hazm, bunun aynı zamanda Hz. Ömer, Câbir b. Abdillah ve İbn Abbas'a da ait olduğunu, Hammad b. Zeyd, Hakem b. Uteybe, Saîd b. Cübeyr, Ömer b. Abdülaziz, Adiy b. Adiy el-Kindî, Şa'bî ve daha başkalarının da bu görüşle fetva verdiklerini söyler. Ben de bu­nun, İmam Ahmed'den nakledilen iki rivayetten biri olduğunu söylüyorum.

Ancak, "Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın. Bunlar onlara helâl de­ğildir. Onlar da bunlara helâl değildir." âyetinin üzerine indiği zat (Hz. Pey­gamber), ayrılığın hemen gerçekleştirilmesi hükmüne gitmemiştir. İmam Mâlik, Muvatta'da İbn Şihâb'dan şunu nakleder: "Safvân b. Ümeyye ile, karısı Ve-Iid b. Muğire'nin kızının müslüman olmaları arasında bir ay kadar zaman vardır. O, Fetih günü müslüman olmuş, kocası Safvan ise kâfir olarak Hu-neyn ve Tâif savaşlarına katılmış, sonra müslüman olmuştur. Hz. Peygam­ber aralarını ayırmamış, eski nikahları ile beraberlikleri devam etmiştir."[642]

İbn Şihâb şöyle der: "Ümmü Hakîm, Fetih gününde müslüman olmuş-', tu. Kocası İkrime ise Yemen'e kaçtı. Karısı onu İslâm'a davet etti. O da müs-| lüman oldu ve geldi. Hz. Peygamber'e (s.a.) bîat etti. Hz. Peygamber (s.a.) donları nikâhları üzere bıraktı."[643] İbn Abdilberr: "Bu hadisin şöhreti, isna­dından daha güçlüdür." demiştir.

Şu da kesin olarak bilinmektedir: Ebu Süfyan b. Harb fetih sırasında, Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'ye girmeden önce oradan çıkmış ve müslüman olmuştu. Karısı Hind ise fetih gerçekleşinceye kadar müslüman olmamıştı. Bunlar da nikâhları üzere kaldılar. Yine Hakîm b. Hizam, karısından önce müslüman olmuştu. Ebu Süfyan b. Haris ile Abdullah b. Ebî Ümeyye fetih senesinde çıkmışlar ve Hz. Peygamber (s.a.) ile Ebvâ'da karşılaşmışlar ve ha­nımlarından önce müslüman olmuşlardı. Bunlar da nikâhları üzere kaldılar.

Özetle, Hz. Peygamber'in (s.a.), müslüman olanlardan hiç birisinin ka­rısı ile arasını ayırdığı bilinmemektedir.

Müslüman olanların nikâhlarını yenilemenin gerekliliğini söylemek, son derece yanlıştır ve Hz. Peygamber'e (s.a.) aslı olmayan, bilgisizce söz isnad etmektir. Eşlerin şehadet kelimesini harfiyen aynı anda ve beraberce söyle­miş olmaları mümkün olamayacağı malumdur. Buna rağmen, O, hiç kimse­nin nikâhını yenilememiştir.

Bu görüşü, bazı tutarsızlıkları içermekle birlikte, ayrılığı iddetin bitmesine bağh (mevkuf) kılan görüş takip eder. Çünkü bu görüş hakkında munkatı da olsa haberler bulunmaktadır. Eğer bunlar sahih olsaydı, başka bir görüşe gitmek caiz olmazdı. İbn Şübrüme şöyîe diyor: "Hz. Peygamber (s.a.) za­manında bazan adam karısından önce, bazan da kadın kocasından önce müs­lüman olurdu. İddet bitmeden önce diğerinin müslüman olması durumunda, kadın yine karısı olurdu. İddet bittikten sonra müslüman olursa, aralarında nikâh kalmazdı."

Konuyla ilgili Tirmizî'nin sözü, konu başında geçti. İbn Hazm'ın Hz. Ömer'den (r.a.) nakline gelince, onu nerden naklettiğini bilmiyoruz. Bilindi­ği kadarıyla Hz. Ömer (r.a.) aksi görüştedir. Çünkü Hammad b. Seleme — Eyyûb ve Katâde—İbn Şîrîn—Abdullah b. Yezîd el-Hatmî senediyle sabittir ki, Hz. Ömer karısı müslüman olan bir hıristiyan hakkında kadına muhay­yerlik vermiş ve dilerse ondan ayrılabileceğine ve dilerse onun üzerinde kala­bileceğine hükmetmiştir[644]' Zaruri olarak bilinecektir ki, Hz. Ömer (r.a.) ka­dını, ya müslüman oluncaya kadar onu beklemesi ve eskiden olduğu gibi yi­ne onun zevcesi olması ya da ondan ayrılması arasında muhayyer bırakmıştır.

Yine Hz. Ömer hakkında şu da sahih olarak bilinmektedir: Bir hristiya-nın karısı müslüman olmuştu. Hz. Ömer: "Eğer müslüman olursa kadın ka­rışıdır. Müslüman olmazsa araları ayrılır." dedi. Adam müslüman olmadı. Aralan ayrıldı.

Yine karısı müslüman olan Ubâde b. Nu'man et-Tağlibî'ye Hz. Ömer: "Ya müslüman olursun, ya da karını senden alır, ayırırız!" demiştir. Adam da yanaşmayınca, karısını ondan ayırmıştır.

Bu nakiller, îbn Hazm'ın naklettiği görüşe açıkça muhaliftir. îbn Hazm; Ömer, İbn Abbas ve Câbir'in İslâmiyet sebebiyle eşler arasım ayırdıklarına dair haberlere yapışmıştır. Bunlar, mücmel haberlerdir ve ayırmanın derhal olduğu konusunda sarih değillerdir. Bunlar sahih ise bizim Hz. Ömer'den (r.a.) ve Hz. Ali'den (r.a.) naklettiklerimiz de sahihtir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [645]

 

D) KARI-KOCA MÜNASEBETLERİ

 

1— Azil Konusundaki Hükmü:

 

Sahihayn'da. Ebu Saîd şöyle anlatır: Esir kadınlar ele geçirmiştik ve azil (cinsel ilişki sırasında meninin dışarı dökülmesi) yapıyorduk. Bunu Rasûlul-lah'a sorduk. Bize üç defa: "Siz onu gerçekten yapıyor musunuz?" diye sor­du ve devamla: "Kıyamete kadar yaratılması mukadder hiçbir can yoktur ki, dünyaya gelmiş olmasın." buyurdu. [646]

Sünen'de yine Ebu Saîd'den rivayet edilir: Bir adam: "Ya Rasûlullah! Benim bir cariyem var, ondan azilde bulunuyorum; onun gebe kalmasını is­temiyorum. Erkeklerin (bir kadından) istediği şeyi de istiyorum. Yahudiler ise azlin, "ve'd-i hafî" (bir nevi, çocuğun gizlice drri diri gömülmesi) oldu­ğunu söylüyorlar." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Yahudiler yalan söylemiş. Eğer Allah onun yaratılmasını dilemîşse, sen onu geri çeviremezsin." buyurdu.[647]

 Sahihayn'da Câbir'den (r.a): "Biz Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, Kur'-■an inip dururken azilde bulunurduk." dediği nakledilir[648]

Yine Câbir (r.a.) Sahih-i Müslim'de şöyle diyor: "Rasûlullah zamanında azil yapardık. Bu duyum Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştı. O, bize bunu ya­saklamadı. "[649]

Yine Müslim, Câbir'den (r.a.) şöyle naklediyor: Bir adam, Hz. Peygam­ber'e (s.a.) sual sordu ve: "Yanımda bir cariyem var, ondan azil yapıyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Şüphesiz ki bu hareket, Allah'­ın irade ettiği bir şeye mâni olamaz." buyurdu. Bilâhare o adam gelerek; "Ya Rasûlallah! Sana bahsettiğim cariye hamile kaldı." dedi. O zaman Hz. Pey­gamber (s.a.): "Ben, Allah'ın kulu ve Rasûlü'yüm!" buyurdu.[650]

Yine Müslim'de Üsâme b. Zeyd'den rivayet edilir. Bir adam Hz. Pey­gamber'e (s.a.) geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben karımdan azilde bulunuyorum." dedi. Hz. Peygamber "Bunu niçin yapıyorsun?" diye sordu. Adam: "Kadı­nın çocuğuna (veya çocuklarına) zarar geleceğinden korkuyorum." cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bu iş zararlı bir şey olsaydı; İranlılarla, Bizanslılara (Rûm) zarar verirdi." buyurdu.[651]

imam Ahmed'in Müsned'i ile İbn Mâce'nin Sözen'inde Hz. Ömer (r.a.) "Rasûlullah (s.a.) izni olmadıkça hür kadından azilde bulunulmasını yasak­ladı." demiştir.[652]

Ebu Davud, Ebu Abdillah—İbn Lehîa—Cafer b. Rebîa—Zührî—Mu-harrar b. Ebî Hureyre—Ebu Hureyre senedi ile Hz. Peygamber'in (s.a.): "Hür bir kadından ancak izni ile azil yapılabilir."[653] buyurduğunu nakletmiş ve so­nunda: "Son derece münker bir hadis!" demiştir.

Bu hadisler, azlin caiz olduğuna açıkça delâlet eder. Bu konuda ruhsat bulunduğu on sahabîden rivayet edilmiştir. Bunlar: Hz. Ali, Sa'd b. Ebî Vak-kâs, Ebu Eyyûb, Zeyd b. Sabit, Câbir, İbn Abbas, Hasan b. Ali, Habbâb b. Eret, Ebu Saîd el-Hudrî, İbn Mes*ûd'dur. Allah hepsinden razı olsun.

İbn Hazm: "Azlin mübahlığı Câbir, İbn Abbas, Sad b. Ebî Vakkas, Zeyd b. Sabit ve İbn Mes'ûd'dan (r.anhurn) sahih olarak gelmektedir." demiştir. Sahih olan da budur.

Bir grup âlim ise azli haram kılmıştır. Ebu Muhammed İbn Hazm da bunlardandır.

Bir grup da ayırıma giderek, eğer hür kadın izin verirse mubah olur, izin vermezse haram olur. Eğer kadın, cariye ise o takdirde efendisinin izni ile mubah olur; izni olmazsa mubah olmaz. Bu İmam Ahmed'in tasrih ettiği gö­rüşüdür. Onun yolundakiierden bazıları: "Hiçbir şekilde mubah olmaz." der­ken, bir kısmı da: "Her hal ve şekilde helâl olur." demişlerdir. Kimisi de: "Hür olsun köle olsun, kadının izni ile mubah olur. İster hür ister köle ol­sun, kadının izni yoksa mubah olmaz." demişlerdir.

Kayıtsız olarak mubah görenler zikrettiğimiz hadisleri delil olarak kul­lanmakta ve kadının hakkının balçığından zevk duymada olduğunu, inzalde bir hakkının bulunmadığım söylemektedirler. Kayda bağlamadan mutlak su­rette haram kılanlar ise, Müslim'in Sahih'inde naklettiği Hz . Âişe hadisini delil olarak kullanmaktadırlar. Şöyle ki: Hz. Âişe, Ukkâşe'nin kız kardeşi Cüdâme bt. Vehb'den şöyle naklediyor: Rasûlullah (s.a.) bir takım insanla­rın arasındayken yanına vardım. Ona azil konusunu sordular. Hz. Peygam­ber (s.a.) de: "O, bir çocuğu diri diri giziice mezara gömmek (ve'd-i hafî)dir, *Diri diri mezara gömülen kız çocuğuna sorulduğu vakit'[654] âyetinde sözko-nusu olandır." buyurdu.[655]

Azl'in haramlığı görüşünde olanlar şöyle derler: Bu, azlin helâlliğini bil­diren haberleri nesheden bir delildir. Çünkü bu, asıldan naklediyor. Helâlli­ğini bildiren hadisler ise berâet-i asliye üzere vârid olmuşlardır. Şeriatın ge­tirdiği hükümler berâet-i asliyeden (harama, vacibe v.b.) nakledîci bir özeilik arzeder.

Câbir'in, "Kur'ân inerken, biz aziî yapardık. Eğer yasaklanacak bir şey olsaydı, Kur'ân onu yasaklardı." sözüne karşı şöyle denebilir: Evet, kendisi­ne Kur'ân inen zat, "O kız çocuğunu küçük yollu diri diri gömmektir." sözü ile onu yasaklamıştır. Diri diri gömmenin her türlüsü haramdır. Nitekim Ha­san Basrî, Ebu Saîd el-Hudrî hadisinde, Hz. Peygamber (s.a.) yanında azil­den söz edilince: " = Hayır; onu yapma­malısınız. Çünkü bu ancak bir kaderden ibarettir." (Hadis, "azli terketmek-te size bir zarar yoktur" şeklinde de anlaşılabilir.) buyurmasından, bir yasak mânası sezinlemiştir. İbn Avn diyor ki: Ben bu hadisi Hasan'a söyledim. Ba­na: "Vallahi bu söz, tıpkı bir yasaklamaya benziyor." dedi.[656] Azlin haram olduğunu savunanlar, azilde nikâhtan beklenen neslin kesintiye uğraması söz-konusu olduğunu, kötü bir beraberliğe ve kadın için tam nefsinin arzuladığı sırada duyduğu lezzetin kesilmesine sebep olduğunu ifade ile görüşlerini de-lillendirmek istemişlerdir.

Bunlar devamla şöyle diyorlar: Haramlığından dolayıdır ki, îbn Ömer (r.a.) azil yapmıyordu ve: "Eğer çocuklarımdan birisinin azil yaptığını bil­sem, ona ibret olacak bir ceza verirdim." demişti. Hz. Ali (r.a.) azil yapmayı kerih görüyordu, İbn Mes'ûd, azil hakkında: "O, küçük yollu kız çocuğunu diri diri gömmektir." demişti. Ebu Ümâme'ye sorulduğunda, "Onu yapan bir müslüman görmüş değilim." demişti. Nâfi\ Hz. Ömer'in azil yüzünden bazı çocuklarını dövdüğünü belirtir. Saîd b. el-Müseyyeb: "Hz. Ömer ve Hz. Osman azil yapmayı menederlerdi." demiştir.[657]

Serdedilen bu delillerin, bütün sarahat ve sıhhati ortada olan azli mu­bah kılan hadisler ile çelişmesi sözkonusu değildir. Cüdâme bt. Vehb hadisi­ni ele alalım. Her ne kadar Müslim rivayet etmişse de, onun hilâfına pekçok hadis bulunmaktadır. Ebu Davud; Musa b. İsmail—Ebân ve Yahya— Abdurrahman b. Sevbân ve Rifâa—Ebu Saîd el-Hudrî senedi ile şunu nakle­der: Bir adam: "Ya Rasûlallah! Benim bir cariyem var. Ben ondan azilde bu­lunuyorum. Onun gebe kalmasını istemiyorum. Erkeklerin (bir kadından) is­tediği şeyi de istiyorum. Yahudiler ise azlin "ved'-i hafi" (çocuğun gizlice diri diri gömülmesi) olduğunu söylüyorlar." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ya­hudiler yalan söylemiş. Eğer Allah onun yaratılmasını dilemişse, sen onu ge­ri çeviremezsin." buyurdu.[658]Sıhhat bakımından işte bu isnâd kâfidir. Râ-vilerinin hepsi de sika ve hafız. Bazıları hadisin muztarib olduğunu söyleye­rek cerhine gitmek istemişlerdir. Çünkü hadiste Yahya b. Ebî Kesîr üzerinde ihtilâf vardır. Bazıları Yahya b. Ebî Kesîr- -Muhammed b. Abdurrahman b. Sevbân—Câbir kanalıyla gelmiştir, demişlerdir. Hadisi bu senedle Tirmizî ve Nesâî tahric etmişlerdir.[659] Bazıları: Ebu Mutî' b. Rifâ'a'dan, bazıları: Ebu Rifâa'dan, diğer bazıları da: Ebu Seleme—Ebu Hureyre'den nakledilmiştir, demişlerdir. Bu durum hadise bir zarar vermez. Çünkü bu hadis Yahya ka­tında hem Muhammed b. Abdurrahman—Câbir senediyle hem İbn Sevbân— Ebu Seleme—Ebu Hureyre senediyle hem de İbn Sevbân—Rifâa—Ebu Saîd senediyle sabit olmuş olabilir. Geriye Ebu Rifâa'nın ismi hakkında ihtilâf ka­lıyor. Ebu Râfi'mi, İbn Rifâa mı, yoksa Ebu Mutî mi? Bu durum ise Rifâa'­nın durumu belli olduğu için bir zarar vermez.

Câbir hadisinin, azil yapmanın caiz olduğu konusunda açık ve sahih ol­duğunda bir kuşku yoktur. İmam Şafiî (r.a.): "Biz Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabından pek çok kimsenin, bu konuya ruhsat verdikleri ve azil yapmakta bir sakınca görmedikleri konusundaki rivayetlerini biliyoruz." demiştir. Beyhakî: "Azil hakkında ruhsat rivayetlerini Sa'd b. Ebî Vakkas, Ebu Eyyûb el-Ensârî, Zeyd b. Sabit, îbn Abbas vb. gibi ashabtan naklediyoruz." der.[660] Bu, aynı zamanda İmam Mâlik, Şafiî ve Küfe âlimleriyle ilim adamlarından çoğunluğun görüşüdür.

Cüdâme hadisi hakkında: "Tenzihen sakınmak gereğini bildirmek içir vârid olmuştur." diyenler olduğu gibi, bazıları da onu zayıf bulmuş ve: "Nasıi olur da Hz. Peygamber (s.a.) azil konusunda yahudileri tekzip eder, sonrE da onların sözlerini söyler? Bunun muhal olduğu apaçık ortadadır." demiş­lerdir. Bir başka grup buna itiraz etmiş ve: "Yahudileri tekzîb hadisi muzta ribtir. Cüdâme hadisi ise Sahih'de rivayet edilmiştir." demiştir.

İki hadisin arasını bulmaya çalışanlar da olmuş ve şöyle demişlerdir: Ya hudiler: 'Azil yapıldığında asla çocuk olmaz' diyorlardı; Hz. Peygamber (s.a.) onları bu konuda yalanladı. Allah Rasûlü'nün (s.a.), "Eğer Allah onu yarat mayı dilemişse, sen onu geri çeviremezsin." sözü de buna delâlet eder. "O ve'd-i hafî'dir, (çocuğu diri diri gizlice gömmektir)." sözüne gelince, azil he ne kadar gebeliğe tümden mâni değil ise de —cinsel ilişkiyi terketme gibi— azalmasında etkilidir.

Bir başka grup daha çıkmış ve: "Her iki hadis de sahihtir. Ancak hararı kılan hadis, öbürünü neshetmektedir." demişlerdir. Bu da İbn Hazm vb.'ni; yoludur. Bunlar şöyle delil getiriyorlar: "Çünkü tahrim hadisi, (hükmü) asılda (haramhğa) nakilde bulunmaktadır. Hükümler, haram kılınmadan önce as ibaha üzere olurlar." Bunların bu nesih iddiası, iki hadisten birisinin diğt rinden daha sonra vârid olduğunu açıklayacak kesin bir tarih belirlemesin muhtaçtır. O da nerede! Şunu da biliyoruz ki, Hz. Ömer ve Hz. Ali ceni üzerinden yedi devre geçmedikçe itlafı durumunda "mev'ûde" (diri diri top rağa gömülmüş) olmayacağında ittifak etmişlerdir. Kadı Ebu Ya'lâ ve ba: kalan, Ubeyd b. Rifâa—babası yoluyla şöyle anlatıyorlar: Hz. Ömer'in yi nında, Rasülullah'm (s.a.) ashabından bir grupla birlikte Hz. Ali, Zübeyr \ Sa'd toplandılar ve azil hakkında tartıştılar ve: "Azilde bir sakınca yoktur, dediler. Bir adam: "Onun, 'küçük mev'ûde (diri diri gömülen kız)' olduğı nu sananlar vardır." dedi. Bunun üzerine Hz. Ali: "Üzerinden yedi devi geçmedikçe "mev'ûde" olmaz. Önce çamurdan bir öz, sonra nutfe, som kan pıhtısı (alaka), sonra bir çiğnem et (mudga), sonra kemik, sonra et, soı ra da bambaşka bîr yaratılış (şekillenme) devreleri."[661] dedi. Bunun üzerii Hz. Ömer: "Doğru söyledin. Allah sana uzun ömürler versin." diye onu tasdik etti. "Uzun ömürler dileme"nin cevazını benimseyenler, Hz. Ömer'in bu sözüne dayanırlar.

Hür kadının izni ile azli caiz görenlere gelince, bunlar da şöyle diyorlar: "Çocukta, erkeğin hakkı olduğu gibi, kadının da hakkı vardır. Bu yüzdendir ki hidâne (çocuğun bakımı) konusunda kadının hakkı daha önce gelir." Bunlar, azil hususunda odalık cariyenin iznine itibar edilmeyeceğini söylerler. Çünkü cariyenin nöbet {kasm) hakkı yoktur. Eğer cinsel ilişkide cariyenin bir hakkı olsaydı, efendisinin îlâ (yaklaşmayacağına yemin) yapması durumunda, ken­disinden rücûda bulunması talep edilirdi.

Bunlar şöyle diyorlar: Kişinin karısının cariye olması durumunda ise, ço­cuğunun köle olmasını önlemek amacıyla karısının izni olmaksızın azilde bu­lunabilir. Ancak cariyenin efendisinin izni önemlidir. Çünkü çocuk üzerin­deki hak ona aittir. Dolayısıyla —hür kadında olduğu gibi— azil yapabilmek için efendinin iznine itibar edilir. Hem sonra kadınlığından istifadenin bede­li, hür kadın için sözkonusu olduğu gibi, efendi için de söz konusudur. (Bu yüzden efendinin durumu ile hür kadının durumu arasında benzerlik vardır.) Dolayısıyla azil konusunda efendinin izni, hür kadının izini gibi olur.

Ebu Tâlib'in rivayetinde İmam Ahmed: "Kişi, cariyeyi nikahladığı za­man sahiplerinden (azil hususunda) izin ister. Çünkü onlar çocuk isterler. Hür kadın ise, hak kendisinindir, çocuk ister (bu yüzden azil için izni gerekir). Kendi cariyesine.gelince ondan izin istemez." demiştir.

Salih, İbn Mansûr, Hanbel, Ebu'l-Hâris, FadI b. Ziyâd ve el-Mervezî rivayetlerinde ise (İmam Ahmed) şöyle diyor: "Hür kadından izni ile azilde bulunur. Cariye —kendi cariyesin—den ise izinsiz azil yapar." İbn Hânî'nin rivayetinde ise: "Azilde bulunduğunda ise (eğer olursa) çocuk onundur." Çün­kü azil yapmakla beraber yine de çocuk olabilir. Nitekim bazı kimseler: "Ço­cuğum olmuşsa, ancak azil yapmaktan olmuştur." demişlerdir. el-Mervezî'nin, ünıraii veledden azil yapma konusundaki rivayetinde ise: "Eğer (efendi) is­terse; şayet ümmü veled, sana helâl olmaz derse, onun buna hakkı yoktur." demiştir. [662]

 

2— Emzikli Kadınla Cinsel İlişki (Gıyle) Konusundaki Hükmü:

 

Sahih-i Müslim'de Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurur: "Vallahi, gıyleyi yasak etmek içimden geçti. Nihayet Bizanslılar'la, İranlıların bunu yaptıkları­nı, fakat çocuklanna bir zarar vermediğini hatırladım."[663]

Sünen-i Ebî DavucTda ise: Esma bt. Yezîd hadisinde: "Çocuklarınızı giz­lice öldürmeyiniz. îrade ve kudreti ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, (gıylenin etkisi çocuk büyüdükten sonra bile kendisini gösterir) o ata binen süvariye erişir de onu düşürür, ölümüne sebep olur." Râvi; bundan neyi kas-dediyor? dedim. Esma: "Gıyleyi, kişinin emzikli kadını ile ilişkide bulunma­sını." dedi.[664]

Ben derim ki: Birinci hadis Cüdâme bt. Vehb hadisidir. Cüdâme hadîsi, iki konuyu içermektedir; her ikisinin de muarızı vardır. Hadisin başı, "Val­lahi gıyleyi yasak etmek içimden geçti." şeklinde yukarıda geçti. Esma hadisi buna muarızdır. Hadisin sonu ise: "Sonra azilden sordular. Hz. Peygamber (s.a.) de: O, ve'd-i hafidir (çocuğu gizlice diri diri gömmektir), buyurdu." şeklindedir. Buna da Ebu Saîd'in, "Yahudiler yalan söylemiş" şeklindeki hadisi muarızdır. Belki, "Çocuklarınızı gizlice öldürmeyiniz." buyruğu buna sebep olunmamasını yasaklamaktadır, denilebilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) gıy­leyi, çocuğun öldürülmesine benzetmiştir. Oysa ki, gerçek bir öldürme değil­dir. Öyle olsaydı, büyük günahlardan olur ve Allah'a sirk koşmakla birlikte zikredilirdi. Hiç şüphe yoktur ki, emzikli kadınlarla ilişkide bulunmak kaçı­nılmaz bir durumdur. Bir erkeğin, çocuğuna süt verdiği sürece karısına yak­laşmaması sabretmesi mümkün değildir. Eğer onlarla ilişkide bulunmak ha­ram olsaydı, dinden zaruri olarak bilinen, onun açıklanması en önemli olan bir husus olur, ümmet ve en hayırlı nesil (ashab) o konuyu ihmal etmezdi. Oysa ki, gıylenin haram olduğunu açıklayan bir kişi olmamıştır. Bunlardan da anlaşılır ki, Esrnâ hadisi irşâd ve çocuğa karşı İhtiyatlı davranmayı, yeni bir hamilelikle fesada uğrayacak sütü emme durumuna maruz kalmamasını öğütlemek içindir. Bu sebepledir ki, Arapların âdetine göre, çocuklara ana­larının dışında süt anne tutulurdu. Hadisteki menden olsa olsa, çocuğa zarar verecek yolların kapatılmasını isteme (sedd-i zeria) anlamı çıkar. Sedd-i zerîa babında prensip şudur: Eğer daha üstün bir maslahatla sedd-i zerîanın tearu­zu sözkonusu olursa, maslahat, zerîaya takdim edilir. Daha önce de tekrar tekrar açıklanmıştı. Allah en iyi bilendir. [665]

 

3— Zifaf Hakkı ve Geceleme Nöbetine Riayet ve Bu Konudaki Fıkhı Hükümler:

 

Sahihayn'da. Enes'ten rivayet edilen hadis şöyledir: "Sünnet olan şudur: Bir adam, bakire kızı dul kadının üzerine alırsa onun yanında yedi gece kalir. Sonra sıra ile devam eder. Dulu bakirenin üzerine alırsa yanında üç geçe kalır ve sonra sıra ile devam eder." Ebu Kılâbe: "Enes'nvbu hadisi Hz. Pey-gamber'e (s.a.) ref ettiğini söyleyebilirim." demiştir[666]

Ebu Kılâbe'nin bu söylediği, bizzat Enes'ten tasrih edilmiş olarak gel­miştir. Bezzâr, MüsnecHnde Eyyûb es-Sahtiyanî—Ebu Kılâbe—Enes silsile­si ile Hz. Peygamber'in (s.a.) bakire için yedi, dul için de üç (geçe) ayırdığını rivayet eder.

Sevrî de, Eyyûb ve Halid el-Hazzâ—Ebu Kılâbe—Enes senediyle Hz. Pey­gamber'in (s.a.): "Kişi bakire kızla evlenirse, onun yanında yedi (gece) kalır. Dul ile evlenirse, yanında üç (geçe) kalır." buyurduğunu rivayet eder.

Sahih-i Müslim'de Ümmü Seleme'den şöyle anlatılır: Rasûlullah kendisi ile evlenip, zifafta bulunup yanında üç gece kaldıktan sonra şöyle demiştir:-"Senin ehlin (kocan) üzerine bir yüklüğün yok. Eğer istersen sana yedi gece­yi tamamlarım. Ama senin yanında yedi gece kalırsam, diğer kadınlarımın yanında da yedi gece kalırım." Başka bir rivayette: Hz. Peygamber (s.a.) çık­mak isteyince elbisesini tuttum. Bana: "Eğer istersen senin yanında daha fazla kalayım ve bunu senin nöbetine (sıra) sayayım. Bakire için yedi, dul için üç gece (zifaf hakkı) vardır.'' buyurdu.[667]

Sünen'de Hz. Âişe'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.), sıraya uyar (kasm) ve âdil davranırdı. Sonra: "Allah'ım! Gücümün yettiği husus­larda benim yapabildiğim taksimat işte budur. Senin mâlik olduğun, fakat benim elimde olmayan hususlarda (kalbi kastediyor) beni kınama." diye dua ederdi[668]

Sahihayrfda: "Bir sefere çıkmak istediğinde, kadınları arasında kur'a çekerdi. Kur'a hangisine çıkarsa, beraberinde onu götürürdü." [669] rivayeti yer alır.

Yine Sam'hayn'da bildirildiğine göre: Hz. Şevde validemiz kendi sırasını Hz. Âişe validemize bağışlamıştı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye hem kendi sırasını, hem de Şevde validemizin sırasını ayırırdı[670]'

Sünen*de Hz. Âişe validemiz şöyle anlatıyor: "Allah Rasûlü (s.a.) ha­nımları arasında yaptığı paylaştırmada onların yanında eğleşme konusunda bizi birbirimizden üstün tutmazdı. Çok nâdir günler dışında hepimizi ziyaret eder, dokunmadan bütün hanımlarına uğrar, sonunda sırası gelen eşinin ya^j nına varır ve geceyi onun yanında geçirirdi."[671]

Sahih-i Müslim'de, Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün eşlerinin, her gece, Hz. Peygamber'in yanına geleceği eşinin evinde toplandıkları belirtilir[672]

Sahihayn'da Hz. Âişe'den rivayet edilir: "Eğer bir kadın, kocasının ge çimsizliğinden (nüşûz), yahut kendisinden yüz çevirmesinden endişe eder­se..."[673] âyeti hakkında validemiz: "Bu âyet, uzun süre yanında kaldığı er­keği tarafından boşanmak istenilen kadın hakkında İnmiştir. Kadın: "Beni boşama, yanında tut, bana karşı nafaka ve sırama riayet hakkundan vazge­çiyorum." diyebilir, tşte âyetin ikinci kısmındaki, "Anlaşma ile aralarını dü­zeltmelerinde ikisine de günah yoktur. Anlaşmak daha hayırlıdır." ifadesi de bununla ilgilidir.[674]

Hz. Peygamber'in (s.a.) râşid halifesi ve amca oğlu Ali b.Ebî Tâlib, ki­şinin cariye üzerine hür kadınla evlenmesi durumunda cariyeye bir gece, hür kadına iki gece ayırması gerektiğine hükmetmiştir. Râşid halifelerinin hüküm­leri, her ne kadar Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi hükümlerine eşit değilse de, ümmete vacip olması açısından kendi hükümleri gibidir. Nitekim İmam Ah-med, aynı onuda Hz. Ali'nin (r.a.) bu hükmünü delil olarak kullanmıştır. îbn Hazm, bu haberin Minhâl b. Amr ve İbn Ebî Leylâ yüzünden zayıf oldu­ğunu söylemişse de, bu bir şey ifade etmez. Çünkü her ikisi de sika, hafız ve kadri yüce insanlardır. Öteden beri âlimler, her konuda İbn Ebî Leylâ ile ihticacta bulunagelmişler, rivayetlerin sika râvîlere muhalif olma ya da her­kesten ayrılıp (şâz) tek kalma gibi hususlardan korunabilmesi için onun riva­yetlerine vurmuşlar, aksi takdirde o rivayeti güvenilir ve doğru bulmamışlardır.

Konu ile ilgili hadisler şu hükümleri içerir:

1— Başlangıçta zifaf hakkının vacip olması: Kişi, dul üzerine bakire kızla evlenirse, yanında yedi gece kalır. Sonra aralarında eşit olarak sırayı gözetir. Eğer dul ile evlenirse, onu muhayyer bırakır, isterse yedi gece kalır ve üçten fazlasını sonraki haklarına mahsup eder. İsterse üç gece kalır ve bunu sonra­ki hakları yerine saymaz. Çoğunluk âlimlerin görüşü budur. Re'y ehli imamı ile zahir ehli imamı bu konuda muhalefet etmişler ve: "Yeni hanımın, önce­kilerden fazla bir hakkı yoktur. Aralarında eşitliği gözetmek vaciptir." de­mişlerdir.

2— Dul, yedi gün gecelemesini tercih ederse, daha sonra telâfi edilir ve üç gün de aleyhine hesap edilir. Ama üç gün gecelemesini tercih ederse, bu üç gün aleyhine hesap edilmez. Bundan şu sonuç çıkar: Bir konuda fazla de­ğil, sadece üç gün için kendisine izin verilen bir kimse, o şeyi üç günden fazla yapsa, o üç gün de, izinsizlik kapsamına girer ve eğer üzerine günah gereken bir şey ise günahkâr olur. Bu, Hz. Peygamberin (s.a.) Muhacirlere, hac me-nâsikini tamamladıktan sonra (Mekke'de) üç gün ikâmet etmesi için ruhsat yermesine benzer. Eğer devamlı ikâmet ederse, oradaki ikâmetin tamamı için (ruhsat verilen üç gün de dahil olmak üzere) zemme maruz kalır.

3— Sevgi konusunda, eşler arasında eşitlik vacip değildir. Çünkü bu el­de olmayan bir iştir. Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.) en çok sevdiği eşi idi. Bundan, cinsel ilişkide de eşitliğin gerekmeyeceği neticesi çıkarılır. Zira bu da sevgi ve arzuya bağlıdır. O da kalpleri çevirip döndüren Allah'ın elindedir.

Bu hususta tafsilat vardır: Eğer koca, bir istek olmadığı ve âletinin uyan­madığı için cinsel ilişkiyi terkediyorsa mazurdur. İstek var, fakat kadının ku­masına olan aşın arzusundan dolayı terkediyorsa, bu kendi elinde ve kudre­tinde bir şeydir. Bu durumda üzerine vacip olan ilişkiyi yerine getirmişse, ka­dının başka bir hakkı kalmayacağından eşit davranması gerekmez. Eğer va­cip olan görevi yerine getirmemişse, kadının kocadan onu yerine getirmesini isteme hakkı vardır.

4— Koca, yolculuğa çıkmak istediğinde, kur'a çekmeden eşlerinden bi­rini beraberinde götürmesi caiz değildir.

5— Bu durumda, dönüşte yolda geçen günleri, o kadının sırasına saya­maz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), bu günleri kadının gelecek sıralarına mah­sup etmemişti.

Bu konuda üç görüş vardır:

a) Kur'a çeksin çekmesin, yolda geçen günleri o kadının sırasına saya­maz. Ebu Hanife ve Mâlik bu görüştedirler.

b) Kur'a çeksin çekînesin, o günleri kadının sırasına sayar. Zahirîler de bu görüştedir.

c) Eğer kur'a çekerse saymaz. Kur'a çekmeden birisini götürürse, o gün­leri onun sırasına sayar. İmam Ahmed ve Şafiî'nin görüşleri de böyledir.

6— Btr kadın kendi sırasını kumasına bağışlayabilir. Bu durumda koca, geceleme nöbetini kendisine hibe edilen kumadan başkasına tahsis edemez. Eğer zevce, kendi sırasını doğrudan kocasına hibe etmişse, koca onu dilediği hanımına tahsis edebilir. Aralarındaki fark şudur: Gece kadının kendi hak­kıdır. Hakkından vazgeçer ve kumasına tahsis ederse, onun için belirlenmiş olur. Kocaya hibesi durumunda ise tayin yoktur. Koca onu istediğine tahsis eder. Hibe edenin nöbeti ile, hibe edilenin nöbeti peşpeşe geliyorsa, ona peş­peşe iki gece ayırır. Eğer peşpeşe gelmiyorsa, acaba günlerin yerini değiştire­rek sırasını peşpeşe iki gün şekline getirebilir mi? Bu konuda fukaha iki gö­rüşe ayrılmıştır. Her iki görüş de İmam Ahmed ve Şafiî'nin mezhebinde mev­cuttur.

7— Koca, birisinin gününde bütün kadınlarına uğrayabilir, ancak sırası olmayanla cinsel ilişkide bulunamaz.

8— Bütün kadınların, sıra kendisinde olan kumalarının evinde toplan­maları ve uyku saatine kadar sohbet etmeleri, sonra her birinin kendi odası­na çekilmesi caizair.

9— Kişi karısından usanır ve ondan hoşlanmazsa, veyahut evlilik huku­kunu yerine getirmekten âciz kalırsa, onu boşayabilir, ya da muhayyer bıra­kır: Dilerse kendi yanında ikâmete devam eder; ama —artık anlaşmalarına göre— sıra gözetme, cinsel ilişki ve nafaka gibi konularda ya da bunların bir kısmında hakkı bulunmaz. Eğer kadın böyle bir anlaşmaya rıza gösterirse, anlaşma bağlayıcı olur ve daha sonra kadın için talep hakkı kalmaz.

Bu Sünnetin ortaya koyduğu, gerektirdiği netice olmaktadır. Doğrusu da budur, başka türlüsü de caiz olmaz. "Kadının hakkı yenilenir ve ne za­man isterse bu anlaşmadan dönebilir." diyenlerin görüşü fasiddir. Çünkü bu anlaşma, bir nevi bedelli akit (muavaza) sayılmaktadır. Allah buna "sulh" ismini vermiştir. Dolayısıyla, diğer hak ve mallar üzerine yapılan sulh anlaş­masının bağlayıcılığı gibi, bu da bağlayıcıdır. Eğer anlaşmadan sonra, kadı­na hakkını talep imkânı verilecek olursa, bu durumda zarar daha katmerli haline ertelenmiş olur ve asla sulh olmaz. Aksine en yakın düşmanlık sebep­lerinden biri olur ki, şeriat böylesi bir durumdan münezzehtir. Hem sonra vaadettiği zaman sözünde durmaması, anlaştığı zaman hıyanet etmesi; kişi­nin münafıklığının alâmetlerindendir. Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulaması, bu durumu reddetmektedir.

10— Evli cariye kadının hakları, Hz. Ali'nin (r.a.) hükmettiği gibi, hür kadınınkinin yarısı kadardır. Ashabtan buna bir muhalifin bulunduğu bilin­memektedir. Fakihlerin çoğunluğu da bu görüştedir. İmam Mâlik'ten bir ri­vayet hariç. Ona göre ikisi de eşittir. Zahiriler de bu görüştedir. Cumhurun görüşü, adaletin gerektirdiği görüştür. Çünkü Allah Teâlâ hür kadınla köle kadını ne talâkta, ne iddette, ne hadde (ceza), ne mülkte, ne mirasta, ne hac­da, ne gündüz ya da gece koca yanında kalma müddetinde, ne nikâhının azi­met telakkisinde —çünkü cariye ile evliliği zaruret kabilinden saymıştır— ne nikâhlı kadınların adeti hakkında —çünkü köle, iki kadından fazlası ile evlenemez—, evet bütün bunlarda hür kadın ile köle kadım eşit tutmamıştır. Cumhurun görüşü budur. îmam Ahmed, müsned olarak Hz. Ömer'den: "Er­kek köle iki kadınla evlenir, iki talâkla boşar, karısı iki hayız müddeti iddet bekler." dediğini nakletmiş ve bunu delil olarak kullanmıştır. Ebu Bekir Ab-dülaziz de Hz. Ali'den (r.a.): "Köleye, iki kadından fazlasını nikahlaması helâl olmaz." dediğim rivayet etmiştir.

İmam Ahmed, senedi ile birlikte Muhammed b. Sîrîn'den nakleder: Hz Ömer, insanlara: "Köle, kaç kadınla evlenebilir?" diye sordu. Abdurrahman: "İki kadınla! Talâkı da ikidir." diye cevap verdi. İşte Ömer, Ali ve Abdur­rahman —Allah onlardan razı olsun— (hep aynı fikirde); bu görüşün yay­gınlığı, kıyasa uygunluğu ve açıklığı yanında, ashab içerisinde onlara muha­lif birisinin olduğu da bilinmemektedir. [675]

 

4— Başkasından Hamile Kalan Kadınla Cinsel İlişkide Bulunmak:

 

Sahih-i Müslim*âe Ebu'd-Derdâ'dan rivayet edilir: Rasûlullah (s.a.) bir çadır kapısında hemen hemen doğurmak üzere olan bir kadının yanına uğra­mış da: "Galiba bu adam bu kadınla cima etmek istiyor." demiş, ashab: "Evet," cevabını vermişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Vallahi içim­den geldi, bu adama öyle bir lanet edeyim ki, onunla birlikte kabrine girsin! Acaba bu adam çocuğu mirasçı yapmak kendisine helâl olmadığı halde, onu nasıl mirasçı yapar. Çocuğu köle gibi kullanmak kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl hizmetçi olarak kullanır." buyurmuştur.[676]

Ebu Muhammed îbn Hazm: "(Başkasından) hamile olan kadınla cinsel ilişkide bulunmanın haramlığı konusunda bu haberden başka sahih haber yok­tur." demiştir. Sünen sahipleri, Ebu Saîd'den (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.), Evtâs esirleri hakkında: "...Hamile olan kadın doğurmadıkça, hamile olma­yan kadın bir hayız görmedikçe kendisi ile ilişkide bulunulmaz." buyurdu­ğunu rivayet ederler.[677]

Tirmizî de, hasen olduğunu belirttiği: "Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kimse, kendi suyu ile, başkasının çocuğunu sulamasın."[678] hadisim ri­vayet etmiştir.

Yine Tirmizî'de Irbâz b. Sâriye'den (r.a.): "Hz. Peygamber'in (s.a.), ka-rınlarındakileri doğurmadıkça, esir edilen kadınlarla cimada bulunmayı ha­ram kıldığı" nakledilmiştir.[679]

İlk hadiste geçen, "Acaba bu adam, çocuğu mirasçı yapmak kendisine helâl olmadığı halde onu nasıl mirasçı yapar. Onu köle gibi kullanmak ken­disine helâl olmadığı halde, onu nasıl hizmetçi olarak kullanır." sözü hak­kında üstadımız (İbn Teymiyye) şöyle derdi: "Onu nasıl kendisinden miras kalan bir köle yapar da, kendi oğlu olduğu halde onu köle istihdam eder gibi kullanır? Çünkü ilişkide bulunması, çocuğun gelişmesine katkıda bulunur." İmam Ahmed: "Cima çocuğun işitme ve görmesini arttırır." demiştir. Yine İmam, başkasından hamile olan bir cariye satın alıp da onunla doğurmadan önce ilişkide bulunan birisi hakkında; "Çocuk, satın alana ilhak edilmez, ona tâbi de olmaz. Aksine onu âzad etmesi gerekir. Çünkü çocuğa kendisi de or­tak olmuştur. Zira su (meni), çocuğun gelişmesine katkıda bulunur." demiş­tir. EbuM-Derdâ (r.a.), Hz. Peygamber'den (s.a.) yukanda naklettiğimiz hadisi rivayet eder. Hadisin mânası şudur: Başkasından hamile olan kadınla cima eden kimse, eğer o çocuğu kendi nesebine katar ve mirasına ortak ederse, bu helâl olmaz. Çünkü kendi çocuğu değildir. Eğer onu, (köleden doğma oldu­ğu için) köle olarak alır ve istihdam ederse, bu da helâl olmaz. Çünkü su (meni) çocuğun gelişiminde etkili olduğu için onun oluşumuna ortak olmuştur.

Hadisimizde, hamile bir kadının nikâhlanmasımn haramlığma açık bir delâlet vardır. Gebeliği ister kocadan ister efendisinden olsun, ister şüphe yolu ile veya zina mahsûlü olsun farketmez. Bu konuda ihtilâf yoktur. Sadec ge­beliğin zina mahsûlü olması durumunda yapılan akdin sıhhati konusunda iki görüş bulunmaktadır. Birincisi: Bu tür nikâh bâtıldır. îmam Ahmed ve Mâ-lik'in görüşü böyledir. İkincisi: Nikâh sahihtir. Bu da Ebu Hanife ve Şafiî'­nin görüşü olmaktadır. Sonra bunlar İhtilâf etmişler ve Ebu Hanife, iddeti bitirinceye kadar (çocuğu doğurana kadar) cinsi münasebette bulunmaktan menetmiştir[680] İmam Şâfû ise mekruh görmüştür. Şafiî'nin tabileri ise: "Ha­ram olmaz." demişlerdir. [681]

 

E) NİKÂHTA DENKLİK

 

1— Kişinin Bağışladığı Hürriyetini Mehir Sayarak Cariyesiyle Evlenme Konusundaki Hükmü:

 

Sahih'de rivayet edilmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) Safiyye'yi âzad etti ve bahşettiği hürriyetini kendisine mehir yaptı. Enes'e: "Mehir olarak ne ver­di?" diye soruldu. O: "Kendisini mehir yaptı." diye cevap verdi.[682] Bunun cevazını Hz. Ali (r.a.) de benimsemiş, Enes b. Mâlik de böyle yapmıştır. Ta­biîlerin en âlimi ve efendisi Saîd b. el-Müseyyeb, Ebu Seleme b. Abdurrah-man, Hasan el-Basrî, Zührî, Ahmed, İshak hep aynı görüştedirler.

İmam Ahmed'den başka bir rivayet daha vardır. Ona göre; nikâhına, izni ile yeniden başlamadıkça caiz olmaz. Eğer nikâha yaklaşmazsa, (kendi­sini evlenmek amacı ile âzad eden efendisine) kendi kıymetini ödemesi gerekir.

İmam Ahmed'den, üçüncü bir rivayet daha vardır- Ona göre de efendi bir adamı vekil tayin eder. Vekil onu, âzad ettiği cariyesi ile evlendirir.

Sahih olan, sünnete uygun düşen, sahabe kavillerine ve kıyasa uygun olan birinci görüştür. Çünkü efendi cariyenin mülkiyetine sahipti. Cariye sahibi, onun rakabesindeki mülkiyet hakkını düşürdü, kadınlığından istifade mülki­yetini ise nikâhla baki bıraktı. Cariyeyi âzad edip de, kendisine hizmet etme­sini şart koşması, hizmet menfaatini âzaddan istisna etmesi caiz olduğuna göre, bunun evleviyetle caiz olması lâzım gelir. Hizmet menfaatinin âzaddan istis­na edilmesi mevzuu daha önce Hayber gazası anlatılırken izah edilmişti.[683]

 

2—  İzne Bağlı Nikâhın Sıhhati:

 

Sünen'de İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Bakire bir kız, Hz. Peygam-ber'e (s.a.) geldi ve babasının kendisini zorla evlendirdiğini söyledi. Allah Ra-sûlü (s.a.) onu (nikâhı kabul edip etmemekte) muhayyer kıldı."[684]

İmam Ahmed, bu hadisin gereği ile hükmetmiştir. Salih'in rivayetinde, amcası tarafından evlendirilen küçük (erkek) çocuğu hakkında İmam Ahmed: "Herhangi bir vakitte rıza gösterirse caizdir. Rıza göstermezse fesheder." de­miştir. Oğlu Abdullah da ondan şu nakilde bulunur: "Yetim kız çocuğu ev­lendirildiğinde, baliğ olduğu zaman kendisinin muhayyerlik hakkı vardır." Yine İbn Mansûr, İmam Ahmed'den şöyle nakleder: Süfyan'ın, "Evlendiri­len ve zifafa girilen yetim bir kız çocuğunun, kocasının yanında hayız gör­mesi (bulûğa ermesi) durumunda kız muhayyer olur. Eğer kendi nefsini di­lerse, evlilik vâki olmaz. Kendisi üzerinde başkalarından daha çok hak sahi­bidir. Eğer, kocamı seçtim derse, onların nikâhlarına şahit olsunlar." şeklin­deki sözü, îmam Ahmed'e anlatılınca: "Güzel!" demiştir.

Hanbel'in rivayetinde ise, kölenin efendisinden habersiz evlenmesi, son­ra efendisinin durumdan haberdar olması hakkında İmam Ahmed: "Eğer di­lerse efendi boşar, talâk efendisinin elindedir. Eğer evliliklerine izin verirse talâk, köle kocanın elindedir." der. "Efendi boşar." sözünün mânası; akdi iptal eder, yürürlüğe girmesine mâni olur, onaylamaz, demektir. Kadı bu şe­kilde yorumlamıştır. Bu, nassın zahirine aykırıdır. Sözkonusu bu görüş Ebu Hanîfe ve bazı tafsilatla birlikte Mâlik'in görüşleridir. Kıyas, bu görüşün sa­hih olmasını gerektirmektedir. Zira iznin, icap ve kabulü öne geçmesi caiz olunca, gecikmesi de caiz olmalıdır.

Yine akdin feshedilmek üzere mevkuf kılınması caiz olunca, icazet ver­mek üzere mevkuf kılınması (bekletilmesi) da caiz olmalıdır. Vasiyyet gibi. Zira önemli olan, karşılıklı rızadır. Bunun da akdin in'ıkadmdan sonra mey­dana gelmesi, başlangıçta meydana gelmesi gibidir. Sonra satış akdinde mu­hayyerlik şartının aranması, aslında akdin, muhayyerlik hakkı ile kabul ya da reddini isteyebilecek tarafın icazetine bağlanması demektir. Tevfik Allah'­tandır. [685]

 

3—  Nikâhta Denklik (Kefâet):

 

Allah, insanların birbirlerine karşı olan durumlarını şu âyetlerde belirtmiştir:

"Ey insanlar! Doğrusu Biz, sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbi-rinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Şüphesiz Allah ka­tında en değerli ve üstün olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanı-nızdır.[686]

"Mü'minler, ancak kardeştirler. "[687]

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar, birbirlerinin velîleridirler:[688]

"Rablan, onların dualarını kabul etti: Birbirinizden meydana gelen siz­lerden, erkek olsun kadın olsun çalışan hiçbir kimsenin işini boşa çıkarmaya­cağım."

Hz. Peygamber (s.a.) de şöyle buyurur:[689]

"Ne Arabın (Arap olmayana) ne de Arap olmayanın Araba,.ne beyazın siyaha, ne de siyahın beyaza üstünlüğü vardır. Üstünlük ancak takva[690] ile­dir. İnsanlar Âdem'dendir. Âdem ise topraktandır."[691]

"Falanca sülâle benim dostlarım (velîlerim) değildir. Benim dostlarım, nasıl ve nerede olurlarsa olsunlar, takva sahipleridir."[692]

Tirmizî'de: "Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size (kızı­nızı istemek üzere) geldiğinde, onu evlendiriniz (kızınızı veriniz). Eğer bunu yapmazsanız yeryüzünde fitne ve büyük bir fesat olur." buyurduğu nakledi­lir. "Ya Rasûlallah! Onda (istemediğimiz bazı şeyler) olsa da mı?" dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) üç defa: "Dininden ve ahlâkından hoşnut olduğunuz birisi size geldiğinde, onu evlendiriniz." buyurdu.'[693]

Allah Rasûlü (s.a.) Beyâzaoğullarına: "Ebu Hind'i evlendiriniz. Onu ni­kahlayınız." buyurmuştur.[694] Ebu Hind hacamatçı idi.

Hz. Peygamber (s.a.) Kureyşli olan Zeyneb bt. Cahş'i, kölesi Zeyd b. Harise ile evlendirmiş, yine Kureyşli ve Fihr soyundan olan Fâtıma bt. Kays'ı Zeyd'in oğlu Üsâme'ye vermişti.[695] Bilâl b. Rabâh, Abdurrahman b. Avf-in bacısını almıştı. Yüce Allah: "Temiz kadınlar, temiz erkeklere; temiz er­kekler de temiz kadınlara yaraşır."[696] "Kadınlardan hoşunuza gidenleri... nikahlayınız."[697]' buyurmaktadır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmü, denklik konusunda dinin, hem esasta hem de evliliğin kemalinde itibara alındığını ortaya koymaktadır. Müslüman bir erkek kâfir kadın ile, iffetli bir kadın da fâcir (günahkâr, iffetsiz) bir er­kekle evlendirilemez. Bunun ötesinde ne Kur'an ne de sünnet, denklik husu­sunda başka bir şeye itibar etmemişlerdir. Şöyle ki: Allah Teâlâ müslüman bir kadının, iffetsiz zinakâr bir erkekle nikâhlanmasîm haram kılmış; soyu­na sopuna, sanatına* zenginliğine, hürriyetine bakmamıştır. Eğer iffetli ve müs­lüman ise, halis bir kölenin de, soylu, zengin ve hür bir kadınla evlenebilece­ğine hükmetmiştir. Kureyşli olmayanlar için Kureyşü kadınların nikâhını ca­iz kılmış, Haşimî olmayanların Haşimî kadınları, fakirlerin zengin kadınları nikâhlayabileceklerini hükme bağlamıştır. [698]

 

4— Denklik Aranacak Konular:

 

Denkliğin, hangi hususlarda dikkate alınacağı konusu fakihler arasında tartışmalıdır.

Zahir mezhebinde İmam Mâlik: "Denklik dinde aranır." demiştir. Ken­disinden yapılan bir rivayette de, "Üç hususta aranır: Din, hürriyet ve ayıp­lardan uzak olmak." demiştir.

Ebu Hanife: "Neseb ve dinde aranır." demiştir.

İmam Ahmed bir rivayette: "Sadece din ve nesebtedir." demiş; başka bir rivayette ise: "Beş şeyde aranır: Din, neseb, hürriyet, zanaat ve mal." demiştir.

Nesebe itibar konusunda da İmam Ahmed'den iki rivayet mevcuttur: Bi­rincisi: Arap, Arab'a denktir. (Arap olmayan Araba denk oİamaz.) İkincisi: Kureyş'e ancak Kureyşli denktir. Hâşimoğulları'na ancak yine Hâşimoğulla-n'ndan biri denk olabilir.

Şafiî imamları ise: "Denklik din, neseb, hürriyet, zanaat ve nefret uyan­dırıcı kusurlardan uzak olma konularında aranır." demişlerdir.

Bunlara göre varlıklı olma konusunda üç görüş vardır: 1) İtibar edilir, 2) Edilmez, 3) Şehirli ise edilir, bâdiyeden (köy vb.den) ise edilmez.

Bunun sonunda şu neticeler ortaya çıkar: Arap olmayan Arab'a; Kureyşlî olmayan Kureyş'e; Hâşimoğulları'ndan olmayan, Hâşimoğulları'na; sıradan insanlar meşhur âlim ve sâlihlerin ailelerine, köle hür kadına; âzad edilmiş köle, aslen hür kadına, babalarından biri köle olan, ne kendisine ne de baba­larından birisine kölelik bulaşmayan bir kadına denk değildir. Annelerin kö­le olması durumunun etki edip etmeyeceğinde iki görüş vardır. Kendisinde akdin feshini gerektirecek bir ayıp bulunan, böylesi bir ayıptan salim olan kadına denk olamaz. Feshi gerektirici olmayan, fakat nefret doğuran kör­lük, kesiklik ve hilkat çirkinliği gibi ayıplar hakkında iki görüş bulunmaktadır, Rûyânî'nin tercihine göre, böylesi ayıp bulunanlar da denk olmaz. Yine hacamatçı, dokumacı (hâik) ve bekçi; tüccar, terzi vb. zanaat erbabının kızlarına denk değildir. Yine, esnaftan biri (ehl-i hırfet), âlimin kı­zma; fâsık (ahlâkı zayıf), iffetli bir kadına; ehl-i bid'at, sünnî kızma denk değildir.

Ancak kefâet (denklik), çoğunluk âlimlere (cumhur) göre kadının ve ve­lilerin hakkıdır.

Sonra bunlar ihtilâf etmişlerdir. Şâfiîler: "Bu hak şu anda velayeti elin­de bulunduranındır." demişlerdir. Bir rivayette İmam Ahmed: "Uzak yakın bütün velilere aittir. Bunlardan razı olmayan herhangi biri akdi feshedebi­lir." demiştir. Üçüncü bir rivayette ise İmam Ahmed: "Bu, Allah hakkıdır. Velilerin bu hakkı düşürerek rıza göstermeleri sahrh değildir." demiştir. An­cak bu rivayete göre, itibar edilen sadece dinde denkliktir. Ne hürriyet ne var­lıklı olmaya, ne zanaat ne de nesebe itibar yoktur. Çünkü ne İmam Ahmed, ne de ulemadan biri: "Bir fakirin, rızası ile ile zengin bir kadınla evlenmesi du­rumunda nikâhı batıldır." dememişlerdir ve yine, ne o ne de bir başkası: "Ha­şimî bir kadının, onlardan olmayan bir erkekle; Kureyşli bir kadının, Kureyşli olmayan bir erkekle nikâhlarının bâtıl olduğu" kanaatinde değillerdir. Biz buna dikkatleri çekiyoruz. Çünkü Hanbelî ulemasından birçoğu, kefâet (denk­lik) konusunda bunun aksini naklediyor, kefâet acaba Allah hakkı mıdır, yoksa kul hakkı mı? diye soruyor ve (sadece dinde olduğu kaydını getirmeden, Al­lah hakkıdır diye) mutlak olarak zikrediyorlar. Öbür taraftan da "Denklik şu sayılan hususlardadır..." diyorlar. (Tabii bu da yanlış anlamaya sebep olu­yor.) Burada işi ciddi tutmadıkları ve yeterince tahkik etmedikleri ortadadır. [699]

 

5—  Köle ile Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı:

 

Sahihayn ve Sünen'de mevcuttur: Berîre, sahipleri ile mükâtebe sözleş­mesi yapmıştı. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelip yaptığı akit hakkında soru sor­du. Hz. Âişe: "Eğer sahiplerin, onu benim ödememi ve velayetinin de bana ait olmasını arzu ederlerse, ben bunu yaparım." dedi. Berîre bunu sahipleri­ne söyledi. Onlar, velâ hakkı kendilerinin olmadıkça buna yanaşmadılar. Hz. Peygamber (s.a.), Âişe (r.a.) validemize: "Onu satın al ve (zararı yok) velâ hakkını da onlara şart koş. Veîâ hakkı ancak âzad edene aittir." buyurdu. Sonra bir hutbe irad ederek insanlara: "Bazı insanlara ne oluyor ki, Allah'ın kitabında oimayan şartlar ileri sürüyorlar? Kim Allah'ın kitabında bulunmayan bir şart ileri sürerse, o bâtıldır. İsterse yüz şart olsun. Allah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha lâyıktır. Allah'ın şartı daha sağlamdır. Şüphesiz ki, velâ hakkı, ancak âzad edene aittir." buyurdu.

Sonra Rasûlullah (s.a.) Berîre'yi, kocasının nikâhı altında kalmak ya da nikâhı feshetme arasında muhayyer bıraktı. O da feshetmeyi tercih etti. Hz. Peygamber (s.a.): "(Bak!) O senin kocan, çocuğunun babası!" dedi. Berîre: "Ya Rasülallah, bu bir emir mi? (Bana bunu emrediyor musun?)" diye sor­du. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurdu. O ise: "Benim ona ihtiyacım yok" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) onu muhayyer bıraktığında: "Eğer o sana yaklaşırsa, artık sana muhayyerlik yok." buyur­du ve iddet beklemesini emretti. Kendisine sadaka olarak et verilmişti; Hz. Peygamber (s.a.) ondan yedi ve: "O, sana sadaka, bize ise hediyedir." bu­yurdu.[700]

 

6—  Sözleşmeli (Mükâteb) Köle Konusundaki Fıkhı Hükümler:

 

Berîre hadisinden şu fıkhı hükümler çıkıyor:

1— Cariyenin mükâtebe sözleşmesi yapması caizdir.

2— Ödeme hususundaki acziyeti efendisi tarafından teslim edilmese bi­le, mükâteb kölenin satımının caiz olması. îmam Ahmed'in meşhur görüşü de budur. İfadelerinin çoğunluğu bu şekildedir. Ebu Tâlib rivayetinde: "Mü­kâtebe sözleşmesi yaptığı cariyesi ile cima edemez. Görmez misin, onu sat­maya da kadir değildir." demiştir. Ebu Hanife, Mâlik ve Şafiî de böyle söy­lemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) Âişe validemizin, Berîre'yi satın almasını, sahiplerinin de satmasını tasvip etmiş ve, "Taksitlerini ödemeden âciz kaldı mı, kalmadı mı?" diye sormamıştır. Berîre'nin, Hz. Âişe'den kendisine yar­dımcı olması için ona gelmesi, acziyetini gerektirmez. Hern sonra mükâteb kölenin satımında kıyasen de bir mahzur yoktur. Zira onun satılmış olması kitabet akdini iptal etmez. Çünkü müşterinin yanında da, satıcının yanında olduğu gibi olur. Eğer taksitlerini Öderse, âzad olur; eğer ödemekten âciz ka­lırsa müşterinin, onu satıcının yanında olduğu gibi eski kölelik haltne dön­dürme hakkı vardır. Eğer sünnet, mükâtebin satışının caiz olduğu hükmünü getirmeseydi, kıyas onu zaten gerektirirdi.

Pek çokları mükâtebin satımının caiz olduğu üzerinde kadim icmâ bu­lunduğunu iddia etmişler, şöyle demişler: Berîre olayı herkesin nakli ile gel­miştir. Medine'de bu olayı bilmeyen kimse yoktu. Zira mü'minlerin annesi ile ashabtan bir grup arasında cereyan etmiş bir pazarlıktı. Sonra Hz. Pey­gamber (s.a.) cuma günü olmadığı halde onun satımı hakkında bir hutbe irad buyurmuştu. Bundan daha meşhur bir şey olur mu? Sonra kocasının, Berî­re'nin peşi sıra Medine sokaklarında ağlayarak dolaşması, meseleyi kadınla­ra ve çocuklara da duyurmuştu. Böylece bundan, kesin olarak bu konuda ashabın icmâı olduğu ortaya çıkar. Zira böylesi apaçık bir herkesçe bilinen bir konuda bir sahabînin çıkıp da Hz. Peygamber'e (s.a.) muhalefet etmesi düşünülemez. Bize ashaptan birisinden, mükâtebin satışını menettiğini de gös­teremezsiniz. Sadece İbn Abbas'tan isnadı bilinmeyen şâz bir rivayet bulun­maktadır.

Mükâtebin satışını caiz görmeyenler kendilerine iki gerekçe bulmuşlar­dır: Birincisi: "Berîre taksitlerini ödemekten âciz kalmıştı." şeklindedir ve bu Şâfiîlere aittir. İkincisi ise: "Satış akdi, mükâtebe bedeli üzerine kurul­muştur, Berîre'nin üzerine değil." Bu da Mâlikîler'e aittir.

Aslında bu iki gerekçe hadisten daha çok ispatlanmaya muhtaçtır ve hiçbiri de mâkul değildir.

Birinci gerekçeyi ele alalım: Hiç şüphe yoktur ki, bu olay Medine'de ol­muş ve buna Hz. Abbas ile, oğlu Abdullah (îbn Abbas) şahit bulunmuşlar' dır. Mükâtebe akdi, her sene bir okiyye (40 dirhem) olmak üzere dokuz tak sit üzere yapılmıştı ve henüz bir şey ödememişti. Yine hilâfsız, Hz. Abba;ve oğlu Mekke'nin fethinden sonra Medine'ye ikâmete gelmişlerdi ve Hz. Pey­gamber (s.a.) bundan sonra iki yıldan biraz fazla yaşamıştı. Bu durumda ac-ziyet, ve taksitlerin gününün dolması nasıl söz konusu olabilir?

Yine Berîre, "Âciz kaldım." dememişti. Hz. Âişe de ona: "Âciz mi kal­dın?" diye sormamıştı. Sahipleri de acze düştüğüne dair bir şey söylememiş­ler, Hz. Peygamber (s.a.) de aczine hükmetmemiş, böyie bir tavsifte ve ihbarda bulunmamıştı. Bu durumda, isbatmdan âciz kaldığınız bu acziyeti nereden çıkarıyorsunuz?

Hem Berîre, Hz. Âişe'ye: "Sahiplerimle her sene bir okiyye ermek üzere dokuz okiyye üzerinde anlaştım. Bana yardım etmeni arzuluyorum." demiş­ti de, "Onlara bir şey ödemedim" veya "Üzerimden birkaç taksit geçti, öde­mekten âciz kaldım." veya "Sahiplerim ödeyemeyeceğime hükmettiler." vs. dememişti.

Sonra farzedelim ki, sahipleri onun aczine hükmettiler; o zaman eski köle haline dönerdi. O zaman da Berîre, çoktan ortadan kalkmış bir iş (mükâtebe akdi) için koşturup Hz. Âişe'den yardım istemeye gelmezdi.

Şöyle denebilir: Hz. Âişe'nin, "Eğer sahiplerin, seni satın alıp âzad et­memi ve velâ hakkının da benim olmasını arzu ederlerse, ben bunu yaparım." sözü ile, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Onu satın al ve âzad et" buyurması, onun âciz kaldığına delâlet eder. Zira bu ifadeler, Hz. Âişe'nin bir âzad etme işini kurması anlamına gelir. Mükâtebin azadlığı ise borcunu ödemesi iledir. Efen­disinin âzad işini yeniden kurması ile değildir. Denilir ki, bunları kitabetin bâtıl olduğu görüşüne sevkeden şey işte budur. İtiraza devam ediyorlar: Ma­lumdur ki mükâtebe akdi, ancak ya mükâtebin ödeyememesi, âciz kalması ya da kendi kendisinin aczini kabullenerek vazgeçmesi ile bâtıl olur. Bu tak­dirde de köleliğe döner. Bu durumdan satış akdi mükâteb üzerine değil, köle üzerine gerçekleşmiş olur.

Buna şu şekilde cevap verilir: Âzad işinin satın alınma üzerine tertib edil­mesi, onun ilk kez kurulmasına (inşası) delâlet etmez. Çünkü bu, müsebbe-bin (sonucun) sebebi üzerine tertibi olmaktadır. Hz. Âişe, onun mükâtebe borcunu toptan olarak peşin ödemeyi isteyince, onun bu durumu, Berire'nin âzad edilmesine sebep olmuştu. Bizzat siz de diyorsunuz ki, Hz. PeygamberMn (s.a.), "Hiçbir oğul, babasının hakkını ödeyemez. Ancak onu köle olarak bu­lup satın alır ve azad ederse o başka."[701] hadisindeki, "satın alır ve azad ederse" kısmı müsebbebin sebebi üzerine tertibi kabilindendir. Çünkü bizzat

satın alması ile, baba oğulun mülkiyetinde hürriyet kazanır, onu âzad etme­sine (böyle bir inşaya) ihtiyaç yoktur. (Berîre hadisinde de durum aynıdır.) İkinci gerekçeye gelince; onun durumu apaçıktır ve olayın ifade akışı (si­yak) onu iptal etmektedir. Zira Hz. Âişe, onu satın almış ve âzad etmişti. Velâ hakkı da kendisine aitti. Bunda şüphe yoktur. Hz, Âişe malı satın almamıştı. MükâtebeJDedeli mal, taksite bağlanmış dokuz okiyye idi. Onlara hepsini bir­den saymış ve zimmetindeki maîdan hiç söz etmemişti. Hiçbir şekilde maksa­dı da o değildi. Hz. Âişe'nin taksite bağlanmış dirhemleri aynı sayıdaki dir­hemlerle peşin olarak satın alması gibi bir maksadı yoktu.

3— Berîre hadisinden çıkarılan bir diğer hüküm de, paraların (altın ve gümüş) miktarları farklı değilse, onları (tartmak yerine) sayarak da muamele yapmak caizdir.

4— Akitte taraflardan hiçbirinin, Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) hükmüne muhalif şart ileri sürmesi caiz değildir. "Allah'ın kitabında olmayan" ifade­sinin mânası, "Allah'ın hükmünde cevazı olmayan" demektir. Yoksa, "Kur1-an'da zikri ve mübahlığı geçmeyen" mânasına değildir. Hadiste geçen "Al­lah'ın hükmü, yerine getirilmeye daha lâyıktır.", "Allah'ın şartı daha sağ­lamdır." ifadeleri buna delâlet eder.

Fasit şart ileri sürülen akdin, sahih olacağını ve akdin o şart sebebiyle bâtıl olmayacağım söyleyenler bu hadisle istidlal ederler. Bu tartışmalı bir ko­nudur ve tafsile ihtiyaç vardır. Hangisinin doğru olduğu, hadisin mânasının açıklanması durumunda ortaya çıkar. Zira hadiste geçen: "Velâ hakkını onlara şart koş. Velâ hakkı, ancak âzad edene aittir.*' ifadesi, bir problem arzetmiştir. Çünkü hem şart koşması için Âişe'ye izin vermiş, hem de bir mâna ifade etmeyeceğini söylemiştir. İmam Şafiî bu ifadeyi tenkide tâbi tutmuş ve: "Hişâm b. Urve bu ifadeyi, yalnız başına rivayet etmiştir. Diğer râviler ise ona muhaliftirler." diyerek hadisin bu kısmını reddetmiş, sabit görmemiştir. Ancak Buharî, Müs­lim ve diğerleri, hadisi bu şekliyle tahric etmişler ve tenkit etmemişlerdir. Bil­diğimiz kadarıyla Şafiî'den başka hadisi muallel bulan yoktur.

Sonra mânasında ihtilâf etmişler ve: "Hadisteki lâm harfi aslî (lehine) mânasında değil, alâ (aleyhine) mânasındadır.'' demişlerdir.

"EğerNitekim İsrâ sûresi (17/7)ndeki "Eğer Nitekim İsrâ sûresi (1/)        

iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz.' Kötülük ederseniz, o da kendi aleyhinizedir." âyetindeki ifadesindeki lâm aleyhâ manasınadır. [702]de buna delildir.

Bir grup buna itiraz ederek, âyetin siyakı ile harfin konumunun hadiste-kinden farklı olduğunu belirtmişlerdir. Çünkü âyet, nefsin lehine ve aleyhine olan arasında bir ayırım yapmıştır. ifadesinde ise böyle bir du­rum yoktur.

Bir başka grup ise şöyle demiştir: Lâm harfi, aslî mânası üzerinedir. An­cak sözde hazfedilmiş (düşmüş) bir kısım vardır. Hadisteki bu kısım:

 = Onlara ister şart koş, ister koşma. Çünkü koşulan şart, Allah'ın kitabına muhalif olduğu için bir mâna ifade etmeyecektir." şeklindedir.

Bu yoruma, "delili olmayan bir şeyin gizlenmesini gerektirdiği, böylesi delilsiz bir şeyi bilmenin de bir nevi gaybı bilmek olduğu" belirtilerek itiraz edilmiştir.

Bir başka grup ise: Buradaki emir İbâha için değil, tehdid içindir. = İstediğinizi yapın." âyetindeki emir sîgası gibidir, demiş­lerdir. Bunun saçmalığı da, bir önceki yorumda olduğu gibi ortadadır. Hz. Âişe'nin ne suçu var ki tehdide maruz kalsın! Olayın anlatılışında tehdidi ge­rektiren şey nerede?! Evet. Doğrusu tehdide lâyık olan kendileridir, mü'min-lerîn annesi değil!

Dördüncü bir grup: "Hayır buradaki emir kipi, ibâha ve izin içindir ve bu tür şartların koşulması caizdir. Mükâtebin velâ hakkı, satıcının olur." de­mişlerdir. Bazı Şâfiîler böyle düşünüyorlar. Bu yorum, öncekilerin hepsin­den daha da kötüdür. Bizzat hadisin sarih ifadesi, bu yorumun bâtıl olduğu­nu ve reddedilmesini gerektirir.

Beşinci bir grup şöyle diyor: Bu izin Hz. Âişe'ye, sadece bu şartın bâtil-hğının ortaya çıkmasına, fert ve toplum olarak herkesin bunu bilmesine ve hükmün yerleşmesine vesile olsun diye verilmiştir. Berîre'nin sahipleri, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu husustaki hükmünü öğrenmişlerdi, buna rağmen ve­lâ hakkı kendilerine şart kılınmadan ikna olmamışlardı. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Âişe'ye şart koşma hususunda izin verip, sonra bir de hutbe irad ederek, koşulan bu şartın bâtıl olduğunu, insanların içinde ilan etmek suretiyle onla­rı cezalandırdı. Bu uygulama, şer'î ahkâmdan birisini ortaya koydu. O da şudur: Akidde bâtıl bir şart ileri sürülmüşse, ona riayet etmek caiz değildir. Eğer Hz. Âişe'ye şart koşma izni verilmeseydi, bu hüküm bilinmezdi. Zira hadis, "velâ hakkının âzad edenden başka birisine ait olması" hükmünün (şartının) fâsid olduğunu içermektedir.

Şart koşulduğunda, bunun bâtıl olduğu, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) bâtıllığını açıkça ifade etmesinden anlaşılmaktadır. Belki de Berîre'nin sahipleri, "Şayet şart koşulursa, her ne kadar mutlak akdin gereğine ters ise de, ona riayet etmek gerekir." düşüncesinde idiler. Ama Hz. Peygamber (s.a.), şartsız iptal ettiği gibi, şart koşulmuş olduğu halde bile onu iptal etmiştir.

Şöyle denebilir: Şartı ileri süren kimsenin maksadı, koşulan şartın iptal edilmesiyle gerçekleşmeyince, ya ona fesih hakkı verilmelidir, ya da gözetip de elde edemediği menfaat oranında bir iade yapılmalıdır. Oysa ki Hz. Pey­gamber (s.a.), bu ikisinden hiç birine hükmetmemiştir.

Cevap: Sizin bu söylediğiniz, şartı ileri süren tarafın, şartın fâsid oldu­ğunu bilmemesi durumunda sözkonusudur. Ama bâtıl olduğunu, Allah'ın ki­tabına ters düştüğünü bile bile şartı ileri sürmüşse; o kişi, böyle bir şartı ileri sürme cür'etini gösterdiği için âsî ve günahkâr olur. Dolayısıyla da ne fesih, ne de geri iade hakkı olmaz. Berîre'nin sahiplerinin tavrı, bu ikinci tür dav­ranışta bulunduklarını gösteriyor. Allah en iyi bilendir. [703]

 

7— Velâ Hakkı:

 

= Velâ hakkı, ancak âzad edene aittir." hadisi, umum ifade eder ve bunun altına sâibe[704] olarak âzad eden, zekât ya da kef-faret yoluyla âzad eden veya (meselâ nezir gibi) vacip bir âzadda bulunan herkes girer ve velâ hakkına sahip olur. Bu îmam Şafiî, Ebu Hanife ve bir rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir. Diğer bir rivayette İmam Ahmed: "(Bu şekil­de âzad dilen köle) üzerinde velâ yoktur." demiştir. Üçüncü rivayette ise; "Onun velâsı, kendi gibi birisinin âzad edilmesi için kullanılır." demiştir.

İmam Ahmed ve onun görüşünde olanlar, bir müslümanın zimmî bir kö­leyi âzad etmesi, âzad edilenin de kâfir olarak ölmesi durumunda müslüma­nın velâ yoluyla ona vâris olacağına, bu hadisin umumîliğini delil olarak kul­lanmışlar ve bu umumîliğin, "Müslüman, kâfire vâris olamaz."[705] hadisin­den daha hâs (hususi) olduğunu, onu tahsis ya da takyîd ettiğini ifade etmiş­lerdir. İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife ise: "Köle müslüman olarak ölme­dikçe velâ yolu ile vâris olamaz." demişlerdir. Bunların, "Velâ hakkı âzad edene aittir." sözünün umumiliği, "Müslüman, kâfire vâris olamaz." hadisi ile tahsis edilmiştir, demelerine bir mâni yoktur. [706]

 

8— Köle île Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı:

 

Berîre olayından çıkarılan fıkhı hükümlerden biri de, köle ile evli bir ca­riyenin azad edilmesi durumunda kendisinin muhayyer olacağıdır. Rivayet­ler, Berîre'nin kocasının hür mü, köle mi olduğunda ihtilâf arzetmektedir. Kasım, Hz. Âişe'den: "Köle idi. Eğer hür olsaydı, ona muhayyerlik vermez­di." dediğini rivayet eder. Urve ise yine ondan: "Hürdü." diye nakilde bulu­nur. İbn Abbas ise: "Muğis adı verilen siyah bir köleydi. Falan oğullarının kölesiydi. Ben hâlâ, onun Medine sokaklarında (Berîre'nin) arkasında dolaş­tığım görür gibiyim." demiştir. Bütün bu rivayetler Sa/i/A'tedir. Ebu Davud'da Urve, Hz. Âişe'den; "Ebu Ahmed'lerin kölesiydi. Hz. Peygamber (s.a.) onu (Berîre'yi) muhayyer kıldı ve ona: 'Eğer sana yaklaşırsa, artık sana tercih hakkı yök...'[707] buyurdu." dediğini rivayet eder.

îmam Ahmed'in Müsned'mĞz "Hz. Âişe'den "Berîre, bir kölenin (ni­kâhı) altında idi. Onu âzad ettiğinde, Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Ter­cih et. İstersen bu kölenin nikâhı altında kalmaya devam edersin, istersen ondan ayrılırsın." buyurdu.[708]

Sahih'te, onun hür olduğu rivayet edilmiştir.

Rivayetlerin en sahihi ve en çoğu, onun köle olduğunu gösteren rivayet­lerdir. Bu haberi, Hz. Âişe'den üç kişi rivayet etmiştir: Esved, Urve ve Ka­sım. 1) Esved'in rivayetini ele alalım. Ondan gelen rivayetler, Hz. Âişe'nin onun hür olduğunu belirttiğinde müttefiktirler. 2) Urve'nin rivayetine gelin­ce, ondan nakledilen birbirine muarız iki sahih rivayet vardır: Birine göre hür, diğerine göre ise, köle idi. 3) Abdurrahman b. Kâsım'ın rivayetine gelince; ondan da iki sahih rivayet nakledildiğini görüyoruz. Birincisine göre hürdü. İkincisine göre ise şüphe var. Davud b. Mukâtil diyor ki: "İbn Abbas'tan gelen rivayetler, onun köle olduğunda ihtilâf etmemişlerdir."

Cariye âzad edildiği zaman, eğer kocası köle ise muhayyer olacağında ittifak vardır. [709]

 

9— Hür Koca tle Nikâhlı İken Hürriyetine Kavuşturulan Cariyenin Muhayyerlik Hakkı İhtilaflıdır:

 

îmam Şafiî, Mâlik ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed: "Muhayyerligi yoktur." demişlerdir. Ebu Hanife ve diğer bir rivayetinde ise Ahmed, "Mu­hayyer olur." görüşündedirler.

Bu iki görüş, cariyenin kocasının hür ya da köle oluşuna dayanmaz. Ak­sine muhayyerlik hakkının dayanağı (menât, illet) konusundaki araştırma­dan kaynaklanmaktadır. Bu konuda fakihlerin üç hareket noktası vardır: î) İllet, eşitliğin bozulmasıdır. "Noksan altında kemal bulmuştur." sözlerinden kasıtları budur. 2) Cariyenin âzad edilmesi, kocasına daha önce akitle sahip olmadığı üçüncü bir talâk hakkı gerektirmiştir. Ebu Hanife'nin.hareket nok­tası budur. Bunlar üç talâk görüşlerini, "Talâkta itibar kocaya değil, kadı­nadır." (Yani kadın hür olursa talâk üç olur, isterse koca köle olsun. Kadın köle ise talâk sayısı iki olur, isterse koca hür olsun.) prensiplerine dayandır­mışlardır. 3) Cariyenin, kendi nefsine mâlik olmasıdır.

Konu üzerinde durmak istiyoruz.

Birinci yaklaşım: İlletin, noksan altında kemal bulması olduğu telakki­sine göre, denklik, evliliğin başında şart olduğu gibi, devamında da şarttır. Evlilik esnasında denklik bozulursa, kadın muhayyer olur, başlangıçta koca­nın denk olmadığı anlaşıldığında muhayyer olduğu gibi, seçimini yapar anla­yışına dayanır ki, bu görüş iki açıdan zayıftır:

a) Nikâhın sıhati için, şartlarının devam ve bekası aranmaz. Yine akit sırasında nikâhın tevabiinden olan hususların da, nikâhın bekası için devam etmesi şartı yoktur. Meselâ, nikâhın başında zevcenin zorlamaksızın rızasını belirtmesi şarttır. Ama nikâhın devamı için aynı şart aranmaz. Veli ve iki şa­hit şartı da böyledir. İhram, iddet ve zinakâr kadınla evlenilemeyeceği görü­şünde olanlara göre zina mânileri de, sadece akdin başlangıcı için engel teşkil ederler. Akdin devamını engellemezler. Dolayısıyla akit için denklik şartının ileri sürülmesi, evlilik boyunca da denkliğin bulunması zaruretini gerektirmez.

b) Nikâhın devamı sırasında, kocanın fâsıkhğı veya feshi mucib bir ku­surun zuhuru sebebi ile denkliğin bozulması durumunda zahir mezhebe göre muhayyerlik sabit olmamaktadır. Mütekaddimîn Hanbelî âlimlerinin tercihi ve îmam Mâlik'in mezhebi böyledir. Kadı, sonradan ortaya çıkan bir kusur yüzünden muhayyerlik doğacağını söylemiştir. O zaman kocanın fâsık olma­sı yüzünden de muhayyer kılması gerekir. İmam Şafiî: "Eğer kusur kocada zuhur ederse, muhayyerlik doğar, eğer zevcede ortaya çıkarsa bunda iki gö­rüş vardır." demiştir.

İkinci yaklaşım: İlletin, kocası lehine üzerinde üçüncü bir talâk hakkını gerektirmesi şeklinde idi. Bu, son derece zayıf bir yaklaşımdır. -Üçüncü bir talâk hakkının doğması ile, âzad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı tanınması arasında ne ilgi vardır? Acaba Sâri', üçüncü talâka mâlik olmayı, feshe mâlik olmaya sebeb mi kılmıştır ki? Bunların, "Cariye daha önce iki talâkla ayrılıyordu. Şimdi ise ancak üç talâkla ayrılabilir. Bu ise ak din gerektirmedi­ği cariye (zevce) aleyhine bir haps ve tutma fazlalığıdır." şeklindeki kuruntu­ları yersizdir. Çünkü koca, karısından asla ayrılmama ve onu ölünceye ka­dar nikâhında tutma hakkına zaten sahiptir. Nikâh, ömür boyu devam et­mek üzere kıyılan bir akittir ve karısını nikâhı altmda tutmaya mâliktir. Onun âzad olması, bu mâlikiyeti elinden almaz. Bu durumda onun aleyhine üçün­cü bir talâka mâlik olması, nasıl onun bu hakkını düşürebilir? Bu izah, tabiî, talâkta itibarın kadınlara olduğu varsayımına göredir. Oysaki bu konuda da sahih olan; talâkı elinde tutan, kullanılması kendisine tevdi edilen ve kendi tarafından kullanıldığında meşruluk kazanan kocaya itibar edilmesidir.

Üçüncü yaklaşım: Kendi nefsine mâlik olması şeklinde idi. Bu, diğerleri içerisinde daha tercihe şayanı, şer'î asıllara en yakını ve çelişkilerden de en uzak olanıdır. Bu yaklaşımın izahı şöyledir: Efendi, cariyenin rakabesine ve menfaatlerine mâlik olması hasebiyle mülkiyet hükmüne istinaden onun üze­rine nikâh akdi icra etmişti. Âzad etme işi ise, Âzad edilene, hem rakabe, hem de menfaatlerin temlikini gerektirir. Âzad etmeden maksat, ondan göze­tilen hikmet budur. Cariye âzadla rakabesine mâlik olunca, kadınlığına, men­faatlerine de mâlik olur. Kadınlığından istifade menfaati de bu meyândadır. Dolayısıyla ona muhayyerlik tanınmazsa, kadınlık menfaatine sahip olmuş olamaz. Bu yüzden Sâri' (Hz. Peyamber s.a.) âzad edilen cariyeyi, kocası ile beraberliğe devam etme ya da nikâhını feshetme arasında muhayyer kılmış­tır. Zira kendi kadınlığına artık sahip olmuştur. Nitekim, Berîre hadisinin bazı rivayetlerinde Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Kendi nefsine mâlik oldun. Ter­cih et." buyurmuştur.

İtiraz: Efendi cariyesini evlendirse, sonra onu satsa; bu durumda müşte­ri, tabii ki, onun rakabesine, kadınlığına, menfaatlerine mâlik olmuştur. Ama buna rağmen müşteriye nikâhın feshi yetkisini vermiyorsunuz. Sizin bu tutu­munuz, yaptığınız izahı nakzeder, boşa çıkarır.

Cevap: Öyle bir şey yok. Çünkü o meselede satıcı, mâlik olduğu şeyleri müşteriye nakletmiştir. Dolayısıyla müşteri, satıcının halefi olmaktadır. Sa­tıcı, cariyesini evlendirdiğinde onun kadınlığından istifade menfaatini kendi mülkiyetinden kocaya devretmişti. Sonra da kadınlık menfaatinden soyut­lanmış vaziyeti ile onu müşteriye nakletmiştir. Bu tıpkı, kölesini bir müddet için kiraya vermesi ve sonra onu satması durumuna benzer.

Soru: Haydi diyelim, cariyeyi satması durumunda bu doğru! Aynı şeyi âzad edilmesi durumu için de söyleseniz ve cariyeyi kiralayıp sonra âzad etmeşinde olduğu gibi, âzad edilmesi durumunda da kadınlığından istifade men-

faatinden soyutlanmış olarak kendi hürriyetini kazanır deseniz ya! sıyla sizin bu yaklaşımınız tutarsızdır.

Dolayı-

Cevap: Aralarında fark vardır. Âzad etmenin âzad edilene rakabe ve men­faatlerini temliki, satış akdinden güçlüdür. Güçlü olduğu içindir ki âzad işi, âzad etmediği kısmında da geçerli olur ve ortağının payına sirayet eder. Hal­buki satış akdi böyle değildir.

Efendinin azad etmesi, âzad edilen üzerinde mâlik olduğu şeyleri düşür­mesi ve bağımsız olarak ona ait kılması demektir. Bu da, mâlik olduğu hem rakabe hem de menfaatlerinin tümünü düşürmesini gerektirir. Âzad işi, mâ­likin hiçbir hakkı olmadığı başkasının halis mülküne bile sirayet ettiğine gö­re, nasıl olur da kocanın hakkının taalluk ettiği mülküne sirayet etmez?! Âzad edenin hiçbir hakkı bulunmadığı ortağının hissesine sirayet ettiğine göre* ko­canın hakkı tarafından meşgul bulunan kendi mülküne sirayeti öncelikle ve daha uygun olarak sabit olur. Adalet ve sahih kıyas bunu gerektirir.

Soru: Bu durumda kocanın hakkının iptali sözkonusudur. Ortak misa­linde ise bu durum yoktur. Çünkü zarurî olarak âzad edilen payının bedeli kendisine verilmektedir.

Cevap: Koca, cinsel ilişkide bulunmak suretiyle menfaati elde etmiştir. Bu menfaatin devamını yok eden bir şeyin ortaya çıkması onun bir hakkım düşürmüş olmaz. Nitekim akdin fesadını ya da feshini gerektiren, süt emme, ayıp zuhuru ve bazılarınca denkliğin bozulması gibi bir durumun sonradan arız olması durumlarında olduğu gibi.

Soru: Peki Nesâî'nin İbn Mevheb hadisine ne diyeceksiniz? Buna göre Kasım b. Muhammed şöyle demiştir: Hz. Âişe'nin biri erkek, diğeri kadın iki kölesi vardı. Hz. Âişe anlatıyor: Ben bunları azad etmek istedim ve bunu Hz. Peygamber'e (s.a.) söyledim. Bana: "Önce erkek köleyi âzad et." bu-yurdu.[710] Eğer koca hür olduğu zaman, muhayyerlik hakkı menedilmesey-di, önce erkek kölenin azadı ile işe başlanmasının bir faydası olmazdı. Zira önce erkek köleyi âzad ettiğinde, cariye hür bir kimsenin nikâhı altmda iken âzad edilmiş olacaktı. Böylece de muhayyerlik hakkı olmayacaktı.

Yine Sünen-i Nesâfdt: Hz. Peygamber'in (s.a.) "Herhangi bir cariye, kölenin nikâhı altında iken azad olursa, kocası onunla birleşmediği sürece muhayyerdir.[711] buyurduğu rivayet edilir.

Cevap: Birinci hadisi ele alalım: Onu rivayet eden Ebu Cafer el-Ukaylî: "Bu, sadece Ubeydullah b. Abdurrahman b. Mevheb kanalıyla bilinen bir haberdir. O, zayıf bir râvidir." der. İbn Hazm ise: "O, sahih olmayan bir haberdir." der. Sonra biz bu haberi sahih kabul etsek bile bunda konuya ait bir delil yoktur. Çünkü bu iki kölenin birbirleri ile evli olduklarını ifade eden bir kayıt yoktur. Sadece biri erkek, diğeri kadın iki kölesi olduğu belirtilmek­tedir, o kadar. Sonra bunların evli olduğunu varsaysak bile, Hz. Âişe'ye ön­ce erkeği âzad etmesini emretmesinde, hür bir kimsenin nikâhı altında iken âzad edilen cariyenin muhayyerliğini ortadan kaldıracak bir unsur yoktur. Haberde önce erkek köleyi (kocayı) âzad etmesini bu yüzden emrettiğine da­ir bir sarahat yoktur. Aksine anlaşılan odur ki, Hz. Peygamber (s.a.) valide­mize, erkek köle azadının cariyeye göre daha faziletli olmasından ve iki cari­yenin azadının ancak bir erkek köle yerine geçeceğinden —nitekim bu me-yanda sahih hadis vardır— hareketle, önce erkekten başlayarak âzad etmesi­ni emretmiştir.

İkinci hadise gelince: Bu da zayıf bulunmuştur. Çünkü Fadl b. Hasan b. Amr b. Ümeyye ed-Damrî'nin rivayetindendir. O ise meçhul bir râvidir. Böylece durum açıklık kazanmış ve âzad edilen cariyeye muhayyerlik hakkı verildiği konusunda Şâri'in hükmü ortaya çıkmıştır. Buna delil olmak üzere İmam Ahmed'in, müsned olarak rivayet ettiği şu hadisi zikredebiliriz: Hz. Peygamber: "Cariye âzad edildiği vakit, kocası onunla birleşmediği sürece muhayyerdir. İsterse ondan ayrılır. Eğer kocası kendisi ile birleşmişse artık muhayyerliği yoktur ve ondan ayrılamaz. "[712] buyurmuştur.

Bu hadisten iki hüküm çıkar:

1— Kocasına birleşme imkânı vermediği sürece muhayyerlik hakkım za­man içinde (terahi üzere) kullanabilir. Bu, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve Ah­med'in görüşleridir. İmam Şafiî'nin üç görüşü vardır. Biri budur. İkincisi: fevridir, derhal kullanılması gerekir. Üçüncüsü, üç güne kadar hakkı devam eder.

2— Eğer cariye, kocasına birleşme imkânı verir ve o da ilişkide bulunur­sa muhayyerlik hakkı düşer. Bu, âzad edildiğini ve âzadla birlikte muhayyer­liğin sabit olduğunu bildiği zamandır. Eğer her ikisini de bilmiyorsa, cinsel

ilişki ile hakkı düşmez. İmam Ahmed'den ikinci bir görüş daha vardır: Fesih hakkına sahip olduğunu bilmediğinde mazur değildir. Âzad edildiğini bildiği halde, kocasının kendisi ile cimada bulunmasına ses çıkarmazsa, bu durum­da kendisinin fesih muhayyerliği hakkı bulunduğunu bilmese bile hakkı dü­şer. Birinci rivayet daha sahihtir. Çünkü kocanın âzad işi, âzad edilen cariye­nin muhayyerliğini kullanmasından önce olmuştur. "Hür bir kimsenin nikâ­hı altında iken âzad edilen cariyenin muhayyerliği yoktur." dedik. Onun mu­hayyerliği kocanın kendisine eşitliğinden ve fesihten önce denkliğin meydana gelişinden dolayı bâtıl olmuştur. İmam Şafiî, iki görüşünden birinde —ki iz­leyenleri tarafından desteklenmiyor— şöyle diyor: "Muhayyerliğe sahip ol­ması, (kocanın) azadından önce olduğu için, hakkı devam etmektedir. Âzad işi onu ortadan kaldırmaz." Birinci görüş, âzad vesilesi ile doğan fesih hak­kının sebebi ortadan kalktığı için, kıyasa daha uygundur. Nitekim, satış ve nikâh akillerinde, fesihten önce fesih hakkını veren ayıbın ortadan kalkması durumunda da aynıdır. Yine nafaka ödeyememe sebebiyle kadının nikahı fe­sih hakkının bulunduğu sırada, bu halin (i'sâr) ortadan kalkması halinde de aynı durum sözkonusudur. Eğer biz illeti "kendi nefsine mâlik olmasıdır." şeklinde kabul edersek, bunun bir tesiri olmaz. Eğer koca ric'î talâkla boşa-mış ve cariye, iddeti içerisinde iken âzad edilmiş ve feshi de tercih etmişse, ric'at (kocanın rücû hakkı) bâtıl olur. Eğer onunla beraber kalmayı tercih ederse, bu sahih olur ve fesih muhayyerliği düşer. Zira ric'î talâkla boşanmış kadın, zevce hükmündedir.

İmam Şafiî ve bazı hanbelî âlimleri, şöyle demektedirler: Ric'at olma­dıkça, onunla beraber kalmasını tercih etmesi ile fesih hakkı düşmez. Koca­nın rücûundan sonra kendisini tercih etme hakkı bulunur. Talâk zamanı içe­risinde tercihte bulunması sahih olmaz. Zira kendisinin ayrılığa dönüş duru­munda bulunduğu bir zaman içerisinde fesih hakkını kullanarak, kendisini tercih etmesi mümkün değildir. Koca kendisine rücûda bulunduğu zaman, o takdirde kocasını tercihle onunla beraber kalması sahih olur. Zira rücû ile zevcesi olmuştur. Rücû işi tamamen kocanın kendi işidir, neticesi de kendi­sinde etkili olur. Bunun benzeri şudur: Cariyenin kocası, zifaftan sonra irti-dat etse, sonra cariye o irtidat halinde iken âzad edilse; birinci görüşe göre, müslümanhğa dönmeden önce de muhayyerlik hakkı vardır. Eğer onu tercih eder, sonra o İslâm'a dönerse, fesih hakkı düşmüş olur. İmam Şafiî'nin gö­rüşüne göre ise: İslâm'a dönmeden önce, azadb cariye için muhayyerlik söz-konusu değildir. Çünkü akit bâtılhğa yüz tutmuştur. Müslümanlığa döndü­ğü anda ise muhayyerliğini kullanması sahihtir.

Soru: Âzad edilen cariye akdi feshetmeden, kocası tarafından boşansa, talâk vuku bulur mu, bulmaz mı?

Cevap: Evet vuku bulur, çünkü zevcesidir. tmam Ahmed'in bazı tabile­ri ve daha başkaları derler ki: "Talâk mevkuf (izne bağlı) olur. Eğer akdi feshederse, talâkın vuku bulmamış olduğunu anlamış oluruz. Eğer kocasını tercih ederse, talâkın vuku bulduğu ortaya çıkar."

Soru: Bu durumda azadlı cariye, nikâhın feshini tercih ederse mehrin du­rumu ne olur?

Cevap: Ya zifaftan sonra feshetmiştir, ya da önce. Eğer akdi, zifaftan sonra feshetmişse mehir düşmez. Mehir, ister feshetsin, ister kocasını tercih etsin her iki halde de cariyenin efendisine aittir. Eğer zifaftan önce feshetmiş ise, iki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'dendir. Birincisi: Mehir yok­tur. Çünkü ayrılık kendisi tarafından gelmiştir. İkincisi: Mehrin yarısı gere­kir ve cariyenin efendisine ait olur, kendisine değil.

Soru: Yarı hissesi âzad edilmiş cariye hakkında ne dersiniz? Acaba onun da muhayyerlik hakkı var mıdır?

Cevap: Bu konuda her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilen iki gö­rüş vardır.

Şöyle diyebiliriz: Başka hiçbir malı olmayan efendi, yüz dirhem değe­rinde olan müdebber cariyesini iki yüz dirhem mehir mukabilinde evlendirse, sonra efendi ölse, müdebber cariye âzad olur; fakat zifaftan önce fesih hak­kına mâlik olmaz. Çünkü, eğer olacak olsa, mehir düşer ya da yarıya iner. Bu durumda da (efendisinin terekesinin) üçte biri kendi değerini karşılaya­mayacağından bir kısmı köle kalır. Dolayısıyla zifaftan önce fesih mümkün olmaz. Feshe mâlik olmadığında ise (iki yüz mehir, yüz de kendi değeri top­lam terekenin) üçte birinden kendisi çıkar ve tamamı âzad olmuş olur. [713]

 

10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Eşler Arasında Aracılık Yapması:

 

Bedre hadisinde geçen; Hz. Peygamber'in, "Keşke ona geri dönsen" sö­züne karşılık Berîre'nin; "Bu bir emir midir?" diye sorması ve Hz. Peygam­ber'in (s.a.): "Hayır, ben sadece bir aracıyım." buyurması ve Berîre'nin de: "Benim ona ihtiyacım yok." şeklinde karşılık vermesinde üç hüküm bulun­maktadır.

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) emri, vücûb içindir. Bu yüzdendir ki; aracı­lığı (şefaati) ile emri arasım ayırmıştır. O'nun (s.a.) aracı sıfatı ile yaptığı is­tekleri de yerine getirmek, şüphesiz ki en büyük müstahaplardandır.

2— Hz. Peygamber (s.a.), Berire, aracılığını kabul etmedi diye ona kızmamış, davranışını yadirgamamıştır. Çünkü aracılık, bir hakkın düşürülme­si konusunda idi. O da tamamen kendi bileceği bir işi idi. Hak kendisinindi. İster kullanır, ister kullanmazdı. Buradan, Hz. Peygamber'in (s.a.) bir aracı sıfatı île isteklerine karşı gelmenin haram olmadığı, emrine karşı gelmenin ise haram olduğu neticesi çıkar.

3— Sâri' lisanında "müracaat" kelimesi bazan nikâh akdinin tümden ortadan kalktığı durumlar için kullanılır ve bu bağlamda, "akdin yeni baş­tan kurulması" anlamına gelir. Bazan da "imsak = tutmak" anlamında ak­din dağıldığı, fakat tümden ortadan kalkmadığı durumlar için kullanılır. Bu­na göre "Eğer ikinci koca da onu boşarsa, eski karı-kocanın tekrar birbirle­rine dönmelerinde kendilerine bir günah yoktur."[714] âyeti; eğer onu ikinci koca boşarsa, yeniden bir nikâh yapmak üzere birbirlerine dönmeleri konu­sunda kadınla birinci koca üzerine bir günah yoktur, anlamındadır. [715]

 

11— Sadaka Satılabilir ve Hibe Edilebilir:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.), Berîre'ye tasaddukta bulunulan etten yemiş ol­ması ve: "O, ona sadakadır, bize ise hediyedir." buyurması, Haşimoğulla-n'mn ve sadaka kabul etmesi haram olan zengin kimselerin, kendilerine sa­daka olarak verilen şeylerden fakirlerin hediye vermeleri durumunda, onu yi­yebileceklerine (bunun caiz olduğuna) delildir. Çünkü yenilen şeyin ciheti de­ğişmiştir. Sadaka önceden yerini bulmuştu. Yemek caiz olduğu gibi, onu fa­kirden mal karşılığı —eğer kendi verdiği sadakası değilse— satın alması da caizdir. Eğer kendi sadakası ise; onu satın alması, hibe etmesi, hediye olarak kabul etmesi caiz değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) Ömer'in (r.a.), kendi sadakasını satın almasını yasaklamış ve': "Sana onu bir dirheme verse bile satın olma." buyurmuştur.[716]

 

F) MEHİR

 

1— Mehir Konusunda Verdiği Hükümler:

 

Hz. Peygamber'in (s.a.), az veya çok mehir hakkında verdiği hükümleri ve kocanın ezberindeki Kur'an süsleri karşılığında kıyılan nikâhın sahih ol­duğuna hükmetmesi:

Sahih-i Müslim'de rivayet edilmiştir: Hz. Âişe: "Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcelerine verdiği mehri, on iki okıyye ile bir neşş[717] idi. Bunun toplamı 500 dirhem eder." demiştir[718]

Hz. Ömer (r.a.) de: "Hz. Peygamber'in (s.a.) ne kendi kadınları için, ne de kızlarını evlendirirken on iki okıyeden fazla mehir belirlediğini bilmi­yoruz." demiştir.[719] Tirmizî, hadisin hasen sahih olduğunu söylemiştir.

Okıyye, kırk dirhemdir.

Buharı, Sehl b. Sa'd'dan Hz. Peygamber'in (s.a.) bir adama: "Demir­den bir yüzük (mehir) ile de olsa, evien!" buyurduğunu rivayet eder.[720]

Sünen-i Ebı Davud'da, Câbir'den rivayet edilen hadiste, Hz. Peygamber (s.a.): "Kim mehîr olarak iki avuç dolusu kavut veya hurma verse, (bu bile kâfidir, kadını kendisine) helâl kılmış ohır."[721] buyurmuştur.

Tirmizî'de anlatılır: Fezâreoğullan'ndan bir kadın bir çift pabuç karşılı­ğında evlenmişti. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Bir çift pabuç karşılığında kendi­ni ve malını teslim etmeye razı mı oldun?" buyurdu. Kadın: "Evet." deyin­ce, Hz. Peygamber (s.a.) de akde izin verdi.[722] Tirmizî, hadisin hasen-sahih olduğunu söyler. [723]

 

2— Hıfzedilen Kur'an Sûreleri Mukabilinde Kıyılan Nikâh Sahihtir:

 

İmam Ahmed'in MüsnecP'mde Hz. Âişe, Hz. Peygamber'in (s.a.): "Ni­kâhın bereketçe en büyük olanı, külfetçe en kolay olanıdır." buyurduğunu bildirir[724]

Sahihayn'da. anlatılır: Bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek: "Ya Rasû-lallah! Ben nefsimi sana hibe ettim." dedi ve uzun süre bekledi. Bir adam kalkarak: "Ya Rasûlallah, eğer senin ona bir ihtiyacın yoksa onu bana ni­kâhla." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) adama: "Ona mehir olarak verebilece­ğin bir şeyin var mı?" diye sordu. Adam: "Şu izanmdan başka bir şeyim yok." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Eğer izarını ona verecek olursan, sen izarsız oturur kalırsın. Başka bir şey ara!" buyurdu. Adam: "Hiçbir şey bulamıyo­rum." deyince, Hz. Peygamber (s.a.): "Demirden bir yüzük de olsa, bir şey­ler ara!" buyurdu. Adam araştırdı, bir şey bulamadı. Bunun üzerine Rasû-lullah (s.a.): "Kur'an'dan ezberlediğin bir şeyler var mı?" diye sordu. Adam: "Evet, —isimlerini söyleyerek— şu şu sûreleri (biliyorum)." dedi. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Kur'an'dan bildiklerinin karşılığında, onu sana nikahladım.1 buyurdu.[725]

Nesâî'de rivayet edilir: Ebu Talha, Ümmü Süleym'e talip olmuştu. Üm-mü Süleym: "Vallahi, ey Ebu Talha, senin gibisi geri çevrilmez. Ancak sen kâfir bir adamsın. Ben ise müslüman bir kadınım. Seninle evlenmem bana helâl olmaz. Eğer müslüman olursan, o benim mehrim olsun. Senden başka bir şey istemem." dedi. Ebu Talha, İslâmiyet'i kabul etti ve bu, onun mehri oldu. Sabit şöyle der: "Mçhri konusunda Ümmü Süleym'den daha cömert davranan hiçbir kadın işitmedik." Ebu Talha, onunla zifafa girdi ve çocuk­ları oldu[726]

Bu hadis şu hususları içermektedir:

1— Mehrİn en az miktarı belirlenmemiştir. Bir avuç kavut (sevik), bir demir yüzük, bir çift pabuç da mehir olarak belirlenebilir ve bununla helâllik sabit olur.

2— Nikâhta, mehir konusunda aşırılık mekruhtur ve bu nikâhın bereke­tinin azlığı ve zorluğuna sebeptir.

3— Kadın, mehri olmak üzere koca (adayı)nın ilmine, Kur'an'ı ya da bazı bölümlerini hıfzına razı olursa, bu caizdir. Kadının, kocanın bildiği Kur'­an'dan, onun ilminden istifadesi, mehri olmuş olur. Nitekim efendininvcari-yesini âzad ederek, kavuşturduğu hürriyetini, kendi rakabesine kendi maliki-yetini mehir kılması da böyledir. Ebu Talha'mn, İslâmiyet'i kabul etmek su­retiyle ondan istifade cihetine gitmesi, Ümmü Süleym'in mehir olarak tercih etmiş olduğu bir şeydir ve bu kabildendir. Bu onun için, koca tarafından har­canan maldan daha sevimlidir. Zira mehir, aslında kadının faydalanması için meşru kılınmış bir hakkıdır. Eğer ilimle, dinle, kocanın İslâmiyet'i kabulü ile, onun Kur'an okuması ile tatmin oluyor, bunları istiyorsa bunlar onun için en üstün, en faydalı ve en değerli mehir olur.

Akid de mehirden hali bulunmaz. Bu durumda mehrin üç dirhemle veya on dirhemle —hem de nassla ve kıyasla— takdirine gitmek nereden çıkıyor? Nas ve kıyas, bu zikrettiklerimizin mehir olmasının sıhhatine hükmetmeye götürmektedir. Bu türden bir mehirle evlenen kadınla, kendisini Hz. Peygam­ber'e (s.a.) hibe eden kadının durumu aynı değildir. O sadece Hz. Peygam­ber'e (s.a.) has bir durumdur. Zira o, kendisini velî ve mehirden soyutlanmış olarak hibe etmiştir. Bizim sözkonusu ettiğimiz kadının durumu ise farklı­dır. Bunda hem veli, hem de —her ne kadar malî değil ise de— bir mehir vardır. Zira kadın, ondan kendisine ulaşacak faydayı, malî bir bedel olarak telakki etmiş ve kendi nefsini; kocaya, malından bir şey hibe eder gibi mücerred olarak hibe etmemiştir. Allah'ın sadece Peygamber'ine has kıldığı, kendi nefsini Peygamber'e hibe eden kadının durumu ise böyle değildir. Bu hüküm hadislerin gereği olmaktadır.

"Mehir; ancak maldan olur, menfaatlerden mehir olmaz. Ne ilmi, ne öğretmesi mehir olarak belirlenemez." diyen Ebu Hanife ve bir rivayette Ah­med, "Üç dirhemden az mehir olmaz.*' diyen İmam Mâlik, "On dirhemden az olmaz." diyen Ebu Hanife gibi âlimler, bu gibi hususlarda hadislerin ge­reğine muhalefet etmişlerdir. Bu muhalif görüşlerin yanında daha başka şâz (çoğunluğa muhalif) görüşler de vardır ki, bunların ne Kitâp'tan, ne sünnet­ten, ne icmâ'dan, ne kıyastan, ne de sahabî kavlinden hiçbir delilleri yoktur.

Bu zikrettiğimiz hadislerin, sadece Hz. Peygamber'e has olduğunu, ya­hut bunların mensuh bulunduğunu ya da Medine ehlinin ameline uygun düş­mediğini iddia eden kimsenin bu tezi bâtıldır, delilsizdir. Asıl (hakikat), bu tezi reddetmektedr. Tâbiîn'den Medine ahalisinin efendisi Sâid b. Müseyyeb, kızını iki dirhem mehirle evlendirmiş ve hiç kimse de yadırgamamıştır. Hat­ta, bu onun menkıbe ve faziletlerinden sayılmıştır. Abdurrahman b. Avf beş dirhem mehir vererek evlenmişti. Hz. Peygamber (s.a.) bunu tasvip buyur­muş, ses çıkarmamıştı. Şunu da hatırdan çıkarmamak gerekir ki, miktar be­lirleyen hükümler (mukadderat) konusunda bir hükmün ortaya konulması ancak şeriatın sahibi tarafından olur. [727]

 

G) EŞLERDE ORTAYA ÇIKAN HUSUSLAR, EV HİZMETLERİ, GEÇİMSİZLİK, HAKEM VE HULÛ

 

1— Hz. Peygamber (s.a.) ve Râşid Halifelerin Hastalıklı ve Özürlü Eşler   Hakkında Verdiği Hükümler:

 

Hz. Peygamber (s.a.) ve Râşid Halifelerin, eşlerden birinde baras (alaca hastalığı), cinnet (delilik), cüzzam bulunması veya kocanın iktidarsız olması durumunda verdikleri hükümler:

İmam Ahmed, Müsned'inde Yezîd b. Kâ'b b. Ucre'den rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a.), Gıfâroğullarmdan bir kadınla evlenmişti. Yanına girdi. El­bisesini çıkarıp yatağa girdiğinde, kadının böğründe alaca (baras) hastalığı gördü. Hemen yataktan uzaklaştı ve sonra: "Elbiseni üzerine al." buyurdu (ve onu salıverdi.) Ona mehir olarak verdiğinden hiçbir şey almadı.[728]

Muvatta'da Hz. Ömer (r.a.) şöyle der: "Herhangi bir kadm bir erkeği aldatır, kendisinde cinnet, cüzzam veya alaca hastalığı olduğu halde (söyle­mez ve) evlenirse adamın kendisinden istifadesi karşılığında mehre hak kaza­nır. Erkeğin ödediği, kendisini aldatana gerekir."[729]

Başka bir rivayette: Hz. Ömer (r.a.), alacalı, cüzzamh ve cinnetli (deli) kadın hakkında, eğer zifaf olmuşsa aralarının ayrılmasına, kendisine doku­nulması karşılığında mehre hak kazanmasına ve bu mehrin de adam yerine, kadının velisi tarafından ödenmesine hükmetti." şeklindedir.[730]

Sünen-iEbîDavutf da İkrime, İbn Abbas'tan nakleder: Abdu Yezîd Ebu Rükâne, karısı Ümmü Rükâne'yi boşadı ve Müzeyneliler'den bir kadınla evlendi. Kadın, Hz. Peygamer'e (s.a.) geldi ve başından bir saç teli alarak: "Onun bana faydası, ancak şu saç teli nin faydası gibidir. Aramızı ayır!1' dedi. Bu­nun üzerine Hz. Peygamberi bir hamiyettir aldı. Râvi hadisi zikretti. Hadiste Hz. Peygamber'in (s.a.) ona: "Onu boşa!" buyurduğu ve onun da boşadığı nakledilmiştir. Sonra Hz. Peygamber ona: "Karın Ümmü Rükâne'ye tekrar dön." buyurdu. O: "Ben, onu üç talâkla boşadım, ya Rasûlallah!" dediyse de, Hz. Peygamber (s.a.): "Tamam, biliyorum. Ona tekrar dön!" buyurdu ve: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğiniz zaman onları iddetleri için de boşaym..."[731] âyetini okudu.[732]

Bu hadisin, İbn Cüreyc'in Ebu kâfi' oğullarından birinden rivayet et­miş olmasından başka bir kusuru yoktur. Ebu Râfî'in oğlu meçhul bir râvi-dir. Kim olduğu belli değildir, ancak o tâbiîndendir. îbn Cüreyc, büyük ha­dis imamlarından âdil güvenilir bir zattır. Âdil râvinin başkasından rivayeti —hakkında bir cerh yoksa— onu ta'dîl sayılır. (Onu âdil bulduğunu göste­rir). Sonra tabiîn arasında, özellikle de Medineliler ve bunların içinde de Hz. Peygamber'in âzadlılan arasında yalan yaygın değildi. Herkesin ihtiyaç duy­duğu böyle bir sünneti, İbn Cüreyc'in yalancı birinden veya kendince sika bulmadığı ve halini açıklamadığı bir râviden rivayeti mümkün değildir.

İktidarsızlık sebebi ile eşler arasını ayırma hükmü; Hz. Ömer, Osman, Abdullah b. Mes'ûd, Semüre b. Cündeb, Muâviye b. Ebî Süfyan, Haris b. Abdullah b. Ebî Rebîa, Mugîre b. Şu'be gibi sahabîlerden gelmiştir. Ancak Hz. Ömer, İbn Mes'ûd ve Muğîre bir sene mühlet vermişlerdir. Hz. Osman, Muâviye ve Semüre, mühlet vermeden hemen ayırmışlardır Haris b. Abdul­lah ise on aylık bir süre tanımıştır.[733]

Saîd b. Mansur; Hüşeym—Abdullah b. Avf—İbn Şîrîn yoluyla rivayet eder: Hz. Ömer; bazı şeyleri haber vermesi için bir adam göndermişti. O adam bir kadınla evlendi ve kendisi de kısırdı. Hz. Ömer ona: "Kısır olduğunu ka­dına bildirdin mi?" diye sordu. O: "Hayır!" dedi. Hz. Ömer (r.a.): "Git ve ona bildir. Sonra da onu muhayyer bırak." dedi.[734]

Deliye bir sene mühlet vermiştir. Bu süre içerisinde ifakat bulursa ne âlâ; aksi takdirde karısı ile arasını ayırmıştır.

Fukaha bu konuda ihtilâf etmişlerdir: Davud (ez-Zahirî), îbn Hazm ve onlara katılanlar: "Nikâh, hiçbir surette kusurdan dolayı feshedilemez." de­mişlerdir. Ebu Hanife: "Sadece âletin kesik olması ve iktidarsızlık hallerinde feshedilir." demiştir.

İmam Şâfıî ve Mâlik: "Sadece delilik, alaca hastalığı, cüzzam, karan (ka­dının fercinde ilişkiye mâni bir yumrunun bulunması), âletin kesikliği ve ikti­darsızlık sebepleri ile feshedilir." demişlerdir. İmam Ahmed bu kusurlara, kadının ön ve arka deliğinin bitişik olması (fetkâ) durumunu da eklemiştir. Hanbelî âlimleri ise fere ve ağız kokması, fere içerisinde meni ve sidik yolla­rının yırtılmış birbirine karışmış olması, fere içinde akıcı yaraların bulunma­sı, basur» nasır, istihaza (özür kanı görmesi), sidik ve pislik tutamama, ta-şakların kesik, yumurtaların çıkarılmış veya ezilmiş olması, ikisinden birinin hünsay-ı müşkil (erkek mi kadın mı olduğu belli olmayan) olması gibi ayıpla­rı da eklemişlerdir. Yedi ayıptan birinin aynısı diğer eşte de bulunursa veya akitten sonra bu ayıplardan biri meydana gelirse, bu hususta iki görüş vardır:

Bazı Şafiî âlimleri: "Satış akdinde cariye hangi kusurlarla geri iade edi­liyorsa, nikâhta da kadın o kusurlarla reddedilir." demişlerdir. Çokları ne bu görüşü, ne bulunduğu yeri, ne de kim tarafından söylendiğini bilmemek­tedirler. Ebu Âsim el-Abadânî Tabakâî-ı Ashabı'ş-ŞâfıVde bu görüşü nakle­denler arasındadır. Kıyasa uygun olan da ya bu görüştür, ya da îbn Hazm ve ona katılanların görüşüdür.

Fesh hakkını sadece iki veya altı veya sekiz ayıba inhisar ettirmek, bu ayıplara eşit veya daha üstünde olan diğer ayıplara iltifat etmemek anlamsız­dır. Örneğin körlük, ahreslik (sağır ve dilsizlik), sağırlık, kadının ya da erke­ğin iki elinin, iki ayağının birden kesik olması veya bunlardan birinin kesik bulunması en büyük nefret uyandırıcı ayıplardandır. Evlenirken bunları söy­lememek, büyük bir hıyanet ve aldatmadır ki dîn buna imkân vermez. Mut­laktık (bunlardan sözedilmeyişi) kusursuzluğu gerektirir. Budurum, örfen sözlü olarak şart koşulmuş gibidir. Nitekim mü'minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.). ço­cuğu olmayan birisi evlendiğinde ona: "Kısır olduğunu karına haber ver, onu muhayyer bırak." demiştir. Acaba Hz. Ömer (r.a.), kısırlığın nisbeten onlar yanında bir noksanlık değil, kemal sayılan "bu zikrettiğimiz kusurlar hakkın­da ne derdi?!

Kıyas; eşlerden birinin diğerinden nefretini gerektiren, nikâhtan amaç­lanan birbirlerine karşı muhabbet ve sevgi duymayı, acıma hislerini uyandır­mayı engelleyen her ayıbın muhayyerlik hakkı doğurması şeklinde olmalıdır. Nikâh, satıştan daha önemlidir. Nikâhta ileri sürülen şartlara^ riayet etmek de, satış akdindeki şartlara riayetten evlâdır. Ne Allah, ne de Peygamber'i (s.a.), kişiyi aldatıldığı, dolandırıldığı şeyle ilzam (mecbur) etmemişlerdir. Âyet ve hadislerde ortaya konan şer'î maksatlar ile, ilâhi adalet ve hikmet üzerin­de düşünenler ve şeriatın ihtiva ettiği maslahatlar üzerinde kafa yoranlar bu görüşün üstünlüğünü ve şer'î kaidelere yakınlığım açıkça göreceklerdir.

Yahya b. Saîd el-Ensarî,*İbnüM-Müseyyeb'den, o da Hz. Ömer'den şöy­le dediğini nakleder: "Bir kadın, kendisinde cinnet veya cüzzam ya da alaca hastalığı bulunduğu halde, (kusuru saklanarak) evlendirilir ve kocası onunla zifafa girerse, sonra da duruma muttali olursa, kendisine dokunulması sebe­bi ile kadına mehir gerekir ve bunu kocayı aldatması, kusurunu saklaması sebebi ile kadının velisi öder."

Bu haberin, "İbn Müseyyeb Hz. Ömer'den işitmemiştir" gerekçesiyle reddi, hadis ehlinin icmâ'ına kesin olarak muhalif olan tam bir hezeyandır. İmam Ahmed: "Saîd b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti kabul edil­meyecekse, kimden kabul edilecektir. Büyük din imamları ve çoğunluk ule­ma Saîd b. el-Müseyyeb'in "Allah Rasûlü şöyle diyor" şeklindeki sözlerini delil olarak kullanıyorlar. Hal bu iken, Hz. Ömer'den rivayeti hakkında ne denebilir? Abdullah b. Ömer, Saîd'e adam gönderir ve Hz. Ömer'in hüküm­lerini sordurur, aldığı cevaplarla fetva verirdi. Onu, kendi asrında yaşayan hiçbir kimse tenkit etmemişti. Ondan sonra gelen ve İslâmî sahalarda söz sa­hibi olan hiçbir âlim, Saîd b. el-Müseyyeb'in Hz. Ömer'den rivayeti husu­sunda ileri geri söz etmemiştir. Söz onların sözüdür, başkaları kale alınmaz." der.

eş-Şa'bî, Hz. Ali'den (r.a.) şunu nakleder: "Bir kadın nikahlanır ve ken­dinde de alaca hastalığı, delilik, cüzzam veya cinsel organında ilişkiye mâni yumrunun bulunması gibi bir durum bulunursa; koca, dokunmadığı sürece muhayyerdir. İsterse tutar, isterse boşar. Eğer ona dokunmuşsa, onun ka­dınlığından istifadede bulunmuş olması sebebiyle kadına mehir vermesi ge-rekir."[735]

Vekî, Süfyân es-Sevrî—Yahya b. Saîd—Saîd b. el-Müseyyeb yoluyla Hz. Ömer'den şunu nakleder: "Kişi onunla, alaca hastalıklı veya kör olduğu hal­de (bilmeden) evlenmiş ve zifafa da girmişse, kadın mehrine hak kazanır. Koca, verdiği mehri kendisini aldatandan geri alır."[736] Hz. Ömer'in bu sözü, zikri geçen bu ayıplan, "Başkası değil, sadece bunlar" anlamında ihtisas yollu zik­retmediğine delâlet eder. Nitekim ilmi, dini, hükmü ile darb-ı mesel olan İslâm kadısı, Şüreyh de böyle hükmetmiştir: Abdürrezzak, Ma'mer—Eyyûb—

İbn Sîrin senediyle şu rivayette bulunur: Bir adam Şurayh'a davacı oldu ve: "Şunlar bana: Seni'. ısanlann en güzeli ile evlendireceğiz, dediler; sonra ba­na, gözleri akan ve az gören bir kadın getirdiler." dedi. Şüreyh: "Eğer sen­den bir ayıp saklanmışsa, bu caiz değildir." dedi.[737] Bu hükmü düşün. "Eğer senden bir ayıp saklanmışsa, bu caiz değildir." sözü nasıl bir teşmille, evli­lik sırasında kadında bulunan ve saklanan her kusur yüzünden koca için onu reddedebilme hakkının bulunduğunu gerektirmektedir. Zührî de: "Her türlü ağır dertten dolayı nikâh reddedilebilir." demiştir.

Sahabe ve selef âlimlerinin fetvalarını inceleyen kimse, onların fesih mu­hayyerliğini, belli bir ayıba tahsis etmediklerini anlayacaktır. Sadece Hz. Ömer'den, "Kadınlar ancak şu dört ayıptan dolayı reddedilebilirler: Delilik, cüzzam, alaca hastalığı ve fercde bulunan dert." şeklinde tahsis bildiren bir rivayet bulunmaktadır. Bu rivayetin Asbağ—İbn Vehb—Ömer ve Ali'den baş­ka bir isnadı daha olduğunu bilmiyoruz. Bu, muttasıl bir senedle İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Rivayet zinciri, Süfyan—Amr b. Dînâr—İbn Abbas şek­lindedir. Bütün bunlar, kocanın şart ileri sürmemesi halindedir. Eğer kusur­suz veya güzel olmasını şart koşar da, çirkin olduğu ortaya çıkarsa veya genç ve henüz taze olmasını ^art koşar, saçı başı ağarmış yaşlı bir kadın olduğu anlaşılırsa, veya beyaz olmasını şart koşar fakat siyah çıkarsa, veya bakire olmasını şart koşar fakat dul çıkarsa bütün bu durumlarda kocamn fesih hakkı vardır.

Eğer fesih zifaftan önce olmuşsa, kadına mehir yoktur. Eğer zifaftan sonra olmuşsa kadın mehrini alır. Ancak veli adamı aldatmışsa, ödenen mehri taz­min eder. Eğer aldatan veli değil de kadın ise mehri düşer veya eğer ödemişse kadından tekrar geri alır. İki rivayetten birinde İmam Ahmed, hükmün böy­le olduğunu açıkça ifade etmiştir. Şartı koşan tarafın koca olması durumun­da, İmam Ahmed'in usûlüne daha uyguîı olan, kıyasa daha muvafık düşen bu rivayet olmaktadır.

Hanbelî âlimleri ise şöyle demişlerdir: Kadın, erkekte bir vasıf şart koş-sa ve vasfın bulunmadığı ortaya çıksa, kadın için fesih muhayyerliği yoktur. Ancak hür olmasını şart koşar da, adamın köle olduğu ortaya çıkarsa kadı­nın muhayyerlik hakkı vardır. Neseb şartı ileri sürdüğünde, aksi çıkması du­rumunda ise iki görüş vardır. İmam Ahmed'in mezheb ve usûlünün gereğine bakarsak, şartı ileri sürenin erkek ya da kadın olması arasında fark olmama­lıdır. Aksine, ileri sürdüğü şartın bulunmaması durumunda kadına fesih muh-hayyerliği tanımak daha evlâdır. Zira onun talâk yoluyla ayrılma imkânı yok.

tur. Kocanın, elinde talâkla da ayrılma imkânı varken fesih muhayyerliğine sahip olması caiz olunca, böyle bir imkânı olmayan kadın için fesih hakkının bulunması evleviyetle caiz olur. Zevce için, kocasının adi bir zenaat sahibi olduğu ortaya çıkması durumunda fesih muhayyerliği sözkonusu oluyor. Hal­buki bu durum onun ne dinine ne de namusuna bir leke getirmemekte, sade­ce lezzet ve istifadesinin kemaline engel olmaktadır. Öbür taraftan kadın, ko­canın genç, yakışıklı ve sağlam yapılı olmasını şart koşuyor, fakat yaşlı, çir­kin, kör, sağır, dilsiz, siyah biri çıkıyor. Bu durumda kadın nasıl olur da ona mecbur edilir ve nikâhı feshetme hakkına sahip olmaz? Bu son derece im­kânsız ve tam bir tenakuzdur. Kıyastan ve şer'î kaidelerden tamamı ile uzak­tır. Muvaffakiyet Allah'tandır.

Eşlerden biri mercimek büyüklüğündeki bir alacalık yüzünden nikâhı fes­hedebiliyor, fakat iyice yerleşmiş onulmaz uyuzluk, azıcık bir alacalıktan da­ha büyük bir dert olduğu halde, bundan dolayı fesih hakkı tanınmıyor. Bu nasıl oluyor?! Diğer ağır dertler için de durum aynıdır.'

Hz. Peygamber (s.a.), satıcıya sattığı malın kusurunu gizlemesini haram kılıyor, onu bilenin müşteriye söylememesini yasaklıyor. Durum satışta böy­le olunca, nikâhta ayıblar hakkında nasıl olur? Nitekim kendisi (s.a.), Muâ-viye ya da Ebu'l-Cehm'le evlenmesi konusunda görüşüne başvurduğunda Fâ-tıma bt. Kays'a: "Muâviye fakirin biridir. Malı yoktur. Ebu Cehm'e gelince, o, sopasım omuzundan indirmez." buyurmuştur[738]Buradan da anlaşılmak­tadır ki, nikâh işinde eşlerde mevcut ayıpların açıklanması daha önemli ve zaruridir. Bu durumda onu gizlemek, başka türlü göstererek aldatmak gibi haram bir yol, böylesi bir akdin bağlayıcılığına nasıl sebep olabilir? Ayıplı olan eşi, özellikle de kusursuz olması ya da ayıbın bulunmaması gibi şartla­rın ileri sürülmesi durumunda, aşırı bir nefrete rağmen ömrü boyunca diğeri­nin boynuna geçen ve hiç ayrılmayan bir lâle kılmak nasıl insaflı bir hüküm olur? Şu yakînen bilinen bir husustur ki, şer'î maksatlar, genel kaideler ve ahkâm böyle bir neticeyi kabul etmez. Allah en iyi bilendir.

Ebu Muhammed İbn Hazm şu görüşe varmıştır: "Koca ayıplardan uzak olmasını şart koşsa ve kadında herhangi bir ayıp bulunsa, nikâh daha başın­dan bâtıldır ve mün'akit değildir. Koca için muhayyerlik, icazet, nafaka, mi-rasm... hiçbiri yoktur. Çünkü kendisine verilen kadın, evlendiği kadından baş-kasıdır. Zira kusursuz kadın, elbette kusurlu olandan başkasıdır. Adam ku­surlu olanla evlenmediğine göre, aralarında bir kan-kocalık ilişkisi de yok demektir." [739]

 

2— Kadının Kocasına Hizmeti ve İş Bölümü:

 

 İbn Habîb, el-Vâdıha'da şöyle der: Hz. Peygamber (s.a.) hizmet konu­sunda kendisine şikâyette bulunduklarında Hz. Ali (r.a.) ile eşi Fâtıma ara­sında bir hüküm verdi. Buna göre Hz. Fâtıma iç hizmetleri, ev hizmetlerini görecek, Hz. Ali de dış hizmetleri görecekti. İbn Habîb sonra devamla: "îç hizmetleri, hamur yoğurmak, yemek pişirmek, yatak yapmak, ev süpürmek, su çekmek ve bütün ev işleri demektir." der.[740]

Sahihayn'da rivayet edilir. Hz. Fâtıma elindeki, değirmen taşından duy­duğu rahatsızlıktan şikâyet etmiş, (derken Hz. Peygamber'e esirler gelmiş) Hz. Fâtıma bir hizmetçi istemek üzere O'na gitmiş fakat bulamamış; duru­mu Hz. Âişe'ye söylemişti. Hz. Peygamber (s.a.) gelince Hz. Âişe durumu haber verdi. Hz. Ali (r.a.) der ki: Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) yanı­mıza geldi. Biz döşeklerimize yatmıştık. Hemen kalkmaya davrandık. Hz. Pey­gamber (s.a.): "Yerlerinizde kalın!" buyurdu ve geldi aramıza oturdu. Hat­ta karnımın üzerinde ayaklarının soğukluğunu hissettim. Sonra şöyle buyur­dular: "Size istediğinizden daha hayırlısını öğreteyim mi? Döşeklerinize yat­tığınız vakit Allah'a otuz üç defa teşbih edin, otuz üç defa tahmid (hamdet-me), otuz dört defa tekbir getirmelisiniz. Bu sizin için hizmetçiden daha ha­yırlıdır." Hz. Ali (r.a.): "Ondan sonra bunu asla terketmedim." dedi. "Sıf-fın gecesinde de mi?" dediler. O: "Sıffin gecesinde de." dedi.[741]

Sahih rivayette, Esma şöyle anlatır: "Zübeyr'e ev hizmetlerinin tama­mını yapardım. Bir atı vardı. Onun bakımını yapardım. Ona ot toplardım. Umuru bana aitti."[742] Yine Esmâ'nın, Zübeyr'in atının yemini verdiği, su çektiği kovayı tamir ettiği, hamur yoğurduğu, üçte iki fersahlık bir yerden başı üzerinde çekirdek taşıdığı sahih olarak bilinmektedir.[743]

Kadının hizmeti konusunda fakihler ihtilâf etmiştir.

Selef ve haleften bir grup âlim, kadının kocasına karşı ev hizmetlerini yerine getirmesinin vacip olduğu görüşünü benimsemiştir. Bu Sevr: "Kadına her konuda kocasına hizmet etmesi vaciptir." der.

Bir başka grup âlim ise, kadının hiçbir hususta hizmet yükümlülüğü olmadiğini belirtmişlerdir. İmam Mâlik, Şafiî ve Ebu Hanife ile Zahirîler bu görüştedirler. Bunlar şöyle diyorlar: "Çünkü nikâh akdi, sadece zevcenin ka­dınlığından istifadeyi gerektirir; onun istihdamını, sair menfaatlerini ortaya koymasını gerektirmez. Zikri geçen hadisler, gönüllülüğe ve üstün ahlâka de­lâlet eder. Hadislerde vaciplik nerede?" i

Kadın üzerine hizmetin vacib olduğu görüşünde olanlar şöyle delil getir­mişlerdir: Allah'ın hitap ettiği insanlar katında maruf olan, kadının kocasi-na hizmette bulunmasıdır. Kadının keyfine bakması, kocasının ise hizmet et-;mesi, evi süpürmesi, (el değirmeni ile) un öğütmesi, hamur yoğurması, ça-tmaşır yıkaması, yatak yapması, evin sair işlerini görmesi münker olan (ya­dırganan) hususlardandır. Allah Teâlâ ise: "Kadınların haklan, örfe uygun bir şekilde vazifelerine denktir."[744] ve yine: "Erkekler kadınlar üzerine hâ-'kimdirler."[745] buyurur. Kadın erkeğine hizmet etmez de, aksine kansına hiz­mette bulunursa, durum tersine dönüp kadın erkek üzerine hâkim olmaz mı?

Sonra mehir, kadınlığından istifadesi karşılığındadir ve eşlerden her bi­ri, diğerinden ihtiyacım gidermektedir. Allah'ın bunun dışında, kadının na-;faka, giyim—kuşam ve mesken hakkını erkek üzerine yüklemesi, sadece on-;dan istifade etmesi, kadının hizmet etmesi ve âdeten eşler arasındaki yapıl­ması gereken şeyler karşılığında olmaktadır.

Yine mutlak olarak icra edilen akitler, örfe göre yorumlanır. Örf ise, ka-'dımn hizmet etmesi ve ev işlerini görmesi şeklindedir. Hz. Fâtıma ve Esmâ*-nın hizmetleri, gönüllü ve kendilerinden bir iyilik olsun diye yaptıklarını söy­lemeleri doğru değildir. Hz. Fâtıma'nın, hizmet sırasında karşılaştığı güçlük­lerden şikâyetçi olması durumunda Hz. Peygamberin (s.a.) Hz. Ali'ye, "Ona bir hizmet yükümlülüğü yoktur. O sadece sana aittir." dememesi, —ki O hiçbir ;-zaman hüküm verirken taraf tutmazdı— ve yine Esmâ'yı, Zübeyr yanında, 'yem ise tepesi üzerinde bir halde iken gördüğünde, Zübeyr'e: "Kadına hiz­met yoktur. Bu ona bir zulümdür." dememesi, aksine Zübeyr'in onu hizmette kullanmasını tasvip etmesi ve yine diğer ashabının zevcelerini istihdam etme­lerine —bu kadınların içerisinde gönüllü de gönülsüz de olduğunu bildiği .halde— ses çıkarmaması, evet hiç şüphesiz mevcut olan bu durum onların bu iddialarının doğru olmadığını ortaya koymaktadır.

 Soylu-soysuz, zengin-fakir ayrımına gitmek doğru değildir, işte bütün  dünya kadınlarının efendisi Hz. Fâtıma, kocasına hizmet ediyordu. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) hizmet etmekten şikâyetçi olarak gelmiş, fakat Allah Rasûlü

 (s.a.) onun şikâyetini (haklı bularak) gidermemişti. Sahih bir hadiste Hz. Pey­gamber (s.a.) kadınlardan bahsederken, esir mânasına gelen "aniye" kelimesini kullanmış ve: "Kadınlar hakkında Allah'tan sakının: Çünkü onlar, sizin ya­nınızda esirdirler." buyurmuştur. [746] Esirin durumu, eli altında bulunduğu kimseye hizmeti gerektirir. Yine şüphe yoktur ki nikâh (kadın için) bir nevi köleliktir. Nitekim bazı selef âlimleri: "Nikâh köleliktir. Sizden biriniz kızı­nı kimin yanına köle olarak veriyor, iyi baksın!" demişlerdir. İnsaf sahibi birisi için bu iki görüşten hangisinin daha doğru olduğu, hangisinin delil ba­kımından daha güçlü bulunduğu gizli değildir. [747]

 

3— Aralarında Geçimsizlik Bulunan Eşler Hakkında Hükmü:

 

Ebu Davud, Sünen'de Hz. Âişe'den (r.a.) rivayet eder: Habîbe bt.Sehl, Sabit b. Kays b. Şemmâs'ın nikâhındaydı. Onu dövdü ve bir yerlerini kırdı. Sabah olunca kadın Hz. Peygamber'e (s.a.) geîdi. Rasûlullah (s.a.) Sâbit'i çağırttı ve ona: "Malının bir kısmını a! ve kadını bırak." dedi.. Adam: "Bu doğru olur mu ya Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Evet." buyur­du. Sabit: "Ben ona mehir olarak iki bahçe vermiştim. Onlar elinde." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Onları al ve kadım bırak." buyurdu. O da öyle yap-tı.[748]

Araları açılan eşler hakkındaki hükmünü belirtirken Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer kan-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, er­keğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin; bun­lar barıştırmak isterlerse, Allah onların aralarını buldurur. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen ve herşeyden haberdar olandır."[749]

Selef ve halef uleması "İki hakem" konusunda ihtilâf etmişlerdir. Aca­ba bunlar iki hâkim midirler, yoksa iki vekil mi? Bu konuda iki görüş vardır:

1)  "Bunlar vekildirler." Ebu Hanife, bir kavle göre şâfiî, bir rivayette Ahmed bu görüştedirler.

2) "Bunlar hâkimdirler." Medine âlimlerinin, MâhVin, diğer rivayette Ahmed'in, bir diğer kavilde Şafiî'nin görüşü budur. Sahih olan da budur.

"Bunlar vekildirler, hâkim değildirler." diyenlere gerçekten tam anla­mıyla şaşmak lâzım. Yüce Allah onları hakem olarak nasbetmiş, tayinlerini ae karı-kocadan başkasına tevdî etmiştir. Eğer vekil olsalardı, o zaman Al­lah Teâlâ: "Erkek kendi ailesinden bir vekil, kadın da kendi ailesinden bir vekil göndersin." buyururdu. Eğer onlar vekil olsalardı, ille de ailelerinden olması gerekmezdi.

Yine Allah Teâlâ hüküm verme yetkisini onlara vermiş ve: "Eğer bunlar barıştırmak isterlerse, Allah aralarım buldurur." buyurmuştur. Vekillerin ise kendi başlarına hareket imkânları yoktur. Onlar, ancak müvekkilerinin ira­deleri doğrultusunda hareket edebilirler.

Sonra "vekil", ne Kur'ân lügatinde, ne Sâri' dilinde, ne de genel veya öze] örfde "hakem" diye isimlendirilmez.

Yine hakemin, hem hüküm verme yetkisi vardır, hemde verdiği hükmün bağlayıcı olması sözkonusudur. Vekil ise, bunlardan hiçbirine yetkili değildir.

Yine "hakem" kelimesi, "hâkim" kelimesinden daha kuvvetli bir anla­ma sahiptir. Çünkü ism-i fâi! mânasında sıfat-ı müşebbehedir ve sübût bildi­rir. Arap dili ile uğraşanlar arasında bunda bir ihtilâf yoktur. Bu durumda "hâkim" ismi, sadece vekil olan bir kimse için kullanılamazsa, ondan daha mübalağalı olan "hakem" kelimesi nasıl o mânada kullanılabilir? Hem son­ra Allah, hakem tayini konusunda eşlerin dışındaki kimselere hitap etmekte­dir. Eğer tevkil mânasına ise, bu durumda erkek ve kadın hakkında onlar adına başkaları nasıl tevkilde bulunabilir. Bu, âyete şöyle bir takdirde bulun­mayı gerektirir: "Eğer aralarının açılmasından korkarsanız (onJara emredi­niz iki vekil tayin etsinler. Bir vekil erkeğin ailesinden, bir vekil de kadının ailesinden)...'* Âyetin gerek lafzının, gerekse mânasının böylesi bir takdir­den uzak olduğu, buna herhangi bir şekilde delâlet etmediği, üstelik aksine delâlet ettiği malumdur. Allah'a hamdederek söylüyoruz ki; bu, gayet açıktır.

Hz. Osman, Akîl b. Ebî Tâlib ile karısı Fâtima bt. Utbe b. Rebîa arasın­da hakem olmak üzere, Abdullah b. Abbas ile Muâviye'yi göndermişti. On­lara: "Eğer aralarını ayırmayı uygun görürseniz, ayırırsınız." denilmişti.[750]

Hz. Ali'nin de, iki eş arasında tayin edilen hakemlere: "Eğer ayrılmala­rını uygun görürseniz, aralarını ayırırsınız. Birleştirilmelerini uygun bulursa­nız, birleştirirsiniz. Vazifeniz budur." dediği sahih olarak bilinmektedir.[751]

İşte Hz. Osman, Hz. Ali, îbn Abbas ve Muâviye hepsi de hükmün ha­kemlere ait olduğunda müttefiktirler. Sahabeden bunlara bir muhalif olduğu

da bilinmemektedir. İhtilâfın, ancak tabiîn ve ondan sonraki nesillerden çık­tığı bilinmektedir. Allah en iyi bilendir.

"Onlar vekildirler." dediğimizde şöyle bir soru çıkar: Acaba bedelli ya da bedelsiz ayrılık konusunda kocanın tevkilde bulunmasına, bedel (ivaz) verme konusunda zevcenin tevkilde bulunmasına eşler icbar edilebilirler mi edile­mezler mi? İki rivayet vardır:

Eğer "icbar edilirler" dersek ve onlar da vekâlet vermezlerse; hâkim, bunu eşlerin rızasına bakmaksızın hakemlere tevdi eder.

Eğer, "Onlar hakemdirler.*' dersek, eşlerin rızasına ihtiyaç duyulmaz.

Bu ihtilâfa dayalı olarak şu ayrıntı ortaya çıkar: Eşler ya da eşlerden biri gaib olsa, eğer "onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin (meseleye) bakması kesilmez, devam eder. Eğer "onlar hakemdirler" denilirse; gaib üzerine hü­küm olmayacağından bakmaları kesilir.

Her iki görüşe göre de, "Bakma işine devam ederler." de denilmiştir. Çünkü hakemler onların menfaatleri için tasarrufta bulunurlar. Bu halleri ile hakemler iki nazır gibidirler.

Eğer eşler delirirler ve: "Onlar vekildirler" denilirse; hakemlerin bakma işi sona erer. Çünkü müvekkillerin fer'idirler. Eğer; "Onlar hakemdirler." denilirse; meseleye bakma işi kesilmez. Çünkü hâkimin, deli üzerinde velayet hakkı vardır. "Hayır kesilir.** de denilmiştir. Çünkü onlar için nasbedilmiş-lerdir ve bu hali İle sanki vekil gibidirler. Şüphesiz ki onlar hem vekâlet şai­besi bulunan hakemdirler hem de hüküm vermek için nasuedilen vekildirler. Âlimlerden bir kısmı hakemlik tarafının, diğer bir kısmı da vekâlet yönünün ağır bastığı görüşünü tercih etmişlerdir. Üçüncü bir grup ise, her iki duruma da birden itibar etmişlerdir. [752]

 

4— Kadının Bir Bedel Karşılığında Boşanması (Hulû) ve Bu Konudaki Hükümler:

 

Sahih-i BuharVĞz İbn Abbas'tan rivayet edilir: Sabit b. Kays b. Şem-mâs'ın hanımı Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Sabit b. Kays'in ne ahlâkını, ne de dinini ayıplamıyorum. Fakat, İslâm'da (istemediğim için onunla beraberliğim durumunda) küfre sebep olacak bir davranışta bulun­mamdan da korkuyorum." dedi. Rasûluîlah (s.a.) ona: "Bahçesini geri verir misin?" buyurdu. Kadın: "Evet.** dedi. Hz. Peygamber (s.a.) (kocasına): "Bahçeyi kabul et ve onu bir talâkla boşa!" buyurdu.[753]

Sünen-i NesâPûe Rubeyyi' bt. Muavviz anlatır: Sabit b. Kays b. Şem-mâs karısını dövmüş ve kolunu kırmıştı. Karısı Cemile bt. Abdullah b. Übeyy idi. Kardeşi Hz. Paygember'e (s.a.) geldi ve şikâyetçi oldu. Hz. Peygamber (s.a.) Sâbit'i çağırttı ve ona: "Onun sendeki hakkını al ve yolunu bırak." bu­yurdu. Sabit: "Evet." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) kadına, bir hayız müddeti (iddet) beklemesini ve ailesinin yanına dönmesini emretti.[754]

Sünen-i EbîDavud'da İbn Abbas rivayet eder: "Sabit b. Kays b. Şem-mâs'm karısı kocasından hulû yolu ile ayrıldı. Hz. Peygamber (s.a.) kendisi­ne, bir hayız müddeti iddet beklemesini emretti."[755]

Dârakutnî'de bu olay şöyle anlatılır: Hz. Peygamber (s.a.) kadına: "Sa­na (mehir olarak) verdiği bahçeyi geri verir misin?" diye sordu. Kadın: "Evet, hem de ziyadesiyle." dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ziyadeye ge­lince; hayır! Fakat bahçesini (verirsin)." buyurdu. Kadın da: "Olur." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) malını aldı ve kadına yol verdi. Bu durum Sâbit'e ula­şınca; "Hz. Peygamber'in (s.a.) hükmünü kabul ettim." dedi.[756] Dârakut-nî, isnadının sahih olduğunu söyler.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hükmü çeşitli unsurları içeriyor:

1— Hulû caizdir. Nitekim Kur'an da buna delâlet etmektedir. Allah Te-âlâ: "Ey mü'minler! Siz de kan ile kocanın, Allah'ın sınırlarını hakkıyla mu­hafaza etmelerinden şüpheye düşerseniz, kadının erkeğe fidye vermesinde, her iki taraf için de günah yoktur."[757]' buyurur.

Nass ve icmâa muhalefet eden şâz bir grup, hulûun meşruluğunu kabul etmemişlerdir.

Âyette hulûun, mutlak surette —gerek sultanın izni ile olsun, gerek izni olmadan— meşru olduğuna delil vardır. Bir grup izinsiz hulûu meşru görme­mişlerdir. Dört imam ve çoğunluk ulema onlara muhaliftirler.

Ayette, hulû yoluyla ayılığın meydana geleceğine delil vardır. Zira Yüce Allah, âyette "fidye" tabirini kullanmıştır. Eğer hulû neticesinde, bazı âlim­lerin de dediği gibi, ric'at mümkün olsaydı o zaman kadının mal vererek kendi nefsini      kocanın      elinden      kurtarması      mümkün      olmazdı.âyetinde (umumi lafızlardan olannın kullanılması) hulû bedelinin az ya da çok olabileceğine delâlet eder. Koca, mehir olarak verdiğinden daha fazlasını hulû bedeli olarak alabilir.

Abdürrezzâk, Ma'mer —Abdullah b. Muhammed b. Akîl— Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afra senedi ile nakleder: Rubeyyi', sahip olduğu herşey kar­şılığında kocasından hulû yoluyla ayrılmıştı. Bu konuda, Hz. Osman'ın (r.a.) huzurunda mahkemelik oldular. Hz. Osman (r.a.), bu ayrılığı onayladı ve kocasına, saçmdaki tokası ve daha değersiz şeylere kadar nesi var nesi yok hepsini almasını emretti.[758] Yine Abdürrezzâk, İbn Cüreyc —Musa b. Ukbe— Nâfi' senediyle nakleder: "İbn Ömer'e karısının azadh cariyelerin­den biri geîdi. Nesi var nesi yok herşeyi, hatta elbisesi, hatta donu (tumanı) karşılığında hulû yapmıştı."[759]

Kocasına itaatsizlik eden bir kadının durumu Hz. Ömer'e şikâyet edil­mişti. Hz. Ömer kocasına: "Küpesi karşılığında da olsa onu hulû yolu ile bı­rak." dedi. Bu haber, Hammâd b. Seleme —Eyyûb—Kesîr b. Ebî Kesîr se­nediyle rivayet edümiştir.[760]

Yine Abdürrezzâk, Ma'mer —Leys— Hakem b. Uteybe senediyle Hz. Ali'den (r.a.): "Verdiğinden daha fazlasını alamaz." sözünü rivayet der.[761]

Tâvûs: "Kadına verdiğinden daha fazlasını alması helâl olmaz." demiş-tir.[762] Ata ise: "Eğer verdiği mehirden daha fazla almışsa, fazla kısmı iade etmesi gerekir." der. Zührî: "Ona verdiğinden daha çok alması helâl olmaz", Meymûn b. Mihrân: "Eğer verdiğinden daha çok alırsa, 'güzellikle salıvermiş' sayılmaz."; Evzaî: "Kadılar, mehir olarak verdiğinden başka bir şey alması­nı onaylamıyorlardı." demişlerdir.[763]                                     ,

Fazla alabilmeyi caiz görenler Kur'an-'in zahirine ve ashabtan gelen ha­berlere dayanmaktadırlar. Caiz görmeyenler ise, Ebu'z-Zübeyr hadisini delil olarak kullanmaktadırlar. Hadis şöyle: Sabit b. Kays b. Şemmâs karısı ile hulû yapmak istediğinde Hz. Peygamber (s.a.J (karısına): "Bahçesini geri ia­de eder misin?" diye sormuş, o da: "Evet, hem de ziyadesi ile!" demişti. Hz. Peygamber (s.a.): "Ziyadeye gelince; hayır!" buyurmuştu.[764] Darakutnî:

"Bunu Ebu'z-Zübeyr, birçoklarından işitmiştir. İsnadı sahihtir." der.

Konuyla ilgili olarak sahabeden geien haberler ise muhteliftir. Kimisin­den fazla almanın haramlığı rivayet edilmiş, kimisinden de mübahlığı nakle­dilmiştir. Kimisinin de mekruh bulduğu belirtilmiştir. Nitekim Vekî, Ebu Hanife—Ammar b. İmran el-Hemedânî— babası senediyle Hz. Ali'nin, me-hir olarak verdiğinden fazlasını almayı mekruh bulduğunu rivayet etmiştir. İmam Ahmed, bu görüşü esas almış ve mekruhluğunu açıklamıştır. Onun ar­kadaşlarından Ebu Bekir ise ziyadeyi haram bulmuş ve: "Kadına geri iade edilir." demiştir.

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den, o da Atâ'dan nakleder: Bir kadın Rasû-Iullah'a gelmiş ve: "Ya Rasûlallah! Ben, kocamdan nefret ediyor ve ondan ayrılmak istiyorum." demişti. Hz. Peygamber (s.a.): "Sana mehir olarak ver­diği bahçesini geri iade edecek misin?" diye sorunca, kadın: "Evet, hem de malımdan fazla bir miktar daha!" demişti. Allah Rasûlü (s.a.) ona; "Malın­dan fazla bir miktara hayır. Ancak bahçeyi (verirsin)." buyurmuş, kadın da: "Olur." demişti. Bunun üzerine Peygamber (s.a.) koca hakkında bu şe­kilde hükmetmişti.[765]

Bu hadis her ne kadar mürsel ise de, Ebu'z-Zübeyr hadisi onu destekle­mektedir. Hadisi İbn Cüreyc ikisinden rivayet etmiştir. [766]

 

5- Hulû'dan Dönüş ve Huiû'da İddet Bekleme Süresi:

 

Yüce Allah'ın hulû için "fidye" tabirini kullanmasında, hulûun bir nevi bedelli akitlerden sayıldığına delil vardır. Bu itibarla her iki tarafın da rızası aranır. Acaba hulûdan karşılıklı rıza ile vazgeçerek (ikâle), koca karısından aldığını iade etse ve henüz iddet içerisinde iken ona rücû etse, bunu yapabi­lirler mi? Dört imam ve daha başkaları bunu mümkün görmemişler ve: "Ka­dın bizzat hulû ile ayrılmış olur (iddetle değil)." demişlerdir. Abdürrezzâk, Ma'mer—Katâde—Saîd b. el-Müseyyeb senediyle ondan şunu nakleder: "Hulû yapan erkek karısına rücû etmek isterse, ondan hulû bedeli olarak aldığı şeyi kendisine iddet içerisinde iade etsin ve ric'atine şahit tutsun." Ma'mer: "Zührî de (İbnü'I-Müseyyeb'in dediği gibi) böyle söylerdi." demiştir.[767] Katâde di­yor ki: "Hasan 'ona, ancak yeni bir aday gibi talip olabilir.' derdi."[768]

Saîd b. el-Müseyyeb ile Zührî'nin sözlerinde, fıkhı bir incelik, güzel bir yaklaşım vardır ve fıkıh kaide ve usûlüne vurulduğunda kabul görür, yadır­ganacak bir taraf da yoktur. Ne var ki öteden beri gelen uygulama onun hilâ-fmadır. Onların görüşü uygundur. Çünkü kadın îddet içerisinde olduğu sü­rece, kocanın hapsi altındadır, demektir ve bir grup ulemaya göre bu süre içerisinde verdiği şarta bağlı olmayan sarih talâkı (müneccez sarih talâk) ye­rini bulur. Dolayısı ile karşılıklı rıza ile huîûu bozarlar ve daha önceki halle­rine dönerlerse; şer'î kaideler buna engel olmaz. Ama bu, iddet sonrasında olursa iş değişir. Çünkü o takdirde kadın, tamamen yabancı biri haline gel­miştir. Dolayısıyla koca, artık taliplerden bir tanesidir. Hulû yaptığı kadınla iddeti içerisinde kendisinin evlenme hakkı olmasına karşı başkalarının olma­ması da buna delildir.

Hz. Peygamber'in (s.a.) hulû yapan kadına, bir hayız görünceye kadar îddet beklemesini emretmesinde iki hükme delâlet bulunmaktadır:

1— Hulû yapan kadın, üç hayız müddeti beklemesi gerekmez. Bir hayız görmesi yeterlidir. Bu, sünnetin sarih ifadesi olduğu gibi, mü'minlerin emîri Hz. Osman (r.a.), Abdullah b. Ömer b. el-Hattâb, Rübeyyi' bt. Muavviz ve ileri gelen sahabelerden birisi olan amcasının da görüşleridir. Ashabtan bun­lara muhalif birisinin olduğu da bilinmemektedir. Nitekim Leys b. Sa'd, İbn Ömer'in âzadlısı Nâfi'den nakleder: Nâfi', Rubeyyi' bt. Muavviz b. Afrâ'ı, Abdullah b. Ömer'e başından geçenleri anlatırken işitmiştir. Buna göre Rü­beyyi', Hz. Osman (r.a.) zamanında kocası ile hulû yapmıştır. Rubeyyi'in am­cası, Hz. Osman'a gelmiş ve ona: "Muavviz'in kızı bugün kocası ile hulû yaptı. (Baba evine) intikal edebilir mi?" diye sordu. Osman (r.a.) ona: "İntikal et­sin. Aralarında miras durumu yoktur. İddet de gerekmez. Şu kadar var ki, hamile olup olmadığı endişesi ile bir hayız görünceye kadar başkası ile evle-nemez." dedi. Abdullah b. ömer: "Osman (r.a.), bizim en hayırlımız ve en bilginimizdir." dedi.[769]

İshak.i). Râhûyeh, bir rivayette Ahmed de bu görüşe kail olmuşlardır. Şeyhülislâm İbn Teymiyye'nin tercihi de budur.

Bu görüş taraftarları onun, şer'î kaidelerin bir gereği olduğunu söylü­yorlar. Çünkü iddet; ric'at zamanı uzun olsun ve böylece koca iyice düşünsün ve iddet içerisinde rücû imkânı olsun diye üç hayız süresi kılınmıştır. Eğer kadına rücû etme durumu yoksa ve maksat sadece hamilelikten emin olun­ması ise, bunun için istibrada olduğu gibi tek bir hayız görmesi yeterlidir. Bunlar şunu da ilâve ediyorlar: Bizim bu izahımız üç talâk ile boşanan kadının da üç hayız boyunca iddet bekleme zorunda olması hükmü ile nakzedilmiş olmaz. Zira talâk bahsinde, ister bâin olsun ister ric'î, ayırım yapılmamış ve iddet hükmü hep aynı tutulmuştur.

Bunlar devamla şöyle diyorlar: Bu, hulûun talâk değil, fesih olduğuna delildir. Hulûun fesih oluşu, İbn Abbas, Osman, İbn Ömer, Rubeyyi' ve amcası gibi sahabîlerin görüşüdür. Hiçbir sahabîden hulûun talâk kabul edildiği asla varid değildir. îmam Ahmed, Yahya b. Saîd—Süfyân—Amr—Tâvûs se­nedi ile İbn Abbas'ın: "Hulû tefriktir (fesihtir), talâk değildir." dediğini ri­vayet etmiştir.[770]

Abdürrezzâk, Süfyân—Amr—Tâvûs senediyle rivayet eder: İbrahim b. Sa'd b. Ebî Vakkâs, İbn Abbas'a: "Bir adam karısını iki talâkla boşasa, sonra kadın ondan hulû yolu ile ayrılsa, onu nikahlayabilir mi?" diye sordu. İbn Abbas: "Evet, Allah talâkı âyetin başı ile sonunda, hulûu da bu ikisi arasın­da zikretmiştir." dedi.[771]

Soru: "Zikrettiğiniz sahabîlere muhalif yoktur." diye nasıl söyleyebili-yorsunuz? Halbuki Hammâd b. Seleme, Hişâm b. Urve—babası—Cümhân yoluyla şunu rivayet etmektedir: Eslemlilerden Ümmü Bekre, Abdullah b. Useyd'in nikâhı altında idi. Ondan hulû yoluyla ayrıldı. Abdullah pişman oldu. Hz. Osman'a mahkemelik oldular. Hz. Osman buna icazet verdi ve: "O bir (talâk)tır. Ancak sen (hulû sırasında) bir şey söylemişsen, (iki talâk, üç talâk gibi) o zaman söylediğin şey olur." dedi.[772]

İbn Ebî Şeybe de, Ali b. Hâşim—İbn Ebî Leylâ—Talha b. Musarrif— İbrahim en-Nehaî—Alkame senediyle İbn Mes'ûd'dan: "Bâin talâk sadece fidye (hulû) ve îlâda olur." dediğini rivayet eder. Ali b. Ebî Tâlib'den (r.a.) de rivayet edilir. Bunlar, kadri yüce sahabîlerden üç tanesidir. (Bu durumda "muhalif yoktur." sözünün bir mânası kalmaz.)

Cevap: Bu üç sahabîden böyle bîr görüş sahih olarak varid değildir. Hz. Osman'la ilgili haberi îmam Ahmed ve Beyhakî ve daha başkaları tenkit et­mişlerdir. Üstadımız, (îbn Teymiye) şöyle der: "Bu, Hz. Osman'dan nasıl sahih olarak varid olabilir? O hulu konusunda iddetin gerekmediği görüşün­dedir. Sadece bir hayız görmesi ile istibrâda bulunmasından yanadır. Eğer Hz. Osman, hulûun talâk olduğu görüşünde olsaydı, o zaman iddeti de vacip kılardı. Bu hikâyeyi Hz. Osman'dan (r.a.) rivayet eden Cümhân hakkında, Eslemliler'in âzadlısı olduğundan başka hiçbir bilgimiz yoktur."

Ali b. Ebî Tâlib'den gelen habere gelince, bu konuda İbn Hazm şöyle der: "Bunu Hz. Ali'den (r.a.) sahih olmayan bir yolla rivayet ettik." Riva­yetler içerisinde en ceyyid olanı, îbn Ebî Leylâ'nın hafızasının iyi olmaması­na rağmen naklettiği İbn Mes'ûd'un haberidir. Sonra bu haber —eğer mah­fuz ise— nihayet, hulûda verilen talâkın bâin olarak vuku bulduğuna delâlet eder, yoksa hulûun bâin talâk olduğuna delâlet etmez. İkisi arasında ise açık fark vardır. Hulûun talâk olmadığına şu husus delâlet etmektedir: Zifafdan sonra vukûbulan ve üç sayısına ulaşmayan talâk üzerine Yüce Allah üç hü­küm bina etmiştir ki, üçü de hulûda sözkonusu değildir: Birincisi, talâkta koca rücû hakkına sahiptir. İkincisi, verilen her talâk üç haktan düşülür. Talâk hakkı tam kullanıldıktan sonra şer'î tahlil (hülle) olmadıkça artık kadın ken­disine helâl olmaz. Üçüncüsü de; talâkta iddet üç hayız (ya da tuhur)dur. Bun­ların hiçbirisi hulûda yoktur. Nass ve icmâ ile sabit olmuştur ki hulûda rücû hakkı yoktur. Sünnet ve sahabe kavilleri ile sabit olmuştur ki, hulûda iddet sadece tek bir hayızdır. Nassla iki talâktan sonra hulûun vukuu ve ondan sonra da üçüncü talâkın verilebilmesi sabittir. Bu, hulûun talâk olmadığı hususun­da gerçekten çok açıktır. Zira Allah Teâlâ: "Boşama iki defadır. Ya iyilikle tutmak (geri almak), ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir. Ka­dınlara verdiklerinizden (boşanma esnasında) bir şey geri almanız size helâl değildir. Şayet erkek ve kadın, Allah'ın sınırlarında duramayacaklarından (ev­lilik haklarım tam tatbik edememekten) korkarlarsa başka. Ey Mü'minler! Siz de karı ile kocanın, Allah'ın sınırlarını, hakkıyla muhafaza etmelerinden kuşkuya düşerseniz o zaman kadının, (ayrılmak—hulü— için erkeğe) fidye vermesinde her iki taraf için de bir günah yoktur."[773] buyurmaktadır. Bu âyet, iki talâkla boşanmış kadına has değilse, hem onu hem de başkalarını içine alır. Zamirin zikri geçmeyene râci olması ve zikri geçeni ise içine alma­ması caiz olmaz. Aksine ya zikri geçene has olacaktır, ya da hem onu hem de onun dışındakiler! de içine alacaktır. Allah sonra şöyle buyuruyor: "Eğer erkek, kadını üçüncü defa boşarsa, artık bundan sonra kadın, başka birisiyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz."[774] Bu âyet, hulûdan (fidye) ve iki talâktan sonra boşanan kadını kesinlikle içine alır. Çünkü zikri geçen onlardır.   Dolayısıyla,   lafzın  kapsamı  içine  girmesi  zaruridir.   Nitekim "Tercümânü'l-Kur'ân" diye anılan ve Hz. Peygamberin, "Allah'ım! Ona Kur'an'ın tevilini öğret." şeklindeki müstecab duasına mazhar olan (İbn Ab­bas) da âyeti böyle anlamıştır.

Fidye (hulû) ahkâmı, talâk ahkâmından farklı olunca, bu durum, onun talâk cinsinden olmadığını gösterir. Nassın, kıyasın ve sahabî kavillerinin ge­reği budur. Sonra akitlerin hakikat ve maksatlarına itibar edip lafızlara takı­lıp kalmayan kimseler hulûu, hangi lafızla olursa olsun hatta "talâk" lafzı ile de olsa fesih kabul ederler. Bu, Hanbelî âlimlerinin, imamlarına nisbet ettikleri iki görüşten biridir. Üstadımızın (îbn Teymiye) tercihi de budur. O şöyle der: "Bu îmam Ahmed'in, îbn Abbas ve arkadaşlarının sözlerinden za­hiren anlaşılandır." îbn Cüreyc şöyle der: "Amr b. Dînâr bana haber verdi: İbn Abbas'm âzadlısı İkrime'yi işittim: Malın onayladığı şey (ayrılık) talâk değildir, diyordu." Abdullah b. Ahmed: "Babamın İbn Abbas'ın görüşünü benimsiyor olduğunu gördüm." demiştir. Amr, Tâvûs'tan İbn Abbas'ın; "Hu­lû tefriktir, talâk değildir." dediğini nakleder. îbn Cüreyc, İbn Tâvûs'tan: "Babam (Tâvûs), fidyenin (hulû) talâk olmadığı görüşünde idi ve kocayı mu­hayyer bırakırdı." dediğini nakleder.

Akitlerde lafızlara itibar edenler ve onlara takılıp kalanlar ise, talâk laf­zı ile olan hulûu talâk saymışlardır. Halbuki fıkhî kaideler ve asıllar, akitler­de muteber olanın, hakikat ve mânaları olduğuna, şekil ve lafızlara itibar edil­mediğine şehadet eder. Tevfik ancak Allah'tandır.

Buna delâlet eden hususlardan biride şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Sabit b. Kays'a, kansını hulû yolu ile bir talâk boşamasını emretmiştir. Buna rağ­men kadına, bir hayız görene kadar iddet beklemesini emretmiştir. Bu du­rum, hulûun fesih olduğunda gayet açıktır. İsterse "talâk" lafzı ile olsun, durum değişmez.

Yine Yüce Allah, hulû üzerine, fidye olması sebebiyle fidye ahkâmını bağlamıştır. Malumdur ki fidye, ille belli bir lafızla olmaz. Allah Teâlâ fidye için belli bir lafız belirlememiştir. Fidye talâkı, kayıtlı bir talâktır. Dolayısıy­la mutlak olan talâk ahkâmı kapsamına girmez. Nitekim sabit sünnetle hulû (fidye), ric'atın sübûtu ve üç hayız müddeti bekleme konularında talâk ahkâ­mı içerisine girmemektedir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [775]

A) BOŞAMA EHLİYETİ

 

1— Gayr-I Ciddi Boşama Konusundaki Hükmü:

 

Sünen'dc, Ebu Hureyre hadisi şöyledir: "Üç şey vardır ki, ciddisi de cid­didir, şakası da ciddidir: Nikâh, talâk, ric'at (ric'î talâkta dönüş)."[776]

Yine Sünen'de yer verilen İbn Abbas hadisi ise: "Yüce Allah ümmetim­den hata, unutma ve tehdid altında yapılan şeyleri kaldırmıştır." şek­lindedir[777]

Yine Sünen'det Hz, Peygamber (s.a.): "îğlâk (yani zorlama) halinde ne talâk ne de âzad yoktur." buyurmuştur.[778]

Zina ikrarında bulunan birisine: "Sende delilik falan var mı?" buyur­duğunu sahih olarak bilmekteyiz[779]

Yine aynı kişinin, (sarhoş mu değil mi diye) ağzını koklamalarım emret­tiği de sabittir.[780]

Buharı, Sahihimde zikreder: Hz. Ali, Hz. Ömer'e şöyle demiştir: "Ka­lemin üç kişi üzerinden kalktığını bilmiyor musun? İfakat (sağlık) buluncaya kadar deliden, bulûğ çağına erinceye kadar sabiden, uyanmcaya kadar uyu­yandan. "[781]

Yine Sahih'te Hz. Peygamber (s.a.): "Allah şüphesiz ki, ümmetimden, içinden geçirdikleri şeyleri, konuşmadıkça veya fiile dökmedikçe affetmiştir." buyurur[782]

Bu hadisler, dil ile ifade edilmeyen talâk, âzâd, yemin veya adak (nezir) ve benzerinin vaki olmayacağını, niyet ve kasıtla bağlayıcılık arzetmeyeceği-ni ortaya koyar.

Çoğunluk ulemanın görüşü böyledir.                          

Konu ile ilgili iki görüş daha vardır:                           

Birincisi: Tevakkuf etmek, kesin bir şey söylememek: Abdürrezzâk, Ma'-mer'den nakleder: İbn Sîrîn'e, kendi içinden karışım boşayan kimsenin du­rumu hakkında soruldu. İbn Şîrîn "Allah senin içinde olan şeyi bilmez mi?" diye sordu. "Bilir!" diye cevaplayınca: "Öyleyse o konuda bir şey diyemem." dedi.

İkincisi: Kesin olarak kasdetmişse vuku bulacağı şeklindedir. Bu, Eşheb'in imam Mâlikken rivayetidir. Zührî'den de nakledilmiştir. Bunların delilleri: "Ameller, ancak niyetlere göredir." hadisi, içinden inkâr eden kimsenin kâ­fir olması ve "Gönlünüzde olanları açığa vursamz da gizleseniz de, Allah onun-la sizi sorguya çeker."[783] âyetidir. Ayrıca, günah üzerinde ısrarlı olan kim­se, onu yapmasa da fâsıktır ve sorumlu tutulur. Sevap ve ceza konularında kalbî fiiller, organlarla yapılan fiiller gibidir. Bu yüzdendir ki Aliah yolunda sevgi, gazap; dostluk ve düşmanlık, tevekkül, rıza, taat üzerine azim gösterme gibi konularda sevap vardır. Kibir, hased, kendini beğenme (imanı konu­larda) şüphe, riya, suçsuz kimseler hakkında sûizanda bulunma gibi husus­larda da azap vardır. Bütün bunlar da birer delildir.

Bu sayılan şeylerde, telaffuz edilmeksizin, sadece niyetten geçirilen ta­lâk ve azadın vuku bulacağına dair bir delil yoktur. Şöyle ki: Herşeyden önce "Ameller, ancak niyetlere göredir." hadisi, kendisi aleyhlerine delildir. Zira hadis, muteber olanın yalnız başına niyetin değil, niyetle birlikte amel oldu­ğunu bildirmektedir. Kalbi ile inkâr eden veya şüphe içerisinde olana gelince, o kâfirdir. Çünkü "ikrarla birlikte kalbin bağlanması, inanması" demek olan iman zail olmuştur. Kesin iman yok olunca, yerini küfür alır. Çünkü iman, kalb ile kâim ve onda varlığı olan biı durumdur. Kalb ile kâim olmadığı an­da zıddı olan küfür yerini alır. Tıpkı ilim ile cehalet gibi. İlim yoksa onun yerini cehalet alır. Diğer zıtlar da böyledir. Birisi yok oldu mu, onun zıddı hemen yerini alır.

Âyete gelince, onda kulun gizlediği şeyden dolayı hesaba çekileceği be­lirtilmektedir. Bundan şer'an, onun ahkâmı ile ilzam edileceği manası çıkmaz.

Âyette sadece kulun gizlediği, açıkladığı her şeyden hesaba çekileceği; sonra da affedileceği ya da cezalandırılacağı vardır. Bu nerede, niyetle talâ­kın vuku bulması nerede?!

Günah üzerinde ısrarlı olanın fâsık olacağı ve muahaze edileceği konu­suna gelince, bu, sadece günahı fiilen işleyen, sonra da onda ısrar eden kimse hakkında sözkonusudur. Burada, tekrar işlenilmesine azmedilen gerçekleşti­rilmiş bir amel vardır. Günahta ısrarlıhk bu demektir. Ama bir günaha az­metmiş, fakat onu işlememiş kimse farklıdır. Onun durumu şu iki şey arasın­dadır: Bu azmi ya aleyhine yazılmayacaktır, ya da eğer Allah rızası için fiili­yata dökmeden vazgeçti ise, lehine bir hasene (iyilik) yazılacaktır.

Kalbî fiillerden dolayı sevap ve azap ise doğrudur. Kur'an ve sünnet bu tür şeylerle doludur. Ancak dil ile söylemeden sadece niyetle talâk ya da aza­dın vukuu, sevap ve azab (ıkâb) ile ilgisi olmayan bir şeydir. İkisi arasında bir "lazımhk-melzumluk" ilişkisi yoktur. Zira kalbî fiillerden olup da azaba sebep olan şeyler, kalben işlenen masiyetler, günahlardır. Bedenen işlenen gü­nahlar nasıl cezayı gerektiriyorsa, bunlar da azaba müstahak kılarlar. Zira kalbî günahlar kalbin kulluğu ile bağdaşmaz. Çünkü kibir, kendini beğen­me, riya, suizan, bütün bunlar kalb için haram olan şeylerdir. Sonra bunlar kişinin elinde olan şeylerdir, kaçınmak mümkündür. Dolayısıyla yapıldığın­da azaba müstahak olunur. Bunlar kalb ile kâim olan manaların isimleridirler.

"Azad" ve "talâk" ise, dil ya da onun yerini tutan işaret veya yazı ile kâim iki tasarrufun isimleridirler. Dil ile ifadeden ârî, kalbte bulunan iki mâ­nanın isimlen değildirler. Dolayısıyla aralarında fark vardır.

Hadisler, mükellefin gayr-ı ciddi olarak (hezl, lâf olsun diye) o :aya koy­duğu talâk, nikâh ve talâktan rücû tasarruflarının kendisini bağlayacağını da gösterir. Bu uykuda olan, unutan, aklı başında olmayan ve zorlama altında olan bir insanın sözlerine itibar edilmese de, gayr-ı ciddi olanın sözlerinin dil-kate alınacağını gösterir. Aralarında şu fark vardır: Gayr-ı ciddi olan sözü kasıtlı söylemekte, fakat hükmünü murad etmemektedir. Bu ise onun yetki­sinde değildir. Mükellefe düşen sadece sebepleri ortaya koymaktır. Sebepler üzerine müsebbeblerin ve hükümlerinin tertibi ise Şârî'e ait bir yetkidir. O neticeyi mükellefin kasdedip etmediğine bakılmaz. Önemli olan onun, aklı başında ve sorumluluğu mevcut olduğu bir anda, kendi ihtiyarı ile sebebi or­taya koymasıdır. Sebebi ortaya koyduğu anda, Sâri', hükmünü onun üzeri­ne tertip eder, ister ciddi olsun, ister gayr-ı ciddi. Uykuda olanın, cinnet geçi­renin, delinin, sarhoşun ve aklı başında olmayanın durumları ise böyle değil-d;r. Çünkü bunların doğru bir kasıtları yoktur ve mükellef de değillerdir. Do­layısıyla, bunların sözleri, mânasını ve ne söylediğini bilmeyen çocuğun söz­leri mertebesinde boş sözlerdir.

Meselenin esası, sözün ne mânaya geldiğini bilerek söyleyen ve fakat hük­münü murad etmeyen kimse ile, sözü kasıtlı söylemeyen ve ne mânaya geldi-ğini de bilmeyen kimse arasındaki farkta yatmaktadır. Şâri'in dikkate alıp almaması açısından şu dört durum sözkonusudur:

1—  Hükmü kasdetmesi, fakat söze dökmemesi.

2—  Ne lafzı, ne de hükmünü kasdetmemesi.

3—  Lafzı kasdedip, hükmünü kasdetmemesi.

4—  Hem lafzı, hem de hükmünü kasdetmesi.

Bunlardan ilk ikisi dikkate alınmaz. Son ikisi ise muteberdir. Şâri'in bü­tün nass ve hükümlerinden çıkarılan netice budur. [784]

 

 

2— Zorlanan ve Tehdid Edilen Kimsenin Boşaması:

 

Zorlama (tehdid) altında kalan bir kimsenin bütün sözleri boştur, dik­kate alınmaz. Bizzat Kur'an, küfrü gerektirecek söz söylemeye zorlanan kim­selerin kâfir olmayacaklarını, İslâm'a zorlanan kimsenin de müslüman olma­yacağını onaya koymuştur. Sünnet, Allah Teâlâ'nın zorlama altında olan kim­seyi cezalandırmayacağını, tehdit altında yaptıklarından onu sorguya çekme-ı yeceğini bildirmiştir. Tabiî ki bundan sözlü tasarrufları kasdedilmektedir. Fiilî tasarruflarında ise tafsilat vardır: Eğer zorlama ile mubah olan cinsten ise —Ramazan gündüzünde yemek, namazda başka bir şey yapmak, ihramda dikişli elbise giymek vb. gibi—, bu takdirde bir şey gerekmez. Zorlama ile mubah olmayan şeyler hakkında ise sorumlu tutulur. Meselâ masum bir in­sanı öldürmek, malını itlaf etmek gibi. Şarap içmek, zina etmek, hırsızlık yap­mak gibi konularda ise ihtilâf edilmiştir: Acaba bunlara had cezası uygulanır mı, uygulanmaz mı? Bu ihtilâf, bu tür davranışların zorlama ile mubah olup olmayacağı şeklindeki görüş ayrılığından kaynaklanmaktadır. Bunları zorla­ma ile mubah görmeyenler, ceza uyguluyorlar, zorlama ile mubah olacağı ka­naatinde olanlar ise, had tatbikine gitmiyorlar. Bu konuda (Hanbelî) âlimle­rinin iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.

Zorlama (ikrah) altında yapılan sözlü tasarruflarla fiilî tasarruflar ara­sındaki fark şudur: Fiiller ortaya konduğunda onun zararını ortadan kaldır­mak mümkün değildir, zararı kendisi ile birliktedir. Sözlü tasarruflar ise böyle değildir, çünkü onların ilgası ve uykuda olan ya da delinin sözleri imiş gibi telakkisi mümkündür. Zorlama ile mubah olmayan fiillerin zararı kendili­ğinden sabittir. Sözlü tasarrufların içerdiği zarar ise, ancak o sözü söyleyen kimsenin, ne söylediğini bilmesi ve kendi ihtiyarı ile söylemiş olması duru­munda sabit olur.

Nitekim Vekî', İbn Ebî Leylâ—Hakem b. Uteybe—Hayseme b. Abdur-rahman senediyle şu olayı anlatır: Bir kadın kocasına: "Bana bir isim tak." der. Kocası da ona "Dişi geyik" adım verir. Kadın: "(Olmadı, iyi) bir şey demedin." der. Kocası: "Peki ne söyleyeyim, sen söyle!" der. Kadın, (boşa­ma esnasında kullanılan lafızlardan olup aynı zamanda da bağından boşan­mış deve mânasına gelen) "haliyye talik de" der. Kocası da ona: "Sen haliy-ye taliksin." der. Bunun üzerine kadın doğru Hz. Ömer'e gelir ve: "Kocam beni boşadı." der. Arkasından kocası da gelir ve olanları anlatır. Hz. Ömer, kadının kafasına vurur ve kocasına: "Elinden tut (ve doğru evine götür), ka­fasına da vur!" der.

İşte mü'minlerin emîri Hz. Ömer, söz talâk sözü olduğu halde kocanın ondan talâk kasdetmediğini, talâk dışında ad koyma gibi bir şey kasdettiğini görünce, talâkın vuku bulmadığına hükmetmiştir. Bunun benzerleri vardır: Meselâ bir adam köle ya da cariyesine "Sen hürsün" dese ve bununla onu fâcir (zinakâr) olmadığını kasdetse, azad gerçekleşmez. Yine bir adam karı­sına, kinaye talâk lafızlarından olan ve saç tarama veya salma mânasına ge­len tesrîh kelimesi ile veya dese ve bununla talâkı değil de "sen taranmışsın" veya "seni taradım" demeyi kasdetse karısını bo-şamış olmaz. Bu Allah ile kendisi arasında böyledir. Bunun böyle olduğuna karine bulunur veya taraflar öyle olduğunda birbirlerini tasdik ederlerse, bu gibi durumlarda talâk ve azad mahkemede de vuku bulmaz.

Soru: Bu hangi kısımdandır? Zira siz, Şâri'in itibara alıp almaması açı­sından dört durum sözkonusudur diyorsunuz. Malumdur ki, bu ne zorlama altında olan (mükreh) kimsedir, ne aklı başından giden; ne gayr-ı ciddidir, ne de lafzın hükmünü kasdetmektedir. Buna ne dersiniz?

Cevap: Bu, lafzı söyleyen ve onun iki mânasından birisini kasdeden bir kimsedir. Dolayısıyla, o iafzı söylemesi durumunda murad ettiği mânası —öbürü değil— kendisini bağlar. Eğer lafızdan, kişinin murad mânayı anla­mak mümkünse, murad etmediği öbür mânası ile İlzam edilemez. Nitekim Hz. Peygamber, (s.a.) karısını "elbette" kaydı ile boşayan Rükâne'ye yemin verdirmiş ve bununla ne kasdettiğinî sormuş, o da bir talâk demiş, Hz. Pey­gamber (s.a.), yemin et demiş o da yemin etmiş, bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): **O murad ettiğin gibidir." buyurmuş[785] ve muhtemel lafızdaki niyeti­ni esas almış, kabu! etmiştir.

İmam Mâük de şöyle demiştir: Bir kimse; " = Sen elbette boşsun!" der ve bununla bir şeye yemin etmek isterse, sonra o şeyi yapmayı uygun görür ve yemini terkederse, kadın boş olmaz. Çünkü koca, onu boşa­mak istememiştir.

Leys b. Sa'd ve İmam Ahmed, bu şekilde fetva vermişlerdir. Hatta İmam Ahmed bir rivayette: Bunun ondan mahkemede de kabul edileceğini söyle­miştir.                                                                                      

Bu meselenin üç şekli vardır:                                             

1) Yemininden rücû etmesi, filhal (derhal) boşamak da muradı olmama­sı. Bu durumda kadın derhal boşanmış olmaz, yemin etmiş de olmaz.

2)  Maksadının yemin olması, derhal talâk vermek olmaması.  "Sen boşsun" der, ama maksadı "Eğer Zeyd'le konuşursan" şeklindedir.

3) Sözünün daha ilk başlangıcında maksadının yemin olması,sonra söz esnasında yeminden rücû etmesi ve talâkı müneccez (şarta bağlanmamış) kıl­ması, bununla talâk vuku bulmaz. Çünkü bununla talâkın gerçekleşmesine niyet etmemiş, sadece talikine (şarta bağlamaya) niyet etmiştir. Böylece bu niyeti ile müneccez (şarta bağlı olmayan) talâkın vukuunu hariç tutmuş ol­maktadır. Bundan sonra derhal talâkın vukuuna niyet ettiğinde (lafız daha önce söylenildiği için) sırf niyetten başka bir şey getirmiş olmaz. Bu, Hanbelî âlimlerin görüşüdür. Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: "Allah sizi, yeminlerinizdeki kasıtsız yanılmadan (lağv) dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin.kalpleri­nizin kazandığı şeyler ile sorumlu tutar. .."[786]

Âyette geçen lağv (yanılma) iki türlüdür: Birincisi: Bir şey üzerine, öyle olduğu zannı ile yemin etmesi, fakat daha sonra öyle olmadığının ortaya çık­ması. İkincisi: Yemin sözcüğünün, yemin kasdı olmaksızın dilinden çıkması. Söz esnasında "hayır vallahi, evet billahi" demek gibi. Allah her iki türün­den de sorumluluğu kaldırmıştır. Çünkü bunları söyleyenlerin gerçek yemin etme kasıtları bulunmamaktadır. Bu yüce Allah tarafından, kullarının, şah­sın kendisinden hakikat ve mânasını kasdetmediği lafızlar üzerine hüküm dü­zenlememeleri için koymuş olduğu bir teşrîdir. (Lafzın hakikat ve mânasını kasdetmeden onu kullanan) bu kimse gerçekte de, hükmen de, gayr-ı ciddi (hâzil) olan kimse gibi değildir.

Sahabe, zorlama altında yapılan talâk ve ikrarın vuku bulmayacağına dair fetva vermişlerdir. Sahih bir rivayette Hz. Ömer: "Kişinin canını yaktı­ğın, onu dövdüğün veya kendisini bağladığın zaman, o kendi canından emin değildir." demiştir. Yine ondan sahih olarak şu rivayet nakledilir: Bir adam bal sağmak için bir iple (kayadan aşağı) sarkmıştır. Hemen karısı gelir ve: "Vallahi, ya ipi keserim ya da beni boşarsın!" der. Adam: "Allah aşkına yapma!" diye yalvanrsa da kadın dinlemez. Mecbur kalır ve boşar. Sonra Hz. Ömer'e gelir ve olanları ona anlatır. Hz. Ömer: "Karına dön, çünkü bu bir talâk değildir." der.                                                        

Hz. Ali zorlama sonucu verilen talâkı onaylamazdı.        

Sabit el-A'rec: "İbn Ömer ve İbn Zübeyr'e, zorlama altında verilen ta­lâkın hükmünü sordum. Her ikisi de: 'Bir şey gerekmez' dediler." der.

Soru: Peki, Gâzî b. Cebele'nin Safvan b. İmran el-Asamm'dan onun da ashabtan birinden rivayet ettiği şu habere ne diyeceksiniz? Bir kadın (kay-lûle yapan) kocasının göğsüne oturmuş ve bıçağı boğazına dayamış. Ona: "Beni boşa yoksa seni kesinlikle boğazlarım!" demiş. Adam yalvarmış, yakarmış ise de kadın dinlememiş. Mecbur kalmış üç talakla boşamış. Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılınca, o: "Talâkta kaylûle[787] yoktur."[788] buyurmuş­tur. Bunu Saîd b. Mansûr Süne/2'inde rivayet etmiştir.[789] Atâ h. Aclân, İkrime ve İbn Abbas yoluyla Hz. Peygamber'in: "Her talâk caizdir. Bundan yalnızca bunak (ma'tûh) ve aklı başında olmayanın talâkı müstesnadır." bu­yurduğunu rivayet eder.

Yine Saîd b. Mansûr, Ferec b. Fudâlc —Amr b. Şerâhîl el-Meâfirî yo­luyla nakleder: Bir kadın kılıcı çekmiş ve kocasının karnına dayamış. Ona: "Vallahi, ya beni boşarsın ya da işini bitiririm!" demiş. Adam da üç talâkla boşamış. Durum Hz. Ömer'e şikâyet edilmiş. O da talâkı geçerli saymıştır. Hz. Ali de: "Her talâk caizdir. Bunağın talâkı hariç..." demiştir.

Cevap: Gazî b. Cebele'nin haberinde üç illet vardır. Birincisi: Safvan b.

Amr zayıftır. İkincisi Gazîb. Cebele "Leyyinu'l-hadis"tir. Üçüncüsü ise. di­ğer râvilerin ondan tedlisi sözkonusudur. Böyle bir hadis delil olarak kulla­nılamaz, îbn Hazm: "Bu kabulü imkânsız bir haber." demiştir.

İbn Abbas'ın: "Her talâk caizdir." şeklindeki hadisi ise, Atâ b. Aclân'-ın rivayetindendir. Onun zayıflığı ise meşhurdur. Hz. Peygamber'e (s.a.) ya­lan isnadı ile de itham olunmuştur. İbn Hazm bunun hakkında: "Bu haber birincisinden daha berbattır." der.

Hz. Ömer'le ilgili habere gelince, sahih olan daha önce de geçtiği gibi bunun aksidir. Meâfirî'nin, Hz. Ömer'le aynı zamanda yaşadığı bilinmemek­tedir. Ferec b. Fudâle ise zayıftır.

Hz. Ali'nin haberi de sahih olamaz. Ondan rivayet edilen şey, "Zor al­tında verilen talâkı onaylamadığı" şeklindedir. Abdurrahman b. Mehdî, Ham-mad b. Seleme—Humeyd senediyle Hasan'dan: "Hz. Ali'nin mükrehin (zor­lanan kimse) talâkını onaylamadığı"™ rivayet etmiştir. Eğer bahsettiğiniz ri­vayet sahih olsa bile, âmm (genel) olduâu için bu rivayetle tahsis edilmiş olur[790]

 

3— Sarhoşun Boşaması:

 

Sarhoşun talâkına gelince, Allah Teâlâ: "Ey iman edenler, ne söylediği­nizi bilinceye kadar, sarhoşken namaza yaklaşmayınız.""[791] buyurmakta ve sarhoşun sözüne itibar edilmeyeceğini belirtmektedir. Çünkü ne söylediğini bilmemektedir. Hz. Peygamber'den (s.a.) de zina itirafında bulunan bir kim­senin, itirafının dikkate alınıp alınmaması için ağzını koklamalarını emretti­ği sahih olarak bilinmektedir.

Sahih-i Buhar?de Hz. Hamza kıssasında anlatılır: Hz. Ali'nin iki deve­sini (hörgücünden) kesmiş (ve ciğerinden kesip almıştı). Hz. Peygamber onun yanma geldi ve onu kınayarak tepesine dikildi. Hz. Hamza gözünü kaldırdı ve bakışlarını efendimize dikti. Sarhoştu. Sonra "Siz benim babamın sadece birer uşakları değil misiniz?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) derhal geri dön­dü[792]' Eğer bu sözü sarhoş değil de, aklı başında biri söylemiş olsaydı, irti-dad ve kâfirlik olu. Ju. Buna rağmen Hz. Peygamber, Hz. Hamza'yı muaha-ze etmemişti.

Hz. Osman'ın, "Delinin ve sarhoşun talâkı yoktur." dediği sabittir. Bunu İbn Ebî Şeybe, Vekî—İbn Ebî Zi'b—Zührî—Eban b. Osman—babası Osman, senediyle rivayet etmiştir.[793]

Atâ: "Sarhoşun talâkı caiz değildir." demiştir. Oğlu, Tâvus'tan: "Sar­hoşun talâkı caiz değildir." dediğini nakleder.[794] Kasım b. Muhammed de aym şeyi söylemiştir.

Sahih bir rivayete göre, Ömer b. Abdülaziz'e karısını boşayan bir sar­hoş getirilmişti. Kendisinden başka ilâh olmayan Allah adına, aklı başında iken boşamadığına dair yemin ettirdi. O da etti.- Karısını geri verdi ve kendi­sine had (içki cezası) uyguladı.[795]

Bu görüş, Yahya b. Saîd el-Ensarî, Humeyd b. Abdurrahman, Rebîa, Leys b. Sa'd, Abdullah b. el-Hasan, îshak b. Râhûyeh, Ebu Sevr ve iki kav­linden birinde Şafiî gibi âlimlerin görüşleridir. Şâfiîlerden el-Müzenî ve di­ğerlerinin tercihi de böyledir. Rivayetlerden birinde İmam Ahmed de bu gö­rüşü benimsemiştir. İmam Ahmed'in bu konudaki görüşü bu şekilde netleş­miş, diğer rivayetlerde belirtilen görüşlerinden rücû etmiştir. Ebu Tâlib riva­yetinde şöyle demiştir: "Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getir­miştir. Talâkla emreden kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına ha­ram kılmış, başkaları için de helâl kılmıştır. Bu (birinci) bundan hayırlıdır. Ben tümden sakınırım." Meymûnî rivayetinde ise: "Ben sarhoşun talâkı ca­izdir, diyorudum. Ama sonradan anhdım ki, talâkı caiz delildir. Çünkü şa­yet sarhoş ikrarda bulunsa bu onu bağlamıyor. Satsa satışı caiz olmuyor. Ama işlediği cinayetlerden dolayı onu sorumlu tutarım. Bunun dışındakilere ge­lince, onu başlamaz." demektedir. Ebu Bekir Abdülaziz ise: "Ben bu görüşle amel ediyorum. Bütün Zahirîlerin görüşleri de böyledir. Hanefilerden, Ebu Cafer et-Tahavî, Ebu'l-Hasan el-Kerhî de bu görüşü tercih etmişlerdir." der.

Sarhoşun talâkının geçerli olduğunu söyleyenlerin yedi dayanaklan vardır:

1)  Sarhoş mükelleftir. Bu yüzdendir ki işlediği cinayetten sorumludur.

2)  Talâkın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması ona bir cezadır.

3) Boşama sözüne talâkın tertibi, hükümlerin sebeplerine bağlanması ka­olindendir. Bunda sarhoşluğun bir etkisi oJmaz.

4) Sahabe, sözleri konusunda sarhoşu ayık gibi kabul etmişlerdir. Çün­kü onlar: "İçtiği zaman sarhoş olur, sarhoş olunca, hezeyanda bulunur. He­zeyanda bulununca iftira eder. İftiranın cezası da seksen değnektir." demiş­lerdir.

5)  'Talâkta kaylûle yoktur" hadisidir. Daha önce geçti.

6)  "Bunağın talâkı hariç, her talâk caizdir" hadisidir. Bu da geçti.

7) Ashab, sarhoşun talâkını geçerli saymıştır. Ebu Ubeyd, Hz. Ömer ve Muâviye'den, bir başkası İbn Abbas'tan bunu rivayet etmişlerdir. Ebu Ubeyd, Yezîd b. Harun—Cerîr b. Hâzim—Zübeyr b. el-Hâris—Ebu Lebîd senediyle rivayet eder: Bir adam sarhoşken karısını boşamıştı. Hz. Ömer'e durumu in­tikal ettirildi. Aleyhine dört kadın şahitlik yaptı. Hz. Ömer de onları ayır­dı[796] Yine o (Ebu Ubeyd), İbn Ebî Meryem—Nâfi' b. Yezîd—Cafer b. Rebîa—İbn Şihâb—Saîd b. el-Müseyyeb senediyle Muâviye'nin, sarhoşun ta­lâkını geçerli kabul ettiğini rivayet eder.[797]

Delil olarak kullandıklarının tamamı budur. Bunların içinde delil ola­rak asla bir şey yoktur.

Birinci dayanaklan olan, sarhoşun mükellef olduğu yaklaşımı bâtıldır. Çünkü teklif şartının akıl olduğuna dair icmâ' vardır. Ne dediğini bilmeyen kimse mükellef değildir.

Mükellef olduğunu kabul etsek bile, tehdit neticesinde veya şarap oldu­ğunu bilmeden içmesi ve sarhoş olması durumunda da talâkının vâki olması gerekir. Halbuki onlar da bu görüşte değillerdir.

Âyetteki hitap, hitabı anlayanlara ya da ayıklara yönelik olmalıdır. Bu, namaz kılmak istediğinde sarhoş olmayı yasaklamayı içerir. Akıl edemeyen kimseler ise ne emrolunurlar, ne de yasaklanırlar.

Cinayetleri ile yükümlü olmasına gelince; bu, üzerinde ittifak edilen bir konu değildir. Osman el-Bettî; "Sarhoşun ne akdi, ne bir satışı onu bağla­maz. Sadece içki cezasından başka üzerine başka bir ceza da gerekmez." de­miştir. Bu İmam Ahmed'in iki rivayetten birindeki görüşüdür ve ona göre, sarhoş akıl şartı aranan her fiilde deli hükmündedir.

Sarhoşun sözlerini değil de fillerini dikkate alanlar iki noktayı ayırmış­lardır:

1)  Fiillerini itibara almamakta, kısasın ortadan kaldırılmasına götüre­cek bir zerîa (yol) vardır. Çünkü bir başkasını öldürmek veya zina, hırsızlık, yol kesme gibi cinayetleri işlemek isteyen kimseler sarhoş olacaklar ve bunla­rı yapacaklar, (sonra da bunlara sadece içki cezası uygulanacaktır.) Bu suç­lardan sadece birini yapan kimseye had uygulanırken, bir de sarhoşlukla işle­diği cinayeti katmerleştiği halde nasıl had düşer?! Bu netice şer'î kaidelerin ve usûlün asla kabul edemeyeceği bir durumdur. Nitekim İmam Ahmed, böyle diyen kimseleri yadırgayarak şöyle demiştir: "Sarhoşun talâkının caiz olma­yacağı görüşünde olan bazıları "Sarhoş bir cinayet veya haddi gerektiren bir suç işlese, orucu namazı terketse, o cinnet geçiren bir kimsenin ve delinin du­rumunda sayılır." şeklinde yanlış bir zanna kapılmışlardır. Bu kötü tyr sözdür.

2) Sarhoşun sözlerini hükümsüz saymada bir mefsedet yoktur. Zira akh olmayandan çıkan mücerred sözlerin bir zararı olmaz. Ama fililer öyle değil­dir. Zira fililer işlendiğinde ortaya çıkan zararın kaldırılması mümkün değil­dir. Dolayısıyla sarhoşun fiillerini hükümsüz saymak sözlerinin aksine tam bir zarar ve yaygın bir fesada sebep olacaktır. Eğer bu iki fark gerçekse, o zaman sözlerini fiillerine katarak aynı hükme tâbi tutmak mümkün olmaya­caktır. Eğer gerçek değillerse, o zaman sözleri ile fiillerini eşit tutmak gereke­cektir.

İkinci dayanaklan, "Talâkın, sarhoş aleyhine geçerli sayılması, ona bir ceza olacaktır." şeklinde idi. Bu yaklaşım son derece zayıftır. Zira ona ceza olarak, verilecek had yeterli olacaktır. Yüce Allah'ın rızası, ceza için had uy­gulanmakla tahakkuk etmektedir. Şeriatta,-talâkla, eşlerin arasını ayırmak sureti ile bir cezalandırma cihetine gidildiği vârid değildir.

Üçüncü dayanaklan; "Boşama üzerine talâkın tertibi, hükümlerin se­beplerine bağlanması kabilindendir." şeklinde idi. Bu da son derece fasit ve sakattır. Zira bu yaklaşıma göre, tehdit altında veya sarhoş edici olduğunu bilmeden içen ve sarhoş olan kimsenin, delinin, cinnet geçirenin ve hatta uyu­yanın bile verdikleri talâkın geçerli olması gerekir. Sonra bunlara şu sorulsa yeridir: Sizce sarhoşun verdiği talâkın "sebeb" olduğu sabit mi ki, hüküm ona bağlansın? Asıl ihtilâf noktası da zaten burada değil midir?!

Dördüncü dayanakları: "Ashab, sarhoşu ayık hükmünde tutmuşlar ve: 'İçtiği zaman, sarhoş olur, sarhoş olduğu zaman da hezeyanda bulunur.'[798] demişlerdir." şeklindedir. Bu haber asla sahih değildir.

Ebu Muhammed İbn Hazm şöyle der: O son derece yalan bir haberdir. Allah Hz. Ali'yi ve Abdurrahman b. Avf'ı ondan münezzeh kılmıştır. İçeri­sinde bâtılhğına delâlet eden tenakuz unsurları bulunmaktadır. Zira bu ha­berde, hezeyanda bulunana had gerekliliği söz konusudur. Halbuki böyle bir had yoktur.

Beşinci dayanakları, "Talâkta kaylûle yoktur." hadisi idi. Bu da sahih değildir. Sahih olsa bile, aklı başında olan mükellefin talâkına yorulmak ge­rekir. Aklı başında olmayana yorularnaz. Bu yüzdendir ki bu hadisin kapsa­mına, delinin, cinnet getirenin ve sabinin talâkı dahil değildir.

Altıncı dayanakları "Bunağın (matuh) talâkı hariç, her talâk ca 'dir." hadisi idi. Böyle bir hadisin sahih olmaması uygundur. Sahih olsa bile, mü­kellef olan kimse hakkında olur. Üçüncü olarak da şöyle denilebilir: Aklı ba­şında olmayan sarhoş ya matuh (bunak)tur, ya da ona benzerdir. Bir grup, sarhoşun matuh olduğunu iddia etmişler ve: "Sözlükte matuh; aklı olmayan ve ne konuştuğunu bilmeyen kimsedir," demişlerdir.

Yedinci dayanakları; ashabın, sarhoşun talâkını geçerli saydıkları şek­linde idi. Doğrusu ashab, bu konuda hemfikir değillerdir. Hz. Osman'dan yukarıda naklettiğimiz haber sahih olarak bilinmektedir.

İbn Abbas'in haberine gelince, ondan sahih olarak gelmemiştir. Çünkü iki tariki vardır. Birisinde Haccâc b. Ertât, ikincisinde de İbrahim b. Ebî Yahya bulunmaktadır. İbn Ömer ve Muâviye'ye ise Hz. Osman'ın muhalefeti vardır. [799]

 

4— İğlâk (Öfke) Halinde Boşama:

 

İğîâk halinde iken verilen talâka gelince, Hanbel rivayetinde İmam Ah-med şöyle der: "Hz. Âişe, Hz. Peygamber'i (s.a.) 'İğlâk halinde iken ne talâk, ne de azad yoktur.' buyururken işitmiştir.[800]İğlâktan 'öfkelenmeyi, gazabı' kasdetmiştir." İğlâk'ın gazap ile tefsiri bizzat İmam Ahmed'in açık­ladığı bir husus olmakta ve bunu ondan Hallâl, Şafiî ve Zâdu'l-Müsafir'de Ebu Bekir rivayet etmektedirler.                                                               

Ebu Davud, Sünen'dt [801] "Sanıyorum o gazaptır" demiş ve hadise: "Yanlışlıkla yapılan talâk babı" başlığını atmıştır. Ebu Ubeyd ve başkaları ise "iğlâk"ı, "ikrah = tehdid, zorlama" diye tefsir etmişlerdir. Daha başka­ları "delilik" diye açıklammışlardır. "Üç talâkı birden vermekten mehiydir. Zira üç talak birden verildiğinde başka bir hak kalmayacağından talâk kapısı üzerine kapanacaktır. Rehnin kapatılması gibi" diye bir izah getirenler de ol­muştur. Bunu da Ebu Ubeyd el-Herevî nakletmiştir.

Şeyhimiz (İbn Teymiye) şöyle der: "İğlâk'ın mânası, kişiye kalbinin ka­patılmasıdır. Öyle ki, artık söylediği sözde kasdı olmaz, ne söylediğini bil­mez. Sanki kasıt ve iradesi, üzerine kapanmış gibi olur." Ben de Ebu'l-Abbas el-Müberred'in "el-galak gönül darlığı, sabrın azlığı demektir. Öyle ki bir çı­kış bulamaz." dediğini ilâvede fayda görüyorum. Şeyhimiz devamla: "İğlâk halindeki talâk kapsamına mükrehin (zorlanan), delinin, sarhoşun veya ga­zap hali ile aklı başından gidenin, söylediği sözü kasdetmeyen ve onun ne ma­naya geldiğini bilmeyen kimsenin talâkı dahildir" der.

Gazap (öfke) hali üç kısımdır:

1) Aklı tamamen baştan alır ve kişi ne dediğini bilmez. Bunun talâkı ih­tilafsız vuku bulmaz.

2)  Henüz ilk aşamalarında olur ve kişiyi söyleyip kasdettiği şeylerin ne mânaya geldiğini tasavvur etmekten alıkoyacak seviyede değildir. Bunun ta­lâkı da vuku bulur.

3)  Gazap halinin, güçlü ve şiddetli olmakla birlikte, aklı tümden izale etmemesi, ama öfke hali geçtiğinde yaptığına ya da yapmadığına pişman ola­cak şekilde kişi İle niyeti arasına girmesi. Tartışma konusu işte bu kısımdır.

Bu durumda iken verilen talâkın vuku bulmaması aüçlü ve kabule açık gözük­ül y

mektedir.  [802]                                                                                         

 

5— Nikâhtan Önceki Talâk Hakkındaki Hükmü:

 

Sünen'de, Amr b. Şuayb —babası—dedesi senedi île rivayet edilen hadişte Hz. Peygamber (s.a.): "Âdemoğlu için mâlik olmadığı şeylerde nezir yoktur. Sahip olmadığı köleler hakkında âzad yoktur. Mâlik olmadığı husus­ta talâk yetkisi yoktur.'* buyurmuştur.[803] Tirmizî şöyle der: "Bu hasen bir hadistir, bu konuda vârid olan en güzel hadistir. Muhammed b. İsmail'e sor­dum ve "Nikâhtan önce talâk konusunda en sahih hadis hangisidir?" dedim. O: "Amr b. Şuayb —babası—dedesi senediyle gelen hadistir." dedi.

Ebu Davud, "Satış, ancak mâlik olduğu şeyler üzerinde olur, neziri ye­rine getirme, ancak sahip olduğu şeylerde sözkonusudur." hadisini rivayet etmiştir.[804]

Sünen-i İbn Mâce'de, Misver b. Mahreme hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Nikâhtan önce talâk yoktur. Mülkiyetten önce âzad yoktur." buyurmuş­lardır.[805]

 Ebî Zi'b—Muhammed b. Münkerdir ve Atâ b. Ebî Rebâh— Câbir b. Abdillah senediyle Hz. Peygamber'e (s.a.) ref edilen: "Nikâhtan önce talâk yoktur." hadisini rivayet eder.[806]

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—Atâ yoluyla İbn Abbas'm (r.a.): "Talâk an­cak nikâhtan sonra olur." dediğini nakleder.

İbn Cüreyc şöyle der: İbn Abbas'a, İbn Mes'ûd'un "Nikahlamadığı ka­dını boşasa bu caizdir." dediği ulaştı. îbn Abbas: "Bu konuda hata etmiştir. Çünkü Allah Teâlâ: "Mü'min kadınları nikahladığınız sonra da onları boşa-dığmız zaman..."[807] buyurmaktadır. "Mü'min kadınları boşadığınız, sonra da onları nikahladığınız zaman.." diye buyurmamaktadır." demiştir.[808]

Ebu Ubeyd nakleder: Hz. Ali'ye: "Falanca kadın ile evlenirsem, o boş olsun." diyen bir adamın durumu soruldu. Hz. Ali: "Talâk, ancak (nikâhla) sahip olduktan sonradır." dedi. Yine ondan: "Talâk, ancak nikâhtan sonra sözkonusu olabilir. İsterse kadının ismini söylesin." dediği sabittir.

Bu, Hz. Aişe'nin görüşüdür. Şafiî, Ahmed, İshak ve tabileri, Davud ve tabileri, hadis ulemasının çoğunluğu hep bu görüşe katılmışlardır.

Bu görüşün delillerinden biri şudur: "Falanca ile evlenirsem, o boştur."diyen kimse, yabancı bir kadını boşamıştır ki, bu imkânsızdır. Çünkü şarta bağlı olarak yapılan talâk sırasında kadın yabancıdır. Yenilenen şey kadını ı nikâhıdır. Nikâh ise talâk olmaz. Bundan da anlaşılır ki, eğer boş olacak o -sa, daha önceden talik edilen talâka istinaden gerçekleşmiş olacaktır. O sırj -da ise kadın yabancıdır. Sıfatın yenilenmesi (kadının yabancı iken nikâhlı ;ı olması) kocayı, yenilenmenin olduğu sırada talâkı söylemiş kılmaz. Zira o esnada koca nikâhı dilemekte, talâkı ise murad etmemektedir. Dolayısıyla da sahih olmaz. Nitekim yabancı bir kadına "Eğer eve girersen, sen boşsunı dese de, sonra o kadın zevcesi iken girse, ihtilafsız boşanmış olmaz.      ',

Soru: Talâkın şarta bağlanması ile âzad işinin şarta bağlanması arasın­da ne fark vardır ki, şayet "Falana sahip olursam o hürdür." dediğinde şar­ta bağlama sahih oluyor ve mülkiyetin doğması ile âzad gerçekleşiyor. Bun i, nasıl izah edersiniz?

Cevap: Âzad işinin şarta bağlanması konusunda İki görüş vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. Nitekim, İmam Ahmed'den ta­lâkın şarta bağlanması konusunda da iki rivayet bulunmaktadır. Çoğu ifade­lerinin delâlet ettiği ve tabilerince esas kabul edilen sahih görüşü, "Talâkın değil'de, azadın şarta bağlanmasının, sahih olması" şeklindedir. Aralarında­ki fark şudur: Âzad işi güçlüdür ve sirayet özelliği vardır. Bu Özelliğini de mülkiyetin nüfuzundan almaz. Zira âzad başkasının mülkiyetine de sirayet (nüfuz) eder. Mülkiyetin âzad yoluyla kendi zevaline hem aklen hem şer'an sebep olması sahihtir. Nitekim yakın akrabalarından birini satın alması du­rumunda, otomatik olarak âzad olacağından, mülkiyeti âzad sebebiyle yok '  olmuş olacaktır. Yine keffaret ya da nezir için âzad etmek üzere bir köle sa­tın alması yahut âzad şartı ile satın alması durumlarında olur. Zira âzad işi, Allah'ın sevdiği bir nevi ibadettir. Dolayısıyla Allah Tealâ, sevdiği şeye ulaş­tıracak her vesileye tevessül edilmesini meşru kılmıştır. Ama talâk böyle de­ğildir; Allah'ın sevmediği, helâller içinde en çok buğzettiği bir şeydir. Dola­yısıyla nikâhla elde edilen zevcenin kadınlığından istifade mülkiyetini, yine onun izalesi (talâk) için asla bir sebep kılmamıştır. Hem ikinci bir fark daha vardır: Âzad işini ilerdeki mülkiyete bağlamak kurbet, taat ve iyiliklerin nez-redilmesi kabilindendir. "Allah bana lutfundan verirse, şöyle şöyle tasaddukta bulunacağım." $emek gibidir. Şart bulunduğu zaman, o şarta bağladığı tâat-ı maksüdeden olan şeyi yapması gerekir. Dolayısıyla bu ve talâkın nikâh mül­kiyetine bağlanması ise tamamen başka başka renkler arzetmektedir. [809]

 

 

B) HARAM TALAK

 

1— Hayız ve Lohusa Halindeki Kadını Boşama Konusundaki Hük

 

Sahihayn'da rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.) zamanında, İbn Ömer, karısını hayız halinde iken boşamıştı. (Babası) Hz. Ömer, durumu Hz. Pey­gamber'e (s.a.) sordu. Rasûlullah (s.a.): "Ona emret de karısına dönsün! Sonra kadın temizlenip akabinde hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye kadar onu tutsun. Ondan sonra artık isterse nikâhında tutaı. dilerse yakınlık etme­den boşar. İşte kadınların kendisi için boşanmasını Allah'ın (c.c.) emrettiği iddet budur." buyurmuştur.

Müslim'in bir rivayetinde: "Ona emret, karısına ric'at etsin! Sonra onu ya temiz iken yahut hamile olduğu halde.boşasm." buyurmuştur.

Başka bir metinde: "Eğer dilerse, ona yakınlık etmeden, temiz iken bo-şasın." Allah Teâlâ'nın emrettiği gibi, "iddet için talâk" işte budur. Buha-rî'ye ait bir rivayette ise: "Ona emret karısına dönsün. Sonra iddetinin önünde onu boşasın." buyurmuştur.[810]

İmam Ahmed, Ebu Davud ve Nesâî'ye ait hadiste ise îbn Ömer'den şu nakledilir: Abdullah b. Ömer, hayız halinde iken karısını boşamıştı. Hz. Pey­gamber (s.a.) onu kendisine geri çevirmiş, yani talâk saymamış ve: "Temiz­lendiği zaman boşasm veya tutsun." buyurmuştur. İbn Ömer (r.a.), Söyle de­miştir: Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Peygamber! Kadınları boşadığınız zaman onları iddefteri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."[811] âyetini okudu[812]

Bu hadisler talâkın dört çeşit olduğunu gösterir. İkisi helâl, ikisi haram.

Helâl olan talâk şekilleri: Karısını, cima etmeden, temizken boşaması veya hamile olduğu belli iken boşamasıdır.

Haram olan şekilleri ise: Hayız halinde iken boşaması veya cima ettiği temizlik süresi içerisinde boşamasıdır. Bu kendisi ile zifaf gerçekleşen eşin bo­şanması ile ilgilidir.

Zifaf vaki olmayan zevcenin boşanması ise, hayızlı iken de temizken de caizdir. Nitekim Allah Teâlâ: "Nikâhtan sonra henüz dokunmadan ya da me-hir kesmeden kadınları boşarsanız, size bir günah yoktur..."[813] ve yine: "Ey inananlar, inanan kadınları nikahlayıp da, henüz onlara dokunmadan boşar-sanız, artık onlar üzerinde bir iddet sayma hakkınız yoktur."[814] buyurmuştur. Bunun böyle olduğuna "Onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sıra­da) boşayın."[815] âyeti delâlet etmektedir. Zira zifaf vaki olmamış kadının id-deti yoktur. Hz. Peygamber (s.a.) de "İşte kadınların, kendisi için boşanma­sını Allah'ın emrettiği iddet budur." sözüyle buna dikkat çekmiştir. Eğer, zifaftan önce talâkın mubah olduğu hükmünü içeren bu iki âyet olmasaydı, iddet beklemek durumunda olmayan kadının talâkından men olurdu.

Nesâî ve daha başka kitaplarda Mahmud b. Lebîd'den rivayet edilir: Hz. Peygamber'e (s.a.), karısını üç talâkla birden boşayan bir adamın durumu haber verildi. Hz. Peygamber (s.a.), öfkelenerek kalktı ve: "Ben henüz ara­nızda iken Allah'ın kitabı ile mi oynanılıyor?!" buyurdu. Hatta adamın biri kalktı ve: "Ya Rasûlallah! Onu öldürmeyeyim mi?" dedi.[816]

Sahihayn'da İbn Ömer'den (r.a.) nakledilir: Kendisine talâktan sual edil­diğinde: "Sen karını ya bir ya da iki talâkla boşadiysan (bu güzel). Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) bana bunu emreyledi. Eğer üç talâk boşadıysan o sana artık, başka bir koca ile evlenmedikçe (şer'î tahlil), helâl olmaz. Bu halinle sen, karını boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş oldun." derdi.[817]

Kavileri sikadır. Müellif birazdan tafsilata girecektir.

Bu nasslar, boşanan kadınların da iki türlü olduğunu gösterir: Kendisi ile zifaf vâki olan ve zifaf vâki olmayan. Her ikisini de üç talâkla birden bo­şamak caiz değildir. Zifaf vâki olmayan hanımı temizken de hayız halinde iken de boşamak caizdir.

Zifaf vaki olmuş hanımlara gelince, eğer hayız ya da lohusahk hallerin­de ise, onları boşamak haram olur. Eğer temiz halde ise ve hamile olduğu da kesin belli ise, cimadan önce de sonra da boşanması caizdir. Eğer hamile değilse, temizlik süresi içerisinde ona dokunmadan önce boşamak caizdir. Do­kunduktan sonra boşamak ise caiz değildir.                                             

Bunlar, Allah Teâlâ'nın, Peygamberinin lisanıyla teşri' buyurduğu ta1lâk konusundaki hükümlerdir. Allah'ın izin verdiği ve mubah kıldığı talâkın, eğer mükellef ve irade sahibi, sözün delâlet ettiği manayı bilen ve onu kasde-den bir kimseden sâdır olmuşsa, vuku bulacağına dair bütün müslümanlar icmâ' etmişlerdir.  [818]                                                                                           

 

2— Haram Olan Talâkın Geçerli Sayılması Konusundaki İhtilaflı

 

Haram olan talâkın vukuu konusunda ise müslümanlar ihtilâf etmidir. Burada karşımızda iki mesele vardır:                                             '

Birincisi: Havız halinde iken veva cimada bulundueu temizlik hailiken verilen talâk.                                                                                 

İkincisi: Üç talâkı birden vermek. Biz her iki meseleyi de derinlemesine ele alıp araştıracağız, her iki grubun da delillerini, ulaşabildikleri son nokta­yı zikredeceğiz. Bununla birlikte biz mutaassıb mukallidin bütün âyetler ve deliller serdedîlse bile taklit ettiği kimseyi 'terketmeyeceğini, delile talip olan­ların ise ondan başkasına uymayacağını, ancak delili hakem kabul edeceğini, insanlardan her birinin, öte geçmeyeceği bir kaynağı, sapmayacağı bir yolu olduğunu da çok iyi biliyoruz. Kuvvetinin en son yettiğini taşıyan, adımları­nın en son ulaştığı yere koşan kimse gerçekten mazurdur. [819]

 

a) Hayız Halinde ve Cimada Bulunulan Temizlik Süresi İçinde Boşama:

 

Sen-Birinci mesele: Hayız halinde ve cimada bulunulan temizlik süresi! boşamak.                                                                                   

Haram olan talakın vukuu konusunda, selef ve halef ulemas. arâUda mevcut olan görüş ayrılığı hâlâ devam etmektedir. Vukuuna dair icmâ iddia­sında bulunan kimseler yanılmış ve ancak ilminin yettiği kadarı ile konuş­muştur. Başkalarının muttali olduğu bilgilerden yoksun kalmıştır. İmam Ahmed şöyle der: "Kim (bu konuda) icmâ iddiasında bulunursa, o yalancı­dır. Ne biliyor, belki de insanlar ihtilâf etmişlerdir."

Nasıl icmâ olabilir ki, bu konudaki ihtilâfın, halef ve selef uleması ara­sında mevcut olduğu ötedenberi bilinmektedir? Muhammed b. Abdüsselâm el-Huşenî, Muhammed b. Beşşâr—Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sekafî— Ubeydullah b. Ömer—İbn Ömer'in azadhsı Nâfi' senedi ile İbn Ömer'den karısını hayızli iken boşayan bir adam hakkında: "Buna itibar edilmez (sa­yılmaz)." dediğini nakleder. Bu rivayeti Ebu Muhammed b. Hazm ei-Muhallâ'da isnadı ile zikretmiştir[820]'

Abdürrezzâk, Musannefdt İbn Cüreyc—İbn Tavus senediyle Tâvus'un, "Meşru talâk ve meşru iddete muhalif oldukça onu talâk saymadığını" ve onun: "Meşru talâk şekli kişinin karısını, cima etmeksizin, temizken veya ha­mileliği belli iken boşaması dır." diye söyleyip durduğunu nakleder[821]

Huşenî, Muhammed b. el-Müsennâ—Abdurrahman b. Mehdî— Hem-mâm b. Yahya—Katâde senediyle Hilâs b. Amr'ın, karısını hayız halinde iken boşayan adama "O sayılmaz" dediğini rivayet eder.[822] Ebu Muhammed b. Hazm şöyle der: Bunların hilâfına icmâ bulunduğu iddiasına cür'et etmek kar­şısında şaşmamak elde değil. Böyle bir iddia sahibi, hayız halinde iken veya cima ettiği temizlik süresi içinde iken boşamanın geçerli kabul edileceğine dair kendi görüşüne uygun ashaptan hiçbir kelime bulamamaktadır (sonra da ic­mâ iddiasında bulunmaktadır.) Ashabtan bu konuda sadece îbn Ömer'den bir rivayet vardır. Ona da yine kendisinden daha güçlü bir rivayet ters düş­mektedir. Bunun dışında Hz. Osman ve Zeyd b. Sabit'ten rivayet edilen ka­bul edilemeyecek iki rivayet daha vardır: Bunlardan birincisini, İbn Vehb— îbn Sem'ân— bir adam senediyle Hz. Osman'dan rivayet etti: "Hz. Osman, kocası tarafından hayizh iken boşanan kadın hakkında, o hayızını sayama­yacağına, ondan sonra üç hayız beklemesi gerekeceğine hükmederdi." şek­lindedir. Derim ki: İbn Sem'ân, yalancı (kezzâb) olan Abdullah b. Ziyad b. Seman'dır. Hem de kim olduğu bilinmeyen meçhul bir râviden rivayet etmiş­tir. İbn Hazm devam eder: İkincisi, Abdürrezzâk —Hişâm b. Hasan—Ebu Alkame'nin azadhsı Kays b. Sa'd—ismini verdiği bir adam—Zeyd b. Sabit

senedi ile rivayet edilmiştir. Rivayete göre Zeyd b. Sabit karısını hayızlı iken boşayankimse hakkında: "Talâk onu bağlar, kadın bu hayız hariç üç hayız boyu iddet bekler." demiştir.

İbn Hazm şöyle der: Bu konuda, şayet onların caiz gördüklerini biz de caiz görsek —bundan Allah'a sığınırız— icmâ iddiasında biz onlardan daha şanslıyız. Zira muhaliflerimiz de dahil olmak üzere ilim ehli arasında kesin­likle, hayızlı iken veya cima yapılan temizlik süresinde iken verilen talâkın bid'at olduğunda, Hz. Peygamber'in (s.a.) onu yasakladığında ve emrine mu­halefet etmemenin gereğinde bir ihtilâf yoktur. Bu onlar katında da kuşku­suz böyle olunca, bu durumda bir bid'at ve sapıklık olduğunu ikrar ettikleri bu bid'atın tecvizi sureti ile hükmü nasıl caiz görebiliyorlar! Müşahade ile anladığımıza göre, bid'ati tecviz eden, onun bid'at olduğunu söyleyenlerin icmâına muhalif olmaz mı? İbn Hazm devam ediyor: Hatta bu konuda bize ihtilâf ulaşmasa bile kesin bilmediği, hepsinden görüşlerinin ulaşmadığı bir konuda bütün ehl-i İslâm adına kesin bir yargıya varan, onların hepsi adma yalancı olmaz mı? [823]

 

1. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Delilleri:

 

Kesin olan nikâh, ancak kendisi gibi kesin olan Kitab'tan veya sünnet'-ten ya da icmâ'dan bir delille ortadan kalkar. Eğer siz bu üç şeyden bize bir delil ortaya koyabilirseniz, biz de ona dayanarak nikâhın hükmünü kaldırı­rız. Başka türlü kaldırılmasına imkân yoktur. Nasıl olabilir ki, pek çok delil, haram talâkın vuku bulmayacağına delâlet etmektedir. Yüce Allah asla böy­le bir talâkı meşru kılmamış, ona izin vermemiştir. Öyleyse onun şeriatından değildir. Nasıl olur da, bu durumda onun nafiz ve sahih olduğundan söz edi­lebilir?!                                                     

Aslen haram olan talâktan, ancak Allah Teâlâ'nın boşayan kimseye yet­ki verdiği şekil ve sayıdaki gerçekleşebilir. Meselâ dördüncü talâk vuku bul­maz. Çünkü böyle bir yetkiyi ona vermemiştir. Malumdur ki Allah Teâlâ, kişiye haram olan talâkı îka yetkisini vermemiş, bu konuda onu mezun kıl-mamıştır. Dolayısıyla sahih olmaz, vuku bulmaz.

Şayet kişi bir kimseye karısını caiz talâkla boşamak üzere vekâlet verse, o da haram talâkla boşasa bu geçerli olmaz. Çünkü bu konuda yetkili değil­dir. Talâkın îkaının sıhhatinde mahlukun izni dikkate alınıyor da, yaratıcı­nın izni itibara alınmıyor. Ne kadar saçma! Malumdur ki, mükellef ancak izinle tasarrufta bulunabilir. Allah ve Rasûlü'nün (s.a.) izin vermediği bir ko­nuda kişinin asla tasarruf yetkisi olamaz.

Sâri', koca üzerine; karısını hayızlı iken cima yaptığı temizlik süresi içe­risinde iken boşamamak üzere kısıtlılık (hacr) koymuştur. Eğer bu halde iken talâkı geçerli olacaksa, Şâri'in koyduğu hacrin bir anlamı kalmaz ve kadının tasarruftan men ettiği kimse üzerine koyduğu hacri Sâri' Teâlâ'nın hacrın-dan daha güçlü olmuş olur. Zira kadı koyduğu hacr ile yapılan tasarrufu ip­tal edebilmektedir.

Bu noktadan hareketledir ki, .uma günü ezan vaktinde yapılan alış-verişi iptal ediyoruz. Zira bu, Sâri' tarafından satıcı üzerine hacr konulmuş bir sa­tıştır. Onu yürürlüğe koymak ve sahih kabul etmek caiz değildir.

Bu talâk, haram ve hakkında yasak olan bir talâktır. Yasak, yasaklanan şeyin fesadını gerektirir. Şayet biz yasaklanan şeyi de sahih kabul edersek, sıhhat ve fesat açısından yasaklanan şeylerle, izin verilen şeyler arasında bir fark kalmaz.

Allah Teâlâ bu talâk şeklini buğzettiği, vukuunu sevmediği için yasakla­mış, haram kılmıştır. Buğzettiği, sevmediği şeyin meydana gelmemesi için ha­ram kılmıştır. Onu sahih kabul edip, yürürlüğe koymak bu maksada ters düş­mektedir.

Yasaktan ötürü, hakkında yasak bulunan nikâh çeşidi sahih olmuyor da, aralarında ne fark vardır ki, yasak olduğu halde talâk vâki oluyor. Allah'ın yasakladığı nikâh çeşitlerini iptal ediyorsunuz, fakat Allah'ın haram kıldığı ve yasakladığı talâk çeşidini sahih kabul ediyorsunuz. Bu nasıl oluyor?! Ya­sak her iki konuda da yasaklanan şeyin butlanını gerektirmez mi?

Bu konuda, emrine muhalif olan bir şeyin reddi, iptali ve ilgası için, Hz. Peygamber'in (s.a.) tahsis görmeyen genel hükmü yeterlidir. Buharî'de Hz. Âişe hadisinde Hz. Peygamber (s.a.): "Üzerinde emrimiz bulunmayan her iş merduddur."; diğer bir metinde ise: "Kim üzeıinde emrimiz bulunmayan bir iş işlerse o merduttur."[824]buyurmuştur. Bu, Hz. Peygamber'in emri da­hilinde olmayan haram talâkın merdûd ve bâtıl olduğunda gayet açıktır. Bu durumda nasıl olur da "O bağlayıcı ve nafizdir." denebilir? Reddine hük­metmek nerde, bu nerde?

Haram talâk, asla Allah'ın meşru kılmadığı bir talâktır. Dolayısıyla yabancı kadını boşamak gibi merdûd ve bâtıl olur. "Yabancı kadın talâka mahal değil­dir. Zevce ise mahaldir." şeklindeki bir fark size delil olamaz. Çünkü zevce, haram talâka mahal değildir ve Şâri'in kendi yetkisine verdiği bir husus değildir.

Allah Teâlâ kadınları (boşanmak istenildiğinde) ancak güzellikle salıver­meyi emretmiştir. Allah ve Rasûlü'nün haram kıldığı şekilde salıvermekten daha kötü ne olabilir? Nikâh akdinin gereği iki şeydir: Ya iyilikle tutmak ve­ya güzellikle salıvermek. Haram yollu salıvermek üçüncü bir şıktır, nikâh ak­dinin gereğine girmez. Dolayısıyla da asla dikkate alınmaz.

Allah Teâlâ: "Ey Peygamber! Kadınlarınızı boşamak istediğinizde on­ları iddetleri içinde boşayınız." buyurmuştur.[825]' Yüce Allah'ın kelâmından ne kasdettiğini açıklama durumunda olan Hz. Peygamber, meşru ve mezun olunan talâkın sadece cima vaki olmayan temizlik süresi içinde veya hamile olduğu belli olduktan sonra verilen talâk olduğunu açıklamıştır. Dolayısıyla bunların dışında kalan diğer (haram) talâklar, kendileri ile zifaf gerçeklemiş hanımlar hakkında, Allah'ın emrine uygun olarak iddetleri içinde verilmiş talâk olmazlar. Sonuç itibarıyla da talâk sayılmaz; kadın bununla nasıl haram olur?

Allah Teâlâ: "Talâk iki defadır..." buyurmuştur."[826] Malumdur ki, Al­lah Teâlâ sadece izin verilen talâkı kasdetmiştir ki, o da iddetleri içinde veri­len talâktır. Zira Allah, ric'at mümkün olar., izin verilmiş meşru talâkı iki defaya hasretmiştir. Bunun dışında kalanlar talâk olmaz. Bu yüzden ashab (r.anhum) haram talâk hakkında fetva vermek için kendilerinin takati bu­lunmadığını söylüyorlardı. Nitekim, İbn Vehb—Cerîr b. Hâzim—A'meş sil­silesi ile İbn Mes'ûd şöyle demektedir: "Kim Allah'ın emrettiği gibi boşarsa, Allah ona açıklamıştır. Kim muhalefet ederse, biz hilâfına güç yetiremeyiz." Şayet muhalefet edenin talâkı vâki olsaydı, onunla fetva vermek takatlerini aşan bir iş olmazdı. Eğer her iki tür de vâkî ve geçerli olacaksa, bunların ara­sını ayırmanın bir mânası olmayacaktır.

Yine İbn Mes'ûd şöyle demiştir: "Kim işi şekli üzere yaparsa, şüphesiz ki Allah ona açıklamıştır. Aksi takdirde,-Allah'a yemin ederim ki, onların ihdas ettikleri her şey (hakkında fetva vermeye) bizim takatimiz yoktur."

Kendisine üç talâkın birden verilmesi sorulan sahabeden biri: "Kim em­rettiği gibi boşarsa, (hüküm) kendisine açıklanmıştır. Kim de halt ederseP onu yaptığı haltı ile başbaşa bırakırız." demiştir.

Bütün bunların yanında, Ebu Davud'un sahih sabit bir senedle rivayet ettiği hadis delil olarak yeterlidir. Hadis, Ahmed b. Salih—Abdürrezzâk— İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Urve'nin azadlısı Abdurrahman b. Eymen se­nediyle rivayet edilmiştir: Ebu'z-Zübeyr; Urve'nin azadlısı Abdurrahman b.Eymen, İbn Ömer'e soruyordu. Ben de dinliyordum. Karısını hayız halinde iken boşayan kimse hakkında ne düşünüyorsun? dedi. O, İbn Ömer (kendi­sini kasdediyor) Hz. Peygamber zamanında karısını hayızlı iken boşamıştı. Hz. Ömer bu konuyu Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu ve "Şüphesiz Abdullah b. Ömer, karısını hayız halinde iken boşadı." dedi. Abdullah şöyle der: (Hz. Peygamber) onu bana geri çevirdi ve bunu talâk saymadı ve: "Hayızdan te­mizlendiği zaman ister boşasın, ister tutsun." buyurdu. İbn Ömer şöyle der: Rasûlullah "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde (âdetten temiz oldukları sırada) boşayın."(15) âyetini okudu.[827] Bu ha­disin isnadının son derece sahih olduğunu söylemişlerdir. Zira Ebu'z-Zübeyr'in hıfzında ve sikalığında şüphe yoktur. Sadece tedlis yapabileceğinden korku-Iabilir. veya gibi semâa delâlet eden ifadeleri kullandığı za­man tedlis mahzuru ortadan kalkar ve hadis hakkında akla gelebilecek bu illet kaybolur. Hadis imamlarının çoğu, onun semâa delâlet eden ifade kul-lanmaksızın sadece ile naklettiği hadislerle ihticac etmektedirler. Meselâ Müslim, onun bu şekildeki hadisini sahih kabul etmektedir. Semâa delâlet eden kelimeleri kullandığında ise, hiçbir problem kalmayacak ve hadis sahih olacak, hüccet olarak kullanılabilecektir.

Bu Ebu'z-Zübeyr hadisinde, onun reddini gerektirecek hiçbir şey göre­miyoruz. Bu hadisi reddedenler, sadece onun sahih hadislere muhalif oldu­ğuna itikat etmeleri neticesinde reddetmişlerdir. Biz bu hadisi reddedenlerin sözlerini nakledecek ve hadisin reddini gerektirecek bir hususun bulunmadı­ğını ortaya koyacağız.

Ebu Davud: dır." der.

'Hadislerin tamamı Ebu'z-Zübeyr'in söylediğinin hilafına-

Şâfiî: "İbn Ömer'den rivayette Nâfi', Ebu'z-Zübeyr'den daha sağlam­dır (esbet). Tearuz durumunda daha güçlü olan râvinin hadisini almak daha uygundur." der.

Hattâbî: "Yûnus b. Cübeyr hadisi bundan daha sağlamdır." der. Yû­nus hadisinden, "Ona emret, karısına dönün." sözü ile, "Ne dersin! Âciz veya ahmak olsa da (vuku bulan talâk gider mi)" sözünü kasdediyor.

İbn Abdilber: "Bunu t£bu'z-Zübeyr'den başka hiçbir kimse ondan nak-letmemiştir. İbn Ömer'den değerli bir cemaat nakilde bulunmuş, ama içle­rinden hiçbir kimse bunu söylememiştir. Ebu'z-Zübeyr kendisi gibi birinin muhalefeti halinde hüccet olmaktan çıkar. Ya kendinden daha sağlam; lerin muhalefetinde durum ne olur?" der.                                           

Bir muhaddis de: "Ebu'z-Zübeyr bu hadisten daha münker bir riva1! bulunmamıştır." diyor.

Ebu'z-Zübeyr hadisi hakkında söylenen sözler bunlar. Dikkatlice^ rinde durulduğunda .onun reddini ve ne de batıllığını gerektirmeyeceği görülür

Ebu Davud'un, "Hadislerin tamamı onun hilâfınadır." sözünü ele ala­lım. Acaba Ebu Davud'u taklit etmekten başka elinizde bir şey var mıdır? Madem ki siz (taklide) razı değilsiniz ve hüccetin kendi tarafınızda olduğunu zannediyorsunuz, öyle ise taklidi bırakınız ve sahih hadislerde Ebu'z-Zübeyr hadisine muhalif olan şeyler nerdeymiş gösteriniz. Acaba Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı hesaba kattığına, onun itibara alınmasını emrettiğine dair tek bir hadis var mıdır? Eğer varsa o zaman evet vallahi, bu Ebu'z-Zübeyr hadi­sine apaçık bir muhalefet olur. Fakat buna asla yol bulamıyorsunuz. Niha­yet elinizde sarıldığınız: " -Ona emret, karısına ricat etsin." ifadesi vardır ve "ricat" talâkın vukuunu gerektirir diyorsunuz. İbn Ömer'­in, kendisine "Bu boşama ile iddet bekler mi?" diye sorulduğunda söylediği: "Sen ne dersin, acz gösterip ahmaklık etse de (hiç vuku bulan talâk gider) mi?", Nâfi' ya da ondan önceki râviye ait: "O ve (kadının) talâkından sayıl­dı." sözü. Evet bunların dışında, bu talâkın vuku bulduğuna ve bununla id­det beklemenin gerekliliğine delâlet edecek tek bir harf yoktur. Bu lafızların sıhhati kuşkusuzdur. Onlarda herhangi bir tenkit edilecek unsur da yoktur. Bütün mesele bu sözlerin İbn Ömer hadisindeki: " = Onu bana geri çevirdi ve bunu (boşamayı) bir şey görmedi (talâk sayma­dı)." sözüne muarız olması ve onun önüne geçirilmesi, daha önce serdetmiş bulunduğumuz delillere -nuarız olmasında'dır. Bunları karşılaştırdığımız za­man aradaki farklılık ortaya çıkacak ve mukavemet gücü olmadığı gözüke­cektir. Biz bunları kelime kelime ele alıp irdeleyeceğiz:

" = Ona emret ricat etsin." sözünden başlayalım: "Müracaat" kelimesi Allah ve Rasûlü'nün kelâmında üç mânada kullanıl­mıştır:

1) Nikâh başlangıcı: "Bundan sonra kadını boşarsa, kadın başka biriyle evlenmedikçe bir daha kendisine helâl olmaz. Eğer (ikinci koca da) onu bo­şarsa, Allah'ın yasalarını koruyacaklarını sanırlarsa eski karı-kocanın birbir­lerine dönmelerine (müracaat) bir engel yoktur."[828]

Kur ân'ı bilen hiçbir kimse, burada sözkonusu edilen boşayan kimsenin ikinci koca, birbirlerine (müracaat) dönmenin de kadınla birindi kocası ara­sında olduğunda ihtilâf etmemiştir. Bu ise yeni baştan kıyılan Ibir nikâhtır.

2) Bir şeyi daha önce üzerinde bulunduğu hale çevirmek manasmdadir. Ebu'n-Numan b. Beşîr, oğulları arasında ayırım yaparak sadece birine bîr hizmetçi (köle) hediye etmişti. Hz, Peygamber (s.a.) ona: "Onu geri çevir." buyurmuştu. Bu, Allah Rasûlü (s.a.) tarafından "zulüm" diye nitelenen, uy­gun olmadığı, adaletle bağdaşmayacağı bildirilen —ilerde gelecektir— caiz hibenin sahih olmayacağı bir davranışın reddİdir.

Hz. Peygamberdin, (s.a.) satış sırasında cariyesi ile cariyenin çocuğu arasını ayıran bir kimseye bu davranışını yasaklayarak "satışı geri çevirmesi" ile il­gili sözü de bu türdendir. Bu geri çevirmek (red) satış akdinin sıhhatini ge­rektirmez. Çünkü böyle bir akit bâtıldır. Aksine buradaki red (geri çevirme), iki şeyi daha önce oldukları gibi birlikte olma haline çevirmek manasını ifade etmektedir. İbn Ömer'e karısına ric'atte (müracaat) bulunma emri de aynı şekildedir ve onları talâktan önceki birlik hallerine döndürmek anlamında­dır. Bu mânada da, hayız halinde iken talâkın vukuunu gerektirecek bir şey bulunmamaktadır.

İbn Ömer'in: " = Sen ne dersin? Acz gösterip ah­maklık etse de (hiç vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; fesübhanal-lah! Bu lafızda, bu talâkın Hz. Peygamber {s.a.) tarafından hesap edildiğine dair beyan nerededir? Hükümler bu tür lafızlardan alınamaz. Şayet Hz. Pey­gamber (s.a.) bu talâkı İbn Ömer aleyhine saysa ve itibara alınsaydı, cevap verirken Hz. Peygamber'in (s.a.) fiilini ve koyduğu şer'î hükmü söylemek du­rurken; " = Sen ne dersin?" şeklinde bir cevaba gitmezdi. Oysa ki, İbn Ömer'in en çok hoşlanmadığı şey, şeklindeki şahsî görüş bildi­ren ifadelerdir. Bu durumda apaçık sünnet varken; sebebi, kişinin Allah'ın kendisine izin verdiği şekilde talâkı gerçekleştirmekten acizliği ve ahmaklığı olan bir nevi reye delâlet eden lafzı ile başlayan bir cevaba nasıl dö­nebilirdi? Vasfı bu şekilde olan hususlarda daha uygunu, o şeyin itibara alın­maması ve işleyenin fiilinden sakıt olmasıdır. Çünkü Allah'ın dininde, sebe­bi emre yapışmaktan acizlik ve ahmaklık olan hiçbir geçerli hüküm yoktur. Ancak geri çevrilmesi mümkün olmayan bir fiil olması bundan müstesnadır. Onları, haram kılınan şekil üzere akdedenlerin aciz ve ahmak oldukları ha­ram akitleri ise bunun hilâfınadır. O zaman şöyle denilir: Bu, sıhhat ve lü­zumdan çok, ondan (sâdır olan tasarrufun) reddine delâlet eder. Zira Allah ve Rasûlü'nün emri hilâfına ortaya konulmuş bir aciz ve ahmak tasarrufu­dur. Dolayısıyla merdûd ve bâtıl olur. Bu rey ve kıyas, âciz ve ahmak olan birinin talâkının bâtıllığına, onun sıhhat ve itibarına olduğundan dah; delâlet eder.

"Onun talâkından sayıldı." sözüne gelince: Bu meçhul bir fiildir ve fail­den bahsedilmemiştir. Eğer faili belirtilseydi, o zaman onun saymasında bir hüccet olup olmadığı ortaya çıkardı. Meçhul birinin saymasında elbetteki delil olmaz. "Onun talâkından sayıldı." sözünün İbn Ömer veya Nâfi' veya baş­ka bir râvi tarafından söylenmiş olması bir şeyi değiştirmez. Bu sözde hesap eden kimsenin bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna dair bir beyan yoktur ki bağlayıcı bir hüccet olsun, ona muhalefet haram olsun. Böylece diğer ha­dislerin Ebu'z-Zübeyr hadisine muhalif olmadıkları açıklık kazanmış oldu. Hem sonra Ebu'z-Zübeyr hadisi Hz. Peygamberin bu talâkı saymadığında gayet açıkken, diğer hadisler mücmellik arzetmekte, bir beyan taşımamakta­dırlar. [829]

 

2. Haram Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:

 

Bunlar şöyle derler: Ey vuku bulmayacağı görüşünde olanlar! Siz, iyice sarpa sardınız ve çoğu talâkı iptal ettiniz. Zira verilen talâkların büyük ço­ğunluğu bid'at talâk şeklindedir. Büyük imamlara muhalefetle onları karşı­nıza aldınız, cumnura muhalefetten kaçınmadınız, çoğunluk ashabın ve on­dan sonra gelenlerin hilâfına fetva verdikleri görüşünüzle ümmet Serisinde siv-rilip kaldınız. Kur'an ve sünnet sizin görüşünüzün batıllığma delâlet etmektedir.

"Eğer onu boşarsa, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine he­lâl olmaz."'[830] âyeti, bütün talâkları içine almaktadır: Yine "Boşanmış ka­dınlar, bizzat kendileri üç hayız hali (veya temizlik müddeti) beklerler."[831]' âyetinde de bir ayırım yoktur. "Talâk iki keredir."; "Boşanmış kadınların iyilikle faydalandırılmak haklarıdır."'[832] âyetleri hep mutlaktır ve genel (âmm) bir lafızdır. (Haram yolla da olsa) bu da boşanmış kadındır. Lafzın umumu altına bu da girer. Kur'an âyetlerinde geçen bu umumî lafızların, nass veya icmâ olmadan tahsisine gitmek caiz değildir.

İbn Ömer hadisi, haram olan talâkın vukuuna birçok önden delildir:

1_ "Müracaat'Ma emredilmesi, bu dağılan nikâh umurunu toplamak demektir. Nikâh umurunu dağıtan da talâkın vukûudur.

2— İbn Ömer'in: "Ve ben de ric'at ettim." sözü ile hadisteki: "Boşadı-ğı bu talâk hesap edildi." ifadesidir. İbn Ömer'in —Eğer Rasûlullah bu talâ­kı saymadı ise— Hz. Peygamber'e muhalefet ederek, bu boşadığını kadının talâkına sayması nasıl düşünülebilir?

3—  İbn Ömer'in, kendisine "O talâk hesap edilir mi?" diye sordukla­rında: "Ne dersin, aczedip ahmaklık gösterse de (vuku bulan talâk gider) mi?" demesi. Yani onun acizliği ve ahmaklığı, o talâkın sayılmaması için bir özür olmaz, demektir.

4—  ibn Ömer'in: "Onu saymama engel ne var?" demesi. Onun bu sö­zü, haram talâkın sayılmamasını inkâr anlamındadır. Bu söz, Ebu'z-Zübeyr'in rivayet ettiği sözü de iptal etmektedir. Zira o gerçekten Hz. Peygamber'in bu talâkı reddedip saymadığını görmüş birisi olsaydı, "Onu saymama ne en­gel var?" sözünü nasıl söyleyebilirdi?

5— İbn Ömer'in görüşü, hayız halinde iken verilen talâkın sayılması şek­lindedir. O, olayın kahramanıdır ve dolayısıyla meseleyi herkesten iyi bilen biridir. Sünnete uyma ve muhalefetten kaçınma konulunda da en titiz birisi­dir. İbn Vehb, CâmV'ınâe, İbn Ebî Zi'b—Nâfi' senediyle İbn Ömer'den nak­leder: O (İbn Ömer) karısını hayız halinde iken boşamıştır. (Babası) Ömer, Hz. Peygamber'e (s.a.) durum hakkında sorar. O da: "Oğluna emret karısı­na ric'at etsin. Sonra kadın temizlenip akabinde hayzını görünceye ve tekrar temizleninceye kadar onu tutsun. Ondan sonra artık isterse nikâhında tutar, dilerse yakınlık etmeden boşar. İşte kadınların, kendisi için boşanmasını Al­lah'ın emrettiği iddet budur ve o birdir." buyurur.[833] İbn Ömer'in hadisi­nin lafzı da işte budur.

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den rivayet eder: îbn Cüreyc: Medine'ye git­mek üzere Dârunnedve'ye inmiş olan Nâfi'e adam gönderdik. Biz Atâ ile bir­likte idik. "Hz. Peygamber (s.a.) zamanında hayızh iken karısını boşayan Abdullah b. Ömer'in talâkı sayıldı mı sayılmadı mı?" diye sorduk. O: "Evet" dedi.[834]'

Hammad b. Zeyd-Abdülaziz b. Suheyb—Enes silsilesi ile rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Kim bid'at şeklinde boşarsa. onu bid'ati ile ilzam ederiz." buyurur. Abdulbâkî b. Kani, Zekeriyya es—Sâcî—İsmail b.Ümey-ye ez-Zârî—Hammad ve yukardaki senedin aynı ile rivayet etmiştir.[835]

Ashab'tan Osman b. Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair olan fet­vaları sebebiyle görüşleri yukarıda geçti.

Talâkın haram olması, üzerine netice ve hükmünün terettübüne mâni de­ğildir. Zıhâr gibi. Zira zıhâr, kötü bir söz ve çirkin bir yalandır, haram oldu­ğunda hiç şüphe yoktur. Bununla birlikte üzerine neticesi —ki keffâret ve­rinceye kadar zevcenin haram olmasıdır— terettüp eder. Aynı şekilde bid'î talâk da haramdır, ric'at edinceye kadar neticesi üzerine terettüp eder. Ara­larında bir fark yoktur.

İşte îbn Ömer, karısını üç talâkla boşayan kimseye: "Başka bir koca ile evlenmedikçe sana artık haram olmuştur. Bu halinle sen, karını boşaman ko­nusunda Allah'ın emrine isyan etmiş oldun. "[836] demiş ve işlemek sureti ile Rabbine (c.c.) isyan halinde olduğu talâkını geçerli kabul etmiştir.

Yine kazif (iftira) de haramdır. Buna rağmen üzerine hükmü terettüp eder ve had uygulanır, şahitliği kabul edilmez vb.

Haram nikâhla, haram talâk arasında fark vardır: Nikâh zevcenin he­lâlliğini ve onun kadınlığından istifade mülkiyetini içerir, dolayısıyla ancak şer'an izin verilmiş şekli ile olur. Zira kadınlıktan istifadede asıl olan haram-lıktır. Ondan ancak Şâri'in mubah kıldığı şey helâl olur. Talâk ise böyle de­ğildir. O kocanın kendi hakkım düşürmesi, mülkiyetini izale etmesi demek­tir. Bu da izale edici sebebin şer'an izin verilmiş olması üzerine bağlı olmaz. Kişinin malları üzerindeki mülkiyeti; haram olan itlaf, yalan ikrar, günah ve haram yollarda harcayacağını bildiği kimseye hibede bulunmak gibi haram teberru yolu ile zail olduğu gibi, nikâh mülkiyeti de haram olan bu yolla or­tadan kalkar.

îman bütün akitlerin aslı, en önemlisi,- en şereflisidir. Buna rağmen eğer küfürse, haram olan sözle yok olmaktadır. Bu durumda nikâh akdi, onun izalesi için konulmuş haram talâkla nasıl ortadan kalkmaz?

Konuyla ilgili gayr-ı ciddi verilen talâktan başka bir şey olmasaydı o da delil ©lurdu. Çünkü haram olmasına reğmen vukubulmaktadır. Allah'ın âyet­leri ile oynamak helâl olur mu? Nitekim Hz. Peygamber (s.a.): "Şf insanla­rın hallerine ne oluyor da, Allah'ın âyetlerini oyuna alıyorlar: "Boşadım, ru-cû ettim; boşadım rücû ettim..." diyorlar." buyurmuştur. Haram olmasına rağmen gayr-ı ciddi (hâzil) kimsenin talakı vâki olunca, ciddi olarak verilen talâkın —haram olmasına rağmen— evleviyetle vuku bulması gerekir.

Haram nikâhla, haram talâk arasında bir fark daha vardır: Nikâh bir nimettir. Haramlarla mubah kılınmak istenemez. Onun izalesi ve kadınlığın­dan istifade mülkiyetinin elinden çıkması ise bir azaptır. Dolayısıyla sebebi­nin haram bir şey olması caizdir.

Kadının kadınlığı ile ilgili konularda ihtiyatlı davranılır. İhtiyat ise talâ­kın vukuunu, ric'at ve akdin yenilenmesini gerektirir.

Biz biliyoruz ki, nikâh akdinde, diğer akitlerde aranmayan icab ve ka­bulle ilgili, veli ve iki şahidin bulunması gibi, rızasına itibar edilen bir kadın­sa zevcenin rızasının alınması gibi ek şartlar alınır, iş sıkı tutulur. Fakat ni­kâhtan çıkışta en kolay şekilde çıkılır, talâkta nikâh sırasında aranan bu şart­lardan hiçbirisi aranmaz. Nikaha azimetle girilir, fakat ondan şüphe ile çıkı­lır. Demek ki bunlar biribirinden çok farklıdır. Birini diğerine kıyaslamak mümkün olmaz.

Elimizde başka hiçbir şey olmasa bile sadece eski ve yeni bütün din âlim­lerinin "Hayızlı iken hanımını boşadı", "Talâk iki nevidir: Sünnî talâk, bid'î talâk" gibi sözleri ile, İbn Abbas'ın: "Talâk dört şekil üzeredir: İkisi helâl, ikisi haramdır."'[837] sözü delil olarak yine yeter. "Talâk" kelimesinin bu şe­kilde kullanılması ve taksime tâbi tutulması, onlar katında haram talâkın da gerçek talâk olduğuna delildir. "Talâk" isminin haram talâkı da içine alma­sı, helâl talâkı içine alması gibidir. Eğer haram talâk, bir hakikati olmayan soyut, boş bir söz olsaydı, o zaman "Hanımını boşadı." denmezdi. Zira eğer bu söz boş olsaydı, varlığı ile yokluğu eşit olurdu. Böylesi bir durum için de "boşadı" tâbiri kullanılmaz ve talâk için; vâki olmayan talâk, vâki olan ta­lâk gibi bir ayırım yapılmazdı. Zira mevcut bir mânası olmayan boş sözler, lafzen bir hakikati ve varlığı bulunan bir şeyin kısmı olamazlar.

Bu serdettiklerimiz, haram talâkın vukuuna kail olanların yapıştıkları delillerin tamamını oluşturmaktadır. Belki içlerinde, mevcut hilafı bilmediği için, icmâ iddiasında bulunanlar da vardır. [838]

 

3. Haram Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:

 

Haram talâkın vâki olmayacağı görüşünde olanlar cevap olarak şöyle der­ler: Sizinle tartışmamız üç noktada olacak ve konuyla ilgili doğru buradan ortaya çıkacaktır:

Birinci nokta: İcmâ iddianızın asılsızlığı. Bunu isbata asla imkân yok­tur. Aksine icmâ olmadığı yaygın olarak bilinmektedir.

İkinci nokta: Cumhûr'un (çoğunluk) bir görüş üzerinde fetva vermeleri, o gr-üşün sahihliğine delâlet etmez. Cumhur kavli hüccet değildir.

Üçüncü nokta: Haram talâk, Sâri' Teâlâ'nın ahkâmını zikrettiği mutlak talâkla ilgili nasslar kapsamına girmez.

Eğer bu üç nokta ortaya konulabilirse, o takdirde biz, bid'î talâk, konu­sunda, doğruyu elde etmede sizden daha şanslıyız demektir.

1—  Birinci noktayı ele alalım: Daha önce bu konuda ihtilâf bulunduğu­nu anlatmıştık. Buradan icmâ iddiasının batıllığı ortaya çıkar. Nasıl çıkmaz ki? İhtilâfların varlığı bilinmese bile, bir hüccet olacak, mazerete imkân ver­meyecek, muhalefeti haram kılacak vasıfta bir icmâ isbatına yine imkânınız yoktur. Zira bu dediğimiz vasıfta bir icmâ kesin ve herkesçe malum olan bir icmâdır.

2— İkinci noktaya gelince, cumhur ulemanın bu görüş üzere oluşları hiçbir şey ifade etmez. Şer'î deliller içerisinde, Allah'ın kitabına, Rasûlü'nün sün­netine ve ümmetin icmâına ilâve olarak "cumhur kavlinin de hüccet olduğunu" bize isbat ediniz.

Sahabe devrinden zamanımıza kadar, eski ve yeni bütün âlimlerin gö­rüşleri üzerinde düşünenler ve onların hallerini araştıranlar, onların tamamı­nın cumhura muhalefeti caiz görmede icmâ halinde olduklarını görecek ve her birinin cumhurdan ayrıldığı birçok görüşü olduğunu bulacaktır. Bundan hiçbir kimse de müstesna değildir. Şu kadar var ki kiminin az olur, kiminin de çok. Eğer isterseniz imamlardan birini,ele alır ve cumhura muhalefet et­tikleri görüşlerini araştırabilirsiniz. Eğer biz böyle bir araştırmaya girsek ve muhalif görüşleri saysak, kitap gerçekten uzar. O yüzden biz, ulemanın gö­rüşlerini ve ihtilâflarını içeren kitaplara bakmanızı tavsiye ile yetiniyoruz. İmamların görüşleri onların (bize ulaşan) tarikleri hakkında bilgi sahibi olanlar, onların bu ihtilâflarından cumhura muhalefeti tecviz konusunda icmâ halin­de olduklarını çıkarır. Şu kadar var ki, bu ihtilâflar, üzerinde içtihadın caiz olduğu, sahih ve açık sünnetin engel teşkil etmediği konulardadır. İçtihadın caiz olmadığı bir konuda ise, açık nasslara muhalefeti içeriyorsa, o takdirde böyle bir ihtilâfın inkâr ve reddinde hemen hemen müttefiktirler. İmamların mezheplerinde her iki tarzla ilgili herkesçe malum olan husus işte budur.

3— Üçüncü nokta: haram talâkın, talâkla ilgili nassların kapsamı içine girmesi şeklindeki iddianızla ilgiliydi. Şimdi size soruyoruz: Bir kimse kalksa da haramblan satış türlerinin, haram olan nikâhın satış ve nikâhla ilgili nass-larm kapsamına gireceğini iddia etse, ne derdiniz? Şöyle dese: "İsmin, o tür­den olan şeyin sahihini kapsamasıyla fasidini kapsaması aynıdır." Hatta di­ğer haram olan akitlerin de şer'î akülerle ilgili lafızların kapsamına gireceği­ni ve yine yasak ve haram olan ibadetlerin de şer'î lafızlar kapsamına girece­ğini iddia etse ve bunların ismin kapsamına girdiği gerekçesiyle sıhhatlerine hükmetse acaba bunun bu iddiası doğru mudur, yoksa yanlış mı? Eğer doğ­rudur derseniz— ki bunu demenize imkân yok— bu söz, fasidliği dinen zo­runlu olarak bilinen bir söz olmuş olur. Eğer "Onun bu iddiası yanlıştır." derseniz, o zaman kendi iddianızı bırakmış ve bizim dediğimize gelmiş olur­sunuz. Eğer "Bu iddia bazı yerde kabul edilir, bazı yerde reddedilir." derse­niz o zaman size şöyle denilir: Buyurunuz ve bunların arasım, sağlam, değiş­mez, sapmaz bir kriterle ayırınız. Sizin elinizde, haram akitlerden nasların lafızları kapsamına girecek ve böylece ona sıhhat hükmü verilecek olanlarla; onların kapsamına girmeyecek ve böylece batılhk hükmü verilecek olanlar ara­sında ayırım yapabileceğiniz Allah katından gelen bir deliliniz (burhan) var mıdır? Eğer böyle bir kriter ortaya koymaktan acizseniz, o zaman biliniz ki, elinizde herkesin benzerini güzelce yapabileceği boş bir iddiadan başka bir şey yoktur veya siz sözü ile değil de sözü için ihticacda bulunan birilerine yas­lanıyorsunuz. Bu yolda ortaya koyduğunuz şey üzerindeki örtü kaldırıldığın­da, bizzat tartışma mahalli ortaya çıkmaktadır. Siz onu delilinize mukaddi­me (öncül) yapıyorsunuz. Bu "müsadere ale'l-matlûb"un ta kendisidir. Acaba bizim tartışmamız nerede? Haram ve yasak talâkın "Boşanmış kadınlar gü­zellikle faydalandırılmalıdırlar", "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti beklerler" ve benzeri naslarm kapsamına girip girmemesi değil mi­dir? Sizin iddianız kabul edildi mi ki, siz onu delilinize mukaddime yapı­yorsunuz?

İbn Ömer hadisi ile istidlalinize gelince, birçok yönden o, sizin lehinize delil olmaktan ziyade aleyhinize delil olmaya daha lâyıktır:

1) İbn Ömer'in " - Onu bana geri çevirdi ve onu talâk saymadı." şeklindeki gayet açık sözü. Sıhhatinin beyanı daha önce geç­mişti. Bu sarih ve sahih ifadeye karşı koyacak elinizde hiçbir şey yoktur. Bi­lâkis elinizdeki bütün lafızlar ya sahihtir fakat sarih değildir; ya da sarihtir, fakat sahih değildir. Nitekim göreceksiniz.

2) İbn Ömer'den Ubeydullah—Nâfi senediyle, güneş gibi bir isnadla sa­bittir. Buna göre İbn Ömer, hayizlı iken karısını boşayan adama: "Bu sayıl­maz." demiştir. Daha önce geçti.

3) Eğer İbn Ömer hadisi, bu talâkın sayılmasında sarih olsaydı, İbn Ömer sırf görüşüne başvurup da soru sorana " = Sen ne dersin?" şeklinde bir cevap vermezdi.

4) İbn Ömer'den bu konuda nakledilen lafızlar son derece muztaribtir ve hepsi de sahihtir. Bu da İbn Ömer'den Hz. Peygamber'in (s.a.) bu talâkı vâki kabul ettiği ve saydığına dair sarih bir nass bulunmadığına delâlet eder. Lafızların tearuzu sözkonusu olduğu için İbn Ömer'in kendi görüş ve fetva­sına bakarız ve onun görüşünün bu talâkın vuku bulmayacağı şeklinde oldu­ğunu gayet açık bir şekilde görürüz. Ayrıca hadislerinden birinin lafızlarının da bu konuda gayet açık olduğunu görüyoruz. Böylece sarih rivayeti ile fet­vası bu talâkın sayılmayacağında birleşmiş oldu. Mücmel ve muztarib lafız­lar ise muhalefet etmiş oldu. Daha önce açıklanmıştı.

İbn Ömer'in, "Niye saymayacak mışım ki" ve: "Sen ne dersin! Acz gös­terip ahmaklık etse de (vuku bulan talâk gider) mi?" sözüne gelince; nihayet bu söz İbn Ömer'den talâkın vukûna dair gelen sarih birrivayettir deriz. Bu takdirde de İbn Ömer'den iki rivayet (muztariplik) olmuş olur.

Siz "Rasülullah'ın (s.a.), karısını kendisine geri çevirdiği ve onu (talâk) saymadığını bildirdiği halde nasıl olur da İbn Ömer vukuuna dair fetva ve­rir?" diyorsunuz. Bu râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değil ki. Bu ve diğer râvisinin muhalefette bulunduğu hadisler için, sahabe ve ondan sonra gelen­lerin rivayetlerinin reylerine takdim edileceğine dair güzel bir örnek (üsve-i hasene) vardır:

İbn Abbas, Berîre hadisini ve cariyenin satışının onun talâkı olmadığını rivayet etmiş ve bunun hilâfına da fetva vermiştir. İnsanlar onun rivayetini almışlar ve reyini terketmişlerdir. Doğrusu da budur. Çünkü rivayet masum­dur (hatasızdır), masumdan (Hz. Peygamber) gelmektedir. Rey ise böyle de­ğildir. Hem sonra İbn Ömer'den vuku bulmayacağına dair daha açık bir na­kil yine bulunmaktadır ve o vaki olmayacağına dair olan rivayetine uygun­dur. Kaldı ki bunda fıkhı bir incelik de vardır ki, onu ancak sahabenin görüş ve kavillerine tam anlar. ,ıyla vâkıf olanlar, onların Allah ve Peygamber'in-den anladıklarını ümmet için gösterdikleri ihtiyatları gerçek anlamda kavra­yabildiler ancak bilebilir. İnşaallah bunu Hz. Peygamber'in (s.a.) üç talâkın birden verilmesi ile ilgili hükmünü izah sırasında göreceksiniz.

İbn Vehb'in, îbn Ebî Zi'b'den rivayet ettiği hadisteki: "—Ve o birdir." sözüne gelince; Allah'a yemin ederim ki, eğer bu söz Allah Rasûlü'nün (s.a.) sözünden olsaydı, onun önüne hiçbir şey geçirmez ve he­men ona koşardık. Fakat bilmiyoruz, o sözü İbn Vehb kendisinden mi söyle­di, yoksa İbn Ebî Zi'b mi, Nâfi mi? Hakkında onun sözü olduğuna dair kesin bir bilgi bulunmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a.) isnad edilmesi, ona şahitlik edilmesi ve böylece üzerine ahkâm terettüp etmesi, vehim ve ihtimal­le "Bu Allah'tandır.'1 denilmesi asla caiz değildir. Öyle anlaşılıyor ki, o söz İbn Ömer'den beride bulunan râvilerden birinin sözüdür. Maksadı da, "İbn Ömer onu bii talâkla boşamıştı, üç talâkla boşamamıştı." şeklinde olmalı­dır. Yani İbn Ömer, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karısını bir talâkla bo­şadı diye başlamış ve rivayetine devam etmiştir.

Atâ ve Nâfi' senediyle gelen ve: "İbn Ömer'in bu boşaması sayıldı." şek­lindeki İbn Cüreyc hadisi ise, olsa olsa Nâfi'in sözü olmalıdır. Sayan da belli değildir. Bizzat Abdullah mı, babası Ömer mi, yoksa Rasûlullah mı? Rasû-lullah'a şüphe ve zanla bir şey nisbet etmek caiz değildir. Hem sonra bu müc­mel ifade, "Onu talâk saymadı" şeklindeki sarih ifadeye nasıl muarız olur? Allah şahittir, —şahit olarak da o yeter— eğer o talâkı sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna kesin kanaat getirsek, vallahi öte aşmaz, başka bir delil aramazdık.

"Kim bid'at şeklinde boşarsa, onu bid'ati ile ilzam ecicuz." şeklindeki Enes hadisi ise Hz. Peygamber'e (s.a.) nisbet edilmiş bâtıl bir hadistir. Biz onun bâtıl olduğuna Allah'ı şahit tutuyoruz. Hammâd b. Zeyd'in arkadaşla­rından hiçbir sika râvi onu rivayet etmemiştir. O sadece ekip biçen yalancı (kezzâb)[839] ziraatçi İsmail b. Ümeyye tarafından rivayet edilmiş hadislerden­dir. Sonra, hadisin ondan rivayet eden râvisi Abdülbâkî b. Kâni'dir.'[840] el-Bürkânî ve başkaları onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. Ömrünün sonları­na doğru İhtilata maruz kalmıştır. Dârakutnî onun hakkında: "Çok hata yapar" der. Böyle birisi, bir hadisle teferrüd ettiğinde, hadisi hüccet olamaz.

Osman b. Affan ile Zeyd b. Sâbit'in vukuuna dair fetva vermeleri ise asla sahih olamaz. Zira Hz. Osman'ın haberinde, yalancının (kezzâb) hali ve kim olduğu belli olmayan meçhul bir râviden rivayeti sözkonusudur. Çünkü İbn Seman, "bir adam"dan rivayet etmiştir. Zeyd'in haberinde ise meçhul bir râvinin yine meçhul birinden rivayeti sözkonusudur. Zira Kays b. Sa'd adını söylediği "bir adanf'dan, o da Zeyd'den rivayet etmiştir. Allah aşkına bu iki rivayet nerde, Abdülvahhab b. Abdülmecid es-Sakafî'nin, ümmetin hafızı Ubeydullah'tan, onun da Nâfi'den naklettiği, İbn Ömer'in "sayılmaz" dediği şeklindeki rivayeti nerede? Eğer bu haber sizin elinizde olsaydı, mu laka onu delil olarak kullanır ve onunla saldırırdınız.

"Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mâni değil­dir. Zıhâr gibi." sözünüze gelince; önce bu, zikrettiğimiz nasslar ve ağır ba­san diğer deliller tarafından reddedilecek bir kıyastır. İkinci olarak: "Onun haram olması, neticesinin üzerine terettüp etmesine mânidir. Nikâh gibi' den­mek suretiyle, bu tam tersine çevrilerek itiraza, karşı itiraz ileri sürülebilir.

Üçüncü olarak zıhâr'ın; helâl zıhâr, haram zıhâr diye iki yönü yoktur. Aksine hepsi haramdır. Çünkü o, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Onun helâl ve caiz; haram ve bâtıl diye ikiye ayrılması mümkün değildir. Bilakis o, yabancıya yapılmış bir iftira ve riddet mertebesindedir. Bulunduğu zaman mutlaka beraberinde mefsedeti ile bulunur. Dolayısıyle, "Zıhardan bir kısmı vardır ki helâl ve sahihtir; bir kısmı da vardır ki haram ve bâtıldır." demek düşünülemez. Nikâh, talâk ve satış ise böyle değildir. Zıhâr, vukubulduğun-da beraberinde mefsedetini de bulunduran ve dolayısıyla üzerine hükümleri terettüp eden haram fiiller grubundandır. Talâkın, haram helâl; sahih ve bâ­tıl kısımlarına ayrılan nikâh, satış, icâre, ve diğer akitlere ilhak edilmesi daha uygundur.

"Nikâh, kadının kadınlığından istifade mülkiyeti doğuran bir akittir, talâk ise, o mülkiyeti izale eden bir akittir." sözünüze evet. Fakat; birinin hükmü­ne itibar edip onu lâzım kılıp geçerli kabul etmek, diğerini ise ilga ve iptal etmek konusunda, iki akit arasında ayırıma delâlet eden Allah ve Rasülü'-nden gelen elinizde bir burhanınız mı var?

Mal üzerindeki mülkiyetin, haram olan itlafla yok olmasına gelince, bu­rada maddi anlamda kaybolan ve artık bir jnahalH kalmayan bir mülk söz konusudur. Yalan ikrarla zevaline gelince bu, çok çok uzak bir şey. Biz onu zahiren ikrarında tasdik ederiz ve —kendi yalan bile olsa—, tasdik edilen bu ikrara dayanarak mülkünü izale ederiz.

Küfür olan sözle imanın zail olmasına gelince, bunun cevabı geç; für konusunda helâl ve haram diye bir ayırım yoktur.

Gayr-ı ciddi verilen talâk ise vâkidir, çünkü mahalline isabet etmiştir. İçinde cima olmayan temizlik süresinde verilmiş, bu yüzden de geçerli olmuştur. Gayr-ı ciddi boşamış olması, talâkın neticesinin üzerine terettüp etmemesini istemesi demektir. Bu ise kendisine ait değil, Şâri'in yetkisindedir. O, tam olarak sebebi ortaya koymuştur, fakat neticesinin olmamasını dilemiştir. Bu, ona fayda vermez. Talâkı, meşru zamanı içerisinde vermeyenin durumu ise böyle değildir. Zira o, Yüce Allah'ın talâkın vukuuna götürmek üzere koymuş olduğu sebebi ortaya koymamıştır. O kendine göre bir sebep ihdas etmiş ve onu talâkın hükmüne ulaştırıcı bir vasıta yapmak istemiştir. Mükellefin böyle bir yetkisi yoktur.

"Nikâh nimettir, onun sebebi de ancak taat olmalıdır. Talâk ise nimetin izalesi kabilindendir. Onun sebebinin masiyet olması da caizdir." sözünüze gelelim. Cevaben deriz ki: Bazen olur ki talâk kişinin boynuna geçen lâleden, ayağına vurulan bukağıdan kurtulabileceği en büyük nimetlerden biri haline gelir. Her talâk azap değildir. Aksine; kullarına, içlerinden biri eş değiştir­mek, sevmediği ve kendisine uygun düşmeyen eşinden kurtulmak istediğin­de, talak yoluyla ayrılık imkânını vermesi, yüce Allah'ın nimetlerinin kema-lindendir. Birbirini sevenler için nikâh gibisi, birbirinden nefret edenler için ise talâk gibisi görülmemiştir. Sonra siz talâka nasıl azap (nikmet) dersiniz. Halbuki Allah: "Henüz dokunmadan... kadınları boşarsanız bunda size bir günah yoktur..."[841] "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde on­ları iddetleri içerisinde boşayınız."'291 buyurmaktadır.

"Kadının kadınlığından istifade konusunda ihtiyatlı davranmak gerekir." diyorsunuz. Evet buna biz de katılıyoruz. Bu yüzden de ihtiyatlı davrandık ve eşleri kesin olan nikâhları üzerinde —aynı kesinlikle nikâhlarını izale ede­cek bir durum olmadıkça— bıraktık. Eğer hata etmişsek, hatamız tek bir ci­hettedir. Eğer isabet etmişsek iki cihetten olur; birinci koca ciheti, ikinci ko­ca ciheti. Siz ise iki şey irtikâb ediyorsunuz: Kendisine yakînen helâl olduğu bilinen kimseye kadını haram, başkasına ise helâl kılıyorsunuz. Eğer hata idiy­se, iki cihetten hata olmaktadır. Böylece ihtiyat açısından bizim durumumu­zun sizinkinden daha evlâ olduğu ortaya çıkmış oldu. Ebu Tâlib rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir: Sarhoşun talâkı konusunda aynen bu ihtiyatın bir benzeri vardır. Talâkla emretmeyen kimse sadece bir haslet getirmiştir. Talâkla emreden kimse ise iki haslet getirmiştir: Kadını kocasına haram kıl­mış, başkasına ise helâl kılmıştır. Bu (birincisi), bundan daha hayırlıdır.

"Nikâha azimet ve ihtiyatla girilir (ek şartlar aranır), en basit bir şekilde de çıkılır" şeklindeki itirazınıza ise diyoruz ki, evet doğrudur, ancak sadece Allah Teâlâ'nın ondan çıkmak için sebep olarak belirlediği, izin verdiği şey­lerle çıkılabilir; kişinin kendi belirlediği ve çıkmak için bizzat kendisinin se­bep olarak ihdas ettiği şeylerle ise asla!

İşte buraya kadar serdettiklerimiz, her iki grubun da, rehberlerinin (de­lil) dizginlerinden ancak süvarilerin çekebileceği, hücumu anında cesurların şecaatinin sönük kalacağı bu dar, korkulu ve sarp yolda ayaklarının ulaşa­bildiği son noktadır. Biz bunların kaynaklarına ve delillerine sadece ilimden çok az bir sermayesi olan fakat herşeyi bildiğini zannedenlerin, kendi bilgile­rinin dışında daha başka şeylerin de olduğunu bilmeleri için işarette bulun­duk. Eğer kişi, ilimde bir payeye sahip değilse, delillerin arkasında yaya kalı­yorsa, kolu delillerin meyvesini toplamaya yetişemiyorsa; azminin paçalarını çemreleyen, Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti etrafında dönen, onu hakem kıl­mak, meseleleri ona götürmek uğrunda bütün himmetini ortaya koyan kim­seden özür dilesin. Eğer kusuru ve bu ulaşamayacağı noktadan yüz çevirmesi konusunda, kendisi ile tartışmada bulunana özür dilemeyecekse, o zaman bari karşısındaki insanı, kendi nefsi için razı olduğu koyu taklitten yüz çevirme­sinde mazur görsün ve kendisi ile karşısındakine baksın, acaba hangisi ma­zur gösterilen çabalardan, hangisi de şükranla karşılanmaya daha lâyıktır. Yardım Allah'tandır, tevekkül O'nadır, yegâne doğruya ulaştırıcı O'dur. Rı­zasını kazanmak için onun kapısına yönelene her kapıyı açan O'dur. [842]

 

b) Bir Defada Verilen Üç Talâk:                         

 

1. Bir Defada Verilen Üç Talâk Hakkındaki Hükmü:

 

Mahmud b. Lebîd (r.a.) hadisi daha önce geçmişti. Hadise göre Hz. Pey-gamber'e, bir adamın karısını üç talâkla birden boşadığı haber verilmişti. Hz. Peygmaber (s.a.) kızarak kalkmış ve: "Ben sizin aranızda iken Allah'ın kita­bı ile oyun mu ediliyor?" buyurmuştu. Hadisin isnadı Müslim'in şartına gö­re sahihtir. Zira İbn Vehb, hadisi Mahreme b. Bükeyr el-Eşec'den, o da ba­basından rivayet etmiştir. Babası "Mahmud b. Lebîd'den işittim ki..." diye­rek hadisi zikretmiştir. Mahreme'nin sika olduğunda şüphe yoktur. Müslim Sahih'inât onun babasından rivayet ettiği hadisi ile ıhticacda bulunmuştur.

Hadisin kusurlu olduğunu söyleyenler şöyle diyorlar: O (Mahreme) on­dan işitmemiştir. Sadece kitaptan rivayet etmiştir. Ebu Tâlib şöyle diyor: Ah­med b. Hanbel'e Mahreme b. Bükeyr'den sual ettim. O şöyle dedi: "O sika­dır, babasından işitmemiştir. O sadece Mahreme'nin kitabıdır. Ona bakmış­tır. Bana Süleyman b. Yesâr'dan ulaşmıştır tabirini kullandığı bütün hadisler, Mahreme'nin kitabındandır." Ebu Bekir b. Ebî Hayseme şöyle der: Yahya b. Maîn'i işittim, şöyle diyordu: "Mahreme b. Bükeyr'e babasının ki­tabı intikal etti, o babasından (hadis) işitmedi." Abbas ed-Dûri'nin rivaye­tinde: "O zayıftır. Babasından olan rivayeti kitap (>ob ile) dir. Ondan işit­memiştir." 1er. Ebu Davud ise: "Babasından tek bu h.ı '..m, vitir hadisini işitmistir." der. Saîd b. Ebî Meryem dayısı Musa b. Seleme'den nakleder: Man-reme'ye geldim ve ona: "Baban sana hadis rivayetinde bulundu mu?" diye sordum. O: "Ben babama yetişemedim, fakat şunlar kitaplarıdır." diye ce­vap verdi.

Bu tenkitlere cevap iki açıdan olacaktır:

1) Birincisi yazı ile amel konusundadır. Eğer babasının kitabı, kendi ya­nında saklanıyor, koruma altında bulunduruluyorsa, o takdirde hadisin hüc­cet olabilmesi için, onu işitme yolu ile veya kitabına bakması yolu ile rivayeti arasında bir fark yoktur. Hatta yazılı nüshadan alması, eğer râvi onun bizzat şeyhin kendi nüshası olduğundan emin ise, daha ihtiyatlı olacaktır. Bu saha­be ve selefin yoludur. Hz. Peygamber (s.a.) meliklere mektuplar yazar ve gön­derirdi ve bu mektuplar onlar üzerine birer hüccet olurdu. İslâm ülkesinin çeşitli yörelerinde görevli âmillerine mektuplar göndermiş ve onlar bu mek­tuplarla amel etmişler, onları delil olarak kullanmışlardı. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk, Hz. Peygamber'in (s.a.) zekât hakkındaki yazısını Enes b. Mâlik'e vermiş ve Enes onu muhafaza etmiş, bütün.ümmet onunla amel etmiştir. Amr b. Hazm'a gönderdiği zekâtlarla (sadakat) ilgili mektubu da öyledir. Bu mektup da Amr ailesinde bulunuyordu. Selef ve halef Öteden beri birbirlerine gön­derdikleri yazılarla ihticacda bulunuyorlardı. Kendisine yazı gönderilen kim­se: "falan bana yazdı ki, kendisine falan haber vermiş..." diyordu. Eğer ya­zılı malzemelerle delil getirmek bâtıl olsaydı, ümmetin elinde ilim diye son derece az bir şey kalırdı. Şu bir gerçektir ki, asıl itimat yazıyadır, hıfza- değil­dir. Hafıza ihanetkârdır. Yazı ise ihanet etmez. Geçmişte hiçbir zaman için, yazı iie amelde bulunmayı reddeden ve yazıyı yazan bana şifahen söyleme­miştir, dolayısıyla kabul etmiyorum diyen bir kimse çıkmamıştır. Aksine hepsi de yazının kabulünde ve onunla amelin caiz olduğunda —eğer onun yazdığı sahihse— icmâ halindedirler.

2) "O babasından işitmemiştir." diyenin sözü, "Hayır işitmiştir" diyen ve onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olan ve hem de isbat durumunda olan kimsenin sözü ile çatışmaktadır. Abdurrahman b. Ebî Hatim şöyle der: Babama Mahreme b. Bükeyr'i sordular. Babam: "O sâlihu'l-hadîstir." de­di, îbn Ebî Üveys şöyle der: Mâlik'in kitabının sırtında şunu buldum: "Mah-reme'ye babasından rivayet ettiği hadisleri, ondan işitip işitmediğini sordum. Bana yemin etti ve: Şu binanın (yani Mescidin) Rabbine yemin ederim ki, ba­bamdan işittim, dedi." Ali b. el-Medînî şöyle der: Ma'n b. İsa'yı şöyle der­ken işittim: "Mahreme babasından işitmiştir. Rebîa ona Süleyman b. Yesâr'ın re'yinden (görüşlerinden) bazı şeyler arzetmiştir." Ali devamla: "Mahreme'nin babasından Süleyman'ın kitabını işitmiş olacağını sanmıyorum. Belki az bir şey işitmiş olabilir. Medine'de, "Mahreme b. Bükeyr'in hadislerinde, ('Babamdan işittim" diye söylediğini bana haber veren hiçbir kimse görmedim. Mahreme sikadır." demektedir. İmam Mâlik'in onun kitabını alması, ona bakması ve Muvatta'mda ona yer vermesi, onun güvenilirliği için yeterlidir. İmam: "Bana Mahreme rivayet etti. O salih bir adamdı." dedi. Ebu Hatim ise şöyle der: İsmail b. Ebî Üveys'e: "Mâlik b. Enes'in, 'Bana sika rivayet etti' dediği bu sika kimdir?" diye sordum. "Mahreme b. Bükeyr'dir."dedi. Ahmed b. Salih el-Mısrî'ye, "Mahreme sika râvilerden miydi?" diye soruldu. "Evet", dedi. İbn Adiy; İbn Vehb ve Ma'n b. İsa'dan, Mahreme'den (gelen hadisler için): "Hasen, doğru hadislerdir. Sanırım bir beis yoktur." demiştir.

Müslim'in Sahih'inde; İbn Ömer'in, karısını üç talâkla boşayana sözü şöyledir: "O, başka bir kocayla evlenmedikçc artık sana haram olmuştur ve bu halinle sen, karını boşaman konusundaki Allah'ın emrine isyan etmiş ol­dun."[843] Bu İbn Ömer'in, emrolunan talâkı tefsir şeklidir. Sahabînin tefsiri hüccettir. Hâkim: "O bizce merfûdur." demiştir[844]

Gerçek anlamda Kur'an üzerinde düşünenler bunu görürler ve zifaf dan sonra verilecek meşru talâkın, ric'atı mümkün kılan talâk olduğunu, yüce Al­lah'ın üç talâkı birden vermeyi asla meşru kılmadığını anlarlar. Yüce Allah: " =Talâk iki defadır." buyurmuştur. Arap kendi lügatinde "iki defayı" ancak biri diğerinin akabinde olan iki olgu şeklinde anlar. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kim, her namazın arkasında otuz üç defa teşbih, otuz üç defa tahmid, otuz dört defa tekbir getirirse..." [845]buyruğu ve buna benzer diğer ifadelerden, sadece birbiri arkasına getirilen teşbih, tahmid ve tekbirler anlaşılır. Şayet: "Otuz üç defa Sübhanallah", "Otuz üç defa El­hamdülillah", "Otuz üç defa Allahu Ekber" demiş olsa, bununla sadece üç defa söylenilmiş olur. Şu âyet daha da açıktır: "Eşlerine zina isnadında bu­lunup da kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince; onların her biri­nin şahitliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi...dir."[846] Şayet kişi: "Allah'ı dört defa şahit tutarım ki, ben mutlaka doğrulardanım." diyecek olsa, bu bir şahitlik yerine geçer. Yine: "Onlara iki defa azab edeceğiz." buyurması, [847] azabın birbiri peşinde ayrı ayrı olacağında daha da açıktır. Bu mâna, "Onun sevabını iki defa veririz."'[848] âyeti ile, "Üç kişi vardır ki onların sevapları iki defa veri­lir." hadisi1361 tarafından bozulmuş olmaz. Çünkü bu ikisindeki, [849] " = iki defa" ifadesi "iki misli, iki katı" anlamındadır. Miktar bakımından iki katı verileceği ifade olunmaktadır. Aynen: "Ona azab iki katı katla-. nır."[850]âyeti ile, "Ürününü iki kat verir."[851] âyetindeki gibi. Yani: "Baş­kalarının o yüzden azap gördüğünün iki katı", "verdiğinin iki katı" mâna-larınadır. Enes'in: "Hz. Peygamber zamanında ay iki parçaya ayrıldı" sö­zünde de iki kere ifadesi kullanılmıştır. Hadisteki kelimesi "ayrı ayrı iki parça" anlamındadır. Nitekim başka bir lafızda: " = iki parça" şeklinde rivayet edilmiştir.[852] Buradaki kelimesinin "iki parça" şeklinde anlaşılması kesinlik arzetrnektedir. Zira ayın yarılması ola­yı, sadece bir defa olmuştur. Zaman içerisinde iki kerelikle, miktar bakımın­dan iki misli, iki parça, iki kere olmak arasındaki fark bellidir. İkinci türden olanın aynı anda bir araya gelmeleri mümkün iken, birincisinde bu durum sözkonusu olamaz.

Yüce Allah'ın üç talâkın birden verilmesini meşru kılmadığına delâlet eden delillerden biri de: "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç aybaşı hali (veya üç temizlik müddeti) beklerler... Eğer kocalar barışmak isterlerse bu durum­da onları tekrar alma (onları geri çevirmeğe) daha hak sahibidirler." âyeti­dir.[853] Bu âyet zifaf sonrası verilen her talâktan sonra —akabinde bahsedi­len üçüncü talâk hariç— boşayan kocanın, ric'at yolu ile karısını tekrar ni­kâhına döndürmeye hak sahibi olduğunu göstermektedir. Yine: "Ey Peygam­ber! Kadınları boşamak istediğinizde onları iddetleri içinde boşaym ve iddeti de sayın... İddet müddetlerini doldurduklarında onları ya güzelce tutun veya onlardan uygun bir şekilde ayrılın.'[854] buyurmuştur. Meşru talâk işte bu­dur. Yüce Allah talâkın bütün kısımlarını Kur'an'da zikretmiş, hükümlerini açıklamıştır. Zifaftan önce verilen talâktan bahsetmiş ve iddeti bulunmadığı­nı zikretmiştir. Üçüncü talâkı zikretmiş ve boşanan kadının, yeni bir koca ile evlenmedikçe, artık birinci kocaya haram olacağını beyan etmiştir. "Hulu" denilen fidye lalağından bahsetmiş ve onu üç talaktan mahsup etmemiştir (talak değil fesih), nitekim daha önce geçmişti. Kocanın ricat hakkına sahip olduğu ricî talaktan bahsetmiştir. Bu daha önce geçen üç kısmın haricinde olandır.

Bunu delil olarak kullanan İmam Ahmed, Şafiî ve daha başkaları, zifaf sonrası bedelsiz verilen tek talâkın bâin olmayacağı neticesine varmışlardır. Onlara göre koca: "Sen bâin olarak bir talâk boşsun." dese bu talâk bâin değil ricî olur, hainlikle nitelemesine itibar edilmez. Kişi dönüşü olmayan ay­rılığa ancak bedelli talâkla (halû yolu ile) ulaşabiir. Ebu Hanife ise: "Hayır, bu talâkla ayrılık (bâin talâk) meydana gelir. Çünkü ric'at kocanın hakkıdır ve onu kendisi düşürmüştür." demektedir. Cumhur ulema: "Her ne kadar ric'at kocanın hakkıysa da ric'î talâk nafakası, kadının giyim kuşam masrafı üzerine bir vazifedir. Dolayısıyla kadının isteği olmadan, ona bir hulû bedeli vermeden veya, —cevaz veren bir kavle göre— bedelsiz de olsa kendisini kur­tarma talebinde bulunmadan kocanın bu hakkı düşürme yetkisi yoktur." de­mektedirler.

Kadının talebi olmaksızın veya hulû bedeli vermeksizin, kocanın kendi üzerinde bulunan nafaka hakkını düşürmesi nassa ve kıyasa muhalif düş­mektedir.

Yine Allah Teâlâ talâkı, hem kadın hem de erkek için, en mükemmel şekli üzere meşru kılmıştır. Zira cahiliye döneminde erkekler kadınlarını sa­yısız boşuyorlardı. Birisi istediği zaman karısın;' --»sar ve sonra da ric1?! ederdi. Bir sınırı yoktu. Bu her ne kadar erkekler için uygırı iı/yse de, kadınlara za­rar veriyordu. Allah bunu kaldırdı ve talâkı üç sayısıyla sınırladı. Kocaya başka yetki vermedi, iddet içerisinde onu rücû hakkı tanıdı. Eğer yetkisine verilen üç talâkı da kullandıysa, artık kadın kendisine haram oldu. Bunda erkeğin de durumu göz önünde bulundurulmuştu. Zira ilk talâkla kadın hemen ken­disine haram olmuyordu. Kadının durumu göz önüne alınmıştı, zira erkeğe üçten fazla bir yetki tanınmamıştı. İşte Allah'ın şeriatı, hikmeti ve kulları için koyduğu sınırları budur. Eğer kadın, verilen ilk talâkla kocaya haram olsay­dı bu, şeriatın ve Allah'ın hikmetinin tersine bir iş olurdu. Koca üç talâkı bir­den vermeye yetkili değildir. Sadece bir tanesine yetkisi vardır. Bir talâktan fazlası, şer'î izin dahilinde değildir.

Şâri'in hükmüne muhalif olduğu için, bir talâkla onu bâin (ayrı) kılma­ya yetkili olmadığı gibi, bir anda üç talâk vererek onu bâin kılmaya da yetkili değildir. Zira bu da Şâri'in koyduğu hükme aykırıdır.

Meselenin esası şudur: Yüce Allah sadece iki yerde talâkın bâin olacağı­nı hükme bağlamıştır: Birincisi: Zifaf vaki olmayan eşlerin boşanması duru­munda. İkincisi de: Üçüncü talâkın verilmesiyle. Bunun dışında kalan diğer talâklarda, koca için ric'at hakkı tanımıştır. Kitab'm gereği budur. Nitekim açıklaması geçti. Zahirîler: "Üç talâk olmaksızın sadece hulu yolu ile de bey-nûnet (ayrılık) meydana gelir." derler.

Kocanın: "Sen ric'atı olmayan bir talâkla boşsun!" demesi durumunda Mâlikîlerin üç görüşü bulunmaktadır: 1) Bu söz üç talâktır. Bu, İbn Mâci-şûn'un görüşüdür. Çünkü ric'at hakkını düşürmüştür. Ric'at hakkı ise an­cak üç talâkla düşer. Dolayısıyla bu söz zarurî olarak üç talâkı gerektirir. 2) Bâin bir talâktır. Nitekim kendisi de öyle söylemiştir. Bu da İbnü'I-Kâsım'ın görüşüdür. Çünkü koca, bedelli bir talâkla, kadını bâin kılmaya yetkilidir. Bedelsiz de yetkili olur. Ona göre hulu talâktır. 3) Ric'i bir talâktır. Bu da ibn Vehb'in görüşüdür. Kitap, sünnet ve kıyasın gereği de budur. Çoğunluk ulema da bu görüş üzerindedirler. [855]

 

2. Bir Defada Verilen Üç Talâkın Geçerli Sayilmasındaki İhtilâflar:

 

İkinci mesele: Bîr defada verilen üç talâkın vukuu hakkındadır. Âlimler bu konuda dört görüşe ayrılmışlardır:

1—  Vâki olur. Dört imamın, çoğunluk tabiîn ulemasının ve sahabeden pek çoğunun görüşü bu doğrultudadır.

2—  Vâki olmaz, aksine reddedilir. Çünkü bid'attir; bid'at ise merdut-dur. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kimse, üzerinde emrimiz olmayan bir iş işlerse, o merduttur." buyurmuştur.<42) Bu görüşü İbn Hazm nakletmiştir. İmam Ahmed'e de nisbet edilmişse de, onu inkâr ederek: "Bu râfizîlerin gö­rüşüdür." demiştir.

3—  Sadece bir ric'î talâk vuku bulur. Bu, İbn Abbas'tan sabittir. Ebu Davud, ondan bu görüşünü zikretmiştir. İmam ahmed şöyle der: Bu, İbn İs-hak'in görüşüdür. O, "Sünnete muhalefet etmiştir, sünnete geri çevrilir." der. Bu görüş ayrıca Tâvûs ve İkrime'nin de görüşüdür. Şeyhülislâm İbn Teymi-ye'nin tercihi de budur.

4— Zifaf vaki olanla, olmayan arası ayrılır. Eğer boşanan zifaf vaki olan kadınsa, üç talâk vuku bulur. Zifaf olmamışsa bir talâk gerekir. Bu da İbn Abbas'ın talebelerinden bir grubun görüşüdür. Muhammed b. Nasr el-Mervezî'nin İhtiîâfu'l-Ulemâ adlı kitabında naklettiğine göre, İshâk b. Râ-hûyeh'in görüşü de böyledir.

İkinci görüşte olup, hiçbir şey vuku bulmaz diyenler, bunun haram bir bid'at olduğunu, bid'atin de merdud bulunduğunu söylemektedirler. Nite­kim İbn Hazm, itiraf ederek: "Eğer haram bir bid'at olsaydı red ve bâtıl kı­lınması gerekirdi." demiş ancak (bid'at olduğunu kabul etmeyerek) İmam Şa­fiî'nin "Üç talâkı birden vermek caizdir, haram değildir" şeklindeki görüşü­nü tercih etmiştir. Bu görüşün delilleri ileride gelecektir.

Bir talâk vuku bulur diyenler ise, nass ve kıyastan delil getirmişlerdir. Nass delili: Ma'mer ve İbn Cüreyc—İbn Tavus—Tavus—Ebu's-Sahbâ sene­diyle gelen haberdir. Ebu's-Sahbâ, İbn Abbas'a: "Üç talâkın, Hz. Peygam­ber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin de ilk yıllarında bir talâk kılındığını bilmiyor musun?" demiş, oda: "Evet, (biliyorum)." de­miştir. Bunu Müslim rivayet etmiştir.

Başka bir rivayette: "Üç talâkın, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Be­kir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâka çevrildiğini bilmi­yor musun?" demiş, o da: "Evet (biliyorum)." demiştir.[856]

Ebu Davud, Ahmed b. Salih—Abdürrezzâk—İbn Cüreyc— Rasjlnllah'ın âzadlısı Ebu Râfi'in oğullarından biri —İkrime— İbn Abbas senedi ile riva­yet eder: İbn Abbas anlatır: Abdu Yezîd —Rükâne ve kardeşlerinin babası— Ümmü Rükâne'yi boşadı ve Müzeyne'den bir kadını nikahladı. Kadın, Hz . Peygamberce (s.a.) geldi ve başından bir saç teli alarak: "Ondan benim isti­fadem ancak şu saç telininki gibi. O yüzden aramızı ayır." dedi. Hz. Pey-gamber'i (s.a.) bir hamiyettir a|dı. Hemen Rükâne ve kardeşlerini çağırttı ve meclisinde bulunanlara: "Şüphesiz ki, oğlu falanca Abdu Yezîd'e şu şu ba­kımdan, falanca da şu şu bakımdan benziyor, öyle değil mi?" demiş, onlar da: "Evet" demişlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) Abdu Yezîd'e: "Onu boşa!" diye söyledi. O da boşadı. Sonra: "Rükâne ve kardeşlerinin annesi olan karı­na dön (ric'at et)." buyurdu. O: "Ben onu üç talâk boşadım Ya Rasûlallah!" dediyse de Hz. Peygamber (s.a.): "Tamam, anladım, sen ona dön." dedi ve: "Ey Peygamber! Kadınları boşamak istediğinizde iddetleri içinde boşayımz." âyetini okudu.[857]

İmam Ahmed, Sa'd b. İbrahim —babası—Muhammed b. İshak—Davud b. el-Husayn—İbn Abbas'ın âzadlısı İkrime—İbn Abbas senediyle rivayet eder: İbn Abbas anlatır: Muttaliboğullannın kardeşi Rükâne b. Abdu Yezîd, karı­sını bir mecliste üç talâkla boşamıştı. Buna çok üzüldü. Hz. Peygamber (s.a.) kendisine:

- pnu nasıl boşadm? diye sordu. O da:

Üç talâk boşadım, cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.):

  Bir mecliste mi? diye sordu. O:

  Evet, dedi. Hz. Peygamber (s.a.):

— Şüphesiz ki o bir talâktır. Eğer istersen ona dön! buyurdu, o da rücû etti. Râvi şöyle diyor: İbn Abbas talâkın, sadece her tuhurda (temizlik süre­si) bir verilebileceği görüşünde idi.[858]

Kıyas deliline gelince: Daha önce de geçtiği gibi üç talâkı birden vermek haram ve bid'attir. Bid'at ise merduttur. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) emri üzere değildir. Haramhğının beyanı sırasında geçen diğer deliller, birden ve­rilen üç talâkın vukubulmayacağına delildir. Başka değil de sadece liân âye-tinde[859] geçen tarafların dörder defa şahitlik etmelerinin istenmesi ve yine ye­min, şehadet ve ikrar gibi tekrarı istenilen her husus bile bu hususta birer de­lil teşkil eder. Allah Rasûlü (s.a.), kasâme konusunda: "Elli yemin edersiniz ve adamınızın kanına hak kazanırsınız. "[860] buyurmaktadır. Şayet: "Allah'a elli yemin ederiz ki, muhakkak ki onu falanca öldürdü." deseler bu bir ye­min yerine geçer. Zina ikrarı da böyledir. Nitekim hadiste: Bazı sahabîler, Mâiz'e: "Eğer dört ikrarda bulunursan, Rasülullah (s.a.) seni recmeder." de­mişlerdi. Bu dört ikrarın aynı ağızda birden olması makul değildir.

Zifaf gerçekleşmiş olanla, olmayan arasını ayıranlara gelince, bunların iki delilleri vardır:

Birincisi: Ebu Davud'un sahih bir isnadla Tâvûs'dan rivayetidir. Ebu's-Sahbâ denilen bir adam İbn Abbas'a çok soru soran birisiydi. Ona: "Kişi karısını zifaftan önce üç talâkla boşadığında, bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir devirleriyle, Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz. Ömer, insanların talâka düşkünlük gösterdikleri görünce (ashaba): Bu talâkları aleyhlerine geçerli sayınız! dedi. Öyle değil mi?" diye sorunca İbn Abbas da: "Evet." dedi.[861]

İkinci delilleri: Zifaf gerçekleşmeyen kadın, "Sen boşsun!" sözüyle ayrı düşmüş olur. "Üç talâkla" sözü ise, kadın ayrı düşmüş olacağından havada kalır. Bunlar, Hz. Ömer'in üç talâkla ilzamım zifaf gerçekleşen kadınlar hakkında kabul etmişlerdir. Ebu's-Sahbâ hadisi, zifaf vuku bulmayan kadınlar­la ilgilidir. Bunlar, böyle bir ayırıma gitmenin hem iki yönden menkûle hem de kıyasa uygun olduğunu söylüyorlar.

Bu görüşlerden her birisini benimseyen taraftarlar bulunmuştur. Nite­kim İbn Hazm ve daha başkaları bunu belirtmişlerdir. Ancak üç talâkın hiç vuku bulmayacağı şeklindeki görüş İmamiyye'nin görüşü olmaktadır. Ehl-i beytten olan bir gruptan da nakledilmiştir. [862]

 

a) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Sayanların Delilleri:

 

Bunlar şöyle diyorlar: Sizinle tartışmamız iki noktada olacaktır:

1)  Üç talâkı birden vermenin haramlığı,

2)  Haram olmasına rağmen, toptan vukuu. Şimdi bu iki noktayı ele almak istiyoruz:

1) Birinci nokta: İmam Şafiî, Ebu Sevr, bir rivayette İmam Ahmed ve zahirîlerden bir grup üç talâkı birden vermenin sünnete uygun olduğunu söy­lemişler ve şu şekilde deliliendirmeye çalışmışlardır: "Eğer onu boşarsa, bir daha başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz. "[863] âye­tinde Allah (c.c.) üç talâkın birden ya da ayrı ayrı verilmiş olmasını ayırma-mıştır. Allah'ın, birlikte belirttiği şeyleri bizim ayırmamız caiz olmaz. Nite­kim Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri birleştirmemiz de caiz değildir. Ve yine "Eğer onlan, dokunmadan önce boşarsanız..."[864] âyetinde bir ayırım yoktur. "Kadınları, dokunmadan önce boşamanızda size bir günah yok­tur."[865] "Boşanmış kadınlar iyilikle yararlandırılmalıdirlar."[866] "Ey iman edenler, mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları, dokunmadan bo-şadığmızda..."[867]âyetlerinde herhangi bir ayırıma gidilmemiştir.

Sahihayn'da belirtildiğine göre Uveymir el-Aclânî, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda, onu boşamasını emretmeden önce kansını üç talâkla boşa-mıştı.[868] Eğer üç talâkı birden vermek günah olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) onu onaylamazdı. Uveymir'in talâkı, ya o henüz karısı iken vâki olmuştu, ya da liân ile kendisine haram olduğu anda. Eğer birinci şekilde olmuşsa ha­disin hüccet oluşu gayet açıktır. Eğer İkinci şekilde olmuşsa, bunda da, Uvey-mir'in onu henüz karısı zannederek boşadığında şüphe yoktur. Eğer onun bu şekildeki boşaması haram olsaydı, mutlaka —karısı kendisine haram olmuş da olsa— onun haramhğını kendisine açıklardı. Yine Buharî'nin Sahih'ınde Kasım b. Muhammed hadisinde, mü'minlerin annesi Hz. Aişe'den rivayet edi­lir: Bir adam karısını üç talâkla boşamıştı. Kadın evlendi ve hemen geri bo­şandı. Hz. Peygamber'e (s.a.): "O ilk kocası için helâl olur mu?" diye sorul­du. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, birincinin tattığı gibi, balçığından tatma-dıkça (helâl olmaz)." buyurdu[869]' ve bunu (üç talâkla boşamayı) kötü gör­medi. Bu da, üç talâkı birden vermenin mübahlığma ve verildiğinde vukuuna delâlet eder. Eğer vuku bulmayacak olsaydı, kadının birinci kocasına dön­mesini, ikinci kocanın balçığından tatması şartına bağlamazdı.

Yine Sahihayn'da. Ebu Seleme b.,Abdurrahman, Fâtıma bt. Kays'ın ken­disine şunian anlattığını rivayet eder: Kocası Mahzumlu Ebu Hafs b. el-Muğîre kendisini üç talâkla boşamış, sonra da Yemen'e gitmişti. Bunun üzerine Ha-lid b. Velid birkaç kişi ile kalkarak Meymüne validemizin evinde bulunan Ra-sûlullah'a geldiler ve; "Gerçekten Ebu Hafs, karısını üç talâkla boşamıştır. Acaba bu kadına nafaka var mı?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Ona nafaka yoktur, ama iddet vardır." buyurdu[870]

Sahih-i Müslim'de bu olayla ilgili olarak Fâtıma diyor ki: Hz. Peygam-ber'e (s.a.) geldim. Bana: "Seni kaç talâk boşadı?" diye sordu. Ben de: "Üç talâk." dedim. Bana: "Doğru söylemiş, sana nafaka yoktur." buyurdu.

Yine başka bir rivayette Fâtıma şöyle dedi: "Ya Rasülallah! Kocam be­ni üç talâkla boşadı. Zorla yanıma girerler diye de korkuyorum."[871]

Bir başka rivayette Hz. Peygamber (s.a.), üç talâkla boşanmış kadın hak­kında: "Onun ne mesken ne de nafaka hakkı yoktur." buyurdu[872]

Bir başka delil de Abdürrezzâk'm Musannef 'inde, Yahya b. el-Alâ— Ubeydullah b. Velîd el-Vassâfî—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâde b. Sâmit— Davûd b. Ubâde b. Sâmit senediyle zikrettiği şu hadistir: Davud b. Ubâde b. Sâmit anlatır: Dedem bir hanımını bin talâk boşamıştı. Babam Rasûlul-lah*a (s.a.) gitti ve olanları O'na anlattı. Hz. Peygamber (s.a.): "Deden Al­lah'tan korkmamış. Üç talâk kendi hakkı, dokuz yüz doksan yedi talâka ge-ünce, bu bir haddi tecavüz ve zulümdür. Dilerse Allah azab eder, dilerse af­feder." buyurdu.[873]

' Bazıları bu hadisi, Sadaka b. Ebî İmrân—İbrahim b. Ubeydullah b. Ubâ-de b. Sâmİt—babası—dedesi yoluyla rivayet etmişlerdir. Dedesi (Ubâde b. es-Sâmit) anlatır: Atalarımdan biri karısını boşamışti. Çocukları Hz. Peygam-ber'e (s.a.) gittiler ve: "Ya Rasûlallah! Babamız anamızı bin talâk boşadı. Bir çaresi yok mu?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.): "Babanız Allah'­tan korkmamış ki, ona bir çıkış yolu kılsın. Kadın ondan, sünnete uygun düş­meyecek şekilde üç talâkla ayrılır. Dokuz yüzdoksan yedi talâk ise onun boy­nunda bir günahtır." buyurdu.

Bir başka delil; Muhammed b. Şâzân'ın, Muallâ b. Mansûr—Şuayb b. Züreyk—Atâ el-Horasanî—Hasan—Abdullah b. Ömer senediyle rivayetidir. 'bn Ömer anlatır: Kendisi karısını hayız halinde iken boşamiştı. Sonra da ta-ıdp eden iki kur' (hayız veya temizlik süresi) içerisinde iki talâk daha vermek istemişti. Bu, Hz. Peygamber'e ulaştı ve şöyle buyurdu: "Ey İbn Ömer! Al­lah, bu şekilde emretmedi. Sünnet olanda hata ettin..." Sonra hadisi zikret­ti. Bu hadiste: "Dedim ki: Ya Rasûlallah! Şayet üç talâk boşasaydım, böyle üç talâkı birden verme yetkim var mıydı? O: 'Hayır, kadın ayrı düşerdi ve bu, bir günah olurdu.' buyurdu." ifadesi vardır. [874]

Ebu Davud, Sünenyde, Nâfi' b. Uceyr b. Abdu Yezîd b. Rükâne'den ri­vayet eder: Rükâne b. Abdu Yezîd karısı Süheyme'yi "elbette" kaydı ile bo-şamıştı. Bu durum Hz. Peygamber'e (s.a.) haber verildi. Hz. Peygamber (Rü-kâne'ye): "Vallahi, bununla sadece bir talâk kasdettin, (öyle mi)?" diye sor­du. Rükâne: "Vallahi sadece bir talâk kasdettim!" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.), karısını kendisine geri verdi. Sonra ikinci talâkı Hz. Ömer zamanında, üçüncüsünü de Hz. Osman zamanında kullandı. [875]

Tirmizî'de, Abdullah b. Ali b. Yezîd b. Rükâne—babası—dedesi sene­diyle rivayet eder: Râvi dede (Yezîd) karısını "elbette" kaydı ile boşamıştır. Hz. Peygamber'e (s.a.) gelir (ve durumu anlatır). Hz. Peygamber (s.a.):

— Bununla ne kasdettin? diye sorar. O da:

— Bir talâk diye cevap verir. Hz. Peygamber (s.a.):

Vallahi mi? der O:

— Evet, - Vallahi! diye yemin eder. Hz. Peygamber (s.a.) de:

"— O, senin kasdettiğin şey üzeredir." buyurur.[876] Tirmizî: "Bu hadi­si sadece bu yoldan biliyoruz. Muhammed'e —yani Buharî'ye— bu hadis hak­kında sordum. Onda muztariblik vardır, diye cevap verdi." der.

Hadisin delil olarak kullanılması şu şekildedir: Hz. Peygamber (s.a.) ona, "elbette" ifadesinden ne kasdettiğine dair yemin ettirmiştir. Bu da onun, bu sözle daha fazlasına niyet etmesi durumunda, onun da vuku bulacağına de­lâlet eder. Eğer durum farklılık arzetmeseydi, ona yemin ettirmezdi.

Bunlar şöyle diyorlar: Bu hadis, İbn Cüreyc—Ebu Râfi'in oğullarından biri—İkrime senediyle rivayet edilen İbn Abbas'ın "karısını üç talâk boşadığı" şeklindeki hadisinden daha sahihtir. Ebu Davud diyor ki: "Çünkü onlar, ada­mın çocuklarıdır. Ailesi, Rükâne'nin onu sadece elbette kaydı ile boşadığını dahi iyi bilirler."

Sonra îbn Cüreyc onu Ebu Râfi'İn oğullarından birinden rivayet etmiş­tir. Eğer o Ubeydullah ise, sika ve bilinen bir râvidir. Eğer kardeşlerinden bir başkası ise, onun âdil olup olmadığı meçhuldür. Dolayısıyla hadis hüccet olmaz.

İmam Ahmed'in tutumuna gelince, İbn İshak da öyledir, bu konudaki söz bellidir. Hattâbî, İmam Ahmed'in bu hadisin bütün senedlerini zayıf bul­duğunu nakletmiştir.

Elinizde bulunan en sahih hadisiniz Ebu's-Sahbâ'nın İbn Abbas'tan ri­vayetidir. Onun hakkında Beyhakî: Bu hadis Buharı ve Müslim'in üzerinde ihtilâf ettikleri hadislerden biridir. Müslim kitabına almış, Buharı ise terket­miştir. Sanıyorum onu, İbn Abbas'tan gelen diğer rivayetlere muhalif oldu­ğundan terketmiştir. Sonra (Beyhakî) üç talâkın vukuuna dair rivayetleri ser-detmiş ve şöyle demiştir: "Bunlar, Saîd b.'Cübeyr, Atâ b. Ebî Rebâh, Mücâ-hid, îkrime, Amr b. Dinar, Mâlik b. el-Hâris, Muhammed b. İyâs b. el-Bükeyr'in rivayetleridir." Beyhakî devamlı şöyle diyor: "Biz onu Muâviye b. Ebî Ayyaş el-Ensârî'den rivayet ettik. Hepsi de İbn Abbas'tan, onun üç talâkı onayladığı ve geçerli kabul ettiği şeklindedir."

İbnü'l-Münzir şöyle der: "İbn Abbas'ın Hz. Peygaber'den (s.a.) bir şey Öğrenip de onun aksine fetva vermiş olmasını zannetmek caiz olmaz."

İmam Şafiî ise şöyle der: İbn Abbas'ın, '.'Üç talâk Hz. Peygamber dev­rinde... bir sayılırdı." şeklindeki sözünün mânası Hz. Peygamber'in (s.a.) em­riyle olduğunu kasdediyor. —Allah daha iyi bilir ya— îbn Abbas'ın onu öyİe bildiği, fakat sonradan neshedildiği anlaşılıyor. Beyhakî; İkrime'nin İbn Abbas'tan rivayetinde, Şafiî'nin bu te'viline bir destek bulunduğunu söyler. Beyhakî, Ebu Davud ve Nesâî'nin rivayet ettikleri İkrime hadisini kasdedi-yor: "Boşanmış kadınlar, bizzat kendileri üç hayız müddeti (veya temizlik süresi) beklerler..." âyeti hakkında (İbn Abbas): Kişi karısını boşadığında — isterse üç talâk boşasın— ona rücû etmeye hak sahibi idi. Bu neshedildi ve: "Talâk iki defadır..." buyuruldu, der.[877]

Yine muhtemeldir ki, "O devirde üç bir kılınırdı." sözünün mânası: "Ko­ca bir talâktan sonra rücû edebildiği gibi, üç talâktan sonra da rücû edebilir­di. Sonra bu neshedildi." şeklinde olabilir.

İbn Süreyc[878] ise şöyle der: Bu sözün, "Sen boşsun!, Sen boşsun! Sen boşsun!" demesi gibi lafızlar arasını ayırmak suretiyle verilen üç talâk şekli­ne ait olması mümkündür. Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir zamanla­rında genel ahlâk bozulmamıştı. İnsanlar doğruluk ve selâmet üzere idiler. Gammazlık, birbirini aldatma gibi kötü şeyler yoktu. Onlar bu ayrı ayrı söy­ledikleri sözden te'kid murad ettiklerini, üç talâk kasdetmediklerini söyledik­lerinde, sözleri kabul görür, sözlerine inanılırdı. Hz. Ömer, kendi devrinde bazı şeylerin ortaya çıktığını, genel ahlâkın bozulmaya yüz tuttuğunu görün­ce, daha önceden yapıldığı gibi, lafzın tekrara hamledilmesini men etti ve on­ları üç talâkla ilzam etti.

Bir başka grup da şöyle bir yorum getirmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.), zamanında âdet, bir talâk verilmesi şeklindeydi. Iddeti bitinceye kadar başka talâk vermezlerdi. Sonra insanlar üç talâkı birden vermeyi âdet edindiler. Buna göre hadisin manası: "Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir zamanlarında bir talâk ile olurdu." de­mek olur ve bu, vakıayı haber vermektir. Dinen meşru kılınan hükmün bildi­rilmesi kabilinden değildir.

Bir grup şöyle der: Hadiste, üçü bir sayanın bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, O'nun bundan haberi olup onayladığına dair bir açıklama yok­tur. Hüccet, sadece Hz. Peygamberin söylediği veya yaptığı ya da bildiği ve ikrar ettiği (kabullendiği) hususlarda sözkomısudur. Ebu's-Sahbâ hadisinde, bunlardan hiçbirinin sıhhati bilinmemektedir.

Bunlar şöyle diyorlar: Hadisler ihtilâf ettiğinde, ashabının üzerinde bulunduklar, şeylere iltifat ede.tz.

sünnetjni en iyi Süfy den sabit olan —ki başka t

Sevrî-Seleme b. Küheyl-ZeyOçıkarûı, Hz. ömf Hz. Ömer'in huzuruna karısını bin taiaK dow«ui uy                    

_ Karını boşadın mı? diye sorar. Adam:

  Kaimi uLijiıuu, ....

— Ben sadece eğlence olsun dedim, der. Hz. Ömer ona kamçısını kala rır (ve döver). Ona:                                                                            

  Sana bundan sadece üç tanesi yeterlidir, der.[879]

Vekî, A'meş'ten, o da Habîb b: Ebî Sâbit'ten rivayet eder: Hz. Ali'ye bir adam gelir ve ona:

  Ben karımı bin talâk boşadım! der. Hz. Ali de:

— O senden üç tanesi ile ayrı düşmüş olur. Diğerlerini de öbür kadınla­rın arasında taksim et, der.[880]

Yine Vekî, Cafer b. Bürkân'dan, o da Muâviye b. Ebî Yahya'dan riva-yet eder: Bir adam Osman b. Affan'a gelerek:                                  

  Karımı bin talâk boşadım, der, Hz. Osman da ona: O senden üç talâkla ayrı düşmüştür, der.[881]

Abdürrezzâk, Süfyân es-Sevrî—Amr b. Mürre—Saîd b. Cübeyr senediyl zikreder: Bir adam İbn Abbas'a:

— Ben karımı bin talâk boşadım, der. îbn Abbas ona:

— Üç talâk onu sana haram kılar; geri kalanları ise üzerine bir yüktı r (günahtır). Sen Allah'ın âyetlerini eğlenceye almışsın! der[882]

Yine Abdürrezzâk, Ma'mer—A'meş—İbrahim—Alkame senediyle rivay :t eder: Bir adam İbn Mes'ûd'a gelmiş ve ona:

— Karımı doksan dokuz talâk boşadım, demiştir. İbn Mes'üd:

— Üç tanesi onu senden ayırır. Geri kalanları ise haddi tecavüzdür, de­miştir.[883]

Ebu Davud, Sünen'ât, Muhammed b. İyâs'tan rivayet eder: İbn Abbas, Ebu Hureyre ve Abdullah b. Amr b. el-Âs'a, bakirenin üç talâkla boşanma­sının hükmü sorulur. Hepsi de: "Başka bir kocayla nikâhlanmadıkça artık ona helâl olmaz." diye cevap verirler[884]

İşte bu Hz. PeygamberMn sahabîleri, gördüğünüz gibi, birden verilen üç talâkı geçerli kabul etmişlerdir. Bunlar değil de içlerinde sadece ilâhi vahyin onayına mazhar olmuş Hz. Ömer olsaydı o bile yeterdi. Zira, Hz. Peygam-ber'in (s.a.) ric'î talâk olarak meşru kıldığı bir hükmü, onun değiştirerek ha­ram kılması asla düşünülemez. Böyle bir şey, kadım kendisine haram olma­yana haram, helâl olmayana da mubah kılma durumunu içermektedir. Eğer böyle bir şeyi Hz. Ömer yapsaydı, sahabe ona muvafakat etmek şöyle dur­sun, onun bu tutumunu tasvip etmezler, muhalefet ederlerdi. Eğer İbn Ab-bas'ın elinde "üç talâkın bir sayıldığına" dair bir hüccet olsaydı, ona muha­lefet edip de Hz. Ömer doğrultusunda, onun aksi ile fetva vermezdi. Nitekim İbn Abbas'm Hz. Ömer'e avl, iki erkek kardeşle kız kardeşlerin bulunması durumunda annenin hacb edilmesi vb. konularında muhalefeti bilinmektedir.

Biz bu konuda Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabına uyarız. Onlar O'nun sünnet ve şeriatım en iyi bilen insanlardır. Eğer O'nun şeriatında hüküm, "üç talâk birdir." şeklinde yerleşmiş olsaydı ve Hz. Peygamber (s.a.) o hal üzere ölseydi, bu durum onlara gizli kalıp da ondan sonra gelenlerin buna vâkıf olmaları, ashabın doğruya ulaşmaktan mahrum kalıp, sonrakilerin muvaf­fak olmaları, ümmetin allâmesi (hıbru'1-ümme) ve fakihi'nin (İbn Abbas) üç talâkın bir olduğunu rivayet etmesi, sonra da kalkıp ona muhalefet etmesi sözkonusu olamazdı. [885]

 

b) Bir Defada Verilen Üç Talâkı Geçerli Saymayanların Cevaplan:

 

Bu ve diğer konularda hakem olarak başvuracağımız yer, Yüce Allah'ın yeminle, aramızdaki anlaşmazlıklarda O'un hakem kılıp hükmüne razı olma­dıkça, bundan da asla bir sıkıntı duymadıkça, ancak O'na teslim olup, O'-ndan başkasına —kim olursa olsun— boyun eğmedikçe asla mü'min olama-yacağımızrbelirttiği[886] Hz. Peygamber (s.a.) olacaktır. Ama ihtilâf yok da ümmet bir hüküm üzerinde kesin ve asla şüpheye mahal kalmayacak şekilde icmâ etmişlerse, bu takdirde o, asla muhalefeti caiz olmayan hak olacaktır. Yüce Allah ümmetini, Hz. Peygamber'den (s.a.) sabit olan bir sünnete mu­halif olarak icmâ etmekten muhafaza etmiştir. Böyle bir varsayım mümkün olamaz. Biz, meseleyi isbat edici delilleri size karşı ortaya koymuş bulunuyo­ruz. Sizinle, o deliller hakkında ileri sürdüğünüz tenkitler, getirdiğiniz karşı deliller hakkında ancak şu şartla münazara ederiz: Biz ancak ya Allah'tan bir nass, ya Peygamber'den (s.a.) sabit bir sünnet (nass), yahut da şüphe ol­mayan kesin bir icmâ'a boyun eğeriz. Bunun dışında kalan herşey, tartışma­ya açıktır. Nihayet bunlar, onlara uymanın caizliğini gösterebilir, asla bağla­yıcılığı değil. Bu ileri sürdüğümüz şart devamlı aklınızda bulunsun. Yüce Al­lah: "Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz onu, Allah'a ve Rasûlü'ne gö-türünüz."[887] buyurmaktadır. Biz ve siz, bu konuda anlaşmazlığa düşmüş bu­lunuyoruz. Dolayısıyle meselemizi Allah ve Rasûlü'nden başkasına götürme­mize asla imkân yoktur. Bizim bu konuda ashaba uygunluk hususunda da daha haklı olduğunuz ileride gelecektir.

Üç talâkı birden vermenin haram olmadığını söylüyorsunuz. Biz buna katılmıyoruz. Onun haramlığına delâlet eden deliller sizin aleyhinize bir hüc­cet olmaktadır.

"Kur'an üç talâkı birden vermenin caizliğine delâlet etmektedir" şeklin­deki sözünüz, değil kabul görmek aksine bâtıl bir iddiadır. Nihayet bu konu­da sarıldığınız deliller, Kur'an'ın, talâk sözcüklerini mutlak olarak (kayıtsız) zikretmesidir. Bu mutlak ifadeler talâkın, hem caiz hem de haram olanını içine almaz. Nitekim hayızh kadının boşanması, cima edilen temizlik süresi içeri­sinde yapılan boşanma da bu mutlak ifadenin kapsamına girmemektedir. Si­zin bu durumunuz tıpkı, bu mutlak ifadelerden hareketle, gayr-ı meşru talâ­kın haramhğı konusunda sahih sünnete karşı gelen kimselerin durumu ile ay­nıdır. Malumdur ki Kur'an, her talâkın caiz olduğuna delâlet etmemektedir. Bu itibarla, ona taşıyamayacağı yükü yükleyemezsiniz. Kur'an sadece talâk hükümlerine delâlet etmekte, Allah adma açıklayıcı olan Hz. Peygamber (s.a.) de onun helâlini, haramını beyan etmektedir. Başta da söylediğimiz gibi Kur'-an'm zahiri bizimledir. Yüce Allah, zifaf gerçekleşmiş kadınlar için bedelsiz bâin talâkı meşru kılmamıştır. Eğer son talâkı da kullanmışsa, ancak o za­man ayrılık sözkonusudur. İşte Allah'ın Kitabı önümüzdedir. Sizin delil ola­rak kullandığınız en büyük şey Kur'an'ın mutlak ifadeleridir. Halbuki onları sünnet takyîd etmiş; şartlarını, hükümlerini açıklamıştır.

"Liânda bulunan kişi, Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda karısını üç talâkla boşamıştlr." şeklindeki istidlalinize gelince, bu son derece sahih bir hadistir. Fakat, beka ve devamı maksut olan nikâh konusunda, tek bir keli­me ile üç talâkın birden verilmesinin cevazına bu hadisi delil kullanmanız o derecede de uzaktır. Sonra bu hadisi delil olarak kullanan kimse, liânda ayrı­lık sadece kocanın Hânda bulunması ile gerçekleşir görüşünde ise —ki İmam Şafiî böyle düşünmektedir—, veya hâkim aralarını ayırmasa bile her ikisinin de birden liânda bulunmalarından sonra gerçekleşir diyorsa —bir rivayette İmam Ahmed gibi—; bu takdirde bu hadisin delil olarak kullanılması bâtıl­dır. Çünkü bu durumda verilen üç talâk havada kalır ve bir mâna ifade et­mez. Eğer ayrılığı hâkimin tefrikine bağlı kılanlardan ise, bu takdirde de ha­disi delil olarak kullanması sahih olmaz. Çünkü bu nikâhın beka ve devamı­na artık imkân kalmamış, aksine izalesi vacip ve ebedî haramhk sözkonusu olmuştur. İşte bu sırada verilen üç talâk, Hândan gözetilen maksadı te'kid ve takrîr etmek durumundadır. Zira üç talâk nihayet, kadım başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine haram kılarken, Hândan doğan ayrılık onu kocaya ebedî olarak haram kılmaktadır. Dolayısıyla icbarî olarak ebedî ha-ramhğa yüz tutmuş bir nikâh içerisinde verilen talâkın geçerli olmasından; mevcut, beka ve devamı maksut olan bir nikâh içerisinde verilen talâkın da nafiz (geçerli) olması gerekmez. Bu yüzdendir ki, bu durumda kadını, hayız veya lohusa iken ya da cima bulunan temizlik süresi içerisindeyken boşamış olsa, âsî olmazdı. Çünkü bu nikâhın ebedî haramhk üzere izalesi istenmektedir.

Hem şuna şaşıyoruz ki, siz bu talâk üzerine vârid olan Hz. Peygamber'­in takririne yapışıyorsunuz, fakat Hân yapanın haricinde, üç talâkla boşayan-İara tepki gösterip, onlara kızmasına, bu yaptıklarının Allah'ın kitabı ile oy­namak olduğunu ifadesine hiç dönüp bakmıyorsunuz. Halbuki bu ikrarla, bu tepki (münker bulma) arasında ne kadar fark vardır! Allah'a hamdederiz ki, biz her ikisi yanında da varız, Hz. Peygamber'in (s.a.) ikrar buyurdukla­rını biz de kabul ediyoruz. O'nun tepki gösterdiklerine biz de tepki göste­riyoruz.

Hz. Aişe hadisi ile istidlalinize gelince; ki hadis şöyleydi: Bir adam karı­sını üç talâk boşamıştı Kadın evlendi (ve hemen boşandı). Hz. Peygamber'e: "O, ilk kocasına helâl olur mu?'* diye soruldu. Hz. Peygamber (s.a.): "Balçığından tatmadıkça hayır!" cevabını verdi. Bu hadis hakkında size bir diyeceğimiz yok. Evet bu (şer'î tahlilde) ikinci kocanın sadece akid kıy­ması ile iktifa edip "zifaf" şartı aramayanlara karşı iyi bir delildir. Fakat ha­diste üç talâkı aynı ağızda verdiğine dair sarahat nerde? Hatta hadisin bizim için bir delil olduğunu bile söyleyebiliriz. Zira, " = Onu üç (defa) yaptı.", " =Üç (defa) dedi." gibi ifadeler, ancak o şeyi birbiri arkasınca üç kere yapan ya da söyleyenler için kullanılır. Arapça ve diğer bütün dillerde makul olan da budur. Nitekim; " = Ona üç defa iftira etti.", " = Onaüçdefasövdü.", " = Ona üç defa selâm verdi." denilir. (Ve bunlar bu şeylerin birbiri arkasınca üç kez ayrı ayrı yapıldığına delâlet eder.)

Fâtıma bt. Kays hadisi ile istidlalinize gerçekten şaşmamak elde değil! Zira siz, bu hadiste son derece sarih olan, te'vil kabul etmeyen kısmının gere­ğine muhalefet ediyor, sıhhat ve açıklığına karşı koyacak bir delil olmaması­na rağmen bâin talâkla boşanan kadının nafaka ve giyecek hakkının düşmesi kısmına bakmıyor; hadisin mücmel kısmına yapışıyorsunuz. Hatta bu müc-melliğin açıklanması, sizin o hadise tutunmanızı imkânsız kılacak biçimde­dir. Çünkü, " = Onu üç (defa veya talâk) boşadı." sözü, bu talâkların aynı anda verildiği hususunda açık değildir. Nitekim az önce geçti. Nasıl olabilir ki, Sahih'de, Zührî'den rivayet edilen aynı Fatıma bt. Kays ha­disinde Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe'den, "Kocasının, kendisine geri ka­lan bir talâkı ile (geri evlenmek için) haberci gönderdiğinden" bahsedilmek­tedir.  [888]Sahih*teki başka bir rivayette: "Kocasının onu üç talâkın sonun­cusu ile boşadığı" ifadesi mevcut tur.[889] Bu, güneş gibi sahih ve muttasıl bir senede sahiptir. Dolayısıyla bunu bırakıp da mücmel lafıza nasıl yapışabilir­siniz? Görüldüğü üzere bu hadis de aleyhinize bir hüccettir.

.Abdürrezzâk'm rivayet ettiği Ubâde b. es-Sâmit hadisi ile istidlalinize ge­lince,1 b hadis son derece düşük bir haberdir. Çünkü senedinde Yahya b. Ali— Ubeydullah b. Velid el-Vassafî—İbrahim b. Ubeydullah vardır. Bunlar sıra­sıyla zayıf, halik ve meçhul râvilerdir. Sonra bu hadisin yalan ve bâtıl oldu­ğuna şu husus da delâlet etmektedir: Sağlam, sakat; muttasıl, munkatı hiçbir haberde Ubâde b. es-Sâmit'in babasının İslâm'a yetiştiğinden bahsedilmemek-tedir. Ya dedesinin durumu nasıl olur!? Onun müsiümanhğa yetişmesi hiç kuşkuuz ki muhaldir.

Abdullah b. Ömer hadisine gelince, şüphesiz onun aslı sahihtir. Ancak sonundaki: "Ya Rasûlallah! Şayet onu üç talâlrboşamış olsaydım o bana he­lâl olur muydu?" şeklindeki ilâve kısım, sadece Şuayb b. Züreyk'ın rivaye­tinden gelmiştir. O Şamlı*dır. Bazıları onun ismini tersine çevirerek Züreyk b. Şuayb diyorlar. Her nasıl olursa olsun o zayıftır[890] Sahih olsa bile onda bir delil olacak durum yoktur. Çünkü, " = Şayet onu üç (ta­lâk) boşamış olsaydım." sözü, = Şayet üç ik­rarda bulunsam, üç selâm versem." sözleri mertebesindedir. Üç talâkın bir­den verilmesi mânası çıkmaz.

Ebu Davud'un rivayet ettiği; Rükâne'nin, karısını "elbette" kaydı ile bo-şadığı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisine sadece bir talâk kasdedip etme­diğine dair yemin verdirmesi şeklindeki Nâfi' b. Uceyr hadisini ele alıyoruz. Bu, asla hali bilinmeyen, kim ve ne olduğu belli olmayan Nâfi' b. Uceyr'in, İbn Cüreyc —Ma'mer—Abdullah b. Tavus—Ebu's-Sahbâ silsilesine takdi­mine şaşmamak elde değildir. Ehl-i hadisin imamı Muhammed b. İsmail el-Buharî, bu hadiste "muztariplik" bulunduğuna şahitlik etmiştir. Tirmizî, el-CâmVût bunu böylece zikretmiştir. Başka bir yerde de yine ondan bahsede­rek hadisin muztarib olduğunu söylemiştir. Hadiste bazan: "Üç talâk boşa­dı", bazan "bir talâk", bazan da "elbette kaydı ile boşadı" şeklindeki ifa­deler çelişkilidir. İmam Ahmed, "Bu hadisin bütün senedleri zayıftır." de­miştir. Hadisi Buharî'nin de zayıf bulduğunu, Münzirî kendisinden naklet-miştir.

Sonra, rivayet açısından muztarib ve meçhul olan bu hadis, nasıl olur da, sırf Ebu Râfî'in oğullarından birinin cehaleti sebebiyle Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği İbn Cüreyc hadisine tercih edilebilir? Ebu Râfi'in oğulları tâbi-îndendir. Her ne kadar bunlar içerisinde er meşhur olanı Ubeydullah ise de, öbürleri hakkında herhangi bir yalancılıkla itham sözkonusu değildir. İbn Cü­reyc ondan rivayet etmiştir. Meçhulün, rivayetini kabul eden veya, "Âdil râ-vinin meçhul râviden rivayeti onu ta'dil sayılır." diyen için bu hadis hüccet olur. Ama onu zayıf bulup, kendi ayarında veya daha da aşağı mertebede meçhul olan bir rivayeti onun önüne almaya gelince; bu asla olamaz. Niha­yet durum, bu iki meçhul râvinin rivayetlerinin düşmesini gerektirir ve başka delil aramaya gidilir. Bunu yaptığımızda, Sa'd b. İbrahim hadisine bakar ve onun sahih bir isnada sahip olduğunu görürüz. Muhammed b. İshak'ın, se-neddeki: "Bana Davud b. el-Husayn tahdis etti."[891] ifadesi ile tedlis şüphe­si de kalmamıştır. Nitekim İmam Ahmed, bu isnadla çeşitli yerlerde ihticac-da bulunmuştur. Bizzat o ve daha başkaları aynen bu isnadla rivayet edilen: "Hz. Peygamber (s.a.) Zeyneb'i, kocası Ebu'l-Âs b. er-Rebî'e, ilk nikâhla geri verdi, yeni bir şey yapmadı. "[892] hadisini sahih kabul etmişlerdir.

Davud b. el-Husayn'ın İkrime'den rivayetlerine gelince, öteden beri imam- Iar onunla ihticacda bulunagelmişlerdir. Arâyâ[893] bahsinde, hakkında şüp­he edilen ve beş vesk veya daha az bir miktarla takdiri konusunda kesin ka­naat getirilemeyen bir konuda onu delii olarak kullanmışlardır. Halbuki bu, yaş hurmaları kuru hurmalar karşılığında satmayı yasaklayan hadislere ters­lik arzetmektedir. Buna rağmen onunla ihticaca gitmişlerdir. O zaman sîzin görüşünüz doğrultusunda rivayet etmemekten başka, suçu nedir ki, öbürleri­ni kabul ediyor, bunu etmiyorsunuz? Eğer İkrime hakkında da söz söyleye­cek olursanız —belki onu da yaparsınız— o zaman içinden çıkamayacağınız bir çelişkiye düşersiniz. Zira hem siz hem de büyük hadis imamları onun ri-vayetiyle ihticacta bulunmakta, hadisini Sahih'me almak suretiyle Buharî onu kabullendiğini ortaya koymaktadır.

Ebu's-Sahbâ hadisi konusunda girdiğiniz sarp çıkmaz yollara gelince; bun­lardan hiçbirisi doğru değildir.

Birinci yol, bu hadisi sadece Müslim'in rivayet edip Buharî'nin eserine almaması şeklindeydi. Bunun özrü kabahatinden büyük! Müslim'in, Buha-rî'den ayrılmış olması hadise bir zarar vermez. Sonra siz veya herhangi biri, bunu Müslim'in Buharı'den ayrılıp ya!nız başına rivayet ettiği her hadis için kabul ediyor musunuz? Buharî: "Kitabıma almadığım her hadis bâtıldır ve­ya hüccet değildir veya zayıftır." diye bir söz asla söyledi mi? Nice defalardır Buharı, Sahih'inde hiç adı geçmeyen, Sahih'in dışında kalan hadislerle ihti­cacta bulunmuş, nice kereler Sahih dışında kalan hadisleri sahih bulmuştur.

İbn Abbas'tan gelen diğer rivayetlerin ona muhalefetine gelince, şüphe yoktur ki İbn Abbas'tan iki sahih rivayet bulunmaktadır ve bu kesindir. Bi­rincisi bu hadise uymakta, diğeri ise muhalefet etmektedir. Bu iki rivayeti kar­şılaştırdığımızda hadis salim olarak —Allah'a hamdolsun— ortada ayakta kalır. İbn Abbas'ın rivayet ettiği hadise muhalefet ettiğine dair rivayetler itti­fak halinde ise, ona bu konuda örnekler yok değildir. O râvisinin muhalefet ettiği ilk hadis değildir. Size soruyoruz: Sizce asıl olan şahabının rivayetini mi esas almaktır, yoksa onun şahsî görüşünü mü? Eğer "rivayetini esas almaktır" derseniz, —ki bu çoğunluğunuzun hatta ümmetin çoğunluğunun görüşüdür— o zaman bizi cevap külfetinden kurtarmış olursunuz. Eğer, "Esas olan görüşünü almaktır." derseniz o zaman içinden asla çıkamayacağınız, için­de bulunduğunuz çelişkinizi size gösteririz. Özellikle de bizzat İbn Abbas'tan gelen rivayetler konusunda. Zira o Berîre hadisini ve onun muhayyer bırakıl (lığını, satışının talâk olmadığını rivayet etmiş, buna rağmen farklı düşün­müş ve cariyenin satışının aynı zamanda onun talâkı olduğunu benimsemiş­tir. Siz de —isabetli olarak— onun rivayetini aldınız ve görüşünü terkettiniz. Bu konuda da aynı şeyi yapsaydınız ve: "Rivayet masumdur (hatasızdır), sa-habînin kavli ise masum değildir. Rivayet ettiği şeye muhalefeti çeşitli şeyler­den kaynaklanabilir: Unutabilir, te'vilde bulunur, kendince daha ağır basan başka bir delile ters düşebilir, mensuh veya tahsis görmüş olduğuna inanır vb... Bütün bu ihtimaller mümkün iken, onun rivayetinin terki nasıl caiz ola­bilir? Bu kesin bilinen bir şeyin, zandan hatta, meçhulden dolayı terkinden başka bir şey olur mu?" deseydiniz ya! Ebu Hureyre, köpek yalamasından dolayı kapların yedi defa yıkanması hadisini [894]rivayet etmiş ve aksine fetva vermişti. Siz ise rivayetini almış ve fetvasını bırakmıştınız. Şayet şahabının rivayetini alıp fetvasını terkettiğiniz konuları araştırıp ortaya koyacak olsak çok uzardı.

Hadisin neshi iddianıza gelince, bunun tutarlı olabilmesi için sonraki ta­rihli güçlü bir karşı delilin olması gerekir. O da nerde?!

İbn Abbas'tan nakledilen, "üç talâktan sonra ric'atta bulunmanın neshi" ile ilgili İkrime hadisi, sahih olsa bile bunda size bir delil bulunmamaktadır. Çünkü bu hadiste: "Kişi karısını sayısız kere boşar ve ric'atta bulunurdu. Bu neshedildi ve üçe hasredildi. Üçüncüde ric'at kesilir." denilmektedir. Bunda bir ağızdan çıkan üç talâkla ilzam nerede? Sonra nasıl olur da, mensuh hü­küm —kadınların helâlliği ile ilgili en önemli hükümlerden biri olduğu halde— Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri boyunca ve Hz. Ömer dev­rinin de ilk yıllarına kadar sürer gider de ümmetin ondan haberi olmaz. Bu olacak bir şey mi? Sonra Ömer nasıl olur da: "İnsanlar teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye başladılar." diyebilir? Acaba mensuh bir hükümde herhangi bir şekilde, ümmet için teennî sözkonusu olur mu? Son­ra, sahih hadise; senedinde zayıflığı herkesçe malum olan Ali b. el-Hüseyin b. Vâkıd'in [895] bulunduğu bu hadisle nasıl karşı çıkılabilir?

Boşayan kimsenin, "Sen boşsun! Sen boşsun! Sen boşsun!" şeklinde söy-J lemesi ve bundan maksadının da ilk boşsun sözünün tekidi olduğu şeklindeki te'vilinizi, hadisin akışı baştan sonra reddetmektedir. Zira sizin hadisi yorum­ladığınız durum ne Hz. Peygamber'in (s.a.) vefatı ile değişir, ne de O'nun ve halifelerinin devirlerinde farklılık arzeder. Kıyamete kadar da^hep öyle de­vam eder. Eğer bir kimse böyle bir ifadede tekit kasdında bulunmuşsa onun salih ya da fâcir; doğru ya da yalancı olduğu şeklinde bir ayırıma gidilmez. Niyeti ne ise ona hamledilir. Aynı şekilde hükümde kişinin kasdını kabul et­meyen de mutlak olarak kabul etmez. İster kişi salih olsun, ister fâcir; fark etmez.

Yİne Hz. Ömer'in: "İnsanlar, teennî ile davranır oldukları bir hususta acele etmeye ve düşkünlük göstermeye başladılar. Keşke onu aleyhlerine ge­çerli saysak." sözü, onun şunu bildirmesi demektir: Allah bir genişlik olmak üzere insanlara lutufta bulunmuş, onlara acıyarak, nfk ve teennîli olarak ta­lâkı zaman içinde birini diğerinden sonra verilmek üzere meşru kılmış, böy­lece boşayamn pişman olmamasını, ilk çırpıda sevgilisinin elinden çıkmamasını, telafisi zor bir şeye fırsat verilmemesini amaçlamıştır. Onlara mühlet tanımış ve teennîli davranmalarını istemiştir ki, bu mühlet içerisinde boşayan kimse aklım başına toplasın, hoşnutsuzluk sebebi ortadan kalksın, ayrılığa sebep olan şiddet, öfke hali geçsin ve iyilikle tefcrar birbirlerine dönsünler. Fakat onlar Allah'ın bu irâdesinin aksine, kendilerinden teennî ile davranmaları is­tenen bu konuda acelecilik göstermeye ve üç talâk hakkını bir çırpıda kullan­maya başladılar. Hz. Ömer de, onlara bir ceza olsun diye, kendi üstlendikleri -bu tasarrufları ile ilzam edilmelerini uygun gördü: Boşayan kimse, karısının, can yoldaşının, üç talâkı birden vermesi sebebiyle ilk andan itibaren artık ken­disine haram olacağını bilirse, ondan el çekecek ve izin verilen meşru talâka dönecektir. Bu uygulama Hz. Ömer'in üç talâkla boşamanın yaygınlaşması üzerine tebaasına uyguladığı bir te'dib ve terbiye tedbiri mahiyetindedir. Ni­tekim birazdan onun üç talâkla ilzam etmesinde mazur olduğunu ifade sıra­sında biraz daha üzerinde durulacaktır. Hadisin izahı işte budur. Başka türlü de olamaz. Sizin hadisin lafızları ile asla uyum arzetmeyen, uzak kalan, çeli­şen hiç de hoş olmayan tevilleriniz bizim bu izahımız yanında anlamsız kala­caktır.

Hadisin mânası, "Bu gün kişinin üç talâk şeklinde verdiği boşama, Hz. Peygamber (s.a.) zamanında... bir talâk ile olurdu." şeklindedir diyenin sö­züne gelince, bu te'vil şunu demeye varır: "İnsanlar Hz. Peygamber zama­nında tek talâkla boşarlardı. Hz. Ömer zamanında üç talâkla boşar oldular." Eğer te'vil bu safhaya ulaşacaksa, o te'vil ve ne murad edildiğinin açıklan­ması değil, bilmece haline koyma ve konuyu saptırma (tahrif) olur. Bu te'vil doğru olamaz. Çünkü insanlar öteden beri hem bir, hem de üç talâkla boşu-yorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) zamanında karılarını üç talâkla boşayan adamlar vardı: Kiminin bu üç talâkını bire çevirmiştir. Nitekim İkrime'nin İbn Ab-bas'tan rivayetinde böyledir. Kimini tepki ile karşılamış kızmış ve bunu Al­lah'ın kitabı ile oynanması şeklinde telakki etmiştir. Fakat onlara ne şekilde hüküm verdiğini bilmiyoruz. Bunlardan birisini, zaten Hânın gerektirdiği ha-ramlığı tekid ettiğinden dolayı sükûtla (ikrar) karşılamıştır. Kimisini de, üç talâkın sonuncusunu verdiği için, onunla ilzam etmiştir. Bu durumda kalkıp da: "İnsanlar ta Hz. Ömer zamanına kadar bir talâkla boşamakta idiler. Sonra onun devrinde üç talâk boşadılar." demek doğru olmaz. Böyle olsaydı, Hz. Ömer'in kalkıp da: "İnsanlar teennî ile hareket eder oldukları bir hususta acele etmeye başladılar. Onu aleyhlerine geçerli kabul etsek." demesi doğru olmazdı ve bu söz Hz. Peygamber (s.a.) devri ile kendi devri arasındaki far­ka hiçbir şekilde uygun düşmezdi. Çünkü üç talâk, bu te'viîinize göre, Hz. Ömer devri ve sonrasında geçerli olmuştur.

Sonra, hadisin bazı sahih rivayetlerinde şöyledir: "Kişi, karısını üç ta­lâkla boşadığında, Hz. Peygamber (s.a.) döneminde onu bir talâk sayar­lardı. "[896]

Bir rivayette de şöyledir: "Kişi, zifaftan önce karısını üç talâkla boşadı­ğında, Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile Hz. Ömer devrinin ilk yıllarında, onu bir talâk sayarlardı. Bunu bilmiyor musun?" diye sormuş, İbn Abbas da: "Evet! Kişi zifaftan önce karısını üç talâkla boşadığında Hz. Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir devirleri ile, Hz. Ömer devrinin ilk yılla­rında onu bir talâk sayarlardı, insanların üç talâka düşkünlük gösterdiklerini görünce —Hz. Ömer'i kasdediyor—: 'Onu aleyhlerine geçerli sayınız!' de­di." demiştir.[897] İşte hadisin lafzı. Hem de en sahih bir isnadla. Bu hadisin zikrettiğiniz te'vile asla tahammülü yoktur. Ne var ki bütün bu te'viller, de­lilleri mezhebe tâbi kılanların çabalarıdır. Önce inanmış, sonra inancına de­liller aramıştır. Mezhebi delillere tâbi kılan ve istidlalde bulunan, sonra da deliller doğrultusunda inanan kimseler bu tür işleri yapamazlar.

"Hadiste üçü bir sayanın ne bizzat Hz. Peygamber (s.a.) olduğuna, ne onun meseleden haberi bulunduğuna, ne de ikrarda (onay) bulunduğuna da­ir bir sarahat yoktur." diyenlerin sözüne cevaba gelince; fesübhanallah! Al­lah'ın dinini ve şeriatını değiştirmeye, kadını kendisine haram olana helâl, helâl olana da haram kılmaya varan böylesi gayr-ı meşru bir (üç talâkı bir) sayma işinin Hz. Peygamber (s.a.) ve insanların en hayırlı nesli ashab devri boyunca devam edip gitmesi, ashabın onu yapması fakat Hz. Peygamber'e (s.a.) onu bildirmemeleri, üzerine vahiy inip dururken O'mın da olanlardan habersiz kalması ve onların gayr-ı meşru hallerine ses çıkarmaması büyük bir bühtan değil midir? Haydi farzedelim ki, RasûluÜah (s.a.) bilmiyordu. As-hab da onu biliyorlar, Allah'ın dinini, şeriatını değiştiriyorlardı. Allah bunu bilip dururken Rasûlü'ne vahiyle durumu bildirmiyor ve sonunda Hz. Pey­gamber (s.a.) bu minval üzere vefat ediyor ve bu büyük sapıklık, sizce bu apaçık hata bütün Hz. Ebu Bekir'in hilâfeti boyunca devam ediyor ve Sıddîk ölünceye kadar amel ediliyor, değiştirilmiyor. Bu katmerli hata ve sapıklık bir süre Hz. Ömer devrinde de devam ediyor, sonra o kendi re'yi ile insanları doğru olanla ilzam etme neticesine ulaşıyor. Ashabın, Hz. Peygamber ve ha­lifeleri devrindeki uygulamayı bilmeme hususunda bundan daha kötü bir şey olabilir mi? Allah'a yemin ederim ki, üç talâkın bir sayılması kesin bir hata olsa, bu sizin irtikâb ettiğiniz hata, işlediğiniz te'vil cinayeti karşısında çok daha hafif kalırdı. Eğer konuyu olduğu gibi bırakmış olsaydınız; kendi başı­na, şu getirdiğiniz delil ve verdiğiniz cevaplardan daha güçlü ayakta dururdu.

Bu konuda hesaplaşma; ne mutaassıb bir mukallidin, ne cumhurdan kor­kan, ne de, doğru kendi tarafında olduğu halde bile yalnız kalmaktan ürken birinin huzurunda olmaz. Bu konuda hakem kılınacak ve huzurunda hesap-laşılacak kimse ancak ve ancak ilimde yüksek payeye erişen, yed-i tula sahi­bi, şüphe ile delil arasını ayıran, hükümleri bizzat Hz. Peygamber'in (s.a.) aydınlık penceresinden alan, mertebeleri bilen ve oradaki görevlerini yerine getiren, kalbi, şeriatın sırlarına ve yüce hikmetlerine açılmış, şer'î hükümle­rin içerdiği açık-gizli mashahatlara vâkıf olmuş, bu gibi zor meselelerin ta derinliklerine dalmış ve her iki tarafın da delillerine hakkıyla vâkıf olmuş kimse olacaktır. Kendisinden yegâne yardım istenen Allah'tır ve ancak O'na güvenilir.

"Hadisler ihtilâf ettiğinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) ashabının üzerinde bulundukları şeylere iltifat ederiz." sözünüze gelince; evet, vallahi, haydin İslâm'ın bu öncülerine, bu iman cemaatine hep birden sarılalım. Şair şöyle diyor:

"Bana onlardan sonra, yerlerini dolduracak kimseler arama Çünkü, kalbim onlardan başkalarıyla razı olur sanma."

Ancak bizi bir şeye davet edip de ondan ilk kaçan ve muhalefet eden kim­selerin siz olması asla yakışık almaz.

Hz. Peygamber (s.a.) geride yüz bin sahabî bırakarak vefat etmişti. Bun­ların hepsi de onu görmüş, ondan işitmişlerdi. Bunların hepsinden veya onda birinden veya onda birin onda birinden, hatta onda birinin onda birinin on­da birinden, bir ağızdan verilen üç talâkın bağlayıcılığı görüşünde oldukları sahih olarak bilinseydi ya! Siz bütün çabalarınızı ortaya koysanız, bu konu­da ashabın ihtilaflı olmalarına rağmen, onlardan iddianızı benimseyen yirmi kişi bulamazsınız. İbn Abbas'tan iki görüş de sahih olarak nakledilmiştir. İbn Mes'ûd'un üç talâkın bağlayıcılığım benimsediği gibi tevakkuf edip, kesin bir karar belirtmediği de rivayet edilmiştir. Eğer biz, kendi devirlerinde üç talâ­kın bir sayıldığını benimseyen sahabelerin çokluğuyla övünüp, onları saymak isteseydik, onların kendilerinden bunun aksi rivayet edilen kimselerin kaç ka­tına ulaştıkları görülürdü. Hz. Ömer devrinin ilk yıllarına kadar yaşamış ve öimüş her sahabî bizim görüşümüz üzeredir. Ashabın öncüsü, en hayırlısı ve üstünü (Ebu Bekir), devrinde yaşayan diğer sahabîlerle birlikte iddiamızı is-bat için yeterlidirler. Hatta biz istesek şöyle de diyebiliriz ve doğru da olur­du: Üç talâkın bir sayılması eski bir icmâ* idi. Sıddık devrinde iki kişinin bile ihtilâfı yoktu. Ancak icmâ edenlerin asrı henüz son bulmamıştı ki, ortaya ih­tilâf çıktı. İlk icmâ henüz yerleşemeden sahabe iki görüşe ayrıldı ve ihtilâf ümmet arasında zamanımıza kadar sürüp geldi. Sonra biz şunu söylüyoruz: Hz. Ömer, kendinden önce geçenlerin icmâ'ma muhalefet etmedi. Aksine, onun haram olduğunu bile bile yaptıkları ve düşkünlük gösterdikleri için üç talâkın bağlayıcılığını onlara bir ceza olarak uygun gördü. Kuşkusuz devlet başkanının, insanların bir konuda Allah'ın ruhsatını ve kolaylaştırmasını kabul etmeyip, şiddet ve zorluğu tercih etmeleri durumunda, kendi üstlerine yük­lendikleri aleyhte tasarruflarını onlara bağlayıcı sayma yetkisi bulunmakta­dır. Bu böyle olunca, mü'minlerin emîri Hz. Ömer gibi ümmet üzerinde son derece titreyen, onların ahlakî seviyelerini yükseltmeye çalışan bir halife için, böyle bir cezaî tedbire başvurmak çok yerinde olacaktır. Cezalar zaman ve şahısların değişikliği ile, üzerine ceza tertip edilecek fiilin haramlığmın bili­nip bilinmemesi imkânına göre farklılık arzederler. Hz. Ömer, onlara "Bu Allah'ın Rasûlündedir." dememiştir. O sadece bu kararda ümipeti, üç talâkı birden verme davranışına koşuşmaktan alıkoyacağına inandığı bir maslahat görmüştür, bu yüzden de "Keşke onu aleyhlerine yürürlüğe koysak" başka bir rivayette: "Onu aleyhlerine onaylayın, geçerli kabul edin!" demiştir. Gö­rülmez mi ki, bu, Hz. Peygamber'den (s.a.) nakledilen bir haber değildir, sa­dece Hz. Ömer'in maslahat gereği ulaştığı bir görüştür. Hz. Ömer (r.a.) şunu görmüştür: Teenni ile hareket ve ruhsat (mühlet), Allah tarafından boşayana tanınmış bir nimettir. Ona merhametin bir neticesidir, bir lutuftur. Buna rağ­men o, bu nimeti tekmelemiş, Allah'ın ruhsatını ve kendisi için kıldığı teen-nîli hareket tarzını kabul etmemiştir. Bunu müşahede eden Hz. Ömer kişi ile bu nimetler arasına geçmek, kendi ihtiyarıyla üstlendiği şiddet ve aceleci tav­rıyla kendisini ilzam etmek suretiyle onu cezalandırmak istemiştir. Bu şer'î kaidelere uygundur. Hatta Allah'ın yaratış hikmetine bile hem ölçü, hem de teşrî' bakımından muvafıktır. Zira Yüce Allah, insanlar hadlerini aşıp da sı­nır tanımadıklarında, sınırı muhafaza edenler için koyduğu çıkış yollarını, onlara daraltmaktadır. Nitekim, karısını üç talâkla boşayan kimseye "Eğer sen Allah'tan sakınsaydm, o sana mutlaka bir çıkış yolu kılardı." diye cevap veren sahabî, aynı espriye işaret etmiş olmaktadır. Nitekim İbn Mes'ûd ve İbn Abbas böyle söylemişlerdir. Mü'minlerin emîri ve beraberindeki sahabî-lerin bakış açısı da budur. Yoksa hâşâ o, Allah'ın hükmünün değiştirilmesi­ne rıza göstermiş ve helâli harama çevirmiş değildir. İşte nasslarla, Hz. Ömer ve beraberindeki sahabîlerin yaptıkları arasını en güzel bulma yolu budur. Siz ise, ancak bu iki taraftan birisini iîgâ etmek suretiyle işin içinden çıkmak istiyorsunuz.

Buraya kadar arzettiklerimiz bu zor ve son derece karışık konu ile ilgili her iki grubun da ulaşabildikleri son noktalardır. Tevfik Allah'tandır[898]

 

3. Karısını İki Talâkla Boşayan Köle Azad Edildiğinde Şer'î Tahli Olmadıkça Karısı Kendisine Helâl Olur mu?

 

Sünen sahipleri rivayet ederler: Nevfeloğulları'nın azadhsı Ebu'l-Hasan, İbn Abbas'tan şu konuda fetva talebinde bulunur: Bir köle var; nikâhı altın­da bulunan köle hanımını boşuyor. Bundan sonra her ikisi de âzad ediliyor­lar. Acaba koca, boşadığı karısına talip olabilir mi? (Yoksa şer'î tahlil (hül­le) mi gerekir)?

İbn Abbas: "Evet (talip olabilir); Hz. Peygamber (s.a.), bu şekilde hü­kümde bulundu." diye cevap verdi.[899]

Başka bir rivayette İbn Abbas: "Sana geriye bir talâk kalmıştır. Hz. Pey­gamber (s.a.) böylece hükmetti." demiştir.

İmam Ahmed, Abdürrezzâk'tan nakletmiştir: İbnü'l-Mübârek, Ma'mer'e: "Bu EbuM-Hasan da kim? Gerçekten çok büyük bir kaya yüklenmiştir!" de­di. Münzirî: Bu Ebu'I-Hasan, hayır ve iyi haliyle anılmış bir kimsedir. Ebu Zür'a er-Râzî ve Ebu Hatim er-Râzî, onun sika olduğunu söylemiştir. Şu kadar var ki, ondan rivayet eden Ömer b. Muattib'tir. Ali b. el-Medînî onun hakkında: "Onun hadisleri münkerdir.", Nesâî de: "O sağlam değildir." de­miştir.

Zevce nikâhı altında iken, köle koca âzad edilirse, üç talâkın üçüne de sahip olur. Eğer iki talâkla boşamış iken âzad edilirse, bu durumda fukahâ-nın dört görüşü bulunmaktadır:

1— Boşanmış kadın hür olsun köle olsun, yeni bir koca ile evlenmedik-çe artık kendisine helâl olmaz. Bu İmam Şâfi'î'nin ve iki rivayetten birinde İmam AhmedMn görüşüdür. Bu görüş, talâkta itibarın kocaya olduğu esası­na dayanır. Kölenin ancak iki talâk hakkı vardır. İsterse karısı hür olsun.

2— Başka bir koca ile evlenme şartı aranmaksızın, üzerine yeni bir akit akdetme yetkisine sahiptir. Nitekim bu Ömer b. Muattib hadisi, buna delâlet etmektedir. Bu görüş de, iki rivayetten diğerinde İmam Ahmed'e aittir. Aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşüdür. Şâfiîlerin imamlarına-nisbet ettikleri iki vecihten biri de bu doğrultudadır. Bu görüşte fıkhî bir incelik vardır: Zira boşadığı karısı, kölelikten kaynaklanan noksanlığından dolayı iki talakla ha­ram olmuştu. Kadın henüz iddet içindeyken, koca âzad edilince noksanlık ortadan kalkmış ve üç talâk mâlikiyetin sebebi vücuda gelmiş oldu. Nikâhın hükümleri de henüz baki olduğundan, onun üzerinde üçüncü talâk hakkına da sahip olmuş olur. Böylece ric'at hakkı doğar. Eğer iddetin bitiminden sonra âzad edilmişse, kadın kendisinden ayrı düşmüş olur. Fakat ikinci bir koca ile evlenme ve zifaf şartı aranmaksızın (yeni bir nikâhla ve tek talâk hakkı ile) kendisine helal olur. Bu görüş kıyasa uzak değildir.

3—  İddeti içerisinde rücû hakkı vardır. İddet bittikten sonra da ikinci bir evlilik ve zifaf olmaksızın tekrar evlenebilirler. Bütün Zâhirî'lerin görüşü böyledir. Çünkü onlara göre talâk konusunda hür ve köle eşittir.

Süfyan b. Uyeyne; Amr b. Dînâr—İbn Abbas'ın âzadlısı Ebu Ma'bed— İbn Abbas senediyle rivayet eder: îbn Abbas'ın bir kölesi, karısını iki talâk boşamıştı. İbn Abbas ona rücû etmesini emrettiyse de o yanaşmadı. İbn Ab­bas: "Haydi, o senindir! Mülkiyet yoluyla.onu helâl kıl." dedi.

4— Eğer karısı hür ise, köle kocanın üç talâk hakkı vardır. Eğer cariye ise iki talâk hakkı olduğundan ikinci bir evlilik ve zifaf olmadıkça artık ken­disine helâl olmaz. Bu da Ebu Hanife'nin görüşüdür.

Bu konu selef ve halef ulemasının dört görüş olmak Üzere ihtilâf ettikle­ri bir yerdir:

Birinci görüş: Köle ve hürün talâkı eşittir. Bütün zahirîler bu görüştedir.

Bunu onlardan tbn Hazm nakletmiştir. Bunlar, talâk konusunda vârid olan nassların umumî oluşu, mutlak bulunuşu ve hür-köle arasında bir ayırıma yer vermeyişi, böyle bir ayırım hakkında icmâ bulunmayışı gibi hususlarla görüşlerini üelillendirmeye çalışmışlardır. îbn Abbas'ın, bir kölesine cariye olan karısını iki talâkla boşamasına rağmen ona ric'atte bulunmasını emret­tiği sahih olarak bilinmektedir. îbn Abbas'tan yapılan bu nakil hakkında in­celemede bulunmak gerekir. Çünkü Abdürrezzâk, îbn Cüreyc —Amr b. Dînâr— Ebu Ma'bed senediyle şöyle rivayet ediyor: îbn Abbas'a ait bir köle ve yine ibn Abbas'a ait bir cariye vardı. Bunlar evliydiler. Köle, cariye hanı­mını boşadı ve bâin kıldı. îbn Abbas ona: "Senin talak hakkın yok. Ona rü­cû et!" dedi. [900]

Abdürrezzâk, Ma'mer—Simâk b. el-Fadl senediyle rivayet eder: Köle îbn Ömer'e sordu; o "Başını vursalar da, ona rücû etme." dedi.[901]

Bu fetvanın dayanağı şudur: Kölenin talâkı, nikâhta olduğu gibi, efen­dinin elindedir. Nitekim Abdurrahman b. Mehdî, Sevrî—Abdülkerim el-Cezerî—Atâ senediyle îbn Abbas'ın: "Kölenin ne talâkı, ne de ayrılığı bir şey değildir." dediğini rivayet eder.

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr senediyle nakleder: Ebu'z-Zübeyr, Câbir b. Abdillah'ı cariye ve köle hakkında: "Efendileri aralarını birleştirir ve ayırır." derken işitir.[902] Bu, Ebu'ş-Şa'sâ'nm kavlidir. Şâbî şöyle demiştir: "Medine uleması, efendiden izin almadan kölenin boşayamayacağı görüşündedirler." İbn Abbas'ın yaklaşımı işte budur. Yoksa, 'Nikâhı altın­da cariye bulunduğunda kölenin talâkı üçtür.' şeklinde bir görüşe sahip de­ğildir. Bu görüşte olan hiçbir sahabînin varlığını bilmiyoruz.

İkinci görüş: Eşlerden hangisi köle olursa olsun, talâk onun köleliği se­bebiyle ikidir. Nitekim Hammâd b. Seleme, Abdullah b. Ömer—Nâfi' sene­diyle İbn Ömer'in: "Hür, cariyeyi iki talâkta boşar. (Boşanan cariye) iki ha­yız müddeti iddet bekler. Köle, hür kadını iki talâkla boşar. (Boşanan hür kadın) üç hayız süresi iddet bekler." dediğini rivayet eder. Osman el-Bettî bu görüştedir.

Üçüncü görüş: Talâkta itibar kocalaradır. Dolayısıyla hür koca, üç talâ­ka mâliktir, isterse karısı cariye olsun. Köle koca da iki talâka sahiptir, ister­se karısı hür olsun. Bu görüş de İmam Şafiî, Mâlik ve ifadelerinden anlaşıldı­ğına göre îmam Ahmed'e aittir. Ashaptan Zeyd b. Sabit, Âişe ve Ümmü Seleme validelerimiz, Osman b. Affan, Abdullah b. Abbas da bu görüştedirler. Ayrıca el-Kasım, Salim, Ebu Seleme, Ömer b. Abdülaziz, Yahya b. Saîd, Re-bîa, Ebu'z-Zinâd, Süleyman b. Yesâr, Amr b. Şuayb, İbnü'l-Müseyyeb, Atâ gibi simalar da hep bu görüşü benimsemişlerdir.

Dördüncü görüş: Talâkta itibar, iddette olduğu gibi, kadınlaradır. Nite­kim Şu'be, Eş'as b. Sevvâr—Şa'bî—Mesrük silsilesiyle İbn Mes'ûd'un: "Sün­net; talâk ve iddette kadınlara itibar şeklindedir." dediğini rivayet eder.

Abdürrezzâk, Muhammed b. Yahya ve başkaları—İsa—Şa'bî senediyle on iki sahabîden: "Talâk ve iddette itibar kadınlaradır." dediklerini rivayet etmiştir.[903] Hadisin lafzı bu. Bu, Hasan, İbn Şîrîn, Katâde, İbrahim, Şa'bî, İkrime, Mücâhid, Sevrî, Hasan b. Hayy, Ebu Hanife ve arkadaşlarının gö­rüşleridir.

"Bu konuda Allah Rasûlü'nün (s.a.) hükmü nedir?" denilirse, bunun cevabını Ebu Davud vermiştir: Muhammed b. Mes'ûd—Ebu Âsim— İbn Cüreyc—Mezahir b. Eşlem—Kasım b. Muhammed—Âişe senediyle Hz. Pey-gamber'den nakledilir: "Cariyenin boşanması iki talâkladır. İddeti de İki ha-yızdır."[904]

Zekeriyya b. Yahya es-Sâcî ise, Muhammed b. İsmail b. Semüre el-Ahmesî—Ömer b. Şebîb el-Müslî—Abdullah b. İsâ—Atıyye— İbn Ömer sil­silesiyle Hz. Peygamber'in: (s.a.) "Cariyenin talâkı ikidir. İddeti de iki ha-yizdır." buyurduğunu rivayet eder.[905]

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—yazı ile Abdullah b. Ziyad b. Seman— Abdullah b. Abdurrahman el-Ensârî—Nâfi'—Ümmü Seleme validemiz se­nediyle rivayet eder: Validemizin bir kölesi, hür karısını iki talâkla boşar ve Ümmü Seleme Hz. Peygamber'den (s.a.) fetva ister. Peygamberimiz: "Baş­ka bir koca ile evlenmedikçe artık ona haram olmuştur." buyurur.[906]

Daha önce Ömer b. Muattib—Ebu Hasan—İbn Abbas senediyle rivayet edilen hadis geçmişti. Sağlamıyla, çürüğü ile rivayet edilen bu dört hadisten başka Hz. Peygamber'den mevcut başka bir nakil bilinmemektedir.

Birinci hadisi ele alalım: Ebu Davud: "O meçhul bir râvinin hadisidir." der. Tirmizî: "Garib bir hadîstir. Sadece Mezahir b. Eşlem yoluyla biliyo­ruz. Mezahir ilim dünyasında sadece bir hadisle ismi duyulan bir kimsedir." der. Ebu'l-Kâsim b. Asâkir el-Etrâfmda bu hadisi zikrettikten sonra şöyle der: "Üsame b. Zeyd b. Eşlem babasından rivayet eder: Babasının yanında oturuyorken, Emir'in habercisi gelir ve kendisinin Kasım b. Muhammed'le Salim b. Abdullah'a bunu sorduğunu ve onların: Bu (mu?). Gerçekten bu ne Allah'ın kitabında, ne de Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinde vardır. An­cak Öteden beri müslümanlar onunla amel etmişlerdir, dediklerini haber ve­rir." Hafız (İbn Hacer) şöyle der: "Bu, merfû hadisin mahfuz olmadığına delâlet eder." Ebu Âsim en-NebîI: "Mezahir b. Eşlem zayıftır."; Yahya b. Maîn; "Onun bir değeri yok, üstelik tanınmıyor."; Ebu Hatim er-Râzî; "Ha­disi münkerdir." demişlerdir. Beyhakî ise: "Eğer sabit olsaydı biz de onunla amel ederdik. Ne var ki biz, adaletini bilmediğimiz bir kimsenin rivayet ettiği hadisi sabit göremeyiz." der.

İkinci hadis: Bunda da Ömer b. Şebîb el-Müslî var ve o zayıftır. Yine zayıf olan Atıyye bulunmaktadır.

Üçüncü hadis: Bunda da yalancı (kezzab) olan İbn Sem'an vardır. Ab­dullah b. Adurrahman ise meçhuldür.

Dördüncü hadis: Bunda da Ömer b. Muattib vardır. Onun hakkında söz geçti.

Konuyla ilgili olarak geriye sahabeden gelen haberlerle kıyas kaldı. Ashabdan gelen haberlere (âsâr) baktığımızda, daha önce de geçtiği gibi onları çelişkili bir halde görüyoruz. Bunların bir kısmı, diğerlerinden üstün değildir. Son olarak geriye kıyas kalıyor. Burda da iki taraf çekişiyor: Boşa-yan taraf, boşanan taraf. Boşayan tarafına itibar eden: "Talâka mâlik olan odur ve yetki onun elindedir. Dolayısıyla köle olması durumunda yarıya bö­lünür. Nitekim köleliği sebebiyle nikahlayabileceği kadınların sayısı, nisabın yarısına inmektedir." diyorlar. Boşanan tarafı gözönünde bulunduranlar ise: *'Talâk kadının üzerinde gerçekleşiyor ve ona iddet, haramhk ve bunlara tâ­bi diğer hükümler gerekiyor. Dolayısıyla kadının köle olması durumunda id-dete olduğu gibi talâk da yarıya bölünür." diyorlar. Kimi iddette olduğu gibi kadının köle olmasıyla yarıya indiriyor, kimi de eşlerden hangisi olursa ol­sun, birinin köle olmasıyla, yarıya indiriyor. Sanki bunlar her ikisini de gözönünde bulunduruyor ve her iki benzerliği devreye sokuyorlar. Kimisi de ta­mamlıyor ve üç talâk hakkı veriyor. Bu sonuncular bu konuda sabit nass yok­tur. Sahabeden nakledilenler ise çelişkilidir. Kıyas da öyle diyorlar ve bunlardan hiç birisine iltifat etmeyerek "ric'î talâkın iki defa" olduğunu ifade eden nass-lann mutlak oluşuna sarılıyorlar. Öyle ya Allah bu nasslarda hür, köle; hür kadın, cariye diye bir ayırıma gitmemiştir. "Rabbin unutkan değildir." Hem sonra, ric'î talâkın iki kılınmasını gerektiren hikmet hür için de köle için de aynıdır. Nitekim İmam Mâlik: "Kölenin hür gibi dört kadın nikahlama hak­kı vardır. Çünkü onun buna ihtiyacı hürün ihtiyacı gibidir." demiştir. İmam Şafiî ve Ahmed: "îlâ'da kölenin müddeti, hürün müddeti gibidir. Çünkü her iki durumda da zevcenin göreceği zarar aynıdır." demişlerdir. Ebu Hanife: "Kölenin talâkı ile hürün talâkı, zevcelerinin hür olmaları durumunda eşit-tir. Talâkla ilgili nassların mutlaklığı, ve onların hürü de, köleyi de kapsa­maları bunu gerektirir." demiştir.

Ahmed b. Hanbel, —diğer âlimlerle birlikte—: "Bütün keffaretlerde kö­lenin orucu ile hürün orucu aynıdır. Hırsızlık ve içki cezalarında köle ile hü­rün durumu aynıdır." demiştir.

Bunlar devamla şöyle derler: (yukarıdaki nakledilen) bu haberler veya bir kısmı sabit olsaydı, onlara koşmakta bizi asla geçemezdiniz ve onlar üze­rinde bize galebe edemezdiniz. Eğer ashabtan gelen haberler çelişkili olmasa, ittifak halinde olsaydı asla onları bırakıp da başka deliller aramazdık. Çün­kü hak, onlann üzerinde olduklan şeydedir, ötesinde değil. Tevfik Allah'tandır. [907]

 

C) BOŞAMA YETKİSİ VE ŞER'İ TAHLİL

 

1— Boşama Yetkisi Kocanın Elindedir:

 

Yüce Allah: "Ey iman edenier! Mü'min kadınları nikahladığınız, sonra da onları boşadığınız zaman..."[908] ve yine: "Kadınları boşadığınız ve onlar da bekleme müddetlerini bitirdikleri vakit, ya onları iyilikle tutun, yahut iyi­likle bırakın."[909] buyurmakta ve talâkı nikâh edene has kılmaktadır. Çünkü tutma hakkı —ki o ric'attir— ona aittir.

İbn Mâce, Sünen'lnde îbn Abbas'tan şunu rivayet eder: "Hz. Peygam-ber'e (s.a.) bir adam gelir ve: "Ya RasûlalL.h; efendim beni cariyesi ile ev­lendirdi. Şimdi de aramızı ayırmak istiyor." dedi. Hz. Peygamber hemen min­bere çıktı ve: "Ey İnsanlar! Ne oluyor ki, .sizden biriniz cariyesini kölesiyle evlendiriyor, sonra da aralarını ayırmak istiyor. Biliniz ki talâk, bacağı tuta­na aittir." buyurdu.[910]

Abdürrezzâk, İbn Cüreyc—Atâ senediyle İbn Abbas'tan nakleder: O şöyle derdi: "Kölenin talâkı efendisinin elindedir. Eğer o boşarsa, boşaması caiz­dir. Eğer aralarını ayırırsa —her ikisi de onun köleleriyse— bu bir talâk sayı­lır. Eğer köle kendisinin, cariye bir başkasının ise, efendi isterse yine boşayabilir.[911]

Sevrî, Abdülkerim el-Cezerî—Atâ kanalıyla yine İbn Abbas'tan: "Kö­lenin talâkı, ayrılığı bir şey değildir." dediğini rivayet eder.

Abdürezzâk, İbn Cüreyc'den nakleder: Ebu'z-Zübeyr, köle ve cariye hak­kında, Nâfi'i şöyle derken işitmiştir: "Efendileri aralarını birleştirir ve ayırır."[912]

Hz. PeygamberMn (s.a.) hükmü uyulmaya daha lâyıktır. Önce geçen İbn Abbas hadisini —her ne kadar isnadı tenkide açıksa da—, Kur'an destekle­mektedir. Tatbikat da o doğrultudadır.

Üçten daha az sayıda boşanan çiftlerin, kadının yaptığı ikinci evlilikten sonra tekrar birbirlerine dönmeleri durumunda üç talâkla mı, geriye kalan talâkla mı dönerler?

Îbnü'l-Mübârek; Osman b. Miksem—Nübeyh b. Vehb—kavminden bir adam—ashabtan bir adam senediyle nakleder: Hz. Peygamber (s.a.), üçten daha az sayıda boşanan bir kadına, ikinci evliliğinden sonra kocasının tekrar rücûu durumunda, (üç talâkla değil) geriye kalan talâk hakkı ile döner şek­linde hükümde bulunmuştur[913]

"Her ne kadar bu haberin senedinde bir zayıf ile bir meçhul râvi varsa da, büyük sahabîler de o doğrultuda düşünmektedirler. Nitekim Abdürrez-zâk, Musannef'inde, Mâlik ve İbn Uyeyne'den, onlar Zührî, İbnü'l-Müseyyeb, Humeyd b. Abdurrahman, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe b. Mes'ûd ve Süleyman b. Yesâr'dan nakletmiştir. Bunların hepsi de: "Ebu Hureyre'den işittim şöyle diyordu." derler. Ebu Hureyre: Ömer b. el-Hattâb'dan işittim, şöyle diyordu: "Herhangi bir kadını, kocası bir veya iki talâkla boşar, sonra terkeder, kadın da bir başkası ile evlenir, ikinci koca ölür veya kadını boşar-sa, bu durumda birinci kocanın onu nikahlaması halinde, kadın onun yanın­da geriye kalan talâkı üzere bulunur." der.[914]

Ali b. Ebî Tâlib, Übey b. Kâ'b, İmran b. Husayn'dan (r. anhum) da ay­nısı nakledilmiştir.[915]

İmam Ahmed; "Bu ileri gelen sahabîlerin görüşüdür." demiştir. îbn Mes'ûd, İbn Ömer, İbn Abbas (r. anhum) ise, "Üç talâkla döner." emişlerdir.[916] İbn Abbas: "Yeni bir nikâh, yeni bir talâk." der.

Muhaddisler birinci görüşü benimsemişlerdir: İçlerinde İmam Ahmed, âfn, Mâlik de vardır. Ebu Hanife de ikinci görüşü benimsemiştir. Tabiî bu, ikinci kocanın zifafı durumundadır. Eğer zifafa girmemişse, hepsine göre de, eskiden kalan talâk sayısı ile döner. en-Nehaî: "Bu konuda ihtilâf bulundu­ğunu işitmedim. Eğer meseleyle ilgili hadis sabit olsaydı, ihtilâfı kesmiş olur­du. Sahabeden gelen haberler uyum arzetseydi, onlar da ihtilâfın halli için yeterli olurdu." der.

Meselenin fıkhî yönü, karşılıklı denge halindedir. Çünkü ikinci kocanın zifafı, üç talâkı yıkıp, kadını birinci kocaya yeni talâkla döndürdüğüne göre, daha az sayıdaki talâkı evleyiyetle yıkması gerekir. Birinci görüşün sahipleri ise şöyle diyorlar: Üç talâkla boşanan kadının birinci kocaya helâl olabilmesi için onunla cimâda bulunması şart olunca, mutlaka onun yıkılması ve yeni talâkla iadesi kaçınılmaz olmaktadır. Üçten daha az sayıda boşanmış kadı­nın durumunda ise, ikincinin cimâı, izale edeceği bir haramlıkla karşılaşma­maktadır. Birinciye helâl olabilmesi için zaten cima şart da değildir. Birinci koca ve kadım ona helâl kılma açısından ikincinin zifafının varlığı ile yoklu­ğu aynıdır. Dolayısıyla zifaf olmama durumunda olduğu gibi, kalan talâk üzere geri döner. Çünkü onun ne nikâhının ne de cima'ının bir etkisi yoktur. Biri-nicinin talâkı ikincinin cimâıyla bir etki görmeyecek şekilde ilişkilidir. [917]

 

2—Şer'î Tahlîl (Hülle):                                    

 

Üç talâkla boşanmış kadının, birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, ikinci kocanın onunla zifafa girmiş olması hakkındaki hükmü:

Sahihayn'da sabittir. Hz. Âişe validemiz anlatır: Rifâa el-Kurazî'nin ha­nımı Hz. Peygamber'e gelir ve: "Ya Rasülallah! Rifâa beni üç talâkla boşadı ve ben ondan sonra Abdurrahman b. Zebîr ile evlendim. Ama gerçek şu ki, onunki elbisenin saçağı gibi bir şey." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Galiba sen Rifâa'ya geri dönmek istiyorsun. Hayır. Sen onun balçığım, o da senin balçığını tatmadıkça (dönemezsin)." buyurmuştur.[918]

Sünen-i NesâVdt Hz. Âişe'nin rivayetinde Hz. Peygamber (s.a.): "Bal­çık, cimadır; isterse inzal (boşalma) olmasın." buyurmuştur.[919]

Yine Nesâî'de İbn Ömer'den nakledilir: Hz. Peygamber'e (s.a.) sordu­lar: "Adam karısını üç talâkla boşar, öbürü onunla evlenir. Kapıyı sürgüler, perdeleri indirir, sonra cimada bulunmadan onu boşar. (Bu kadın birinciye helâl olur mu)?" Hz. Peygamber: "Diğeri onunla cima etmedikçe birinciye helâl olmaz." buyurdu.[920]

Bu hadisler şu hükümleri içerir:

1— Kadının, kocası aleyhine söylediği cimaa kadir olmadığı şeklindeki beyanı kabul edilmez.

2— Üç talâkla boşanmış kadının birinci kocaya tekrar helâl olabilmesi için, sadece akdin yeterli olacağını ileri sürenlerin aksine, ikinci kocanın mut­laka cimada bulunması da şarttır. Akitle yetinme görüşü, kesin sünnetle mer-duttur.

3—  İnzal şartı yoktur. Balçığından tatmaktan ibaret olan sadece cima yeterlidir.

4— Hz. Peygamber (s.a.) helâllik için, ne mücerred istek halinde kalan nikâh akdini ne de onun peşinde gelen onunla başbaşa kalma, kapıların sürgülenmesi, perdelerin indirilmesi durumlarını yeterli görmemiş, mutlaka çımanın bulunmasını şart koşmuştur. Bundan şu çıkar: Hülle nikâ­hı yani zevç ve zevcenin sureta nikâh yapmak ve böylece kadının birinci ko­casına helâlliğini sağlamaktan başka bir amaçları bulunmayan mücerred akit, helâllik için evleviyetle yeterli olmaz. Çünkü devamı maksut olan rağbet ak­di yeterli görülmeyip, cinsel ilişkinin bulunması şart koşulunca, kadını tutma konusunda hiç arzusu bulunmayan, sadece birinciye helâl kılması için yapı­lan "ödünç teke" akdi nasıl yeterli olabilir? Zira o, öşürcülerin damızlık için çekilen ödünç eşeği gibi, tamamen iğreti bir kocadır.

Kocasının, kendisini boşadığına bir şahidi bulunan kadın hakkında, ko­casının da inkârı durumunda hükmü:

İbn Vaddah; İbn Ebî Meryem—Amr b. Ebı Seleme—Züheyr b. Muhammed—îbn Cüreyc—Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle Hz. Pey-gamber'den (s.a.) şunu rivayet eder: "Kadın kocasının kendisini boşadığmı iddia eder ve âdil bir şahid de getirirse, kocaya yemin verdirilir. Eğer (boşa-madığına) yemin ederse şahidin şehadeti anlamsız olur. Eğer yemine yanaş­mazsa, onun bu hali (nükûl) diğer şahit yerine geçer ve talâkı caiz otur."[921]

Bu hüküm aşağıdaki durumları içerir:

1— Talâk konusunda ne bir şahidin şahitliğiyle, ne de bir şahitle birlikte kadının yeminiyle iktifa edilmez. İmam Ahmed: "Bir şahid ve yeminle yetin­mek sadece mal davalarına hastır. Had (ceza), nikâh, talâk, azad etme, hır­sızlık, öldürme gibi hususlarda bir şahid ve yeminle hüküm verilmez." der. Bir başka rivayette İmam şöyle demiştir: "Köle, efendisinin kendisini âzad ettiğini iddia etse ve bir şahit getirse, şahid yanında yemin de etse hür olur." Hirakî'nin tercihi de budur. Yine İmam: "Bir köleye sahip olan iki ortaktan her biri, diğerinin kendi payını âzad ettiğine dair iddiada bulunsa, her ikisi de varlıklı olmasalar, fakat âdil olsalar, köle için onlardan her biri ile birlikte yemin etme ve böylece hür olma durumu vardır. Biri ile birlikte yemin eder­se, yansı hür olur." der. Fakat îmam'dan Talâkın bir şahid ve yeminle sabit olacağına dair herhangi bir beyanda bulunduğu bilinmemektedir.

Bu Amr b. Şuayb hadisi talâkın, bir şahit ve kocanın yeminden kaçın­ması ile sabit olacağına delâlet etmektedir. İnşaallah doğrusu da budur. Çünkü Amr b. Şuayb—babası—dedesi senediyle gelen hadisle ihticacta bulunmayan, bazı konularda muhalefet etse bile onun üzerine hüküm bina etmeyen bir ima­mın varlığı bilinmemektedir. İbn Cüreyc'den rivayet eden Züheyr b. Muham­med sikadır. Sahihayrf'da rivayetlerine yer verilmiştir. Amr b. Seleme, Ebu Hafs el-Tenîsî'dir. Yine aynı şekilde Sahihayn râvilerindendir. Amr b. Şu­ayb hadisini delil olarak kullanan bilmelidir ki, bu onun en sahih hadislerin­den biridir.

2— Kadının iki şahidi (beyyine) bulunmadığı takdirde talâk davasında kocaya yemin verdirilir. Ancak yemin, dava konusunun bir şahidle kuvvet kazanması durumunda verdirilir.

3— Talâk davalarında bir şahid ve davalının yeminden kaçınmasına is­tinaden hüküm verilebilir. İmam Ahmed, iki rivayetten birinde, şahid olma­sa bile, sırf kocanın nükulü (yeminden kaçınması) ile talâkın vukuuna hük­meder: Kadın, kocasına karşı talâk davasında bulunsa, iki rivayetten birin­de, kocaya yemin verdirir. O yeminden kaçınırsa, aleyhine hükmedilir. Ka­dın bir şahit getirir ve koca da, kadının davasının asılsızlığına dair yemin et­mezse, bu takdirde nükûl ile aleyhine hükümde bulunmak daha güçlüdür.

Hadisin zahiri: Kadın bir şahit ikâme etmedikçe, nükûl ile koca aleyhine hükümde bulunulamayacağı şeklindedir. İmam Mâlik'ten gelen bir rivayette de öyledir. Nitekim şahitsiz sırf davada bulunması ve kocanın yeminden nü-kûlü ile hükme gidilmez. Kocanın nükûlü ile hüküm verileceği görüşünde olan­lar şöyle diyorlar: Nükûl, ya ikrardır ya da beyyinedir. Her ikisi ile de hü­küm verilebilir. Ancak bu tez, kısas davasındaki nükûl ile bozulur. Buna şöyle ap verilir: Nükûl bedel ile mubah olabilen —ki bunlar mâlî davalardır— hususlarda ihtiyacı karşılayan bir bedeldir. Mali davalara ait haklar; nikâh ve ilgili konularına ait hakların daha altındadır.

4— "Nükûl" (yeminden kaçınma), beyyine (şahit vb.) makammdadır. Kadın bir şahit getirince —ki bu beyyinenin yansıdır— nükûl de diğer yansı­nın yerine geçmiş, böylece beyyine tamamlanmış oldu.

Biz bu konudaki mezhepleri (görüşleri) zikrediyoruz: Ebu'l-Kâsim b. el-Cellâb, Tefsir*inde şöyle der: "Kadın kocasına karşı talâk davasında bulu­nursa, sırf dava etmiş olmasıyla kocaya yemin verdirilmez. Eğer kadın dava­sına bir şahit getirirse, şahidi ile birlikte kendisine yemin verdirilmeye gidil­mez. Bununla kocası aleyhine talâk sabit olmaz." Onun söylediği bu durum­da, dört imam arasında bir anlaşmazlık bulunmamaktadır. Devamla ediyor: "Ancak bir şahidi ikâmesi durumunda kocaya yemin verdirilir: Eğer yemin ederse, kadının davasından beraet etmiş olur."

Ben derim ki: Bu konuda fukahamn iki ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.

Birincisi: Kadının davasından ötürü kocaya yemin verdirilir. Bu Şâfiî,| Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir.

İkincisi: Yemin verdirilmez şeklindedir.

Eğer.biz "yemin verdirilmez" dersek bir problem bulunmamaktadır. Eğeri "yemin verdirilir" dersek ve adam da nükûlde bulunarak yeminden kaçmır-l sa, bu durumda nükûle dayanılarak karısının boş olduğuna dair hükme gidi-I lebilir mi? Bu konuda İmam Mâlik'ten iki rivayet vardır: Birincisi: "Bu ha-l dişle amel edilir ve kadın bir şahit ve nükûlle boş olur." Eşheb'in tercihi del budur. Aynı zamanda bu görüş son derece güçlüdür. Çünkü şahit ve nükûll farklı iki cihetten gelen iki sebeptir. Dolayısıyla davacı tarafı bunlarla kuvvet| kazanır ve lehine hükmedilir. Haber ve kıyasın gereği de budur.

İmam Mâlik'ten gelen ikinci rivayet ise: "Koca nükûlde bulunduğunda! hapsedilir. Eğer hapis süresi uzarsa (ve yeminden kaçınmada ısrar ederse) bı-l rakılır." şeklindedir. İmam Ahmed'den gelen rivayetler; kadının talâk dava­sında nükûlle hükmedilebilir mi konusunda ikiye ayrılmıştır. Ona göre, şa-| hid ikâmesinin bir etkisi yoktur. Kadının talâk davasında bulunması duru-l munda, bu konuda kocaya yemin verdirilip verdirilemeyeceği konusunda ikil rivayet vardır. Eğer "yemin verdirilmez" dersek, kadının davasının bir etkisi) olmaz. Eğer "Yemin verdirilir." dersek ve koca da kaçınırsa, bu durumda aleyhine talâkla hükmedilebilir mi? İki rivayet vardır. İnşaallah ileri de "Nü­kûl ile hüküm verme" bahsinde geleceği gibi ikrar mıdır, bedel midir yoksa| beyyine yerine mi geçmektedir, orada görülecektir. [922]

 

3— Hz, Peygamber'in (s.a.) Eşlerini Muhayyer Bırakması:

 

Sahihayn'da. Hz. Âişe'den rivayet edilir: Şöyle anlatır:      

Rasülullah'a (s.a.) kadınlarını muhayyer bırakması emroluflpica ben­den başladı ve buyurdu ki:                                                    

Ben sana bir şey söyleyeceğim, ama ebeveyninden emir almadan (cevap vermeye) acele etmeyebilirsin."

Rasûlullah (s.a.) annemle babamın O'ndan ayrılmamı emretmeyecekle­rini pekâlâ biliyordu. Sonra şu âyeti okudu:

"Ey Peygamber! Eşlerine söyle: Eğer siz, dünya hayatını ve onun zî-netini istiyorsanız, gelin size müt'a (boşanma bedeli) vereyim ve sizi güzellik­le boşayayım! Yok Allah'ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu dilerseniz bilin ki, Allah, sizden güzel hareket edenlere büyük bir ecir hazırlamıştır."[923]

Ben O'na: "Bunun nesi için annemle babamdan izin isteyecekmişim! Ben Allah'ı, Rasûlü'nü, ahiret yurdunu dilerim." dedim. Sonra Hz. Peygamber'in (s.a.) diğer eşleri de benim yaptığım gibi yaptılar. Bu bir talâk değildi.[924]

Rebîa ve İbn Şihâb şöyle diyorlar: Hz. Peygamber'in (s.a.) zevcelerin­den birisi kendi nefsini tercih etti ve gitti. Kesin ayrılıktı. İbn Şihâb: "Kadın bedevi idi." der. Amr b. Şuayb: "O Dahhâk el-Âmiriyye'nin kızıydı. Ailesi­ne döndü." der. îbn Habîb ise: "Hz. Peygamber (s.a.) onunla gerdeğe gir­mişti." der.

Gerdeğe girmediği de söylenir. Hayvan kığılarım toplar ve: "Ben baht­sız bir kadınım." derdi.

Âlimler bu muhayyer bırakma konusunda, iki konuda ihtilâf etmişler­dir: Birincisi: Muhayyerlik hangi konuda idi? İkincisi: Hükmü ne idi?

Birincisini ele alalım: Cumhura göre muhayyerlik, Hz. Peygamber (s.a.)ile beraberlik ya da ayrılık konusundaydı. Abdürrezzâk ise Musannef 'inde Ha-san'dan, "Allah Teâlâ onları, sadece dünya ve ahiret arasında muhayyer kıl­mıştır. Onları talâk hakkında muhayyer kümamıştır."[925] sözünü nakleder. Kur'an'ın söz akışı (siyak) ve Hz. Âişe'nin sözü, onun bu görüşünü reddet­mektedir. Şüphesiz Allah Teâlâ onları, Allah ve Rasûlü ve ahiret yurdu ile dünya hayatı ve zineti arasında muhayyer bırakmış ve Allah'ı, Rasûlü'nü ve hiret yurdunu tercih etmelerinin gereğini Hz. Peygamber (s.a.) ile beraber­lik, dünya ve zinetini tercih etmelerinin gereğini de kendilerine müt'a veril­mesi ve güzellikle salıverilmeleri kılmıştı ki tabiî bu da şüphesiz ve ihtilafsız talâk olmaktadır.

Hüküm konusundaki ihtilâfları ise iki noktadadır:

1)  Kocayı tercih etme durumunda hüküm nedir?

2)  Kendi nefsini tercih etmesinin hükmü nedir?                           

Birinci konu: Ashabın büyük çoğunluğunun, bütün validelerimizin ve ümmetin tamamına yakın bir kısmın kabul ettiği görüşe göre, muhayyer olan kadının, kocasını tercih etmesi durumunda boşanma olmaz, sadece muhay­yer kılma talâk değildir. Bu Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Abbas ve Âişe'den sahih olarak nakledilmiştir. Hz. Âişe şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a.) bizi muhayyer kıldı. Biz de onu tercih ettik. Bunu bir talâk saymadık." Aynı şey Ümmü Seleme, kızkardeşi ve Abdurrahman b. Ebî Bekir'den de gelmiştir.

Hz. Ali, Zeyd b. Sabit ve sahabeden bir gruptan sahih olarak nakledil­diğine göre de: "Eğer kadın kocasını tercih ederse bu bir ric'î talâktır." Ha­san (el-Basrî)'nin görüşü de böyledir. îshak b. MansûT rivayetinde İmam Ah-med: "Eğer kocasını tercih ederse bu bir talâktır. Koca ric'ata sahiptir. Eğer kendi nefsini tercih ederse, bu takdirde üç falâk olur.*' der. Ebu Bekir: "Bu rivayetle İshak b. Mansûr teferrüd etmiştir. Amel çoğunluğun görüşü üzere­dir." demiştir. el-Muğnî sahibi (İbn Kudâme) şöyle der: "Bu görüşün izahı şöyledir: "Muhayyer kılma" sözü, kocasının talâka niyet ettiği bir kinaye laf­zıdır. Dolayısıyla sırf bu ifadeyi kullanmasıyla, diğer kinaye lafızlarda oldu­ğu gibi, talâk vaki olur. Bu bizzat Hz. Âişe'nin de tasrih ettiği husustur." Doğrusu, Hz. Âişe'nin bunun talâk olduğunu red ve inkârı şeklindedir. Çün­kü, validelerimiz Peygamberimizi tercih ettiklerinde onlara: "Bir talâkınız vu-kubulmuştur." dememiş, onlara ric'atte bulunmamıştır. Bu konuyu en iyi bilen kimse bizzat içinde olması hasebiyle Hz. Âişe'dir. Nitekim ondan sahih ola­rak: "Bu bir talâk değildi."; başka bir rivayette: "Onu talâk saymadık."; bir başka hadiste, kendisine tevdi edilen bir soruya cevaben verdiği: "Rasû-lullah (s.a.) da bizi muhayyer bıraktı. (Yani şimdi) o bir talâk mıydı?" ifade­leri nakledilmiştir.[926]

"Muhayyer kılma ric'î bir talâktır" şeklinde düşünenlerin mülahazası şu olmalıdır: "Muhayyer kılma" temliktir. Kadın ise kendisine ancak boşan­mış olduğunda mâlik olabilir. Dolayısıyla temlik, talâkın vukuunu gerekli kılmaktadır. Bu mülahaza, iki önermeye dayanmaktadır: Birincisi: Muhayyer kılma temlik demektir. İkincisi: Temlik talâkın vukuunu gerekli kılar. Her iki önerme de doğru değildir: Muha\ yer kılma temlik değildir; eğer temlik olsaydı, mülkünde ikâından evvel, talâkın vukuunu gerektirmezdi. Çünkü ni­hayet bu, koca daha önce talâka nasıl mâlikse ve mülkünde kullanmadan düş­müyorsa, kadının da aynı şekilde ona mâlik olması demektir. Hem dedikleri doğru olsaydı, o zaman bâin talâk olması gerekirdi. Çünkü ric'î talâkta ka­dın, kendi nefsine mâlik değildir.

Muhayyer kılma hususunda fukaha ihtilâf etmişlerdir: Nedir bu? Tem­lik mi, tevkil mi veya bir kısmı temlik bir kısmı tevkil mi, yoksa derhal boşa­ma mı (müneccez tatlik) ve nihayet asla bir neticesi olmayan boş bir tasarruf mu? Bu beş ayırım İmam Ahmed ve Mâlik mezhebleridir. Ebu'l-Hattâb, Ruûsu'I-MesâiPde şöyle der: O temliktir, (kadının) kabulüne bağlıdır. İbn Ku­dâme ise MuğnPde: Koca: " = Emrin elindedir." veya: ( = Tercih et." der, ve kadın da: "Kabul ettim." derse bir şey lâ­zım gelmez. Çünkü "Emrin elindedir." sözü tevkil (vekâlet verme) dir. Ko­canın sözüne "Kabul ettim." şeklinde karşılık vermesi, "Vekâleti kabul et­tim." demek olur ve bir şey gerekmez. Nitekim yabancı bir kadına: "Karı­mın emri (boşanma işi) senin elindedir." demesi ve onun da: "Kabul ettim." demesi gibi olur. "Tercih et!" sözü de o mânadadır. Yine aynı şekilde kadı­nın: " = Emrimi aldım." demesi durumunda da bir şey lâzım gelmez. İmam Ahmed, İbrahim b. Hânî rivayetinde bu ikisine temas etmiş ve: Koca, karısına: "Emrin elindedir." der ve kadın da: "Kabul ettim!" der­se, işin gerçeği meydana çıkıncaya kadar bir şey lâzım gelmez. Eğer kadın: t(=Emrimi aldım." derse bu bir şey değildir. Eğer karısına: " = Tercih et." der ve kadın da: "Nefsimi kabul ettim." veya: "Nefsimi tercih ettim." derse bu daha açık olur, demiştir.

İmamMâlik;( " = Tercihet." sözüile= Emrin elinedir." sözlerini birbirinden ayırmış, ikinciyi temlik; "Tercih et" sözünü de temlik değil muhayyer kılma saymıştır. Mâlikî âlimler: "O tevkildir." de­mişlerdir.

Şafiî'nin iki görüşü vardır: Birincisi: Temliktir. Şafiî âlimlerince sahih olan da budur. İkincisi, tevkildir. Bu da mezheb-i kadimidir.

Hanefiler; temliktir, demişlerdir.

Hasan ve ashabtan bir grup ise: "Bu bir boşamadır ve derhal bir talâk vuku bulur, kocanın rücû hakkı vardır." demişlerdir. Bu aynı zamanda» İbn Mansûr rivayetinde İmam Ahmed'den de nakledilmiştir.

Zahirîler ve bir diğer grup sahabî ise: "Bununla talâk vuku bulmaz. Ka­dın ister kendisini tercih etsin, ister kocasını farketmez. Talâkın vukuu ko­nusunda muhayyer kılmanın hiçbir etkisi yoktur." demişlerdir.

Biz, bu görüşlerin dayanaklarını zikretmek istiyoruz: "Temliktir" görüşünde olanlar şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:

. Kadınlığından istifade hakkı, kocaya ait iken, kadına dönünce bu bir ger­çek temlik olur.

Yine "tevkil" vekilin, vekil kılındığı konuyu doğrudan yapabilmesi için ehliyet şartına sahip olmasını gerektirir. Kadın ise talâk vermeye ehil değil­dir. Bu yüzdendir ki bir koca, karısını boşamak üzere bir kadına vekâlet ver­se, bir görüşe göre bu sahih olmaz. Çünkü kadının doğrudan talâkı kullan­ma ehliyeti yoktur. Sahih görenler ise: "Nasıl ki kocanın, karısını boşamak üzere bir erkeğe vekâlet vermesi sahihse, aynı şekilde onu boşamak üzere bir kadını tevkil etmesi de sahih olur." derler.

Sonra burada tevkilin manasını anlamak mümkün değildir. Çünkü ve­kil —kendisi değil— müvekkili adına tasarruf eden kimsedir. Burada kadın ise kendi nefsi ve çıkan için tasarrufta bulunmaktadır. Bu ise vekilin tasarru­funa Özde ters düşer.

îbn Kudâme'nin nakline göre, "tevkildir" görüşünde olanlar şöyle di­yorlar: "O temliktir. "[927] diyenlerin sözü doğru değildir. Çünkü talâkın tem­liki sahih değildir ve kocadan bir başkasına da intikal etmez. Onun yerine bir başkası ancak nâib olabilir. O konuda, başkasını nâib kılmak istediğin­de, bu başka bir şey değil ancak tevkil olur.

Sonra eğer temlik olsaydı, kadının kadınlığından istifade üzerindeki mül­kiyetin, kadına geri intikali iktiza ederdi. Bu ise muhaldir. Çünkü bu hiçbir zaman kadından çıkmamıştır ki. Bunun içindir ki, kadının şüphe yolu ile ci­ma edilmesi durumunda mehir kendisinin olmakta, kocanın olmamaktadır. Eğer koca kadınlığından istifade mülkiyetine sahip olsaydı, onun bedeline de sahip olurdu. Nitekim bir malın menfaatine mâlik olanlar, o menfaatin be­deline de mâliktirler.

Yine, eğer temlik olsaydı, kadın talâka mâlik olurdu. O takdirde de ko­canın talâka mâlikiyeti kalmazdı. Zira bir şeyin bütün parçaları ile aynı an­da, iki ayrı mâlikin mülkü olması muhaldir. Koca muhayyer kıldıktan sonra da talâka mâliktir. Dolayısıyla kadın talâka mâlik olamaz. Ama bizim dedi­ğimiz böyle değildir. Bu bir tevkil ve nâib kılma işidir. Koca mâliktir. Zevce ise onun naibi ve vekildir.

Yine şayet ona "Kendini boşa!" dese, sonra boşamayacağına dair ye­min etse, kadın kendisini boşasa yemininde hânis (yalancı) olur. Bu da kadı­nın kendisinin naibi ve asıl boşayanın koca olduğunu gösterir.

Sonra "O temliktir" sözünüzü ele alalım: Bununla ya "Ona nefsini temlik etmiştir." demeyi kasdediyorsunuz, ya da "Boşama hakkını temlik" deme­yi. Eğer birinci mânayı kasdedîyorsanız, o zaman kadının sadece "Kabul et­tim." demesi ile talâk vuku bulur, demeniz gerekir. Çünkü koca, kadınlığın­dan istifade hakkını mülkiyetinden çıkarmayı gerektiren icabda bulunmuş ve kadın tarafından gelen "kabul" de icab ile kenetlenmiştir. Eğer ikinci mâna­yı kasdedîyorsanız, bu bir tevkil demektir. Kullanılan ifadenin değişikliği far­ketmez.

Muhayyer kılma şekillerini ayırıma tâbi tutan Mâlikî fukahası şöyle di­yorlar: Koca, karısına: " = İşin elindedir." veya " = İşini sana verdim." veya " = İşini sana temlik ettim." der­se bu ifadeler temlik demektir. " = Tercih et." derse, bu da mu­hayyer kılmadır. Aralarında hem hakikaten, hem de hükmen fark vardır: Ha­kikatte farka gelince; " = Tercih et!" ifadesi kadının muhayyer bırakılmasından fazla bir mâna içermez. Bununla koca, kadına nefsini tem­lik etmemiştir. Sadece iki şey arasında onu muhayyer kılmıştır. "İşin elinde­dir." sözü böyle değildir. Çünkü bu, ancak kadının kendine mâlik olması durumunda elinde olabilir. Hüküm açısından ele aldığımızda da farklıdır. Çün­kü koca, "İşin elindedir." deyip de "Ben bununla bir talâka niyet ettim.'* derse, söz yeminle birlikte kendisinindir. "Tercih et." dediğinde kadın ken­disini üç talâk boşarsa, üçü de vuku bulur. İsterse koca "Ben bir talâk kas-dettim." desin. Ancak bu durumda kadın, zifaf vaki olmamış biriyse, o za­man bir talâk kasdı hususunda söz yeminle birlikte kocanındır. Çünkü mu­hayyer kılma, kadının kendi nefsini tercihte bulunabilmesini gerektirir. Bu da ancak ayrılıkla (beynûnet) gerçekleşir. Eğer kadınla zifaf vuku bulmuşsa bu, ancak üç talâkla tahakkuk eder. Eğer zifaf olmamışsa bir talâkla da bâin olur. "İşin elindedir." sözü ise böyle değildir. Çünkü bu ifade kendisi ile ko­cası arasında bir tercihte bulunmasını gerektirmez; aksine emrini ona temlik anlamı taşır ve bu üç talâkla ayrı kılmak veya bir talâk ve akabinde dolan iddetle ayrı kılmak suretiyle nefıni ona temlik etmek mânalarını, her ikisini de kapsar. Koca bu muhtemel mânalarmdan birini kasdettiğindcsözü kabul edilir.  

Doğrusu,* bu izahları aynısıyla " = Tercih et" sözü için de vâ-riddir ve kendilerini bağlar. Çünkü bu söz de kadının "Nefsini üç talâkla ve­ya bir talâk ve arkasından biten iddetle kendini bâin (ayrı) kıl." mânalarına şamildir. Hatta "İşin elindedir." sözü, üçün temliki hususunda "tercih et" sözünden daha da açıktır. Çünkü "işin (emrin)" ifadesi gramer bakımından muzaaf, muzaafun ileyh (isim tamlaması) olması açısından "ne var ne yok bütün emrini" içine alır. "Tercih et" sözü ise mutlaktır, umumîliği yoktur. Dolayısıyla üç talâk onun neresinden çıkıyor? İmam Ahmed'in ortaya koy­duğu budur. Çünkü o, "Tercih et" ifadelen hakkında: "Bununla kocamı niyeti olmaksızın, zevce tek bir talâktan fazlasına mâlik değildir." demiş; "Env rin elindedir", "Talâkın elindedir.", "Talâk konusunda seni tevkil ettim." ifadeleri hakkında ise, "Kadın bunlarla üç talâk hakkına sahip olur." de­miştir. Yine ondan bir başka rivayet daha vardır; bu da: "Kadın ancak koca­nın niyeti ile buna mâlik olabiür." şeklindedir.

"Derhal boşama olur." diyenlerin bakış açısı ve görüşlerinin zayıflığı daha önce geçti.

"Bu bir boş sözdür, bir şey lâzım gelmez." diyenlere gelince; bunların iki dayanakları vardır: Birincisi: Allah talâkı kadınların eline değil, sadece erkeklerin yetkisine vermiştir. Allah'ın koyduğu, kulun dileğiyle değişmez. Dolayısıyla kocanın, talâkı, kendisine Allah'ın asla talâk yetkisi vermediği bir kimseye tevdi edebilme hakkı yoktur.

Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm, Ebu Bekir b. Ayyaş—Habîb b. Ebî Sabit senediyle nakleder: Bir adam, hanımlarından birisine: "Eğer şu dengi (yükü) şu eve sokarsan, kumanın emri senin elindedir." der ve kadın onu içeri so­kar. Sonra da (kuması için): "O boştur." der. Durum Hz. Ömer'e intikal ettirilir. O kadını adamdan ayırır. Yolları üstünde Abdullah b. Mes'ûd'a uğ­rarlar ve durumu ona haber verirler. İbn Mes'ûd onları Hz. Ömer'e götürür ve:

"— Ey Mü'minlerin emîri! Şüphesiz Allah Teâlâ, erkekleri kadınlar üze­rine hâkim kılmıştır; kadınları erkekler üzerine hâkim kılmamıştır." der. Hz.

Ömer:                                                                               

— Ne düşünüyorsun? der. İbn Mes'ûd:                          

— O karışıdır diye düşünüyorum, diye cevap verir. Hz. Ömer:

  Ben o görüşteyim der ve onu bir sayar.                     

, Ben derim ki: "Onu bir sayması" muhtemelen kocanın "Kumanın emri elindedir" sözü sebebiyledir. Bu söz, talâk hakkında kinaye olmuş olur. Yi-J ne muhtemeldir kî, kumasının "O boştur" sözüne istinaden bir talâk say-j

mistir. Kadının koca üzerine hâkim olmaması için (üç talâkla) ayırma yetki­sini kadına vermemiştir. Doğrusu bu haberde, bv grubun görüşü doğrultu­sunda bir delil yoktur. Hatta denilebilir ki bu haber onların aleyhine bir hüc­cet olarak kabul edilebilir.

Ebu Ubeyd, Abdülgaffar b. Davud—İbn Lehîa—Yezîd b. Habîb sene­diyle nakleder: İranlı Rümeysa, Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Bekr'in nikâhındaydı. Emrini ona temlik etti. Kadın da üç defa (kocasına) "Sen boş­sun!" dedi. Hz. Osman, Muhammed'e: "Hata ettin. Onun talâk hakkı yok­tur. Çünkü kadın boşayamaz." dedi.

Bu haber de onlar için bir delil olamaz. Zira Hz. Osman sadece, kadın talâkı mahalline isnad etmediği için geçerli kabul etmemiştir. Koca da: "Ben senden boşum" dememiştir. Bu, Abdürrezzâk'ın rivayet ettiği durumun bir benzeri olmaktadır: İbn Cüreyc—Ebu'z-Zübeyr—Mücâhid senediyle nakle­der: Bir adam îbn Abbas'a gelir ve:

  Kanma emrini temlik ettim, o da beni üç talâkla boşadı, der. İbn Abbas:

— Allah ona yıldızını şaşırtmış. Talâkı, ancak sen ona verebilirsin, onun sana talâk verme hakkı yoktur, demiştir.[928]

Esrem: Ebu Abdullah'a, karısına "Emrin elindedir." diyen bir adamın durumu nedir? diye sordum. O dedi ki: Hz. Osman ve Ali (r.a.) "Hüküm kadının hükmettiğidir." dediler. Ben: "Ben nefsimi üç talâk boşadım" derse? dedim. O: "Hüküm kadının hükmettiğidir." dedi. Ben: Kadın "Seni üç ta­lâk boşadım." derse? dedim. O: "Kadın boşayamaz." dedi ve İbn Abbas'ın, "Allah ona yıldızını şaşırtmış," hadisi ile istidlalde bulundu. Hadisi Vekî'-den, Şûbe'den, el-Hakem*den, İbn Abbas'tan, karısının emrini eline veren adam hakkında, kadının da "Seni üç talâk boşadım." demesi durumu ile il­gili olarak rivayet etti. İbn Abbas: "Allah ona yıldızını şaşırtmış, kendisini boşasaydı ya!" [929] demişti. İmam Ahmed, Ebu Matar'ın tashif yanrak İbn Abbas'ın sözünü şekline çevirdiğini so>ier. An­cak Abdürrezzak, îbn Cüreyc'den şöyle nakleder: Abdullah b. Tâvûs'a: "Ba­ban karısına emrini temlik eden bir adam hakkında nasıl hükmederdi? Ka­dın kendisini boşamaya kadir mi, değil mî?" diye sordum. O: "Babam: Ka­dınlara talâk yok, derdi." dedi. Ben: "Baban başka bir adama karısının enrini temlik eden bir adam hakkında ne derdi? O adam karısını boşamaya ka­dir mi?" dedim. O: "Hayır." dedi.[930] Bu, Tâvus'un görüşünü gayet açık or­taya koyuyor. Ona göre ancak koca boşayabilir, zevceye emrini temlik et­mek anlamsızdır; aynı şekilde bir başkasına vekâlet vermesi de caiz değildir. İbn Hazm: "Bu, Ebu Süleyman'ın ve biz tüm Zahirîlerin görüşüdür." de­mektedir.

Bu grubun ikinci delili: Yüce Allah, talâk işini kadınlara değil, sadece erkeklere tevdi etmiştir. Çünkü kadınlar hem akılca, hem de dince noksan­dırlar. Pek çoğu da sefihtirler. Erkeklere karşı duydukları şevhet ve meyil on­lara her şeyi yaptırır. Eğer talâk işi onlara verilmiş olsaydı, erkeklerin onlar­la ilişkileri istikrar bulmazdı. Bunda da kocalar için büyük bir zarar sözko-nusu olurdu. Bu yüzden Yüce Allah'ın hikmet ve rahmeti, ayrılık hususunda kadınlara hiçbir yetki vermemeyi ve bu işi kocalara tevdi etmeyi gerektirdi. Eğer kocalar için bunun kadınlara nakli caiz olursa, bu Allah'ın hikmet ve rahmetine, kocaları gözetmesine ters düşmüş olur. Bunlar şöyle diyorlar: Ha­dis, sadece muhayyer kılmaya delâlet etmektedir. Eğer Allah'ı, Peygamberi­ni ve ahiret yurdunu tercih ederlerse —nitekim öyle olmuştur—, bulunduk­ları hal üzere Hz. Peygamber'in (s.a.) zevceleri olarak kalırlar. Eğer kendi nefislerini tercih ederlerse Hz. Peygamber (s.a.) onlara müt'a verir ve bizzat kendisi onları boşar ki, "güzellikle salıvermek" o demektir. Yoksa, onların kendilerini tercih etmeleri bizzat talâk olur, manasına değildir. Görüldüğü üzere bu gayet açıktır.

Bunlar devamla şöyle diyorlar: Bu konuda ashabtan gelen haberler son derece ihtilaflıdır. Emrini karısının eline vermesi ve onun da kendisini üç ta­lâkla boşaması durumunda Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, Zeyd b. Sabit'in bunu tek bir ric'î talâk saydıkları sahih olarak bilinmektedir ve yine sahih olarak Hz. Osman'ın: "Hüküm kadının hükmettiğidir." dediği sabittir. Bunu Saîd b. Mansûr, İbn Ömer'den, bir başkası İbn Zübeyr'den rivayet eder. Hz. Ali, Zeyd ve bir grup sahabîden: "Eğer kadın kendisini tercih ederse bu bir bâin talâktır. Eğer kocasını tercih ederse bu bir ric'î talâktır." dedikleri sahih ve sabittir.

Bir başka grup sahabîden: "Eğer kendisini tercih ederse her halükârda üç talâktır." dedikleri bilinmektedir. İbn Mes'ûd'dan; kişinin, karısının em­rini bir başka adam eline vermesi ve onun da boşaması durumunda, bir şey lâzım gelmeyeceğini söylediği rivayet edilir.

îbn Hazm şöyle der: Ashabtan kendisinden muhayyer kılma ile ilgili rivayette bulunduğumuz kimseleri araştırdık. Bu rivayetler sahihi, gayr-ı sahi­hi ile birlikte sadece yedi tanedir. Sonra bunlar da ihtilâf etmişlerdir. Bir kıs­mının sözü diğerininkinden üstün değildir. Dolayısıyla bunların konuya bir etkisi olmayacaktır. Ancak Nesâî ile rivayet ettiğimiz hariç. Nasr b. Ali el-Cehdamî—Süleyman b. Harb—Hammâd b. Zeyd senediyle rivayet edilen bu hadiste Ha-nmâd şöyle der: Eyyûb es-Sahtiyânî'ye: "Emrin elindedir." hak­kında, el-Hasan'dan başka, "O üç talâktır." diyen birisini tanıyor musun? diye sordum. O: "Hayır. Ancak olsa olsa bana Katâde'nin İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr'den, onun Ebu Seleme'den, onun da Ebu Hureyre'den Hz. Pey­gamber'in (s.a.) "üçtür" dediği rivayeti vardır. Eyyûb şöyle der: "İbn Se­müre'nin âzadhsı Kesîr'le karşılaştım ve ona bunu sordum, bilemedi. Hemen Katâde'ye döndüm ve durumu ona haber verdim. O: Unutmuş, dedi."

İbn Hazm şöyle der: İbn Semüre'nin âzadhsı Kesîr meçhuldür. Eğer gü­venilirliği ve hafızasının yerinde olduğu meşhur olsaydı, biz de bu habere as­la muhalefet etmezdik. Kaldı ki, bazı râviler bu hadisi Ebu Hureyre'ye mev­kuf kılarlar.[931]

Mervezî anlatır: Ebu Abdillah'a: "Muhayyer kılınan ve kendi nefsini ter­cih eden kadın hakkında ne dersin?" diye sordum. "Onun hakkında ashab­tan beş kişi, bir adet ric'î talâk olur demişlerdir: Hz. Ömer, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Âişe." dedi ve bir başka isim daha söyledi. Bir başkası o beşincinin Zeyd b. Sabit olduğunu söylemiştir.

İbn Hazm şöyle der: Bir kimse karısını muhayyer bırakır ve o da kendi­sini tercih ederse veya kocasını tercih ederse ya da hiçbir tercihte bulunmazsa bütün bunlar boştur, hiçbir şey lâzım gelmez. Hepsi de aynıdır, bununla ta­lâk vuku bulmaz, kadın kocaya haram olmaz, bunlardan birine hiçbir hü­küm terettüp etmez. İsterse koca muhayyer kıldığını defaetle tekrar etsin, kadın kendisini veya talâkın tercihini bin defa tekrarlasın, hiçbir şey gerekmez. "Nef­sini kendisine temlik etmesi", "Emrini eline vermesi" durumlarında da ay­nıdır, bir fark yoktur.[932]

Hz. Peygamber (s.a.) dışında kimse hüccet olamaz. Madem ki ne Kur'-an'da, ne de Hz. Peygamber'in (s.a.) sünnetinde: "Kişinin karısına söylediği "Emrin elindedir" veya "Emrini sana temlik ettim" ya da "Tercih et" ifa­deleri talâkı gerektirir ve kadının kendisini boşama veya talâkı tercihi hakkı­nı doğurur" gibi bir âyet ya da hadis yoktur; o halde kişiye, Allah ve Rasû-lü'nün kendisine helâl kıldığı kadını, ne Allah ne de Peygamberinin vacip

madiği görüşlerle haram kılmak caiz değildir. Bu son derece açıktır. İbn Hazm'-|ın sözü burada bitti.[933]

Bunlar şöyle devam ediyorlar: Talâkın vuku bulacağı görüşünde olanla­rın sözlerindeki tutarsızlıklar, çelişkiler, birinin diğerine ters düşmesi bu gö­rüşlerin temelinin bozuk olduğunu göstermektedir. Eğer asıl sağlam olsaydı, onun üzerine bina edilen hükümler arasında ahenk olur, çelişki ve uyumsuz­luklar olmazdı. Biz, bu ihtilâflardan bir kısmına işaret ediyoruz:

Acaba sadece muhayyer kılma ile talâk vuku bulur mu? Yoksa kadın tercihini yapıncaya kadar vuku bulmaz mı? konusunda ikiye ayrılmışlardır. Daha önce temas edildi. Sonra sırf "Emrin elindedir" sözü ile talâk vuku bulmayacağı görüşünde olanlar ihtilâf etmişlerdir: Acaba kadının tercihi, o meclisle mi sınırlıdır, yoksa koca vazgeçmediği veya cinsel ilişkide bulunma­dığı sürece devam edebilir mi? İki görüş vardır. Birisi "o meclisle sınırlıdır." şeklindedir. Ebu Hanife, Şafiî ve bir rivayette Mâlik bu görüştedirler. İkinci­si: Koca vazgeçmedikçe veya cinsel ilişkide bulunmadığı sürece tercih hakkı kadının elindedir. Bu da İmam Ahmed, İbnü'l-Münzir, Ebu Sevr, diğer riva­yette Mâlik'in görüşleridir. Sonra Mâliki âlimleri "Bu, kadının kocasını terk ettiği anlaşılacak kadar uzamadığı gibi bir zaman içinde söz konusudur. Bu da iki ayı asmasıyla anlaşılır demişlerdir. Sonra yine ihtilâf etmişler ve: Aca­ba terkedip etmediğine dair, kadın üzerine yemin etmesi gerekir mi, gerek­mez mi? demişler ve ikiye ayrılmışlardır.

Sonra kocanın kadına tevdî ettiği yetkilerini geri alıp alamayacağında ih­tilâf etmişlerdir. İmam Ahmed, İshak, Evzâî, Şa'bi, Mücahid, Atâ: "Koca­nın rücû fiakkı vardır ve kadının muhayyerliği ortadan kalkar.'1 demişlerdir. İmam Mâlik, Ebu Hanife, Sevrî, Zührî ise: "Rücû hakkı yoktur*' demişler­dir. Şâfiîlerin ise, "Bu temlik midir, tevkil midir?" şeklindeki telakkiye mebni olarak ihtilâfları vardır. "Tevkildir." denirse, müvekkilin rücûa hakkı var­dır. "Temlik." denilirse hakkı yoktur. "Temliktir." görüşünde olanların ba­zıları: "Muhayyer kılma temliktir, desek bile rücû, imkânsız değildir. Çünkü henüz "kabul" bitişmemiştir. Dolayısıyle hibe ve satış akillerinde olduğu gi­bi (kabulden önce) rücû etmek caizdir." diyorlar.

Bir diğer ihtilâf konusu da, kadının kendisini tercih etmesi durumunda ne lâzım geleceği hakkındadır. İmam Ahmed ve Şafiî: "Bir adet ric'î talâk gerekir." demişlerdir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer, İbn Mes'ûd ve İbn Ab-bas'ın da görüşleridir. Ebu Ubeyd ve İshak'ın tercihleri de böyledir. Hz. Ali'­den "Bir bâin talâk olur." görüşü nakledilir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur. Zeyd b. Sâbit'ten "üç olur" görüşü vardır ki, el-Leys'in görüşü de bu­dur. İmam Mâlik: "Eğer kadınla zifaf gerçekleşmişse, üç talâk olur, eğer zi­faf gerçekleşmemişse, kocanın bir talâka niyet ettim iddiası kabul edilir." de­miştir.

Bir ihtilâf daha: Acaba "Emrin elindedir" sözü, niyete ihtiyaç duyar mı, duymaz mı? İmam Ahmed, Şâfıî ve Ebu Hanife: "Niyete ihtiyaç duyar"; İmam Mâlik: "Hayır, niyete ihtiyaç duymaz." demişlerdir. Sonra yine ihtilâf et­mişlerdir: Talâkın vukuu, "Nefsimi tercih ettim", veya "Nikâhını fesh et­tim." demesi durumunda, kadının niyetine ihtiyaç gösterir mi, göstermez mi? Ebu Hanife: "Koca niyet ettiği zaman, talâkın vukuu için kadının niyetine ihtiyaç yoktur." der. Ahmed ve Şâfıî: "Eğer kadın kinaye lafızlarla nefsini tercih etmişse mutlaka niyeti gereklidir." demişlerdir. Sonra Mâliki fukaha-sı: Eğer kadın "Kendimi tercih ettim" veya "Nefsimi kabul ettim" derse ta­lâk lâzım gelir. "Ben onu murad etmedim" dese bile durum değişmez. Eğer "Emrimi kabul ettim." derse ne kasdettiği sorulur: Eğer talâkı murad etmiş­se talâk olur. Talâkı murad etmemişse talâk olmaz. Sonra İmam Mâlik şöyle der: Koca karısına "Emrin elindedir." der ve bir talâk kasdettim diye söyler­se, yeminiyle birlikte söz kendisinindir. Eğer bir niyeti yok idiyse, dilediğini îkâ edebilir. "Tercih et" der ve bir talâk murad ettiğini söylerse, kadın da kendisini tercih ederse üç talâk boşanmış olur. Kocanın sözü kabul edilmez.

Daha nice, birbirleriyle son derece farklılık arzeden ve ne Kitab'tan, ne sünnetten, ne de icmâdan hiçbir delili bulunmayan pek çok furû meseleler.

Kadın, kocanın nikâhından çıktığına dair kesin bir delil olmadıkça ka­rışıdır.

Bunlar devamla şöyle derler: Allah ne nikâh ne de talâk konusunda ka­dınlara bir yetki tanımadı, bunu sadece erkeklere verdi. Yüce Allah erkekleri kadınlar üzerinde hakim kıldı; dilerse tutarlar, dilerlerse boşarlar. Erkeğin, kadını kendi üzerine, dilerse tutacak, dilerse boşayacak şekilde hakim kılma­sı caiz değildir. Eğer Hz. PeygamberMn (s.a.) ashabı, bir konuda icmâ ede­cek olsalar, biz onların icmâlanru aşmayız. Ancak onlar bu konuda ihtilâf ettiler. Onların görüşlerini destekleyecek başka deliller aradık. Sonunda hüc­cetin, sadece bu görüş üzerinde olduğunu gördük. Eğer falandan bir rivayet varsa, onun tam aksine rivayet de vardır. Bu konuda icmâ iddiası son derece asılsızdır. Sahabe ve tabiîn arasında —naklettiğimiz gibi— anlaşmazlıklar, görüş ayrılıkları sabittir. İhtilâf varken icmâdan söz etmek olmaz. İşte îbn Abbas ve Osman b. Affan: "Adamın karısı eline emrini tevdi eylemesi bir şey değildir." demişlerdir. İbn Mes'ûd, karısının emrini başka bir adamın eline veren adamın hakkında onun da boşaması durumunda "Bir şey değildir."der. Tâvûs, karısına emrini tevdi eden kimse hakkında: "Kadınlara talâk yok­tur.*' der. Yine O: Başka bir adama karısının emrini tevdi etmesi durumun­da, o adamın kadını boşamaya yetkisi olduğu sorulduğunda: "Hayır, yok!" demiştir.  [934]                                          

 

4— Değerlendirme ve Sonuç:

 

Ben derim ki: Tâvûs'tan nakledilen rivayet, sahihtir, sarihtir. Ne sened, ne de sarahat bakımından tenkide açık değildir. İbn Mes'ûd'dan yapılan na­killere gelince, farklıdır: Onun talâkın vukuu konusunda Hz. Ali ve Zeyd'e muvafakat ettiği de nakledilmiştir. Nitekim bunu İbn Ebı Leylâ, Şa'bî'den "Emrin elindedir." "Tercih et" ifadeleri hakkında, "Hz. Ali ile İbn Mes'üd ve Zeyd'in görüşleri hep aynıdır." dediğini nakleder. Yine ondan, bir hanı­mına "Eğer bu yükü eve sokarsan (kuman) falancanın emri senin elinde olsun" diyen bir adam hakkında —ki kadın bunu yapmıştı—: "O, onun karışıdır." dediği ve bunu talâk kabul etmediği de nakledilir.

İbn Abbas ve Osman'dan yapılan nakiller, sadece muhayyer kılınan ka­dının talâkı kocasına nisbet ederek "Sen boşsun" demesi durumuyla ilgili­dir. İmam Ahmed ve Mâlik de aynı görüşte olmakla birlikte kadının kendisi­ni tercih etmesi veya talâkı kendisine nisbet ederek kendisini boşaması duru­munda talâkın vuku bulacağını da söylerler. Ashabtan, muhayyer kılma ve temliki ilga edip, hiçbir şey lâzım gelmez diyen bir sahabî bilinmemektedir. Sadece İbn Mes'ûd'dan gelen az önceki rivayet vardır. Ondan, aksi görüşte olduğu da nakledilmiştir. Şu halde sahabeden kesin olarak sabit olan husus, muhayyer kılmanın dikkate alınması ve talâkın bununla vuku bulmasıdır. Şu kadar var ki, kadının bununla neye mâlik olduğu hususunda ihtilâfları var­dır. Nitekim az önce geçti. Muhayyer kılmanın hiçbir etkisi yoktur demek, asla hiçbir sahabîden nakledilmeyen bir husustur. Sadece Ebu Muhammed İbn Hazm; İbn Abbas ve Osman'dan gelen nakilleri yanlış değerlendirmiştir. Ancak bunun Tâvus'un görüşü olduğu doğrudur. Atâ'dan da buna delâlet eden nakiller yapılmıştır: Abdürrezzâk, İbn Cüreyc'den rivayet eder: Atâ'-ya: Bir adam karısına: "Bir gün veya iki gün sonra emrin elindedir." dese ne lâzım gelir dedim. O: "Bu bir şey değildir." dedi. Ben: "Kadına bir adam gönderse ve bir gün ya da bîr süre emri elinde olduğunu bildirse." dedim. O: "Bu nasıl olur bilmiyorum. Bunun bir şey olacağını sanmam." dedi. Atâ'ya: "el-Münzir, Hafsa'nın emrini Âişe'ye temlik ettiğinde, Âişe, Hafsa'ya tem­likte bulundu mu" diye sordum. O: "Hayır! Sadece kendisini boşayıp boşa­mama konusunda arzda bulundu. Ona emrini temlik etmedi." dedi.[935]

Eğer ashabın bir heybeti olmasaydı, biz bu görüşten ayrılmazdık. An­cak İslâm'ın öncüleri olan Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı her ne kadar mu­hayyer kılmanın hükmü üzerinde ihtilâf etmişlerse de, bu ihtilâflarının için­de muhayyerliğin itibara alınacağı, ilga edilmeyeceği konusunda da ittifak ha­lindedirler. Bu konuda bütün sahabîler müttefiktirler. Bunda bir zarar da yok­tur. Bahsettiğiniz talâkın kadının elinde olması durumunda sözkonusu olan zarar, sadece müstakillen kadının elinde olması durumuyla ilgilidir. Ama ko­canın bizzat talâkı elinde bulundurması halinde, bazan olur ki maslahat bu hakkın kullanılmasının kadına tevdi edilmesinde görülebilir; böylece karı-koca arasındaki durum ortaya çıkar. Eğer kadın kocasını seviyorsa, onunla yaşa­maya devam eder. Yok, nefret ediyorsa ondan ayrılır. Bu, hem kadın hem de erkek için bir maslahattır. Bunda Allah'ın şeriatını ve hikmetini değiştir­meyi gerektirecek bir şey de yoktur. Kadını kendi talâkı hakkında tevkil et­mekle, yabancı birini tevkil arasında bir fark yoktur. Talâk konusunda üçüncü bir şahsa vekâlet vermeyi caiz görmenin bir anlamı yoktur. Oysa nikâh ve hulû konularında yabancının tevkili sahihtir.

Cenab-ı Allah, geçimsizlik durumunda taraflardan seçilecek iki hakeme evli çiftlerin hallerine bakma yetkisi vermiştir: Eğer aralarının ayrılmasını ge­rekli görürlerse ayırırlar, evliliğin devamını uygun görürlerse devama karar alırlar. Bu bir talâktır veya kocanm dışından gelen bir fesihtir. Bu netice eğer hakemler vekildir denilirse kocanın rızasıyla, eğer onlar hakemdirler denilir­se kocanın rızası aranmadan gerçekleşir. Hakime, çeşitli konularda kocaya nâib sıfatı ile aleyhine taiâk verme yetkisi tanınmıştır. Koca kendisi adına bo­şamak veya hulû yapmak üzere birini vekil veya nâib tayin edecek olsa bun­da, Allah'ın hükmünü değiştirecek bir husus yoktur, O'nun dinine de muha­lif değildir. Çünkü boşayan kimse bizzat kocadır, ama doğrudan, ama vekili kanalıyla. Bazan vekil kişinin haklarını gözetmede kendisinden daha ileri gö­rüşlü olur, çıkarlarını daha iyi korur. Dolayısıyla fayda ve çıkarlarını daha iyi bildiği o konu, ona havale edilir. Âzad, nikâh, hulû, ibra ve diğer konu­larda, hakların talebinde bulunmak, onları isbat etmek, almak ve mahkeme­de savunmak gibi hususlarda vekâlet caiz oluyor da, aynı şey talâk konusun­da niye caiz olmasın?! Haram kılan bir şey mi var? Evet, vekil talâk konu­sunda onun talâktan mâlik oldukları, olmadıkları; ona helâl olanlar, haram olanlar gibi hususlarda müvekkilin yerine geçmektedir. Gerçekte boşayan, ya doğrudan ya da vekil aracılığı ile olmak üzere bizzat kocanın kendisi ol­maktadır. [936]

 

D) KENDİSİNE CARİYESİNİ, ZEVCESİNİ YA DA EŞYASINI HARAM KILAN KİMSE HAKKINDAKİ HÜKMÜ

 

1— Kendisine Cariyesini veya Zevcesini ya da Eşyasını Haram Kılan Kimse Hakkındaki Hükmü:                                                   

 

Yüce Allah şöyle buyurur: *'Ey Peygamber! Eşlerinin nzasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağış­layan, çok esirgeyendir. Allah yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmış­tır..."[937]

Sahihayn'da. sabit olduğu üzere Efendimiz, Zeynep bt. Cahş'ın[938] evin­de bal şerbeti içmişti. Hz. Âişe ve Hafsa, ona (Ağzında megafîr kokuyor! demek suretiyle) bir hile kurdular. Efendimiz de: "Bir daha onu içmeyece­ğim."; bir rivayette de; "Yemin enim ki..." buyurdu.[939]

Nesâî'de, Enes'ten (r.a.) şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber'in (s.a.) cinsî ilişkide bulunduğu bir cariyesi vardı. Hz. Âişe ve Hafsa çok üzerine gittiler, sonunda Efendimiz onu kendisine haram kıldı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram kılıyorsun..." âyetini indirdi[940]

Sahih-i Müslim'de, İbn Abbas: "Kişi karışım kendisine haram kıldığında bu bir yemin olur, keffâret gerekir." der ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde en güzel bir örnek vardır." âyetini eklerdi.[941]

Tirmizî'de, Hz. Âişe'nin şöyle dediği nakledilir: "Hz. Peygamber kadın­larına îlâda (yaklaşmama yemininde) bulundu ve onları kendine haram kıldı. Sonra haramı helâl kıldı ve yemine keffâret gerektiğini gösterdi." (Tirmizî der ki:) "Mesleme b. Alkame, Davud —Şa'bî—Mesrûk—Âişe senediyle aynen böyle rivayette bulunmuştur. Aynı haberi Ali b. Müsher ve başkaları Şa'bî'-den mürsel olarak rivayet etmişlerdir ki bu daha doğrudur."[942]

"Haramı helâl kıldı" sözü "Haram kıldığı şeyi —ki bal veya cariye idi— kendisine haram kıldıktan sonra helâl kıldı." anlamınadır.

Leys b. Sa'd, Yezid b. Ebî Habib—Abdullah b. Hübeyre— Kabîsa b. Züeyb senediyle naklediyor: Kabîsa: "Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e (r. anhum): Karısına; 'Sen bana haramsın.' diyen kimse hakkında sordum. Her ikisi de: Yemin keffareti gerekir, dediler. "[943]

Abdürrezzak, İbn Uyeyne—İbn Ebî Necîh—Mücâhid silsilesiyle, İbn Mes'ûd'un, haram kılma konusunda: "O bir yemindir, keffâret verir." dediğini nakleder.[944]

İbn Hazm bunu, Hz. Ebu Bekir es-Sıddik ve mü'minlerin annesi Hz. Âişe'den de rivayet eder.

Haccâc b. Minhâl der ki: Cerîr b. Hâzim bana şöyle rivayet etmiştir: İbn Ömer'in âzadlısı Nâfi'e, haram kılmanın hükmünü sordum: "Bu bir talâk mıdır?" dedim. O: "Hayır! Allah Rasûlü cariyesini haram kılmamış mıydı? Yüce Allah O'na, yeminine keffaret vermesini emretti, onu kendisine haram kılmadı." [945] dedi.                           

Abdürrezzak, Ma'mer—Yahya b. Ebî Kesir ve Eyyub es-Sahtiyânî— îkrime senediyle nakleder: Hz. Ömer, haram kılmayı kastederek: "O yemin­dir." demiştir[946]

İsmail b. İshak, Mukaddemî—Hammâd b. Zeyd—Sahr b. Cüveyriye— Nâfi' senediyle nakleder: İbn Ömer: {,'Haram (kılma) yemindir." demiştir.[947]

Sahih-i BuharTdt Saîd b. Cübeyr'den nakledilir. O İbn Abbas'ı şöyle derken işitmiştir: "Karısını haram kılması bir şey değildir." Sonra şu âyeti okumuştur: "Allah Rasülü'nde sizin için gü/cl bir örnek vardır."[948] Denilir ki: Bu, İbn Abbas'tan yapılan başka bir rivayettir. Yine denilir ki: İbn Abbas bu sözüyle sadece onun bir talâk olmadığını ve ona yemin keffareti gerekece­ğini kasdetmiştir. Bu yüzden de Hz. Peygamber'in fiilini delil getirmiştir. Bu ikinci yorum daha açıktır.

Bu konuda âlimlerin tam yirmi görüşü bulunmaktadır. Biz bu görüşleri, onların yaklaşım ve mesnedlerini zikredeceğiz ve Allah'ın yardım ve tevfiki ile üstün olan görüşü ortaya koymaya çalışacağız:

Birincisi: Haram kılma (tahrim) boştur, bir şey lâzım gelmez. Ne hanım hakkında, ne de bir başka şey hakkında bir hüküm ifade etmez. O ne talâk­tır, ne de îlâ; ne yemindir, ne de zıhar, hiçbir şey değildir. Vekî, İsmail b. Ebî Hâlid —Şa'bî kanalıyla Mesrûk'un: "Karımı veya bir tabak tiridi haram kılmışım, hiç aldırmam." dediğini rivayet eder. Abdürrezzak, es-Sevrî—Salih b. Müslim—Şa'bî senediyle şöyle nakleder: Şa'bî, kadının haram kılınması hakkında: "O bana pabucumdan daha önemsiz kalır." demiştir.[949] İbn Cüreyc-Abdülkerim vasıtasıyla da Ebu Seleme b. Abdurrahman'm, karısını kastederek: "Ha onu haram kılmışım, ha nehrin suyunu, farketmez." dediği nakledilir. Katâde der ki: Bir adam bu konuyu, Hamîd b. Abdurrahman el-Himyerî'ye sordu. O cevap olarak Yüce Allah'ın: "İşlerinden boşaldığın vakit, tekrar çalış ve yorul, Rabbine rağbet et (O'na yönel, boş durma)![950] âyeti­ni okudu ve: "Sen oyun oynayan bir adamsın, git oyununu oyna!" dedi. Bütün Zahirîlerin görüşü budur.

İkinci görüş: Zevcenin haram kılınması üç talâk demektir. İbn Hazm: "Bunu Hz. Ali, Zeyd b. Sabit, İbn Ömer-söylemiştir. Hasan (el-Basrî) ile Muhammed b. Abdurrahman b. Ebî Leylâ'nın da görüşleri böyledir. Hakem b. Uteybe'den de aynı görüş nakledilmiştir." demektedir.

Ben derim ki: Zeyd b. Sabit ve İbn Ömer hakkında asıl sabit olan, bizzat kendisinin, Leys b. Sa'd—Yezid b. Ebî Habib— Ebu Hureyre—Kabîsa sene­diyle rivayet ettiği şu hadistir: Kabîsa, Zeyd b. Sâbit'le İbn Ömer'e: Karısı­na, "Sen bana haramsın." diyen kimse hakkında sormuş, her ikisi de: "Yemin keffareti gerekir." demişlerdir. Onlardan bunun aksine bir görüş sabit olma­mıştır. Hz. Ali'nin durumuna gelince; yine Ebu Muhammed b. Hazm, Yahya b. el-Kattân—İsmail b. Ebî Hâlid kanalıyla Şa'bî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Haram (kılma) konusunda bazı adamlar: ıO başka bir koca ile evlen-medikçe artık haramdır' diyorlar. Hayır! Vallahi, Hz. Ali bunu söylememiş­tir. O sadece: 'Ben onun sana ne helâl kıhcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri git, ister geri dur!' demiştir." Hasan (el-Basrî)'ye gelince; Ebu Muham-med, Katâde tarikiyle ondan:."Her helâl üzerime haramdır, sözü yemindir.'* dediğini nakletmiştir. Bu durumda, sanırız Ebu Muhammed (İbn Hazm), Hz. Ali, Zeyd ve İbn Ömer'in "el-haliyye", "el-beriyye" ve "elbettete" meselesi hakkındaki görüşlerinde bir yanlışlık yapmıştır. Çünkü îmam Ahmed, onlar­dan: "Bunların üç talâk olduğu" naklinde bulunmuş ve, "Hz. Ali ve îbn Ömer hakkında doğrudur." demiştir. Ebu Muhammed yanlış anlayarak bu görü­şü, "Sen bana haramsın" ifadesiyle ilgili olarak nakletmiştir. Bu açık bir hata­dır. Çünkü onlar, "haram kılma"yi diğerlerinden ayırmışlar ve onun yemin olduğuna dair fetva vermişlerdir. Senhaliyyesin." ifadesi hakkında da "üç talâktır" demişlerdir. Hepsi için de üç talâktır diyen birisini tanımı­yorum.

Üçüncü görüş: Zifaf gerçekleşmiş kadın için söylendiğinde bu üç talâk­tır. Kocanın başka türlü sözüne bakılmaz. Eğer zifaf gercekleşmemişse koca-mn niyetine göre; bir, iki, üç talâk vukubulur. Eğer mutlak zikrederse, bir talâk vuku ulur. Eğer, talâk murad etmedim derse bakılır: Eğer daha önce, sözü ona yormayı mümkün kılan bir ifade geçmişse sözüne itibar edilir; eğer söz başında söylemişse, sözü kabul edilmez. Cariyesini, yiyeceğini ve eşyası­nı haram kılması durumunda ise bir şey gerekmez. Bu görüş de İmam Mâlik'e aittir.

Dördüncü görüş: Eğer bununla talâkı niyet ederse talâk olur. Sonra bununla üçe niyet etmişse üç, daha aza niyet etmişse bâin bir talâk olur. Eğer yemine niyet ederse yemin olur ve keffâret gerekir. Hiçbir niyeti yoksa îlâ olur ve îlâ hükmüne tâbidir. Eğer yalana niyet etmişse, fetva konusunda sözü kabul edilir ve bir şey lâzım gelmez; kazada ise, îlâ hükmüne tâbi kılınır. Eğer haram kılma, zevce dışında cariye, yiyecek vb. gibi bir şey için kullanılmışsa, bu bir yemin olur ve keffâret gerekir. Ebu Hanife'nin görüşü de budur.

Beşinci görüş: Eğer bununla talâka niyet ederse, talâk olur ve niyeti kaçsa o kadarı vaki olur. Eğer mutlak kullanmışsa, bir talâk gerçekleşir. Eğer zıha-ra niyet ederse zihar; yemine niyet ederse yemin olur. Talâksız veya zıharsız bizzat kendisinin haramhğına niyet ederse, üzerine yemin keffâreti gerekir. Eğer bir şeye niyet etmemişse bu durumda iki görüş vardır: Birincisi, bir şey gerekmez. İkincisi: Yemin keffâreti gerekir, şeklindedir. Eğer cariyeye söyle­miş ve âzad etmesini kasdetmişse âzad olur. Eğer haram olmasını kasdetmişse aynı lafızla kendisine yemin keffâreti gerekir. Eğer cariyeye zıhar yapma­ya niyet etse, bu sahih olmaz ve bir şey de lâzım gelmez. "Hayır, yemin keffâ­reti gerekir." diyen de olmuştur. Eğer bir şeye niyet etmezse; iki görüş vardır: Birincisi, bir şey gerekmez. İkincisi: Üzerine yemin kefareti gerekir şeklinde­dir. Zevce ve cariye dışında kalan şeylerin haram kılınması durumunda bir şey gerekmez. İmam Şafiî'nin görüşü de budur.

Altıncı görüş: Mutlak söylemesi durumunda, niyet etsin etmesin zihar olur. Ancak niyetle talâk ya da yemine çevirmesi durumunda, niyeti ne ise o gerçekleşir. İmam Ahmed'in zahir mezhebi budur. Ondan ikinci bir riva­yet daha vardır: Mutlak söylemesi halinde yemindir. Ancak niyetle, zıhar ya da talâka çevirmesi durumunda, niyet ettiği şey gerçekleşir. Ondan gelen bir üçüncü rivayete göre de herhalükârda zıhardır, isterse başka şeye niyet etsin. Ebu'I-Hüseyn'in eI~Furû'unda naklettiği dördüncü rivayete göre ise, bâin talâk­tır.

"Sen bana haramsın" sözünün hemen peşine: "Ben bununla talâkı kaste­diyorum," demesi durumuyla ilgili olarak İmam Ahmed'den iki rivayet vardır: Birincisi: O talâktır. Buna göre üç talâk mı gerekir, yoksa bir talâk mı olur? İki görüş vardır. İkinci rivayet: Yine zıhardır. "Sen bana anamın sırtı gibi­sin. Bununla talâkı kastediyorum." demesi durumundaki gibi olur. İmamın mezhebinin özeti budur.

Yedinci görüş: Eğer bununla üçe niyet etmişse üç talâk; bire niyet etmiş­se bir bâin talâk; yemine niyet etmişse yemin olur. Hiçbir şeye niyet etmemiş­se, o bir yalan olur ve bir şey gerekmez. Bu görüş de Süfyan es-Sevrî'ye aittir. Bunu İbn Hazm nakleder.

Sekizinci görüş: Her halükârda bir bâin talâktır. Bu da Hammâd b. Ebî Süleyman'ın görüşüdür.

Dokuzuncu görüş: Eğer üç talâka niyet ederse üç talâk; eğer bir talâka niyet ederse veya hiçbir niyette bulunmazsa, bir bâin talâk vukubulur. Bu da İbrahim en-Nahaî'ye aittir. Bunu, İbn Hazm nakietmiştir.

Onuncu görüş: Ric'î bir talâktır. İbnu's-Sabbâğ ve arkadaşı Ebu Bekir eş-Şâsî bu görüşün Zührî tarafından Hz. Ömer'e nisbet edildiğini nakletmiş-lerdir.

On birinci görüş: Bu lafızla kadın kendisine haram olur. Bunlar ne zıhar, ne talâk, ne de yeminden söz etmemişler ve mücerred, haram kılışının gereği ile kendisini ilzam etmişlerdir. İbn Hazm şöyle der: Bu görüş Hz. Ali'den, ashaptan isimleri zikredilmeyen bazılarından, Ebu Hureyre'den, avrıca Hasan (el-Basrî), Hılâs b. Amr, Câbir b. Zeyd, Katâdegibi zevattan nakledilmiştir. Bunlar o kişiye, sadece ondan uzak durmasını emretmişlerdir.

On ikinci görüş: Tevakkuf edip kesin bir hükme varmamak gerekir. Müftü, kadım kocasına ne helâl kılabilir, ne de haram. Nitekim Şa'bî, Hz. Ali'nin: "Ben onun, sana ne helâl kılıcısıyım, ne de haram kılıcısı; ister ileri git, ister geri dur!" dediğini nakletmiştir.

On üçüncü görüş: Haram kılma işini derhal yapmak veya maksatlı bir şekilde şarta bağlamakla, yemin olarak kullanmayı birbirinden ayırma şeklin­dedir. Birincisi, her ne şekilde olursa olsun zihardır. İsterse onunla talâka niyet etsin ve sözünün hemen akabinde: "Ben bu sözle talâka niyet ettim." desin, farketmez. İkincisi ise yemindir ve yemin keffâreti gerekir. Eğer: "Sen bana haramsın!" veya "Ramazan girdiğinde sen bana haramsın!" derse bu zıhar olur. Şayet: "Eğer yola çıkarsam" ya da "Eğer şu yemeği yersen" veya "Falan­la konuşursam karım üzerime haram olsun!" derse, bu bir yemindir. Keffâ-ret gerekir. Şeyhülislâm İbn Teymiye'nin tercihi de bu görüş olmaktadır.

Bu mesele, yirmiden fazla görüşün dal saldığı asıllardan birisi olmaktadır. [951]

 

2— Deliller ve Münakaşaları:

 

"Haram klimanın tamamı boştur, bir şey gerekmez." diyenler, görüşle­rini şu şekilde deüllendiriyorlar: Yüce Allah helâl ve haram kılma yetkisini kula vermemiştir. Ona sadece, bir şeyin helâl ya da haram olmasını gerekti­recek, talâk, nikâh, bey' (satış), âzad gibi sebepleri ortaya koyma yetkisini tanımıştır. Bunun ötesinde, "Şunu haram kıldım, o bana artık haramdır." demek gibi bir tutuma girmesi kişinin kendi işi değildir. Yüce Allah: "Dille­rinizin yalan olarak vasfettiği şeyler hakkında 'Bu helâldir, bu da haramdır.' demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz..."[952] ve yine: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun..."[953] buyurmaktadır. Yüce Allah, kendisi­nin helâl kıldığı bir şeyi haram kılma yetkisini Peygamberine bile tanımayın­ca, başkalarına bu yetki nasıl tanınabilir?

Hz. Peygamber (s.a.) "Emrimiz üzere bulunmayan her iş merdudtur."

buyururlar.[954]' Bu haram kılma işi de böyledir, dolayısıyla merdud ve bâtıl) olur.

Zİra helâli haram kılmakla, haramı helâl kılmak arasında bir fark yoktur. Nasıl ki bu ikincisi boş ve bâtıldır, birincisi de öyledir.

Kişinin karısına: "Sen bana haramsın." demesi ile, yiyecek için: "O bana | haramdır.*' demesi arasında bir fark yoktur.

"Sen bana haramsın." sözüyle kişi, ya onu haram kılmak için bir tasar­ruf kurma (inşâ) amaçlamaktadır, ya da onun haramlığını haber vermekte­dir (ihbar). Kişinin helali haram kılma yetkisi olmadığı için birinci ihtimal mümkün değildir. Böyle bir tasarruf ancak, helâli helâl, haramı haram kılan, şer'î ahkâmı vaz'eden Allah'a aittir. Eğer ihbar ise, yalan söylemiş olur. Netice itibarıyla bu söz ya bâtıl bir inşâ ya da yalan bir haberdir. Her ikisinin de bir anlamı yoktur.

Bunun dışındaki diğer sözlere baktığımızda, onların çelişkili, tutarsız, bir kısmı diğer kısmını reddeden sözler olduğunu görürüz. Allah ve Rasûlü'-nden bir delil olmadıkça bu sözlerden hiçbiriyle zevce haram olmaz. Eğer haram kılarsak iki suç işlemiş oluruz: Birinciye haram, başkalarına helâl kılmış oluruz. Asıl olan, helâlliğin zevaline dair icma ya da Allah ve Rasûlü'nden gelen kesin bir delil bulunmadıkça, nikâhın devamına hükmetmektedir. Bunlar da olmadığına göre, haram kılma işinin boş ve üzerine bir şey lâzım gelmeye­ceği görüşünü benimsemek durumu ortaya çıkmaktadır.

Bu grubun delilleri bunlardır.

"Her halükârda üç talâktır." görüşünde olanlar adına şöyle bir delil geti­rilebilir: "Haram lılma" sözü talâktan kinaye kılınır: Talâkın en üst şekli de üç talakla boşamaktır. Kadınların kadınlığından istifade konusunda ihti­yatlı davranabilmek için en üst şekline yorulur.

Sonra biz, bu ifadeyle haramlığı konusunda kesin kanaate sahip bulu­nuyoruz; ama bu haramhğın zihar gibi keffâretle izale edilebilecek bir haramlık mı, ya da hulu' gibi yeni bir akdin giderilebileceği haramlık mı, veyahut üç talâkta olduğu gibi ancak başka bir kocayla yapacağı yeni bir evlilik ve zifa­fın giderebileceği bir haramlık mı olduğu konusunda şüpheliyiz. Bu (sonun­cusu) kesindir, diğerlerinde ise şüphe vardır. Şüphe ile helâl olmaz.

Hem sonra ashab;  ifadeleri hakkında bunların üç talâk olduğuna dair fetva vermişlerdir. İmam Ahmed: "Bu, Hz. Ali ve İbn Ömer'den gelen sahih görüştür." diyor. Malumdur ki "haliyye" ve "beriyye " kelimelerinin ifade edeceği anlam nihayet "haramhk"tır. Dolayısıyla haram-Iığı açıkça söylediğinde, onun üç talâk olması öncelikle sabit olmalıdır. Hem haram kılan insanın düşüncesinden, onu üç talâksız haram kılma fikri geçmez. Böylece bu söz üç talâkın verilmesi konusunda (kinaye değil) örfî bir hakikat olmuş olur.

Hem sonra tek talâk, ancak ivazlı (hulu') veya zifaftan önce verilen talâk­la, veyahut da bir bâin talâkın verilebileceği görüşünde olanlara göre, kayıt­lanması durumunda haram kılabilir. Tek bir bâin talâkla haram kılmak kayıt­lıdır. Haram kılma ifadesi mutlak zikredilir ve kayıtlanmazsa; zifaf öncesi, sonrası; ivazlı, ivazsız sabit olabilen mutlak haramlığa yorulur ki o da üç talâk­tır.

"Zifaf sonrası söylendiğinde üç talâk, zifaf öncesi ise bir bâin talâk lâzım gelir." diyenlerin delili ise şudur: Zifaf vaki olan kadını ancak üç talâk haram kılar. Zifaf gerçekleşmemiş kadını ise bir talâk haram kılar, onun hakkında birden fazlası, haramlığı için gerekli değildir.

Bunlara, koca, bir bâin talâkla da zifafda bulunduğu karısını ayrı kıla­bilir şeklinde bir itiraz yapılır. Buna yetersiz bir cevap vermişler ve: "Bâin olduğu belirtilen bir talâkla gerçekleştirilen ayrı kılma, kayıtlı bir ayrı kılma­dır. Haram kılma ise öyle değildir. Çünkü onunla ayrı kılma mutlaktır. Bu ise ancak üç talâkla gerçekleşir." demişlerdir. Bu kadarhk bir cevap, onları itirazı kabulden kurtaramaz. Çünkü haram kılma neticesinde gerçekleşecek ayrı kılmada kayıtlama, " = Sen bir bâin talâkla boşsun!" demekten daha ileri bir durumdur. Çünkü bâin talâkın gayesi haram kılmak­tır. Bu ise "haram kılma"yı bizzat tasrih etmiştir. Dolayısıyla haram kılma sözü, ayrı kılma konusunda "Sen bâin bir talâkla boşsun." sözünden daha önceliklidir.

"Zifaf gerçekleşsin, gerçekleşmesin her ikisi için de bir bâin talâk gere­kir." görüşünde olanların mesnedleri şudur: "Haram kılma", dil bakımın­dan bir sayı bildirmez. Sadece haramlığı doğuracak bir ayrılığı gerektin. Koca, zifaftan sonra karısını bedelsiz olarak da bir talâkla bâin kılabilir. Meselâ: "Sen bâin bir talâkla boşsun." diyebilir. Zira ric'at, kocanın hakkıdır; kullan­madığında bu hakkı düşer. Kadından aldığı bir ivaz (bedel) karşılığında karı­sını ayrı kılma hakkına sahip olduğuna göre, bedelsiz ayırmaya da hakkı olur. Zira bedelden vazgeçmesiyle iyilikte bulunan biri olur. ivaz, koca lehine bir hak mevzuudur, aleyhine değildir. Bedeli düşürür ve ayrı kılarsa buna hakkı olur.

"O ric'î bir talâktır." diyenlere gelince; bunların dayanakları şöyledir: Haram kılma mutlak olarak mülkiyetin kesilmesi demektir. Bu anlamda, bu ifadeden kesinliği belli olan bir talâkın kastedilmesi doğru olur. Birden fazlasına ise lâfızda bir temas bulunmamaktadır. Dolayısıyla gerektirici bir delil olma­dan birden fazlasının isbatı caiz olmaz. Lâfzın kullanılışı bir talâk hakkında mümkün olunca, gereği yerine getirilmiş olur. Bir talâktan fazlası için gerek­tirici bir unsur yoktur.

Bunlar şöyle diyorlar: Ric'î talâkla boşanmış kadını, kocasına mahrem kabul edenlerin prensiplerine göre bu gerçekten açıktır. O takdirde şöyle deriz: Haram kılma, ric'î yollu haramlıktan da, bâin yollu haramlıktan da daha umumîdir. Daha umumî bir mânaya delâlet eden, daha hususî olan şeye delâlet etmez. İsterseniz bunu siz şöyle söyleyiniz: "Daha umumî olan, daha hususî olanı gerektirmez." veya "Daha hususî olan, daha umumî olanın gereklerin­den değildir." ya da "Daha umumî olan, daha hususî olanı neticelendirmez."

"Ne murad ettiği sorulur. Zıhar mı, ric'î talâk mı, bâin talâk mı veya yemin mi? Ne murad etmişse o vuku bulur." diyenlerin yaklaşımları da şöyle­dir: Bu lâfız özel olarak talâkı gerçekleştirmek için konulmuş değildir. Aksi­ne talâk, ahar ve îlâ arasında muhtemeldir. Niyetle bunlardan birisine çevrildiği zaman, o ifadeyi uygun bir anlamda kullanmış olur. Dolayısıyla da murad ettiği mânaya yorulur. Ne öteye gidilir, ne de geri kalınır. Bu ifadeyle cariye­sinin âzad olmasına niyet etmesi durumunda da aynı şekilde, cariye âzad olur. Aynı şekilde zevcesine îlâda bulunmaya, cariyesine yeminde bulunmaya niyet edecek olsa, niyeti ne ise kendisini bağlar. Bizzat kadının kendisinin haramlı-ğma niyet ettiğinde ise, aynı lâfızla kendisine yemin keffareti gerekir. Kur'-an'ın zahiri ile Müslim'in rivayet ettiği İbn Abbas hadisi bunu âmirdir. Hadis şöyledir: İbn Abbas: "Kişi karısını haram kıldığı zaman, o bir yemin olur; keffâret verir." demiş ve: "Sizin için Allah Rasûlü'nde güzel bir örnek vardır." âyetini okumuştur.[955] Bu, Mücâhid'in zıhar hakkında söylediği: "Onu mücerred söylemesiyle zıhar keffareti gerekir." ifadesine benzemektedir. Aslın­da bu görüş Şafiî'nin görüşü olmalıdır. Çünkü o, hemen akabinde boşama-dığı zaman keffareti gerekli görmektedir. Bunlar devam ediyorlar: Şu da var ki lâfız, hem inşâ, hem de ihbara muhtemeldir. Eğer ihbarî anlamda kullan­mışsa, uygun bir kullanımda bulunmuş olur, dolayısıyla kabul edilir. Eğer haram kılıcı bir tasarruf kurma (inşâ) amaçlamışsa-, o zaman, o ifadeyle kadını haram kıldığı sebebin ne olduğu sorulur: Eğer üç talâk veya bir veya iki talâk kasdettim derse, kabul edilir. Çünkü hem lâfız buna elverişlidir, hem de niyet bitişmiştir. Eğer zıhara niyet etmişse, aynı şekilde o da doğru olur. Çünkü bu ifade ile zıharın gereğini tasrih etmiş olmaktadır. Zira: "Sen bana anamın sırtı gibisin.*' demenin gereği haram kılmaktır. Dolayısıyla "haram kılma'* lâfzı ile buna niyeti durumunda zıhar olur. "Haram kılma" sözünün niyetle birlikte talâka delâlet etmesi, yine niyetle zıhara delâlet etmesinin üstünde değil­dir. Mutlak olarak kadının haramlığına niyet etmesi durumunda ise, yemin olur, keffâret gerekir. Çünkü bu, kadından "haram kılma" ifadesiyle uzak durması demektir. Bu da aynen yeminle ondan kaçınıp uzak durması gibidir.

"O, talâka niyet etmedikçe zıhardır." diyenlerin yaklaşımları şöyledir: Lâfız haram kılma için konulmuştur. O kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Çünkü kulun helâl-haram kılma yetkisi yoktur. O sadece üzerine helâl ya da haramlığm bineceği sebepleri ortaya koyabilir. Allah'ın helâl kıldığını haram kılmakla, o kötü ve iğrenç bir yalan söylemiş olmaktadır. Böylece o, "Sen bana anamın sırtı gibisin." demiş gibi olur. Hatta "Sen bana haramsın" sözü, zıhar olmaya daha lâyıktır. Çünkü, kişi karısını kendi mahremlerinden biri­ne benzetince, bu lâzımlık-melzûmluk ilişkisiyle haram kılmaya delâlet etmek­tedir. Kadının haram olduğunu tasrih etmesi durumunda ise, zıhar lâfzında kullanılan teşbihin gereğini açıklamış olmaktadır. Dolayısıyla bu ifadenin zıhar olması evleviyet arzeder.

Devamla diyorlar ki: Biz bunu niyetle talâk kıldık ve ona yorduk. Çünkü talâk için kinaye lâfızlardan olmaya elverişlidir, dolayısıyla niyet durumun­da talâka yorulur. Mutlak ifadesi halinde ise, zıhar anlamına gelir.

Bu ifadeyle yemine niyet ederse, yemin de olur. Zira bu görüş sahipleri­nin prensiplerine göre, yiyecek vb. eşyanın haram kılınması yemindir, keffâ­ret gerekir. Zevceyi haram kılması esnasında, bununla yemine niyet ederse, lâfzın elverişli olduğu bir şeye niyet etmiş olur ve sözü kabul edilir.

"Talâka yemin etse bile veya sözünün hemen akabinde ben bununla talâkı kasdettim dese bile zıhardır." diyenlerin mesnedleri, az önce zikrettiğimiz haram kılmanın zıhar olduğu esasıdır. Bunlara göre zıhar olan bu söz, talâka niyet etmekle zıharlıktan çıkmaz. Nitekim "Sen bana anamın sırtı gibisin." dese ve bununla talâka niyet etse veya ben bununla talâkı kasdettim dese zıhar­lıktan çıkıp da talâk olmaz. Ulemanın çoğunluğuna göre bu böyledir. Ancak sözlerine iltifat edilmeyecek şaz bir grup hariç. (Bunlar demişlerdir ki:) Zıhar-lıktan çıkmaz. Çünkü bu durum, İslâm dinince nesh ve iptal edilen, zıharın talâk kılınması şeklindeki cahiliye dönemi uygulamasına uygunluk arzeder. Bu durumda bununla talâka niyet ettiği zaman, aslında Allah ve Rasûlü tara­fından iptal edilen, cahiliye devrindeki "zıhar lâfzından talâkın kasdı" gibi şer'an ilga edilen, ihtimali bulunmayan bir şeye niyet etmiş olur. Dolayısıyla

bu niyetinin, Yüce Allah'ın kullan arasında hükmettiği, hükmünün üzerinde istikrar kazandığı şeyi değiştirme hususunda bir etkisi olmaz.                  

Sonra İmam Ahmed ve tabileri, —talâk ve âzadda da olduğu gibi— bunun îkâı ile yemini aynı tutma ilkesinden yürümüşlerdir. îbn Teymiye ise îkâ ve yemini birbirinden ayırma şeklindeki ilkesine binaen, burada da İkisini birbi­rinden ayırmıştır. Nitekim İmam Şafiî ve Ahmed (r.h.) ve onlar gibi düşü­nenler, nezir bahsinde ikisini birbirinden ayırmışlar: "Bununla yemin etmesi durumunda keffâreti gereken bir yemin olur; derhal vukuunu istemesi veya olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması durumunda ise, îfası gerekli bir nezir olur.1' demişlerdir. Yeminler bahsinde inşaallah izahı gelecektir.

Bu takdirde, haram kılma tasarrufu (inşâ) ile yemini birbirinden ayır­maları gerekir; haram kılma ifadesiyle yemin eden, yemin etmiş olur; ona yemin keffâreti gerekir.

Derhal îkâ etmek ya da olmasını kasdettiği bir şarta bağlaması halinde ise, kendisine zıhar keffâreti gerekir. Bu görüş İbn Abbas'tan nakledilen habe­rin bir gereği olmaktadır. Çünkü o, bir defasında zıhar, diğer bir defasında da yemin kabul etmiştir.

"Her halükârda yemindir, keffâret gerekir." diyenlerin görüşüne gelin­ce, bunların dayanakları şöyledir: Yiyecek, içecek ve giyeceklerden helâl olan şeylerin haram kılınması nas ile, mâna açısından ve ashaptan gelen haberler­le yemin olmaktadır ve keffâret gerekir: Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey Peygamber! Eşlerinin rızasını gözeterek, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi niçin kendine haram ediyorsun? Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah, yeminlerinizi çözmenizi size meşru kılmıştır."[956]

Şüphesiz helâlin haram kılınması da bu hükmün kapsamına girmelidir. Çünkü hükmün sebebi budur. Âmm lafzın kapsamından sebep mahallini tahsi­se gitmek kesinlikle mümkün değildir. Çünkü beyanda gözetilen asıl maksai öncelikle odur. Eğer böyle bir tahsise gidilecek olsa, hükmün sebebi beyan­dan uzak kalmış olurdu ki, bu da mümkün değildir. Bu son derece güçlü bir istidlaldir.

Ben bu konuyu Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye sordum. Dedi ki: "Evet, haram kılma zevce hakkında olursa büyük yemin olur ve keffâreti, zıhar keffâ-retidir. Zevce dışında kalan şeylerin haram kılınması ise, küçük yemindir. Keffâreti, yemin keffâretidir. İbn Abbas'ın, ashap ve onlardan sonra gelenlerden birçoğuna ait, 'Haram kılma yemindir, keffâret gerekir.' şeklindeki sözün mânası işte budur."

Şimdiye kadar, bu meselede varid olan görüşleri, onların istidlal yolları­nı ortaya koymuş olduk. İlim ve insafı tercih eden, taassuptan, tarafgirlikten uzak olan kimse için hangisinin-doğru, hangisinin yanlış olduğu gizli kapalı değildir. Yardım ancak Allah'tan istenir!

Buraya kadar anlattıklarımızdan anlaşılacağı üzere; zevcesi dışında, yiye­cek, içecek ve giyeceklerden bir şeyi ya da cariyesini haram kılması durumunda, bunlar kendisine haram olmamaktadır. Üzerine yemin keffâreti gerekir.

Bu konuda üç yerde ihtilâf vardır.

Birincisi: Bunlar haram olmaz. Bu çoğunluk ulemanın görüşleridir. Ebu Hanife ise şöyle demiştir: Kayıtlı olarak haram olur. Bu haramhği keffâret izale eder. Şöyle ki, karısına zıhar yapması durumunda keffâret ödemedikçe kendisine cimada bulunması helâl olmamaktadır. Nitekim Yüce Allah, bu husustaki keffâreti "tahille" diye isimlendirmiştir ki bu *'helâlliği gerektiren şey" demektir. Bu da keffâret öncesinde haramlığm sabit olduğuna delâlet eder. Yine Yüce Allah, Peygamberine: "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" buyurmuştur. Bu da kendisi için mubah kılınan şeyin haram kılınmasıdır. Dolayısıyla kişinin haram kılması İle, zevcesini haram kılmasmdaki durum gibi o şey kendisine haram olur.

Ebu Hanife'ye karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Yüce Allah keffârete sade­ce "akd= düğümleme"nin zıddı olan "çözme" anlamında "tahille" ismini vermiştir. Yoksa kelime haram kılmanın zıddı olan, "el-hıüü= helâl kılma" kökünden değildir. "Allah'ın sana helâl kıldığını niçin haram ediyorsun?" âyetine gelince; bundan murad bal ya da cariyeyi haram kılması ve kendisini ondan uzak tutmasıdır. Buna dilde "haram kılma" denilebilir. Bu sadece söz ile yapılan bir haram klimadır; şer'an haramlığınm isbatı değildir.

Ebu Hanife'nin delil olarak kullandığı, zıhar yolu ile veya "Sen bana haramsın" sözü ile zevcenin haram kılınması durumuna gelince; eğer bu kıyas sahih olacak olsa, o takdirde zıhara kıyasen keffâret vermenin, yemini bozma­dan (hıns) önce gelmesi gerekirdi. Çünkü zıhar mânasında oluyordu. Hane-filere göre ise keffâret, ancak yeminde hânis olduktan sonra sözkonusudur. Bu durumda, onlarca şu iki şeyden birisi gerekir: Ya o şeyi haram olarak işle­yecektir. Halbuki Allah yeminin çözülmesini emretmiştir. Bu durumda haram olan şey farz kılınmış veya farzın zarurî neticesinden olmuş olacaktır. Çünkü yeminin çözülmesine ancak yemin ettiği şeyi işlemek suretiyle ulaşacaktır, ya da o şeyi helâl olarak yapmaya imkân bulamayacaktır. Çünkü keffâretin önce gelmesi caiz değildir ki, onunla helâlliğe ulaşabilsin. O haramken işlemeye yeltenmesi de mümkün olmayacaktır. Her iki taraftan da konuyla ilgili olarak söylenenler işte bunlardır.

Sonrasında konu hakkında derinlik, incelik ve kapalılıklar var. Çünkü bir şeyi kendisine haram kılan kimse, o şeyi terke dair Allah'a yemin eden durumdadır. Şayet o şeyin terkine dair Allah'a yemin etse, keffâreti üstlen-medikçe üzerine yemin ettiği şeyin hürmetini çiğnemesi caiz olmaz. Keffâreti üstlenince, yemin ettiği şeyi yapmaya yeltenmesi caiz olur. Eğer keffâreti terke azmetse, Yüce Allah, yemin konusu şeyi yapmaya yeltenmesini mubah kılmaz, ona izin vermez. Ona ancak Allah'ın farz ettiği keffâreti üstlenmesi duru­munda izin verir, onun işlenmesini mubah kılar. Yemin ya da haram kılma yoluyla kaçındığı o şey hakkında Yüce Allah'ın ona izin vermesi ve onu kendi­sine mubah kılması, ona bir ruhsat ve nimettir. Bunun sebebi de Allah'ın koyduğu keffâret hükmünü üstlenmesi olmaktadır. Eğer bu hükmü üstlen­mezse, kendi üzerine akdettiği bu yasak, üzerinde bir yük olarak kalır. Çünkü Yüce Allah, ancak kendisinden sakınan ve hükmüne razı olan kullarından ağır yükleri kaldırır. Bizden önceki şeriatlerde, yeminin kesinlikle yerine geti­rilmesi gerekirdi, asla vefasızlık ve bozmak caiz değildi. Allah bu ümmete hükmü genişletti ve keffâret şartıyla yemini bozmayı da caiz kıldı. Önce ya da sonra, keffâret verilmediği zaman ise, yeminde hânis olma konusunda müsa­maha yoktur. "Keffâret vermedikçe haram olur." sözünün mânası işte budur.

Bu Ebu Hanife'nin yalnız kaldığı konulardan değildir. İmam Ahmed'in mezhebindeki iki görüşten birisi de budur: Şöyle izah ediyor: Bu haram kılma ve yemine iki mâna taalluk etmektedir: a) O şeyin işlenmesini, kendisinden kaynaklanan engelleme, b) Şâri'den gelen, keffâretsiz yeminde hânis olmayı engelleme. Eğer, haram kılması ya da yemini o şeyi harama çevirmeseydi, ne kendi kendisini engellemesinin, ne de'Şâri'in onu engellemesinin bir etkisi olmazdı. Aksine durum, nihayet Sâri' Teâlâ'mn, o kişiye bu engelleme ile bir sadaka veya köle azadı ya da oruç vacib kılması ve bunların üzerine de yemin edilen şeyin helâlliği veya haramlığmın asıla bağlı olmaması demek olur­du. Hatta o, engelleme öncesi, sonrası aynı olur, hiçbir fark olmazdı. Bu durumda da elbette keffâretin ne engelleme konusunda, ne de izin hususun­da hiçbir etkisi bulunmazdı. Bununsa fasitliği gizli kapalı değildir.

Keffâretin öne alınması caiz olmaması sebebiyle, haramlığına rağmen, o şeyin işlenmesiyle ilzam olunmasının izahı şöyle olacaktır: Kişiye yemin ettiği ya da haram kıldığı şeyi işlemesi, ancak ve ancak keffâret vermeyi üstlendiği zaman caiz olur. Keffâret vermeye olan azmi, o şeyin üzerine haram olması­nı engeller. Haramhk ancak keffâreti üstlenmediği zaman sabit olur; üstlenmesi durumunda ise haramlık devam etmez.

İkincisi: Kişiye haram kılma sebebiyle keffâret gerekir. Haram kılma, yemin mertebesindedir. Bu, ashaptan isimlerini verdiğimiz zevatla, re'y ve hadis fukahasının görüşleridir. Sadece İmam Mâlik ve Şafiî; "Haram kılma ile üzeri­ne keffâret yoktur.*' demişlerdir.

Keffâreti gerekli görenler, düşürenlere nisbetle nasdan yana daha şanslı­lar. Çünkü Yüce Allah, yeminlerin çözülmesini hemen, "Niçin Allah'ın sana helâl kıldığını haram ediyorsun?" ifadesinden sonra zikretmiştir. Bu, helâlin haram kılınması hususunda, yeminlerin çözülmesinin gereğine açıkça delâlet eder. Çünkü ya sırf ona özeldir, ya da hem onu hem de diğerlerini kapsa­maktadır. Sözün yukarısında zikredilen keffâret sebebinin, keffâret hükmün­den hariç tutulması ve başka bir şeye bağlanması caiz değildir; bunun imkân­sızlığı açıktır.

Yine haram kılma yoluyla o şeyi yapmaktan engelleme, yeminle olan engelleme gibidir, hatta ondan daha da güçlüdür. Çünkü yemin, eğer Yüce Allah'ın isminin hürmetini çiğnemek anlamını içeriyorsa, haram kılma O'nun şeriat ve emrini çiğneme anlamını içermektedir. Çünkü Allah bir şeyi helâl kılmış, mükellef de onu haram kılmışsa, bu haram kılışı onun teşri buyurdu­ğu hükmün hürmetini çiğnemek oiur. Biz diyoruz ki, ne yeminde hânis olmak Allah'ın isminin hürmetini, ne de haram kılma şeriatinin hürmetini çiğnemek anlamı taşımaz. Nitekim fakihlerden öyle diyenler olmuştur. O şekilde bir izah, gerçekten fasid bir ta'Iildir. Çünkü yeminde hânis olmak ya caiz, ya vacib ya da müstahaptır. Allah hiçbir kimse için, isminin hürmetini çiğneme­ye asla cevaz vermemiştir. O, keffâret ile yeminde hânis olmayı kulları için meşru kılmıştır. Hz. Peygamber, kişi yemin ettiğinde, başkasını daha hayırîı görürse, yeminine keffâret vererek, yemin konusu şeyi İşlemesini bildirmiş­tir. Malumdur ki, Yüce Allah'ın isminin hürmetinin çiğnenmesi hiçbir şeriat­ta asla mubah kılınmamıştır. Keffâret; Allah'ın, "el-hıllu" kökünden olarak "tef ile" kalıbında "tahille" diye de isimlendirdiği gibi, sadece yemin ile düğümlenen şeyi çözmektedir, başka bir şey değildir. Bu düğümleme (akd) de, yeminle olduğu gibi, haram kılmayla da olur. Böylece, "Allah size yemin­lerinizi çözmenizi meşru kıldı." âyetinin hemen, "Allah'ın sana helâl kıldığı­nı niye haram ediyorsun?" buyruğu akabinde gelmesinin sırrı da ortaya çıkmış oldu.

Üçüncüsü: Sadece Şafiî hariç, cumhura göre, zevce haricinde cariye ile başka şeylerin haram kılınması arasında fark yoktur. İmam Şafiî, sadece cariyenin, haram kılınması durumunda yemin keffaretini gerekli görmüştür. Zira ona göre, haram kılmanın etkisi, sadece kadının kadmlığıyla ilgili hususlardadır.

Sonra, "tahrim" âyetinin nüzul sebebi cariyedir. Sebep mahallinin hükümden hariç olması ve başkasına bağlanması caiz olmaz. Ona karşı olan­lar ise şöyle diyorlar: Nas, yeminin çözülmesi farziyetini helâlin haram kılın­masına bağlamıştır. O da cariye ve cariye dışındakilerin haram kılınması husu­sunda daha umumîdir. Dolayısıyla sebebinin bulunduğu her yerde keffâret gerekir. Bunun izahı daha önce geçmişti. [957]

 

E) "AİLENE DÖN!" SÖZÜNÜN HÜKMÜ

 

1— Hz. Peygamber'in (s.a.) "Ailene dön!" Sözünü Kullanması:

 

Sahih-i BuharVdc sabit olduğu üzere, Cevn'in kızı Hz. Peygamber'in yanı­na geldiği vakit, Hz. Peygamber kendisine yaklaşınca kadm: "Senden Allah'a sığınırım!" demişti. Hz. Peygamber ona: "Son çok yüce birine sığındın. (Kalk!) Ailene git!" buyurdu.[958]

Sahihayn'da sabit olduğuna göre, Hz. Peygamber (Tebük seferine mazeret­siz katılmayan) Kâ'b b. Mâlik'e (r.a.) gelmiş ve karısından uzak durmasını emretmişti. Kâ'b da karısına: "Ailene git!" demişti.[959]

Bu ifadenin hükmü hakkında ulema ihtilâf etmişlerdir. Zahirîler: "Talâk değildir. Bununla niyet etse de, etmese de talâk vuku bulmaz." demişlerdir. Bunlar, Hz. Peygamber'in, Cevn'in kızı ile nikâh akdi yapmadığını, sadece onu istemek üzere çağırttığım söylemişlerdir. Buna, Sahih-i Buharfde bulu­nan şu hadisin de delâlet ettiğini ifade etmişlerdir: Ham'za b. Ebî Üseyd, baba­sından nakleder: Ebu Üseyd, Hz. Peygamberle birlikte idi. Cevniyyeli kadın getirilmişti. Konuk kadın bir hurmahk içerisindeki Ümeyye bt. en-Numan b. Şerâhîl'in evinde ağırlandı. Beraberinde biniti de vardı. Hz. Peygamber, yanına girdi ve ona: "Nefsini bana hibe et!" buyurdu. O da: "Kraliçenin nefsini çoba­na hibe ettiği görülmüş mü?" dedi. Hz. Peygamber elini sakinleşmesi için üzerine koymak maksadıyla ona doğru uzattı. Kadın: "Senden Allah'a sığı­nırım." dedi. Hz. Peygamber: "Gerçekten güçlü bir yere sığındın!" buyur­du. Sonra çıktı ve: "Ey Ebu Üseyd! Ona iki elbise giydir ve onu îilesine gönder!" buyurdu.[960]

Sahih-i Müslim'de Sehl b. Sa'd'den şöyle nakledilir: Rasûlullah'a (s.a.) Araplardan bir kadının lafını ettiler. O da Ebu Üseyd'e, kadına haber gönder­mesini emir buyurdu. Ebu Üseyd kadına haber gönderdi. Kadın gelerek Benî Sâide'nin kalesine misafir indi. Derken Rasûlullah (s.a.) çıktı ve kadının yanına gelerek içeri girdi. Bir de ne görsün, kadın boynunu eğmiş. Rasûlullah (s.a.) kendisiyle konuşunca kadın: "Ben senden Allah'a sığınırım" dedi. O da: "Ben seni kendimden sığındırdım" "dedi. Bunun üzerine ashab kadına: "Bu kim biliyor musun?" dediler. Kadın: "Hayır!" cevabım verdi. "Bu Rasûlullah'-dır. Seni istemeye geldi." dediler. Kadın: "Ben bu İşte şanssızlığa uğradım." dedi.[961]

Derler ki: Bütün bunlar hep aynı olayla ve aynı kadınla ilgili haberlerdir ve Hz. Peygamber'in o kadınla henüz evlenmemiş olduğu da gayet açıktır. Hz. Peygamber onun yanma, sadece kendisini istemek için girmiştir. [962]

 

2— Bu Sözün Hükmü:

 

Çoğunluk fukaha ise —dört imam vb. bunlardandır—: "Hayır, bu lâfız talâka niyet etmesi durumunda talâk lâfizlarındandır." demişlerdir. Nitekim Sahih-i Buharfde, babamız İsmail aleyhisselam'ın, bu ifadeyle karısını boşadığı sabittir: Babası (Hz. İsmail'in) hanımına: "Kocana söyle, kapısının eşiğini değiştirsin!" demişti. Bunun üzerine Hz. İsmail (a.s.) de: "Eşik sensin. Babam bana senden ayrılmamı emretmiş. Ailene git!" demişti. [963]

Hz. Âişe hadisi ise, Hz. Peygamber'in kadın üzerine akit yapmış oldu­ğunda sarih gibidir. Çünkü o: = Hz. Peygamber'in yanı­na alındığında" ifadesini kullanmıştır. Bu ise kocanın ailesi yanına girmesi demektir. Hz. Âişe'nin: "Hz. Peygamber ona yaklaştı." ifadesi de bunu destekler. .

Ebu Üseyd hadisine gelince, nihayet burada: "Nefsini bana hibe et!" ifadesi bulunmaktadır. Bu söz, daha önceden Hz. Peygamber'in onu nikah­lamış olmadığı anlamına gelmez. Hz. Peygamber'in bu sözü, akit için değil de zifaf talebi jçin söylemiş olması pekâla mümkündür.

Sehl b. Sa'd hadisine gelince; akit bulunmadığı hususunda en sarih olanı budur. Çünkü bu hadiste: "Hz. Peygamber ona geldiğinde: Bu Rasûlullah'tır. Seni istemeye geldi, dediler." ifadesi vardır. Anlaşılan, bu kadın Cevniy-yeli kadındır. Çünkü Sehl, hadisinde: "Ebu Üseyd'e, kadına haber gönder­mesini emretti. O da haber gönderdi." demektedir. Dolayısıyla olay hep aynı olaydır ve Hz. Âişe, Ebu Üseyd ve Sehl etrafında dönmektedir. Bunlardan her biri aynı olayı rivayet etmiştir. Lâfızları aşağı yukan birbirine yakındır. Geriye sadece, "Seni istemek için geldi" sözüyle "Yanına girip de ona yakla­şınca..." sözü arasındaki çelişki kalmaktadır. Ya iki ifadeden birinde hata vardır, ya da "yanma girmek" ifadesi, kocanın hanımı yanına girmesi anla­mında değil, genel anlamda girmek manasınadır. Bu da muhtemeldir.

Hz. İsmail kıssasıyla ilgili İbn Abbas hadisi ise sarihtir. Bu lâfız hem cahi-liye, hem de İslâm dönemlerinde, öteden beri kadını boşamak için kullanılan talâk lâfızlanndandır. Hz. Peygamber onu değiştirmemiş, kabulle karşılamıştır. İslâm'ın öncüleri olan ashab: "Sen haramsın." "Emrin elindedir", "Tercih et", "Seni ailene hibe ettim", "Sen haliyye (boşanmış biri)sin, benden hali oldun", "Sen beriyye (uzak)sin, seni ibra ettim", "Sen ibra edilmişsin", "İpin boynundadır", "Sen haramsın (hirc)"[964] (sırasıyla arapçalan:)

ifadeleriyle talâk îkâında bulunmuşlardır. Hz. Ali ve îbn Ömer: = Sen haliyyesin demek üç talâktır." demişlerdir. Hz. Ömer ise: "Bir ric'î talâktır." der. Muâviye; karısına; "Eğer evden çikarsan sen haliyyesin." diyen adamla eşini ayırmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer ve Zeyd: = Sen beriy-yesin." ifadesi hakkında "üç talâktır" derlerken Hz. Ömer: "Bir ric'î talâk­tır." demiştir. Hz. Ali, ifadesi için: "Üç talâktır." Hz. Ömer ise: "Bir talâktır." demişlerdir. "Emrin elindedir", "Sen bana haramsın" tâbir­lerinin izahı sırasında ashabın görüşleri'daha önce geçmişti.

Yüce Allah, talâkı zikretmiş, fakat onun için bir lâfız belirlememiştir. Buradan da Allah'ın konuyu insanların örfüne bıraktığı anlaşılır; insanların örfünde hangi lâfız talâk mânası ifade ediyorsa, niyet bulunduğunda o lâfız­la talâk gerçekleşmiş olur.

Lâfızların bizzat kendileri maksut değillerdir. Bunlar o lâfzı söyleyenin maksadını göstermesi için kullanılır. Kişi bir mânaya gelen bir lâfzı söyledi ve o mânayı da kasdetti mi, üzerine hükmü terettüp eder. Bunun içindir ki, İranlı, Türk, hintli ve benzerlerinin kendi dilleri ile verdikleri talâklar vuku bulur. Hatta bunlardan biri, Arapça sarih talâk lâfızlarından birisini, mânasini bilmeden telaffuz edecek olsa, asla bir şey lâzım gelmez. Çünkü mânası­nı bilmediği, içeriğini de kasdetmediği bir şeyi söylemiştir. Kâ'b b. Mâlik hadisi; bu ve benzeri lâfızlarla, niyet olmadıkça talâkın vuku bulmayacağına delâlet etmektedir.

Doğrusu, bu ister sarih ister kinaye olsun bütün lâfızlarda geçerlidir. Âzad ve talâk lâfızları arasında bir fark da yoktur. Şayet bir kimse: "Benim kölem hürdür, zina etmez." veya "Benim cariyem hürdür, fahişelik yapmaz." dese, aklından da âzad etme fikri geçmese, niyet de etmese bununla asla azad işi gerçekleşmez. Yine bir kimse karısı ile birlikte iken, yolda ayrılsalar ve kendi­sine: "Karın nerede?" diye sorulsa da: "Ondan ayrıldım." dese; veya saçını taraşa da: " - Onu taradım." dese (bu söz Kur'an'da talâk için kulla­nılıyor) ve bu sözlerle talâkı kasdetmese, kadın boş olmaz. Yine kadını serbest, tamamen kendi haline bıraksa ve onun durumunu haber vermek amacıyla: "O taliktir (yani serbest)." dese; bununla da boş olmaz. Yine aynı şekilde, kadın bağlanmış olsa da, iplerinden çözülse, koca da; "Sen taliksin" dese, yani bağlarından boşanmışsın demek istese kadın boş olmaz. Bütün bunlar İmam Mâlik ve bazı şekillerinde İmam Ahmed'in görüşleridir, bazıları da imamın ele aldıklarının benzerleridir. Bunlarla niyet etmedikçe ve talâkı göste­ren bir lâfzı söylemedikçe talâk vuku bulmaz. Eğer bu ikisinden (yani niyet ve lâfız) sadece biri bulunursa ne talâk ne de âzad vuku bulmaz. Lâfızların sarih ve kinaye şeklinde ikiye ayrılması, her ne kadar asıl konumu bakımın­dan sahihse de, tamamen şahıs, zaman ve mekâna göre farklılık arzederler. Nice sarih lâfız başka bir yöre halkınca kinaye olabilir, ya da bir zaman ve mekânda sarih olan bir lâfız, başka bir zaman ve mekânda kinaye olabilir. Realite bunun şahididir. Meselâ, lâfzını ele alalım: Hemen hemen hiçbir kimse bu sözcüğü ne sarih ne de kinaye yollu talâk için kullanmamak­tadır. Bu durumda kalkıp: "Kim bu sözcüğü kullanırsa onun karısı boş olur; ister niyet etsin, ister etmesin. Çünkü şer'î örf ve kullanış şekli vardır. (Yani Kur'an'da bu anlamda kullanılmıştır).'" demek asla caiz olmaz. Çünkü böylesi bir iddia hem şer'î açıdan, hem de kelimenin kullanılışı bakımından yanlış bir iddiadır. Kelimenin kullanılışı açısından yanlıştır; çünkü hemen hemen hiçbir kimse karısını boşamak için bu kelimeyi kullanmamaktadır. Şer'î açıdan da yanlıştır; çünkü Kur'an bunu talâktan başka mânada da kullanmıştır. Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Mü'min kadınları nikahlayıp da henüz dokunmadan onları boşarsanız, onları iddet müddetince bekletmeniz gerek­mez. O halde onları faydalandırın (mut'a verin) ve onları güzel bir şekilde serbest   bırakın."[965]   Buradaki   "tesrîh = snl 'st bırakma" kesinlikle talâk değildir. Aynı şekilde " = ayrılık" kelime­sini Şâri\ talâktan başka mânada da kullanmıştır: "Ey Peygamber! Kadın­ları boşadiğınizda, onları iddetleri içinde boşayınız... Müddetlerini doldur­duklarında onları ya güzelce tutun, veya onlardan uygun bir şekilde ayrı­lın. "[966] Bu âyette geçen) "=tutmak"tan maksat, ric'attir. = Ayrılık" ise, ric'atte bulunmamak demektir; yoksa ikinci bir talâkın verilmesi anlamında değildir. Bunda asla bir ihtilâf da yoktur. Dolayısıyla, "Bu ifadeyi telaffuz eden kimsenin karısı boş olur. Mânasını ister anlasın, ister anlamasın." demenin bir anlamı yoktur. Her ikisi de bâtıllıkta aynıdır. Tevfik Allah'tandır. [967]

 

F) ZIHAR

 

1— Hz. Peygamberin (s.a.) Zıhar Hakkındaki Hükmü:

 

Yüce Allah şöyle buyurur: ''İçinizden zıhar yapanların kadınları, onla­rın anaları değildir. Onların anaları ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan lâf söylüyorlar. Kuşkusuz Allah affedici, bağış­layıcıdır. Kadınlardan zıhar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin kanlarıyla temas etmeden önce, bir köleyi hürriyete kavuşturma­ları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Buna imkân bulamayan kimse, temas etmeden önce, aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu (hafifletme), Allah'a ve Rasûlü'ne inanmanızdan dolayıdır. Bunlar Allah'ın hükümleri­dir. Kâfirler için acı bir azap vardır."[968]

Sünen ve Müsned kitaplarında sabit olduğuna göre Evs b. Sâmit, hanı­mı Havle bt. Mâlik b. Sa'Iebe'ye zıhar yapar. Bu konuda Hz. Peygamber'le (s.a.) mücadeleye giren ve Allah'a şikâyette bulunan, yedi kat semânın ötesin­den şikâyeti işitilen ve kabul gören kadın işte bu kadındır. Bu kadın Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demişti: "Ya Rasûlullah! Şüphesiz ki Evs b. Sâmit, ben genç ve arzulanan biri iken benimle evlendi. Yaşım ilerledi, ona bir sürü çocuk doğurdum. Şimdi ise beni anasının yerine koydu." Hz. Peygamber ona şöyle buyurdu: "Senin hakkında benim yapabileceğim bir şey yok." Çaresiz kadın: "Ey Allah'ım! Ben halimi sana şikâyet ediyorum." dedi[969] Bir rivayette o şöyle demiştir: "Benim küçük çocuklarım var. Eğer onları ona versem ziyan olurlar, kendim alsam aç kalırlar." dedi ve bunun üzerine Kur'an âyet­leri indi.

Hz. Âişe şöyle der: Her sesi işiten Allah'a hamdolsun! Havle bt. Sa'lebe Hz. Peygamber'e şikâyetçi olarak gelmişti. Ben evin bir uçundaydım. Bazı sözlerini duyamıyordum. Hemen Allah: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Allah sizin konuş­manızı işitiyor. Çünkü Allah işitendir, bilendir..."[970] âyetlerini indirdi. [971] Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Bir köle azad etsin." buyurdu. O: "Bula­maz." dedi. Hz. Peygamber: "Öyleysepeşi peşine iki ay oruçtular." buyur­du. O: "Ya Rasûlallah! O yaşlı bir ihtiyar. O nerde, oruç nerde!" dedi. Hz. Peygamber: "Öyleyse altmış fakiri doyursun!" buyurdu. O: "Onun tasad-duk edebileceği bir şeyi yok." dedi.

Hz. Âişe der ki: Tam o saatle bir zenbil hurma getirildi. Ben: "Ya Rasû­lallah! Ben bir zenbil hurma vererek ona yardım olurum." dedim. Hz. Peygamber: "Aferin! Onun adına altmış fakiri doyur ve amcanın oğluna geri dön." buyurdu.[972]

Sünen'dç anlatılır: (Zureykoğullarından) Seleme b. Sahr el-Beyazî, Rama­zan ayı boyunca karısına zıharda bulundu. Ramazan ayı çıkmadan bir gece onunla cima etti. Sonra geldi ve Hz. Peygamber'e olanları anlattı. Efendimiz ona: "Demek sen, öyle ha! Ya Seleme!" dedi. Seleme der ki: Ben iki defa: "Evet ya Rasûlallah! Ben böyleyim, Allah'ın emrine razıyım. Hakkımda Allah'ın sana gösterdiği şekilde hükmet." dedim. Hz. Peygamber: "Bir boyun (köle) azad et!" buyurdu. Ben: "Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, şundan başka boyuna sahip değilim." dedim ve enseme elimin içiyle vurdum. Hz. Peygamber: "Öyleyse iki ay peşi peşine oruç tut!" dedi. Ben: "Zaten başıma gelen oruç yüzünden gelmedi mi?" dedim. Hz. Peygam­ber: "Öyleyse, bir vesk hurmayı altmış fakir arasında yedir." buyurdu. Ben:

"Ona karnımı yaydım" ifadesini doğurmaktan kinaye olarak kullanılan -biz lazımı manasıyla tercüme ettik.

"Seni hakla gönderene yemin ederim ki, ikimiz de aç geceledik, yiyecek bir şeyimiz yok." dedim. Hz. Peygamber: "Züreykoğulları zekât memuruna git, sana onu versin. Altmış fakire bir vesk hurma yedir. Sen ve ailen de geri kala­nını yiyin." buyurdu. Kavmime döndüm ve: "Sizin yanınızda darlık ve kötü tedbir gördüm. Allah Rasülü'nün yanında ise genişlik ve güzel tedbir buldum. Bana zekâtlarınızdan vermenizi emretti." dedim.[973]

Tirmizî'nin Câmfinde İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilir: Karısına zıhar yapan ve onunla cimada bulunan bir adam Hz. Peygambere geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben karıma zıhar yaptım. Sonra da keffâret vermeden önce onunla cima yaptım." dedi. Hz. Peygamber ona: "Allah'ın rahmetine uğrayasıca; seni o şeye sevkeden ne oldu?" diye sordu. O: "Ay ışığında halhalini gördüm {kendimi tutamadım)." dedi. Hz. Peygamber: "Allah'ın sana emrettiği şeyi yapmadan ona yaklaşma!" buyurdu. [974] Tirmizî: "Bu, hasen-garib-sahih bir hadistir." der.

Yine Tirmizî'de, Seleme b. Sahr, Hz. Peygamber'den, keffâret verme­den önce cimada bulunan zıhar yapmış kimse hakkında: "Bir keffâret (yeter­lidir)." buyurduğunu rivayet eder.[975] Tirmizî buna da "Hasen-garibdir" der. Hadisin senedinde Süleyman b. Yesâr'la, Seleme b. Sahr arasında kesinti vardır.

Bezzâr'ın Müsned'inde, İsmail b. Müslim—Amr b. Dînâr— Tâvûs silsi-lesiyle İbn Abbas şöyle anlatır: Bir adam Hz. Peygamber'e geldi ve: "Ben karıma zıhar yaptım, sonra da keffâret vermeden önce onunla cima ettim." dedi. Hz. Peygamber: "Allah, 'Birbirine temas etmeden önce...' buyurmadı mı?" dedi. Adam: "Hoşuma gitti (kendimi tutamadım)" dedi. Hz. Peygam­ber: "Keffâret verinceye kadar ondan geri dur." buyurdu.[976] Bezzâr: "Hadi­sin, bundan daha sahih bir isnadla rivayet- edildiğini bilmiyoruz. Ne var ki İsmail b. Müslim hakkında ileri sürülen tenkitler vardır. İlim erbabından pek çok grup ondan rivayette bulunmuşlardır." demektedir.

Bu hadisler bazı hükümleri içerir:

1— Cahiliye dönemi ve İslâm'ın ilk devirlerinde zıhann talâk kabul edil­mesi uygulaması iptal edilmiştir. İsterse bununla talâka niyet ettiğini tasrih etsin, farketmez. Şayet bir kimse karısına: "Sen bana anamın sırtı gibisin! Ben bununla talâkı kasdediyorum." dese bu talâk olmaz, zıhar olur. Bu itti­fakla böyledir. Belki muhalif, önemsiz şâz bir görüş olabilir. Bu hususu İmam Ahmed, Şafiî vb. ifade etmişlerdir. Şafiî: "Şayet talâk niyetiyle zıhar yapsa, bu zıhar olur veya zıhar niyetiyle boşasa bu da talâk olur." der. İşte Şafiî'nin ifadesi budur. Onun görüşü olarak kendisine bunun aksini nisbet etmek caiz değildir. İmam Ahmed ise şöyle açıklamıştır: Şayet kişi: "Sen bana anamın sırtı gibisin. Bununla ben talâkı kasdediyorum." dese, bu zıhar olur, bunun­la kadın boşanmış olmaz. Çünkü zıhar, cahiliyye devrinde talaktı ve neshe-dildi. Mensûh hükme dönüş caiz değildir.

Yine E vs b. Sâmit, bununla o zamanda olduğu gibi sadece talâka niyet etmişti. Buna rağmen Hz. Peygamber (s.a.) ona talâk değil, zıhar hükmünü uygulamıştır.

Çünkü "zıhar", hükmü konusunda sarihtir. Dolayısıyla Yüce Allah'ın iptal ettiği hüküm hakkında onu kinaye saymak caiz değildir. Allah'ın hükmü uyulmaya ve riayet edilmeye daha lâyıktır.

2—  Zıhar haramdır ve buna yeltenmek caiz değildir. Çünkü o, Allah Teâlâ'nm da bildirdiği gibi, kötü bir söz ve iğrenç bir yalandır. Her ikisi de haramdır. Kötü bir söz (münker) oluşu ile, iğrenç bir yalan (zûr) oluşu şöyle­dir: "Sen bana anamın sırtı gibisin." sözü hem karısının öyle olduğunu haber verme (ihbar), hem de karısını haram kılma tasarrufunu kurma (inşâ) anlamı içermektedir. Yani hem ihbar, hem de inşâ mânasına gelebilir. Dolayısıyla o yalan bir haber, kötü bir inşâdır demek olur. Yalan (zûr), hak ve sabitin zıddı olan bâtıldır; kötü (münker) ise, iyi ve mârufun zıddıdır. Yüce Allah âyeti, "Şüphesiz ki Allah, affedicidir, bağışlayıcıdır." ifadesi ile tamamla­mıştır. Bunda, günah sebebinin mevcut olduğuna, eğer Allah'ın af ve mağfi­reti olmasaydı, mutlaka bu yüzden orumlu tutulacaklarına dair işaret bulun­maktadır.

3— Keffâret bizzat zıharla değil, dönüşle vacip olur. Bu cumhurun görü­şüdür. Sevrî, İbn Ebî Necîh'ten, Tâvus'un: "Zıhar yapar yapmaz keffâret gerekir." dediğini nakleder, bu, İbn Ebî Necîh'in Tâvus'tan rivayetidir. Ma'mer ise Tâvus'tan, o da babasından şöyle nakleder: "Sonra söyledikle­rinden dönenlerin..." âyeti hakkında babası: "Onu kendisine anasının sırtı gibi kıldı, sonra dönüyor ve onunla cima ediyor. Bu durumda bir boyun (köle) azadı gerekir, demektedir." demiştir. Mücâhid'den de: "Bizzat zıharla keffâret gerekir." dediği nakledilir. Bunu İbn Hazm, Sevrî ile Osman el-Bettî'den de nakleder. Tabii bunlar, keffâret için dönmenin şart olduğunu bilmiyor değil­ler. Ancak bunlara göre "dönme", cahiliye devrindeki zıhar uygulamasına

dönmektir.   Nitekim   Yüce   Allah'ın,   avlanmanın   cezası   konusunda: = Kim dönerse, Allah ondan öç alır." âyetinde geçen '* = dönme" kelimesi, "Haramhğının nüzulünden sonra ava dönerse" demektir. Bu yüzden de Allah, akabinde: "Allah geçenleri affetmiştir." buyur­muştur. Bu görüşte olanlar devamla şöyle diyorlar: Keffâret, sırf zıhar yapmak­la vacib olur. Çünkü keffâret kişinin söylemiş olduğu çirkin söz ve iğrenç yalan karşılığında vacib olmuştur. Çirkin söz ve yalan da cima veya cimaya azmet­me değil, bizzat zıhann kendisidir. Sonra, Yüce Allah zıharı haram kılıp, onu yasaklayınca "dönmek", bizzat yasaklanan şeyin işlenmesi oldu. Aynen, "Umulur ki, Rabbıniz size merhamet eder. Eğer siz dönerseniz biz de döne­riz. "[977] âyetindeki gibi. Mânası: "Eğer siz günaha dönerseniz, biz de ceza­landırmaya döneriz." demektir. Dolayısıyla burada "dönmek" bizzat yasak­lanan şeyi işlemektir. (Zıhardan dönmek değil de yasak olan zıhara dönmek şeklinde.)

Bir başka delil: Zıhar cahiliye döneminde talâktı. Hükmü talâktan zıha­ra nakledildi; üzerine keffâret ve keffâret ödeninceye kadar zevcenin haram-lığı hükümleri konuldu. Bu da aynen talâkta olduğu gibi, zıhar sözünü kullan­makla, zıhar hükmünün muteber olmasını gerekli kılar.

Âlimlerin çoğunluğu bunlara karşı çıkmış ve şöyle demişlerdir: "Dönmek", zıhar sözcüğünün mücerred olarak söylenmesinin sonrasında olan bir iştir. Âyeti, "İslâm'da tekrar zıhara dönme" mânasına yorumlamak üç açıdan doğru olmaz:

Birincisi: Âyet, İslâm'da zıhar yapan kimselerin hükmünü beyan etmek­tedir. Bu yüzden de fiili, muzari (geniş zaman) sigasıyla " = Zıhar yaparlar" şeklinde kullanmıştır. Bu İslâm zıhanmn hükmü olduğuna göre, —ki zıhar size göre bizzat dönmek demektir— bu takdirde sonrasında nasıl oluyor da "sonra dönerler" ifadesini kullanıyor. Yoksa bu dönmenin mâna-* sı size göre zıhardan başka bir şey mi?                                                   

İkincisi: Eğer "dönmek", sizin dediğiniz mânada, muzari (geniş zaman)] fiil de geçmiş zaman mânasında olacak olsa, takdiri; " = Kadınlara cahiliye devrinde zıharj yapıp da İslâm'da tekrar ona dönenler" şeklinde olurdu ve keffâret, ancak cahiliye devrinde zıhar yapıp da İslâm döneminde tekrar zıhara dönenlere gere­kirdi. Bu takdirde dönme durumu olmadan sadece İslâm'da zıhara başlayan kimseye nereden keffâreti gerekli kılacaktınız? Çünkü bu takdire göre iki şey var: Önce geçen bir zıhar ve tekrar ona dönüş. Bu durum ise, şimdi zıhar hükmünü tümden ortadan kaldırır. Ancak " = Zıhar yaparlar" fiilini bir gruba, = dönerler" fiilini de başka bir gruba ait kılarsanız (yani özneleri ayrı ayrı kişiler şeklinde düşünürseniz) ve müzari fiilini de mazi (geçmiş) fiili yerine koyarsanız, hükmün devamı o zaman sözkonusu olabi­lir. Bu da ilâhî nazma muhalif olur, sözü fesahatinden çıkarır.

Üçüncüsü: Hz. Peygamber (s.a.): Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a keffâ-ret ödemelerini emretmiş, onlara cahiliye döneminde zıhar yapıp yapmadık­larını sormamıştır. Eğer siz: "Hz. Peygamber, sizin keffâret için şart koştu­ğunuz "dönme"yi de sormamıştır. Eğer şart olsaydı onlara dönüp dönme­diklerini sorardı." derseniz, cevaben şöyle denilir: "Dönme"yi; zıhardan sonra talâk verebilecek kadar bir zamanın geçmesi ve talâk vermemesi şeklinde anla­yanlara göre, bu soruya zaten gerek yoktur ve sizin bu itirazınız, bizzat onla­rın delili olmaktadır. "Dönmeden maksat cima ve azimdir" diyenler ise şöyle demektedirler: (Hadislerdeki) olayın akışı, zıhar yapanların kasdınin cima oldu­ğu hususunda açıktır. Sadece onun (cima) için tutmuş (kanlarım boşama-mış)lardır. Bunun izahı inşaallah ileride gelecektir.

Zıharın kötü bir söz ve iğrenç bir yalan oluşuna gelince, evet bu doğru­dur. Ancak Yüce Allah bu kötü ve yalan söz hakkında keffâreti iki şeye birden bağlamıştır: Zıhar sözü ve dönüş. Nitekim ilânın hükmü de Öyledir: Hem îlâ sözcüğü, hem de cima üzerine birden terettüp eder, sadece biri üzerine değil. [978]

 

2— Zıharda "Dönmek" Tâbirinden Ne Kasdedilmektedir?

 

Çoğunluk fukahaya göre keffâret ancak zıhardan sonra dönüş ile vacib olur. Sonra bunlar "dönüş"ten ne kastedildiği konusunda ihtilâf etmişler­dir. Zmar sözcüğünü aynen tekrarlamak mı, yoksa onun sonrasında olan bir şey mi? İki görüş vardır:

Bütün Zahirîler: "Dönüş" zıhar sözcüğünün tekrarlanmasıdır, demiş­lerdir. Bunun seleften hiçbir kimseden nakletmemişlerdir. Zahirîlerden önce böyle bir görüş ileri süren de olmamıştır. Gerçi böyle bir ayıptan hemen hemen hiçbir mezhep de uzak kalmış değildir. Bunlar şöyle demektedirler: Yüce Allah keffâreti yeni başlanılan zıhar sebebiyle değil, sadece tekrarlanan Tihar yüzün­den vacip kılmıştır. Âyetle istidlal üç açıdan olmaktadır:

Birincisi: Arap lügatinde "bir şeye dönme" ifadesinden, ancak o şeyin benzerinin ikinci defa yapılması mânası anlaşılır. İşte Allah'ın Kitab'ı, Rasû-lü'nün kelâmı ve Arabın sözleri önümüzde; Yüce Allah: "Eğer onlar (dünyaya) geri gönderilseler, yine men olundukları şeylere döneceklerdir." buyurmak­tadır.[979] Bu âyet, " = dönmek" fiilinin "lam" harfi ile kulla­nılması bakımından, zıhar âyeti ile aynıdır ve "Daha önce işledikleri şeyleri ikinci defa işlemek" anlamındadır. Yine: "Eğer siz dönerseniz, biz de döne­riz."[980] âyeti de öyle; "Eğer siz günahı tekrar işlerseniz biz de cezayı tekrar­larız." mânasındadir. Yine: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönenler...."[981] buyurulmaktadır. Bizzat zıhar hükmünü getiren sûrede yer alan bu âyet, "dönmek"ten maksadın ne olduğunu açıkla­maktadır. Çünkü fiil olarak da, maksat olarak da onun aynısıdır. Araların­da tekrardan doğan bir aynilik çağrışımı yakînen bulunmaktadır.

Diyorlar ki: Zıharda bulunanların söyledikleri, zıhar sözüdür. "Söyle­diklerine dönmek" ise, o sözü ikinci defa tekrarlamak demektir. Arap bunun dışında başka bir şey anlamaz. Sözün tekrarının dışında kalan diğer şeyler ya onu tutmak (boşamamaktır), ya azimdir, ya da cimadir. Bunlardan hiçbi­ri sözle olacak bir şey değildir. Dolayısıyla bunlardan birini yapmak ne lâfı/ açısından ne de mâna açısından dönmek (tekrar) olmaz. Çünkü tutmak (boşa-mamak), azim ve cima zıhar değildir ki, bunlardan birini yaptığında zıhara dönmüş olsun.

Diyorlar ki: Eğer dönmekten "kişinin nefsini menettiği şeyden dönmesi" mânası kasdedilseydi, —nitekim " = Hibeden döndü." denilir— o takdirde yerine buyurulurdu. Nitekim = Hibesinden dönen, kusmuğuna dönen gibi­dir. "[982] hadisinde öyledir.

Ebu Muhammed b. Hazm, Hz. Âişe hadisini delil olarak kullanır: "Evs b. Sâmit'in kadınlara karşı aşırı düşkünlüğü vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısına zıhar vardı. Bu aşırı düşkünlüğü iyice arttığında, karısı­na zıhar yapardı. Yüce Allah onun hakkında zıhar keffâretini indirdi."[983] Hadis böyle. îbn Hazm şöyle der: Bu ifade tekrarı gerektirir ve bu zaruridir. Zıhar konusunda sahih olan tek haber de budur. "Bu görüşte olan hiçbir sahabî yoktur." şeklindeki bize karşı şamatanıza gelince, peki siz bize, "Dönmek, çımadır veya azimdir veya tutmak (boşamamak)tır" veya "o, cahiliye döne­mindeki zıhara dönmektir" diyen tek bir sahabî gösterin. Siz hiçbir zaman, ashaptan yana bizim kadar şanslı olamazsınız!

'Çoğunluk ulema onlara karşı çıkmışlar ve şöyle demişlerdir: "Dönme'-nİn mânası önceki lâfzın tekrarlanması demek değildir. Eğer lâfzın tekrarı "dönme" olsaydı o zaman  Sonra söylediklerini iade ederler." derdi. Çünkü  Sözünü aynısıyla tekrar (iade) etti."denilir.  Dönmek"   kelimesi   ise   fiillerde   kullanılır   ve" = Yaptığına döndü. Hibesine döndü." denilir. Bu örnekler ile kullanılışeklidir.        

 Yine İşine döndü, görevine döndü, haline döndü, lütufkârlığına döndü, kötülüğüne döndü vb." denilir. Bu mânada şeklinde ile de kullanılır.

Söze gelince, sadece) " = Sözü tekrar (iade) etti." şeklinde kulla­nılır. Nitekim Dımâd[984] b. Sa'lebe Hz. Peygamber'e:) " = Sözlerini bana tekrarla." demiştir. Yine Ebu Saîd" = Onları bana tekrarla, Ya Rasûlallah!" demiştir.

Doğrusu bu, bağlayıcı değildir: Hem denildiği gibi de denilir. Hadiste, "Sözünü aynen tekrarladı." mânasında enil­mektedir. Bundan daha kötüsü. Zahirîlere karşı: "Sözün iadesi dünün iadesi gibi muhaldir. Çünkü iki ayrı zamanın bir araya gelmesi mümkün değildir." şeklinde getirilmek istenen delildir. Bu son derece fasittir. Çünkü sözün iade­si, fiilin İadesi kabilindendir. O da bizzat birinciyi değil, onun gibisini getir­mek demektir. Mutaassıp kimselerden gelen ve "Zahirîlerin ihtilâfı dikkate alınmaz." şeklindeki bir söze ise şaşmamak elde değildir. Böylesi bir konuda hem onlarla birlikte araştırma yapıyor, hem de böyle bir sözle onlara reddiye çıkarıyorlarhadisindeki kullanılışı delil kullanarak onları redde çalışan kimsenin iddiası da aynı şekilde bozuktur. Çünkü bu hadis, âyete benze­memektedir. Onun benzeri: "Gizli konuşmaktan menedildikten sonra, yine o menedildikleri şeye dönmeye çalışanları... görmedin mi?"[985] âyetidir. Buna rağmen bu âyet zihar âyetin-deki maksadı açıklamaktadır: Çünkü menedildikleri şeye dönmeleri bizzat yasaklanan şeye dönmeleri demektir, ki o da gizli konuşmaktır. Bundan maksat da o fısıldaşmanın aynısını tekrarlamak değildir, bilâkis yasaklanan şeye (gizli konuşmaya) dönmektir. Aynı durum zıhar âyetindeki: için de sözkonusudur. demektir. îsm-i mef'ûl mânasında bir masdardır ve o da: "kendisine haram olan kadına benzetmesi sebebiyle zevce­nin haram kıhnması"dır. Dolayısıyla haram olana dönmek, sözüne dönmek olur. Dönmek de onun fiilidir. Bu, "dönmekten maksat cimadu*." diyenle­rin yaklaşımı olmaktadır.                                                          

Meselenin esası şurada yatıyor: Burada masdar mef'ûl "söylenen şey" manasınadır. "Söylenen şey" de kadının haram kılınması­dır. demektir. O da "Haram kıldıktan sonra ona dö­nerek mubah kılmak istemek"tir. Bu te'vil Arapça'nın gramer ve kullanılış tarzına uygundur. Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğunun benimse­diği görüş budur. Nitekim Katâde, Tâvûs, Hasan (el-Basrî), Zührî, Mâlik vb, hep böyle söylemişlerdir. Seleften hiçbir kimsenin; ne sahabeden, ne tabiîn­den, ne de onlardan sonra gelen nesillerden, âyeti "sözün iadesi" şeklinde tefsir ettiği asla olmamıştır. Burada "dönme"yi sözün iadesi kabul edenlere gizli kalan bir husus vardır ki, o da şudur: Fiile dönüş, şu anda^ üzerinde ol­duğu halden ayrılıp, daha önce üzerinde bulunduğu hale dönmeyi gerektirir. Nitekim, "Eğer siz dönerseniz biz de döneriz." âyetinde öyledir. Baksanıza! Onların dönüşü, şu anda üzerinde bulundukları iyi hallerinden ayrılıp daha önce üzerinde bulundukları kötü hallerine dönmeleri demektir. Şair'İn:

"Eğer iyiliğe dönerse, dönüş övgüye değer" sözü de böyledir Şu andaki zıhar yapanın üzerinde bulunduğu hal, zıhar sebebiyle olan haramhktır. Daha önce üzerinde bulunduğu hal ise, nikâh sebebiyle cimanin helâlliğidir. Dolayısıyla zıhar yapanın dönmesi, zıhardan önce üzerinde bulun­duğu helâllik haline dönmesidir. Keffâreti gerektiren şey de işte budur. Düşün! Dönmek, ondan ayrıldıktan sonra kendisine döneceği bir durumu gerektirir. Böylece, hibeden dönmekle, zıhar yapanın söylediğine dönmesi arasındaki farkın sırrı da ortaya çıkmış oluyor. Çünkü hibe "mevhûb" (hibe edilen) mana­sınadır ve bir eşyadır. Ondan dönmek, daha önce olduğu gibi, onu mülkiye­tine sokmak ve onda tasarrufta bulunmak mânasını içerir. Zıhar yapanın duru­mu ise böyle değildir. Çünkü o, haram kılma ile eşlikten çıkmıştır. Dönmek­le de, tahrimden önce eşi ile birlikte üzerinde bulunduğu hale rücû talebinde bulunmuş olmaktadır. Dolayısıyla daha uygun olan, bu mânada yani demek; hibede de demektir. Hz. Peygamber Evs b. Sâmit'le Seleme b. Sahr'a zıhar keffâreti vermelerini emir buyurmuştur. Halbu­ki bunlar zıhar sözcüğünü iki defa telaffuz etmemişlerdir. Çünkü ne bizzat kendileri bunu Hz. Peygamber'e bildirmişler, ne onların yerine zevceleri söyle­miş, ne de bir başka sahabî bildirmemişti. Hz. Peygamber de onlara: "Bunu bir kere mi, iki kere mi söylediniz?" diye sormamıştı. Eğer böyle bir şart olsay­dı, onu açıklamayı ihmal etmezdi.

Meselenin sırrı şuradadır: "Dönmek" İki durumu içermektedir: Kendisine dönülen şeyi, kendisinden dönülen şeyi. "Dönmek" kavramı için bu ikisi  zaruridir. Kişinin kendisinden döndüğü şey, onu bozmak ve iptal etmek mânası taşıyor; kendisine döndüğü şey de tercihini ve iradesini belirtiyor. Dolayısıyla zıhar yapan kimsenin dönüşü, zıhann bozulması ve iptalini; zıddını da tercih ettiğini ve istediğini gerektiriyor. Selefin âyetten anladığı mâna, aynen böyle­dir. Çünkü onların bir kısmı dönmek "bizzat isabettir" diyor, bir kısmı "cimadir" diyor, bir kısmı "dokunmaktır" diyor, bir kısmı da "azimdir" diyor.

"Keffâret sadece iade edilen zıhar hakkında vacip kılınmıştır." sözünü­ze gelince; eğer bununla "sözü iade edilen" zıharı kastediyorsanız, o zaman bu kendi anlayışınız doğrultusunda bir iddia olur. Yok "zıhar yapanın dedi­ğine iade edilen zıharı" kastediyorsanız, o takdirde bu, birinci lâfzın iadesini gerektirmez.

Evs b. Sâmit'in zıharı hakkındaki Hz. Âişe hadisine gelince; hadis ne kadar sahihse, mezhebinize delâleti de o kadar uzaktır.

Sonra dönmeye, lâfzın iadesinden başka bir anlam verenler ihtilâf etmiş­lerdir: Acaba dönmekten maksat, zıhar akabinde, hemen boşamamak (imsak) mıdır? Yoksa başka bir şey mi? İki görüş vardır: Bir grup: "Sen boşsun!" diyecek kadar beklemesidir. Zıhar ile talâk birbirine bitişik olarak verilmedi­ği takdirde, keffâret gerekir, demişlerdir. Bu görüş Şafiî'ye aittir.

Ona karşı çıkanlar şöyle diyorlar: Mâna olarak bu, Mücâhid ve Sevrf'-nin görüşleridir. Bu tek nefeslik süre, zıharı keffâret gerektirici özelliğinden çıkaramaz. Hakikatte keffâreti gerektiren şey sadece zıhar sözcüğüdür. "Sen boşsun!" diyecek kadar bir zaman zıhar hükmünde müsbet ya da menfi bir etki yapmaz. Keffâretin vacib kılınmasını ona bağlamak mümkün değildir. Ne Arap dilinde, ne de Şâri'in Örfünde, bir anlık zamana ve tek bir nefese "dönme" ismi verilmez. Gerçekten son derece az olan bu zaman diliminde, dönme mânası nerededir ve onun hakikatinden ne vardır?

Bu görüş, "Dönme bizzat zıhar sözcüğünün iadesidir." diyen Zahi­rîlerin görüşünden daha güçlü değildir. Zira onların bu sözlerinde, gerek dil bakımından, gerek hakikat açısından dönme mânasının anlaşılabile­ceği bir makulluk vardır. Ama bu zaman dilimine gelince, onda insanın dönmesi mânası asla anlaşılamaz. Hem biz de, sizin Zahirîlerden talep ettiğiniz şeyi sizden istiyor ve diyoruz ki: Şafiî'den önce bu görüşte olan birisi var mıdır? Yüce Allah "dönme" sebebiyle keffâreti vacip kılarken buyruğunda dönme işini zıhar üzerine terâ-hi (yani hemen değil, zaman içinde olmak) anlamını ifade eden "sonra" harfiyle atfetmiştir. Dolayısıyla dönmek ile zıhar arasında mutlaka bir müddetin geçmesi zaruridir. Bu ise sizce mümkün değildir ve; "Sen bana anamın sırtı gibisin!" sözü biter bitmez eğer kesinti olmadan "Sen boşsun!" dememişse dönmüş olmaktadır. Bu takdirde zıhar ve dönme arasında olması gereken müddet ve mühlet (terâhilik) nerede kalmaktadır? İmam Şafiî, bu görüşü ne ashab, ne de tabiînden hiç kimseden nakletmemiştir. O sadece bunun âyete verilecek en uygun mâna olduğunu bildirmiş ve şöyle demiştir: "^Dediklerine dönenler..." hakkında işittiklerimden anla­dığım mâna şudur: Zıhar yapan kişi üzerinden, zıhar sözcüğünü söyledikten sonra bir süre geçer ve kadını talâkla haram kılmazsa, üzerine keffâret vacib olur. Sanki şu görüşü benimsiyorlar: Zıhar yapan, kendi üzerine haram kıldı­ğını, helâlmiş gibi tutarsa, söylediğine dönmüş ve ona muhalefetle haram kıldı­ğını helâl kılmış olur. Dönme hakkında bundan daha uygun bir mâna bilmi-yorum."[986]

"Dönme"yi, tutma (boşamama)mn ötesinde bir şey kabul edenler, kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Kendisinden nakledilen dört rivayetten birisin­de İmam Mâlik ve Ebu Ubeyd: "Dönme" cimaya azimdir, demişlerdir. Bu Kadı Ebu Ya'lâ ve arkadaşlarının görüşüdür. İmam Ahmed bunu yadırga­mış ve şöyle demiştir: Mâlik: "Azmettiğinde keffâret gerekir." diyor. Peki azimden sonra boşamış olsa, bu nasıl olur? O zaman üzerine keffâret gerekir mi? Ancak Tâvüs'un görüşünü kabul eder ve: "Zıhar sözcüğünü kullandığı zaman, aynen talâk gibi kendisini bağlar." derse o başka!

Bu görüşte olanlar, eşlerden birinin ölmesi veya azimden sonra cimadan önce boşaması durumunda tekrar ihtilâf etmişlerdir: Bu durumda koca üzerine keffâret sabit kalır mı kalmaz mı? İmam Mâlik ve Ebu'l-Hattâb; "Sabit kalır." demişlerdir. Kadı ve tüm arkadaşları: "Hayır, sabit kalmaz." demişlerdir. İmam Mâîik'ten gelen ikinci bir rivayet: "O (dönmek) sadece tutmaya (boşa­maya) azmetmektir." şeklindedir. Muvatta'daki rivayet ise bütün bunlara muhaliftir ve: "Dönmek, karısını tutmaya ve onunla cimaya, her ikisine birden azmetmektir." şeklindedir. Ondan bir dördüncü rivayet daha vardır ki buna göre de: "Dönmek bizzat cimada bulunmaktır." Bu İmam Ebu Hanife ve Ahmed'in de görüşleridir. İmam Ahmed âyeti hakkında: "O (kocanın eşini) bürümesidir. Koca onu bürümek (cima etmek) istediğinde keffâ­ret verir." demiştir. Bu bir rivayet farklılığı değildir. Aksine onun görüşüdür ve aksi de bilinmemektedir. Ona göre dönmek cimadır ve cimaya azmettiğinde, onu yapmadan önce keffâret vermesi gerekir. "Dönmekten maksat azimdir" diyenler şu şekilde delil getirmişlerdir: Yüce Allah, keffâret hakkında: " = Temas etmelerinden önce" buyurmuş ve keffâreti dönmeden sonra ve temastan önce vacip kılmıştır. Bu, "dönme"den maksa­dın "temas" olmadığında ve keffâretten önce haram olan şeyin, keffâret önce­sinde bulunmasının caiz olmadığında gayet açıktır. Zıhar yapan kimse, bununla karısını haram kılmayı kasdetmiştir. Onunla cimada bulunmaya azmetmesi ise, kastından dönmesi demektir. Hem zıhar, haram kılmaktır. Kocanın karısını kendisine mubah kılmak istemesi durumunda, bu haram kılma işinden rücu etmiş olur ki işte "dönme" de budur.

"Dönmekten maksat cimadır" diyenler ise şöyle diyorlar: Daha önce de izahı geçtiği gibi, şüphesiz "dönmek", sözünün zıddmı işlemektir. demek yani fiilinin ile kullanılması durumunda mânası, yasaklanan şeyi murad etmesi değil, yapması demektir. Nitekim âyetinde böyledir. Dolayısıyla bu da yasak olan şeyi bizzat yapmaktır, onu murad etmek değildir.

Bu görüş sahiplerini, "dönmek azim demektir" diyenlerin, "Dönmek keffâretten önce gelir, cima ise ondan sonradır." şeklindeki sözleri ile ilzam etmeye çalışmaları yerinde değildir. Çünkü bunlar şöyle diyorlar:) âyetindeki "dönerler" ifadesi "dönmek isterler" anla­mındadır. Nitekim: " = Kur'an okuduğun zaman..." ifadesi "Kur'an okumak istediğin zaman..." manasınadır. Yine, " = Namaza kalktığınız zaman yüzünüzü... yıkayınız." âyetinden de maksat, "Namaza kalkmak istediğinizde..." demek­tir. Buna benzer diğer örnekler, "fiilin vukuunu istemek" anlamında bizzat fiilin kullanıldığı yerlerdendir.

Bunlar şöyle diyorlar: Bu, "dönme"yi bizzat birinci lâfızla veya zıhar-dan sonra bir nefeslik zaman kadar tutup boşamamakla veya zıhar sözcüğü­nü tekrar etmekle ya da hemen akabinde boşaması durumunda sırf azimle tefsir etmekten daha uygundur. Çünkü bu görüşlerin tamamının zayıflığı orta­ya çıktı. Bu görüşler içerisinde lâfzın delâletine, şer'î kaidelere, müfessirlerin sözlerine en yakım işte bu görüştür. Tevfik Allah'tandır.

4— Keffâret, aciz olan kimseden düşmez. Çünkü Hz. Peygamber, Evs b. Sâmit'e bir zenbil hurma vermek suretiyle yardım etmiş, bir o kadarla da karısı yardımcı olmuş, böylece keffâretini ödemişti. Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından almasını ve onunla keffâretini ödemesini emretmişti. Eğer acizlikle düşecek olsaydı, onlara keffâret vermelerini emretmezdi. Şu halde keffâret, acizlikle düşmez, boynunda borç olarak kalır. Bu İmam Şafi-

î'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in görüşleri olmaktadır.

Bir grub da; nasıl ki mükellefiyetler, onları veya bedellerini ifadan aciz­lik durumunda düşüyorsa, keffâretler de acizlikle düşer görüşünü benimse­mişlerdir.

Bir diğer grup da, Ramazan keffâreti zimmette kalmaz, bilâkis düşer; diğer keffâretler ise düşmez görüşünü benimsemişlerdir. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye'nin sahih kabul ettiği görüş de budur.

Acizlik sebebiyle keffâreti düşürenler, görüşlerini şöyle delillendiriyor-lar: Eğer keffâret acizlikle vacip olsaydı, bizzat kendisine harcanmazdı. Çünkü insan, kendi keffâretinin harcama mahalli olamaz. Nitekim kendi zekâtının harcama yeri olamamaktadır.

Birinci görüş sahipleri şöyle diyorlar: Eğer keffâret vermekten aciz olur da, bir başkası onun adına keffâret verirse, bu takdirde onu kendisine harca­ması caiz olur. Nitekim Hz. Peygamber, Ramazan'da cima eden kimsenin keffâretini, bizzat kendisine ve ailesine vermişti. Yine aynı şekilde Seleme b. Sahr'a da, kavminin zekâtından çıkaracağı keffâretinden hem kendisinin, hem de ailesinin yemesine izin vermişti. Bu İmam Ahmed'in görüşüdür ve Rama­zan'da cima eden kimse hakkında tek rivayet halindedir. Diğer keffâretler hakkında ise ondan iki rivayet bulunmaktadır.

Sünnet, kişinin keffâret verecek durumu olmaz da onun yerine bir başkası keffâret verirse, bu takdirde keffâretini kendisine ve ailesine sarf edebileceği­ne delâlet etmektedir.

Soru: Kişi fakirdir, bakmakla yükümlü olduğu kimseler vardır. Üzerin­de de zekât borcu vardır ve ona ihtiyacı bulunmaktadır. Acaba onu kendisi­ne ve ailesine harcayabilir mi?

Cevap: Hayır. Üzerine gerekli olan "çıkarma" olmadığı için bu caiz değil­dir. Ancak —İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten daha sahihine göre—, devlet başkanı ya da zekât memuru, kendisinden teslim aldıktan sonra kendi zekâtını yine kendisine geri verebilir.                                            .

Soru: Devlet başkanı zekâtı ondan düşürebilir mi?              

Cevap: Hayır. İmam Ahmed bunu açıklamıştır. Aralarındaki fark açıktır.

Soru: Efendi kölesine, kendi adına âzad yolu ile keffârette bulunması için izin verse, acaba kendisini keffâret olmak üzere âzad edebilir mi?

Cevap: Mal ile keffârette bulunmasına izin vermesiyle ilgili rivayetler ihtilâf arzetmektedir: Acaba köle oruç tutmak yerine mal ile keffârete intikal edebilir mi, edemez mi? İki rivayet vardır: Birincisi: Kölenin böyle bir yetkisi yoktur ve ona farz olan oruçtur. İkincisi: İntikal hakkı vardır. İlle oruç tutması gerekmez. Çünkü engel, efendisinin hakkından dolayı idi. Efendi de izin vermiştir.

Eğer kölenin "mal ile keffarette bulunma yetkisi vardır" dersek, acaba onun âzad yetkisi olur mu?

İmam Ahmed'den gelen iki farklı rivayet vardır: Menfi görüşün izahı şu şekildedir: Köle "velâ" ehlinden değildir. Âzad ise velâya dayanır.

Ebu Bekir ve başkaları, kölenin âzad hakkı vardır rivayetini tercih etmiş­lerdir. Buna göre: Acaba kendisini âzad edebilir mi? Konuyla ilgili olarak mezhebte iki görüş vardır. "Caizdir" diyenler iznin mutlak oluşunu delil olarak ileri sürmüşlerdir. "Caiz değildir" diyenler ise, "âzad etme" konusunda verilen izin başkasının âzad edilmesine yorulur, demişlerdir. Nitekim ona tasadduk hususunda izin verse, bu izin kendisinden başkasına tasaddukta bulunması anlamına gelir.

5— Zıhar yapanın keffâret vermeden önce cimada bulunması caiz değil­dir. Burada ihtilâf iki konudadır: Birincisi: Keffâretten önce, cinsel ilişki dışın­da kadına dokunabilir mi, dokunamaz mı? İkincisi: Eğer keffâreti doyurmak yoluyla ise, ondan önce cima edebilir mi, edemez mi? Konu ile ilgili olarak fukahanm görüşleri ikiye ayrılmaktadır. Her ikisi de İmam Ahmed'ten riva­yet olarak Şafiî'den görüş olarak nakledilmiştir.

Cima dışında, kadından istifadeyi yasaklayan görüşün dayanağı, "Birbi­rine temastan önce..." ifadesinin zahiridir. Ayrıca onu, kendisiyle cimada ve cimaya davet eden öpmek, tutmak gibi diğer hareketlerde bulunması haram olan bir mahremine benzetmiştir.

Cevaz veren görüşe göre ise, âyetteki "temas" cimadan kinayedir. Cima-nın haram olmasından cimayı çağrıştıracak şeylerin de haram olması gerek­mez. Meselâ, hayızlı kadınla cima haramdır, ama cimayı çağrıştıracak hare­ketler, haram değildir. Yine oruçluya cima etmek haramdır ama öpmek, sevmek haram değildir. Esir edilen kadınla (istibrâdan önce) cima haramdır ama onu çağrıştincı hareketler haram değildir. Bu görüş de İmam Ebu Hani-fe'ye aittir.

İkinci mesele; keffâretin doyurma yoluyla yapılması durumunda, keffâ­retten önce cimanın caiz olup olmaması şeklinde idi. Caizdir görüşünün izahı şu şekildedir: Yüce Allah, keffâretin, âzad ya da oruçla olması durumund?

cimadan önce olmasını açıkça kayıtlamış fakat doyurma yoluyla yapılması hakkında bir kayıt getirmemiş, mutlak zikretmiştir. Kayıtlamanın da, mutlak zikretmenin de bir hikmeti olmalıdır. Eğer doyurmak konusunda da kayıtla­mayı murad etmiş olsaydı, âzad ve oruçla olan kefareti kayıtladığı gibi bunu da "temastan önce" diye kayıtlardı. Yüce Allah —hâşâ— boş yere birini kayıt­layıp, diğerini mutlak zikretmemiştir. Mutlaka kasdettiği bir hikmeti vardır. Allah'ın kayıtladığını kayıtlamak, mutlak zikrettiğim de mutlakhğı üzere bırak­maktan başka bir hikmet de yoktur.

Caiz değildir görüşüne gelince; bunun izahı da "mutlak zikredilen şeyin hükmü, kayıtlı (mukayyed) zikredilenden alınır" şeklindedir. Bu da ya beyan yoluyladır ya da iki suret arasındaki farklılığın ilga edildiği kıyas yoluyladır. Yüce Allah benzer iki şey arasını ayırmaz. "Birbirlerine temastan önce" ifade­sini İki defa zikretmiştir. Eğer üçüncü kez yine tekrar etseydi söz uzardı. İki defa zikretmekle keffâretlerde hükmünün tekerrür edeceğine tenbih buyur­muştur. Eğer kelâmın sonunda tek bir defa zikretmiş olsaydı, sadece son keffâ­rete aitmiş gibi bir yanlış anlamaya sebep olabilirdi. Eğer sadece ilk keresiyle yetinilseydi, birinci keffârete ait anlamı çıkarabilirdi. Her keffâret için ayrı ayrı tekrarı da sözü uzatmak olur. Sözün en fasih ve beliğ olanı, en vecizi âyetteki halidir.

Sonra Allah, hem zamanın uzun olmasına hem de cimaya duyulacak aşın ihtiyaca rağmen, oruç keffâretinin cimadan önce olmasını şart kılmakla, fazla zaman gerektirmeyen doyurma yoluyla keffâretin cimadan önce oluşunun öncelikle şart olacağına işaret buyurmuş olmaktadır.

6— Yüce Allah keffâret orucunun, temastan önce olmasını emir buyur­muştur. Bu da hem gündüz, hem de geceyi içine alır ve oruç süresince gündüz ya da gece cimanın haramlığında imamlar arasında ihtilâf yoktur. İhtilâfları, haram olmakla birlikte (gece yapılan) cima ile "peşpeşe olma şartı" (teiâbu*) bozulur mu, bozulmaz mı konusundadır. Yine iki görüş vardır: Birincisi: Bozu­lur şeklindedir. Bu görüş Mâlik, Ebu Hanife ve zahir mezhebinde İmam Ahmed'e aittir. İkincisi: Bozulmaz, şeklindedir. Bu da İmam Şafiî ile diğer rivayette İmam Ahmed'in görüşleridir.

Kur'ân'ın zahiri, "peşpeşe olma şartı bozulur" diyenlerle beraberdir. Zira yüce Allah, keffâret olarak temastan önce "peşi peşine iki ay oruç" emret­miştir. Emirse yerine gelmemiştir. İkinci olarak, bu emir orucun tamamlan­masından önce teması yasaklama ve onu haram kılma durumunu içerir. Yasak da, orucun itibara alınmamasını gerektirir. Çünkü, Hz. Peygamber'in emri üzere olmayan bir iştir, dolayısıyla merduttur.

Meselenin sırrı şuradadır: Allah (c.c.) iki şeyi vacip kılmıştır: 1) İki ayın peşi peşine olması, 2) Bu iki ayın oruçlarının temastan önce tamamlanması. Allah'm emrini yerine getirmiş olabilmesi için mutlaka bu iki şeyin birden yapılması zarureti vardır.

7—  Yüce Allah, fakirlerin doyurulması keyfiyetini mutlak zikretmiş, miktar ve peşi peşine olma kaydı getirmemiştir. Buna göre kişi aitmiş fakiri, onlara tahıl ya da hurma vermeksizin, sabah akşam doyursa bu caizdir ve Allah'm emrini yerine getirmiş olur. Cumhur, İmam Mâlik, Ebu Hanife ve iki rivayetinden birinde İmam Ahmed bu görüştedirler. Altmış fakiri ayn ayn, ya da birden doyurması arasında bir fark yoktur.

8— Mutlaka "altmış" fakirin bulunması gerekir. Şayet bir fakiri altmış gün doyuracak olsa bu sadece bir fakir için geçerli olur. Bu cumhurun, İmam Mâlik, Şafiî ve iki riayetinden birinde İmam Ahmed'İn görüşleridir. İkinci görüş: Vacib olan, altmış defa doyurmadır, isterse tek bir fakir olsun, şeklin­dedir ve Ebu Hanife'nin mezhebi böyledir. Üçüncü görüş: Eğer başka fakir­ler varsa caiz değildir, yoksa bir fakirin altmış defa doyurulması da yeterli­dir. İmam Ahmed'İn zahir mezhebi budur. Görüşler içerisinde de en doğrusu bu olmaktadır.

9— Keffâretin sadece "mesâkîri"' (yoksullar) zümresine verilmesi gere­kir. Fakirler de bu kelimenin kapsamına girerler. Nitekim mutlak olarak zikre-dildiğinde, bunlar da "fakirler" kelimesinin kapsamına girmektedir. Hanbelî âlimlerimiz ve başkalan hükmü, ihtiyacından dolayı zekât alan her gruba teşmil etmişlerdir ki bunlar; fakirler, yoksullar, yolda kalmışlar, borçlu ve mükâte-be akdi imzalamış köleler olmaktadır. Kur'an'ın zahiri, keffâretin sadece yoksullara ait olduğunu ifade etmektedir, dolayısıyla onlardan başkasına veri­lemez.

10—  Yüce Allah burada, keffâret için boyun (köle) azadından bahse­derken mutlak zikretmiş, kölenin mü'min olması şeklinde bir kayıt getirme­miştir. Katil keffâretinde ise "mü'min köle" azadı şeklinde kayıtlamıştır. Bura­dan hareketle fukaha, katil keffâreti hariç, diğerlerinde âzad edilecek köle­nin mü'min olması şartının aranıp aranmayacağı konusunda ikiye ayrılmış­lardır: İmam Şafiî, Mâlik ve zahir mezhebinde İmam Ahmed, iman vasfım şart koşmuşlardır. Ebu Hanife ve Zahirîler ise şart koşmamişlardır. İman şartı aramayanlar şöyle demişlerdir: "Eğer şart olsaydı Yüce Allah katil keffâre­tinde belirttiği gibi, burada da onu belirtirdi. Halbuki belirtmemiştir. Öyley­se Allah'ın mutlak zikrettiği mutlak, kayıtladığı da kaydıyla birlikte alınır ve her ikisiyle de amel edilir."

Hanefiler buna şunu da ekliyorlar: Diğer keffâretlerde âzad edilecek köle için iman vasfım şart koşmak nassa yapılan bir ziyadedir. Bu ise bir nevi nesih­tir. Kur'an ise ancak Kur'an'la veya mütevatir sünnetle neshedilebilir.

Diğerleri şöyle diyorlar (ifade Şafiî'ye aittir): Allah (c.c.) katil keffâre­tinde kölenin mü'min olması şartını belirtmiştir. Nitekim şahitlerin "âdil olması" vasfını belirtmiş, birçok yerde de şahitlerden bahsederken (âdil olma vasfını belirtmeden) mutlak ifade kullanmıştır. Buradan mutlak zikrettiği şahit­liklerin, âdil olma vasfını şart koştuğu şahitlik mânasında olduğunu çıkarı­yoruz. Hem sonra Yüce Allah müslümanlarm mallarını, müşriklere değil, müslümanlara çevirmiştir. Allah zekâtı farz kılmıştır ve zekât müslümanlar-dan başkasına caiz değildir. Aynı şekilde azadını farz kıldığı boyun da ancak mü'mine ait olmalıdır.[987]

İmam Şafiî, Arap dilinin, eğer aynı cinstense, "mutlak"m, "mukayyed"e yorulmasını gerektirdiğini belirtmiş ve şer'î örfü, kendi dillerinin (Arapça) gereğine yormuştur.

Burada iki konu vardır: 1) Mutlak'ın mukayyede yorulması beyandır, kıyas değildir. 2) Bu yorumlamanın sıhhati için iki şart aranır: Birisi hükmün aynı olması; diğeri de, mutlak için sadece tek bir asılın bulunmasıdır. Eğer mutlak iki farklı asıl arasında ise, belirleyici bir delil olmadıkça o iki asıldan birisine yorulması mümkün değildir. İmam Şafiî: "Kişi mutlak olarak, bir köle âzad edeceğim diye adakta bulunsa, ancak mü'min bir köle kifayet eder." der. Bu hüküm işte bu asıl üzerine kurulmuştur. Ayrıca adak, şer'î vacibe yorulur. Şeriatte vacib olan âzad da, ancak müslümanın âzad edilmesiyle gerçekleşir. Buna delâlet eden delillerden birisi de şu hadîstir: Hz. Peygam­ber (s.a.), âzad edilmesi adanan bir cariye hakkında kendisine soru soran biri­sine: "Onu bana getir." demiş ve cariyeye: "Allah nerededir?" diye sormuş, o da: "Gökte." demiş, Hz. Peygamber: "Ben kimim?" buyurmuş, cariye de: "Sen Allah'ın Rasûlü'sün." demiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber soru sorana: "Onu âzad et. Çünkü o mü'mindir." buyurmuştur.[988]

İmam Şafiî: "Cariye, iman vasfını belirtince Hz. Peygamber, onu âzad etmesini emretti." diyor.

Bu, şer'an emroîunan âzad için, kölenin mutlaka mü'min olması gerek­tiğinde açıktır. Yoksa Hz. Peygamber'in, "Âzad et. Çünkü o mü'mindir." diyerek âzad işini imana dayandırmasının bir mânası kalmaz. Çünkü daha umumî olan, her ne zaman hükmün illeti olursa, daha hususî olanın bir tesiri bulunmaz.

Hem sonra müslüman kölenin âzad edilmesinden maksat, onu Rabbine ibadet için boşaltmak, kula kulluktan kurtararak sadece yaratıcıya kul olma­sını sağlamaktır. Şüphesiz ki bu durum. Sâri' Teâlâca maksut ve sevilen bir şeydir. Dolayısıyla ilgası caiz olamaz. Bir kölenin, sadece yaratıcısına kulluk için boşaltılması ile, haça, güneşe, aya, ateşe vb. tapmak için boşaltılması Allah ve Rasûlü katında aynı olamaz. Yüce Allah, katil keffâretinde iman şartını belirtmiş ve bu şarttan bahsedilmeyen diğer keffâretlerin hükmünü de o beyan üzerine havale etmiştir. Nitekim iki şahitte aranması gereken adalet vasfını bir yerde beyan etmiş, mutlak zikredilen diğer yerlerdeki şahitlikle ilgili hüküm­leri o beyana havale etmiştir. Düşünen kimse için Yüce Allah'ın kelâmındaki mutlak ve mukayyed ifadelerin çoğunun durumu böyledir ve bunlar sayıla­mayacak kadar çoktur. Bunlardan bir tanesi; sadaka, iyilik ya da ara bulma isteyen kimse hakkındaki: "...Kim Allah'ın rızasını elde etmek için onu yapar­sa, biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz. "[989] âyetidir. Başka bir yerde, hatta pek çok yerde, buradaki "Allah'ın rızasını elde etmek için" şartıyla iktifa edilerek, böyle bir kayıt getirilmeden, sevap bizzat amelin işlenmesine bağlanmıştır. Aynı şekilde, "Bu durumda her kim, mü'min olarak salih ameller işlerse, onun çabasını görmezlikten gelmek olmaz.[990] âyeti de misâllerden sadece biridir. Başka yerde ise, burada zikredilen iman şartının malum olma­sı ile yetinilerek, mükâfat doğrudan salih amellerin işlenmesine bağlanmış­tır. Va'd ve vaîd (sevap ve azap) ile ilgili naslarda çoğu kez durum böyledir.

11—  İki kölenin her bir yansım âzad etse, bir boyun (köle) âzad etmiş olmaz. Bu konuda âlimlerin üç görüşü vardır. Hepsi de İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir. İkincisi: Yeterlidir. Üçüncüsü —ki en doğrusu budur—: Eğer her iki kölenin de hürriyeti tamamlanmışsa kifayet eder, yoksa etmez, şeklindedir. Çünkü böyle bir adam hakkında, "O bir köleyi hürriyete kavuş­turdu." demek doğru olur. Hürriyetlerinin tamamlanmaması durumu ise böyle değildir.

12—  Keffâret, kefaret öncesi yapılan cima sebebiyle düşmez, ikiye de katlanmaz. Aksine, tek bir keffâret gerekir. Nitekim daha önce geçen Hz. PeygamberMn hükmü buna delâlet etmektedir.

Salt b. Dînâr der ki: "On fakîhe, zihar yapan kişinin keffâret vermeden önce cima etmesi durumunu sordum: Hepsi de: Bir keffâret gerekir, dediler. Onlar: Hasan (el-Basrî), İbn Şîrîn, Mesrûk, Bekr, Katâde, Atâ, Tâvûs, Mücâ-hid ve îkrimeMir. Onuncusu da sanıyorum Nâfi' idi." Dört imamın görüşü de böyledir.

İbn Ömer ile Amr b. el-Âs'ın: "Ona iki keffâret gerekir." dedikleri sahih olarak bilinmektedir. Saîd b. Mansur, zıhar yapıp da keffâret vermeden önce cima eden kimse hakkında, Hasan (el-Basrî) ve İbrahim'in: "Üç keffâret gerekir" dediklerini nakleder. Yine Saîd b. Mansur; Zührî, Saîd b. Cübeyr ve Ebu Yusuf'tan da bu durumda keffâretin düşeceği görüşünü nakletmiştir. Bunlara göre, keffâretin vakti geçmiştir, temastan önce verme imkânı kalma­mıştır.

Buna şöyle cevap verilir: Eda vaktinin geçmiş olması, vacibi zimmetten düşürmemektedir. Namaz, oruç, ve diğer ibadetlerde olduğu gibi. (Dolayı­sıyla keffâret düşmez.)

"İki keffâret gerekir" görüşünün izahı ise; bunlardan birincisi dönme gerçekleşen zıhar içindir. İkincisi ise haram olan cima içindir. Nitekim Ramazan gündüzünde, ihramlı halde iken yapılan cimalara da keffâret gerekmektedir.

"Üç keffâret gerekir" görüşüne getirilecek bir izah bilinmiyor. Olsa olsa harama karşı cür'etkârhğı sebebiyle, üzerine bir ceza olsun şeklinde düşünü­lebilir.

Allah Rasûlü'nün hükmü, bu görüşlerin aksine delâlet etmektedir. Allah en iyi bilir. [991]

 

G) İLA

 

1— Hz. Peygamberin (s.a.) îlâ Yapması:

 

Sahih-i BuharPdt sabit olduğu üzere Hz. Enes (r.a.) şöyle anlatır: Hz. Peygamber, hanımlarına îlâda bulundu. Ayağı (onlardan) kesilmişti. Kendi­sine ait bir odada yirmi dokuz gece kaldı. Sonra (oradan) indi. (Ashab): "Ya Rasûlallah! Bir ay îlâda bulunmadın mı?" dediler. Hz. Peygamber: "Ay yirmi dokuz (gece) olur.*' buyurdu[992]

îlâ konusunda Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Kadınlarından uzak kalmağa yemin edenler için dört ay beklemek vardır. Eğer (bu müddet içeri­sinde onlar kadınlarına) dönerlerse, şüphesiz Allah bolca bağışlayan ve esir­geyendir. Eğer (dönmeyip) boşamaya karar verirlerse ayrılırlar. Biliniz ki, Allah işitir ve bilir."[993]

îlâ, sözlükte yeminle kaçınmak demektir. Şer'î örfte, yeminle zevcesine yaklaşmaktan kaçınması mânasına tahsis edilmiştir. Bu yüzden de "hanımlarından kaçınırlar" mânasını içermesi (tazmin) için, hil edatı ile geçişli kılınmış ve denilmiştir. Bu şekildeki izah (tazmin); edatının mânasında olduğunu söyle­mekten daha güzeldir.

Yüce Allah, kocalara îlâ ile zevcelerine yaklaşmamak için (en fazla) dört ay bir süre tanımıştır. Bu süre geçtiğinde ya dönerler, ya da boşarlar.

Hz. Ali ve İbn Abbas: "Meşhur olduğu üzere, îlâ ancak öfke halinde olur, rıza halinde olmaz. Nitekim Hz. Peygamber'in îlâsı öyle olmuştur." demşlerdir. Kur'an'm zahiri cumhurun görüşü doğrultusundadır.

Bu konuda Muhammed b. Şîrîn ile bir adam münazara etmişler; adam İbn Sîrîn'e karşı Hz. Ali'nin sözünü söylemiş, İbn Şîrîn de âyeti okumuş ve adam susmuş.

îlâ âyeti, aşağıdaki hükümlere delâlet etmektedir:

1—  Biri bu (öfke haline has olmadığı).

2— Dört aydan daha az bir süre için cima etmeyeceğine dair yemin eden kimse îlâ yapmış olmaz. Bu cumhurun görüşüdür. Şâz bir görüşe göre ise îîâ yapmış sayılır.

3— Dört aydan daha fazla bir süre için yemin etmedikçe îlâ hükmü sa­bit olmaz. Eğer kaçınma müddeti tam dört ay ise îlâ hükmü yine sabit ol­maz. Çünkü yüce Allah kocalara dört aylık bir müddet tanımıştır. Bu sürenin bitiminde ya boşarlar ya da dönerler. Bu cumhurun görüşüdür. Ahmed, Şa­fiî, Mâlik de bunlardandır. Ebu Hanife: "Dört ayla da aynı şekilde îlâ yapıl­mış olur." demektedir. Bu onun "Konulan müddet, bitimiyle birlikte talâkın vuku bulacağı bir süredir." şeklindeki aslından teferru etmektedir. Cumhur ise konulan bu müddeti, mutalebe hakkının kazanılması için belirlenmiş bir süre kabul etmektedir. [994]

 

2— ilânın Talâk Sayılıp Sayılamayacağı:

 

Bu konu, ashab, tabiîn ve ondan sonra gelenlerin ihtilâf ettikleri bir mevzudur. İmam Şafiî, Süfyan'dan, o Yahya b. Saîd'den, o da Süleyman b. Yesâr'dan şöyle nakleder: Süleyman: "Ondan fazla sahabîye yetiştim. Hepsi de îlâda bulunanı durduruyorlardı." diyor.[995] Yani dört ay sonra (ilâsına son veriyorlardı).

Süheyl b. Ebî Salih, babasından rivayet ediyor: Babası şöyle diyor: Hz. Peygamber'in ashabından on iki kişiye, îlâ yapan kimse hakkında sordum. Hepsi de: "Üzerinden dört ay geçmedikçe kendisine bir şey lâzım gelmez." dediler[996]

Bu görüş sahabe tabiîn ve onlardan sonra gelen neslin çoğunluğuna aittir.

Abdullah b. Mes'üd ile Zeyd b. Sabit: "Dört ay geçer de bu süre içeri­sinde dönmezse, dört ayın dolmasıyla karısı kendisinden boş olur."[997] demiş­lerdir. Bu görüş tabiînden bir grupla, Ebu Hanife ve arkadaşlarının görüşü­dür. Bunlara göre mutalebe (tefrik talebinde bulunma) hakkı dört ayın biti­minden önce doğar. Bu süre içerisinde eğer dönerse ne âlâ, yok dönmezse bu sürenin geçmesiyle kadın boş olur. Cumhura göre ise dört ay geçmedikçe mutalebe hakkı doğmaz. Dört ay dolduktan sonra kendisine: "Ya dönersin, ya da boşarsın." denilir. Eğer dönmezse, ya hâkim aracılığı ile ya da bizzat kendisinin boşayincaya kadar hapsi yolu ile talâk îkaına gidilir.

Müddetin geçmesiyle talâkın vukubulacağını benimseyenler şöyle diyor­lar: îîâ âyeti bizim bu görüşümüze üç açıdan delâlet etmektedir:

Birincisi: Abdullah b. Mes'ûd bu âyeti: şeklinde, ilâvesiyle okumuştur. Dönüşün müddete izafesi, dönüşe o müddet içerisinde hak kazanıldığına delâlet eder. İbn Mes'ûd'un bu kıraati, ya haber-i vahid yerine konulacak ve her ne kadar Kur'an'dan olduğunu gerektirmese bile kendisiyle ameli vacib kılacaktır; ya da lafzı neshedilmiş, hükmü bakî kalmış Kur'an âyeti sayılacaktır. Bundan başkası asla caiz değildir.

İkincisi: Yüce Allah îlâ müddetini dört ay olarak belirlemiştir. Eğer dönüş, bu müddetten sonra olursa o zaman nassın belirlediği müddeti uzatmış olur. Bu ise caiz değildir.

Üçüncüsü: Eğer îlâ müddeti içerisinde cimada bulunsa, dönüş, süresi içeri­sinde yapılmış olmaktadır. Bu da dönüşe hak kazanmanın bu müddet içeri­sinde olduğunu gösterir.

Hem sonra Yüce Allah, kocalar için dört ay bekleme süresi tanımış ve sonra da: "Eğer dönerlerse şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcı ve çok esirgeyi­cidir. Eğer talâka niyet ederlerse.." buyurmuştur. Bu ifadenin zahirinden dönme ya da talâka niyet taksiminin, kocalara tanınan bekleme süresi içinde olduğunu göstermektedir. Nitekim kişi borçlusuna: "Sana dört ay müsaade ediyorum. Eğer ödersen ne âlâ, yoksa seni hapsederim." dediği zaman bu ifadeden sadece, "eğer bu müddet içinde ödersen" mânası anlaşılır. "Eğer bu müddetten sonra ödersen..." mânası anlaşılmaz. Aksi takdirde bekleme süresi dört aydan fazla olur. İbn Mes'ûd'un kıraati, dönüşün bu müddet içerisinde olduğunda sarihtir. Bu kıraat en azından şahabı tefsiridir.

Sonra bu müddet, ayrılık için konulmuş bir süredir. İddette olduğu gibi biter bitmez arkasından ayrılık gelir. Talâkın vukuu için konulan sürelerde de durum aynıdır. Meselâ, "Dört ay geçtiğinde sen boşsun!" demek gibi.

Cumhur ise şöyle diyor: îlâ âyetinde bizim için on delil vardır:

Birincisi: Allah, îlâ müddetini kocalara nisbet etti ve onların lehine bir | hak kıldı, aleyhlerine kılmadı. Dolayısıyla bu süre içerisinde karşı tarafın muta-lebe hakkının olmaması gerekir. Ancak sürenin bitiminden sonra mutalebe hakkı olur. Borçların süresi gibi. Eğer dört ay içerisinde karşı tarafa mutale­be hakkı tanırsanız, o zaman bu kocaların lehine bir süre olmamış olur ve hem o sürenin onlar lehine olduğu, hem de aleyhlerine mutalebe hakkının doğması makul olmaz.

İkinci delil: ifadesidir. Burada Yüce Allah dönmeyi, müddetten sonra, takip ifade eden "fâ" harfi ile zikretmiştir. Bu da dönmenin müddetten sonra olmasını gerektirir. Bu âyetin bir benzeri de: "Boşama iki defadır. (Bundan sonra) ya iyilikle tutmak, ya da güzel ve adaletli bir biçimde salıvermektir."[998] âyetidir. Tabiî bu da kesinlikle talâktan sonradır.

Burada, "Takip fası; dönmenin müddetten sonra değil de, îîâdan sonra olmasını gerektirir." diye bir itiraz yapılabilir. Buna şöyle denilebilir: Âyette önce îlâ zikredilmiş, sonra onu müddetin zikri takip etmiş, sonra onun ardından da dönmekten bahsedilmiştir. Fâ harfi, daha önce zikri geçenler üzere takibi gerektirdiğine göre, iki sözü edilenden daha uzağına atfedilmesi caiz olrnaz. Ya ikisine de birden veya en yakın olana dönmesi gerekir.

Üçüncü delil: ifadesidir. "Azim" sadece azmedenin yapmaya karar verdiği şeydir. Nitekim, "Farz olan bekleme müddeti dolmadan nikâh kıymaya azmetmeyin"[999] âyetinde de öyledir. Burada, "Dönmenin yapılmaması talâka azimdir." şeklin­de bir itiraz yapılabilir. Cevaben şöyle denilir: "Azim, azmedilen şeyi yapmak ya da terketmek hususunda gösterilen kesin bir iradedir. Siz ise mücerred süre­nin dolmasıyla talâkı vaki kabul ediyorsunuz. İsterse onda cimaya ya da terkine dair bir azim olmasın. Hatta dönmeye azmetse bile, cimada bulunmamışsa, sürenin dolmasıyla adamın aleyhine olarak karısını boş kabul ediyorsunuz. Halbuki adamın talâk kasdi yok. Bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Âyet sizin aleyhinize bir hüccettir.

Dördüncü delil: Yüce Allah, îlâ yapanı âyette iki şey arasında muhayyer kılmıştır: Dönmek ya da talâk. İki şey arasında muhayyer kılmak, ancak tek bir merhalede sözkonusu olur. Keffâretlerde olduğu gibi. Eğer iki ayrı merha­lede olacak olsa ona muhayyer kılmak değil, birini diğeri üzerine tertib etmek denilir. Eğer bu anlaşıldıysa şimdi diyoruz ki, size göre dönüş dört ayhk süre içerisinde, talâka azim ise müddetin sonundadır. Bu durumda muhayyer kılma, aynı merhale içerisinde gerçekleşmemektedir.

Şöyle denebilir: "O müddet içerisinde dönmek ile, dönmemek arasında muhayyerdir, müddetin dolmasıyla da talâka azmetmiş olur." Buna şöyle cevap verilir: Dönmemek, talâkı azmetmek demek olamaz. Size göre o ancak müddetin sona ermesiyle azim olmaktadır. Dolayısıyla bu durumda talâka azmetmekle dönmek arasında asla bir muhayyer kılma sözkonusu olmaz. Çünkü müddetin bitmesiyle size göre talâk vuku bulmaktadır, fakat dönme imkânı kalmamıştır. Müddet içerisinde dönebilir, fakat o takdirde de vaktin geçmesinden ibaret olan talâka azim vakti henüz gelmemiştir. Şu halde bu başlı basma beşinci bir delil olmaktadır.

Altıncı delil: îki şey arasında muhayyer kılma, o şeylerin muhayyer kılı­nan kişi tarafından işlenmesini gerektirir ki, onlardan her birinin işlenmesini ya da terkini tercihte bulunması sahih olsun. Aksi takdirde muhayyerliğinin mânası kalmaz. Vaktin geçmesi ise kişi tarafından tercihle ortaya konulacak bir şey değildir.

Yedinci delil: Yüce Allah: "Eğer talâka azmederlerse şüphesiz ki, Allah işiticidir, bilicidir." buyurmuştur. Bu ifade, âyeti işiticilİk sıfatı ile bitirmesi­nin uyumlu olabilmesi için, talakın işitilen bir söz olmasını gerektirmektedir.

Sekizinci delil: Kişi borçlusuna: "Sana dört ay müddet. Eğer ödersen, kabul ederim. Yok ödemezsen seni hapsederim." dese, bu ifadeden şu anlaşılır Ödeme de hapis de müddetin bitiminden sonradır, müddet içinde değildir, muhatap, bundan başka bir mâna anlamaz.

İtiraz: Mevzumuzun bir benzeri: "Sana üç gün muhayyerlik. Eğer satış akdini feshedersen edersin, yoksa seni bağlar." ifadesidir. Malumdur ki fesih ancak üç günün içinde olur, sonrasında olmaz. Buna ne diyecekiniz?

Cevap: Bu bizim size karşı getireceğimiz en güçlü delillerimizden birisi­dir. Çünkü akdin gereği bağlayıcılıktır. Kendisine üç günlük süre ile muhay­yerlik hakkı tanınmıştır. Müddet biter de feshe gitmezse akit normal hükmü-ne yani bağlayıcılık haline dönmüş olur. Zevce de aynı şekilde kocası üzerin­de cima hakkına sahiptir. Nitekim kocanın da kadın üzerinde hakkı bulun­maktadır. Yüce Allah: "Erkeklerin kadınlar üzerindeki haklan gibi, kadın­ların da erkekler üzerinde bir takım iyi davranışa dayalı haklan vardır." buyur­maktadır. Allah (c.c.) dört ay boyunca karısından uzak durmayı bir hak olarak erkeğe tanımış ve bu süre içerisinde kadına cima konusunda bir hak tanıma­mıştır. Müddet bittiği zaman, kadın akdin tabiatı gereği hakkına kavuşmak­tadır ki, o da tefrik talebinde bulunmaktır, yoksa talâkın vukuu değildir. Şu halde bu da dokuzuncu ve müstakil bir delil olacaktır.

Onuncu delil: Yüce Allah, îlâ yapanların lehlerine bir şey, aleyhlerine de iki şey getirmiştir. Lehlerine olan şey dört ay beklemektir. Aleyhlerine olan İki şey ise, ya dönmek ya da talâktır. Size göre ise, onlara gereken sadece dönmektir. Talâk ise onlann üzerine hatta onların eline verilmiş değildir. O sadece Allah'ın emrine bırakılmıştır; müddetin bitmesinin hemen akabinde, koca istesin istemesin kadının boş olduğuna hükmedilir. Bu durumda bu işin îlâ yapanın elinde olduğunu ya da yapması gereken bir yükümlülük olduğu­nu söylemek mümkün değildir, bu nassın zahirine ters düşmektedir.

Sonra, îlâ keffâreti gerektiren, Allah adına yapılmış bir yemindir. Diğer yeminlerde olduğu gibi, bununla da talâk vuku bulmaz.

Yine bu Sâri' Teâlâ'nın takdir ettiği bir müddettir. Öncesinde bir ayrılık yoktur. Dolayısıyla iktidarsıza (innîn) verilen müddette olduğu gibi, bununla talâk (beynûnet) meydana gelmez.

Hem sonra "îlâ" derhal talâk ikamda kullanılan bir söz değildir, gele­cek bir zamana bağlanan talâk için de kullanılmaz. Zıhar gibi.

Üstelik îlâ cahiliye döneminde talâktı, zıhar gibi onun talâk olması da neshedildi. Dolayısıyla îîâ ile talâkın vukuu caiz olmaz. Çünkü bu, mensuh hükümle amel etmek ve cahiliye devri uygulamasına dönmek olur.

İmam Şafiî şöyle der: Cahiliye döneminde insanlar üç şeyle yemin eder­lerdi: Talâk, zıhar ve îlâ ile. Yüce Allah zıhar ile îlânın, cahiliye devrindeki talâk sayılması şeklindeki hükmünü değiştirerek, İslâm'daki şekillerini verdi. Talâkın hükmü ise eskiden olduğu üzere baki kaldı. [1000] Şafiî'nin ifadesi böyle.

Taİâk sadece sarih ya da kinaye lâfızlarla gerçekleşir. îlâ ise bunlardan değildir. Zira eğer sarih olsaydı, mutlak zikri durumunda talâk derhal vuku bulurdu. Kayıtlaması durumunda da belirtilen sürenin sonunda gerçekleşirdi. Eğer kinaye olsaydı, o zaman kişinin niyetine başvurulurdu. Aynı şev liân için varid değildir. Çünkü liân, talâkı değil, feshi gerektirir. Fesih söz olma­dan gerçekleşir. Talâk ise ancak sözlü olarak gerçekleşir.

İbn Mes'ûd'un kıraatine gelince, bu nihayet bekleme süresi içerisinde dönmenin caiz olduğuna delâlet eder, müddet içerisinde mutalebe hakkının doğmasına delâlet etmez. Bu da doğrudur ve biz bunu inkâr etmiyoruz.

"Müddet içerisinde dönmenin caiz olması, o süre içinde mutalebe hakkının mevcudiyetini gösterir." şeklindeki sözünüzün, "vadeli borç" Örneği ile bâtılhğı ortadadır.

"Eğer dönmek müddetten sonra olsaydı, o zaman süreyi dört aydan fazla uzatmış olurdu." şeklindeki İddianız da doğru değildir. Çünkü bu dört ay, içinde mutalebe hakkı bulunmayan bekleme süresidir. Sürenin mücerred bitme­siyle, koca aleyhine mutalebe hakkı doğmaktadır. Bundan sonra kadın hemen talepte de bulunabilir, mühlet de verebilir. Bu aynen belirli vâdeye bağlı diğer haklar gibidir, mutalebe hakkı ancak vâdenin bitiminde doğar. "Bu durum vâdeyi uzatmak olur." da denilmez. îlânın süresi için de durum aynıdır.

Âyet, îlâ yapması sahih olan bir kimsenin, hangi şekilde yemin ederse etsin onun ya dönünceye ya da boşayıncaya kadar îlâda bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Bu delâlet selef ve halef ulemasından, "Talâk üzerine yeminle îlâ yapan kimse ya dönmek ya da boşamak durumundadır." görü­şünde olanlar için bir delil olmaktadır. Her iki durumda da üzerine talâkı gerek­li görenler için bu yemini îlâ hükmü içine sokmaları mümkün değildir. Çünkü, "Eğer seninle bir seneye kadar cima edersem, sen üç talâk boşsun!" dediğin­de ve üzerinden de dört ay geçtiğinde, onlar kocaya: "Ya cima edersin, ya da boşarsın." demiyorlar. Aksine: "Eğer cima edersen kadın boş olur; yok cima etmezsen boş hükmünü biz veririz." diyorlar. Çokları, âletini içeri girdir­mesine bile imkân vermiyor. Çünkü, diyorlar; cinsel ilişkinin bir parçası olan geri çekmek artık yabancı olan bir kadının cinsel uzvunda gerçekleşmiş olacak­tır. Bu durumda onun îlâ yapan biri olmadığını söylemekten başka verilebi­lecek bir cevap yoktur. O zaman şöyle denilecektir: Dört ay geçtikten sonra adamı durdurmayınız ve ona talâk üzerine yeminine istinaden devamlı olarak cimadan kacınabileceğini söyleyiniz. (Yok böyle yapmaz da) ona dört ay gibi bir süre koyarsanız, o zaman yeminsiz îlâ hükmünü isbat etmiş olursunuz. Yok, onu îlâ yapmış biri kabul eder ve kendisine îlâ hükmünü tanımazsanız bu kez de îlâ hükmüne ve nassın gereğine muhalefet etmiş olursunuz. Bunlar, onlara karşı kullanılan delillerden bazısıdır.

Soru: "Seninle cima edersem, üç talâk boşsun!" diyenin hükmü nedir?

Cevap: Bu konuda, "Acaba bu sözle îlâ yapmış olur mu, olmaz mı?'* şeklinde fukahanın iki ayrı görüşü vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den riva­yet edilmiştir. İmam Şafiî'den de iki kavil olarak gelmiştir. Son görüşüne göre, bu sözle îlâ yapılmış olur. İmam Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşleri de bu şekil­dedir. Her iki görüşe göre de, girdirmesine imkân (cevaz) verilir mi, verilmez mi? Hanbelî ve Şafiî mezhebinde iki vecih vardır:

1) Bu caiz olmaz, haram olur. Çünkü girdirmesiyle onlara göre üç talâk boş olur ve ondan sonrası artık haram olacağından, girdirmesi de haram olur. Bunun bir benzeri de şudur: Oruçlu, fecrin doğmasından önce ancak âletini sokabileceği fakat çıkaramayacağı kadar bir zaman olduğunu bilse, sokması her ne kadar mubah olan bir zaman içindeyse de kendisine haram olur. Çünkü çıkarması haram olan zaman içinde bulunacaktır. Burada da aynı şekilde girdir­mesi haram olur. Her ne kadar talâktan önce ise de, çıkarması talâk sonrası­na düşmektedir.

2) Girdirmesi haram olmaz. Maverdî şöyle der: Bu görüş diğer Şafiî fuka-hasına aittir. Çünkü kadın zevcesidir. Çıkarması da haram olmaz, çünkü — her ne kadar girdirmesiyle kadın boş olmuş ise de— bu ilişkiyi terketmektir. Bu ilişkide haram olan, girdirildiğinde orada tutulmasıdır, yoksa girdirme ve hemen akabinde çekme haram değildir. Şafiî'nin sözlerinin zahirinden anla­şılan budur. Çünkü o şöyle demiştir: "Oruca niyetli kişi cima yaparken fecir doğsa ve tam anında çıkarsa, o orucu üzeredir. Ama çıkarmadan beklerse, orucu bozmuş olur ve keffâret verir." îlâ bahsinde de: "Kişi eğer, 'Seninle cima edersem, sen üç talâk boşsun!' dese, bakılır. Şayet döner ve kertiğe kadar içeri girdirirse, kadın kendisinden üç talâk boş olur. Eğer çıkarır tekrar girdi-rirse, üzerine kadının emsal mehri gerekir." demektedir. Bunlar girdirmenin cevazına şu örneği de getirmişlerdir: Kişi bir adama: "Evime gir ve orda durma" dese, girme izinle olduğu için mubah olur, yasak bulunduğu için de hemen çıkması gerekir. Çıkmak, her ne kadar yasak zamanına rastgelmekte ise de mubah olmaktadır. Çünkü bu bir terktir. Aynı şekilde, böyle bir îlâda bulunan kimse İçin de girdirmesi ve çekmesi mubah, orada bekletmesi haram olur. Oruçlunun fecirden önce girdirmesi, hemen fecir sonrası çekmesi duru­munda da aynen buradaki ihtilâf geçerlidir. Bazıları ise, fecir öncesi oruçlu­ya girdirmesi haramdır, fakat îlâ yapana haram değildir demişlerdir. Arala­rındaki fark şudur: Oruçlu üzerine haramlık, girdirme dışında başka bir sebeple de ortaya çıkabilir. Dolayısıyla, ona girdirmenin haram olması caizdir. îlâda bulunana ise haramlık ancak girdirme yoluyla ortaya çıkmaktadır. Dolayı­sıyla aralarında fark vardır.

Üçüncü bir grubun görüşü ise şöyledir: Bu kişiye elmada bulunması haram olmaz, zevcesi de boş olmaz. Aksine durdurulur ve kendisine: "Allah'ın sana emri, dönmen ya da boşamandır." denilir. Bu adam nasıl bir îlâ yapmış oluyor ki dönüş hakkı olmuyor, aksine talâkla ilzam ediliyor. Onunla cima edecek olsa talâk vuku buluyor. îlâ olmasına rağmen her iki durumda da talâk gerçek­leşiyor. Bu nasıl olur? Kur'an'm zahirine ters değil midir?

Bu kimse hakkında şöyle denilmelidir: Eğer dönerse cima ile talâk gerek­mez. Yok dönmezse, talâkla ilzam edilir. Bu, talâk üzerine edilen yeminin, talâk gerektirmeyeceği, sadece yemin keffaretinin yeterli olacağı görüşünde olanların mezhebidir. Zahirîlerin, Tâvûs, îkrime ve hadis ulemasından bir grubun görüşleri bu şekildedir. Şeyhülislam İbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. [1001]

 

H) LİAN

 

1— Hz. Peygamberdin (s.a.) Liân Hakkındaki Hükmü:

 

Yüce Allah şöyle buyurur: "Eşlerine zina isnadında bulunup da kendi­lerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahitliği, kendi­sinin doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ederek şahitlik etmesi, besince defa da, eğer yalan söyleyenlerden ise, Allah'ın lane­tinin kendi üzerine olmasını dilemesidir.

Kadının, kocasının yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitlik etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyen­lerden ise, Allah'ın gazabının kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır."[1002]

Sahihayrfâa. Sehl b. Sa'd hadisi şöyledir: Uveymir el-Aclânî, Âsim b. Adiy el-Ensarî'ye gelerek: "Ne dersin ya Âsim! Bir adam karısının yanında birini bulursa onu öldürür. Siz de kendisini öldürür müsünüz?. Yoksa ne yapar? Şunu benim için ya Âsim, Rasûlullah'a (s.a.) soruver!" demişti. Âsim da Rasûlullah'a (s.a.) sormuş, Rasûlullah (s.a.) bu suallerden hoşlanmamış; onlan ayıp görmüştü. Hatta (bu meyanda) Rasûlullah'tan işittiği sözler, Âsım'a ağır gelmişti. Âsim evine dönünce Uveymir gelmiş ve: "Ya Âsim! Rasûlullah (s.a.) sana ne dedi?" diye sormuştu. Âsim: "Sen-bana hayır getirmedin; Rasû­lullah (s.a.) kendisine sorduğum sorudan hoşlanmadı." dedi. Uveymir: "Valla­hi ben bu meseleyi ona sormaktan vazgeçmeyeceğim." diye karşılık verdi. Derken Uveymir kalkarak, halk arasında bulunan Rasûlullah'ın yanına geldi.

ve: "Ya Rasûlullah! Ne buyurursun, bir adam karısının yanında birisini bulursa onu öldürür, siz de kendisini öldürür müsünüz; yoksa ne yapmalı?" diye sordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Seninle zevcen hakkında âyet indi. Haydi git de onu getir" buyurmuştu.

Sehl şunu söyledi: Müteakiben Iiân yaptılar. Ben de halk ile beraber Rasû-iullah'ın yanında idim. Liânı bitirdikleri vakit Uveymir: "Eğer karımı nikâ­hım altında tutsam, hakkında yalan söylemiş (oldum) Ya Rasûlallah!" demiş ve kendisine Rasûlallah (s.a.) emretmeden onu üç talâkla boşamıştı.

Zührî şöyle der: "Artık bu, Hân yapanların âdeti olmuştur."

Sehl devamla: "Kadın hamile idi. Artık çocuğu annesinin adı ile çağrılı­yordu. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere, çocuğun kadına, kadının çocuğa varis olması sünnet halini aldı." demiştir.

Bir rivayette: Mescidde Hânda bulundular ve Hz. Peygamber'in yanında karısından ayrıldı. Hz. Peygamber: "İşte Hân yapanlar arasındaki ayırma (tefrik) budur." buyurdu, denilmektedir.[1003]

SehTinf "Kadın hamile idi..." sözü Buharî'de Zührî'nin sözü olarak veril­miştir. Buharî'nin rivayetinde şu da vardır: Sonra Hz. Peygamber: "Bakı­nız, eğer bu kadın, vücudu siyah, gözlerinin siyahı koyu, kıçının iki yanı büyük, baldırları kaba tipte bir çocuk getirirse, muhakkak ben Uveymir'in bu kadı­na zina isnadında doğru olduğunu sanırım. Eğer kadın kelergillerden kızılca kurt gibi kızıl bir çocuk doğurursa, bu defa da ben şüphesiz kadına bühtan ve iftira ettiğini sanırım." buyurdu. Sonra çocuk, Rasûlullah'ın Uveymir'i tasdik yollu tasvir ettiği şekilde doğdu.

Bir rivayette: "Kadın hamile idi. (Uveymir) hamli(n kendisinden oldu­ğunu) inkâr etti." şeklindedir.[1004]

Sahih-i Müslim'de İbn Ömer anlatır: Falan oğlu falan Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlullah! Ne buyurursun, birimiz karısını kötülük yaparken bulsa ne yapmalıdır? Konuşmuş olsa, pek büyük bir şey hakkında konuşacak; sussa yine böyle bir şey hakkında susacak!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) sükut buyur­du; ona cevap vermedi. Biraz arası geçince o adam tekrar gelerek: "Ya Rasû­lallah! Sana sorduğum başıma geldi." dedi. Bunun üzerine Allah (c.c), Nûr süresindeki: "Kanlarına iftira atanlar..." âyetlerini indirdi. Hz. Peygamber (s.a.) bunlan o zata okudu, kendisine vaaz ve nasihatta bulundu. Dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu ona haber verdi. Adam: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin olsun ki, kanma iftira etmedim." dedi. Sonra kadını çağırdı. Ona da vaaz ve nasihatta bulundu ve dünya azabının ahiret azabından kolay olduğunu haber verdi. Kadın: "Hayır! Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bu adam hakikaten yalancıdır!" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) (Hâna) erkekten başladı. Adam kendisinin gerçekten doğru söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah'a şehadet etti. Beşinci şehadet: Eğer yalaıicılardansa Allah'ın laneti kendi üzerine olması idi. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) bunlan kadına tekrarlattı. O da: Adamın gerçekten yalancılardan olduğuna, dört defa Allah'a şehadet etti. Beşincide: Şayet kocası doğru söyleyenlerdense Allah'ın gazabı kendi üzerine olması idi. Müteaki­ben Hz. Peygamber onları birbirinden ayırdı.[1005]

Sahihayn'da, şöyle belirtilir: Hz. Peygamber'in Hânda bulunan eşlere: "Hesabınız Allah'a kalmıştır. Biriniz yalanadır. Senin kadın aleyhine bir deliHn yok." buyurdu. Erkek: "Ya Rasûlallah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım?" diye sordu. Hz. Peygamber: "Sana mal yok. Eğer kadın aleyhinde doğru söyle­diysen, mal, fercinin sana helâl olmasına tekabül eder. Yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyurdu.

Yine Sahihayn'd&ki bir rivayette Hz. Peygamber: "Vallahi, ikinizden biri mutlaka yalancıdır. Tövbe edeniniz var mı?" buyurmuştur[1006]

Yine Sahihayn'da îbn Ömer'den nakledilmiştir: Bir adam Hz. Peygam­ber (s.a.) devrinde Hânda bulundu. Rasûlullah (s.a.) onları ayırdı ve çocuğu annesinin (nesebine) kattı.[1007]

Müslim'de İbn Mes'ûd hadisinde Hân edenlerle ilgili olayda şu anlatılır:

Erkek, kendisinin hakikaten doğru söyleyenlerden olduğuna Allah'a dört defa şehadette bulundu. Sonra beşincide: Eğer yalancılardan isem Allah'ın laneti kendi üzerime olsun, diye lanette bulundu. Arkasından kadın Hân yapma­ya kalktı. Rasûlullah (s.a.) ona: "Vazgeç!" buyurdu. Fakat kadın razı olma­dı ve Hân yaptı. Onlar dönüp gittikten sonra Hz. Peygamber: "Umulur ki bu kadın, kara, cılız bir çocuk doğurur." buyurdu. Müteakiben kadın kara, cılız bir çocuk doğurdu.[1008]

Yine Sahih-i Müslim'de Enes b. Mâlik şöyle anlatır: Hilâl b. Ümeyye, karısına Şerik b. Sehma ile zina isnadında bulundu. Şerik, Berâ b. Malik'in anne bir kardeşi olup İslâm'da ilk Iiân yapan adamdı. Hilâl kansı ile Iânet-leşti. Bunun üzerine Rasûluilah (s.a.): "Kadını gözetleyin! Eğer beyaz (tenli), düz saçlı, bozuk gözlü bir çocuk doğurursa, çocuk Hilâl b. Ümeyye'ye; sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh doğurursa Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Bila­hare haber aldım ki kadın sürmeli gözlü, cılız, ince baldırh bir çocuk doğur­muş.[1009]

Sahihayn'da. İbn Abbas, benzeri bir ifadeyle bu olayı anlatmıştır. İbn Abbas'a bir adam: Rasûlullah'ın: "Bir kimseyi şahitsiz recmetseydim, bu kadı­nı recmederdim." buyurduğu kadın bu mudur? diye sormuş. O da: "Hayır, o İslâm'da aşikâr kötülük işleyen bir kadındı." cevabını vermiştir.[1010]

Bu hadisin Ebu Davud'a ait rivayetinde İbn Abbas şöyle demiştir: "Hz. Peygamber onları ayırdı ve çocuğun, baba adıyla çağrılmamasına, ne kadına ne de çocuğa zina isnadında bulunuimamasına; kim kadına ya da çocuğa zina isnadında bulunursa kendisine (iftira) cezası gerekeceğine hükmetti. Ayrıca talaksız ayrılmış oldukları için ölüm iddeti de olmadığından kocanın kadın lehine mesken ve nafaka (iddet nafakası) yükümlülüğü olmadığına da hükmet-ti."[1011]

Buharî zikreder: Hilâl b. Ümeyye, Nebî (a.s.)'ın huzurunda kansma, Şerik b. Sehma ile zina etti, diye söz attı. Rasûluilah da Hilâl'e: "Dört şahidini hazırla, yahut arkana had (vurulur)." buyurdu. Bunun üzerine Hilâl: "Ya Rasûluilah! Bizim birimiz karısının üstünde bir erkek görürse şahit aramağa mı gidecek? (Şahit getirinceye kadar) işini görüp savuşmaz mı?" diye itiraz etti. Rasûl-i Ekrem: "Sen şahitlerini hazırla, aksi takdirde arkana iftira ceza­sı (seksen değnek) vurulur." demeğe devam etti. Bunun üzerine Hilâl b. Ümey­ye: "Ya Rasûlallah! Seni hak peygamber gönderen Allah Teâlâ'ya yemin ederim ki, muhakkak ben kesin olarak doğru söylüyorum ve eminim ki, Allah benim sırtımı hadden kurtaracak bir vahiy, bir âyet gönderecektir." dedi. Bu sırada hemen Cibril İndi, Rasûl-i Ekrem'e: "Eşlerine zina isnad edip de..."[1012] âyetlerini getirdi. Bunun üzerine Rasûluilah, kadına haber gönderdi. Kocası Hilâl de hazır bulundu. îlk önce Hilâl şehadet ve yemin etti. Rasûl-i Ekrem: "Allah muhakkak bilir ki, sizin biriniz elbette yalancıdır. Şu halde içinizden tevbe eden (ve Han yemininden dönen) var mıdır?" buyurdu. Sonra karısı şehadette bulundu. Beşinci yemine sıra geldiğinde, mecliste hazır bulunan­lar, kadını durdurarak: "Bak kadın! Bu beşinci yemin azabı mucibtir." ihta­rında bulundular.

Râvi îbn Abbas der ki: Bu ihtar üzerine kadın biraz ağırlaşip durakladı. Hatta biz kadını yemin etmekten vazgeçecek ve geri dönecek sandık. Sonra kadın (kendisini toplayıp): "(Şimdiye kadar şerefle yaşamış) kavim ve kabi­lemi ben bundan sonraki günlerde rezil ve rüsvay etmem!" diyerek Iiân yemi­nini yerine getirdi. Sonra Rasûl-i Ekrem: "Bu kadına bakınız. Eğer gözleri sürmeli, iki kıçı iri, baldırları kalın bir tipte çocuk dünyaya getirirse, çocuk Şerik b. Sehma'ya aittir." buyurdu. Kadın da hakikaten böyle bir çocuk doğur­du. Bunun üzerine Rasûluilah: "Eğer Allah'ın Kitab'mın Iiân hükmü infaz edilmemiş olsaydı, benimle bu kadın arasında bir macera vardı (Yani ben o kadına zina cezası icra ederdim.)" buyurdu.[1013]

Sahihayn'da rivayet edilir. Sa'd b. Ubâde: "Ya Rasûlallah! Ne buyu­rursun, karısının yanında bir adam bulan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûluilah (s.a.): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim, ki bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûluilah: "Efendinizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

Bir başka rivayette: "Ya Rasûlallah! Eşimin yanında bir adam bulur­sam dört şahit getirinceye kadar ona mühlet verecek miyim?" diye sormuş. O da: "Evet!" cevabım vermişti.

Bir başka rivayette: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit geti­rinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sordu. Rasûl-i Ekrem: "Evet!" cevabını verdi. Sa'd: "Asla olamaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" dedi. Rasû­luilah (s.a.) şöyle buyurdu: "Efendinizin söylediğine kulak verin. O hakika­ten gayur (kıskanç, gayretli) dur. Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur."

Bir başka rivayet ise şöyledir: "Ben eşimin yanında bir adam görürsem onu mutlaka ters tarafını çevirmeden kılıçla vururum." dedi. Bu söz Rasû-lullah'ın (s.a.) kulağına vardığında şöyle buyurdu: "Siz SaM'ın gayretine şaşı­yor musunuz? Vallahi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayur­dur. Gayretinden dolayıdır ki, Allah kötülüklerin aşikârını, gizlisini haram kılmıştır. Allah'tan daha gayur, hiçbir şahıs yoktur. Allah'a olduğundan fazla hiçbir kimseye özür makbul olamaz. Bunçlan dolayıdır ki Allah, Peygamberi müjdeci ve korkutucu olarak göndermiştir. Allah'tan başka hiçbir kimseye övgü daha makbul değildir. Bundan dolayıdır ki, Allah cenneti vaad etmiştir."[1014]

 

2— Liân Her Eş Arasında Yapılabilir:

 

Bu hadislerden birçok hüküm çıkmaktadır:

Lîân her eş arasında yapılabilir: Eşlerden her ikisinin ya da birisinin müslü-man, kâfir, âdil, fasık, iftira cezasına çarptırılmış olup olmamaları arasında fark yoktur. İshak b. Mansur rivayetinde İmam Ahmed şöyle demiştir; "Bütün eşler liân yapabilirler. Hür erkek, zevcesi olan hür kadın ve cariyeye; köle zevcesi olan hür kadın ve cariyeye karşı; müslüman koca yahudi ya da hıris-tiyan zevcesine karşı Iiânda bulunabilir.'* Bu aynı zamanda Mâlik, İshak, Saîd b. Müseyyeb, Hasan, (el-Basrî), Rebîa, Süleyman b. Yesâr'ın da görüşleridir.

Re'y âlimleri, Evzaî, Sevrî ve daha başka bir grup da Iiâmn ancak müslü­man, âdil, hür ve iftira cezasına çarptırılmamış eşler arasında cari olabileceği görüşünü benimsemişlerdir. Bu görüş İmam Ahmed'den de rivayet edilmiştir.

Bu iki görüşün yaklaşımları şu şekildedir: Liân kendisinde iki özelliği bir arada toplamaktadır: Yemin ve şehadet. Nitekim Yüce Allah liâna, "şehadet" tabirini kullanırken Hz. Peygamber de: "Eğer yeminler olmasaydı, onunla benim aramda bir macera olurdu." buyurduğunda "yemin" ifadesini kullan­mıştır. Dolayısıyla yemin tarafını ağır bastıranlar yemin yapması sahih olan herkesin Hânda bulunabileceğini söylemişlerdir. Bunlara göre, "Kadınlara zina isnadında bulunanlar..." ifadesinin genel (âm) oluşu da bunu gerektirmekte­dir. Hz. Peygamber onu yemin diye İsimlendirmiştir; Allah'ın ismine ve tekitli bir yemin sözcüğüne ve onun cevabına ihtiyaç vardır. Yine yemin olduğu içindir ki, Hânda —şehadetin aksine— kadın ve erkek eşittir. Eğer şehadet olsaydı, lâfzı tekrarlanmazdı. Yemin ise öyle değildir. Kasâmede olduğu gibi, yemi­nin tekrarlanması meşrudur. Hem şehadeti makbul olmayan bir insanın liân ve çocuğun reddine olan ihtiyacı, şehadeti makbul insanların ihtiyacı ile aynıdır. Şehadeti makbul olmayanın başına gelen ve Hâna götürecek olan durum, âdil ve hür insanın başına gelen durum gibidir. Şeriat iki türden birinin zararım kaldırıp, onun hakkında bir çıkış ve kurtuluş yolu indirip de, diğer türü sıkıntıve ağır yükler altında eli kolu bağlı bir vaziyette bırakmaz. Mümkün müdür ki şeriatte, bir kişi yardım isteyecek de ona el uzatılmayacak eman isteyecek eman verilmeyecek, konuşmuş olsa konuşamayacak (çünkü ceza var), sussa susamayacak (çünkü içi rahat etmeyecek), Allah'ın rahmeti ona dar gelece! ve sadece şehadeti makbul insanları kapsayacak olsun? Bu, Rahmet Peygarhj beri'nin hoşgörü ve genişlik esasına dayalı şeriatının asla kabul etmeyeceği bir durumdur.

Diğerlerinin delilleri: Yüce Allah (c.c): "Eşlerine zina isnadında bulı nup kendilerinden başka şahitleri olmayanlara gelince, onların her birinin şahı  ligi..." buyurmaktadır. Bu âyette üç açıdan delil vardır:

Birincisi: Yüce Allah lian yapacak kocaları şahitlerden istisna kılmıştıı . Buradaki istisna kesinlikle istisna-ı muttasıldır. Bu yüzdefı de                   kelimesi merfu olarak gelmiştir.

İkincisi: Kocaların Hânda bulunmalarının bir şehadet olduğunu tasrj ı etmiş, sonra Yüce Allah daha ziyade beyanda bulunarak: "Kadının, kocajf nın yalan söyleyenlerden olduğuna dair dört defa Allah adına yemin ile şahitli etmesi, beşinci defa da, eğer (kocası) doğru söyleyenlerden ise, Allah'ın gaz! bınm kendi üzerine olmasını dilemesi, kendisinden cezayı kaldırır." buyui muştur.

Üçüncüsü: Yüce Allah liân ifadelerini şahitlerin yerine bedel kılmış bulunmamaları durumunda onların yerini aldırmıştır.

Amr b. Şuayb, babası ve dedesi kanalıyla Hz. Peygamber'in: "Ne ı köle, ne de iki kâfir arasında liân yoktur." buyurduğunu rivayet eder. E'|u Ömer b. Abdİlber, bunu et-Temhîd'de zikretmiştir.                                

Dârakutnî yine aynı zattan, aynı senetle merfu olarak: "Dört (grup) vardır ki bunlar arasında liân yoktur: Hür ve cariye arasında liân yoktur. Hür kadın ve köle arasında liân yoktur. Müslüman ve yahudi kadm arasında liân yoktur. Müslüman ve hıristiyan kadm arasında liân yoktur."[1015] hadisini nakleder.

Abdürrezzak, Musannef İnde İbn Şihab'dan, şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber'in, (Mekke valisi) Attâb b. Esîd'e talimatından birisi de: "Dört (grup) arasında liân yoktur." buyurarak yukardakileri saymasidır.[1016]

Hem sonra liân şahitlikten bede! ve şahitlerin bulunmaması halinde onların yerine kâim kılınmıştır. Dolayısıyla ancak şahitlikleri makbul olan kimseler liân yapabilirler. Liân şahitlik sayıldığı içindir ki, kadın Hândan kaçındığın­da kocanın yaptığı dört liân ifadesi, dört zina şahidi yerinde kabul edilerek zina cezasına çarptırılmaktadır.

" = Bu geçen yeminler olmasay­dı, benimle onun arasında bir macera olurdu." şeklindeki hadise gelince; mahfuz olan ve Buhari'de yer alan ifadesi:  = Eğer Allah'ın   Kitab'ında   geçen   (hüküm)   olmasaydı..."   şeklindedir.

şeklindeki rivayet Abbâd b. Mansur'un rivayetidir.

Pek çok kimse onu tenkit etmiştir. Yahya b. Maîn: "O bir şey değildir." demiş. Ali b. el-Huseyn b. el-Cüneyd er-Râzî: "Metruktür, kadercidir." demiş. Nesâî de zayıf olduğunu söylemiştir.

Şeriatte yerleşik bir kaide vardır: Beyyine, müddeî üzerine, yemin de münkir (inkâr eden davacı) üzerinedir. Koca burada iddia makamındadır. Dolayısıyla onun Hânı şehadet olmaktadır. Eğer yemin olsaydı, müdeî (dava­cı) olduğu için (liân) kendi tarafına düşmezdi.

Birinci görüş sahiplerinin cevaplan:

Liâna şehadet isminin verilmesi, Hânda bulunanın yemininde: "Allah adına şahitlik ederim ki..." demesindendir. Lâfzına itibarla her ne kadar yemmse de, bu şekilde şehadet diye isimlendirilmiştir. Nasıl yemin olmaz ki, Hânda bulunan kasem ve cevabı ile onun yemin olduğu tasrih edilmiştir. Yine, demesi durumunda bununla yemin etmiş olmaktadır. Bu yeminde sarih bir ifade olduğu için yemine niyet edip etmemesi durumu değiş­tirmez. Araplar hem lügatlerinde, hem de kullanışlarında bu ifadeyi yemin saymaktadırlar. Kays şöyle demiştir:

"Allah yanında şehadet ederim ki, ben onu gerçekten sevmekteyim. İşte budur onun bendeki yeri; acep nedir ondaki benim yerim."[1017]

Bu beyitte, bir insanın Allah'ın ismini zikretmese bile sadece demesiyle yemin etmiş olur görüşünde olanlar için delil vardır. İmam Ahmed'-den gelen bir rivayet de öyledir. İkinci rivayete göre, ancak niyetle yemin olur. Bu, aynı zamanda çoğunluğun görüşü olmaktadır. demesi ise, niyetsiz mutlak zikrinde bile yine çoğunluğa göre yemindir.îlâ yapanların şahitlerden istisnası konusuna gelince; şöyle denilebilir: Herşeyden önce                                                âyetindeki mânasında sıfattır. Yani şeklindedir. Çünkü kelimeleri sıfathk ve istisnaiık mânalarında birbiri yerine kullanılabilir. anlamında ile istisna yapılabilir. 1anlamında  ile vasıflandınlmaya gidilebilir. (Bu takdirde mâna, "şahid olarak sadece kendileri" değil de; "kendilerinden gayrı şahitleri..." şeklinde olur.)

İkinci olarak, kelimesi dan müstesnadır. Ancak bu istisnanın Benî Temim lûgatına göre munkatı olması caizdir. Çünkü onlar isîisnay-ı munkatı'da da, müstesnayı bedel olmak üzere okuyorlar. Nitekim hem onlar, hem de Hicazİılar istisnay-ı muttasılda da, müstesnayı bedel oîmak üzere i'raba tâbi tutmaktadırlar.

Üçüncü olarak,elimesi  dan, sadece sözlerinin kabulü konusunda onların yerlerinde tutuldukları için istisnaya gidilmiştir. Bu izah, özellikle de, kadın Hândan kaçındığında, kocanın Hânı durumunda recmedi-lir görüşünde olanlara göre —ki sahih olan da budur— gerçekten güçlüdür. İnşaallah izahı ilerde gelecektir. Doğrusu şudur: Liân iki vasfı bir arada bulun­durmaktadır: Yemin ve şehadet. O hem kasem ve tekrarla tekid edilmiş bir şehadettir; hem de şartlar gereği durumun te'kidini gerektirdiği için şehadet lâfzı ve tekrarlan yapılmış ağır bir yemindir. Bu yüzden Hânda on türlü te'kid bulundurulmuştur:

1—  Şehadet lâfzının zikri.

2— Kasemin Rab Teâlâ'nın yüce isimlerinden ve esmâ-i hüsnânın bütün mânalarını içinde toplayan "Allah" (c.c.) ismi ile zikredilmiş olması.

3— Cevap cümlesinin, üzerine kasem edilen şeyin te'kidini sağlayan edat­lardan olan ile te'kidi.

4—  Bunun dört defa tekrar edilmesi.                                             

5— Beşinci defasında, eğer yalancılardansa kendi üzerine Allah'ın llıe-tini istemesi.                                                                                        

6—  Hz. Peygamber'in, beşinci yemin sırasında, onun Allah'ın aza*im gerektirici olduğunu ve dünya azabının ahiret azabından ehven olduğunu b| irt-mesi.                                                                                                      

7— Kocanın Hânını, kadın üzerine azabın husulünü gerektirici kılması.

Azabdan maksat ya haddir ya da hapistir; kadının Iiânım da, kendisinden azabı uzaklaştırıcı kılması.

8— Bu Hân, ikisinden biri üzerine, ister dünyada ister ahirette olsun mutla­ka azabı gerektirmektedir.

9—  Liânda bulunan eşleri ayırmak, kadının yuvasını ayrılıkla yıkmak, harab etmek-

10—  Ayrılığın ve aralarındaki haramlığın devamlı olması.

Liânın durumu işte böyle olunca, o hem şehadetle iç içe bulunan bir yemin; hem de yeminle birlikte olan bir şehadet kılınmıştır; liânda bulunan erkek sözünün kabulü için şahit gibi sayılmıştır. Eğer kadın Iiâna yanaşmayacak olsa şahitliği yürüyecek ve kadın had esasına çarptırılacaktır. Erkeğin şahitli­ği ve yemini iki şey ifade etmektedir: Kendisinden (iftira) haddini düşürmek­te, kadına (zina) haddini gerektirmektedir. Eğer kadın da liânda bulunur ve böylece erkeğin liânı başka bir Iiânla karşılaşırsa, bu durumda erkeğin Hânı sadece kendi üzerinden haddin düşmesini sağlar, kadın üzerine haddin uygu­lanmasını gerektirmez. Böylece erkeğin liânı, kadına değil de kendisine nisbetle şehadet ve yemin olmaktadır. Çünkü eğer liân sırf bir yemin olsaydı, erkeğin 'nücerred yeminiyle kadın had cezasına çarptırılmazdı. Eğer şehadet olsaydı, sadece kendisinin şahitliğiyle kadına yine had tatbik edilmezdi. Ama buna kadının Hândan kaçınması da eklenince, erkek hakkında, te'kidli ifadeleri ile ısrarı ve kadının da kaçınması sebebiyle şehadet ve yemin tarafı kuvvet kaza­nır, bu durum erkeğin doğruluğuna açık bir delil olur ve ondan (iftira) haddini düşürür; kadına da (zina) cezasını vacip kılar.

Bu olabilecek en güzel hükümdür. Düşünen bir kavim için Allah'tan daha güzel hükmü olan kim vardır! Böylece ortaya çıkmıştır ki, liân hem yemin­dir, içinde şehadet mânası vardır, hem de şehadettir, içinde yemin mânası vardır.

Amr b. Şuayb'ın, babası ve dedesi kanalıyla rivayet ettiği hadise gelin­ce; eğer onun Amr'a ulaşması sahih olsaydı, ne kadar açık bir delâleti olur­du. Ama heyhat! Amr'a ulaşıncaya kadar tarikinde nice badireler, nice uçurumlar var! İbn Abdilber: "Bu hadisin senedinde Amr b. Şuayb'dan beride kendisine güvenilebilecek hiçbir kimse yoktur." demiştir.

Dârakutnî'nin rivayet ettiği diğer hadisine gelince, onun da yolu üzerin­de Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Hadisçİlerin icmaı ile o da "metruk"tur. Dolayısıyla onun yüzünden hadisin yolu kesiktir.

Abdürrezzak'ın rivayetine gelince, hadisçilere göre Zührî'nin mürselleri zayıftır ve delil olarak kullanılamaz. Hem Attâb b. Esîd, Hz. Peygamber'in Mekke valisi idi. Mekke'de yahudi ya da hıristiyan yoktu ki Hz. Peygamber ona, onlar arasında liânda bulunmaması talimatını versin.

"Bu geçen yeminler olmasaydı..." hadisini reddediyorsunuz. Oysa ki hadi­si Ebu Davud Sünen'mde rivayet etmiştir. İsnadı da fena değildir. Seneddeki Abbâd b. Mansur'a sarılmanız, reddi için yeterli değildir. Onun en büyük kusuru kaderci olması ve mezhebinin propagandasını yapmasıdır.[1018] Bu ise hadisinin reddini gerektirmez. Sahih'te, doğruluğu bilinen kimselerden olmak kaydıyla Kaderiyye, Mürcie, Şia'ya mensup birçok râviye yer verilmiştir.[1019] "Eğer Allah'ın Kitab'mda geçen (hüküm) olmasaydı..." ifadesi ile "Bu geçen yeminler olmasaydı..." rivayeti arasında bir zıdhk da yoktur ki, iki lâfızdan birinin diğerine tercih ve takdimine ihtiyaç duyulsun. Çünkü, "geçen (söyle­nen) yeminler" bizzat Allah'ın kitabındadir; Allah'ın kitabı da, liânda bulu­nan eşler arasında vaz'ettiği hükmüdür. Hz. Peygamber bu sözüyle, "Eğer Allah'ın, liânda bulunan eşler arasını ayıran hükmü geçmiş olmasaydı..." demek istemiştir.

"Şehadet (beyyine) davacı tarafına, yemin de davalı tarafına düşer." kaidesinin şeriatta yerleşikliğiyle ilgili sözünüze birkaç açıdan cevap verilebilir:

Birincisi: Şeriat bu kaide üzerinde sabit değildir. Aksine kasâmede dava­cıların yemini ile işe başlamaktadır. Bu karinelerle (levs) onların tarafının daha güçlü olmasından dolayıdır. Dolayısıyla şeriattaki bu kaide, yeminin taraf­lardan daha güçlü olanın tarafına ait olması şeklindedir. Berâet-i asliyye (asıl olan suçsuzluktur ükesin)den dolayı davalı tarafı daha güçlü olduğu için, genel­de yemin davacı üzerindedir. Ama kasâmede, karinelerle davacı taraf güç kaza­nınca, güçlü taraf olması hasebiyle yemin, onların tarafına geçmiştir. Sahih olan görüşe göre, yine aynı şekilde davalının nükûlü (yeminden kaçınması) ile, davacı tarafının güç kazanması durumunda da kendisine: "Yemin et, hak kazan." denilir. Bu durum, imkânlara göre, kulların çıkarlarının korunması için konulan ilâhî şeriatın hikmet ve kemalinin bir neticesidir. Eğer yemin her zaman için aynı taraf üzerine meşru kılınmış olsaydı, daha ağır basan tarafın gücü heder olurdu. Bu ise Sâri' Teâlâ'nın hikmeti ile bağdaşmaz. O'nun getir­diği hüküm, bizzat hikmet ve maslahatın doruğu olmaktadır.

Bu anlaşildıysa, şimdi bakıyoruz: Burada koca tarafı kadın tarafından daha güçlüdür; çünkü kadın zina ettiğini inkâr ediyor ve kocasının bühtanda bulunduğunu söylüyor. Kocanın ise kendi mahremiyetini ortaya dökmesin­de, yatağım (nesebini) ifsad etmesinde, ailesini fahişeliğe nisbetinde bir gara­zı yoktur. Aksine, bu onu son derece tedirgin eder ve hayatında en çok nefret edeceği bir durumdur. Dolayısıyla bu açık bir karine (levs) olur. Bir de buna kadının Hândan kaçınması (nükûlü) eklenince, durum fert veya toplum olarak herkesin kalbinde güç kazanır ve bu şer'an kadın üzerine zina hükmünün sabit olmasını gerektiren müstakil bir delil halini alır. Bu durumda kadının da, kendi­sinden Nûr (24/2) süresindeki: "Onların azabları.ıa mü'minlerden bir grup şahitlik etsin (orada hazır bulunsun).'* âyetinde sözü edilen azabı bertaraf edecek karşı liân yeminlerinde bulunma hakkı vardır. Eğer kocanın liânı gerçek bir beyyine olsaydı, ondan sonraki kadının yeminleri kendisinden hiçbir şey uzaklaştıramazdı. Bu, Hz. Peygamber'in hükmünden çıkarılan ikinci fasıl ile vuzuh kazanır: Faslın konusu şudur: Kadın liânda bulunmadığı zaman ne olur? Had mi uygulanır, ikrar edinceye ya da liânda bulununcaya kadar hapis mi edilir?

Fukahaya ait iki görüş vardır: İmam Şafiî ile selef ve haleften bir grup: "Had uygulanır." demişlerdir. Hicaz âlimlerinin görüşü de böyledir. İmam Ahmed: "İkrarda ya da liânda bulununcaya kadar hapsedilir." demiştir. Irak âlimlerinin görüşü de budur. İmam Ahmed'den gelen ikinci b:r rivayet ise: "Hapsedilmez, serbest bırakılır." şeklindedir.

Irak âlimleri ve onlar doğrultusunda düşünenler şöyle derler: Eğer kocanın Hânı haddi gerektiren bir beyyine olsaydı, kadın liânla ve beyyineyi tekzible haddi düşürme hakkına sahip olamazdı. Nitekim aleyhine dört zina şahidi­nin bulunması durumunda böyle bir yetkisi yoktur.

Koca kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şehadette bulun­sa, bu şahitlikle üzerine had uygulanmaz. Dolayısıyla yalnız başına yaptığı şahitlikle, kadın üzerine evleviyetle had gerekmez. Sonra koca liân yapanlar­dan biridir. (Tek taraf) diğeri üzerine haddi gerektirmez. Nitekim kadının liânı da koca üzerine haddi gerektirmemektedir.

Hz. Peygamber: "= Beyyine davacı üzerinedir.[1020] buyurmuştur. Kocanın burada davacı olduğunda şüphe yoktur.

Hem kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzeri­ne haddi vacib kılmak değildir. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.): "Beyyi­ne yoksa sırtına had!" buyurmuştur. Çünkü kocanın iftirada bulunmasının gereği, yabancının iftirasının gereği gibidir; o da haddir. Yüce Allah, bu hadden kurtulması için liânla ona bir kapı açmıştır. Kadın üzerine had ikamesinin yolunu da şu iki durumdan birisinin bulunması şeklinde belirlemiştir: Ya dört şahit, ya da itiraf. Bazı sahabîlere göre de bir üçüncü durum gebeliktir. Nite­kim Hz. Ömer ve bazıları bu görüştedirler. Hz. Ömer, Hz. Peygamber'in minberi üzerinde şöyle demiştir: "Recim, muhsan (evli) olma şartıyla zina eden her erkek ve kadın üzerine; beyyine bulunması veya gebelik durumu­nun olması, ya da itirafta bulunması durumunda vacibtir."[1021]

Hz. Ali de aynı şekilde söylemiş, had sebeplerini üç şey olarak belirle­miş, Hânı bunlardan saymamıştır.

Sonra bu kadının zina ettiği tahakkuk etmemiştir, dolayısıyla üzerine had gerekmez. Çünkü zinasının tahakkuku sadece kocanın liânı ile olmaz. Şayet sadece kocanın liânı ile tahakkuk edecek olsa, artık kadın Hânda bulunsa bile had düşmez ve bundan sonra kadına iftirada bulunana da had gerekmezdi. Sadece kadınm nükûlü (Handan kaçınması) ile de tahakkuk etmez. Çünkü had nükûl ile sabit olmaz. Zira hadler şüphe ile düşerler, hal böyle olunca nükûl ile nasıl gerekebilir? Çünkü nükûlün, aşırı utangaçlık, dili tutulmak, rezil rüsvay edici o makamın heybetinden dehşete düşmek vb. sebeplerle olması muhtemeldir. Bu durumda, beyyine olarak diğer hadlerde aranan sayının iki katının arandığı (dört erkek şahit) itirafı durumunda sahih ve sarih sünnetle sabit olduğu üzere dört ayrı ikrarda bulunması istenen bir had nükûüe nasıl sabit olabilir? Sonra hem ikrarda hem de şahitlikte zina fiilinin açıkça tavsifi ve tasrihi şartı aranmaktadır. Böylece zorlaştırılmakta, mümkün mertebe vuku bulan zina olaylarının örtülmesi, şüyu edilmemesi amaçlanmakta, en küçük bir şüphe ile haddin bertaraf edilmesi ve düşürülmesi istenmektedir. Bu durum­da, mal davaları dışında hiçbir had ve ceza davasında dikkate alınmayan ve bizzat kendisi şüphe olan nükûlle nasıl olur da hüküm verilebilir?!

Şafiî (r.h.), bir dirhem ve daha az konularda bile, en basit ta'zir için dahi nükûl ile hükümde bulunmanın caiz olmayacağı görüşündedir. Hal böyle olun­ca, nasıl olur da, çok önemli bir konuda, çok zor sabit olan ve en çabuk düşen bir davada onunla hükme gidilebilir?

Kadın diliyle ikrarda bulunsa, sonra dönse üzerine had gerekmemekte­dir. Dolayısıyla suçsuzluğu üzerine yapacağı yeminden sadece imtina etmesi durumunda ise, üzerine had öncelikle gerekmeyecektir.

Kadının zinasının tahakkukunda ikisinden birinin Hânının etkisi olma­dığı anlaşılınca, ikisiyle (kocanın liânı, zevcenin nükûlü) birden tahakkuk edece­ğini söylemek de iki sebepten dolayı mümkün olmayacaktır:

1) Her birinde mevcut olan şüphe, birinin diğerine eklenmesi ile yok olmaz. Yüz fâsıkın şahitliği gibi. Çünkü kadının nükûlünün, aşın utangaçlıktan, duruşma makamının heybet ve kalabalığından, sıkılganlıktan, konuşma aczin­den dilin tutulmasından olma ihtimali, kocanın liânı ile ortadan kalkmaz. Kocanın liânındaki şüphe de kadının nükülü İle yok olmaz.

2)  Diğer haklarda olduğu gibi, sadece yemin ile hükmedilemeyen dava­larda, yeminle birlikte nükûlle de hükmedilemez. "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." âyetine gelince; bu âyette geçen azap­tan kastedilen kesin değildir. Had olabileceği gibi, hapis veya başka bir ceza da olabilir. Dolayısıyla "azab"dan had kasdedildiği kesin değildir. Çünkü mutlak bir kelime, harici bir delil olmadıkça mukayyede delâlet etmez. En azından ihtimal ifade eder, ihtimalle de had cezası sabit olmaz. Bu tez, daha önce geçen Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye ait: "Had ancak beyyine veya itiraf (ikrar), ya da gebelikle (isbat edilmiş) olur." sözüyle de ağırlık kazanır.

Daha sonra bunlar, kadının Hâna yanaşmaması durumunda kendisine ne yapılacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. İmam Ahmed: "Erkeğin Hânın­dan sonra, kadının liânûa bulunmadan kaçınması durumunda onu Hâna icbar ederim. Üzerine (Hândan önce) recm ile hükmetmekten korkarım. Çünkü kadın dili ile ikrarda bulunsa da, sonra dönse onu recmetmem. Bu durumda Hân­dan kaçınıyor diye nasıl recmedebilirim? " demiştir. İmam'dan ikinci bir riva­yet: "Serbest bırakılır." şeklindedir. Ebu Bekir de bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü üzerine had vacip değildir, beyyinenin tamam olmaması durumunda­ki gibi tahliye edilmesi gerekir.

Haddi vacip kılanların karşı cevap ve tenkitleri:

Bunlar şöyle diyorlar: Malum olduğu üzere Yüce Allah, kocanın Hânda bulunmasını şahitlerden bedel ve onların yerine kaim kılmıştır. Hatta daha önce de geçtiği gibi Hân yapan kocaları şahitler saymıştır. Onların Hânlarının şehadet olduğunu açıkça belirtmiştir. Daha açığı, "Allah adı ile yapacağı dört şehadet, kendisinden azabı kaldırır." ifadesidir. Bu ifade, dünyevî azabın sebe­binin vücuda gelmiş olduğuna ve bu azabı da kendisinden ancak Hânının kaldı­racağına delâlet eder. Liânı ile kadından kaldırılacak "azab", "Mü'minlerden bir grup onların azabına şahitlik etsin (hazır bulunsun)." âyetinde sözü edilen azaptır. Bu azap da kesinlikle haddir. Bu âyette kelimesi muzaf olarak, liân âyetinde de ahid (bilgi) için olan ile zikredilmiştir. Dolayı­sıyla, bu kelimesinin, Kur'an'da zikri geçmeyen, herhangi bir şekilde delâlet de bulunmayan hapis vb. bir cezaya yorulması caiz değildir. Sonra nasıl olur da kadın serbest bırakılır ve Hânsız kendisinden azab kaldı­rılır? Bu Kur'ân'ın zahirine açıkça muhalefetten başka bir şey değil midir?

Yüce Allah kocanın Hânını, kendisinden iftira cezasını, kadının Hânını da kendisinden zina cezasını düşürücü bir nitelikte kılmıştır. Koca Hânda bulun­madığı zaman nasıl kendisine iftira cezası tatbik ediliyorsa, kadın Hâna yanaş­madığında da kendisine zina cezası tatbik edilir.

"Kocanın liânı kadın üzerine haddi gerektiren bir beyyine olsaydı; kadın, yabancının şahitUğinde olduğu gibi Hân ile onu düşürme yetkisine sahip olamaz­dı." sözünüze gelince, onun cevabı şöyle olacaktır:

Liân hükmü, başlı başına müstakil bir hükümdür ve diğer davalar ve beyyinelerle ilgili ahkâma tâbi değildir. O kendi başına kaim bir asıldır, diğer hükümleri vaz'eden Allah onu da vaz'etmiş, helâl ve haramı açıklayan (Allah) onu da açıklamıştır. Kocanın Hânı şahitlerden bedel olunca, hiç kuşkusuz beyyi­ne mertebesinden aşağı inmiştir. Böylece yalnız başına beyyine hükmü ile müstakil olmamıştır ve kadına benzeri bir Hânla karşı koyma hakkı tanın­mıştır. Onun da liân etmesi durumunda biz kullar için iki taraftan birini tercih imkânı bulunmaz. Ama Allah onlardan birinin yalancı olduğunu bilir. Sade­ce kocanın Hânı ile kadına had tatbikinin bir gerekçesi yoktur. Kadına, ona karşı koyma ve kendisinin masum olduğunu ortaya koyacak Hân imkânı tanınır ve o da bunu yapmaz, kaçınırsa (nükûl), o zaman (iş değişir): Koca zina iddi­asıyla Hânda bulunmuş (zina haddini gereJuirici tasarruf); buna da bir karine eklenmiş ve onu teyid etmiştir ki, bu karine kadının nükûlü ve kendisini azaptan kurtaracak, üzerinden haddi kaldıracak şeyden yüz çevirmesidir.

"Koca, kendisinden başka üç kişi ile birlikte kadın aleyhine şahitlik etse, bu şahitlikle kadına had gerekmez. Bu durumda sadece kendi şahitliği ile nasıl gerekebilir?" sözünüzün cevabı şöyledir: Kadın sadece şahitlikle had cezası­na çarptırılmıyor. Bilâkis hem kocanın beş defa Iiânda bulunması, hem de kadının imkânı varken karşı Hânda bulunmadan kaçınması sebebiyle, hadde maruz kalıyor. Bu iki şeyin birleşmesinden, kocanın doğruluğuna gayet açık ve güçlü bir şekilde delâlet eden bir delil ortaya çıkmaktadır ki, bununla ulaşılan kanaat, şahitlerin şahitliğinden elde edilen kanaattan çok daha güçlüdür.

"O Hânın iki tarafından biridir. Kadının Hânının koca üzerine had gerektirmediği gibi, kocanın liâm da kadın üzerine had gerektirmez.*' sözünüzün cevabına gelince: Kadının liâni sadece haddi (düşürmek) için meşru kılınmış, haddi gerektirici olarak meşru kılınmamıştır. Nitekim Yüce Allah: "Kadının... şehadet etmesi kendisinden azabı kaldırır." buyurmuştur. Nas, kocanın Hânının haddi gerektirici, buna karşılık kadının liânımn ise haddi gerektirici değil, düşü­rücü olduğuna delâlet etmektedir. Bu itibarla, bunlardan birisini diğerine kıyas etmek, Yüce Allah'ın birbirinden ayırdığı şeyleri bir araya toplamak olur ki, o da bâtıldır.

Hz. Peygamber'in (s.a.); Beyyine davacı üzerine­dir." hadisine gelince, o başımızın gözümüzün üstüne! Hiç şüphe yoktur ki, kocanın zikredilen ve tekrarlanan liâm bir beyyinedir ve ona, bazılarınca ikrar, diğer bazılarınca da davacı beyyinesi makamında sayılan kadının nükûlü eklen­miştir. Böylece bu en güçlü beyyinelerden biri olmuştur. Buna şu husus da delâlet eder: Hz. Peygamber, ona: "Beyyine yoksa sırtına had" buyurmuş ve Allah bunu iptal etmemiştir. Bilâkis, onu kendisinden haddi düşürecek ayrı bir beyyine ikamesinden âciz kalması durumunda ikame edebileceği başka bir beyyineye çevirmiştir. Bu çevrilen beyyine rütbe olarak daha aşağıda olunca, bu kez onu güçlendirecek ayrı bir şeye itibar etmiştir ki, o da kadının karşı koymaya ve haddi def etmeye imkânı varken yüz çevirmesi, nükûlde bulun­masıdır.

"Kocanın Hânının gereği, kendisinden haddi düşürmektir; kadın üzeri­ne haddi vacip kılmak değildir." şeklindeki sözünüze gelince; eğer siz bununla, "Onun gereği kendisinden haddi düşürmektir." diyorsanız doğrudur. Yok eğer, "Ondan haddin düşmesi liânın bütün gereğini düşürür, başka bir gere-ği yoktur." demeyi kastediyorsanız, bu kesinlikle bâtıldır. Çünkü ayrılığın gerçekleşmesi veya aralarını ayırmanın vacipliği, ebedî veya geçici haramhk, kocanın tasrihi ile çocuğun açıktan veya Hân ile zımnen reddi ile iktifa, had ya da hapis yoluyla zevce üzerine azabın vacib olması, bütün bunlar Hânın gereklerindendir. Bu durumda, "Kocanın Hânı, sadece kendisinden iftira ceza­sının düşürülmesini gerektirir." demek doğru olmaz.

"Sahabe zina haddini üç şeyden biri ile gerekli görmüşlerdir: Ya beyyi­ne veya ikrar (itiraf) ya da gebelik. Liân bunlardan değildir." sözünüzün cevabı da şöyle: Sizinle tartışmada olanlar şöyle diyorlar: "Eğer Hân ile kadın üzeri­ne haddi gerekli kılmak bu sahabîlerin sözlerine muhalif oluyorsa, gebelikle haddi düşürmek onlara daha açık ve kuvvetli bir muhalefet olur." Onların gebelikle gerekli gördükleri haddi düşürmeyi ve onlara açıkça muhalefette bulunmayı tecviz eden ve fakat, sizin gibi düşünmeyenlere, bu üçün dışında bir sebeple haddi gerekli görme hususunda muhalefette bulunmayı haram kılan şey nedir, söyler misiniz? Oysa ki, onlar üç açıdan sizden daha çok mazu durlar:

Birincisi: Onlar bu sahabîlerin sözlü ifadelerine muhalefet etmemişler­dir. Onlarınki, sözlü beyanda bulunmadıkları mefhuma muhalefettir. Oyia ki siz, açıkça beyan ettikleri hususa muhalefet ettiniz.                             

İkincisi: Onların muhalefeti nihayet mefhumadır ve yine ashaptan bir grubun haddin gerekliliğini ifade ederek buna muhalefetleri sözkonusudur. Onlar ashabın üzerinde icma ettikleri bir hususa muhalefet etmemişlerdir. Siz ise onların sözlü beyanlarına (mantûk) muhalefet ettiniz ve burada onlara bir muhalifin bulunduğu da bilinmemektedir, ki bu gebelikle haddin gerekli ol­ması hususudur. Sahabeden hiçbir kimsenin bu yüzden haddin gerekeceği ko­nusunda Hz. Ömer ve Hz. Ali'ye muhalefetleri bilinmemektedir.

Üçüncüsü: Onlar sözkonusu mefhuma, bu geçen delillerin sözlü beyan­larına (mantûk) ve "Şehadet etmesi ondan azabı kaldırır." ifadesinin de mef­humuna dayanarak muhalefet etmişlerdir. Şüphesiz ki bu âyetin mefhumu (yani şehadet etmezse azab düşmez şeklindeki mefhum-ı muhalifi), Hz. Ömer'­in ve Hz. Ali'nin sözlerinin mefhumundan daha güçlüdür. Onlar daha güçlü ve evlâ olan bir mefhumdan dolayı, başka bir mefhumu terketmişlerdir. Hem onlar sahabeye nasıl muhalefet etmiş olurlar? Çünkü onların sözleri, sahabe­nin sözlerine uygundur. Zira liân kadının nükûlü ile birleşince, daha önce de geçtiği üzere en güçlü beyyinelerden birisi olmaktadır.

"Kadının zinası tahakkuk etmemiştir..." sözünüze gelince, cevabı şöyle olacaktır: Eğer siz "tahakkuk" sözünden muharremât gibi yakîn ve kesin demeyi kastediyorsanız, haddin uygulanması için bu şart değildir. Eğer bu şart olsaydı dört kişinin şahitliği ile ceza tatbik edilemezdi. Zira onların şahit­likleri zinayı bu mânada muhakkak kılmaz. Eğer "tahakkuk etmemek"ten de, sübut tarafı ağır basmayacak şekilde eşit olarak şüphelidir demeyi kaste­diyorsanız, bu da kesin olarak bâtıldır. Aksi takdirde Hânı ile üzerinden düşü­rülen azab, kadın üzerine vacib olmazdı. Hiç şüphe yok ki, kocanın tekitli ve mükerreren yapılan Hânı ile imkânı varken kadının nükûlde bulunmasın­dan hasıl olan tahakkuk, dört şahitle elde edilecek tahakkuktan daha güçlü­dür. Çünkü olabiHr ki, şahitlerin kadına karşı bir garazları vardır ve bu yüzden ona iftirada bulunmak, şerefini çiğnemek, ko'cası ile aralarını bozmak iste­mişlerdir. Kocada ise böyle bir garazın bulunması sözkonusu değildir.

"Eğer tahakkuk edecek olsa ya kocanın Hânı ile, ya kadının nükûlü ile, ya da her ikisiyle tahakkuk edecektir..." sözünüze gelince; her ikisiyle birden tahakkuk etmektedir. İki şeyden her birinin haddi gerektiricilikte müstakil

olmayışı ve zayıf bulunuşundan, ikisinin birlikte haddi gerektiricilikle müstakil bir delil olamayacağı gerekmez. Zira bu, yalnız başına hükme mesned olama­yan, fakat bir başkasından aldığı kuvvetle birlikte mesned olabilen her tekin Özelliğidir.

"Şafiî'ye şaşmak lâzım! Bir dirhemlik bir davada nükûl ile hükmetmi­yor da, Sâri' Teâlâ'nın örtmeye son derece gayret ettiği,sübutu için en büyük beyyıneyi (dört şahit) istediği bir haddin uygulanmasında onunla hükümde bulunuyor." sözünüze gelince, burası ne Şafiî, ne de bir başka imamın müda­faasının yapıldığı yer değil. Bu kitabımız da bu amaç için yazılmamıştır. Kasdı-mız herhangi bir âlimi desteklemek de değildir. Bizim bu kitaptan maksadı­mız sadece Hz. Peygamber'in (s.a.) yaşantısında, kazalarında, koyduğu hükümlerinde gerçekleştirdiği rehberliğini, O'nun hatt-ı harekâtım ortaya koymaktır. Bunun ötesinde girdiğimiz izahlar vb. hep asıl maksadımıza tâbi­dir, maksadımız olduğu için verilmiş değildir. Farzet ki, nükûl ile hükmet­meyen kimse kendi içerisinde tenakuza düştü. Bunun Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu şeriata ne zararı olur?[1022]

Kaldı ki İmam Şafiî bir tenakuz içerisinde değildir. Çünkü o, bir desteği bulunmayan sade nükûl ile Hânla beraber olan nükûlü ayırmıştır. Liân deyip de geçmeyiniz, tekitli ve mükerreren yapılmakta, koca hakkında hâl karinesi ile beraber beyyıne yerine geçmektedir. Koca, karısının zina etmesi, onun rezü-rüsvaylığı, yuvasının yıkılması, kendisinin ve sevgilisinin müslümanlarm gözü önünde büyük kalabalık içinde dikilerek, Allah'a dört defa yemin ettikten sonra, eğer yalancılardan ise kendi üzerine Allah'ın lanetini dilemesi gibi durumlar koca için hiç de hoş olmayan şeyler olmasına rağmen liânda bulun­muşsa, iddiasının doğruluğuna bu bir hâl karinesi olur. İmam Şafiî, işte böylesi bir Hânla birleşen nükûl ile hükümde bulunmuştur. Dolayısıyla onun mücer-red nükûlle hükümde bulunduğu da nereden çıkıyor?

"Şayet kadın zina itirafında bulunsa da, sonra rücû etse kendisinden had düşmektedir. Bu durumda sadece yeminden kaçınmış olmakla nasıl had gere­kir?" sözünüzün cevabı az önce geçti.

"Liân ile kaldırılan azab hapis ya da başka bir azaptır." sözünüzün ceva­bına gelelim:

Zikredilen azab, ya dünya azabıdır ya da ahiret azabı. Buradaki "azab'-'ın ahiret azabı olduğunu söylemek kesinlikle yanlıştır. Zira ahiret azabı vacib olduktan sonra, liânda bulunması onu düşüremez. Şu halde azabdan maksat sadece dünya azabıdır ki o da kesinlikle haddir. Çünkü o, hadde uğramış kimsenin "azabf'dır ve o ahiret azabı karşılığında bir fidyedir. Bu yüzden Cenâb-ı Allah haddi, ahiret azabından anndıncı ve kurtarıcı olmak üzere meşru kılmıştır. Hem aynı sûrenin başında "Mü'minlerden bir grup, onların azab-larına şahitlik etsin (orada hazır bulunsun)." buyurarak bunu açıklayan Yüce Allah, burada da aynısıyla tekrar etmiş ve: "Ondan azabı kaldırır." buyur­muştur. Buradaki azab, bizzat (yukardaki âyette sözkonusu olan) "şahid olunulan azab1'dır ve liânda bulunmak suretiyle onu def etmeye Yüce Allah imkân tanımıştır. Burada başka azab nerededir ki, âyet onunla tefsir edilme­ye çalışılıyor? Bu anlaşıldıysa biliniz ki, sahih olan görüş işte budur; başka türlü olabileceğine inanmıyor, bundan başka yapılacak bir izahı da kabul etmi-yoru-. Tevfil; Allah'tandır.

Soru: Koca zina isnadında bulunduktan sonra Hâna yanaşmasa, nükûl etse; hükmü ne olur?

Cevap: Selef ve halef ulemasının büyük çoğunluğuna göre iftira cezası­na çarptırılır. Bu İmam Şafiî, Mâlik, Ahmed ve tabiilerinin görüşleridir. Ebu Hanife buna muhalefetle: "Liânda bulununcaya ya da zevce ikrarda bulu­nuncaya kadar hapsolunur." demiştir. Bu görüş ayrılığı, "Kocanın zevcesi­ne zina isnadının gereği, acaba yabancı kadına iftirada olduğu gibi had midir ki liân yaparak düşürme hakkına sahip olsun? Yoksa bu isnadın gereği bizzat liân mıdır?" prensibindeki ihtilâftan kaynaklanmaktadır. Birinci şık cumhu­run, ikinci şık da Ebu Hanife'nin görüşleri olmaktadır.

Cumhur, Ebu Hanife'ye karşı: "İffetli kadınlara iftira edip de, sonra dört şahit getirmeyenler var ya, onlara seksen değnek vurun,"1-1 âyetinin genel oluşunun, dolayısıyla kocayı da kapsayacağını ifade ederek görüşlerini delillendirmeye çalışmışlardır. Aynca, Hz. Peygamber'in (s.a.), Hilâl b. Ümey-ye'ye: "Beyyine yoksa sırtına had."[1023]buyurması, yine: "Dünya azabı, ahiret azabından kolaydır."[1024] demesi de —ki bunu Hilâl b. Ümeyye Hâna başla­madan önce kendisine söylemişti— delilleri arasındadır. Eğer kocasının zina isnadında bulunması sebebiyle üzerine iftira cezası gerekmeyecek olsaydı, bu sözlerin bir mânası kalmazdı. Sonra koca; iffetli, hür ve aralarında kısas cari olan bir kadına iftira etmiştir, dolayısıyla yabancı gibi, iftirada bulunması sebebiyle hadde maruz kalır. Yine koca liânda bulunsa da, liân sonrasında kendisinin yalancı olduğunu söylese üzerine had gerekmektedir. Buradan da anlaşılıyor ki, kocanın zina isnadı, üzerine haddin gerekmesinin sebebi olmakta ve onu Hânla düşürebilme yetkisine sahip olmaktadır. Zira haddin gereklili­ğinin sebebi olmasaydı, liân sonrasında kendisini yalanlaması durumunda had vacib olmazdı.

Ebu Hanife ise şöyle diyor: Kocanın zevcesine zina isnadı iki durumu gerektiren bir davadır: Ya liân, ya da zevcenin ikrarı. Eğer Hâna yanaşmaz­sa, Hânda bulununcaya kadar hapsedilir. Ancak kadın bu arada ikrarda bulu­nursa davanın gereği ortadan kalkar. Yabancının zina isnadı ise böyle değil­dir. Çünkü onun iftiraya maruz kalan kadın yanında (Hân gibi) bir hakkı yoktur. Dolayısıyla o tam bir müfteri olur.

Cumhur şöyle cevap veriyor: Hayır! Aksine onun zina isnadı namusu üzerine kendi tarafından İşlenmiş bir cinayettir. Bunun da gereği, yabancının iftira etmesi durumunda olduğu gibi haddir. Şu kadar var ki, bu cinayette kadın aleyhine kocanın hakkını itlaf etmesi ve ona hiyanette bulunması gibi bir şaibe bulunduğundan, liân yoluyla, üzerine gerekecek olan iftira cezasını düşürebilme hakkı bulunmaktadır. Lian yapmaya hakkı ve imkânı olmasına rağmen buna yanaşmazsa, o takdirde iftiranın gereği amelini icra eder ve muarı­zı olmadığı için haddin gerekliliğini sağlayan bir delil olur. Tevfik Allah'tandır. [1025]

 

3— Hz.Peygamber'in (s.a.) Tasarrufları:                                

 

Liânla ilgili hadislerden çıkarılan hükümlerden birisi de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) sadece vahiyle ve bir de Allah'ın kendisine gösterdiği şeylerle hükmediyordu. Bizzat kendi görüşü ile hükmetmiyordu. Çünkü, vahiy gelinceye kadar hükümde bulunmamıştı. Kur'an inince de Uveymir'e: "Senin ve eşin hakkında âyet indi. Git onu getir!" buyurmuştu. Rasülullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah emrolunmadığım bir sünneti aranızda ihdas ettiğim için beni sorguya çekmeyecektir." [1026] Bu durum yargıda (kaza), ahkâm vaz'ın-da ve küllî (genel) sünnetlerle ilgili konulardadır. Ama ahkâm vaz'ı ile ilgisi bulunmayan, belli bir yerde konaklamak, belli bir adamı emîr tayin etmek ve, "Durum hakkında onlarla istişarede bulun."[1027] emrinin bir gereği olarak yapılması gereken istişarelerle ilgili benzeri konulara gelince; bu gibi yerlerde içtihada (re'y) yer bulunmaktadır. Hurma aşılanması hakkında buyurdukla­rı: "O sadece benim uygun bulduğum bir görüştür."[1028] hadisi bu kabilden olmaktadır. Ahkâm ve küllî sünnetler ise tamamen farklıdır.

Hadislerden çıkarılan bir diğer hüküm de şudur: Hz. Peygamber, Uvey­mir'e karısını getirmesini emretmiş ve Hz. Peygamberin huzurunda liânda bulunmuşlardır: Bundan liânın ancak devlet başkanı ya da onun naibinin huzu-1 runda yapılabileceği ve tebâdan olan fertlerin kendi aralarında liânda bulu­namayacakları çıkar. Nitekim kişilerin kendi başlarına hadlerin uygulanma­sına kalkışma yetkileri de yoktur. Bu yetki sadece devlet başkanı ya da onun naibine aittir. [1029]

 

4— Liânın Yapılışı:

 

Liânın, kalabalık bir grubun hazır bulunacağı bir mecliste yapılması sünnete uygundur. Çünkü yaşlarının küçük olmasına rağmen İbn Abbas, İbn Ömer ve Sehl b. Sa'd liân meclisinde hazır bulunmuşlardı. Bu, büyük bir kala­balığın orada hazır bulunduğuna delâlet eder. Çünkü çocuklar bu gibi yerle­re ancak büyüklerinin yanında giderler. Sehl b. Sa'd: "Onlar liânda bulun­dular. Ben de insanlarla beraber Hz. Peygamber'in yanındaydım." demiştir. Bunun hikmeti —Allah daha iyi bilir ya— liânın, bir daha yapılmaması ve caydırıcı olması için, çok büyük bir iş olduğunun vurgulanmaya çalışılması­dır. Böyle bir hava verilmesi için büyük bir kalabalık huzurunda yapılması daha uygun olacaktır.

Taraflar ayakta olarak liânda bulunurlar. Hilâl b. Ümeyye olayında Hz. Peygamber (s.a.) kendisine: "Kalk ve Allah adına yeminle dört defa şehadet et!" buyurmuştur.

Sahihayn'da, kadından bahsedilirken de: "Sonra kalktı ve şehadette bulundu." demiştir.

Çünkü Hân yapan ayağa kalktığı zaman, hazır bulunanlar onu görecek­lerdir ve bu Hânın aleniliği ve insanlar üzerindeki caydırıcı etkisi bakımından daha uygun bir pozisyondur.

Başka bir incelik daha vardır: İsabeti istenilen bir beddua, beddua edilen kimseyi ayakta yakalarsa yerini bulur. Bunun içindir ki Hubeyb, kendisini astıkları sırada müşriklere beddua ettiğinde, Ebu Süfyan hemen oğlu Muâvi-ye'yi tutarak yere yatırmıştı. İnançlarına göre, insan yere yapıştı mı, beddua kendisini tutmazdı.[1030]

Liâna, Allah ve Rasûlü'nün başladığı gibi önce erkeğin başlaması gere­kir. Şayet önce kadın başlayacak olsa, cumhura göre, bu liân sayılmaz. Ebu Hanife'ye göre ise sayılır.

Yüce Allah, hadde önce kadım zikrederek başlamış ve: "Zina eden kadın ve zina eden erkeğe gelince, bunlardan her birine yüz değnek vurun."[1031] buyurmuş, liân âyetinde de önce erkekten başlamıştır. Bu son derece müna­siptir. Çünkü kadının zinası erkeğinkinden daha çirkindir. Zira kadının zinası Allah'ın hakkım çiğnemeden öte, kocasının yatağını (harîm-i ismetini) ifsad etmek, başkasından aldığı bir çocuğun nesebini ona yamamak, kendi aile ve akrabasını rezil rüsvay etmek, sırf kocasına ait olan hakka karşı cinayet ve hiyanette bulunmak, onun insanların yanındaki değerini düşürmek, bir fahi­şeyi nikâhında tutuyor diye ayıplanmasına sebep olmak ve daha nice zina mefsedeti içermektedir. Dolayısıyla zina haddinden söz edilirken kadından başlanması son derece önem arzeder. Liâna gelince; burada kadına zina isna­dında bulunan, onu liâna maruz bırakan, ırzına halel getiren ve büyük bir isnadda bulunan; ailesi ve akrabası içerisinde kadını rezil ve rüsvay eden bizzat kocadır. O yüzdendir ki, Hânda bulunmadığı zaman üzerine had gerekmek­tedir. Dolayısıyl Hânda önce erkekten başlanılması, kadından başlanılmasın­dan daha uygundur.

Elde edilen hükümlerden biri de, taraflardan her birisine, liâna başla­mak istediklerinde vaaz ve nasihat etmektir. Yetkili tarafından öğüt verilir, nasihat yapılır ve erkeğe: "Dünya azabı ahiret azabından ehvendir." denilir. Beşinci yemin sırasında bu söz her ikisi için de tekrarlanır. Nitekim sahih sünnette bu şekilde sabit olmuştur.

Erkeğin de kadının da beş defadan az yaptıkları liân yeminleri kabul edil­mez. Yine erkeğin beşinci şehadetinde kullanması gereken "lanet" sözcüğü yerine, "gazap", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullanması geçerli olmaz. Aynı şekilde kadının da "gazap" sözcüğü yerine "lanet", "rahmetten uzak olma", "hışmına uğrama" gibi ifadeler kullan­ması şehadetini geçersiz kılar. Her birinin Allah'ın Kitab'ında kendisi için taksimde bulunduğu ifade ve sayıda şehadette bulunması gereklidir. Hanbe-lî, Mâliki ve diğer mezheplerde mevcut olan iki görüşten daha doğrusu budur.

Liân sırasında erkeğin, Kur'an'da ve sünnette zikredilen lafızlara ilâve­de bulunmasına bir ihtiyaç yoktur. Hatta bu iyi bir şey de olmaz. Meselâ: "Kendisinden başka ilah olmayan, açığı, gizliyi bilen, aşikâreyi bildiği gibi gaybı da bilen Allah adına şehadet ederim ki..." gibi veya benzeri ifadelere ihtiyaç yoktur. Aksine erkek: "Allah adına şehadet ederim ki, ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." demekle; kadın da: "Allah adına şehadet ederim ki, o gerçekten yalan söyleyenlerdendir." demekle yeti­nirler. Erkeğin liân sırasında yine "...ona yaptığım zina isnadında..." deme­sine; kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." diye nasslardakı ifadelere ilâvede bulunmasına ihtiyaç yoktur. Yine erkeğin zina şahitlerinin ifadelerin­de olduğu gibi, —eğer zina ederken gördüğünü iddia etmişse—: "Milin sürme-danlığa girdiği gibi, onu zina ederken gördüm." demesine gerek yoktur. Bütün bunların ne Kitap'ta, ne de sünnette hiçbir dayanağı yoktur. Yüce Allah'ın; ilmi, hikmetiyle bizim için koyduğu şer'î ahkâm, bizim için yeterlidir ve onun üzerine ilâvede bulunma külfetinin bir anlamı ve yeri yoktur.

Yahya b. Muhammed b. Hübeyre, el-îfsâh adlı eserinde şöyle der: Bazı fakihler erkeğin, "Ona yaptığım zina isnadında..." ifadesini, kadının da: "Bana yaptığı zina isnadında..." ifadesini eklejnesi şarttır, demişlerdir. Sanmı­yorum ki buna ihtiyaç duyulsun. Zira yüce Allah liân ahkâmım (bütün tafsi­latıyla) indirmiş, böyle bir şarttan sözetmemiştir.

İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşıldığına göre Hânda "zina" sözcüğünün zikri şart değildir. Çünkü îshak b. Mansur rivayetinde şöyle der: Ahmed'e sordum ve: "Erkek nasıl Hânda bulunur?" dedim. Şöyle cevap verdi: "Allah'ın kitabındaki,gibi. Dört defa: 'Allah adına şehadet ederim ki, ben ona isnad ettiğim şeyde gerçekten doğru söyleyenlerdenim.' der, sonra beşin­ci keresinde durur ve: 'Eğer yalancılardan isem, Allah'ın laneti üzerime olsun!' der. Kadın da aynı şekilde yapar."

Bu ibareden, "zina isnadımda" diye ille de "zina" sözcüğünün zikrinin şart olmadığı, kadının da aynı şekilde "bana zina isnadında" diye tasrihinin gerekmeyeceği; beşinci şehadet sırasında da "Ona isnad ettiğim şeyde" demesinin gerekmeyeceği anlaşılmaktadır.

Bunları şart koşanların delilleri şöyledir: Erkek, "Ben gerçekten doğru söyleyenlerdenim." derken belki Allah'ı birlemede veya daha başka doğru bir haberde demeyi kasdetmiş olabilir. Kadın da aynı şekilde "O gerçekten yalancıdır" derken başka bir konuyu niyetine almış olabilir. Ama "zina isnadında" diye açıkça söylenirse, te'vil imkânı kapatılmış olur.

Diğerleri ise şöyle diyorlar: Haydi var say ki, içlerinden böyle niyet etti­ler, bu niyetlerinden faydalanamazlar ki! Çünkü zalime, te'vili bir fayda vermez. Hasmının niyeti üzere ve Allah'ın emrettiği şeyle yemininin gereği —eğer yemininde yalancı ise— üzerine ya Allah'ın laneti ya da gazabının olma­sıdır. Sizin dediklerinize niyet etmiş veya etmemiş hiç önemli değildir. Çünkü, Hânda bulunan kişi bu tür niyetiyle hâşâ gizli-açık herşeyi bilen Allah'ı kandı­racak değil ya! [1032]

 

5— Lİânda Çocuğun Durumu:

 

Kocanın liânda bulunmasıyla, kadının karnındaki çocuğun nesebi redde­dilmiş olur. "Karnındaki bu çocuk benden değildir" demesine gerek yoktur. "(Zina sonrası) ona dokunmadım." demesine de ihtiyaç duyulmaz.

Bu İbn Hanbel'in tâbilerinden Ebu Bekir Abdülaziz'in görüşüdür. Bazı Mâlikî imamlanyla Zahirîlerin görüşü de bu şekildedir. îmam Şafiî ise: "Erkek için çocuğun zikredilmesine ihtiyaç vardır. Kadın için ise yoktur." demiştir. el-Hırakî ve başkaları ise: "Her ikisi de zikretmek durumundadırlar." demiş­lerdir. el-Kadı: "Erkeğin: 'Bu çocuk zinadandır, benden değildir.' demesi şart­tır." diyor ki bu Şafiî'nin görüşü olmaktadır. Ebu Bekir'in görüşü, en doğru görüştür, sabit sünnet de ona delâlet etmektedir.

Soru: Mâlik, Nâfi' ve Ibn Ömer aracılığıyla Hz. Peygamber'in (s.a.), bir adamla karısı arasında Mân uyguladığını, çocuğu redle aralarını ayırdığını ve çocuğun nesebini anasına kattığım nakleder[1033]

Sehl b. Sa'd hadisinde de: "Kadın hamile idi, adam hamlini (çocuğun kendisinden olduğunu) inkâr etti."[1034]ifadesi vardır.

Halbuki Hz. Peygamber (s.a.): "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmetmisti. [1035]Bu kadın, hamile olduğu sirajfijl kocanın yatağı idi. Dolayısıyla çocuk onundur, kocanın açıkça reddi olnmdan, çocuğun nesebi babadan koparılamaz.

Cevap: Bu konuda mutlaka tafsilat gereklidir. Hamilelik eğer kocanın zina isnadından önce sabitse ve koca kendisinden hamile olduğu halde zina ettiğim biHyorsa, çocuk kesinh'kle kendisine aittir. Liânda bulunmasıyla redde­dilmiş olmaz. Liânda, "bu çocuk benden değildir" diye tasrih ederek redde kalkışması da kendisine helâl olmaz. Çünkü kadın gebe kaldığında kocanın meşru yatağı idi ve rahme düşen çocuğun nesebi kendisine aitti. Kadının daha sonraki zinası hamlin kocaya ait oluşunu izale etmez. İsnadda bulunduğu zinası sırasında, kadının kendisinden hamile olup olmadığını bilmiyorsa, bu durumda bakılır: Eğer isnadda bulunduğu zina tarihinden başlamak üzere altı aydan daha az bir süre içinde doğurursa, çocuk kendisinindir, Hânı ile reddedilmiş olmaz. Eğer altı aydan daha fazla bîr süre içerisinde doğurursa bakılır: Zina­sından sonra ona ya dokunmuştur, ya da dokunmamıştır (istibrâ). Eğer dokun-mamışsa, sadece liânda bulunmasıyla çocuk reddedilmiş olur, İster kendisi açıkça reddetsin, ister reddetmesin, durum değişmez. Bu durumda çocuğun zikrini şart koşanlara göre mutlaka kocanın çocuktan Hân sırasında bahset­mesi gerekir. Eğer istibrada bulunmamışsa (zina sonrası ona dokunmuşsa), bu durumda çocuk kendisinden de olabilir, zina yaptığı adamdan da. Dola­yısıyla Hân sırasında çocuğu reddederse eder, aksi takdirde çocuğun nesebi kendisinden sabit olur. Çünkü onun kendisinden olması mümkündür, red de etmemiştir.

Soru: Hz. Peygamber liân ve çocuğun nesebinin reddi sonrasında hüküm­de bulunarak: "Eğer çocuk yatak sahibi kocaya benzer bir tipte doğarsa, o onundur; eğer zina isnadında bulunduğu kimseye benzer bir tipte doğarsa bu kez de onundur." demiştir. Bu durumda şöyle bir olay hakkında ne dersi­niz? Koca, karısı ile liânda bulundu ve çocuğunu da reddetti. Sonra çocuk kendisine benzer bir tipte doğdu. Bu durumda "kâiflik" sanatı[1036] ile amel ederek benzeriikten. hareketle çocuğun nesebini ona katar mısınız? Yoksa Hânı­nın hükmü gereğince nesebinin ondan kesildiğine mi hükmedersiniz?

Cevap: Bu çok zor ve dar bir geçittir. Dizginleri, bir taraftan nesebin kesilmesini, çocuğun reddini ve babasının değil de annesinin ismi ile çağrıl­masını gerektiren Hân hükmü; öbür taraftan da, nesebin kocadan olduğuna, onun oğlu olduğuna açıkça delâlet eden benzerlik, hem de Hz. Peygamber'-in: "Eğer kocaya benzer doğurursa çocuk onundur, koca kadın aleyhinde yalan söylemiştir." şeklindeki şehadetiyle birlikte çekmektedir. Bu dar ve zor yoldan ancak ileri görüşlü, şçr'î delilleri ve hikmet-i teşrîî görebilen, ittifak ve ayrılık noktalarından haberdar olan, sahip oiduğu yüksek himmetle ta hükümlerin kaynaklarına ulaşan, helâl ve haramın oradan öğrenildiği ilahî vahiy pence­resine kafa ve gönlünü açabilen kimseler geçip kurtulabilir.

Allah'tan yardım dileyerek ve O'na dayanarak diyoruz ki, burada zâhii olan şudur: Liân hükmü benzerlik hükmünü kesmiştir, biri güçlü biri zayıf iki delil durumuna düşmüşlerdir ve güçlü olan liân hükmü öbürünü kaldır­mıştır. Liân hükmünün icrasından sonra, artık onu değiştirme konusunda benzerliğe herhangi bir iltifatta bulunulmaz. Hz. Peygamber (s.a.) çocuğun durumundan ve benzerliğinden bununla liân hükmünü değiştirmek için haber vermemiştir. Sadece hangisinin doğru, hangisinin de Iânet ya da gazabı hak eden yalancı olduğu ortaya çıksın diye bunu bildirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in bu sözü, kader ve yaratılışla ilgili dini hükmün yerleşmesinden sonra kendisiyle doğrunun yalancıdan ayrılacağı bir ihbardır ve bununla, Yüce Allah'ın hangisinin doğru olduğuna dair çocuk üzerinde bir delil kılacağını haber vermiştir. Bunu, (liân hükmü gereğince) çocuğun reddinden sonra söyle­yerek: "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, sanıyorum ki koca mutlaka onun hakkında doğru söylemiştir. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, öyle sanıyorum ki, koca mutlaka onun aleyhinde yalan söylemiştir." şeklinde ifade buyurması, sonunda kadının hoşlanılmadık tarzda (zina mahsulü) çocuğunu doğurması, Hz. Peygamber'in böylece kocanın doğru olduğunu yakînen bilme­si, buna rağmen liân hükmünü feshe giderek kadın hakkında zina hükmünü uygulamaması, tezimizin doğruluğunu gösterir. Yine aynı şekilde şayet kadın kocasına benzer bir çocuk doğuracak olsaydı bu kez de kocanın kadın aley­hine yalan söylediği ortaya çıkacaktı, ama bu liân hükmünü bozmayacak ve kocaya iftira haddi vurularak, çocuk kendisine katılmayacaktı. Hz. Peygam­ber'in, "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'ye aittir." sözü, hükümde çocuğun nesebini ona ilhak etmek için söylenmemiştir. Nasıl söyleyebilir ki, liân hükmü gereğince çocuğu reddetmiş ve nesebi kocadan kesil­miştir. "Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o zina isnadında bulunduğu kimseye aittir." sözü de aynı şekilde çocuğu onun nesebine katmak ve onu oğlu kabul etmek için söylenmiş değildir. Bu sadece vakıayı haber vermekten ibarettir. Bu durum şu örneklere benzer: Devlet başkanı kasâme yeminleri­nin gereği ile hükmetse, sorira Allah yeminde bulunanların yalancı oldukları­nı gösterecek bir delil ortaya çıkarsa, bu delil sebebiyle kasâme hükmü bozul­maz. Yine hâkim davadan berâetine yeminle hükümde bulunsa, sonra Allah onun yalan yemin olduğunu bir vesileyle ortaya çıkarsa, bununla verilen hüküm bozulmaz.                                                                                        

Erkek karısına; isim vererek, falanca İle zina ettin diye isnadda bulunsa, sonra da liân yapsa, hem karısı hem de falanca için sözkonusu olacak iftira hadleri üzerinden düşer. Bunun için de Hân esnasında adamın adını anma mecburiyeti yoktur. Eğer isnaddan sonta erkek Hâna yanaşmazsa, o zaman üzerine iki iftira cezası gerekir. Bu konuda ihtilâf vardır: Ebu Hanife ve Mâlik: "Zevce için Iiânda bulunur, adam için de had vurulur." demişlerdir. İmam Şafiî, iki kavlinden birinde: "Üzerine sadece bir had gerekir, liân yapması ile o da düşer." demiştir. Bu aynı zamanda İmam Ahmed'in de görüşüdür. Şafiî'nin ikinci kavli ise şöyledir: Her biri için ayrı bir had vurulur. Eğer Hân­da zina isnadında bulunduğu erkeğin adını zikrederse, o zaman had düşer. Eğer ismini zikretmezse o takdirde iki görüş vardır: a) Liâna yeniden başlar ve adını zikreder. Eğer zikretmezse o adam için üzerine had vurulur, b) Zevce için olan had Hânla düştüğü gibi, öbürü de düşer.

İmam AhmedMn bazı tabileri: "Zina isnadı sadece zevceyedir. Ondan başkası için mutalebe (cezalandırma) hakkı ve had söz konusu olmaz." demiş­lerdir. İmam Şafiî'nin bazı tabileri şöyle demişlerdir: Had her ikisi için de vacip olur. Ancak acaba bir had mi, yoksa iki had mi gerekir? İki vecih vardır: Bazı Şafiî âlimleri: İttifakla tek bir had gerekir. Liânda bulunur ve adamın adım da anarsa haddin düşeceği konusunda Şafiî'nin tabileri arasında ihtilâf yoktur. Eğer adını zikretmezse, o takdirde iki görüş vardır. Onlarca sahih olanı haddin düşmeyeceği şeklindedir.

Liân ile yabancıya yapılan zina isnadının hükmünü (yani haddi) düşü­renlerin delilleri, gerçekten açık ve güçlüdür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) kocaya, karısına birlikte zina isnadında bulunduğu Şerik b. Sehma'dan dolayı had vurmamıştır. Diğerleri buna iki şekilde cevap vermişlerdir: a) Şerik yahudi idi, kâfire iftiradan dolayı had gerekmez, b) Şerik, had talebinde bulunma­mıştı. İftira cezası ancak had talebinde bulunulduktan sonra uygulanır.

Haddin düşeceği görüşünde olanlar bunlara şu şekilde karşı cevapta bulun­muşlardır:

a) Şerik'İn yahudi olduğu iddiası asılsızdır. Çünkü o Şerik b. Abede'dir. Anası Sehma'dır. O Ensar'ın müttefikidir, Berâ b. Malik'in anne bir karde­şidir. Abdülaziz b. Bezîze,[1037] Abdülhak'ın el-Ahkâm\ üzerine yaptığı şerhte: "Âlimler, zina isnadında bulunan Şerik b. Sehma hakkında ihtilâf etmiş­lerdir. Kimileri onun yahudî olduğunu söylemiştir ki asılsızdır. Doğrusu, o Ensar'ın müttefiki olan Şerik b. Abede'dir. O Berâ b. Mâlik'in anne bir karde­şidir." demektedir.

b) İkinci cevaba gelince; o sizin aleyhinize bir delil olur. Çünkü onun iftira cezası talebinde bulunma hakkı olmadığını gördüğü için, talepte bulun­mamış, üzerine eğilmemiştir. Aksi takdirde, namusuna uzanan bu lekeyi, iftira cezasını tatbik ettirerek ortadan kaldırma imkânı varken, üstelik içinde bulun­duğu toplum da bu hususta son derece hassas ve hamiyet duygularına sahip­ken, kendisinin böyle bir isnaddan uzak olduğunu söylemeyip sükut etmesi makul değildir. Daha önce liânın ihtiyaçtan dolayı beyyine yerine geçtiği ve dört şahidden bedel sayıldığı geçmişti. Bu yüzdendir ki sahih olan görüşe göre, bu vasıfta olan liân, kadının nükûlü durumunda üzerine haddi gerektiriyor­du. Liân iki taraftan biri için beyyine yerine geçince, diğer taraf hakkında da beyyine yerine geçmiş olur. Nükûlu durumunda kadının Hânla had cezası­na çarptırılması, sonra da sözünün doğruluğuna beyyine ikame ettiği halde (yabancıya yaptığı zina isnadından dolayı) isnadda bulunan koca üzerine iftira cezası uygulanması mümkün değildir. Kocanın Hânım beyyine değil de yemin olarak kabul etsek de durum aynı olur. Çünkü Hân yeminleri, zevce tarafın­dan gelecek haddi koca üzerinden düşürdüğü gibi isnadda bulunulan üçüncü kişi lehine doğacak haddi de düşürür. Aralarında bir fark yoktur. Çünkü koca, kendi yatağını (harîm-i ismetini) ifsad ettiği için ona zina isnadında bulun­maya ihtiyaç duyabilir. îsnadda bulunanın doğru olup olmadığının ortaya çıkması için, doğacak çocuğun benzerliğiyle bir neticeye varmaya çalışmak üzere isim zikrine ihtiyaç hasıl olabilir. Nitekim Hz. Peygamber, HilâPin doğru­luğuna, çocuğun Şerik b. Sehma'ya benzerliğiyle istidlalde bulunmuştur. Dola­yısıyla kadına olan isnadın hükmünü düşüren şeyin (Hânın), yabancıya olan isnadın hükmünü de düşürmesi gerekir. Nitekim Hz. Peygamber kocaya: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuş, "yoksa sırtına iki had" buyurma-mıştır. Sonra, burada kadın iftira haddi talebinde de bulunmamıştı. Çünkü mutalebe, haddin gerekliliğinde (vücubunda) değil, uygulanması için şarttır. Bu da "Şerik had, talebinde bulunmamıştı." sözlerine karşı başka bir cevap olur. Zira kadın da talepde bulunmamıştı. Bununla beraber Hz. peygamber kendisine: "Beyyine, yoksa sırtına had" buyurmuştu.

Soru: Yabancı bir kadına ismini verdiği bir adamla zina isnadında bulunsa ve: "Falanca seninle zina etti" veya "Sen falanca İle zina ettin" dese hükmü ne olur?

Cevap: Burada isnadda bulunan kimse üzerine iki had gerekir. Çünkü her ikisine de isnadda bulunmuştur. İsnadın gereğini (had) düşürecek bir şey de (beyyine = dört şahit) getirememiştir. Dolayısıyla üzerine hükmü gerekir. Zira burada birisine nisbetle beyyine ya da beyyine yerine geçecek bir şey (liân) bulunmamaktadır. [1038]

 

6— Çocuğun Liân İle Reddi:

 

Kadın hamile iken Hânda bulunduğunda, çocuğu da reddedilmişse, bunun­la çocuk reddedilmiş olur. Doğumdan sonra Hânda bulunmaya hacet yoktur. Nitekim sarih ve sahih sünnetin delâleti bu şekildedir.

Bu konuda da ihtilâf vardır: İmam Ebu Hanife (r.h.) "çocuğu reddet­mek için Hân yapacaksa, doğuruncaya kadar yapamaz. Çünkü karnındaki bir şişlik olabilir ve dağılabilir. O takdirde de Hânın bir mânası kalmaz." demiş­tir. el-Hırakî'nin Muhtasarında, zikrettiği de işte budur. Şöyle der: "Adam kadının doğurması sırasında (sonra) çocuğu reddedip liânda bulunmadıkça, daha önceden yapacağı liânda çocuğu reddetse bile çocuğun nesebi ondan ke­silmez." Hanbelî âlimleri bu konuda ona tâbi olmuşlar, Ebu Muhammed el-Makdisî ise muhalefet etmiştir. Sözü ilerde gelecektir. İHm ehlinin büyük ço­ğunluğu şöyle demektedirler: Hilâl b. Ümeyye olayıyla ilgili hadise istinaden, kocanın hamile iken Hânda bulunması hakkı vardır. Çünkü bu hadis, hamile iken liânın yapılabileceğini ve o halde iken çocuğun reddedilebileceği hakkında gayet açıktır ve sahihtir. Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Eğer şöy­le şöyle bir çocuk doğurursa, sanırım o, kadın aleyhinde mutlaka doğru söy­lemiştir...*' (Bu İfade liân sırasında kadının hamile olduğunu açıkça göstermektedir.)

eş-Şeyh (îbn Kudâme) el-MuğnVde şöyle der: İmam Şafiî, Mâlik ve Hicaz âlimlerinden bir grup, "Karnındaki çocuğun reddi sahihtir ve bununla çocuk reddolunmuş durumdadır." derler ve buna Hilâl hadisini delil getirerek, onun karnındaki çocuğunu reddettiğini, Hz. Peygamber'in de bunu kabul ederek çocuğu anasına kattığını söylerler. Liân sırasında çocuğun henüz cenin (anası­nın karnında) olduğunda herhangi bir şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber: "Bakınız, eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa..." buyurmuş­tur. Hem de cenin, mevcut delilleriyle zan dahilinde bilinir. Bu yüzden de hamile olmayan kadından farklı olarak hamile kadın için, nafaka, oruç tutmama ruhsatı, üzerine had vurulmaması, kısasın ertelenmesi gibi zikri uzayacak birçok farklı hüküm getirilmiştir. Cenin istilhakı (yani kendi nesebine katma isteği) sahihtir. Bu itibarla cenin doğumdan sonraki çocuk gibi olur. Muğnî sahibi devamla der ki: Sahih olan görüş işte budur. Çünkü hadislerin zahirlerine uygunluk arzetmektedir. Hadise ters düşen görüşe, ne olursa olsun aldırış edil­mez. Ebu Bekir: "Çocuk yatağın zevaliyle reddolunmuş durumdadır. Liân-da çocuktan söz etmeye de gerek yoktur." demiş, hadislerin zahiri ile ihti-cacta bulunarak, onlarda ceninin reddinden söz edilmediğini, bu konuya deği-nilmediğini ifade etmiştir.

Ebu Hanife'nin (r.h.) mezhebine gelince; kocanın çocuğu redle birlikte liân yapması sahih olmaz. Eğer kadın hamile İken Hânda bulunur, sonra kadın doğurursa Ebu Hanife'ye göre çocuğu kabul zorundadır ve onu red imkânı da asla yoktur. Çünkü Üan ancak eşler arasında cari olur. Bu kadın ise, hamile iken yapılan Hanla artık bâin (ayrı) olmuştur.

Ebu Hanife'ye karşı olanlar şöyle diyorlar: Bu görüşünüzde, erkeğin kendisinden olmayan çocuğu kabule ilzam edilmesi, zinadan olan çocukların reddi kapısının kapatılması durumu vardır. Halbuki Yüce Allah koca için bu imkânı tanımıştır. Allah'ın açtığı bu kapıyı, kapamak caiz değildir. Sonra kadı­nın sadece zina isnadında bulunduğu andaki zevceliğine itibar edilir. Çünkü kadının doğuracağı çocuk, koca tarafından reddedilmediği zaman kendisine katılır. Dolayısıyla reddine ihtiyacı vardır. Bu kadın da o sırada zevcesi olmak­tadır. Netice itibariyle kadının çocuğunu reddetme hakkına sahip olur. Ebu Yusuf ile Muhammed: " Doğum sonrası kırk gün içerisinde çocuğu red hakkı vardır." demişlerdir. Abdülmelik b. Mâcişûn ise: "Doğumdan sonra ikinci defa redde bulunmadıkça, çocuğun (hamlin) reddi için liânda bulunamaz." demiştir. İmam Şafiî de şöyle der: "Koca, kadının hamile olduğunu bilir, hâkim ona liânda bulunması için imkân verir, buna rağmen liânda bulun­mazsa, bir daha çocuğu reddetme hakkı olmaz."

Soru: Koca, kadının karnındaki çocuğu kendi nesebine katsa (istilhak) ve kadına zina isnadında bulunarak: "Çocuk bendendir ve kadın zina etmiş­tir." dese hükmü ne olur?

Cevap: Ulemanın bu konuda üç görüşü bulunmaktadır:

Birincisi: Adama had vurulur, çocuk kendisine katılır ve Hânda bulun­ma imkânı verilmez.

İkincisi: Liânda bulunur ve çocuk reddolunur.

Üçüncüsü: Zina isnadında bulunduğu için liânda bulunur ve çocuk kendi­sine katılır.

Bu üç görüş de (rivayet olarak) İmam Mâlİk'ten nakledilmiştir. İmam Ahmed'in beyanı ise: "Çocuğun reddi sahih olmadığı gibi, kendisine katma­sı (istilhak) da sahih değildir." şeklindedir.

Ebu Muhammed (İbn Hazm) şöyle der: Kocanın cenini istilhakı (kendi nesebine katması) durumunda; "Reddi sahih değildir." diyenler, istilhakı da sahih olmaz demektedirler ki, İmam Ahmed'in beyanı bu şekildedir. Reddi­ni caiz görenler, "İstilhakı caizdir." demişlerdir. Şafiî'nin mezhebi de böyle­dir. Çünkü, nafakanın vacip olması, mirasın bekletilmesi, onunla ikrarda bulunmanın sahih olması gibi hükümlerle ceninin çocuk gibi mevcudiyetine hükmolunmuştur. Onu istilhakı durumunda, bir daha onu reddedemez. Aynen doğumdan sonra istilhakinde olduğu gibi olur.

"İstilhakı sahih değildir" görüşünde olanlar şöyle diyorlar: Şayet istil­hakı sahih olsaydı, doğan çocuk gibi, reddetmeme durumunda onu (kocayı) bağlardı. Halbuki bu icma ile bağlayıcı değildir. Mülâane (Hân) hadisinin delâ­leti üzere ilhak konusunda benzerliğin bir etkisi yoktur. Bu sadece doğum­dan sonrasına hastır. Dolayısıyla ilhakın sahih olması için doğum sonrasında olması şarttır. Buna göre: Şayet doğum öncesinde kendi nesebine katacak olsa (istilhakta bulunsa), sonra doğum akabinde onu reddetse, bu onun yetkisi dahilindedir. Ama sussa, reddetmese ve istilhakta da bulunmasa, görüşlerini bildiğimiz âlimlerden hiçbirisine göre çocuk kocayı bağlamaz. Çünkü terkin­de çeşitli ihtimaller vardır. Zira ceninin varlığı ancak Hân ile tahakkuk eder. Ebu Hanife daha önce de belirttiğimiz üzere, çocuğu kocaya vermektedir. [1039]

 

7— Liândaki Diğer Hükümler:

 

İbn Abbas'ın sözü: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve çocuğun baba adı ile çağrılmamasına, ne kadın na de çocuğa zina isnadında bulunulmama-sına hükmetti. Kim kadına veya çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine iftira cezası gerekeceğini bildirdi. Talâk yoluyla ayrılmadıklarından, ölüm sebe­biyle iddet içinde de olmadığından, kadın lehine, koca üzerine mesken ve nafa­ka sabit olamayacağına hükümde bulundu." şeklinde idi.

Sehl de: "Çocuğu anasının adı ile çağrılırdı. Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere çocuğun anneye, annenin de çocuğa varis olması uygulanagelen sünnet oldu." demişti.

Yine o: "Liânda bulunanların ayrılması ve bir daha ebedî olarak bir araya gelememeleri sünnet halinde devam etti." demişti.

Zührî, Sehl b. Sa'd'den: "Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: Bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler, buyurdu" dediğini nakletmişti.

Olayda koca: "Ya Rasülullah! Ya (mehir olarak verdiğim) malım (ne olacak)?" diye sormuş. Hz. Peygamber de: "Sana mal yok. Eğer kadın hakkın­da doğru söylediysen, o, fercinden helal olarak istifaden karşılığında olur. Eğer yalan söylediysen, bu mal talebi senin için ondan daha uzaktır." buyur­muştu.

Bu ifadeler on hüküm içermektedir:

Birinci hüküm: Liânda bulunan eşler ayrılır: Bu konuda beş görüş bulun­maktadır:

Ayrılık yalnız başına zina isnadında (kazif) bulunmasıyla meydana gelir. Bu Ebu Ubeyd'in görüşüdür. Cumhur ona bu hususta muhalefet etmiş, sonra kendi aralarında ihtilâfa düşmüşlerdir: Câbir b. Zeyd, Osman el-Bettî, Muham-med b. Ebî Süfre ve Basra fukahasından bir grup: "Liânla ayrılık asla vuku bulmaz.*' görüşündedirler. îbn Ebî Süfre: "Liân evlilik bağını kesmez." demiş­tir. Bunlar görüşlerine delil olmak üzere şöyle diyorlar: Hz. Peygamber (s.a.) liân sonrasında Uveymir'in verdiği talakı tepki ile karşılamamiştır. O kadına talak vermiş ve zina ettiğini söylediği bir kadını nikâhında tutmaktan ve onu tutmakla kendisinin yalan söylediğine bir delil ikame etmiş olmaktan kendi nefsini tenzih etmiştir. Hz. Peygamber de onun bu yaptığını şer'î uygulama (sünnet) kılmıştı.

Ulemanın büyük çoğunluğu, bunlara karşı çıkmış ve: "Liân ayrılığı gerek­tirir." demişlerdir. Daha sonra bunlar kendi aralarında üç mezhebe ayrılmış­lardır:

Birincisi: Ayrılık sadece kocanın liânda bulunmasıyla —kadın lianda bulunmasa bile— gerçekleşir. Bu görüş, İmam Şafiî'nin yalnız başına benim­sediği görüşlerinden birisidir. Şöyle delil getirmektedir: Bu, söz ile hasıl olan bir aynlıktır. Dolayısıyla talakta olduğu gibi sadece kocanın sözüyle gerçekleşir.

İkinci mezheb: Her İkisinin liâm ile birlikte gerçekleşir. Karşılıklı Hânla­rı tamamlandığında ayrılık hasıl olur, hâkimin ayırmasına gerek yoktur. Ebu Bekir de bunu tercih etmiştir. İmam Mâlik ve Zahirîlerin görüşleri de bu doğrul­tudadır. Bunlar görüşlerini şöyle delillendirmişlerdir: Şeriat, karşılıklı liânda bulunan eşleri ayırma hükmünü getirmiştir. Sadece kocanın liânda bulunma­sıyla bunlar, karşılıklı liânda bulunmuş olmazlar. Hz. Peygamber eşlerin arasını sadece liân işi tamamlandıktan sonra ayırmıştır. Liânm tamamlanmasından önce ayrılığın hasıl olacağım söylemek, sünnetin delâlet ettiği şeye ve Hz. Peygamber'İn uygulamasına ters düşer. Hem "liân" kelimesi ayrılığı gerek­tirmez. Zira bu, ya kadının zina ettiğine dair yapılan bir yemindir ya da buna bir şehadettir. Bunların her ikisi de ayrılığı gerektirmez. Şeriat, Hânın tamam­lanmasından sonra aralarının ayrılması hükmünü, sadece açık bir maslahat­tan dolayı getirmiştir. Bu maslahat da şudur: Yüce Allah eşler arasına sevgi, muhabbet ve şefkat koymuş, her birisini diğeri için bir huzur ve sükun kaynağı kılmıştır. Bu İse zina isnadıyla ortadan kalkmıştır. Koca, karışım rezillik rüsvay-lık ve ar makamına dikmiştir. Eğer isnadında yalancı ise, onu rezil rüsvay etmiş, ona bühtanda bulunmuş, ona onulmaz bir yara açmış, hem kendisi­nin, hem de kavminin başlarını eğdirmiş ve herkesin gözü önünde namusunu lekelemiştir. Eğer kadın yalancı ise, kocanın yatağına ihanet etmiş, bir fahi­şenin kocası olmak şeklinde büyük bir ar duymasına, rezil rüsvay olmasına maruz bırakmış, başkasından aldığı çocuğu ona nisbet etmliştir. Bütün bunlar­dan sonra, aralarında evliHkten istenen saygı, sevgi, muhabbet, huzur ve süku­nun hasıl olma imkânı kalmamıştır. Bu durumda eşler arasını ayırmak ve

< bunları ebediyyen birbirlerine haram kılmak İslâm şeriatinin güzel yönlerin­den olacaktı, öyle de oldu. Görüldüğü üzere bu, sadece kocanın Hânının bir kısmı üzerine terettüp etmeyeceği gibi, liânın bir kısmı üzerine de terettüp etmez' (tamamı üzerine terettüp eder).

Sonra liân, tarafların yeminleri ile sabit olan bir fesihtir, ihtilâf anında taraflardan birisinin yanaşmaması durumunda bey' akdinin feshedilemeye-ceği gibi, burada da tek tarafın yeminleri ile fesih gerçekleşmez.

Üçüncü mezheb: Ayrılık ancak Hânın tamamlanması ve hâkimin ayır­ması ile gerçekleşir. Bu da Ebu Hanife'nin mezhebidir. İmam Ahmed'den gelen iki rivayetten birisi de böyledir. el-Hırakî'nin sözünün zahirinden anla­şılan da budur: O şöyle diyor: "Ne zaman ki liânda bulunurlar, hâkim arala­rını ayırır ve bir daha ebedî olarak bir araya gelemezler."

Bu görüşün sahipleri, hadiste geçen, İbn Abbas'm: "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözünü delil olarak kullanmışlardır. Bu ifade, ayrılığın tefrik­ten önce hasıl olmadığını içerir. Yine Uveymir'in: "Eğer onu tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum ya Rasûlallah!" deyip de Hz. Peygamber'İn emrinden önce, huzurunda üç talâkla onu boşamasını da delil olarak kullanmışlardır. Bu iki açıdan delil olmaktadır: Birincisi: Bu ifade, liân sonrasında kocanın zevcesi­ni tutma imkânı olduğunu gerektirir. İkincisi de talâkın vukuu. Eğer ayrılık (tefrikten önce) sadece liân ile sabit olsaydı, bu iki durumdan hiçbirisi sabit olmazdı. Sehl b. Sa'd'ın hadisinde: "O (karısını) üç talâkla boşadı ve Hz.Peygamber onu icraya koydu." ifadesi de bulunmaktadır. Bunu Ebu Davud rivayet etmiştir.[1040]

Hâkimin tefrikine ihtiyaç duymadan, sadece Hânın tamamlanmasıyla ayrı­lığı gerekli görenler şöyle demektedirler: Liân —ilerde de bahsedeceğimiz gibi— ebedi haramhğı gerektiren bir tasarruftur. Dolayısıyla, süt emme durumun­da olduğu gibi haramhğı doğması hakimin ayırmasına bağlı değildir. Hem ayrılık, hâkimin fefrikine bağlı olmasaydı, o takdirde ayıp ve nafaka temi­ninde bulunamama sebepleriyle tefrikte olduğu gibi, eşlerin istememesi duru­munda, ayrılığa gidilmemesi caiz olur.

İbn Abbas'ın, "Hz. Peygamber (s.a.) aralarını ayırdı." sözü üç şeye muhtemeldir: 1) Ayırma tasarrufu kurma, 2) Ayrılığı bildirme, 3) Ayrılığın gereği olan bedenî ayrılıkla erkeği bağlama (ilzam).

Uveymir'in: "Onu eğer tutarsam, üzerine iftira etmiş oldum." sözüne gelince, bu onun liândan sonra şer'an zevcesini nikâhında tutmağa mezun (izin­li) olduğuna delâlet etmez. Aksine, her ne kadar durum artık ayrılığa yüz tutmuşsa da, bizzat kendisi de ona koşmuş mânası çıkmaktadır. Verdiği üç talâk ise, zaten vuku bulmuş ayrılığı perçinlemekten başka bir katkı getirme­miştir. Çünkü kadın zaten üzerine ebedi olarak haram olmuştur. Talâk ise bu haramlık için sadece bir tekittir. Sanki o, "Bundan böyle artık o bana helâl olmaz." demiş gibi olur. Talâkın koca aleyhine icraya konması ise, onun gereği olan haramhğı ortaya koymak, yerleştirmek demektir. Zira kadın Hân ile artık ebedî olarak kocaya haram olunca, üç talâk Hânla zaten vukubul-muş olan haramhğı tekit demek olur. Onu icraya koyması işte bu demektir. Hz. Peygamber (s.a.) tepkiyle karşılamayip, konuştuğu şeyi ve onun gereğini tasviple karşılaşınca, bu Hz. Peygamber tarafından gerçekleştirilen bir icra olarak sayılmıştır. Hem Sehl, Hz. Peygamber'in: "Talâkın vaki oldu." şeklin­deki bir sözünü de nakletmemiştir. O sadece olaya tanık olmuş, Hz. Peygam­ber'in talâkı tepkiyle karşılamadığını gözlemiş ve bunun bir icra olduğunu zannetmiştir. Yaptığımız izah açısından da onun böyle bir neticeye varması doğrudur.

. İkinci hüküm: Liândan doğan ayrılık fesihtir; talâk değildir.

İmam Şafiî, Ahmed ve onlar doğrultusunda düşünenler bu görüştedir­ler. Bunların delilleri şöyledir: Liân ayrılığı, ebedî haramhğı gerektiren bir ayrılıktır. Dolayısıyla süt emme neticesinde meydana gelen ayrılık gibi fesih olur. Sonra "liân" sözcüğü talâk konusunda sarih değildir, koca onunla talâka da niyet etmemiştir, dolayısıyla Hânla talâk vuku bulmaz. Eğer "liân" talak hakkında sarih ya da kinaye lafızlardan olsaydı, sadece kocanın Hânda bulun-masıyia talâk gerçekleşir, kadının Hânına da bağlı kalmazdı. Yine eğer o talâk olsaydı, kendisiyle zifafda bulunulmuş eş için bedelsiz bir talâk olduğu ve üç niyeti de bulunmadığı için ric'î bir talâk olacaktı. Sonra talâk kocanın elin­dedir; dilerse boşar, dilerse tutar. Bu fesih ise, bizzat şeriatın emri gereğidir ve kocanın ihtiyarı ile değildir. Öbür taraftan üstelik karşılıklı rıza neticesin­de hulû yolu ile meydana gelen ayrılık, sünnet, sahabe kavilleri ve Kur'ân'ın delâleti ile talâk değü de fesih olmaktadır. Bu durumda liân neticesi meyda­na gelen ayrılık nasıl talâk olabilir?

Üçüncü hüküm: Ebedî haramlık: Liân sonrası ayrılık ebedî haramhğı gerektirir ve eşlerin bir daha asla birleşmeleri mümkün değildir. Evzaî, Zebîdî— Zührî—Sehl b. Sa'd senediyle, Hânda bulunan eşlerle ilgili olayı nakletmiş ve râvi Sehl: "...ye Rasûlullah (s.a.) aralarını ayırdı ve: 'Bir daha ebediyyen bir araya gelemezıer...' buyurdu." demiştir.[1041]

Beyhakî de Saîd b. Cübeyr hadisinde İbn Ömer'den, Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan eşler ayrıldığı zaman, bir daha ebedi olarak bir araya gele­mezler." buyurduğunu nakleder[1042]

Hz. Ali ile Abdullah b. Abbas'ın (r. anhum): "liân yapan eşlerin ebedî olarak bir araya gelememeleri uygulanageen sünnet, olmuştur."[1043] dedikle­rini rivayet etmiştir. Ömer b. el-Hattâb'dan da: "Aralan ayrılır ve ebedi olarak bir araya gelemezler."[1044]dediği rivayet edilir.

İmam Ahmed, Şafiî, Mâlik, es-Sevrî, Ebu Ubeyd ve Ebu Yusuf hep bu görüştedirler.

İmam Ahmed'den başka bir rivayet daha vardır ve: "Şayet koca kendi­sini yalanlarsa, kadın kendisine hela! olur ve evlilik yatağı eski halini alır." şeklindedir. Bu şâz bir rivayettir ve İmam'dan yalnız başına Hanbel rivayet etmiştir. Ebu Bekir: "Ondan başka birisinin bunu rivayet ettiğini bilmiyo­ruz." demiştir. İbn Kudâme, ei-Muğnî'de: "Bu rivayet, aralan ayrılmadığı zaman için sözkonusu olmalıdır. Yoksa hâkimin aralarını ayırması iie birlik­te nikâhın eski hali üzere kalmasının bir izahı yoktur." diyor.

Ben derim ki: Rivayet kayıtsız (mutlak)dır ve haramlığm devamı konusunda hâkimin tefrikinin bîr etkisi yoktur. Zira bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan daha güçlüdür. Eğer kocanın kendisini yalanlaması bu güçlü ayrılık üzerinde etkili olabiliyor ve ondan doğan haramhğı kaldırabiliyorsa; ondan daha aşağı mertebede olan ayrılık üzerin­de etkili olup, haramlığıni kaldırması öncelikli olarak söz konusu olur.

Biz, "Bizzat Hânla meydana gelen ayrılık, hâkimin tefriki ile hasıl olan ayrılıktan güçlüdür.*' sözümüzü sadece şunun için söyledik: Çünkü îiânın ayrı­lığı, Allah ve Rasûlü'nün hükmüne dayanır; hâkim ya da tarafların tefrikten razı olup olmamaları arasında bir fark yoktur. O, onlardan hiç birisinin rıza­sına bakılmaksızın, tercihi aranmaksızın Sâri' Teâlâ tarafından konulan bir ayrılıktır. Hâkimin tefriki neticesindeki ayrılık ise Öyle değildir. Zira o sade­ce kendi tercihi ile ayırır.

Yine şunun için söylemiş olduk ki, Hânın, güçlü olması sebebiyle bizzat kendisi tefriki gerektirmektedir. Liânın hâkimin tefrikine bağlı olması duru­munda ise böyle değildir. Çünkü o takdirde, ayrılığı gerektirme babında bizzat liân yeterince kuvvetli olamamakta, onun üzerinde bir yetkisi bulunamamak­tadır. Bu rivayet aynı zamanda Saîd b. el-Müseyyeb'in mezhebidir. O: "Eğer kendisini yalanlarsa, o da taliplerden birisidir." demiştir. İmam Ebu Hanife ile Muhammed'in görüşleri de bu doğrultudadır. Bu onun prensibine uygun­dur. Çünkü ona göre Iiândan doğan ayrılık talâktır. Saîd b. Cübeyr ise: "Eğer kendisini yalanlarsa, kadın iddet içerisinde olduğu sürece, kendisine geri iade edilir." demiştir.

Doğrusu, sahih ve sarih sünnetin delâlette bulunduğu birinci görüştür, sahabe kavilleri de bu doğrultudadır. Liânın hikmeti de bunu gerektirir ve başka türlü olamaz. Çünkü Allah'ın lanet ve gazabı şüphesiz ikisinden biri üzerine inmiştir. Bu yüzdendir ki Hz. Peygamber (s.a.) beşinci şehadet sıra­sında: "O mutlaka (ilahî vaîdi, lanet ya da gazabı) gerekli kılandır." buyur­muştur. Biz ise, hangisinin üzerine indiğini yakînen bilmiyoruz. Dolayısıyla; ola ki erkek, laneti üzerine vacib kılmış ve onunla dönmüştür, o haliyle mel'un olmayan bir kadın üzerinde egemen olur. Bu ise ilahî hikmetle bağdaşmaya­cak bir husustur. Nitekim, kâfirin müslüman kadın, zinakâr erkeğin de iffet­li kadın üzerine egemenliğini şer'î hikmet kabul etmemiştir. İşte bu endişey­ledir ki, araları ayrılır.

O zaman kocanın, zikrettiğiniz bu aynı endişeden dolayı başka kadınla evlenmemesi gerekir, denilebilir..

Cevaben diyoruz ki: Hayır bu gerekmez. Zira biz lanete uğrayanın o oldu­ğunu kesin olarak bilmiyoruz; ama ikisinden birisinin mel'un olduğunu kesin biliyoruz, fakat tayini konusunda şüphe ediyoruz. Dolayısıyla, ikisi bir araya geldiğinde mutlaka şu iki şeyden birisi ona gerekecektir: Ya bu (yani kendisi melun, kadın masum), ya da Allah'ın gazabına uğramış, üzerine onun gaza­bı ve hışmı vacip olmuş mel'un bir kadını tutmuş olacaktır. Başka bir kadın­la evlenmesi, yahut da kadının başka bir erkekle evlenmesi durumlarında ise, her ikisi hakkında da bu mefsedet   bulunmayacaktır.

Hem sonra, eşlerden her birisinin diğerine karşı yapmış olduğu kötülü­ğün ortaya çıkardığı nefret ve kin asla zail olmayacaktır. Çünkü erkek eğer kadına olan isnadında doğru idiyse, onun yaptığı rezaleti yaymış, onu herke­sin gözü önünde rezil rüsvay etmiş, horluk makamına dikmiş ve onun üzerinde rüsvaylık ve gazabı gerçekleştirmiş, çocuğunun nesebini kesmiştir. Eğer yalancı idiyse, bütün bunlara ilâveten kadına bu büyük iftira ile bühtanda bulunmuş, onu kalbinden vurmuştur. Kadın eğer doğru idiyse, herkesin gözü önünde onu yalancı ilan etmiş ve üzerine Allah'ın lanetini vacip kılmıştır. Eğer yalancı idiyse kocanın yatağmı (harim-i ismetini) fesada vermiş, ona ihanet etmiş, onu rezil rüsvay edip, ara boğmuş ve bu zor duruma (Hana) onu mecbur kılmış­tır. Netice itibariyle, her biri için diğeri hakkında son derece nefret, tedirgin­lik ve suizan ortaya çıkmıştır. Öyle ki bu duygularla onların bir arada tutul­maları asla mümkün değildir. İşte bu durumu göz önünde bulunduran yüce hikmet sahibi, tamamıyla hikmet, maslahat, adalet ve rahmet olan şeriatın koyucusu yüce Allah, liânda bulunan eşlerin aralarının kesinlikle ayrılması­na ve sadece mefsedet olacak olan beraberliğin kaldırılmasına hükmetmiştir. İlahî hikmet bunu gerektirmiştir.

Yine eğer koca kadına olan isnadında yalancı ise, yaptığı bunca kötülü­ğe rağmen onu tutmasına imkân vermek uygun olmaz. Eğer doğru ise, bu takdirde de, onun durumunu bildiği halde tutması ve fahişe bir kadının kocası olmaya razı olması hoş bir şey değildir.

Soru: Zevce cariye olsa ve Hândan sonra onu satın alsa, acaba mülkiyet yoluyla onunla ilişkide bulunması kendisine helâl olur mu?

Cevap: Olmaz. Çünkü liânın haramlığı ebedî haramlıktır. Dolayısıyla süt emme durumunda olduğu gibi onu satın almakla kendisine helâl olmaz. Hem üç talâkla boşayan koca, boşadığı cariyeyi satın alacak olsa, başka biriyle evle­nip, zifaf vuku bulmadıkça kendisine helâl olmamaktadır. Buna göre bura­da helâl olmaması evleviyet arzeder. Çünkü Hânın doğurduğu haramlık ebedî haramlıktır. Talâkın haramlığı ise öyle değildir, şer'î tahlil ile ortadan kalkar.

Dördüncü hüküm: Zifaf sonrasında vuku bulan Hânla mehir düşmez, koca verdiği mehri geri isteyemez. Zira o eğer doğruysa, onun kadınlığından mehir mukabilinde istifadede bulunmuştur. Yok yalansa öncelikle rücu edemeye­ceği ortadadır.

Soru: Liân zifafdan önce olsa ne dersiniz? Kocanın üzerine mehrin yarı­sını mı vermesi gerekir, yoksa tümden düşer mi?

Cevap: Bu konuda ulemanın iki görüşü vardır ve her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir. Görüşlerin çıkış noktası şudur: Eşle­rin ayrılık sebebi liânda olduğu gibi her ikisi tarafından olabilir veya hem eşler hem de üçüncü bir şahıs tarafından olabilir. Meselâ, üçüncü bir şahıstan, zevce­nin zifaftan önce köle kocasını satın alması durumunda olduğu gibi. Acaba bu gibi ayrılıklarda hareket noktası ne olacaktır: Yalnız başına zevcenin ayrılığa sebep olması durumunda olduğu gibi, zevce tarafı ağır bastırılarak mehrin tamamı düşürülecek midir? Yoksa koca tarafı galebe çalınarak ve koca (mehrin) düşürülmesi sebebinde bizzat dahildir ve onu satan efendi, köle kocayı cariyeye satmakla mehrin düşürülmesine sebep olmuştur denilerek mehrin yansı mı Ödenecektir?

İşte bu temel meselede iki görüş vardır ve kaide olarak koca tarafından sebep olunan her aynlık, talakında olduğu gibi mehrin yansını gerektirir. Sade­ce kadında bulunan bir ayıptan ya da ileri sürdüğü bir şartın bulunmaması neticesinde kocanın feshe gitmesi bundan müstesna olmaktadır; zira bu durum­da mehrin tamamı düşmektedir. Her ne kadar fesheden koca ise de, fesih sebebi kadın tarafında bulunmakta, onu feshe iten bizzat kadın olmaktadır.

Şayet aynlık kocanın müslüman olması sebebiyle meydana gelirse, acaba mehir düşer mi, yoksa yarıya mı iner? İki rivayet vardır. Düşer diyen rivaye­tin izahı şöyledir: Koca İslâm'a girmekle üzerine vacip olanı yapmıştır, kadın ise üzerine vacip olandan kaçınmaktadır; dolayısıyla İslâm'a girmekten kaçın-masıyla mehrinin düşmesine kendisi sebep olmaktadır.

"Yarıya iner" şeklindeki rivayetin izahı da, "fesih sebebinin koca tara­fından olduğu" şeklindedir.

Soru: Hulû hakkında ne dersiniz? Mehri yarıya mı indirir yoksa tümden mi düşürür?    .

Cevap: Eğer "Hulu talâktır." dersek, yanya indirir. Yok "fesihtir" dersek o zaman Hanbelî âlimlerimize göre iki vecih vardır. Birincisi: Koca tarafı ağır bastırılır ve mehrin yarısı gerekir. İkincisi: Mehir düşer. Çünkü koca yalnız başına feshe sebep olmamıştır. Bence; eğer hulû bir üçüncü şahısla yapılmış­sa (yani hulû bedelini bir başkası vererek ayrılık talebinde bulunmuşsa) o takdirde tek vecih şeklinde (ihtilâf yok) mehrin yarısı gerekir. Kadınla yapıl­mışsa o takdirde iki vecih (görüş) vardır.

Soru: Ayrılık, köle kocanın, cariye zevcesini efendisinden satın almak suretiyle meydana gelse, mehir düşer mi, yarıya mı iner?

Cevap: İki vecih vardır. Birincisi: Düşer. Çünkü mehre hak sahibi olan (efendi), cariyeyi satmakla mehrin düşürülmesine sebebiyet vermiştir. İkinci­si: Yanya iner. Çünkü koca, onu satın almak suretiyle ayrılığa sebebiyet vermiş­tir.

Kadın tarafından sebep olunan her ayrılık, mehri düşürür. Meselâ kadın irtidat etse veya nikâhının feshini gerektirecek birisini emzirse, yahut koca nafaka temininden âciz olduğu için veya ondaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshe­decek olsa, mehri düşer.

Şöyle denilebilir: Siz, "Kadın, kocadaki bir ayıptan dolayı nikâhı feshe­derse mehri düşer, çünkü aynlık kendi tarafından gelmiştir." diyorsunuz. Yine: "Koca kadındaki bir ayıptan dolayı feshe giderse yine mehir düşer." diyor­sunuz. Bu ikinci durumda feshi koca tarafından kabul edip, mehrin yansım gerekli kılmıyorsunuz. Öbür tarafdan kadın, kocadaki ayıptan dolayı feshe giderse, onu kadın tarafından gelen bir aynlık olarak kabul ederek mehri düşü­rüyorsunuz. Aradaki fark nedir?

Cevaben şöyle denilebilir: Koca mehri, sadece kusurdan uzak bir kadın için vermiştir. Öyle olmadığı ortaya çıkıp da feshe gittiği zaman verdiği mehri geri ister. Nitekim, zifafa girip hiçbir şey yapmadan geri gitmesi durumunda koca üzerine mehirden bir şey gerekmez. Aynı şekilde, kadın kocada bulu­nan bir kusurdan dolayı nikâhı feshetse ve kendisini de kocaya teslim etme­miş olsa, koca üzerinde bir mehir hakkı doğmaz.

Beşinci hüküm: Liân sebebiyle kadına nafaka ve mesken hakkı yoktur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) böyle hükmetmiştir. Bu koca için ricat imkânı oîmayan boşanmış kadınlar hakkındaki hükmüne uygundur. Açıklaması inşa-allah ileride gelecektir. Allah'ın Kitabı'na da uygundur ve hiçbir muhalif de yoktur. Hatta Hân sonucunda kadının nafaka ve mesken haklarının düşmesi, bâin talâkla boşanmış kadının bu haklarının düşmesinden daha da öncelik arzeder. Zira bâin talakla boşanmış kadını, koca iddeti içerisinde —eğer talâk üç sayısına ulaşmamışsa— yeniden nikahlayabilir. Liânla ayrı düşen kadını ise ne iddet içerisinde, ne de sonrasında ebedî olarak nikahlaması mümkün değildir. Dolayısıyla onun nafaka ve mesken hakkının olması için asla bir gerekçe yoktur. Evlilik bağı, liânda tamamen ve bir daha yeniden bağlana-mayacak şekilde kopmaktadır.

Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hükümler birbirlerine uygunluk arzeder. Bütünüyle onlar aynı zamanda Allah'ın Kİtabı'ına ve insanların adaleti İkame etmeleri için indirdiği teraziye yani sahih kıyasa da uygundurlar. İnşaallah yakında göreceksiniz.

İmam Mâlik ve Şafiî: "Kadının mesken hakkı vardır." demişlerse de, Kadı İsmail b. İshak bu görüşü aşın bir tepkiyle karşılamıştır.

Râvinin: "Talâk sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içeri­sinde de olmadığından ona nafaka ve mesken hakkı tanımadı." sözünün muha­lif mefhumu, her talâkla boşanmış ya da Ölüm iddeti içinde bulunan kadına nafaka ve mesken hakkı bulunduğuna delâlet etmez. Bu ifade sadece bu iki tür ayrılığın bazan beraberinde nafaka ve mesken yükümlülüklerini gerekti­rebileceğine delâlet eder. Bu da kadının hamile olması durumunda olur. Talâk yoluyla ayrılıkta hamile kadının bu hakkının bulunduğunda ittifak vardır.

Ölüm ayrılığında üç görüş vardır:

Birincisi: Hamile olmadığında olduğu gibi ne nafaka ne de mesken hakkı yoktur. Bu Ebu Hanife'nin ve iki rivayetten birinde İmam Ahmed'in, iki kavlinden birisinde İmam Şafiî'nin görüşleridir. Çünkü ölümle, nafaka sebebi bir daha dönme ümidi olmayacak şekilde ortadan kalkmıştır. Geriye sadece akrabalık nafakasının sözkonusu edilmesi kalmıştır. O da, eğer varsa çocu­ğun malından karşılanır, yoksa çocuğun yakınlarından, nafakası kime gere­kiyorsa kadının nafakası da onun üzerine ait olur.

İkincisi: Kadının, terekede miras önceliği tanınacak şekilde nafaka ve mesken hakkı bulunur. Bu İmam Ahmed'den yapılan iki rivayetten diğeri­dir. Çünkü ölümle evlilik bağının kesilmesi, bâin talakla kesilmesinden daha ağır değildir. Aksine talâkla olan kesilme daha şiddetlidir. Bu yüzdendir ki kadın ulemanın çoğunluğuna göre, kocasının ölümünden sonra onu yıkaya­bilir. Hatta İmam Ahmed'le, iki rivayetten birisinde İmam Mâlik'e göre ric'" talâkla boşanmış kadın da ölen kocasını yıkayabilir. Bâin talâkla boşanmış hamile kadına nafaka ve mesken vacib olduğuna göre» kocası ölen (hamile) kadın için öncelikli olarak vacip olması gerekir.

Üçüncüsü: Hamile olup olmaması farketmez, kadının nafaka değil de mesken hakkı vardır. Bu İmam Mâlik'in görüşüdür. Şafiî'nin iki kavlinden birisi de böyledir. Bu görüşe göre ölüm iddeti bekleyen kadın bâin talakla boşanmış kadın yerinde mütalaa edilmiştir. Burası, ilgili görüşler ve delilleri­nin genişçe serdedileceği, görüşler arasında değerlendirme yaparak hangisi­nin daha üstün olduğunun belirleneceği yer değildir. Çünkü bizim bu konu­ya girmemizden maksadımız, "Talak sebebiyle ayrılmadıklarından, ölümden dolayı iddet içerisinde de olmadığından kadına, nafaka ve mesken hakkı tanı­madı." ifadesini biraz açmak ve bu ifadenin sadece boşanmış ve ölüm iddeti bekleyen kadınlara kısmen nafaka ve mesken hakkı doğabileceğine delâlet etti­ğini ortaya koymaktır. Yaptığımız bu izah da, bu sözün sahabîye ait olduğu varsayımıyla ilgilidir. Öyle anlaşılıyor ki, —Allah daha iyi bilir ya— bu ifade Zührî'nin kelâmından olmalıdır (müdrec).

Altıncı hüküm: Çocuğun nesebi baba tarafından kesilir: Çünkü Rasû-lullah (s.a.), kadının çocuğunun baba adıyla çağrılmamasına hükmetmiştir. Doğrusu da budur ve cumhur ulemannVgörüşIeri de böyledir. Liân hükümle­rinden en önemlisi bu konudur.

İlim ehlinden bazıları şâz bir görüş ileri sürerek: "Çocuk yatağa aittir. Liân onu asla reddedemez." demişler ve Hz. Peygamber'in (s.a); "Çocuğun yatağa ait olduğuna" hükmettiğini, Hânın sadece cenini (hamli) reddedebile­ceğini, kadın doğuruncaya kadar Hânda bulunmadığı zaman, sadece (iftira) haddini düşürmek için Hânda bulunacağını ve bununla da çocuğun reddedil­miş olamayacağını ileri sü. müşlerdir. Bu, Zahirî Ebu Muhammed b. Hazm'-ın mezhebi olmaktadır.

İbn Hazm, mezhebim şöyle delillendirmiştir: Hz. Peygamber (s.a.) "Çocu­ğun, yatağın sahibine ait olduğuna" hükmetmiştir. Dolayısıyla yatağında doğan her çocuğun kendi çocuğu olması sahihtir. Ancak Yüce Allah'ın, Peygamber'i diliyle reddettiği, yahut kocadan olmadığını kesin bildiği bir ceni­nin, henüz ana karnında iken Hânla reddine gitmesi durumları bundan hariç­tir. Geri kalan diğer durumlarda doğan çocukların nesebi yatak sahibine katılır. Bu yüzdendir ki bize göre; kadın çocuğun kendisinden olmadığı konusunda kocayı tasdik etse, onun bu tasdikine iltifat edilmez. Çünkü Yüce Allah: "Herkes, ancak kendi aleyhine olan şeyi ortaya koyabilir. "[1045] buyurmuştur. Bu durumda ebeveynin ikrarı çocuğun reddi demek olur. Bu ise kendilerin­den başkası (çocuk) aleyhine bir tasarruf'olur. Yüce Allah çocuğu sadece, annenin kocayı yalanlaması ve karşılıklı Hânda bulunmaları yoluyla redde bulunmuş, başka türlü reddedilemeyeceğine hüküm buyurmuştur[1046]

Bu mezheb, İmam Ahmed ve Ebu Hanife'nin benimsedikleri, "Kadın doğurmadıkça cenin (hami) üzerine liân sahih olmaz." görüşünün zıddı olmak­tadır. Doğru olan, Hânın hem cenin üzerine, hem de doğum sonrasında çocuk üzerine sahih olmasıdır. İmam Mâlik ve Şafiî de böyle demişlerdir. Şu halde konu ile ilgili üç görüş bulunmaktadır.

Bu hükümle, çocuğun yatağa ait olması hükmü arasında hiçbir şekilde zıtlık yoktur. Zira yatak liânla ortadan kalkmıştır. Hz. Peygamber (s.a.) çocu­ğun yatağa ait olduğu hükmünü, sadece yatak sahibi iie zinada bulunan arasın­da çocuk üzerinde çekişme bulunduğunda vermiş ve zinada bulunanın iddia­sını iptal ederek, çocuğun yatağın sahibine ait olduğuna hükmetmiştir. Bura­da ise yatağın sahibi çocuğun kendisinden olmadığını söylemekte, onu reddet­mektedir.

Soru: Yatağın bekası şartıyla, sadece çocuğun reddi için liânda bulunsa ve: "Zina etmedi, fakat bu çocuk benim çocuğum değildir." dese hüküm ne olur?

Cevap: Bu konuda İmam Şafiî'nin iki kavli vardır. Her ikisi de İmam Ahmed'den rivayet olarak nakledilmiştir.

Birincisi: Aralarında liân cereyan etmez ve çocuk onu bağlar. el-Hırakî'nin tercihi de budur.

İkincisi: Koca çocuğu red için liânda bulunabilir ve sadece kendi Hânı ile çocuk reddedilmiş olur. Ebu'l-Berekât İbn Teymiye de bunu tercih etmiş­tir. Doğrusu da budur.

Eğer denilirse ki: Siz Allah Rasûlü'nün, "Çocuk yatağa aiddir." hükmüne bu görüşünüzle muhalefet ettiniz. Cevaben: Hâşâ! deriz. Aksine biz bu hadi­sin bütün hükümlerine uygun hareket ediyoruz. Te'vile kaçarak bazılarının düştüğü muhalefete düşmüyoruz. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğun yatağa ait olduğu hükmünü, yatak sahibinin davası durumunda vermiş ve onun iddia­sını "yatak" karinesi ile tercih etmiş ve çocuğu ona vermiştir. Öbür taraftan liânda da yatak sahibinin çocuğu kendisinden reddine ve nesebini kesmesine istinaden de çocuğun reddine hükmetmiş ve çocuğun baba adı ile çağrılama-yacağmı belirtmiştir. Böylece biz her iki hükme de muvafakat etmiş oluyor ve her ikisi ile de amel etmiş oluyoruz. Çocuğun cenin halinde iken reddi ile doğumundan sonra reddi arasında herhangi bir etkisi bulunmayan ve hiç de hoş olmayan, çirkin bir ayırıma gitmedik. Zira şeriat, altında asla bir mâna bulunmayan böylesine sûrî (şeklî) bir fark üzerine hüküm koymaz. Böyle bir duruma, ancak fıkıhtan yeterli payeye sahip olmayan, hikmet-i teşrîden, onun maksatlarından haberdar olmayan kimseler rıza gösterir. Yardım Allah'tan istenir, tevfik O'ndandır.

Yedinci hüküm: Çocuğun, baba cihetinden nesebinin kesilmesi durumun­da annesine ilhak edilmesi. Bu ilhakın, çocuğun nesebinin babadan sabit olması durumunda, annesine olan nisbetine ek bir mâna getirmesi gerekir; aksi takdir­de bir mânası olmaz. Zira çocuğun kadından çıktığı kesin olarak bilinen bir şeydir, dolayısıyla çocuğun kadına ilhakında, nesebinin babadan sabit olması durumuna nazaran ilâve bir mâna bulunmalıdır. Bu konuda ihtilâf edilmiştir:

Bu grup şöyle demişlerdir: Bu ilhaktan maksat, çocuğun nesebinin baba­dan kesildiği gibi, anneden de kesileceği; ne anneye ne de babaya nisbet edile­meyeceği şeklinde yanlış bir anlayışın önüne geçmekten ibarettir. Hz. Peygam­ber (s.a.) işte bu yanlış anlamanın önünü kesmiş ve çocuğu annesine ilhak etmiştir. Ayrıca bunu, hem çocuğa hem de annesine zina isnadında buluna­caklara had uygulanacağını belirtmek suretiyle tekit de buyurmuşlardır. Bu İmam Şafiî, Mâlik ve Ebu Hanife'nin görüşleridir. Ayrıca anne ve asabesi-nin, çocuğun asabesi olduğu kanaatinde olmayan herkes bu görüşü paylaş­maktadırlar.

İkinci bir grup ise şöyle diyorlar: Hayır! Aksine bu ilhakta ilâve bir mâna vardır. O da babaya ait olan nesebin anneye ait kılınması ve annesinin bu konuda babası yerine geçirilmesidir. Bu durumda anne çocuğun asabesi olacak­tır. Annenin asabesi de yine onun asabesi olacaktır. Çocuk öldüğü zaman, anne asabe olarak mirasını alacaktır. Bu İbn Mes'ûd'un görüşüdür. Hz. Ali'­den de rivayet edilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü dört Sünen sahip­leri Vasile b. el-Eska' hadisinde Hz. Peygamber'in: "Kadın üç mirasa (yalnız basma) varis olur: Âzadlı kölesine, bulup büyüttüğü çocuğa (lakîtine) ve üzerine liânda bulunduğu çocuğuna."[1047] buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Aynı hadi­si İmam Ahmed de rivayet etmiş ve gereğini görüş olarak benimsemiştir.

Ebu Davud, Sünen'de Amr b. Şuayb—babası—dedesi silsilesiyle Hz. Peygamber'in: "Liânda bulunan kadının oğlunun mirasını, kendisine ve o yoksa varislerine ait kıldığım" rivayet etmiştir.[1048]

Yine Sünen'dz, Mekhûl hadisinde mürsel olarak rivayet edilmiştir. Buna göre Mekhûl: "Hz. Peygamber liânda bulunan kadının oğlunun mirasım anne­sine, ondan sonra da annenin varislerine ait kılmıştır." demiştir.[1049]

Bu haberler kıyasa tam bir uygunluk arzeder. Çünkü aslında neseb babaya aittir. Onun cihetinden kesildiği zaman.haliyle anneye ait olacaktır. Nitekim velâ (gözetim hakkı) aslında babayı âzad edene aittir. Babanın köle olması durumunda anneyi âzad edenlere geçer. Daha sonra baba âzad edilecek olsa, vela annenin vela sahiplerinden kendisine intikal eder, yani asli haline döner. Bunun tam benzeri lîanda söz konusudur: Liânda bulunan koca kendisinin yalancı olduğunu söylese ve çocuğu kendi nesebine katmak (istilhakta bulun­mak) istese, hem nesep hem de asabelik anneden yine asıl olan babaya döner. İşte bu kıyasın ta kendisidir. Hadislerin ve haberlerin gereğidir. Ümmetin derin ve büyük âlimi Abdullah b. Mes'ûd'un görüşüdür. Zamanlarındaki bütün insanların imamları olan Ahmed b. Hanbel ile İshak b. Râhüyeh'in mezheb-leridir. Kur'ân buna en ince ve güzel bir îma ile delâlet etmektedir. Zira Yüce Allah Hz. İsa'yı (a.s.) annesi Meryem vasıtasıyla Hz. İbrahim'in (a.s.) zürri-yetinden saymıştır. Meryem Hz. İbrahim'in halis zürriyetinden olmaktadır. Bu konuda, inşaallah, ileride Ferâiz bahsinde Hz. Peygamber'in koyduğu hüküm ve uygulamalardan sözederken daha geniş bilgi verilecektir.

Şöyle bir soru akla gelebilir: Peki Müslim'in Iiân olayıyla ilgili olarak naklettiği Sehl hadisinin sonunda geçen: "Sonra Allah'ın farz kıldığı üzere (koyduğu miras payları doğrultusunda) çocuğun annesine, annenin de çocu­ğuna mirasçı olması uygulanageien sünnet oldu.'* ifadesini, ne yapacaksınız?

Cevaben denilir ki: Her ne kadar bu sözün İbn Şihab ez-Zührî'ye ait olma­sı ihtimali[1050] varsa da —ki göründüğü kadar öyledir— biz onu kabul eder ve gereğiyle amel ederiz. Zira annenin asabe kılınması, Yüce Allah'ın Kitab'-inda oğlunun mirasından kadına ait kıldığı payı düşünmez. Nihayet bu durum anneyi hem kendi payını hem de asabe olarak geri kalanı alan baba gibi yapar ve kadın mutlaka kendi paymı (farz) ahr, eğer geride daha fazla bir şey kalır­sa, onu da asabe yoluyla ahr. Eğer artmıyorsa kendi payım alır, o kadar. Dola­yısıyla biz, bu konuda varid olan haberlerin tümüyle amel etmiş oluyoruz.

Sekizinci hüküm: "Ne kadına ne de çocuğuna zina isnadında bulunula­maz. Kim kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunursa üzerine had gere­kir." Çünkü kadının karşı liânda bulunması, kendisi üzerine atılan isnadın gerçek olmadığını ifade etmektedir. Dolayısıyla kadına ya da çocuğuna zina isnadında bulunan kimseye had tatbik edilir. Sarih ve sahih sünnet buna delâlet etmektedir. Ümmetin büyük çoğunluğu da bu görüştedir.

Ebu Hanife ise şöyle der: Eğer ortada nesebi reddedilen bir çocuk yoksa, isnadda bulunana had gerekir. Eğer nesebi reddedilen bir çocuk varsa, had gerekmez. Hadis sadece koca tarafından reddedilen bir çocuğu olan kadın hakkındadır. Ebu Hanife için bu ayırımı gerekli kılan şey şudur: Ne zaman ki kadının çocuğunun nesebi reddedilmiştir; bu, çocuğa nisbetle kadının zina ettiğine hükmetmek demektir. Bu ise iftira haddinin düşmesi konusunda bir şüphe doğurur.Dokuzuncu hüküm: Bu hükümler, her ikisinin liânı üzerine birden terettüp etmektedir. Her ikisinin de liânı tamamlandıktan sonra, bu hükümlerden hiç birisi sadece kocanın liânı üzerine terettüp etmez.

Ebu'l-Berekât îbn Teymiye, bu esastan hareketle, sadece kocanın Hân­da bulunmasıyla çocuğun reddedilmiş olacağım çıkarmıştır ki doğru bir neti­ce (tahric)dir. Çünkü kocanın liânı, kadının Hânına bakılmaksın kendisin­den haddi ve iftirada bulunmuş olma annı düşürdüğüne göre, kendisine bağla­nacak fasid nesebin düşürülmesini de gerektirir. Eğer kadın Hâna yaklaşmaz­sa o takdirde öncelikli olarak düşmüş olur. Zira kocanın kendisinden olma­yan bir çocuğun nesebinde kalması neticesinde göreceği zarar, hadda maruz kalmasındaki zarardan daha büyüktür. Onu redde olan ihtiyacı ise, haddi defe olan ihtiyacından daha şiddetlidir. Kocanın Hânı yalnız başına haddi düşür­düğü gibi, çocuğun reddini de yalnız başına gerektirir. Allah en iyi bilir.

Onuncu hüküm: Hamile olması durumunda boşanmış ya da ölüm iddeti bekleyen kadına nafaka ve meskenin bir hak olarak sabit olması. Zira hadis­te: "Talak olmaksızın ayrılmış olduklarından, ölüm iddeti içerisinde de olma­dığından..." ifadesi vardır. Bu hadis iki hüküm ortaya koymaktadır:

1) Kocadan hamile olmaması durumunda, talâkla ayrı düşmüş kadın için nafaka ve mesken hakkının olmaması.

2) Hem ona hem de kocası ölen kadm için kocadan hamile olmaları duru­munda nafaka ve mesken hakkının gerekli olması.

Hz. Peygamber'in (s.a.): "Kadına bakınız. Eğer şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o Hilâl b. Ümeyye'nindir. Yok şöyle şöyle bir çocuk getirirse, o Şerik b. Sehma'nındır. (Yani ondandır)." buyruğu, kâiflik sanatı ile hüküm­de bulunulabileceğine ve benzerliğin nesebin tayininde ve çocuğun ilhakında etkisinin bulunduğuna bir işaret olmaktadır. Çocuğun Hânda bulunan koca­ya benzer doğması durumunda, ona katılmamasının sebebi, benzerlik delili­nin kendisinden daha güçlü olan Hân deliline muarız olması yüzündendir. Daha önce geçmişti.

Hadiste geçen: "Şayet bir kimse, karısıyla birlikte bir adam bulsa, onu öldürür ve siz de ona karşılık onu öldürür müsünüz?" ifadesi şuna delâlet eder: Bir kimse evinde bir adamı öldürse ve onu karısıyla veya haremi ile birlikte yakaladığım ve öldürdüğünü iddia etse sözü kabul edilmez. Çünkü, şayet kabul edilecek olsa kanlar heder olur, birisini öldürmek isteyen herkes onu evine sokar, öldürür ve karısıyla birlikte yakaladığını iddia eder.

Ancak burada birbirinden ayırmamız gereken iki mesele vardır: Birinci­si: Diyâneten yani kul ile Allah arasında kalmak şartıyla onu öldürmesi mümkün müdür? (Yani ceza değil de günah gerekir mi?) İkincisi: Mahkeme­de hüküm vermek için sözü kabul edilir mi?

Bu ayırımla, konuyla ilgili oîarak ashabtan nakledilen haberler arasın­daki problem de ortadan kalkmış olur. Bazı âlimlerin, "Bu konuda ashab arasında tartışma olmuştur. Hz. Ömer: Öldürülmez, demiş, Hz. Ali ise: Öldü­rülür, demiştir." demelerinin de bir anlamı kalmaz. Ashab arasında tartışma bulunduğunu söyleyenleri aldatan şey Saîd b. Mansur'un Sünen'indç rivayet ettiği şu hadis olmuştur: Hz. Ömer bir gün (sabah) yemek yerken, elinde kanlı bir kılıç ile koşarak bir adam geldi. Arkasında da koşarak gelen bir grup insan vardı. Adam geldi ve Hz. Ömer'in yanına oturdu. Diğerleri de gelerek:

  Ey Mü'minlerin Emîri! Bu bizim adamımızı öldürdü! dediler. Hz. Ömer adama:

  Ne diyorsun (doğru mu)? diye sordu. Adam:

— Ey Mü'minlerin Emiri! Gerçek şu ki, ben karımın iki bacağı arasına vurdum. Eğer iki bacağı arasında birisi var idiyse, onu öldürmüşümdür, diye cevap verdi. Hz. Ömer onlara:

  Siz ne diyorsunuz? dîye sordu. Onlar:

— Ey Mü'minlerin Emîri! O kılıçla vurdu ve kılıç adamın beli ile kadı­nın bacakları üzerine indi, dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer ondan kılıcını aldı, onu çırptı ve kendisine geri verdi. Sonra da ona:

— Onlar dönerlerse sen de dön, (yani onlar aynı şeyi yaparlarsa sen de aynı şeyi yap) dedi.

Hz. Ali'ye gelince; ona, karısıyla birlikte bir adam yakalayıp onu öldü­ren kimsenin hükmü sorulmuştu. O: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." dedi.[1051] Bunu Hz. Ömer'den nakledilen haberle çelişti­ğini zannettiler ve konuyla ilgili ashab arasında ihtilâf olduğunu söylediler. Halbuki, sen bu iki hüküm arasında îmal-i fikirde bulunduğu zaman, arala­rında bir ihtilâf olmadığını görürsün. Çünkü Hz. Ömer, ondan haddi sadece kan sahiplerinin onun adamın karısıyla olduğunu itiraf ettikleri için düşür­müştür. Nitekim Hanbelı âlimlerimiz —ifade İbn Kudâme'ye aittir— şöyle demektedirler: "Eğer velî bunun böyle olduğunu itirafta bulunursa, o takdirde ne kısas ne de diyet yoktur. Çünkü Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre... (sonra olayı anlatır)." İbn Kudâme'nin bu ifadesi kadın yanında öldürülen kimsenin muhsan (evli) olup olmaması arasında bir fark olmadığını gösterir. Hz. Ömer'in öldürülen bu kimse hakkındaki hükmü ve ona: "Onlar bir daha aynısını yaparlarsa sen de yap," demesi de aynıdır ve muhsanla, muhsan olma­yan arasını ayırmamıştır. Doğrusu da budur. Her ne kadar el-Müstev'ib sahibi: "Kişi karısının yanında, recmi gerektirecek bir iş üzere birisini yakalaı ve onu öldürür ve onu bunun için (recm için) öldürdüğünü iddia ederse zahiren hüküm verilirken (yani mahkemede) üzerine kısas gerekir. Ancak iddiasına bir beyyine getirebilirse o zaman kısas gerekmez." Beyyinenin adedinde ise iki rivayet vardır: a) İki şahittir. Ebu Bekir bu rivayeti tercih etmiştir. Çünkü burada istenen beyyine zinaya değil, adamın orada bulunduğuna dairdir, b) "Dört­ten daha az şahidin sözü kabul edilmez." diyorsa da; sahih olana göre, yuka­rıda söylediğimiz gibi, buna dair beyyine getirildiğinde, yahut velînin ikrarı durumunda kısas düşer. İster muhsan (evli) olsun, ister olmasın farketmez. Hz. Ali'nin sözü de buna delâlet eder. Zira o, karısı ile birisini yakalayıp da onu öldüren kimse hakkında: "Eğer dört şahit getirmezse tümüyle (kısas için) teslim edilir." demiştir. Böyledir, çünkü bu öldürme zinadan dolayı uygula­nan bir had değildir. Eğer had olsaydı kılıçla olmazdı ve haddin uygulanma şart ve şekilleri aranırdı. Bu sadece, üzerine tecavüzde bulunan, harîm-i ismetini çiğneyen, ailesini baştan çıkaran kimse için verilmiş bir ceza olmaktadır. Nite­kim Zübeyr (r.a.) de aynı şeyi yapmıştır: Bir seferinde kendisine ait bir cariye ile ordudan geri kalmıştı. Ona iki adam geldi ve: "Bize bir şey ver!" dedüer. Zübeyr de yanındaki bir yiyeceği onlara verdi. Adamlar: "Cariyeyi bırak!" dediler. Bunun üzerine Zübeyr kılıcı ile onlara vurdu ve ikisini de bir vuruşla ikiye böldü. Yine aynı şekilde, birilerinin evine bir delikten yahut kapı aralı­ğından izinsiz bakan ve evin mahremiyetini çiğneyen bir kimsenin, ev sahip­leri tarafından vurulması, gözünün çıkarılması da tam bir ceza olmaktadır. Böyle bir kimsenin gözü çıkarılacak olsa tazmin (diyet) sorumluluğu bulun­mamaktadır. Kadı Ebu Ya'Iâ: "İmam Ahmed'in sözünün zahirinden anlaşı­lan; ev sahipleri onu uzaklaştırırlar, üzerlerine harhangi bir tazmin sorumlu­luğu olmaz, şeklindedir. Bu konuda bir tafsilat getirmemiştir." demektedir.

İbn Hâmid ise bir açıklamada bulunarak: "Sıra ile en hafiften başlaya­rak onu uzaklaştırır. Önce: Çek git! Yoksa şöyle şöyle yaparız, der." demiştir.

Ben derim ki: Ne İmam Ahmed'in sözünde, ne de sahih sünette böyle bir tafsili gerektiren bir husus yoktur. Aksine sahih hadisler öyle olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü Sahihayn'da bulunan Enes hadisinde anlatıldığı­na göre, "Bir adam bir delikten Hz. Paygamber'in odalarından birini gözetiiyordu. Hz. Peygamber, elinde bir ok demiri (ya da ok demirleri) ile ona doğru yaklaştı ye ona dürtmek için fırsat kollamaya başladı. "[1052] denilmiştir. Bu durumda en hafiften başlamak da nerden çıkıyor? Zira Hz. Peygamber, adama vurmak için fırsat kolluyor, gizleniyor.

Yine Sahihayn*da Sehl b. Sa'd'cfen rivayet ediliyor: Adamın birisi Hz. Peygamber'in kapısındaki bir delikten içerisini gözetledi. Hz. Peygamberdin elinde, başım taradığı demir bir tarak vardı. Adamı görünce: "Eğer senin bana baktığını bilseydim, şunu senin gözüne sokardım! İzin talebi, ancak bakma­dan dolayıdır." buyurmuşlardır[1053]

Yine Sanıhayn'da. Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilir: Hz. Peygamber (s.a.): "Bir kişi habersiz seni gözetlese, sen de ona bir taş atsan ve gözünü çıkarsan, sana bir günah (sorumluluk) yoktur." buyurmuştur[1054]

Yine onlarda rivayet edilir[1055]: "Bir kimse izinsiz başkalarının evini gözetlese, onlar da onun gözünü çıkarsalar, ne diyet gerekir ne de kıyas." buyurmuştur.

Şeyhülislâm îbn Teymiye'nin tercihi de bu doğrultudadır. Şöyle der: "Bu üzerine hücumda bulunan deve vb.nin defi kabilinden değildir. Aksine bu teca-vüzkâr ve ezada bulunan kimseye verilen bir ceza mahiyetindedir. Buna göre diyâneten yani Allah ile kul arasında olmak şartıyla, kişinin harîm-i ismetine tecavüzde bulunan bir kimseyi öldürmesi caizdir, tster öldürülen kişi muhsan (evli) olsun, ister olmasın fark etmez. (Irz düşmanlığı) ile bilinir olup olma­ması da neticeyi etkilemez. Nitekim ashabın sözleri, sahabe fetvaları da buna delâlet etmektedir." İmam Şafiî ile Ebu Sevr: "Eğer zina eden evli (muhsan) ise, hane sahibinin diyâneten onu öldürmesi mümkün olabilir." demişler ve bunu (yani öldürmesini) haddin (recm) uygulanması kabilinden telakki etmiş­lerdir. İmam Ahmed ve İshak ise: "İki şahit getirirse kanı heder olur." demişler ve evli (muhsan) olup olmaması arasını ayırmamışlardır. İmam Mâlik'in görüşü ise, konuyla ilgili olmak üzere farklılık arzeder: (Râvi) İbn Habib: "Eğer öldü­rülen evli (muhsan) ise ve koca da beyyine getirmişse üzerine bir şey gerek­mez. Aksi takdirde kısas yoluyla öldürülür." demiştir. İbnu'l-Kâsım: "Eğer beyyine bulunursa muhsan olup olmaması farketmez, kanı heder kılınır."demiştir. İbnu'l-Kâsım, öldürülenin muhsan (evli) olmaması durumunda diyet ödenmesini müstahap görmüştür.

Burada bir soru gelebilir ve sıhhati üzerinde görüş birliği edilen Ebu Hureyre (r.a.) hadisi hakkında ne düşünüldüğü sorulabilir. Hadis şudur: Sa'd b.'Ubâde, Hz. Peygamber'e: "Ya Rasûlallah! Ne buyurursun, karısının yanın­da bir adam bulunan kimse onu öldürebilir mi?" diye sormuş, Rasûlullah (s.a.): "Hayır!" cevabını vermişti. Sa'd: "Seni Hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah: "Efendi­nizin söylediğine kulak verin!" buyurmuştu.

Başka bir rivayette de: "Eşimin yanında bir adam bulsam, dört şahit geti­rinceye kadar dokunmayacak mıyım?" diye sormuş, Rasûl-i Ekrem: "Evet." cevabım vermişti. Sa'd: "Asla olmaz. Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, ben onu bundan önce mutlaka kılıçla tepeleyiveririm!" demişti. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Efendinizin söylediğine kulak , verin. O hakikaten gayur (kıskanç, gayretli) biridir. Ben ondan daha gayu­rum. Allah da benden daha gayurdur."

Cevaben diyoruz ki: Biz bu hadisleri kabulle karşılıyor ve gereği ile amel ediyoruz. Hadisin sonu, "şayet öldürecek olsa, ona karşı kısas edilmeyeceğine" delildir. Çünkü Sa'd: "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" demiştir. Eğer öldürülmesi durumunda üzerine kısas gereke­cek olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.) bu yemini ikrarla (tasvib) karşılamaz ve onun bu gayretine övgüde bulunmazdı. Aksine: "Eğer sen onu öldürürsen, sen de ona karşı öldürülürsün." buyururdu. Ebu Hureyre hadisi bu konuda açıktır. Çünkü Hz. Peygamber: "Siz Sa'd'ın gayretine şaşıyor musunuz? Valla­hi ben ondan daha gayurum; Allah da benden daha gayurdur." buyurmuş­tur ve ona karşı tepki göstermemiş, onu öldürmekten ah koymamıştır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) sözü bağlayıcı bir hükümdür. Yine fetvası da aynı şekilde ümmet için genellik arzeden bir hükümdür. Eğer ona öldürmesi için izin verseydi, bu hem diyâneten hem de kazaen kanının heder olduğuna dair Hz. Peygamber tarafmdan verilmiş bir hüküm olurdu ve Yüce Allah'ın kısasla ortadan kaldırmak istediği mefsedet ortaya çıkar, insanlar öldürmek istedik­leri kimseleri evlerinde öldürmeye ve sonra da onlan eşleriyle vb. beraber yaka­ladıklarını iddiada bulunmaya koşarlardı. Allah bu kapıyı kapattı, mefsedeti bertaraf etti ve kanlan korudu. Bunda, kazaen katilin sözünün kabul edil­meyeceği ve öldürdüğü kişiye karşı kısas edileceğine dair bir delil vardır. Sa'd, onu öldüreceğine ve şahit aramaya gitmeyeceğine dair yeminde bulununca, Hz. Peygamber (s.a.) onun bu gayretine şaşırmış ve onun gayur olduğunu, kendisinin ondan daha gayur olduğunu, Yüce Allah'ın ise kendisinde bile daha gayretli olduğunu bildirmiştir. Bu iki mânaya gelebilir:                

Birincisi; Hz. Peygamber'in, Sa'd üzerine yemin ettiği şeyi sükut ve ikrarla karşılaması, onun diyâneten yani kul ile Allah arasında caiz olduğunu, kaza­en ise öldürmekten yasakladığı anlamına gelebilir. Bu haliyle de hadisin başı ile sonu arasında bir çelişki yoktur.

ikincisi: Hz. Peygamber (s.a.) bunu Sa'd'e, sanki ona bir tepki (münker bulma) şeklinde söylemiş ve: "Büyüğünüzün söylediğini işitmiyor musunuz?'* buyurmuştur. Bununla: Ben onun öldürmesini yasaklıyorum, o ise "Seni hak (din) ile gönderen Allah'a yemin ederim ki, bilâkis evet!" diyor, demeyi kasdet-miştir ve daha sonra onu bu muhalefete iten şeyi bildirmiş, onun da aşın gayreti olduğunu ifade etmiş, sonra da: "Ben ondan daha gayurum. Allah da benden daha gayurdur." buyurmuştur. Yüce Allah bu kadar aşın gayretiyle dört şahit ikamesi şartını kılmıştır. Bunda bir hikmet ve maslahat, bir şefkat ve iyilik gösterisi vardır. Yüce Allah; aşırı gayreti yanında, kullarının menfaatlerini, hemen Öldürmek yerine dört şahit getirilmesi şeklinde koyduğu hükmün neler getireceğini en iyi bilendir. "Ben Sa'd'den daha gayurum. Bununla birlikte Sa'd'in öldürmesini yasakladım." demekle Hz. Peygamber (s.a.), her iki duru­mu da birden kasdetmiş olabilir. Hz. Peygamber'in (s.a.) kelâmına, olayın akışına daha uygun olan da budur. [1056]

 



[1] Arapça alfabetik sırayla ele alınan bu kısmın tercümesinde değerli büyüğüm Tıp Tarihi okut­manı Abdullah Köşe'nin yardımlarını şükranla anarım. (Mehmet Erdoğan).

[2] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/17.

[3] Buharı, 66/18; Müslim, 797. Bu hadisin Türkçe tercümelerinde "ütruc" kelimesi turunç, portakal vb. diye tercüme edilmiştir. Botanikte Türkçe karşılığı ağaç kavunudur.

[4] Yuhanna b. Mâsiveyh el-Bağdadî'dİr. Süryanî bir tabiptir. Bağdat'ta yetişmiştir. Harun Reşid ile ilişkisi vardır. Halife kendisine tıbbî kitapların tercümesi işini tevdi etmiştir. Reşid dev­rinden el-Mütevekkil zamanına kadar Abbasî sarayının doktorluğunu yapmıştır. Samar-ra'da h. 243 tarihinde ölmüştür. Bk. el-Kıftî, Tarihu'l-Hukemâ, 380-391.

[5] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/17-19.

[6] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/19.

[7] Buharî, 75/1; Tecrid-i Sarih Tercemesi; 12/62; Müslim, 2810.

[8] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/19-20.

[9] Buharı, 28/9; Müslim, 1353. îzhir, Mekkelilerce bilinen güzel kokulu bir ottur. Toprağa gömülü bir sapı ve ince dalları vardır. Hem yumuşak hem de sert topraklarda biter.

[10] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/20.

[11] Ebu Davud, 3836; Tirmizî, 1844; Şemail, 1/296. İsnadı sahihtir.

[12] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/20.

[13] Ibn Mâce, 3330. Senedinde zayıf olan Yahya b. Muhammed b. Kays el-Muharibîed-Danr vardır. Bu hadisi onun münker hadislerinden biri saymışlardır.

[14] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/21.

[15] Tirmizî, 2370; Müslim, 2038. Senedi hasendir.

[16] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/21-22.

[17] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/22.

[18] Ebu Davud, 3829; Ahmed, 6/89. Senedinde İbn Hibbân'dan başkasınca sika bulunmayan Ebu Ziyad Hıyar b Seleme vardır. Diğer râvileri sikadır.

[19] 9. Buharı, 70/49; Müslim, 564.

[20] Müslim, 567; Nesâî, 2/43; İbn Mâce, 3363.

[21] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/22-23.

[22] Mevzûluğu hakkında bk. İbn Kayyım, el-Menöru'l-Münîf, s. 51; Aliyyu'1-Kârî, el-Masnû, s. 44; Süyutî, el-LeâlVl-Masnûa.                                                                         

[23] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/23-24.

[24] Buharı, 76/52; Müslim, 2047.

[25] Müslim, 2046.

[26] Bk. Ebu Davud, 3259, 3837; Tirmizî, 1531; İbn Mâce, 3434.

[27] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/24.

[28] Sedef otu (sezâb): Yeşil-mavi renkli bir ottur, güçlü bir koku yayar. Yaprakları elips şel ündedir, beneklidir. Temmuz ve Ağustos aylarında açar. Çiçekleri yıldız gibidir, san yeş renklidir. Bk. et-Tedavî bi'l-A'şâb, s. 184.

[29] Nıkris: Erkeklerde bulunan ve topuklarla ayak parmakları mafsallarında meydana gele şişliktir. Gut hastalığı.

[30] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/24-25.

[31] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/25.

[32] Müslim, 598.

[33] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/25-26.

[34] Müslim, 567; İbn Mâce, 1014, 3363; Nesâî, 2/43; Ahmed 1/15, 28, 49. İmam Ahmed (4/19) ayrıca, "Hz. Peygamber (s.a.) şu iki pis ağacı yasakladı. Kim o ikisini yerse mescidimize yaklaşmasın.", "Eğer mutlaka yiyecekseniz, pişirerek onları öldürünüz." hadislerini de rivayet eder. Bunlardan maksat soğan ve sarmısaktır. Âlimler, mescid hükmüne bayram namazgahı, cenaze töreni, düğün yemeği gibi genel toplantıları da katmışlardır. Ayrıca, insanlara eza veren ve kötü kokusu bulunan herşeyi soğan ve sarımsak hükmüne katmış­lardır. Bazıları ağzı kokan kimseleri, yağlı, kirli paslı işlerde çalışan meslek erbabını, bu­laşıcı hastalığa yakalanan kimseleri de aynı hükme dahil etmişlerdir.

[35] Buharî, (Fethu'I-Bârî: 2/282, 283); Müslim, 564 (73), 2053.

[36] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/26-27.

[37] Buharı, (Fethu'I-Bârî, 7/83); Müslim, 2446.

[38] Bakara, 2/61.

[39] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/27.

[40] Buharî, 70/42.

[41] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/27-28.

[42] Ebu Davud, 3819. isnadı hasendir.

[43] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/28.

[44] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/28.

[45] Buharı, 76/7; Müslim, 2215.

[46] Ahkâf, 46/25.

[47] Enzerut: Bir dikenli ağacın zamkıdır. Kızıl ve ak renklidir. Sıcak ve kurudui şımlari sürer giderir.

[48] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/28-30.

[49] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/30.

[50] Sabir: Usaresi acı bir ottur. San sabir veya öd ağacı denilir. İleride gelecektir.

[51] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/30-31.

[52] Haris b. Kelede: Tâif'ten olup Sakîflidir. Cahiliye ve İslâm dönemlerinde yaşamıştır. İran'a gitmiş ve tıp İlmini onlardan almıştır. Hafız İbn Hacer, el-İsâbe'dt onun hayatına yer ver­miştir, îbn Ebî Hâtim'den onun İslâmlığının aslı olmadığı nakledilmiştir. Ebu Davud (3875), sahih bir senedle Sa'd'den şöyle rivayet etmiştir: Sa'd şöyle demiştir: İyice hastalanmış­tım. Hz. Peygamber (s.a.) beni ziyarete geldi, elini göğsüm üzerine koydu, elinin serinliği­ni ta kalbimde hissettim. Bana: "Sen kalbinden hastasın. Sakîflİ Haris b. Kelede'yi getir. Çünkü o tabiblik yapan bir adamdır..." buyurdu.

[53] Natrûn: Sıcak suda kolaylıkla, soğuk suda ise zorca eriyen bir luz çeşidi. Burak da denilir. (Natron, sodyum karbonat).

[54] Bk. Şevkânî,-e/-Fevâ«/u7-A/ecmütf, s. 164-165; Aliyyu'1-Kârî, el-Masnû, s. 117; İbn Kay-yim, el'Menâru'l-MUnîf, 54.

[55] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/32-33.

[56] Buharî, 81/44; Müslim, 2792.

[57] Ebu Davud, 3783. Senedinde bir zayıf, bir de meçhul râvi vardır. Ebu Davud hadisin za­yıf olduğunu söyler.

[58] Ebu Davud, 3818; İbn Mâce, 3341. Ebu Davud, hadisin münker olduğunu söylemiştir. Çünkü senedinde metruk râvi Eyyub b. Havt vardır.

[59] Hadis sahih değildir. Bk. es-Sehavî, el-Makâstdu'l-Hasene; el-Fevâidu'l-Mecmua, 161-162; Tezkiretu'I-Mevzuât, 144.

[60] Ebu Davud, 3838. Ebu Ma'şer, zayıftır.

[61] Buharı, 9/476; Müslim, 355(93).

[62] Ahmed, 5/252, 255; Ebu Davud, 188. İsnadı sahihtir.

[63] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/33-34.

[64] Müslim, 2052.

[65]  [bn Mâce, 3318. Senedi zayıftır.

[66] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/34-35.

[67] Ahmed, 5/416. Senedinde Ebu Eyyub el-Ensârî'nin yeğeni olan Ebu Sevre el vardır ve zayıftır. Bk. AIiyyu'1-Kârî, el-Masnû, 61.

[68] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/35-36.

[69] Tirmizî, Şemail, no: 32. Senedinde er-Rebî b. Sabih ve Yezid er-Rakkâşî vardır. Her ikisi de zayıftır.

[70] Tirmizî, 1835; Ahmed, 3/497; Dârimî, 2/102. Senedinde Şamlı Atâ vardır. Onu İbn Hib-bân'dan başkası sika bulmaz. Ancak hadisin şahitleri vardır: Bk. Tirmizî, 1852; İbn Mâ-ce, 3319; Hâkim, 2/122.

[71] İbn Kayyim'in el-Menâr'ul-Müfid adlı eserine bakınız, s. 54; el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 165, 196.

[72] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/36-37.

[73] Buharı, 77/81; Müslim, 1189.

[74] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/37.

[75] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/37.

[76] Hadis sahihtir. Bk. Ebu Davud, 4232, 4233, 4234; Tirmizî, 1770; Nesâî, 8/163, 164; Ah-med, 5/23. Tirmizî: Hasendir, demiştir. İbn Hibbân (1466) da sahih olduğunu söyler. Ko­nu ile ilgili merfû ve mevkuf hadisler vardır. Bk. Zeylâî, Nasbu'r-Râye, 4/237-238.

[77] Tirmizî, 1690, Şemail, 101. Senedinde fbn Hibbân'dan başkasınca sika kabul edilmeyen Hud b. Abdullah b. Sa'd vardır. Diğer râvileri sikadır.

[78] Âl-i İmrân, 3/14.                                                                            

[79] Buharı, 81/10; Müslim, 1048, 1049.

[80] Harîrî, Ebu Muhammed el-Kasım b. Ali b. Muhammed b. Osman el-Basrî'dir. el-Makamat'm sahibidir. Bu eserde tam bir başarı ortaya koymuş, dil, emsal, sözün incelik­leri gibi konularda Arap belagatının pek çok yönlerini başarıyla eserine almıştır. H. 516'da vefat etmiştir. Hayatı hakkında bk. Vefeyât, 4/63-68.

[81] Makamât, (Türkçe tercümesi) s. 38.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/37-40.

[82] Meryem, 19/25.

[83] Buharı, 70/39; Müslim, 2043.

[84] Ebu Davud, 2356; Tirmizî, 696; Ahmed, 3/164. isnadı sahihtir.

[85] Ekşi ye.tatlı karışımı bir meşrubat.

[86] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/40.

[87] Vakıa, 56/88.

[88] Rahman, 55/11-12.

[89] Müslim, 2253; Ebu Davud, 4172; Nesâî, 8/189.

[90] tbn Mâce 4332; Ibn Hibbân, 2620. Senedinde İbn Hibban'dan başkaları tarafından sık< bulunmayan Dahhâk el-Muafirî vardır. Onun şeyhi Süleyman h. Musa hakkında da ıhtı lâf vardır.

[91] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/41-42.

[92] Rahman, 55/68.

[93] Senedinde Muhammed b. Velid b. Eban el-Kalansî vardır. Hadis uyduran yalancı birisidir Zehebî, el-Mtzan'ûa (4/59) bu hadisi, onun uydurduğu hadislerden biri olarak saymıştır.

[94] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/42-43.

[95] Nûr, 24/35.

[96] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Dipnot: 42.

[97] Musannef, 19568; İbn Mâce, 3319. Râvileri sikadır. Hâkim (4/122) onu sahih kabul et­miş, Zehebî de ona katılmıştır. Ayrıca şahidi için bk. Mecmau'z-Zevâid, 5/43.

[98] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/43-44.

[99] Ebu Davud, 3837; tbn Mâce, 3334. İsnadı sahihtir.

[100] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/44-45.

[101] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/45-46.

[102] lnsân,,76/17.

[103] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/46.

[104] Şibit: Yaprak ve tohumlan hoş bir koku vermek için yemeğe katılan bîr ot çeşididir.

[105] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/46-47.

[106] îbn Mâce, 3339. Senedinde üç tane meçhul râvi vardır. Hâkim, (4/41 l)'de başka bir tariki vardır. Onda da hadisi ile ihticac edilemeyecek bir râvi bulunmaktadır.

[107] Bu hadis zayıftır.

[108] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/47-48.

[109] Buharı, U/8; Müslim, 252.

[110] Buharî, 11/8, Müslim, 252.

[111] Buharı, 30/27 (muallak olarak); Şafiî, 1/27; Ahmed, 6/47,62,124, 126,238; Nesâî, 1/10; Dârimî, 1/174 (mevsûl olarak) rivayet etmişlerdir. İsnadı sahihtir. Aynca bk. îbn Hib-bân, 143. Hadisin şahidi için bk. Ahmed 1/3, 10; Îbn Mâce, 289.

[112] Müslim, 253.

[113] Buharı, (Fethu'I-Bârî, 8/106)

[114] Buharı, 11/8.

[115] Ebu Davud, 2364; Ahmed, 3/445. Senedinde Âsim b. Ubeydillah vardır, zayıftır. Buharf temrîz sigası ile (Fethu'I-Bârî, 4/136) muallak olarak zikretmiştir.

[116] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/48-50.

[117] Deffâ b. Dağfel zayıftır. Abdulhamid b. Sayfî, leyyinu'l-hadistir. Bunu Hâkim, 4/404'de İbn Mes'ûd'dan tahric etmiştir, senedi zayıftır. Yine o, 4/197'de: "Şüphesiz ki Allah, ih­tiyarlık hariç indirdiği her derdin devasını da vermiştir. İnek sütüne devam ediniz. Çünkü o, her bir ottan (ağaçtan) yer." lâfzı ile tahric etmiştir.

[118] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/50-51.

[119] Ahmed, 5723; îbn Mâce, 3218, 3334; Şafiî, 2/425; Dârakutnî, s. 539-540. İsnadı zayıftır. Ancak Beyhakî, 1/254'de sahih bir isnadla İbn Ömer'e mevkuf olarak rivayet etmiştir. O lafzen mevkuf, fakat hükmen merfûdur.

[120] Buharı, 72/12; Müslim, 1935.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/51-52.

[121] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Tabiî İlaçlarla Tedavi, dipnot: 162.

[122] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/52.

[123] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/53.

[124] Şübrüm: Bir nevi ottur. Bir zira boyunda, çok boğumludur. Çam pürüne benzer ufacık yaprakları olur. Çiçeği kırmızı olur. Mercimek gibi akırak ve sarırak tohumu olur. (A hler-iKebîr).

[125] Tirmizî, 2082; İbn Mâce, 3461. İsnadı zayıftır.                                              

[126] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/53.

[127] İbn Mâce, 3445; Tirmizî, 2040; Ahmed, 6/32. Senedinde Muhammed b. es-Sâib'in annesi vardır. Onu İbn Hibbân'dan başka kimse sika bulmamıştır. Diğer râvileri sikadır. Bunun­la birlikte Tirmizî: "Bu hasen sahih bir hadistir." demiştir. Konu ile ilgili Hz. Âişe'den merfû olan: "Telbîne (sütlü bulamaç aşı) hastanın kalbini rahatlatır ve kısmen üzüntüyü giderir." hadisi vardır ki sıhhati üzerinde ittifak edilmiştir.

[128] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/53-54.

[129] Hûd, U/69.

[130] Tirmizî, 1830; Ahmed 6/307. İsnadı sahihtir.    .

[131] Ahmed, 4/190, 191. Senedinde İbn Lehîa vardır. Hafızası iyi değildir. Ancak önceki ha­dis bunun şahididir.

[132] Ahmed, 4/252; Ebu Davud, 188. isnadı sahihtir. Son cümlenin lafzı tercemesi: "Elleri toprak dolasıca" şeklindedir.

[133] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/54-55.

[134] Ahmed, 3/211, 270. İsnadı sahihtir. Buharı (Fethu'l-Bârî, 4/257, 5/99); Tirmizî,

[135] Buharı, 57/20; Müslim, 1772.                                             

[136] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/55.

[137] Bakara, 2/45.

[138] Bakara, 2/153.

[139] Tâhâ, 20/132.

[140] Kaynaklan geçti. Sahihtir. Bk. Ruhanî ve Tabiî İlaçlarla Tedavi, dipnot: 68.

[141] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/55-56.

[142] İbrahim, 14/5.

[143] İbrahim, 14/5.

[144] Nahl, 16/126.

[145] Âl-i İmrân, 3/200.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/56-57.

[146] Ebu Davud el-MerâsH'de rivayet etmiştir. Daha Önce geçti. Zayıftır.

[147] Ebu Davud, 2305; Nesâî, 6/204, 205. Senedinde İbn Hibbân'dan başka kimse tarafından sika bulunmayan Muğire b. Dahhâk vardır. Ayrıca iki meçhul râvi daha vardır.

[148] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/58.

[149] Bakara, 2/183.

[150] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/58-59.

[151] Buharı, 72/33.

[152] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Beslenme Rejimi,dipnot 2.

[153] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/59.

[154] Daha önce geçti. Sahihtir. Bk. Tabiî İlaçlarla Tedavi, dipnot: 220.

[155] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/59-60.

[156] Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Evlilik Hayatı, dipnot: 1.

[157] Ahzâb, 33/53.

[158] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/60.

[159] Bk. İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'I-Müntf, s. 61.

[160] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/61.

[161] Vakıa, 56/29.

[162] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/61.

[163] Kaf, 50/10.

[164] Şuarâ, 26/148.

[165] Müslim, 2361. Ayrıca bk. 2362, 2363.

[166] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/61-62.

[167] Kur'an'da ve çoğulu Müfehres, maddesi.

[168] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/62-63.

[169] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/63.

[170] Kaynaklan daha önce geçti. Bk. dipnot: 12.

[171] Tirmizî, 2067; Ahmed, 3/48; îbn Mâce. 3453. Ayrıca bk. Ahmed, 3/426, 5/31, 65; İbn Mâce, 3456; Ahmed, 5/346.

[172] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/63-64.

[173] Müslim, 2253.

[174] Doktor el-Ezherî şöyle der: Tıbbî araştırmalar anberin ilaç olarak herhangi bir faydasının bulunduğunu isbat etmemiştir. Çünkü hâlâ cima için güçlendirici olarak ve felç hallerinde kullanıyorlar. Günümüzde sadece parfümeri sanayiinde güzel bir koku olarak kullanılmaktadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/64-65.

[175]Müslim, 2254.

[176] Buharı, 60/1; Müslim, 2834 (15).

[177] Hamid b. Semcûn, dördüncü asır tabiplerindendİr. Sade ilaçlar ve etkileri kotlusunda uzmandır. Bk. Uyûnu'l-Enbâ, 2/51, 62.

[178] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/65-66.

[179] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/66-67.

[180] Kur'an'da üç yerde geçer: 31/34; 42/28; 57/20.

[181] Müslim, 898.

[182] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/67-68.

[183] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/68-69.

[184] Ebu Nuaym, Tıb'da; Taberânî ei-Evsât'da tahric etmişlerdir.

[185] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/69-70.

[186] Buharı Fethu'l-Bârt, 10/271, 272); Tirmizî, Şemail, no: 84. Enes'ten.

[187] Tirmizî, Şemail, 99; Tirmizî, 1691; Ebu Davud, 2583; Nesâî, 8/219. îsnadı

[188] A-hmed, 2/334, 378; Ebu Davud, 4236. İsnadı hasendir.

[189] Hadis sahihtir. Birçok sahabîden rivayet edilmiştir. Hz. Ali, Ebu Musa el-Eş'arî, Hz. Ömer, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Abbas, Zeyd b. Erkanı, Vasile b. el-Eskâ, Ukbe b. Âmir bunlardandır. Tahricieri için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 4/222-225.

[190] Buherî, 74/27; Müslim, 2065.

[191] Buhari, 70/29.

[192] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/70-72.

[193] Isrâ, 17/82.

[194] Yûnus, 10/57.

[195] Ankebût, 29/51.

[196] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/72.

[197] Ebu Davud, 3835; Tirmizî, 1845; İbn Mâce, 3325. İsnadı sahihtir. Buharı,Müslim 2043.

[198] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/73.

[199] Kaynakları daha Önce geçti. Bk. Tabiî İlaçlarla Tedavi, dipnot: 145.

[200] Ahmed, 6/356; Buharı, 72/10.

[201] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/73-74.

[202] Havz-ı Kevser'le ilgili olmak üzere bu lâfızla elimizdeki kaynaklarda bulamadık. Hadis­lerde: "Baldan tatlı..." ifadesi ile gelmiştir. Bk. Müslim, 247, 2300, 2301; Ahmed, 2/67, 2/199, 5/149, 250, 275, 390, 394, 406; Tirmizî, 2545, 2447, 2406.     

[203] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/74-75.

[204] Ahkâf, 46/35.

[205] Nâziat, 79/46.

[206] İnşikâk, 88/1-4.

[207] Hûd, 11/44.

[208] Ra'd, 13/39. (Âyetle ilgi kurulamamıştır).

[209] Bakara, 2/266.

[210] Hadîd, 57/28.

[211] Tirmizî, 2076. Senedinde İbrahim b. İsmail b. Ebî Habibe vardır, zayıftı

[212] Nahl, 16/78.

[213] En'âm, 6/13.

[214] Tâhâ, 20/105-107.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/75-79.

[215] Buharı, 76/20; Müslim, 2049.

[216] Beyit için bk. Mecâlisû Sa'leb, s. 624; el-Hasâis, 3/58; el-Kâmil, 1264; Mecmau'l-Emsâl, 1/169; el-Muktadab, 4/48; el-Munstf, 3/134; ei-Muhıesib, 2/124. Her lügat ve nahiv ki­tabında bulunmasına rağmen beytin kime ait olduğu bilinmemektedir. Beytin mânası: "Senin için en iyisinden mantarlar topladım. Sana onun kötüsünü yemeyi yasakladım."

[217] Terencebîn: el-Mu'temed'dc (s.50) şöyle denilir: Daha çok Horasan taraflarında' görü­len, ağaç yapraklan üzerine yağan, bala benzer çiy tanesidir, katı ve kabarcık halinde olur.

[218] Rûm, 30/41.

[219] Ahmed, Müsned, 2/292.

[220] Âd kavmi.

[221] Merfû olan İbn Ömer hadisinde şöyle buyuruimuştur: "Bir kavim içerisinde kötülükler (fuhuş) ortaya çıkar ve yayılırsa, mutlaka aralarında daha önce seleflerinde görülmeyen taun ve ağrılar onaya çıkar, ölçü ve tartıda eksiklik yaptıklarında mutlaka kuraklık, ge­çim darlığı ve idarecilerin onlara zulmü ile cezalandırılırlar. Malların zekatlarını vermez­lerse yağmurdan mahrum bırakılırlar; eğer hayvanlar olmasaydı yağmur yağdınlmazdı. Allah

ve Peygamber'ine verilen ahdi bozduklarında, mutlaka Allah onlara başkaların­dan olan bir düşman musallat eder de onlar ellerinde olan varlıklarının bazılarını alırlar. İdarecilerinin Allah'ın Kitab'ı ile hükmetmemeleri ve Allah'ın indirdikleri karşısında mu­hayyer davranmaları durumunda, mutlaka Allah onları birbirlerine düşürür." Hadisi Ibn Mâce, (4019) tahric etmiştir. Senedinde Hâüd b. Yezid vardır, zayıftır. Ancak hadisi, Hâkim (4/540) hasen olan başka bir tarikle de rivayet etmiştir. Böylece hadis bu rivayet le güç kazanmıştır. Konu ile ilgili Beyhakî tarafından sahih senedle rivayet edilen İbn Abbas hadisi için bk. Beyhakî, 3/346.

[222] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/79-84.

[223] Buharı, 70/50; Müslim, 2050.

[224] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/84.

[225] Buharî, 77/66.

[226] Ahmed, 5/147; Tirmizî, 1753; Ebu Davud, 4205; Nesâî, 7/139; İbn Mâce, 3632. Senet sahihtir. İbn Hibbân

(1475) sahih kabul etmiştir. Musannefit (20174) de yejj almıştır

[227] Buharî, (Fethul-Bârî, 7/200, 201); Müslim, 2241.                                     

[228] Ebu Davud, 4211; İbn Mâce, 3627. Senedinde Humeyd b. Vehb vardır, leyyinufl-hadisti Ondan rivayet eden Muhammed b. Talha el-Yâmî ise hata yapabilen sadûk  râvidir.

[229] Buharî (Fethu'l-Bâri, 10/297); Müslim, 2341.

[230] Müslim, 2102.

[231] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/84-86.

[232] Müslim, 2247; Buharı (Fe/hu'l-Bân, 10/465, 467).

[233] Müslim, 2248.

[234] Buharî, 78/76; Müslim, 2609. Devamı.'Asıl pehlivan öfke sırasında kendisini: olan kimsedir." şeklindedir

[235] Müslim, 1039. Tamamı şöyledir: Hz. Peygamber: "Yoksul demek, kapı kapı dolaşan ve kendisine bir lokma iki lokma veya bir hurma iki hurma verilen kimse demek değil­dir." buyurdu. Bunun üzerine: "Peki, yoksul kimdir ya Rasûlallah!" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.}: "Yoksul (miskin), kendini geçindirecek birşey bulamayan, halim an­layıp da kendisine sadaka verecek bulunmayan ve âlemden bir şey istemeyen kimsedir." buyurdu. Başka bir rivayette de: "Miskin (yoksul) ancak iffetli ve nezih fakirdir. İsterse­niz, "İnsanlardan ısrarla istemezler." (2/273) âyetini okuyun." buyurmuşlardır,.

[236] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/86-87.

[237] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/87-88.

[238] Suyûtî'nin (Zeyiu'l-Mevdü'ât, 141-142) ve ondan Îbn Arrâk'ın (Tenzfhu's-Şerî'ati'I-Mer/ûa, 2/266) zikrettiği uzun bir hadisten alınmadır.

[239] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/88.

[240]  Tûr, 52/22.

[241] Vakıa, 56/21.

[242] İbn Mâce, 3305. Senedinde iki meçhul, bir zayıf râvi vardır.

[243] Beyhakî rivayet etmiştir. Senedinde Abbas b. Bekkâr vardır. O hadis uyduran 3 cıdir. Bk. el-Fevâidu'I-Mecmûa, s. 168. az gıdalıdır ve midede üste çıkar.

[244] Buharı {Fethu'l-Barî, 6/320, 321; 7/83, 9/479); Müslim, 2431.

[245] Şairin kim olduğu bilinmemekledir. Bk. Sîbeveyh, el-Kitâb,  1/434, 2/144; Mufassal, 9/92, 102, 104; Lisânu'l-Arab; e-d-m- maddesi.

[246] Ebu Davud, 2778. Senedinde zayıf bir râvi vardır. Ebu Davud hadis hakkında: değildir." demiştir.

[247] Buharî (Fethu'I-Börî, 6/265); Müslim, 194; İbn Mâce, 3307.

[248] ibn Mâce, 3308; Ahmed, 1/204; Hâkim, 4/111; Ebu'ş-Şeyh, AMâku'n-Nebî, s. 200. Se­nedinde meçhul bir râvi vardır.

[249]  Bulamadık. Belki de es-Sünenül-Kübrâ'smâadır.

[250] Buharı, 72/27; Müslim, 1942.

[251] Buharî, 72/27; Müsüm, 1941.

[252] Ebu Davud, 3790. Senedinde tedlisçi Bakiyye b. el-Velîd vi lih b. Yahya b. el-Mikdam b. Ma'dîkerib vardır. Hadisi

[253] Nahl, İ6/8.

[254] Müslim, 360. Câbir b. Semüre'den.

[255] Muvatta, 1/42; Ahmed, 6/406; Ebu Davud, 181; Nesâî, 1/100; İbn Mâce, 479; Tirmizî, 82. Hadis sahihtir. Ancak buradaki emir, mendubluğa hamledilir, çünkü karine vardır. Hanefî mezhebinin görüşü böyledir. Hz. Peygamber, bu konuda kendisine yöneltilen bir soruya karşılık: "O da kişinin bir parçası değil midir?" buyurmuştur. Bk. Ahmed, 4/22, 23; Ebu Davud, 182; Tirmizî, 85; Nesâî, 1/38; İbn Mâce, 483; İbn Hibbân, 207. Hadis sahihtir.

[256] Buharı, 72/32; Müslim, 1953.

[257] Buharı, 28/5, 64/35; Müslim, 1196 (59).

[258] tbn Mâce, 3191. İsnadı sağlamdır.

[259] Hadis, tarikleri ve şahitleri ile sahihtir. Bk. Ebu Davud, 2827; Ahmed, 3/31, 39, 45, 53; tbn Mâce, 3199; Tirmizî, 1476; İbn Hibbân, 1077. Konu ile ilgili daha başka rivayetler için bk. Nasbu'r-Râye, 4/189-191.

[260] Ebu Davud, 2814; Müslim, 1975.

[261] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/88-95.

[262] Vakıa, 56/21.

[263] İbnu'l-Kayyim, Hâdi'l-Ervâh s. 119'da; İbn Kesir, 4/287'de tahric etmişlerdir. Senedi Hasen b. Arfe-Halef b. Halîfe-Humeyd el-A'rec—Abdullah b. Hârıs- ibn Mes uc şeklindedir. Humeyd el-A'rec, birçokları tarafından zayıf bulunmuştur. İbn Hibbân şöyl< der: "O İbn Haris ve İbn Mes'ûd kanalı ile bir nüsha rivayet eder ki, o nüshanın hemei tamamı mevzu gibidir."

[264]  Buharı, 72/26; Müslim, 1649(9).  Buharı, 72/26; Müslim, 1649(9).

[265] Tirac: Kekliğe yakın büyüklükte, hoş manzaralı, eti nazik bir kuş.

[266] Ebu Davud, 3797; Tirmizî, 1829. Senedi zayıftır.

[267] Nesâî, 7/207, 7/239; Şafiî, 2/439, 440; Ahmed, 6550, 6551; Dârimî 2/87; Tayâlisî, 2279.

[268] Ahmed, 4/389; Nesâî, 7/239.

[269] Bk. Îbnu'l-Kayyim, el-Menâru'l-Müntf, s. 106.

[270] Ebu Davud, 4940; İbn Mâce, 3765; Ahmed, 2/345; Buharî, el-Edebu'1-Müfre îbn Hibbân, 2006. Senedi hasendir. İbn Hibbân sahih kabul etmiştir.

[271] Kaynaklan daha önce geçti. Buharî, 72/13.                             

[272] Kaynaklan geçli. Bk. Habat Seriyyesi, Dipnot: 7. Sahih olan mevkuf olmasıdır. Ancak öyle olsa da merfû hükmündedir. Çünkü bu, şahsî re'y ile bildirilecek bir konu değildir.

[273] Bk. el-Muğnî, 8/572-573.

[274] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/95-98.

[275] Nahl, 16/66.

[276] Muhammed, 47/15.

[277] Buharî, 4/52; Müslim, 358.

[278] Buharı, 63/41, 65(17/1); Müslim, 164, 168; Nesâî, 1/217; Ahmed b. Hanbel, 1/257, 309, 4/208, 210.

[279] Sünen sahipleri tarafından rivayet edilmemiştir. Müellif hata etmiştir. Hadis Müsiedrek'te (4/197) rivayet edilmiştir. Hasen bir hadistir.

[280] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/98-100.

[281] Bu avam tabakası arasında revaç bulan gözbağcıların tıbbındandır. Aşırı vehimleri onla­rı, bu gibi şeylerin tecrübe neticesinde doğru olduğu noktasına itmiştir. AUahj müellife rahmet etsin. Aslında o, hep bu gibi şeylerden sakındmrdı.                           

[282] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/100-101.

[283] Müslim, 2839. Buharı bu hadisi tahric etmemiştir. Müellifin ona olan isnadı hatalıdır.

[284] Daha önce geçmişti. Buharı, 10/89; Müslim, 598.

[285] Bk. Dârakumî, 2/289; Hâkim, 1/473. Müslim, 2473.

[286] Müslim 2473

[287] Bezzâr, Beyhakî, 5/148; Tayalisî, 2/158; Taberanîgibi. İsnadı sahihtir. Bk. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhîb, 2/133; Heysemî, Mecmau'z-Zevâİd, 3/286.

[288] İbn Mâce, 3062; Ahmed, Beyhakî, 5/148. Tirmizî (963) ve Beyhakî (5/202) Hz. Âişe'-den, kendisinin zemzem suyu taşıdığını, Hz. Peygamber'in de zemzem suyu taşıdıklarını anlattığını rivayet ederler. Buharî, et-Tarihu'l-Kebîr'Ğz (3/189) Hz. Âişe'nin şişeler İçe­risinde zemzem suyu taşıdığını rivayet eder ve onun şöyle dediğini nakleder: "Hz. Pey­gamber (s.a.), matara ve kırbalarla onu taşır, ondan hastaların üzerine döker ve onlara içirirdi."

[289] Daha önce geçti. Hadis sahihtir. Bk. Habat Seriyyesi, 3/437-441.

[290] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/101-106.

[291] Müslim, 2252.

[292] Buharı, 25/18.

[293] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/106-107.

[294] Merzencûş: Çok dallı ve yere yayılan bir ottur. Yuvarlak ve tüylü yapraklar çekten güzel bîr kokusu vardır.

[295] Süyutî, el-Câmiu's-Sağîr'te zikretmiş ve Ebu Nuaym ve İbnü's-Sünnî'ye zayıf olduğuna dair rumuz kullanmıştır.

[296] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/107.

[297] İbn Mâce, 3315. Senedinde metruk bir râvi olan İsa b- Ebî İsa vardır.

[298] Bk. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, 10/18. İsnadı hasendir.

[299] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/107-108.

[300] Buharı, 70/46; Müslim, 2811.

 

[301] Sahih olmayan bir haberdir. Süyutî, el-Câtni'us-Sağîr'de zikretmiş ve onu Ebu Ya'li İbn Ebî Hâlim, el-UkayU (ed-Duafâ'âa), tbn Adiy (el-Kâmil'de), İbnü's Sünnî ve Eb Nuaym'a nisbet etmiştir. Senedinde Meşrür b. Said vardır ve zayıftır.

[302] Üzüm kelimesini 11 yerde, hurma kelimesini ise 20 yerde zikretmiştir. Bk. %1-Mucemu' Müfehres, Ineb ve Nahl maddeleri.

[303] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/108-109.

[304] İbnu'l-Cevzî, Mevzuatında zikretmiştir.

[305] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/110.

[306] İbn Mâce, 3751. Senedinde inkıta vardır. Çünkü Habib b. Ebî Sâbil'in Ümmü Seleme'­den rivayeti mürseldir.

[307] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/110.

[308] Buharı, 59/6.

[309] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/111.

[310] Bk. İbnu'l-Kayyim, el-Menâru'1-Münîf, s. 54; Aliyyu'1-Kârf FevÖidu'l-Mecmûa, 165-167; İbn Müfitti, el-Âdâbu'ş-Şer ft el-Masnû, 74; \e, 3/65.

[311] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/111-112.

[312] Vers: Susam gibi san bir bitkidir, boyama amacı ile kullanılır. Rengin güzelleştirilmesi amacı İle yüze sürülecek allık elde edilir.

[313] Tirmizî, 2079; İbn Mâce, 3467.                                                              ,

[314] Ahmed, 6/300; Ebu Davud, 311, 312; Tirmizî, 139; Dârakutm, 82; Hakim, 1/175, Bey-hakî, 1/341. Senedi hasendir. Ayrıca şahidleri için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, 1/205-206.

[315] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/112-113.

[316] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/113.

[317] Saffât, 37/146.

[318] Buharî, 70/36; Musiım, 204İ

[319] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/113115.

[320] Mülûha: Kataf da denilen semiz otuna benzer yassı yapraklı, yumuşak bir ot.

[321] Eskiden öğle ve akşam yemeği olmak üzere iki öğün yemek yenirmiş.

[322] Bk. Âdabu'ş-Şâfiî, s. 323; el-Âdâbu'ş-Şer'iyye, 2/390; Şerhu'l-Kâmus, 7/416.

[323] Ahmed, 5/5; Tirmizî, 3001; İbn Mâce, 4288. Senedi hasendir.

[324] Heyhat! Müellifin kendi dönemindeki müşahadeleri neticesindekİ bu sözleri keşke bugün de doğru olsa!

[325] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/119-126.

[326] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/129.

[327] Tirmizî, 1417; Ebu Davud, 3630; Nesâî, 8/67. Senedi hasendir.

[328] Abdürrezzak, Musonnef, 16716; Beyhakî, (l/276)'da Sevrî —İbn Ebî Leylâ— Kasım b. Ebu Abdurrahman—Ebu Mİclez senedi ile şunu rivayet ediyor: "Cüheyneli iki kardeşin arala­rında müşterek bir köleleri vardı. Biri kendi payını azad etti. Hz. Peygamber, onu kendisi­ne ait bir ganimeti satıncaya kadar hapsetti."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/129.

[329] Dârakutnî, 3/143, 144. Senedi hasendir.

[330] Ahmed, 5/11; Ebu Davud, 4515; Tirmizî, 1414; Nesâî, 8/20, 21. Hasen el-Basrî tedlisle

nitelendirilmiştir.

[331] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/130.

[332] Ebu Davud, 3629; İbn Mâce, 2428. Hirmâs, meçhul bir râvidİr, babasıyla dedesi de öyledir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/130.

[333] Abdürrezzak, Musannef, 17892, 17895. Dârakutnî'de (3/140), Ma'mer —tbn Cüreyc— İsmail b. tlmeyye silsilesiyle Hz. Peygamber'e ref edilen hadiste Hz. Peygamber şöyle bu­yurur: "Öldürülmesi için tutan kimse, kendi fiili gibi hapsedilir. Öldüren de öldürülür..." Bu hadisin râvileri sikadır, ancak hadis mürseldir. Dârakutnî (3/140), İsmail b. Ümeyye—Nâfi— İbn Ömer silsilesi ile Hz. Peygamber'in: "Birisi bir diğerini tutar ve üçüncüsü de onu öldürürse, katil öldürülür, tutan da (ölmesi için) hapsedilir." buyurduğunu rivayet et­miştir. Hadisin râvileri sikadır. Beyhakî, mürsel olan hadisi tercih etmiş ve "Mevsûl olan hadis, mahfuz değildir." Demiştir

[334] Abdürrezzak, Musannef, 17893. Râvileri sikadır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/130-131.

[335] Buharı, 86/15; Müslim, 1671 (9, 10, 11, 12, 14); Ebu Davud, 4364; Tirmizî, 55; Nesâî, 7/93, 94; İbn Mâce, 2578; Ahmed, 3/163, 177, 178. Hepsi de Enes b. Mâlik'ıen.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/131.

[336] Müslim, 1680.

[337] Ahmed'in MüsneeTinds bulamadık. Tirmizî, 1407; Ebu Davud, 4498; Nesâî, 8/13; İbn Mâce, 2690. İsnadı sahihtir. Tirmizî; "Hadis hasen-sahihtir." demiştir.

[338] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/131-132.

[339] Buharı, 55/5, 87/7; Müslim, 1672. Enes b. Mâlik'ten.

[340] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/132.

[341] Buharı, 87/25; Müslim, 1681.

[342] Nesâî 8/21, 22; Ebu Davud, 4572; İbn Mâce, 2641; Dârimî, 2/196, 197; Ahmed, 1/364. İsnadı sahihtir.

[343] Bk. İbn Ferec el-Mâlikî (ö. 497 h.), Akdiyetu Rasûlillah, s. 16-17.

[344] Buharı, 87/25.

[345] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/132-133.

[346] "el-Kasâme" kelimesi masdardır. Bir mıntıkada bir maktulün bulunması durumunda, da­vacı oldukları takdirde kan sahiplerine veya davalılara verilen yeminlere denilir. "Kasâme" lafzı, "kan v .rine edilen yemin" anlamına tahsis edilmiştir. Muhkem 'de şöyle denilmek­ledir: "Kasâme, bir şey üzerine yemin eden veya ona şahitlikte bulunan bir topluluğun adıdır. Ka^âme yemini de bunlara nisbet edilen yemindir. Sonra bizzat yemin hakkında kullanılır olmuştur."                                                              

[347] Buharı, 87/22; Müslim, 1669.

[348] Ebu Davud, 4526. İsnadı sahihiir. Musannef, 18252; Beyhakî, 8/121.

[349] Musannef, 18252.

[350] Nesâî. S/12. Senedi hasendir.

[351] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/133-136.

[352] Ahmed, 1/77, 152. Senedinde Hınş b. el-Mu'temir vardır ve zayıftır. Heysemî hadisi, Mecmau'z-Zevâid'diZ zikretmiş ve İmam Ahmed'le Bezzâr'a nisbet etmiş ve şöyle demiş­tir: Hadisin senedinde Hınş adlı râvi vardır, Ebu Davud onun sika olduğunu söylemisse de onda zayıflık vardır. Diğer râvileri Sahih-i Buharî'nin râvileridir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/136.

[353] Ahmed, 4/295; Nesâî, 6/109, 110; Tirmizî, 1362; Ebu Davud, 4457. Senedi hasendir. Et Davud, (4456 nolu) Müsedded—Halid b. Abdillah—Mutarrif— Ebu' 1-Cehm—Berâ isnat hadiste, Berâ'dan şunu nakletmektedir: "Yolu şaşıran bir devem üzerinde dolaşıyordur Beraberlerinde sancak olan bir bölük ya da atlılar çıkageldiler. Bedevîler, Hz. Peygar ber'e olan yakınlığımdan dolayı etrafımı sardılar. Bir çadıra geldiklerinde içeriden bir ada çıkardılar ve boynunu vurdular. Sebebini sordum. Babasının karısıyla gerdeğe girdiği söylediler." Hadisin isnadı sahihtir. Ayrıca bk. Müsned, A/295.

[354] İbn Mâce, 2564. İsnadında İbrahim b. İsmail b, Ebî Habîbe el-Ensarî vardır ve zayıftı Ancak önceki hadis onu desteklemektedir.

[355] Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'de (6/269) zikretmiş ve Taberânî'nİn rivayet ettiğini söyl mistir. Senedde Refde b. Kudâa vardır. Hişâm b. Ammâr onu sika bulurken, cumhur z yıf olduğunu söylemiştir. Zehebî, Mizan 'da Buharî'nin onun hakkında: "Hadisine güv> olmaz." dediğini nakleder. Nesâî ise: "O sağlam değildir." der. Bk. el-lsâbe^ 4961.

[356] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/136-137.

[357] Müellif (r.h.), burada olayın ası! kaynağından uzaklaşmış ve İbnü's-Seken'Ie İbn Ebî Hay-seme'ye nisbet etmişıir. Halbuki hadis Sahih-İMüslim'de (2771) Tevbe bahsinde "Hz. Pey­gamber'in hareminin şüpheden berâeli" babında ve Müsned'âe (3/281) rivayet edilmiştir.

[358] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/138.

[359] Ahmed, 3/39, 89. Senedinde Atıyye el-Avfî vardır, zayıftır.|

[360] Musannef, İS290.

[361] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/139-140.

[362] Musannef, 17991; Beyhaki, 8/68; Dârakutnî, 3/88. Senedi hasendir.

[363] Ahmed, 2/217. Râvileri sikadır. Hadisi Heysemî (6/295, 296) zikretmiş ve: "Ahmed riva­yet etmiştir. Râvileri sikadır. Aşağıdaki Câbir hadisi onu desteklemektedir....'1 demiştir.

[364] Dârakutnî, 3/88. Senedi hasendir. Heysemî, Mecmauz-Zevâid'ûe (6/296) zikretmiş ve: "Ta-berânî el-Evsâl'ûa zikretmiştir. Senedinde Muhammed b. Abdullah b. Nimrân vardır ve zayıftır. îbn Ebî Hatim el-Cerh ve't-Ta'dîl adlı eserinde (7/307) onun zayıf olduğunu be­lirtmekledir." demiştir.                                                                  

[365] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/140-142.

[366] Buharı, 53/8; Müslim, 1675.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/142.

[367] Buharî, 87/18; Müslim, 1673.

[368] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/142-143.

[369] Buharı, 87/23; Müslim, 2158.

[370] Bu bir müellif hatasıdır. Çünkü bu rivayet ne Sahîhayn'da ne de birisinde bulunmaktadır. Hadis, Ahmed, (2/385) ve Nesâî (S'61) tarafından rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir. Sa­hih olduğunu İbn Hibbân söylemiştir. Müslim'deki (215S) ifadesi: "Kim izinsiz başkaları­nın evini gözetlerse ev sahipleri için onun gözünü çıkarmaları helâl olur." şeklindedir.

[371] Buharı, 11/21, 12/215; Müslim, 2157.

[372] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/143.

[373] İbn Mâce, 2694. Senedinde zayıf olan Abdurrahman b. Ziyad b. Enam el-lfrîkî vardır. Ancak Müslim'deki (1695) zina itirafında bulunan Gâmidlİ kadın hadisinde Hz. Peygam­ber'in şöyle buyurduğu sabittir: "Karnındakini doğurmadıkça seni recmetmeyiz." Sonra o kadım doğuruncaya kadar gözetmek üzere Ensar'dan birisi tekeffül etmiş, doğurunca Hz. Peygamber'e gelerek "Gâmidli kadın doğurdu" demişti. Hz. Peygamber: "Öyle deolsa onu recmedip arkasında çocuğunu, emzirecek kimsesi olmadan bırakamayız." bu­yurdu. Ensar'dan bir adam kalkarak: "ǰcucu§un emzirilmesi bana ait ya Rasûlallah!" dedi. Bunun üzerine kadını recmetti. Müslim'in bir başka rivayetinde; Hz. Peygamber ka­dına: "Git çocuğunu sütten kesene kadar emzir." buyurmuştur. Kadın çocuğu memeden kesince, elinde bir ekmek parçası olduğu halde onu Hz. Peygamber'e getirmiş..." ifadesi vardır.

[374] Sahih hadistir. Bk. Ahmed, 1/49; Tirmizî, 1400; İbn Mâce, 2662. Amr b. Şuayb—babası— dedesi—Ömer b. el-Hattâb senedi ile rivayet edilmiştir. İbn Cârud ve Beyhakî hadisi sa­hih bulmuşlardır. Ahmed, (l/16)*da, Cafer el-Ahmer—Mutarrif— Hakem—Mücâhid— Ömer kanalıyla başka bir hadis zikretmiştir. Râvİleri sikadır. Ancak hadis munkatı'dır. Tirmizî (1401), İbn Mâce (2661) Hâkim (4/340), Dârakutnî (s. 348), Beyhakî, (8/39)'daki hadisler onu desteklemektedir.

[375] Sahih hadistir. Bkz. Ebu Davud, 4530; Nesâî, 8/24. Tenkîh'de: "Senedi sahihtir. Hafız İbn Hacer, Feıhu 7-Bârı"de (12132), Ebu Davud (4531) ve İbn Mâce'deki (2675) Abdullah b. Amr b. el-Âs hadisinin buna şahid bulunduğunu söylemiştir." ifadesi vardır. "Kâfire karşılık mü'min Öldürülmez." sözünü Buharı de (12/217) rivayet etmiştir. Hadiste geçen "kanlan birbirlerine eşittir" ifadesi, kısas hususunda müslümanların kanlarının eşit oldur ğunu ifade eder. Soylu biri sıradan biri karşılığında, küçüğe karşılık büyük, cahile karşılık âlim, kadına karşılık erkek kısas edilir. Eğer öldürülen kimse soylu veya âlim biri olur da, öldüren de sıradan biri olursa katilden başkası öldürülmez. Cahİliye döneminde ise böyle bir durumda, soylu kişiye karşılık olmak üzere katilin akrabalarından birçok kişiyi öldürmeden başkasına razı olmuyorlardı.

[376] Ebu Davud, 4504; Tirmizî. 1406; Fethu'I-Bön, 12/182; Müslim, 1355; Nesâî, 8/38. Ebu Hureyre'den rivayet edilen bu hadisin metni şöyledir: "Kimin bir ölü.r'i öldürülmüşse, o iki hususta muhayyerdir: Ya diyet ya da kısas."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/143-144.

[377] Mûzıha: Et ile kafatası arasındaki zarın yırtılıp kemiğin gözüktüğü yaralardır.

[378] Ebu Davud, 4556, 4557; Nesâî, 8/56; İbn Mâce, 2654. Ebu Musa el-Eş'arî'den rivayet edilen bu hadis şöyledir: "Parmaklar eşittir, onar devedir." Senedi hasendir. Amr b. Şuayb—babası—dedesi silsilesi ile rivayet edilen şu hadis de bunu desteklemektedir: Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Mûzıhalar için beşer beşer, dişler için beşer beşer, par­maklar için onar onar (deve) vardır." Bu hadisi Ebu Davud (4562, 4563, 4566) ve İbn

Mâce (2653) rivayet etmişlerdir. Senedi sahihtir. Bir diğer şahidi ise Tirmizî (1391)'deki İbn Abbas hadisidir: "Parmakların diyeti —el ve ayaklar aynı— herbirİ İçin on devedir." Tirmizî hadise, hasen—sahihtir demiştir. İbn Hibbân (1528) da onu sahih bulmuştur.

[379] Ebu Davud, 4567; Nesâî, 8/55. Senedi sahihtir. Hadiste ibaresi var­dır, gözün yerinde olması ve görünüşte —görmemesine rağmen— yüzün yakışıklılığının bozulmaması durumunu ifade etmektedir.

[380] Ebu Davud, 4564; Ahmed, 2/217, 224. Amr b. Şuayb—babası—dedesi kanalıyla, senedi hasendir.

[381] Me'mûme: Beyin ile kemik arasındaki beyin zarının ortaya çıktığı yaradır. Câife: Göğüs veya karın boşluğuna kadar giden yaradır. Munakkde: Baş veya yüzde meydana gelen, kemiğin yerinden oynadığı, küçük parçalar halinde kırıldığı yaradır.

[382] Hâkim, 1/397; Nesâî, 8/57, 58; Dârakutnî, s. 376; İbn Hibbân, 793; Beyhakî, 4/89; Dâri-mî, 2/93. Ahmed, 2/217, (bir kısmını).

[383] Ahmed, 2/217, 224; Ebu Davud, 4541; Nesâî, 8/42, 43; İbn Mâce, 2630; Beyhakî, 8/74. Senedi hasendir. Bintu'l-mahâd: Bir yılını doldurmuş iki yaşına basmış dişi deve. Hıkka: Uç yılını doldurmuş, dört yaşma basmış dişi deve. Bintu'İ-lebûn: İki yılını doldurmuş üç yaşına basmış dişi deve. Cezea: Dört yılını doldurmuş, vç beş yaşma basmış dişi deve.

[384] Ebu Davud, 4545; Tirmizî, 1386; Nesâî, 8/43, 44; İbn Mâce, 2631; Beyhakî, 8/75,; pâra-kutnî s. 360. Hadisin rivayetleri için bk. Beyhakî, 8/74, 75.                               \

[385] Ahmed, 2/183, 217; Tirmizi, 1387; İbn Mâce, 2626. Senedi hasendir,              

[386] Ebu Davud, 4543. Mürseî olarak rivayet edilmiştir.

[387] Ebu Davud, 4542. .İsnadında zayıflık vardır.

[388] Tirmizî, 1388; Ebu Davud, 4556; Nesâî, 44/8; İbn Mâce, 2632. İsnadı hasendir.

[389] Bu hitabeyi Ebu Davud, (4542) hadisinden sonra nakletmiştir. Musannef'tc (17272) Ömer b. Abdülaziz'in bir yazısında şöyle dediği rivayet edilir: Ömer b. el-Hattâb, ordular çıkar­dığında ashabla istişare etti ve sonunda (onlara) şunu yazdı. "(Diyet), deve ile uğraşanla­ra yüz deve, sığırcılara iki yüz sığır, koyunculuk yapanlara İki bin koyundur. Yemenli olup kumaş dokuyanlara beş yüz hülle veya başka şeylerden onların kıymeti kadardır."

[390] Ebu Davud, 4583; Tirmizî, 1413; Nesâî, 8/45; Ahmed, 2/180, 215. İsnadı hasendir.

[391] İbn Mâce, 2644; Ahmed, 2/183, 124. Senedi hasendir.

[392] Nesâî, 8/45. İsnadı zayıftır.

[393] Ebu Davud, 4575; Buharı, 87/26; Müslim, 1681.

[394] Ebu Davud, 3926. İsnadı hasendir.

[395] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/144-147.

[396] Buharî, 86/29; Müslim, 1691; Tirmizî, 1428; Ebu Davud, 4428; Hadis başka râvilerden de çeşitli kaynaklarda rivayet edilmiştir.

[397] Ebu Davud, 4420. İsnadı sağlamdır.

[398] Müslim, 1695; Ebu Davud, 4434, 4442. Büreyde'den.

[399] Buharı, 86/32.

[400] Buharı, 86/30 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1697, 1698; Muvatta, 2/822; Tirmizî, 1433;Ebu Davud, 4445; Nesâî, 8/240, 241; İbn Mâce, 2549; Dârimî, 2/177. Hepsi de Ebu Hureyre ve Zeyd b. Halid el-Cühenî'den rivayet etmişlerdir.

[401] Müslim, 1690; Tirmizî, 1434; Ebu Davud, 4415, 4416. Ubâde b. Sâbit'ten.

[402] Ebu Davud, 4438, 4439.

[403] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/147-152.

[404] Buharî, 86/37 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1699; Muvatta,2/%\9\ Tirmizî, 1436; Ebu Davud, 2446, 4449. Hepsi de Abdullah b. Ömer'den.

[405] Ebu Davud, 4450. Ebu Hureyre'den.

[406] Ebu Davud, 4449. İbn Ömer'den

[407] Ebu Davud, 4452. Câbir b. Abdillah'tan rivayet edilen bu hadisin senedinde Mücalid b. Saîd b. Umeyr el-Hemedanî vardır, zayıftır. Yine Ebu Davud, Şa'bî'den (4453, 4454) benzer bir hadis rivayet etmiştir. Bu rivayet mürseldir, fakat râvileri sikadır.

[408] Mâide, 5/15.

[409] Mâide, 5/44.

[410] Ebu Davud, 4450, 4451.  

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/152-154.                                                                                 

[411] Ahmed, 4/272; Tirmizî, 1451; Ebu Davud, 4458, 4459; Nesâî, 6/124; tbn Mâcd, 2SŞ1; Dârimî, 2/181, 182. Yazarın da zikredeceği gibi hadis zayıftır.

[412] Musannef, 13417; Ebu Davud, 4460, 4461; Nesâî, 6/124, 125; İbn Mâce, 2552; Beyhakî 8/240. Kabîsa b. Hureys hakkında Buharı: "Hadisi üzerinde düşünmek lâzım" demiş İbnü'l-Kattân da onun meçhul oiduğunu söylemiştir. Nesâî: "Hadisi sahih olmaz'' der Beyhakî ise: "Tabiûndan sonra bütün şehirlerdeki âlimlerin bu hadisle amelin terki uze rinde icma etmiş olmaları, sahih olduğu farzedilse bile, hadler hakkında varid olan hadis lerle mensuh olduğunu ortaya koyar.'' diyor.

[413] Asıl nüshada Habib b. Sâlim'dir ki müellifin bir hatası olmaktadır. Çünkü Habib b. Sa Hm bu hadiste Halid'in hocasıdır, talebesi değildir. Ebu Bişr—ismi Cafer b. Iyas'tır-sikadır. Ne var ki, Şu'be'nin de dediği gibi Habib b.-Sâlim'den hadis i şitm emiştir— i bunu müellif de Buharî'den nakletmiştir— bu takdirde hadis munkatı olur. Sonra, mue, lifin: "Bir râvinin cehaleti kendisinden iki sikanın rivayette bulunması ile ortadan kalkar sözü su götürür. Çünkü bu durumda —her ne kadar hal cehaleti kalksa bile— vasıf cehs leti baki kalır. Usul kitaplarında belirtildiği üzere cehalet mutlaka tevsikine dair açık ite denin bulunması ile ancak ortadan kalkmış olur.

[414] Müsle; Bir insanın kulak, burun, cinsel uzvu gibi organlarının kesilmesidir. Hz. Peygam­ber, kendisine efendisi tarafından müsle yapılan bir köleyi azad etmişti. Bk. İbn Mâce, 2679.

[415] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/154-156.

[416] Ahmed, 2732, 2727; Tirmizi, 1456; Ebu Davud, 4462; İbn Mâce, 2561; Beyhak , 8/23 İbn Abbas'dan. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Lût kavminin İşini işleyen birisi bulduğunuzda yapanı da, yapılanı da öldürünüz. İsnadı hasendir. Hâkim sahih olduğuı söyler (4/355), Zehebî de ona katılır. İbn Mâce (2562) ve Hâkim (4/355)'de rivayet edil Ebu Hureyre hadisi de hadisimizi destekler. Her ne kadar senedi zayıfsa da şevahid kon sunda bunun önemi yoktur.

[417] Bk. Münzirî, et-Tergîb ve't-Terhtb, 3/199-200.

[418] Ahmed, 2420; Ebu Davud, 4464; Tirmizî, 1454; Hâkim, 4/355; Beyhakî, 8/233, 234. İ Abbas'tan. Senedi hasendir. îbn Mâce'nin (2564) yine İbn Abbas'tan tahric ettiği haı İse: "Kim nikâh düşmez bir yakınıyla ilişkide bulunursa onu öldürün; hayvanla ilişki bulunanı öldürün. Hayvanı da öldürün." şeklindedir. Senedinde zayıflık varsa da bir c çeki hadisin senedi onu destekler. Sahih olan Berâ b. Âzib hadisi daha önce geçmiştir onda Hz. Peygamber'in Ebu Bürde b. Niyâr'ı, babasının karısı ile evlenen bir kimsei boynunu vurmak üzere gönderdiği belirtilmişti. Bk. dipnot: 22.

[419] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/156-158.

[420] Ebu Davud, 4466. Senedi sahihtir.

[421] Ebu Davud, 4467.

[422] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/158.

[423] Buharı, 86/35; Müslim, 1703; Muvaita, 2/826; Tirmizî, 1440; Ebu Davud, 4469. Ebu Hu­reyre ve Zeyd b. Halid el-Cühenî anlatıyorlar: Hz. Peygamber'e evli olmayan cariyenin zina etmesi durumu soruldu. Hz. Peygamber: "Eğer zina ederse celd vurun, yine zina ederse yine celd vurun. Sonra yine zina ederse yine celd vurun. Sonra bir Örgü ipe de olsa satın." buyurdu.

[424] Nisa, 4/25.

[425] Bu lafızla olan bu iki rivayeti Ebu Davud (4470, 4471) tahric etmiştir. Müellifin dediği gibi Müslim'de bulunmamaktadır. Müslim'in lafzı şöyledir: "Sizden birinizin cariyesi zi­na eder de zinası ortaya çıkarsa, ona had vursun ve ayıplamasın. Sonra yine zina ederse ona had vursun ve onu ayıplamasın. Sonra üçüncü kez yine zina eder ve zinası ortaya çı­karsa onu kıldan bir ip karşılığında da olsa satsın." Bir başka rivayetinde de: "Sonra dör­düncüde satsın." şeklindedir.

[426] Müslim, 1705; Ebu Davud, 4473; Tirmizî, 1441.

[427] Buharı, 86/42; Müslim, 1708; Ebu Davud, 4491.

[428] Ahmed, 5/222; İbn Mâce, 2574. İbn İshak—Yakub b. Abdillah b. el-Eşec—Saîdb. Sa'd b. Ubâde—Sa'd b. Ubâde senediyle. Hafız îbn Hacer Telhîs'de (3/59) şöyle diyor: Dâra-kutnî (3/99), Füleyh —Ebu Hâzim— Sehl b. Sa'd senediyle rivayet etmiş ve Füleyh ve­himde bulunmuştur. Doğrusu; Ebu Hâzim-Ebu Ümâme b. Sehl silsilesi ile olacaktı. Ebu Davud da (4472) hadisi, Zühri—Ebu Ümâme— Ensar'dan bir adam senedi ile rivayet et­miştir. Nesâî; Ebu Ümâme b. Sehl b. Huneyf —babası isnadı üe rivayet etmiştir. Tabera

nî; Ebu Ümâme b. Sehl—Ebu Saîd el-Hudrî kanalı ile tahric etmiştir. Senedlerin (turuk) hepsi de mahfuz ise o takdirde Ebu Ümâme, hadisi birçok sahabeden rivayet etmiş, bir defasında da irsal etmiş (mürsel olarak rivayet etmiş) olur. Bulûğu 'l-Merâm 'da şöyle de­niyor: "Bu hadisin isnadı hasendir. Ancak mevsûl mü mürsel mi

olduğunda ihtilâf edil­miştir."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/159-160.

[429] Ebu Davud, 4474, 4475. Müsned ve mürsel olarak rivayet etmiştir. Müsned rivayetin râvi-ieri sikadır. Ancak İbn İshak hadisi muan'an rivayet etmiştir,         

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161.                              :

[430] Şafiî, 2/280, 281; Buharı, 56/149 ve daha başka yerlerde; Ebu Davud, 4351; Tirmizî, 1458;  Nesâî, 7/104, 105; Ahmed, 1/282. İkrime'den rivayet edilmiştir: Hz. Ali'ye zındıklar geti­rilmiş, Hz. Ali de onları yakmıştı. İbn Abbas'a bu olay ulaştığında: Ben olsaydım onları yakmazdım. Çünkü Hz. Peygamber'in: "Allah'ın azabı İle (ateşle) azab etmeyiniz." şek-1 linde nehyi vardır. "Kim dininden dönerse onu öldürürüz." buyurduğu İçin onlan öldü­rürdüm, dedi. Tirmizî şu ilaveyi yapar: İbn Abbas'ın bu sözü Hz. Ali'ye ulaştığında: "îbn

Abbas doğru söyledi." dedi.

[431] Dârakutnî, s. 336. Ayrıca Beyhakî de rivayet etmiştir. Hadiste inkıta' vardır. Çünkü râvi Saîd b. Abdülaziz, Ebu Bekir'e yetişmemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161.

[432] Buharî, 86/2; Müslim, 1706; Tirmizî, 1443; Ebu Davud, 4479.

[433] Musannef, 13548. İbn Uyeyne—Amr b. Ubeyd—Hasan silsilesiyle şu rivayete yer verile mistir: "Ömer b. el-Hattâb, Mushaf'a, Rasûlullah'ın içki için 80 değnek vurduğunu yaz-* mayı düşündü..." Bu sened munkatı'dır.

[434] Ebu Davud, 4476. Râvileri sikadır. Ancak İbn Cüreyc'den an'ane yollu rivayet vardır.

[435] Müslim, 1707; Ebu Davud, 4480, 4481.

[436] Kaynaklan birazdan gelecek. Bk. dipnot: 97.

[437] Buharı, 87/6; Müslim, 1676. Hadisin devamı; "Zina eden evli, cana cari, dininden dönüp cemaattan ayrılan." şeklindendir.

[438] Buharı, 86/5. Ömer b. el-Hattâb'dan: Hz. Peygamber zamanında eşek (hımar) lâkaplı Ab­dullah İsminde birisi vardı. Hz. Peygamber'İ güldürürdü- Hz. Peygamber ona şarap içtiği için celd vurmuştu. Bir gün (yine) getirildi ve Hz. Peygamber emretti ve celd vurdular. İçlerinden biri: "Allah'ım, ona lanet et; ne çok içiyor ve bu yüzden Peygamber'e getirili­yor." dedi. Hz. Peygamber: "Ona lânel etmeyiniz. Allah'a yemin ederim kî, onun hak­kında bildiğim şey onun Allah ve Rasûlü'nü sevmesidir." buyurdu.

[439] Muâviye hadisini şunlar tahriç etmiştir: Ebu Davud, 4482; İbn Mâce, 2573; Tirmizî, 1444; Tahâvî, 2/91; Hâkim, 4/372; İbn Hibbân, 1519. İsnadı sahihtir.

Ebu Hureyre hadisi: Ebu Davud, 4484; İbn Mâce, 2572; Nesâî, 8/314; Tahâvî, 2/91; Ahmed, 7898; Beyhakî, 8/313; Tayâlisî, 2337; îbn Hibbân (sahih olduğunu da söylemiş­tir) 1517; Hâkim, 4/371; Zehebî de ona katılmıştır.

Abdullah b. Ömer hadisi: Ahmed, 6197; Ebu Davud, 4483; Nesâî, 8/313; Beyhakî, 8/313; Hâkim, 4/371; sahih olduğunu da söylemiştir. Zehebî de kendisine katılmıştır.

Abdullah b. Amr hadisi: Ahmed, 6553, 7003, 6791, 6974; Tahâvî, 2/91; Hâkim, 4/372. Senedi hasendir.

Kabîsa b. Züeyb hadisi: Ebu Davud, 4485; Beyhakî, 8/314; Tahâvî, 2/92. Râvileri si­kadır. Kabîsa b. Züeyb, sahabî evladındandır. Hz. Peygamber zamanında doğmuş fakat ondan işitmemiştir. Anlaşılan, hadisi bir sahabîden almıştır. Bu takdirde hadis sahihlik şartlarına uygun düşmektedir. Zira hadis senedinde şahabının bilinmemesi sıhhate zarar vermemektedir.

[440] Bir önceki notta kaynaklan gösterilmişti.

[441] Ebu Davud, 4486, Buharı, 86/4; Müslim, 1707.

[442] Îbnü'l-Kayyim, Tehzîbu's-Sünen'de (6/238) şöyle demektedir: "Deliller şunu ortaya koy­maktadır ki, öldürülmesi emri kesinkes olmayıp, maslahat gereği ta'zir nevİndendir. İn­sanlar içki içmeyi çoğaltırlar ve hadle de içkiden kaçınmazlarsa, bu durumda devlet baş­kanı öldürmeyi uygun görüyorsa bunu yapabilir. Bu yüzdendir ki, Hz. Ömer içki suçun­dan dolayı kâh sürgün cezası vermiş, kâh başı tıraş etmiş, bazan da seksen dağnek vur­muştur. Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir, kırkar sopa vurmuşlardı. Bütün bunlar, dör­düncü seferinde öldürmenin had olmadığını, maslahat gereği ta'zir olduğunu göstermek­tedir."

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/161-164.

[443] Buharı, 86/13; Müslim, 1686; Muvatta, 2/831; Tirmizî, 1446; Ebu Davud, 4385; Nesâî, 8/76. İbn Ömer'den.

[444] Buharî, 86/13; Müslim, 1684; Mâlik, 2/832; Tirmizî, 1445: Ebu Davud, 4383. Hz. Âi­şe'den.

[445] Ahmed 6/80. Hz. Âişe'den. İsnadı güçlüdür.

[446] Buharî, 86/13; Müslim 1684; Muvatta, 2/832.

[447] Buharî, 86/13; Müslim, 1687; Nesâî, 8/65.

[448] Ebu Davud, 4395; Nesâî, 8/70; Ahmed, 2/151; İbn Ömer'den. Müslim, 1688 (10), Hz. Âişe'nin şöyle dediğini nakletmektedir: "Mahzum kabilesinden bir kadın vardı, ödünç eşya alır ve inkâr ederdi. Hz. Peygamber, elinin kesilmesini emretti."

[449] Şerhu's-Sünne'âe (10/322) de belirtildiği gibi bu görüş İshak b. Râhûye'nin görüşüdür.

[450] Ebu Davud, 4391; Tirmizî, 1448; Nesâî, 8/89; İbn Mâce, 2591. Câbir b. Abdillah'tan. Tirmizî, hasen-sahih olduğunu söylemiştir. İbn Hibân da sahih olduğunu ifade eder (1502, 1503). Abdülhak, Ahkâm'ında ve İbnü'l-Kattân hadis hakkında birşey söylememiştir. Hadis her ikisince de sahihtir.

[451] Buharî, 86/11; Müslim, 1688. Hz. Âişe'den.

[452] Ebu Davud, 1710, 1711, 1712, 1713, 4390; Nesâî, 8/65, 86; Ahmed, 6683, 6746. Amr b. Şuayb—babası—dedesi kanalıyla. Senedi hasendir. Rafı' b. Hadîc'ten, Muvatta (2/839), Tirmizî (1449), Ebu Davud (4388) ve İbn Mâce'de (2593): "Meyve ve hurma cümmarı çalan kimseye el kesme cezası yoktur," şeklinde rivayet edilmiştir». Hadis sahihtir.

[453] Ahmed, 2/180; Nesâî, 8/86; İbn Mâce, 2596. Amr b. Şuayb—babası—dedesi isnadıyla. Sened hasendir.

[454] Ebu Davud, 4394; Nesâî, 8/68, 69, 70. Senedi sahihtir.

[455] Ahmed, 2/145; Ebu Davud, 4386; Nesâi, 8/77. İbn Ömer'den. Senedi şahindir.

[456] İbn Mâce, 2590. İbn Abbas'dan. Senedde Cübâre b. el-Mugallis ile Haccâc b. Temîm vardır, her ikisi de zayıftır.

[457] Ebu Davud, 4380; Nesâî, 8/67; İbn Mâce, 2598. Ebu Ümeyye el-Mahzûmî'den. Senedin­de Ebu Zerr'in azadlısı Ebu'l-Münzir vardır ki meçhuldür. Diğer râvileri sikadır.

[458] Hâkim, Müsiedrek'de (4/381) ed-Derâverdi—Yezİd b. Husafe—Muhammed b. Abdur-rahman b. Sevban—Ebu Hureyre senediyle tahric ederek sahih olduğunu söylemiş, Ze-hebî de onu tasdik etmiştir. Ancak Dârakutnî, (2/331) tahririnden sonra şöyle demiştir: "Hadis, Sevri—Yezid b. Husayfe—Muhammed b. Abdurrahman b. Sevban tariki ile mür-se) olarak rivayet edilmiştir." Ebu Davud da el-Merâsîf'inde, Sevri'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Abdürrezzak, İbn Cüreyc ve Sevrî'den mürsel olarak tahric etmiştir (18923). Ebu Ubeyd Kasım b. Sellâm da Ganbu'l-Hadis'indt, İsmail b. Cafer—Yezid b. Husayfe kanalıyla yine mürsel olarak zikretmiştir.

[459] Ebu Davud, 4411; Tirmizî, 1447; Nesâî, 8/92, 93; İbn Mâce, 2578. Fıidâle b. Ubeyd'-den. Hadisin senedinde Haccâc b. Ertât vardır, hata ve tedlisi çok birisidir. Ayrıca İbn Hİbbân'dan başkasınca sika kabul edilmeyen bir râvi olan Abdurrahman b. Muhayriz de bulunmaktadır.   

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/164-167.                                                                       

[460] Ebu Davud, 4382; Nesâî, 8/66. Senedi sağlamdır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/167.                              

[461] Hırsıza lanet hadisi için bk: Buharı, 86/7; Müslim, 1687. Riba yiyene laneti: Buharı, 34/24, 25, 113; Müslim, 1597. İçki içen ve şarap elde edene laneti: Ahmed, 5716; Ebu Davûd, 3674; İbn Mâce, 3380, Senedi sahihtir. Lûtîlİk hakkında: Ahmed, 1/217, 309, 317; İbn Hibbân, sahih olduğunu söylemiştir.

[462] Hadis sahihtir. Kaynakları daha önce geçti. (96 nolu dipnot).

[463] Hadis sahihtir. (112 nolu dipnotta geçti.)

[464] Sünen sahiplerinden hiçbiri tahriç etmemiştir. Sadece Muvatta'da (2/853), râvıleri'sıl ancak munkatı' olarak varid olmuştur. Tabaranî, el-Evsat ve es-Sağîr'dt rivayet etm Mecmau'z-Zevâid'de (6/259) merfû olarak yer almıştır. Senedinde Ebu Guzye Muhai med b. Musa el-Ensarî vardır ve zayıftır. Buharî, onun münker rivayetleri olduğunu sö lemistir. îbn Hibbân ise: O hadis çalardı. Güvenilir râvilerden mevzu hadisler rivayet ed( di, demiştir, Eb" Hâtîm de zayıf olduğunu söylemiştir.                      

[465] Ebu Davud, 4410; Nesâî, 8/90, 91. Senedinde Mus'ab b. Sabit vardır. Nesâî'nin de dedi­ği gibi zayıf bir râvidir. Hafız İbn Hacer, er-Telhîs'tie: Bu konuda sahih bir hadis oldu­ğunu bilmiyorum, demiştir.

[466] Musannef, 18773; Beyhakî, 8/273. Ibn Cünreyc—Abdu Rabbih b. EbîÜmeyye b. Abdillah b. Ebî Rebîa

senediyle. Seneddeki Abdu Rabbih meçhuldür!) Hâlis b.Abdil lah'ın Hz. Peygamber'den rivayeti ise mürseldir.

[467] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/167-172.

[468] Ebu Davud, 4361; Nesâî, 7/107, 108; Dârakutnî, 4/216, 217. İbn Abbas'tan. İsnadı sa­hihtir. Hâkim, (4/354)'de sahihlİğİni söyleyerek rivayet etmiş, Zehebî de ona katılmıştır.

[469] Nesâî, (7/105), 106) Sa'd b. Ebî Vakkas'm şöyle dediğini rivayet eder: Mekke fethi gü­nünde Hz. Peygamber herkese emân verdi. Dört erkekle iki kadın hariç. Onlar hakkın­da: "Onları Kabe'nin örtüşüne yapışmış bulsanız da öldürünüz." buyurdu. Onlar: İkri-me b. Ebî Cehl, Abdullah b. Hatal, Makîs b. Sübâbe, Abdullah b. Sa'd b. Ebi's-Serh'dir. Hadisin senedinde Esbât b. TJasr vardır, sadûktur ama hatası çoktur. Diğer râvileri sika­dır. Yunus b. Bükeyr'İn, el-Meğâzî'ye olan Ziyâdât'mda, Amr b. Şuayb —babası—dedesi isnadıyla benzeri bir rivayet vardır. Dârakutnî ve Hâkim, Saîd b. Yerbû* kanalıyla Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Dört kişi vardır ki ne harem böl­gesinde ne de dışında onlara emân vermiyorum: Huveyris b. Nukayd, Hilâl b. Hatal, Makîs b. Sübâbe el-Kinânî, Abdullah b.^Ebu's-Serh." İbn Ebî Şeybe veDe/âi/lnde Bey-hakî, Hakem b. Abdülmelik—Katâde—Enes tankıyla; "Hz. Peygamber'in Mekke fethi gününde dört kişi hariç herkese emân verdiğini rivayet etmişlerdir. Bunlar: Abdüluzza

b. Hatal, Makîs b. Sübâbe el-Kinânî, Abdullah b. Ebi's-Serh ve Ümmü Sâre'dir..." Bk. Fethu'l-Bâri, 4/51, 52; İbn Teymiye, er-Sârirnu'l-Meslûl, s. 108, 113.

[470] Kaynaklan geçti. Bk. 3/235. Ayrıca Buharî(64/I5) ve Müslim, Câbir b. Abdillah'tan rivayet etmişlerdir. Ebu Râfi'in öldürülmesi hakkındaki Berâ b. Âzib hadisi Buharı (64/16)'dedir. Bk. 3/315.

[471] Ebu Davud, 4363; Nesâî, 7/108, 109. Senedi sahihdir. Bk. 3/489.       

[472] Ebu Davud, 4362, râvileri sikadır. Bk. es-Sârimul-Meslûl, s. 60.

[473] Cayma ve niza bulunmayan özel bir duruma işaret edilen (Bk. Nihâye, 5/74) bu sözle, güçlü ve kararlı birinin

kadını ortadan kaldırması istenmiş olabilir. Ayrıca bk. es-Sörimu V-Mesiûl, s. 94-97.                                                                             

[474] Müslim, 1063: Câbir'den. Ahmed, 2/219; Abdullah b. Amr b. el-Âs'tatı.

[475] Buharı, 42/6; Müslim, 2357. Abdullah b. ez-Zübeyr'den.

[476] Buharı, 57/19; Müslim, 1062; Ahmed, 1/380, 396, 411. İbn Mes'ûd'dan.

[477] Ahmed, 5/2, 4.

[478] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/172-174.

[479] Daha Önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Zehirlenmesi, 3/379-383, 394.

[480] Ebu Davud, 4514, Ma'mer—Zührî—Abdurrahman b. Abdullah b. Kâ'b b. Mâlik—anası Ümmü Mübeşşir senediyle. Ebu Davud, (4511) Ebu Seleme'den mürsel olarak da rivayet etmiştir. Hâkim (3/219, 220)'de Ebu Hureyre'den mevsûl olarak zikretmiştir.

[481] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/174.

[482] Tirmizî, 1460; Hâkim, 4/360.

[483] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/175.

[484] Bakara, 2/217.

[485] Taberî, 2/349; İbn Hişâm, 2/255. Ayrıca bk. 3/208-212,418.

[486] Buharı, 55/1; Müslim, 1627.

[487] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/177-178.

[488] Daha önce geçti. Bk. Hz. Peygamber'in Casuslar Hakkındaki Tatbikatı, 3/149, 450, 475.

[489] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/178.

[490] Bk. Hz. Peygamber'in Esirler Konusundaki Uygulamaları, 3/143-147.

[491] Ebu Davud, 2691. İbn Abbas'dan. Senedinde mestur bir râvi vardır. Ayrıca bk. Bedir Sa­vaşı, 3/231.

[492] Buharı, 64/11, 57/16, Mut'im b. Adiy b. Nevfel b. Abdimenaf Ebu Cübeyr: Kureyş ulu-larındandı. Hâşimoğulları ile Muttaliboğulları'nı boykot eden ve Kureyşçe yazılan sahife-yi (anlaşmayı) bozan kimse. Onunla birlikte Hişâm b. Amr b. el-Hâris, Züheyr b. Ebu Ümeyye b. el-Muğîre el-Mahzumî, Ebu'l-Buhturî b. Hişâm, Zem'a b, el-Esved b. el-Muttalib de bu hayırlı başkaldırmaya katılmışlardır. Bk. İbn Hişâm, 1/374-382.

[493] Ahmed, 4/426, 432. Râvileri sikadır.

[494] Ahmed, 4/47, 51; Müslim, 1755. Seleme b. el-Ekva'dan. Daha önce geçmişti. Ök. 1/148; 3/146, 405.     

[495] Buharı, 64/70. Müslim, 1764. Daha önce geçti. Bk. 3/143, 318.

[496] Bk. Büyük Fetih, 3/452, 462.

[497] Şafiî, Sfevrî, Ahmed, İshak'm görüşleri de budur. Evzaî ve ashab-ı rey: Fidye karşılığı bağışlamak ve öylece salıvermek caiz değildir, demişlerdir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/179-180.

[498] Bu konular için 3. cilde bakılabilir. Yahudilerle sulh: 3/96,165; Kaynukaoğuîlan: 3/165-166; Nadîroğulİan: 3/166-168; Kurayzaoğulları: 3/168-173, 311, 314; Hayberliler: 3/180-188, 373, 385.

[499] Buharı, 56/168; Müslim, 1768. Aynca bk. .3/172.

[500] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/180.

[501] Buharî, 54/14 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1551. Ayrıca bk. Hayber ganimetleri: 3/180-İ88, 373, 385.

[502] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/180-181.

[503] el-Emvâl, 141. Bk. dipnot: 126. Ayrıca bk. Büyük Fetih 3/153-157, 452, 481, 489.

[504] Bk.;lbn Hişâm, 2/414-415.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/181.

[505] Enfâl, 8/1.

[506] Enfâl, 8/41.

[507] Özetle: Ahmed, 5/322; Uzunca: Ahmed, 5/324. İsnadı hasendir. îbn Hibbân (1693) ve Hâkim (2/135, 136) sahih olduğunu belirtmişlerdir. Zehebî de aynı fikirdedir. Heysemî, Mecmau'z-Zevâid'e (7/26) almış ve "İmam Ahmed zikretmiştir, râvileri sikadır." demiş­tir. Hafız İbn Kesîr, es-Stre'de (2/466) şöyle demiştir: Bu haber Hz. Peygamber'in humus ayırdığını ve sarf mahalline harcadığını reddetmez. Nitekim içlerinde Ebu Ubeyd de bulu­nan bazı âlimler bu şekilde yanlış anlamışlardır. Aksine Hz. Peygamber kılıcı Zülfikar'ı Bedir ganimetleri arasından neflen almıştır. İbn Cerîr şöyle der: Yine Hz. Peygamber, bur­nunda gümüş bir halka olan Ebu Cehl'in devesini de kendisine ayırmıştır (safiy). B\ da humusun ayrılmasından önce idi. Sonra Ubâde ve îbn Abbas hadisini zikretti ve şöyle de­di: Bu sözün mânası şudur. Enfâl (ganimetler)'in durumu Allah ve Rasûlü'nün hükmüne tâbidir. Dünya ve ahiret menfaati nasıl gerektiriyorsa öyle hükmederler. Bu yüzden Allah Teâlâ: "Sana savaş ganimetlerinden (enfâl) soruyorlar: De ki: Ganimetler Allah ve Pey-gamber'e aittir. O halde siz (gerçek) mü'minlersiniz Allah'tan korkun, aranızı düzeltin. Allah ve Rasûlü'ne itaat edin." (Enfâl, 8/1) buyurmuştur. Sonra Allah Bedir'de olanları zikretmiş ve sonunda: "...Biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri, Allah'a ve Rasûlüne... aittir." (8/41) buyurmuştur. Açıkça görüldüğü gibi, bu sonuncu

âyet, durumu Allah ve Rasûlü'nün hükmüne bırakılan ganimet ahkâmını açıklamaktadır. İbn Zeyd'in görüşü de böyledir. Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Hz. Peygamber'in Bedir ganimetlerini beşte bir ayırımına gitmeden eşit olarak dağıttığı, sonra humus âyetinin önce­ki uygulamayı neshederek nazil olduğu görüşüne kapılmıştır. Bunu böylece el-Vâlibî'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğini; Mücâhid, İkrime ve es-Süddî'nin de aynı görüşte olduğunu söy­lemiştir ki, üzerinde düşünmek gerekir. Doğru değildir; Allah daha iyi bilir. Çünkü humus âyetinin baş ve son tarafı tamamen Bedir savaşına aittir. Bu da bu âyetlerin tümden indiği­ni, bazısı bazısının neshini gerektirecek bir aralıkla inmediğini ortaya koyar. Sonra Sahî-hayn'da, Hz. Ali'nin, içlerinden birinin Bedir humusundan olduğunu söylediği develerin­den —kî bu develerin hörgüçlerini Hz. Hamza kesmişti— söz edilmesi (bk. Müslim, 1779), Ebu Ubeyd'in görüşünü açıkça reddetmektedir. Aksine humus ayırımına gidilmiştir. Nite­kim İbn Cerîr, Buharı ve daha başkaları bunu belirtmişlerdir. Sahih ve tercihe şayan olan da budur.

[508] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/181-183.

[509] Bk, Ebu Davud, 2726.

[510] Bk. Ebu Davud, 2727, 2728, 2730; Müslim, 1812; Tirmizî, 1556.

[511] Buharı, 56/186; Müslim, 1968.

[512] Müslim, 1318; Muvatta, 2/486; Ahmed, 3/363; Ebu Davud, 2809; Nesâî, 7/222; Dârimî, 2/78.

[513] Müslim, 1318 (351).

[514] İbn Mâce, 3136; Ahmed, 1/311, 312. Senedinde İbn Cüreyc'in tedlisi vardır. Atâ el-Horasanî, İbn Abbas'tan işitmemiştir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/183-184.

[515] Enfâl, 8/41.

[516] Sahihdir. Daha önce geçti. Bk. Huneyn Gazasındaki Hikmetler ve Fıkhî Hükümler, dip­not: 9.

[517] Buharı, 56/42; Müslim, 1752. Ayrıca bk. Bedir Savaşı, 3/228.

[518] Ebu Davud, 2721; Ahmed, 4/90, 6/26. İsnadı sahihtir.

[519] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/184-187.

[520] Buharî, 56/86,187. Ayrıca bk. Ebu Davud, 2699.

[521] Ebu Davud, 2698. Râvileri sikadır.

[522] Buharı, 25/44; Müslim, T351. Üsâme b. Zeyd'den. Bu konu için bk. 3/154, 486.

[523] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/187-188.

[524] Buharî, 57/11, 51/19; Müslim, 1058.

[525] Daha önce geçmişti. Bk. 1/155.

[526] Ahmed, 6/404. Senedinde zayıf ve meçhul iki râvi vardı

[527] Müslim, 1775. Ayrıca bk. 1/116.

[528] Buharî, 24/54.

[529] Musa b. Ukbe, Megâzf'de, Abdurrahman b. Kâ'b b. Mâlik'ten rivayet etmiştir FÎîthu'l-Bâri'dc (5/168): "Râvİleri sikadır, ancak mürseldir. Bazıları mevsûl demişlerdir, ama bu doğru değildir." denilmektedir.

[530] Ebu Davud, 3057; Tirmizî, 1577; Ahmed, 4/162. Senedi hasendir. Tirmizî, "Hadis, hasen-sahihtir." demiştir.                                                                                                

[531] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/188-190.

[532] Buharı, 57/19; Müslim, 1059. Enes b. Mâlik'ten.

[533] Buharı, 97/49. Amr b. Tağlib'den.

[534] Buharı, 57/19. Amr b. Tağlib'den.

[535] Buharı, 97/23; Müslim, 1064. Ebu Saîd el-Hudrî'den.

[536] Ebu Davud, 2980; Nesâî, 7/130, 131.

[537] Ebu Davud, 2983. Senedinde Ebu Cafer er-Râzî vardır. Hafızası iyi olmadığı için zayıf bir râvidir.                                                                                                        

[538] Buharı, 65/59 (3); Müslim, 1757.                                                                        

[539] Ebu Davud, 2953; Ahmed, 6/25, 26. İsnadı sahihtir.                                            

[540] Buharî, 57/7; Müslim, 2133; Ebu Davud, 2949; Ahmed, 2/314.

[541] Sad, 38/39.

[542] Haşr, 59/7-10.

[543] Ahmed, 292. Senedinde zayıf râvi olan Muhammed b. Müyesser vardır.

[544] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/190-196.

[545] Ebu Davud, 2761; Ahmed, 3/487, 488. Senedi sağlamdır.

[546] Ahmed, 6/8; Ebu Davud, 2758. İsnadı sahihtir.

[547] Mümtahine, 60/10.

[548] Bk. ei-hâbe, 4/318.

[549] Enfâl, 8/58.

[550] Tirmizî, 1580; Ebu Davud, 2759; Ahmed, 4/111, 113, 386. Amr b. Abese'den, isna sahihtir.

[551] Müslim, 1787.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/196-197.

[552] Ahmed, 6692; Ebu Davud, 2751; İbn Mâce, 2685. Amr b. Şuayb—babası—dedesi I lıyla. Senedi hasendir. İbn Mâce'nin (2683, 2684) rivayet ettiği İbn Abbas ve Ma' Yesâr hadisinden şahidi vardır.

[553] Buharı, 56/67; Müslim, 336; Muvatta, 1/152; Tirmizî, 1579; Ahmed, 6/343.

[554] Ahmed, 4/197, Amr b. Âs'tan, senedinde meçhul bir râvi vardır. Yine Ahmed b. Hanbel (2/365), Ebu Hureyre'den bir başka hadis rivayet etmektedir. Bu rivayetin senedi hasen-dir. Hâkim, sahih kabul etmiştir.

[555] Senedi hasendir. Kaynaklan için 59. nota bakınız.

[556] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/197-198.

[557] Tirmizî, 623; Ebu Davud, 3029; Ahmed, 5/230, 233, 247; Nesâî, 5/25, 26; İbn Mâce, 1803. A'meş—Ebu Vâil—Mesrûk—Muaz b. Cebel kanalıyla, ibn Hibbân (794) ve Hâkim (1/398) hadisi sahih bulmuşlar, Zehebî de buna katılmıştır. Hafız İbn Hacer, ei-Telhîs'dc (2/152) şöyle demiştir: "Mesrûk'un, Muaz'dan işitmediği söylenir. İbn Hazm bunu ortaya koy­mak için aşın çaba göstermiştir." İbn Kattan: "O (söz) ihtimal üzerine kurulmuştur. Cum­hurun görüşüne göre hadisinin mevsûl olduğuna hükmetmek gerekir." der. İbn Abdilber, et-Temhîd'de: "îsnadi muttasıldır, sahihtir, sabittir." der. Ebu Ubeyd'in (el-Emvâl, s. 27), bu konu ile ilgili, Urve b. Zübeyr'den bir rivayeti vardır.                                      

[558] Muvatla, 1/279. Senedi sahihtir.

[559] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/198-201.

[560] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/201-202.

[561] Hafız İbn Hacer, Feîhu 7-öârfve et-Takrib'de Hıdam şeklindedir. Ebu Davud ve Nesâî'de ise Hizam şeklinde zabdedümiştir.

[562] Buharı, 67/42; Muvaiıa, 2/535; Ebu Davud, 2101; Nesâî, 6/86. Müslim îahric etmemiştir.

[563] Ebu Davud, 2096; İbn Mâce, 1875; Ahmed, 1/273. Senedi sahihtir. Ebu Davud ve Beyha-* kî'nin hadisin mürsel olduğunu söylemeleri ehli tahkik ulemaca makbul değildir. Nesâî (6/87); ve Müsned'de (6/136) oiay şöyle anlatılır: Bîr genç kız Hz. Âişe'nin yanına girdi ve: "Ba­bam beni, şerefini yüceltmek için gönlüm olmadığı halde kardeşinin oğluna verdi." dedi. Hz. Âişe: "Otur. Rasûlullah gelsin." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) geldi ve durumu ona an­lattı. Peygamberimiz babasını çağırttı ve yetkiyi kıza verdi. Kız da: "Ya Rasûlatlah, baba­mın yaptıklarını onayladım. Ancak bu halimle, babaların kızları üzerinde bir yetkileri ol­madığını insanlara öğretmek istedim." dedi. Senedi sahihtir.

[564] Buharı, 67/41; Müslim, 1419; Tirmizî, 1107, 1109; Ebu Davud, 2092, 2093; Nesâî, 6/85. Ebu Hureyre'den.

[565] Müslim, 1421 \Muvaita, 2/524; Tirmizî, 1108; Ebu Davud, 2098; Nesâî, 6/84; İbn Abbas'tan.

[566] Tirmizî, 1163, 3087; İbn Mâce, 1851. Tirmizî: "Hasen-sahihtir." demiştir. Ahmed b. Han-bel'in Müsned'mde (5/72, 73) bir şahidi bulunmaktadır.

[567] Müsüm.l421;Tırnü*1108; Muvatta. 2/524; Ebu Davud, 2098; Nesâî, bas'tan.

[568] Ebu Davud, 2873.

[569] Nisa, 4/127.

[570] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/205-209.

[571] Ebu Davud, 2083; Tirmizî, 1102; İbn Mâce, 1879. İbn Hibbân (1248) ve Hâkim (2/168), hadisin sahih olduğunu söylerler. Beyhakî (7/105, 107) ve Hafız İbn Hacer, {et-Telhis, 2/156, 157) hadise dair uzun söz ederler.

[572] Hadis çeşitli tarik ve şahidleri Ue sahihtir. Bk. Ahmed, 4/398, 413, 418; Tirmizî, 1101, 1102; Ebu Davud, 2085, Beyhakî, 7/107. Ebu Musa el-Eş'arî'den. İbn Hibbân (1243, 1244, 1245) ve Hâkim, (2/169) hadisi sahih kabul ederler. Hâkim, hadisinçeşitli tariklerinin tah-ricinde sözü uzatır. Hadisin mevsûl mü, mürsel mi olduğunda ihtilâf edilmişse de Hâkim, bu konuda pek çok sahabîden rivayetin sabit ve sahih olduğunu söyler. Bk. Nasbu'r-Râye, 3/183, 190.

[573] İbn Mâce, 1882. Ebu Hureyre'den. Senedi hasendir.

[574] Ahmed, 5/8, 1!, 12, 18; Ebu Davud, 2088; Tirmizî, 1110; Nesâî, 7/314. Tirmizî; "hasen­dir." demiş. Ebu Zür'a, Ebu Hatim, Hâkim, (2/174, 175) ve Zehebî ise sahih kabul et­mişlerdir.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/210.

[575] Ahmed, 4099, 4100, 4276; Ebu Davud, 2114-2116; Nesâî, 6/121, 123; Tirmizî, 1145; İbn Mâce, 1891. îbn Mes'ûd'dan rivayet ederler: ibn Mes'ûd'a, mehirden söz etmeden evle­nip zifafa girmeden ölen bir kadın hakkında sorarlar. O da: "Kadına ne az ne de çok, emsal mehri gerekir. İddet bekler, mirastan da hakkı vardır." der. Ma'kıl b. Sinan: "Hz. Peyamber, (s.a.) bizden bir kadın olan Berve bt. Vâşık hakkında aynen senin hükmettiğin

gibi hükmetti." deyince, İbn Mes'ûd buna çok sevinir. İsnadı sahihtir. Tirmizî, İbn Hib­bân (1263, 1264), Hâkim (2/180) ve Zehebî hadisi sahih bulmuşlardır. Hâkim, bu hadisin akabinde Harmele b. Yahya'dan şunu naklediyor: İmam Şafiî'yi şöyle derken işittim: "Eğer Berve bt. Vâşık hadisi sahih olsa, onunla amel ederdim." Hâkim, devamla şöyle diyor: Hocam Hafız Ebu Abdillah Muhammed b. Yakub'u şöyle deYken işittim: Eğer Şafiî'nin yanında olsaydım, ashabı huzurunda kalkar ve: "Hadis sahihtir, onunla amel et." der­dim. Hattâbî: "Bu hadiste, hakkında nas bulunmayan konularda ictihad etmenin cevazı­na delil vardır..." der.

[576] Ebu Davud, 2117. Senedi hasendir.

[577] Bunların delilleri, Muvaita (2/527)'deki sahih senedle rivayet edilen hadistir şöyle ki: Ubey-dullah b. Ömer'in kızı —ki annesi Zeyd b. el-Hattâb'ın kızıdır—, Abdullah b. Ömer'in bir oğlunun nikâhı altında idi. Kocası öldü. Zifafa girmemiş, mehir de söylemişti. Annesi mehrini istedi. Abdullah b. ömer: "Onun mehir hakkı yoktur, eğer olsaydı vermemezlik edip de ona zulmetmezdik." dedi. Kadın onun bu sözünü kabule yanaşmadı ve aralarında Zeyd b. Sâbit'i hakem kıldılar. O da: "Mehirde hakkı yoktur, fakat mirasçıdır." diye hükmetti.

[578] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/210-212.

[579] Ebu Davud, 2131, 2132. îbn Kayyim, Tehzîbu's-Sünen'de (2044), bu hadisin senedinde, hükmünde, sahabî râvinin isminde çelişkiler olduğunu söyler... Hattabî, bu hadisle hiçbir fakihin amel ettiğini bilmediğini ve haberin mürsel olduğunu, hür bir kadından olan veled-i zinanın hür olacağında yine hiçbir âlimin ihtilâf etmediğini belirtir. Bu takdirde nasıl onu köle yapacağını sorar.

[580] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/212-213.

[581] Buharî, 54/6; Müslim, 1418; Ukbe b. Âmir'den.

[582] Buharî, 54/6; Müslim, 1408; Muvatta, 2/900.

[583] Buharî, 54/6; Müslim, 1413; Ebu Hureyre'den.

[584] Ahmed, 2/176, 177. Senedinde Îbn Lehîa vardır.

[585] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/213-214.

[586] Müslim, 1415 (60); Ahmed, 2/35.

[587] Buharı, 67/28; Müslim, 1415; Muvatta, 2/535.

[588] Müslim, 1416; Nesâî, 6/112.

[589] Ebu Davud, 2075; Ahmed, 4/94. Senedi sağlamdır.

[590] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/215-216.

[591] Hadisin sahih olduğunu Tirmizî, İbnu'l-Kattân ve İbn Dakik el-ld söymislerdir.                                                                                                     

[592] Ahmed, 2/323; Beyhakî, 7/208. Müellifin de söylediği gibi senedi hasendır.

[593] Ahmed, 660, 671. Tirmizî, 1119; İbn Mâce, 1935; Beyhakî, 7/208. Senedinde zayıf bir r. olan Haris el-A'ver varsa da şahitleri ile güçlenmektedir.

[594] İbn Mâce, 1936; Hâkim, 2/199; Beyhakî, 7/208. Senedi hasendir. Hâkim sahih olduğu söyler, Zehebî ona katılır. Ayrıca şahitleri vardır. Bk. İbn Mâce, 1934; Tırmızı, 1119.

[595] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/217.

[596] Müslim, 1406 (22). Sebre b. Ma'bed el-Cühenî anlatır: Fetih günü Rasûlullah (s.a.) ile be­raberdim. O şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Size kadınlardan müt'a nikahıyla istifade için izin vermiştim. Biliniz ki, Allah Teâlâ onu, kıyamete kadar haram kılmıştır. Kimin yanın­da mut'a nikâhı ile kadın bulunuyorsa onu bıraksın." Başka bir rivayette de: "Rasûlullah bize Fetih gününde, Mekke'ye girdiğimizde müt'a ile emretti (izin verdi), sonra henüz

oradan çıkmamıştık ki, bize onu yasakladı." buyurmuştur.

[597] Mâide, 5/87. Buharı, 65/5 (9); Müslim, 1404.

[598] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/218-219.

[599] Muvatta, 1/348, 349; Müslim, 1409.

[600] Ahmed, 6/393; Tirmizî (841): "Hadis hasendir." demiştir.

[601] Müslim, 1411; Ebu Davud, 1843; Tirmizi 854; İbn Mâce, 1964.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/219-220.

[602] Nûr, 24/3.

[603] Nûr, 24/34.           

[604] Nİsâ, 4/25.                                                               

[605] Nûr, 24/26.

[606] Ebu Davud, 2051; Nesâî, 6/66, 67; Tirmizî, 2176; Beyhakî, 7/153. Senedi hasendir. Ha­kim (2/166) ve Zehebî sahih bulmuşlardır.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/220-221.

[607] Sakîı eşrafından Gaylan b. Seleme es-Sekâfî'dir. Tâif'in fethinden sonra oğullan ile bir­likte müslüman olmuştur. el-Merzubanî, Mu'cemu'ş-Şuarâ'da: "Eşraftandır, şairdir, ca-hiliye döneminde Kays hâkimlerindendi." der. Ayrıca hayatı için bk. îbn Sa'd, Tabakât, 5/371; İsâbe, 6918 (20).

[608] Şafiî, 2/351; Ahmed, 4609, 4631; Tirmizî, 1128; İbn Mâce, 1953. İbn Hibbân (3277) sa­hih olduğunu söylemiştir.

Hadis hakkında bilgi için ayrıca bk. Sübülü's-Selâm, 3/175, 176. Hadisin başka şahitleri de vardır. Darakutnî (s.404) de Nevfel b. Muâviye'den tahric edil­miştir. O şöyle anlatıyor: Müslüman oldum, nikâhım altında beş kadın vardı. Hz. Pey-gamber'e sordum: "Birinden ayrıl, dördünü tut." buyurdu. Ve yine Kays b. el-Hâris an­latıyor: Nikâhım altında sekiz kadın ile müslüman oldum. Hz. Peygamber'e (s.a.) duru­mu haber verdim. "İçlerinden dördünü tut." buyurdu. Bu iki hadisin senedleri zayıfsa da şevahid olarak bunun bir zararı olmaz.

[609] Ebu Davud, 2243; tbn Mâce, 1950; Tirmizî, 1129; Dârakutnî, s. 404; Beyhakî, 7/184. Tir­mizî, hasen, İbn Hibbân (1276) ise sahih bulmuşlardır.

[610] Tirmizî, 1111; Ebu Davud, 2078: Câbir'den.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/221-222.

[611] Felhu'l-Bari, 7/67-68; Müslim, 2449; Ebu Davud, 2071: Misver b. Mahreme'den.

[612] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/222-24.

[613] Buharı, 67/20; Müslim, 1444, 1447, Muvatra, 2/601; Tirmizî, 1146. Hadis Hz. Âişe, İbn Abbas ve Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.

[614] İsrâ, 17/31.

[615] Bakara, 2/223.

[616] Bakara, 2/187.

[617] Nisa, 4/22.

[618] Nisa, 4/23.

[619] Bakara, 2/226-227.

[620] Fethu'l-Bârî, 8/409; Müslim, 1445. Benzer rivayetleri de vardır.

[621] Hidâye'de rivayet edilen bu hadisi, tahririni yapan Zeylâî, bulamadığını söylemiştir. Bk. Nasbu'r-Râye, 3/168. Buharı ve Müslim, Ümmü Habîbe'den şunu rivayet etmişlerdir. Ra-sûlullah'a: "Ey Allah'ın Rasûlü, kız kardeşimi nikâhla!" dedim. O: "Bu hoşuna gider mi?" dedi. Ben de: "Ben senin bir tanen değilim. Bana hayırda ortak olacakların en se­vimlisi kız kardeşimdir." dedim. Rasülü Ekrem: "O bana helâl olmaz." buyurdu. (Müs­lim, 1449)

[622] Muvatia, 2/532; Buharı, 67/28; Müslim, 1480; Ebu Davud, 2065-2066; Tirmizî, 1126; Nesâî, 6/96, 98. Ebu Hureyre'den.

[623] Nisa, 4/25.

[624] Bakara, 2/221.

[625] Meryem, 19/62.

[626] Buharı (Fethu'l-Bârî), 9/356. Hz. Âişe şöyle der: Berîre hakkında üç hüküm (sünnet) va-rid olmuştur: "Birisi azad edildiğinde kocasını seçip seçmeme konusunda muhayyer kılın­ması..." Yine Buharı (9/359) İbn Abbas'tan şunu rivayet eder: Berîre'nin kocası Mugîs adında bir köle idi. Ben onun Berîre arkasında dolandığını, göz yaşları sakalından aşağı akarak ağladığını hâlâ görür gibiyim. Hz. Peygamber (s.a.) Abbas'a: "Ey Abbas! Mu-gîs'in Berîre'ye olan sevgisine Berîre'nin ise Mugîse olan nefretine şaşmaz mısın?" buyur­du. Sonra Berîre'ye: "Keşke kocana dönsen!" dedi. Berîre: "Ya Rasûlallah! Bu bir emir-mi?" dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır!" deyince Berîre: "Benim ona ihtiyacım yok." dedi.

[627] Müslim, 1456.

[628] Ahmed, 4/127; Tirmizî, 1564. Râvileri sikadır. Yalnız Ümmü Habîbe bt. Irbâz meçhul­dür. Hadis, şahitleri ile birlikte sahih olmaktadır.

[629] Ebu Davud, 2158; Ahmed, 4/108. Senedi sahihtir.

[630] Ahmed, 4/109. Senedi sahihtir.

[631] Ebu Davud, 2157. Senedinde hafızası iyi olmayan Şerik el-Kâdî vardır. Hadisi şevahid konusunda hasendir. İbn Hacer isnadını hasen bulurken, Hâkim (2/195) sahih kabul et­miştir.

[632] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/225-238.

[633] Ahmed, 1876, 2366, 3290; Ebu Davud, 2240; Tirmizî, 1143; tbn Mâce, 2009; Darakutnî, s. 396; Hâkim, 3/638-

639; Musannef, 12644. Hadis şahitleri ile birlikte (Musannef, 12647; Tahavî, Şerhu Meâni'l-Asâr, 2/149} kuvvet kazanmakta ve sahih olmaktadır. Ahmed, 6938; Tirmizî, 1142; İbn Mâce, 2010; Darakutnî, s. 396 ve Beyhakî, 7/188'de tahric edilen; "Hz. Peygamber, kızı Zeyneb'i Ebu'I-Âs b. er-Rebî'e yeni bir nikâhla verdi.11 şeklindeki hadis zayıftır. Çünkü senedinde, tedlisçi ve güvenilemeyen Haccâc b. Ertât vardır. Rivayetinin hemen akabinde İmam Ahmed der ki: Bu hadis zayıftır. Haccâc, Amr b. Şuayb'dan işit-memiştir. Aksine Muhammed b. Ubeyd el-Arzemî'den işitmiştir. Arzemî'nin hadisi on para etmez. Bu konudaki sahih hadis, "Hz. Peygamber'in (s.a.) onları ilk nikâhları üzere bıraktığını" İfade eden hadistir.

[634] tfade Tirmizî'ye aittir. İbn Mâce'de "iki sene sonra" şeklindedir. Ayrıca bk. İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, 2/511; Nasbu'r-Râye, 3/212 (dipnot).

[635] Ebu Davud, 2239; İbn Mâce, 2008. İbn Hibbân (1280) ve Hâkim (2/200) sahih olduğunu söylemişlerdir. Zchebî de bu görüştedir.

[636] Tirmizî, 1144; Ebu Davud, 2238.

[637] Kitabın aslında bu isim Tirmizî şeklindedir. Müellif hatası olmalıdır.

[638] Muvarta, 2/545. Hadisteki inkıta için bk. hâbe, 4/426 (1228).

[639] Muvatta, 2/545: İbn Şihâb'dan.

[640] Her iki haber de Muhatta (7/314)'dadır. İkisi de sahihtir;

[641] Mümtahine, 60/10.

[642] Muvatta, 2/543-544.

[643] İbn Hişâm, 2/418.

[644] İsnadı sahihtir. Bk. Muhallâ, 7/313.

[645] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/238-243.

[646] Buharı, 67/96; Müslim, 1438; Ebu Davud, 2172; Muvatta, 2/594; Tirmizî, 1138; Nesâî, '     6/107.

[647] Ebu Davud, 2171; Ahmed, 3/33; 51, 53; Tirmizî, 1136; Beyhakî, 7/230.

[648] Buharı, 67/96; Müslim, 1440; Tirmizî, 1137; Ebu Davud, 2173.

[649] Müslim, 1440; Câbir'den.

[650] Müslim, 1439; Ebu Davud, 2173; Ahmed, 3/312, 386; Beyhakî, 7/229.

[651] Müslim, 1443.

[652] Ahmed, 1/31; İbn Mâce, 1928. Senedinde zayıf bir râvi olan İbn Lehîa vardır

[653] Senedinde zayıf ola.n İbn Lehîa vardır.

[654] Tekvîr, 81/8.

[655] Müslim, 1442.

[656] Müslim, 1438 (131).

[657] Bk. îbn Hazm, Muhatla, 10/71.

[658] Kaynaklan için dipnot: 2. Hadisin şahidi vardır, sahihtir.

[659] Râvilerj sikadır.

[660] Beyhakî, 7/230-231.

[661] Bk. Mü'minûn, 23/12-14. âyetler. Hz. Ali'nin saydığı bu devreler, âyette sözü edilen devrelerd

[662] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/245-250.

[663] Müslim, 1442; Muvatta, 2/608; Ebu Davud, 3882; Tirmizî, 2078; Nesâî, 6/106, 107. Cü-dâme bt. iVehb'den.

[664] Ebu Davud, 3881, 3882; Ahmed, 6/453, 457, 458; İbn Mâce, 2012; İbn Hibbân, 1304.

[665] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/250-251.

[666] Buharî, 67/101; Müslim, 1461; Muvatta, 2/530; Ebu Davud, 2124; Tirmizî, 1139.

[667] Müslim, 1460; Muvatta 2/529; Ebu Davud, 2122.

[668] Tirmizî, 1140; Ebu Davud, 2134; Nesâî, 7/64; Dârimî, 2/144; İbn Mâce, 1971. İsnadı sag-- lamdır. İbn Hibbân (1305), Hâkim (2/187) ve Zehebî sahih kabul etmişlerdir.

[669] Buharî, 67/97; Müslim, 2445, 2770.

[670] Buharî, 67/98; Müslim, 1463.

[671] Ebu Davud, 2135. Senedi hasendir.

[672] Müslim, 1462.

[673] Nisa, 4/128.

[674] Buharî, 67/95; Müslim, 3021.

[675] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/251-256.

[676] Müslim, 1441.

[677] Ebu Davud, 2157; Hâkim, 2/195. Ebu Saîd el-Hudrî'den "Sahih li-gayrihi"dir. Daha ön­ce geçti.

[678] Ahmed, 4/108; Ebu Davud, 2158; Tirmizî, 1131. Senedi sahihdir.

[679] Ahmed, 4/127; Tirmizî, 1564. Senedi, şevahid konusunda hasendir.

[680] Hanefî imamlarından Ebu Yûsuf'a göre ise fâsiddir. Bk. Hidâye, 1/194.

[681] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/256-257.

[682] Buharı, 67/13; Müslim, 1365.

[683] Bu konu için bk. Hayber Gazası, 3/393-394.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/259.

[684] Ebu Davud, 2096; tbn Mâce, 1875;.Ahnied, 2469. Senedi sahihtir.

[685] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/260.

[686] Hucurât, 49/13. i

[687] Hucurât, 49/10. •

[688] Tevbe, 9/71. '

[689] Âl-i İmrân, 3/195.

[690] Takva: Allah'ın emirlerini yapmak suretiyle, rızasını kaybetmekleri; yasaklarından mak suretiyle de gazabına uğramaktan sakınmaktır.

[691] Ahmed, 5/411. İsnadı sahihtir.

[692] Buharı, 78/14; Müslim, 215; Ahmed, 4/203. Buharı ayrıca el-Edebu'1-Müfred (897)'de Ebu Hureyre'den merfû olarak şunu nakleder: "Kıyamet gününde benim dostlarım takva sahipleridir. Bazıları neseb itibarı ile diğerlerinden daha yakın olsa bile bu böyledir. İn­sanlar bana amellerle gelmezler ve siz dünyayı omuzlarınızda taşıyarak gelirsiniz de "Ya Muhammedi" der, imdal istersiniz. Ben de ^öyle ve şöyle: "Hayır!" derim. (Hz. Pey­gamber (s.a.) bunu söylerken de) her iki yanından da yüz çevirdi. Hadisin senedi hasendir.

[693] Tirmizî(1085): Hasen-garîb, demiştir. Hadisin şahitleri vardır: Bk. Tirmizî, 1084; İbn Mâce, 1967; Hâkim, 2/164, 165.

[694] Ebu Davud, 2102. Hâkim (2/164) ve Zehebî sahih kabul etmişlerdir.

[695] Müslim, 1480.

[696] Nûr, 24/26.

[697] Nisa, 4/3.

[698] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/260-262.

[699] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/262-264.

[700] Buharı, 49/10, 50/1 ve daha başka yerlerde; Müslim, 1504; Tirmizî, 2125, 2126; Ebu Da-vud, 2231-2233, 2235, 3929.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/264.

[701] Müslim, 1510.

[702] Fussilet, 41/46.

[703] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/264-269.

[704] Söibe: Üzerinde âzad eden lehine velâ hakkı olmamak şartı ile âzad edilen köle demektir.

[705] Buharı, 85/26; Müslim, 1614.

[706] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/269.

[707] Ebu Davud, 2236.

[708] Ahmed, 6/180. Senedi hasendir.

[709] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/270.

[710] Nesâî, 6/161.

[711] Ahmed, 4/66, 5/378. Senedinde zayıf ve meçhul iki râvi vardır. Sünen-i NesâVde bulama­dık. Herhalde es-Sünenü'I-Kübrâ'sında olmalıdır.

[712] İsnadı zayıftır.

[713] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/270-276.

[714] Bakara, 2/230.

[715] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/276-277.

[716] Buharı, 51/30; Müslim, 1620.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/277.

[717] "Neşş" yarım okıyyedir. Bir okıyye kırk dirhemdir.

[718] Müslim, 1426.                                                                                                  :

[719] Tirmizî, 1114; Ahmed, 285, 287, 340; Nesâî, 6/117; Ebu Davud, 2106. Senedi hasendir.

[720] Buharî, 67/51.

[721] Ebu Davud, 2110; Ahmed, 3/355. Senedinde Musa b. Müslim vardır. Doğrusu Salih b. Rûman olacaktır. Ebu Hâlim: "O meçhuldür." demiştir. Ezdî, onu zayıf kabul etmiştir. Hadiste Ebu'z-Zübeyr'in tedlisi de vardır. Ebu Davud, Câbir'den mevkuf olarak rivayet edildiğini söylemiştir.

[722] Tirmizî, 1113; İbn Mâce, 1888. Senedinde zayıf bir ravi olan Âsim b. Ubeydullah vardır.

[723] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/279-280.

[724] Ahmed, 6/82, 145; Hâkim, 2/178. Senedinde İbn Şahbere vardır. İsmi İsa b. Meymûn el-Vâsıtî'dir. Buharı: "Onun hadisleri münkerdir." demiştir. Diğer râvileri sikadır, tbn Hib-bân (1256), Hz. Âişe'den başka bir tarikle: "İşini kolaylaştırması, mehrinin az olması ka­dının uğur ve bereketindendir." şeklinde tahrîc etmiştir. Senedi hasendir. Ebu Davud (2117), Ukbe b. Âmir'den: "En hayırlı nikâh, kolay olanıdır." şeklinde rivayet etmiştir. Senedi sağlamdır, ibn Hibbân onu sahih bulmuştur. İbn Hibbân'ın İbn Abbas'tan rivayeti ise: "Kadınların en hayırlısı, mehir bakımından kolay olanıdır." şeklindedir. Senedinde zayıf bir râvi olan Recâ b. el-Hâris vardır. Diğer râvileri sikadır.

[725] Buharı, 67/50; Müslim, 1425.

[726] Nesâî, 6/114. İsnadı sahihtir.

[727] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/280-282.

[728] Ahmed, 3/493; Beyhakî, 7/214. Senedinde Cemil b. Zeyd et-Tâî el-Basrî vardır. Zayıflı­ğında ittifak edilmiştir. Bu hadisi yalnız başına rivayet etmiştir. Ondan rivayette bulunan­lar, bu hadisten dolayı muztarib olmuşlardır.

[729] Muvatta, 2/526; Musannef, 10679; Beyhakî, 7/214. Râvileri sikadır. İmam Ahmed naza­rında isnadı sahihtir. Çünkü o, Saîd b. Müseyyeb'in Hz. Ömer'den işittiğini kabul eder.

[730] Beyhakî, 7/215.

[731] Talâk, 65/1.

[732] Ebu Davud, 2196; Musannef, (11335). İbn Cüreyc, bana Hz. Peygamber'in (s.a.) mevlâsı (azadhsı) Ebu Râfi1 oğullarından biri haber vermiştir. O da ikrime'den, O da İbn Abbas'-.tan... şeklinde. Hadisin senedi zayıftır. Çünkü Ebu Râfi'in oğlu kimse tarafından bilinme­mektedir, meçhul râvinin rivayeti hüccet olmaz.

[733] Bk. Musannef; 10720, İ0722-10725; Dârakutnî, s. 418.

[734] Musannef, 10346. Râvileri sikadır.

[735] Beyhakî, 7/215; Musannef, 10677. Senedi sahihtir.jj

[736] Senedi sahihtir.

[737] Abdürrezzak, Musannef, 10685.

[738] Müslim, 1480;    lâlik, 2/580; Şafiî, Risale, 856. Müslim, 1480;    lâlik, 2/580; Şafiî, Risale, 856.

[739] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/283-288.

[740] Bk. îbn Ferce el-Kurtubî, Akdiyetu'r-Rasûl, s. 73. İbn Habîb, Abdülmelik b. Habîb b. Süleyman b. Harun el-Endelûsî'dir. Mâliki olan İbn Habîb muhaddis, fakih ve dilcidir. Hicrî, 238'de ölmüştür. Bk. Zehebî, Tezkiretü'l-Huffâz, 2/107, 108; Siyer-i A'lâmi'n-Nübelâ, 8/169, 171.

[741] Buharı, 69/6 ve daha başka yerler; Müslim, 2727.

[742] Ahmed, 6/352. İsnadı sahihtir.

[743] Ahmed, 6/347. İsnadı sahihtir.

[744] Bakara, 2/228.

[745] Nisa, 4/34.

[746] Kaynaklan geçti. Hadis sahihtir.

[747] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/289-291.

[748] Ebu Davud, 2228. Senedi hasendir. Şahidi için bk. Nesâî, 6/186.

[749] Nisa, 4/35.

[750] Musannef, 11885; Taberî, 5/45. Râvileri sikadır.

[751] Şafiî, Müsned, 2/362; et-Ümm, 5/177; Taberî, 9407; Musannef, 11883; Beyhakî, 7/305, 306. İsnadı sahihtir.

[752] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/291-293.

[753] Buharî, 68/12.

[754] Nesâî, 6/186. Senedinde sadece İbn Hibbân tarafından tevsik edilen Şâzân b. Osman var­dır. Diğer râvilerİ sikadır. Şahidi için bk. Ebu Davud, 2228. Senedi hasen olan bu şahidle hadis güçlenmektedir.

[755] Ebıı Davud, 2225; Tirmizî, 1185. Senedi hasendir.

[756]  Dârakutnî, s. 391, 392.                                                  

[757] Bakara, 2/229.                           

[758] Abdürrezzâk, Musannef, 11850. Senedi hasendir.

[759] Musannef, 11853. Râvileri sikadır.

[760] Hazm, Muhaliâ, 10/240; Musannef, 11851; Beyhakî, 7/31&.

[761] Musannef, 11844.

[762] Musannef, 11839-11840.

[763] Ek. Muhaliâ, 10/240.

[764] Kaynakları geçti. Bk. İbn Hazm, Muhaliâ, 10/240.

[765] Abdürrezzâk, Musannef, 11842.

[766] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/293-296.

[767] Musannef, 11797.

[768] Musannef, 11795.

[769] İbn Hazm, Muhal/â, 10/37, Râvileri sikadır. Aynca bk. İbn Kesîr, 1/276; Musannef, 11858.

[770] İsnadı sahihtir. İbn Hazm, Muhallâ (10/237)'da zikretmiştir.

[771] Musannef, 11771. Senedi sahihtir.

[772] Mâlik, Şafiî ve Beyhakî tahric etmişlerdir. Kitabın alıntısı hatalıdır. Beyhakî'nin rivayeti­ni esas alarak tercüme ettik. Bk. 7/316.

[773] Bakara, 2/229.

[774] Bakara, 2/230.

[775] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/296-300.

[776] Ebu Davud, 2194; Tirmizî, 1184; Dârakutnî, s. 432. Hadisin senedinde Abdurrahman b. Habib vardır, tbn Hacer Teihîs'dç şöyle der: "Onun hakkında ihtilâf edilmiştir." Nesâî: "Onun hadisleri münkerdir." derken, başkaları onu sika bulurlar. Bu durumda hadis ha-sendir. Hâkim (2/197,198) de hadisin sahih olduğunu söyler. Hadisin şahidleri vardır. Bk. Telhîsu'l-Habîr, 3/209.

[777] îbn Mâce, 2045; Tahavî, Maânî'l-Âsör, 2/56; Dârakutnî, 797; Hâkim, 2/198; İbn Hibbân, 1498; Beyhakî, 7/356, İbn Mâce hariç hepsi de Evzaî—Atâ—Ubeyd b. Umeyr—İbn Abbas senediyle rivayet etmişlerdir, tbn Mâce de Ubeyd'i zikretmemiştir. Râvileri sikadır ve sene­di sağlamdır. Nevevî, hadisin hasen olduğunu söylemiştir.

[778] Ahmed, 6/276; Ebu Davud, 2193; İbn Mâce, 2046; Hâkim, 2/198; Beyhakî, 7/357. Sene­dinde -Muhammed b. Ubeyd b. Ebî Salih vardır, zayıftır. Diğer râvileri İse sikadır. Hâkim ve Beyhakî başka bir yoldan rivayet etmişlerdir.

[779] Kaynaklan geçti. Bk. 1. Bölüm, Zina İtirafında Bulunan Kimse Hakkındaki Hükmü.

[780] Kaynaklan geçti. Bk. Aynı yer.

[781] Buharî, 68/11. Buharî'nin muallak olarak zikrettiği bu hadisi, Bağâvî, mevsûl olarak riva­yet etmiştir. Hadisin tamamı şöyledir: "Hz. Ömer'e zina etmiş deli bir kadın getirilmişti. Hâmile idi. Hz. Ömer onu recmetmek istedi. Hz. Ali..." Ayrıca bk. Ebu Davud, 4398-4399; ibn Hibbân, 1497; Ahmed, 6/100,101,144; Dârimî, 2/171; Nesaî, 6/156; ibn Mâce, 2041. Hâkim, (2/59) sahih kabul etmiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hadisin çeşitli rivayetleri vardır.

[782] Buharî, 68/11; Müslim, 127.

[783] Bakara, 2/284.

[784] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/303-306.

[785] Şafiî, 2/370, 371; Ebu Davud, 2206; İbn Hibbân, 1321; Hâkim, 2/199, 200; Dârakutnî, s. 438; Ahmed, 2387.

[786] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî, 7/358-359.

[787] Hadiste geçen "kaylûle" kelimesi; öğle uykusu, gündüz istirahatı demektir. Hadis: "Ta­lâk durup dinlenme tanımaz. Her halükârda hükmü İcra edilir." anlamında olmalıdır.

[788] Gâzî b. Cebele hakkında Buharı; "Mükreh'İn talâkı konusundaki hadisi münkerdir." der. Safvan b. imrân hakkında Ebu Hâlim: "Sağlam değildir." ifadesini kullanır. Buharı ise: "Hadisi münkerdir. Ona güvenilmez." der.

[789] Saîd b. Mansûr, Sünen, 1/276.

[790] Bk. Musannef. 11415; el-Muhaltâ. 10/202-203; Beyhakî, 7/358-359.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/306-310.

[791] Nisa, 4/43.

[792] Buharı, 64/11.

[793] Râvileri sikadır.

[794] Musannef, 12309. Senedi sahihtir.

[795] Bk. tbn Hazm, el-Muhallât 10/210.

[796] Râvileri sikadır. Bk. Beyhakî, 7/359; el-Muhallâ, 10/209.

[797] Râvileri sikadır. Bk. el-Muhallâ, 10/209.

[798] Abdürrezâk, Musannef inde (13542), Ma'mer—Eyyûb—İkrime senediyle tahric etmiştir: "Hz. Ömer İçki cezası hakkında istişarede bulunmuştu. Şöyle dedi: "İnsanlar içkiye düştü­ler ve cür'etkârhga başladılar. (Ne öneriyorsunuz)?" Bunun üzerine Hz. Ali şöyle dedi: "Sarhoş..." Ayrıca bk. Mt/vatıa, 2/842; Beyhakî, 8/321.

[799] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/310-314.

[800] Az önce geçti.

[801] Ebu Davud, 2193 (2/642)

[802] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/314-315.

[803] Tirmizî, 1181. Senedi hasendir.

[804] Ebu Davud, 2190. Senedi hasendir.

[805] İbn Mâce, 2048. Senedi hasendir.

[806] Râvİleri sikadır..

[807] Ahzâb, 33/49

[808] Musannef, 11468; Beyhakî, 7/320. Beyhakî'nin rivayetinde: "lb_n Mes'ûd bunu söyleme­miştir. Eğer söyiemişse, bu bir âlimin sürçmesi kabilindendir." şeklindedir.

[809] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/315-317.

[810] Buharı, 68/1 ve daha başl.a yerlerde; Müslim, 1471.

[811] Talâk, 65/1.

[812] Ahmed, 5524; Ebu Davud, 2185.

[813] Bakara, 2/236.

[814] Ahzâb, 33/49. Bk. Nesâî, 6/144.

[815] Talâk, 65/1.

[816] Nesâî, 6/142. Râvileri sikadır.

[817] Buharı, 68/7; Müslim, 1471.

[818] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/319-321.

[819] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/321.

[820] el-Muhallâ, 10/168. Râvilcri sikadır.

[821] Musannef, 10923, 10925. Râvileri sikadır.

[822] el-Muhailâ, 10/163.

[823] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/321-323.

[824] Buharı, 53/5; Müslim, 1718.

[825] Talâk, 65/1.

[826] Bakara, 2/269.

[827] Ebu Davud, 2185.

[828] Bakara, 2/230.

[829] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/323-329.

[830]  Uakara, 2/230.

[831] Bakara, 2/228.

[832] Bakara, 2/241.

[833] İsnadı sahihtir. Bk. I nolu dipnot.

[834] Musannef, 10958. Râvileri sikadır.

[835] İbn Hazm, Muhallâ, 10/164. Senedi sahih değildir. Müellif ileride açıklayacaktır.

[836] Musannef, 10964, 11344. İsnadı sahihtir. Ayrıca bk. Dipnot: 8.

[837] Musannef, 10950. Helâl olanlar; temizken veya hâmile iken boşaması, haram olanlar, da; hayızlı ik.n veya cinsi münasebetle bulunduğu temizlik içerisinde boşamasıdır.

[838] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/329-332.

[839] Cerh ve ta'dîl imamlarından ona "kezzâb" (yalancı) diyen birisine rastlamadık. Onlar­dan yapılan nakiller zayıf ve meçhul olduğu şeklindedir. Bk. el-Mîzan, 1/227; Lisânııl-Mîzan, 1/394, 404.

[840] Müellif yanılmıştır. Çünkü hadisi İbn Kani', Zekeriyya es-Sâcî'den, o da ondan rivayet etmiştir.

[841] Bakara, 2/236. İ29. Talâk, 65/1.

[842] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/332-339.

[843] Müslim, 1471 (3).

[844] Müellif, Vlamu 'l-Muvakhîn'de {4/153) Hâkim'in bu sözünü İzah etmiş ve şöyle demiştir: Onun bundan maksadı istidlal ve ihticac konusunda merfû hükmündedir, şeklindedir. Yoksa bir sahabî âyet hakkında bir söz söyledi mi bizim "Bu söz Rasûlullah'ın sözüdür veya Rasûlullah söylemiştir." diyebilmemiz manasına değildir. Başka bir İzahı daha vardır: Onu Hz. Peygamber (s.a.) onlara açıklamış ve tefsir etmiştir manâsında merfûdur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Allah Teâlâ'nın da "İnsanlara, kendilerine indirileni açıklayasıni diye..." buyurduğu gibi, onlara Kur'an'ı apaçık ve yeterli olacak biçimde açıklıyordu. As-habtan birisi bir âyeti anlayamadı mı hemen soruyordu. O da ona açıklıyordu. Nitekim, Sıddîk: "Kim bir kötülük işlerse onunla cezalandırılır." âyetini sormuş, Hz. Peygamber {s.a.) de onlara mânasını açıklamıştı. Sahabeden birisi: "İman edip de imanlarına bir zu­lüm karıştırmayanlar." âyetini; Ümmü Seleme, "Onlar kolay bir hesaba çekilirler." âye­tini sormuştu. Ve kolay hesabın "arz" olduğunu ifade buyurmuşlardı. Hz. Ömer, "Kelâ-le"yi sormuş ve onu Nisa sûresinin sonundaki âyete havale etmişti... Bülün bu örnekler gerçekten pek çoktur. Onlar bize Kur'an tefsirini nakilde bulunduklarında bazan Hz. Pey-gamber'den (s.a.) aldıkları lafızlarla, bazan da mânası ile naklediyorlardı. Kendi ifadeleri ile tefsirleri, mâna ile rivayet kabilinden oluyordu. Nitekim sünneti de bazan kendi lafzı ile, bazan da mânası ile kendi ifade kalıplarına dökerek rivayet ediyorlardı. Bu, izah diğe­rinden daha güzeldir. Müellif, sahabînin tefsirini alma gerekliliğini, "başka bir sahabînin muhalefeti olmadığı zaman" şeklinde kayıtlamıştır.

[845] Kaynaklan geçıi. Sahihtir. Bk. Namazdan Sonraki Tutumları, 1/276-280.

[846] Nur, 24/6.

[847] Tevbe, 9/101.

[848] Ahzab, 33/3].

[849] Buharı, 3/30; Müslim. 154. Rasûlullah (s.a.) şöyle-buyurmuşiur: "Üç kimse vardır ki bun­ların sevapları iki kal verilir: Ehli kitabtan bir adam. hem kendi peygamberine inanmış, sonra da Peygamber'e (s.a.) yetişmiş ve ona inanmış, ona tâbi olmuş ve onu lasdik etmişlir. Onun için iki kat sevap vardır. İkincisi, köledir. Hem Allah'ın hakkını hem de efendi-İ1'    sinin hakkını yerine getirmiştir. Onun için de iki sevap vardır. Üçüncüsü bir adam ki. bir   cariyesi vardır, onu besleyip büyüsmüş, gayet güze! terbiye etmiş, sonra da onu âzad ede­rek onunla evlenmiştir. İşte onun da İki sevabı vardır."

[850] Ahzâb, 33/30.

[851] Bakara, 2/265.

[852] Buharı, (Fethu'1-Barî), 6/464; Müslim, 2802.

[853] Bakara, 2/228.

[854] Talâk, 65/1-2.

[855] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/339-344.

[856] Müslim, 1472; Ahmed, 1/314; Ebu Davud, 2199; Tahavî, Şerhu Meâni'l-Âsâr, 2/32; Hâkim, 2/196. Hafız İbn Receb el-Hanbelî şöyle der: Bu hadis hakkında İslâm âlimleri iki yo] izlemiş­lerdir.

Birincisi, İmam (Ahmed) ve ona muvafakat edenlerin yolu: Buna göre hadisin isnadında şâzlık bulunmaktadır. Tâvûs bu hadisle teferrüd etmiştir. Şahidleri yoktur. Her ne kadar sika da olsa, râvinin bir hadisle teferrüdü, o hadisi malûl kılar ve tevakkuf etmeyi gerektirir, eğer o hadisin manası sahih olan başka bir yoldan da rivayet edilmemişse onun şâz ve münker olmasına sebep olur. Bu yaklaşım önce geçen hadis imamlarına aittir. İmam Ahmed, Yahya b. Maîn, Yahya b. el-Kattân, Ali b. el-Medînî bunlardandır. Bu hadisi İbn Abbas'tan Tâvus'-tan başkası rivayet etmemiştir. Mansûr rivayetinde İmam Ahmed şöyle der: İbn Abbas'ın bütün talebeleri, Tâvus'un rivayet etliğinin hilafını rivayet etmişlerdir. el-Cüzcânî: "O şâz bir hadistir, ük zamanlarda bu hadisle çok ilgilendim, fakat bir türlü ona bir mesned bu­lamadım," der... İbn Receb devam eder: Bu hadisin râvisi oJmasına rağmen, İbn Abbas'­ın bunun hilafına ve birden verilen üç talâkın bağlayıcılığına dair fetva verdiği sahihtir. MuğnPde de zikredildiği gibi İmam Ahmed ve Şafiî, bu yolla da hadisi tenkide lâbi tut­muşlardır. Bu bile hadis için başlı başına bir illettir. Bir de şâz ve münker oluşu, ümmetin İcmâına muhalif oluşu eklenince, durum nasıl olacaktır? Kadı İsmail, Ahkâmu'l-Kur'ân. adlı eserinde şöyle der: "Tavus iyi hal ve faziletine rağmen, münker şeyler rivayet eder. Bunlardan birisi de bu hadisiir." İbn Receb: "Mekke âlimleri, Tâvus'un şâz sözlerden teferrüd ettiği rivayetleri tepki ile karşılarlardı." der.

İkincisi İbn Râhûyeh'in ve ona tâbi olanların yaklaşımıdır: Bu yaklaşım hadisin ma­nasıyla ilgilidir ve bu hüküm, zifaf gerçekleşmemiş zevcelere hamiedilmelidir. Bunu İbn. Mansûr. İshâk b. Rahûyeh'den nakletmiştir. Havfî, el-Câmfde buna işareı etmiş; Ebu, Bekr el-Hallâl ve Ebu Bekr el-Esrem Sûnen'inde buna dair bâb açmışlardır. Ebu Davud'-daki (2199) hadis de buna delâlet etmektedir. Hadis Hammed b. Zeyd—Eyyûb—birçok kimse—Tavus—İbn Abbas senediyle şöyledir: İbn Abbas: Kişi zifaftan önce karışım Üç talâkla boşadığında bunu Hz. Peygamber (s.a.) ve Ebu Bekir devirleriyle. Hz. Ömer dev­rinin ilk yıllarında bir talâk sayarlardı. Hz. Ömer insanların talâka düşkünlük gösterdik­lerini görünce (ashaba): "Bu talâkları aleyhlerine geçerli sayınız." dedi. Eyyûb, büyük bir imamdır. Eğer, "O rivayet mutlaktır." denilirse, biz de iki delili birleştiririz ve bu, zifaftan önceye aittir  deriz.

[857] Ebu Davud, 2196.

[858] Ahmed 1/265 (2387) Davud b. el-Huseyn, İkrime'den rivayeti haricinde sikadır.

[859] Nur, 24/6-8.

[860] Sahihtir. Daha önce geçıi. Bk. 1. Bölüm, Katili Bilinmeyen Öldürme Olaylarında Kasâme ile Hükmü.

[861] Ebu Davud, 2199.

[862] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/344-348.

[863] Bakara, 2/236.

[864] Bakara, 2/227.

[865] Bakara,-2/236.           

[866] Bakara, 2/241.       

[867] Ahzab, 33/49.         

[868] Buharı, 68/4; Müslim, 1492.

[869] Buharî, 68/4; Nesâî 6/148; Ebu Davud, 2309. Hz. Aişe'den.

[870] Müslim, 1480 (38, 48).

[871] Müslim, 1482.

[872] Müslim, 1480 (44).

[873] Musannef, 11339; Dârakutnî, 433. Son derece zayıf hatta bâtıl bir hadistir. Müellif yakn da açıklayacaktır.

[874] İbn Hazm, el-Muhallâ, 10/169.

[875] Ebu Davud, 2206.

[876] Tirmizî, 1177.

[877] Ebu Davud, 2195; Nesâî, 6/212. Senedi hasendir.

[878] Asıl nüshada "İbn Cüreyc"dir; bu bir tahrif olmalıdır. İbn Süreye: Büyük âlim, şeyhülis­lâm, Kadı Ebu'l-Abbas Ahmed b. Ömer b. Süreyc'dir. Bağdadhdır ve devrinde Şâfiîlerin imamıdır. Şiraz kadılığı yapmıştır. Bağdat'da h. 360 senesinde ölmüştür. Eserlerinin sayı­sı dört yüz kadardır. Bk. Tezkiretu'l-Hu/fâz, s. 811.

[879] Musannef, 11340; Beyhakî, 7/334.

[880] el-Muhatlâ, 10/172. Senedinde inkıta vardır.

[881] el-Muhallâ, 10/172                .

[882] Musannef, 11353. İsnadı sahmtır.

[883] Musannef, 11343. Râvilerİ sika, isnadı sahihtir.

[884] Ebu Davud, 2198. İsnadı sahihtir.

[885] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/348-354.

[886] Bk. Nisa, 4/65.                          

[887] Nisa, 4/59.

[888] Müslim, 1480 (41).

[889] Müslim, 1480 (40).

[890] Takrîb'de: "Sadûktur, hata eder. Bunun gibilerinin hadisleri hasen sayılır." denilir. An­cak Tehzîb'dç: "Hadisi Atâ el-Horasanî'den başkasından rivayet ediyorsa, itibar görür." denilmiştir. Bu hadisi Atâ'dan rivayet etmiştir. Müellifin de dediği gibi, hadis zayıftır.

[891] Tahdis ifadesinin açıklanması Ahmed'in rivayetindedir, 1/265.

[892] Bu hadisin kaynaklan daha önce geçti. Bk. 2. Bölüm, Evlilikte Din Farkı.

[893] Ancak Ali b. el-Medinî şöyle der: "İkrime'den rivayet ettiği münkerdir." Ebu Davud ise: "Hocalarından rivayetleri doğrudur. îkrime'den plan rivayetleri ise münkerdir." der. Tak-rîb'dt: "İkrime'den rivayetleri hariç sikadır." denilir.

[894] Bk. Mâlik, 1/34: Buharı {Fethu'i-Bârî), 1/239; Müslim, 279. Hadis şöyle: "Köpek birini­zin kabından içerse, onu yedi defa yıkasın." Müslim'in rivayetinde: "Köpek yaladığında,! o kabınızın temizliği, yedi kere yıkanmasıyladır. Birincisi de; toprakla oğmak şeklinde-l dir." denilir. Ebu Hureyre'nin fetvası, üç kere yıkanılması şeklindedir. Bk. DârakutnîJ 1/66. Senedi sahihtir.

[895] Aksine Ali b. Hüseyin el-Vakıd, rical kitaplarından öğrenildiğine göre hadisleri hasen olan| bir râvidir.

[896] Müslim, 1472 (16); Ebu Davud, 2200.

[897] Ebu Davud, 2199. Senedi sahihtir, daha önce geçti.

[898] Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bk. tbn Kayyım, I'lâmu 'l-Muvakkîn, 3/30-40; îbn Kay-yim, îğasetü'l'Lehfân, 153-183; ibnTeymiye, el-Fetâvâ, 3/13-25: Ebu Zehra, İbn Teymiyet s. 415 vd.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/354-365.

[899] Ebu Davud, 2187; Nesâî, 6/155; îbn Mâce, 2082; Hakim, 2/205. Senedindeki Ömer b. Muattİb zayıftır.

[900] Musannef, 12962.

[901] Musannef, 12963.

[902] Musannef, 12964.

[903] Musannef, 12956.

[904] Ebu Davud, 2189; Tirmizî, 1182; İbn Mâce, 2080; Hâkim, 2/205; Beyhakî, 7/370. Meza­hir b. Eşlem zayıftır.

[905] İbn Mâce, 2079. Atıyye, Atıyye el-Avfî'dir. Zayıflığında ittifak vardır. Amr b. Şebîb de öyledir. Dârakutnî, Süne/Tinde (s. 441) hadisi tahric ettikten sonra şöyle der: "Amr b. Şebîb el-Müslî bu hadisle teferrüd etmiştir. O, zayıf bir râvidİr. Hadİsiyle amel edilmez. Sahih olan, Nâfi' ve Sâlim'in İbn Ömer'den naklettikleridir. Nitekim Muvatta (2/574)'da yer almıştır: İbn Ömer, şöyle derdi: "Köle, karısını iki talâk boşadığında, ister hür olsun ister cariye, başka bir koca ile evlenmedikçe artık kendisine helâl olmaz. Hür kadının id­deti üç hayız, cariyenin iddeti de iki hayızdır."

[906] Musannef, 12952. Abdullah b. Ziyâd b. Sem'an, "metrûk"tur.

[907] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/365-370.

[908] Ahzâb, 33/49.

[909] Bakara, 2/231.

[910] İbn Mâce, 2081. Senedinde zayıf olan İbn Lehîa vardır. Diğer râvileri sikadır. Müellif,; an'a uygunluğu ve tatbikatın o doğrultuda olmasıyla bunu desteklemiştir.

[911] Abdürrezzâk, Musannef, 12960.

[912] Musannef, 12964.

[913] Musannef, 11159. Osman b. Miksem'i, Yahya el-Kattân ile Îbnü'l-Mübârek, terketmişler-dir. İmam Ahmed: "Hadisi münkerdir." der. Nesâî ve Dârakutnî: "Metruktür" derler.

[914] Musannef, 11150. İsnadı sahihtir.

[915] Musannef, 11154-11158.

[916] Musannef 11163-11166.

[917] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/371-373.

[918] Buharı, 68/37; Müslim, 1433.                                                                        

[919] Matbu olan Nesâî'de bulamadık. Belki de e/-*füörâ'sındadır. Ahmed, 6/62. Senedinde meç­hul bir râvi vardır.

Heysemî Mecmau'z-Zevâid*de (4/341) zikretmiş ve Ebu Ya'lâ'ya nis-bet ederek: "İsnadında Ebu Abdülmelik el-Mekkî vardır. Bu hadisten başkasında onu gör­medim. Diğer râvileri Sahih'in râvilerindendir." demiştir.

[920] Nesâî, 6/149; Ahmed, 4776, 4777. Senedinde Rezîn b. Süleyman el-Ahmerî vardır. Süley­man b. Rezîn ve Salim b. Rezîn denilir; meçhuldür. Diğer râvileri sikadır. Taberî, 2/477-478.

[921] İbn Mâce, 2038. Râvileri sikadır. Bûsırî, ez-Zevâid'de sahih olduğunu belirtmiştir.

[922] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/373-376.

[923] Ahzâb, 33/28-29.

[924] Buharı, 65/33 (5); Müslim, 1475.

[925] Musannef, 11984.

[926] Bk. Müslim, 1477 (24-26)

[927] Metinde, "O tevkildir" şeklinde ise de sözün gelişinden "O temliktir" olması gerektiği anlaşılıyor.

[928] Musannef, 11918. Senedi sahihtir. Ayrıca bk. el-Muhaliâ, 10/120. "Allah yıldızını şaşırtmış" sözünün mânası; "Eğer kendisini boşasaydı, geçerli olurdu. Fakat kocasını boşadı, geçer­li olmadı." demektir.                                                                              

[929] Beyhakî, 7/349.

[930] Musannef, 11913, 11949; el-Muhallâ, 10/120.

[931] el-Muhallâ, 10/118-119.

[932] el-Muhallâ, 10/117.

[933] el-Muhallâ, 1C/124.

[934] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/377-388.

[935] Musannef, 11948, 11954.

[936] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/388-389.

[937] Tahrim, 66/1-2.

[938] Asıl nüshada Meymune'dir; yanlıştır.

[939] Buharı, 65/66 (1); Müslim, 1474.         

[940] Nesâî, 7/71. İsnadı sahihtir. Bk. Fethu'pBâri, 8/503, 9328.

[941] Müslim, 1473 (19); Buharı, 65/66(1).

[942] Tirmizî, 1201.

[943] RâvİIeri sikadır.

[944] Musannef, 11366. Senedi sahihtir.

[945] Râvileri sikadır.

[946] Râvileri sikadır. Musannef, 11360; BeyHakî, 7/350.

[947] Râvileri sikadır.

[948] Buharî, 68/8.

[949] Musannef, 11378.

[950] İnşirah, 94/7.

[951] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/391-396.

[952] 'Nahl, 16/116.

[953] Tahrim, 66/1.

[954] Sahihtir. Daha önce geçti. Bk. s. 324.

[955] Müslim, 1473. Daha önce geçti. Bk. dipnot: 5.

[956] Tahrim, 66/1-2.

[957] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/396-405.

[958] Buharı, 68/3.

[959] Buharı, 55/16 ve daha başka yerler; Müslim, 2769.

[960] Buharı, 68/3.

[961] Müslim, 2007.

[962] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/407-408.

[963] Buharı, 60/9.

[964] Bu ve benzeri kinaî talâk tabirleri için bk. Bilmen, Isnlahat-ı Ftkhıyye Kamusu, 2/186-187.

[965] Ahzab, 33/49.

[966] Talâk. 65-2.

[967] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/408-411.

[968] Mücâdele, 58/2-4.

[969] İbn Mâce, 2063; Hâkim, 2/481; Beyhakî, 7/382. Râvileri sikadır. Hadiste çok sayıda çocuk

[970] Mücadele, 58/1.

[971] Hadisin bir kısmını Buharî (97/9)'da muallak olarak lahric etmiştir. Tamamını ise Nesâî, (6/168) mevsül olarak

rivayet etmiştir. Ayrıca bk. Ahmed, 6/46; İbn Cerîr, 5/28. İsnadı sahihtir.

[972] Ebu Davud, 2214; İbn Hibbân, 1334; İbn Cerîr, 5/28; Beyhakî, 7/389. Senedinde Ma'mer b. Abdullah b. Hanzala vardır. İbn Hibbân'dan başkası onu sika bulmamışlardır. Diğer râvileri sikadır. Aynı konuda İbn Abbas'tan ve Atâ b. Yesâr'dan mürsel olarak rivayetler için bk. Beyhakî,'7/389, 390, 392.

[973] Ahmed, 5/436; Ebu Davüd, 2213; Tirmizî, 3295 (hasendir demiştir.); İbn Mâce, 2062; Beyha­kî, 7/385; Hâkim, 2/203. Hâkim: Hadis sahihtir, demiştir.

[974] Tirmizî, 1199; Ebu Davud. 2223; Nesâî, 6/167. Râvileri sikadır. Ancak Ebu Hatim ve Nesâî, mürsel olduğunu söylemişlerdir. Hadisin şahitleri bulunmaktadır.

[975] Tirmizî, 1198; İbn Mâce, 2064.

[976] Bk. Bevhakî, 7/386.

[977] İsrâ, 17/8.

[978] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/413-418.

[979] En'âm, 6/28.

[980] Isrâ, 17/8.

[981] Mücâdele, 58/8.

[982] Buharî, 51/30; Müslim, 1622.

[983] Ebu Davud, 2219.

[984] Asıl nüshada Dımâm seklindedir. Bir tahrif sonucudur. Hadis için bk. îjrtüslim, 868.

[985] Mücâdele, 58/8.                                                                                       

[986] el-Ümm, 5/279; Muhtasaru'l-Müzenî, 203, 204. Müellif nakli Muhtasara 1-Müj.enTden yapmakladır.

[987] el-Ümm, 5/280; Muhtasaru'l-Müzenî, 204.

[988] Müslim, 537.

[989] Nisa, 4/114.

[990] Enbiya, 21/94.

[991] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/418-431.

[992] Buharı, 30/11.

[993] Bakara, 2/226.

[994] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/433-434.

[995] Şafiî, el-Ümm, 2/386. îsnadı sahihtir.

[996] Dârakutnî, s. 451. İsnadı sahihtir.

[997] Beyhakî, 7/379. îsnadı sahihtir. İbn Ebî Şeybe'de İbn Abbas'tan: "Talâka azim dört ayın bitmesidir. Dönmek de cimadır." dediği rivayet edilmiştir. Senedi sahihtir. Bk. ei-Cevheru 7ı-Nakî 7/379.

[998] Bakara, 2/229.

[999] Bakara, 2/235.

[1000] el-Ümm, 5/277.

[1001] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/434-441.

[1002] Nûr, 24/6-9.

[1003] Buharı, 68/29; Müslim, 1492(1,2,3)

[1004] Buharı, 65/24 (1)

[1005] Müslim, 1493.

[1006] Buharı, 68/33; Müslim, 1493 (5,6).

[1007] Buhar; 68/33; Müslim, 1494.

[1008] Müslim, 1495.

[1009] Müslim, 1496.                                                                                              

[1010] Buharî, 68/36; Müslim, 1497.                                                                        

[1011] Ebu Davud, 2256; Ahmed, 2131; Tayalisî, 2667; Taberî, 18/65, 66. Senedinde Abbâd b. Mansur vardır. O hafızasının iyi olmaması ve tedlisciliği sebebiyle zayıf bir ravidir. Ancak hadisi İbn Hacer (et-Telhîs, 3/227'de) Hailâl'ın el-İtel'inden, îbn İshak tariki ile, Amr b. Şuayb'ın da babası ve dedesi vasıtasıyla buna benzer bir hadisi zikretmiştir.

[1012] Nur, 24/6-9.                                                                                                

[1013] Buharî, 65/24.

[1014] Buharı, 86/40; Müslim, 1498, 1499.

İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/443-448.

[1015] Dârakutnî, 3/163. Senedinde metruk olan Osman b. Abdurrahman el-Vakkâsî vardır. Yine Dârakutnî ve İbn Mace başka bir tarikten de rivayet etmişlerdir. Onun senedinde gerçek­ten çok zayıf olan Osman b. Atâ el-Horasânî vardır. Evzaî ile İbn Cüreyc —ki ikisi de büyük imamdırlar—, Amr b. Şuayb—babası—dedesi tarikiyle bu sözü rivayet ermişler, fakat Hz. Peygamber'e ref etmemişlerdir. Bk. Musannef, 12508 ve Dârakutnî1 nin Sürei

[1016] Musannef, 12498.

[1017] Beyit Divan'ının 300. sayfasındaki kasidesindedir.

[1018] Hayır, aksine hafızası bozuk, tedlisçi birisidir. Ömrünün sonunda değişmiştir.

[1019] İbn Hibbân Sahih'inde (1/120) şöyle der: "Râvilerden, Mürcie, Rafızîlik vb. gibi çeşitli mezheplere mensup olanlara gelince, eğer bunlar ortaya koyduğumuz bu şartlara sahipse­ler onların rivayetlerini delil olarak kullanır; mezheplerini, inançlarını da Allah (c.c.) ile kendileri   arasına bırakırız. Ancak mezhebin dâiliğini yapıyorsa o hariç. Çünkü mezhe­bin dâiliğini yapmış, onun müdafii olmuş ve sonunda da imamlığa yükselmiş birisinin, sika bile olsa, rivayetlerini alırsak, tebaa İçin onun mezhebine doğru bir yol açmış olur, yani öğrencilere ona itimad edilebileceğini, sözüne güvenilebileceğini telkin etmiş oluruz. Dolayısıyla ihtiyat tedbiri olarak mezhebine dâilik yapan imamların rivayetlerini kabul etme­mek, ama bu mezhep tâbilerinden olan ve aradığımız şartlan haiz râvilerden rivayet etmek gerekir."

[1020] Tarikleri ve şahitleri ile hasen bir hadistir. Bk. tbn Receb el-Hanbelî, Câmiu'!-Ulûm ve'/-Hikem, s.294-295.

[1021] Buharı, 86/30; Müslim, 1691.

[1022] Bu bir beytin sonudur. Başı şöyle:

"Dedikoducular onu, benim kendisini sevdiğimi söyleyerek ayıpladılar. Bu nasıl ayıpla­ma, kendi ayıbı ortada"

Bu beyit Divanu'l'Hüzetiyytn'de Ebu Züeyb'e ait bir kasidedendir, (s.21) Abdullah b. Zübeyr, bir adamın kendisini annesi "Zâtu'n-Nitâkayn" Esma bt. Ebî Bekr'den dolayı ayıpladığında bu beyti darbı mesel şeklinde ona okumuştu. Bununla şunu kasdetmişti: Anne­sinin lâkabı ile ayıplaması kendisi için utanç duyacağı bir ar değildir, aksine bir övünç kaynağıdır. Çünkü o bizzat Hz. Peygamber tarafından, hicret sırasında duyulan bir ihti­yaç üzerine kuşağını iki parçaya ayırıp birisiyle torbayı, diğeriyle de kırbanın ağzım bağla­dığı için verilmiş bir şeref iâkabıdır.

[1023] Sahihtir, kaynaklan geçti. Bk. dipnot: 12.

[1024] Sahihtir, kaynakları geçti. Bk dipnot: 4.

[1025] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/448-462.

[1026] Elimizdeki hadis kitaplarında bu rivayeti buiamadık.

[1027] Âl-i İmrân, 3/159.

[1028] Hadisi bu lafızla bulamadık. Fakat benzeri ifadelerle sahih olarak çeşitli hadis me rında zikredilmiştir. Meselâ bk. Ahmed, 6/123; İbn Mâce, 2471.

[1029] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/462-463.

[1030] Bu inanç İslâm'ın lasvip etmediği cahüiye devri inançlarında birisidir.

[1031] Nûr, 24/2.

[1032] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/463-466.

[1033] Muvatta, 2/567; Buharı, 68/35; Müslim, 1494.

[1034] Buharî, 65/24. Konu başında geçmişti.

[1035] Müttefekun aleyh bir hadistir. Hz. Âişe'den rivayet edilmiştir.

[1036] Kâiflİk: İnsanın yüzünden ve dış görünüşünden, iç vasıflarına, iç hayatına, kimin nesebi­nin kimden olduğuna vb. dair ahkâm çıkarma bilgisidir.

[1037] Bu zat, Abdülaziz b. İbrahim b. Ahmed el-Kureşî et-Temîmî et-Tûnisî'dir. İbn Bezîze diye bilinir. H. 662 yılında ölmüştür. Abdülhak İse, İbn Abdurrahman el-İşbilî'dİr. Hadis, dil ve zühd konularında değerli eserleri bulunan büylük bir âlimdir. Ahkâm'a dair eserinin büyük ve küçük olmak üzere iki nüshası vardır. İbn Bezîze, küçük olan nüshasını şerhet-miştir. Ölümü, H. 582 yılındadır. Bk. Neylü'l-îbtihâc, 178; Tezkiretü'l-Huffâz, s.1350-1352.

[1038] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/466-471.

[1039] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/471-473.

[1040] Ebu Davud,,2250; Beyhakî, 7/410. İsnadı hasendir.

[1041] Beyhakî, 7/410. Râvileri sikadır.

[1042] Dârakutnî, 2/406. Senedi ceyyiddir.

[1043] Musannef, 12434, 12436; Beyhakî, 7/410.

[1044] Musannef, 12433; Beyhakî, 7/410.

[1045] En'âm, 6/164.

[1046] tbn Hazm, el-Muhallâ, 10/147.

[1047] Ebu Davud, 2906; Tirmizî, 2116; İbn Mâce, 2742; Ahmed, 3/490,4/107. İsnadı ceyyiddir.

[1048] Ebu Davud, 2908. Senedi hasendir.                                                               

[1049] Ebu Davud, 2907. Râvileri sikadır.                                                                

[1050] Ya da Sehl'İn sözündendir. İmam Şafii: "Hadisin İbn Şihab ez-Zührî'ye nisbeti Sehl'e nisbetine mani değildir." demiştir. Bk. Fethıt'l-Bûrî, 9/398.

[1051] Mâlik, Muvatta, 2/737, 738; Abdürrezzak, 17915; Şafiî, 2/397; Beyhakî, 8/230, 231. Râvi-leri sikadır.

[1052] Buharî, 87/23; Müslim, 2157.

[1053] Buharı, 87/23, Müslim, 2156.

[1054] Buharî, 87/23; Müslim, 2158.

[1055] Sahihayn'ı kastediyor. Fakat onlar bu lafızla rivayet etmemişlerdir. Bu lafızla Ahmed (2/385) ve Nesâî (8/61) rivayet etmişlerdir. Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadisin isnadı sahihtir. İbn Hibbân sahih olduğunu söylemiştir. Müslim'in biraz farklı bir rivayeti İçin 2158 nolu hadise bakınız.

[1056] İbn Kayyim el-Cevziyye, Za’du’l-Mead, İklim Yayınları: 5/473-492.