Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir:
Ashabı Kiram'ın Etrafındaki Şüpheler
Ashab-ı Kiram Ümmetin Usûlüdür
Aşere-i Mübeşşere Haricinde Cennet'le Müjdelenenler
1) Hz. Peyamber (s.a.v.)'in Zevceleri Arasından
2) Hz. Peygamber (s.a.v.)'in Çocukları ve Torunları
3) Aşere-i Mübeşşere Haricindeki Sahâbe-i Kiramdan
4) Ashâb İçinde Vefatlarından Sonra
5) Ashâb-ı Bedir ve Bey'at-ı Rıdvan'a Katılanlar
Ashab-ı Kiram Hidâyet Öncüleridir
Ashâb-ı Kiram Seçilmiş Nesildir
Ashâb-ı Kiram Hayırlı Nesildir
Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Ashab-ı Kiram'ın Kıvam Göstergeleri
Lüzumü'l Cema'a (Cemaati Tercih Etmek)
İttibau's Sünne (Sünnete İttîba Etmek)
İmaretü'l Mescid (Mescid İmârı)
Tilavetü'l Kur'an (Kur'ân Tilâveti)
Cihadün Fi Sebilillah (Allah Yolunda Cîhad)
Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın Ailesi
Hz. Ömer (R.a)'in İslâm'a Hizmetleri
Kasîde-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş
Dikenler içinde gül,
kara topraklar içinde sümbül yaratan Allahû Teâla'ya sonsuz hamdü senalar
olsun.
Müebbet muhabbetin adı
olan Hz. Muhammed (sav)'e, Aline, Ashabına ve kıyamete kadar Allah yolunda adam
olmanın ve adam kalmanın kavgasını veren tüm dünya Müslumanlarına salatü selam
olsun.
Yeryüzünde insanlığın
hayatı vahiy ile başlamıştır. Ademoğlu yeryüzüne ilk ayak bastığı andan
itibaren dinle şekillenen bir hayata gözlerini açmıştır. Hayat nizamı din
olanın mutlaka örneği ve önderi peygamber olur. Çünkü Kur'an-ı Kerim,
insanların din tercihlerinde mutlaka bir peygamberle muhatap edildiklerini
sarihen beyan ediyor:
"Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten
kaçının" diye Tebligat yapması için her ümmete bir peygamber
göndermişizdir.”[1]
Tağutlara isyan ile
birlikte Allah'a mutlak ubudiyetten sözedilen yerlerde, Cenab-ı Hak'ın
hakikatin vazgeçilmez unsurları olan peygamberlerinin ayak izlerine rastlamak
kaçınılmazdır. Peygamberler, cennetten kopup gelen insanoğlunun yeryüzünde
insanca yaşayabilmesi için uzun süreli sıkıntılara katlanmak zorundaydılar.
Said Nursi Fatiha suresini tefsir ettiği bir yerde, ağır risalet yükünü güzel
bir nükteyle anlatır: "'(Fatiha'da) "aleyhim" deki
"ala"; enbiyaya yükletilen risalet ve teklif yükünün pek ağır
olduğuna ve sahraları faydalandırmak için yağmur, kar ve fırtınaların
şedaidine maruz kalan yüksek dağlar gibi, peygamberlerin de ümmetlerini fey
izlendirmek için risalet zahmetlerine maruz kaldıklarına işarettir.[2]
İnsanlar akıl ve düşünceyle ulaşamayacakları metafizik âlemlere ancak vahiyle
desteklenmiş peygamberlerle ulaşabilirler; onlar metafizik tecrübenin en
yanıltmaz rehberleridirler.
Şunu bilelim ki;
Peygamberlere tebliğ görevlerinde ilk muhatap olan insanlar, peygamberle
başlayacak yeni devrenin ilk temsilcileri olurlar. Onlar ilahi mesajın teklif
ettiği yükümlülükleri kendi hayatlarında geçerli kılmakla beraber,
kendilerinden sonraki insanlara "Peygamber Şahidi" olarak dini
nakletmekle de vazifelidirler. Bir yandan Allahû Teâla'nın katından gelmiş olan
vahyinin doğru anlaşılması, diğer taraftan da dinin, hayatın bütün şubelerinde
sürekli atan bir nabız olarak hissedilebilmesi ilk muhatapların coşkun
heyecanlarıyla çok yakından alakalıdır. Musa (as)'in peşinden Nil'in azgın sularına
yürüyen İsrailoğullarının tereddütsüzlüğüyle, daha gençliğinin baharında
vazifesi sona eren İsa (as)'a son buluşmalarında bağlılık sözü veren bir avuç
Havari'nin vefası, tarihin akışına yön veren unutulmaz hadiselerdir. Hz. İsa
(as)'ın göğe çekilmesinden kısa bir süre sonra putperest Roma'yı yeni dini
düşünceye uyaran işte bu bir avuç Havari'nin coşkun heyecanıdır. Rasûlüllah
(sav) buyuruyor:
"Benden önce Allah'ın hiçbir ümmete gönderdiği
bir peygamber yoktur ki, o Peygamberin, ümmetinden Havarileri ve sünnetine tabi
olan, emrine uyan ashabı olmasın. Kıssa şu ki, sonra onların ardından,
yapmadıklarını söyleyen ve emrolunmadikları şeyleri yapan birtakım kötü
(karanlık) nesiller meydana çıkar. İşte kim bunlara karşı eliyle cihad ederse
mü'mindir. Kim onlara karşı diliyle cihad ederse o da mü'mindir. Kim onlara
karşı kalbiyle cihad ederse o da mü'mindir. Amma bunun ötesinde yapmadıklarını
söyleyen ve emrolunmadıkları şeyleri yapanlara karşı elleriyle, dilleriyle ve
kalpleriyle cihad etmeyenlerde imandan bir hardal tanesi de yoktur.”[3]
İslâm dâvası, Ensarullah'sız
olmaz. Kur'an-ı Kerim ile Allahû Teâla'nın katından gelen vahyi tamamlanmış
oldu. Bundan böyle mazi ile istikbal arasında kurulacak en doğru hat bu ilahi
vahyin mührünü taşımak zorundadır. Son ilahi kitap, yine peygamberlerin sonuncusu
Hz. Peygamber (sav)'in ilk muhatapları olan Sahâbe-i Kiram örneğinde en
mükemmel şekliyle uygulamaya konuldu. Yer yer tahrife uğramış önceki ilahi
kitaplarda peygamberlerle, onlar yanında saf tutan ilk muhatapların efsane ve
mitolojiye karışmış destanların Kur'an-ı
Kerim'le hakikat çizgisine oturtulmaktadır. Çünkü Kur'an-ı Kerim, bir tarihi
enbiya ve bir mektebi evliyadır. [4]
Kur'an-ı Kerim, Hz.
Peygamber (sav) ve O'nun güzide arkadaşları, mecrasını kaybeden insanlık
tarihinin en büyük şahididirler. Allah Rasûlü (sav) bir keresinde Abdullah b.
Mesud'dan kendisine Kur'an okumasını istemişti. İbn Mesud Nisa Suresini okumaya
başlamıştı:
"Her ümmetten bir şahit, seni de bunlara şahit
getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur” [5] ayetine gelince Allah Rasûlü gözleri dolu dolu
ağlamış ve daha fazla dayanamayarak İbn Mesud'un okumasını kesmişti. Bu ağır
vazifede, onunla yol arkadaşlığı yapan Sahâbei Kiram'ı da ilk muhataplar olarak
Kur'an şöyle anlatır:
"Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış
en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği yayar, kötülüğü önlemeye çalışırsınız.” [6] Bugün inanan insanların hayatlarında derin izleriyle
kendini hissettiren, günlerin geçmesiyle tazeliğinden bir şey kaybetmeyen
dipdiri "Sahâbi tabloları" vardır. Bu nadide hayat kareleri dini
yaşantımızın canlılığının devamını sağlayan vazgeçilmez unsurlardır; sadakat ve
vefada Hz. Ebu Bekr'i (r.a), kahramanlık hislerimiz coştuğunda Hz. Hamza (r.a)
veya Bedir Ashabı'ndan herhangi bir sahâbiyi, ibadet hayatımızda
durgunlaştığımızda Hz. Osman'ı (r.a) hatırlayarak ayakta kalmaya çalışırız.
"Nitekim Pakistanl'lı hacılar, Hac dönüşünde Merhum Muhammed İkbal'i
ziyaret ederek Hac'dan getirdikleri giysi, teşbih, takke ve hurmaları hediye
ederler. Muhammed İkbal, memnun olur, teşekkür eder ama şunları söylemekten de
kendini alamaz:
"Sağolun,
varolun. Hediyeleriniz için teşekkür ederim. Ama getirdiğiniz hediyeler bir gün
bitecek, hurmalar tükenecek, elbiseler, takkeler eskiyecek. Oysa bize oralardan
Hz. Ebu Bekir'(r.a.) in sadakatini, Hz. Ömer'(r.a.)in adaletini, Hz. Osman
(r.a.)'in hayasını ve hilmini, Hz. Ali (r.a.)'in ilim ve cihadını
getirseydiniz, onlarla Pakistan'ı yeniden inşâ ederdik."
Evet, İslamî hayatı
inşâ etmede ashâb-ı kiram, her dönemin ve devrenin müslümam için değişmez hayat
modelidir. Mekân ve zaman farkım gözetmeksizin yeniden İslamî hayatı inşâ
etmek, Sahâbe'yi doğru anlamak ve ashâb-ı kiram'dan izleri hayata taşımakla
mümkündür. İslamî hayatın inşâsı için vazgeçilmez hale gelen ashâb-ı kiram,
insanlık açısınan düşünüldüğünde, peygamber ve ümmeti arasındaki münasebetten aret
olan bütün bir mazinin de doğru okunmasını sağlarlar. Hz. Peygamber (sav) ve
Cenab-ı Hak'ın O'nun terbiyesine verdiği Sahâbe-i Üram'la başlayan tarihi süreç
hem maziyi bütünüyle aydınlatan hem de ayamete kadar devam edecek doğru düşünce
yönelişlerinin en safı Kur'an-ı Kerim'de Cenab-ı Hak'ın kendilerinden övgüyle
bahsettiği toplulukları zihnimizdeki canlı Sahâbi tablolarıyla anlamaya
çalışırız:
“Nice peygamberler gelip geçti ki, onlarla beraber
kendisini Allah'a ıdamış birçok rabbaniler savaştı. Onlar, Allah yolunda
başlarına gelen zorluklar sebebiyle asla yılmadılar, zayıflık göstermediler,
düşlanlanna boyun eğmediler. Allah böyle sabırlı insanları sever.”[7]
Sahâbe-i Kiram,
Cenab-ı Hakk'ın son peygamberi için seçtiği insanlardır. Din ilk kez onlar
tarafından en iyi şekilde yaşanmış, sonraki nesiller onlara bakarak dini
yaşamışlardır. Kıyamete kadar insanlar onların izlerini takip ederek cennetlere
ulaşabileceklerdir. Sahabenin hepsi adalet sahibi, Allah'ın hususi olarak
seçtiği kulları ve peygamberlerden sonra en hayırlı insanlardır. Onları tenkid
etmek, sahih rivayetlerini ta'n etmek, Kur'an'ı ve Rasülüllah'm sünnetini
kabul etmemek demektir. Zira dini nakleden insanlar onlardır. Sahabe, Kur'an'm
semavi dssip-linleriyle yoğrulup şekillenmiş aşkın bir topluluktur. Onlar,
ruhta ve manada Kur'an'm pratikleşmiş tercümanlarıdır. Avvam b. Havşeb (Rh.a.)
şöyle buyuruyor: "Bu ümmetin ilklerini gördüm şöyle diyorlardı;
Rasûlüllah'ın ashabının güzelliklerinden bahsedin ki, gönülleriniz onlara
açılsın." Sahâbe'den hayatlarına izler taşımayanlar, sahabe hakkındaki
hüsnü niyetlerini devam ettiremezler. Bu nedenle diyoruz ki; çileleriyle
yeryüzünü insanca yaşanabilir hale getiren peygamberler ve onların ilk
muhataplarını hayatın yörüngesine oturtmayan anlayışlar, bizi hiçbir zaman
tevhidi bir dünyaya ulaştıramazlar.
"Rasûlüllah
(sav)'ın ashabı ve cemaatı her ne itikad üzere ise biz dahi o itikad
üzereyiz" diyenler, ashâb-ı kıram'ı fıkhetmek/anlamak
mecburiyetindedirler. Ashâb-ı kiram, Rasûlüllah (sav)'ı üsve-i hasene/güzel örnek
ve önder kabul etmiş mü'minlerin örnek insan hasretini gideren biricik
nesildir. Çünkü İslâm'ın ilk günlerini idrak etmek, ilk İslâm Medine'sini,
cemiyetini, devletini ve medeniyetini anduru tevhid
inancı üzerine kurmak ve devamı için
gerekli hizmetleri başlatmak, bunları tamamen insanî zemin ve şartlarda
yapmak, dünyayı dönüştürmek, İslâm'ın hükümlerini uygulamalı olarak insanlara
hediye etmek, bütünüyle ashâb-ı kiram'a ait bir meziyettir. Nasıl ki, mü'minler
için Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği nassı Kur'an ile sabit ise, ashâb-ı
Kiram'm mü'minler için hayat modeli oluşu da aynen nassı Kur'an ile sabittir.
Allahû Teâla buyuruyor:
"Şanım hakkı için muhakkak ki sizin için Rasûllülah'da
pek güzel bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da
Allah'ı çok zikreden kimseler için.” [8]
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında
bulunanlar da kâfirlere karşı şiddetli/çetin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf
ve rıza isterler. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların
Tevrat'taki vasıllarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini
yarıp çıkarmış, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine
dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah
böylece onları çoğaltıp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah iman
edip salih amel işleyenlere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.”[9]
Görüldüğü gibi,
sahâbe-i kiram; kalbi imanlı, alnı secdeli "yârını cami, ağyarını
mani" diriliş ve direnişi hayatında bütünleştirmiş bîr nesildir.
Sahabeler, toplumların doğruyu aramasında ve pratiğe geçirmesinde en etkili ve
en güçlü model olma özelliklerini kıyamete kadar koruyacaklardır. Şunu bilelim
ki; Allahû Teâla, insanlara hayatlarında tabi olacakları kaideleri, mücerret
fikirler halinde değil, onları bizzat uygulayan örnek ve önder şahsiyetler,
yani peygamberler vasıtasıyla somut örnekler halinde göndermiştir. Elbetteki müslümanlar
için örnek ve önder şahsiyet, Peygamberimiz (sav)'dir. Ancak İslâm dinini
Allahû Teâla'nın muradına uygun bir şekilde anlama ve yaşama hususunda Peygamber(sav)'den
sonra müracaat edilecek kaynak nesil ashâb-ı kiram'dır.
İslâm dinini Allahû
Teâla'nın muradına uygun şekilde anlama ve yaşama hususunda Peygamber
(sav)'den sonra Ashâb-ı kiram, su gibi, hava gibi bir ihtiyaçtır. Nasıl ki,
Allahû Teâla Peygamberi Hz. Muhammed'in gönlünü diğer peygamberlerin
kissalarıyla pekiştirmişse, aynen nun gibi İslâm ümmetinin de kalbi ashâb-i
kiram'ın hayat tablolarıyla kişir, kuvvetli hale gelir. Allahû Teâla buyuruyor:
“Peygamberlere ait Kıssalardan/haberlerden kalbini
yatıştıracak ınlardan her türlüsünü sana kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da na
bir hakikat, müminlere de bir öğüt ve ibret gelmiştir.” [10]
Genelde insan olarak,
özelde ise mü'min olarak hepimizde varolan “Benimseme",
"İmrenme" ve "Benzeme" ihtiyaçlarını doğru gidermek için
Rasûlüllah (sav)'ı mutlak üsve-i hasene edinerek ashâb-ı kiram'ı del olarak hayatımızın
merkezine oturtmamız şarttır: Ashâb-ı kiram'ı ğru fıkhedersek ve onların
hayatlarından kendi hayatımıza izler taşırsak, İslâmî hayatı yeniden inşâ etme
imkânımız doğar. İşte biz de bu durumu dikkate alarak, hepimizde varolan
"Benimseme", "imrenme" ve enzetne" ihtiyaçlarını
yanlış gidermemek için Rasûlullah (sav)'in bereketli bakışlarına mü'min olarak
muhatab olmuş ve mü'min olarak da nüş sahâbe'yi gündeme taşıdık.
Ashâb-ı Kiram'ı
gündeme taşırken, asılsız bilgilere, İslâm akaidi ile lisen ve çatışan
rivayetlere itibar etmedik. İnancımız o ki; Ashâb-ı râm'ı kulaktan dolma
birtakım asılsız bilgilerle, İslâm'ın nasslarıyla lisen ve çatışan bir takım
övgü merkezli hikâyelerle gündeme taşımak; iye sevabı değil, azabı getirir.
Ashâb-ı Kiram dinde temel olduğuna göre, sahabelerin siyerlerinin ve
siretlerinin sağlam rivayetlere, güvenilir ynaklara dayanması gerekir. Kimin
kaleminden çıkarsa çıksın, kimin lamına dayanırsa dayansın, sahabelere izafe
edilen durumların İslâm'ın kümleriyle ve bu hükümlerin temel maksadlarıyla
çelişmemesi ve tışmaması gerekir. Aksi bir durum vebali azimdir.
"Fıkhu's
Sahabe" ismini verdiğimiz bu eserde önce "Rasûlüllah'ın medresesinde
yetişen örnek nesil, model topluluk Ashâb-ı Kiram kimdir? İslâm'ı nasıl
anladılar? İslâm'ı nasıl yaşadılar? İslâm'ı insanlara sil ulaştırdılar ve
Rasûlüllah (sav) ile birlikte ne gibi inkılaplar ve ğişiklikler
gerçekleştirdiler?" suallerine cevap bulmaya çalıştık, alduğumuz
cevaplardan kendimiz için dersler çıkarmaya gayret ettik, ancımız o ki; Saadet
çağını, kıyamete kadar tüm zamanlarda ve mekânlarda yeniden inşâ edebilmek
ashâb-ı kiram'ı hayat modeli edinmek ve onlardan izler taşımak şartıyla
mümkündür.
Allah'ın arzında
yeniden Asr-ı Saadeti inşâ etme sevdası olan herkes için ashâb-ı kiram'ın
herbiri bir model ve bir pusuladır. Bu eseri hazırlamaktaki maksadımız;
Ashâb-ı Kiram'ı fıkıhlarıyla birlikte fıkhedip, onların hayatlarından kendi
hayatımıza, günümüzün insanına ve çağımıza eskimez izler taşımaktır.
Çalışma bizden,
başarıya ulaştırmak Allahû Teâla'dandır.
Mustafa Çelik
Mayıs 2003 Ş. Urfa
Ashâb-ı Kiram
Ashâb-ı Kiram'ın
Değeri
Ashâb-ı Kirâm'ın
etrafındaki Şüpheler
Ashâb-ı Kiram Ümmetin
Usûlüdür
Ashâb-ı Kiram cennet
Neslidir
Ashâb-ı Kiram Hidâyet
Öncüleridir
Ashâb-ı Kiram Mucize
Nesildir
Ashâb-ı Kiram Hayırlı
Nesildir
Ashabı Kiram'ın
mahiyetini açıklamak
Ashabı Kirarn'ın
Dindeki yerini izah etmek
Ashâb-ı Kiram in
etrafında oluşturulan şüpheleri saymak
Ashâb-ı Kiram etrafında
oluşturulan şüpheleri bertaraf etmek
Ashâb-ı Kirâm'ın İslam
Ümmetinin Usûlü olduğunu bilmek
Ashâb-ı Kiram ve
cennet ilişkisini açıklamak
Hidâyet öncülerinin
kimler olduklarını beyan etmek
Ashâb-ı Kiram'ın nasıl
mucize nesil olduğunu izah etmek
Ashâb-ı Kiram’ın niçin
hayırlı nesil olduğunu açıklamak
Allah'ın dinini
anlamada ve yaşamada Ashâb-ı Kirâm'a duyulan ihtiyacı beyan etmek Din,
Peygamber ve Sahabe ilişkisini izah etmek
Ashâb; Rasûlüllah
(sav)'ı gören ve kendisine iman ederek tabi olan yürek ve bilek sahibi
sadıklara denir. Allahû Teala buyuruyor:
"Ey Nebi! Allah ve mü'minlerden sana tabi olanlar
sana kâfidir.”[11]
Bu ayet-i Kerime'de
geçen "Sana tabi olan
mü'minler" den murad; Ashâb-ı Kiram'dır. [12] Ashâb-ı
Kiram; Peygamber efenedimizi hayatta iken ve peygamber olarak bir ân gören,
eğer âmâ ise bir ân konuşan mü'minlere denir. Tek kişiye "Sahâbî"
denir. Birkaç tânesine "Ashâb" veya "Sahabe" denir.
Sahabe mefhumunun
"sohbet" ten müştak olduğu hususunda ehl-i lügat ihtilaf etmemiştir.
Bu sohbetin çok veya az olması şart değildir. [13]
Sohbet, örf-i lügavide yâru hemdem olmak manasına geldiğinden yâru hemdem sahib
denir. Sahibin cem'i sahb veya cemü'l cem'i ashâb'dır. Sahabe de şazz bir cem'i
olarak ashâb manasınadır. Sahabeden bir ferd manasına sahâbi de sahib makamında
kesirü'l isti'smal'dir. [14] Örf
de sahâbî; Rasûlüllah (sav)'ı görüp kendisiyle uzun veya kısa zaman sohbet eden
kimsedir. Velev ki, Rasûlüllah (sav)'den hiçbir şey rivayet etmemiş olsun.[15]
Evet, Ashâb; Peygamber
Efendimize iman ederek O'nu gören ve müslüman olarak ölen kimselere denir.
İslâm ıstılahında "Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları" için, daha
geniş kapsamıyla Rasûlüllah'ı gören müminler için kullanılmıştır. Sahâbî ve
çoğulu olan sahabe terimleri de aynı manayı ifade eder.
Sahabe kavramı
hakkında muhtelif tarifler yapılmıştır. Ancak yapılan bu tariflerin içerisinde
ulema nezdinde takdire layık görülen tarif, İbn-i Hacru’l Askalanî (Rh.a.)'ın yapmış olduğu tariftir.
İbn-i Hacru'l Askalanî (Rh.a.) sahâbiyi şöyle tarif ediyor: "Sahâbi;
Rasûlüllah (sav) ile bir araya gelmiş, Rasûlüllah (sav)'e iman etmiş ve İslâm
üzerinde ölmüş zattır." Yapılan bu tarife göre peygamberle bir araya gelip
uzun zaman meclisinde bulunan da, kısa zaman bulunan da dahil olur. Diğer
taraftan Peygamber (sav)'den hadis rivayet eden de etmeyen de girer. îster
Rasûlüllah (sav) ile birlikte savaşa gitsin, ister gitmesin hiç fark etmez.
Rasûlüllah (sav)'ı bir defa görse, fakat onunla oturmasa, yahut körlük gibi bir
arızadan doîayı onu görmese dahi sahâbi olur.
"Ona iman
etmek" kaydıyla, onunla biraraya gelen kâfir bir kimse, sahâbilik
mefhumundan çıkar. Çünkü o iman etmemiştir. Bu kâfir bilahare iman etse dahi,
imandan sonra ikinci kez peygamberle görüşmediği takdirde sahâbi olmaz.
“İslâm üzerinde
ölmüştür" kaydıyla peygamberle karşılaşan ve Peygamber (sav)'e iman eden,
sonra irtidat eden ve dinsizliği üzerinde ölen kimseler çıkmış oluyor. Allah
bizi ve bütün müslümanlan böyle bir durumdan korusun. Böyle kimseler pek azdır.
Rasûlüllah (sav)'e iman ettikten sonra dininden dönen, Rasûlüllah (sav) ölmeden
önce tekraren İslâm'a giren bir kimse, isterse Resûl-i Ekrem (sav) ile bir
araya gelsin, isterse gelmesin, sahabî tarifine dahildir. Bu tarif, Buharı ve
şeyhi Ahmed İbn-i Hanbel ve onlara tabi olan kimseler gibi tetkikçi Serin
katında en seçkin tariftir. Bunun ötesinde bir çok görüşler vardır ki, hepsi
şazdır. [16]
Sahabe sayılabilmek
için az da olsa Resûlüllah (sav) ile görüşmek şarttır. Bu sebeple Hz.
Peygamber döneminde yaşamış, O'na iman etmiş, hatta O'nunla haberleşip
yazışmış, O'na destek sağlamış kişiler ashâbtan sayılmaz. Meselâ o dönemin
meşhur Habeşistan Kralı Necâşî Ashame böyledir. İyiyi kötüden ayırdedebilecek
temyiz yaşında Peygamber Efendimiz'i gören çocuklar ise ashâbtandır. Meselâ Hz.
Peygamber'in iki torunu Hasan ile Hüseyin'in durumu böyledir. Hz. Peygamber'e
iman eden ilk kişi olarak ilk sahabî, Resûlüllah'ın mübarek eşi Hz. Hatice'dir.
Son sahabî ise, genellikle kabul edildiğine göre 100/719 senesinde vefat eden
Ebü't-Tufeyl Âmir b. Vasile el-Leysî el-Kinânî'dir. Bu tarihten sonra yaşayan
bir sahabînin varlığı bilinmemekle beraber İslâm âlimleri, Hz. Peygamber'in
hayatının sonlarında söylediği:
"Yüz sene sonra bugün yaşayanlardan hiç kimse hayatta
kalmayacaktır.” [17] hadîsine dayanarak ashabın bulunabileceği son zaman
sının olarak 110/729 senesini belirlemişlerdir. İslâm aleminde çok sonraki
dönemlerde bile zaman zaman görüldüğü gibi artık bu tarihten sonra sahabî
olduğunu iddia edenler çıksa da onlara itibar edilmez. Sahabenin mutlaka Hz.
Peygamber (sav)'i bir an da olsa görmüş veya sohbetinde bulunmuş olması
gerekir. Âmâlık, sağırlık veya dilsizlik gibi sebeplerle, görme ve sohbetten
biri gerçekleşemezse, bu durum sahabî olmaya engel değildir. Nitekim Ashabın ileri
gelenlerinden ve Peygamberimiz'in müezzinlerinden olan Abdullah İbn Ümmi
Mektûm, âmâ olduğu için Hz. Peygamber'i görememiş fakat, sohbetlerinde
bulunmuştur.
Hz. Peygamberi dünya
gözüyle görmek şarttır. O'nu (sav) rüyasında görenler sahâbi sayılmaz. Hz.
Peygamber (sav)'i kendisine peygamberlik gelmeden önce gören veya O'nunla
sohbet eden, fakat peygamberlikten sonra göremeyen kişi de sahabî sayılmaz.
Peygamberlikten sonra
Rasûlullah (sav)'i gören kimsenin müslüman olması ve daha sonra dinden çıkmış
olmaması gerekir. Binaenaleyh; henüz müslüman değilken Peygamberimizi gören bir
kimse daha sonra müslüman olsa ve Hz. Peygamber (sav)'i göremese, sahâbi
sayılmaz. Yine, müslümanken Hz. Peygamber (sav)'i gören ve sahabî olan bir
kişi, daha sonra irtidat edip dinden çıksa, sahâbîlikten de çıkar. Ancak,
tekrar müslüman olur ve Hz. Peygamber'i görürse yine sahabî olur.
İslâm'ın en güzel ve
doğru bir şekilde öğrenilebilmesi için Hz. Peygamberin, dolayısıyla Ashâb-ı
Kirâm'ın hayatım iyi bilmek gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) ve O'nunla içice
yaşamış olan Ashâb-ı Kiramın hayatında müslümanlar için çok güzel örnekler
vardır. Alimler, Hz. Peygamberin hayatını tafsilatlı bir şekilde tesbit
ettikleri gibi, ashabın hayatıyla ilgili bilgileri de tesbite gayret
etmişlerdir. İslâm'ın ilk asırlarından itibaren sahabe biyografilerini tesbit
için pek çok eser yazılmıştır. Bu kitaplarda sahabe, ya Hz. Peygambere yakınlık
ve fazilet derecelerine göre veya isimlerine göre alfabetik bir şekilde ele
alınmıştır. Bu tür kaynaklarda toplam olarak ancak, 10.000 kadar sahabenin
hayatı hakkında bilgi verilmektedir. Aslında Ashabın sayısı kesin olarak tesbit
edilebilmiş "değildir. Ancak genellikle Hz. Peygamber vefat ettiği zaman
314.000 sahabînin bulunduğu kabul edilir. Hayatları kitaplara geçen sahâbîler;
tanınan, bilinen, çeşitli özellikleriyle
meşhur olan kimselerdir. Hayatlarıyla ilgili bilgiler sonraki asırlara intikal
etmeyen veya Mekke-Medine gibi önemli merkezlerden uzakta yaşıyan sahâbîlerin
isim ve hayatları bu kaynaklarda yer almamıştır .
Hz. Peygamber'in
arkadaşları ve yakın dostları olan Sahâbe-i Kiram, O yüce Peygamber (sav)'in
şahsiyet ve dostluğundan çok istifade etmiş, kendilerine örnek alarak O'nun
istediği gibi müslüman olmaya çok gayret göstermişlerdir. İslâm'ın güçlenip
yayılması için canlarıyla başlarıyla çalışmışlar, bu yolda, ölüm de dahil olmak
üzere hiç bir şeyden çekinmemişler, Allah ve Rasûlünü, çoluk-çocuklarından,
mallarından, hatta canlarından daha çok sevmişlerdir; Allah yolunda hiç
çekinmeden yurtlarından hicret etmiş ve kanlarını akıtarak canlarını
vermişlerdir. Böylece Ashâb-ı Kirâm'ın, Hz. Peygamberle beraber olmaktan
kazandıkları üstünlükleri ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu ve benzeri
özelliklerinden dolayı sahabe, Kur'an-ı Kerîm'in müteaddit yerlerinde bizzat
Allahû Teâlâ tarafından, hadîsi şeriflerde de Peygamberimiz tarafından
methedilmektedir.
"Böylece sizi (Ashab-ı Kiram) vasat bir ümmet
yapmışızdır; insanlara karşı hakikatin şahitleri olasınız, bu Peygamber de
sizin üzerinize tam bir şahit olsun diye.”[18]
“Siz (sahabe) insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız.”[19]
“İslâm'da birinci dereceyi kazanan muhacirler ve ensar
ile onlara güzellikle tabi olanlar yok mu? Allah onlardan razı olmuştur. Onlar
da Allah'dan razı olmuşlardır. Allah bunlar için, kendileri içinde ebedî
kalıcılar olmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler hazırladı. İşte bu,
en büyük bahtiyarlıktır.”[20]
“O ağacın altında mu'minler sana bey'at ederlerken,
andolsun ki Allah onlardan razı olmuştur da kalplerindekini bilerek üzerlerine
manevî bir kuvvet (moral) indirmiş ve onları yakın bir fetih ile mükafatlandırmıştır.”[21]
"Muhammed Allah'ın Rasûlü'dür. O'nunla beraber
olanlar (ashâb) da kâfirlere karşı çetin ve metin, kendi aralarında
merhametlidirler. Onları rükû' edici, secde edici olarak görürsün. Onlar
Allah'dan daima fazl-u kerem ve rıza isterler. Secde izinden meydana gelen
nişanları yüzlerindedir.”[22]
Ehl-i Sünnet nazarında
ashabın büyük bir değeri vardır. Bu ve bunlara benzer bir çok Kur'an ayetinde
açıkça veya îmâ ile ashabın faziletinden bahsedilmiştir. Peygamber Efendimiz'in
pek çok hadîslerinde toplu olarak, ya da fert fert ashabın faziletine yer
verilmiştir ki, hemen hemen bütün ilk ve muteber hadîs kaynaklarında bu hadîsler,
"Fedâilü's-Sahabe Sahabenin Faziletleri': veya benzen başlıklar altında
toplanmıştır. Meselâ bu hadîslerinden birisinde Peygamber Efendimiz:
"Nesillerin en hayırlısı, benim neslimdir."
buyurmuştur. [23]
Bir başka hadîslerinde
de şöyle demiştir:
"Ashabım hakkında Allah'tan korkun, ashabım
hakkında Allah'tan korkun! Benden sonra onları kendinize hedef haline getirip
düşmanlık etmeyin! Kim onları severse bana olan sevgisinden dolayı sever. Kim
de onlara kin beslerse bana olan kini dolayısıyla böyle yapar. Kim onlara
eziyet ederse lana eziyet etmiş olur. Kim bana eziyet ederse Allah'a eziyet
etmiş demektir. Her kim de Allah'a eziyet ederse çok geçmeden Allah onun
belâsını verir.”[24]
Peygamber Efendimiz'in
Allah'tan alarak tebliğ ve yaşayışında tatbik ettiği veya bizzat kendisinin
koyduğu dînî esasların, daha sonraki müslüman nesillere ancak Ashaba dayanan
sıhhatli nakillerle ulaşabildiği düşünülecek olursa, İslâm açısından Ashâb-ı
Kiramın gerçekten bu övgülere ve kendilerine saygı gösterilmesi konusundaki
ikazlara lâyık oldukları açıkça anlaşılır. Bu sebeple ashâbtan birinden
bahsederken isminin arkasından "Radıyallâhü anh Allah ondan razı
olsun!" demek, bize düşen saygı görevinin gereğidir. İslâm dîninin
sıhhatli bir şekilde sonrakilere aktarılmasında temel unsur Ashâb olduğu
içindir ki Ehl-i Sünnet âlimlerine göre Kur'an ve Sünnet'in de övgüsüne nail
olan Ashâb-ı Kiram, tamamıyla adalet ve itimat sahibidirler.
Sahâbe-i Kiram bir
pervane gibi Peygamberimiz'in etrafında dolaşır ve O'ndan (sav) bir şeyler
öğrenmeye gayret ederdi. Çeşitli dünya meşgalelerinden dolayı Hz. Peygamber'in
yanına gelemeyenler, ertesi günü başkalarına sorarak eksiklerini giderirlerdi.
Bazıları İslâm'ı öğrenmek için,
boğaz tokluğuna Peygamberimiz (sav)'i takip eder bazıları da Efendimiz'in
sözlerini yazarak tespit etmeye çalışırdı. Ashâb, Hz. Peygamber'i dinlerken
sanki baslarında birer kuş var da, hareket etseler uçup gidecekmiş gibi pür
dikkat kesilir, ayrıldıktan sonra da duyduklarını daha iyi öğrenebilmek için
aralarında müzakere ederlerdi!
İslâm'dan önceki
ümmetler, peygamberlerinin hayatı, sözleri ve davranışları ile ilgili bilgileri
daha sonraki nesillere sıhhatli bir şekilde ulaştıramamışiardır. Diğer
hususlarda olduğu gibi, müslümanlarm bu hususta da üstünlüğü vardır. Ve bu
üstünlük Ashâb sayesinde olmuştur. O da, Hz. Peygamber'in hayatı ile ilgili -en
ince ayrıntısına kadar- bilgileri, O'nun sözlerim, davranışlarım, takrirlerini,
ahlâkî ve cismanî özelliklerini... sonraki nesillere sağlıklı bir şekilde
aktarmadadır. Bugün, Hristiyanlar Hz. İsa'nın, Yahudiler Hz. Musa'nın sözlerini
-İncil ve Tevrat dışındakileri- ancak kulaktan dolma, esâtîr uydurulmuş
hikâyeler halinde, mesnetsiz bilgiler olarak elde edebilmektedirler. Halbuki
müslümanlar, Peygamberimiz'in binlerce, onbinlerce hadis ve sünnetine, senedli
bir şekilde ve tâ o zamana kadar uzanan yazılı belgeler halinde sahip
durumdadırlar. Müslümanlar bunu Ashâb'a borçludurlar. Onlar, Peygamberimizden
duydukları, yazdıkları hadisleri hiçbir değişikliğe uğratmadan, kendilerinden
sonrakilere ulaştırmışlar ve bunu bir ibadet vecdi ile yapmışlardır. Daha sonra
gelen nesiller de hadisleri aynı şekilde bir sonrakilere naklederek günümüze
kadar sağlam bir şekilde gelmesine hizmet etmişlerdir.
Peygamberimiz (sav)'in
vefatından ve Hz. Ömer (r.a) zamanındaki fetihlerden sonra İslâm devletinin
muhtelif bölgelerine dağılan bazı sahâbîler, oralarda bereketli birer ilim
merkezi oluşturmuşlar ve yeni müslüman olanlara İslâm'ı ve Hz. Peygamber'in
sünnetini öğretmişlerdir. Böylece, İslâm dininin sağlam bir şekilde Arap
yarımadası dışına yayılması da, Ashâb'ın yaptığı hayırlı hizmetler vesilesiyle
olmuştur.
Ancak Ashâb'in İslâm'a
girişleri ve hizmetleri, İslâm uğruna çektikleri çileler ve gösterdikleri
çabalar, hicretler ve gazveierdeki durumlarının üstünlüğü yanısıra; her şeye
rağmen birer insan oldukları da gözönünde bulundurulduğunda, Ashâb'ın hepsinin
birbiri ile aynı değerde olmayacağı aşikardır. Bu bakımdan, farklı görüşler de
bulunmakla beraber derece itibariyle Ashâb-ı Kiram genellikle oniki tabakaya
ayrılmıştır:
1. Aşere-i mübeşşere
(Cennetle müjdelenen on sahâbî ki bunların başında ilk dört halife gelir) ve
Hz. Hatice, Hz. Bilâl gibi ilk müslüman olanlar,
2. Hz.
Ömer'in müslüman oluşu sırasında müşriklerin Dâru'n-Nedve'de durum müzakeresi
yaptıkları zamana kadar müslüman olanlar,
3. I. ve II.
Habeşistan hicretine katılan ashâb,
4. I. Akabe Bey'atı'nda bulunan sahâbîler,
5. II. Akabe
Bey'atı'na katılanlar,
6. Peygamber
Efendimiz, hicreti sonunda Küba'ya geldiği zaman orada Rasûlüllah'a kavuşup
Medine'ye yerleşen muhacirler,
7. Bedir Gazvesi'ne katılan Ashâb-ı Kiram,
8. Bedir
Savaşı ile Hudeybiye Musâlahası arasında hicret edenler,
9.
Hudeybiye'de yapılan Bey'atü'r-Rıdvân'a katılanlar,
10.
Hudeybiye Musâlahası ile Mekke fethi arasında hicret edenler,
11.
Mekke'nin fethedilmesi üzerine müslüman olan Kureyşliler,
12. Hz.
Peygamber'i Mekke Fethi sırasında, Veda Haccı'nda veya bir başka yerde gören
çocuklar.[25]
Bundan daha detaylı
bir taksime, Abdülkahir ei-Bağdâdî'de rastlıyoruz:
1. İslâm'a
ilk girenler.
2. Hz. Ömer
(R.a) Müslüman olduğu zaman İslâm'a girenler.
3. Habeşistan'a
ilk hicret edenler.
4. Birinci
Akabe bey'atmda bulunanlar.
5. İkinci
Akabe bey'atmda bulunanlar.
6. Hz.
Peygamber (sav) ile birlikte Medine'ye hicret edenler ve Medine'ye girmeden
önce Küba'da iken O'na yetişenler.
7. Hz.
Peygamber (sav)'in Medine'ye girmesinden Bedir savaşma kadar geçen sürede
hicret edenler.
8. Bedir
savaşına katılanlar.
9. Uhud
savaşında bulunanlar.
10. Hendek
savaşında bulunanlar.
11. Hendek
savaşı ile Hudeybiye musalahası arasında hicret edenler.
12. Rıdvan
bey'atında bulunanlar.
13. Hideybiye
ile Mekke'nin fethi arasında hicret edenler.
14. Mekke'nin
fethi günü Müslüman olanlar.
15.
Mekke'nin fethinden sonra grup grup İslâm'a girenler.
16. Efendimiz
dönemine yetişen ve O'ndan az bir miktar (hadis dinleyip) rivayette bulunan
çocuklar.
17. Veda
Haccı esnasında Rasûlüllah (sav)'e getirilen çocuklar. Bunların doğrudan
Rasûlüllah (sav)'den rivayetleri sahih değildir (arada vasıta vardır). [26]
Diğer taraftan Ashâb
arasında büyük değeri haiz olanlar, Muhacirun [27] ve
Ensar [28] diye
adlandırılan iki temel zümre olmuştur. Sahâbelik vasfının her sahabe için
üstünlükte aynı dereceyi ifade etmediği açıktır. İslâm'a ilk girenler, hicret
edenler (Muhacirun), hicret edenleri bağrına basıp onları kendilerine tercih
edercesine fedakârlıkta bulunanlar (Ensar), Rasûlüllah (sav) ile savaşlara
katılanlar... ile daha sonraki dönemlerde İslâm'a girenlerin veya Rasûlüllah
(sav)'in son dönemlerinde dünyaya gelip, O'nu görme şerefine ancak çocukken
erebilenlerin sahâbîîik faziletinin aynı seviyede olmayacağı bedihidir.
İslâm âleminde,
Ashâb'm faziletine, menkıbelerine ve hayatlarına dair bir çok eser yazılmıştır.
Bunlar içerisinde en hacimli ve muhtevalısı, îbn Hacer el-Askalânî'nin (ö. 852)
"el-İsâbe fi Temyizi 's-Sahâbe" adlı kitabıdır. Bunun dışında şu iki
kaynak da büyük önem taşımaktadır: İbn Abdilberr (ö. 463), "el-İstîâb fi
Ma'rifeti'l-Ashab"; İbnu'l-Esîr (ö. 630), "Üsdu'l-Gâbe fi
Ma'rifeti's-Sahabe" adlı eserleridir..
Ashâb-ı Kiram'a değer
veren bizzat Allahû Teâla'dır. Çünkü Allahû Teâla, Ku’ran-ı Kerîm'de sahabe-i
kiram'ı övüyor. Bakınız İmam-ı Kurtubî (Rh.a.) kendi tefsirinde şunları
kaydetmiştir: "ez-Zübeyr [29] m
soyundan gelen Ebu Urve ez- Zübeyrî şunu rivayet etmektedir: Malik b. Enes
(Rh.a.) yanında idik. Rasûlüllah (sav)'in ashabının değerini küçümseyen bir
adamdan söz ettiler. Malik b. Enes (Rh.a.), Kur'an-ı Kerîm'in şu ayetini;
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber
bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirier. Onları
rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler.
Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Bu, onların Tevrat'taki
vasıflarıdır. İncil'deki vasıfları da şöyledir: Onlar filizini yarıp çıkarmış,
gittikçe onu kuvvetlendirerek kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine
benzerler ki bu, ziraatçıların da hoşuna gider. Allah böylece onları çoğaltıp
kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah inanıp salih amel işleyenlere
mağfiret ve büyük bir mükâfat vaad etmiştir.” [30] okudu. Sonra dedi ki: İnsanlar arasından kalbinde
Rasûlüllah (sav)'m ashabından birisine olsun bir kin bulunduğu halde sabahı
eden bir kimseyi bu ayet çarpar. Bunu el-Hatib Ebu Bekir zikretmektedir.
Derim ki: Gerçekten de
Malik b. Enes (Rh.a.) çok güzel söylemiş ve ayeti böyle te'vil etmekte isabet
etmiştir. Onlardan birisinin değerini küçük gören yahut yaptığı rivayette
birilerine dil uzatan bir kimse, alemlerin Rabbi olan Allah'ın buyruğunu
reddetmiş, müslümanların şeriatını iptal etmiş olur. Çünkü Allahû Teâla:
"Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında
bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." diye buyurmaktadır. Yine Allah (cc):
"Andolsun ki ağacın altında sana bey'at
ederlerken, Allah mü'minlerden razı olmuştur.” [31] diye buyurmuştur kî onlara övgüleri ihtiva
eden, onların lehine doğrulukla ve
kurtuluşa ermekle tanıklığı ihtiva eden daha bir çok ayet-i kerime vardır. Allahû
Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Mü'minler arasında Âllah'a verdikleri sözde
içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardir.”[32]
“Bîr de hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından
ve mallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar; Allah'a ve
Rasûlü’ne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.”[33]
Allahû Teâla,
onların/sahabelerin o zamanki hallerini ve sonunda işlerinin nereye varacağım
bilmekle birlikte bu buyrukları indirmiştir.
Rasûlüllah (sav) de:
"İnsanların en hayırlıları benim çağdaşlarımdır.
Sonra onların arkasından gelenlerdir.”[34] diye buyurmuştur.
Ashabıma sövmeyin/dil
uzatmayın. Sizden herhangi bir kimse, Uhud dağı kadar altın infak etse dahi,
onlardan herhangi birisinin harcadığı bir müde, hatta onun yarısına dahi denk
olamaz.[35]
Rasûlüllah (sav) başka
bir hadiste şöyle buyurmaktadır:
"Sizden herhangi bir kimse yeryüzünde bulunanın
tamamını infak edecek olsa bile, onlardan birisinin harcadığı bir mü ve hatta
onun yarısı kadar dahi olamaz.”[36]
el- Bezzar'da Cabir
(R.a.)'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis rivayet edilmiştir:
Şüphesiz Allah
ashabımı Nebiler ve Rasüller hariç bütün alemlere üstün kılıp seçmiştir. Benim
ashabımdan da dört kişiyi seçmiştir. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali'yi
kastetmektedir ve onları benim ashabım
kılmıştır.[37]
Uveym b. Saide şöyle
demiştir: Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:
"Aziz ve Celil olan Allah beni seçti. Benim için
de ashabımı seçti. Onlar arasından bana vezirler, damatlar ve dünürler kıldı.
Kim onlara söverse, Allah'ın, Meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine
olsun. Allah kıyamet gününde ondan ne bir tevbe, ne de bir fidye kabul etmesin.”[38]
Bu anlamdaki hadis-i
şerifler pek çoktur. O halde sahabelerden herhangi birisine dil uzatmaktan
çokça sakınmak lazımdır. Dine dil uzatan kimsenin yaptığı gibi yaparak şöyle
demekten sakınmak gerekir. Güya muavvizeteyn [39] Kur'an'dan
değilmiş. Bunların Kur'an'da yazılacaklarına ve indirilen Kur'an arasında bunların
yer aldıklarına Rasûlüllah (sav)'den sahih bir hadis gelmemişmiş. Bundan tek
bir istisna ise Ukbe b. Amir'den gelen rivâyetmiş. Ukbe b. Amir ise zayıfmış;
ondan başkası bu hususta ona muvafakat etmemiş, bundan dolayı da onun rivayeti
bir kenara bırakılmalıymış. Ancak bu daha önce Kitab ve Sünnetten sözünü
ettiğimiz delilleri reddetmek, ashâb-ı kiram'm din diye bize naklettiklerini
çürütmek demektir. Ukbe b. Amir b. İsa el-Cühenî, iki sahih Kitab olan Buharı
ve Müslim'de ve diğerlerinde bize şeriatın rivayetini nakledenlerden birisidir.
Dolayısıyla o yüce Allah'ın övdüğü, niteliklerini belirttiği, kendilerinden
övgüyle sözettiği mağfiret ve büyük mükâfat vaat ettiği kimselerdendir. Rasûlüllah
(sav)'ın veya O'nun ashabından herhangi birisinin yalan söylediğini iddia eden
bir kişi, şeriatın dışına çıkmış olur. Yani Kur'an-ı Kerîm'i reddetmiş,
Rasûlüllah (sav)'e dil uzatmış olur. Sahabelerden her hangi birisinin yalancı
olduğu söylenecek olursa, ona dil uzatılmış, sövülmüş olur. Çünkü Allah'ı inkârdan
sonra, yalandan daha utanılacak, ondan daha ayıp ve ondan daha büyük bir iş
yoktur. Rasûlüllah (sav), ashabına dil uzatıp, onlara şovenleri lanetlemiştir.
Onların en küçüklerini -ki aralarında küçük kimse olmaz- dahi yalanlayan bir
kimse, Rasûlüllah (sav)'in tanıklık ettiği ve ashabından birisine söven
yahutta onun aleyhine söz söyleyip dil uzatan herkesin yakasından ayrılmaz bir
ceza olarak tesbit ettiği Allah'ın lanetinin kapsamına girer.
Ömer b. Habib
(Rh.a.)'den şöyle rivayet edilmektedir: Harun er-Reşid'in meclisinde bulundum.
Bir mesele sözkonusu edildi, hazır bulunanlar o mesele hakkında tartışıp
durdular, sesleri yükseldi. Aralarından birisi Ebu Hüreyre (R.a.)'nin, Rasûlüllah
(sav)'den rivayet ettiği bir hadisi delil gösterdi. Onlardan birisi hadisin
merfu olduğunu belirtti, derken karşılıklı iddialar ve tartışmalar artıp durdu.
Nihayet onlardan birisi: Rasûlüllah (sav)'in böyle bir hadis söylediği kabul
edilemez. Çünkü Ebu Hüreyre yaptığı rivayetlerde itham altındadır. Hatta onun
yalan söylediğini açıkça bildirmişlerdir, dedi. Ben Harun er-Reşid'in bu kesime
meylettiğini, onların sözlerini desteklediğini görünce şöyle dedim:
"Bu hadis
Rasûlüllah (sav)'den sahih olarak gelmiştir. Ebu Hüreyre (R.a.) de Rasûlüllah
(sav)'den olsun, başkasından olsun yapmış olduğu bütün rivayetlerde doğru
sözlüdür ve yaptığı nakiller sahihtir." Harun er-Reşid bana kızgın bir
şekilde baktı. Ben de meclisten kalkıp evime gittim. Aradan fazla zaman geçmeden
bana;
"Harun
er-Reşid'in postacıbaşı kapıda" dediler. Yanıma geldi ve bana şöyle dedi:
"Mü'minlerin
emirinin çağrısını öldürülecekmişsin gibi kabul et ve gel. Hanutununu, kefenini
de geyin." Ben de şöyle dedim:
"Allah'ım! Sen de
biliyorsun ki ben Senin Peygamberinin sahabesini savundum ve Peygamberinin
ashabına dil uzatılmasın diye Peygamberini yücelttim. Ondan gelecek zarardan
Sen beni koru."
Altından bir tahtın
üzerinde oturmuş olduğu halde Harun er-Reşid'in huzuruna alındım. Kollarını
sıvamış, kılıcı elinde ve önünde de kafası uçurulacak kimseler için serilen
deri de vardı. Beni görünce bana:
"Ey Ömer b.
Habib! Senin bana söylediğin şekilde şimdiye kadar hiçbir kimse bana karşı söz
söylemiş ve savunmuş değildir" dedi. Ben de:
"Ey Mü'minlerin
Emiri! Senin söylediğin ve uğrunda tartıştığın görüş Rasûlüllah (sav)'ı ve onun
getirdiklerini küçültücüdür. Çünkü eğer onun ashabı yalan söyleyen kimseler ise
şeriat de batıl demektir. Farzlar, oruç, namaz, talak, nikâh ve hadlere dair
hükümlerin tümü reddolunur ve makbul olamaz."
Bunun üzerine Harun
er-Reşid kendisine geldi, düşündü, sonra da:
"Ey Ömer b.
Habib! Bana hayat verdin. Allah da sana hayat versin" dedi ve bana onbin
dirhem verilmesini emretti."
Ben derim ki: Ashâb-ı
Kiram'ın tümü adaletlidir. Allah'ın gerçek veli kulları ve seçkinleridir.
Nebilerden ve Rasûllerden sonra bütün insanlar arasında seçtiği kimselerdir.
Ehl-i sünnetin mezhebi ve bu ümmetin imamlarının bulunduğu cemaatin benimsediği
görüş budur. Kedilerine aldırış edilmeyen bir azınlık, ashabın durumunun
diğerleri gibi olduğunu ve dolayısıyla onların adaletlerinin de araştırılması
gerektiğini söylemiş ise de buna iltifat edilmez.
Onlardan kimisi işin
başındaki durumları iie sonraki halleri arasında fark gözeterek şöyle demiştir:
Onlar o vakit adalet sahibi idiler, fakat daha sonra durumları değişti. Aralarında savaşlar ve kan
dökmeler ortaya çıktı. Dolayısıyla araştırmada bulunmak kaçınılmaz bir şeydir.
Ancak bu reddolunur,
çünkü ashâb-ı kirâm'in hayırlıları ve faziletlileri -Ali, Talha, Zübeyr ve
diğerleri gibileri Allahû Teâla kendilerinden övgüyle sözedip, tezkiye ettiği,
kendilerinden razı olup onları razı ettiği ve "bir mağfiret ve büyük bir
mükâfat" vadetmiş olduğu kimseler bulunmaktadır. Özellikle Rasûlüllah
(sav)'ın verdiği haber gereğince cennetlik oldukları kesin olan "aşere-i
mübeşere" Peygamberlerinden sonra Peygamberlerinin bu hususu kendilerine
haber vermesi ile birçok fitnelerle ve cereyan edecek birçok olayla karşı
karşıya kalacaklarını bilmekle birlikte, kendilerine uyulacak önder
kimselerdir.
Bu durumlar onların
mertebelerini ve faziletlerini düşürmez. Çünkü bu işler içtihada dayalı işlerdi
ve her müctehid isabet etmiştir. [40]
Ashâb-ı Kiram,
vahyinin fikir işçileridir. Onların arasında zuhur eden farklı içtihadlar,
onların İslam ümmeti için hayat modeli olmalarına engel teşkil etmez.
Sahabelerin hem ittifakları ve hem ihtilafları İslam ümmeti için rahmettir.
İmam Beyhaki'nin tahric ettiği bir hadisi şerifte Rasûlüllah (sav) şöyle
buyuruyor:
"Allah'ın kitabından size herhangi bir hüküm
verilirse, onunla amel lazımdır. Terkedildiğinde özür kabul edilmez. Eğer
aradığınız hükmü Allah'ın kitabında bulamazsanız benim sünnetime tabi olunuz.
Sünnetimde de o hükme ait bir şey bulamazsanız, Ashâbım'ın sözlerine sanlınız.
Zira Ashâb'ım gökteki yıldızlar gibidir. Herhangi birinin sözünü alsanız
hidayet bulursunuz. Ashâb'ımın ihtilafı da sizin için bir rahmettir.”[41]
Görüldüğü gibi,
Ashâb-ı Kirâm'in arasındaki ihtilaf, onları tenkid etmek için bir sebeb
değildir. Aksine onların ihtilafı, İslam ümmeti için rahmet kabul edilmiştir.
Bundan ötürüdür ki, İslam uleması, Ashâb-ı Kirâm'in arasındaki ihtilafı rahmet
bilmiştir. Ömer b. Abdülaziz (Rh.a.) şöyle diyor: "Ashâb-ı Muhammed (sav)
ihtilaf etmeseydi, sevinmezdim. Çünkü onlar ihtilaf etmeseydi, İslâm ümmeti
için ihtilaf ruhsatı olmazdı.[42]
Sahabenin ittifakları bizim için örnektir, ihtilafları ise ibrettir. Her
ikisinden de istifade ederiz.”
Ashâb-ı Kiram, ittifak
halinde de, ihtilaf halinde de kıymetlidir. Ashâb-ı Kirâm'm kıymeti, değeri,
Allahû Teâla'nm onların temizliğinden, yiğitliklerinden haber vermesi,
kendilerinden razı olduğunu beyan etmesiyle sabit olmuştur.
Ashâb-ı Kiram,
Peygamberlerden sonra insanların en hayırlılarıdır. Herkim sahabelerin
yaptıklarını yaparsa, tıpkı onlar gibi hayırlılardan olurlar. [43] Rasûlüllah
(sav)'in ashabı hayırlıdır. Onların yolundan gidenlerde hayırlıdır. Sahabenin
kendi aralarındaki ihtilafları, bizim onlara uymamıza engel değildir. Onların
her halinde bizim için hayr vardır. Yeter ki, Ashâb-ı Kirâm'a tabi olmayı
başarabilelim.
Ashâb-ı Kiram, nezih
bir nesildir. Onların etrafında meydana getirilen şek ve şüpheler, İslâm dini
etrafında meydana getirilmek istenen şek ve şüphelere eşdeğerdir. Yani Ashâb-ı
Kirâm'm etrafında meydana getirilen şüpheler, İslâm'ın etrafında meydana
getirilmek istenen şüphelerden sayılırlar.
Ashâb-ı Kiram
düşmanlığı, İslam düşmanlığıdır. Ashâb-ı Kirâm'a şüpheyle bakan ve yaklaşan,
Rasûlüllah (sav)'e şüphe ile bakmış ve yaklaşmış olur. Sahabelere yapılan
saldırı, İslam'a yapılan saldırıdır. Bu nedenle diyoruz ki; her kim nesil
olarak ashâb-ı kirâm'ı kötüleyip aleyhtarlığını yaparsa, bizzat İslam'ın
aleyhtarlığını yapmış olur.
Ömer Nasuhi Bilmen
(Rh.a.) der ki: "Ashâb-ı Kiram, arasında münazaa/ihtilaf zuhur ettiği
zaman, ashâb üç fırkaya ayrılmıştı. Bir fırka, hakkm İmam Ali (r.a.) tarafında
olduğuna delil ile, ictihad ile bilmiş, ona yardımı iltizam eylemişti. Diğer
bir fırka da hakkın diğer tarafta olduğuna yine delil ile, ictihad ile kail
bulunmuş, bu tarafa meyletmişti. Üçüncü fırka ise tevakkuf etmiş/durmuş bir
tarafı diğerine delil ile tercih etmemişti.”
Binaenaley bu üç
fırkadan her biri kendi içtihadına göre amel etmiş, kendi zimmetine düşen
vacibi edaya çalışmıştı. Artık bunların haklarında ta'n ve melâmet için nasıl
mecal olabilir? Şu kadar var ki, cumhuru ehl-i sünnete göre; hak, İmam Ali
(R.a)'ın canibinde/tarafında idi. Muhalifleri ise hatâ yoluna salik bulunmuşlardı.
Fakat bu hatâ, bir hatâyi içtihadı olduğu cihetle melâmetten, ta'andan uzaktır,
tahkirden münezzeh, teşri'den beridir. Hz. Ali (R.a) şöyle demiştir:
"Kardeşlerimiz bize bağy ettiler, onlar ne kâfirdirler, ne de fasıktırlar.
Çünkü onların te'villeri vardır ki kendilerini küfr-ü fısktan meneder.” [44]
Sahabelerin hepsi
adildir. Onların adaletine Allah'ın Rasûlü, İslâm'ın imamları şahidlik
etmişlerdir. Kesinlikle bütün sahabe masum değildirler. Günahları vardır. Yani
Rasûlüllah (sav)'in hiçbir sahabesine "ismet" sıfatı vacip değildir.
Ehl-i sünnet ve'l Cemaat'in katında, Peygamberlerin dışında hiçbir kimseye
"ismet" sıfatı vacip değildir. Ancak sahabenin günahı sabit olan
adaletlerini yıkmada herhangi bir etkisi olmaz. Zira bundan korunmuşlardır.
İnsan olmanın bir gereği olarak onlardan bir hata sadır olsa, bu hata onların
bazılarının birtakım kebairi/büyük günahları işlemiş olduğu sabit olmuştur.
Onlar derhal o büyük günahtan vazgeçmeye ve o hatadan tevbe etmeye
koşuşurlardı. Onu telafi etmek için kendilerine had vurulmasına derhal razı
olurlardı. Nefislerini hesaba çeker, ona uymazlardı. Onlar salih amelleri çokça
işliyorlardı. [45]
Sahih bir yolla
sahabelerden sabit olanlar, eğer onların adil oluşlarında bir şüphe meydana
getirirse, bilinsin ki, bu ancak bir te'vil veya bir ictihad ile onlardan sadır
olmuştur. Onlar içtihadlarında yanılsalar dahi sevab sahibidirler. Çünkü vahyin
fikir işçiliği, mükâfaatsız değildir!
Müfessirin ulemadan
İmam Kurtubî (Rh.a.) şöyle diyor: "Sahabelerden hiç kimseyi yüzdeyüz bir
yanılgıya nisbet etmek caiz değildir. Çünkü onların hepsi yaptıklarında içtihad
ediyorlardı. Yaptıklarıyla Allah'ın rızasını arıyorlardı. Onların hepsi bizim
için önderdirler. Allahû Teâla, onların aralarında başgösteren münakaşalara
burnumuzu sokmamakla bizi mükellef kılmıştır. Onları ancak en güzel bir
şekilde anmak, sahâbî olmalarından dolayı hürmetlerini gözetmekle bizi mükellef
kılmıştır. Allahû Teâla onları affettiğini ve onlardan razı olduğunu bize haber
vermiştir.”
İlim adamlarından
birisine ashabın kendi aralarında döktükleri kanlar hakkında soru sorulmuş, o
da şu cevabı vermiştir:
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir ve siz onların
işlediklerinden sorumlu olmayacaksınız.”[46]
Yine ilim adamlarından
birisine aynı soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiş: "Sözünü ettiğiniz
kanlara Allah elimi bulaştırmamış, ben de dilimi onlara daldırmıyorum."
Bu ilim adamı, bununla bir hataya düşmekten sakınmayı ve bazıları aleyhine
isabet edemeyeceği bir hüküm vermekten uzak durmayı kasdetmiştir.
Hasan-ı Basrî
(Rh.a.)'e, sahabelerin arasındaki çarpışmaların hükmü sorulmuş, o da şu cevabı
vermiştir: "Sahabe arasında ortaya çıkan o çarpışma; Hz. Muhammed (sav)'in
ashabının hazır bulunduğu, bizim de hazır bulunmadığımız, kendilerinin bildiği,
bizimse bilmediğimiz bir çarpışmadır. Onların ittifak ettikleri hususlarda biz
onlara tabi oluruz, aralarındaki anlaşmazlıklarda da haddimizi bilir, orda
dururuz."
El- Muhasibî (Rh.a.)
de dedi ki: "İşte biz de el-Hasen'in dediği gibi diyoruz ve şunu biliyoruz
ki, onlar içine girdikleri işi bizden daha iyi biliyorlardı. Üzerinde ittifak
ettikleri hususlarda biz onlara tabi oluruz. ihtilaf ettikleri yerde ise
dururuz ve kendiliğimizden bid'at bir görüş ortaya koymayız. Onların ictihad
ederek Allahû Teâla'nın rızasını gözetmeye çalıştıklarını da biliyoruz. Çünkü
onlar dinleri hususunda itham altında tutulan kimseler değildir.”[47]
İbn-Teymiyye (Rh.a.)
der ki: "Sahabeler hususunda nakledilen kötülük ve onlara ta'n teşkil eden
hareketlerin çoğu yalandır. Ya o nakledilenlerin tamamı yalandır veya tahriftir.
Onlara fazlalık ve eksiklikler katılmış, bu surette artık yalan ve tahkir ifade
eder hale gelmişlerdir.”[48]
Bilinmesi gereken
hakikatlerden birisi de şudur: Ashâb-ı Kiram iftira etmez, fakat Ashâb-ı
Kirâm'a iftira edenler bulunur, onlara söylememiş oldukları, yapmamış bulundukları
şeyleri isnad edenler görülebilir.[49]
Tarih boyunca Ashâb-ı
Kirâm'a iftira edenler hep olagelmiştir. Ancak iftiracıların iftiraları Ashâb-ı
Kirâm'm yüceliğine halel getiremez.Çünkü onların makamı çok yücedir. Bakınız
Selef-i Salihin, "Sahâbîlik mertebesine hiçbir mertebe denk gelmez"
inancını taşıyordu. [50]
Ebû Zerr el-Gıfari
(r.a.)dan nakledilen rivayette ise;
"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde
yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya
helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda
bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur” [51] buyurulmaktadır.
Bu iki rivayetin
birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde sosyal gerçek ve şartlara göre
dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret
kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü
elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara
bağlı olarak değerlendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira
bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk söz konusu
değildir. Nitekim geçmişte bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve
umutsuzluğa düşmemek gerektiğini vurguladığını, gerek bireysel gerekse
toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta kalabilme teşviki içerdiğini
söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine göre İmam Gazali hadisi şöyle
yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki öyle bir devir gelecek ki o gün
yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine getiren kurtulur müjdesi
olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's ve ümitsizliğe kapılmamız
kaçınılmaz olurdu. Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize, zatına yakışır şekilde
muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi örtüp gizlemesini
dileriz. [52]
Sahabe dönemi gibi
emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve
ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir durumdur.
Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın yaygınlaştığı,
İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda müslümanlar güç
yetiremedikleri için bazı emirleri işleyemediklerinden dolayı mazur
sayılırlar. Dolayısıyla da yükümlüleklerini
ne ölçüde yerine getirebilirlerse, -şartların olumsuzluğu sebebiyle- o ölçüden
daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem, bütünüyle İslâm'ı
temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de dini bütünüyle
yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de Allah katında değer kazanmış oiur.
Nitekim sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şeriflerinde
"Ümmetimin bozguna uğradığı dönemde terkedilmiş
bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır” [53] buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça" ortaya
koymuşlardır.
Bu açıdan bakıldığında
yukarıdaki hadîs-i şerifler, zor şartlarda inananlar için ümit ışığı, teselli
kaynağı ve hizmet teşviki anlamı taşımaktadır. "Kıyamet şartlarında bile
fidan dikme." tavsiyesi, [54] bu
anlamdaki teşvikin en uc naktasını oluşturmakta ve müslümana "sen
yapabildiğin kadar hizmeti yapmaya bak, yaşayabildiğin Ölçüde inançlarını yaşamaya
çalış" mesajını vermektedir.
Her iki rivayeti
birden değerlendirdiğimiz zaman, bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan
olmanın tüm zamanlarda kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan ötürüdür
ki, bir kurtuluş nesli olarak sahabe; bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan
bir vahiy nesildir. Bu sebeple son zamanlarda giderek yaygınlaşan İslâm'a ait
her ilke ve uygulamayı tartışan toplum olma eğilimi, sonuçta yaşanabilecekleri
de ihmale götüreceği için ciddi bir tehlikeyi gündeme getirmektedir. Üstelik
bu tartışmalar, büyük çoğunluğu itibariyle bilimsel amaçlı ve kendi zemininde
bilimsel usul ve yöntemlerle de yapılmamaktadır. Ya sistemin kabulleri ve
kutsalları adına ve hatırına ya da dünya egemenlerine şirin görünmek ve belli
odaklara selam vermek adına, ilgisiz ortamlarda, konuya kendi boyutları
çerçevesinde vâkıf olmayan sunucu ya da programcılar yönetiminde medyada
gerçekleştirilmektedir.
Bu tür girişimler belki
tartışma programlarına reyting, tartışmacılara yalancı ve geçici bir şöhret
sağlıyor olabilir. Ancak bilginin yaşanması, din pratiğinin derinlik ve
yaygınlık kazanması yani sosyal bilinçlenme ve düzelme adına hiçbir getiri
sağlamamakta, sadece saf zihinlerde kafa karışıklığı üretmekte
ve çoğu pratik/amel
kaçkını kişilerde yalancı düşürmez.
Bu nedenle diyoruz ki; "Meliklik" dönemi, Hz. Muaviye (R.a.)'ı sahâbî
olmaktan çıkarmaz. Filhakika amme-i ulemaca kabul edilen kavle göre; Resûl-i
Ekrem (sav)'i velev bir defa olsun, müslüman olduğu halde görmek şerefine nail
olan ve müslüman olarak âhirete irtihal eden her zat, ashâb-ı kiram'dan
sayılır.[55]
Hz. Muaviye (R.a.)
sahâbe'dendir. Hz. Muaviye (R.a.) ile Hz. Ali (R.a.) arasındaki muhalefete
rağmen, İslam alimleri Hz. Muaviye'yi bir sahabe olarak kabul etmişler ve
hayırla anmışlardır. Bakınız bu alimlerden birisi de Şemsu'l Eimme İmam Serahsi
(Rh.a.)'dır. İmam-ı Serahsi, saltanat döneminde zalim sultanlar melikler
tarafından kuyu hapsine atılmış ve onsekiz sene kuyu hapsi yatmıştır. Kuyu
hapsinde hiçbir kitaba bakmadan yazdığı "El- Mebsut" adlı otuz
cildlik eserinde Hz. Muaviye için "Radıyallahu Anhu Allah ondan razı olsun"
ifadesini kullanmıştır. [56]
Biraz düşünmek gerekmez mi? İmam-ı Serahsi, saltanat sisteminin hışmına
uğramış, onlarm kuyu hapsinde onsekiz sene hapis yatmış meselede müctehid olan
bir alimdir. Hilafet adına saltanata karşı çıkmada İmam-ı Serahsi bizden fersah
fersah önde gelir. Buna rağmen O, Hz. Muaviye için defalarca "Radıyallahu
Anhu/Allah ondan razı olsun" diyorsa, bize ne oluyor. Haddimizi
bilmeliyiz.
Ashâb-ı Kiram, bir
bütündür. Onlarm arasında ictihad farklılığından dolayı meydana gelmiş olan
ihtilafları gerekçe gösterek "Sahabe Kadılığı" rolüne bürünerek
onları yargılamak, tekfir edip tahkir etmek, İslâm ümmetinin vazifesi
değildir. Böyle birşey İslâm ümmetine hayr yerine musibet getirir. Bundan
Ötürüdür ki, İslâm ulemasından İbn-i Hacru'l Askalanî (Rh.a.) şöyle diyor:
"Bir kişiyi Rasûlüllah (sav)'in ashabından birine dil uzatıp onu küçültür
ve aleyhinde atıp tutar bir halde görürsen bil ki, o zındıktır. Bunun nedeni
şudur: Allah'ın Rasûlü gerçek bir peygamberdir. Kur'an haktır. Peygamberin
getirdiği haktır. Bütün bunları bize ulaştıran sahabedir. Sahabeyi tenkis
eden/küçümseyen, horlayan kimselerin hedefi; onlarm şahidliğinİ, güvenirliğini
yaralamak ve böylece Allah'ın kitabını ve Peygamberin sünnetini iptal etmektir.
Öyleyse sahabelere değil, bilakis sahabelerin aleyhinde konuşanlara hücum etmek
daha uygundur. Çünkü onlar zındıktırlar.”[57]
Bizim vazifemiz,
sahabeleri yargılamak değil, onlara ittiba etmektir. Sahabe nesline karşı
istiğna duygusuna kapılarak "Bizim sahabeye ihtiyacımız yoktur. Biz de
sahabe olabiliriz. Sahabelerin bizden ne farkları var ki?" gibi iddialara
sarılanlar, hadlerini aşanlardır. Bakınız bu konuda Said Nursî (Rh.a.) şöyle
diyor: "Enbiyadan sonra nev'i beşerin en efdali sahabe olduğu, Ehl-i
Sünnet ve 7 Cemaatin icmaı, bir hüccet-i katladır. Hiç kimse Sûre-i Fethin
âhirinde, sitayişkârane tavsifat-ı Rabbaniyyeye mazhar olan sahabelere, fazilet-i
külliyye nokta-i nazarında yetişilemez. Sahabelerin kurbiyyet-i İlâhiyye
noktasındaki makamlarına velayet ayağiyle yetişilemez.
Sahabeler İslamiyet'in
tesisinde ve envar-ı Kur'aniyyenin/Kur'anî nurların neşrinde saff-ı evveli
teşkil ederler. Sahabelerin bütün ümmetin hasenatından/iyiliklerinden
"sebeb, fail gibidir" sırrınca hissedardırlar. Sahabeler; hem Cemaatı
İslamiyyenin imamlarından ve adedlerinin evvellerinden, hem Şems-i Nübüvvet ve
sirac-ı hakikatin merkezine yakın olduklarından; az amelleri çoktur, küçük
hizmetleri büyüktür. Onlara yetişmek içim hakikî sahabe olmak lazım geliyor.” [58]
Ashâb-ı Kiram,
kıyamete kadar hayrla yad edilecek bir nesildir. İslâm ümmetinin vazifesi,
sahabeleri bir bütün olarak hayırla yadetmektir. Ashâb-ı Kiram, ehl-i hayr'dır.
Ashâb-ı kiramın her birinin ismini hürmetle, saygı ile söylemelidir. Birinin
adı söylenince "radıyallahu anhu-Allah ondan razı olsun" denir. İkisi
için "radıyallahu anhümâ Allahü teâlâ o ikisinden razı olsun" Birkaçı
veya hepsi söylenince "rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn" veya kısaca
"radıyallahu anhüm-Allah onların hepsinden razı olsun" denir.
Ashâb-ı Kiram, hayrıyla, faziletiyle diğer nesillerden farklıdır. Şimdi
Ashâb-ı Kirâm'in farklılıklarını izah etmeye gayret edelim.
Kur'an-ı Kerîm'e
nisbetle Rasûlullah (sav), ümmete nisbetle ashâb-ı kiram usûldür. Bazı ilim
dallarında usûl, o ilim dalının anlaşılması, kavranması ve yaşanması için nasıl
"olmazsa olmaz" bir nitelik taşıyorsa, aynı şekilde ümmet-i
Muhammed'in kendine özgü özellikleriyle algılanması ve varlığını
sürdürebilmesi de ilk örnek İslâm nesli olan sahabe ile ilişkilerinde ne ölçüde
onlara layık davranışlar sergilediği ile ölçülür. Bu nedenle sahabelerin
konumunu belirleyen, kıvamım gözler önüne seren hadisi şerifler, onların
hukukunu tayin ve tesbit eden deliller gibi gözükse de aslında tüm
müslümanların durumlarını tayin ve ilan etmektedir. Abdullah b. Muğaffel
(R.a.), Rasûlullah (sav)'in şöyle dediğim rivayet ediyor:
"Ashabım hakkında Allah'a karşı saygılı olun,
Allah'tan korkun. Benden sonra onları sakın hedef almayın. Onları seven beni
sevdiğinden dolayı sever; onlara kin besleyen bana kin beslediğinden ötürü kin
besler. Onları üzen, beni üzmüş olur. Beni üzen ise, Allah'ı incitmiş
demektir. Kim de Allah'ı incitirse, çok geçmez Allah onu cezalandırır.” [59]
Rasûlullah (sav)'in "Benden sonra ashabımı hedef
edinmeyin" uyarısı, kimi sahabelere hitaben söylen de olsa, onların
şahsında ümmetin gelecek nesillerine yönelik bir ikazdır. Söz ve davranış
olarak sahabeleri hedef edinmenin bilinçli bir müslümana yakışmayacağını açıkça
ilan etmektedir.
Ashâb-ı Kiram; gerek
Daru'l İslam'da olsun ve gerekse Daru'l Harb de olsun, İslâm ümmetinin mutlak
örnek ve önderi Rasûlullah (sav)'in hayatının tercümesi, Tevhid mücadelesinin
abidesi ve bir kaynak hazinedir.
Ashâb-ı Kiram; Nebi
(sav) ile ümmeti arasında vasıtadır. Din-i İslâm'da; Kur'an-ı Kerîm'in
ayetlerini öğrenmek için Hz. Peygamber (sav)'in hadis-i şeriflerine; Hz.
Peygamber (sav)'in hadis-i şeriflerini öğrenmek için de Ashâb-ı Kirâm'a
müracaat etmek, "Usûlü'd Din" in temelini teşkil eder. Bu
münasebetle diyoruz ki; Ashâb-ı Kiram'ı reddetmekle, İslâm dinini reddetmek
eşdeğerdir. [60] Bu konuda İslâm
alimlerinden İmam Tahavi (Rh.a.) şöyle diyor; "Ashâb-ı Kiram'ı sevmek;
dindir, imandır ve ihsandır. Ashâb-ı Kiram'a buğz etmek ise; nifak ve
tuğyandır.” [61]
Sahabe dostluğunun
temelinde Peygamber dostluğu, sahabe düşmanlığının arkasında da peygamber
düşmanlığı yatmaktadır. Bu nedenle sahabelere yönelik söylem ve eylemlerde
Allah'tan korkmak, prensipli, ölçülü ve edepli davranmak, iman ve ümmet
şuurunun gereğidir.
Ashâb-ı Kiram; İslam'ı
anlama ve uygulama hususunda, yaşama ve yayma meselesinde İslâm ümmetinin hayat
modelidir. Ashâb-ı Kiram olmadan Rasûlüllah (sav)'i örnek ve önder edinmek
mümkün değildir. Çünkü Rasûlüllah (sav)'in sünnetini ve siretini bize
ulaştıranlar onlardır. Dolayısıyla Rasûlüllah (sav)'in ashabı ve cemaatı her ne
itikad üzere iseler İslâm ümmeti de o itikad üzere olmalıdır ve onların
hayatlarından kendi hayatına izler taşımalıdır. Aksi halde İslâm ümmeti İslâm
ümmeti olmaktan çıkar.
Ashâb-ı Kiram, en
büyük hedef ve şeref olan Allah rızasını kazanmış olan nesildir. Allah'ın
rızasını kazanmak, cennetlik olanların alâmetidir.
Rabbimizin Kitab-ı
Kerim'inden öğrendiğimiz kadarıyla “Onlar Allah'tan razı, Allah'ta onlardan
razı"dır:
"Muhacir ve Ensar'dan İslâm'a ilk önce girenlerin
başta gelenleri ve iyi amellerle onların ardınca gidenler var ya, işte Allah
onlardan razı oldu, onlar da Allah'dan razı oldular ve onlara, altlarında ırmaklar
akan cennetler hazırladı ki, içlerinde ebedi kalacaklar. İşte büyük ve muhteşem
kurtuluş budur.” [62]
Görüldüğü gibi,
Ashâb-ı Kiram; Allahû Teâla'nın övgüsüne mazhar olan ve O'nun rızasını kazanan
cennetlik nesildir. Cennetlik olduklarının daha dünyada iken bildirilmiş
olması, onlara ait "kıvam"ın peşin tescili anlamına gelir. Cennetlik
olmak, kurtulanlardan olmak, büyük kurtuluşa ermek demektir.
Allahû Teâla buyuruyor:
"Onlar, Peygambere indirilen nura uyanlar ve
kurtuluşa erenlerdir.”[63]
Bu ve buna benzer
muştulu ayetlerden hareketle "Ashâb-ı Muhammed, Ashâb-ı cennettir"
sonucunu çıkarmak hiç de zor ya da isabetsiz olmasa gerektir. Yani bir anlamda
ashâb-ı kiram, cennet nesli demektir. Sahâbe-i Kiram için Âhirette mahcupluk
yoktur. Çünkü onlar Peygamber (sav) ile aynı imam paylaşan cennetliklerdir:
“Peygamberi ve onunla birlikte İman edenleri/onun
imanını paylaşanları utandırmayacağı o gün Allah sizi içinden ırmaklar akan
cennetlere koyar.” [64]
Allahû Teâla'nın
kendilerini mahcubiyet içinde bırakmayacağı "Peygamber ve onunla birlikte
iman edenler" tanımlaması, hiç kuşkusuz öncelikle sahabeler için
geçerlidir. Âhirette mahcup olmamak, cennete girmektir. Hem dünyanın ve hem de
âhiretin iyiliğine talipli olanlara düşen görev, sahabe nesline uymaktır.
Cennete giden yol, Peygamber (sav) ile birlikte iman eden ve onunla aynı imanı
paylaşan Ashâb-ı Kiram'a uymada geçer.
Aşere-i mübeşşere;
hayatta iken Hz. Peygamber (sav) tarafından Cennet'le müjdelenen ashabın ileri
gelenlerinden on kişi için kullanılan bir tabirdir. Kur’an-ı Kerîm'de bu
hususta herhangi bir delil mevcut olmamakla birlikte, Rasûlüllah'ın sahîh
hadisleriyle sabit olan bu ashabın Cennetlik oluşları, İslâm'ın genel
prensipleri dahilinde gayet tabi bir olaydır. Aşere-i Mübeşşere tabirinin
yanısıra "el-mubeşşirun bi'l-Cenneh" tabiri de bu sahabeler hakkında
kullanılmıştır. Bu meşhur on sahabi şunlardır: Hz. Ebû Bekr (ö. 634), Hz. Ömer
(ö. 643), Hz. Osman (ö. 655). Hz. Ali (ö. 660), Hz. Abdurrahman b. Avf (ö.
652), Hz. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah (ö. 639), Hz. Talha b. Ubeydullah (ö. 656),
Hz. Zubeyr b. Avvam (ö. 656), Hz. Sa'd b. Ebi Vakkâs (ö. 674), Hz. Said b. Zeyd
(ö. 671).
Bu büyük sahabelerin
kendilerine has özellikleri vardır. Meselâ: Mekke'de ilk müslüman olan bu
şahsiyetler Hz. Peygamber'e ve İslâm davasına büyük katkıları olan kişilerdir.
Bu büyük sahabelerin hepsi İslâm devletinin müşriklere karşı giriştiği ilk
büyük cihat hareketi olan Bedir gazvesinde bulundukları gibi, Hz. Peygamber'e,
O'nu ve İslâm'ı sonuna kadar koruyacaklarına dair Hudeybiye gününde ağaç
altında Bey'at etmişlerdir. İslâm akidesi için Allah yolunda en yakın
akrabalarına karşı çarpışmaktan geri durmamışlardır. Hadis âlimlerinden
bazıları eserlerine bu on sahabenin rivayet ettikleri hadîslerle
başlamışlardır. Ayrıca sırf Aşere-i Mübeşşere'nin hayatlarını konu alan müstakil
eserler kaleme alınmıştır. Bunların faziletleri ve Rasûlüllah tarafından
Cennet'le müjdelendikleri sahih hadis kaynak ve mecmualarında sabittir. [65]
Genelde müslüman halk
arasında yaygın bir kanaat var:
"Hayatları
esnasında Efendimiz (sav) tarafından cennetle müjdelenen sadece 10 kişi vardır.
Bu yaygın inanışın sebebini herhalde aşere-i mübeşşere, yani cennetle
müjdelenen on kişinin çok meşhur olmasında aramak gerekmektedir. Yalnız kaynak
kitaplarımıza müracaat ettiğimizde gördüğümüz bir husus var ki, o da aşere-i
mübeşşere haricinde gerek hayatları esnasında, gerekse vefat ettikten sonra
veya farklı bir anlatım tarzı içinde, gerek ferdî, gerekse cemaat ve grup
halinde âyet-i kerimeler ve Efendimiz (sav)'in beyanları ile cennetle
müjdelenenlerin oluşudur.
İşte bu kısa çalışmada
okuyuculara bir fikir verebilmek ve daha çaplı araştırmalara zemin
hazırlayabilmek için aşağıda sunacağımız tertip içinde cennetle müjdelenenleri
belirtmeye çalışacağız.
1) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in zevceleri arasından,
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in çocukları ve torunlarından,
3) Aşere-i
mübeşşere haricindeki sahâbe-i kiramdan,
4) Ashab
içinde vefatlarından sonra,
5) Ashab-ı
Bedr, Bey'at-i Ridvan'a katılanlar,
6) Şehitler,
7) Akıl
baliğ olmadan ölenler,
Hz. Hatice (R.anha):
Ebu Hureyre (R.a) dedi ki, "Cibril Hz. Muhammed (sav)'e geldi ve dedi ki:
"Ya Rasûlallah,
Hatice beraberindeki yiyecek ve içeceklerle senin yanma geliyor. O geldiğinde
Rabbinden ve benden ona selam söyle; lü'lü ve mercanlar içinde gürültü ve
meşakkatin bulunmadığı cennet ile onu müjdele" buyurdu. [66]
Hz. Âişe (R.anha):
"Cibril (a.s) kendi suretinde, yeşil ipekten hırka içinde Rasûlüllah'a
geldi ve dedi ki: “Bu (Hz. Aişe) dünyada da, ahirette de senin zevcendir.” [67]
Hz. Hafsa (R.anha):
Efendimiz (sav) bir sebebe binaen Hz. Hafsa validemizi boşamıştı. Sonra kendisi
şöyle anlatıyor: "Cibril bana geldi Hafsa'ya geri dön, yani onu nikâhına
tekrar al. Zira o savvame, kavvame yani çok oruç tutan ve çok namaz kılan bir
kadındır ve o cennette senin zevcendir" dedi.[68]
Zeyneb b. Cahş
(R.anha): Hz. Aişe (r.anha) anlatıyor: Efendimiz buyurdular ki:
"Bana sizin aranızdan en çabuk iltihak edecek
olan eli en uzun olanmızdır."
Bizim aramızda eli en uzun olan yani en çok sadaka veren Zeyneb idi. Zira o,
kendi eliyle iş yapar (el işleri) para
kazanır ve onu tasadduk ederdi.[69]
Görüldüğü gibi,
Rasûlüllah (sav)'in beyanıyla, ismi geçen analarımız direkt veya dolaylı olarak
cennetle müjdelenmişlerdir.
Hz. Fatıma (r.anha):
İbn-i Abbas rivayet ediyor: Bir gün Allah Rasûlü (sav) yere dört çizgi çizdi.
Sonra
"Bunlar nedir
biliyor musunuz?" dedi. Biz de Allah ve Rasûlü daha iyi bilir dedik.
Buyurdular ki:
"Cennet kadınlarının en faziletlisi Hatice b.
Huveylid, Fatıma b. Muhammed, Asiye b. Müzehim ki firavunun karısı idi ve
Meryem b. İmrândır." [70]
Hz. Hasan ve Hüseyin
(r.anhüma): Ebû Saîd el-Hudrî anlatıyor. Efendimiz buyurdular ki;
"Hasan ve
Hüseyin cennet ehli gençlerin efendileridir.” [71]
Hz. İbrahim: Efendimiz
(sav)'in Hz. Mariye'den olma çocuğunun adı. Süt emme çağında iken vefat
etmişti. Enes b. Mâlik anlatıyor: Allah Rasûlü buyurdular ki;
"İbrahim benim oğlumdur. Emzikte iken vefat etti.
Onun cennette iki tane süt annesi vardır ki onun süt emmesini İkmal ediyorlar.”
[72]
Bizim isimlerini
bildiğimiz ve bilmediklerimizle beraber 37 tane cennetle müjdelenen sahabe
var. Bir fikir verme amacıyla bunlardan bazılarım zikredelim.
Ebu Zerr el-Gifârî
(R.a): Ebu Zerr ile Allah Rasûlü arasında şöyle bir konuşma geçiyor.
“Ya Rasûlallah. Bir
adam bir kavmi seviyor ama onlar gibi amel yapmaya gücü yetmiyor?”
Sen ya Ebu Zerr,
sevdiklerinle berabersin.
"Ben Allah ve
Rasûlünü seviyorum."
"Şüphesiz ki sen
sevdiklerinle berabersin. Ebu Zerr bu cevaptan sonra, aynı cümleyi birkaç defa
tekrar etti, her seferinde aynı cevabı aldı.” [73]
Arabi (R.a): Ebu Hureyre
(r.a) anlatıyor: "Bir arabî Efendimiz' e geldi.
“Ya Rasûlallah, bana
öyle bir amel göster ki, ben onu işlediğimde cennete gireyim" dedi. Allah
Rasûlü,
"Allah'a ibadet eder ve O'na hiçbir şeyi şerik
koşmaz, namaz kılar, farz zekâtı verir, Ramazan orucu tutarsan cennete
girersin" dedi. Arabi,
"Nefsim elinde
olana yemin olsun ki buna hiçbir şey ziyade etmeyeceğim" dedi, döndü
gitti. Efendimiz,
"Cennet ehlinden bir adama bakmak kimin hoşuna
giderse, şu adama baksın"
buyurdu.[74]
Arabi (R.a): Bir arabi
Müslüman olmuş, Hayber veya Huneyn gazvesine katılmıştı. Efendimiz ona da
ganimetten hissesini ayırdı. Bu hisse kendisine ulaşınca, onları eline aldı ve
huzur-u Nebeviye geldi:
"Ya Muhammed! Ben
bunlara nail olmak için sana biat etmedim. Fakat ben -boğazını göstererek ha
şuradan bir ok yiyerek ölüp cennete girmek için biat ettim" dedi. Efendimiz,
"Eğer sen Allah'a karşı bu isteğinde sadık isen,
Allah seni sadık çıkarır yani arzunu verir" buyurdu. Sonra bir savaşta düşmanlarla savaştı ve
boğazından ok yiyerek şehit olmuş olduğu halde Efendimiz'e getirildi. Bu
"O mu?" dedi.
"Evet, O"
dedi sahabe-i kiram. Sonra Allah Rasûlü onu kefenledi, cenaze namazını kıldırdı
ve şöyle dedi:
"Allahım bu senin kulundur. Senin yolunda muhacir
olarak yola çıktı ve şehit olarak öldürüldü ve buna ben şahidim.” [75]
Harise b. Nu'man
(R.anha): Hz. Aişe (R.anha) validemiz anlatıyor: "Allah Rasûlü (sav)
buyurdu ki;
“Cennete girdim, (bir başka rivayette rüyamda cenneti
gördüm;) bir okuyucunun (Kur'ân okuyordu) sesini duydum. Kim bu dedim. Bu
Harise b. Nu'man dediler.” Sonra
Rasûlüllah (sav) bana iki defa dedi ki,
"Bu iyiliğinin karşılığı, mükâfatıdır." Zira Harise b. Nu'man insanların içinde annesine
karşı en çok iyilik eden idi.[76]
Bir adam (R.a): Ebu
Mes'ud el-Ensarî anlatıyor. Bir adam gemi ağzına vurulmuş bir deve ile geldi
ve
"Ya Rasûlallah,
şu deveyi Allah yolunda infak ediyorum” dedi. Rasûlallah ise
"Bunun karşılığında sana cennette 700 tane gemi
ağzına vurulmuş deve vardır"
karşılığını verdi.[77]
Bir adam (R.a): Hz.
Enes anlatıyor. Siyahı bir adam Allah Rasûlüne gelerek,
"Ya Rasûlallah.
Ben malı olmayan, çirkin kokulu, çirkin yüzlü siyah bir adamım. Eğer şu
düşmanlarla Öldürülünceye dek savaşırsam benim yerim neresi? " diye sordu.
Allah Rasûlü (sav)
"Cennet" buyurdu. O adam, öldürülünceye kadar savaştı. Sonra Nebi (sav) onun
başına geldi ve
"Allah yüzünü
beyaz, kokunu güzel, malını da çok yapsın" diye dua etti. [78]
Sa'd b. Muaz (R.a):
Hz. Câbir anlatıyor. Allah Rasûlü (sav) buyurdu ki:
"Sa'd b. Muaz'in ölümünden dolayı arş-ı rahman
ihtizaza geldi.” [79]
Bera b. Azib
anlatıyor: "Rasûlüllah'a ipek bir elbise hediye edildi. Yumuşaklığından
dolayı bu halkın çok hoşuna gitti. Allah Rasûlü (sav),
"Bunun yumuşaklığına hayret mi ediyorsunuz. Sa'd
b. Muaz'in cennette bir mendili bundan daha hayırlıdır" buyurdu. [80]
Sa'd b. Mâlik
el-Ensâri (R.a): Hz. Enes anlatıyor: "Birgün Allah Rasülü ile beraber
oturuyorduk. Şimdi cennet ehlinden bir adam gelecek, dedi. Biraz sonra
ayakkabılarını sol eline almış, sakalından abdest suyu damlayan bir adam
çıkageldi. Ve bu vak'a ayrı ayrı günlerde tam üç defa tekrar etti. Üçüncü
seferinde Abdulah b. Amr b. As bu adamı takip etti ve
"Ben babamla
tartıştım. Üç gün eve girmemeye yemin ettim. Senin yanında üç gün kalabilir
miyim", dedi. Adam da kabul etti. Fakat bu üç gün zarfında farz ameller
dışında başka bir amel yaptığını görmedi ve hattâ bunu azımsadı. Nihayet Abdullah b. Amr, Sa'd b.
Mâlik'e, Efendimiz'in kendisi hakkında verdiği müjdeyi anlattı. Bununla beraber
farz ameller dışında fevkalade birşey göremediğini, cennetle müjdelenmesinin
sebebinin ne olabileceğini sordu. Sa'd,
"Gördüğün gibi,
benim amelim bu. Yalnız ben Müslümanlardan hiç kimseyi aldatmam ve Allah'ın ona
verdiği birşeyden dolayı da kıskanmam" deyince, Abdullah işte budur seni
cennete ulaştıran. Biz buna güç yetiremiyoruz" diyerek Sa'd b. Mâlik'in
yanından ayrıldı. [81]
Abdullah b. Selâm
(R.a): Yahudi ulemasından, Efendimiz'in Medine'ye teşriflerinde ilk Müslüman
olanlardan. Sa'd b. Ebu Vakkas diyor ki: "Ben Allah Rasûlü'nden şu anda
insanlar arasında dolaşan, hayatta hiçbir kimse için bu cennetliktir"
sözünü duymadım ancak Abdullah b. Selam hariç. [82]
Abdullah b. Mes'ud
(R.a): Bir gün Efendimiz ona
"İste, istediğin verilecek; dile, dileğin yerine
getirilecek" dedi. O da,
"Allah'ım
irtidadı olmayan iman, bitme, tükenme bilmeyen nimet ve Nebi Muhammed (sav)'le
ebedî cennetin en ala mertebesinde arkadaşlık isterim" diye dua
etti. [83]
Umeyr b. Humam (R.a):
Hz. Enes anlatıyor. Allah Rasûlü, Bedir günü,
"Eni semavat ve arz kadar olan cennet için
savaşın" buyurdu. Umeyr b. Humam
"Ya Rasûlallah,
eni samavat ve arz genişliğinde mi" diye taaccüp içinde sorunca,
Rasûlüllah
"Evet" cevabını verdi.
"Umeyr bak,
bak" rıza ve taaccüp ifadesi dedi. Rasûlüllah
"Niye öyle dedin?" diye sorunca,
"Ya Rasûlüllah, o
cennet ehlinden biri olma ümidiyle" deyince, Allah Rasûlü,
"Sen cennet ehlindensin" müjdesini ona verdi. Bunun üzerine Umeyr, yanında
taşıyıp yediği hurmaları üzerinden çıkardı,
"Eğer şu
hurmaları yiyecek kadar yaşarsam vallahi bu çok uzun bir hayat olur"
diyerek onları yere attı, düşmanlarla savaşmaya daldı ve nihayet şehit oldu. [84]
Yâsir'ul Ansî: Ammarb.
Yâsir'in babası Mekkelilerin işkenceleri neticesi şehit olmuştu. Hz. Osman
anlatıyor: Allah Rasûlü Ammar'a onun baba ve anasına hitaben:
"Ey Yasir Ailesi! Sabredin/direnin, sizin
.mekânınız/randevunuz cennettir"
va'dini verdi. [85]
Siyahi bir kadın:
İbn-i Abbas anlatıyor: Siyahı bir kadın Allah Rasûlüne gelerek,
"Ben saralıyım,
nöbetim geldiğinde açıp saçıhyorum Allah'a benim için dua etsen" dedi. Hz.
Peygamber (sav)'de,
"İstersen sabret, cennete gir; istersen dua
edeyim Allah afiyet versin" diye
tercihi kadına bıraktı. O,
"Cennete girmek
için sabredeceğim fakat nöbetim geldiğinde
açılmamam için dua et" dedi. Allah Rasûlü de ona dua
etti. [86]
Yukarıdaki
hadîslerde görüldüğü gibi, Efendimiz (sav)'in çeşitli
vesilerle, aşere-i mübeşşere haricinde
cennetle müjdelediği nice insanlar vardır.
Zeyd b. Harise (R.a):
Efendimiz (sav)'in, azatlı kölesi, Mu'te Savaşı'nda şehit olmuştu. Hz. Bureyde
anlatıyor: Efendimiz buyurdular ki:
"Cennete girdim, beni genç bir câriye karşıladı
'sen kimsin1 dedim ona. Ben Zeyd b. Harise'ninim,” dedi. [87]
Ebu Seleme (R.a): İlk
Müslüman olanlardan, Efendimiz'in sütkardeşi ve teyze oğlu Habeşistan ve
Medine'ye hicret etti. Bedir Savaşı sonrası vefat etti. Ebu Seleme'nin karısı
Ümmü Seleme validemiz anlatıyor: "Ebu Seleme vefat ettiğinde, Allah Rasûlü
(sav) geldi, onun gözlerini indirdi ve ruh kabız edilince göz onu takip eder
buyurdu. Ehli onun vefatına ağlıyorlardı. Dedi ki Efendimiz (sav):
"Nefislerinize ancak hayır ile dua edin zira
melekler sizin duanıza âmin diyorlar" ve arkasından
"Allahım Ebu Seleme'yi mağfiret eyle. Derecesini
hidayete erenlerin içinde yükselt. Bizi ve onu bağışla Ya Rabbelalemin. O'nun
kabrini genişlet ve onu kabir içinde tenvir et" diye dua etti. [88]
Herhalde Efendimiz
(sav)'in böyle dua ettiği bir zatın yeri cennet olacaktır. Kaldı ki sahâbe-i
kiram içinde, Resûl-i Ekrem (sav) Ebu Musa el-Eş'ariye Bi'r-i Maune ve Reci
gazvesinde şehit olanlara, Hz. Cüleybib'e, Abdullah b. Haram'a bu ve benzeri
şekilde dua etmiştir. Dolayısıyla bunlar da ehl-i cennet içinde rahatlıkla
mütalâa edilebilirler.
Useynm (R.a): Asıl adı
Amr b. Sabit. Bir vakit dahi olsa, namaz kılmadan cennete giden sahabe. Ebu
Hureyre'nin anlattığına göre Uhud Savaşı'na
kadar Müslüman olmayan Useynm, o gön Müslüman oluyor ve şehit oluncaya kadar
savaşıyor. Allah Rasûlüne bu anlatılınca,
"Muhakkak ki o, ehl-i cennettir" buyuruyor. [89]
Harise b. Umeyr (R.a):
Çocuk iken Bedir Savaşı'na katılıp, şehit olanlardan Harise'nin annesi. Allah
Rasûlü'ne gelerek,
"Ya Rasûlallah,
Harise'nin benim yanımdaki kıymetini biliyorsun. Eğer o cennette ise sabreder,
ecrini Allah'tan beklerim. Eğer değilse, ne yapayım, ne yapmamı tavsiye
edersin" dedi. Allah Rasûlü ise,
"Allah iyiliğim versin. Bir tane mi cennet var.
Birçok cennet vardır ve Harise Firdevs cennetindedir" karşılığım verdi. [90]
Mâiz b. Mâlik (R.a): Zina suçundan dolayı
recm cezası ile Öldürülen sahabe. Hz. Cabir anlatıyor: Maiz recm ile
Öldürüldükten sonra Allah Rasûlü onun hakkında
"Onu cennet nehirlerinin içinde yüzerken gördüm” [91] buyuruyor.
Bedir Savaşı'na
katılan sahabe ve onların faziletleri hakkında Efendimiz (sav)'in ağzından
şeref-südur bulan birçok hadîs-i şerif vardır. Mevzumuza açıklık getireceğine
inandığımız bir iki hadîsin tercümesini sunuyoruz.
Rifaa b. Âmir rivayet
ediyor: Cibril (a.s), Allah Rasûlü'ne gelerek
"Siz ehl-i Bedr'e
nasıl bakıyorsunuz?" diye sordu. Efendimiz
"Biz onlara Müslümanların en efdali nazarıyla
bakıyoruz" cevabını verince,
Cibril (a.s)
"Biz de Bedr
Savaşı na katılan meleklere aynı nazarla bakıyoruz" dedi.
Hz. Ali (r.a)
anlatıyor: Hatıb b. Ebi Beltaa Efendimiz'in bir ordu hazırlığına giriştiğini
ve muhtemelen Mekke'ye yöneleceğini bir mektubla Mekkeliiere haber vermek
istemişti. Fakat plânı akım kaldı. Bunun üzerine Ömer (r.a)
"Bırak beni, izin
ver şu münafığın boynunu vurayım Ya Rasûlallah" deyince Allah Rasûlü (sav)
"Hayır, o Bedr'e katılanlardan. Allah ehl-i Bedr'
e istediğinizi yapın, sizi mağfiret ettim" bir başka rivayette ise
"Cenneti size vacip kıldım" demedimi? [92] diye
karşılık veriyor.
Hz. Peygamber'in
amcasının oğlu olup sahabelerdendir. Adı Fadl, künyesi Ebû Muhammed'dir.
Lâkabı,"Redîfu'r Rasûl" idi. Nesebi, Fadl b. Abbâs; b. Abdulmuttalib
b. Hişam b. Abdülmenaf b. Kusay'dır.
Bedir'den önce
müslüman olmasına rağmen [93]
müşriklerden çekindiği için müslümanlığmı açığa vurmamıştır.
Mekke'nin fethinden
bir müddet önce babası Hz. Abbâs ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Hicretinden bir müddet sonra Mekke'nin fethi gerçekleşti. Fadl b. Abbas, ilk
defa gazaya yani Mekke fethine katıldı, sonra Huneyn gazasında bulundu. Burada
da büyük kahramanlık gösterdi. Müslümanların Huneyn'de dağınıklık göstermesi
üzerine Fadl, büyük bir dirayet ve fedakârlıkla Rasûlüllah (sav)'m yanında
bulundu ve Havâzin kabilelerine karşı çarpıştı.
Veda haccında
Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun devesine binmişti. Bunun için ona
"Redîfu'r Rasûl' yani "Rasûlüllah (sav)'in üzengi arkadaşı"
lâkabı verilmişti. Bu sırada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın bir
mesele sormak istedi. Fadl, gözlerini kadına dikmişti. Rasûlüllah kadına
bakmıyordu. Fadl'ın bu hareketini beğenmedi ve ona, dikkatli olmasını ihtar
etti; kadına bakmasın diye, üzengisinden tutup, başını çevirdi. [94]
Hz. Fadl, Rasûlüllah
(sav)'in hizmetinde bulunanlardandır. Rasûlüllah son hastalıklarında, son hutbelerinde
Fadl'dan sözetmiştir. [95] Hz. Fadl,
Rasûlüllah (sav)'in gasl sırasında hazır bulunmuş; gasli suyunu, dökmüş, FIz.
Ali (sav) de gasetmiştir.
Ashâb-ı Kiram, Ümmet-i
Muhammed'in müslümanlığında pay sahibi olan bir nesildir. Çünkü kendisinden
sonraki müslüman toplumların hidâyet bulmasında öncülük etmiştir.
Allahû Teâla
tarafından gönderilen son kurtuluş nizamı İslâm adına ortaya konulan her
özelliğin ve güzelliğin nesil planında ilk gerçekleştiricileri, Rasûlüllah'ın
sahabeleridir.
Rasûlüllah (sav),
ashâb-ı kirâm'ı yakın çevresi, maiyeti olarak takdim etmiştir. Nitekim Nasr
suresi nazil olduğu zaman Rasûlüllah (sav), Nasr suresini sahabesine okuduktan
sonra şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar bîr taraf, ben ve ashabım bir taraftır.” [96]
Ashâb-ı kiram'l izlemek, Rasûlüllah (sav)'e taraftar olmaktır. Rasûlüllah
(sav)'e taraftar olmak ise, Allahû Teâla'ya taraftar olmaktır. Allah ve
Rasûlünün taraftarlığını garantileyenler, ashâb-ı kirâm'a tabi olanlardır.
Sahabeler, yeryüzünün
yıldızlarıdır. İnsanlar onlarla hidâyet bulurlar. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Benim ashabım, yıldızlar gibidir. Onlardan
hangisine uyarsanız hidâyet bulursunuz.” [97]
Ashâb-ı Kiram;
Muhammedi hidâyet kafilesinin büyüklü-küçüklü yıldız şahsiyetleridir. Onlar
hidâyet yolunda insan neslinin ulaşabilecekleri en son seviyeye ulaşmış
bahtiyarlardır. Sahabe adetâ Hz. Muhammed (sav)'e Allahû Teâla tarafından
lütfedilmiş, ilahi bir armağandır. Sahabeler, hem yaşadıkları zamanı ve mekânı ve
hem de kendilerinden sonraki çağları ve nesilleri nurlandırmış yıldız
şahsiyetlerdir.
Ashâb-ı Kiram; vahy
ile aydınlanmış ve insanları vahy ile aydınlatmış olan hidâyetli bir nesildir.
Şunu bilelim ki; Peygamber (sav)'in gözetiminde vahyi sahabelerde pratikleşmiştir.
Bu nedenle onlar, hidâyeti yansıtan aynalardır. Hangi sahabeye müracaat
ederseniz ediniz, onlarda hidâyeti bulacaksınız. Çünkü onlar hidâyet
imamlarıdır. İslam ümmetinin hidâyet öncüleri sahabelerdir. Onlara uymayanlar
hidâyeti bulamazlar.
Ashâb-i Kiram; İslam
davasının pratik delili, İslam ümmetinin de sönmeyen kandilidir. Rasûlüllah
(sav)'den sonra müslümanlar için hidâyette önder ve öncü sahabelerdir. Onlara
imrenmek ve onlara benzemeye çalışmak, hidâyet üzere yaşamaktır.
Bil ki; her
peygamberin olduğu gibi, Hz. Muhammed (sav)'in de bir çok mucizesi vardır.
Rasûlullah (sav)'ın toplum planındaki mucizesini Ashâb-ı Kirâm'ı teşkil
etmektedir. Rasûlullah (sav)'in eliyle eşkıyadan evliya, Ebu Cehil dikeninden
İkrime gülü çıkmıştır.
Ashâb-ı Kiram; vahyi
ilahî merkezli sohbet-i Resûl'ün, irşad-ı Nebî (sav)'in ürünü ve bereketi
olması münasebetiyle mucize nesildir. Nitekim Malikî fakihi ve usûlü fıkıh
alimi Mağripli Şihabüddin Ahmed b. İdris el-Karafi (Rh.a.), ismini vermediği
bazı usûl alimlerine atfen Rasûlüllah'ın toplum planındaki mucizesinin sahabesi
olduğunu şöyle dile getirmiştir:
Rasûlullah (sav)'in
ashabından başka hiçbir mucizesi olmasaydı, ashabı yine de onun peygamberliğini
ispat için yeterdi. [98]
Sohbet-i Resul, ilahî
bir ikram olup tarihi bir fırsat olarak sadece sahabe nesline mahsustur.
Ashâb-ı Kiram, Rasûlullah (sav) ile birlikte İslâm'a ilk hizmeti sunma, ilk
faturaları ödeme fedâkârlığı ve şerefine sahip olan nesildir.
Hz. Muhammed (sav) ile
birlikte olmak, İslâm'ı onunla onun örnek ve önderliğinde yaşamak, günü onunla
paylaşmak, onunla birlikte münkir ve müşriklere karşı savaşmak, onunla
sevinmek, onunla üzülmek, onunla gülmek, onunla ağlamak, gerçekleri ondan
öğrenmek, onu izlemek, ona uymak ve ona doymak, "Sohbet-i Resul
farkı" ile sadece sahabe nesline Feyrûz'un,
Ebû Dahhâk ve Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hz. Osman zamanında Yemen'de vefat
etti. Aslen Fârisî'dir. Kisrâ'nın, Habeşlileri Yemen'den çıkarmaları için, Seyf
bin Zî Yazen'le beraber Yemen'e gönderdiği Farslarm (İranlıların) tanıdığı
farslardandır. [99]
İman, Rahmanı
inkılablar yumağının kaynağıdır. Kişi imana girmekle hayatını değiştirmeye
karar vermiş demektir. Ve iman beraberinde görev getirir. îmandan kaynaklanan
görevler ertelenmeyi de kabul etmezler. Mü'min insana düşen görev her yerde ve
her zamanın gereğini yapmaktır.
Mü'min insanın
tavırları ile imanı arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü mü'min insan,
imanına göre tavır belirleyen insandır. Sahabeler, tavırlarını imanlarına göre
alıyorlardı. Yani onları pratik hayatta yönlendiren ve yöneten imanlarıydı.
İmanını hayatına amir ve yönetici yapmayanlar, sahabe fıkhından nasibini
almamış olanlardır.
Meşakkat mektebinin
mezunu olan bir sahabedir. İslâm ile şereflenen ve İslâm'a girdiği için
müşrikler tarafından işkence edilen ilk sahabelerden biri.
Nesebi; Habbab b. Eret
b. Cendele b. Sa'd b. Huzeynıe b. Ka'b b. Zeyd. Temim kabilesinden, küçükken
esir edilerek Mekke'ye getirilmiş Huzâalı Ümmü Emmâr'ın kölesi, Zühre
oğullarının anlaşmalısı.
İslâm ile şereflenen
ve Allah için işkence edilen ilk müslumanlardan olan Hâbbab b. Eret müslüman
olduğunu açıkladığında ilk işkence edilen sahabeler arasında idi. İlk
Müslümanlar; Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebû Bekir, Habbâb, Suheyb, Bilâl, Ammar,
Sümeyye (R. Anhûm)dir. Hz. Peygamber ve Ebû Bekir, kendi aileleri tarafından
nisbeten korunmuş ancak Mekkeli olmayan diğer dört kişi müşrikler tarafından
şiddet ve baskı ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Bu insanlar kızgın güneş altında
demir zırhlar giydirilerek ölesiye işkence edilmişlerdir. Habbâb bu işkencelere
sabrederek kâfirlerin Hz. Peygamberin risâletini inkâr etmesini istemelerini
reddetmiştir. [100]
Hz. Habbâb (R.a)
Medine'ye hicret edince Hz. Peygamber (sav) onu Cebr b. Atik ile kardeş
yapmıştır. Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer'den izin alarak Kûfe'ye
cihad için gitmiş, hicri 37 tarihinde şiddetli bir hastalığa tutulmuştur.
Hastalığın şiddetinden günde yedi defa başını dağlatan Habbâb, hastalık anında
acı içerisinde "Hz. Peygamber (sav) .beni ölümü temenni etmekten
ahkoymasaydı temenni ederdim" demiştir. Oğullarına kendisinin Küfe dışına
gömülmesini vasiyet eder ve bet-i
Resul gibi bir eğitim imkânına sahip bulunmalarıdır. Bu, sadece onlara nasip
olmuştur; "Sadr-ı İslâm, İslâm'ın ilk günlerini idrak etmek, ilk İslâm
Medine'sini, cemiyetini, devletini ve medeniyetini arı-duru tevhid inancı
üzerine kurmak ve devamı için gerekli hizmetleri başlatmak. Bütün bunları
tamamen insanî zemin ve şartlarda yapmak. Kelimenin tam anlamıyla dünyayı
dönüştürmek. İslâm hakikatim uygulamalı olarak insanlığa armağan etmek. Bütün
bunlar, sahabe nesline has ve mahsus imtiyazlar ve mutluluklardır.
Ashâb-ı Kiram; sadece
dindaşını sırdaş edinen, atveden, öfkesini yutmasını bilen ve intak eden,
gevşemeyen, üzülmeyen, işlerini istişare ile yapan, zoru göğüsleyen, zor
zamanların sözleşmesine imza atan seçilmiş nesildir.
Ashab-ı Kiram; örnek
kul son rasûl Hz. Muhammed (sav)'in çağdaşları, arkadaşları dostları ve
yardımcıları olmaları münasebetiyle seçilmiş kimselerdir. Başka bir ifadeyle
Ashâb-ı Kiram, Ensar-ı İslâm'dır. Yani İslâm'ın yardımcılarıdır.
"Bir de hicret eden fakirlere aittir ki
yurtlarından ve inallarından çıkarılmışlardır, Allah'ın lütuf ve rızasını
ararlar; Allah'a ve Resulüne yardım ederler. İşte doğru olanlar onlardır.” [101]
"İman edip salih amel işleyenlerin ve Rableri
tarafından bir gerçek olarak Muhammed'e indirilen kitaba inananların kötülüklerini
Allah örter ve durumlarını düzeltir.”[102]
Bu ayet-i kerimelerde
sahabelerin, özellikle günahlarının bağışlanmış ve duaımlarmm düzeltilmiş
olduğu açıkça bildirilmektedir. Bunun manası şudur: Sahabe neslini hizmete ve
izzete hazırlamak, onları farklı bir iş için seçmiş olmaktır. Şu bir hakikattir
ki; gerek ferd ve gerekse toplum hayatında yeni temiz bir safya açılabilmesi,
yeni bir başlangıç yapılabilmesi ve yeni hedeflerin gerçekleştirilebilmesi
için öncelikle yapılması gereken iş, geçmişin hatalarından, yükünden kurtulmak
ve arınmaktır. Yüce Rabbimiz, Rasûlünün emrinde hizmete koşacağı sahabeleri bu konuda rahatlatmakta, onların hata ve günahlarını
örtüp bağışladığını bildirmektedir.
Sahabelerin
günahlarının bağışlanması, zeminin ayıklanması ve tabiî peşinde gelecek olan
güzelliklerle donatılması aşamasına hazırlanması demektir. Sahabelerin bu
durumları, ayet-i kerime'de "gönüllerini
ve hallerini düzeltti" diye bildirilmektedir. Ashâb-ı Kirâm'ın
hallerinin nasıl düzeltildiğini bir başka ayet-i celilede şöyle
açıklanmaktadır:
"...Onlar o kimselerdir ki Allah kalblerine imanı
yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından
ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah onlardan
razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Hizbullah Allah'ın
hizbi dininin yardımcılan dir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar,
Hizbullah (Allah'ın hizbi) olanlardır.”[103]
Sahabelere imanın
sevdirilmiş, içlerine sindirilmiş olması, küfür ve isyanın da onlara çirkin
gösterilmesi ve bunlardan iğrenilir hale getirilmiş olmaları, bu ilk nesil
müslümanlarının özel olarak hazırlandıklarını, eğitildiklerini, ayetin
ifadesiyle "rüşd sahibi" kılındıklarını göstermektedir:
"Hem biliniz ki,
içinizde Allah'ın elçisi vardır. Şayet o, birçok işlerde size uysaydı,
sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirmiş ve onu kalplerinize
zînet yapmıştır. Küfrü, fasıkliği ve isyanı da size çirkin göstermiştir. İşte
doğru yolda olanlar bunlardır.[104]
Bu ayet-i kerimeden de
açıkça anlıyoruz ki; Ashâb-ı Kiram, seçilmiş ve Allahû Teâla tarafından
desteklenmiş bir nesildir. Çünkü ayette ifade buyrulduğu gibi; sahabeler, sevgi
ve nefret boyutunda hidâyet rehberi, sevgi ve şefkat örnek ve önderi olan Hz. Muhammed
(sav)ın arkadaşlığına, dostluğuna yaraşır bir kıvama sahip kılınmışlardır, el-
Bezzar'da Cabir (R.a.)'den sahih ve merfu olarak şöyle bir hadis rivayet
edilmiştir:
"Şüphesiz Allah ashabımı Nebiler ve Rasûller
hariç bütün alemlere üstün kılıp seçmiştir. Benim ashabımdan da dört kişiyi
seçtmiştir. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve
Ali'yi kastetmektedir- ve onları benim ashabım kılmıştır.”[105]
Yeryüzünde hiç
kuşkusuz, "Hayırlı nesil" sıfatını İslam ümmetinin ilkleri olmaları
nedeniyle özellikle sahabeler taşımaktadırlar. Tabiî ki, hayırlı nesil, örnek
ve önder nesildir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeğe çalışır ve Allah'a
inanırsınız. Kitap ehli de inansaydı kendileri için elbette daha hayırlı
olurdu. İçlerinden iman edenler de var, ama pek çoğu yoldan çıkmışlardır. “[106]
"Hayırlı
ümmet" olmanın üç tezahürü, üç göstergesi de ayet-i kerime'de emr-i bi't
maruf, nehy-i anl münker ve iman-ı billah olarak tesbit ve ilan edilmektedir.
Sahabelerin bu üç noktada, seçilmişliklerinin gereğini yerine getirmekte
fevkalâde titiz davrandıkları tarihin şehade-tiyle sabit olan bir gerçektir.
Ashâb-ı Kirâm'm hayırlı bir nesil olduğunu bizzat Rasûlüllah (sav) haber
veriyor:
"İnsanların hayırlısı benim kuşağımdır. Sonra
benim kuşağımı takib eden kuşak, sonra onları takib eden kuşaktır.”[107]
“Görüldüğü gibi,
Ashâb-i Kirâm'ın hayırlı bir nesil olduğu, Rasûlüllah (sav) tarafından tescil
edilmiştir. Sahâbe'nin hayırlı bir nesil olduğu hususunda tereddüd etmek,
mü'min bir insana yakışmaz. Sahabeler, 'hayırlı hizmetlerde insanlığa örnek ve
önder oldular. Mallarını ve canlarını Allah yolunda cömertçe sarfettiler.
Allahü Teala buyuruyor:
“Ve onlardan önce o yurda yerleşen imana sarılanlar
kendilerine hicret edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden ötürü göğüslerinde
bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa dahi, onları öz canlarına
tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar umduklarına
erenlerdir.”[108]
Ashâb-ı Kiram'm
ahlâkı, fıitüvvet ahlâkı idi. Onlar kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile
kardeşlerini unutmazlar, kendi nefislerine tercih ederlerdi. Cabir (R.a.),
Ashâb-ı Kirâm'ın ahlâkını şöyle anlatıyor:
"Ensâr,
hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırır, bir tarafta çok, diğer
tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra, az olan tarafa hurma dallarını koyar
ak o tarafı çok gösterir Muhacirler'e "Hangisini tercih ederseniz
alın" derlerdi. Onlar da çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun
diye az görünen yığını alırlar ve böylece hurmanın çoğu Muhacirler'e gelirdi.
Ensâr da bu yolla az olan kısmı kendilerine bırakmış olurlardı.”[109]
Ashâb-ı Kiram,
insanları hayra davet eden hayırlılardır. Çünkü sahabeler, insanı özüyle
tanıştırdılar, kâinatın yaratılış hikmetini öğrettiler.
Ashâb-ı Kiram,
"İnsanlığa ne kadar hayırlı olursak o kadar Allah'ın rızasına nail olmuş
oluruz" düşüncesiyle hareket etmiş olan bir nesildir. Bu nesle "ehl-i
hayr" denilmez de ne denilir?
Ashâb-ı Kiram kimdir?
Açıklaynız.
İslam ulemasının
üzerinde ittifak ettiği bir sahabe tarifi yapınız?
İslam ümmeti için
Ashabı Kiram ne anlama gelir? Açıklaynız.
Rasûlüllah (sav)'ı
görmemiş ama onun sahabelerini görmüş mü'min kimselere ne denir? İzah ediniz.
Peygamber Efendimiz
(sav)'in zamanında yaşadığı halde Efendimiz (sav)'i görme şerefine nail olmayan
insanlara ne ad verilir? (Veysel Karani ve Habeş kralı Necaşi gibi)
Açıklayınız.
Peygamber Efendimiz
(sav)'in zamanında yaşamış, kendisini görmüş ama kendisine iman etmemiş
kimlere ne denir? İzah ediniz.
Hulefa-i Raşidin kime
denir sırasıyla sayınız? Aşere-i Mübeşşere ne demektir? İzah ediniz Aşere-i
Mübeşşere olan sahabeler kimlerdir? Sayınız.
Aşere-i Mübeşşere
dışında Rasûlüllah (sav) tarafından cennetle müjdelen başka kimse var mı?
Açıklayınız.
İslâm devletini kurmak
için Mekke'nin şirk ortamından Medine'ye göç eden Mekkeli müslümanlara ne ad
verilir? Söyleyiniz.
Mekke'den göç eden
müslümanlara yardım eden, ellerindeki mallarının
yarısını veren, Peygamber Efendimiz (sav) ve ashabını bağrına basan Medineli
müslümanlara ne ad verilir? Söyleyiniz.
Ashâb-ı Kiram-Din
ilişkisi hakkında ne biliryorsunuz? Söyleyiniz.
Ashâb-ı Kiram şahsiyet
kazanması hakkında ne biliyorsunuz bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kiram nasıl
bir nesildir? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kiram ile
Rasûlullah (sav)'in mucizeleri arasındaki ilişki hakkında ne biliyorsunuz? İzah
ediniz.
Ashâb-ı Kiram-Cennet
ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Söyleyiniz.
Ashâb-ı Kiram niçin
hidayet öncüleridir? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kiram'ın
hayırlı nesil olması ne anlama geliyor? Bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kiram'ın İslâm
ümmetinin müslümanlığında payı var mıdır? İzah ediniz.
Ashâb-ı Kirâm'ın
Kur'an-ı Kerim'de zikredilen vasıfları nelerdir? Bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kiranı
arasında çıkan ihtilaflar hakkında ehl-i sünnet ve cemaatin görüşü nedir?
Açıklayınız.
"Sahabe Kadılığı"nı
yapmak İslâm ümmetinin vazifesi midir? İzah ediniz.
Sahabelere karşı
müslümanlarm görevleri nelerdir? Bilgi veriniz.
Sahabeleri hayırla
yadetmeyenlerin İslâm'a hizmet etmeleri mümkün mü? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kiram kaç
tabakaya ayrılır? Bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kirâm'ın Kıvam
Göstergeleri
Cemaatı Tercih Etmek
Sünnete İttiba Etmek
Mescid İmârı
Kur'an Tilâveti
Allah yolunda Cihad
Sahabe Fıkhı
Ashâb-ı Kirâm'ın Kıvam
Göstergelerini Öğrenmek
Cemmat olmanın Önemini
Açıklamak
Sünnete İttiba Etmenin
mahiyetini kavramak
Mescidleri imâr
etmenin mana ve mahiyetini açıklamak
Kur'an Tilâvetinin
müslümamn hayatındaki yerini açıklamak
Allah yolunda cîhad
etmenin mahiyetini izah etmek
Sahabe Fıkhı'm
tarifini yapmak
Sahabeler, Rasûlüllah
(sav)'in örnek ve önderliğinde İslam'ı öğrenme, yaşama ve yayma imtiyazına
sahip kimselerdir. Sahabeler, insanlardan Hz. Muhammed (sav)'in; Hz. Muhammed
(sav) de peygamberlerden onların nasibidir. Onların Allahû Teâla tarafından
Rasûlüllah (sav)'e çevre olarak seçilmiş olmaları kendilerini öteki insanlardan
ve müslüman nesillerden farklı kılan en büyük özellikleri olmuştur.
Ashâb-ı Kirâm'm
kıvamından kasdımız; cennetliklerin kulluk kalitesini gösteren özelliklerdir.
Ashâb-ı Kirâm'm kıvam özellikleri, onların yolunu takip eden bütün mü'minler
için de söz konusudur. Mü'min olarak Ashâb-ı Kirâm'm kıvam özelliklerine ne
kadar yaklaşılabilirse o kadar kâmil müslüman olmak mümkündür. Bakınız bu
hususta İmam Şatibi (Rh.a.) şöyle diyor:
"Dini konularda
bir kimseyi örnek almak istiyorsanız, Muhammed (sav)'ın ashabını örnek alınız.
Çünkü bu ümmet içinde kalb yönünden en temiz, ilim bakımından en derin,
tekellüf ve tasannu cihetinden en az, hidayet itibariyle en doğru ve güzel
ahlâk bakımından en iyi olan şahıslar onlardır. Rasûlü ile sohbet ve dinini
tesis etmek için Allahû Teâla'nın seçtiği kişiler de bunlardır. Bunların
üstünlüğünü kabul ederek izlerini adım adım takip ediniz. Onlara benzemeye
çalışınız. Zira en doğru yolda olanlar yine onlardır. Bu yoldan azıcık sağa ve
sola saparsanız, büyük bir dalaletin içine yuvarlanmış olursunuz.” [110]
Kemal ve kıvam yolunda
Allahû Teâla'nın rızasını kazanmanın en emin yolu, Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam
özelliklerine sahip olmaktır. Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam özellikleri, Ashâb-ı
Kirâm'ın Allahû Teâla'nın rızasına nail olmak için önemsedikleri meselelerdir.
Dolayısıyla "Sahabeler, en çok hangi meseleleri önemsiyorlardı?"
"Hangi İslâmî mesleîeri hayatlarının merkezine yerleştirmişlerdi?"
Sahabe neslini tanımak için bu durumları
yakından bilmek mecburiyeti vardır. Sahabe neslinden hemen sonra gelen Tâbiûn
nesli, sahabe neslini tanımaya çalışmış, sahabenin kimliğini ortaya çıkarmaya
gayret etmiştir. Tabiûn'lar, sahabe neslinin kıvam özelliklerini düşünce,
yaşayış ve tavır olarak gündemlerine taşımaya çalışmışlardır. Bakınız
Şamlıların fakihi diye tanınmış olan Tabiûn neslinin ileri gelen alimlerinden
İmam Evzâî (Rh.a.) şöyle diyor:
"Rasûlüllah
(sav)'ın Ashabı, şu beş şeyin üzerindeydi: Lüzûmü'l
Cema'a/Cemaatı tercih etmek, İttibau's
Sünne/Sünnete ittiba etmek, İmâretü'l Mescid/Mescid İmârı, Tilâvetü'l
Kur'an/Kur'an tilâveti ve Cihadun fi Sebilillah/Allah yolunda cihad!.”[111]
Bu bir kimlik
tesbitidir. İmam Evzâî (Rh.a.), sahabeleri başkalarından ayırma amacıyla değil,
tanıtma maksadıyla bu tesbiti yapmıştır. İmam Evzâî (Rh.a.)'ın saymış olduğu bu
kıvamlar, Ashâb-i Kirâm'ın kimliğini tanıtan özelliklerdir. Bu kıvamlar, Allahû
Teâla'nın rızasını kazanma yolunda Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilmez öncelikli
müşterekleridir. Müslüman olarak Ashâb-ı Kirâm'ın bu vazgeçilmez öncelikli
müşterekleri bizimde müştereklerim izdir.
Sahabe kavli/görüşü
tercihi, İslâm'ı anlamda ve yorumlamada nasıl bir hukukî değer taşıyorsa,
Müslüman ferd ve Müslüman toplum hayatı ve yönetim pratiği bakımından sahabe
kıvamı aynı değere sahiptir. İslâmî değerlerin değişik düşünce, fikir, zaaf
veya hesaplarla görmezden gelindiği yahut istismar edildiği ortamlarda
Rasûlüllah (sav)'in yakın çevresi, öğrencileri olan sahabelere duyulan ihtiyaç
ciddi boyutlar kazanır. Sahabe kıvamı, bu ihtiyacı gidermede ortaya konulması
gereken temel hedeftir. Sahabe kıvamı, gerçek mü'min seviyesini yakalamanın
ölçüsüdür. Sahabe neslinin tek tek değil, topluca temsil ettiği değerlerin,
onlar hakkındaki genel değerlendirme ve tespitlerin tümüne sahabe kıvamı diyoruz.
İlk İslâm nesli sahabelerin ortaya koydukları hayat tarzının biçiminin, toplum
hayatının, düşünce-iman-ilim-amel çizgisinin elbette "model" ve
"yöntem" değeri vardır ve
bu değer oldukça yüksek düzeydedir.
Sahabe kıvamı, " Müslümanın hayat modeli" değerine sahiptir.
Fitne ve fesad devrini
yaşamakta olan toplumlarda Rabbani mesaj, basit ve sıradan örneklerle
verilemez. Herkesin dikkatini çekebilmek için üst düzey misaller/örnekler
gerekir. Bu üst düzey tarihi örnekleri fiili olarak değil de, sözlü olarak
insanlara anlatmak aslında beklenen etki açısından çok isabetli değildir. Ne
var ki yaşayan/günlük örneklerin bulunamadığı dönem ve yörelerde üst düzey tarihî
örnekleri sözlü olarak insanlara ulaştırma fırsatını ve imkânını kullanmaktan
başka yol da yoktur. Belki de gelecek günleri/toplumları etkileyecek olumlu ve
yaşayan Müslüman örnek/önder kimliklerin yetişmesi, tarihî örnekler ve önderler
olarak sahabe neslini ve bu nurlu neslin kıvamını gündeme taşıma başarı ve
kapsamıyla doğru orantılıdır. Her din ve kültürde geçmişten olumlu-olumsuz
misaller verilmesinin, kıssalar anlatılmasının amacı da günü ve geleceği,
tarihî tecrübe ile eğitmek ve şekillendirmek değil midir? Allahû Teâla'nın
kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Allahû Teâla'dan razı oldukları
sahabelerin kıvam göstergelerinde İslam ümmeti kimliğini ve kişiliğini bulur.
Müslüman kimliğimizi
korumanın ve dışa olduğu gibi yansıtmanın biricik çaresi, düşünce, yaşayış ve
tavır olarak Ashâb-ı Kirâm'ın bu kıvam özelliklerini gündemimize taşımaktır.
Çünkü sahabe hayat modelimizdir. Sahabe neslini hayat modeli edinmeyen
müslümanlar, kelime-i şehadet ile kazandıkları müslüman kimliklerini
koruyamazlar. Kimliksizliğin ve kişiliksizliğin moda haline geldiği bu
asrımızda Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam özellikleri, müslüman kavimler için müslüman
hayatın dinamikleridir. Şimdi Ashâb-ı Kirâm'ın bu kıvam özelliklerini tek tek
izah etmeye gayret edelim.
Ashâb-ı Kirâm'ın
imandan sonra ilk tercihi cemaat'tir. Sahabeler, ehl-i ferd olmayı değil, ehl-i
cemaat olmayı tercih etmişlerdir. Sahabeler, cemaat olmayı imanın beraberinde
getirdiği bir itikadı tercih olarak kabul etmişlerdir. Onlar cemaat'sız
İslam'ın olamayacğma inanıyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Hz. Ömer (R.a.)
şöyle diyor:
"İslam İslam
olamaz, cemaat olmadıkça!.. Cemaat cemaat olamaz Emiri olmadıkça!.”[112]
Ashâb-ı Kiram;
Rasûlüllah (sav)'in tebliğ ettiği İslâm davasına iman etmiş, Rasûlüllah
(sav)'in etrafında toplanmış, O'nun örnek ve önderliğinde cemaat haline gelmiş
kimselerdir. Hangi çağda ve mekânda olursa olsun, Rasûlüllah (sav)'e uyanlar,
cemaat olurlar. Cemaat haline gelmeyen mü'minler, Peygamber (sav)'e uymuş sayılmazlar!
Sahabeler, cemaat
olmayı, İslâm dininin amir hükmü kabul etmişlerdi. Onlar, İslâm cemaatının
dışında kalmayı adeta İslâm'sız kalmakla eşdeğer görüyorlardı. Esasen Ashâb-ı
Kiram tabiri, Rasûlüllah (sav) etrafında toplanmış ve cemaat olmuş kimseleri
ifade eder. Yani Ashâb-ı Kiram denilince, Rasûlüllah (sav)'in vahy
doğrultusunda oluşturduğu, vahy eğitiminden geçirdiği mü'minler topluluğu akla
gelir.
Cemaat; inanç,
düşünce, yaşayış, ibadet, muamelât, münasebet, ukubat, davet, tebliğ, ahlâk,
iktisad, ticaret, siyaset, devlet, harb/kıtal ve sulh gibi tüm konularda
Sünnet'i yol ve yöntem olarak benimseyen müslümanlar topluluğu demektir.
Cemaat; Rasûlüllah
(sav)'in yolu, sünneti üzerinde yaşamayı benimsemiş sahabeler, Hz. Peygamber
(sav)'in ve sahabelerin inanç, ve yaşayışlarını benimseyen mü'minler topluluğu
manasına gelir.
Cemaat, müslüman
kimliği koruyucu ve kollayıcıdır. Daha doğrusu cemaat, mü'min yürekleri ihanet
etmekten koruyan nebevî bir güçtür. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Bir müslüman kişinin kalbi, (şu) üç meziyete
sahip olduğu müddetçe hiyanet/kin ve husumet beslemez. Bu meziyetler: Amelinin
ilhasının Allah için olması, müslümanların imamlarına nasihat etmek ve
müslümanların cemaatına yapışıp ayrılmamak.” [113]
Cemaat, mü'min insanın
bu dünyadaki cennetidir. Nitekim Hz. Ali (R.a.) şöyle diyor: "Şayet Cennet
ile İslam cemaatı arasında muhayyer bırakılsaydim, hiç şüphesiz İslam
cemaatını cennete tercih ederdim."
Mü'min bu dünyada
cennetten değil cemaat olmaktan ve cemaate bağlı kalmaktan sorumludur. Bu
dünyada cemaat, cennete gidenlerin yoludur. Cemaatsız cenneti düşleyenler,
kendi mü'min yüreklerine ihanet edenlerdir. Rasûlüilah (sav) buyuruyor:
"Size ashabımı, sonra onların peşinde gelenleri
ve sonra bunların peşinde gelenleri tavsiye ederim. Daha sonra yalan
yayılacaktır. Hatta kişiye, (yalan yere) yemin ettiği için yemin
verdirilmeyecek ve şahide (yalan yere) şehadet ettiği için şahidlik
yaptırılmayacaktir. Dikkat edin! Bir erkek bir kadınla başbaşa kalmasın, aksi
halde üçüncüleri behemehal Şeytan'dır. Cemaatten ayrılmayın. Tefrikadan önemle
sakının. Çünkü şeytan, yalnız kalanla beraberdir ve (cemaat olan) iki kişiden
daha uzaktır. Her kim, cennetin özünü istiyorsa, hemen cemaate yapışsın. Her
kimi, iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü de üzüyorsa işte o kimse mü'mindir.” [114]
Cemaat; vahyi esas
alan, onu öne çıkaran, herşeyin basma vahyi koyan, İslâm'ı Rasûlüllah (sav)'in
örnek ve önderliğinde yaşamaya çalışan müslümanlar topluluğudur. Bu temel
ilkeden uzaklaşanlar, cemaat'ı tercih etmiş sayılmazlar. Çünkü bu ilkeden
uzaklaşanlar, aklı vahyin önüne geçiren yorumlar getirmek suretiyle ana
gövdeden ayırlac aklardır. Böyle bir yola girenler hangi adla anılırlarsa
anılsınlar, tefrika içine düşmüş fırkacılardan sayılırlar. Yeri geldiği için
şunu beyan etmekte fayda vardır:
Tefrika itikadıdır,
ihtilaf amelîdir, itikadı alanlara intikal eden ihtilaflar da tefrikadan
sayılır. Amelin kazası olsa da itikadın kazası olmaz. Bundan ötürüdür ki,
Ashâb-ı Kiram hep cemaat olmakatan yana olmuştur.
Ashâb-ı Kirâm'ın, Mekke
Şirk Devleti'nde imandan sonra ilk tercihi, cemaat olmuştur. Bu nedenle diyoruz
ki; cahiliyyenin kuşatması altında bulunan Mekkî toplumlarda cemaatı tercih
etmek, toprağı olmayan İslâm devletinin vatandaşlığını kabullenmek demektir.
Çünkü İslâm cemaatı; toprağı olmayan İslâm devletidir. Dolayısıyla cemaati
olmayanların devletleri de olmaz.
Sahabeler; cemaatı
iltizam/tercih eder, lüzumlu, gerekli, vazgeçilmez görür, ana gövdede yer alır,
ayrılıkçı gruplara, fırkalara asla iltifat etmezlerdi. Onlar ehl-i cemaatti.
Birbirlerinden ayrılmazlar, özde ve sözde işbirliği yapıp birlikte hareket
ediyorlardı. Sahabe neslinden sonraki nesiller için cemaat; sahabelerin
benimsediği, üzerinde bulundukları yol, yaşayış anlamına gelir. Sahabelerin
tavırlarından, yaşayışlarından çıkarılacak bir cemaat tarifi varsa o da şudur:
Cemaat; mü'min olarak şeriat-ı garra üzere sabit kadem olup fiilen
müslümanlarla yardımlaşma ve dayanışma içerisinde bulunmaktır. Yani şartlar ne
kadar zor olursa olsun, zemin ne kadar dar olursa olsun, vahyi öncelikli
yaşayanlardan olmaktır.
Aklı vahyin önüne
geçirme, onun yerine koyma veya aklı önceleyip vahyi öteleme teşebbüsü içinde
bulunanlar, ehl-i cemaat olamazlar. Böylelerinden oluşan topluluklar İslam
cemaatını değil, şeytan ordusunu oluştururlar. Çünkü vahyin önüne akıllarını
geçirenlerin ilki şeytandır.
Ashâb-ı Kiram; vahyi
öne çıkarma ve ona tam teslimiyet tavrı ile şekillenmiş bir nesildir. Sahabe
vahiy ile seviye kazanıyordu. Sahabe topluluğu, vahiy öncelikli yaşayanların
örnek toplumudur. Dolayısıyla sahabeleri güzellikle takip edecek olanların
hayatları da bu cennetlik neslin cemaat şuurundan yansımalar taşıyacaktır.
Sahabeler bir vakit namazı dahi cemaatsız geçirmek istemiyorlardı. Bir vakit
cemaatle namaz kılmaya gelmeyen kardeşlerini araştırıp sorarlardı. Bu durum,
onların cemaat fıkhından kaynaklanıyordu. Sahabeler, cemaatsızlığı îslâmsız kalmakla,
cemaatten ayrılmayı da, İslâm'dan ayrılmakla eşdeğer görüyorlardı. Bunu
Rasûlüilah (sav)'den öğrenmişlerdi. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Ben de size, Allah'ın bana emrettiği beş şeyi
emrediyorum: Dinlemek, İtaat, Cihad, Hicret ve Cemaat. Zira her kim cemaatten
bir karış mikdarı aynlırsa İslâm'ın bağını boynundan çıkarmış olur: ancak
(cemaate geri) dönmesi hali müstesnadır. Herkim cahiüyyet davasını iddia ederse
o kimse cehennem gürûhlanndandır."
Bunun üzerine bir adam,
"Ya Rasûlüllah!"
dedi,
"Namaz kılsa da,
oruç tutsa da mı?” Rasûlüllah (sav) buyurdu ki:
"Namaz kılsa da, oruç tutsa da! Sonra siz;
Müslümanlar, Mü'minler ve Abdullah'lar/Allah'ın kulları olarak sizi
isimlendiren Allah'ın davasıyla davet ediniz.” [115]
Ashâb-ı Kiram,
cemaatten bir karış mikdarı kadar dahi ayrılmayı içine sindiremeyen cennetlik
bir nesildir. Onlar cemaat dışında kalmayı, cehennemlik bir tavır olarak
sayıyorlardı. Bunun için sahabe neslinin dünyadaki cenneti, cemaatı olmuştur.
Sahabelerin herbiri kendi vicdanında ümmet-i Muhammed (sav)'in vicdanını
taşıyordu. Onlardan biri, tek başına bir dağın başında olsa bile kendisine
cemaat gözüyle bakar ve cemaat gibi hareket ederdi. Hakkın üzerinde olan her
mü'min, aynı zaman da diğer mü'mirilerin vicdanını da kendi vicdanında taşıyan
bir cemaat örneğidir. Bu nedenle diyoruz ki; İslâm cemaatını önemsemeyenler,
İslâm cemaatının içinde bulunmayanlar, İslâm cemaatının dışında kalmayı yaşam
tarzına dönüştürenler, ehl-i cemaat olmak yerine ehl-i ferd olmaya karar
verenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlardır.
Vahyi öncelikli
yaşayanların toplumu, kitaba sarılan toplumdur. Kitaba sarılmak, sünneti
yaşamakla mümkündür. Rasûlüllah (sav)'in sünneti, İslâm cemaatinin vazgeçilmez
nizamname sidir. Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeden İslâm cemaatı
varlığını devam ettiremez.
İslâm davasını
anlamada, yaşamada ve savunmada müslümanların örnek ve önderi Hz. Muhammed
(sav)'dir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Şüphesiz ki sizin için Rasûlüllah'da pek güzel
bir örnek vardır. Allah'a ve Âhiret gününe ümit besler olup da Allah'ı çok
zikreden kimseler için.” [116]
Rasûlüllah (sav)'in
örnek ve önderliğini önemsemeyen, onun sünnet-i seniyyesine ittiba etmeyi
gereksiz görenlerin oluşturdukları topluluk, İslâm düşmanlarının kalabalığından
sayılır.
Yeryüzünde
peygamberlerin beşeri plandaki sorumluluk ve önderlik çerçevesinin adı,
ümmettir. Hz. Muhammed (sav) için bu çerçeve, "ümmet-i davet" ve
"ümmet-i icabet" olarak tüm dünyalıları içine almaktadır. Sünnet ise,
Rasûlüllah (sav)'in bu sorumluluk ve önderlik çerçevesine göre Kur'ân-ı
Kerim'in tefsiri, beyanı ve uygulamasıdır.
Ümmet-i icabet
dediğimiz İslâm ümmetinin sosyolojik bir vakıa olarak gerçekleşmesinde
Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliği ne ölçüde gerekli, etkili ve
vazgeçilmez ise, ümmet yapısının devamında da onun sünneti/uygulamaları prensip
ve pratik olarak aynı ölçüde ve değerde gerekli ve vazgeçilmez bir önderlik ve
rehberlik konumuna sahiptir. Sahabeler; .günlük işlerinden, devletlerarası
ilişkilerine varıncaya kadar pratik hayatın her safhasmda vazgeçilmez örnek ve
önder olarak Rasûlüllah (sav)'in sünneti
seniyyesini almış ve ona uymaya çalışmışlardır.
Ashâb-ı Kiram,
"Dünyada sünnet, Âhirette cennet" ilkesiyle hareket ediyordu.
Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in bilgilendirme ve yönlendirmesiyle şahsiyet
bulmuş kimselerdir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav) hayatta iken nasıl ondan başka
örnek ve önder tanımıyor idiyse, O'nun vefatından sonra da onun yaşayışı,
gidişatı demek olan sünnet-i seniyyesinden başka bir hayat ölçüsü ve örneği
tanımamışlardır. Ashâb-ı Cirâm, hep onunla, onun yolunda olmaya çalışmış, onun
anlayış ve yaşayışını kendilerinden sonrakilere fıiii vasiyyet ve "sahabe
sünneti" olarak bırakmışlardır. Buracıkta sahabe sünneti tabirini tarif
etmeye çalışalım.
Sahabe sünneti;
Rasûlüllah (sav)'in gerek kavlî, gerek fiilî ve gerekse takrirî/tasvip ve
tecviz olarak sünnetine uyma hassasiyeti, dikkati, titizliği ve uygulamasıdır.
Sahabe sünneti;
özellikle ve öncelikle Rasûlüllah (sav)'in yaşayışının, vazgeçilmez hayat
ölçüsü olarak sahabeler tarafından mümkün olduğunca aynen yaşanmış olmasıdır.
Rasûlüllah (sav)'in sünnetlerini yaşayarak yaşatmak ve sonraki nesillere
aktarmak, sahabe sünnetidir.
Sahabe sünneti; ister
genişlikte olsun ve isterse darlıkta olsun, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine
kesintisiz ittiba etmektir. Hayatta sünnetin neye uygun olup olmadığını değil,
neyin sünnete uygun olup olmadığını kontrol etmek, sahabe sünnetididr. Ashâb-ı
Kiram, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine uygun olmayan sözleri ve fiilen meşru ve
makbul kabul etmezdi. Çünkü İslâm'da imanın sosyalleşme rehberi, sünnettir.
Zira inanılan ilkelerin yani dinin emirler, yasaklar ve şüpheliler olarak
müslümanlar tarafından nasıl uygulanacağı, İslâm'ın nasıl yaşanacağı sünnet'in
örnekliği, önderliği, Rasûlüllah (sav)'in hayatı/yorumu olmadan bilinmez ve
sağlıklı bir şekilde gerçekleştirilemez. Sünnet'in önüne geçen bir din yorumu
ve yaşantısı olmaz/olamaz. Bilindiği gibi, her hangi bir uygulamanın, amelin
amel ve ibadet olarak kabul görmesi için üç temel şart vardır. Bunların
birincisi sahih imandır. İkinicisi, sağlam/iyi bir niyettir. Bu, işin
görünmeyen yönüdür.
"Ameller niyetlere göre değerlendirilir." [117] hadisi
bu şartı ortaya koyar. Üçüncüsü, şekil/uygulama biçimi olarak, Sünnet'e
uygunluk. Bu da görünen yönüdür.
"Benim namazı kıldığımı gördüğünüz gibi namazı
kılınız/kıldırınız.” [118] hadisi ibadetlerin sünnete uygun olma zorunluluğunu;
"Kim bizim dinimizde olmayan birşey (amel/inanç)
uydurursa o merduddur/reddedilmiştir.”
[119]
hadisi, genel anlamda, yani prensip olarak sünnet'in bu tayin ediciliğini
belirlemektedir. Binaenaleyh sosyolojik anlamda dinin kimliğini ve tabiî
müslüman kimliğini de tayin, tesbit eden ve tanımlayan sünnettir. Bir başka
deyişle sünnet, dinî kimlik ve kişilik için sıhhat ölçüsüdür.
Sahabeler, Rasûlüllah
(sav)'in sünnetini reddetmeyi ve keyfi olarak terketmeyi, küfrî bir dvaranış
olarak görüyorlardı. Nitekim Ashâb-ı Kirâm'dan Abdullah İbn-i Mes'ud (rh.a.)
şunları söylüyor:
"Şu beş vakit
namazı, ezan okunan mescidlerde cemaatle kılmaya bakın. Şüphesiz ki bunlar
sünen-i hüda'dır. Allah, Rasûiüne sünen-i hüdayı açıklamıştır. Allah'a yemin
ederim ki ben, kesin münafıklar hariç, sahabelerin beş vakit namazı cemaatla
kılmayı hiçbir zaman terketmediklerinm şahidiyim. Vallahi ben, iki kişinin
koltuklarına girip -ayakları yerde sürünerek- saftaki yerine kadar götürülen
sahabeler gördüm. Sizden evinde namaz kılacak bir yeri olmayan yoktur. Eğer
mescidleri terkeder de farz namazları evlerinizde kılarsanız, Nebinizin
sünnetini terketmiş olursunuz. Eğer Nebinizin sünnetini terkederseniz,
sapıttınız gitti demektir.” [120]
Ehl-i Sünnet ve'l
Cemaat'in görüşü; sünnetin işlenen amellerin sıhhat ölçüsü olduğu yönündedir:
"Söz ancak amel ile, amel ve söz ancak niyet ile, niyet, söz ve amel de
ancak sünnet'e uygun olmakla makbul olur/bİr değer ifade eder.”[121]
Şunu kabul etmek
gerekir ki; Hz. Peygamber (sav)'in ilk işi; İslâm'ın şahıslarında canlandığı
bireyler yetiştirmek olmuştur. Sahabeler de bu kıvamı temsil eden ilk müslüman
nesildir.
"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz
ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimselerdir.” [122] hadisi, sahabe neslinin genel niteliğini tesbit ve
tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki; Sahâbîler, Kitap ve Sünnet ehlidir.
Sahabeler, Rasûlüllah
(sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba eden Kur'an'a tabi olmuş
demektir. Sahabeler, bu konuda en önde gelenlerdir. [123]
Sahabeler, her hangi
bir ameli işleyecekleri zaman önce o amel hususunda Rasûlüllah (sav)'in,
sözlerini, uygulamalarını araştırırlardı. Rasûlüllah (sav)'in uygulamalarına
uygun amelde bulunmak, onlar için meşruluk alâmetiydi. Bu durum, aynı zamanda
bütün müslüman nesiller için geçerlidir. Sünnete uygun olmayan hiçbir amel
meşru sayılmaz.
Allah'ın kitabını
Allah'ın muradına göre anlama ve yaşama hususunda "Rasûlüllah (sav)'in
sünneti/uygulaması bize yeter" demek, sahabe nesli kıvamında müslümanlık
kalitesine ulaşmış olmak demektir. Hayat örnek ve önderimiz Hz. Muhammed (sav)
Kitaptan sonra bize sünneti miras bırakmıştır. Sünnet'e karşı en ufak bir
kayıdsızlık, laubalilik, Peygamber (sav)'e ihanet sayılır. Rasûlüllah (sav)
buyuruyor:
"Size sımsıkı yapıştığınız zaman asla yolunu
sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Allah'ın Kitabı ve.[124] Sünnet,
Müslüman kimliğini dokuyan
ve koruyan Peygamber mirasıdır.[125] Bu nebevi mirası
gözünün nuru gibi koruyup kendisinden sonraki nesillere aktaran nesil, sahabe
neslidir.”
Rasûlüllah (sav)'in
sünnetine ittiba, sahabe sünnetidir. Sahabe sünneti de sünnetten sayılır ve
İslâm ümmetini bağlar. Onunla amel edilmesi gerekir. [126]
Ashâb-ı Kiram, İslâm ile ilgili hemen herşeyi ilk kez duyan ve ilk kez yaşayan,
uygulayan, İslâm yapılanmasına kuruluş aşamasında şahid olan ve katkıda
bulunan hayırlı nesildir. Sahabeler için Sünnet en tartışılmaz pratik delil ve
örnekti. Sünnette yerini bulamadıkları şeylere asla iltifat etmezlerdi. Bir çok
soruya; "Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu veya şöyle yaptı, yapardı"
diye cevap vermeleri, hem kendileri ve hem de tüm müslümanlar için sünnetin
tartışılmaz, itiraz edilemez bağlayıcı bir delil olduğu anlayışından
kaynaklanıyor ve meseleleri çözmede onların öncelikli yöntemi yani
"sahabe sünneti" anlamına geliyordu.
Ashâb-ı Kiram,
Rasûlüllah (sav) ile birlikte iman eden ve inançları ile ilgili öğrendiklerini
asla tartışma konusu yapmadan "duyduk ve uyduk" pratikliği içinde
yaşayan amele dönüştüren ve bunda asla tembel davranmayan model nesildir.
Allahû Teâla buyuruyor:
"Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve
Rasûlüne davet edildiklerinde mü'minlerin sözü ancak "duyduk/işittik ve
uyduk/itaat ettik" demeleridir. İşte bunlar asıl kurtuluşa erenlerdir.”[127]
Sahabeler, kitap ve
sünnete uyma hususunda pratik insanlardı. Sahabelerin pratikliği, genellikle en
küçük bir teredüde yer vermeyecek ölçüdeydi. Sahabeler bu dünya hayatını
Allah'ın bir nimeti, her türlü hayrın temeli ve sebebi olarak kabul ediyor, bu
hayatta Allah'a yaklaşıyor, kendilerine takdir edilen insanlığın kemal
derecesine amel ve gayretleriyle ulaşmaya çalışıyorlardı. [128]
Onların tek amaçları Allah'ın rızası idi. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in
sünnetine ittiba etmeyi, Allahû Teâla'ya olan sevgilerinin bir gereği
biliyorlardı.Allahû Teâla buyuruyor:
"De ki: Eğer siz Allah seviyorsanız, bana uyun
ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[129]
Bu ayet-i kerime'nin
ilk muhatablan, hiç kuşkusuz sahabelerdi. Sahabeler, Allah'ın rızası peşinde
koşan müslümanlar olarak, bu koşularını Rasûlüllah (sav)'e uyulması gereken
her konuda imkânları nisbetinde ona/sünnet-i seniyyesine uymak suretiyle
ameliliğin değişmeyen ve en doğru yöntemini uygulamışlardı.
Sahabeler, dünyanın
neresinde olurlarsa olsunlar, bir amel işleyecekleri zaman hemen Rasûlüllah
(sav)'in o hususla ilgili sözlerini ve uygulamalarını soruştururlar,
araştırırlar, sünnete uygun olanı yaparlardı, sünnete uygun düşmeyenleri de
tereddüdsüz terkedip redederlerdi. Sünnete ittiba etme hususundaki bu tavır, bu
hassasiyet, sahabelerin vazgeçilmez ameli/pratik müşterekleri idi.
Kur'ân-ı Kerim, nasıl
Efendîmiz'in risaleti ve sunduğu mesaj mevzuunda hassasiyet gösteriyor,
sahâbe-i kiram da, aynı şekilde O'ndan gelen her şeyi kemâl-i hassasiyetle
kabulleniyor, korumaya alıyor ve neşrediyorlardı.
Ne Efendimiz'in (sav) getirdiği esâsâta muhalif bir şey ortaya koymayı
düşünüyor, ne de O'na muhalif bir beyanda bulunmayı akıllarının köşesinden
geçiriyorlardı. Kur'an-ı Kerîm'in tabiriyle, O'ndan gelen her şeyi
"içiyor" gibi alıyor ve belliyorlardı. Evet, İsrâiloğulları'nın
ruhuna buzağı sevgisi içirildiği gibi, onların ruhuna da hakikat sevgisi,
hakikatin yeryüzündeki tek temsilcisi Hz. Muhammed (sav) sevgisi öyle
içirilmişti. Dolayısıyla, sünnet mevzuunda çok titizdiler. Nasıl titiz
olmasınlar ki, Kur'ân-ı Kerim, mes'eleyi bir iman mevzuu olarak ele alıyor ve:
"Hayır hayır; Rabbine aııdolsun ki, aralarında
anlaşmazlığa bâdî mes'elelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden
dolayı içlerinde en ufak bir burkuntu duymadan ve tam bir teslimiyetle sana
teslim olmadan iman etmiş olmazlar” [130] buyuruyordu. Onların yaşadıkları hayatın saniyeleri,
saliseleri, âşireleri hep bu hassasiyet içinde geçiyordu. Hayatlarını bu ölçüde
bir hassasiyet içinde geçiren insanların, O'nun sünnetine karşı lâkayd
kalmaları düşünülemez.
Netice olarak Ashâb-ı
Kirâm'ın lügatmda sünnete ittiba necattır/kurtuluştur. Sahabelerin sünnet
fıkhını kısaca; "Rasûlüllah (sav)'in yaptığını yapmazsak helak oluruz,
inancı doğrultusunda her yönüyle bütün bir hayatı sünnet'e göre, sünneti de
lafız mana ve maksadıyla anlayarak hayatı değerlendirmek ve disipline
etmektir." diye özetlemek mümkündür. Dolayısıyla sünnetin önüne gerek
kendi din yorumlarını ve yaşantılarını ve gerekse başkalarının din yorumlarım
ve yaşantılarını geçirenler, Ashâb-ı Kirâm'm yolundan ayrılanlardır.
Ashâb-ı Kiram,
yüzlerinde secde izi olan mâbed neslidir. Çünkü sahabeler, kendi İslamî kimlik
ve kişiliklerinin farkına mescidde varmışlar ve kendilerini mescidde
tanımışlardır. Mâbed nesli olmak, sahâblerin alâmet-i farika niteliğindeki
özelliklerinden birisidir.
Mescid; alnı secdeli
olanların şahsiyet üniversitesidir. İslâm öncesi Mekke toplumu için Kabe ne
idiyse, Medine İslâm toplumu için de Mescid-i Nebî o idi. İlk İslâm toplum
yapısının Mescid-i Nebî merkezli ve eksenli inşâ edilip geliştirildiğine
tanıklık etmiş olan sahabeler, gerek ferdî ve gerekse toplum hayatları
bakımından "olmazsa olmaz İslâm müessesesi" olarak mescidi tanımış
bilmişlerdir. Sahabeler açısında mescidde olmak, hayatta olmakla eşdeğerdi.
Bundan ötürüdür ki, müslümanlar tarihi boyunca mescid, merkez kurum, İslâm
şehirciliğinin kalbi, baş müessesesi olarak varlığını devam ettirmiştir. Bu
durum, sahabelerin fethettikleri yerlerde mescid merkezli bir yapıyı kurmuş ve
geliştirmiş olmalarındandır.
Mescid îmân İslâm
dinine mensub olmanın tabiî bir sonucudur. Çünkü her din kendi çevresini
oluşturur, kendi çevresinde yaşanır ve oluşturduğu çevresiyle tanınır. Bu
gerçeklik, sahabeler eliyle bütün müslüman halkalara intikal ettirilmiştir. Mescid
îmân, İslamî kimlik ve kişiliğin misyonundandır. Mescidlerin îmân; maddî îmâr
ve manevî îrnâr yani inşâ ve ihya olmak üzere iki şekilde gerçekleşir.
Allahû Teâla
tarafından ibadet ihtiyacım karşılama imkân ve mekânı olarak bütün yeryüzü
mescid kılınmıştır. Rasülüllah (sav) buyuruyor:
“Tüm yeryüzü bana temiz olarak mescid kılındı.” [131] Bu hadis-i şerife göre mü'minler taralından îmâr
edilen mescidler, kâinat mescidinin birer tercümesidirler.
Tüm yeryüzü
müslümanlar için mescid kılınmış olmasına rağmen, inşâ anlamında mescid îmân,
müesseseleşme, kimlik ibrazı ve fiilî tebliğ bakımlarından toplumsal bir
ihtiyaçtır.
Allah'ın arzının her
hangi bir yerinde İslâm yerleşiminin gerçekleştiği mescidle ispat edilmiştir.
Çünkü mescid; Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine mutlak teslimiyetin
nişanesidir. Mescidler, Allahû Teâla'dan başkasına kulluk edilemeyeceğinin
alâmetleridir. Onları da ancak Allah'tan başka hiç kimseden korkmayan ve
zorbalara boyun eğmeyen nıü'minler îmâr edebilir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup
dururlarken Allah'ın mescidlerini îmâr etmeleri mümkün değildir. Onların bütün
yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacaklardır.” [132]
Mescid îmân, tevhid
merkezli kutsal bir eylemdir. Küfür, şirk ve tuğyan içindekilerin, inşâ ve ihya
olarak mescidleri îmâra ehliyetleri ve haklan yoktur. Mescid îmân, müslüman
duruşun müessese planında tanıtımı demektir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve ahiret
gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'dan başka hiç kimseden korkmayan
kimseler îmâr ederler. İşte hidayet üzere oldukları umulanlar bunlardır.”[133]
Mescidler, Allahû
Teâla'ya kulluk mekânlarıdır. Oralarda sadece ve sadece Allah'a kulluk edilir.
Allahû Teâla buyuruyor:
"Mescitler kuşkusuz Allah'ındır. O halde Allah
ile birlikte kimseye yalvarmayın.” [134]
Mescidier lillah
içindir. Onları özelleştirip şahısların, meşreblerin, öncülerin şahsi malları
haline getirenler, mescidlere ihanet edenlerdir. Tağutlara, zorbalara isyan
ederek sadece ve sadece Allahû Teâla'ya kulluk eden hiçbir kimse meşreb,
mezheb, kavim ve kabile farkından ötürü mescidlerden menedilemez. Şayet
edilirse tuğyan olur.
Sahabeler mescid
etrafında kenetlenmişlerdi. Onlar için mescid, salih amellerin merkezi idi.
Sahabelerin mescid ile olan ilişkileri askerlerin kışla ile olan ilişkileri
gibiydi. Sahabeler; mescidi kışla, kendilerini İslâm
ordusunun askerleri, Rasûlüllah (sav)'i
de İslâm ordusunun baş komutanı kabul edip itaat ediyorlardı.
Müslümanlar tarafından
yapılmış olan her hangi bir mescidde Allahû Teâla'nın şeriatına muhalif
kanunların, yasaların propagandası yapılırsa, cahili hakimiyetlere boyun eğmeye
nıü'minler teşvik edilirlerse o mescid, mescid olmaktan çıkmış olur.
Sahabeler, mescidleri
hem îmâr etmişler ve hem de ihya etmişlerdir. Şunu bilelim ki; ihya anlamında
mescid imârının ilk adımı, fiilen mescide devam etmektir. Mü'min insanın fiili
olarak mescide devam etmesi, başlı başına bir iman ve İslâm göstergesidir.
Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Mescide devam ettiğini gördüğünüz kişinin
imanma/müslüman olduğuna şehadet/tanıklık ediniz.” [135]
Mescidler, medeniyet
mektebleridir. Oralarda medenîler yetişir. Mescidlerin imârından, inşâsından,
çoğalmasından rahatsız olup nefret edenler, genelde medeniyet düşmanı mürtecilerdir!
Mescid îmân, İslâm'ı
yayma ve topluma âmir kılma faaliyetinin merkezidir. İnanç dünyasının mekân
planında anlatımı ya da inancın mekâna aktarımı diye de değerlendirilebilecek
olan mescid îmân, çevrenin İslâm'la donatılmasının ilk temel adımıdır. Şunu
bilelim ki; müslüman kimliğin sosyalleşme rehberi sünnet, merkezi ise
mesciddir. Mescidlerin çoğalmasından hoşlanmayan münkir ve müşriklerin değişik
yollar ve gerekçelerle mescid îmârım engellemeye çalışacakları hatta aynı
yoldan aynı kurumlarla karşı girişimlerde bulunabilecekleri Mescidi Dırar"
olayı ile tescil edilmiştir.
Mescidleri işlevsiz
kılma teşebbüsleri ve mescidlere yönelik düşmanca tavırlar, şirk mesabesinde
bir zulmü ifade ederler. Allahû Teâla buyuruyor:
“Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin
anılmasından meneden ve onların harap olmalarına çalışan kimselerden daha zâlim
kim olabilir! İşte bunlar, oralara korka korka girmekten başka birşey
yapmazlar. Bunlara dünyada perişanlık, ahirette de büyük bir azap vardır.” [136]
Bu ayet-i kerime'ye
göre İslam'da mescid/cami, mâbed dokunulmazlığı esastır. Müslümanlar tarihi
fırasetle incelendiğinde görülecektir ki; İslâmî yerleşim birimlerinde
Mescidler, "harem bölgesi" konumunda mukaddes merkezlerdir.
Mescidlere yapılan saldın, bizzat İslâm'a ve bütün müslümanlara yapılmış olan
saldırıdır. Bundan ötürüdür ki, Mescide karşı mescid anlamına gelen
"Mescid-i Dırar" ı ortadan kaldırmaya bizzat Rasûlüllah (sav) karar
vermiştir. Özellikle şu gerçeği bilmekte tayda vardır: Mescid-i Dırar
hadisesi, mescid imârında ihyâ'nın inşâ'-dan daha çok önemli oldğunu gösteren
Kur'an kaynaklı tarihi bir gerçektir.
Devr-i cahiliyyede
ruhbanlığa soyunmuş Ebû Amir Rahip adında meşhur birisi vardı. Bu adam,
münafıkların reisi İbn-i Selül'ün halasının oğluydu. Rasûlüllah (sav)'in
Medine'ye hicreti ve Medine'de İslâm Devleti'ni kurması bunun çok zoruna gitti.
Mekke Fethi'nden sonra Taife; Taifliler müslüman olunca da Şam'a kaçtı.
Ebû Amir Küba'da
münafıklara; "Ben sizin şu Mirbedinizze(koyun ağılı anlamına gelen bu
sözle Küba mescidini kasdederek) giremem. Orada beni tanıyıp başıma iş
açacaklar çıkabilir" demiş; onlar da: "Biz bize ait bir Mescid
yaparız. Sen de bizimle oturur orada konuşursun" diye cevap verdiler.
Sonra da adıyla mescid müessesesini kötüye kullanmasını amaçlayan bir yapının
yapılmasını karara bağladı. Ebû Amir, taraftarlarına ayrıca şu talimatı verdi:
"Siz gücünüz yettiğince kuvvet ve silah hazırlayın. Ben de Rum Kralı
Kayser'e gidip asker getireceğim. Muhammed ve Ashabını Medine'den süreceğim."
Kendisi gittiği yerde Hıristiyan olup kaldı. Bu İslâm düşmanı aynı zamanda
zifafa girdiği gecenin sabahında Uhud ordusuna katılmakta gecikmemek için acele
ederken yıkanması gerektiğini unutan ve savaşta şehid düşen, Rasûlüllah
(sav)'in kendisini meleklerin yıkadığını bildirdiği ve dolayısıyla
"Ğasilu'l Melaike" diye meşhur Hz. Hanzala (R.a.)'ın babasıdır. [137]
Münafıklar tarafından
Ebû Âmir'in talimatlarının gereği yerine getirildi. Kısa zamanda Ebû Âmir
riyasetinde 12 münafık Küba mescidi karşısında bir mescid yaptılar. Ve mescid'in
de İmamlığına Mücemmi' b. Câriye'yi tayin ettiler. Böylece Küba mescidinden
kopmalar meydana geldi. Ebû Lübâbe b. Abdülmünzir münafık olmadığı halde ve
gerçek durumu de bilmediği
için bu mescide kereste yardımında bulundu. Rasûlüllah (sav) Tebük savaşı için
hazırlıklarda bulunurken, beş kişilik bir münafıklar heyeti gelip ve gerçek
amaçlarını gizleyerek meşruiyet kazanmak adına Rasûlüllah (sav)'e
"Ey Allah'ın
Rasûlü! yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve isteyenlerin namaz kılmaları için
bir mescid yaptık. Ayrıca sel geldiği zaman Küba mescidine gidemiyoruz. Böylesi
durumlarda namazımızı kendi mescidimizde kılmak istiyoruz. Bu arada sizinde
gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanızı da rica ediyoruz" dediler.
Münafıkların bu isteğini Rasûlüllah (sav) savaş sonrasına erteledi. [138]
Tebük savaşı dönüşünde Rasûlüllah (sav)
ile ordusu "Zû Evân" denilen Medine yakınlarında bir yerde
konakladılar. Münafıklar yine gelip Rasûlüllah (sav)'i mescidlerine davet
ettiler. İşte tam bu sırada Allahû Teâla gerek bu mescid ve gerekse bu mescidi
yapanlar hakkında Hz. Muhammed (sav)'i bilgilendirip haber verdi:
“Bir de müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve
müslü-manlarm arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Râsûlü'ne karşı
savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var. "İyilikten başka bir
maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle
yalancı olduklarına Allah şahittir.” [139]
“O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk
gününde temeli takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha
layıktır. Onun içinde günahlarından arınmayı seven kişiler vardır. Allah da
arınmış, ak-pak olmuş olanları sever.” [140]
“O halde binasını Allah korkusu ve Allah rızası
üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir
uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha
hayırlı? Allah, zalimler güruhunu hidayete erdirmez.”[141]
“Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri
parça parça olmadıkça, kalblerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah,
Alîmdir, Hakimdir.”[142]
Bu ayet-i kerimelerin
inzalmdan sonra Rasûlüllah (sav), Malik b. Duhşum ile Asım b. Adiy'i (Allah
kendilerinden razı olsun) o mescidi ortadan
kaldırmakla görevlendirdi. Görevli bu iki sahabe yapraklı hurma dallarından bir
demet alıp ateşiedikten sonra, Akşam iie Yatsı namazı arasında Mescid-i Dırar'a
vardılar ve orayı ateşe verip yaktılar, yıktılar. Mescid'i-i Dirâr'ın yakılması
üzerine münafıklar cemaati dağıldı. Ebû Lübâbe, iyi niyetle verdiği kereste
enkazını topladı ve evinin yanma bir kulübe yaptı. Ancak o kulübede ne bir
çocuk doğmuş, ne bir güvercin yavru yapmış ne de bir tavuk kuluçkaya yatıp
civciv çıkarmıştır. [143]
Rasûlüllah (sav) ve
ashabı, Mescid istismarını önlemeyi mescid imârından saymışlardır. İslâm ve
müslümanlarm aleyhine kullanılmak üzere oluşturulan müessesenin adı mescid de
olsa mutlaka yıkılması gerekir. Mescid'e karşı mescid yoluyla İslâm'a ve
müslümanlara zarar vermeye kalkışmak, düşmanlığın en amansız şeklidir. İslâm'a
ve müslümanlara karşı kurulan komplolar mescid görünümünde de olsa asla ve
kat'a kabul edilmez.
İslâm'a ve
müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen kurumların ve kuruluşların isimleri ne
olursa olsun, mescid-i dırar cümlesinden sayılırlar. Böyle kurum ve
kuruluşları ortadan kaldırmak, mescid-i dırarlan ortadan kaldırmak demektir.
Mescid-i dırar katagorisine giren yani İslâm'a ve müslümanlara zararlı olmayı
hedefleyen müessesesîerden, kurum ve kuruluşlardan uzak kalmak ve oraları
zararsız hale getirmek için çalışmak, gerekirse böyle kurum ve kuruluşları
yıkıp ortadan kaldırmak, başlı başına bir sünnettir. Sahabeler, mescid-i
dırarı Rasûlüllah (sav)'in emriyle yıkmakla bu sünneti ihya ettiler.
Dikkat edilirse mescid
îmân, sahabe neslinin nezdinde çok yanlı ve yönlü Rabbani bir hizmettir.
Mescid-i takvaları inşâ ve ihya etmek, mescid-i dırar'ları ise yakmak, yıkıp
ortadan kaldırmak, Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilemez öncelikli müştereklerindendir.
İslâm'a ve
müslümanlara zarar vermeyi hedefleyen tüm mescidler, müesseseler, kurultaylar,
parlamentolar, beynelakvam/kavimlerarasi kurum ve kuruluşlar, mescid-i dırar
hükmündedirler. Bunları ortadan kaldırmak için mücadele etmeyenler, Ashâb-ı
Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.
Ashâb-ı Kiram, kimden
gelirse gelsin ve hangi seviyede olursa olsun, İslâm'ın müesseselerini, kurum
ve kuruluşlarını İslâm karşıtı düşünce ve erin
işine gelecek doğrultuda kullanmayı hedefleyen girişimlerin, teşebbüslerin
şiddetle karşısında olmuş ve fiili olarak bu girişimci ve teşebbüscülerle
savaşmıştır.
Mescid îmân, cennetlik
bir faaliyettir. Rasûlüllah (sav) mütevatir bir hadisinde şöyle buyuruyor:
"Her kim Allah için bir mescid bina ederse,
Allah da onun için cennette bir ev bina eder.” [144]
Ashâb-ı Kiram mescid
imârını önemsemekle, öncelikli faaliyet haline getirmekle- cennetlik
faaliyetleriyle cennetlik bir nesil olduğunu ortaya koymuştur Bu nedenle
diyoruz ki; sahabelerin yolu cennet yoludur. Faaliyetleri ise cennetlik
faaliyetlerdir. Sahabeler ve sahabelerin Cennetlik faaliyetlerini önemsemeyip
küçümseyenler, sahabenin yolundan ayrılıp başka başka yollara gidenlerdir.
Ashâb-ı Kiram,
Kur'an-ı Kerim'in nüzulü ile tarih sahnesine çıkmış olan nurlu bir nesildir.
Sahabeler, müslüman kimliğinin farkına Kur'an-ı Kerim ile varmışlardır.
Sahabeler; Kur'an-i Kerim'in muhatapları ve nüzulünün şahidleridir.
Onların cennetlik kalitelerini
gösteren tanıtıcı özelliklerinin arasında Kur'an tilâvetinin yer alması, bu
neslin diğer nesillerden ayrıcalıklı niteliğini oluşturan en temel hayat kaynağı
Kur'an-ı Kerim'i dikkatlere sunmak anlamına gelmektedir. Şunu bilelim ki;
müslüman kişi ve toplumların müslümanhk seviyesi ve kıvamı, Kur'an-ı Kerim ile
ilişkilerinin kesintisizliğine ve sağlamlığına bağlıdır. Kur'an-ı Kerim'i
merkezine oturtmayan bir hayat, İslâm ölçüleri çerçevesinde tek kelimeyle batıl
ve atıl bir hayattır.
İslâm kültürünün
kaynağı ve başlangıcı Kur'an'dır. Kur'an ile irtibatını kesen bir neslin İslâm
kültürü olamaz. Çünkü İslâm kültürü, vahiy kültürüdür. Kur'an ile irtibatını kesen
bir insanın vahiyden haberdar olması mümkün değildir. Sahabeler vahiyden uzak
düşmemek için, Allahû Teâla'nın muradına ve rızasına uygun bir hayat yaşamak
için Kur'an tilâvetini, eğitimini hayatlarının büyüteçleri haline
getirmişlerdir. Nitekim İslâm'ın başlangıç yıllarında Rasülüllah (sav)
"Kur'an", "Ayet", "Sure", "Vahy" gibi
kavramların müslümanların kafa ve kalblerinde iyice yerleşip billurlaşmasına
kadar Kur'an'ın ihmaline herhangi bir şekilde ve sebeple yol açmamak için,
kendi sözlerinin bir müddet yazılmasını bile yasaklamıştır. Rasülüllah (sav)'in
bu tavrı, İslâm toplumları ve müslüman bireyler için Kur'an-ı Kerim'in, ne
derece hayatî bir konumda olduğunu ve olması gerektiğini tespit, tescil ve
teşhir eden metod değeri pek yüksek tarihi bir nebevi uygulamadır. Bu durumun
şuurunda olan sahâbîler bir yandan Kur'an-ı Kerim'e gösterdikleri özenle dikkat
çekerlerken bir taraftan da Kur'an'ın ihmal edilip edilmeme endişe ve güvenine
dayalı olarak hadislerin yazılmasından başlamak üzere diğer
bilimsel faaliyetlere olumlu veya olumsuz
tepkilerde bulunmuş ve yak-aşımlar sergilemiş olmalarıyla Kur'an kaynaklı
düşünce, kültür ve nedeniyet dünyasının ilk temsilcileri olmuşlardır. Hz. Ömer
(R.a.) bir ıitabesinde şöyle der: "Kur'an okuyun ki onunla tanınasınız;
onunla amel edin ki Kur'an ehlinden olasınız.” [145]
Sahabeler; Hz.
Muhammed (sav)'in vahiy kültürünün temsilciğini yapan ilk medenî
müslümanlardır. Elbetteki bütün müslümanlar mede-ııdir. Sahabeler arasında
Kur'an-ı Kerim; tefekkür ile tertili üzere okunan, bellenen, uygulanan, hayata
dönüştürülen, ihmal ve ihlal edilmesine asla göz yumulmayan bir kiatptır. Yani
sahabe hayatının özünde kitap olarak Kur'an vardır.
Hayatü's sahabe,
Kur'an zengini bir hayattır. Allahû Teâla buyuruyor:
“Bir sûre indirildiği zaman, içlerinden biri çıkar,
"Bu sûre hanginizin imanını arttırdı?" der. Fakat mü'minlere gelince,
aslında her inen sûre onların imanını arttırmıştır ve onlar sürekli olarak
müjdelenip duruyorlar.” [146]
Bu ayet-i kerime,
sahabe döneminde Kur'an tilâveti ve Kur'an eğitiminin bir zenginlik kaynağı
kabul edildiğini göstermektedir. Kur'an eğitiminden geçmeyen, Kur'an'ı tilavet
etmeyen ve Kur'an'ı anlamaya yanaşmayan bir kişi mü'min de olsa îslâmî açıdan
kültür fukarası sayılır. Kur'an zengini bir hayatın nasıl gerçekleştiğini
Abdullah İbn-i Mesud (R.a.) şöyle açıklıyor: "Bizden bir sahâbî, Kur'an-ı
Kerim'den on ayeti öğrendiği zaman, ayetlerin anlamını iyice kavramadan,
onlarla amel etmeden başka ayetleri öğrenmeye kalkışmazdı.” [147]
Ashâb-ı Kiram, Kur'an
tilâvetini öncelikli olarak önemsemiş, Kur'an ayetlerini anlamayı ve hayata
dönüştürmeyi en mühim mesele haline getirmiştir. Enes b. Malik R.a. rivayet
ediyor: "Ashâb-ı Kiram bir âyet-i kerime hakkında ihtilafa düşerlerdi. Bu
sefer: Bu âyeti Rasûlüllah (sav) filan oğlu filana okutup öğretti derlerdi.
Kimi zaman bu kişinin bulunduğu yer Medine'den üç günlük uzaklıkta olurdu. Ona
haber gönderilir, bu adam getirilir ve şöyle denilirdi: Rasûlüllah (sav) şu
âyeti sana nasıl okutup öğretti? O da, öğrendiği şekliyle söyler ve
onun dediği gibi yazarlardı.” [148]
Abû Abdurrahman
es-Sulemî (R.a.) şöyle demiştir: "Biz, Kur'an-ı Kerîm'den on âyet-i kerîme
öğrendik mi, o on âyetin helalini, haramını, emir ve nehiylerini öğrenmedikçe
bîr sonra ki on âyeti öğrenmeye geçmezdik."
Abdullah İbn-i Ömer
(R.a.) rivayet ediyor: "Bu ümmetin ilkleri döneminde Rasûlüllah (sav)'in
ashabından faziletli olan bir kimse, Kur'an-ı Kerim'den ancak bir sure ya da
ona yakın bir miktar ezberlerdi. Onlara Kur'an gereğince amel etmek ihsan
buyrulmuştu.” [149]
Allah'ın arzında her
mü'min insan kabı ve kapasitesi kadar Kur'an'dan istifade eder. Sahabelerin
kıvamını oluşturan müşterek ihmal edilmez ve vazgeçilmez nokta, onların Kur'an
âyetlerini Peygamber (sav)'in örnekliğinde ve önderliğinde hayata dönüştürmüş
olmalarıdır. Sahabeler, Kur'an ile hukuklarını hep canlı tuttular. Onlar
arasında yaygınlaşan ve sonraki müslüman nesillere intikal eden her gün belli
bir miktar Kur'an okuma; "Hizb", Kur'an'ı tümüyle ezberleme;
"Hıfz" ve hassaseten Ramazan aylarında Kur'an-ı Kerim'i baştan sona
okuyup dinleme; "Mukabele" gelenekleri, Kur'an ile zenginleştirilmiş
hayatın tilâvet ağırlıklı uygulamalarından bazı güzelliklerdir. Sahabelerin
Kur'an tilâvetine olan düşkünlükleri ve Kur'an'ı baştan sona okuyup hatmetme
iştiyakları, Rasûlüllah (sav) tarafından "haftada bir hatim" sınırlamasının
getirilmesine sdebep olmuştur. [150]
Münkir ve müşriklerin yasaklan ve dayakları, mü'minleri Kur'an öğrenmekten ve
başkalarına öğretmekten alık oy amam ıştır. Ebû Talha (R.a.) rivayet ediyor:
"Birgün mescide girdiğimde Rasûlüllah (sav)'in açlıktan karnına taş
bağlamış olduğu halde, ayakta suffe ehline Kur'an okuttuğunu gördüm.” [151]
Ashâb-ı Kiram, aç kalmaya, susuz kalmaya tahammül etmiş, ama bir an olsun
Kur'an'sız kalmaya tahammül etmemiştir.
Ashâb-ı Kiram'ın en
önemli özelliklerinden birisi de, müslüman kimliklerini ibraz etmeye,
inançlarını izhar ve insanlara ulaştırmaya Kur'an tilâvetiyle başlamış
olmalarıdır. Onlar, hayatm müslümanca yaşanmasının
yolunun tilâvetü'l Kur'an'dan geçtiğine
inanıyorlardı. Kur'an okumayan, anlamayan, dinlemeyen, Kur'an ayetlerini
uygulamayan ve bilgi dağarcıklarında Kur'an'dan ayetler bulunmayanlar, harebe
ev gibidirler. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Hafızasında Kur'an'dan bir şey bulunmayan beden,
harab olmuş ev gibidir.” [152] Rasûlüllah (sav)'in bu beyan ve tesbitinde gündeme
gelen harabelikten, mahrumiyetten sahabe nesli uzaktır. Çünkü sahabe nesli,
hadimu'l Kur'an'dır. Kur'an okumak, Kur'an ayetlerini anlayıp uygulamak, sahabe
neslinin en önemli günlük faaliyetlerinin başında yer alır. Bir rivayette şöyle
buyruluyor:
"Ashâb-ı Kiram, Kur'an-ı Kerim'i çokça okur; onu
okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi.
Günlerine Kur'an ile başlarlar, göz rahatsızlığı önlanlara da Mushaf-ı Şerife bakmalarını
tavsiye ederlerdi.” [153]
Ashâb-ı Kiram,
Kur'an-ı Kerimi Allah'ın emri ve fermanı bilir, gece gündüz onun üzerinde
titizlik gösterir, onu gözetir ve ona göre bîr hayat yaşamaya çalışırdı.
Dolayısıyla sahabe kıvamından hayatımıza izler taşıyabilmemiz için önce
Kur'an-ı Kerim'i okumayı öğrenmemiz ve her gün belli bir düzen dahilinde o
ilahî kelâmı okuma alışkanlığını kazanmalıyız ve sonra da mümkün olduğunca
onun dünyasında onu anlayıp imkânlar ölçüsünde Rasûlüllah (sav)'in örnek ve
önderliği çerçevesinde kalmak kaydıyla yaşamaya çalışmamız gerekir. Aksi halde
Kur'an tilâvetini önemsemezsek, gereksiz görürsek Ashâb-ı Kiram'in yolundan
ayrılma tehlikesinin içine düşmüş oluruz. Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlar,
Kur'an'sız kalanlardır.
Kur'an tilâvetinin
Ashâb-ı Kirâm'ın vazgeçilmez öncelikli müştereki olması, keyfi, küfrî ve cebrî
güçler tarafından Kur'an eğitiminin yasaklandığı, Kur'an öğrencilerinin birer
şakî gibi takibe tabi tutulduğu günümüz İslam coğrafyasında Ashâb-ı Kiram
yolunda yürümeye ahdetmiş biz müslümanlara her gün Kur'an tilâvetiyle güne
başlama mesuliyetiyle birlikte evlerimizi birer "Beytu'l Kur'an"
haline getirme sorumluluğunu da yüklemektedir. Şunu unutmayalım ki; keyfî,
küfrî ve cebrî güçlerin tehditlerine, dayatmalarına aldırış etmeden Kur'an'la
beraber olup güne Kur'an'la başlayan ve günü Kur'an ile kapatanlar, Ashâb-ı
Kirâm'ın yolunda olanlardır.
Allah yolunda cihad,
sahâbe-i kirâm'm vazgeçilmeziydi. İslâm garib olarak geldi. Ama çok kısa bir
zaman zarfında beşeriyet alemi içinde yayıldı, devlet olup uygulama imkânına
kavuştu. İslam'ın hakikatten mahrum topluluklara ulaştırılması ve hakikatsiz
kalmış topluluklar arasında sür'atle yayılmasının temel sebeblerinden biri de,
Ashâb-ı Kirâm'm dini mübini İslâm'ı yaymak ve hayata âmir kılmak için her türlü
fedakârlığı göze almalarıydı. Sahabeler; Allah Rasûlü'nün has talebeleri, İslâm
ordusunun asil askerleri, Allah'ın kullarına Hakk'ın nazarıyla bakan, gönülleri
merhamet, şefkat, hizmet, doğruluk, istiğna ve diğergamlık gibi risâlet
nurlarîarıyla dolu takvayı azık edinmiş cihad ehli kimselerdir.
Sahabeler iman içinde
bir hayat yaşayarak sahip oldukları Rabbanî değerler uğrunda fedakârlığın her
türünü üstlenmiş, cihad-ı ekberi de ciahd-ı asgari da gereği gibi hakkıyla
yerine getirme şevki ve gayreti içinde olmuş ve kendilerinden sonraki müslüman
nesillere hareketli ve bereketli örnekler miras bırakmış fedailerdir. Onlar
için hayat iman ve cihad ile anlam kazanıyordu. Nitekim sahabe neslinden Hz.
Hüseyin (R.a.) şöyle diyor: "Hayat; iman ve cihaddır." Sahabe
neslinin indinde "iman için cihad, cihad için iman" asla vazgeçilmez
öncelikli bir müşterektir. Sahabe neslinin cihad anlayışı kendi nevi şahsına
münhasırdır. Sahabe neslinin cihadı, İslâm imanını hayata dönüştürme eylemi
idi. Dolayısıyla imanı hayata dönüştürürken önüne çıkan engelleri acımadan
bertaraf etmek, insanla İslâm arasındaki engelleri kaldırmak, insanlığı İslâm
ile barıştırmak için her türlü cehdü gayreti göstermek, sahabe için cihad
cümlesindendi.
Ashâb-ı Kiram için;
"Gecelen zahid, gündüzleri mücahidi"
tabirini kullanır. Bu tabirin kullanılması, sahabe neslinin kendi
özgü meziyetlerinden ileri gelmiştir.
Sahabe neslinin kendisine özgü meziyetlerinden birisi de, RasûlüIIah (sav)'in
emrinde veya emriyle cihad yapmalarıydı. Rasûlüllah (sav)'in emrinde onunla ile
birlikte cihad etmiş olmak, sonraki müslüman nesillerin sahip olamadıkları
farklı bir bahtiyarlıktır. Bakınız tâbiun neslinden Süfyan b. Uyeyne (Rh.a.),
Abdullah b. Mübarek hakkındaki görüşünü beyan ederken şunları söylüyor: Sah âb
elerin durumlarını ve Abdullah İbn-i Mübarek'in durumunu inceledim. Nebi (sav)
ile sohbette bulunmuş onun maiyetinde/emrinde cihad etmiş olmaları dışında
Abdullah'dan daha üstün bir yönlerini göremedim. [154]
Sahabelerin cihadı,
Allah yolunda olmakla mukayyeddi. Allah yolunda cihad; mü'min insanın hayatı
imana adaması ve bu adayışmı kalbiyle, eliyle, diliyle, servetiyle fiilen
ispatîamasıdır. Sahabeler bunu yapmışlardır. Sahâbe'de cihad, başlı başına bir
yaşam tarzıdır. Sahabeler cihad'ı terketmeyi, kendi eliyle kendisini tehlikenin
içine atmak olarak biliyordu. [155]
Sahabe nesli, Allah
yolunda rızkını kılıçların gölgesinde arayan bir nesildir. İmam Muhammed
(Rh.a.) "Siyer-i Kebir" adlı eserinde Rasûlüllah (sav)'in şu hadisini
kaydediyor: Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
“Allahû Teâla, kıyametin kopmasına yakın bir zamanda
beni kılıçla gönderdi. Rızkımı da mızrağımın altında yahut mızrağımın
gölgesinde (ravinin şüphesidir) kıldı. Bana muhalefet edene de zillet ve
küçüklük verdi. Her kim kendisini bir kavme benzetirse o onlardandır."
"Beni kılıçla
gönderdi" sözünden maksad, beni Allah yolunda cihad etmek üzere gönderdi,
demektir. Rasûlüllah (sav)'in Tevrat'taki vasfı şöyledir:
“Düşmana karşı savaşla
mamur bir Peygamberdir. Cesaretin şiddetinden gözleri kırmızıdır."
Ümmetinin vasfı ise şöyledir:
"Kitapları kalblerinde
saklı ve kılıçları omuzlarındadır.” [156]
Sahabe nesli,
mücahidliği Kur'an ayetleriyle tescil edilmiş bir nesildir. Onlar, Rasûlüllah
(sav) ile birlikte onun emrinde cihad ederek mücahid oldular. Allahû Teâla
buyuruyor:
“Allah'a iman edin ve Rasûlü ile birlikte cihada
gidin." diye bir sûre indirildiği zaman, içlerinden mal mülk sahibi
olanlar senden izin istediler ve "bırak bizi oturanlarla beraber
oturalım" dediler.” [157]
“Onlar, oturanlarla beraber oturmaktan hoşlandılar.
Kalblerine mühür vuruldu. Bundan dolayı onlar anlayışsızdırlar.” [158]
“Fakat Peygamber ve onunla beraber olan müminler
mallarıyla; canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır. Murada
erenler de İşte onlardır.” [159]
“Allah onlara, altlarından ırmaklar akan cennetler
hazırladı. İçlerinde ebedi kalacaklardır. İşte o büyük kurtuluş budur.” [160]
Ashâb-ı Kiram,
cihadsız cenneti düşünmeyen bir nesildir. Sahabeler, cihadlarıyla cenneti hakeden
cennetliklerdir. Onların cihadı, fitneden eser kalmayıncaya ve din de (hayat
sistemi de) bütünüyle Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine has kilınmcaya kadar
devam eden bir cihaddır. Allah yolunda cihadın kıyamete kadar devam eden bir
ibadet olgunu kabul etmek, Ashâb-ı Kirâm'ı izlemenin değişmez asgari
şartîarındandır.
Kendilerini mevsimlik
cihad anlayışlarına kaptıranlar, sahabenin izinde yürümeyenlerdir. Dolayısıyla
cihadsız bir nesil, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmaz. Allah yolunda cihad,
sahabenin hayat tarzıdır. Sahabe, hayatını ve servetini cennet karşılığında
Allahû Teâla'ya satan kârlı nesildir.
Sahabeler dünyanın
neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, Allah yolunda cihad onların asla ve kafa
vazgeçemedikleri öncelikli müştereklerindendi. Onlar, mazeretsiz terk-i cihadı,
nifak alâmeti kabul ediyorlardı. Nitekim Sahabe neslinden Hz. Ebu Bekir (R.a.)
der ki: "Cihadı terkeden , zillete düşer." Cihad öyle bir ibadettir
ki; ihyası izzetin garantisi, terki ise zilletin davetiyesidir. Cihadsız gün
geçirenler, zelil olmaya mahkûmdurlar. Kısacası; Ashâb-ı Kirâm'm yolunda
gitmek ve onların kıvam .göstergelerinden hayatımıza izler taşımak izzet, bunu
ihmal etmek ise zillettir. Sahabe keyfî, küfrî ve cebrî güçlere boyun
eğmemiştir. Aksine sahabe
nesli, keyfî, küfrî ve cebrî kadroların iktidarlarını, düzenlerini ortadan
kaldırmak için adeta cihadı nimet bilmiştir. Onlar Allah yolunda şehid olmayı
hayattan daha çok sevmişlerdir.
Yukarıda mahiyeti izah
edilen Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam göstergeleri, hangi çağda ve mekânda olursa
olsun, İslâm adına ve müslümanları temsilen oluşturulan tüm oluşumlarının
vazgeçilmezleri sayılırlar. Çalışma programlarında Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam
göstergelerine yer vermeyen oluşumlar, Rasûlüllah (sav) ve O'nun sahabelerinin
üzerinde bulundukları yolun üzerinde sayılmazlar. Yani sahabelerin
hassasiyetlerini hassasiyet edinmeyenler, sahabenin yolunda sayılmazlar.
Netice olarak Ashâb-ı
Kirâm'ın kıvam göstergeleri, bir kurtuluş neslinin cennetlik belgeleridir.
Onları hayata taşımak, yeniden Asr-ı Saadeti oluşturma imkânına kavuşmaktır.
Yeni Asr-ı Saadetler oluşturmak isteyenler, Ashâb-ı Kirâm'in kıvam
göstergelerini gündemlerine taşımak mecburiyetindedirler. Bunun da yolu
sahabelerin hayatlarını inceleyerek, onların fıkıhlarını anlamak ve onların İslâm'ı
yaşadıkları gibi yaşamaktır.
Hayat muallimi olarak
Rasûlüllah (sav)'ın örnekliğinde ve önderliğinde İslâm'ı anlamak ve yaşamak,
herkese nasib olmayan Rabbani bir nimettir. Bu nimete sadece sahabe nesli nail
olmuştur.
Sahabe nesli, Allahû
Teâlâ ve Rasûlünün tezkiye ve ta'diline mazhar olduğu için, İslâm dinini
anlamada ve yaşamada ölçü kabul edilmiştir.
Fıkhu's sahabe
denildiğinde iki şey aklımıza gelmelidir: Birincisi sahabeleri oldukları gibi
tanımaktır. İkincisi ise sahabelerin İslâm'ı anlamaları ve yaşamalarıdır.
Sahabenin İslam'ı anlaması yani fıkhı özeldir. Çünkü saâbenin kavli ve fiili
dinde delil kabul edilmiş ve onlardan sonra gelen müslüman nesiller için
bağlayıcı olmuştur. Bunun için tarih boyunca her iki boyutuyla fıkhu's sahabe
hep İslâm ümmetinin gündeminde olmuştur.
Akide ve iman
dünyasında ortaya çıkmış olan, tarihin haber verdiği şerefli bir topluluğun
haberleri ne uydurulmuş bir olaylar manzumesidir, ne de olur olmaz söylenmiş
sözlerdir.
Bütün bir tarih,
güvenilirlikte, doğrulukta ve hakikati araştırmada İslâm tarihi ve
kahramanlarının şahid olduğu böylesi bir zaman dilimine şahid olmamıştır. Çünkü
bu devrin öğrenilmesi ve araştırılması uğrunda harikulade beşerî bir gayret
ortaya konulmuştur. Yüce İslâm alimleri, İslâm'ın ilk asrında küçük bir fısıltı
ve kıpırdanmayı dahi ihmal etmeksizin araştırma laboratuarına getirmişler,
tenkit süzgecinden geçirmişlerdir.
Allah Rasûlünün eşsiz
sahabesinin şerefli tabloları, her ne kadar efsane gibi görense de efsane
değildir. Bilakis bunlar, o yüce kimselerin şahsiyet ve hayatlarında şekil
bulmuş hakikatlerdir. Ve onlar zirveleşenlerdir, ışık saçanlardır. Yazarların
ve vasfedenlerin istedikleri kadar değil, bizzat
o hakikatlerinin sahiplerinin, enginlik ve kemal yolunda olağan üstü gayret
sarfedenierin istedikleri kadardır. Şu nokta önemlidir ki; tarih, adalet ve
kemalin gerçekleşmesi için azm ve niyetlerini pekiştirmiş ve bu uğurda
hayatlarını ortaya koymuş, sınırsız cesaret ve kahramanlık örneği göstermiş,
Allah Rasûlü'nün etrafında, öbeklenen insanlar gibi başka bir topluluğa şahit
olmamıştır.
Sahabeler, tam
beklendikleri zamanda ve söz verildikleri günde geldiler... Onlar,
Peygamberleriyle (sav) beraber, müjdeleyici ve kulluk edici olarak geldiler.
Hayat, kölelik zincirini kıracak, insanlığı şu anda ve geleceğinde hür kılacak
kahramanlar beklerken, onlar, peygamberlerinin (sav) arkasından, devrimci ve
hürriyetçi olarak geldiler. Ve hayat, insanlık medeniyeti için yeni ve sağlam
doğuşlar ortaya koyacak insanları beklerken, onlar, öncüler ve uzak görüşlü
olarak geldiler. Bunlar, kısa bir zamanda bu kadar şeyi nasıl
sığdırabilirlerdi? Koca bir imparatorluğu köhne bir âlemin başına geçirip,
onları atılmış birikinti haline nasıl getirebilirlerdi. Bütün bunların
ötesinde, bütün bir insanlığı, tevhid ışığı ile aydınlatacak ve onu ebediyete
kadar muhafaza edecek böyle bir oluşumu ışık hızıyla gerçekleştirmeye nasıl güç
yetirebilirlerdi?
Hiç şüphesiz bütün bu
gerçekleşenler bu mucizeleri, büyük mucize Kur'an-ı Kerim'in nüzulünün, Rasûl-ü
Emin'in tebliğinin ve ümmetinin, nurlu yola baş koymasının yansımalarından
başka bir şey değildir.
Sahabe nesli, öncelikli
olarak Kur'an'dan, sünnetten Allahû Teâla'ya olan kulluğunu kemale erdirmek
için hükümler istinbat etmiştir. Bakınız Abdullah İbn-i Abbas (R.a.) şöyle
diyor: "Hanımımın benim için süslendiği gibi, ben de onun için süslenmek
istiyorum. Zira Allahû Teâla "Boşanan kadınlar, kendi kendilerine üç adet
süresi beklerler ve Allah'ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri, kendilerine
helâl olmaz. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlarsa gizlemezler. Kocaları
da, barışmak istedikleri takdirde o süre içersinde onları geri almaya daha
layıktırlar. O kadınların, üzerlerindeki meşru hak gibi, kendilerinin de haklan
vardır. Yalnız erkekler için, onların üzerinde bir derece vardır. Allah çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir."
Kitap ve sünnete göre
düşünmek suretiyle kitap ve sünnet bağlısı olarak yaşamak, sdahâbe gidişatını
takib etmekle mümkündür. Şunu kabul etmek gerekir ki Hz. Peygamber (sav)'in ilk
işi; İslâm'ın şahıslarında canlandığı bireyler sahabeler de bu kıvamı temsil
eden ilk müslüman nesildir.
"Sizin en hayırlılarınız, görüldükleri zaman Aziz
ve Celil olan Allah'ın hatırlandığı kimselerdir.” [161] hadisi, hem bu gayeyi hem de sahabe neslinin genel
niteliğini tespit ve tescil etmektedir. Unutulmamalıdır ki: Sahabeler, Kitap ve
Sünnet ehlidir. Sahabelerin yolunu izlemek, Kitap ve Sünnet'e uymak anlamına
gelir. Sahabeler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetine tabi idiler. Sünnet'e ittiba
eden Kur'an'a tabi olmuş demektir. Sahabeler bu konuda en önde gelenlerdir.
Rasûlüllah (sav) sahabelere Kur'an'm lafzını getirip bildirdiği gibi, manasını
açıklamıştır, "insanlara ne indirildiğini
açıklayasın diye.” [162] ayetinin
öncelikle sahabeleri kapsadığı açıktır. Dolayısıyla sahabe fıkhı; Allahû Teâla
'nın ayetlerinden, Rasûlüllah (sav) 'in sahih sünnetinden isabetli hükümler
çıkarmak ve ihtilaflı konuların çözümüne ulaşabilmek için anlamı açık olan
muhkem ayetlerden hareket etmek, sahih hadislerin beyanlarını dikkate almak,
nassları bütünlük içinde anlamaya çalışmak, nakli ve aklî bir zaruret
bulunmadıkça nassların zahirine bağlı kalıp akit nakle tabi kılmaktır.
Sahabeler, vahyin
fikir işçiliğini yapmışlardır. Kur'an'dan hüküm istinbat ederken kendi
nefislerine pay çıkarmayı devre dışı bırakmamışlardır. Bakınız Allahû Teâla
şöyle buyuruyor:
"Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha
azında, yansında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir
topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O,
sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size
ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın
îütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar
olacağını bilmiştir. Onun için Kur'an'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun,
namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin. [163] Kendiniz için gön derdiğiniz
her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan
bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.” [164]
Burada Allah'ın lütfün
dan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah
yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların
ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki
"Şuab-ı İman" da ve daha başkaları Hz. Ömer (R.a)'in: "Bana ölümün
geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili hâl, ben bir
dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın lütfundan bir şey aradfğım sırada ölümün
bana gelmesidir." dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. [165]
Dikkat edilirse, sahabe önce kendi nefsi için ayet-i kerime'den ders ve vazife
çıkarıyor. Sahabenin fıkhında Allah yolunda ve Allah'ın hükmüne bağlı kalan
tüccarla, mücahid eşdeğerdi. Şunu bilelim ki; sahabeler fikıhleri gereği
ticaretleri cihad, cihadları ticaret olan bir nesildi. Allah yolunda ticareti
cihada dönüştürmek ve cihad atmosferinde tutmak, sahabenin fıkhına ittiba
etmenin gereğindendir.
Abdullah b. Ömr (bir
rivayette Abdullah b. Abbas) "İnsanın kıldığı namaz, bazen başına belâ
olur" diyor. Bu nasıl şeydir. Allah rızası için kılman bir ibadet nasıl
belâ olur? diyorlar. Abdullah (R.a.) da şöyle cevap veriyor: İnsan namaz kılar
ve hayatı boyunca bu namazına devam eder, fakat bu namazı kendisini münkerden/kötülükten
ve fahşadan nehyetmez/alıkoymaz. Bayatı boyunca -Ben namaz kılıyorum- zanneder
fakat hayatın sonunda iş muhasebeye ve muhakemeye geldiğinde, esas kriter ve ölçü
ortaya konulduğunda kıldığı namazların Allah'ın istediği ve Peygamberin
öğrettiği namaz olmadığı ortaya çıkınca, bu namazlar bu adamın başına belâ
olur, çünkü kendisini aldatmıştır" diyor. [166]
Sahabe fıkhı, her
konuda vahyi öne çıkarma fıkhıdır. Kur'an ayetini tanımamak, bilmemek
sahabeleri mahzun ederdi. Yani hüzünlü hale getirirdi. [167]
Sahabelerin gündemini Kur'an ayetleri oluşturuyordu. Onların bütün çaba ve
gayretleri, Allah'ın kitabını Allah'ın muradına göre öğrenmek ve uygulamaktı.
Bakınız Abdullah b. Mesud (R.a.) şöyle diyor: "Allah'ın kitabını benden
daha iyi bilen birinin olduğunu bilseydim, bineklerin ulaşabildiği yere kadar
gider, ondan istifade ederdim.” [168]
Sahabelerin hepsinin
seviyesi bir değildi. Onların Kur'an-ı Kerim'i anlama hususunda seviyeleri
farklı farklı idi. Bakınız Tabiun neslinden Mesruk (Rh.a.) şöyle diyor:
"Kur'an-i Kerim'i fıkhetme/anlama, kavrama hususunda sahâbelrin kimi bir
kişiyi, kimi iki kişiyi, kimi on kişiyi, kimi yüz kişiyi, kimi de tüm insanlığı
sulayıp doyuracak düzeyde bir anlayış sahibi idiler. [169]
Dikkat edilirse, sahabeler, İslâm ümmetinin fıkıh muallimleridir. Kur'an-ı
Kerim'in Allah'ın muradına göre anlaşılmasında Kur'an'm ilk nesli olan
sahabenin Kur'an fıkhı, İslam ümmetini bağlar.”
Kitap ve sünnet
bağlısı yaşamanın örnekleri olan sahabelerin fıkhını hor ve hakir görme hakkına
hiçbir müslüman sahip değildir. Kim ne derse desin, Allahû Teâla'nın
kendilerinden razı olduğu, kendilerinin de Allahû Teâla'dan razı oldukları
bizzat Kur'an tarafından haber verilen bir neslin fıkhı, Allahû Teâla'ya kulluk
eden herkesi bağlar.
Ashâb-ı Kiram'ın kıvam göstergelerini önem
sırasına göre sayınız?
Ashâb-ı Kirâm'ın kıvam
göstergeleri, müslüman için ne değer ifade eder? Açıklayınız.
Sahabe kavli ile
Sahabe kıvamı'nın değerleri aynı mıdır? İzah ediniz.
"İslam
Cemaatı" tabirinden ne anlıyorsunuz? İzah ediniz.
İslam cemaatsız
olabilir mi? Bilgi veriniz.
Sahabenin fıkhında
cemaat ne anlama geliyordu? Açıklayınız.
Sahabe-Cemaat ilişkisi
hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Kıyamete kadar gelip
geçecek olan müslüman nesiller, örnek cemaat modellerini kimden alacaklar?
Açıklayınız.
Cemaat-Cennet ilişkisi
hakkında ne biliyorsunuz? Söyleyiniz.
Bu dünyada cemaat
olmayı reddedenlerin âhirette cennetleri olur mu? Açıklayınız.
Cemaatten ayrılmanın
hükmü nedir? Bilgi veriniz.
Sahabe neslinden
sonrakiler için cemaat ne anlama gelir? Açıklayınız.
Ehl-i Cemaat olmak ne
anlama gelir? İzah ediniz.
Aklı vahyin önüne
geçirenler ehl-i cemaat olabilir mi? veriniz.
Sahabe döneminde
cemaat yapılanmasında akıl- vahiy ilişkisi nasıldı? Açıklayınız.
İtikadı alanlara
intikal eden ihtilaflar hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Neden tefrika
itikadıdır, ihtilaf amelîdir? İzah ediniz.
Sahabe neslinin
oluşturduğu İslam cemaatı'nm nizamnamesi ne idi? Bilgi veriniz.
Sünnete ittiba etmek
ne anlama gelir? Açıklayınız.
Sahabe nesli için
Sünnet ne anlam ifade ediyordu? Bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kiram,
Rasûlüllah (sav)'den sadır olan sahih sünnete muhalif/ters uygulamalar için
nasıl davranırdı? İzah ediniz.
“Sahabe Sünneti"
tabirinden ne anlıyorsunuz? Açıklayınız.
Ehl-i Sünnet olmak ne
anlama gelir? İzah ediniz.
Ashâb-ı Kiram, sünneti
red ve inkâr edenlere nasıl bakıyorlardı? Açıklayınız.
Sünnete ittiba etmek,
dinen meşruluk alâmeti midir? Bilgi veriniz.
Sahabe neslinde
sünnet-cennet ilişkisi nasıl fıkhediimişti? Malumat veriniz.
Mâbed nesli olmak ne
anlama gelir? Bilgi veriniz,
Mescid imâr etmenin
sahabe neslinin hayatındaki yeri nedir? Açıklayınız.
Mescid-i Takva ne anlama
gelir? Açıklayınız.
Mescide karşı mescid
ile savaş ne anlama gelir? Bilgi veriniz.
Sahabeler için
mescid-hayat ilişkisi nasıldı? İzah ediniz.
Mescid-i Dırar ne
anlama gelir? Açıklayınız.
Mescid-i Dırar'ın
genel amacı nedir? Bilgi veriniz.
Sahabelerin mescid-i
dırar'a karşı tavırları ne olmuştur? Malumat veriniz.
Mescid-medeniyet
ilişkisi hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Kur'an-ı Kerim,
sahabeler için ne anlama geliyordu? Açıklayınız
Tilâvetü'l Kur'an ne
anlama gelir? İzah ediniz.
Ashâb-ı Kiram'ın genel
olarak Kur'an'a karşı tavın nasıldı? Açıklama yapınız.
Sahabe, Kur'an ile
olan hukukunu nasıl tutuyordu? Bilgi veriniz.
Ashâb-ı Kirâm'da
"Tilâvetü'l Kur'an" nasıl tecelli etmiştir? Malumat veriniz.
Ashâb-ı Kiram,
hafızasında Kur'an'dan hiçbir şey bulunmayana nasıl bakıyorlardı? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kiram, Kur'an
eğitimi hususunda nasıl davranmıştır? Bilgi veriniz.
Sahabeler için cihad
ne anlama geliyordu? Malumat veriniz.
Sahabeler, cihadı
terketmeyi nasıl görüyorlardı? Açıklayınız.
“Gündüzleri mücahid,
geceleri zahid" tabirinden ne anlıyorsunuz? Bilgi veriniz.
Sahabelerde
cihad-cennet ilişkisi nasıldı? Açıklayınız.
Sahabeler için cihad
ne zamana kadar devam ediyordu?
Yani cihadian için
tayin ettikleri bir süre var mıydı? Bilgi veriniz.
Sahabe Fıkhı olmadan
İslam anlaşılabilir mi? İzah ediniz.
Hz. Ebû Bekir (R.anh)
Hz. Ömer b. Hattab
(R.anh)
Hz. Osman b. Aftan
(R.anh)
Hz. Ali (R.anh)
Hz. Ebû Bekir
(R.a.)'ın hayatını öğrenmek Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini
idrak etmek
Hz. Ömer (R.a.)ın hayatını
öğrenmek Hz. Ömer (R.a.)'ın hilafetmin mahiyetini idrak etmek
Hz. Osman (R.a.)'ın
hayatını öğrenmek Hz, Osman (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini idrak etmek
Hz. Ali (R.a.)'ın
hayatını öğrenmek Hz. Aii (R.a.)'ın hilafetinin mahiyetini idrak etmek
Hasan-ı Basrî (Rh.a.)
diyor ki: "Eğer siz Sahâbe-i Kirâm'ı görseydiniz; bunlar divane derdiniz,
fakat onlar da sizin en hayırlılarınızı görselerdi; bunlar için nasib yoktur ve
en şerlileriniz için de bunlar hesap gününe iman etmemişlerdir, derlerdi.”[170]
Babab Adı:
Ebû Kuhafe Osman bin Amr.
Anne adı:
Selma binti Sahr bin Amr bin Ka'b (Ümmü'l Hayr)
Doğum Tarihi ve Yeri: Fîl vakasından 2 yıl 4 ay sonra takriben Miladi 573. yıl. Mekke'de
doğdu
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 13. Miladî 634. Cemaziül ahir ayı Medine'de Kabri RasûîüUah
(sav)'in bulunduğu yerdedir.
Fiziki Yapısı:
Uzun boylu, beyaz tenli, zayıf bedenli arık yüzlü (uzun yüzlü), seyrek sakallı,
çukur gözlü, çıkık alınlı, gür sakallı idi.
Eşi:
1. Katile
binti Uzza,
2. Ümmü
Ruman binti Amr,
3. Cüneybe
binti Harice,
4. Habibe
Fahita binti Haris,
5. Esma
binti Ümeyse.
Oğulları :
1. Abdullah,
2.
Abdurrahman,
3. Muhammed.
Kızları:
1. Esma,
2. Ayşe,
3. Ümmü
Gülsüm.
Gazveleri : Bedir,
Uhud, Hendek ve sonraki birçok savaşlar
Hicreti:
Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti : Harice b. Zeyd, b. Ebi Züheyr.
Kabilesi:
Abdullah bin Atik, b. Ebu Kuhafe, Osman b. Amr, b. Amr b. Ka’b, b. Sa’d, b.
Teym, b. Mürre, b. Ka’b, b. Nadr, b. Kinane’dir.
Lakabı/Künyesi:
Asıl adı Abdül Kabe, Atik: Rasulullah (sav) ona Abdullah adını verdi. En meşhur
künyesi Ebu Bekir-i Sıddık.
Kiminle Akrabalığı: Rasulullah (sav)in kayınbabası, Hz. Aişe (R.anha)’nin babasıdır.
Hz. Ebû Bekir (R.a.),
putperest bir toplumda dünyaya gelmiş olmasına rağmen putlara tapmayan ve
evinde put bulundurmayan hanif bir tüccardır. İslam'la tanıştıktan sonra
Rasûlüllah (sav) için sadık bir yârdır. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Muhammed (sav)'in
yetiştirdiği hidayet yıldızlarının ilkidir. Çünkü Hz. Muhammed (sav.)'in
İslâm'ı tebliğe başlamasından sonra iman eden hür erkeklerin; raşit
halifelerin, aşere-i mübeşşerenin ilkidir. Câmiu'l Kur'an, es-Sıddîk, el-Atik
lakaplarıyla bilinen büyük sahabidir. Sadakatin sembolü haline gelen bir
inkılabçıdır. Kur'ân-ı Kerim'de hicret sırasında Rasûlüllah'la beraber
olmasından dolayı, "...mağarada
bulunan iki kişiden biri.”[171] şeklinde ondan
bahsedilmektedir. Asıl adı Abdülkâbe olup, İslâm'dan sonra Rasûlüllah (sav)'in
ona Abdullah adını verdiği kaydedilir. Azaptan azad edilmiş mânâsına
"atik"; dürüst, sadık, emin ve iffetli olduğundan dolayı da
"sıddık" lakabıyla anılmıştır. "Deve yavrusunun babası"
manasına gelen Ebû Bekir adıyla meşhur olmuştur.
Teymoğulları
kabilesinden olan Ebû Bekir'in nesebi Mürre b. Kâ'b'da Rasûlüllah'la birleşir.
Anasının adı Ümmü'l-Hayr Selma, babasının ki Ebû Kuhafe Osman'dır. Künyesi
Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir... b. Murra ...et-Teymî'dir. Bedir savaşma
kadar müşrik kalan oğlu Abdurrahman dışında bütün ailesi müslüman olmuştur.
Babası Ebû Kuhafe, Ebû Bekir'in halifeliğini ve ölümünü görmüştür. Hz. Ebû
Bekir'in Rasûlüllah (sav)'den bir veya üç yaş küçük olduğu zikredilmiştir.
İslâm'dan önce de saygın, dürüst, kişilikli, putlara tapmayan ve evinde put
bulundurmayan hanif bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz.
Peygamber'den hiç ayrılmamıştır. Bütün
servetini, kazancını İslâm için harcamış, kendisi sade bir şekilde yaşamıştır.
Ebû Bekir (R.a.)'a bunu yaptıran onun sahih imanıdır. Sahih iman, sahibine
sadakat, samimiyet ve sehavet armağan eder. İman, sadakat, samimiyet ve
sehavetten gelmez, aksine sadakat, samimiyet ve sehavet imandan gelir!
Hz. Ebû Bekir, Fil yılından
iki sene birkaç ay sonra 571'de Mekke'de dünyaya gelmiş, güzel hasletlerle
tanınmış ve iffetiyle şöhret bulmuştur. İçki içmek câhiliye döneminde çok
yaygın bir âdet olduğu halde o hiç içmemiştir. O dönemde Mekke'nin ileri
gelenlerinden olup Arapların nesep ve ahbâr ilimlerinde meşhur olmuştur. Kumaş
ve elbise ticaretiyle meşgul olurdu; sermayesi kırk bin dirhemdi ki, bunun
büyük bir kısmını İslâm için harcamıştır. Rasûlüllah (sav)'e iman eden Ebû
Bekir (r.a.) İslâm dâvetçiliğine başlamış, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm,
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi İslâm'ın
yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanlarm bir çoğu İslâm'ı onun
davetiyle kabul etmişlerdir. Hz. Ebû Bekir hayatı boyunca Rasûlüllah'm yanından
ayrılmamış, çocukluğundan itibaren aralarında büyük bir dostluk kurulmuştur.
Rasûlüllah birçok hususlarda onun görüşünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan
önemli işlerde ashâbıyla müşavere eden Peygamber (sav) bazı hususlarda özellikle
Ebû Bekir'e danışırdı. [172] Ebû
Bekir (R.a.) emin bir müsteşar idi. Müslüman kendisine danışılan ve kendisi de
başkasına danışan şura insanıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın kızı Hz. Aişe
(R.anha) anlatıyor: " Ashâb bir mesele hakkında ihtilafa düştüğü zaman
babam hemen imdada yetişir ve o mesele hakkında kesin hükmü verirdi.” [173]
Hz. Ebû Bekir (R.a.);
problem adam değil, çözüm adamıdır. Mekke şirk devletinde Daru'l Erkam'da
oluşturulan İslâm Cemaati'nin danışmanı Hz. Ebû Bekir (R.a.)'dir. Şunu bilelim
ki; müslümanlarm cemaatı şura'sız olmaz. Şûra meclisi bulunmayan bir oluşum,
İslâm cemaati sayılmaz. Şûra'yı önemsemeyen kişi de İslâm cemaatinin üyesi
olamaz. Araplar ona "Peygamber'in veziri" derlerdi. Teymoğulları
kabilesi Mekke'de önemli bir yere sahipti. Ticaretle uğraşıyorlar, toplumsal
temasları ve geniş kültürlülükleri ile tanınıyorlardı. Hz. Ebû Bekir'in babası
Mekke eşrafmdandı. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel
ahlâkı ile tanınan, sevilen bir kişi idi.
Mekke'de "eşnak" diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi
işlerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (sav.) ile büyük bir dostlukları
vardı. Sık sık buluşur, Allah'ın birliği, Mekke müşriklerinin durumu ve ticaret
gibi konularda müşavere ederlerdi. İkisi de câhiliye kültürüne karşıydılar,
şiir yazmaz ve şiiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.
İslâm'ı benimsemesi:
Hz. Ebû Bekir, Hira dağından dönen Hz. Muhammed (sav) ile karşılaştığında,
Rasülüllah (sav) ona, "Allah'ın elçisi" olduğunu söyleyip "Yaratan Rabbinin adıyla oku” [174] diye başlayan
âyetleri bildirdiği zaman hemen ona: "Allah'ın birliğine ve senin O'nun
rasûlü olduğuna iman ettim" demiştir. Hz. Hatice'den sonra Rasûlüllah'a
ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (sav) İslâm'ı tebliğinin ilk zamanlarında
kiminle konuştuysa en azından bir tereddüt görmüş, ancak Ebû Bekir seksiz ve
tereddütsüz bir şekilde kabul etmiştir. Hatta
"Hz. Peygamber
(sav) zamanında halk, bilmedikleri dinî meseleleri kimlere sorarlardı?"
diye sorulunca, Abdullah b. Ömer (R.a.):
"Ebû Bekir'e ve
Ömer'e sorarlardı. Ben, onlardan başkasını bilmiyorum!” [175]
demiştir. Süyûtî (R.ha.)'in delillerle tesbitine göre:
"Ebû Bekir, Kitab
ve Sünnete Ashabın en vâkıf olanı idi.” [176]
Mü'min Ebû Bekir,
hayatının sonuna kadar tüm varlığını İslâm'a adamış, bütün hayırlı işlerde en
başta gelmiştir. Ebû Bekir (R.a.), Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup
kişileri İslâm'a kazandırmaya çalıştı, öte yandan müşriklerin işkencelerine
maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satın
alıp azad etmekte kullandı. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire,
Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandır.
Kendisi de Mescid-i
Haram'da müşriklerin saldırısına uğramıştı. Ebû Bekir, iman ettikten sonra
İslâm'ı tebliğe gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karısı Ümmü Ruman ve kızı
Esma da iman etmiş, fakat oğullan Abdullah, Abdurrahman ve babası Ebû Kuhafe
henüz iman etmemişlerdi. Osman b. Affan, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b.
Avf, Zübeyr b. .Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanları İslâm'a davet
eden odur. Ebû Bekir (R.a.), tebliğiyle ve servetiyle İslam'a insan kazandıran
iman adamıdır.
Müşriklerin eziyetleri
çoğalıp müslümanlara yapılan baskılar arttıktan sonra Hz. Peyganıber (sav), Hz.
Ebû Bekir'e de Habeşistan'a göç etmesini söylemiş ve Ebû Bekir yola çıkmış;
ancak Berkü'l Gımâd'da Mekke'nin ileri gelen kabilelerinden İbn Dugunne ile
karşılaştığında İbn Dugunne onu himayesine aldığım ve Mekke'ye dönmesi
gerektiğini belirterek, ikisi birlikte Mekke'ye dönmüşlerdir. İbn-i Dugunne,
akşam üzeri Kureyş ileri gelenlerini dolaşarak onlara:
“Ebû Bekir gibi
insanlar memleketinden çıkmaz ve çıkarılmazlar. Yoksullara yardım eden,
akrabasını ihmal etmeyen, yetimleri gözeten, misafiri en iyi şekilde ağırlayan,
afetlere duçar olanlara yardım elini uzatan bir insanı mı memleketinden
çıkarıyorsunuz?" dedi. Bunun üzerine Kureyşliler İbn-i Dugunne'nin Ebû
Bekir'i himayesine reddedemediler. Ona:
"Peki Ebû Bekir'i
bırak Rabbine evinde ibadet etsin. Namazını orada kılsın, dilediğini okusun ama
bizi rahatsız etmesin ve yaptıklarını açıklamasın. Çocuklarımızı ve
kadınlarımızı dinlerinden döndereceğinden korkuyoruz." dediler. İbn-i
Dugunne de bunları Ebû Bekir'e anlattı. Ebû Bekir bir müddet böylece Rabbine
ibadet etti. Namaz kıldığını hiç kimseye göstermiyor evinin dışında Kur'an
okumuyordu. Fakat daha sonra Ebû Bekir, evinin avlusuna bir mescid yaptı ve
orada namaz kılmaya, Kur'an okumaya başladı. Müşrik kadınları ve çocukları onun
başına toplanarak Kur'an okurken gözyaşlarını tutamayan bu duygulu insanı
hayretle seyrediyorlardı. Bu durum Kureyş ileri gelenlerini endişelendirdiğinden
İbn-i Dugunne'ye bir adam göndererek onu çağırttılar. İbn-i Dugunne gelince
ona:
“Biz Ebû Bekir'e senin
himayen dolayısıyla evinde rabbine ibadet etmesine müsaade etmiştik. Fakat o
hududu aşarak evinin avlusunda bir mescid/cami yaptı ve orada açıktan açığa
namaz kılmaya ve Kur'an okumaya başladı. Çocuklarımızı ve kadınlarımızı
dinimizden döndereceğinden korkuyoruz. Ona mani ol! Eğer evinde Rabbine ibadet
etmek isterse etsin ve eğer inat eder de ibadetini açıktan açığa yapmak isterse
ondan, himayenden çıkmasını iste! Seninle olan anlaşmamızı ihlal etmek istemeyiz.
Ebû Bekir'in ibadetini açıktan yapmasını kabul edemeyiz," şeklinde
konuştular, İbn-i Dugunne de Ebû Bekir (R.a.)'a gelerek:
“Senin için yaptığım
anlaşmanın şartlarını biliyorsun. Ya anlaşmanın şartlarına riayet ederek
sesizee evinde ibadet edersin yahutta himayemden çıkarsın. Bir adamla ilgili
yapmış olduğum anlaşmanın ihlal edildiğini arapiarm duymasını istemem"
dedi. Ebû Bekir (R.a.) da
ona:
“Senin himayene muhtaç
değilim. Senin himayeni sana iade ediyorum. Allah'ın himayesi bana yeter,"
karşılığını verdi. Bunun
üzerine İbn-i Dugunne kalkarak:
“Kureyşliler! İbn-i
Ebû Kühâfe himayemden çıkmıştır. Arkadaşınızla ne haliniz varsa görün."
şeklinde konuştu.[177]
Dikkat edilirse, Ebû
Bekir (R.a.), ahkâm-i şirkin/şirk hükümlerinin egemen olduğu Mekke Şirk
Devleti'nde müşriklerin icazetlerine ve iradelerine bağlı bir müslümanlığı
reddetmiştir. Müşrik düzenlerin, küfrî kadroların müsaade ettiği kadar müsîüman
olmayı kabul edenlerin imanları sahih değildir. Kâfirlerin iradesiyle ve.
müsaadesiyle mukayyed olan bir din,. Allah'ın dini değildir. Olsa olsa Allah'ın
dini adına uydurulmuş bir dindir. Ebû Bekir (R.a.) İbn-i Dugunne'ye;
"Senin himayene
muhtaç değilim. Senin himayeni sana iade ediyorum. Allah'ın himayesi bana
yeter," demekle böyle uyduruk bir dine sahip olmadığını ortaya koymuştur.
Ebû Bekir (R.a.), şirk
kanunlarının uygulandığı, fiilen ve hükmen Daru'ş Şirk olan Mekke'de bir mescid
inşâ ederek orada İslamî faaliyetini devam ettirmiştir. Ebû Bekir (R.a.)'m
yapmış olduğu mescid, bir mescid-i takva'dır. Çünkü Ebû Bekir (R.a.)'m bu
mescidi bir Dar'uş Şirk olan Mekke'de yapılmış olmasına rağmen, müşriklerin
icazetine; iradesine ve müsaadesine bağlanmamıştır. Bundan açıkça anlıyoruz
ki; Daru'ş Şirk olan beldelerde mescid-i takvalar olabilir. Daru'ş Şirk'te
mü'minler tarafından hizmete açılan mescid-i takva'lar, salih amellerin merkezleridir.
Bazıları tarafından ileri sürülen; ''Daru'ş Şirk'teki/Daru'l Harb'deki bütün
mescidler, birer mescid-i dirar'dırlar" iddiası gerçeklerle
bağdaşmamaktadır. Daru'l Harb haline gelmiş beldelerde müşrik düzenlerin ve
küfrî kadroların icazetini, iradesini hiçe sayarak Ebû Bekir (R.a.)'m bu
misyonunu devam ettiren
mü'minierin açmış oldukları mescid-i
takvaları, mescid-i dırar hükmünde kabul etmek, ashâb-ı kiram'ı ve ashâb-ı
kiram'm Rasûlüllah (sav)'den öğrenmiş olduğu İslamî anlayış ve yaşayışı
anlamamaktır.
Ebû Bekir (R.a.)
Daru'ş Şirk olan Mekke'de yapmış olduğu Mescid-i Takva'da Allah'ın himayesine
sığınarak Allahû Teâla'nın emrettiği ve müsaade ettiği şekilde müsîüman olmaya
gayret ediyordu. Ancak müşrikler, Ebû Bekir (R.a.)'ı eziyet ettiler. Ebû Bekir
(R.a.), imanı uğrunda çilelere katlanmış model İslamî bir şahsiyettir. Hz. Aişe
(R.a.) anlatıyor: Rasûlüllah (sav)'ın ashabı toplandıklarında otuzsekiz kişi
idiler Ebû Bekir dinlerini açıktan açığa yaymak hususunda Rasûlüllah (sav)'e
ısrar etti. Rasûlüllah (sav):
"Ebû Bekir! Henüz çok azız" buyurdu. Fakat Ebû Bekir (R.a.) ısrarında devam
etti. Nihayet Rasûlüllah (sav) İslâm'ı açıktan açığa yaymaya karar verdi.
Herkes kendi aşiretine İslâm'ı tebliğ etmek üzere Kabe'nin etrafına dağıldılar.
Ebû Bekir (R.a.) ayağa kalkarak oradakilere bir konuşma yaptı. O sırada
Rasûlüllah (sav) oturuyordu. Böylece Ebû Bekir (R.a.), insanları Allah'a ve
Rasûlullah'a davet eden ilk hatip olmuştur. Müşrikler, Ebû Bekir'in ve diğer
müslümanların üzerine yürüdüler. Müşrikler tarafından Ebû Bekir (R.a.) ayaklar
altına alındı. Ve çok fena dövüldü. Fasık Utbe b. Rebia yaklaşarak altına sert
şeyler dikilmiş çarıklarıyla ona vurmaya, yüzüne sürtmeye başladı. Ve onun
karnına çıktı. O kadar dövdü ki, Ebû Bekir tanınmaz hale geldi. Teymoğulları
koşarak geldiler. Müşrikleri Ebû Bekir'den uzaklaştırdılar ve Ebû Bekir'i bir
kilim üzerine koyarak evine getirdiler. Öldüğünde kanaat getirmişlerdi Onu eve
getirdikten sonra Teymoğulları dönerek kâbeye girdiler ve:
“Allah'a yemin olsun!
Eğer Ebû Bekir ölürse Utbe b. Rebia'yı da mutlaka öldüreceğiz" dediler.
Tekrar Ebû Bekir'in yanma döndüler. Benû Teymoğullar, Ebû Bekir ayılmcaya kadar
başında beklediler. Ebû Bekir ancak akşam üstü konuşmaya başladı. Ve
etrafındakilere:
“Muhammed ve Ashâbı'na
ne oldu?" dedi. Bu sözü üzerine Teymoğulları onu azarladıktan ve
kınadıktan sonra kalkarak annesine:
“Ona birşeyler yedirip
içirmeye bak," dediler. Annesi onunla başbaşa kalınca birşeyler yedirmeye
zorladı. Fakat
“Rasûlüllah ve Ashabı
nasıl?" diye soruyordu. Annesi:
“Allah'a yemin ederim!
Arkadaşın hakkında hiçbir bilgim yok," diye cevap verince, Ebû Bekir
(R.a.):
“Ümmü Cemile gidip
Rasûlüllah hakkında ondan bilgi al," dedi. Bunun üzerine annesi Ümmü
Cemil'e gelerek:
“Ebû Bekir, senden
Muhammed b. Abdullah hakkında bilgi istiyor." dedi.
Ümmü Cemil:
“Ben ne Ebû Bekir'i ne
de Muhammed b. Abdullah'ı tanıyorum. İstersen
seninle beraber oğlunun yanına giderim" deyince Ebû Bekir'in annesi
Ümmülhayr:
“Peki" dedi ve
beraberce Ebû Bekir'in yanına geldiler. Ebû Bekir baygın ve durumu ağırdı. Ümmü
Cemil, Ebû Bekir'in yanına yaklaşarak yüksek sesle:
“Allah'a yemin olsun!
Sana şu kötülükleri yapan bir kavim fasık ve kâfirdir. Dilerim Allah'dan senin
intikamını onlardan alsın," dedi. Ebû
Bekir (R.a.):
“Rasûlüllah
nasıl?" diye sordu. Ümmü
Cemil:
“Burada annen var
nasıl söyliyeyim?" dedi. Ebû
Bekir:
“Ondan sana hiçbir
kötülük gelmez" deyince, Ümmü
Cemil:
“Rasûlüllah sağ
selimdir" dedi. Ebû
Bekir (R.a.):
“Şimdi nerede?"
diye sordu. Ümmü Cemil:
“İbn-i Erkam'ın
evinde," dedi. Ebû
Bekir (R.a.):
“Yemin ederim!
Rasûlüllah (sav)'in yanma gitmedikçe hiçbir şey yiyip içmeyeceğim," dedi.
Bir müddet beklediler. Ebû Bekir iyice kendine geldikten ve insanlar
dağıltdıktan sonra Ebû Bekir'i alıp evden çıkardılar. Yürürken onlara
dayanıyordu. Onu böylece Rasûlüllah (sav)'in yanına getirdiler. Ebû Bekir
(R.a.)'ı görünce Rasûlüllah (sav) koştu ve onu öptü. Diğer müslümanlar da ona
sarıldılar. Rasûlüllah ona son derece acımıştı. Ebû Bekir (R.a.):
“Ya Rasûlüllah! Anam
babam sana feda olsun. Bana hiçbir şey olmadı. Sadece o fasık yüzüme vurdu o
kadar. Bu kadın, çocuğuna karşı son derece şefkatli annemdir. Sen çok hayırlı
ve mübarek bir insansın. Onu Allah'a davet et ve onun için Allah'a dua et.
Belki Allah senin hatırın için onu ateşten kurtarır," dedi. Ebû Bekir
(R.a.)'in bu teklifi üzerine Rasûlüllah onun annesi için dua etti ve onu Allah
dinine davet etti. O da İslâm'ı kabul etti. Rasûlüllah (sav) ile birlikte o
evde bir ay kaldılar. Otuz dokuz kişiydiler. Hamza b. Abdulmuttalib (R.a.), Ebû
Bekir (R.a.)'in dövüldüğü gün müslüman olmuştu. [178]
Mekke'de müslüman
olmanın bedeli, Medine'de müslüman olmanın bedelinden farklıdır. Kişi Mekke'de
müslüman olmuşsa, hastahaneyi, hapishaneyi ve mezarhaneyi göze almalıdır. Mekkî
toplumlarda işkenceye, baskıya, hakaretlere, tehditlere rağmen, Müslüman
İslâm'a teslimiyetini, müslümanlara ise mensubiyetini devam ettirmekle
mükelleftir. Mekkî toplumlarda müslüman ne kadar işkence görürse görsün,
Cemaatü'l Müslimin'i terkedemez. Müslüman Allah yolunda başına gelen
musibetlerden ötürü başkalarına fatura kesemez. Ebû Bekir (R.a.), müşriklerin
işkencelerinden sonra ilk cümle olarak "Muhammed ve Ashabına ne
oldu?" diyorsa ve Mekke'deki İslâm cemaatinin karargahı olan "Daru'l
Erkam"a gitmediği müddetçe hiçbir şey yemeden, içmeden rahat etmiyorsa, bu
bize Mekkî toplumlarda müslüman insan için Cemaatü'l Müslimin dediğimiz Daru'l
Erkam'ların su gibi, ekmek gibi, hava gibi birer ihtiyaç olduklarını
hatırlatır. Müslüman aç kalabilir ama cemaatsız kalamaz. Çünkü Mekkî
toplumlarda cemaatsızlık, dinsizlik kadar tehlikelidir!
Mekke'de onüç yıl
devletsiz kalmasına rağmen, onüç gün cemaatsız kalmayan Rasûlüllah (sav)'in
yanında yeraîan Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Aişe'nin rivayetine göre, Rasûlüllah
hicret emrini alıp Ebû Bekir'e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini
söyleyince Ebû Bekir sevinçten ağlamaya başlamıştı.[179]
Mekkî toplumlarda
yaşayan her müslüman bir Medine yolcusudur. Medine yolculuğunun adı hicrettir.
Hicret, İslâm devletinin arefesidir. Başka bir ifadeyle hicret, cemaatten
devlete giden yoldur. Bu yolda yürümeyi hakedenler, Mekke'de cemaat
olabilenlerdir. Mekkî toplumlarda cemaatsız ve imamsız yaşayanların hicret
diye bir yolculukları olamaz. Medine yolculuğu şerefine nail olanlar, Hz. Ebû
Bekir (R.a.) gibi, şirk cephesinin bütün tehditlerine rağmen, İslâm cemaatını
terketmeyen ve İslâm cemaatının imamına olan bağlılıklarını devam
ettirenlerdir.
Bakınız Hz.
Peygamber'in bir gecede Mekke'den Kudüs'e oradan Sidretü'l Münteha'ya gittiği
İsra ve Mirâc hâdisesini duyan müşrikler bunu Hz. Ebû Bekir'e yetiştirdikleri
zaman;
"Bunu kim
söylüyor" dedi. Müşrikler;
“Bunu Muhammed
söylüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (R.a.);
"Muhammed (sav)
söylüyorsa doğrudur." demiştir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir'e; ihlâslı,
asla yalan söylemeyen, özü doğru, itikadında şüphe olmayan anlamında,
"Sıddîk" lâkabı verildi. Kur'an tabiriyle,
"O, ne iyi arkadaştı” [180] denilebilir.
Tirmizî'nin İbn-i
Abbas (R.a.)'dan rivayetine göre: Peygamber efendimiz (sav)'e hicret emri, İsrâ
Suresinin 80 nci âyetiyle verilmiştir:
“(Ey Muhammed!) De ki: "Rabbim! Beni, takdir
ettiğin yere gönül rahatlığı ve huzur içinde koy ve çıkacağım yerden de
dürüstlükle ve selametle çıkmamı sağla. Bana katından yardım edici bir kuvvet
ver.” [181]
O sıralarda müşrik ve
fakat güvenilir bir adam olan Abdullah b. Üreyklt'ı yol kılavuzu olarak
tuttular. [182] İşte o “Sıddîk" ile
o "Emîn", o iki arkadaş beraberce Sevr dağındaki mağaraya hareket
ederek hicret etmişlerdir.
Üç kişi olarak sefere
çıkmak sünnettendir. Rasûlüllah (sav) buyuruyor:
"Tek başına sefere çıkan binitli şeytandır. İki
yolcu iki şeytandır. Üç yolcı ise bir kervandır/cemaattır.” [183]
“Üç kişi sefere çıktığı zaman, içlerinden birini emir
tayin etsinler.”[184] Rasûlüllah (sav) ile sadık dostu Ebû Bekir (R.a.) bu
yolculuğu iki kişi olarak değil, üç kişi olarak yapmış olmaları, bize sefere üç
kişinin çıkmasının sünnete uygun olduğunu gösterir.
Hicreti Sevr
mağarasına ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) mağarada keşif yaptıktan sonra Rasûlüllah
içeri girmiştir. Ebû Bekir'in kızı Esma yolda yemeleri için azıklarını
hazırlamıştı. Onlar Mekke'den ayrılınca müşrikler her tarafa adamlarını
yollayarak aramaya başladılar. Kureyş kabilesinin müşrikleri Ebû Cehil
başkanlığında Esma'nın evini aradılar, hakaret edip dayak attılar. Hz. Ebû
Bekir (r.a.) hicret yolculuğuna çıkarken yanına bütün parasını almıştı. Buna
rağmen kızı Esma onun nerede olduğunu, nereye gittiğini kâfirlere
söylememiştir.
Mekkî bir toplumda
tevhidi bir mücadele veriyorsanız heran eviniz keyfî, küfrî ve cebri kadrolar
tarafından aranabilir. Buna hazır olmalısınız. Kendi ehl-i beytinizi bu hususta
eğitmelisiniz, Hz. Ebû Bekir (R.a.) bize bunu öğretir. Müşriklerin bütün
hakaret ve işkencelerine rağmen Ebû Bekir (R.a.)'m kızı Esma (R.anha),
müşriklere sır vermiyor. Mekkî toplumlarda mü'min erkek olsun, mü'mine kadın
olsun, ser verir sır vermez!
İz süren Mekkeli
müşrikler Sevr mağarasına kadar geldiler. Rasûlüllah bu sırada Kur'ân'da
anlatıldığı biçimde şöyle diyordu: "Üzülme,
Allah bizimledir.”[185] Nitekim Allah
ona güven vermiş, göremedikleri askerleriyle onu desteklemiştir; Allah
güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalarına rağmen onları bulamadılar.
Mağarada üç gün kaldıktan sonra Medine'ye yönelen Rasûlüllah ile Ebû Bekir
Küba'ya vardılar.
Ebû Bekir mağarada
kaldıkları günü şöyle anlatır: "Rasûlüllah (sav) ile beraber bir mağarada
bulundum. Bir ara başımı kaldırıp baktım. O anda Kureyş casuslarının ayaklarını
gördüm. Bunun üzerine,
“Ya Rasûlüllah,
bunlardan birkaçı gözünü aşağı eğse de baksa muhakkak bizi görür” dedim. O,
“Sus ya Ebû Bekir, iki yoldaş ki, Allah onların üçüncüsü
olsun, endişe edilir mi?” buyurdu.
Allah yolunda başa
gelen belâ ve musibetler karşısında birbirimizi Allah'ın yardımı ve tevekkülü
ile teselli etmemiz, Peygamberimizin mücadele sünnetindendir.
Küba'da üç gün kalan
Rasûlüllah ile Hz. Bbû Bekir nihayet Medine'ye vardılar. Medine'de Hz. Ebû
Bekir humma hastalığına tutuldu. Hastalık ilerleyip yatağa düştüğünde Rasûlüllah,
"Allah'ım Mekke'yi bize sevgili kıldığın gibi
Medine'yi de bize sevgili kıl, hummayı bizden uzaklaştır”
diye dua ettiği zaman Hz. Ebû Bekir ve
hasta olan diğer sahabeler iyileştiler.
Hz. Ebû Bekir (R.a.),
Peygamber (sav)'in duasını alan adamdır. İslâm toplumu içinde müslümanm
sorumluluklarından birisi de, "Dua Alan Adam" haline gelebilmektir.
Söylemleriyle, eylemleriyle ve icraatlarıyla İslâm ümmetinin bedduasını alan
adamın geleceği karanlıktır, zorludur. Ama söylem ve eylemleriyle İslâm
ümmetinin duasını alan adamın geleceği ise aydınlıktır, nurludur. Ebû Bekir
(R.a.) misyonuna sadakat gösterenler, hangi makam ve mevkiide olurlarsa
olsunlar, mü'minlerin duasını almaya gayret edenlerdir.
Bu arada Hz. Âişe ile
Hz. Muhammed (s.â.s.)'in düğünleri yapıldı. Mescidi Nebî inşâ edildi.
Masrafların bir kısmım Hz. Ebû Bekir karşıladı. Medine'de kardeşlik tesis
edildiğinde Ebû Bekir'in kardeşliği Harise b. Zeyd oldu. Hz. Ebû Bekir
Medine'de Mescidi Nebî'nin inşasına katıldı. Rasûlüllah İslâm'ı yaymak ve
düşmanlar hakkında bilgi toplamak için seriyye denilen keşif kollarını Medine
dışına gönderiyor, bunlara bazan Hz. Ebû Bekir de katılıyordu. Rasûlüllah ile
birlikte bizzat çarpıştığı savaşlarda Ebû Bekir de yer aldı. O, Müreysi,
Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu.
Rasûlüllah'ın bizzat
idare ettiği harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaşlardan
başka, otuzdan fazla gazveye katılmıştır. Çarpışma olmaksızın Veddan, Buvat,
Bedr-i Ûlâ, Uşeyre gazveleriyle de düşmanlar itaat altına alınmıştır. Bütün bu
gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın en yakınında yer almış olup onun
"veziri" gibi idi.
Ebû Bekir (R.a.), hem
mübelliğ, hem muallim, hem muhacir ve hem de mücahiddi. Allah yolunda mü'min
olarak mübelliğ ve muallim, muhacir ve mücahid olmak, İslâmî kimlik ve
kişiliğin gereğidir.
Müslüman insan hem
muhacirdir ve hem de mücahiddir. Hem mübelliğdir ve hem de muallimdir.
Bedir'de, oğlu
Abdurrahman müşrikler safında yer aldığında Ebû Bekir oğluyla çarpışmıştır.
Sadece o değil, Bedir'de birçok sahâbî, oğlu, kardeşi, babası, dayısı ile
çarpışmıştı. Bedir savaşı, müslümanların İslâm'ı herşeyden üstün tuttuklarını,
Allah için en yakınları olan müşrikleri kan bağı veya kabile taassubu içinde
kalmadan, başka insanlardan ayırdetmeden öldürdüklerini göstermektedir. Şunu
bilelim ki; akide bağı, neseb bağın: dan daha kuvvetlidir.
Allah ve Rasûlüne
karşı hudud yarışma kalkışanlarla ve bu uğurda savaşanlarla anlaşmak, onlarla
uzlaşmak, mü'min insanın vasfı değildir. Bunlar mü'min insanın en yakınları
olsalar bile mü'min insan tarafından reddedilirler. Allah'ın hizbine mensup
olmak bunu gerektirir. Allahû Teâla buyuruyor:
"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin,
babalan, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Resulüne
düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsiniz. Onlar o kimselerdir ki Allah
kainlerine iman yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları,
altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedî kalacaklardır. Allah
onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Hizbulİah/Allah'ın
hizbi dininin yardımcılarıdir. İyi bil ki, kurtuluşa ulaşacak olanlar,
Hizbullah (Allah'ın hizbi) olanlardır.”[186]
Rasûlüllah'ın bir
amcası Hamza, İslâm ordusu safındayken öteki amcası Abbas, düşman safındaydı.
Yeğeni Ubeyde kendi yanındayken, öteki yeğenleri Ebû Süfyan ve Nevfel
müşriklerle beraberdi. Hattâ kızı Zeyneb'in eşi Ebû'l-As da Rasûlüllah'a karşı
müşriklerle birlikte savaşıyordu.
Hicretin 9. yılında
Medine'de büyük bir kıtlık oldu. Bu arada Bizans İmparatoru, Şam'da Hicaz
bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazırladı. Rasülüllah, bu orduya
karşı İslâm ordusunu hazırlarken, kıtlık sebebiyle zorluklarla karşılaştı. Ebû
Bekir malının hepsini bu ordunun hazırlanmasında kullandı. Onuncu yılda
"Veda Haccı"nda bulunan Allah'ın Rasûlü, onbirinci yılda hastalandı.
Hicrî onbirinci yılda
hastalanan Rasûlüllah (sav) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632)
vefat etti. Onun vefatını duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapıldılar ve
ilk anda ne yapmaları gerektiğine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü.
Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile buluşmaya gittiğini, O'nun için
"öldü" diyen olursa ellerini keseceğini söylüyordu. Ebû Bekir,
Rasûlüllah'ın iyi olduğu bir sırada ondan izin alarak kızının yanına gitmişti.
Vefat haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlüllah'ı alnından öptü ve
"Babam ve anam
sana feda olsun ya Rasûlüllah. Ölümünde de yaşamındaki kadar güzelsin. Senin
ölümünle peygamberlik son bulmuştur. Şanın ve şerefin o kadar büyük ki,
üzerinde ağlamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katında bizi unutma;
hatırında olalım..." dedi. Sonra dışarı çıkıp Ömer'i susturdu ve;
"Ey insanlar,
Allah birdir, O'ndan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah
apaçık hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüştür. Allah'a
kulluk edenlere gelince, şüphesiz Allah diri, bakî ve ebedîdir. Size Allah'ın
şu buyruğunu hatırlatırım:
"Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de
peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin
üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a
hiçbir ziyan veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaklar.”[187] Allah 'in kitabı ve Rasûlullah'ın sünnetine sarılan
doğruyu bulur, o ikisinin arasım ayıran sapıtır. Şeytan, peygamberimizin ölümü
ile sizi aldatmasın, dininizden saptırmasın. Şeytanın size ulaşmasına fırsat
vermeyiniz.”[188]
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
bu konuşmasıyla orada bulunanları teskin ettikten sonra Rasûlüllah'ın
teçhiziyle uğraşırken, Ensâr, Benû Sâide sak-ifesinde toplanarak Hazrec'in
reisi olan Sa'd b Ubâde'yi Rasûlüllah'tan sonra halife tayini için bir araya
gelmişlerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen
Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konuşulduktan ve hilâfet hakkında
çeşitli müzakereler yapıldıktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin
ortasında durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at
edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebü Bekir'in
konuşmasından sonra Hz. Ömer atılarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti ve,
"Ey Ebû Bekir,
müslümanlara sen Rasûlüllah'ın emriyle namaz kıldırdın. Sen onun halifesisin ve
biz sana bey'at ediyoruz. Rasûlüllah'a hepimizden daha sevgili olan sana bey'at
ediyoruz" dedi.
Hz. Ömer'in bu ani
davranışı ile orada bulunanların hepsi Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Bu özel
bey'attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe
okudu ve resmen ona bey'at edildi. Rasûlüllah'ın defni sah günü gerçekleşirken,
onun nereye defnedileceği hakkında da bir ihtilâf meydana geldiğinde Hz. Ebû
Bekir yine fîrasetini ortaya koydu ve "Her
peygamber öldüğü yere defnedilir" hadisini ashaba hatırlatarak bu ihtilâfı
giderdi. Rasûlüllah'ın cenaze namazı imamsız olarak gruplar halinde kılındı.
Bütün bunlar olurken, Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'nın evinde Haşimoğulları ve
yandaşları ile toplandığı ve bey'ata ilk zamanlar katılmadığı nakledilir. Hz.
Ali rivayetlere göre, el-Bey'atü'l-Kübrâ'ya bey'at edildiği haberini alır
almaz, elbisesini yarım yamalak giydiği halde evden fırlamış ve gidip Hz. Ebû
Bekir'e bey'at etmiştir.[189]
Sahabeler, Rasûlüllah
(sav)'in cenazesini defnetmeden kendilerine bir halife tayin etmeye çalışmışlardır.
Sahabelerin bu tavırlarından anlıyoruz ki; hilafet; İslâm'ın dünyada olmasını
emrettiği şer'i bir makamdır. Bu makamın bir gün dahi olsa ihmal edilmesi ve
müslümanlarm halifesiz kalmaları caiz değildir. Yerde Peygamber (sav)'in
cenazesi olsa dahi halife tayininden vazgeçilemez.
Ehl-i Hal ve'l Akd
Meclisi'nin tavsibiyle hilafet makamına geçen halife'ye bey'at etmeyi
ertelemekte caiz değildir. Hz. Ali (R.a.)'ın aylarca Hz. Ebû Bekir'e bey'at
etmediği haberleri gerçeğe uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir'in
üstünlüğünü bildiği, onun hakkında yaptığı konuşmalar ve tarihin akışı, diğer
rivayetlere aykırıdır. Rasûlüllah'ın en yakın ashabı arasında hattâ Ebû Bekir
ile Ömer arasında zaman zaman ihtilâflar, görüş ayrılıkları meydana gelmişse de
ilk iki halife zamanında da görüldüğü gibi dâima birliktelik devam
ettirilmiştir. Anlaşmazlık gibi görünen hâdiselerin birçoğunda huy ve karakter
farklılığı rol oynuyordu.
Meselâ Ebû Bekir
yumuşak ve sakin davranırken, Hz Ömer sertlik yanlısıydı. Ama her zaman birlikte
hareket ettiler. Ebü Bekir'in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde
savaşlarında kararların içinde, namazlarda Ebû Bekir'in arkasında yer
almışlardır.
Hz. Ali (R.a.),
Rasûlüllah'ın bir vasiyeti olsaydı ölünceye kadar onu yerine getireceğini
söylemiş [190] ancak, İbn Abbas'ın
Rasûlüllah hastalandığı zaman ona gidip hilâfet işini sormak istemesini geri
çevirmiştir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeliğine karşı kimseden bir karşı çıkış
olmamıştır. Zaten tabii, fıtrî, akli ve maslahata uygun olan da onun
halifeliğidir. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hülefa-i Raşidinin ilkidir. Raşid
halifelik onunla başlamıştır. El-Hilafetu Raşide/Raşid Halifelik, insanları
Allahû Teâla'nın gönderdiği şeriat ile irşad edip idare etme yöntemidir.
Kıyamete kadar yaşayacak olan tüm dünya müslümanlarmın idare biçimidir. Hz. Ebû
Bekir (R.a.)'ın ilk halife seçilmesinin bir çok nedenleri vardır. Hz. Peygamber
ölmeden önce yazılı bir ahidname bırakmamış, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine
dair Mescid'de konuşmuş, hasta yatağındayken onu ısrarla çağırtmış ve yerine
İmam tâyin etmiştir. Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlüllah'ın mirasından pay
almak için gelen Hz. Fâtıma'ya, "Rasûlüllah'ın yaptığı hiçbir şeyi
yapmaktan geri durmam" diyerek, Fâtıma'nın peygamberin kızı olmasını
dinin üstün tutulmasından daha önemsiz görmüş ve Rasûlüllah'ın yanındayken
ondan ne duymuş, ne görmüşse onu tatbik etmiştir.[191]
Sonraları Hz. Ali'nin hilâfeti zamanında Fâtıma'ya ki, Ebû Bekir'e gidip miras
isterken onu savunmuştu mirastan hiçbir şey vermemesi de ashabın Rasûlüllah'ın
sünnetine nasıl itaat ettiklerinin delilidir.[192]
Hz. Ebû Bekir
"Rasûlüllah'ın Halifesi" seçildikten sonra Mescid'de yaptığı
konuşmada, "Sizin en hayırlınız değilim, ama başınıza geçtim; görevimi
hakkiyle yaparsam bana yardım ediniz, yamlırsam doğru yolu gösteriniz; ben
Allah ve Rasûlü'ne itaat ettiğim müddetçe sîz de bana itaat ediniz, ben isyan
edersem itaatiniz gerekme demiştir.[193]
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
hilafeti esnasında mürtedlerle mücadele gündeme gelmiştir. Irak ve Suriye
Fütuhatı, Hz. Ebû Bekir Rasûlüllah'ın halifesi olduktan sonra, onun vefatıyla
Arabistan'da Mekke ve Medine dışındaki bölgelerde görülen dinden dönme
hareketlerine, yalancı peygamberlere, "namaz kılarız, ama zekât
vermeyiz" diyenlere karşı savaş açtı. Esvedu'l-Ansi, Müseylemetü'l-Kezzâb,
Secah, Tuleyha gibi yalancı peygamberlerle yapılan savaşlarla bu zararlı
unsurlar yok edilmiş, isyan bastırılmış,
zekât yeniden toplanmaya ve Beytü'l-Mal'e konulup dağıtılmaya başlanmıştır.
Böylece tarihte "Hukuku'l Fukara" için savaşan ilk devlet, İslam
devleti oldu. [194]Dolayısıyla
yeryüzünde fakirlerin haklarını garanti eden tek devlet, İslâm devletidir.
Dünyada fakirlik problemini çözüme kavuşturan da İslâm devleidir. İslâm
devleti; temeli Allah'ın hükmüne ve hakimiyetine dayanan ve insanların üzerinde
Allah'ın hükümlerini icra eden edip adaleti ikame eden yegâne hak ve hukuk
devletidir.
Rasûlüllah'ın
hazırladığı, ancak vefatı sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu yolundan alıkoy mam
ıştır. Rasûlüllah (sav)'in vefatından önce, Ömer b. Hattab (R.a.) dahil bütün
Medinelileri ve civar kabile mtislümanlarmı savaşa gitmek üzere toplamış, Üsame
b. Zeyd (R.a.)'i de onlara komutan tayin etmişti. Fakat ordunun tümü henüz
Medine hendeğinin dışına bile çıkmadan Rasûlüllah (sav) Hakk'ın rahmetine
kavuştu. Onun vefatını duyunca Üsâme derhal orduyu durdurarak Hz. Ömer
(R.a.)'e:
“Halife'ye git ve
ordunun Medine'ye geri dönmesi için ondan izin iste. Çünkü Ashabın ileri
gelenleri ve güçlüleri ordumda bulunuyorlar. Ayrıca ben, müşriklerin
müslümanların ailelerine, Rasûlüllah'ın ehli beytine ve halife'ye
saldırmalarından korkuyorum." dedi. Ensar da:
"Eğer Ebû Bekir
bunu kabul etmeyip, mutlaka gitmemizi isterse bizim şu isteğimizi ona bildir.
Bize Üsâme'den daha yaşlı birini komutan tayin etsin." dediler. Üsame'nin
emri üzerine Hz. Ömer doğru Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a gitti ve Üsame'nin
söylediklerini ona bildirdi. Bunun üzerine Ebû Bekir (R.a.):
"Köpeklerin ve
kurtların beni burada paramparça edeceklerini bile bilsem, Rasûlüllah (sav)'in
verdiği bir kararı katiyyen bozamam" dedi. [195]
Rasûlüllah (sav)'in
kararlarına sadakat imandandır. Peygamberin sünnetinden vazgeçmek ile,
Peygamberin kendisinden vazgeçmek eşdeğerdir. Şartlar ne kadar zor olur olsun,
mü'min insana düşen görev Rasûlüllah (sav)'in sahih sünnetine ittibadır.. İnsanların
çoğunun savaşmaya gönülsüz olduğu, bu durumda kimlerle birlikte savaşmayı düşündüğü
kendisine sorulduğunda; Esma ve Aişe'yi göstererek: "Şu iki kızımla
birlikte" demişti. Yanında iki kızı olduğu halde binlere karşı koymayı
göze alan Ebu Bekir'in tek bir gayesi vardı: O da Allah Rasûlü'nün mirasının
bozulmadan sonraki kuşaklara aktarılmasıydı. Bu olaydaki asıl mesaj ise bütün
olumsuzluklara rağmen Hz. Ebû Bekir'in dik durması, dini için ülkesini ve bütün
varlığını terk etmeyi göze alabilmesi ve Rabbine olan sonsuz iman ve
tevekkülüdür.
Hz. Ebû Bekir, yufka
yürekliliği yanında, icab ettiğinde son derece sert ve kararlı tutumlar da
sergilemiştir. Hudeybiye musalahası esnasında, Hz. Peygamber (sav)'in vefatını
müteakip meydana gelen irtidat olaylarını bastırılmasında ve Efendimizin vefat
sırasında yaşanan panik karşısında tutumu bunu göstermektedir. Ebû Hureyre
(R.a) diyor ki:
“Eğer Ebû Bekir
olmasaydı, Peygamber'in vefatından sonra ümmet-i Muhammed helak olurdu.”
Hz. Peygamber (sav)'in
vefatından sonra arap kabilelerinden bir çokları irtidat etti. Müslümanlar kış
gecesinde yağmura tutulup dağılan koyunlara döndüler. Ortaya çıkan bu kaos ve
anarşiden müslümanları kurtaran Hz. Ebû Bekir'in dirayet ve kararlılığı oldu.
Sarsılan iman zeminini tekrar sağlamlaştırdı. Yalancı peygamberleri ortadan
kaldırdı. Hz. Ömer döneminde modern anlamda teşkilatlandırılan İslâm devletinin
alt yapısını hazırladı.
İki senelik halifelik
dönemi mü'minler için bir rahmet oldu. Ümmet için yaşadı, ölümü esnasında bile
geride kalanları düşündü: Eski elbise içine kefenlenmesini emretmiş, dirilerin
yeni elbiseye daha fazla muhtaç olduklarını söylemişti. Binlerce insan
senelerce köle gibi çalışıp kendilerine mezar (pramit) yaptıranlar ve eski
elbiseyle gömülmeyi yeğleyen Hz. Ebû Bekir... İnsanlık için hangisi daha
yararlı? Günümüz dünyasında hem müslümanlarm hem de gayri müslimlerin Hz. Ebû
Bekir'in duruş ve tavrından olacağı çok dersler vardır. Sadık ve Sıddîk olmak
kolay değil. Herşeyin bir bedeli var. İman, amel, fedakarlık, basiret, ilim,
ahlâk ve sebat, akibet iki cihanda necat.
Ebû Bekir (R.a.)
duruşu, Allah yolunda dik başlı olmanın değil, başı dik olmanın ifadesidir.
Onun duru duruşu, hem müslümanlar için hem de gayr-i müslimler için bir
ibretler ve örnekler hazinesidir. İnsanlık hala onun hasretini çekmektedir. Ebû
Bekir'in İslâm için ortaya koyduğu fedakarlıkların karşılığını kıyamette ancak
Allah Teâlâ verecektir. Çünkü dünyada bu fedakârlıkları karşılayacak bir bedel
yoktur. Efendimiz onun için
"Ey Ebû Bekir! Ümmetimden cennete ilk girecek
kimse olman sana yetmez mi?"
buyurmuşlardır. [196]
Ayrıca
"Bana Ebû Bekir'in malı kadar kimsenin malı
faydalı olmadı. Ben müslüman olmasını istediğim herkesten bir zorluk gördüm.
Ebû Bekir hariç. Zira o, teklifim karşısında hiç tereddüt etmeden kabul etti.
Eğer kendime Allah'tan başka mutlak bir dost edinecek olsaydım, mutlaka Ebû
Bekir'i edinirdim.” [197] Ashabı kiramın fazileti, ümmet içindeki değeri
herkesçe bilinmektedir. Hz. Ebû Bekir'i bu özel konuma getiren sebepleri genel
ifadelerle başta belirtmeye çalıştık.
Ebû Bekir (R.a.),
Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre İsyanlarını bastırmıştır. İçte isyancılarla
mücâdele edilirken, dışta da iki büyük imparatorluğun, İran ve Bizans'ın
ordularıyla karşılaşılmıştır. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, fetihlerle İslâm diyarına
katılmış, Irak fethedilmiş, Suriye'nin de önemli kentleri ele geçirilmiştir.
Yermük savaşı devam ederken Hz. Ebû Bekir vefat etmiştir.
Said İbn-i Müseyyeb
(Rh.a.) rivayet ediyor: Ebû, Bekir (R.a.) Şam tarafına ordu gönderdiği zaman
Yezid b. Ebû Süfyan, Amr İbnü'l Âl ve Şürahbil İbn-i Hasene'yi komutan tayin
etti. Ordu harekete geçtiği zaman Ebû Bekir de onları uğurlamak için ordu kum
an d ani arıyla beraber Seniyyetü'l Veda denilen yere kadar yürüdü. Oraya
gelince komutanlar:
“Ey Rasûlüllah'ın
halifesi, sen yürüyorsun biz binekliyiz." dediler. Ebû Bekir (R.a.) de
cevap olarak:
“Bırakın da Allah
yolunda bu kadar zahmete katlanayım." dedi. Ve onlara şu tavsiyede
bulundu:
"Allah'tan
korkmanızı tavsiye ediyorum. O'nun yolunda cihad edin. Allah'ı inkâr edenlerle
savaşın. Zira Allah dinine yardım edecektir. Harp ganimetlerini muhafaza edin.
Haksızlık yapmayın. Korkak olmayın, yeryüzünde fesad çıkarmayın. Verilen
emirlere karşı gelmeyin. Müşrik düşmanlarla karşılaştığınız zaman onları üç
şeye davet edin. Eğer birini kabul ederlerse onlara dokunmayın ve serbest
bırakın; İslâm'a davet edin, eğer bunu kabul ederlerse onlara dokunmayın. Sonra
Medine'ye hicret etmelerini söyleyin. Eğer kabul ederlerse diğer muhacirlerle
aynı hak ve vazifelere sahip olduklarını
da söyleyin. Şayet müslüman olur ve yerlerinde kalmak isterlerse Allah'ın
koymuş olduğu hükümlere tabi diğer Araplar gibi olacaklarını ve diğer
müslümanlarla beraber harbe katılmadıkça, fey' ve ganimetlerden bir hisse alamıyacaklarını
da haber verin. Eğer İslâm'a girmeyi kabul etmezlerse onlara cizye vermelerini
bildirin. Cizyeyi kabul ederlerse onlara dokunmayın. Şayet cizye vermeyi de
kabul etmezlerse Allah'a sığınarak onlarla savaşın. Hurma ağaçlarını kesmeyin
ve yakmayın. Hayvanları ve meyve ağaçlarını kesmeyin. Çocuklara, ihtiyarlara ve
kadınlara dokunmayın. Manastırlarda inzivaya çekilmiş bir takım insanlar
bulacaksınız onları kendi hallerine bırakın. Diğer bazılarının da bir takım
kötü niyetlerle başlarının ortasında traş edilmiş bir boşluk olduğunu
göreceksiniz. Böylelerin de boyunlarını vurun.” [198]
Dikkat edilirse, İslâm
harb hukuku insanîdir. İslâm ordusu fethettiği yerlerde kimseye zulmetmemiş,
adaletiyle düşmanların takdirini kazanmış, müslüman olmayıp da cizye vererek
İslâm'ın himayesine giren kavimler huzur ve emniyet içinde yaşamışlardır.
Hz. Ebû Bekir
(R.a.)'in hilafeti döneminde mürtedier taifesi ortaya çıktı. Mürtedlerin zuhuru
esnasında Hz. Ebû Bekir (R.a.) derhal Muhacirleri ve Ensarları toplayarak
istişare etti. İstişarede fikrini şöyle beyan etti:
Araplar dinlerinden
dönerek koyun ve develerinin zekâtını vermemişler, İranlılar da, sizin
kendisinden çok büyük yardım gördüğünüz adamın öldüğünü iddia etmişler ve
sizinle savaşmak üzere Nihavendd'de toplanmışlar ve şehri tehdit etmişlerdir.
Bu durumda ne yapmanın lazım geldiğini söyleyiniz. Ben de sizden biriyim ve bu
tehlikeler karşısında yükü en ağır olanınızın. dedi. Muhacirler ve Ensar
başlarını önlerine eğerek uzun bir müddet düşündüler. Sonra Hz. Ömer b. Hattab
(R.a.) söz alarak:
“Ey Rasûlüllah'ın
halifesi! Ben, senin araplarm zekât vermelerini istememen, sadece namaz
kılmalarını kâfi görmen kanaatindeyim. Zira onlar cahiliyyet adetleri üzereler.
İslâm henüz tam manasıyla onlar tarafından benimsenmedi. Ya Allah onları tekrar
hayıra döndürür veyahutta müslümanları kuvvetlendirir. O zaman bizim de onlarla
savaşacak gücümüz olur. Şu andaki Ensar ve Muhacirlerin, bütün Arapları ve İranlıları
yenecek güçleri yoktur." dedi.
Hz. Ömer (R.a.)'ı
dinledikten sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman (R.a.)'a döndü. O da aynı
şeyleri söyledi. Hz. Ali (R.a.) de buna benzer şeyler söyledi. Muhacirler
onların görüşlerine katıldılar. Daha sonra Hz. Ebû Bekir (R.a.), Ensar'ın
fikrini sordu. Onlar da bu görüşte olduklarını belirttiler. Ebû Bekir (R.a.) bu
durumu görünce minbere çıktı. Allah'a hamd ve senadan sonra:
Allahû Teâla, Hz.
Muhammed (sav)'ı hakkın yok denecek kadar az, İslâm'ın müdafaasız ve din
düşmanlarının hedefi olduğu, İslâm bağlarının son derece zayıfladığı ve
müslümanlarm azaldığı bir zamanda göndermiştir. Müslümanları Hz. Muhammed
(sav)'in etrafına toplayarak onları kıyamete kadar bakî, şerefli bir ümmet
yapmıştır. Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın emrini yerine getireceğim. Bize
zafer ihsan edip, va'dini gerçekleştirinceye kadar O'nun yolunda savaşacağım.
Bizden, savaşta ölenler şehid olur cennete girerler. Sağ kalanları ise Allah
yeryüzüne hâkim kılar, yeryüzü onların olur. Bu bir gerçektir. Zira Allah böyle
hükmetmiştir. Asla sözünden dönmeyen Allah şöyle buyuruyor:
“Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere
şunları vadetti: Daha öncekileri yeryüzüne hükümran kıldığı gibi, onları da
hükümran kılacak.” [199]
Allah'a yemin ederim,
Rasûlüllah'a veripte bana vermekten kaçındıkları bir yular bile olsa ve
beraberlerinde ağaçlar, taşlar, bütün cinler ve insanlar olduğu halde bana
karşı koysalar, ruhumu Allah'a teslim edinceye kadar, bu yuları almak için
onlarla savaşacağım. Allahû Teâla namazla zekât arasında bir fark gözetmemiş,
bilâkis onları birarada emretmiştir." şeklinde bir hitabede bulundu.
Hz. Ömer (R.a.) tekbir
getirmekten kendini alamayarak:
Allah'ın mürtedlerle savaş
fikrini Ebû Bekir (R.a.)'ın kalbine yerleştirdiğini görünce
“Onun haklı olduğunu
anladım." dedi. [200]
İslâm bir bütündür;
asla parçalanmayı ve bölünmeyi kabul etmez. Müslüman olarak İslâm'ın bir kısmını kabul edip bir
kısmını da reddedenler mürteddirler. İslâm'ın bir hükmü ile bütün hükümlerini
inkâr etmek aynıdır. İslâm'ın tek bir hükmünü reddeden, diğer hükümlerinin
hepsini kabul etse dahi müslüman sayılmaz. Bundan dolayı Hz. Ebû Bekir (R.a.)
zekât'ı reddetmekle birlikte müslümanlık iddiasında bulunanları mürtedlerden
saymıştır. Hz. Ebû Bekir (R.a.) bu mürtedlerle anlaşma da yapmamıştır. Çünkü
İslâm fıkhında mürtedlerle anlaşma yapılmaz. Mürtedler ya İslâm'a tekraren geri
dönüp kurtulacaklardır veya öldürüleceklerdir. Mürtedterle savaşmak, şer'i
otoritenin başında bulunan halifenin görevlerindendir. Mürtedlerle anlaşma
yapıp onları himaye eden bir kimse müslümanların halifesi olamaz!
İslâm'da Müslümanların
halifesi dahil hiç kimse mürtedlere karşı tavizkâr davranma hakkına sahip
değildir. Şunu bilelim ki; "İslamiyet nazarında, harbî kâfirin hakk-ı
hayatı var Hariçte olsa, musalaha etse; dahilde olsa, cizye verse; İslamiyetçe
hayatı mahfuzdur. Fakat mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Çünkü; vicdanı tefessüh
eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir hükmüne geçer.” [201]
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
bir taraftan mürtedlerle savaşırken, öbür taraftan Kur'ân-ı Kerîm'in etrafında
meydana getirilmek istenen şek ve şüpheleri bertaraf etmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'in toplanması "Mushaf'ın Meydana gelmesi, Hz. Ebu Bekir (R.a.)'ın
döneminde olmuştur. Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve
kurrâ'nın birçoğunun şehid olması üzerine, Hz. Ömer'in Kur'ân'ın toplanması
fikrine önce sıcak bakmamışsa da sûnra ona hak vererek, Kur'ân âyetlerinin
toplanmasını sağlamıştır. Rasûlüllah zamanında peyderpey inen vahiy, kâtiplerce
ceylan derilerine, beyaz taşlara, enli hurma dallarına yazıldığı gibi, ashabın
çoğu da Kur'ân hafızı idi. Ancak, yazılı olan âyetler dağınıktı, kurrâ da
azahnca Kur'ân'ın muhafazası hususunda endişe edildi. Ebû Bekir, Zeyd b.
Sâbit'in başkanlığında bir heyet teşkil ederek, herkesin elindeki âyetleri
getirmesini emretti. Ayrıca şahitlerle âyetler doğrulanıyor, kurrâ' ile te'kid
ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandı ve "Mushaf" meydana
getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir'den Ömer'e, ondan da kızı Hafsa'ya geçti ve Hz.
Osman zamanında çoğaltılarak Dârü'l-İslâm'ın bütün vilâyetlerine dağıtıldı.
Hz. Ebû Bekir
(R.a.)'ın hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kısa bir müddet sürmesine rağmen
Hz. Ebû Bekir zamanında İslâm devleti büyük bir gelişme göstermiştir. Hz. Ebû
Bekir Hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine'de
yakalandığı hastalığının ortaya çıkması üzerine yatağa düşünce yerine Ömer'in
namaz kıldırmasını istedi. Ashâbla istişare ederek Hz. Ömer'i halifeliğe uygun
gördüğünü söyledi. Hz. Ömer'in sert ve kaba oluşu gibi bazı itirazlara cevap
verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman'a yazdırdı. Ebû Bekir (r.a.) de, çok
sevdiği Rasûlüllah gibi altmışüç yaşında vefat etti. Vasiyeti gereği
Rasûlüllah’ın yanına omuz hizasında olarak defnedildi. Böylece bu iki büyük
insanın, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
kişilik olarak tam bir yöneticidir. Tacir olarak geniş bir kültüre sahip olan
Hz. Ebû Bekir, dürüstlüğü ve takvası ile ashâb içinde ilk sırada yerahr.
Karakteri; yumuşak huyluluk, çok düşünüp az konuşmak, tevazu ile belirgindi.
Hz. Âişe'nin rivayetine göre, "gözü yaşlı, gönlü hüzünlü, sesi zayıf"
biri idi. Câhiliye döneminde müşrikler ona güvenir, diyet ve borç alacak
işlerinde onu hakem tanırlardı. Rasûlüllah'ın en sadık dostu olan Ebû Bekir'in
Mirâc olayında sergilediği sonsuz bağlılık örneği ona "es-Sıddîk"
lâkabını kazandırmıştır. O bu olayda "O ne söylüyorsa doğrudur"
demiştir.
Cömertlikte ondan
üstünü de yoktur. Bütün malını mülkünü İslâm için harcamış, vefat ederken
vasiyetinde, halifeliği müddetince aldığı maaşların, topraklarının satılarak
iade edilmesini istemiş ve geride bir deve, bir köleden başka birşey
bırakmamıştır. Dört eşinden altı çocuğu olan Ebû Bekir, kızı Âişe'yi Rasûlüllah
ile hicretten sonra evlendirmiştir.[202]
Hicret sırasında
mağarada iken ayağını bir yılan soktuğunda ve ayağı acıdığında o sırada dizine
yatıp uyumuş olan Peygamber'i uyandırmamak için sesini çıkarmaması, ağlarken
Hz. Peygamber uyanıp ne olduğunu sorduğunda, "Anam-babam sana feda olsun
ya Rasûlüllah" demesi olayı Ebû Bekir'in Rasûlüllah'a olan bağlılığının örneklerinden
sadece biridir. Hz. Ebû Bekir'in beyaz yüzlü, zayıf, doğan burunlu, sakallarını
kına ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam olduğu rivayet edilir.[203]
Vicdanların sesi boğuldu ve söz hürriyeti
tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve hükümetin lehine
konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.
Vicdanların üzerindeki
baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya
hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk
rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde
sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini
gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin
imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarını istemek cesareti yoktu...
Hilâfet otokratik
yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle
kiralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para
alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap sorma
cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan devlet
yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence aracı
haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu malını rastgele harcamak için bir
belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini
diledikleri biçimde tüketebileceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya
cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.
Yalnızca krallar,
prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından
ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı.
Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı.
Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar
için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya
çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan
korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve
şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı. [204]
Emevüerle birlikte
bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at
ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması .elbette ki düşünülebilecek bir şey
değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edilmez gelişmeye kayıtsız kalmamasının
nedeni işte budur. O, en kötü sonuçlan bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş
bir yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set
çekmeye karar verdi.
Bu yiğitçe karşı
duruşun sonuçlarım herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye
atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm
devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir
mü'minin bu serveti korumak için hayatım feda etmesi ve aile üyelerinin de katledilmelerine
neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.
Böylesine önemli
zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler
olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez.
Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir.
Zulüm, sayı ve kaynak bakımından, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur
gider. Böyle durumlarda şartlan göz önünde bulundurup tedbir hesapları yapmak,
sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında bulunmak
Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın işidir
Hz. Hüseyin, hiç bir
hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini
simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi
değişti; tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu
kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek
batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her
mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum.
Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in
eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile
getirir:
"Hüseyin Allah'ın
iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine
duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek
hayatını ortaya koydu. Bu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad
ve Hak yolundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir."
Yeryüzünde Müslümanlar
açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşanmadığı zaman matem başlar, Müslümanlar
yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbit olarak Müslümanlar tarihinde gerek
imanın korunması ve gerekse İslâm
ümmeti içerisinde infak yarışması kıyamete kadar devam edecek olan bir
yarışmadır. Bu yarışmada bir mü'min için Ebû Bekir (R.a.)'ın misyonunu
yakalamak, ehl-i beytine/ailesine Allah'ın rızasını ve kitabını, Peygamberinin
sevgisini ve sünnetini miras bırakmayı, maddi serveti miras bırakmanın önüne
geçirmekle mümkündür. Mü'min olarak bizi ayakta tutan ve müslüman varlığımızın
devam etmesini sağlayan maddi serveti değil, Allah rızası ve kitabı ile
Rasûlüllah'ın sevgisi ve sünnetidir. Allah'ın rızası ve kitabı ile
Peygamberinin sevgisi ve sünnetini kaybedenlerin müslümanlıklarmı devam
ettirmeleri mümkün değildir. Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın tavırından bunu anlıyoruz.
İslâmî hizmetlerde
bütün servetini infak etmek herkese nasib olacak bir durum değildir. Bugün bu,
İslâm ümmetinin Ebû Bekri olanlara veya olmak için gayret edenlere ancak nasip
olur.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
hayatını ve servetini Allah'ın rızasına adamış adamdır. Allahû Teâla buyuruyor:
“O ki, Allah yolunda malım verir, temizlenir. Onun
yanında, başka bir kimse için karşılığı verilecek hiçbir nimet yoktur. O ancak
yüce Rabbinin rızasını aramak için verir. Elbette yakında kendisi de hoşnut
olacaktır.” [205]
Bu ayet-i kerimeler,
Hz. Ebû Bekir (R.a.)'m başında geçen şu hadise üzerine nazil olmuştur. Rivayete
göre Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in güçsüz, düşkün köle ve cariyeleri hürriyetlerine
kavuşturmak için mal sarfettiğini gören babası:
“Ey Oğul! Görüyorum ki
zayıf olanları kurtarıyorsun. Eğer sağlam ve genç olanlar için aynı malı
sarfedersen onlar senin için bir güç olur" dediği zaman, Hz. Ebû Bekir
(R.a.) şöyle cevap vermiştir:
“Ey babacığım, ben
Allah katındaki mükafaatı bekliyorum.” [206]
Görüldüğü gibi, Hz.
Ebû Bekir (R.a.), Allah rızası için çalışmış ve O'nun rızasını herşeyin üstünde
tutmuştur. Mü'min İnsanın hayatında en büyük değer ölçüsü, Allah rızasıdır. Onu
kazanmayan neyi kazanırsa kazansın boştur.
Hz. Ebû Bekir'in
nasslara aykırı hiçbir görüşü bize ulaşmamıştır, çünkü böyle bir reyi yoktur.
Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlüllah'ı herkesten daha çok tanıyordu.
Bu yüzden hilâfetinde kendisine karşı içte muhalif bir hareket olmamış ve
fitneler görülmemiştir.[207]
İhtilâf veya
ihtilâflarda çözümsüzlük, bid'atler onun devrinde yaşanmamıştır. "Üzülme,
Allah bizimle beraberdir" buyuran Rasûlüllah'ın haberi sanki lâfızda ve
mânâda Hz. Ebu Bekir'de zahir olmuştur.
Kaynaklarda onun,
"Ben ancak Rasûlüllah'a tâbiyim, birtakım esaslar koyucu değilim"
diye kararlarında çok titiz davrandığı zikredilir.[208] Bir
meseleyi hallederken önce Kur'ûn'a bakar, bulamazsa Sünnet'te araştırır, orda
da bulamazsa ashâbla istişare eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüşümü
meselesinde Muhâcir-Ensâr eşitliği'nİn ihtilâfa yol açmasında Ömer'in
Muhacirlere daha çok pay verilmesini savunmasına rağmen ganimeti eşit olarak
bölüştürmüştür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çıkmadı.
Rasûlüllah ve kendisi,
bir mecliste bir anda verilen üç talâkı bir talâk saymışlar, bu daha sonra birçok
"maslahat gereği" diye yapılan değişiklik gibi üç talâk sayılmıştır.
Yani Ebû Bekir, Rasûlüllah'ın tüm uygulamalarını aynen tatbik etmek istemiş;
bazen kalpleri İslâm'a ısındırmak istenenlere toprak vermesi gibi maslahat
gereği veya zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesini söyleyen ashabına
uymuştur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kişiyken Mekke'de Mescid-i Haram'da
İslâm'ı tebliğ eder ve müşriklerce dövülen Ebû Bekir'e hilâfetinde
"Halifet-u Rasâlillah" denilmiş, sonraki halifelere ise "Emîri'l-Mü'minîn"
denilmiştir.
Mâlî işlerini Ebû
Ubeyde, kadılık ve kaza işlerini Hz. Ömer, kâtipliğini Zeyd b. Sabit ve Hz.
Ali, başkumai danlığmı Üsâme ve Halid b. Velid yapmıştır. Medine
Dârü'l-İslâm'ın başkenti olmuş, Mekke, Taif, San'a, Hadramevt, Havlan, Zebid,
Rima, Cened, Necran, Cureş, Bahreyn vilâyetlere ayrılmıştır. Yönetimi merkezî
olup, ganimetlerin beşte biri Beytü'l-Mal'de toplanmıştır. Hz. Ebû Bekir, Mukillîn
denilen çok az hadis rivâye Ken ashâbdan sayılır. O, yanılıp da yanlış birşey
söylerim yalnızca yüz kırk iki hadis rivayet etmiş veya ondan bize bu
Fikhu's Sahabe
adar hadis rivayeti nakledilmiştir.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
cahiliyye devrinde Abduluzza b. Âmir b. Lüey'in
Kuteyle ile evlenmiş ve ondan Abdullah ile Esma adındaki çocukları
olmuştur. Yine cahiliyye döneminde Um Rûman
ile evlenmiştir. Onun asıl adı; Âmir b. Amîre kızı Da'd olup Kinânehdir. Hz.
Ebû Bekir'in ondan Abdurrahman
ve Aişe adında iki çocuğu olmuştur. İslâm geldikten sonra
meys kızı Esma ile evlenmiştir. Esma,
daha önce Talib'in oğlu Cafer'in hanımı idi. Muhammed adındaki oğlu ondandır.
Yine İslâm döneminde Ensar'dan Harice b. Zeyd'in kızı Habibe ile evlenmiş ve
vefatından sonra ondan Um Gülsüm adında, bir kızı olmuştur.[209]
Hutbe ve öğütlerinden bazıları şöyledir:
“Rasûlüllah vahy ile
korunuyordu. Benim ise beni yalnız bırakayan bir şeytanım vardır.”
“Hayır işlerinde acele
edin, çünkü arkanızdan acele gelen ecelinizdir.”
“Cihadı terkeden,
zillete düşer. Amelin sırrı sabırdır.”
“Şikâyetçi olup
ağladığım nice günler oldu. Zaman geldi ki, adığım günlere ağladım.”
“Nefesi aldığım zaman
veremeyecekmiş, verdiğim zaman alama çakmış kadar kendime yakın bilirim
ölümü"
“Hiç kimseye imandan
sonra sağlıktan daha üstün bir nimet verilmiştir.”
“Kendinize kabir
hazırlamayın. Kendinizi kabre hazırlayın."
"Kabre
hazırlıksız giden, denize kayıksız açılmış gibidir"
“Allah için söylenmeyen
bir sözde hayır yoktur..."
“Herhangi bir
yericinin yermesinden korktuğu için hakkı söylemekten çekinen kimsede hayır
yoktur..."
“Allah için infak
edilmeyen malda hayr yoktur."
“Cehli hilmini aşan
kimsede de hayr yoktur.” [210]
“Bu ümmetin evveli ne
ile ıslah olmuşsa, sonunun işleri de ancak onunla ıslah olunur.” [211]
“Hayatta olanlar yeni
elbiseye ölüden daha çok muhtaçtır. Çünkü" ölünün kefeni irin ve pis
akıntılar içindir.”[212]
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
vefat edeceği zaman, kızı Hz. Aişe (R.anha)'ya şunu söyledi: "Müslümanların
işlerini idare etmek görevi bize verildiğinden bu yana onların ne bir
dinarlarını, ne de bir dirhemlerini yemedik, fakat yemeklerinin artıklarından
ve elbiselerinin en kaba olanlarından giyindik. Yanımızda müslümanlara ganimet
olarak düşen mallardan yalnızca şu köle, şu deve ve şu kumaş parçası vardır.
Ben öldükten sonra bunların hepsini Ömer'e gönderiver.” [213]
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
helalinden yemeye dikkat ederdi. Bir gün Hz. Ebû Bekir (R.a.) kölesinin
getirdiği bir sütten içti ve hemen kölesine dönerek:
"Bunu nereden
aldın?" diye sordu. Köle:
"Kehanette
bulundum, yani gaybden bazı haberler verdim de ücret olarak bu sütü
aldım." dedi. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (R.a.), içtiği sütü midesinden
çıkarmak için boğazına parmak saldı ve boğulacak şekilde istifra ederek,
çıkarmağa çalıştı, sonra da:
"Allah'ım,
midemde kalp damarlarıma karışan kısmından sana sığınırım" dedi. [214]
Dikkat edilirse, Hz.
Ebû Bekir (R.a.)'in hassasiyetlerinden birisi de helal lokma hassasiyetidir.
Sahabenin kavgası helal lokma kavgası idi. Helal lokma hususunda hassasiyet sahibi
olmayanlar, Ashâb-i Kirâm'ın yolunda sayılmazlar.
Hz. Ebû Bekir (R.a.)
hastalandığında çevresindekiler, ona:
"Tabip
Fıkhu's Sahabe
çağırmayalım mı?" diye sorunca, o şu
cevabı verdi:
"Tabip yanıma geldi,
bana: "Ben istediğimi yapacağım" dedi." Çevresindekiler onun maksadını
anladılar ve seslerini çıkarmadılar. Daha sonra da Hz. Ebû Bekir (R.a.) son söz
olarak
"Allah'ım!
Müslüman olarak canımı al ve beni salihler arasına kat" deyip vefat etti.
Ebû Bekir (R.a.) cenazesi geceleyin defnedildi. Rasûlüllah (sav)'in mescidinde
Ömer b. Hattab (R.a.) onun cenaze namazını kıldırdı ve dört defa tekbir aldı.
Rasûlüllah (sav)'in üzerinde taşındığı tahta konuldu. Kabrine oğlu Abdurrahman,
Ömer, Osman ve Talha Hazretleri indiler. Başı Peygamber (sav)'in omuzları
hizasına kondu. Kabrini Rasûlüllah (sav) kabri gibi düzgün yaptılar. [215]
Dünyada en büyük mutluluk; müslümanca yaşayıp ve müslümanca ölmektir. Hz. Ebû
Bekir (R.a.)'ın sık sık tekrarladığı dualarından birsi de şu idi:
"Allah'ım! Benim
en hayırlı günüm, sana kavuştuğum gün olsun!”
Baba Adı:
Hattab b. Nüfeyl b. Abdul Uzza
Anne Adı:
Hanteme binti Haşim, b. Muğire, b. Abdullah, b. Ömer, b. Mahzun'dur. Hanteme
Ebû Cehil'in amcası Haşim'in kızıdır. Hz. Ömer'in dayıları sayılırdı.
Doğum Tarihi Va Yeri: Takriben 588, 589, 583, Miladi diyenler varsa da
doğru olan hesaplara göre: 584 M. olsa gerek. Mekke'de Fîl Vakasından (M. 571)
13 sene sonra doğmuştur.
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 23. yıl, Miladî 645'de 63 yaşında şehit olmuştur. Medine'de
Kabri Rasûlüllah (sav)'in bulunduğu yerdedir.
Fiziki Yapısı:
Esmer tenli, Sedus kabilesi adamları gibi iri gövdeli, uzun boylu, kaba seyrek
sakallı, hızlı yürür, gözlerinin akın da kırmızılık vardı. İnsanlar arasında
yaya yürürken binitli gibi yüksek görünüyodu. Kızıltırak çok saçlı başının
tepesi açılmıştı.
Eşi:
1. Amcası
kızı Atike binti Zeyd(Said b. Zeyd'ib bacısı),
2. Ümmü
Gülsüm binti Amr bin Cerve el Huzai,
3. Cemile
binti Sabit (Asım bin Sabit'inbacısı),
4. Zeyneb
binti Maz'un(Osman b.Maz'un'un bacısı),
5. Halid b.
Veüd'in bacısı Fâtıma binti Veiid (Haris bin Hişam'in dul eşidir)
Oğulları:
1. Abdullah
bin Ömer,
2.
Ubeydullah,
3.
Abdurrahman,
4. Asım,
5. Zeyd,
6. Küçük
Abdurrahman.
Kızları :
1. Hafza,
2. Cümeyle,
3. Rukeyye.
Gazveleri:
Bedir, Uhud, Hendek, Hudeybiye, Hayber, Mekke'nin Fethi, Huneyn, Taif, Tebük
Seferleri.
Hicreti: Mekke'den
Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti: Utban bin Mâlik..
Kabilesi:
Ömer b. Hattab, b. Nüfeyl, b. Abduluzza, b. Ribah, b. Karz, b. Zirah, b. Rezah,
b. Adiy, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galip, b. Fihr, b. Mâlik, b. Nadr, b. Kinane'dir.
Lakabı/Künyesi: Faruk, Ebû Abdullah, Ebû Hafs.
Kiminle Akrabalığı: Rasûlüllah (sav)'ın kayınbabası, Asım bin Sabit'in eniştesi, Said b.
Zeyd ile enişte ve kaynı Hz. Ali'nin damadıdır.
Hz. Ömer (R.a.),
Rasûlüllah (sav)'i öldürmeye giderken onda dirilen adamdır. Hz. Ömer (R.a.),
Müslümanların ikinci Raşid Halifesidir. İslâm'ı yeryüzüne yerleştirip, hakim
kılmak için Râsûlüllah (sav)'in verdiği tevhidi mücadelede ona en yakın olan sahâbilerden
biri de, Hz. Ömer (r.a.)'dır. Hz. Ömer (r.a), Fil olayından on üç sene sonra
Mekke'de doğmuştur. Kendisinden nakledilen bir rivayete göre o, Büyük Ficar
savaşından dört yıl sonra dünyaya gelmiştir.[216]
Babası, Hattab b, Nüfeyl olup, nesebi Ka'b'da Rasûlüllah (sav) ile birleşmektedir.
Kureyş'in Adiy boyuna mensup olup, annesi, Ebu Cehil'in kardeşi veya amcasının
kızı olan Hanteme'dir.[217]
Kaynaklar Hz. Ömer
(R.a)'in müslüman olmadan önceki hayatı hakkında fazlaca bir şey söylemezler.
Ancak küçüklüğünde, babasına ait sürülere çobanlık ettiği, sonra da ticarete
başladığı bilinmektedir. O, Suriye taraflarına giden ticaret kervanlarına
iştirak etmekteydi.[218]
Cahiliyye döneminde
Mekke eşrafı arasında yer almakta olup, Mekke şehir devletinin sifare (elçilik)
görevi onun elindeydi. Bir savaş çıkması durumunda karşı tarafa elçi olarak
Ömer gönderilir ve dönüşünde onun verdiği bilgi ve görüşlere göre hareket
edilirdi. Ayrıca kabileler arasında çıkan anlaşmazlıkların çözümünde etkin rol
alır ve verdiği kararlar bağlayıcılık vasfı taşırdı.[219] Hz.
Ömer (R.a) mizaç olarak müşavere adamıdır. Bazı insanlar fıtraten birtakım
meşru görevlere meyillidirler. İşte Hz. Ömer (R.a.) de fitraten kendisiyle istişare
edilme kabiliyetine sahip olan bir kimsedir.
Hz. Ömer (R.a.), sert
bir mizaca sahip olup, İslama karşı aşırı tepki gösterenlerin arasında yer
almaktaydı. Sonunda o, dedelerinin dinini inkâr eden ve tapındıkları putlara
hakaret ederek insanları onlardan yüz çevirmeğe çağıran Muhammed (sav)'i
öldürmeye karar vermişti. Kılıcını kuşanarak, Peygamberi öldürmek için harekete
geçmiş, ancak olayın gelişim şekli onun müslümanlarm arasına katılması sonucunu
doğurmuştu. Tarihçilerin ittifakla naklettikleri rivayete göre, Ömer (R.a)'in
müslüman oluşu şöyle gerçekleşmişti: Hz. Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'i
öldürmek için onun bulunduğu yere doğru giderken, yolda Nuaym b. Abdullah ile
karşılaştı. Nuaym ona, böyle öfkeli nereye gittiğini sorduğunda o, Muhammed
(sav)'i öldürmeye gittiğini söylemişti. Nuaym, Ömer'in ne yapmak istediğini
öğrenince ona, kızkardeşi Fatıma ile eniştesi Said b. Zeyd'in yeni dine girmiş
olduğunu söyledi ve önce kendi ailesi ile uğraşması gerektiğini bildirdi. Bunu
öğrenen Hz. Ömer (R.a), öfkeyle eniştesinin evine yöneldi. Kapıya geldiğinde
içerde Kur'an okunmaktaydı. Kapıyı çalınca, içerdekiîer okumayı kesip, Kur'an
sayfalarım sakladılar. İçeri giren Hz. Ömer (R.a), eniştesini dövmeye
başlamış, araya giren kızkardeşinin aldığı darbeden dolayı burnu kanamıştı.
Kızkardeşi ona, ne yaparsa yapsın dinlerinden dönmeyeceklerini söyledi:
"Biz müslüman
olduk. Allah'a ve Rasûlüne iman ettik. İstediğini yapabilirsin. Ama biz asla
dinimizden dönmeyiz." Kays anlatıyor: Said b. Zeyd'in Küfe
mescidinde şöyle dediğini işittim:
"Ömer'in müslüman olduğumuz için kızkardeşini ve beni iple bağladığını
hatırlarım. Ömer daha o zaman müslüman olmamıştı.[220]
Hz. Ömer (R.a.) kızkardeşi Fatıma'nın
ve eniştesi Said b. Zeyd'in bu kararlılığını bildirmeleri üzerine, onlara
karşı merhamet duygulan kabarmaya başlamış ve okudukları şeyleri görmek istediğini söylemişti:
"Muhammed'in ne
getirdiğini görmem için az önce okuduğunuzu işittiğim şu sahifeyi bana
veriniz." Bunun üzerine kızkardeşi Fatıma ona şöyle söyledi:
"Bizler, bu
sahifeye zarar vermenden korkuyoruz." Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) ona bu
sahifeyi aynen geri vereceğine dair yemin etti. Kızkardeşi Fatıma onun İslâm'a
gireceğini ümid etti ve ona:
"Sen şirk
üzeresin ve pissin. Oysa böyle bir sahifeye ancak temiz olan kimseler el
sürebilir." diye söyledi. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) kalkıp gusletti.
Fatıma da ona sahifeyi teslim etti. Hz. Ömer (R.a.) sahifeyi okudu. Sahifede
Tâhâ Sûresi'nin baş tarafı vardı. Bunun bir kısmını okuyunca kendi kendisine:
"Bu söz ne kadar
güzel ve ne kadar şereflidir" diye söylendi. Habbab onun bu sözlerini
işitince saklandığı yerden çıkarak şunları söyledi:
"Ey Ömer, ben
Allahû Teâla'nın Rasûlüllah (sav)'in duasını senin hakkında kabul ettiğini
Ümit ediyorum.”[221]
Dikkat edilirse, Asr-ı Saadette müslümanlardan birkaç kişi bir araya gelip
Kur'an dersi yapıyorlar, Kur'an ayetlerinin tefsiri üzerinde çalışıyorlar. Bu
nedenle diyoruz ki; Müslümanlardan birkaç kişinin kendi aralarında bir araya gelip Kur'an dersi yapmaları, Kur'an
tefsiri üzerinde çalışmaları, bir sahabe
sünnetidir. Müslümanları bu işten menetmeye çalışanlar, Rasûlüllah
(sav)'e ve ashabına düşman olanlardır! Habbab (R.a.)'in Rasûlüllah (sav)'in
duasını hatırlatması üzerine Hz. Ömer (r.a), hemen orada imân etti ve
Rasûlüllah (sav)'in nerede olduğunu sordu. O sıralarda müslümanlar, Safa
tepesinin yanında bulunan Erkam (R.a)'ın evinde gizlice toplanıp ibadet ediyorlardı. Hz. Ömer (R.a.), Habbab
(R.a.) birlikte Daru'l Erkam'a gitti. Habbab (R.a.)'ın rehberliğinde Rasûlüllah
(sav)'m Daru'l-Erkam'da olduğunu öğrenen Hz. Ömer (R.a), doğruca oraya gitti.
Kapıyı çaldığında gelenin Ömer olduğunu öğrenen sahabeler endişelenmeye
başladılar. Zira Ömer silahlarını kuşanmış olduğu halde kapının önünde
duruyordu. Hz. Hamza (R.a.):
"Bu Ömer'dir, îyi
bir niyetle geldiyse mesele yok. Eğer kötü bir düşüncesi
varsa,
onu öldürmek bizim için
kolaydır" diyerek kapıyı açtırdı. Rasûlüllah (sav), Hz. Ömer
(R.a)'in iki yakasını tutarak;
"Müslüman ol ya
İbn-i Hattab! Allahım ona hidayet ver!" dediğinde, Hz. Ömer (r.a), hemen
Kelime-i şehadet getirerek imân ettiğini açıkladı. [222] Rivayetlere
göre Ömer (r.a)'in müslüman oluşu, Rasûlüllah (sav)'în yapmış olduğu;
"Allahım! İslâmı Ömer b. el-Hattab veya Amr b. Hişam (Ebû Cehil) ile
kuvvetlendir" şeklinde bir duanın sonucu olarak gerçekleşmişti.[223]
Ömer (R.a), risaletin
altıncı yılında müslüman olmuştur. O, iman edenlerin araşma katıldığı zaman
müslümanlarm sayısı hakkında ihtilaf edilmiştir. Kimisine göre kırk, kimisine
göre elli, kimisine göre yetmiş seksen kişi kadardı.[224]
Hz. Ömer (R.a.),
Rasûlüllah (sav)'in duasıdır. Onun İslâm'a girişi bize şunu öğretir: Müslüman
İslâm'ı öyle diri ve canlı yaşamalıdır ki, kendisini öldürmeye gelenler onda d
ir ilmelidir ler. Hz. Ömer (R.a), kız kardeşi Fatıma (R.anha) ile eniştesi
Said'in duru duruşları ile inançları hususundaki diri direnişlerinde hidayeti
bulmuştur. Şunu bilelim ki; mü'min insanların tevhid merkezli duru duruşları
ile diri direnişlerinde Peygamber'in yitik çocukları hidayet evinin adresini bulurlar!
Amir b. Rabia'nın eşi
Ebu Hasme'nin kızı Um Abdullah dedi ki: Habeşistan'a gitmek için
hazırlanıyorduk. Âmir de bazı ihtiyaçları için dışarıya çıkmıştı. Bu sırada
Ömer çıkageldi. Yanıma gelip durdu. O zamana kadar ondan çok büyük belâ ve
musibetler görmüştük. Şöyle sordu:
"Ey Um Abdullah
gidecek misiniz?" Ben de ona:
"Evet, Allah'a
yemin ederim, Allah'ın arzından çıkıp gideceğiz. Siz bizlere çok eziyetlerde
bulundunuz, bizi kahrettiniz. Olur ki Allah bize bir kurtuluş nasip eder"
deyince şöyle dedi:
"Allah sizinle
beraber olsun." Bu sözü söylerken Ömer'in oldukça yumuşamış ve üzülmüş
olduğunu gördüm. Um Abdullah anlatmasına şöyle devam etti: Âmir geri dönünce
ona şöyle söyledim:
"Ömer'in ne kadar
inceldiğini ve bizim için ne kadar üzüldüğünü bir görseydin." Âmir bana:
"Müslüman
olmasını mı umdun?" deyince
Ben:
"Evet"
dedim. Bu sefer Âmir bana şöyle söyledi:
"Hattabın eşeği
müslüman olmadıkça Ömer müslüman olacak değildir." Çünkü Âmir, Ömer'in
kabalığından ve müslümanlara katılığından çok şeyler görmüştü. Allahû Teâla
kendisine hidayeti nasip etti, müslümanlara karşı yumuşak, kâfirlere karşı ise
sert hale geldi. [225]
Ahâb-ı Kiram'ın
hayatı, İslâm ümmeti için hem örnek ve hem de ibrettir. İnsanların hidayete
gelmeleri hususunda ümitsizliğe kapılmayacaksın. Görüldüğü gibi, Hz. Ömer
(R.a.)'in imana gelmesinden ümitler tamamen kesilmiştir. Ama hidayeti veren
Allahû Teâla'dır. Dolayısıyla İslâm davetçisinin muhatablan ne kadar sert
olurlarsa olsunlar, ne kadar inad ederlerse
ettsinler, davetçi Allah'ın hidayetinden
ümit kesmeden davet faaliyetini sürdürmelidir. Küfür cephesinden nice
Ömer'ler çıkacak, yeter ki bizler davet faaliyetimizi kesintiye uğratmadan
devam ettirelim ve hidayete erdirme işini de Allahû Teâla'ya havale edelim.
Davet bizden, hidayet Allah'tandır.
Hz. Ömer (R.a.)'ın
müslüman olması, müslümanların ehl-i şirk'e karşı direnişlerini artırmıştır.
Mekkeli müşriklerin, gösterdiği zorbaca tepkiden dolayı müslümanlar,
Beytullah'a gidip namaz kılamıyor ve ancak gizlice bir araya gelebiliyorlardı.
Ömer (R.a) müslüman olunca doğruca Beytullah'ın yanına gitti ve müslüman
olduğunu haykırdı. Orada bulunanlar şiddetli tepki gösterdi. Ancak o,
müşriklere karşı savaşım sürdürerek onların, müslümanlara gösterdiği muhalefeti
kırdı ve bir avuç müslümanla birlikte herkesin gözü önünde Beytullah'ta namaza
durdu. Onun bu şekilde saflarına
katılması müslümanlara büyük bir moral desteği
sağlamıştı. Abdullah İbn Mes'ud'un “Ömer'in müslüman oluşu bir fetihti.” sözü
bunu açıkça ortaya koymaktadır. Taberî'nin İbn Abbas'tan tahric ettiği bir
hadise göre, müslümanlığını ilk ilân eden kimse Hz. Ömer (R.a) olmuştur. [226]
Ömer (R.a) benliğini kuşatan imanın verdiği heyecanla, küfre karşı açık ve net
bir şekilde, hiç bir tehdide aldırış etmeden mücadele ediyordu. Müşrikler,
şecaat ve kararlılığını eskiden beri bildikleri için ona sataşmaya cesaret
edemiyorlardı.
Hz. Ömer (R.a.) diyor
ki: "Rasûlüllah (sav)'in ve Ashabının, müşriklerden gizlendikleri
sıralarda, ben müslüman olunca;
"Ya Rasûlüllah!
Biz ölü olsak da, diri
olsak da, Hak ve gerçek din üzerinde değilmiyiz?" dedim. Rasûlüllah (sav):
"Evet! Varlığım, Kudret elinde olan Allah'a yemin
ederim ki, siz ister ölü, ister diri olun, Hak din üzerindesiniz" dedi. Ben de:
"O halde, ne diye
gizleniyoruz? Seni Hak din ile gönderen Allah'a andolsun ki, hiç çekinmeden,
korkmadan, oturup, İslamiyeti açıklamadığım bir küfür meclisi kalmayacaktır.
Seni Hak din ile gönderen Allah'a andolsun ki, huruç edeceğiz/çıkış yapacağız,
İslamiyeti açığa vuracağız!" dedim. Sonra iki saf halinde Erkam'ın evinden
çıktık. Saflardan birisinin başında Hamza vardı, birisinde ben vardım. Sert
adımlarla yerin topraklarım un gibi tozuta tozuta Mescid-i Haram'â girdik.
Kureyş müşrikleri, şaşkın ve ürkek bakışlarla bir bana bakıyor, bir Hamza'ya bakıyorlardı.
Onlar, o güne kadar, bir benzerine daha uğramadıkları bir musibete uğradılar.
Müşrikler:
"Ey Ömer!
Arkandaki ne?" dediler.
“La ilahe ilallah!
Eğer, sizin her hangi biriniz kımıldarsa, onu kılıcımla yere sererim!"
dedim. Rasûlüllah (sav) Beytullah'ı tavaf etti. Öğle vakti, açıktan Namaz
kıldıktan sonra yanındakilerle birlikte Daru'l Erkam'a döndü. O zaman,
Rasûlüllah (sav)
"Hak olanla, batıl olanın arasını ayırdı" diye bana Faruk adını taktı. [227]
Hz. Ömer (R.a.)'in
müslüman olmasıyla birlikte gerçekleştirilen bu yürüyüş, Mekke Şirk devletinde
Müşriki devlete ve müşriki kadrolara karşı Daru'l Erkam'da teşkilatlanan
"Cemaatü'l Müslimin"in gerçekleştirdiği ilk direniş yürüyüşüdür.
Mekkî toplumlarda müşriki otoritelere ve kadrolara karşı direniş yürüyüşleri
tertiplenebilir ve hem de zaman zaman tertiplenmelidir. İslâm'da bunu ilk
olarak gerçekleştirenler, Rasûlüllah (sav) ve ashabıdır. Dolayısıyla Mekkî
toplumlarda yani İslâm'ın sosyal ve siyasal otorite haline gelmediği
toplumlarda gücünü tevhid akidesinden alan direniş yürüyüşlerini hafife almak,
Peygamber (sav)'e ve sahabelerine karşı saygısızlıkta bulunmaktır.
Hz, Ömer (R.a.)
Müslüman olduktan sonra sürekli Rasûlüllah (sav)'in
yanında bulunmuş, onu korumak için
elinden gelen gayreti göstermiştir.
O, iman ettikten sonra
müşriklere karşı çok sert davranmış ve dinini her ortamda, kimseden çekinmeden herkese meydan okuyarak
savunmuştur.
İslâm tebliğinin yeni
bir veçhe kazanması için Medine'ye hicret emrolunduğu zaman müsiümanlar
Mekke'den gizlice Medine'ye hicret etmeye başladıklarında, Hz.Ömer, gizlenme
ihtiyacı duymamıştı. Ömer (R.a), beraberinde yirmi arkadaşı olduğu halde
Medine'ye doğru yola çıkmıştı. Hz. Ali (R.a) onun hicretini şu şekilde
anlatmaktadır:
"Ömer'den başka
gizlenmeden hicret eden hiç bir kimseyi bilmiyorum. O, hicrete hazırlandığında
kılıcını kuşandı, yayını omuzuna taktı, eline oklarını aldı ve Kâ'be'ye gitti.
Kureyş'in ileri gelenleri Kâ'be'nin avlusunda oturmakta idiler. O, Kâ'be'yi
yedi defa tavaf ettikten sonra, Makâm-ı İbrahim'de iki rek'at namaz kıldı.
Halka halka oturan müşrikleri tek tek dolaştı ve onlara; "Kim anasını
evladsız, çocuklarını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa şu vadinin
arkasında bana gelip kavuşsun, beni takip etsin" dedi. Onlardan hiç biri onu
engellemeye cesaret edemedi.”[228]
Bunun içindir ki İbn Mes'ud; "Hz. Ömer (R.a.)'ın hicreti, bir zaferdi” [229]
demektedir.
Müslüman
mukaddeslerini savunmak ve kimliğini net bir şekilde ibraz etmek için
meydanlara inen insandır. Münkir ve müşriklere meydan okumak; ahmaklık değil,
müslüman kimliği savunmaktır. Kendi müslüman kimliklerini ibraz etmeyip
savunmayanlarda hayr yoktur. Çünkü İslâm; pısırıkların değil, kahramanların
yoludur.
Hz.Ömer (R.a), Medine
dönemi boyunca islâmm yücelişini etkileyen bütün olaylara aktif olarak iştirak
etmiştir. Rasûlüllah (sav)'ın önemli kararlar alacağı zaman görüşlerine
başvurduğu kimselerin başında Ömer (R.a) gelir. Onun ileri sürdüğü görüşler o
kadar isabetliydi ki; bazı ayetler onun daha önce işaret ettiğine uygun olarak
nazil oluyordu. Rasûlüllah (sav) onun bu durumunu şu sözüyle ifade etmekteydi:
"Allah, hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere kıldı.”[230]
İbn-i Mesud (R.a.) der
ki: "Arap kabilelerinin ilmi, terazinin bir gözüne, Ömer'in ilmi de,
öteki gözüne konulsa, Ömer'in ilmi, ağır basardı." [231]
Rivayete göre: Fakihler, Hz. Ömer (R.a.)'in yanında çocuklar gibi kalırlar, o,
onlara fıkhı ve ilmi ile üstün gelirdi. [232]
Hz. Ömer (R.a.) hem barış ve hem de savaş
insanıdır. Hz. Ömer (R.a), Bedir,
Uhud, Hendek, Hayber vb. gazvelerin hepsine ve çok sayıda seriyyeye katılmış,
bunların başında komutan olarak görev yapmıştır. Bunlardan biri Hicretin
yedinci yılında Havazinliler'e karşı gönderilen seriyyedir.
Hz.Ömer (R.a), bütün
meselelere karşı net ve tavizsiz tavır koymakla tanınır. Onun küfre karşı düşmanlığı;
müşriklerin, İslama karşı olan saldırılarını hazmedememe konusundaki
hassasiyeti; bazı kararlara şiddetle, karşı çıkmasına sebep olmuştur.
Hudeybiye'de yapılan anlaşmanın müşrikler lehine görünen maddelerine karşı
çıkışı bunlardan biridir. Ancak o, Rasûlün, Allahû Teâlâ'nın gösterdiği
doğrultuda hareket etmekten başka bir şey yapmadığı uyarısı karşısında, hemen
kendini toparlamış ve olayın iç gerçeğini kavramıştı.
Hudeybiye gününde Hz.
Ömer b. Hattab (R.a.), Rasûlüllah (sav)'e gelerek:
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Biz hak üzere değil miyiz? Onlar da batıl üzere değil midirler?
Rasûlüllah (sav):
"Evet, öyledir" diye buyurdu. Hz. Ömer (R.a.)
"Bizden ölenler
cennette, onlardan ölenler cehennemde değil midir?" diye sordu. Rasûlüllah
(sav):
"Evet" diye buyurdu. Bu sefer şöyle sordu:
"Peki, Allah
bizimle onlar arasında hükmünü vermeden niçin dinimiz hususunda aşağılık olan
şartları kabul ediyor ve böylelikle geri dönüyoruz?" Rasûlüllah (sav)
buyurdu:
"Ey Hattab'ın oğlu! Ben Allah'ın Rasûlüyüm. Allah
ebediyyen beni sahibsiz bırakmaz."
(Sehl b. Hunef devamla) dedi ki: Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) öfkesinden
duramayıp Ebû Bekir (R.a.)'e varıp sordu:
"Allah bizimle
onlar arasında henüz hüküm vermemişken ne diye dinimiz hususunda bizi
küçültecek şartları kabul ediyor ve öylelikle geri dönüyoruz?" Hz. Ebû
Bekir (R.a.) de:
"Ey Hattab'ın
oğlu, o Allah'ın Rasûlüdür. Allah onu asla sahipsiz bırakmayacaktır."
Bunun üzerine Rasûlüllah (sav)'e Fetih Suresi indi. [233]
Hz. Ömer (R.a.), bu
telaşı, haşa Rasûlüllah (sav)'e itiraz etmekten değildir. Bu tamanen Hz. Ömer
(R.a.)'in şahsında tebarüz eden iman öfkesindendir. Hz. Ömer (R.a.) mü'minlere
karşı merhametli, kâfirlere karşı ise sert ve çetin idi.
Rasûlüllah (sav)'ın
vefatının hemen peşinden ortaya çıkan karışıklığın Hz. Ebû Bekir'in halife
seçilmesiyle yok edilmesinde Hz. Ömer (R.a.) büyük rol oynamıştır. Hz. Ebû Bekir'in kısa halifelik
döneminde en büyük yardımcısı Hz. Ömer (R.a) olmuştur.
Müslümanların
vazifelerinden birsi de, kendilerini Allah'ın şeriatiyle idare eden
idarecilerine yardım etmektir. Allah yolunda Allah'ın emirlerini uygulayan
idarecilere yardımcı olmak, sahabenin sünnetindendir.
Hz. Ebû Bekir (r.a)
vefat edeceğini anladığında, Hz. Ömer'i kendisine halef tayin etmeyi düşünmüş
ve bu düşüncesini açıklayarak bazı sahabelerle istişarelerde bulunmuştu.
Herkes Ömer (R.a)'in fazilet ve üstünlüğünü kabul etmekle beraber, onu bu iş
için biraz sert mizaçlı buluyorlardı. Hatta Talha (R.a) ve diğer bazı
sahabeler ona;
"Rabbin seni
Ömer'i halife tayin ettiğinden dolayı sorgularsa ona ne cevap vereceksin?
Bilirsin ki Ömer oldukça sert bir kimsedir" demişlerdi. Hz. Ebû Bekir
onlara;
"Derim ki:
Allahım! Kullarının en iyisini onlara halife yaptım" karşılığını vermişti.
Sonra da Hz. Osman'ı çağırarak bir kâğıda Hz. Ömer'i halife tayin ettiğini
yazdırdı. Kâğıt katlanıp mühürlendikten sonra, Hz. Osman dışarı çıkarak
insanlardan kâğıtta yazılı olan kimseye bey'at edilmesini istedi. Oradakilerin
bey'at etmesiyle Hz. Ömer'in II. Raşid halife olarak iş başına gelişi gerçekleşmiş
oldu.[234]
Dikkat edilirse, Hz.
Ömer (R.a.) şûra yoluyla müslümanlara halife olmuştur. Müslümanların halifesi,
şûra ile seçilir. Zorbalıkla müslümanların başına geçenler, müslümanlar için
halife sayılmazlar.
Hz. Ömer (R.a.), Allah
yolunda ehl-i hizmettir. O kendisini İslâm'a ve İslâm ümmetinin hizmetlerine
adamıştır. Dolayısıyla Hz. Ömer (R.a.) hizmet-i İslamiyye ve siyaset-i şeriyye
adamıdır. Hz. Ömer (R.a.) hilafeti hakkında Abdullah İbn-i Mesud (R.a.) der ki:
"Hz. Ömer (R.a.)
hicreti, nusret; Halifeliği de, rahmet oldu.” [235]
Rasûlüllah (sav)'ın sağlığında Arap yarımadası İslâm’ın hakimiyetine boyun
eğdirilmiş ve insanlar bölük bölük ihtida ederek müslümanlarla bütünleşmişlerdi.
Bunun peşinden Rasûlüllah (sav), İslam tebliğinin insanlara ulaştırılmasının
önünde bir set teşkil eden, müşrik zaiim güçlerden biri olan Bizans
imparatorluğuna karşı askerî seferleri başlatmıştı. Ebû Bekir (R.a), Rasûlüllah
(sav)'m vefatından hemen sonra ortaya çıkan Ridde hareketlerini bastırdıktan
sonra, Bizans hakimiyetindeki topraklara askeri akınlar başlatmış, öte taraftan
çağın despot devletlerinden ikincisi olan İran imparatorluğuna karşı da askerî
faaliyetlere girişmişti. Hz. Ömer (R.a)'in üzerine düşen, bu siyaseti devam
ettirmekten ibaretti. Hz. Ömer bir taraftan Suriye'nin fethinin tamamlanması
için gayret gösterirken, öte taraftan İran cephesinde netice almak için ordular
sevkediyordu. Kadisiye savaşıyla İran ordusu hezimete uğratılmış ve Kisrâ,
saraylarını islâm ordusuna terk ederek doğuya kaçmak zorunda kalmıştı. Peşpeşe
gönderilen ordularla İranın bazı bölgeleri savaş ile, bazı bölgeleri de sulh
yoluyla İslâm'ın hakimiyetine boyun eğdirilmişti. Kuzeye yönelen Mugîre b.
Şu'be, Azerbaycanı sulh yoluyla ele geçirmişti. Ermenistan bölgesi fethedilen
yerler arasındaydı.
Suriye'nin fethi
tamamlandıktan sonra bu bölgedeki askeri harekât batıya doğru kaydırıldı.
Etraftaki şehir ve kasabalar fethedildikten sonra Kudüs kuşatma altına alındı.
Şehirdeki hıristiyanlar bir süre direndilerse de sonunda barış istemek zorunda
kaldılar. Ancak, komutanlardan çekindikleri için şart olarak şehri bizzat
halifeye teslim etmek istediklerini bildirmişlerdi. Durum Ebu Ubeyde
tarafından bir mektupla Hz. Ömer (R.a)'a bildirildi. Hz. Ömer (r.a) Ashabın
ileri gelenleriyle istişare ettikten sonra, Medine'den komutanlarıyla buluşmayı
kararlaştırdığı Cabiye'ye doğru yola çıktı. Cabiye'de yapılan bir anlaşmadan
sonra Hz. Ömer, bizzat Kudüs'e kadar giderek şehri teslim aldı. Hz. Ömer
(R.a.) Kudüs'te bir muahede/sözleşme yazdırdı. Bu muahedenin en önemli
maddelerinden birisi de şudur: "Kudüs'te Hırsızlar ve Yahudiler ikâme
edemezler." [236] Hz.
Ömer (R.a) kısa bir müddet Kudüs'te kaldıktan sonra Medine'ye geri döndü.
Bu arada İran
cephesinde durumlar karışmaya başlamıştı. Hz. Ömer, bölgede bulunan orduları
takviye ederek İran meselesini kesin bir sonuca bağlamaya karar verdi. Hicri 21
yılında başlayan ve sürekli takviye edilen akınlarla Azerbaycan ve Ermenistan
da dahil olmak üzere, Horasan'a kadar bütün İran toprakları İslâm devletinin
sınırları içine alınmış ve Fars cephesinde askerî harekâtlar tamamlanmıştı.
Öte taraftan Amr b.
el-As, hazırlayıp uygulamaya koyduğu harekât planıyla Mısır'ı fethetmeyi
başarmış, müslümanları Mısır'dan geri
püskürtmek için İskenderiye'de
hazırlıklara girişen Bizanslıların üzerine yürüyerek burayı ele geçirmişti.
Böylece Suriye'den sonra, Mısır'da da Bizans'ın hakimiyetine son verilmiş
oluyordu.[237] İslâm ordularının
fethettiği bölgelerdeki halk, müslümanlardan gördükleri müsamaha ve âdil davranışlardan
etkilenerek kitleler halinde İslama giriyorlardı. Asırlarca Bizans ve İran
devletlerinin zulmü altında ezilen, horlanan topluluklar İslâm'ın kuşatıcı
merhameti ile yüz yüze geldiklerinde müslüman olmakta tereddüt
göstermiyorİardı. Kendi dinlerinden dönmek istemeyenler ise hiç bir baskıya
maruz kalmadıkları gibi, geniş bir inanç hürriyetine kavuşuyorlardı. Hz. Ömer
(R.a.), gerçekleştirdiği fetihlerle İslâm coğrafyasının sınırlarım
genişletmiştir. İslâm coğrafyasını genişletmek için çalışmak, sahabe
sünnetindendir.
Hz. Ömer, bir taraftan
İslâm'ın insanlığa tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak için ordular
sevkederken, öte taraftan da henüz müesseselerine kavuşmamış bulunan devleti
teşkilatlandırmaya çalışıyordu.
Hz. Ömer'den önce,
orduya katılan askerler ve bunlara dağıtılan paralar belirli defterlere
yazılıp kayıt altına alınmazdı. Bu durum normal olarak bazı karışıklıkların
çıkmasına sebep olur, gelir ve giderlerin hesabı yapılamazdı. İlk zamanlar buna
pek ihtiyaç da yoktu. Ancak devletin sınırları genişlemiş ve bu geniş coğrafya
içerisinde devletin etkinliğini sağlayabilmek için idarî düzenlemeler yapılması
zarureti doğmuştu. O, ilk olarak askerlerin kayıtlarının tutulduğu fey ve
ganimet gelirlerinin dağıtımının kaydedildiği "divan" teşkilatını
kurdu.
Ayrıca, Suriye ve
Irak'ta bulunan divanlar varlıklarını korumuşlardır. Bunlar vergilerin
toplanması ile alakalı çalışmaları yürütmekteydiler. Suriye ve Irak'taki
divanlar her ne kadar İran ve Bizans malî teşkilatından kalma idiyse de, onun
Medine'de tesis ettiği divan hiçbir yabancı tesir söz konusu olmaksızın, ortaya
çıkan ihtiyaçları karşılamak için kurulmuştur. Hz. Ömer, feyden elde edilen
gelirlerden verdiği atiyyeleri bir gruplandırmaya tabi tutmuştur
Hz. Ömer, yargı (kaza)
işlerim bir düzene koymak için valilerden ayrı, ve bağımsız çalışan kadılar
tayin eden ilk kimsedir. O, Kufe'ye, Şureyh b. el-Haris'i, Mısır'a da Kays b.
Ebil-As es-Sehmî'yi kadı tayin etmiştir. Onun Medine'deki kadısı Ebû Derda
(r.a)'dır. Bu dönemin tanınmış kadılarından
birisi de Ebu Musa el-Eşari'dir. Hz. Ömer, tayin ettiği kadılara, görevlerini
ne şekilde ifa etmeleri gerektiğine dair talimatlar verir ve onların bu çerçeve
dışına çıkmamalarını tenbihlerdi.[238]
Hz. Ömer (R.a)'in,
üzerinde titizlikle durduğu ve asla müsamaha göstermediği en önemli konu adalet
meselesiydi. O, mevki, rütbe, soyluluk vb. hiçbir ayırım gözetmeden hakların
sahiplerine verilmesi için çok şiddetli davranmıştır. Bu konuda onun yanında
bir köle ile efendisi arasında bir fark yoktur. O, her tarafta adaletin
eksiksiz yerine getirilmesi, muhtaç ve yoksul kimselerin gözetilmesi için
ülkenin en ücra köşelerindeki durumlardan zamanında haberdar olmak için imkân
oluşturmaya çalıştı. O, muhtaç kimseler konusunda din ayırımı gözetmemiş,
hıristiyan ve yahudilerden olan yoksullara da yardımlarda bulunmuştur.
Devletin temel
görevlerinden birisi ilmin insanlara ulaştırılmasıdır. Hz. Ömer, fethedilen
bölgelerde okullar açmış, buralara müderrisler tayin etmiş ve Kur'an-ı Kerim'i
okumak ve onunla amel edebilmek için gerekli olan eğitimin verilmesini sağlama
yolunda gayret sarfetmiştir. İslâm'ın, müslüman olan insanlara öğretilmesi ve
tebliğ çalışmalarının yürütülmesi için sahabîlerden ve diğer âlimlerden
istifade etmiş ve onları değişik bölgelerde görevlendirmiştir. Kur'an, Hadis ve
Fıkıh öğretimi ile uğraşan bu âlimlere büyük meblağlar tutan maaşlar
bağlamıştır. Hz. Ömer, devletin her tarafında mescidler inşa ettirmişti. Onun
zamanında dört bin tane mescid yapılmış olduğu rivayet edilmektedir.[239] İlk
defa bir takvimin kullanılmasına Hz. Ömer zamanında ihtiyaç duyulmuş ve
böylece Hicret esas alınarak oluşturulan takvimle devlet işlerinde tarihleme
açısından ortaya çıkan problemler ortadan kaldırılmıştır.
İslâm devleti,
bağımsız bir devlet olmasına ve çok geniş bir coğrafî sahayı kaplayan ekonomik
faaliyetlerin yürütülmesine rağmen, kullanılan paralar yabancı kaynaklıydı.
Irak ve İran bölgelerinde Fars dirhemleri; Suriye ve Mısır taraflarında da
Bizans dinarları tedavülde bulunmaktaydı. Bu durum o devirde henüz hissedilmeye
başlanmamış olsa bile, bir ekonomik baskı tehlikesini beraberinde
getirmekteydi. Hz. Ömer'in, devleti müesseselere kavuşturup yapısını
sağlamlaştırmaya çalışırken, bu duruma da müdahale etmemesi düşünülmezdi. O,
Hicri 17 de para
bastırarak piyasaya sürdü. Ayrıca Halid
b. Velid'in Taberiye'de Hicrî 15 tarihinde dinar darbettirdiği de bilinmektedir.[240] Hz.
Ömer (R.a), İslâm devletinin dışarıdan gelebilecek saldırılara karşı
güvenliğini sağlamak ve orduları düşman bölgelerine yakın yerlerde
bulundurabilmek için ordugah şehirler tesis etmiştir. İran ve Hindistan
taraflarından gelebilecek deniz akınlarına karşı Basra ordugah şehri kuruldu.
Bu şehrin mevkii bizzat Hz. Ömer tarafından tesbit edilmiştir. O, bu iş için
Utbe b. Gazvan'ı görevlendirmişti. Utbe, sekizyüz adamıyla o zaman boş ve ıssız
olan Haribe bölgesine gelip H. 14 yılında Basra şehrinin inşasına başladı.
Sa'd b. Ebi Vakkas,
Kadisiye'de kazandığı büyük zaferden sonra İran içlerine akınlara başlamıştı.
Onun ordusu Medâin'de bulunmaktaydı. Ancak buranın ikliminin Arap askerlerin
sağlığını olumsuz yönde etkilediği anlaşılınca, Hz. Ömer, Sa'd'a iklim
bakımından uygun ve merkez ile arasında deniz bulunmayan bir yer bulup burada
bir şehir kurması talimatını verdi. Bu iş için görevlendirilen Selnıân ve Huzeyfe,
Küfe mevkiini uygun buldular. H. 17 de kurulan bu ordugah şehir kırk bin
kişiyi iskân edebilecek büyüklükte inşa edildi.
Amr b. el-As, Mısır'ı
fethettikten sonra İskenderiye'yi karargah edinmek için Hz. Ömer (R.a)'dan
izin istedi. Hz. Ömer (R.a), haberleşme açısından endişe duyduğu için
kendisiyle Mısır'daki kuvvetler arasında bir nehrin bulunmasını kabul etmedi.
Amr, Nil'in doğu yakasına geçerek burada Fustat adlı şehri kurdu. Bu ordugah
şehirlerinden başka yine askerî amaçlı merkezler de oluşturulmuştur.
Hz. Ömer (R.a.)'in
İslâm'a yaptığı hizmetleri şu maddeler halinde sıralamak mümkündür:
1- Beytü'l
Mal te'sisi.
2- Kadılar
tayini, Şer'i Mahkemeler tesisi.
3- Emirü'l
Mü'minin unvanının kabulü.
4- İdare-i
askeriyye ve Merakizi askeriye tesisi
5- Gönüllülere
maaş tesisi
6- Araziyi
ölçtürmek.
7- Harir-i
nüfûs/Nüfûs sayımı icrası.
8-
Kanalların kazılması
9- Varidat
İdaresini te'sis.
10- Küfe,
Basra, Cizre, Musul, Fustat gibi şehirler tesisi. 11-Araz-i
Meftüha'yi/fethedilmiş araziyi taksim.
12- Öşürler
tarhı.
13-
Nehirlerden çıkarılan şeylere vergi tarhı.
14- Düşman memleketlerine mensûb tüccarların,
İslâm memleketleriyle ticâretine müsaade.
15-
Hapishaneler inşası.
16-
Memleketleri devr-ü teftiş ile ahâlinin ahvalini istinkah.
17-
Muhtesiblik idaresini tesis ve teharri memurluğu ihdas.
18- Mekke
ile Medine arasında ve muhtelif şehirlerde yolcular için misafirhane inşası.
19- Metruk
çocukları/terkedilmiş çocukları himaye. Mektebler te'sis ve maaş tahsisi.
20- Gayr-i
Müslim olsa da bir arabın esir olarak kalmamasını temin.
21- Hz. Ebû
Bekir (R.a.)'ı Kur'an-ı Kerîm'i toplama hususunda ikna.
22- Kıyas
esasını kabul (fıkıh ve hukukda).
23- Sabah
ezanına "Es-Salatü Hayrün Minennevm"i kabul ve ilave.
24- Teravih
namazının cemaatle edasının kabulü.
25- Bir defada
vuku' bulan talak-i selaseyi/üç talakı, talakı bayine kabulü.
26- Sarhoşluk
cürmü için çeldi, a'zami ceza olarak kabulü
27-
Satılacak atlardan zekât almak kabulü.
28- Ben-i
Ta'lebe'den cizye yerine zekât alması.
29- Evkaf
usûlünü tesis.
30-
Cenaze namazında dört
tekbir almak için Ashâb-ı
Kirâm'ın icmamı temin.
31-
Camilerde vaz etmek âdetini tesis.
Hz. Ömer (R.a.) emriyle cami'de ilk va'z eden Temim-i Dari
(R.a.)'dir.
32- İmam ve
müezzinlere maaş verilmesi.
33- Hicviye
yazmayı men ve ceza tertibi ve şiirlerde kadın isminin men'i
34-
Bikes/sahipsiz Yahudilere ve Hiristiyanlara maaş verilmesi. [241]
35- Had
cezalan için cellâd tayin etmesi.
36- Posta
teşkilatını kurması. Postayı ilk kuran Hz. Ömer (r.a.)'dır.
Hz. Ömer (r.a.) bu
derece yüksek mertebe sahibi, heybet, siyaset ve gayretinin sesi ufuklara
yayılmış iken bir zerre kibir, ucub etmediği gibi, kendini herkesten aşağı
görürdü. Onun kendi eliyle yaptığı işlere kimsenin gücü yetmezdi. Kendisi
çalışır, kazanır, herkese de çalışmağı, kimeye yük olmamayı tavsiye ederdi:
“Çarşıda çoluk
çocuğumun nafakasını te'min ederken öldüğüm yer, benim için en sevdiğim yerdir.
Çalışıp kazanmaktan el çekip de Allahü Teâla rızkımızı verir demeyiniz. Allahû
Teâla gökten altın ve gümüş göndermez. Allahû Teâla zatında mubah olan âdetini
kulların gözleri önüne sermiştir, onları değiştirmez."
Bir gün sadaka
sütünden Hz. Ömer (r.a.)'e vermişlerdi. Bir yudum içti. Sonra bunun kendisine
lâyık olmadığını anladı. Parmağını boğazına sokarak kustu. Çok zorluk çekti.
Görenler öleceğini sandılar. Sonra
"Ya Rabbi!
Damarlarımda kalandan sana sığınırım." diye dua etti. Bu derece verâ ve
takva (şirkten, haramdan ve şüpheli şeylerden) sakınırdı. [242]
Helal lokma
hassasiyeti, Hz. Ömer (r.a.)'ın en önemli hassasiyetlerindendi. O, haram lokmadan
yememek için bazen helal lokmadan vazgeçiyordu. Nitekim bir sözünde şöyle
diyor:
"Harama düşmemek
için, helalin onda dokuzunu terkederdik.” [243]
Hz. Ömer (r.a.),
hayatı boyunca İslâm ile şeref bulduğunun şuurunda olmuş ve bu şerefine leke
düşürmemeye gayret etmiştir. Yaptığı hizmetlerle İslam dinine olan sadakatini
ortaya koymuştur. İslâm'a uygun hizmetlerde bulunmak, İslâm'a sadakat
cümlesindendir.
Hz. Ömer, toplumu
ilgilendiren meselelerde karar vereceği zaman müslümanların görüşüne başvurur,
onlarla istişare ederdi. O
"İstişare etmeden
uygulamaya konulan işler başarısızlığa mahkûmdur"
demekteydi. Hz. Ömer
(R.a.)'ın İstişarede takip ettiği yöntem şuydu: Önce meseleyi müslümanların
ulaşabildiği çoğunluğu ile görüşür, peşinden Kureyşliler'in düşüncesini sorar,
son olarak da sahabelerin görüşlerini alırdı. Böylece en isabetli fikir ortaya
çıkar ve uygulamaya konulurdu. Hz. Ömer, müslümanların yaptığı işlerde bir hata
gördükleri zaman kendisini uyarmalarını isterdi. Başka dinlere mensup olup,
zimmî statüsünde bulunan kimselerle alâkalı işlerde de onların görüşlerine
başvurur ve meseleyi onlarla istişare ederdi. Bu durum Hz. Ömer'in adalet
anlayışının ne kadar kapsamlı olduğunu ortaya koymaktadır.
Hz. Ömer idarede
görevlendirdiği memurlarına karşı oldukça sert davranır, onların bir
haksızlıkta bulunmalarına asla göz yummazdı. Halka karşı ise son derece
şefkatle yaklaşır, onların varsa gizledikleri problemlerini öğrenip çözümlemek
için gece-gündüz uğraşıp dururdu. O bu hassasiyetini:
"Muhammed’i hak
ile gönderen Allah'a yemin ederim ki fırat kıyısında bir deve (koyun, keçi)
helak olsa, Allah bunu Ömer ailesinden sorar diye korkarım” [244]
sözü ile ortaya koymaktadır. Hz. Ömer, merkezden uzak bölgelerde halkın
durumunu yakından görmek için seyahatler yapma yoluna gitmişti. O, insanların
çeşitli dertlerini uzak diyarlarda olmaları sebebiyle kendisine
ulaştıramadıklarından endişe ediyordu. Bazı bölgeleri dolaşmasına rağmen başka
yerlere gitmeyi tasarladığı halde ömrü o şehirlere ulaşmasına yetmemişti. İslâm
tarihinde adaletin timsali olarak yerini alan Hz. Ömer (R.a) hakkında rivayet
edilen şu olay onun bu sıfatla bütünleşmiş olduğunun en açık delilidir.
Ey yaratılmışların en
hayırlısı olan Peygamber! Kıyamet günü geldiğinde benim senden başka sığınacak
kimsem yoktur.
Kerîm olan Allah,
kıyamet gününde Müntekım ismiyle tecelli edince, ey Allah'ın Rasûlü bana şefaat
etmekle senin makam ve rütbene asla noksanlık gelmez.
Şüphesiz dünya ve
ahiret senin cömertliğinden. Levh'in ve Kalem'in ilmi de senin ilmindendir.
Ey nefs, Büyük
günahlardan dolayı Allah'ın rahmetinden ümit kesme! Çünkü Allah'ın mağfiretine
nisbetle büyük günahlar küçük hatalar gibidir.
Umarım ki Rabbim
rahmetini taksim ederken, taksim günahların (çokluğuna göre) yapılır.
"Şiiriyle Züheyr
Övmüş Herem'i
Kralın şaire bolmuş
keremi.
Acep Rabbim bize ödül
vere mi?
Bir onun lütfundan
dilerim rahmet,
Allahümme salli alâ
Muhammed.
Ey kerem sahibi yüce
Peygamber!
Vakit tamam diye
gelince haber,
Bilinmez diyara başlar
bir sefer.
Bunca ağır yükle
bilmem n'ederim,
O gün senden başka
kime giderim?!
Müntakim ismiyle
Rabbim tecelli
Ederse, bizlere sensin
teselli;
Şefaat kânısın Özünden
belli...
Arzet halimizi ulu
Allah'a
Güçlük mü var canım
sen gibi şaha.
Bu yalın gerçeği
bilenler bilir,
Senin ilmin Levh u
Kalem'den gelir;
Kereminden
dünya-ahiret feyz alır.
Müştakız feyzine yâ Rasûlallah,
Arınsın ruhumuz, sun
şey'en lillah.
Kesme ümidini, gel
etme ah vah,
İşlemiş olsan da bir
nice günah,
Affeder hepsim,
Gafûr'dur Allah.
El aç dergâhına
seherde erken,
Ürpersin vicdanın dua
ederken.
Huzuruna boyun büküp
gidince,
Coşturur derya-i
rahmeti bence;
Rabbim o rahmeti
taksim edince,
Günahlara göre taksim yapılır,
En çok payı ondan
asiler alır.
……………………………….”
Hz. Kâ'b 645 senesinde
Şam'da vefat etti. Rasûlüllah’ın hediye ettiği bu hırka, Hz. Muaviye tarafından
Kâ'b bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla
Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Şerifi
tarafından diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim
edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi
ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-ı
Saadet" odasında muhafaza edilmektedir. [245]
Hz. Peygamber (sav)'in
ümmetinden olmak bir şereftir. Müslüman insanın bütün çaba ve gayreti Hz.
Muhammed (sav)'in ümmetine layık bir kul olabilmektir.
Müslüman, hayatına
peygamber sevgisini yansıtan insandır. Sahabelerin hayatında peygamber
sevgisinin büyük bir yeri vardır. Onlar, peygamber sevgisiyle moral
buluyorlardı. Peygamber sevgisi, Allah yolunda mü'min insanın fedakârlık
sergisidir. Peygamber (sav)'in dâvasını hayata hakim kılmak için her hangi bir
fedakârlıkta bulunmayanlar, O'na karşı sevgide samimi olmayanlardır.
Samimiyet dersinde
sınıfta kalanlar, sevginin bedeline katlanmayanlardır. Allah ve Peygamber sevgisinin
önüne geçirilmiş bütün sevgi ve sevdalar
birer belâdırlar. Sahabeler, hayatlarında Allah ve Peygamberinin
işlemeye müsaade eden devletler, cehalet
devletleridir. Oysa ki, İslâm devleti cehaletin her türlüsüne düşman bir
devlettir.
Hz. Ömer (R.a.), İslâm
devletinin aynı zamanda bir ilim devleti olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. Hz.
Ömer'in fıkıh ilminde ayrı bir yeri vardır. O, her yönüyle devleti
teşkilatlandırmaya çalışırken diğer taraftan da bu teşkilatlanmanın alt yapısı
olan ilmî gelişmeyi sağlayabilmek için gayret sarfediyordu. Fıkıh usulünün
oluşumu Hz. Ömer (r.a) ile başlar. Fıkıh ilminin temellerini meydana getiren
kaideleri, karşılaştığı kazâî ve idarî meseleleri çözüme kavuştururken takip
ettiği yöntemlerle belirlemeye başlamıştır. Ondan sahih senetlerle rivayet
olunan fıkhî hükümlerin sayısı birkaç bini bulmaktadır. Hz. Ömer'in
içtihadlarının İslâm hukuku açısından çok büyük bir önemi vardır ve Rasûlüllah
(sav)'in hadislerinden başka hiç bir şey onun bu içtihadlarının üzerinde
değildir.[246]
Hz. Ömer (R.a), Hadis
rivayeti konusunda çok titiz davranmıştır. O, Peygamber (sav)'den hadis rivayet
eden bazı kimseleri sorguya çekmiş, onlardan rivayet ettikleri hadisler için
şahid istemişti. Hz. Ömer'in kendisinden beş yüz otuz dokuz hadis rivayet
edilmiştir. [247]
Ayrıca o, Kur'an-ı
Kerim'in te'vil ve tefsirinde ilim sahibiydi. İbn Ömer'den rivayet edildiğine
göre, kendisine Rasûlüllah (sav) hayattayken kimlerin fetva verdiği
sorulduğunda:
"Ebu Bekir ve
Ömer'den başkasının fetva verdiğini bilmiyorum" karşılığını vermişti. [248]
İmam-ı Kurtubî
(Rh.a.)'in kaydettiğine göre, Hz. Ömer (R.a.) Bakara sûresi üzerinde oniki sene
çalıştı. Bitirdiğinde Allah için bir deve kurban edip dağıttı. [249]
Hz. Ömer (R.a.),
müslümanlar arasında çıkan ihtilafları Allah'ın ve Rasûlü'nün hükümlerine göre çözüme
kavuşturuyordu. Tağutların mahkemelerine itibar etmiyordu. Aksine tağutların
mahkemelerini toptan reddediyordu. Çünkü bu imanın bir gereğiydi. Allahû Teâla
buyuruyor:
"Sana ve senden öncekilere indirilenlere
inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? İnkâr etmeleri/reddetmeleri
emrolunmuşken, tağuta muhakeme olmak istiyorlar. Oysa şeytan onları derin sapıklığa
saptırmak istiyordu.”[250]
Yani sana indirilene
ve senden önce indirilene iman ettiklerini iddia edenlere, dış görünüşe göre
müslüman görünüp münafık olanlara baksana! Muhakeme olunmak üzere tağuta, yani
Allah'tan korkmaz azgın şeytana başvurmak istiyorlar. Halbuki
"Kim tağutu inkâr edip Allah'a inanırsa, muhakkak
ki o, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır.. Allah işitendir, bilendir.” [251] âyeti gereğince tağutu inkâr etmek kendilerine
emredilmiş bulunuyordu. Böyle iken tağutun mahkemesine gitmek istiyorlar.
"Şeytan, onları derin bir sapıklığa düşürmek
istiyor." Bu âyetin
indirilmesinin sebebi olmak üzere birkaç olay rivayet edilmiştir. Birçok
tefsircilerin İbnü Abbas'tan rivayet ettikleri açıklamalarına göre bir münafık
ile bir yahudi kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Hz. Peygambere
başvurmayı, münafık da yahudilerin başkanı olan Ka'b b. Eşrefe gitmeyi teklif
etmiş. Çünkü yahudi haklı, münafık haksızmış. Halbuki Hz. Peygamberin ancak hak
ve adaletle hükmettiği, Ka'b b. Eşrefin rüşvete düşkün bulunduğu her iki
tarafça bilindiğinden yahudi, Peygambere başvurmayı, münafık da Ka'b'a
başvurmayı istiyormuş. Nihayet yahudi ısrar etmiş, Rasûlüllah'a başvurmuşlar.
Yahudinin lehine, münafıkın aleyhine (zararına) hüküm çıkınca münafık razı
olmamış,
"Haydi Ömer'e
gidelim aramızda o hakem olsun." diye teklif etmiş. Hz. Ömer'in yanına
varmışlar. Yahudi, "Rasûlüllah benim lehime hükmetti, bu onun hükmüne razı
olmadı." diye anlatmış. Bunun üzerine Hz. Ömer münafığa
"öyle mi?"
diye sormuş. O da
"evet"
demiş. Bunun üzerine,
"yerinizde
durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm." diyerek çıkmış,
varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafıkın boynunu vurmuş, işini
bitirmiş, sonra,
"Madem ki beni
hakem yaptınız, işte Allah'ın hükmüne ve Rasûlünün hükmüne razı olmayan
hakkında benim hükmüm budur." demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı
münafığın akrabaları Hz. Peygambere şikâyet etmişler. Hz. Peygamber (sav), Hz.
Ömer'i getirtmiş, olayı sormuş, o da,
"Hükmünü reddetti
ey Allah'ın elçisi!" diye cevap vermiş. O zaman hemen Cebrail (a.s.)
gelip,
"Ömer, faruktur, hak ile batılı birbirinden
ayırdı." demiş. Hz. Peygamber
(sav) de Hz. Ömer'e
“Sen faruksun" buyurmuştur. [252]
Dikkat edilirse, Hz.
Ömer (R.a.) Allah'ın ve Rasûlü'nün hükmüne razı olmayıp tağutların mahkemesine
müracaat edenlere mürted gözüyle bakmış ve onlara mürtedin cezasını
uygulamıştır. Genelde Ashâb-ı Kiram, ihtilaflı meselelerini şer'i kadıya
götürmek suretiyle halletmişlerdir. Şer'i kadı'ya ulaşamayanlar da tahkim
yoluyla ihtilaflarını çözüme kavuşturmuşlardır. Rasûlüllah (sav)'in
sahabelerinden hiç kimse tağutların mahkemelerine müracaat edipte tağutî
mahkemelerde yargılanma yoluna gitmemiştir. Aksine sahabeler, şer'i şerifle
yargılanmayı terkederek tağutların mahkemesine müracaat etmeyi nifak alameti
saymışlardır. Dolayısıyla ihtilaflı meselelerini şer'i şerife göre şer'i
kadı'nın önünde veya tahkim yoluyla çözüme kavuşturmak yerine tağut'un mahkemelerinde
çözüme kavuşturmaya çalışanlar, Rasûlüllah (sav)'in ve ashabının üzerinde
bulunduğu yoldan ayrılanlardır.
Hz. Ömer (R.a.),
uygulamalarında Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ittiba etmeyi çok önemsemiştir.
O'nun zamanında Tervaih namazının cemaatle kılınması sürekli hale
getirilmiştir. Hz. Ömer (R.a.)'in dini anlama ve yaşama hususundaki usûlünü
valilerine gönderdiği namelerden öğrenmek mümkündür. Bakınız Hz. Ömer (R.a.),
Kadı Şüreyhe şu nameyi yazdı:
"Hükümlerini
Kur'an-ı Kerîm'e istinad ettir. Şayet orada istediğini bulamazsan Hadise
müracaat et. Orada da istediğini bulamazsan icma-i ümmete göre hüküm ver. Bu da
seni tatmin etmezse ictihad et.
Hz. Ömer (R.a.), Ebû
Musa el- Eşari (R.a.) da şu nameyi yazdı:
"Kaza (icrayı
adalet veya davaları hal ve fasıletmek) muhkem bir farizadır, ittiba olunacak
bir sünnettir. Herkes senin karşında, meclisinde, huzuri adaletinde
mütesavi/eşit olsun. Zayıflar adaletten meyus olmasın. Kaviler senden
tedirginlik beklemesin. Müddei beyyine göstermeye mecburdur. İnkâr eden tahlif
olunur/yemine çekilir. Sulh caizdir. Haram olan bir şeyi helal eden, veya bir
helali haram kılan bir sulh olmamak şartiyle dün bir hüküm verdikten sonra
tekrar teemmül neticesinde/düşünerek gözden geçirdikten sonra hakka rücuda/hakka
dönmekte tereddüd etme. Kitap ve sünnette bulamadığın hususatta idrakine
müracaat et. Birbirine benzeyen veya mümasil olan şeylere dikkat et, sonra bir
kıyas yap. Bir kimse delail deliller takdim etmek isterse, ona mühlet ver.
Verilen mühlet esnasında matlup olan delaili
takdim ederse hakkını ver. Aksi takdirde davasını iskat et/davasını düşür.
Bütün müslümanlar adûldür/adaletlidir. Ancak celd edilenler, yahut yalan yere
şehadet edenler, yahut vesayet ve veraset işlerinde suistimal ile
müttehem/itham olunanlar müstesnadır.” [253]
Dikkat edilirse, Hz.
Ömer (R.a.)'in İslâm'ı anlamada ve uygulamada takip ettiği usûl; Kitap, Sünnet,
İcma-i ümmet, Kıyas ve ictihaddır. Asıl olan da budur. Nitekim bu hususta M.
Hamdi Yazır (Rh.a.) şöyle diyor
"Ey mü'minler!
Gerek genel bir şekilde birbirinizle ve gerek yetkililer ile sizin aranızda ve
gerekse yetkili olanlar arasında herhangi bir şey hakkında tartışırsanız onu
Allah'a ve Rasûlüne götürünüz. Yani yalnız kendi arzu ve isteğinizle halletmeye
kalkışmayınız. Çarpışmalara düşmeyiniz. Başkalarına da gitmeyiniz de önce
Allah'ı, ikinci olarak Hz. Muhammed'i kendinize başvurulacak yer biliniz, bu
hükme ve bu mahkemeye müracaat ediniz. Aranızda biricik hakem ve hakim Allah
ve Peygamberini tanıyınız. Değişik hükümlerinizi, fikirlerinizi Allah'ın âyetlerine
ve Hz. Muhammed'in açıklamalarına tatbik ederek ve uydurarak birleştiriniz ki,
Allah'a müracaat, Allah'ın birliğine inanmada samimiyetle Allah'ın âyetlerini
araştırmak ve incelemekle, Rasûlüne müracaat da zamanında kendisine ve ondan
sonra sünnetine ve halifelerine durumu arzetmekle olur. Zâhiriyye (mezhebi âlimleri)
bu âyetten hareketle ihtilafa düşülen meselelerde mutlaka Kur'ân ve Sünnete
başvurmanın vacib olduğunu ve bundan dolayı kıyas ile amel etmenin caiz
olamayacağını zannetmişlerse de besbellidir ki, Kur'ân ve Sünnetle açıkça
anlatılmamış hususların, çekişme halinde Kur'ân ve Sünnete başvurmak için
sebeplerini ve illetlerini düşünmekle benzerleriyle mukayese etmekten başka
bir yol yoktur. Kıyastan maksat da zaten budur. Fıkıh ve hikmet de budur. Demek
ki, İslâm'da dört çeşit hüküm vardır. Kur'ân'da açıkça belirtilen, sünnette
açıkça belirtilen, yetkililerin ittifakıyla üzerinde ittifak edilen/icma ve
sahih kıyas ile nasslardan çıkarılan hükümler. Bununla beraber bu dördüncüsü
ile ihtilaf azaltılabilirse de tamamen birleştirilemez. Bunda anlaşmazlık
çıktığı zamanda yetkililerin şûrasına ve nihayet sultanın emrine müracaat
olunur ki, bu da
"Allah'a itaat ediniz, Rasûl'e ve sizden olan
emir sahiplerine itaat ediniz."
emri gereğince Allah'ın emrine müracaat etmektir. Ve
"Emanetleri ehline vermenizi emrediyor.” [254]
bunun da kaynağıdır. Ve mutlaka müslümanlar bir olayda ihtilafa düştükleri
zaman ilk önce Allah'ın birliğine inanmak, emaneti ehline vermek ve adaletle
hükmetmek vazifelerini göz önünde bulundurup, kendilerini Allah'ın, ve
Peygamberin huzurunda toplanmış görerek ona göre düşünmeleri ve fikirlerini ve
arzularını Allahû Teâlâ'nın himayesi altına vermeleri ve daima hakkın birliği
yolunda gitmeleri lazım gelir. Eğer Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman
ediyorsanız böyle yaparsınız, Allah'a ve Rasülüne ve yetkililere itaat eder ve
şayet bir şeyde aranızda çekişme olursa onda da Allah'ın ve Rasûlünün
hükümlerine baş vurursanız, bu başvurmak sizin için halen sırf iyiliktir,
çekişmeyi keser. Ve sonuç açısından da daha güzeldir.
Bu emirleri tesbit
ettikten sonra işin başında adlî ve teşriî (kanun koymaya ait) esaslar
üzerinde itaat etmeyi temin etmek ve müminlere adaletle hükmetmek emredilmiş
iken, adalet ve hakka aykırı hükmetmeye istekli olmamaları ve muhakeme
meselelerinde adalete aykırı harekette bulunma vaziyeti almamaları ve tağutlar
mahkemesine müracaat etmemeleri gerektiğini telkin ve mü'min ismi altında
Peygambere itaat etmekten hoşlanmayan ve onun hükmüne razı olmayıp başka
mahkemelere müracaat edenlerin münafık olduğunu anlatmak ve sonuçta Rasûlüllah'a
itaati sağlamlaştırmak için dikkat çekilerek buyuruluyor ki:
"Şunları görmüyor musun? Kendilerinin sana
indirilene ve senden önce indirilene inandıklarını ileri sürüyorlar da tağuta
inanmamaları kendilerine emrolunduğu halde, tağut önünde muhakemeleşmek
istiyorlar. Şeytan da onları bir daha dönemeyecekleri kadar iyice sapıklığa
düşürmek istiyor.”[255]
Kitap, sünnet, icma ve
kıyas'a bağlı kalarak Allah'ın dinini anlamak ve uygulamak sahabe
sünnetindendir. Çünkü onlar, bu delillere bağlı kalarak Allah'ın dinini
öğrenmişler, yaymışlar ve uygulamışlardır. İşte Hz. Ömer (R.a.) de Rasûlüllah
(sav)'den öğrendiği şekliyle İslâm'ı anlama ve uygulama usûlünü İslâm ümmetine
öğretmiştir.
Hz. Ömer (R.a.)
şahsiyet inkılabını gerçekleştirmiş bir kimsedir. Hz. Ömer, inandığı şeyi
yerine getirme hususunda şiddetli davranmakla tanınır. O, müslüman olmadan önce
ilk iman edenlere karşı sert muamele etmişti.
Müslüman olduktan sonra ise bu sertliği İslâm'ın lehine müşriklere karşı
yöneltmiştir. Hz. Ömer Halife olduktan sonra da doğruların uygulanması ve
hakkın elde edilmesi konusunda titiz davranmaya ve en ufak ayrıntıları bile
bizzat takip etmeye aşırı dikkat göstermiştir. O, bir şeyi emrettiği veya
yasakladığı zaman ilk önce kendi ailesinden başlardı. Aile fertlerini bir araya
toplayarak onlara şöyle derdi;
"Şunu ve şunu
yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözetlerler.
Allah'a yemin ederim ki, her hangi biriniz bu yasaklara uymazsa onu daha
fazlasıyla cezalandırırım." Sert bir mizaca sahip olmasına rağmen
insanlara karşı oldukça mütevazı davranırdı. Geniş toprakları, güçlü orduları
olan bir devletin başkanı olması onu diğer insanlar gibi mütevazı ve sade bir
hayat yaşamaktan alıkoymamıştır. Pahalı, lüks elbiseler giymekten kaçınır,
diğer insanlar gibi gerektiğinde alelade işlerle uğraşmaktan çekinmezdi.
Tanımayan kimse onun müslümanların halifesi olduğunu asla anlayamazdı. Çünkü
çoğu zaman giydiği elbise yamalarla doluydu.
Müslümanca yaşamanın
ve müslüman kalmanın çerçevesi, Allah yolunda sade ve samimi olmaktır. Sade ve
samimi olmayanlar, müslümanca bir hayat yaşayamazlar. Hz. Ömer (R.a.) Kudüs
anlaşmasından sonra şehre girmek üzere Kudüs'e yaklaştığı bir zamanda İslâm
ordu komutanları onu karşılamaya gittiler. Komutanlar pek sade, pek mütevazı
elbiseler giydiğini görerek halk arasındaki nüfuz ve heybetinin düşmesinden
endişe etmişler, kendisine bir at takdim etmişlerdir. Hz. Ömer (R.a.), ata
binmeyi reddederek şu sözleri söylemişti:
"Allahû Teâlâ'nın
bize ihsan ettiği şöhret, Müslümanlığa aittir. Kendi şahsımız için sadelik
kâfidir." Hz.Ömer (R.a.), bu kılıkla şehre girmiş, evvela Mescid-i Aksayi
ziyaret etmiş, secdei şükrana/şükür secdesine kapanmıştır. Müteakiben
Hıristiyanların kilisesi ile şehrin diğer yerlerini ziyaret eylemiştir. [256]
Hz. Ömer (R.a.),
idaresinde şeffaftı. Müslümanlardan gelebilecek tenkidlere, nasihatlara daima
açıktı. Bir defa Hz. Ömer (R.a.), hutbe irad ediyorken cemaata: Fena yol
tutacak, nefsi hevesata boğulacak olursa ne yapacaklarını sordu. Hazırundan
biri derhal kalkarak:
“Seni kılıcımızla doğrulturuz" dedi.
Hz. Ömer (R.a.), bu
sözleri söyleyen adamın cesaretini denemek için:
“Benim hakkımda böyle bir söz söylemeye nasıl cüret
ediyorsun?" dedi ve:
“Evet, evet, bu
sözleri senin hakkında söylüyorum." Cevabını aldı ve şu mukabelede
bulundu:
“Allahû Teâla'ya çok
şükür ki yanlış yola sapacak olursam ümmet-i Muhammed içinde beni
kılıcıyla doğrultacak kimseler
var!” [257]
Hz. Ömer (R.a.) insaf
sahibiydi. Doğru kimden gelirse gelsin kabul ederdi. Hatadan dönmeyi fazilet
bilirdi. Bakınız Hz. Ömer (R.a.) irad ettiği bir hutbesinde şöyle dedi:
"Şuna dikkat
edin, kadınların mehirlerini yükseltmeyin. Şayet bu, dünyada bir şeref, Allah
nezdinde de bir takva olsaydı, bunu sizden daha çok elbette Rasûlüllah (sav)'in
yapması gerekirdi. Halbuki o, hanımlarından olsun, kızlarından olsun, hiçbir
kimsenin mehrini oniki ukiyeden fazla tesbit etmiş değildir." Bunun
üzerine bir kadın karşısına dikilerek,
"Ey Ömer! Allah
bize vermişken sen bizi mahrum mu edeceksin? Allahû Teâla:
"Eğer bir eşi bırakıp da yerine diğer bir eş
almak isterseniz, öncekine kantarlarla/yüklerle mehir vermiş de bulunsanız,
ondan bir şey geri almayın. O malı bir iftira ve açık bir günah isnadı yaparak
geri alır mısınız?” [258] demiyor mu? deyince, Hz. Ömer (R.a.):
"Kadın isabet
etti, Ömer hata etti" diye cevap verdi.
Bir rivayete göre de
Hz. Ömer (R.a.) başını önüne eğdi ve bir süre sessiz durduktan sonra dedi ki:
"Bütün insanlar
senden daha fakihtir ey Ömer!"
Bir diğer rivayete
göre de şöyle demiştir:
"Bir kadın isabet
etti ve bir erkek de hata etti.” [259]
Bu, tarihin şeref
levhasıdır. Günümüzün ifadesiyle Cumhurbaşkanının karşısına bir kadın dikilip
hatasını hatırlatıyorsa ve Cumhurbaşkanı da bu durumdan memnun olup kadının
isabet ettiğini kendisinin ise hata ettiğini itiraf ediyorsa, bu kul kaynaklı
kanunlara dayanan beşeri idarelerin ve idarecilerin ilahi kanunlara dayanan
İslâm idaresini ve müslüman idarecileri onbeş asır geriden takip ettiklerini
gösteriyor. Günümüzün dünya idarecileri henüz bu erdemliğe ulaşamdılar. Hz.
Ömer (R.a.), genelde dünyadaki
bütün idarecilere, özelde ise müslüman idarecilere şeffaf olmayı armağan
etmiştir. Şeffaflık, müslüman halkı idare etmede başarının
vazgeçilmezlerindendir. Şeffaf olmayan idareciler, idare ettikleriyle kavgalı
hale gelmekten kurtulamazlar. İnsanlar hakikatin ölçüsü değildir. Aksine
hakikat insanların ölçüsüdür. İnsanları hakikat ile ölçenler, kimden gelirse
gelsin doğruyu kabul edip hatadan vazgeçerler. Ama insanları hakikate ölçü
yapanlar ise, doğruları şahıslarla ölçerler. Kişinin ne söylediğine bakmak
yerine sözü söyleyenin kim olduğuna bakarlar. Şunu bilelim ki; hakikati
tekelleştirmek, hakikati inkâr etmekten. farksızdır. Bunun için Hz. Ömer (R.a.)
hayatı boyunca şahıslardan değil, hakikatten yana olmuştur. Hakkı kim söylerse
söylesin kabul etmiştir. Hakikati insanlarla ölçenler, insanların sayıları
miktarınca hakikat üretmiş olurlar. Hakikat tektir. Tek olan hakikatin üzerinde
sabit kalmak, onu insanlara ölçü yapmakla mümkündür.
Hz. Ömer (R.a.)
idarede adaleti kökleştirdi. Kendi nefsinin aleyhine olsa bile adaletten
vazgeçmezdi. Bakınız Hz. Ömer (R.a.), bir adamdan bir at satın almış, atı
beğenmediği takdirde bedelini vermeyi şart koşmuştu. Hz. Ömer (R.a.), atı
tecrübe etmek için bir biniciye vermiş, tevafuken at binici tarafından bir
kazaya uğrayarak sakatlanmıştı. Hz. Ömer (R.a.), atı almaktan vazgeçerek onu
sahibine iade etmek istedi. Fakat atın sahibi razı olmadı. Tarafeyn arasındaki
dava Kadı Şüreyh'e takdim olundu. Kadı Şüreyh şu hükmü verdi:
"Şayet at, sahibinin
rızası ile tecrübe edildiyse sahibine iade olunabilir. Aksi takdirde iade
olunmaz." Hz. Ömer (R.a.)
"Hak ve adalet
budur." demiş, atın bedelini ödemiştir. Bu olaydan sonra Kadı Şüreyhı de
Küfe kadılığına tayin etmiştir.[260]
Hz. Ömer (R.a.)'ın
karşısında şah ile keda, asil ie âdi, akraba ile yabancı insanlar,
bilatefrik/hiç ayırmaksızın, aynı muameleyi görürdü. Hz. Ömer (R.a.)'ın öyle
bir heybeti vardı ki, karşısında hiçbir kuvvet duramazdı. Bir kere Mısır valisi
Amr b. As (R.a.)'ın oğlu Abdullah haksız yere birini dövmüştü. Bilmukabele Hz.
Ömer (R.a.), dövülen adamı getirterek Abdullah'a seksen kırbaç vurmuştu. [261]
Daha sonra şu tarihi ikazda bulundu: "Analarından hür olarak doğdukları
halde siz insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz!” [262] Hz.
Ömer (R.a.), kendi inancının eriydi. Hz. Ömer güçlü bir hitabet kudretine
sahipti ve konuşurken beliğ bir uslubla konuşurdu. Onun üstün kabiliyeti yazı
için de geçerliydi. Valilerine yazmış olduğu talimatları ve mektupları Arap
dili için bir numune addedilmekteydi. Hz. Ömer şiire de ilgi duyan ve şiir
zevki olan sahabelerden birisidir. Çok sayıda Arap şairlerinin şiirlerini
ezberlemiş, az da olsa şiir yazmıştır. Hz. Ömer ibadet ederken bütün benliğiyle
Rabbine yönelirdi. Halife olduktan sonra gündüz işlerinin yoğun olmasından
dolayı nafile namazlarını gece kılar, ev halkını sabah namazına; "ve namazı ailene emret” [263]
mealindeki ayeti okuyarak uyandırırdı. O, her sene haccetmeyi asla ihmal etmez
ve hac farizasını yerine getirmek için Mekke'ye gelen hacılara bizzat riyaset
ederdi. Rabbine karşı duyduğu sorumluluğun altında öylesine ezilirdi ki,
kıyamet günü hesaptan, cezasız kurtulmayı başarabilirse sevineceğini söylerdi.
O, ölüm döşeğinde bu endişesini şu anlamdaki bir beyitle dile getiriyordu:
"Müslüman oluşum,
namazları kılıp, orucu tuttuğum müstesna, nefsime zulmetmiş bulunuyorum.”[264] Hz.
Ömer (R.a)'in, şahsi hayatı oldukça sadeydi. Hz. Ömer (R.a), Bizans ve İran'a
karşı büyük ordular sevkeden ve onları tarihlerinde pek nadir tattıkları
sürekli yenilgilerle perişan eden güçlü ve muktedir bir devletin başkanıdır.
Ama o buna rağmen yamalı elbiseler, eskimiş sarık ve yırtık ayakkabılarla
hayatını sürdüren bir kişidir. O, bazen dul bir kadına su taşırken görülür,
bazan da günün yorgunluğunu hafifletmek için mescid'in çıplak zemini üzerinde
uyuduğuna şahit olunurdu. Medine'den Mekke'ye çok sayıda yolculuk yapmış olduğu
halde hiç bir zaman yanına çadır almamış ve yolda, bir çarşafı dalların üzerine
gererek basit bir şekilde dinlenmeyi tercih etmiştir. Yine bir gün, Ahnef b.
Kays yanında Arapların ileri gelenlerinden bazı kimselerle birlikte Hz. Ömer
(R.a)'i ziyarete gitmiş; onu, elbisesinin eteklerini beline sıkıştırmış olduğu
halde koşar bir vaziyette bulmuştu. Ömer (R.a), Ahnefi gördüğünde ona;
"Gel de
kovalamaya katıl. Devlete ait bir deve kaçtı. Bu malda kaç kişinin hakkı
olduğunu biliyorsun" dedi. Bu esnada biri ona neden kendini bu kadar
üzdüğünü ve deveyi yakalamak için bir köleyi görevlendirmediğini söyleyince O;
"Benden daha iyi
köle kimmiş?" diyerek karşılık vermiştir.[265]
Günlük yaşayışını gösteren bu örnekler, Hz. Ömer (R.a)'in ümmetin sorumluluğunu
üstlenen kimselerin yüklenmiş oldukları
görevleri ne şekilde yerine getirmeleri ve makamlarının cazibesine kapılıp
sıradan insanların yaşayış tarzından kopmadan hükmetmeleri gerektiğini, çağları
aşan bir örnek sergileyerek ortaya koymuştur. Bir devlet başkanı ancak bu
şekilde, insanlardan ve onların günlük yaşamlarından kopmadan âdil bir yönetim
kurabilir. Hz. Ömer (R.a)'a âdil sıfatını kazandıran, onun bu şekilde İslâm'ı
yeryüzüne hakim kılma yolunda varlığını ortaya koymuş olmasıdır. Hz. Ömer
(R.a) geçimini ticaretle temin ederdi. Bunun yanında Peygamber (sav)'in
Medine'de ona bazı tarlalar verdiği de bilinmektedir. Hayber'in fethini
müteakip burada ele geçirilen araziler, savaşa katılanlar arasında taksim
edilmişti. Ancak, Hz. Ömer (R.a) kendi payına düşen araziyi vakfetmiş ve bir
vakıf şartnamesi de düzenlemişti:
"Bu arazi
satılamaz, hibe edilemez ve miras yolu ile sahip olunamaz; geliri fakirlere,
akrabaya, kölelere, Allah yolunda, yolcu ve misafirlere harcanacaktır. Vakfı
yöneten kişinin ölçülü olarak yemesinde ve yedirmesinde bir sakınca yoktur.” [266] İslâm'da
ilk vakıf olayı budur. Hz. Ömer (R.a.) malını Allah yoluna vakfeden vakıf
adamdır. Hz. Ömer (R.a.)'ın günlük hayatındaki sadeliği ve samimiyeti
yakalamayanlar, vakıf işlerini yürütemezler.
Halife olduktan sonra,
devlet işleriyle uğraşmasından dolayı kendi iaşesinin temini için Ashâb'a
müracaat etmiş, Hz. Ali (R.a)'in teklifine uyularak ona ve ailesine normal ölçülerde
devlet malından geçim imkânı sağlanmıştı. H. 15 yılında müslümanlara maaş
bağlandığı zaman, ona da ileri gelen Ashâb'a verilen miktarda, beş bin dirhem
maaş tayin edilmişti. Ancak onun günlük gideri çok mütevazı meblağdı. Ömer
(R.a), yemek olarak genellikle şunları yerdi: Ekmek buğdaydan olduğu zaman
kepekli, bazen et, süt, sebze ve sirke.
Hz. Ömer (R.a)'in
fazileti ve üstünlüğü hakkında çok sayıda sahih hadis bulunmaktadır. Hz. Ömer
din konusunda o kadar tavizsizdi ki, şeytanlar bile onunla karşılaşmaktan
çekinirlerdi. Bir defasında Rasûlüllah (sav)'ın yanına gitti. Rasûlüllah
(sav)'den bir şey istemek için orada bulunan kadınlar, Hz. Ömer'in sesini
duyduklarında hemen kalkıp perdenin arkasına geçtiler. Hz. Ömer içeri
girdiğinde Rasülüllah (sav) gülüyordu. Hz. Ömer ona;
"Allah yasını
güldürsün ya Rasûlüllah" dedi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav);
"Şu benim yanımda olanlara şaşarım. Senin sesini
işitince perdeye koştular"
dediğinde Hz. Ömer;
"Ya Rasûlüllah,
onların çekinmesine sen daha
layıksın" dedi. Sonra da kadınlara dönerek;
"Ey nefislerinin
düşmanları! Rasûlüllah (sav)'den çekinmiyorsunuz da benden mi
çekmiyorsunuz?" diyerek onlara çıkıştı. Kadınlar;
"Evet. Sen
Rasûlüllah (sav)'den sert ve haşinsin" dediler. Rasûlüllah (sav), şöyle
buyurdu:
"Nefsim yed-i Kudretinde olan Allah'a yemin olsun
ki, şeytan sana bir yolda rastlamış olsa, mutlaka yolunu değiştirirdi.” [267]
Başka bir rivayette
Rasûlüllah (sav) onun için şöyle buyurmuştu:
"Gökte bir melek bulunmasın ki Ömer'e saygı
duymasın. Yeryüzünde ise bir şeytan bulunmasın ki Ömer'den kaçmasın.”[268]
Rasûlüllah (sav),
hakkı görmek ve onu tatbik etmek konusunda Ömer (R.a)'in üstünlüğünü şöyle
ifade etmekteydi:
"Sizden önce geçen ümmetlerde bazan ilham
sahipleri bulunurdu. Eğer benim ümmetimde onlardan biri bulunursa, Ömer b.
Hattab onlardandır.”[269] Bu, Hz. Ömer (R.a)'in işlerinde ve verdiği kararlarda
isabetli davranmasını bir anlamda açıklar niteliktedir. Nitekim Rasûlüllah
(sav);
"Allah doğruyu Ömer'in lisanı ve kalbi üzere
kılmıştır.” [270] demektedir. Bir defasında da Hz. Ömer'i göstererek
şöyle demişti:
"Bu (Hz. Ömer) aranızda yaşadığı sürece, sizinle
fitne arasında kuvvetlice kapanmış bir kapı bulunacaktır.” [271]
Hayatını din disiplini
zapt-u rabt altına almış olan her müslüman, fitnenin önünde bir settir.
Fitneyi önlemenin ve fitneden uzak durmanın çaresi, din disipliniyle disipline
olmaktır. Hz. Ömer (R.a.)'ın hayatı, din disiplinin pratiğidir. Hz. Ömer
(R.a)'in bu durumunu bazı konularda inen ayetlerin daha önce onun gösterdiği
doğrultuda olması da te'yid etmektedir. Hz. Ömer (R.a.) şöyle demiştir:
"Rabbime üç şeyde
muvafık düştüm: Makam-ı İbrahim'de, hicab'da ve Bedir esirlerinde.” [272] Hz.
Ömer ötekileri zikretmemiştir. Örneğin münafıkların cenaze namazını kılmaması
için Rasûlüllah (sav)'e inen ayet bunlardan biridir. [273]
Hz. Ömer (R.a.),
hurafelere, bid'atlere şiddetle karşıydı. Bilindiği gibi, Hudeybiye'de
sahabeler, Rıdvan Bey'at'ını bir ağacın altında gerçekleştirdiler. Allahû
Teâla buyuruyor:
"Andolsun o ağacın altında (Hudeybiye'de) sana bey'at ederlerken
Allah, müzminlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı bilmiş onlara güven
indirmiş ve onları pek yakın bir fetih ile mükafatlandırmıştır.” [274] Hudeybiye anlaşması esnasında Rasûlüllah (sav) Semure
denilen meşhur bir ağacın altında oturdu. Sahabeler gelip kendisine bey'at
ettiler. Bu bey'ate, "Bey'atü'r
Rıdvan" denilir. Bey'atü'r Rıdvan'a' katılan sahabelerden Allahû Teâla
razı olmuştur. Bu bey'atı Rıdvan'ı yapan mü'minlerin adedi en sahih rivayete
göre 1400 (bin dört yüzdür.) Bin beş yüz kadar ve daha ziyade rivayetleri de
vardır. Nafı' (R.a.) den rivayet olunduğu üzere altında bey'at vaki olan o
semure ağacına bilahare nâs/insanlar gidip yanında namaz kılar olmuşlardı. Hz.
Ömer (R.a.) bunu işitti, hemen o ağacın kesilmesini emrediverdi, henüz Cahiliyye
âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan gayrisine ibadet etmesinden
sakınmıştı. [275] Böylece Hz. Ömer (R.a.)
itikadı bir sapıklığı önledi ve müslümanları Tevhid inancına yönlendirdi. Hz.
Ömer (R.a.), hurafelere, bid'atlere hayat hakkı tanımıyordu. Yine Halid b.
Velid (R.a.)'in savaşlarda elde ettiği zaferinin sanki Allahû Teâla'dan değil
de Halid b. Velid'den olduğu hissinin müslümanlar arasında yaygınlaştığını
görünce, hemen Halid b. Velid'i görevden almış ve onun yerine Ebû Ubeyde b.
Cerrah (R.a.)'ı atamıştır. İslam ülkesinin her tarafına şunları yazmıştı:
"Ben Halid'i
kendisine kızdığım, yahut hainlik ettiği için görevden almadım. Ancak herkes
onu alabildiğine gözünde büyütmüş ve herşeyi ondan zannetmek gibi bir duruma
gelmişti. Her şeyin onunla olup bittiğini varsaymalarından korkmaya
başlamıştım. Ben onların herşeyi yapanın Allah olduğunu bilmelerini ve fitneye
maruz kalmamalarını arzuladım.” [276]
Savaşta zaferi
kaybetmek pahasına da olsa tevhid akidesini korumak esastır. Sefer bizdendir,
zafer Allah'tandır. Zaferi Allah'tan başkasına izafe edenler, tevhid akidesini
kaybedenlerdir. Amr b. As (R.a.), Mısır'ı fethedince, Hz. Ömer (R.a.) onu
Mısır'a vali tayin etti. Bir kaç ay sonra Mısır halkı Amr b. As (R.a.)'m
huzuruna geldiler:
Bu Nil nehrinin bir
âdeti vardır. O âdet yapılmazsa suyu çoğalmaz, kesilir, dediler. Amr b. As
(R.a.):
"O âdet
nedir?" diye sordular. Onlar da:"
“Önümüzdeki ayın on
ikisinde, annesini babasını mal ile razı ederek bir kız çocuğunu süsler, nehre
atarız" dediler. Amr b. As (R.a.):
“Bu âdetiniz çirkin
bir iştir. İslâm dini bütün bozuk âdetleri ortadan kaldırmıştır." dedi.
Aradan üç ay geçti.
Nil nehrinin suyu çoğalmadı. Halk başka memleketlere göç etmeğe başladılar.
Amr b. As (R.a.), bu hali Hz. Ömer (R.a.)'e bir mektub ile bildirdi. Hz. Ömer
(R.a.), cevabında:
"Çok iyi
yapmışsın. Mektubun içine bir kağıd koydum. Onu nehre at" diye yazdı.
Amr b. As (R.a.)
alınca açtı. İçindeki kağıdda:
"Ömer b.
Hattab'dan Mısır'ın Nil'ine! Bundan sonra: Eğer sen, kendiliğinden akıyorsan (bundan
sonra) akma. Şayet seni tek ve Kahhâr olan Allah akıtmakta ise, senin akmanı
ondan istiyoruz." yazılı idi. Amr b. As (R.a.) o kağıdı Nil nehrine attı.
Ertesi gün nehrin suyu on arşın yükseldi. Bundan sonra Mısır halkı, O bozuk
âddetten kurtuldu. [277] Dikkat
edilirse, Hz. Ömer (R.a.), halkın hurafelerini himaye altına almamıştır. Aksine
halka rağmen hurafeleri, bid'atleri ortadan kaldırmıştır.
Hz. Ömer (R.a.),
itikadı ve amelî tehlikelere karşı müstağni davranmazdı. Bakınız bir gün Hz.
Ömer (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in sırdaşı Huzeyfetü'l Yeman (R.a.)'a :
"Söyle bende de
nifaktan birşey var mıdır?” [278]
diye sordu. Hz. Ömer (R.a.)'ın bu sualden
muradı; nifak-ı itikadı değil, nifakı amelidir. [279]
Sahabeler, gaybden haber vermezlerdi. Onlar, gaybe iman etmişlerdi. İşte Hz.
Ömer (R.a.) Rasûlüllah (sav)'in sır kâtibi Huzeyfetü'l Yeman'dan münafıkların
listesinde isminin olup olmadığını sual etmekle, gaybı bilmediğini, gaybı biliyorum
iddiasında bulunmadığını ortaya koymuştur. Dolayısıyla gaybı bildiğini iddia
edenler, Ashâb-ı Kirâm'ın yolundan ayrılanlardır.
Hz. Ömer (R.a.)
keramet sahibi bir sahabedir. Allahû Teâla kendisine birtakım kerametler ikram
etmiştir. Hz. Ömer (R.a.), Sariye adındaki komutanı İslâm ordusunun başında
olmak üzere bir gazaya gönderdi. Muharebe yapılan yerde bir dağın eteğine
konaklamışlardı. Müslümanlar istirahat ederken, kâfirler dağın arkasından gelip
müslümanları gafil avlamak istediklerinde Hz. Ömer (R.a.) Medine minberinde
Cuma hutbesini okuyordu. Allahû Teâla, Hz. Ömer (R.a.)'ın gözünden perdeyi
kaldırıp, bir aylık uzaklıktaki muhabere yerini gösterdi. Hz. Ömer (R.a.),
İslâm askerinin gafletini, dağın arkasından düşmanın hücum edeceğini görerek:
"-Ya Sâriye!
Dağa, dağa!.." diye üç kere seslendi. Allahû Teâla, Hz. Ömer (R.a.)'ın
sesini Sâriye hazretlerine işittirdi. Bunun üzerine İslâm askerleri arkalarını
dağa verip kâfirleri hezimete uğrattılar.
Hz. Ali (R.a.) o gün
ve o saati bir tarafa not etti. Sariye hazretleri muharebedeki hadiseleri
anlatırken bu hadiseden de şöyle bahsetti:
Bir Cuma günü bir
dağın eteğinde konaklamıştık. Kâfirler hile ile bizi ansızın basmak istediğinde
"Ya Sariye! Dağa,
dağa!.." sesini duydum. Biz de arkamızı dağa verdik. Kâfirler hezimete
uğradılar. [280]
Bazı kimseler, Hz.
Ömer (R.a.)'e ikram edilen bu kerameti delil getirerek gayb'den haber
verilebileceğini iddia etmektedirler. Haşa Hz. Ömer (R.a.) burada gayb'den
haber vermiyor. Şayet Hz. Ömer (R.a.) gayb'ı bilseydi; Hz. Huzeyfetü'l Yeman
(R.a.)'a münafıkların listesinde isminin olup olmadığını sormazdı, kendisini
öldürmeye gelen Mecusî Ebû Lü'lüe'yi önceden bilmesi gerekir di. Bunları
bilmediğine göre demek ki, Hz. Ömer (R.a.) de gayb'ı bilmiyordu. Burada Hz.
Ömer (R.a.)'ın kalbine doğan ilhamla birlikte Allahû Teâla kendisine rüzgarı da
yardımcı kılmıştır.
Herşeyde ilk
kaynağımız Kur'an ve Sünnet olduğu gibi, bu meselede de kaynaklarımız
bunlardır. Allahû Teâla, peygamberine lufettiği mucizeler olduğu gibi,
velilerine ihsan buyurduğu kerametleri de dilediği zaman verir! Nitekim,
müslüman olarak hepimizin bildiği, meşhur Hz. Yusuf (As) kıssası, yani hadisesi
vardır. Bir kaç kilometre ötede kuyuya atılan oğlu Yusuf (As)'ın orada olduğunu
-Allah bildirmediği için- bilemeyen Hz. Yakub (As) daha sonra Allahû Teâla
lütfedince, binlerce kilometre ötedeki Mısır'dan Yusuf'un kokusunu
alabiliyordu. İşte Hz. Ömer '(R.a.)'ın bu kerametini de böyle anlamamız
gerekir. Allah dilediğinde, mü'min kullarından bazılarına kerametler lütfeder
ve bu kerametler haktır. Kerametlerin hak olduğu, Ehl-i Sünnet'te olduğu gibi,
Ca'feri ve Zeydiye mezheblerice de kabul edilmektedir ki, Allah'ın mü'min
kullarına zaman zaman lütuf buyurduğu en güzel nimetlerdendir. [281]
Hz. Ömer (R.a.), hesap
günü şuuru'nu kendi hayatının merkezine yerleştirmişti. Hz. Ömer (R.a.)'ın
kendisiyle birlikte gezen onun sevablarını e günahlarını deftere kaydeden
maaşlı bir katibi vardı. Hz. Ömer (R.a.) her akşam katibinden defteri alır ve
"Ya Ömer! Bugün
Allah için ne aptın?" suali doğrultusunda incelerdi. Sevablarına sevinir,
günahlarına üzülür, tevbe ederdi.
Başka bir rivayete
göre, Hz. Ömer (R.a.), kendisine ölümü hatırlatmak zere bir kişiyi
görevlendirmişti. Her gün o şahıs birkaç kere gelir, ölümü atırlatır, tayin
edilen akçesini alıp giderdi. Bir gün yine gelip ölümü hatırlattı. Hz. Ömer
(R.a.), kendisine ölümü hatırlatan o şahsa şöyle dedi:
“Artık ölümü
hatırlatmanıza ihtiyacım kalmadı. Sakalımıza ak üstü. Ak sakal ölümün habercisidir.
Devamlı gözümün önünde durmakta, bana ölümü hatırlatmaktadır.” [282]
Salim b. Abdullah b.
Ömer anlatıyor:
"Hz. Ömer (R.a.)
müslümanları bir şeyden alıkoyduğu zaman aile fertlerini toplar, onlara şöyle
derdi:
“Ben müslümanları şu
şu hususlardan alıkoydum, onlara bunu yasakladım. Vahşi kuşların yemlerine
baktıkları gibi insanlar da sizin alierinize ve yaşayışınıza bakıp dururlar,
sizi murakebe ederler. Allah'a yemin olsun ki, eğer sizden birisi bu suçu
işleyecek olursa mutlaka ona iki kat ceza uygularım."
Hz. Ömer (R.a.),
Allah'ın şeriatını uygulama hususunda hatır gönül dinlemezdi. O, Allah'ın
rızasından üstün değer kabul etmezdi. Onun bütün çabası, vahye uygun bir hayat
yaşamaktı. Hasan (R.a.) anlatıyor: Hz. Ömer (R.a,), Kur 'an 'in bir ayetini tekrar
tekrar okuyup duruyor ve onun tesiriyle hastalanıyordu. Hatta yatağa düşer ve
bu hastalığından dolayı ziyaret edilirdi. Bir gün birisi Kur'an-ı Kerim 'den
Tür suresini okurken Hz.Ömer ona rastlamış, bu Kur'an okuyan adam:
"Rabbinin azabı mutlaka vukuu bulacaktır. Ona
engel olacak bir şey yoktur.” [283] ayetine
geldiği zaman Hz. Ömer (R.a.) bir hayli etkilenmiş,
yerinde yığılıp kalmış, sonra evine
taşınıp götürülürken bu ayetin tesiriyle bir ay hasta yatmıştı. Hz. Ömer (R.a.)
çarşı ve pazarları dolaşır, bu arada Kur'an okur, müslümanlardan anlaşmazlığa
düşenler arasında meydana gelen ihtilafları çözer, hüküm verirdi. [284]
Ölüm, Hz. Ömer (R.a.)'ın günlük gündemiydi. Onun yüzüğünün üzerinde
"Nasihat isteyene ölüm yeter" yazılıdır.
Kur'an tilâveti, Hz.
Ömer (R.a.)'in en önemli hassasiyetlerinden birisiydi. O, tilâvetü'l Kur'an ile
İslâm'a girmişti. Kur'an'ı okuyarak; dinleyerek, anlayarak ve uygulayarak hayatına
müslümanca devam ediyordu. Hz. Ömer (R.a.)'da kibir ve gurur yoktu. Bakınız
bir gün Hz. Ömer (R.a.) Medine-i Münevvere'de, yolda gidiyordu. Bir kadın:
“(Yolda duran bir
acuze, ihtiyar kadına) İçeri gir Emirü'l Mü'minin geliyor, dedi. İhtiyar kadın:
“Başını evden dışarı
çıkarıp Emirü'l Mü'minin kimdir? Dün buradan geçerdi, ona Ömer derlerdi. Bugün
mü'minlerin emiri mi oldu?" dedi. Hz. Ömer (R.a.):
“Acuze kadının
sözlerini duyunca geri dönüp Ömeri Ömer'e kim gösterdi, kendini tanımasına
sebeb oldu." buyurdu. Bundan sonra hergün o ihtiyar kadının kapısına
gelirdi. Atılacak çöpün, görülecek hizmetin, doldurulacak su kabın var mı,
yapayım, çünkü Ömeri senden başka hiç kimse bilemedi" buyurdu. [285]
Hz. Ömer (R.a.),
tevazu sahibidir. Hep kendini kendisinde aramış ve her fırsatta Allahû
Teâla'nın hükmüne uymuştur. İslâm ümmeti arasında hep "Ömerü'l Adil/Adil
Ömer" olarak bilinmiştir. Hz. Ömer (R.a.)'ın şahsında tecelli eden adalet,
onun nefsinden, dehasından kaynaklanmıyordu. Aksine Hz. Ömer (R.a.)'in adaleti
onun hayatındaki din disiplininden ve uygulamış olduğu Allah'ın kanunlarından
kaynaklanıyordu. İnsanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare etmeyenler adil
olamazlar. Şayet Hz. Ömer (R.a.), insanları Allah'ın indirdiği hükümlerle idare
etmeseydi o adil olmazdı. Hz. Ömer (R.a.)'ın adaleti şeriatçılığından/hukuka
bağlığından ve bizzat Allah'ın şeriatını uygulamasından gelmektedir. Çünkü
Allah'ın şeriatı, seraba adalettir.
Hz. Ömer (R.a.),
müslüman olmadan önce Zeyneb b. Ma'zun ile evlenmişti. Bu hanımından Abdullah,
büyük Abdurrahman ve Hafsa dünyaya gelmişti. İkinci zevcesi Müleyke binti
Cerval el Huzai ile evlenmişti. Bu hanımından Ubeydullah b. Ömer dünyaya
geldi. Daha sonra müslüman olmadığı için bunu boşadı. Üçüncü zevcesi Kureybe
binti Ebi Ümeyye el- Mahzumi'dir. Müslüman olmadığı için sulh yoluyla bundan da
ayrıldı. Bu hanım daha sonra Abdurrahman b. Ebû Bekir ile evlendi. Dolayısıyla
Hz. Ömer (R.a.) ile Abdurrahman b. Ebû Bekir (R.a.) Rasûlüllah (sav)'in iki
bacanağı idiler. Çünkü Kureybe, Rasûlüllah (sav)'in hanımı Ümmü Seleme'nin kız
kardeşi idi. Hz. Ömer (R.a.), daha sonra Ümmü Hakim binti el- Hars ile evlendi.
Bundan da Fatıma adında bir kızı oldu. Sonra bundan da boşandı. Bir rivayete
göre de boşanmadığı kaydedilir. Hz. Ömer (R.a.) müslüman olduktan sonra Asım b.
Sabit b. Ebi Aklan el-Evsi el- Ensarî'nin kız kardeşi Cemile ile evlendi.
Bundan da Âsim adında bir oğlu oldu. Sonra onu da boşadı. Daha sonra Hz. Ali
(R.a.) kızı Ümmü Gülsüm ile evlendi. Ümmü Gülsüm, Hz. Peygamber (sav)'in kızı
Hz. Fatıma (R.anha)'ın kızı idi. Hz. Ömer (R.a.) Ümmü Gülsüm'e kırk bin dirhem
mehir vermişti. Bundan da Rukiyye ve Zeyd adlı çocukları dünyaya geldi. Daha
sonra Yemenli bir kadın olan Lüheyye ile evlenmiş ve ondan da küçük Abdurrahman
dünyaya geldi. Ayrıca Huzeyfe adında bir ümmü'l veledi vardı ki ondan
çocuklarının en küçüğü Zeynep dünyaya gelmişti. Ayrıca Atike binti Zeyd b. Amr
b. Nüfeyl ile de evlenmiş bulunuyordu. Bu kadın daha önce Abdullah b. Ebû Bekir
es-Sıddik"in hanımı idi. Şehit edildikten sonra bu hanım, Zübeyr b. Avvam
ile evlenmiş, o da aynı şekilde vefat ettiğinde Hz. Ali (R.a.) bu kadını
istemiş, onun bu isteğini reddetmiş ve şöyle demişti:
"Senin de öldürülmenden
korkuyorum, onun için bu isteğini kabul etmiyorum." Bunun üzerine Hz. Ali
(R.a.) de onunla evlenmekten vaz geçti. [286]
Dikkat edilirse, Hz.
Ömer (R.a.)'in çok geniş bir aile serüveni vardır. Fakat buna rağmen Hz. Ömer
(R.a.) zühd ve takva, sadelik ve samimiyet sahibidir. Yamalı elbise giymekten
çekinmez, kadınların sularını taşır, yer üstünde yatar, kapısında muhafız
bulundurmaksızın yaşardı. Hz. Ömer (R.a.) hutbe ve öğütlerinden bir kaç
tanesini zikredelim. Abdullah b. Amir b.
Rabia (R.a.) şöyle der:
"Bir gün Hz. Ömer
(R.a.)'i gördüm; yerden bir saman çöpü almış, şöyle diyordu:
“Keşke ben bu saman
çöpü olsaydım veya hiç birşey olmasaydım. Keşke anam beni doğurmasaydı. Keşke
ben unutulmuş bîr kimse olsaydım."
“Müslümanların
idarecisi, müslümanlardan başkası olmaz."
“Ey insanlar! Ben size
hanımlarınıza zulmetsin veya mallarınıza el koysun diye valiler göndermiyorum.
Bu valileri size dinlerinizi öğretsinler, Rasûlüllah (sav)'in sünnetini
öğretsinler diye gönderiyorum. Şayet bir kimseye böyle bir yolun dışında bir
zulüm isabet edecek olursa mutlaka bu zulmünü bize iletsin ve şikâyet etsin.
Ömer'in nefsini kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki böyle bir şikâyetle
bana gelen birisinin sıkıntısını mutlaka gideririm.
Sakın müslümanları
vurup da müslümanları zelil duruma sokmayınız. Ayrıca onlara fazla teşekkürler
edip de çok yüz verip onları şımartmayasınız. Onların haklarını ellerinden gasp
edip de onlara zulmetmeyiniz. Sakın onları zor durumlara sokarak size karşı kin
beslemelerine sebep olup da onları kaybetmeyesiniz.” [287]
"Adalet Mülkün
Temelidir."
“İnandığınız gibi
yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız."
“Kim kendi iç
dünyasını/gönlündeki duyguları ıslah ederse, Allah da onun dış dünyasını ıslah
eder.” [288]
“Yerin
zelzelesi/Deprem iki şeyden olur. Biri zina etmektir, diğeri zulüm etmektir.
Zina ve zulüm aşikâr olursa yer buna takat getiremez. Allahû Teâla'ya
yalvarır, inler ve sallanır. Bu, Allahû Teâla'nın zina ve zulüm yapan insanları
helak etmesine kadar devam eder."
“Harama veya şüpheli
şeye düşerim korkusu ile yetmiş helalden el çektim.”[289]
“Kim karısını üç
talakla boşarsa Rabbine isyan etmiş ve karısı ondan bain talakla boşanmış olur."
“Çocuklarınıza
yüzmeyi, atlara binmeyi, meşhur meseleleri ve güzel şiirleri öğretiniz."
“Elimizdeki mallar
ancak üç sıfatla işe yarar: Biricisi bu paraların hak ile alınması, ikincisi
nasa/insanlara hak ile verilmesi, üçüncüsü ise batıldan uzaklaştırılmasıdır.” [290]
"Ticâret fıkhını
(dinimiz İslâm'ın bildirdiği gibi alış veriş yapmasını) bilmeyenler, çarşıya,
pazara çıkmasın, sonra faize düşer.” [291]
"İslâm İslâm
olamaz, cemaat olmadıkça!.. Cemaat cemaat olamaz emiri olmadıkça!.. Emir emir
olamaz itaat olmadıkça. Her kimi kavmi fıkıh üzere başlarına seyyid/emir
yaparlarsa; bu, onun içinde kavmi için de hayat olur. Her kimi de kavmi gayr-i
fıkıh/fıkıh olmadan başlarına seyyid/emir yaparlarsa; bu, onun için de kavmi için
de helak olur!” [292]
“Her kim
nıüslümanların muşaversi olmaksızın emirlik makamına getirilmek istenirse, bu
işi kabul etmesi kendisi için helal olmaz.” [293]
“Her kim müslümanların
muşaversi olmaksızın bir adamla Bey'atlaşırsa ona Bey'at edilmez.” [294]
Hz. Ömer (R.a.) sahab
namazını kıldırırken, Muğire b. Şu'be'nin hıristiyan kölesi Ebû Lü'lüe arkadan
altı hançer darbesi indirmiş ve onlardan bir tanesi tam göbeğinin altına isabet
etmişti. Onu öldüren darbe de bu olmuştu. Hz. Ömer (R.a.) kimin tarafından
vuruldğunu sual ettiğinde kendisine Muğire b. Şu'be'nin hıristiyan kölesi Ebû
Lü'lüe olduğunu söylediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.)
"Allahû Teâla'ya
hamd olsun ki, benim katilim bir müslüman değildir!" Hz. Ömer (R.a.),
sürekli olarak Allahû Teâla'yı zikrediyor ve kelime-i şehadeti getiriyordu.
Müslümanlara halifelerini şura yoluyla seçmelerini tavsiye ediyordu. En son
olarak kelime-i şehadeti getirerek H. 23 yılın Zilhicce ayının 27.
çarşamba gününde (4 Kasım 644) vefat
etmişti. Diğer bir rivayete göre ise onun çarşamba günü Zilhiccenin son dört
gününde yaralandığı ve H. 24. yılın Muharrem ayının ilk gününde (7 Kasım 644)
defnedildiği kaydedilir.
Hz. Ömer (R.a.), on
yıl altı ay sekiz gün hilafet görevini yerine getirmişti. Hz. Osman (R.a.)'a
Muharremin üçüncü gününde bey'at edilmişti. Diğer bir rivayete göre ise, Hz.
Ömer (R.a.)'in Zilhiccenin bitmesine dört gün kala vefat ettiği, Hz. Osman
(R.a.)'a da Zilhicce ayının son gününde bey'at edildiği ve H. 24. yıl Muharremin
birinci gününde göreve başladığı kaydedilir. Bu rivayete göre ise; Hz. Ömer
(R.a.), 10 yıl 6 ay 4 gün hilafette bulunmuştur. Hz. Ömer (R.a.)'in cenaze
namazını Süheyb er-Rumi (R.a.) kıldırmış ve Hz. Aişe (R.anha.)'nin müsaadesiyle
hücresine taşınıp, Rasûlüllah (sav) ve Ebû Bekir (R.a.)'ın yanına
defnedilmiştir. [295]
Hz. Ömer (R.a.),
Aşere-i mübeşşere'dendir. Yani dünyada iken Rasûlüllah (sav) tarafından
cennetle müjdelenmiştir. Onun hilafeti adalet, ölümü şehadettir. Tevhid adına
şirkle, küfürle, tuğyanla, sünnet adına bid'atlerle, hurafelerle savaşmıştır.
Onun İslâm ümmetine tavsiyesi istişaredir, çağrısı ise kardeşliktir.
[1] Nahl: 16/36
[2] İşârâtü'l İ'caz/ Sh: 27, İst/1978
[3] Sahih-i Müslim, İman: 80, Kahire/1956
[4] Tarifu'l Kur'an Risalesi/Mustafa Çelik, Sh:18,
Ankara/1997
[5] Nisa: 4/41
[6] Âl-i İmran: 3/110.
[7] Âl-i İmran: 3/146.
[8] Ahzab: 33/ 21
[9] Fetih: 48/29.
[10] Hud: 11/120
[11] Enfal: 8/64
[12] Hülasatu'l Beyan Fi.Tefsiri'l Kur'an/M. Vehbi, C:5,
Sh: 1972, İst/ty
[13] Üsdü'l Gabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbnü'l Esir, C:l, Sh:
12, Beyrut/ty
[14] Sahih-i Buhari Tecrid-i Sarih Tercemesi:Zebidi/Ter: A.
Naim, C:l, Sh: 13, Ankara/1980
[15] Et-Ta'rifat/Seyyid Şerif Cürcani, Sh:132, İst/1311
[16] El-İsabe Fi Temyizi Sahabe/İbn-i Haceru'l Askalanî,
C:1, Sh:4-S, Beyrut/ty
[17] İbn Hacer, el-İsâbe,
Mısır 1328,1,8
[18] el-Bakara: 2/143
[19] Âl-i İmrân: 3/ 110
[20] et-Tevbe: 9/100
[21] el-Feth: 48/28
[22] el-Feth: 48/29
[23] Buhâri, Fedailü Ashabi'n-Nebî, 1; Müslim,
Fedâilü's-Sahabe, 210-215
[24] El- Müsned/Ahmed b. Hanbel V, 57.
[25] Hâkim en-Neysâbûrî, Ma'rifetü Ulûmi'l-Hadîs, Beyrut
1977 s. 22-24
[26] Ebû Mansûr Abdülkahir el-Bağdâdî, Usûlüddîn, 298 vd.
[27] Mekke Fethi'ne kadar Medine'ye hicret edenler
[28] Hz. Peygamber'e ve müslümanlara kucak açıp destek olan
Medineli müslümanlar
[29] b. El-Avam
[30] Fetih: 48/29
[31] Fetih: 48/ 18
[32] Ahzab: 33/23
[33] Haşr: 59/8
[34] Sahih-i Buhari, C:2, Sh:938; Sahih-i Müslim, C:4, Sh:
1969; Sünen-i Tirmızi, C:4, Sh: 500,548-549
[35] Sahih-i Buhari, C:3, Sh:1343; Sünen-i Tirmizi, C:5,
Sh:695; Sünen-i Ebu David: 4, Sh:214
[36] Es-Sünne/Ahmed b. Muhammed el-Hallal, C:2, Sh:481
[37] Sarihu's Sünne/Taberi, C:l, Sh: 23; Mecmau'z Zevaid- /Heysemi,C: 10, Sh:16.
[38] Es-Sünne/Ahmed b. Muhammed el-Hallal, C:3, Sh:515;
Hilyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Esfıya/Ebu Nuaym, C:2, Sh: 2
[39] Felak ve Nas sûreleri
[40] El- Camin Li Ahkâmi'i Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh: 296-299,
Mısır/ 1967
[41] Keşfu'l Hafa/El- Aclunî, C:l, Sh: 64-65, Beyrut/ 1351
[42] Keşfu'l Hafa/El- Aclunî, C:l, Sh: 65, Beyrut/ 1351
[43] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kandehlevî, C:l, Sh:29,
Beyrut/1995
[44] Ashâb-ı Kiram Hakkında
Müslümanların Nezih İtikadları/Ö.Nasuhi
Bilmen, Sh:186-187, İst/1975
[45] Ashâb-ı Kiram Etrafındaki Şüpheler/M. Salih Ekinci,
Sh:18, İst/1986
[46] Bakara: 2/134
[47] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (İmam Kurtubi) C: 16, Sh:
321-322, Mısır/ 1967
[48] Minhacu's Sünne,C:3, Sh:I9, Beyrut/ty
[49] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih
İtikadlan/Ö.Nasuhi Bilmen, Sh: 60, İst/1975
[50] El- İsabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbn-i Haceru'l
Askalanî, C:l, Sh: 8-9, Beyrut/ty
[51] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I,
529
[52] Münâvî, Feyzu'l-kadîr, 11, 556
[53] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî,
Mecmeu'z-zevâid, I, 172
[54] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191; Heysemî,
Mecmeu'z-zevâid, IV, 63
[55] Ashâb-ı Kiram Hakkında Müslümanların Nezih İtikadları/
Ö.Nasuhi Bilmen, Sh:43-56, İst/1975
[56] ES- Mebsut/C:12, Sh:ilO, Mısır/1324
[57] El-İsabe Fi Temyizi's Sahâbe/C:l, Sn: 7, Beyrut/ty
[58] Sözler/Said Nursî, Sh:516-521, İst/1977
[59] Tirmizi, Menakıb: 59; El- Müsned/Ahmed b. Hanbel,C:4,
Sh:87.
[60] Hizbullah/İslamî Hareket Fıkhı/Mustafa Çelik, C:2, Sh:
59-63, İst/1991.
[61] Akidetü Ehl-i Sünneti ve'i Cemaati/İmam Tahavi,Sh: 24,
Mekke/ty.
[62] Tevbe: 9/100.
[63] A'raf: 7/156.
[64] Tahrim: 66/8.
[65] Tirmizî, Menâkıb, 25; Ahmed b. Hanbel, I, 193
[66] Buharı, Menâkıbu'l Ensâr. 20
[67] Buharı, Fedâüü's-Sahabe, 30
[68] Müstedrek, Hâkim, 4/15
[69] Buhari. Zekât, TL
[70] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 1/293, Hâkim, Müstedrek
3/160.
[71] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 3/64-80. Hakim, Müstedrek
3/166, 167
[72] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3/112.
[73] Ebu Davud. Edeb, 118
[74] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/343. 10
[75] Müstedrek, Hakim, 3/595,596
[76] Ahmedb. Hanbel, Müsned, 6/36, 131, 152
[77] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 4/121, S/274
[78] Müstedrek, Hakim, 2/93, 94
[79] Buhari, Menakıbu'l Ensâr, 12. Muslini, Fedâil-i
Sahabe, 123, 125
[80] Buhari, Menakibu'l-Ensar, 12
[81] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 3/166.
[82] Ahmed b. Hanbel. Müsned. 1/169. Buhari, Menakıb
[83] Ahmed b. Hanbel, Müsned. 1/445-446
[84] Müslim, İmare, 145, I. Sa'd. Tabakat, 3/565
[85] Ahmed b. Hanbel, Müsned.
1/2, Mecma'üz-Zevaid, Heysemi, 9/293.
[86] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/346-347
[87] İbn-i Asâkir, 5/462
[88] Müslim, Cenaiz, 7
[89] Ahmed b. Hanbel. Müsned, 5/428-429
[90] Buharı, Mağazi, 9, Likak, 51
[91] Muhatü'l Mabud, Ebu Davud el-Tayalisi, 2576
[92] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/80. Müslim, Fedailü's-Sahabe,
161
[93] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37
[94] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37
[95] İbn Hacer, el-İsâbe, V, 212, İbn Abdi'l-Berr, İstiâb,
V, 535
[96] El- Müstedrek/Hakim, C-.2, Sh-.257; El-Müsned/Ahmed b.
Hanbel, C:3, Sh: 187
[97] Keşfu'l Hafa/Aclunî,
C:l,Sh:132, Beyrut/1351
[98] El- Furûk/Karafî, C:4, Sh: 1305, 242.ci farkın sonunda
Kahire/2001
[99] Hayatû's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/îbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty
[100] İbnu'1-Esir, Üsdü'l-Ğâbe II, 114.
[101] Haşr: 59/8.
[102] Muhammed: 47/ 2.
[103] Mücâdele: 58/22.
[104] Hucurat: 49/7
[105] Sarihu's Sünne/Taberi, C:l, Sh: 23; Mecmau'z
Zevaid-/Heysemi,C: 10,Sh:16
[106] Âli İmran: 3/110
[107] Keşfu'l Hafa/El-Aclunî, C:l, Sh: 396, Beyrut/1351
[108] Haşr:59/9
[109] Mecmau'z Zevaid/Heysemî, C:I0, Sh: 40
[110] El-İ'tisam/İmam-ı Şatibi, C:2, Sh: 338, Beyrut/ty
[111] İbn-i Hibban, Sahih, C:l, Sh: 166, Ş. Amavud neşri
[112] Sünen-i Daremi/Daremi/C:l, Sh:79, Beyrut/ty.
[113] Süneni İbn-i Mace (İbn-i Mace) Mukaddime: 18, Kahire/
1952
[114] Süneni Tirmizi, Fiten:7, Beyrut/ty
[115] Süneni Tirmizi, Misâl: 2, Beyrut/ty.
[116] Ahzab: 33/ 21
[117] Buharî, Bedu'l Vahy:l, İman: 41
[118] Beyhakî, Es- Sünenü'l Kübra, C:2, Sh: 345, Haydarabad/
1355
[119] Buharî, İ'tisam:20, Büyü: 60; Müslim, Akdiye: 17-18
[120] Sahihi Müslim/ Müslim, Kitabu'l Mesacid: 257, Mısır/
1956; Sünen-i Ebu Davud /Ebu Davud, Kitabu's Salat: 46, Beyrut/ ty.; Sünen-i
İbn-i Mace/İbn-i Mace, Kitabu'l Mesacid: 14, Mısır/ 1952
[121] El-Müsned/Humeydî, C:2, Sh:546, Kahire/ty
[122] Sünen-i İbn-i Mace/İbn-i Mace, Zühd:4; EI-Müsned/Ahmed
b. Hanbel, C:6, Sh: 409
[123] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan,
Sh:57-68, İst/2002
[124] Muvatta/İmam Malik, Kader: 3, El- Müstedrek/Hâkim, 1,
93
[125] Müslüman Kimliği/Prof. Dr. İsmail Lütfı Çakan, Sh: 69,
İst/2002
[126] Tahlilu's Sünne/Mustafa Çelik, Sh:231, Ankara/1999
[127] Nur: 24/51
[128] Müslümanların Gerilemesiyle Dünya Neler Kaybeti?/H.
Nedvi, Sh: 94
[129] Âl-i İmran: 3/31.
[130] Nisa: 4/65
[131] Buharî, Salat:56; Müslim, Mescid: 3-5; Ebu Davud,
Salat:24
[132] Tevbe: 9/17.
[133] Tevbe: 9/18.
[134] Cin: 72/ 18
[135] Tirmizî, İman:8
[136] Bakara: 2/114.
[137] El-Camiu Ki Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:8, Sh: Sh:257,
Mısır/1967.
[138] Es-Siyertü'n Nebiyye/İbn-i Hişam, C:4, Sh; 173-174
[139] Tevbe: 9/107
[140] Tevbe: 9/108
[141] Tevbe: 9/109
[142] Tevbe: 9/110
[143] İslam Tarihi/M. Âsim Köksal, C:9, Sh:251-256
[144] Nazmu'l Mutenâsire Minel Hadisi'l Mütevatire/Kettanî,
Sh: 89, Beyrut/1983
[145] Uyunu'l Ahbar/İbn-i Kuteybe, C:2, îh:235,
Kahire/1973;El-Ikdu'l Ferid/İbn-i Abdirrabihi, C:2, Sh:132, Beyrut/ty
[146] Tevbe: 9/ 124
[147] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:4, Sh: 271
[148] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:53-54,
Mısır/1967
[149] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an/Kurtubî, C:l Sh:39-41,
Mısır/1967
[150] Buharı, Fedailu'l Kur'an:34
[151] el- Hilyetü'l Evliya/İsfehani: 1/342, Kahire/1375
[152] Tirmizî, Sebavu'l Kur'an: 18
[153] Et-Terâtibu'l İdâriyye/Kettânî, C:2, Sh:197
[154] Siyeru A'lâmi'n Nübelâ/Zehebî, C:8, Sh: 390
[155] Tirmizî, Tefsir: 3.
[156] Sieyr-i Kebir/İmam Muhammed/Şerh: Serahsi, Ter: M.
Said Şimşek, C:l, Sh: 38, İst/1980
[157] Tevbe: 9/ 86.
[158] Tevbe: 9/ 87.
[159] Tevbe: 9/88.
[160] Tevbe: 9/89.
[161] Sünen-i İbn-i Mace, Zühd: 4
[162] Nahl: 16/44
[163] Hayırlı işlere mal sarfedin
[164] Müzemmil: 73/20
[165] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:8, Sh:5444,
İst/1971
[166] Vahiy Kültürü/Ruhi Özcan, Sh:95, İ-t/1996
[167] İbn-i Kesir, Tefsiru'l Kur'ani'l Azim, C:3, Sh: 414;
Allame Alûsî, Ruhu'l Meani, C:l, Sh: 5
[168] Kurtubî, el- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an, C:l, Sh:35;
Zerkeşi, el- Burhan Fi Kur'an, C:2, Sh;157, Beyrut/1972
[169] Zehebi, et- Tefsir ve'l Müfessirun, C:l, Sh-38
Kahşre/1989.
[170] Hilyetü'l Evliya /Ebû Nuaym el- İsfehanî, C:2, Sh:134,
Kahire/1375.
[171] et-Tevbe: 9/40.
[172] İbn Haldun, Mukaddime, 206.
[173] Begavi; İbn-i Asakir; Müntehab:4/346.
[174] el-Alâk: 96/l.
[175] Tabakatü't Kübra/ İbn-i Sa'd, C:2, Sh: 334-335.
[176] Tarihu'l Hulefa: 41-44.
[177] El- Bidaye: 3/94-95.
[178] El- İsabe Fi Ma'rifeti Sahabe: 4/447 ; El-Bidaye: 3/30.
[179] İbn Hişâm, es-Sire, II, 485.
[180] en-Nisâ: 4/69.
[181] İsrâ: 17/80.
[182] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:403-404,
İst/1981.
[183] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 86, Beyrut/ty.
[184] Sünen-i Ebu Davud/Ebu Davud, Cihad: 87, Beyrut/ty.
[185] et-Tevbe: 104/40.
[186] Mücâdele: 58/22.
[187] Âli İmrân: 3/144.
[188] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III,
197,198.
[189] Taberî, Târih, III, 207.
[190] Taberî, a.g.e., IV, 236.
[191] Taberi, III, 220.
[192] İbn Teymiye, Minhâc'üs-Sünne, III, 230.
[193] İbn Hişâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III,
203.
[194] Fıkhu'l Evleviyyat/Yususf El- Kardavi, Sh: 24, Beyrut/2001
[195] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l
Ef’al: 5/314; Beyhakî: 6/ 305; İbn-i Asakir: 1/117
[196] Ebû Dâvud, Hadis no: 4652
[197] Tirmîzi, Menakib, Hadis no, 3662
[198] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akval ve'l Ef’al: 2/295-296;
Beyhakî: 9/ 85.
[199] Nur: 24/55.
[200] Kenzu'l Ummal ,Fi Süneni'l Ekval ve'l Ef’al: 3/142.
[201] Mektubat/Said Nursi, Sh: 410, İst/1976.
[202] Tabakat-i İbn Sa'd, VI, 130 vd.; İbnu'l-Esir, II, 115
vd.
[203] İbnü'l Esir, el-Kâmil fi't-Târih, II, 419-420.
[204] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985
[205] Leyl: 92/18-21
[206] Tefhimu'l Kur'an/Mevdudi, C:7, Sh: 149, İst/1.976
[207] Buhâri, Fedâilü'l-Ashâbi'n-Nebî, 3.
[208] Taberî, IV, 1845; İbn Sa'd, III, 183
[209] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2, Sh:385, İst/1991
[210] Hîlyetü'l Evliya ve Tabakatü'l Asfiya/Ebu Nuaym El-Isfehani:l/37,
Kahire/1375
[211] Kavlî Fi'l Mer'eti/Şeyhulislam Mustafa Sabri, Sh:79,
Beyrut/1993
[212] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:384, İst/1991
[213] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:384-387, İst/1991
[214] İhyau Ulûmi'd Din/İmam Gazali/TenAhmed Serdaroglu,
C:2, Sh:238-239, İst/1973.
[215] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:384-387, İst/1991.
[216] İbnül-Esîr, Üsdül-gâbe, Kahire 1970, IV,146.
[217] bk. a.g.e., 145.
[218] H. İbrahim Hasan, Tarihul-İslâm, Mısır 1979,1, 210.
[219] Suyûtî, Tarihul-Hulefa, Beyrut 1986, 123; Üsdül-gâbe,
IV, 146.
[220] Buhari, 1/545-546.
[221] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:87, İst/1991.
[222] İbn Sa'd, Tabakatu'l Kübra, II, 268-269; Üsdül-gâbe,
IV, 148-149; Suyûtî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 124 vd.
[223] İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyizi's-Sahabe,
Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125.
[224] İbnul-Hacer el-Askalânî, el-isâbe fi Temyîzi1
s-Sahabe, Bağdat t.y., II, 518; İbn Sa'd, aynı yer; Suyûtî, a.g.e., 125; İbn-i
İshak; islam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal.
[225] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:85-86, İst/1991.
[226] Suyûtî, a.g.e., 129.
[227] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:284-285,
İst/1983.
[228] Suyütî, a.g.e., 130; İbn-i Sa'd, Tabakat: Cl, Sh:
225-226.
[229] İbn Sa'd, aynı yer; Üsdül-gâbe, IV, 153.
[230] Üsdül-gâbe, IV, 151.
[231] Tabakalü'l Kübra/İbn-i Sa'd, C:2, Sh: 336; İstiâb/İbn-i
Abdi Berr, C:3, Sh: 1149-1150.
[232] Tabakatü'l Kübra/İbn-'i Sa'd, C:2, Sh: 336.
[233] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (imam Kurtubi) C: 16, Sh:
277-278, Mısır/ 1967.
[234] Üsdül-gâbe, IV, 168-199; İbn Sad, a.g.e., III, 274
vd.; Suyûtî a.g.e., 92-94.
[235] İslam Tarihi/Mekke Dönemi/M. Asım Köksal, Sh:282,
İst/1981.
[236] Yahudileşme Tehlikesi/Mustafa Çelik, Sh:l60, İst/2001.
[237] Şibli Numanî, Bütün yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet
idaresi, Tere. Talip Yaşar Alp, İstanbul t.y., I, 285-286.
[238] Mustafa Fayda, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi,
İstanbul 1986,11, 176-177.
[239] Ahmed en-Nedvi, Asr-ı Saadet, Tere. Ali Genceli,
İstanbul 1985, I, 317.
[240] Hassan Hallâk, Dirâsât fî Tarihü-Hadâretil-İslamiye,
Beyrut 1979, 13-15.
[241] El-Kâmil Fit Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:l-75, İst/1991; Hz. Ömer /Elhac
Mahmud Sami, Sh: 102-103, İst/1978
[242] Çehar Vâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:149-150, İst/1976.
[243] İhyau Ulûmi'd Din/İmam
Gazali/Ter:Ahmed Serdaroğlu, C:2, Sh:248,
İst/1973.
[244] Tarihu'l Umem ve Mulûk/Taberi, C:5, Sh:18, Mısır/ty
[245] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetül Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el-Başa, Beyrut/ty.
[246] Muhammed Revvâs Kal'acı, Mevsuatu Fıkhî Ömer b.
el-Hattab, 1981, S; Bu kitabta Hz. Ömer'in Fıkhî içtihadları bir araya
toplanarak ansiklopedik bir tarzda tasnif edilmiştir.
[247] Suyutî, a.g.e., 123.
[248] H.İ.Hasan, İslâm Tarihi, İstanbul 1985, 1,319.
[249] El- Cami-u Li Ahkâmi'l Kur'an/İmam Kurtubî, C:l,
Sh:40, Kahire/1967.
[250] Nisa :4/ 60.
[251] Bakara: 2/256.
[252] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:2, Sh:
1383-1384, İst/1971.
[253] Asrı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 240-24İ,
İst/1967.
[254] Nisa: 4/58.
[255] Nisa: 4/ 60 Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C:2,
Sh:1378-1379, İst/1971.
[256] Asr-i Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh:
235, İst/1967.
[257] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:i, Sh:
257, İst/1967.
[258] Nisa: 4/20.
[259] El- Camiu Li Ahkâmi'l Kur'an (imam Kurtubi) C: 5,
Sh:99, Mısır/1967.
[260] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Ali Genceli,C:l, Sh:
235, îst/1967.
[261] Asr-ı Saadet/Ahmed Nedvi,Ter: Aü GenceIi,C:l, Sh: 251,
îst/1967.
[262] Kenzu'l Ummal Fi Süneni Akva! ve'l Ef al/Muttaki el- Hindi, C:12,
Sh:660-661, Beyrut/ 1985.
[263] Tâhâ: 20/132.
[264] Şiblî, a.g.e., II, 373.
[265] Şiblî, a.g.e., I, 384-385.
[266] Buhari, surût, 19
[267] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, 22.
[268] Suyûtî, a.g.e., 133.
[269] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe, II.
[270] Üsdül-gâbe, IV, 151; Suyutî, 132.
[271] Suyûtî, aynı yer.
[272] Müslim, Fedâilüs-Sahabe, II.
[273] Müşkilu'l Asar/ İmam Tahavî, C:l, Sh:13, Beyrut/1333.
[274] Fetih: 48/ 18
[275] Hak Dini Kur'an Dili/M. Hamdi Yazır, C: 6, Sh: 4424,
İst/1971.
[276] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:493, İst/1991.
[277] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:115-116, İst/1976.
[278] Yani benimde ismim münafıkların listesinde var mıdır?
[279] Umdetü'l Kari Şerhu Sahih-i Bııhari/Bedreddin el-Ayn
C:l, Sh:222, Beyrut/ty.
[280] Keşfü'l Hafa/El- Aclunî, C:2, Sh:380-381;Çehar Yâr-ı
Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed Emre, Sh: 124, İst/1976; E!- Kâmil
Fi't TarihTercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:49, İst/1991.
[281] Örnek Halifeler Dönemi/İhsan Süreyya Sırma, Sh: 92-93,
İst/1994.
[282] ÇeharYâr-ıGüzin/ŞemsüddinAhmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:128, İst/1976.
[283] Tur: 52/7-8.
[284] El- Kâmil Fi't Tarih Tereümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:64-66, İst/1991.
[285] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:156, İst/1976.
[286] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:59-60, İst/1991.
[287] El- Kâmil Fi'ı Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:60-62, İst/1991.
[288] Muhtasar-i İbn-i Kesir, C:3, Sh: 355.
[289] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh: 160-.162, k/1976.
[290] Asr-ı Saadet/Ahmed
Nedvi.Ter: Ali Genceli,C:l, Sh: 261-262, İst/1967.
[291] Çehar Yâr-ı Güzin/Şerasüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh: 151, İst/1976.
[292] Sünen-i Daremi/Darîmi/C:l, Sh:79, Beyrut/ty.
[293] Fethu'l Bari Şerhu Sahih-i Buhari/İbn-i Hacerü'l
Askalanî, C: 12, Sh:129, Beyrut/ 1406.
[294] Minhacü's Sünne/İbn-i Teymiyye, C:2, Sh: 86,
Beyrut/ty.
[295] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:58,
İst/1991.