Haremeyn'in (Mekke ve
Medine'nin) sâkîsi
Ramâde yıhnda [1]
Allah'ın kulları ve memleket şiddetli bir kıtlığa uğradığında, mü'minlerin emiri Hz. Ömer ve onunla birlikte müslü-manlar,
yağmur namazı kılmaya, kendilerine rahmet ve yağmur göndermesi için Rahîm olan
Allah'a yalvarmaya çıktılar...
Hz. Ömer el-Abbas'ın
sağ elini, sağ eliyle tutup gökyüzüne kaldırdı ve şöyle dedi :
«— Allah'ım
Peygamber'in aramızdayken onun vasıtasıyla yağmur istiyorduk...
Allah'ım! Biz bugün
Peygamberinin amcası vasıtasıyla yağmur istiyoruz, bize yağmur ver»..
Müslümanlar daha
bulundukları yerden ayrılmadan onlara rahmet gelmiş; bereketi müjdelemek ve
toprağı yeşillendirmek üzere bardaktan boşanırcasına yağmur yağmıştı...
Ashab, kucaklayıp
öpmek ve onunla teberrük etmek üzere el-Ab-bas'a koştular. Bir taraftan da ona
şöyle diyorlardı:
«— Tebrikler...
Ey Harâmeyn'in
sâkîsi...»
Bu, Harâmeyn'in sâkîsi
kimdi acaba?...
Takvasını,
üstünlüğünü, Allah'ın elçisinin ve mü'minlerin yanındaki yerini bildiğimiz
Ömer'in kendisiyle Allah'a tevessülde bulunduğu bu şahıs kimdi acaba?
Evet o, Resûlüllah'ın
fs.a.v.) amcası el-Abbas'ti...
Peygamber onu, hem
sever hem de sayardı. Onu ve ahlâkını şöy-e överdi:
«— Bu benim atalarımın
kalıntısıdır...»
Bu el-ıas İbn
Abdiimuttalib, Kureyş'in en eli açığı ve akra-jaya en düşkünüydü...»
Hamza, Hz. Peygamberin
amcası ve yaşıtı olduğu gibi, el-Abbas [a öyleydi. Allah onlardan razı olsun...
Resûlüllah'la (s.a.v.)
onun arasında, sadece iki veya üç yaş farkı [ardı. El-Abbas-'ın yaşı Resûlüllah'ınkinden
(s.a.v.} biraz fazlaydı.
Böylece Hz. Muhammed
ve amcası el-Abbas aynı yaştan iki çouk ve aynı soydan iki gençtiler...
Aralarındaki sevgiyi
meydana getiren unsur, sadece yakın akra->a olmaları değil; aynı zamanda
yaşlarının birbirlerine yakın olmalıydı...
Hz. Peygamber'in
ölçülerinin daima birinci sıraya koyduğu birşey Jaha vardı... İşte buda
el-Abbas'ın ahlâkıydı...
El-Abbas aşırı
cömertti. Hatta sanki o güze! şeylerin amcası vo-
ıs, dayısıydı!.
O, akraba ve ailesine
çok düşkündü. Onlara her konuda ilgi gös-:erir ve para yardımı yapardı.
Kısacası hiçbir konuda cimrilik yap-"nazdı...
Bütün bunlardan başka
o, dahi denecek kadar zekiydi. Kureyş cindeki yüksek mevkiini daha da yükselten
bu zekasıyla, davasını îçıkladığı sırada Resûlüllah'tan (s.a.v.) birçok işkence
ve kötülüğü jzaklastırmistı.
Daha önce gördüğümüz
gibi, Hamza (r.a.) Kureyş'in azgınlığına je Ebû Cehil'in övünmesine öldürücü
kılıcıyla üstün geliyordu...
El-Abbas ise,
Kureyş'e, hakkını koruyan kılıçların yaptığı gibi, İslâm için faydalı olan
zekâ ve kurnazlığıyla üstün geliyordu...
El-Abbas müslümanlığmı
ancak Mekke'nin fethedildiği yılda açık-amışti. Bu yüzden bazı tarihçiler onu
müslüman olmakta geciken kimselerle birlikte sayarlar...
Şu kadar var ki, diğer
tarihi rivayetler onun ilk müslümanlardan olduğunu, ancak onun müslümanlığmı
gizlediğini haber verirler...
Resûlüllah'ın (s.a.v.)
hizmetini gören, Ebû Rafî şöyle der:
«— Ben el-Abbas İbn
Abdilmuttalib'in hizmetçisi idim. İslâm bizi Ehl-i Beyt'e dahil etmişti. Bunun
üzerine el-Abbas ve Ümmü'1-Fazl müslüman oldular, onlardan sonra ben de
müslüman oldum.
El-Abbas müslüman
olduğunu gizliyordu...» Bu, Ebû Rafi'nin ei-Abbas'ın durumunu ve Bedir
savaşından önce müslüman olduğunu anlatan bir rivayettir...
O halde el-Abbas
müslüman idi...
Resûiüllah'la (s.a.v.)
ashabı hicret ettikten sonra onun Mekke'de kalması, gayesini en iyi şekilde
yerine getiren bir plândı...
Kureyş, el-Abbas'ın
niyetleri hakkındaki şüphelerini gizlemiyordu. Ama ona çatmak için sebep
bulamıyordu. Hele o görünürde, onların beğendiği bir davranış ve bir din
üzerindeyken...
Nihayet Bedir savaşı
geldiğinde, Kureyş orada el-Abbas'ın içinde gizlediğini ve hakiki durumunu
anlamak için bir fırsat buldu...
El-Abbas ise Kureyş'in
keyifle tertip ettiği bu pis oyunun çeşitli yönlerini ihmal etmiyecek kadar cin
fikirliydi...
Şayet o, Kureyş'le
ilgili haber ve hareketleri Medine'deki Rasû-lüllah'a (s.a.v.) ulaştırmada
başarılı olsa, Kureyş onu inanmadığı ve arzu etmediği bir savaşa sürüklemekte
başarılı olacaktı... Ancak zamanı tayin edilmiş bir başarı Kureyşlilerin hemen
zarar etmelerine ve helak olmalarına sebep olacaktı...
İki topluluk Bedir
savaşında karşılaşırlar... Kılıçlar korkunç bîr şekilde birbirlerinin işini
bitirmek üzere çarpışmaya başlarlar...
Peygamber ashabı arasında
şöyle seslenir:
«— Haşim oğullarından
ve Haşim oğullarından olmayan bazı kimseler, bizlerle savaşma istekleri
olmadığı halde zorla savaşa çıkarılmışlardır. Hanginiz onlardan birisiyle
karşılaşırsa onu öldürmesin...
Kim Ebû'l-Bahteri İbn
Hişâm ibnu'l-Haris İbn Esed'le karşılaşırsa onu öldürmesin...
Kim el-Abbas İbn
Abdilmuttalib ile karşılaşırsa onu öldürmesin. Çünkü o zorlanarak
çıkarılmıştır...»
Resulüllah (s.a.v.) bu
meselede amcası el-Abbas'a bir meziyet isnad etmemişti. Bu meselenin ne
meziyetlerle ilgisi vardı, ne de bunun zamanıydı...
Muhammed, Hakk
savaşında ashabının başlarının düştüğünü-görüp de çarpışma devam ederken,
amcasının müşriklerden olduğunu bile bile ona şefaat edecek kimse değildi...
Evet...
Ebû Talib'in, yeğeni
ve İslâm için yaptığı iyilik ve fedakârlıkların fazlalığından dolayı amcası
için istiğfarda bulunmaktan —sadece istiğfardan— menedilen Hz. Peygamber
—mantıken— atalarını ve kardeşlerini öldüren müşriklere: «Amcamı istisna
ediniz. Onu öldürmeyiniz» demek için, Bedir savaşına çıkacak kimse de
değildir!...
Peygamber amcasının
hakiki durumunu ve onun müslüman olduğunu biliyorsa, onun İslâm için yaptığı
görülmeyen hizmetlerini ve nihayet onun zorla istemiye istemiye savaşa
çıktığını bildiğine göre, öyleyse bu durumdaki birisini kurtarması ve gücü
yettiği oranda onun kanının
dökülmemesini sağlamak onun
görevi oluyordu...
Müslüman olduğu,
Resûlüllah'a (s.a.v.) malûm olmayan, el-Ab-bas'ın Resûlüllah'a [s.a.v.) yardım
ettiği gibi, İslâm'a herhangi bir yardımı olmayan ve bütün özelliği;
müslümanlara kötülük ve zulmetmede Kureyş efendileriyle birlikte hareket
etmeyen, onların bu hareketlerinden memnun olmayan ve Bedir savaşına zorla ve
istemiye istemiye onlarla birlikte gelen Ebû'l-Bahteri, kanının dökülmemesi ve
hayatının yok olmaması için Resûlüllah'ın (s.a.v.) şefaatrna nail olurken,
müslümanliğını gizleyen bir müslümanın, İslâm'ın muzaffer olmasında gözle
görülen ve görülmeyen bazı davranışları olan bir adamın bu şefaata lâyık olması
mümkün değil midir?
Evet... O müslüman ve
o yardım eden el-Abbas'tı... Biraz geriye dönüp durumu görelim:
İkinci Akabe biatında,
Allah'a ve Rasûlüne biatlarmı vermek, Hz. Peygamber'le birlikte Medine'ye
hicreti kararlaştırmak için; 73 erkek ve iki hanımefendiden meydana gelen Ensar
heyeti, hacc mevsiminde, Mekke'ye geldiğinde, Resûlüliah (s.a.v.) bu heyeti ve
bu bi-atla ilgili haberi amcası el-Abbas'a ulaştırdı... Çünkü Peygamber
amcasının her görüşüne güveniyordu...
Gizlice yapılan bu
buluşmanın zamanı geldiğinde, H2. Peygamber amcasıyla birlikte Ensar'ın
beklediği yere çıktı...
El-Abbas, Ensar'ın tutumunu sınamak ve Peygamber
için onla dan emin olmak istedi...
Duyduğu ve gördüğü
gibi, haberi bize anlatması için, sözü heyet üyelerinden birine bırakalım:
İşte size, Ka'b İbn
Mâlik (r.a.) :
«...Resûlüllah'ı
[s.a.v.) beklemek üzere vadide oturduk. Nihayet o, yanında el-Abbas İbn
Abdilmuttalib olduğu halde bizim yanımıza geldi. El-Abbas şöyle konuştu: «Ey
Hazrecliler! Muhammed, bildiğiniz gibi, bizdendir. Biz onu kendi kavmimizin
şerrinden koruduk. O, kendi kavmi arasında ve memleketinde şeref ve izzete
sahiptir. Ama o size katılmayı tercih etti...
Eğer siz, onun
yapmanızı istediği şeyleri yerine getirmeyi ve muhalif olduğu kimselerden de
onu korumayı kabul ediyorsanız, mesele yok.
Eğer onu, düşmanlarına
teslim etmeyi ve size geldikten sonra yalnız bırakmayı düşünüyorsanız, şu andan
itibaren onu terkediniz...
Şahin gözüne benziyen
gözleri, Ensar'ın yüzlerinde dolaşırken bu sert ve kesin sözleri söyleyen
el-Abbas bir taraftan da sözünün tesirini ve
hareketine hemen verilecek
cevapları takip ediyordu..
Ej-Abbas bununla
yetinmemişti. Onun büyük zekâsı, gerçeği maddi alanında araştırıp uzmanca
bütün boyutlarını karşılaştıran pratik bir zekâydı.
O sırada, zekice
sorduğu bir soruyla Ensarla konuşmaya başi İşte:
«—. Benim için
harp düzenine geçiniz. Düşmanınızla nasıl döv şüyorsunuz, görelim?!...»
El-Abbas, zekâ ve
Kureyş hakkındaki tecrübesiyle, İslâm'la şirk arasında mutlaka bir savaş
çıkacağını ve Kureyş'in dininden, şerefinden ve inadından vazgeçmiyeceğini biliyordu.
Hakk olduğuna göre
İslâm, batıl için meşru haklarından asla
geçemezdi...
Acaba Ensar Medine halkı
çıkacak bir savaşa dayanabilecek miydi?
Onlar teknik
yönden Kureyş'e denk miydiler, Kureyş'le
iyi savaşabilecekler miydi...
İşte bu yüzden:
«— Benim için harp
düzenine geçiniz, düşmanınızla nasıl dövüşeceksiniz görelim?» sorusunu sordu.
El-Abbas'ı dinleyen
Ensar, dağlar gibi büyük kimselerdi...
El-Abbas sözünü
tamamlar tamamlamaz, özellikle bu soruyu sorar sormaz, Ensar konuşmaya
başladılar...
Abdullah İbn Amr İbn
Haram soruya cevap vermeye başladı:
„— Biz vallahi
savaşçı kimseleriz. Biz savaşçılık üzere yetiştirildik ve ona alıştık.
Savaşçılık bize atalarımızdan kaldı.
Biz bitip tükeninceye
kadar ok atarız...
Sonra, kınlıncaya
kadar mızraklarla dövüşürüz...
Daha sonra da
kılıçlarla yürür, bizim veya düşmanımızın en önde olanı ölünceye kadar onlarla
dövüşürüz!..,»
El-Abbas kelime-i
tevhid getirdikten sonra şöyle cevap verdi:
«— Tamam, siz, savaşçı kimselersiniz, sizin zırhlarınız da var
mı?»
«— Evet... Bizim bütün
vücudu kaplayan zırhlarımız da var...»
Sonra ResûlüHah'la
Ensar arasında şahane ve büyük bir konuşma inşâallah ilerideki sayfalarda arzedeceğimiz bir
konuşma geçti...
İşte bu, el-Abbas'm
Akabe biatındaki durumudur...
İster o gün gizli
olarak İslâm'a girmiş olsun, ister henüz düşünüyor olsun, onun bu yüce
davranışı, batmakta olan karanlıkla doğmakta olan aydınlığın güçleri
arasındaki yerini belirliyor ve onun mertliğiyle kararlılığının boyutlarını
çizmektedir!...
Bu sakin duruşlu ve
yumuşak huylunun fedakârlığını isbat etmek, gerekli değilken gizlenen ve gün
ışığına çıkmayan ama ihtiyâç duyulduğunda ve tehlikeli bir durum karşısında,
zaman ve mekânı dolduran bu tür bir kahramanlığı savaş meydanında ortaya çıkarmak
için Huneyn günü gelir!...
Hicretin sekizinci
senesi, Allah, elçisi ve dinine Mekke'nin fethini nasip ettikten sonra Arap
yarımadasında hüküm süren bazı kabilelere yeni dinin bütün zaferleri bu hızla
gerçekleştirmesi zor geldi...
Hevazin, Sakif, Cûşem
ve başka kabileler toplanıp Peygamber ve müslümanlara karşı kesin bir saldırıya
geçmeyi kararlaştırdılar.
«Kabileler» kelimesi,
Resûlüliah'ın (s.a.v.) hayatı boyunca yapmış olduğu bu harplerin karakteri
hakkında bizi yanıltmaması gerekir. Çünkü biz bunların sadece dağda
yaşayanların giriştikleri küçük çete savaşları olduğu zannına kapılıyoruz.
Halbuki muhkem kalelerde yaşayan bu kabilelerle yapılan savaşlardan daha
zarurîleri yoktur.
Bu hakikatin
anlaşılması, bize, sadece Resûlüllah'a (s.a.v.) ashabının sarfettiği
olağanüstü gayrete ait doğru bir değerlendirmenin yanında, İslâm'ın ve
mü'minlerin elde ettiği büyük zaferin kıymetine ait doğru ve güvenilir bir
değerlendirmeyi, bu başarıda ve zaferde Allah'ın yardım ettiğine dair açık bir
görüşü verir...
Bu kabileler zorlu
savaşçılardan meydana gelen bir ordunun saflarında toplandı. Müslümanlar da on
İki bin kişilik bir orduyla onların karşısına çıktı...
On iki bin kişiyle...
Bu on iki bin kişi
kimlerden meydana geliyordu?
Hemen dün Mekke'yi
fethedip şirki ve-putları son ve derin uçurumuna uğurlayan, hiçbir gürültü ve
patırdıya meydan vermeden sancaklarını yükselten kimselerden meydana
geliyordu!...
Bu kibir ve gurura
sevkeden bir şeydi.
Müslümanlar, kötü bir
durumla karşı karşıyaydılar. Kalabalık ve düzenli oluşlarının ve Mekke'deki
büyük zaferlerinin verdiği gurur karşısında zaafa düşüp:
«— Bugün biz azlıktan
dolayı asla yenilmeyeceğiz» dediler.
Sema onları son derece
yüce bir savaşa hazırlayınca askeri gücüne güvenmek, savaşta kazandıkları
zaferle gururlanmak yola ge tirici bir tokatla da olsa ondan çabucak kurtulmayı
gerektiren uygunsuz bir hareketti.
Yola getirici tokat,
savaşın başında ansızın gelen büyük bir bozgundu. Nihayet onlar Allah'a yakanp kendi
güç ve kuvvetlerinden onun güç ve kuvvetine
sığındıklarında, yenilgi zafere dönüştü. Kur'-ân-ı Kerîm bu hususta
müsiümanlara şöyle buyurur:
«Şüphesiz Allah size
birçok yerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği, fakat bir faydası da
olmadığı yeryüzünün geniş olmasına rağmen, size dar gelip de bozularak arkanıza
döndüğünüzde Huneyn gününde yardım etmişti. Bozgundan sonra Allah,
Peygamberine, mü1-minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi;
inkâr edenleri azaba uğrattı. İnkarcıların cezası budur». (Tevbe sûresi, 25-26)
O gün e!-AbbasTın sesi
ve sebatı, sükûnet ve yürekliliğin en parlak görüntülerindendi...
Müslümanlar
düşmanlarının gelmesini beklemek üzere Tihama vadilerinden birinde
toplandıklarında, müşrikler onlardan önce vadiye gelip, kılıçlarını bileyerek
ve hemen vadinin yamaçlarına saklandılar...
Onlar, ansızın
müsiümanlara saldırdılar ve müsİümanların birbirlerine bakmadan uzaklara
kaçmalarına sebep oldular...
Resûlüllah [s.a.v.],
ani baskının müslümanlar üzerinde yaptığı tesiri görünce beyaz katırına binip
şöyle haykırdı:
«— Nereye gidiyorsunuz
ey müslümanlar? Benim yanıma geliniz...
Ben Peygamberim, bunda
yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in torunuyum».
O sırada Resûlüllah'ın
(s.a.v.) yanında yalnız Ebû Bekir, Ömer, Ali İbn Ebî Talib, el-Abbas İbn
Abdümuttalib, el-Abbas'ın oğlu el-FazI ibnuI'-Abbas, Ca'fer İbnul'-Haris, Rabia
ibnul'-Haris, Üsâme İbn Zeyd, Eymen İbn Ubeyd ve ashabdan birkaç kişi vardı.
Orada, erkekler ve
kahramanlar arasında yüce bir yere sahip bir hanımefendi vardı...
İşte bu Ümmü Süleym
Bint-i Milhân'dı.
O, müsİümanların
kaçtıklarını ve bozguna uğradıklarını görünce kocası Ebû Talha'mn —Allah her
ikisinden razı olsun— devesine bindi...
Hamile olduğu için,
karnındaki bebek hareket edince, bürdesînî çıkarıp onu sağlam bir kemerle
karnının üzerine bağladı. Sağ elinde bir hançer olduğu halde Resûlüllah'a (s.a.v.]
ulaşınca, Peygamber ot gülüpseyip:
«— Ümmü Süleym sen
ha?» dedi.
Ümmü Süleym:
«— Evet benim... Anam
babam sana feda olsun ya Resûlaliah!.
Senin yanından ayrılıp
kaçanları, seninle savaşanları öldürdüğün gibi öldür. Çünkü onlar buna
lâyıktırlar...»
Rabbinin vadine
güvenen Resülüllah'm (s.a.v.) yüzündeki
gülüı seme arttı ve ona şöyle dedi:
=— Ey Ümmü Süleym! Ailah yeterli ve en güze!
dersi vermlitir!
İşte Resûlüllah
(s.a.v.) orada bu haldeyken el-Abbas onun yanındaydı. Onun katırının yularını
tutmak üzere ayaklarının arasında, ölüme ve tehlikelere meydan okuyordu...
Peygamber ona
insanlara haykırmasını emretti. Çünkü el-Abbas iri gövdeli ve gür sesli
birisiydi. O şöyle haykırmaya başladı:
«— Ey Ensar
topluluğu... Ey Biata katılanlar...»
Sanki onun sesi
kaderin davetçisi ve onun uyarıcısıydı. Onun sesi anî durumun şiddetinden
dolayı kaçıp vadinin her tarafına
dağılanların kulaklarına ulaşır ulaşmaz onlar hep birden: j
«— Lebbeyk (emret)... Lebbeyk...» diye cevap
verdiler...
Onlar fırtına gibi
geri döndüler. Hatta onlardan biri, devesini veya atını yürüte1 m ey ince,
ondan inip zırhını, kılıcını ve yayını-eline alarak, el-Abbas'ın sesinin
geldiği tarafa yönelerek yaya yürümeye başladı,..
Çarpışma yeniden
başladı... Hem de bütün şiddetiyle...
Resûlüllah (s.a.v.) :
«—Şimdi savaş kızıştı»
diye haykırdı.
Evet, gerçekten savaş
kızışmıştı...
Hevazin ve Sakif'in
ölüleri yerlerde yuvarlandı, Allah'ın atları Lâfın atiarına üstün geldi. Allah
Peygamberine ve mü'minlere sekine-tini indirdi!...
Resûlüliah (s.a.v.)
amcası el-Abbas'ı çok severdi. Öyle ki o, Bedir savaşının bitip amcasının
geceyi esirler arasında geçirdiği gün hiç uyumamıştı.
Peygamber bu sevgisini
gizlememişti. Allah, kendisine kesin bir zafer verdiği halde, niçin uyuyamadığı
sorulduğunda şöyle cevap vermişti:
;
«— İplerle bağlı olan
el-Abbas'm iniltisini duydum...»
Müslümanlardan birisi
Hz. Peygamberin sözlerini duyunca, esirlerin bulunduğu yere koştu ve
el-Abbas'ın ipini çözdü. Tekrar geldi ve Resûlüllah'a (s.a.v.) şöyle dedi:
«— Ey Allah'ın Resulü!
Ben, el-Abbas'ın ipini
biraz çözdüm...»
Ama niçin, sadece
el-Abbas'ınki?
O zaman Hz. Peygamber
o zata:
«— Git, bunu bütün
esirlere uygula...»
Evet, Resûlüllah'ın
(s.a.v.) amcasına sevgisi, benzer şartların el-Abbas'la biraraya getirdiği
insanlardan onu farklı tutmak manâsına gelmiyordu.
Esirlerden fidye
almayı kararlaştırdığı zaman Resûlüllah (s.a.v.) amcasına şöyle dedi:
«— Abbas!
Kendin için,
kardeşinin oğlu Akîl İbn Ebî Talib için, Nevfel ibnu'l-Haris için, müttefikin
Utbe İbn Amr ve El-Haris İbn Fihr oğullarının kardeşi için fidye ver. Çünkü sen zenginsin...»
El-Abbas, bağlarından
fidye vermeden kurtulmak istedi ve şöyle
«— Ey Allah'ın elçisi!
Ben müslüman oldum. Ama beni zorla getirdiler...»
Fakat Resûîüilah
[s.a.v.) fidye konusunda ısrar etti ve bu münâsebetle şu âyeti kerime nazil
oldu:
«Ey Peygamber!
Elinizde bulunan esirlere, Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa, size, sizden
almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar, Allah bağışlayandır, merhamet
edendir de». [Enfâl Sûresi/70)
Böylece el-Abbas
kendisi ve beraberindekiler için fidye ödeyip Mekke'ye döndü...
Kureyş, bundan sonra
ona bir oyun oynamadı. Bir süre sonra malını, mülkünü toplayıp İslâm
toplumundaki ve mü'minler kafilesi içindeki yerini almak için Hayber'de
Resûlüliah'a (s.a.v.) ulaştı... O, özellikle Hz. Peykamber'in ona gösterdiği
sevgi ve saygıyı görüp, onun hakkındaki şu sözünü duyduktan sonra, müslümanlarm
da sevgi ve saygısını kazandı:
«-— El-Abbas, benim babamın öz kardeşidir...
Kim el-Abbas'a eziyet
ederse, bana eziyet etmiş olur».
El-Abbas mübarek bir
nesil bırakmıştı.
Müslümanların büyük
âlimi Abdullah İbn Abbas bu mübarek çocuklardandı.
Hicretin otuz ikinci
senesi Receb ayının ondördünde, Cuma günü Medine halkı, birisinin şöyle
haykırdığını duydu:
«— Ei-Abbas îbn Abdilmuttalib'in cenazesinde bulunana
Allah rahmet etsin».
Anladılar ki el-Abbas
vefat etmişti...
Halk, Medine'nin
benzerlerine şahit olmadığı korkunç bir
kalabalıkla onu uğurlamaya çıktı...
Namazını, müslümanlarm
o günkü Halifesi Osman (r.a.) kıldırdı.
Ebû'l-Fazl'ın
(el-Abbas'ın) cesedi Bakî mezarlığının toprağı altında sükûnete kavuşup
tstirahate çekildi...
Allah'a verdikleri
söze sadık kalan salih kimseler arasında gözleri aydın olarak uyudu!... [2]