Devamlı İbâdet ve
Tövbe Eden
O, uzun ömrünün
zirvesindeyken şöyle demiştir:
«— Rasûiüliah'a
[s.a.v.) biat ettim...
Bugüne kadar biatimi
ne bozdum ne de değiştirdim.
Hiçbir fitneciye biat
etmedim...
Hiçbir mü'mîni de
yattığı yerden kaldırmadım».
Bu kelimelerde seksen
yıldan fazla yaşayan daha on üç yaşındayken yaşının küçüklüğü sebebiyle
RasûSüllah (s.a.v.) tarafından geri çevriimeden önce mücahidler arasında bir
yere sahip olmak arzusuyla, babasıyla birlikte Bedir savaşına gitmek istediğinde
İslâm ve Hz. Peygamber'ie alâkası başlayan bu salîh kişinin hayatının tam bir
özeti vardır...
Pek erken adam
sınıfına girmiş bu çocuğun İslâm'la ilgisi o günden itibaren, hatta o günden
önce babasıyla birlikte Medine'ye hicreti esnasında başlamıştır...
O günden itibaren, 85
yaşına ulaşmış olduğu halde, Rabbine kavuştuğu güne kadar, karşılaştığımız her
yerde onu, yolundan kıl kadar sapmayan, yaptığı biattan dönmeyen ve verdiği
sözü bozmayan devamlı ibâdet ve tövbe eden bir kimse olarak görürüz...
Bakışları,
Abdullah İbn-i Ömer'e çeviren meziyetler pek çoktur.
İiim, tevazu, vicdan
ve davranış doğruluğu, cömertlik, takva, ibadete devamlılık ve örnek edinmede
kararlılık...
İbn-i Ömer, bütün bu
fazilet ve hasletlerden meydana gelmiş, benzersiz şahsiyeti temiz ve dürüst
hayatı bunlarla yoğrulmuştur...
O, babası Ömer İbrH
el-Hattab'tan birçok hayrı öğrendiği gibi, babasıyla birlikte Rasûlüllah'tan
bütün hayrı ve bütün yüceliği öğrenmiştir.
Babası gibi, Allah'a
ve elçisine en güzel bir şekilde iman etmiştir. Hz. Peygarnber'in yoluna
uymasr da akıllan şaşırtan birşey olmuştur..
Bakar, Hz. Peygamber
her konuda ne yapıyorsa, o da kendisini nezaket ve alçak gönüllülükle ona
benzetmeye çalışırdı...
Meselâ, Rasûlüliah
(s.a.v.) bir yerde namaz kılardı, değil mi?.. İbn-i Ömer de aynı yerde namaz
kılardı...
Mesela, Rasûiüllah
(s.a.v.) ayakta dua ederdi, değil mi? İbn-i Ömer de ayakta dua ederdi...
Rasûlijllah (s.a.v.)
oturarak'dua ederse, Abdullah da oturarak dua ederdi...
Meselâ, bir gün
Rasûiüllah (s.a.v.) bir yolda, devesinden inip iki rekat namaz kılmışsa, İbn-i
Ömer de bir yolculuk sebebiyle aynı yere uğramışsa aynı şeyi yapardı...
Hatta şöyle anlatılır:
Bir gün, Rasûlüllah'ın (s.a.v,) devesi, Mekke'de bir yerde iki defa döndükten
sonra Rasûiüllah (s.a.v.) inip iki rekat namaz kılar. Deve bunu, kendisine
çökeceği yeri hazırlamak için kendiliğinden yapmış olabilir.
Ama Abdullah İbn-i
Ömer bir gün bu yere gelir gelmez devesini orada döndürür, sonra onu çöktürür
ve aynen daha önce RasûiüIIah'-tan (s.a.v.) gördüğü şekilde Allah rızası için
iki rekat namaz kılar. .
Onun bu konuya çok
önem vermesi müminlerin annesi Hz. Aişe'yi de duygulandırmış ve şöyle demiştir:
«— İbn-i Ömer'in takip
ettiği gibi, Rasûlüllah'ın [s.a.v.) odalarındaki izlerini takip eden hiç kimse
yoktur».
O, mübarek uzun ömrünü
bu sağlam dostluk üzere geçirmiştir. Hatta bir zaman gelmiş ki salih bir
müslüman dua ederken söyle demiştir:
«— Ya Rabbi! Bana
bakacaklarından Abdullah İbn-i Ömer'i bırak ki ona uyabileyim. Ben ilk hal
üzere kalan ondan başka hiç kimseyi
bilmiyorum».
Hz. Peygamberin yoluna
ve sünnetine bu sıkı ve sağlam sarılma gücüyle birlikte İbn-i Ömer,
Rasûlüllah'tan (s.a.v.) hadis rivayet etmekten çok korkardı, bütün harflerini
tek tek söylemedikçe, ondan hiçbir hadis rivayet etmezdi.
Çağdaşları şöyle
söylemişlerdir :
1— Rasûlüllah'ın
(s.a.v.) ashabı arasında, hadiste fazla veya eksik yapma konusunda Abdullah
İbn-i Ömer'den daha çok korkanı yoktu!.»
Böylece o, fetva verme
konusunda çok dikkatli ve çok çekingendi...
Bir gün ona, fetva
isteyen birisi geldi. Adam, İbn-i Ömer'e sorusunu sorunca:
«— Sorduğun konuda
benim bilgim yok» diye cevap verdi.
Adam yanından ayrılıp
biraz uzaklaşır uzaklaşmaz, îbn-i Ömer sevinç ve memnuniyetten ellerini
oğuşturur ve kendi kendine şöyle der: *
«— İbn-i Ömer'e
bilmediği birşey soruldu ve o da bilmiyorum dedi». O, fetva verirken ietihad
etmekten içtihadında hata etmekten korkardı. Hata edene bir ecir, isabet edene
iki ecir veren büyük bir dinin emirlerine uyarak yaşamasına rağmen takvası fetva
verme cesaretini engelliyordu.
Aynı şekilde takvası
onu, hakimlerin makamlarından da uzaklar tırıyordu...
Hakimlik görevi
devletin ve toplumun en yüksek makamlarından di. Bu görev, onunla meşgul olana,
mal, mevki ve şeref sağlıyordu.
Bir gün Halife Osman
(r.a.) İbn-i Ömer'i çağırıp ondan hakimlik yapmasını istedi. O, özür diledi.
Hz, Osman ısrar etti, o da özür c meye devam etti.
Osman sordu:
«— Bana karşı mı
geliyorsun??»
İbn-i Ömer
cevap verdi :
«— Asla... Bana ulaştı
ki hakimler üçtür... Bilmeyerek hükmeden hakim ki o
cehennemdedir... Hevasiyla hükmeden hakim ki o da cehennemdedir... İctihad edip isabet eden hakim ki
birşeye yaramaz, ne günah kazanır ne de sevap...
Ben, Aliah için, senin
beni bu görevden affetmeni istiyorum...»
Hz'. Osman ondan, bunu
hiç kimseye söylemîyeceğine dair söz aldıktan sonra onu affeti. Çünkü Hz.
Osman, İbn-i Ömer'in halkın gönlündeki yerini biliyor, muttaki ve salih
kimselerin onun hakimlikten yüz çevirdiğini öğrendiklerinde ona tabi olup onun
yolunda gideceklerinden ve o zaman Halîfe'nin hakimlik yapacak muttaki bir
kimse bulamiyacağindan korkuyordu...
Bu durum Abdullah
İbn-i Ömer'in olumsuz taraflarından biri olarak görülebilir.
Ancak durum öyle
değildir. Çünkü İbn-i Ömer orada, hakimliğe kendisinden başka lâyık kimse
yokken çekinmemiştir. Aksine Rasû-lüllah'm (s.a.v.) muttakî ve salih ashabından
birçoğu oradaydı. Onlardan bir kısmı hüküm vermek ve fetva ile bizzat
meşguldü. İbn-i Ömer'in hakimlikten uzak durmasında hakimlik görevini terketme
yoktu. Onu lâyık olmayan kimselerin ellerine verme de yoktu... Böylece o, taat
ve ibâdeti artırmak suretiyle, nefsini arındırmak ve olgunlaştırmak üzere
kendi başına kalmayı tercih etmiştir...
Yine İslâm'ın bu
döneminde dünya, müslümanlara gülmüş, mal dolup taşmış, makam ve başkanlıklar
da çoğalmıştı.
Mal ve makama
düşkünlük bazı mümin kalplere de girmeye başlamıştı. İbni Ömer gibi bazı
sahabîier, zühd, takva ve büyük mevkilerden kaçınma konularında kendileri
örnek olmak suretiyle mal ve ma-kama düşkünlük fitnesine karşı koyma bayrağı
açtılar.
İbn-i Ömer, gecelerin
dostuydu, geceleri namaz kılarak geçirirdi.... Seherlerin de dostuydu. O,
seherleri istiğfar getirerek ve ağlayarak geçirirdi. O, gençliğinde bir rüya
görmüş ve Hz. Peygamber bu rüyayı, gece namazı kılmayı, Abdullah'ın
emellerinin son noktası gıbta ve sevincinin sebebi haline getiren bir şekilde
yorumlamıştı..
Şimdi rüyâsıyla ilgili
haberi bizzat kendisinden dinleyelim:
«— Rasûlüliah (s.a.v.)
zamanında bir rüya gördüm. Elimde ipekten bir kumaş parçası vardı ve ben Cennet'ten
ancak, o kumaşın beni oraya uçuracağı
bir yer istiyordum...
İki kişi gelip beni
Cehennem'e götürmek istediler. Karşılarına bîr melek çıkıp bana: «Korkma» dedi
ve onlar beni serbest bıraktılar.
Kızkardeşim Hafsa,
Rasûlüllah'a (s.a.v.) rüyamı anlattığında Ra-sûlüllah {s.a.v.) şöyle buyurdu:
Abdullah ne iyi kişidir. Keşke geceleyin namaz kılıp bunu çoğaltsaydı. İbn-i
Ömer, o günden itibaren, Rab-bine kavuşuncaya kadar yolculukta ve yolculuk
dışında gece namazı kılmayı terketmedi.
O namaz kılıp Kur'ân
okuyordu. Rabbini çok zikrediyordu... Babası gibi, Kur'ân'daki uyarı
ayetlerini okuduğunda gözyaşları sağnak yağmur gibi boşaltıyordu.
Ubeyd İbn-i Umeyr
şöyle der:
«— Bir gün şu âyeti
Abdullah İbn-i Ömer'e okudum».
«— Her ümmete bir
şahit getirdiğimiz ve ey Muhammed, seni de bunlara şahit getirdiğimiz vakit
durumları nasıl olacak... O gün, inkâr edip Peygamber'e baş kaldırmış olanlar,
yerle bir olmayı ne kadar isterler ve Allah'tan bir söz gizleyemezler...»
(Nisa, 41-42)
İbn-i Ömer ağlamaya
başladı, öyle ki gözyaşlarından sakalı ıslandı.
Bir gün dostları
arasında oturup şunları okudu:
«İnsanlardan,
kendileri birşeyi ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara birşeyi ölçüp
tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin vay hafine! Bunlar büyük bir günde
tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbinin
huzurunda dururlar». (Mu-daffifîn/1-6)
Sonra :
«O gün insanlar
âlemlerin Rabbinin huzurunda dururlar» âyetini tekrar ede ede gitti:
Gözyaşları yağmur gibi
akıyordu... Sonunda, çok üzülüp ağlamaktan dolayı yere yıkıldı!
Cömertlik, zühd ve
takvası, bu büyük insanın en üstün faziletlerinin teşekkülü için büyük bir
sanatla hep birlikte işliyordu... O çok verirdi, çünkü cömertti... O temiz ve
helâl olanı verirdi, çünkü mütta-kiydi...Cömertliğin, kendisini fakir
bırakacağına aldırmazdı, çünkü zâ-hiddii...
îbn-i Ömer (r.a.),
rahat ve huzur içinde yaşayan nüfuzlu kimselerden idi. Çünkü o hayatının
yarısını güvenilir ve başarılı bir tacir olarak geçirmişti... Beytü'I-Mâlden
aldığı maaşı da çoktu... Ama o, Beytü'l-Mâl'den verileni asla kendisi için
biriktirmemişti. Onu bol bol, yoksul zavallı ve muhtaçlara gönderirdi...
Eyyub b. Vâil
er-Râsîbi bize, onun cömertliklerinden birini şöyle anlatmaktadır:
Bir gün ibn-i Ömer ona
dört bin dirhem ve bir kadife kumaş göndermişti.
Ertesi gün, Eyyub onu,
bineği için veresiye yem satın alırken görmüştü.
İbn-i Vâil, onun
ailesine gidip sordu: «Ebû Abdurrahman'a yani İbn-î Ömer'e dün dört bin dirhem
ve bîr kadife kumaş gelmiş miydi?»
Onlar O da
Evet, gelmiştindediler.
«— Bugün ben onu
pazarda, bineğine veresiye yem alırken gördüm...» dedi
Onlar şöyle cevap
verdiler:
«—O, dün paraların
hepsini hemen dağıttı, kadifeyi de sırtına alıp dışarı çıktı... Sonra kadifesiz
döndü. Ona kadifeyi ne yaptığını sorduğumuzda, bir fakire bağışladığını söyledi!!...»
İbn-i Vâil, çırpınarak
dışarı çıktı ve pazara geldi. Yüksek bir yere çıkıp, halka şöyle haykırdı :
«— Ey tacirler...
Siz dünyada ne
yapıyorsunuz? İşte, îbn-i Ömer'e binlerce dirhem geliyor ve onları hemen dağıtıyor.
Ama Sabah olunca, o, bindiği hayvanına borçla yem alıyor!!...»
İşte, Üstadı Muhammed,
babası Ömer (r.a.) olan kimse, gerçekten büyük ve o her büyüğün dengidir.
Şüphesiz Abdullah
İbn-i Ömer'in cömertliği zühdü ve takvası yani -bu üç hasleti, Abdullah'ın
şahsında, dürüst lideri ve dürüst oğulu
temsil ediyordu.
O, Rasûlüllah'ı
(s.a.v.) örnek almada o kadar ileri gitmişti. Öyleki, bir gün Hz. Peygamberi
bir yerde devesiyle dururken görmüşse, o da devesini orada durdurur ve : «Belki
devenin ayağının izi onun devesinin izine rastlar» derdi...
Babasına itaat, saygı
ve sevgide, Hz. Ömer'in şahsiyetinin akraba ve oğullardan ziyade kendisini
düşmanlara kabul ettirdiği noktaya ulaşmıştı.
Ben diyorum ki : Bu
peygambere ve bu babaya bağlı olan kimsenin para ve mala köle olması
düşünülemezdi...
Mal ve paralar ona bol
bol geliyordu, ama ona ve evine uğrayıp transit geçiyordu.
Onun cömertliği, ne
bir övünme ne de bir olay vesileydi;
O, kendini muhtaç ve
yoksullara adamıştı. Tek başına yemek yediği pek azdı. Onun yanında yetim veya
yoksulların olması gerekiyordu... Oğullarından bazıları zenginlere ziyafet
verdiklerinde, davetliler beraberinde fakirleri
de getirmezlerse, oğullarına :
Tokları çağırıyor,
açları bırakıyorsunuz» diyerek süre azarlardı.
Fakirler onun
merhametini öğrenip, iyilik ve şefkatini tatmışlardı. Onlar, görünce evine
götürsün diye onun geçeceği yolun üzerine otururlardı. Arıların Özünü emmek
üzere çiçekleri sardıkları gibi onun etrafını
sararlardı...
Ona göre, ma! ve para
uşaktı, efendi değildi. Ona göre, ma para geçinmek için bir vasıtaydı, konfor
için değildi.
Malı ve parası sadece
ona ait değildi. Aksine fakirlerin onda belli bir hakkı vardı.
Şüphesiz bu sınırsız
cömertlikte ona zühdü yardımcı olmuştur. İbn-î Ömer dünya'ya tamah etmez ve ona
yönelmezdi. Dünya'dan ancak vücudunu örtecek kadar bîr giyecek, güç verecek
kadar da bir yiyecek isterdi...
Horasandan gelen
kardeşlerinden birisi ona, yumuşak ve şık bir elbise hediye edip şöyle dedi:
«— Bu elbiseyi sana
Horasan'dan getirdim. Eğer, üzerindeki şu sert eibiseyi çıkarıp bu güzel
elbiseyi giydiğini görürsem çok memnun olurum».
İbn-i Ömer ona :
«— Öyleyse onu bana
göster» dedi.
Sonra eiiyie kontrol
edip :
«— Bu ipek mi?» dedi.
Arkadaşı :
«— Hayır... Pamuk»
dedi.
Abdullah elbiseyi biraz
tuttuktan sonra sağ eliyle ve şöyle diyerek itti:
«— Hayır... Ben
kendimden korkuyorum... Bunun beni gururlu ve kibirli hale getirmesinden
korkuyorum... Çünkü Allah her gururlu ve kibirliyi sevmez...»
Bir başka dostu da bir
gün ona içi dolu bir kap hediye etti...
İbn-i Ömer ona sordu :
«—Bu nedir?»
«— Bu, sana Irak'tan
getirdiğim büyük bir ilâçtır».
«— Bu ilâç neyi tedavi
ediyor?"
«— Yemeği
hazmettiriyor».
Ibn-i Ömer gülümseyip
arkadaşına.:
«— Yemeği mi
hazmettiriyor? Kırk yıldan beri, hiçbir sofradan tok kalkmadım ki!» dedi.
Kırk yıldan beri
hiçbir sofradan tok kalkmayan İbn-i Ömer, sofradan fakirlikten dolayı tok
kalkmıyor değildi, aksine zühdünden, takvasından Peygamberine ve babasına
benzemeye çalışmaktan dolayı tok kalkmıyordu...
Kıyamet gününde kendisine
:
«Dünyadaki hayatınızda
sizin için güzel olan her şeyi harcadınız,
onların zevkini sürdünüz». (Ahkâf/20) denilmesinden
korkuyordu.
O, kendisinin dünyada
bir misafir ve yolcu olduğunu biliyordu". Kendisinden şöyle bahsediyordu :
«— Rasûlüllah (s.a.v.)
vefat edelidenberi ne taş üstüne bir taş koydum, ne de bir hurma fidanı
diktim...»
Meymun İbn-i Mihran
anlatmaktadır:
«— jbn-i Ömer'in yanma
girdim. Yatak, yorgan ve yaygı olarak evdeki herşeye değer biçtim. Onları yüz
dirheme denk bulamadım...»
Bu, fakirlikten değildi. Çünkü İbn-i Ömer zengindi... Bu cimrilikten de değildi...
Çünkü o cömertti, eli açıktı...
Bu, sadece dünya'daki
zühdünden, konfora Önem vermediğinden doğruluk, dürüstlük ve takvadaki yoluna
sarılmaktandı...
İbn-i Ömer, uzun bir ömür
sürmüştür. Malın mülkün dolup taşıp arazîlerin genişlediği çoğu evleri, hatta
çoğu sarayları diyebilirsin. lüksün
sardığı emeviler devrinde de
yaşamıştır.
Bununla birlikte bu
yüce dağ yerinden kımıldamamış ve sabit kalmıştır. Kendi, yolundan ayrılmamış,
takva ve zühdünden vazgeçmemiştir.
Ona, sakındığı dünya
nimetleri ve malları hatırlatıldığında şöyle demiştir:
«— Ben ve arkadaşlarım
bir konuda ittifak ettik, eğer onlara muhalefet edersem, onlara kayuşamamaktan korkuyorum...»
Daha sonra, kendisinin,
onların dünyasını acizlikten dolayı ter-ketmediğini başkalarına bildirir ve
ellerini semaya kaldırarak:
«— Ya Rabbi!
Biliyorsun ki senden korkmasaydık, bu dünyada, kavmimiz Kureyş'Ie rekabete girerdik».
Evet... Rabbinden
korkmasaydı bu dünyada rekabete girer ve hiç şüphesiz kazananlardan olurdu...
Hatta onun rekabete girmesine de gerek yoktur. Dünya ona yöneliyor, iyilik ve
aldatıcılarıyla birlikte ona tabi oluyordu...
Hilâfet makamı gibi
bir aldatıcı olabilir miydi?..
Yüz çevirdiği halde,
hilâfet makamı İbn-i Ömer'e defalarca teklif edilmişti. Bu konuda ölümle bile
tehdit edilmişti. Ama o şiddetle reddediyor ve ondan yüz çeviriyordu!...
El-Hasen (r.a.) anlatır:
«— Osman İbn-i Affan
şehid edildiğinde Abdullah İbn-i Ömer'e: Sen insanların efendisisin ve
insanların efendisinin oğlusun; ortaya çık da insanları sana biat ettirelim,
dediler.
O da şöyle cevap
verdi:
«— Eğer gücüm
yetiyorsa, kan şişesinden benim yüzümden kan
dökülmez...»
«— Mutlaka çıkacaksın,
yoksa seni yatağında öldürürüz» dediler...
Abdullah onlara ilk cevabını
tekrar etti.
Ona çeşitli vaadlerde
bulundular. Korkuttular... Ama ondan hiçbir şey koparamadılar!.»
Daha sonra, zaman
geçiyor, fitneler artıyor. İbn-i Ömer ümit olmaya devam ediyordu. Halk,
hilâfet makamını ve kendisine biati kabul etmesi İçin ona ısrar ediyor, fakat
o devamlı reddediyordu...
Bu kabul etmeme, İbn-i
Ömer gibi bir kaynağı şüpheli hale getirmiştir.
Ancak onun aklı ve
delili vardı.
Hz. Osman'ın (r.a.)
şehîd edilmesinden sonra işler bozulup kötülük ve tehlike arzeden bir tarzda büyümüştü...
Eğer, İbn-i Ömer,
halifelik makamı konusunda zühd yapıyorsa, bu makamın sorumluluklarını kabul
ediyor ve tehlikelerini yükleniyor demekti. Fakat, sadece bir kişi bile
kılıçla O'na biat ettirilse bütün müslümanların itaat edecek ve isteyerek onu
seçme şartını ve onunla birlikte halifeliği kabul etmiyordu.
İşte o zaman, bu
mümkün değildi... Onun faziletine, müslümanların onu sevip saymadaki
ittifakına rağmen, sınırların genişlemesi, uzaklaşması, müslümanlar arasında
alevlenen ve onları harp sebebiyle bozuşup ayrılan ve birbirlerine kılıç çeken
taraflar haline getiren ihtilâflar
havayı Abdullah İbn-i Ömer'in şart koştuğu bu icma [ittifak) ya hazır hale
getirememişti...
Bir gün bir adam
onunla karşılaştı ve ona: «_ Muhammed
ümmeti için senden
daha kötü birisi yoktur», dedi.
İbn-i Ömer:
„— Niye? Allah'a yemin
ederim ki, ne onların kanlarını döktüm, ne
onların topluluğunu dağıttım,
ne de değneklerini kırdım» dedi.
Adam şöyle cevap
verdi:
«— Eğer isteseydin,
senin hakkında iki kişi ihtilâf etmezdi
İbn-i Ömer:
«— Hilâfetin bana gelmiş
olmasını sevmiyorum. Birisi: diyor. Diğeri de: Evet diyor» dedi.
Hadiseler büyük
boyutlara ulaşıp, önce Muaviye daha sonra oğlu Yezîd'e geçti. Daha sonra da iş
başına geçtikten birkaç gün sonra Yezîd
halifeliği, oğlu ikinci Muaviye'ye
bıraktı.
O sırada İbn-i Ömer'in
yaşı çok ilerlemiştir. Ama o, halâ insanların
halifelikteki ümididir.
Mervan ona gidip şöyle dedi:
«— Elini ver sana biat
edelim, sen Arapların efendisisinların efendisinin oğlusun».
İbn-i Ömer:
«— Doğululara nasıl
davranırız?» dedi. Mervan:
«— Biat edinceye kadar
onları döveriz» diye cevap verdi. İbn-i Ömer:
«— Vallahi, benim
yüzümden tek bir kişinin öldürülmesi lığında, yetmiş yıl halifelikte kalmak
istemem» dedi.
Mervan şu şiiri
okuyarak yanından ayrıldı:
«— Ben kazanları
kaynayan bir fitne görüyorum.
Ebû Zeylâ (Muâviye
ibn-i Yezîdjdan sonra mülk üstün gelenindir».
İbn-i Ömer, Hz.
Ali'yle Hz. Muaviye'nin taraftarları arasındaki silâhlı fitneden aşağıdaki
sözleri, prensip ve parola yaparak uzak durmuş ve tarafsız kalmış yani kuvvet
ve kılıç kullanmayı reddetmiştir.
«— Kim, haydi namaza
derse, ona icabet ederim... Kim, haydi felaha derse, ona icabet ederim...
Kim, haydi müslüman
kardeşini öldürmeye ve onun malım gas-betmeye derse, ben de: Hayır derim!...»
Fakat o, bu uzak durma
ve tarafsızlığında hiçbir bâtıla destek olmamıştır. İbn-i Ömer, saltanatının
zirvesindeyken uzun zaman Mu-âviye'nin üzücü, kırıcı meydan okumalanyla
karşılaştı. Hattâ «Benimle halk arasında bir kıl olsa kopmaz» derken, onu
ölümle tehdîd etmiştir!!...
Bir gün, Haccac
hitabetmek üzere kalktı ve şöyle dedi:
«— İbnu'z-Zubeyr Allah'ın kitabını tahrif etmiştir». İbn-i Ömer onun yüzüne:
«— Yalan söylüyorsun,
yalan söylüyorsun, yalan söylüyorsun» diye kaykırdi.
Haccac birden şaşırıp
herkesin ondan korktuğu bir kimseyken, İbn-i Ömer'e en kötü cezayı vereceği
tehdidini savurarak yürüdü.
İbn-i Ömer,Haccac'a
elini kulaçlayarak ve insanlar da hayret içindeyken:
«— Savurduğun tehdidi
yerine getirirsen, buna hiç şaşmam, çünkü sen şerrin musallat olmuş kılıcısın»
dedi.
Fakat o—güçlü ve cesur
olmasına rağmen— son günlerine kadar, herhangi bir tarafa meyletmeyi
reddederek, silâhlı fitnede hiçbir rol ve payının olmamasına titizlik
göstermiştir...
Ebu'l-Aliye el-Bera
anlatır:
«— Bir gün İbn-İ
Ömer'in arkasında yürüyordum. Onun benden haberi yoktu. Onun kendi kendine
şöyle dediğini duydum:
Omuzlarına kılıçlarını
koyarak ve:
«Ey Ömer'in oğlu
Abdullah! Elini ver!» diyerek birbirlerini öldürüyorlar».
Müslümanların
kanlarının, müslürnanların elleriyle aktığını görünce üzüntü ve acıdan dolayı yerinde duramiyordu...
Sözümüzün başında
geçtiği gibi «o hiçbir mü'mini yattığı yerden kaldırmıyordu».
Eğer o, savaşa mani
olup kan dökülmesini önleyebiiseydi, bunu yapardı. Fakat olaylar ondan daha
güçlüydü. Bu sebeple o, olaylardan uzak durdu.
Onun gönlü Hz. Ali
(r.a.) ile idi. Ortaya çıkan durum hakkındaki inancı onunla aynıydı. Hatta son
günlerinde şöyle dediği rivayet edilmiştir:
«— Dünyada, sonradan,
yapmadığıma üzüldüğüm tek şey, asilere karşı Ali'yle birlikte savaşmamamda».
Haklı olan ve hakkın
yanında olan İmam Hz. Ali'yle birlikte dö-ğüşmeyi reddettiğinde bunu kaçmak ve
kurtuluşu aramak için yapmamıştır. Aksine bütün ihtilâf, bütün fitneyi
reddetmek, müsiümanla müşrik arasındaki bir savaştan değil, birbirlerini yiyen
iki müslüman arasındaki bir savaştan uzak durmak için yapmıştı...
Nafi' kendisine bunu
sorduğunda tam olarak açıklamıştır. Nafi' ona şöyle sormuştu:
«— Ebû Abdurrahman
(İbn-i Ömer)! Sen Ömer'in oğlusun.. Sen Allah'ın Rasulü'nün (s.a.v.)
arkadaşısın. Sen susun, sen busun. Seni bu işten —yani Ali'ye yardım etmekten—
alıkoyan nedir?»
İbn-i Ömer ona şöyle
cevap vermiştir:
«— Beni bundan
alakoyan, Allah Teâlâ'nın bana müslümanm kanını haram kılmış olmasıdır. Azîz
ve Celîl olan Allah şöyle buyurmuştur: Fitne kalmayıp, yalnız Allah'ın dini
ortada kalıncaya kadar onlarla savaşın! (Bakara/193)
Biz bunu yaptık,
Allah'ın dini ortada kalıncaya kadar müşriklerle savaştık. Ama bugün ne için
savaşacağız?
Ben, Kabe ağzına kadar
putlarla doluyken doğuştum. Nihayet, Allah onları Arabların toprağından
çıkarıp attı...
Bugün ben
Lâilâhe iilâllah diyenlerle mi
döğüşeceğim? Onun mantığı, delili ve kanaati böyleydi.
O halde o, kaçmak veya
karşı çıkmak için savaştan uzak durmamıştır. Aksine inananlar arasındaki iç
harbi kabul etmediği için bir müslümanın bir başka müslümanın yüzüne kılıç
çekmesinden çekindiği için savaşa katılmamıştır...
Abdullah İbn-i Ömer
uzun yaşamıştır. O, dünya kapılarının müs-lümanlara açıldığı, paraların dolup
taştığı, makamların çoğaldığı, hırs ve
isteklerin arttığı günlere ulaşmıştır.
Fakat onun müthiş ruhî
gücü, zamanın terkibini değiştirmiştir! O, hırs, mal ve fitneler devrinde
değişiklik yapmıştır... Bu, devri, ona nisbetle, zühd, takva ve barış günleri
haline getirmiştir. Devamlı ibâdet ve tövbe eden İbn-i Ömer o günleri bütün
inanç, ahlâk ve te-mizliğiyle geçirmiştir... İslâm'ın, ilk ve yüce günlerinde
işleyip süslediği faziletli karakterine $s!â
hükmedilemeımiştir...
Emevî devrinin
başlamasıyla birlikte hayatın karakteri de değişmişti. Bu değişiklikten
kaçmılamazdı. O devirde, her şeyde bir genişlik sadece devletin istediği
değil, toplum ve fertlerin de istediği bir genişlik oldu...
Çevresindeki
kışkırtıcı insanlar ve genişliğin özelliklerine, ganimetlerine ve güzellerine
tutkun, devrin gençleri arasında İbn-i Ömer, bütün bunlardan uzak olarak, büyük
ruhî ilerlemesine devam etmek suretiyle, fazîletleriyle birlikte yaşıyordu...
O, yüce hayatından
umduğu gayeleri elde etmişti. Öyle ki, çağdaşları O'nu şöyle tarif
etmişlerdir:
«— İbn-i Ömer,
fazilette Ömer'in benzeri olarak vefat etmiştir».
Hatta faziletlerinin
çokluğu onları şaşırtınca, onunla babası büyük Ömer'i karşılaştırmak hoşlarına
gidiyor ve şöyle diyorlardı:
«— Ömer benzerlerinin
bulunduğu bir zamandaydı. İbn-i Ömer ise, benzerinin hiç bulunmadığı bir
zamandaydı!.»
Bu bir mübalağadır.
Ama İbn-i Ömer'in bu mübalağaya lâyık olması onu affettirir. Hz. Ömer'le hiç
kimse karşılaştırılamaz. Bütün devirlerde, onun bir benzerinin bulunması çok
uzak bir ihtimaldir.
Hicretin 73. yılında
Güneş batmak üzereyken, ebediyet gemilerinden birisi —Mekke'de ve Medine'de—
vahiy günlerinin son temsilcisi Ömer ibnu'i-Hattab'ın oğlu Abdullah'ın [1]cesedini
yüklenerek, öbür dünyaya ve en büyük dosta gitmek üzere demir almıştı. [2]
[1] Bütün
sahabenin en son vefaî edeni Enes
İbn-i Malik (r.a.J
idi. Hicretin 71. yılında
Basra'da vefat etmiştir. 73 yılında
vefat ettiği tle söylenmiştir.
Yukarıdaki dipnotta verilen
bilgiler kesin değildir. Geniş bilgi edinmek
İsteyenler Hadis Usûlü
kitaplarına
başvurabilirler. (Çeviren)
[2] Hald Muhammed Halid, Sahabe Hayatından Tablolar, Uysal
Kitabevi: 1/417-430.