Ma'bedi Hayat Olan Âbid
Eğer Rasûiüllah'ın
(s.a.v.) ashabını İslâm'daki önceliğine göre sıralamak istersen, ondört
rakamına geldiğinde, o rakamın Osman ibn-i Maz'ûn'a ait olduğunu görürsün.
Şunu bil ki; bu Osman
ibn-i Maz'ûn Medine'de vefat eden Bakî mezarlığına defnedilen ilk muhacirdir.
Son olarak şunu da bil
ki, şu anda hayatını incelediğin bu yüce sahâbî, büyük bir âbiddi... İnzivaya
çekilen âbidlerden değil, aksine hayat, abidlerindendi!!...
Evet... Hayat bütün
gençliğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîîetleriy-le onun ma'bedi idi... '
Onun abidliği, Hakk
yolunda devamlı bir çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı bir fedakârlıktı.
İslâm'ın taze, nemli
ışrği Rasûiüllah'ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp gizlice söylediği sözleri bazı
kulaklara aktığında...
Osman ibn-i Maz'ûn,
Allah'a koşup onun elçisinin etrafında toplanan azınlıktan biriydi...
O sırada sabırlı ve
dirençli mü'minlerin başına gelen ezâ ve cefâlar onun başına da gelmişti...
Rasûlüllah (s.a.v.),
Habeşistan'a hicret etmelerini emrederek ve işkence karşısında tek başına
kalmayı tercih ederek bu mazlum mü'-min azınlığını memnuniyetle kabul ettiğinde
Osman ibn-i Maz'ûn, Allah'ın düşmanı Ebû Cehil'in hilelerinden, Kureyş'in
tehditlerinden ve onların işkencelerinin şiddetinden uzak ülkelere doğru yönünü
çevirerek oğlu es-Sâib'i de yanma alarak hicret edenlerin ilk grubunun
başkanıydı...
Birinci ve ikinci, her
iki hicrette Habeşistan'a hicret edenlerinki gibi, Osman ibn-i Maz'ûn'un sadece İslâm'a bağlılığı arttı...
Gerçek şu ki, Habeşistan'a
yapılan iki hicret, İslâm davasında tek ve
şerefli bir olayı temsil ederler...
Rasûlüllah'a (s.a.v.)
inanıp onu tasdik eden ve onunla birlikte indirilen nura tabî olanlar, bütün
sapıklık ve cehâletloriyle putçuluktan bıkmışlardı. Oniar artık taştan veya
çamurdan yapılmış putlara tapmayı hazmedemedikleri sağlam bir karaktere
sahiptiler...
Onlar Habeşistan'a
hicret ettiklerinde, orada semavî ve düzenli bir dinle karşılaştılar. O dinin
kiliseleri, alimleri ve rahipleri vardı...
Bu dîn, —onların o
dîne bakışı ne olursa olsun— kendi memleketlerinde ortaya çıkardıkları
putçuluktan, bilinen şekliyle ve geride bıraktıkları usulleriyle putlara tapmaktan uzaktı...
Habeşistan'daki kilise
adamlarının, bu göçmenlerin kendi dinlerine meyletmelerini sağlamak ve bir din
olarak hıristiyaniığa inandırmak için birçok gayret sarfetmiş olmaları gerekir...
Bütün bunlarla
birlikte, bu muhacirlerin tek olan Allah'a ibadet etmek, barış günlerinde,
mescidde; şirk güçleri harbe zorladığında, savaş meydanında; büyük Peygamberlerinin
arkasındaki yerlerini almak için sevgili ülkelerine dönecekleri o yakın günü
hasret ve endîşe içinde bekleyerek, İslâm'a ve Allah'ın Rasûlü Muhammed'e olan
derin sevgileri üzere kaldıklarını görüyoruz...
O halde muhacirler
Habeşistan'da güven ve huzur içinde yaşadılar... Amcasının oğlu Umeyye ibn-i
Halefin hilelerinin kendisine ve başkalarına yaptığı ezaları cefaları
gurbetteyken unutamamış olan Osman ibn-i Maz'ûn da onlarla birlikte
yaşadı. O onu hicvetmek tehdit etmekle kendini teselli ediyordu:
«Tüyleri seninle
anlaşmayan oklara tüy takıyorsun, Sen, bütün tüyleri sana ait olan okları
düzeltiyorsun, Sen yüce ve aziz kavimlerle savaştın, Sen kendilerinden
korktuğun kavimleri mahvettin. Bir gün başına bir belâ gelir ve seni,
yaptığın şeyden, ; [gördüğün) insanlar vazgeçirirse
öğreneceksin.»
Muhacirler, hicret
ettikleri yerde Allah'a ibâdet edip
bildikleri Kur'ân âyetlerini
incelerlerken ve —gurbette
olmalarına rağmen benzersiz bir
ruh heyecanı taşırlarken onlar;
Kureyş'm İslâm'a girip
Hz. Peygamberle birlikte tek ve
kahhâr olan Allah'a secde ettiklerine
dair peşpeşe haberler gelmeye baş Bu arada muhacirler eşyalarını yüklenip
özlem ve hasretleri daha önde Mekke'ye uçtular...
Ancak onlar Mekke'nin
tepelerine yaklaşır yaklaşmaz, Kureyş'in müslüman olduğuna dair kendilerine
ulaşan haberin yalan olduğunu anladılar...
Daha o an pişman
oldular ve acele ettiklerinin farkına vardılar... Fakat şu Mekke, gözlerinin
önündeyken nereye gidebilirlerdi?!
Mekke müşrikleri uzun
zamandır, peşinde oldukları ve avlamak için ağlarını attıkları avın gelişini
duydular... İşte şimdi tam zamanıydı. Fırsat doğmuştu. Avı kendi
kaderi getirmişti...
O gün, «himaye»
Arapların kutsal ve saygı duyulan adetlerinden biriydi. Zayıf bir adam Kureyşli
bir efendinin himayesine girdiği zaman o, kanının dökülmesine müsâade
edilmeyen; kendisine güvenin sarsılmadığı güçlü bir himayede olurdu.
Dönen kimseler bir
himaye elde odebifmede aynı seviyede değildiler...
Bundan dolayı,
onlardan az sayıda kişi himaye elde etmişti. Bunların arasında el-Velîd
ibnu'l-Muğîre'nin himayesine giren Osman ibn-i Maz'ûn da vardı.
Böylece o, Mekke'ye
güven ve huzur içinde girdi. Mekke'nin yollarından geçip gitti. Hiç bir zulüm
ve kötülük görmedi...
Fakat Kur'ân ve Hz.
Muhâmmed'in terbiye ettiği ibn-i Maz'ûn onların etrafında dönüyor ve kendileri
için bir himaye ve himayeci bulamayan fakir ve zayıf müslüman kardeşlerini
görüyordu... Onları her taraftan işkencenin sardığını her yolda zulmün takip
ettiğini görüyordu... O kavminin eziyetlerinden uzak olarak yolunda yürürken
hür ruhu kabarıyor, asîl vicdanı kaynıyor ve içi içine sığmıyordu. Evinden
Veiîd'in himayesinden çıkmaya Allah'ın yolundaki eziyeti taşıyan lezzeti,
inanan dünyanın öncüleri ve yarın her tarafından iman, tev-hîd ve nur fışkıracak bir dünyanın müjdecileri
olan müslüman kardeşlerîne benzeme
şerefini kendisine haram kılan bu
himayeyi sırtından atmaya karar vererek çıkıyordu...
Olanları bize
anlatması için sözü, olayı bizzat yaşayan kimseye bırakalım:
«— Osman ibn-i Maz'ûn,
Velîd ibnu'l-Muğîre'nin himayesinde yaşarken, Rasûlüllah'ın (s.a.v.) ashabının
başına gelenleri görünce şöyle dedi: Vallahi, arkadaşlarım ve dindaşlarım,
benim görmediğim eziyet ve kötülüklerle karşılaşırken, müşrik bir adamın
himayesinde yaşamak benim için büyük bir ayıptır.
El-Velîd ibnu'l-Muğîre'ye gidip:
«— Ey Ebû Abdi'ş-Şems!
Senin üzerine aldığın himaye sona di. Artık senin himayeni kabul etmiyorum», dedi.
El-Velîd de ona:
«—. Niçin? Kardeşimin
oğlu! Belki kavmimden birisi yine sana eziyet edebilir?...» dedi.
Osman:
«— Hayır, ben artık
Allah'ın himayesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himayesine girmek istemiyorum...» diye cevap verdi.
«— Öyleyse, Kabe'ye
git ve daha önce açıkça benim himayemi istediğin gibi, şimdi de benim himayemi
reddettiğini açıkça söyle...»
İkisi birlikte Kabe'ye gittiler ve el-Velîd :
«— Bu Osman, artık
benim himayemi kabul etmediğini söylemeye gelmiş» dedi.
Osman:
«— Doğru söyiüyor...
Ben onun vefalı ve iyi bir himayeci olduğunu gördüm ama Allah'tan başkasının
himayesine sığınmamayı arzu ettim...» dedi.
Osman, Lebîd ibn-i
Rabîâ'nın şiir okuduğu Kureyş'in toplantı yerlerinden birine gitti ve onların
yanına oturdu. Lebîd:
«— Şüphesiz, Allah'tan
başka her şey batıldır»
dedi.
Osman:
«__ Doğru söyledin»
dedi.
Lebîd:
«— Her nîmet mutlaka
yok olacaktır» deyince, Osman:
«— Yalan söyledin,
cennet nimetleri yok olmaz» diye cevap ver-Bunun üzerine Lebîd:
«— Eskiden sizin
toplantılarınıza katılanlara böyle davranilmaz-dı. Bu ne zaman çıktı?» dedi.
Oradakilerden birisi:
«— Bu beyinsiz bizim
dinimizi terketti. Söylediği sözden dolayı canını hiç sıkma» dedi.
Osman îbn-i Maz'ûn ona
cevap verince öfkelendiler. Adam kalkıp Osman'ın yanına geldi ve ona bir tokat
attı. Tokat gözüne isabet etti. Osman'a yakın bir yerde oturmakta olan
eî-Velîd, onun başına gelenleri görüyordu. Bunun üzerine şöyle dedi:
«— Evet, kardeşimin
oğlu! Eğer gözün uğradığı belâdan kendini koruyabilseydi, sen de güçlü bir
himayede olurdun...»
Osman da:
«— Vallahi, sağlam
gözüm de, Allah yolunda böyle birşeye muhtaçtır... Şüphesiz ben, senden daha
üstün ve daha güçlü birinin hima-yesindeyim, ey Ebû Abdişems!...» dedi.
El-Velîd:
«— Gel yeğenim!
İstersen, yine himayeme dön...» dedi.
İbn-i Maz'ûn:
"— Hayır...» diye
cevap verdi.
İbn-i Maz'ûn gözü ağrı
ve sancıya dayanamazken ruhundan afiyet, sağlamlık ve sevinç fışkırır bîr
halde olay yerini terkettî.
Yolda, şu şiirini
söyleye söyleye evine gitti :
«Eğer gözüme Allah
rızası için, hid; kişinin elleri
ulaşmışsa, Rahman olan Allah ona karşılık bana sevap verdi. Ey kavmim!
Rahman'm hoşnut kıldığı kimse mesud olur. Siz, sapık ve yolunu şaşırmış
deseniz de, ben Peygamber (s.a.v.) Muhammed'in
dini üzerinde yaşıyorum.
Ben bu yaptığımla Allah'ın rızasını istiyorum. Bize saldırıp
zulmeden kimselere rağmen, Hak
olan bizim dinimizdir.»
Osman ibn-i Maz'ûn
böylece darb-ı mesel olmuştu. Tabii, buna lâyıktı...
Böylece hayat, bu
eşsiz davranışıyla ve şu ebedi ve şahane sözleriyle bütün kainatı duygulandıran
büyük bir insanı tanımıştı:
«— Vallahi, sağlam
gözüm de, Allah yolunda böyle birşeye muhtaçtır... Şüphesiz, ben senden daha
üstün ve daha güçlü birinin hi-mayesindeyirrt...»
Osman, el-Velîd'in
himayesini reddetikten sonra, Kureyş'ten ezâ ve cefayı almaya başladı. Bununla
son derece mutluydu... Bu eza ve cefa onun için imanı pişirip olgunlaştıran bir
ateş mesabesindeydi.
Böylece o, hiçbir
yasak kendilerini korkutmaksızın ve hiçbir saldırı onları engellemeksizin
mümin kardeşleriyle birlikte yürüdü!...
Osman artık Ebû Cehil,
Ebû Leheb, Umeyye ve Utbenin bulunmadığı ve uykusuz bırakmadığı Medine'ye
hicret eder... Uzun zamandır, gecelerini zehir eden, gündüzlerini de burnundan
getiren zulümler de artık orada yoktur...
Güçlüğü, meşakkati ve
şiddeti son haddine varan bir imtihanda sabır ve azimleriyle başarılı olan,
Medine'ye dinlenmek ve tembellik yapmak için değil, oranın geniş kapısından,
Allah'ın sancağını yüklenerek ve onun kelimelerini, ayetlerini ve hidayetini
müjdelemek üzere yeryüzünün bütün bölgelerine gitmek için hicret eden yüce
arkadaşlarıyla birlikte Medine'ye gider...
Nurlu hicret yurdunda,
Osman İbn-i Maz'ûn'un cevheri ve eşsiz yüce hakikati ortaya çıkar. O, bir
abiddir, zahiddir, her şeyi bırakıp Allah'a yönelen, ona tövbe ve ibadetle
meşgul olan bir kişidir...
O, hayatı terkedip
mabedine çekilmeyen büyük ve örnek bir abiddir.
Hatta o, hayatı
ameliyle ve Allah yolunda cihadıyla dolduran bir abiddir...Evet...
O geceleyin ibadet
eden, gündüz savaş için ata binen birisidir. Hatta o, gece gündüz ibadet eden
ve yine gece gündüz ata binip savaşan birisidir...
Rasûlüllah'ın (s.a.v.}
ashabı, bilhassa hayatlarının bu döneminde, hepsi zühd ve inziva ruhunu
taşısalar, îbn-i Maz'ûn'un bu alanda hususi bir kişiliği olurdu... Çünkü o,
zühdünde ve fedakârlığında çok ileri gitmişti... Bütün hayatını, gece gündüz,
devamlı ve nurlu bir namaza, uzun ve tatlı
bir teşbihe vermiştir!...
O, ibadete dalmanın
tadını alır almaz, insanları hayatın nimetlerine bağlayan
bütün sebepleri kesmeye niyet etti...
Artık o, sadece kaba
elbise giyiyor, katıksız ekmek yiyordu...
Bir gün o, Rasûlüllah
(s.a.v.) ashâbıyla otururken mescide girdi. Üzerinde tamamen yırtılmış bir
elbise vardı. O yırtığı bir post parçasıyla yamamışti. Rasûlüllah (s.a.v.) ona
acıdı, Ashabı da ağladı. Peygamber onlara şöyle dedi:
«— Sizden birinizin
giderken bir elbise; gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak
konulduğu, sonra başka bir tabak kaldırıldığı, Kabe'nin örtüldüğü gibi
evlerinizi örttüğünüz gün siz nasıl olursunuz acaba?!»
Ashab:
«— Ya Rasûlellah! Biz
bolluğa ve rahat yaşamaya kavuştuğumuz İçin böyle olmasını istiyoruz...» dediler.
Rasûlüllah (s.a.v.)
şöyle cevap verdi:
«— Bu mutlaka
olacak... Ve siz bugün o günkü halinizden daha iyisiniz...»
Şurası kesindir ki;
İbn-i Maz'ûn bu sözleri dinledikten sonra daha çok güç olana koşmuş, nimetten
daha çok kaçmıştı!...
Hatta Rasûlüllah'ın
(s.a.v.) haberi olmasaydı o hanımıyla- da ilişkisini kesmişti. Ama Rasûlüllah
(s.a.v.) onu çağırıp:
«— Ailenin de
sende hakkı vardır» demiştir!...
.Rasûlüllah (s.a.v.) onu
çok sevmiştir.
Temiz ruhu, sahibinin,
Medine'de vefat eden ve Cennet'in yolunu arayan ilk muhacir olmak için göç etmeye hazırlandığı
sırada Rasûlüllah (s.a.v.) yanındaydı...
Öpmek ve şefkatli
gözlerinden akan gözyaşlarıyla onu kokula-mak için alnının üzerine eğildi. Ölüm
anında, en parlak ve en güzel şekliyle görülen Osman'ın yüzü, Rasûlüllah'ın
gözyaşlarıyla kokulandı...
Rasûlüllah (s.a.v.) sevgili sahabîsini
uğurlarken:
«— Ey Ebû's-Saib
(Osman)! Allah sana rahmet etsin... Dünyadan çekip gittin. Ama ne sen ona
iltifat ettin, ne de o sana...»
Sevgili Peygamber
(s.a.v.) vefat ettikten sonra mayıp onu devamlı anar ve överdi...
Hatta kızı Rukiyye
vefat ettiğinde, onu şu sözlerle uğurlamıştı «__ Bizim hayırlı selefimiz Osman
İbn-i Maz'ûn'a kavuş!!...» [1]