Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Bu Üniteyi Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız
Beklenmektedir
Hz. Salım Mevla Ebu Huzeyfe (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Ebu Bekir (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Huzafe (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Mes'ud (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Selam (R.Anh)
Hz. Abdullah Bin Ümm-İ Mektûm (R.Anh)
Baba Adı:
Affan b. Ebil As.
Anne Adı:
Erva binti Kureyz b. Rebia, b. Habib, b. Abdi Şems, b. Abdimenaf, b. Kussay
(Ninesi Ümmü Hakim Beyza binti Abdülmuttalip'dir. Hz. Osman'nın annesi,
Rasûlüllah (sav)'in halasının kızıdır.)
Doğum Tarihi ve Yeri: Takriben Fîl vakasından 6 yıl sonra Miladi 577. yılda
Mekke'de doğmuştur.
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicretin 35. yılında, Miladî 17 Haziran 656, Zilhicce'nin 18. Cuma
günü 80 yaşlarında Medine'de şehit edilmiştir. 12 sene halifelik yapmıştır.
Medine'de Kabri Cennetü'k Bâkî'dedir.
Fiziki Yapısı:
Orta boylu, zayıf bedenli, esmer tenli, ince derili, güzel yüzlü, büyük uzun
beyaz sakallı, çok saçlı, omuz başları yüksek, omuzları açık, elmacıklarında
çiçek izleri, noktaları vardı. İnce burunlu, burnunun ucu büyük ve yüksekti,
başının tepesi açık saçsızdı, saçları iki yana sarkık, kulaklarını aşar
omuzlarına inerdi. Dişleri altın kaplama idi.
Eşi: 8
Hanımla evlenmişti.
1. Remle
binti Şeybe bin Rebia,
2. Rukeyye
binti Rasûlüllah,
3. Ümmü
Gülsüm binti Rasûlüllah,
4. Fahita
binti Gavzan,
5. Anbese
Fâtıma binti Velid b. Muğire,
6. Ümmül
Benin binti Uyeyne el Fezari,
7. Ümmü Amr
binti Cündeb.
8. Naile
binti Ferase el- Kelbi.
Oğulları: 9
oğlu vardur. Bunlar:
1. Abdullah,
2. Küçük
Abdullah,
3. Ömer, 4. Halid,
5. Eban,
6. Velid,
7. Said,
8. Abdülmelik,
9. Utbe.
Bunların meşhur olanı Eban bin Osman'dır.
Kızları: 7
kızı vardır.
1. Meryem,
2. Ümmü
Sa'd,
3. Ayşe,
4. Ümmü
Eban,
5. Ümmü Amr,
6. Ümmül
Benin,
7. Küçük Meryem
Gazveleri:
Uhud, Hendek savaşları ve sonraki birçok seferlere iştirak etmiştir..
Hicreti: 1.
ve 2. Habeşistan, Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti: Evs bin Sabit..
Kabilesi:
Osman b. Affan b. Ebil As, b. Ümeyye, b. Abdi Şems, b. Abdi Menaf, b. Kusayy,
b. Kilab, b. Mürre, b. Ka'b, b. Lüey, b. Galib, b. Fihr, b. Malik, b. Nadir, b.
Kinane.
Lakabı/Künyesi:
Ebû Abdullah, Zinnureyn, İbn-i Affan, Ebû Amr.
Kiminle Akrabalığı: Rasûlüllah (sav)'in damadıdır.
Hz. Osman (R.a.)
hayanın ve hilmin sembolüdür. Rasûlüllah (sav)'ın dâva arkadışıdır. Osman b.
Affân b. EbiS-As b. Ümeyye b. Abdi'ş-Şems b. Abdi Menaf el-Kureşî el-Emevî;
Raşid Halifelerin üçüncüsü. Umeyyeoğulları ailesine mensup olup, nesebi beşinci
ceddi olan Abdi Menaf ta Rasûlüllah
(sav) ile birleşmektedir.
Fil olayından altı
sene sonra Mekke'de doğmuştur. Annesi, Erva binti Küreyz b. Rebia b. Habib b.
Abdi Şems'tir. Büyükannesi ise Rasûlüllah (sav)'m halası Abdülmuttalib'in kızı
Beyda'dır. Künyesi, "Ebû Abdullah'tır. Ona, "Ebu Amr" ve
"Ebu Leyla" da denilirdi.[1]
Rasûlüllah (sav)
risaletle görevlendirildiğinde Osman (r.a) otuz dört yaşlarındaydı. O, ilk iman
edenler arasındadır. Ebû Bekir (r.a), güvendiği kimseleri İslama davette yoğun
gayret göstermekteydi. Onun bu çalışmaları neticesinde, Abdurrahman b. Avf,
Sa'd b. Ebi Vakkas, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah ve Osman b. Affân iman
etmişlerdi. Hz. Osman, cahiliyye döneminde de Hz. Ebû Bekir'in samimi bir
arkadaşı idi.[2]
Hz. Osman, iman ettiği
zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve
eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (R.a)
ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu
serbest bırakmıştı.[3] Peşinden o, Rasûlüllah
(sav)'ın kızı Rukiyye ile evlenmişti. Bazı tarihçiler bu evliliğin Peygamber'in
risaletle görevlendirilmesinden önce olduğunu kaydederler. [4]
Mekkî toplumlarda inanç hürriyeti olmaz.
İnanç sahibi muvahhidlerin bedel ödemeleri gerekir. Müşrik ve münkirlerin
işkence ve baskılarına aldırmadan imanın emniyetinde kalarak direnmek, mekkî
toplumlarda müslüman olmanın bedelidir. Hz. Osman (R.a.) bu bedeli ödeyenlerdendir.
Mekkî toplumlarda
hicretin gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü hicret; kaçış değil, İslâm'ı
Allah'ın muradına uygun yaşayabilmek için emniyetli mekân arayışıdır. Mekkelt
müşriklerin iman edenlere yönelttikleri baskı ve işkenceler yoğunlaşıp
çekilmez bir hal alınca, Rasûlüllah (sav), ashabına Habeşistan'a hicret
etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu.
İslam'ı Allah'ın
muradına göre yaşamaya çalışan müsliimanlar için Daru'l İslâm'a hicret etmenin
mümkün olmadığı veya hicret edilecek Daru 7 İslâm 'in bulunmadığı bir zaman
diliminde Daru 7 Eman 'a hicret ederler.
Habeşistan'a hicret için Rasûlüllah (sav) tarafından müslümanlora verilen
nebevi izin bunun açık delilidir. Dam 7 Eman; müslümanların dinlerine göre bir
hayat yaşama imkânına kavuştukları yani İslâm'ı yaşamaktan dolayı korku ve
kuşku duymadıkları her beldenin adıdır. İşte Hz. Osman (R.a) de Daru'l Eman'a
ilk hicret edenler arasındadır. Hz. Osman (R.a.)'ın Habeşistan'a ilk hicret
edenler arasında olduğu hakkında kaynaklar ittifak halindedirler. İbn Hacer
birçok sahabeye dayandırarak Hz. Osman(R.a.)'ın, eşi Rukiyye ile birlikte
Habeşistan'a hicret eden ilk kimse olduğunu kaydetmektedir.[5]
Mekkeiilerin iman ettiklerine dair yanlış bir haberin Habeşistan'a ulaşmasıyla
birlikte muhacirlerden bir bölümü Mekke'ye geri dönmüştü. Hz. Osman (R.a.) da
geri dönenler arasındaydı. Ancak onlar kendilerine ulaşan haberin asılsız
olduğuna şahit olduklarında tekrar Habeşistan'a gitmek için yola çıktılar. Hz.
Osman(R.a.), hareket etmeden önce Rasûlüllah (sav)'e şöyle demişti:
"Ya Rasûlüllah!
Bir defa hicret ettik. Bu Necaşi'ye ikinci hicretimiz oluyor. Ancak siz
bizimle değilsiniz". Rasûlüllah (sav) ona;
"Siz Allah'a ve bana hicret edenlersiniz. Bu iki
hicretin tamamı sizindir"
karşılığını vermişti. Bunun üzerine o;
"Bu bize yeter ya
Rasûlüllah" dedi.[6]
Allah yolunda muhacir
olmak, büyük bir şereftir. Hz. Osman (R.a), ikinci olarak hicret ettiği
Habeşistan'da bir müddet kaldıktan sonra Mekke'ye geri döndü. Rasûlüllah (sav),
Medine'ye hicret etmekle emrolunduğunda, Hz.Osman (R.a.) diğer müslümanlarla
birlikte Medine'ye hicret etti. O, Medine'ye ulaştığı zaman Hassan b. Sabit'in
kardeşi Evs b. Sabit'e konuk olmuştu. Bundan dolayı Hassan, onu çok severdi. [7]
Hz. Osman (R.a.)
genelde bütün insanlığa, özelde ise müslümanlara faydalı olan bir kimsedir. Bir
yahudinin mülkiyetinde olan Rume kuyusunu yirmi bin dirheme satın alarak bütün
müslümanların istifadesine sunmuştu. Bu kuyunun müslümanlar için ne kadar önemli
olduğu Rasûlüllah (sav)'in şu sözünden anlaşılmaktadır:
"Rume kuyusunu kim açarsa, ona Cennet vardır.”[8]
Ashâb-ı Kiram,
cennetlik işler yapan kimselerdir. Onlar biliyorlardı ki, "cennet ucuz
değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.”
Hz.Osman, hanımı Rukiyye
ağır hasta olduğu için, Rasülüllah (sav)'in izniyle Bedir savaşından geri
kalmıştı. Rukiyye ordu Bedir'de bulunduğu esnada vefat etmiş, müslümanların
zaferinin müjdesi Medine'ye ulaştığı gün toprağa verilmişti. Fiili olarak
Bedir'de bulunmamış olmakla birlikte Rasûlüllah (sav) onu Bedir'e katılanlardan
saymış ve ganimetten ona da pay ayırmıştı.[9] Meşru
mazeretlerinden dolayı cihad seferine katılma imkânını bulamayan müslümanlar,
cihada gidip savaşan mücahidlerden sayılırlar.
Hz. Osman (R.a.),
ehl-i cihaddır. Çünkü Hz. Osman (R.a.) Bedir savaşı hariç, müşriklerle ve İslâm
düşmanlarıyla yapılan bütün savaşlara katılmıştır.
Rukiyye'nin vefat
edişinden sonra Rasûlüllah (sav), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile
evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Rasûlüllah
(sav) şöyle buyurmuştu:
"Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden
hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim"
demişti. (Üsdül-Gâbe, aynı yer) Rasûlüllah (sav)'in takdirine mahzar olmak,
saadet ve fazilete mazhar olmaktır. Bu şerefe Hz. Osman (R.a.) nail olmuştur.
Rasûlüllah (sav)'in
iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nûr sahibi anlamında,
"Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan
seferlerinde Rasûlüllah (sav), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır.[10]
Hz. Osman (R.a.)'ın
Habeşistan'a hicreti esnasında Hz. Rukiyye'den doğan Abdullah adındaki oğlu,
Medine'ye hicretin dördüncü yılında bir horozun yüzünü gözünü tırmalaması
sonucunda hastalanarak vefat etti. Abdullah, vefat ettiğinde altı yaşında idi. [11]
Hicretin altıncı
yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman
da onların arasındaydı. Ancak, putperest Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye
sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargah kuran Rasûlüllah
(sav), müşriklerle .münasebet kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak
olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Rasûlüllah (sav), bu iş için Hz. Ömer'i
görevlendirmek istemiş, ancak Hz. Ömer, bir takım geçerli sebepler ileri
sürerek Hz. Osman'ın daha uygun olduğunu söylemişti. Bunun üzerine Rasûlüllah
(sav), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hiraş b.
Umeyye el-Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi. [12]
Müşriklerin hırçın
davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Rasûlüllah (sav),
Hz. Osman (R.a)'a şöyle dedi:
"Git ve Kureyş'e haber ver ki, biz buraya hiç
kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i ziyaret ve onun haremliğine
saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip
döneceğiz." Hz. Osman (R.a),
Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar;
"Bu asla olmaz,
Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm
karargahına Osman (R.a)'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün
gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Rasûlüllah (sav),
yanındaki bütün müslümanlan, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere,
bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey'ati aşamada
Rasûlüllah (sav) sol elini sağ elinin üzerine koyarak,
"Osman Allah'ın ve Resulünün işi için
gitmiştir" dedi ve onun adma da
bey'at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu
tercih etmişlerdi. [13]
Müslüman olarak düşmanlarımız tarafından doğru anlaşılıp reddedilmemiz,
dostlarımız tarafından yanlış anlaşılıp desteklenmemizden daha hayırldır!
Hz. Osman (R.a.) müjde
insanıdır. Çünkü Hz. Osman (R.a.), bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla
görüşmüş ve onları İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli
etmişti. [14] Müşrikler, Hz. Osman
(R.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlüllah
(sav) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti.
Hudeybiye'de bulunan sahabeler ise Rasûlüllah (sav)’e
“Osman Beytullah'a
kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Rasûlüllah (sav);
"Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf
etmez." buyurmuştur.[15]
Allah yolunda sadakat,
samimiyet iktidarının vazgeçilmezidir. Düşmanla karşılaştıklarında dava arkadaşlarını
satanlar, Ashâb-ı Kirâm'ın yolunda sayılmazlar. Münkir ve müşriklerin
tehditleri, vaadettikleri, Hz. Osman (R.a.)'ı Rasûlüllah (sav)'den ayırmaya
yetmemiştir.
Onlar Hz. Osman
(R.a.)'a:
"Sen, Kabe'yi
tavaf etmek istiyorsan, tavaf edebilirsin" dediler. Bunun üzerine Hz.
Osman (R.a.):
"Peygamber (sav)
Kabe'yi tavaf etmedikçe ben asla tavaf etmem" dedi. [16] İşte
bu dâva adamının önderine ve dâva arkadaşlarına sadakatinin emsalsiz örneğididr.
Hz. Osman (r.a.),
Medine dönemi boyunca sürekli Rasûlüllah (sav) ile birlikte olmaya gayret
gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslama ve müslümanlara
herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine
sefere çıkan orduların teçhiz edilmesinde aşın derecede cömert davrandığı
görülmektedir. Tarihçiler onun "Ceyş'ul-Usra" (Zorluklar Ordusu) diye
adlandırılan Tebük seferine çıkacak ordunun teçhiz edilmesine yaptığı katkıyı
övgüyle zikretmektedirler. O, bu ordunun yaklaşık üçte birini tek başına
teçhiz etmiştir. Asker sayısının otuz bin kişi olduğu göz önüne alınırsa bu
meblağın büyüklüğü rahatça anlaşılır. Hz. Osman (R.a.)'ın Tebük seferinde
yaptığı yardımın dökümü şöyledir: Gerekli takımlarıyla birlikte dokuz yüz elli
deve ve yüz at, bunların süvarilerinin teçhizatı, on bin dinar nakit para.[17] Onun
bu davranışından çok memnun olan Rasûlüllah (sav);
"Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı
ol” [18]
diyerek duada bulunmuştur. Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Rasûlüllah
(sav)'in yanındaydı. Rasûlüllah (sav) müslümanları ilgilendiren bir çok
meselede Osman (r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir. [19]
Duruma bakılırsa, Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in mali müşaviridir. Allah
yolunda her hizmet herkesle konuşulmaz. Allah yolunda her mü'minin fikiriyle,
eliyle, diliyle, servetiyle, bedeniyle yapabileceği hizmetler vardır. Allah
yolunda zengin müslümanların görevlerinden birisi de, Allah yolunda cihad edenleri
teçhizatını tedarik etmektir. Yani mücahidlerin ihtiyaçlarını gidermektir.
"Allah yolundaki mücahidlerin Osmanı" olmak, başlı başına bir
misyondur. Allah yolunda cihad edecek mücahidlerin ihtiyaçlarını gidermek için
helalinden mal kazanan kaç zenginimiz var? Zengin müslümanlar, Hz. Osman (R.a.)
aynasında kendilerini gözden geçirmelidirler. Aksi halde dünyevileşme
tehlikesinin içine düşmekten kurtulamazlar.
Hz. Ebû Bekir (R.a)
halife seçilince Osman (R.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (R.a) halifeliği
boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu. Ebû Bekir (R.a)'ın
vefatından önce yazdırdığı Hz. Ömer'in Halife
atanmasına dair belgeyi Osman (R.a) kaleme almıştır. Hz. Ebü Bekir, Osman
(R.a)'ın yazdıklarını ona tekrar okutturduktan sonra mühürletmişti. Osman
(R.a), yanında Ömer (R.a) ve yanında Useyd İbn Saîd el-Kurazî olduğu halde
dışarı çıkmış ve oradakilere
"Bu kağıtta adı
yazılan kimseye bey'at ediyor musunuz" diye sormuştu. Onlar da
"Evet"
diyerek bunu kabul etmişlerdi.[20]
Halife Hz. Ömer (R.a),
yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan
bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman
b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (R.anhum) idiler. Yapıian
görüşmeler neticesinde, şûra üyelerinden dördü feragat edince görüşmeler Hz. Osman'la
Hz. Ali üzerinde devam etti. Şura başkanı Abdurrahman İbn Avf (R.a.), geniş bir
kamu oyu yoklaması yaptıktan sonra müslümanların bu iki kişiden birisinin
halife seçilmesi üzerinde mutabık olduklarını gördü. Hz. Ali (R.a)'i çağırarak
ona; Allah'ın Kitabı, Rasûlünün Sünneti ve Ebû Bekir ve Ömer'in uygulamalarına
tabi olarak hareket edip etmeyeceğini sordu. O, Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün
Sünnetine tam olarak uyacağı, ancak bunun dışında kendi içtihadına göre
davranacağı cevabını verdi. Aynı soruyu Osman (R.a)'a yönelttiğinde o, bunu
kabul etmişti. Bunun üzerine Abdurrahman İbn Avf, Osman (R.a)'ı halife atadığını
ilan ederek ona bey'at etti.[21]
Hz. Osman (R.a.)'a
ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (R.a) olmuştur. Peşinden de bütün
müslümanlar ona bey'at ettiler. [22]
Osman (R.a)'ın hilâfete geçişi Hicri yirmi üç senesi Zilhicce ayının sonlarında
olmuştur. Hz. Osman (R.a), devlet idaresini devraldığı zaman İslâm fetihleri
hızlı bir şekilde devam ediyordu. Hz. Ömer (R.a) devrinde Suriye, Filistin,
Mısır ve İran, İslâm topraklarına katılmıştı. Hz. Ömer (r.a)'ın güçlü idaresi,
fethedilen bölgelerde otorite ve düzenin sağlam bir şekilde yerleşmesini
sağlamıştı. Hz. Osman (R.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini
aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı
fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu
yeniden tesis etmiştir.
İslâm coğrafyasını
genişletmek, yeni yüreklere İslâm'ı ulaştırmakla mümkündür. Yani yüreklerin
fethinden ülkelerin fethine geçiş yapmak, İslâm coğrafyasını genişletmektir.
Hz. Osman (R.a.) bunu yapmıştır. Hz. Osman (r.a), hilâfeti devraldığı zaman
idari kadrolarda yavaş yavaş bazı değişiklikler yapma yoluna gitti. Ancak, Ömer
(R.a)'in vasiyetine uyarak bir sene müddetle onun valilerini yerlerinde
bıraktı. İlk önce Küfe valisi Muğire b. Şu'be'yi azlederek yerine Sa'd b. Ebi
Vakkas'ı atadı. Sa'd, Osman (R.a)'ın yönetime geçtikten sonra atadığı ilk
validir. [23] Mısırlılarca sevilen bir
kimse olan Amr b. el-As'ın Mısır valiliğinden alınması ve yerine, Abdullah b.
Sa'd b. Ebi Serh'in tayin edilmesi bazı karışıklıkların çıkmasına sebep
olmuştu. İskenderiye halkı Bizans İmparatoru Heraklious'a mektup yazarak kendilerini
müslümanların elinden kurtarmasını istediler. Ayrıca, müslümanların karşı
koyacak kadar askerlerinin olmadığını da bildirdiler.
Bunun üzerine Bizans
İmparatoru, Manuel komutasında kalabalık bir orduyu İskenderiye'ye gönderip
burayı işgal etti. Bizanslılardan çekinen Kıpti halk, Hz. Osman'dan duruma
müdahale etmesini istediğinde o, Amr b. el-As'ı Mısır'a geri gönderdi. Amr,
yaptığı savaşta, Manuel'i öldürerek düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattı ve
İskenderiye şehrini çevreleyen sur'u yıktı.[24]
Çözümsüz kalan ve müslümanların parçalanmasına sebeb olan ihtilaflar, düşmanın
saldırısına davetiye çıkarırlar. Ancak müslümanların arasındaki ihtilafların
ittifaka dönüştürülmesi, düşmana hezimet, müslümanlara zafer getirir. Aynı yıl
içerisinde anlaşmalarını bozan Rey üzerine, Sa'd b. Ebi Vakkas bir sefer
düzenlemiş; ayrıca, Deylem üzerine yürümüştür. Sa'd b. Ebi Vakkas,
Beytül-Maldan borç olarak aldığı parayı geri ödemekte sıkışınca Osman (R.a),
onu azlederek yerine anne bir kardeşi Velid b. Ukbe'yi Küfe valiliğine getirdi.
[25]
Velid, beş sene Küfe
valiliğinde bulunmuştur. Velid, bir sabah, namazı sarhoş olduğundan dolayı dört
rekat kıldırmıştı. Hatırlatılması üzerine "sizin için arttırıyorum"
demişti. Bunu duyan Hz. Osman (R.a.), ona tazir cezası vererek bunun
uygulanmasını Hz. Ali'den istemişti. Hz. Ali de Abdullah b. Cafer'e onu
kırbaçlattırmiştı. Bu olay üzerine Hz. Osman onu azlederek yerine Saîd b. el-As
b. Umeyye'yi atadı. [26]
Suyûtî, Hz. Osman'ın,
ilk olarak Velid'i, Sa'd'm yerine vali yapması yüzünden kınandığını
söylemektedir. [27] Velid, Küfe valisi olunca,
Azerbaycan komutanı Utbe b. Ferkat'ı görevinden aldı. Bunun üzerine
Azerbeycan halkı isyan ettiler. Velid,
Azerbeycan üzerine yürüyerek burayı itaat altına aldıktan sonra Ermenistan
(Tiflis) tarafına yöneldi ve andlaşmaiar yaparak ganimetlerle geri döndü. Bu
arada Bizansla yapılan mücadele devam etmekteydi. Hz.Muaviye (R.a.), Antalya ve
Tarsus taraflarına akınlar düzenliyordu. Öte taraftan, Amr b. el-As'a Kuzey
Afrika'yı ele geçirmek için emirler gönderen Osman (R.a), Sicistan Valisi,
Abdullah b. Amr'a Kabil'e yürümesi talimatını veriyordu. [28]
Hicri yirmi altıda,
Mescid-i Haram'ın genişletilmesi çalışmalarına tanık olunmaktadır. Mescid-i
Haram'ın çevresindeki arsalar satın alınarak geniş bir alan elde edilmişti. Hz.
Osman (R.a), Hicri yirmi yedinci yılda Mısır Valisi Amr b. el-As'i azlederek
yerine Abdullah İbn Sa'd b. Ebi Serh'i getirdi. O, Kuzey Afrika'nın fethinin
tamamlanması düşün-cesindeydi. Bunun için Osman (R.a), Ashabın ileri
gelenleriyle istişare ettikten sonra, ona izin verdi ve içinde çok sayıda
sahabenin de bulunduğu bir orduyu takviye olarak ona gönderdi. [29]
Abdullah b. Nafî b. Abdulkays ve Abdullah b. Nafi b. Husayn komutasındaki
kuvvetler, İbn Ebi Şerh ile birleşerek Mısır'dan batıya doğru harekete
geçtiler. Trablus'tan Tanca'ya kadar olan bölgenin hakimi ve Bizans İmparatorunun
valisi, İslam ordusunun topraklarına doğru ilerlediği haberini aîmca, yirmi
bini süvari olmak üzere, yüz bin kişilik bir ordu hazırlayarak tedbirler aldı.
Krallık merkezi olan Subaytala'ya yirmi dört saatlik bir mesafede iki ordu
karşı karşıya geldi. İbn Ebi Serh'in, müslüman olmak veya cizyeyi kabul etmek
teklifi reddedilince çatışma başladı. Bu arada, ordunun Medine ile olan
haberleşmesi kesilmişti.
Hz. Osman bağlantı
kurabilmek için Abdullah İbn Zübeyr'i bir askeri birlikle Afrika'ya gönderdi.
Günlerce süren savaş, Abdullah İbn Zübeyr'in önerdiği taktikle kısa zamanda
büyük bir zaferle sonuçlandı. Müslümanların eline geçen ganimet oldukça
büyüktü. Süvarilere üçer bin dinar ve yayalara ise biner dinar hisse düşmüştü. [30]
İslâm ordularının
önündeki bu engel kaldırıldıktan sonra Hz. Osman (R.a.), Abdullah b. Nafî b.
Husayn ve Abdullah b. Nafi b. Abdulkays'a hiç vakit kaybetmeden Cebelu't-Tank'ı
geçerek Endelüs'e girmeleri emrini verdi. Hz. Osman'ın, ordunun Endelüs'e
geçişini istemesi, İstanbul'un batı yönünden
sıkıştırılarak fethinin kolaylaştırılması düşüncesinden kaynaklanıyordu. O,
komutanlarına şöyle diyordu: "İstanbul ancak Endülüs tarafından
fethedilebilir. Eğer orayı fethederseniz, İstanbul'u fethedenlerin ecrine ortak
olacaksınız.” [31]
Böylece Hz. Osman
zamanında, Kuzey Afrikadaki fetihler tamamlanmış, İslâm'ın karşısındaki en
büyük güç olan Bizans'ın batıdan sıkıştırılması planlan uygulamaya
konulmuştur. Öte taraftan Muaviye b. "Ebi Süfyan (R.a.), Osman (R.a)'dan
izin alarak, Suriye sahillerinde oluşturduğu donanma ile Akdenize açılmış ve
müslümanlar denizlerde de Bizans'a karşı varlık göstermeye başlamışlardı.
Muaviye (R.a.) daha önce bu iş için Hz. Ömer'e müracaat etmişti. Ancak Ömer
(R.a), o an müslümanların maslahatı bunu gerekli kılmadığı için izin
vermemişti. Daha sonra şartlar bu iş için elverişli hale geldiğinden dolayı Hz.
Osman (R.a.) donanma inşasının lüzumuna kanaat getirmişti. Muaviye (R.a.),
donanmasıyla denize açılarak, Kıbrıs Adasına çıktı. Abdullah b. Sa'd Mısır'dan
onun yardımına gitti. Kıbrıs, yıllık yedi bin dinar cizye ile İslâm hakimiyetini
tanımak zorunda kaldı.[32] Bu
miktar onların Bizans İmparatoruna ödediği meblağdır. [33]
Hz. Osman (R.a.), Küfe
Valisi Ebu Musa el-Eş'arî'yi görevinden alarak yerine Abdullah b. Amir
el-Kureyz'i atadı Abdullah, Osman (R.a)'ın dayısının oğludur. Ebu Musa'yı
azletmesinin sebebi Küfe halkının ondan şikayetçi olmaları ve bunu Hz. Osman
(R.a)'a bildirmeleridir. [34] Hz.
Osman, Mescid-i Nebi'nin genişletilmesine ihtiyaç duyarak, onu süslü taşlarla
yeniden inşa etti. Taş sütunlar dikerek tavanını sac (bir cins ağaç) ile
kapattı. Uzunluğunu yüz altmış, genişliğini de yüz elli zira'a çıkarttı. [35]
Hicri otuz yılında
Sa'id b. el-As'ın Taberistan'a hücum ettiği görülür. Bu bölgede gazalarda bulunan
Sa'id, bir çok şehri fethetti. Horasan, Tus, Serahs, Merv, Beyhak bunlardan
bazılarıdır. Bu yıl içerisinde Hz. Osman (R.a.), değişik eyaletlerde, Kur'an-ı
Kerim'in okunması üzerine ortaya çıkan ihtilafları ortadan kaldırmak için
çalışmalar başlattı. Kur'an-ı Kerim ilk olarak Hz. Ebû Bekir zamanında tedvin
edilmişti. Zeyd b. Sabit'in başkanlığında yapılan bu çalışmada, Kur'an-ı Kerim
bir kitap haline getirilmişti. Bu ilk mushaf, Ebû Bekir (R.a)'dan sonra Ömer
(R.a)'a geçmiş, onun şehadetinden sonra da Hafsa (R.anh)'nın elinde kalmıştı.
Azerbeycan seferi esnasında ordu içerisinde kıraat konusunda bir ihtilafın
çıkması, ordu komutanı Huzeyfe b. Yeman'ı endişelendirmiş ve Halife'den,
müslumanların emin bir şekilde okuyabilecekleri bir mushafm çoğaltılmasını istemişti.
Hafsa (R.anh)'ın yanında bulunan mushaf getirilerek çoğaltıldı ve bütün
eyaletlere dağıtıldı, Bunun dışında kalan nüshaların tamamı toplatılarak imha
edildi. Bu durum karşısında Ashabın hayatta olanları oldukça rahatlamışlardı.[36]
Böylece müslümanlar tarihinde "Naşiru'l-Kur'an"; Kur'an'ı neşredip
çoğaltan ve afaki İslâm'a dağıtan Hz. Osman (R.a.) olmuştur.
Eminu'l-vahiy yani
vahyin kendisine emanet edildiği zat olan Hz. Muhammed'in (aleyhisseiâm) en çok
ihtimam gösterdiği iş, Kur'ân-ı Kerim metnini tesbit ve onu insanlığa tebliğ
etmekti. Onun içindir ki, vahyin başlangıcında unutmamak için vahyedilen
âyetleri içinden tekrarlıyor, bunun dıştaki alâmeti olarak da dilini
kıpırdatıyordu. Bunun üzerine Allahû Teâlâ O'nun telâş gösterip zahmet
çekmemesi için vahyin tesbitini garanti altına aldığını bildirdi. Allahû Teâlâ
bu teminatını esbap dairesinde şöyle icra ettirmiştir; Kur'ân yazılmış bir
kitap şeklinde gönderilmemesine rağmen, Allah'ın, o sözü "Kitab"
olarak nitelendirmesinden, Hz. Peygamber onun yazıyla kaydedilmesi gerektiğini
anlamış ve derhal bunu yazı bilenler vasıtasıyla uygulamaya başlamıştır. Konuya
biraz daha etraflı bakacak olursak, O'nun şöyle üçlü bir metot takip ettiğini
görürüz:
1-
Yazdırmış,
2-
Ezberlemiş ve mü'minlere ezberletmiş; namaz veya başka vesilelerle okuyup
tekrarlamiş,
3- Her yıl
Ramazan ayında o zamana kadar gelen metni Cibril'e (aleyhisselâm) arz etmek
suretiyle mukabele etmiştir.
Demek ki, yazdırma ve
ezberleme esnasında kasdî olmayan hataların olabileceği ihtimaline karşı O,
önce Cibril ile mukabeleyi (arza) müteakip Mescid-i Nebevi'de cemaatin
huzurunda okuyor, onlara da kendi ellerindeki nüshaları veya ezberlerini
tashih etme imkânı
veriyordu. hıfzetme
ilâhi teminat altındadır. Fakat Allahû Teâlâ icraatını sünnetullaha göre
yürütür. O'nun elçisi Hz. Muhammed (aleyhisselâm) bu ilâhi nizamı en iyi bilen
ve tatbik eden bir zât idi. O'nun mezkur yollarla Kur'ân metnini daha sonraki
nesillere ulaştırması, kendisinden sonra gelecek nesillerin, özellikle gayri
müslimlerin itirazlarini önlemek gayesine yönelik idi.
Diğer taraftan o,
metinlerin nasıl intikal ettirilmesi gerektiği hususunda biz ümmetine de örnek
oluyordu. Cibril ile mukabele ettiğini ya Hz. Peygamber Ashabına haber
veriyordu yahut Ashâbdan bazıları bu arza sırasında hazır bulunuyorlardi.
Abdullah İbn Mes'ud, Züheyr, Übeyy İbn Ka'b, Zeyd İbn Sabit (radiyallahu anhum)
bu zevat arasındadır. Arzudan gaye sadece kontrol değil, metni eda etme
keyfiyetini, tecvide göre okumayı sağlama, Cibril ile müzakere sonucunda
yakinin artması, mânâ vecihleri üzerinde derinleşme, keza âyetlerin tertibinin
tam yerinde olduğunu göstermekti.
Kendisinden hemen
sonra Hz. Ebû Bekir'in döneminde Zeyd İbn Sabit'in Kur'ân metinlerini mushaf
hâline getirme işini yaparken Rasûlüllah devrinden kalan iki yazılı şahit
araması, Hz. Peygamber'in uygulamasının bir devamı olarak değerlendirilebilir.
Zira Zeyd bunu ararken Rasûlüllah devrinde bu kontrol (karşılaştırma) işleminin
yapıldığını bildiği için böyle davraniyordu. Zeyd İbn Sabit tarafından verilen
bir bilgiden, ilk cem' (derleme) işinin Hz. Peygamber zamanında yapılmış
olduğunu açıkça anlamaktayız: "Biz Rasûlüllah'ın nezareti altında
Kur'an'ı, çeşitli parçalardan toplayıp bir araya getiriyorduk." Beyhakî,
Suyûtî gibi bir çok âlim de bu rivayeti böylece değerlendirmişlerdir. Hz. Ebû
Bekir'in hilâfeti döneminde, ayrı ayrı parçalar üzerine yazılmış Kur'an'ı,
mushaf hâline getirme işini Mescid-i Nebevi'de yaptırması, Müslümanların bu en
önemli işine resmiyet ve alâniyet kazandırmak, bunun neticesinde onun mütevatir
yani naklinde hiçbir tereddüt kalmadığını meydana koymak şeklinde
değerlendirilmelidir.
Üçüncü merhalede ise,
Hz. Osman, genişleyen İslâm ülkesindeki ciddî ihtiyaçlari karşılamak için bu
nüshadan istinsah ettirerek çoğalttığı nüshaları Ashâbın dikkatine sunmuş,
onların ittifakla onaylamalarından sonra, aslı Medine'de kalmak üzere; Mekke,
Küfe, Basra, Şam, Mısır, Yemen ve Bahreyn gibi büyük merkezlere göndermiş, eski
ferdî nüshalara artık hacet kalmadığı
için, müsvedde sayılabilecek o nüshaları imha etmelerini istemişti. Fakat bu
isteğin tam tamına yerine getirilmediği anlaşılıyor. Zira üçüncü ve dördüncü
asırlarda bazı müelliflerin Hz. Ali, İbn Mes'ud, Übeyy İbn Ka'b ve İbn Abbas
(radiyallahu anhüm) gibi sahabenin ferdî mushaflarım görüp onları
naklettiklerini öğreniyoruz.
Öyle anlaşılıyor ki,
Hindistan'dan İspanya'ya kadar genişlemiş İslâm ülkesinin her tarafında,
Medine'den verilen bu emir tam tamına uygulanamamiştir. Bunun şöyle iyi bir
neticesi de olmuştur: Eğer geriye kalan bu ferdî nüshalar olmasaydı bazı
garazkârlar, Hz. Osman'in Kur'ân metnini değiştirip eski belgeleri imha
ettirdiğini ve artık onlara ulaşma ümidinin ebediyen kesildiğini iddia
edebilirlerdi. Oysa şimdi onların elde olmasına rağmen Kur'ân metninde ciddî bir
surette mânâyi veya hükmü değiştiren farklar bulunmadığı meydana çıkmaktadır.
İbn Ebî Davud'un Kitabu'l-Mesahirini neşreden A. Jeffery'inin, bu farkları
listeler hâlinde göstermesinden, bu sonuç aşikâre olarak meydana çıkmaktadır.
Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm),
Ashabını Kur'ân üzerine odaklaştırması, onlara Kur'ân'ı tedricî olarak
ruhlarına sindirerek öğretmesi, çoğunun ümmî olması sebebiyle arşivlerinin
hafızalarından ibaret olması, devamlı namazda okumaları gibi sebeplerle;
elverişsiz şartlarda bile onlar Kur'ân metnini nüsha farkı olmaksızın harika
bir şekilde bütün dünya'da tek metin bulunacak tarzda intikal ettirmişlerdir.
Onlar öyle mübarek bir nesildir ki, el-Karafî'nin dediği gibi, başka bir
mu'cizesi olmasaydı dahi Hz. Peygamber'e mu'cize olarak böyle bir nesil
yetiştirmesi fazlasıyla yeterdi! [37]
Hz. Osman, Rasûlüllah
(sav)'a ait olan; Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer'den sonra kendisine intikal eden
mührü Medine'deki Arîs kuyusuna düşürdü. Onu bulacak olana büyük miktarda para
vadinde bulunmuş, ancak bütün aramalara rağmen bu mühür bulunamayınca Osman
(R.a) büyük bir üzüntüye kapılmıştı. Ondan ümidini kesince hemen bir mühür
yaptırdı. Şehid edilene kadar parmağında kalan bu mührün kimin eline geçtiği
tesbit edilememiştir.[38] Bu
olay hilâfetinin altıncı yılında meydana gelmiştir. İslâm fetihlerinin
sürekliliği ve elde edilen ıganimetlerle insanların zenginleşmeleri, refah
seviyesini oldukça yükseltmişti. Bu durum, tabii olarak, İslama uygun olmayan
birtakım davranış biçimlerinin de ortaya
çıkmasına sebep olmuştu. Rasûlüllah (sav)'ın yanında
yetişen ve bu gelişmeleri endişeyle takip eden sahabeler, bu endişelerini yer
yer ortaya koymaktaydılar.
Bunlardan birisi de,
zühd ve takvasıyla tanınan ve maddi varlıklardan muhtaç kimselerin yeterince
istifade ettirilmediğine inanan Ebu Zerr el-Gifarî (R.a)'dır. O, Şam'da,
Muaviye (R.a.)'nin uygulamalarına karşı çıktığı ve düşüncelerini söylemekte
ısrarlı davrandığı için Medine'ye çağırıldı. Ebu Zerr, Medine'ye geldiğinde
görüşlerini Hz. Osman'a tekrarlamıştı. Bunun ardından, Halife'den izin
isteyerek, Medine'ye yakın bir yer olan Rebeze'ye gidip yerleşmişti. [39]
Bazıları, Hz. Ebu Zerr
el-Gifarî (R.a.) ile Hz. Osman (R.a.) rakip düşmanlar gibi göstermeye
çalışıyorlar. Bu tamamen hilafı hakikat bir durumdur. Hz. Ebu Zerr el-Gifarî
(R.a.) takvasını ümmetin umumi fetvası haline getirmek teklifinde bulunuyor.
Hz. Osman (R.a.) ise, fetva ile takva'nın birbirinden ayrı olduklarım ve
halife-i müslimin olarak İslâm ümmetinin umumuna Rasûlüllah (sav), Hz. Ebû
Bekir (R.a.) ve Hz. Ömer (R.a.)'ın fetvası ile mumaele edeceğini beyan edip
ortaya koymuştur.
Bizans'a karşı
kazanılan en parlak ve kesin zaferlerden birisi hiç şüphesiz ki Latu's-Sevârî
deniz savaşıdır. Abdullah b. Sa'd'ın komutasındaki İslâm donanması, İskenderiye
açıklarında Bizans İmparatoru Konstantin komutasındaki büyük donanmayla karşı
karşıya geldi. Bizanslıların gemi sayısı hakkında verilen bilgiler, beş yüz ile
sekiz yüz rakamı arasında değişmektedir. İslâm donanmasının sahip olduğu gemi
sayısı ise ikiyüz civarındaydı. Yapılan savaşta Bizanslılar büyük bir bozguna
uğratıldı. Konstantin, Sicilya'ya sığınmak zorunda kaldı. [40] Bu
zaferden sonra Bizans, müslümanlara karşı olan deniz üstünlüğünü kaybetmiş,
İslâm donanmasının İstanbul sularına kadar önüne çıkacak bir güç kalmamıştı.
Hz. Osman (R.a.)
hilafeti, İslâm coğrafyasının genişlemesini beraberinde getirmiş bir fetihtir.
Her fethin bir fatihi vardır. Hz. Osman (R.a.) da müslümanlar için evrensel bir
fatihtir. Onun fethettiği yerler bir kavmin, bir kabilenin değil, bir bütün
olarak İslâm ümmetinindir. İslâm ümmetinin başarılarını her dönem hazmedemeyen
hainler bulunduğu gibi,
Hz. Osman (R.a.) döneminde de bulunmuşlardır. Fitnenin Ortaya Çıkışı Ve
Şahadeti
Hz. Osman on iki sene
hilâfet makamında kalmıştır. Bunun ilk altı senesi huzur ve güven içerisinde
geçmiş ve hiç kimse yönetimin uygulamalarından şikâyetçi olmamıştır. Kureyş,
onu Hz. Ömer'den daha çok sevmişti. Çünkü Hz. Ömer onlara karşı şeriatı uygulamada
müsamahasız ve sertti. Hz. Osman ise yaratılışındaki yumuşaklık ve hoşgörü ile
insanların serbestçe hareket edebilmelerine imkân sağlamıştı.
Onun bu yapısından
istifade eden eyaletlerdeki bir takım valiler, sorumsuz davranışlar sergilemeye
başlamışlardı. Yükselen şikâyetleri ani ve kesin kararlarla karşılamayınca,
yavaş yavaş bir fitne ve kargaşa ortamının oluşmasına zemin hazırlanmıştı.
Endülüs'ten Hindistan hudutlarına kadar çok geniş bir sahayı kaplayan devletin
içerisinde, çeşitli din ve ırklara mensup zimmi statüsünde topluluklar vardı.
Bunlar, mağlup düştükleri İslâm Devleti'ne karşı her fırsatı değerlendirerek
baş kaldırıyorlardı. Yahudi unsuru ise, îslâm Ümmeti'ni parçalayıp yok etmek
için İslâm'ın temel prensiplerini hedef almıştı. Müslüman olduğunu iddia ederek
ortaya çıkan bir takım Yahudi asıllı kimseler, zuhur eden huzursuzlukları
körükleyip fitne alevini her tarafa yaymaya çalışıyorlardı.
Bunlardan birisi
etkili nifak hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlayan ve tam bir
komitacı/müfsid olan Abdullah İbn Sebe'dir. tbn Sebe Yemenli bir yahudidir. O,
samimi kimselerin haklı şikâyetlerini kullanarak insanları Hz. Osman'a karşı
kışkırtıyordu. Bir taraftan "ric'atı Muhammed" (Muhammed (sav)'in
tekrar dönüşü) düşüncesini yaymaya gayret gösterirken, öte taraftan
Peygamber'in peşinden hilâfet hakkının Hz. Ali (R.a)'a ait olduğunu ve bunun da
Allah tarafından belirlenmiş bir gerçekten başka bir şey olmadığım yayarak
daha sonra ortaya çıkacak Şia akidesinin temellerini atıyordu. Onun yaydığı
düşüncelere göre Ebû Bekir (R.a), Ömer (R.a) ve Osman (R.a), Hz. .Ali (R.a)'ın
hakkını gasbetmişlerdi. O, Küfe, Basra ve Şam'da insanları kışkırtırken, Ebu
Zerr (R.a)in haklı çıkışlarını da kendisine malzeme yapmaya uğraşıyordu. [41]
Bir zaman sonra,
Muhammed b. Ebî Bekr ve Muhammed b. Ebî
Huzeyfe de, yapmış olduğu atamalardan
dolayı Hz. Osman'ı tenkid etmeye başladılar.[42] Hz.
Osman'a yapılan en önemli suçlama, onun kendi akrabalarını valiliklere
getirmesi, onlara bolca ihsanlarda bulunması ve yolsuzluklarını
denetlememesidir.
Hz. Ali (R.a) bu
konudaki şikâyetlerini ona ilettiğinde o, Hz. Ali'ye şöyle diyordu:
"Muğire b.
Şu'be'yi Ömer'in vali tayin ettiğini bilmez misin?" Hz. Ali:
"Biliyorum"
deyince o;
"O halde neden
akrabalığı ve yakınlığından dolayı onu vali tayin ettiğim şeklinde bir kınamada
bulunuyorsun?" diye sormuştu. Hz. Ali'nin buna verdiği cevap şuydu;
"Ömer vali
atadığı kimseyi sıkı bir şekilde kontrol altında tutardı. En ufak hatalarını
görse onları sorgular ve en şiddetli şekilde cezalandırırdı. Sen ise bunu
yapmıyorsun.”[43] Bunun üzerine Hz. Osman,
vilayetlerdeki yönetimler hakkında yapılan dedikoduları ve bunlarm sebeplerini
yerinde incelemek üzere müfettişler tayın etti. Muhammed b. Mesleme'yi Kûfe'ye;
Usame b. Zeyd'i Basra'ya; Abdullah b. Ömer'i Şam'a ve Ammar b. Yasir'i de
Mısır'a gönderdi. Ammar b. Yasir hariç, diğerleri görevlerini tamamlayarak geri
dönmüşlerdi. Osman (R.a) haksızlıkları gidermek, filizlenmeye başlayan ve
ümmet için büyük sakıncalara sebep olacak olan fitnenin yatıştınlması için
yoğun bir gayretin içine girmişti. O, gelen şikâyetleri dikkatle inceliyor,
başta Hz. Ali (R.a) olmak üzere Ashâb'ın ileri gelenleri ile istişarelerde
bulunuyordu. Ancak, Mısır'dan Medine'ye gelip, Abdullah b. Sa'd b. Ebi Serh'in
gayr-ı meşru uygulamalarını şikâyet eden bir heyetin, dönüşlerinde İbn Ebi Serh'în
takibatına uğramaları ve bazılarının öldürülmesi, olayların tırmanmasına sebep
olmuştu.
Bunun üzerine
Mısır'dan altı yüz kişiîikbir topluluk Medine'ye gelerek Mescid-i Nebi'de,
namaz vakitlerinde Ebi Serh'in işlediklerini sahabelere şikâyet ediyorlardı.
Talha İbn Ubeydullah, Hz. Aişe (r.anha) ve Hz. Ali (R.a), Hz. Osman'a giderek,
bu insanların haklı isteklerini yerine getirmesini ve Abdullah b. Sa'd b. Ebi
Serh'i azlederek yargılamasını istediler. Bunun üzerine Hz. Osman,
Mısırlıiar'a kendileri için vali olarak kimi istediklerini sordu. Onlar,
Muhammed b. Ebi Bekr'i istediklerini bildirdiler. Osman (R.a), Muhammed b. Ebi;
Bekr'i vali tayin etti. O, Mısır'dan gelenler ve bir grup sahabe ile birlikte
Medine'den yola çıktı. Medine'den üç günlük bir uzaklıkta yol alırlarken
devesini, sanki takip ediliyormuş gibi hızlı sürmeye çalışan bir adam gördüler.
Adamı yakalayıp sorguladıklarında İbn Ebi Serh'e bir mesajı yetiştirmeye
çalıştığını anladılar. Ona kim olduğu sorulduğunda, bazen Osman (R.a)'ın, bazan
da Mervan b. Hakem'in kölesi olduğunu söylüyordu. Üzerindeki mektubu
açtıklarında, içinde, "Muhammed b. Ebi Bekr ile falanca falanca... Sana
ulaştıklarında onları öldür" yazıldığı ve bunun Hz. Osman'ın mührüyle
mühürlenmiş olduğunu gördüler. Derhal Medine'ye geri dönüp Hz. Osman'ın evini
kuşattılar.
Hz. Ali, yanına
Muhammed İbn Mesleme'yi alıp Osman (R.a)'ın evine gitti. Hz. Ali (R.a) ona,
üzerine kendi mührü bulunan bu mektubu kimin kaleme aldığını sordu. Osman (R.a)
böyle bir mektup yazmadığını ve yazıldığından da haberi olmadığını söyledi.
Muhammed de Osman (R.a)'ı doğrulamış ve bu işi düzenleyen kimsenin Mervan
olduğunu söylemişti. Yazıyı inceledikleri zaman bunun Mervan b. Hakem'e ait
olduğunu anladılar. O esnada Osman (R.a)'ın evinde bulunmakta olan Mervan'ın
kendilerine teslim edilmesini istediler. Hz. Osman (R.a) bunu kabul etmedi.
Çünkü onu öldüreceklerinden korkuyordu. Onun evini kuşatan asiler münasebet
kurma çağrılarına cevap vermedikleri gibi, suyunu da kesmişlerdi, Hz. Osman'ın
fitneyi yatıştırmak ve haksızlıkları gidermek hususunda asilere yaptığı
nasihatlerin onlar üzerinde hiç bir tesiri olmamıştı. Onlar, Hz. Osman (R.a)'a
şöyle diyorlardı: "Biz seni hilafetten azledene veya öldürene yahut da bu
yolda ölene kadar bu işten vazgeçecek değiliz. Eğer sana sahip çıkanlar bize
engel olmaya kalkarlarsa onlarla savaşırız." Hz. Osman onlara, Allah'ın
üzerine yüklediği hilafet görevini asla bırakmayacağını ve ölümün kendisine
bundan daha sevimli olduğunu bildirmiş, ayrıca kendini savunmak için kimseye
emir vermediğini eklemişti. [44]
Hz. Osman (R.a.),
ashaptan, asileri şehirden kovup çıkarmak için gelen teklifleri reddediyor,
onlardan silah kullanmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istiyordu. Bir
gün kendisini kuşatan asilerin karşısına çıkıp:
"Ali buralarda
mı? Sa'd buralarda mı?" diye sormuş, bulunmadıkları cevabını alınca biraz
susmuş ve şöyle demişti:
"Bana su
sağlamasını, Ali'ye bildirecek kimse yok mu?" Bu Hz. Ali'ye ulaşınca
derhal üç kırba suyu ,ona göndermişti. Ali (R.a), asilerin Osman (R.a)'ı
öldürmek istediklerini öğrenince, böyle bir şeye meydan vermemek için, iki oğlu
Hasan ve Hüseyin'e, kılıçlarını alarak gidip Osman'ın kapısında beklemelerini
ve içeri kimseyi
sokmamalarını söylemişti. Abdullah İbn Zübeyr de onlara katılmış, diğer bir
takım sahabeler de çocuklarını oraya göndermişlerdi.
Durum çok nazik bir
hal almıştı. Hz. Osman, ne asilerin haksız taleplerini kabul ediyor ve de
meşru hilafelik görevini bırakmak istiyordu.. Hz. Âişe (r.anha)'dan Rasülüllah
(sav)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir:
"Ya Osman! Belki Allah sana bir gömlek giydirir,
münafıklar senden onu çıkarmanı istediklerinde onu, bana kavuşuncaya kadar
sakın çıkarma."
Hz. Osman, Rasülüllah
(sav)'in bu günler için kendisine bildirdiği şeylere uymaya çalışıyordu. O, şöyle
diyordu:
"Rasülüllah
(sav)'in benimle ahitleşmiş olduğu şey üzerinde sabretmekteyim.”[45]
Asilerin kendisini öldürmeye kararlı olduğunu anladığında, onların böyle bir iş
işleyip katillerden olmalarını önlemek için kendilerine bir müslümanın kanının
ancak; zina, kasten adam öldürme ve dinden dönmek şartları dahilinde helal
olduğunu hatırlatıyor ve kendisinin bunlardan hiç birisiyle itham
edilemeyeceğini anlatıp duruyordu.
İsyancılar, Hz. Osman
(R.a.)'ın yanına varıp bir takım isteklerde bulundular. Tayin edilmiş valileri
azledip kendilerinin arzu ettikleri valileri tayin etmesini istediler. Onların
bu istekleri üzerine Hz. Osman (R.a.) şöyle dedi:
"Eğer ben sizin
istediklerinizi vali tayin etsem ve istemediklerinizi de azletsem o zaman benim
burada bulunmamın hiçbir anlamı kalmaz. İstediğinizi yapınız da göreyim."
Hz. Osman (R.a.)'ın bu cevabı üzerine isyancılar:
"Vallahi bu
istekleri ya yerine getirirsin, ya da azledilir veya öldürülürsün."
şeklinde karşılık vermişlerdi. Hz. Osman (R.a.) onların bu istek ve
tehditlerini kesinlikle reddetmiş ve onlara şöyle demişti:
"Allahû Teâla'nın
bana giydirdiği bir gömleği asla sırtımdan çıkarmam.” [46]
İktidar olmak,
muktedir olmakla bilinir. Muktedir olmayanlar, iktidar olsalar bile kukla
olmaktan başka bir anlam ifade etmezler. Bunun için Hz. Osman (R.a.), iktidar
olmakla muktedir olmanın ayrılmazlığım ortaya koyuyor. Ölüm tehditleri
iktidarda olan müslümanı muktedir olmaktan alıkoyamaz. Müslüman insanın Allah
yolunda iki gömleği vardır. Birisi idamlıktır, öbürü ise bayramlıktır. Onu
hiçbir şey Allah'ın dinini uygulamaktan alıkoyamaz. Allah'ın dinini uygulama,
insanları Allah'ın indirdiği hükümlerle
idare etme hususunda muktedir olmayı şehadeti pahasına sürdürür.
İsyancılar, Hz. Osman
(R.a.)'m muktedir olma hususunda tavizkâr davranmadığını görünce, Hz. Osman
(R.a.)'ı yeniden kuşatmış ve kuşatma alanını genişletmişlerdir. Bunun üzerine
Hz. Osman (R.a.) tekrar Hz. Ali (R.a.), Talha (R.a.) ve Zübeyr (R.a.)'ı
çağırmış, onlar da bu çağrıya icabet ederek yanma gelmişlerdi. Hz. Osman (R.a)
evinin balkonuna çıkıp etrafını çeviren adamlara şöye seslendi:
"Ey insanlar,
oturunuz!" Bunun üzerine hepsi yerlere ve merdivenlere oturmuşlar, o da
şöyle konuşmuştu:
"Ey Medine halkı!
Size "Allah'a ısmarladık" derim ve benden sonra hilafeti en layık
olana ihsan etmesini Allah'tan dilerim. Ey Medineliler! Siz Hz. Ömer (R.a.)
şehit edildiği anda Allah'a dua edip de sizin için bir halife seçmesini ve sizi
hayr üzere birleştirmesini istememiş miydiniz? Siz hak bilir ve haktan yana
kimseler iken Allahû Teâla'nın bu dualarınıza icabet etmeyeceğine mi inanıyorsunuz? Yoksa siz anık Allah dinine
ehemmiyet vermiyor ve henüz bu dinin sahipleri tefrikaya düşmemişken kimin
yönettiğine aldırış etmiyor mu diyorsunuz? Veya müslümanlara danışarak halifelerini
seçmelerini pek hayırlı mı görmüyorsunuz? Allahû Teâla bu ümmet ona isyan
ettiği zaman da yine bir araya gelip başlarına geçirecek kimseyi seçmek
konusunda istişare etmeleri için onları vekil tayin etmiştir. Yoksa Cenab-ı
Allah benim sonumun nasıl olacağını bilmediğini mi zannediyorsunuz? Allah sizin
hayrınızı versin. Sizler benim hayırlı bir geçmişimin olduğunu bilmiyor
musunuz? Bu geçmişi Allah bana lütfetmiştir. Benden sonra gelen herkesin bu
konudaki üstünlüğünü kabul etmesi gerekir.
Yavaş olunuz, sakın benî öldürmeye kalkışmayınız; çünkü bir müslümanın
kanı ancak üç şeyden dolayı akıtılır: Evli olan zinâkâr, imandan sonra küfre
dönen mürted veya haksız yere adam öldüren kimsenin kanı helaldir. Siz beni
öldürecek olursanız kendi başlarınız üzerine kılıçları koydunuz demektir ve
ayrıca bu fitne ve ihtilaf ebediyyen aranızdan kaldırılmayacak bir fitne olarak
kalacaktır."
İsyancılar, Hz. Osman
(R.a.)'ı dinledir ama nasihatlarım kabul etmediler. Hz. Osman (R.a.)'ı muhasara
altına almayı genişlettiler. Öyle ki,
Hz. Osman (R.a.)'ı susuz bıraktılar. Hz. Osman (R.a.) gizlice Hz. Ali (R.a.),
Talha (R.a.) ve Hz. Zübeyr (R.a.) 'a ve Peygamber efendimizin hanımlarına haber
göndererek şöyle demişti:
"Bu adamlar bize
su verilmesini bile engellediler. Eğer imkânınız varsa biraz su
gönderin."
Bu davete icabet edenlerin
ilki Hz. Ali (R.a.) olmuş ve sabahın erken saatinde çıkıp gelerek evi saranlara
şöyle seslenmişti:
"Ey insanlar!
Sizin bu yaptıklarınız ne mü'minlerin işine, ne de kâfirlerin yaptıklarına
benziyor. Siz bu insandan suyu ve yiyeceği kesmeyiniz. Rumlar ve İranlılar bile
esir edildikleri anda asla yemek ve içmekten alıkonmazlar." İsyancılar da
Hz. Ali (R.a.)'ya şöyle dediler:
"Hayır, vallahi
bir göze deva olacak en ufak bir şey dahi vermeyiz." Hz. Ali (R.a.) o anda
büyük bir öfkeye kapılmış ve başındaki sarığı bütün gücüyle yere çalarak oturup
kalmıştı. [47]
Hz. Osman (R.a.)
muhasara altında iken müslümanlara kimin namaz kıldırması da gündeme gelmiştir.
Müslümanların meşru halifesi var, ama kendilerine namaz kıldırma imkânına
sahip, değildir. Bu durumda ne yapılacak? Rivayet edildiğine göre; Hz. Osman
(R.a.)'ın mescidden ve namazdan alıkonduğu gün mescidin müezzini olan Sa'd el-
Karaz, Hz. Ali (R.a.)'a gelerek :
"Bugün
müslümanlara kim namaz kıldıracak?" diye sormuş, Hz. Ali (R.a.) ona cevap
olarak : "Halid b. Zeyd’i çağır, namazı o kıldırsın" deyince o da
Halid b. Zeyd'i çağırmış ve namazı o kıldırmıştı. Ebû Eyyûb el- Ensarî'nin adının
Halid b. Zeyd olduğu ilk defa o gün duyulmuştu. Halid b. Zeyd günlerce
müslümanlara namazlarını kıldırmıştı. Başka bir rivayette ise, Hz. Ali (R.a.),
Sehl b. Huneyf'e namazları kıldırmasını emretmiş ve Zilhicce ayının birinci
gününden bayrama kadar ki günlerde namazları Sehl kıldırmış, bayram namazını da
Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı. Daha sonra Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği güne
kadar namazları Hz. Ali (R.a.) kıldırmıştı.
Tahtavinin haşyesinde
şunlar geçiyor: "Sultanın/Halifenin izni mümkün olmadığı zaman veya
sultanın vefatı esnasında veya bir fitne anmda müslümanların birleşip bir imam
arkasında cuma namazını kılmaları caizdir. Bu zaruretten dolayıdır. Nasıl ki,
Hz. Osman (R.a.) muhasara altına alındığında, Hz. Ali (R.a.) müslümanları toplayarak onlara cuma namazı
kıldıysa, Tabiî ki, zaruret
olmazsa bu olmaz. [48]
Günümüzde bazı
kimseler bundan yola çıkarak Hz. Osman (R.a.) muhasara altında iken Hz. Ali
(R.a.)'ın müslümanlara Cuma ve Bayram namazlarını kıldırmalarını, Cuma
namazının sıhhat şartlarından" "Halifenin izninin gerekmediğine"
delil getiriyorlar. İslam ulemasından
Bedreddin El-Aynî (Rh.a.) bunlara cevap veriyor:
"Medine'de Hz.
Osman (R.a.) muhasara altında iken, Hz. Ali (R.a.)'ın insanlara (müslümanlara)
Cuma namazını kıldırmış. Fakat Hz, Osman (R.a.)'ın emriyle kıldırdığı veya
elinde bir emir bulunduğu rivayet edilmedi" diyorlar. Biz deriz ki; bu
ihticac/delil getirme düşmüştür. Çünkü Hz. Ali (R.a.)'ın, Hz. Osman (R.a.)'ın
emriyle kıldırdığı ihtimali vardır. Veya Hz. Osman (R.a.)'in iznine vasıl
olamamıştır. Böylece biz diyoruz ki; İmam'ın iznine/Halife'nin iznine vasıl
olunmadığı, ulaşılmadığı zaman; insanların (müslümanların) kendi aralarında
toplanarak ve kendilerine cuma namazını kıldıracak birisini öne geçirmeleri
lazımdır. Hani Hz. Ali (R.a.)'ın, Hz. Osman (R.a.)'ın izni olmadan kıldırdığı
nerdedir? Cuma namazını sultan/halife kıldırır veya onun emriyle birisi
kıldırır. Eğer bu da olmazsa artık öğle namazını kılarlar. [49]
Sahabeler, en ktrik
anlarında bile mescidlerini terketmemişlerdir. Mescid, müslümanların
kışlasıdır. Kışla askersiz, asker komutansız olmaz. Müslümanlar halifesiz ve
Cuma'sız kalamazlar. Müslümanlar Cuma'larını ya Allah'ın şeriatını uygulayan
halife-i müsliminin arkasında kılacaklar veya O'nun görevlendirdiği yetkilinin
arkasında kılacaklardır. Bu iki imkâna sahip olamayan müslümanlar kendi
aralarında Cuma imamlarını tayin edeceklerdir. Sahabeler Cuma'larını "Cuma
İmam" ının arkasında kılmışlardır. Şunu bilelim ki; Mescid îmân ve
mescidlere devam etmek, sahabelerin en önemli hassasiyetleridir. Mescid
hassasiyeti, sahâbe'nin hassasiyetlerindendir. Hz. Osman (R.a.) döneminde
meydana gelen fitneler, müslümanları mescid'e devam etmekten ve Cuma'larını
Rasûlüllah (sav)'in talimatlarına göre edâ etmekten alıkoyamamışdır.
Muhasaracılar,
etraftaki evlerden Hz. Osman (R.a.)'ın evine girmeğe başladılar. Amr b. Hazm'în evinden alarak içeriye dolmuşlardı.
Hz. Osman (R.a.) ve
etrafındakiler kapıda kimlerin olduğunu bilmiyorlardı. Bunlar Hz. Osman (R.a.)'ın
etrafını sarmış ve onu öldürmek üzere birisini seçmişlerdi. Nihayet bu seçilen
katil Hz. Osman (R.a.)'ın yanına girerek ona:
"Hilafetten
istifa et, biz de seni bırakalım" deyince Hz. Osman (R.a.) ona:
"Sana yazıklar
olsun! Vallahi cahiliyyet hayatımda da İslâm hayatımda da bir tek kadına haram
yolla yaklaşmadım, şarkı söylemedim, Allah'ın razı olmayacağı şeyleri temenni
etmedim, Rasûlüllah (sav)'e bey'at ettiğim günden beri elimi avretimin üstüne
koymadım. Allah bana giydirdiği bir elbiseyi de Cenab-ı Allah mutlu insanlara
ikramda bulunup zorba ve şaki insanları da zelil edinceye kadar üzerimden
çıkarmayacağım." diyerek karşılık vermişti.
Bu sözleri işiten adam
dışarı çıkarak ve isyancılara:
"Bunu öldürmekten
başka çaremiz yoktur" dedi. Bunun ardından isyancılardan Kuteyre, Sevdan
b. Hımran ve el- Gâfıkî adındaki üç kişi içeri girmiş, el-Gafikî elinde bulunan
bir demirle Hz. Osman (R.a.)'a bir darbe indirmiş ve mushafı da ayağıyla tekmelemişti.
Hz. Osman (R.a.) o anda Kur'an tilâvet ediyordu. Mushaf/Kur'an dönüp dolaşarak
Hz. Osman (R.a.)'in önüne düşmüş, Hz. Osman (R.a.)'in akan kanları Kur'an ayetlerinin
üzerine damlamağa başlamıştı. Diğer taraftan Sevdan b. Himran, Hz. Osman
(R.a.)'a vurmak üzere kılıcını uzattığında Hz. Osman (R.a.)'ın hanımı Naile
elini uzatmış ve Sevdan'ın kılıcı Naile'nin parmaklarını kesmişti. Sonra Sevdan
Naile'nin kaba etlerine bir göz atarak:
"Bir hayli yaşlanmış"
diye söylenmiş ve Hz. Osman (R.a.)'a vurup onu şehit etmişti. Başka bir
rivayete göre ise, Hz. Osman (R.a.)'ı Kinane b. Bişr et- Tüceybî şehid etmişti.
Hz. Osman (R.a.) şehit edildiğinde,
"...Onlara karşı Allah sana yeter.” [50] ayeti Hz. Osman (R.a.)'ın önünde açık duran mushafta
görülmüştü. Onun kanı bu ayetler üzerine akmıştı. [51]
Hilafet, müslümanlara
ait olan meşru bir makamdır. Bu makam gayr-i meşru olanlara bırakılamaz. Velev
ki bu işin ucunda ölüm gözükse bile. Müslümanlara ait olan hilafet sisteminin
ortadan kalkmasına en çok sevinenler Yahudilerdir. İslâm topraklarında hilafet
düşmanlığı, Yahudilerden ve yahudileşmekten kaynaklanır. "Ben de
Müslümanım" dediği halde hilafet sistemine düşmanlık eden bir kimse Yahudi
olduğunu söylemiyorsa seksiz Yahudileşmiş demektir!
Kur'an tilâveti,
müslümanın günlük ruh gıdasıdır. Müslüman ölümle burun buruna gelse bile Kur'an
okumaktan vazgeçemez. Hz. Osman Kur'an okurken şehid edilmesi, bize bu
hassasiyeti öğretir..
Hz. Osman (R.a.)'ın
etrafını isyancılar kuşatmışken Kur'an'a sığınması, kur'an tilâvetinden
vazgeçmemesi, onda teselli bulması ve onunla hemhalken şehadet şerbetini
içmesi, bize Ashâb-ı Kirâm'da Kur'an tilâvetinin vazgeçilmezliğini hatırlatır ve öğretir.
Allah yolunda mü'min
kadın kocasının silah arkadışıdır. Onu düşmanlar karşısında yalnız bırakmaz.
Hz. Osman (R.a.)'ın eşi Naile'nin gösterdiği fedakârlık, Allah yolunda bir
vefa örneğidir. Allah yolunda kocasını yalnız bırakan kadında hayr olmadığı gibi,
kadınını yalnız bırakan erkekte de hayr yoktur.
Hz. Osman (R.a.) H.
36. yılın Zilhicce ayının 18 nci Cuma günü [52]
şehid edilmişti. On iki-gün eksik 12 yıl hilafeti sürmüş, başka bir rviayette
ise 12 yıldan 8 gün eksiğiyle görev yapmıştı. Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği
zaman seksen iki, seksen sekiz, doksan, yetmiş beş ve seksen altı yaşında
olduğuna dair muhtelif rivayetler kaydedilmiştir. Hz. Osman (R.a.)'ın cenazesi
üç gün yerde kalmış, sonra Hakim b. Hizam el- Kureşî ile Cübeyr b. Mut'im, Hz.
Ali (R.a.)'a giderek defnedilmesine izin vermesi için onunla görüşmüş, defni
için izin almışlardı. Hz. Osman (R.a.)'ın cenazesinin defnedileceğini işiten
isyancılar, gelenleri taşlamak için yolda oturmuşlardı. Bunun için cenazesine
katılım çok az olmuştu. Hz. Osman (R.a.)'ın cenaze namazını bir rivayete göre
Cübeyr b. Mut'im, başka bir rivayete göre Hakim b. Hizam veya Mervan
kıldırmıştı. Hz. Osman (R.a.)'ın tabutunu taşlamak isteyenlere Hz. Ali (R.a.)
engel olmuştu. Daha sonra Hz. Osman (R.a.)'ın cenazesi Medine dışında
"Hış Kevkeb" denilen bir duvarın arkasına defnedilmiştir. Hz. Muaviye
b. Ebi Sufyan (R.a.) hakimiyeti eline geçirdikten sonra bu duvarın yıkılmasını,
ve Hz, Osman (R.a.)'ın kabrinin "el-Bakî mezarlığının içine alınıp diğer
müslümanların da cenazelerini Hz. Osman (R.a.)'ın mezarının etrafına
gömmelerini emretmişti. Böylelikle onun mezarı da müslümanların mezarları içine
alınmış oldu. [53]
Hz. Osman (R.a.)'ın
döneminde meydana gelen fitnelerden yola çıkarak
Rasûlüllah (sav)'ın Ashâb-ı Kirâm'ına sövüp sayanlara, iltifat edilmez. Çünkü
hiç kimsenin Allahû Teâla'nın kendilerinden razı olduğu sahabelere sövmeye
hakkı yoktur. Rasûlüllah (sav)'in Ashâb-ı Kiram ile ilgili olarak ümmetine
yaptığı çağrı ve uyarıları arasında, onlara kötü söz söylememek, sövmemek ve
onları yermemek ağırlıklı bir yere sahip bulunmaktadır. Nakledildiğine göre,
Hz. Peygamber'e ilk iman eden sekiz kişiden biri olan ve daha hayatta iken
cennetle müjdelenmiş on büyük sahabe içinde yer alan Abdurrahman b. Avf (R.a.)
(ö. 32/652) ile hicrî sekizinci yılın başlarında müslüman olan Halid b. Velid
(R.a.) (Ö. 21/642) arasındaki bir meseleden dolayı Halid b.Velid, Abdurrahman
b. Avfa kötü sözler söylemişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve
sellem:
"Ashabımdan kimseye sövmeyin. Zira sizden
herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir ölçeklik
(müdd) hatta yarım Ölçeklik sadakasına ulaşamaz” [54] buyurmuş, Hâlid b. Velid'in şahsında tüm
müslümanları bu konuda ciddî şekilde uyarmıştır. Bu hadisten anlaşılmaktadır
ki, Hz. Peygamber'in yakın çevresini oluşturan kıdemli sahabelere, ilklere,
lâyık olmadıkları tarzda söz söyleyen öteki sahabeler, sahabe olmayan kimseler
yerine konulmakta ve "ashabıma
sövmeyin" nehyine/yasağına muhatap kılınmaktadırlar.[55] Hatta
bu olay ve beyân-ı peygamberi delil kabul edilerek Tâbiûn kelime ve neslinin,
Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olanları kapsadığı bile ileri
sürülmüştür.[56] Hadisin söyleniş
sebebinden geç dönemde müslüman olanların -sahabe olmakla beraber- "benim
ashabım" (ashabi) iltifatının özel anlamı/çerçevesi içinde sayılmadıkları
gibi bir izlenim edinmek de mümkün gözükmektedir. Öte yandan
“..Elbette içinizden, fetihten önce infak eden ve
savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildirler. Onların derecesi,
sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir” [57] âyeti, esasen Mekke Fethi'nden önce ve sonra yapılan
iyiliklerin ve cihadın aynı olmadığını, öncekilerin fazilet ve sevaplarının,
sonrakilerden üstün ve büyük olduğunu belgelemektedir. Bir başka rivayette de
Hz. Peygamber (sav):
"Kim benim ashabımdan birine söverse, Allah'ın
laneti onun üzerine olsun”[58] diye ciddî bir tehdidde bulunmuştur. Bu rivayet "Rahmet Peygamberi"nin konuya
ne kadar önem verdiğini, ve sahabeden olduğu sabit ve meşhur olan herhangi bir
sahabeye ileri-geri söz etmenin ve sövmenin kişiyi, Allah'ın rahmetinden
uzaklaştıracak, lanete uğratacak vahim bir hata ve ağır bir suç (haram)
olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim İslâm alimleri, sahabeden
herhangi birine sövmenin fâsıklık ve büyük günahlardan olduğu, onlara sövmeyi
helal sayarak sövmenin ise, küfür sayıldığı konusunda görüş birliği
içindedirler! Şunu bilelim ki; bütün asırlarda ve mekânlarda sahabe düşmanlığı,
küfür ve nifakı beraberinde getirir.
Rasûlüllah (sav)'den sonraki
dönemde sahabeler arasında görülen ihtilafların ve bazı acı olayların ictihad
kökenli olduğu, isabet edenin iki, hata edenin ise bir sevap aldığı düşünülüp
hepsi hakkında hüsn-i zanda bulunmak, hem ferdin hem de ümmetin
iyiliğine/maslahatına daha uygun bir tavırdır. Söz konusu olaylar dolayısıyla
sahabelere hakarete varan sözler söylemek ve sövmek/küfretmek gibi hatalara
asla düşülmemelidir.
Sahabeyi tekfir eden,
bize Kur'ân-ı Kerim'i tevâtüren nakleden bir nesli mahkum etmiş olmaktadır.
Alimlere ve fakihlere sebepsiz yere sövmenin dinden çıkaracağına dair çeşitli
fetvalar verilmiş ise de, kendileri ayet ve hadislerle övülen sahabelere sövenin
bile kâfir değil sapık ve bid'atçı sayıldığı düşünülürse bu kimselerin
fısklarıyla başbaşa bırakılması daha uygun olur. [59]
Hanefilerin çoğunluğu
bir kimsenin sahabeye sövmeyi, onlarla alay etmeyi, onları küçümsemeyi helâl
görüp bu fiilleri isleyecek olursa kâfir, helâl görmeden işleyecek olursa fâsık
olacağını, söylemiştir. Ancak bazı Hanefi fakihleri, aynı sözler Hz. Ebû Bekir
ve Ömer için söylenirse, söyleyenin dinden çıkacağını söylemişlerdir.
Hanefılerden bir grup âlim ise, sahabe büyüklerine sövenin siyaseten
öldürülmesini caiz görür. İmam Mâlik, Hz. Peygamber'e sövenin öldürülmesi,
ashaba sövenin ise te'dib amacıyla cezalandırılması gerektiği kanaatindedir.
Ahmed b. Hanbet'e göre ise, sahabeden birine söven kimse şiddetli bir şekilde
dövülür.[60]
Sahabelerin
hayırlılığı hadis-i şerifte "Sizden herhangi biriniz Uhud
dağı kadar altını sadaka olarak verse
onların bir ölçeklik hatta yarım ölçeklik sadakasına ulaşamaz" diye bir de
örnek verilerek vurgulanmıştır. Bir başka rivayette Hz. Peygamber yemin ederek
"Sizden biri Uhud dağı kadar altın infak etse bile, onların bir müdd/Ölçek
veya yarım müdd/ölçek sadakasının sevabına yetişemez [61]
buyurmaktadır.
Daha başka bir
rivayette de kendisine yöneltilen
"Biz mi yoksa
bizden sonrakiler mi daha hayırlıdır?" sorusuna cevaben Hz. Peygamber;
"Onlardan biri Uhud dağı kadar altın sadaka
verse, onların/sahâbelerin bir ölçeklik hatta yarını ölçeklik sadakasının
sevabına ulaşamaz” [62] diye durumu açıklamıştır. Her işin ve amelin
kıymetli, çok kıymetli ve en kıymetli olduğu zamanlar vardır. Yine küçük bir
iyliğin çok büyük kabul edildiği, büyük bir iyliğin sıradan sayılabildiği durum
ve zamanlar olabilir. Bu, o dönemin şartlarına bağlı olduğu kadar, o işi ya da
ameli/iyiliği yapanın durumuyla da yakından ilgilidir. Sahabeler, özellikle de
ilk müslüman olan sahabeler (es-sâbikün el-evvelûn) gerek kişisel durumları
gerekse içinde bulundukları dönemin şartları bakımından fevkalâde nâzik ve
anlamlı bir konumdaydılar. Bu sebeple onların Allah yolunda verdikleri bir ya
da yarım ölçeklik bir sadakanın değeri, daha sonraki gelişmiş ve yerleşmiş
şartlardakilerin verecekleri Uhud dağı büyüklüğündeki sadakalardan çok daha
kıymetli idi. İşte böylesine nâzik ve zor durum, sahabelerin öteki
müslümanlardan farklı ve üstün olmalarında ağırlıklı bir ortam olarak dikkat
çekmektedir. Onlar da bu durumu, gerçekten gıbta edilecek biçimde özverili ve
samimî davranışlarla değerlendirmişlerdir. Aslında Hz. Peygamber'in "sizden biriniz.." sözlerinin
ilk muhatabları da hiç kuşkusuz sahabelerdir. Böyle olunca hadîs-i şerifteki "bir veya yarım ölçeklik sadakalarının
sevabına ulaşılamayan sahabeler", daha özel mânada ve daha dar
çerçevedeki sahabeler olduğu anlaşılmaktadır. Ya da "sizden biriniz.." ifadesinden maksat, ikinci rivayette [63]
açıkça görüldüğü gibi "onlardan
biri" yani sahabelerden sonraki (sahabe olmayan) Müslümanlardır.
Sahabelerin konumuna ulaşılamayacağı, mânevi
değil, maddî bir
örnek (sadaka) üzerinden anlatılmış olması
da dikkat çekmektedir. Belki bu açıdan, gelişmiş imkânlara sahip olan sonraki
müslümanların, en azından görüntüde, yani miktar olarak sahabelere
ulaşabilecekleri hatta onları geçebilecekleri akla gelebilir. Ama önemli olanın
görüntü değil, sonuç/sevap yönü olduğu, bu noktalardan sahabelere
ulaşılamayacağı, Uhud dağı örneği verilmek suretiyle kesin bir şekilde gösterilmiş
olmaktadır. Bu da Allah onlardan razı olsun ashâb-ı kirâm'ın diğer müslüman
nesillerden asıl farkını oluşturmaktadır. O halde "ulaşılamayan üzüme
koruk demek" kıskançlığı, aceleciliği ve çaresizliği içinde, İslâm nesillerinin
ilki ve İslâm tarihinin ilk inşacılan, İslam inkılabını gerçekleştiren ilk
inkılapçılar hakkında, ağzını tutmak, onlar aleyhinde ileri-geri söz
söylememek, hele hele kasdî bir şekilde onları kötülemeye kalkışmamak, sonraki
müslüman nesillerin olgunluk derecelerinin, ümmet ve din bilinçlerinin ve
Peygamber saygılarının önemli bir göstergesi durumundadır.. Peygamber (sav) 'in
ashabına saygı, Peygamber (sav) 'e saygıdır. Peygamber (sav) 'e saygı de,
Allahû Teâla'ya saygıdır.
Örnek ve önderimiz
Rasûlüllah (sav)'dir. Her müslüman için Rasûlüllah sallallahu aleyhi ve
sellem'in tavsiyelerine gücü ölçüsünde uymak nasıl temel bir görev ise, koyduğu
yasaklara mutlak anlamda tâbi olmak da aynı şekilde vazgeçilmez bir vazifedir.
Sahâbe'ye sövmek, sahabeyi kötülemek, kesin olarak Rasûlüllah (sav) tarafından
yasaklanmıştır. Dolayısyla Hz. Osman (R.a.)'i eleştirenler, onu köteleyenler,
Rasûlüllah (sav)'in yasağını delen aklıllı geçinen delilerdir.
Hz. Osman (R.a.), Rasûlüllah
(sav)'in damadır. Rasûlüllah (sav)'ın kızları Rukiyye ve Ümmü Gülsüm ile
evlenmiş, Rukiyye'den Abdullah adında bir oğlu dünyaya gelmişti. Daha sonra
Fatihte binti Gazvan ile evlenmişti. Bu hanımından küçük Abdullah adında bir
oğlu dünyaya gelmiş ve o da küçük yaşta iken vefat etmişti. Daha sonra Ümmü Amr
binti Cündeb b. Amr b. Hümame ed-Devsi ile evlenmiş ve ondan da Ömer, Haiid,
Ebban ve Meryem adındaki çocukları dünyaya gelmişti. Daha sonra Velid b. Muğire
el-Mahzumi'nin kızı Fatıma ile evlenmiş ve ondan da Velid, Sa'id ve Ümmü Sa'id
adlarındaki çocukları dünyaya gelmişti.
Bu hanımlarının dışında ayrıca Hz. Osman (R.a.) Şeybe b. Rabia'nın kızı Remle
ile evlenmiş, ondan da Aişe, Ummu Ebân ve Ummu Amr adındaki çocukları dünyaya
gelmişti. Daha sonra Ferâsa el-Kelbi'nin kızı Naile ile evlenmiş ve ondan da
Meryem adındaki kızı doğmuştu. Hz. Osman (R.a.) şehid edildiği sırada nikâhı
altında Şeybe'nm kızı Remle, Naile, Uyeyne'nin kızı Ümmü Benin ve Gazvan'm kızı
Fâtite bulunuyordu.
Muhasara altında iken
Ümmü Benin'i boşadığı rivayet edilir. İşte bütün bunlar cahiüyye devrinde ve
İslâm döneminde Hz. Osman (R.a.)'in hanımları ve çocuklarıdır. [64]
Hz. Osman (R.a.)
ailesi, muhacir ailesidir. Nadr b. Enes (R.a.) anlatıyor: Enes (R.a.)'ın şöyle
dediğini işittim: Osman b. Affan (R.a.) beraberinde zevcesi Rasûlüllah (sav)'in
kızı Rukiyye (R.anha) olduğu halde Habeşistan'a gitti. Rasûlüllah (sav) bir
müddet onlardan haber alamadı. Nihayet Kureyş'ten bir kadın gelerek:
“Onların vaziyetleri
nasıldı?" diye sordu. Kadın:
“Osman, karısını zayıf
bir merkep üzerine bindirmiş, yularından çekip giderken gördüm." dedi.
Bunun üzerine Rasülüllah (sav) şöyle buyurdu:
“Onların dostu Allah'tır. Şüphesiz Osman, Lut (a.s.)'dan
sonra ailesi ile beraber ilk hicret eden kimsedir.” [65]
Asr-ı Saadetin büyük
olayları içerisinde, Hz. Osman'ın ismi pek önlerde gözükmez. Hz. Peygamber'in
hayatını yahut İslâm'ın ilk asrına dair kitapları okuyan herkes, bu örnek asrın
hadiseleri içinde Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Hz. Talha gibi
parlayıp ışık saçan simaları görür de, bu simalar arasında Hz. Osman bir derece
geride durur. Zira, onun, bu yıldızlar kümesi içinde özellikle seçilip ayırt
edilmesini temin edecek olan, özellikle öne çıktığı belli bir olay, bir gazve
yoktur. O ne Hz. Ebu Bekir misali, Miraç vesilesiyle söylediği söz veya Resûl-i
Ekrem'e hicrette arkadaşlık veyahut hastalığında ona vekâleten ümmete namaz
kıldırma gibi bir sebeple temayüz eder; ne Hz. Ömer gibi putperestliğin en
keskin müdafii olarak nam salmışken bir iman kahramanına
dönüşme gibi bir hadiseyle öne çıkar; ne
de, Bedir'de Hamza'nın, Uhud'da Talha'nın, Hayber'de Ali'nin durumuna benzer
bir kahramanlığı sözkonusudur. Asr-ı Saadet'e dair kitaplarda Hz. Osman hep
vardır; ama hep bir derece gizlidir, saklıdır, gerilerdedir, pek öne
çıkmamaktadır. Bu durum, insana, buna rağmen onun niye sahabeler arasında
makamca ve faziletçe üçüncü sırada sayılabildiğini sordurur ve düşündürür. Hele
hele, onun, Rasûlüllah'ın 'ilim şehrinin
kapısı' övgüsüne mazhar olmuş olan, nitekim bizatihi "Perde-i gayb
açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek" diyen, öte yandan 'Allah'ın aslanı' diye
nam salmış Hz. Ali'den dahi faziletçe ve makamca üstün kabul edilmiş olmasını
anlamakta akıl ciddi biçimde zorlanır. Maamafıh, sahabelerin her biri, elbette
üstün insanlardır. Hele Aşere-i Mübeşşere, üstünlerin üstünüdür. Bu on en
güzide sahabe içinde Hz. Ali'nin üstün meziyetleri ise, apaçık ortadadır. Peki,
ne olmuş ve nasıl olmuştur da, Hz. Peygamber döneminde yaşanmış herhangi bir özel
hadisede veya savaşta pek de öne çıkmayan, nisbeten gerilerde duran, o yüzden
Asr-ı Saadetteki büyük olayların akışı içinde insanın çoğu zaman varlığının
farkına dahi varmadığı bir sima olarak Hz. Osman, bütün bunlara rağmen makamca
en üstün üçüncü sahabe olarak kabul olunmaktadır? Bedir'de bulunamayan,
Uhud'da ise savaşın sonuna doğru yaşanan kargaşa ve bozgun halet-i ruhiyesi
içinde oraya buraya kaçışan sahabeler arasında yer alan Hz. Osman (R.a.),
başkaca bir savaşta veya başkaca hadiselerde de en önde gözükmeyen bir isim
olduğu halde, neye binaen, sahabeler arasında makamca ve faziletçe en üstün
üçüncü kişidir? Elbette, siyer kitaplarında, onun adı hiç geçmiyor değildir.
Kendisinin ilk Müslümanlardan oluşu, İslâm'ı seçişinden dolayı ailesinin
kendisine reva gördüğü eziyetler, Habeşistan'a hicret edenlerden oluşu,
Medine'ye hicretin akabinde Rûme kuyusunu satın alıp vakfedişi, Hudeybiye'de
Hz. Peygamber tarafından Mekke'ye elçi olarak gönderilişi, Tebük gazvesinden
önce yaptığı külliyetli bağış, Hz. Peygamber'e iki kez damat oluşu... bütün
bunlar siyerlerde elbette mevcuttur. Ancak, ne Ebu Bekir'in müşrikler Miraç
hakkında kendisine kanaatini sorduklarında söylediği söz, ne Hz. Ömer'in
İslâm'a gelişi, ne Hamza'nm aslan avından dönüp de Kabe'de Ebu Cehil'e o büyük
hiddetini sergileyişi, ne Ali'nin Hayber'de gösterdiği yiğitlik, ne de Talha'nm
Uhud'da vücudunu Hz. Peygamber'e 'siper edişi türünden destansı hadiseler
değildir bunlar. Lâkin, Hz. Osman, Aşere-i Mübeşşere'dendir. Hem de, onlar
arasında, üçüncüleridir. Diğer bir
deyişle, cennetle müjdelenen sahabelerini ziyaret ettiği gün, kapısı Resûl-i
Ekrem aleyhissalâtu vesselam tarafından bu müjde ile çalınan üçüncü sahabedir.
Hz. Peygamber'e halifelikle şereflenenler arasında da, tarihçe, üçüncü sırada
yer almaktadır.
Hz. Osman (R.a.)'ı bu
duruma getiren onun hayâsıdır. Hz. Osman denildiğinde akla gelen vasıflardan
ilkini, 'haya' teşkil ediyor. Hadis külliyatlarından, bizatihi Resûl-i
Ekrem'in (sav) onu hayası ve edebi ile övdüğünü okuyoruz. Keza, yine Hz.
Peygamberin, hayasından dolayı ona karşı hususî bir ihtiramda bulunduğunu
bildiren hadisler de çıkıyor karşımıza.
Hz. Osman'da temayüz
eden bir vasıf olarak hayanın onun nice büyük ve parlak yıldızı dahi geride
bırakacak şekilde faziletçe o derece yükselmesine nasıl vesile olduğunu ise,
en başta, yine Resûl-i Ekrem'in hayaya dair hadisleri sayesinde anlıyor insan.
Nitekim, her iki Sahîh'te ve Kütüb-i Sitte'nin altı kitabından beşinde mevcut
bir hadisinde
"Haya imandandır" buyuruyor sevgili Peygamberimiz. Onun, yine her iki
Sahîh'te yer alan, ve Kütüb-i Sitte'nin hepsinde bulunan bir başka hadisi ise,
"Haya imandan bir şubedir" diye bildiriyor. Yine Hz. Peygamber'in öğrettiği
üzere,
"Hayanın hepsi hayırdır" ve
"Haya ancak hayır kazandırır.” [66] İşte, hayanın niye 'imandan' ve de 'imanın bir
şubesi' olduğunu anlayabildiği ölçüde, hayası karşısında 'meleklerin dahi
kendisinden utandığı' Hz. Osman'ın neden bu derece yükselebildiğini de anlıyor insan.
Bunu anlamak için ise, önce şu iki sorunun izini sürmesi gerekiyor: İnsan
nasıl haya duyar? Yahut, hangi durumlarda daha hayâlı davranır?
Kendi hayatlarımız
dahilinde tecrübe ettiğimiz üzere, hayayı, yani utanma duygusunu en yoğun
biçimde yaşadığımız haller, 'görüldüğümüzü' ve 'izlendiğimizi' bildiğimiz
hallerdir. Yalnız kaldığımızda yapabildiğimiz birçok şeyi, birisi tarafından
izlendiğimizi biliyor isek, yapamayız. Ki bu hal, fıtratın kerih gördüğü,
insana fıtraten sevdirilmemiş olan bazı şeyleri uluorta yapmaktan bizi
alıkoyduğu gibi, günahtan da sakındırır. Kişi hayası ölçüsünde açıkça günah
işlemekten çekinir, ve hayâsızlığı ölçüsünde alenî günah işler. Bizi tanıyan
birinin bizi o halde görmesi
endişesiyle gelen psikolojik utanç, çoğu kez, nefsin günaha davetine rağmen,
insanı günahtan alıkoyan Ancak, yine bu yüzden, tanındığı ortamlarda utamlası
fiillerden uzak duran insanlar tanınmadığı ortamlarda günaha daha rahat
düşebilirler. Ki, bundan dolayı, yanında1 bir tanıdığı olmadan tek basma
yolculuktan insanı sakındıran, böyle bir durumda şeytanın insana yol arkadaşı
olacağını bildiren hadisler vardır. Yine bu babdaki hadislere binaen,
refakatinde bir başka mü'min olduğu haide yolculuk, sünnet-i seniyyedendir.
Günahtan sakınma
noktasında hayanın yanımızda başka insanların olduğu durumlar ile yalnız başına
kaldığımız durumlar arasında nasıl bir fark husule getirdiğini kendi hayat
tecrübemizle biliyoruz açıkçası. Peki, insan yanında başka bir insan yokken,
yani yalnız başına iken gerçekten yalnız mıdır? Bilakis yanında bir insan
yokken de yalnız değildir insan. O'nun Semi', Basîr, Latîf, Habîr, Alîm bir
Rabbi vardır. O'nun Rabbi, Semi', yani işitendir. Basîr, yani görendir.
Latiftir, her yere nüfuz eder; Habîr'dir, herşeyden haberdardır;' Alîm'dir,
herşeyi bilir. Semi', basar ve kudret, yani işitmek, görmek ve güç sahibi
olmak, O'nun sıfatları arasındadır. Dahası, Semîu'l-Basîr ve Alîmu'l-Habîr
olan Rabbimizin, her işe müekke! melekleri olduğu gibi, insanın fillerini
kaydeden melâikesi de vardır. Yani, insan her an Rabbinin huzurundadır ve
melekler her an yanıbaşındadır. Ailahû Teâlâ ve vazifeli melekleri, insanla her
an beraberdir.
İnsan, bu gerçeği
kavradığı ölçüde 'yalnız' iken de yalnız olmadığını bilir; ve bu gerçek aklında
kaldığı müddetçe insanların yanında işlemeye utandığı .günahtan yalnız iken de
sakınır. Zira, bilir ki, etrafında insanlar yoksa bile, Semî ve Basîr olan
Rabbinin huzurundadır ve melekler de yanıbaşındadır. Bu açıdan baktığımızda,
haya imandandır ve imandan bir şubedir gerçekten. Zira, haya duygusunun varlığı
ve inkişafı, Allah'ı Basîr herşeyi gören, Semi' herşeyi işiten Alîm herşeyi bilen,
Latîf herşeye nüfuz eden, Habîr herşeyden haberdar olan gibi isimleriyle
tanıyıp bilmeye, her an böyle bir Rabbin huzurunda olduğu gerçeğinden gaflet
etmemeye, yani İman Billaha ve iman-ı Billah.içindeki marifetullaha
bakmaktadır. Yanısıra, melâikeye imana da... Fıtratımıza konuimuş 'haya
duygusu, Semi' ve Basîr olan Allah'a ve meleklerine imandaki terakki sayesinde
gelişmekte; haya duygusunun gelişmesiyle de, insan
takva zırhıyla donamp pek çok günahtan ve
pek çok çirkin halden sakınıp korunarak, Rabbinin hoşnut olup meleklerin takdir
edeceği salih ameller işlemeye yönelmektedir. Kısacası, haya sahibi olmak ve
hele hayada zirveye ulaşmak ne basit bir iştir, ne de kolay ve sıradan bir
iş... Haya, imandandır ve imandaki terakki sayesinde bu duyguda bir genişleme
ve derinleşme yaşanmaktadır. Hayada zirveye doğru yolculuk, özellikle de,
Semi', Basîr, Alîm, Latîf, Habîr gibi esmâ-i hüsnâya dair sağlam bir kavrayışla
birebir alâkalıdır. Haya ile iman arasındaki bu birebir ilişkidir ki, Hz. Osman
gibi bir sahabe, Ashâb-ı Kirâm'm Rasûlüllah'ın yanında Allah adına giriştiği
savaşlarda iz bırakan büyük bir kahramanlığı görülmediği halde, hayâsıyla
şöhret bulmuş bir kişi olarak, sahabelerin en üstünleri arasındadır. Hz. Osman
(R.a.), imandan bir şube olan ve dillere destan olmuş hayası sayesinde,
mertebece Hz. Ebubekir ve Ömer'in hemen ardında, üçüncü sırada anılmaktadır.
Hayadaki bu sırrın, Hz. Osman'daki haya halinin, ve onun haya ile gelen
yükselişinin, şu zamanın günaha çağıran binbir kapısı karşısında bunalan ahir
zaman mü'minlerî için de hem bir kurtuluş reçetesi, hem de bir yükseliş imkânı
sunduğunu düşünüyorum. Bizler de, Hz. Osman (r.a.) misali, Allah'ı sözkonusıı
isimlerinin azamî mertebesinde tamr ve de bu isimlerden gafil olmaz isek, keza
kudsî meleklerin hayatımızın her amuda bize yoldaş olduğunu biliryani,
melâikeye imanda da terakki eder^isek, umulur ki, haya halimiz o derece
inkişaf eder; ve hayadaki inkişafımız nisbetinde de, nefis ve şeytanın bizi
günaha sevketmesi zorlaşır. İşte bunu başarabilmek, Hz. Osman (r.a.)'ın
hayatından hayatımıza izler taşımakla mümkündür. Hz. Osman (R.a.)'ın hutbe ve öğtütlerden
bazıları şunlardır:
"Ben ilk nasihat
alanlardan ve kendisine yapılan nasihati kabul edenlerdenim. Bundan dolayı
Allah'tan mağfiret diliyor ve tevbe ediyorum.”[67]
“Allah, bir kimsenin
içinde sakladığı duygulan, mutlaka yüz hatlarına/yüz ifadelerine konuşurken
kullandığı kelimelere/kelimelerin telaffuz ediliş şekline aksettirir.” [68]
“Gözü haramdan korumak
ne güzel şehvet perdesidir."
“Allah, Kur'an ile
giderilmesi mümkün olmayanı sultan (devlet) ile
giderir.”
“İnsan kendisini ihmal
ederek, fakirlik yüzünden zarara bile uğrasa, tok gönüllülük kendisini
zenginleştirir. Dünyada hiçbir güçlük yoktur. Şayet bir güçlükle karşılaşırsan,
onu bir kolaylık takib edecek demektir. Bu sebeple sabırlı olmalısın.
Felâketlerle karşılaşmayan, sıkıntı; üzüntü nedir bilmez. İleride neler olacağı
da belli değildir.” [69]
Hz. Osman (R.a.),
servetini Allah yolunda cömertçe infak eden bir şahsiyettir. Bir gün Şam'dan
Hz. Osman (R.a.)'a yüz deve yükü buğday gelmişti. Kıtlık senesiydi. Sahabeler
Hz. Osman (R.a)'ın etrafını çevirdiler. Buğdayı satın almak için Medineli
müslümanlar yüksek fıatlar verdiler. Hz. Osman (R.a.) kabul etmedi. Sahabelere
"Sizden daha yüksek fıat veren vardır. Ona vereceğim." dedi.
Sahabeler buna üzüldüler. Doğruca Halife Hz. Ebû Bekir (R.a.)'ın yanma
gittiler. Durumu Hz. Ebû Bekir (R.a.)'a arzettiler:
“Ya Emire'l Mü'minin!
Hz. Osman (R.a.)'a bugün yüz deve yükü buğday geldi. Yüksek fiat vermemize
rağmen bize vermedi. Hep sizden daha yüksek fıat veren var ben ona vereceğim
dedi. Muhacir ve Ensar'a bunu yapmak reva mı? Daha fazla para istemesi ona
yakışır mı?" dediler. Hz. Ebû Bekir (R.a.):
“Siz Osman hakkında
kötü düşünmeyiniz, aranızda bir münakaşa da çıkmamıştır. Osman, Rasûlüllah
(sav)'ın Me'vâ Cennetinde refikidir. Resul-i Ekrem'in damadı olmak şerefini
kazanmıştır. Her halde siz onun sözünü yanlış anladınız, beraber gidelim"
buyurdu. Beraber kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın yanına vardılar.
“Ya Osman! Ashâb-ı
Kiram senin bir sözüne üzülmüştür. Kimdir sana yüksek fiat veren?" Hz.
Osman (R.a.):
“Evet, ya Halife-i
Rasûlüllah! Onlardan iyi olan, bire yediyüz veriyor. Bunlar bire yedi
veriyorlar. Biz buğdayı bire yediyüz verip alana verdik. Allah'ın şu ayetini
okumadınız mı?:
“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, bir
tanenin durumu gibidir ki, yedi başak bitirmiş ve her başakta yüz tane var.
Allah, dilediğine daha da katlar. Allah'ın rahmeti geniştir. O, her şeyi bilir.”
[70]
“Allah yolunda mallarını infak eden, sonra
verdiklerinin arkasından başa kakmayı, gönül incitmeyi uygun görmeyen kimselerin
Rableri yanında mükâfatları vardır. Onlara hiçbir korku yoktur ve onlar,
üzülmeyeceklerdir.” [71]
Bundan sonra yüz deve
yükü buğdayı Medine-i Münevvere'de bulunan fakirlere dağıttı. Yüz deveyi de
kurban etti. Ebû Bekir (R.a.), buna çok sevindi. Kalkıp Hz. Osman (R.a.)'ın
alnından öptü. Ashâb-ı Kiram'ın, senin sözündeki inceliği anlıyamadıklarmı
önceden sezmiştim" buyurdu.[72]
Mü'min, mü'min kardeşi
hakkında sürekli hüsn-ü zan sahibi olmalıdır. Hz. Ebû Bekir (R.a.), Hz. Osman
hakkında önyargılı davranmamıştır. Hz. Osman (R.a.), müslümanların derdiyle
dertlenen bir kimsedir. O, Kur'an ayetlerini hayata dönüştüren bir kimsedir.
Zengin mü'minler mallarıyla infak ayetlerinin canlı tercümanları olmalıdırlar.
Hz. Osman (R.a.)
fıraseti zirvede olan bir sahabedir. O, meselelere Allah'ın nuruyla bakan bir
kimsedir. Ebu Hureyre (R.a.) bir gün Hz. Osman (R.a.)'ın huzuruna gidiyordu.
Yalda bir kadına gözü ilişti ve baktı. Huzura varınca Hz. Osman (R.a.):
“Bana ne oldu?
Gözlerinizde zina eseri görüyorum." buyurdu. Ebû Hureyre (R.a.):
“Ya Emire'l Mü'minin!
Rasûlüllah (sav)'den sonra vahy iner mi?" diye sordu. Cevabında:
“Hayır, vahy inmez,
fakat mü'minin fıraseti doğrudur. Nitekim Rasûlüllah (sav):
“Mü'minin firasetinden kaçınınız. Çünkü mü'min Aziz ve
Celi! olan Allah'ın nuruyla bakar."
buyurmuştur" dedi.[73]
Hz. Osman (R.a.)
insanlara sözüyle değil, fiiliyle nasihat ediyordu. O, dünya zenginliğinden
gönül zenginliğine geçiş yapmış bir din fedaisidir. Hududullah zemininde hayâli
yaşamış ve İslâm ümmetine de yaşayışla hayâ'yı öğretmiştir. Şunu unutmayalım
ki; beşeri münasebette haya, "hayattır!"
Baba Adı:
Ebû Talib b. Abdülmuttalib.
Anne Adı:
Fâtıma binti Esed, b. Hişam b. Abdi Menaf b. Kusay'dır.
Doğum Tarihi ve Yeri: Takriben M 601. yıl veya, 598 yıl diyenler de var.
Mekke'de doğmuştur.
Ölüm Tarihi ve Yeri: Hicrî 40. yıl, 17 veya 24 Ramazan diyen ler de vardır. Küfe Miladî 24
Ocak 661. yıl kabri Necef tedir.
Fiziki Yapısı:
Kısaya yakın orta boylu, siyah ve iri gözlü, esmer tenli, güzel yüzlü, karnı
büyükçe, elleri kolları pazıları oldukça kuvvetli, sık uzun enli göğüslü,
sakalı büyükçe, iri omu zlu, boynu gümüş ibrik gibi başının tepesi saçsız, omuz
başları dik ve yüksekti.
Eşi:
Rasûlüllah (sav)'in kızı
1. Hz.
Fâtımatü'z-Zehra,
2. Ümmül
Benin binti Haram el Kellabiye,
3. Leyla
binti Mesud b. Salih Benî Temim Benî Neşhel,
4. Esma
binti Ümeyse,
5. Sabha
binti Rebia (Benî Tağlib Kabilesinden)
6. Ümâme
binti Ebûl As,
7. Havle
binti Cafer (Benî Hanifoğulları'ndan)
8. Ümmü Said
binti Urve b. Mesud es-Sekafı,
9. İmrül
Kays'ın kızı Mahabba (Benî Kelboğulları kabilesinden).
Oğulları:
1. Hanımı
Hz. Fâtıma'dan; Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Musin.
2. Hanımı,
Ümmü'l Benin'den; Abbâs, Cafer, Abdullah, Osman (Bunlardan Abbâs hariç hepsi
kerbela'da şehid oldular.),
3. Hanımı
Leyla'dan; Ubeydullah, Ebû Bekir,
4. Hanımı
Esma'dan; Muhammed, Yahya,
5. Hanımı
Sahba'dan; Ömer,
6. Hanımı
Ümâme'den; (ortanca) Muhammed,
7. Hanımı
Havle'den; Muhammed el Hanifıye,
8. Hanımı
Ümmü Said'den; Ümmül Hasan, (Nesli Hz. Hasan, Hüseyin, Muhammed el Hanifıye,
Abbâs ve Ömer'den devam etmiştir.)
Kızları: Hz.
Ali (R.a.)'ın 17 veya 20 kızı vardı.
1.
Hanımından; Zeynep, Ümmü Gülsüm,
5.
Hanımından; Rukiyye,
8.
Hanımından; Büyük Remle, Ümmü Gülsüm, Hz. Ali'nin bize ulaşmamış kızları da
vardır. Ümmü Hani, Meymune, Küçük Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Ümâme, Hatice, Ümmü
Kerem, Ümmü Seleme, Ümmü Cafer, Cumane, Nefise.
Gazveleri:
Bedir, Uhud, Hendek ve sonraki bir çok savaşa katıldı.
Hicreti:
Mekke'den Medine'ye hicret eden muhacirdir.
Sahabeden Kiminle Kardeşti: Mekke'de Rasülüllah (sav) ile kardeş ilân edilmişti.
Kabilesi: Ali
b. Ebû Talib, b. Abdülmutalib, b, Hişam b. Abdi Menaf, b. Kusayy, b. Kilab, b.
Mürre, b. Ka'b, b. Lüey.
Lakabı/Künyesi: Ebû Turab, Haydarı Kerar, Ebal Hasen,
Esedullahü Galip, Rıdvan.
Kiminle Akrabalığı: Rasülüllah (sav)sin amcasının oğlu ve damadıdır.
Rasûlüllah (sav)'ın
amcasının oğlu, damadı ve dördüncü Raşid halifedir. Babası Ebû Talib, annesi
Kureyş'ten Fâtıma binti Esed, dedesi Abdulmuttalib'tir. Künyesi Ebu'l Hasan ve
Ebû Tûrab (toprağın babası), lâkabı Haydar; unvanı Emîru'l-Mü'minin'dir. Ayrıca
'Allah'ın Arslanı' unvanıyla da anılır.
Hz. Ali küçük yaşından
beri Rasûlüllah'ın yanında büyüdü. Sekiz veya On yaşında İslâm'ı kabul ettiği
bilinmektedir. Hz. Hatice'den sonra müs-lümanlığı ilk kabul eden odur. Bir gün
Hz. Ali (R.a.) Hz. Peygamber (sav) ile Hz. Hatice namaz kılarlarken yanlarına
geldi ve onları o şekilde görünce hayret etti. Sonra sordu:
"Bu yaptığınız
nedir ya Muhammed?" Allah Rasûlü (sav):
"Bu, Allah'ın kendisi için seçtiği, peygamberler
gönderdiği dindir. Seni tek olan, ortağı olmayan Allah'a inanmaya, ona
ibadete, Lat ve Uzza putlarını inkâr etmeye davet ediyorum. Ya Ali, şayet
müslüman olmuyorsan bu hususta kimseye bir şey söyleme!" buyurunca Hz. Ali:
"Bu, şu ana kadar
işitmediğim bir mesledir. Babam Ebû Talib'le konuşmadan herhangi bir meselede
karar veremem" dedi. Daha sonra babasına danışmaya gitti. Yolda Hz. Ali
(R.a.) kendi kendine düşündü ve:
“Rabbim beni
yaratırken babama danışmadı. Ben O'nun dinini kabul etmek için ne diye babama
danışmaya gidiyorum?" dedi ve daha sonra gelip İman edip müslüman oldu. [74] İman
etmek için, İslam'a hizmet etmek için başkasına danışılmaz. Yani iman etmemizi
bir başkasının müsaadesine bağlamamız, müslümanlığımızı Allah'ın iradesi
dışında başka bir gücün müsaadesine sunmamız, batıl bir davranıştır.
Akrabalarımızla birlikte bütün insanlar bize engel olup düşman olsalar bile biz
Allah'a imanımızı ve İslâm'a olan teslimiyetimizi tartışma konusu yapmayız.
Eğer siz iman etmek için, İslâm'a hizmet için bir başkasının iznini ve
.müsaadesini olmazsa olmaz kabul ediyorsanız, o zaman sizin Allah'tan başka
birtakım sahte Rableriniz de var demektir.
Hz. Ali (R.a.)
Allah'ın hükmünü, hakimiyetini ve iradesini herşeyin fevkinde görüyordu. O,
Allahû Teâla'nın dışında ilahlık iddiasında bulunanlara ve insanları bizi
Allah'a yaklaştırırlar gerekçesiyle taptıkları putlara karşı savaşıyordu.
Mekke döneminde her zaman Rasûlüllah (sav)'ın yanındaydı. Kâbe'deki putları
kırmasını şöyle anlatır:
"Bir gün Resûl-i
Ekrem ile Kabe'ye gittik. Resûl-i Ekrem omuzııma çıkmak istedi. Kalkmak
istediğim zaman kalkamıyacağımı anladı, emuzıımdcm indi, beni omuzuna çıkardı
ve ayağa kalktı. Kendimi istesem ufukları tutacak sanıyordum. Kabe'nin üzerinde
bir put vardı, onu sağdan soldan ittim. Put düştü, parça parça oldu. Rasûlüllah
(sav)'ın omuzlarından indim. İkimiz geri döndük.” [75]
Örnek ve önderimiz Hz.
Muhammed (sav), putkıran bir Peygamberdir. Biz de putkıran bir Peygamberin
ümmetiyiz. "Mekkî toplumlarda putları kırmak ahmaklıktır" diyen
müslümanlar, Peygamberlerini tanımayan ahmaklardır. Mekkî toplumlarda şartlar
oluştuğunda putları kırmak, nebevî mücadeleyi ihya etmektir. Bu putlar mutlaka
dikili heykeller şeklinde olmayabilir. Günümüzde Allah'ın şeriatına muhalif
olarak kağıtların üzerine nakşedilen kul kaynaklı kanunlar da birer putturlar.
Onları ortadan kaldırmak, put kırmak cümlesinden sayılır.
Resûl-i Ekrem, en
yakın akrabasını uyarmak ve hakkı tebliğ etmek hususunda Allahû Teâlâ'dan emir
alınca onları Safa tepesinde toplayıp ilâhî emirleri tebliğ edince, Kureyş
müşrikleri onunla alay etmişti. İkinci toplantıyı yapmasını Hz. Ali (r.a)'ye
bıraktı, AH de bir ziyafet hazırlayarak Haşimoğullarmı davet etti. Rasûlüllah
yemekten sonra:
"Ey Abdülmuttaliboğulları, ben özellikle size ve
bütün insanlara gönderilmiş bulunuyorum. İçinizden hanginiz benim kardeşim ve
dostum olarak bana bey'at edecek"
dedi. Yalnız Ali (R.a.) kalktı ve orada Rasûlullah'a onun istediği sözlerle
bey'at etti. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem,
"Kardeşimsin ve vezirimsin " diyerek Hz. Ali'yi taltif etti. Hz. Peygamber (sav)
hicret etmeden önce elinde bulunan ve kendisim öldürmeye gelen müşriklere ait
olan emanetleri, sahiplerine verilmek üzere Ali'ye bıraktı ve o gece Hz. Ali
(R.a.), Rasûlullah (sav)'ın yatağında yatarak müşrikleri şaşırttı. Böylece Hz.
Ali, Hz. Peygamberi öldürmeye gelen müşrikleri oyalayarak onun yerine hayatım
tehlikeye atmış, bu suretle Peygamber'e hicreti sırasında zaman kazandırmıştır.
Rivayete göre bunun üzerine şu ayet-i celile nazil olmuştur.
"Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah'ın
rızasına ermek için
kendini
feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir.”[76]
Zor zamanlarda ölümü
göze alarak Rabbani davaya sahip çıkmak, Hz. Ali (R.a.)'ın misyonudur. Hz. Ali
(R.a.), Rasûlüllah (sav)'e bey'at etmekle zor zamanın sözleşmesine imza attı.
O, Allah rızasını kazanmak için nefsini sattı. Yani Allah rızası uğruna canını
feda etti.
Hz. Ali,
Peygamberimizin kendisine bıraktığı emanetleri sahiplerine verdikten sonra
Medine'ye hicret etti. Medine'de de Hz. Peygamber'in devamlı yanında bulundu,
bütün cihad harekâtlarına katıldı, Uhud'da gâzî oldu. Bedir'de sancaktardı.
Aynı zamanda keşif kolunun başındaydı; hakim noktalan tesbit ederek Hz.
Peygamber'e bildirdi. Bu mevkiler işgal edilerek, Bedir'de önemli bir savaş
harekâtını başarıya ulaştırdı. Bedir gazasının başlamasından önce,
Kureyşliler'le teke tek dövüşen üç kişiden biriydi. Budöğüşte, hasmı Velidb.
Muğire'yi kılıcı ile öldürdüğü gibi,Hz. Ebû Ubeyde zor durumdayken yardımına
koştu ve onun hasmını da öldürdü. Kendisine "Allah'ın Arslanı" lâkabı
ve Bedir ganimetlerinden bir kılıç, bir kalkan ve bir de deve verildi.
Hz. Ali, Bedir
savaşından sonra Hz. Peygamber'in kızı Hz. Fâtıma ile evlendi. Nikâhını Hz.
Peygamber kıydı. O zamana kadar Rasûlüllah'la oturan Hz. Ali nikâhtan sonra
ayrı bir eve taşındı. Hz. Ali'nin, Hz. Fâtıma'dan üç oğlu, iki kızı dünyaya
geldi. Hicret'in üçüncü yılında Uhud savaşında, müslüman okçuların hatası
yüzünden müşrikler müslümanların üzerine saldırmışlar ve Hz. Peygamber de
yaralanarak bir hendeğe düşmüş ve düşman onun öldüğünü yaymıştı. Halbuki o
sırada döğüşe doğüşe gerileyen Hz. Ali, Hz. Peygamber'in içine düştüğü hendeğe
ulaşarak, onu korumaya almıştı. İki tarafın da kazanamadığı bu savaşta Hz. Ali birçok
yerinden yaralanarak gazi oldu. Uhud savaşından sonra Hz. Ali "Benu
Nadr" Yahudilerinin hainlikleri üzerine bu kabile ile yapılan savaşı
bizzat idare etti. Bütün çarpışmalarda Hz. Ali kahramanca döğüşmüş ve
müşriklerin en meşhur savaşçılarını öldürmüştür.
Hudeybiye barışında
sulh şartlarının yazılmasında o memur edildi. Hz. Ali, sulhnameyi yazmaya şöyle
başladı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm
Muhammed Rasûlüllah...” Ancak müşrikler bu ifadeye itiraz ettiler. Hz.
Peygamber, "Rasûlüllah" yerine "Muhammed b. Abdullah" yazmasını
Hz. Ali'ye söylemiş fakat Hz. Ali "Rasûlüllah" ifadesinin yazımında
ısrar etmiştir. Hz. Ali (R.a.) diyor ki;
"Müşriklerin,
Rasûlüllah (sav)'e
"Sen, Rasûlüllah
değilsin! Fakat sen, kendi ismini ve babanın ismini yaz!" dediler.
Rasûlüllah (sav) de: "Muhammed Rasûlüllah kelimesini silmemi bana
emretti. Ben de Rasûlüllah (sav)'e
"Muhammed
Rasûlüllah kelimesini silmeme benim gücüm yetmez." dedim. Rasûlüllah
(sav):
"Yerini bana göster!" buyurdu. Gösterdiğimde, eliyle onu sildi yerine Muhammed
b. Abdullah yazdı.[77]
Allah'ın dininde
ekleme ve çıkarma yetkisi sadece Allah ve Rasûlüne aittir. Bugün Allah'ın dini
kemale ermiştir. Onda ekleme ve çıkarma yapmak, Allah ve Rasûlü'nün yetkisine
müdahaledir. İşte Fıkhu's sahabe budur. Yani Allah ve Rasûlünün yetkilerine
müdahale etmekten kaçınmaktır. Teşri' hakkım/nizam vazetme, hukuk belirleme
işini sadece Allahû Teâla 'ya ve O 'nun görevlendirdiği; vahiyle eğittiği ve
denetlediği Rasûlü Hz. Muhammed (sav)'e havale etmek, sahabe fıkhıdır. Onlar
İslâm'ı böyle anlamışlardı. Dolayısıyla Allah'ın dinine ekleme ve çıkarma
hususunda kendilerinde bir yetki görenler ve bu yetkiyi fiilen kullananlar
tuğyan edip tağutlaşanlardır.
Hz. Ali (R.a.) hayatı
boyunca uluhiyyet hukuku'nun bekçiliğini yaptı. Hz. Ali Mekke'nin fethi
sırasında yine sancaktardı. "Keda" mevkiinden Mekke'ye girdi. Mekke
kan dökülmeden fethedildi. Hz. Peygamber ile birlikte Kabe'deki bütün putları
kırdılar. Mekke'nin fethinden sonra Resûl-i Ekrem, Hâlid b. Velid'i Benu
Huzeyme kabilesine gönderdi. Bu kabile ya cehaleti, ya da bedevî olmalarından,
"müslüman olduk" anlamındaki "eslemna" kelimesi yerine
"sabbena" dediği için Hâlid b. Velid hiddetlendi ve onlarla harp
etti. Hz. Peygamber olayı duyunca çok üzüldü. Rasûlüllah (sav), Hz. Ali'yi bu
hatayı telâfi etmek ile görevlendirdi. Hz. Ali Benu Huzeyme'ye giderek
öldürülenlerin diyetini ödeyip mağdur olanların zararlarını telâfi etmesini
istedi.
Evet, Halid b. Velid
(r.a.), müşrik olan Beni Cezime kabilesini Aîlahû Teâla'ya davet etmek için
gittiğinde, kabile içerisinde iman edenlerin olduğunu ve davete icabet edip
etmediklerini beklemeksizin emrindeki nüfrezeye saldırı emri verdi. Neticede
bir çok kayıp meydana geldi. Durumdan haberdar olur olmaz, Rasûlüllah (sav),
Beni Cezime kabilesinin bütün kayıplarını kendilerine temin etti. Hatta kırılan
köpek çanaklarını dahi
tazmin etti ve ardından, gözyaşları içerisinde
"Allahım! Ben, Halid'in yaptığından beriyim" duasını yaptı.
İslâm toplumu bir
erdemliler toplumudur. Bu toplumda yanlışı kim yaparsa yapsın kabul edilmez.
Çünkü İslâm toplumu yanlışların değil, doğruların hamişidir. Bu nedenle
müslümanlar beşeriyet alemine karşı şunu net bir şekilde ifade edip haykırmalıdırlar:
''Doğrular İslam'a, yanlışlar ise bize aittir!" Dostlarımızın, dava
arkadaşlarımızın yanlışlarını, hatalarım sahiplenip savunmamızın Peygamber
(sav)'in ve sahâbe'sinin sünnetiyle bağdaşır bir yanı ve yönü yoktur.
Birilerinin indinde suç olsada doğruya doğru, yanlışa yanlış diyeceğiz.
Hz. Ali (R.a.) gerek
hatalı müslümanların karşısında olsun ve gerekse düşmanın saldırıları
karşısında olsun tam bir sabır sembolüdür. Huneyn gazasında müslümanlar bir ara
bozulup dağıldılar. Sayıları binleri bulduğu halde içlerinden ancak birkaç
kişi sabredip dayanabildi. Hz. Ali bu savaşta yalnız sabırla tahammül etmekle
kalmayarak gösterdiği yiğitlik ve kumandanlıkla İslâm ordusunun kendi safında
toparlanmasını sağladı. Resûl-i Ekrem hicretin 9. yılında Tebük seferine
çıkarken Hz. Ali'yi ehl-i beytin muhafazası için Medine'de bıraktı, ancak Hz.
Ali (R.a.) bu sefere katılamadığı için müteessir oldu. Bunun üzerine Rasûlüllah
(sav):
"Musa'ya göre Harun ne ise, sen bana karşı o
olmak istemez misin?" dedi. Hz.
Ali(R.a.), bu iltifattan çok memnun oldu.
Tevbe suresinin
ayetleri nazil olunca, Rasûlüllah (sav) Hz. Ali'yi Mekke'ye gönderdi. Bu
suretle hiçbir müşrikin artık Kâbe-i Şerifi bundan sonra haccedemeyeceğini
bildirdi.Yemen bölgesinin İslâm'a girmesi zordu. Görev yine Ali b. Ebi Talib'e
verildi. Hz. Ali(R.a.)
"Bu çok güç bir
iş" dedi. Rasûlüllah (sav) de:
"Ya Rabb, Ali'nin dili tercümanı, kalbi hidayet
nurunun memba olsun" diye dua
edince, Hz.Ali (R.a.), siyah bi,r bayrak alarak Yemen'e gitti, kısa süren
irşadîarı sayesinde Yemen'in bütün Hemedan kabilesi müslüman oldu.
Hz. Ali (R.a.),
İslâm'a kabileleri kazandıran bir şahsiyettir. Bu nedenle diyoruz ki; İslâm'a
insan kazandırmaya çalışmak, sahabe sünnetindendir. Sahabe yolunda gidenler,
İslâm'a adam kazandırmaya çalışanlardır.
Hz. Ali (R.a.), Hz.
Peygamber'in vefatı sırasında, hücresinde bulunanlann başında geliyordu. Hz.
Ebu Bekir haîife seçildiği sırada Hz. Ali Rasûlullah (sav)'ın hücresinde tekfin
ile meşgul idi. Hz. Ömer (R.a.) devrinde devletin bütün hukuk işleriyle
ilgilenip adeta İslâm devletinin baş kadısı olarak görev yaptı. Hz. Ömer'in
şehâdeti üzerine yine devlet başkanını seçmekle görevlendirilen altı kişilik
şûra heyetinde yer alıp, bu altı kişiden en sona kalan iki adaydan biri oldu.
Hz. Osman'ın hilâfeti döneminde idarî tutumdan pek memnun olmamakla birlikte
İslâm devletinin muhtelif vilâyetlerinden gelen şikâyetleri hep Hz. Osman'a
bildirmiş ve ona hâl çareleri teklif etmişti. Hz. Osman (R.a.)'ı muhasara
edenleri uzlaştırmak için elinden gelen gayreti sarfetti.
Hz. Osman (R.a.)'m
şehâdetinden sonra İslâm'ın ileri gelen şahsiyetleri ona bey'at ettiler. Ancak
onun bu dönemi Allah'ın bir takdiri olarak son derece karışık bir dönem oldu.
Hilâfete geçtiğinde halledilmesi gereken bir çok problemle karşı karşıya kaldı.
Bu karışıklıklar Cemel ve Sıffin gibi iç çatışmaları doğurdu. İslâm devleti bünyesindeki
bu ihtilâfları giderme konusunda büyük fedakârlık ve gayretler gösterdi.
Nihayet, Kûfe'de 40/661 yılında bir Hârici olan Abdurrahman b. Mülcem tarafından
sabah namazına giderken yaralandı. Bu yaranın etkisiyle şehid oldu.
Hz. Ali devamlı olarak
Hz. Peygamber (sav)'in yanında bulunduğu için Tefsir, Hadîs ve Fıkıhta
sahabenin ileri gelenlerindendİr. Hatta Rasülüllah (sav)'ın tabiri ile "ilim beldesinin kapısı"
olarak ümmetin en bilgini idi. Hz. Peygamber yolunda insaniarı hakka iletmek
için büyük gayretler sar-fetmiş ve hilâfet dönemi iç karışıklıklarla dolu
olmasına rağmen, İslâm'ın öğretilmesi ve öğrenilmesi hususunda büyük katkıları
olmuştu.
Medine'de duruma hakim
olup yönetimi tam olarak eline aldıktan sonra öğretim için merkezde bir okul
kurdu. Arapça gramerin öğretilmesini Ebu Esved ed-Düeli'ye, Kur'an okutma ve öğretme
işini Abdurrahman es-Sülemi'ye, Tabiî ilimler konusunda öğretmenlik görevini
Kümeyi b. Ziyâd'a verdi. Arap edebiyatı konusunda çalışma yapmak üzere de Ubade
b. es-Samit, ve Ömer b. Seleme'yi görevlendirdi. Devlet yönetimi ve
hizmetlerini; maliye, ordu, teşrî ve kaza gibi bölümlere ayırarak yürütüyordu.
Malî işleri, dağıtma ve toplama diye iki kısma ayırmazdı. Ümmetin malını ümmete
dağıtırken de son derece titiz davranırdı. Kendisine bir pay ayırma noktasında
gayet dikkatli olup, kimsenin hakkına tecavüz etmemekte de büyük bir örnek idi.
Kendisini Kûfe'de görenler, kışın soğuğunda
ince bir elbisenin altında tir tir titreyerek camiye gittiğini aktarırlar.
Devlet yönetici ve memurlarının nasıl davranmaları gerektiği konusunda şu
yönetmeliği hazırlamıştı:
"Halka karşı
daima içinizde sevgi ve nezaket besleyin. Onlara bir canavar gibi davranmayın
ve onları azarlamayın.
Müslüman olsun olmasın
herkese aynı davranın. Müslümanlar dinde kardeşleriniz, müslüman olmayanlar ise
insanlıkta sizin kardeşlerinizdir.
Affetmekten utanmayın.
Cezalandırmada acele etmeyin. Emriniz altında bulunanların hataları karşısında
hemen öfkelenip kendinizi kaybetmeyin.
Taraf tutmayın, bazı
insanları kayırmayın. Bu tür davranışlar sizi zulme ve despotluğa çeker.
Memurlarınızı seçerken
zalim yöneticilere hizmet etmemiş ve devletin suçlarından ve zulümlerinden
sorumlu olmamış bulunmalarına dikkat edin.
Doğru, dürüst ve nazik
kişileri seçin ve çıkar ummadan ve korkmadan acı gerçekleri söyleyebilenleri
tercih edin.
Atamalarda araştırma
yapmayı ihmal etmeyin.
Haksız kazanç ve
ahlâksızlıklara düşmemeleri için memurlarınıza yeterince maaş ödeyin.
Memurlarınızın
hareketlerini kontrol edin ve bunun için güvendiğiniz samimi kişileri kullanın.
Mektuplar ve
müracaatlara bizzat kendiniz cevap verin.
Halkın güvenini
kazanın ve onların iyiliğini istediğinize kendilerini inandırın.
Hiç bir zaman
vaadinizden ve sözünüzden dönmeyin.
Esnaf ve tüccara
dikkat edin; onlara gereken önemi gösterin, fakat ihtikâr, karaborsa ve mal
yığmalarına izin vermeyin.
El işlerine yardım
edin; çünkü bu yoksulluğu azaltır, hayat standardını artırır.
Tarımla uğraşanlar
devletin servet kaynağıdır ve bir servet gibi korunmalıdır.
Kutsal görevinizin
yoksul, sakat ve yetimlere bakmak olduğunu hiç aklınızdan çıkarmayın.
Memurlarınız onları incitmesin, onlara kötü davranmasın. Onlara yardım edin,
koruyun ve yardımınıza ihtiyaç duydukları her zaman huzurunuza çıkmalarına
engel olmayın.
Kan dökmekten kaçının,
İslâm'ın hükümlerine göre öldürülmesi gerekmeyen kimseleri öldürmeyin. "
Hz. Ali (R.a.), bütün
bu emirleri kendi nefsinde eksiksiz uygulayan bir halifeydi. Beş yıllık
halifeliği çok önemli olaylarla, savaş ve sıkıntılarla geçmişti. Fitnelere
karşı sonuna kadar doğru yoldan sabırla mücadele etmek istedi sonunda şehid
oldu. Hz. Ali (R.a.), İslâm'ın bütün güzelliklerine vakıftı. Çünkü o,
Rasûlüllah'ın daima yanında bulunmuştu. Vahiy kâtibiydi, hafız, müfessir ve
muhaddisti. Hz. Peygamber'den beş yüzden fazla hadis rivayet etti.
Ahkâmın nazariyatından
çok amelî keyfiyetine bakardı:
"Halka
anladıkları hadisleri söyleyiniz. Allah ile Peygamber'in tekzip edilmesini
ister misiniz?" (Buhârî, İlim) demiştir.
Hz. Ali'nin, Hz.
Fâtıma'dan Hasan, Hüseyin, Muhsin adlı oğulları ve Zeynep, Ümmü Gülsüm adlı
kızları oldu. Hz. Ali âbid, kahraman, cesur, iyilikte yanşan, takva sahibi ve
son derece cömertti.
Medine'de müslümanların
durumu düzeldikten sonra, Hz. Ali de bir hizmetçi almaya karar verip,
Rasûlüllah (sav)'a gitti. Rasûlüllah (sav) kızıyla damadının arasına girerek:
"Ben size hizmetçiden daha hayırlısını haber
vereyim. Yatarken otuzüç kere Allahû ekber, otuzüç kere Elhamdülillah, otuzüç
kere de Subhanallah deyin"
buyurdu.
Yine bir gün yiyecek
çok az yemekleri olan Hz. Ali (R.a.) ile ailesi sofraya oturdukları sırada
kapılarına bir dilenci geldi, onlar da yemeği dilenciye verdiler. Ertesi gün
gelen bir yetime, üçüncü gün gelen bir esire yemeklerini verdiler. Bu olay üç
gün sürdükten sonra şu ayet-i kerime indi:
"Şüphesiz en iyiler mizacı kâfur olan bir tastan
içerler. Allah'ın kullarının taşıra taşıra içeceği bir kaynak. Adağı yerine
getirirler ve
şerri
yaygın olan bir günden korkarlar. İçleri çektiği hâlde yiyeceği, miskine,
yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi ancak Allah'ın rızası için doyuruyoruz,
sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz oldukça asık suratlı
zorlu bir günden dolayı Rabbımızdan korkuyoruz' derler. Allah da bu günün
şerrinden onları korur. Onlara parlaklık ve sevinç verir.” [78]
Hz. Ali'nin
"Zülfıkâr" adı verilen meşhur bir kılıcı vardı. Kılıcın ağzı iki
çatallı idi ve Hz. Ali'ye Rasûlüllah (sav) tarafından hediye edilmişti.Hz.
Ali'nin cömertliği, insaniliği, Rasûlüllah'a olan yakınlığıyla edindiği büyük
manevî miras onu yüzyıllardır halk inançlarında destani bir kişiliğe
büründürmüştür. Bir gün onun dört dirhemi vardı. Birini açıktan, birini
gizliden birini gündüz, birini de gece infak etti ve hakkında şu ayet-i kerime
indi:
"Mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık olarak
infak edenler. Onlar için Rabbleri katında karşılıkları vardır ve üzülecek de
değillerdir.”[79]
Hz. Ali, İslamiyeti
kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber
efendimizin yanında, O'nun huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber
efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve
cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu.
Mescid-i Nebevi'nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedir, Uhud, Hendek ve
diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlıklar gösterdi.
Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Rasûlüllah sallallahü
aleyhi ve sellem sancağı Hz. Ali'ye teslim etmiştir.
Hz.Ali (R.a.), vahiy
kâtipliği yaptı. Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında
vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu
savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da
büyük kahramanlıklar gösteren Hz. Ali, Tebük Gazasında, Rasûlüllah efendimiz tarafından
vazifeli olarak Medine'de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde
ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i Mükerreme feth edilince,
Kabe'deki putları imha vazifesi ona verildi.
Peygamber efendimiz
vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife, ona ve Hz. Abbas,
Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem'e nasib oldu. Rasûlüllah (sav)'in tabutu
konulduğu yerde Hz. Ali (R.a.) şöyle dedi:
"Kimse imamlık
yapmasın, çünkü Rasûlüllah (sav) sağken imamımız olduğu gibi, ölüyken de imarnımızdır."
Bunun üzerine müslümanlar cemaat cemaat giriyorlar, saf saf olup namazını
kılıyorlardı. Kimse imamlık yapmıyordu. Cemaat tekbir getiriyor, Rasûlüllah
(sav)'in yanıbaşında Hz. Ali
(R.a.) de dua ediyordu. [80]
Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr'e bey'at edip onun devlet işlerini
yürütmede istişare ettiği zatlardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde
bulundu. Hz. Ömer'in halifeliğine de bey'at edip, halifenin danışmanı ve
hakimliğini yaptı. Hz. Osman'ın da halifeliğine bey'at edip, hilafet işlerinde
onun vezirliğini yaptı.
Hz. Osman'ın şehit
edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife oldu. Hz. Osman'ı şehit edenlerin
cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya
gelen iki ordu arasında tanı anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe' ismindeki
Yahudi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basrahlarm üzerine saldırdı. Gece
karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Savaşta Hz.
Talha, Zübeyr ve Aişe (R.anha) validemiz ile Hz. Ali (R.a.) karşı karşıya
geldiler. Cemel (Deve) Vak'ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir
alınınca, Hz. Ali (R.a.) hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan
kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine'ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffîn
denilen yerde Hz. Muaviye (R.a.)'nin ordusu ile yüz günde doksan meydan
muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi
şehid oldu. İslâm alimlerinden İbn-i Teymiyye (Rh.a.) bu durumu şöyle
değerlendiriyor:
"İlim ehli
biliyorlardı ki; ne Talha, ne Zübeyr, Hz. Ali (R.a.) ile savaşmak niyetiyle
hareket etmemişlerdi. Hz. Ali (R.a.) de onlarla savaşmayı kasdetmiyordu. Fakat
Cemel savaşı iki tarafın da ihtiyarı olmaksızın patlak verdi. Onlar maslahat
üzerinde ittifak etmişlerdi. Hz. Osam (R.a.)'ın katillerine had tatbik
edeceklerdi. Katiller de Hz. Ali (R.a.)'ın ordusunda bulunuyorlardı. Onlar da,
başlangıcında olduğu gibi sonunda fitne koparmak noktasında ittifak etmişlerdi.
Talha, Zübeyr ve arkadaşlarına hücum ettiler. Onlar da nefislerini müdafaa
etmek üzere hücuma karşılık verdiler. Sonra Hz. Ali (R.a.)'a beriki tarafın
hücum ettiği haberini getirdiler. Hz. Ali (R.a.) de nefsini müdafaa etmek üzere
savaşa girdi. Her iki taraf da nefis müdafaası için savaşa girmişti. Yoksa
savaşı başlatmak hiçbir tarafın niyeti değildi.
Siyeri bilen ilim
ehlinin çoğu böyle söylüyorlar.[81]
Hafız İbn-i Hacerü'l
Askalanî (Rh.a.) de bu hususta şunları kaydediyor: "Rasûlüllah (sav)'den
mütevatir hadisler gelmiştir ki, Ammar (R.a.)'ı baği bir taife öldürecektir. Ve
Ammar (R.a.)'ın Hz. Ali (R.a.) ile beraber iken Siffmde öldürüldüğü hakkında
ittifak hasıl olmuştur. [82] Hz.
Ammar (R.a.)'ın şehadetinden sonra her iki taife de "Tahkim" yani
hakem tayini hususunda ittifak ettiler. Hz. Ali (R.a.)'ın tarafından hakem olarak
Ebu Musa el- Eş'arî (R.a.) seçildi. Hz. Muaviye (R.a.) tarafından ise Amr İbni
As (R.a.) tayin edildi. Tahkim risalesi, Seferin Onüçünde hicretin 37.
senesinde yazıldı. İki hakem hükümlerini Ramazan ayında "Dümetu'l
Cendel" denilen yerin bir parçası olan "Ezruh" ta ilan
edeceklerdi. Her iki hakem de ictihad yolundan ayrılmadılar. Yani fıkhın
yolundan çıkmadılar.
Bazıları tarafından
ileri sürülen Hz. Ali (R.a.)'in hakemi Ebu Musa el Es'arî (R.a.)'ın,
"şu parmağımdaki
yüzüğü çıkardığım gibi Hz. Ali (R.a.)'ı halifelik makamından çıkarıyorum."
dedi. Hz. Muaviye (R.a.)'ın hakemi Amr İbni As (R.a.) ise;
"Ben de şu yüzüğü
parmağıma geçirdiğim gibi Hz. Muaviye'yi halifeliğe geçiriyorum"
dedi." iddiası, gerçekdışıdır. Bu hususta en sıhhatli olanı Halife b. Hayyat
ve Darekutnî (Rh.a.) gibi imamlar söylemişlerdir. Onlar diyorlar ki:
“Tarihçiler, yaymak
istedikleri fesad için bunları söylediler. Bazı cahiller de bu tarihçilere
uydular. İki hakem meseleyi müzakere etmek üzere bir araya geldiğinde Abdullah
İbn-i Ömer (R.a.) gibi şerefli insan gruplarları da vardı. Amr İbni Âs (R.a.)
de Hz. Muaviyeyi azletti: Darekutnî (Rh.a.), Hudeyin bin Munzire varan bir
senedle bunu rivayeti. Hudeyin bin Munzir de bu durumu Hz. Muaviye (R.a.)'a
bildirdi.” Kadı Ebu Bekir (Rh.a.) der ki: "İşte işin aslı başlangıcı ve
sonu budur. Öyleyse fesatlık yapanların kelamlarından yüz çeviriniz.
Hırlayanları şiddetle azarlayınız. Yıkanların yolundan dönüp hidayet edenlerin
yolundan gidiniz. Dinde sabit kadem olan ve önceliğe sahip olan kişilere
dillerinizi uzatmayınız. Kıyamet gününde ashaba husumet ettiklerinden dolayı
helak olanlarla beraber olmaktan kaçınınız. Çünkü Rasûlüllah (sav)'ın ashabı
kimin hasmı/düşmanı ise, o helak olmuştur.”[83] Bu
tahkim olayından sonra Hz. Ali (R.a.)'ın, ordusundan yedi bin
kişi ayrıldı. Bunlara haricî denildi.
Haricî'ler, her iki tarafı da "tahkim" yoluyla problemlerini çözmeye
kalkıştıkları için küfürle itham ediyorlardı. Sahabe neslinden Hz. Ali
(R.a)'den rivayet edilmektedir: Hz. Ali (R.a.), bir gün, mescitte hutbe
verirken, ona muhalefet eden hariciler mescidin bir kenarından "Hüküm Allah'tan başkasının değildir” [84] ayetini okuyarak
meşhur sloganlarım atarlar. Bu ses Hz. Ali (R.a) kulağına gelince şu mukabelede
bulunur: "Bu söz; "Hüküm Allah'dan başkasının değildir", hak bir
sözdür, ancak bununla batıl murad ediliyor ancak batıla alet edilmektedir.
Bizim üzerimizde siz (hariciler)in üç hakkı var: Biz sizi, Allah'ın
mescitlerine gelmekten men edemeyiz, yeterki orada Allah'ı zikredin. Düşmana
karşı bizimle beraber olduğunuz müddetçe sizi ganimetten mahrum edemeyiz. Size
karşı kıtal/savaş (ve mücadeleyi) başlatan biz olmayız. [85]
Görüldüğü gibi, Hz. Ali (ra)'ın "uhuvvet hukuku"na olan bağlılığı,
haksız yere halifeye karşı direnen hariciler için bir hak ve hukuk garantisi
olmuştur. [86] İhtilaf halinde de olsak,
bize muhalif olan din kardeşlerimizin kardeşlik hukuklarım muhafaza etmekie
mükellefiz. Şunu unutmayalım ki; Müsİümanm ihtilaf halinde din kardeşine karşı
adaletten ayrılması bir nifak alâmetidir. Hz. Ali (R.a.), ihtilaf halinde bile
adaletten ayrılmamıştır. Çünkü adalet, bütün sahabelerin vazgeçilemez vasfıdır.”
Hz. Ali (R.a.), 660
senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken
îbn-i Mülcem adlı bir haricî tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi.
Kabirleri Necef denilen yerdedir. Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla
mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükümet idaresinde Hz.
Ömer'in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına
çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude
getirmişti. Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle
medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir.
Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde
toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Ali'ye cömertlerin sultanı manasına
"Sultanü’l-Eshiya" buyurmuşlardır. Hz. Ali (R.a.), helal lokma
hassasiyetine sahipti. Hz. Ali (R.a.)'a çarşıda, pazarda esnafın yerlerini
tecavüz ettiklerini şikâyet ettiklerinde müslümanlara şu nasihatta
bulunmuştur:
“Müslümanların
çarşısı, namaz kılanların saflarına benzer. Birinin hakkına tecavüz edenin o
günkü kazancı, hakkına tecavüz ettiği kimseye aittir. Meğer ki bu tecavüzden
vazgeçmiş ola!" [87]
Hz. Ali (R.a.), zaman
zaman çarşı pazarı elinde kamçı olduğu halde dolaşır, esnafa, Allah'dan
korkmalarını, dürüst alışveriş etmelerini tavsiye ederdi. Ve şöyle derdi:
"Alışveriş edin,
fakat yemin etmeyin. Yemin malın değerini düşürür, bereketini gideriri.”[88]
Hz. Ali (R.a.) Allahû
Teâla'nın ve insanların haklarına riayet ederdi. Şa'bı (Rh.a.) anlatıyor: Cemel
vak'asında Hz. Ali (R.a.)'nin zırhı bir başka rivayete göre kürkü kayboldu.
Birisi onu buldu ve sattı. Zırh bir Yahudinin elinde görüldü. Hz. Ali (R.a.),
Yahudi'yi Kadı Şüreyh'e şikâyet etti. Yargılama neticesinde Kadı Şüreyh, delil
yetersizliğinden zırhın Ya-hudiye'ye ait olduğuna karar verdi. Hz. Ali (R.a.)
de Kadı Şüreyh'in kararına itiraz etmeden zırhı Yahudiye verdi. Yahudi bunun
üzerine Hz. Ali (R.a.)'in adaletine hayran kaldı ve şöyle dedi:
“Halife benimle
beraber kadıya geliyor, kadı aleyhine hüküm veriyor ve o da razı oluyor.
Vallahi doğru söyledin, müzminlerin emiri. Zırh senindir, devenden düştü ben de
aldım" dedi ve
"Allah'tan başka
ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasûlü olduğuna şehadet ederim."
dedi.
Hz. Ali (R.a.) de
zırhı ona hediye etti. O Sıffın savaşında şehid oluncaya kadar Hz. Ali
(R.a.)'den ayrılmadı.[89]
Görüldüğü gibi, Hz.
Ali (R.a.), nefsinin aleyhine olsa bile adaletten ayrılmamıştır. O, her
halükârda şer'i mahkemenin verdiği karara riayet etmiştir. İşte hukukun
üstünlüğüne inanmak buna derler. Müslüman insan, adaletin şahididir. Nefsinin
aleyhinde olsa bile şeriat mahkemesine ve şer'i kadı'nın kararına saygı duyar.
Çünkü müslüman şeriatın/hukukun üstünlüğüne inanan ve saygı duyan insandır,
Şeriat-ı garra'nın üstünlüğüne inanmayan ve hukuk'a saygı duymayanlar, Ashâb-ı
Kiramin yolundan ayrılanlardır.
Hz. Ali (R.a.)'a;
"Ebu'l Hasan/Hasan'ın babası, Ebu'l-Hüsevin Hüseyn’in babası, Haydar-ı
Kerrâr/düşmana tekrar tekrar hamle yapan
arslan, Ebu'r Reyhâneyn/iki Reyhân'ın, yani Hasan ile Hüseyin'in babası,
Esdullah/Allah'ın arsîanı, Ebu't Türâb/Toğrağm babası gibi isimlerle
çağrılmıştır. Hz. Ali (R.a.)'e Ebu't Türâb isminin verilmesinin sebebi şöyle
olmuştur: Bir gün Hz. Ali (R.a.), Hz. Fatıma (R.anha)'ya darı idi. Üzülüp
mescide giderek, kuru toprak üzerine yattı. Hz. Fatıma (R.a.) hemen Rasûlüllah
(sav)'in huzuruna varıp;
"Babacığım! Bir
hatâ yaptım, Hz. Ali'yi darıltım, suç işledim" dedi. Rasûlüllah (sav)
kalkıp Hz. Ali (R.a.)'ı aramağa gitti. Kendisini mescidde kuru toprak üzerinde
yatarken gördü. Kendisine
"Kalk yâ Ebâ Türâb" buyurdular. Bunun için Hz. Ali (R.a.), kendisinin bu
isimle çağrılmasını hem isterdi ve hem de severdi. [90]
Buğday benizli, orta
boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı
ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek
derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst
olsa, haberi olmazdı.
Hz. Ali'nin Hz.
Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm
adında iki kızı olmuştur. Hz. Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15
erkek, 18 kız çocuğu olmuştur.
Hz. Ali, fevkalade
beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ
hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur.
Bu sebeple Kur'an-ı Kerim’in lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber
efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan
olması sebebiyle Kur'an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok
rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok
rivayetleri vardır. Bu konuda buyuruyor ki:
"Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını
veririm. Allah’ın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun
gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim." Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup,
anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber'in
kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi.
Hz. Ali, Ehl-i beytten
olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı.
Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Rasûlüllah efendimizden duyarak
yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, "Sahifetü Ali bin Ebi
Talib" adıyla 1986'da yayınlanmıştır.
Kendisinden 586
hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari'de, hem de
Müslim'de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari'de, 15 hadis Müslim'de,
tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır.
Hz. Ali (R.a.),
Ashâb-ı Kiram’ın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona
havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyurur ki:
"Şayet Hz. Ali
olmasaydı, Ömer helak olurdu." Fıkha dair bildirdiği hükümler,
"Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib" adıyla yayınlanmıştır.
Hz. Ali'nin hikmetli
sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem
ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hz. Ali
buyuruyor ki:
"Affetmek
fazilettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise
zayi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyanettir. İnsaf rahatlık, şer
küstahlıktır. Emânete hıyanet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsandandır.
Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanaat insanı zengin yapar, yerinde
kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar,
nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir."
“Akıllı kimse,
günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık
verendir."
“İlim; güzel bir
mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir."
“Adalet; îmânın başıdır,
ihsanın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir."
“Alim; sözü, işine
uygun olandır. Âlim ilme doymaz."
“Hikmet; akıllıların
bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir."
“Akıllı; şehvetten
uzaklaşan, âhireti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve
delille konuşur, sâdece âhiretinin ısiâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan
sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi
eker."
“Câhil; dayakla uslanmaz,
nasihatlerden payını almaz.”
“İlim; insanı akla
götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır.”
“İlim; ruhu ihya eder,
diriltir. Aklı aydınlatır, cehaleti öldürür.”
“Zulüm; ayakların
kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helakine sebep olur.”
“Gerçek mü'minin
sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur.”
“Kâmil mü'min gizli
şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar.”
“Akıllı kimse,
ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin
arzusuna uyandır.”
“Allah’a kavuşmak,
kötü insanlardan uzak durmakla olur.”
“İhtiraslı kimse,
bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakirdir.”
“Doğruluk, İslâm’ın
direği, îmânın desteğidir.”
“Allah’ın azabından
korkmak, müttekîlerin, takva sahiplerinin nişanıdır.”
“Dînin esâsı, emâneti
yerine vermek, sözünde durmaktır.”
“Hased eden dâima
hastadır, cimri insan, dâima fakirdir.”
“Başa kakan, nefret
ateşini körükler.”
“Kanaatkar olmak,
boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır.”
“Olgunluk üç şeyde
gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene
vermektir.”
“Yumuşaklık, durulmayı
çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır.”
“Alim, câhili hemen
tanır, çünkü daha önce o da câhildi.”
“Câhil âlimi tanımaz,
çünkü daha önce âlim değildi."
“Akıl ve ilim,
birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir.”
“İmân ve haya, birbirinden
kopmayan bir bütündür.”
“İmân ve ilim, ikiz
kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir.”
“Öfke, tutuşturulmuş
bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu
salıverirse, ilk yanan kendisi olur.”
“Ahmaklık, dermanı
bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır.”
“Allah için kardeş
olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş
olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son
bulur.”
“Akıllı, sustuğu vakit
tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır.”
“Kendisi amel
etmeksizin Allah yoluna çağının kişi, oksuz yaya benzer.”
“Sükût, sana vakar
kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır.”
“İhtiras, gafillerin
kalbinde şeytanların sultânıdır.”
“Hasedcilerin eın
ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'mitlerin yok olmasını ister.”
“İlim, insanı Allah’ın
emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır.”
“Korkaklık, ihtiras ve
cimrilik, Allah’a karşı kötü zaıınm bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır.”
“Mal, harcandığı kadar
sahibine ikramda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihanet eder.”
“Fakîh öyle biridir
ki, insanları Allah’ın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allah’ın
rahmetinden yüz çevirtmez.”
“Mal ve çocuklar,
dünya hayatının zînetidirler. Salih amel de, dünyadan âhırete götürülen
mahsûldür.”
“Allah için seven bir
kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir.”
“Amel eden câhil kişi,
yoldan başka yerde yürüyen gibidir.”
“Bu yürüyüşü ona,
ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka bîrşey kazandırmaz.”
“İnsan, sözü ile
tartılır veya işi ile değerlendirilir.”
“Seni zînet yönünden
ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap.”
“Yalancı, sözünde
suçludur, isterse delili kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun.”
“İstişare, danışma
sana rahatlık, başkasına yorgunluktur.”
“Dünya mü'minin
hapishanesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir.”
“Dünya kâfirin Cenneti,
ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır.”
“Allah’a tâatle
uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir.”
“Gaddarlık, herkes
için kötü bir şeydir. Şan, şeref sahibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir.”
“Takva, dîni ıslâh,
nefsi muhafaza eder ve mürüvveti süsler.”
“Akıllı; alçak
dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir.”
“Sabır en güzel huy, ilim
en şerefli süs eşyasvdır.”
“Kalblerin gafletine,
gözlerin uyanık olması fayda vermez.”
“Sıkıntıya düşmeden
önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur.”
“Sabır, insanın basma
gelene katlanması demektir.”
“Onu kızdırana karşı
da kendisine hâkim olmaktır.”
“Korku kaderi
değiştirmez, yalnız sevabın yok olmasına sebep olur.”
“İhtiras, rızkı
artırmaz.”
“Kârlı olan, dünyayı
âhıretle değiştirendir.”
“Cimri, dünyada kendi
nefsine cömert davranmaz, bütün malını mirasçılarına vermeye razı olur.”
“Mal, sahibini dünyada
yükseltir, âhırette alçaltır.”
“Hased, bir dert ve
hastalık olup, hased eden veya olunan helak olmadıkça çâresi bulunmaz.”
“Günâhlar birer dert
olup, devası istiğfardır.”
“Sabır iki kısımdır:
Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek."
“Sabır, en güzel îmân
kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır.Şek ,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok
eder.”
“Mürüvvet; insanın,
kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere
yaklaşmasıdır.”
“Cömertlik ve cesaret,
şerefli maksatlar olup, Allahû Teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsan
eder.”
“Sıkıntıya karşı sabır
etmek, bolluk anındaki afiyetten daha efdaldir.”
“Akıllı, iyiliklerini
canlandıran, kötülüklerini öldürendir.”
“Tûl-i emel, fazla
yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır.”
“iyiliği tamamlamak,
yeniden başlamaktan daha hayırlıdır.”
“Kendi nefsinden razı
olan, aklanmıştır. Ona güvenen, mağrur ve yolunu şaşırmıştır.”
“Gerçek dost, ayıbını
görüp nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”
“Ahmaklık; herşeyi
fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır.”
“Allah için dost olan,
kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı
olandır.”
“İlim, maldan daha
hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun.”
“Fazilet; çok mal ve
büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur. “
“Fazilet, en iyi
maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en
şerefli meziyettir.”
“Adalet, halkın
dirliği ve düzeni, idarecilerin süsü ve güzelliğidir.”
“Akıllı kimse; dilini
kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir.”
“İyilikle emretmek,
insanların en faziletli amelleridir. İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden
paklayıcıdır.”
“Sabır iki kısımdır;
belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, haramlara karşı sabırdır.”
“Haramlardan çekinmek,
akıllıların sânı, şereflilerin
tabiatmdandır.”
“Allah korkusundan
dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı
korur.”
“Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür.”
“Arifin, yüzü nûr ve
tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur."
“Dünya; güzel,
aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan
bir dayanaktır.”
“Sevgi, kalblerin
birbirine yakınlaşması ve ruhların ünsiyetidir.”
“Yumuşaklık, öfke
ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler.”
“Mü'min, baktığında
ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa,
sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü Teâla'yı hatırlatır.”
“Akıl, mü'minin dostu;
ilim, veziri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır.”
“İmân ile amel, ikiz
kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar.”
“Hased edenin sevgisi
sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır.”
“Yumuşak başlı
olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir.”
“Allahû Teâlâ'dan haya
etmek, insanı Cehennem azabından korur.”
“Gaflet, insana gurur
getirir, helake yaklaştırır.”
“Mü'min, dünyaya ibret
gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur.”
“Dünyadan konuşulduğu
vakit, nefret ve tenkıd kulağı ile dinler.”
“Fazilet, gücü
yettiğinde affetmektir."
"Haya ve
cömertlik, ahlâkların en efdalidir.”
“Kötü insan, hiç
kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür.”
“Kâmil olan kimse,
aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir.”
“Söz ilâç gibidir. Azı
faydalı, çoğu zararlıdır.”
“İslâmiyet; teslimiyettir.
Teslimiyet, yakındır.”
“Yakın, tasdiktir.
Tasdik, ikrardır. İkrar, edadır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir.”[91]
"Her kim aklını
Allahu Teala'nın ilminden ve Sedat'ından üstün tutar ve görürse, o kimse
İslam'da değildir ve İslam'da birşey de değildir. Hakeza içerisinde yaşadığı
zamanı ıslah edemez/idare edemez düşüncesiyle, kanaatiyle müslümanların
Şeriat'ina karşı kalbinden bir darlık, hazımsızlık duyan kimse de böyledir.” [92]
Hz. Ali (R.a.), ölüm
döşeğinde oğullarına şu vasiyette bulunmuştur:
"Allah'tan
korkmanızı, o size meyletse de dünyaya meyletmemenizi, nimetinden mahrum
kalmanıza asla üzülmemenizi tavsiye ederim. Devamlı doğruyu konuşun ve ecir
kazanmaya çalışın, zalimin takipçisi, mazlumun ve hasksızhğa uğrayanların da
yardımcısı olun. İkinize, bütün çocuklarıma, hanımlarıma ve sözümü duyan
herkese, Allah'dan korkmayı, uyumlu olmayı ve aranızda sevgi ve beraberlik
ruhunu yaşatmayı öğütlüyorum. Zira dedeniz/Hz. Muhammed (sav)'in
"İnsanlarla iyi geçinmenin (nafile) namaz ve
oruçların tümünden daha faydalı olduğunu" söylediğini duydum. Ne olur yetimlerle ilgilenin,
sakın onlara infakı durdurmayın ve gözünüzün önünde haklan ellerinden
alınmasın. Komşularınızı da ihmal etmeyin, çünkü onlar nebinizin size iyi
muamele etmenizi istediği insanlardır. Hatta bu hususu o kadar dile getirdi
ki, zannettik onları varis yapacaktır. Kur'an-ı Kerim'e; sımsıkı sarılın, onun
hükümlerini uygulamada herkesten çabuk davranın, namaza özel bir ihtimam
gösterin, çünkü o dininizin direğidir. Allah'ın evi Kabe'yi de unutmayın,
hayatınız boyunca onu boş bırakmayın, zira orası terkedilîrse, ne Allah, ne de
insanlar size değer verir. Allah yolunda malınızla, canınızla ve dilinizle
cihad etmeyi ihmal etmeyin. Hısım ilişkisine ve tasaddukta bulunmaya önem
verin, kopukluğa ve birbiriniz aleyhine kötülük yapmaya tevessül etmeyin,
iyiliği emretmeyi ve kötülüğü nehyetmeyi terketmeyin, zira böyle yaparsanız
başınıza en zalimleriniz geçer, böylece, dua edersiniz fakat Allah katında
kabul edilmez. “[93]
Hz. Ali (R.a.), halkı
Allahû Teâla'nın şeriatıyla idare etmiştir. Şehidçe bir hayat yaşamış ve
sonunda şehadet şerbetini içmiştir. Rasûlüllah (sav) tarafından cennetle
müdelenmiş olup Aşere-i mübeşşeredendir. O'nun vasıfları cennetliklerin
vasıflandır. Onun hayatından kendi hayatına izler taşıyanlar, cennete ulaşmaya
çalışanlardır.
Rasûlüllah (sav)'ın
vefatından sonra müslümanlar kaç yıl halifesiz kaldılar? Açıklayınız.
Raşid halifelik
kiminle başlamıştır? Söyleyiniz.
"El-Hilafetü
Raşide" yani Raşid Halifelik tabirinden ne anlıyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
İslâm'a girişi nasıl olmuştur? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'ın aile yapısı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
İslâm'a girdiği zaman Mekke'nin fıkhı hükmü neydi? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Mekke'de müşriklerin işkencesine uğradı mı? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
Daru'l Erkam'daki vazifesi ne idi? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Müşriklerin himayesini kabul etmiş midir? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
kendi himayesine aldığını söyleyen Müşrik kimdir ve Hz. Ebû Bekir(r.a.)
hakkında neler söylemiştir? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
Mekke'de yapmış olduğu Mescid nasıl bir mesciddir? Açıklayınız.
Mekkî toplumlardaki
bütün mescidlerin istisnasız meseid olduklarını iddia etmek doğrumudur?
Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
hicreti nasıl olmuştur? Açıklayınız.
Müşriklerin iradesine
ve icazetine bağlı bir müslümanlık teklifi karşısında Hz. Ebû Bekir'in tavın ne
olmuştur? Açıklayınız.
İslâm'ı ilk kabul eden
insanlardan olup, kendisine Miraç olayında Rasûlüllah (sav)'in
"Bir gecede Kudüs'e oradan da göklere gidip
geldiğini söylüyor sen bu işe ne dersin" denildiğinde cevaben:
"Bunu Muhammed
(sav) söylüyorsa doğrudur" diyerek imanını ortaya koyduğunda kendisine
"Sıddık" lakabı verilen ve İslâm'ın ilk halifesi olan, Peygamber
(sav)'in sadık dostu ve
"Kabre hazırlıksız
giden, denize kayıksız açılmış gibidir" diyen sahabe kimdir? Söyleyiniz.
Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'ın ismi hangi surede Rasûlülah (sav) ile birlikte anılmıştır? Bilgi
veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
Hz. Muhammed (sav) ile bir akrabalığı varmı dır? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'m ölümünü nasıl değerlendirmiştir? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
nasıl halife oldu? İzah ediniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
döneminde hangi hizmetler ifa edildi? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
İslâm'ı anlamadaki usulü nasıldı? İzah ediniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
dinden mürtedlere karşı nasıl davranmıştır? Açıklamada bulununuz.
Müslüman oldukları
halde zekâtlarını vermemekte direnenlere karşı Hz Ebû Bekir (r.a.)'m tavın ne
olmuştur? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'a
"Camiu'l Kur'an" denilmesinin sebebi nedir? Açıklayınız.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
Rasûlüllah (sav)'ın sünnetlerini ihya etme hususundaki tavrı nasıldı? İzah
ediniz.
Rasûlüllah (sav)'ın
Hz. Ebû Bekir (r.a.) hakkında söylediği hadisler var mı? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
müslümanlârın mücadele metodu hakkındaki fikri nasıldı? Açıklamada bulununuz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'ın
en önemli hassasiyetlerinden iki tanesini söyleyiniz?
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.),
Rasûlüllah (sav)’den hadis rivayet etmişmidir, şayet etmişse kaç hadis rivayet
etmiştir? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in
vefatı nasıl oldu? Açıklamada bulununuz.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)
vefat ederken geride mali, ilmi ve siyasi olarak neyi miras bıraktı? Bilgi
veriniz.
Bugün İslâm ümmetinin
Ebû Bekiri olmak mümkün mü? Mümkünse nasıl olunur? Bilgi veriniz.
İslâm tarihinde
Hattabın oğlu olarak bilinen, cennetle müjdelenenlerden ikincisi olduğu gibi
İslâm'ında ikinci halifesidir. 40. müslüman olarak İslâm'ı kabul etmiş,
cahiliye döneminde kızlarını diri olarak toprağa gömenlerin safında yerini
almış ama İslâm'ı kabulünden sonra ise ruhu karıncayı dahi incitmeyecek kadar
incelmiş, halifelik döneminde dünyada bir daha benzeri çok zor yaşanacak
adaleti gerçekleştirmiş ve sonunda 63 yaşında iken Mecusi bir köle tarafından
hançerlenerek şehit edildi. Yüzüğünde "Nasihat isteyene ölüm yeter"
yazılı olan adaletin sahibi İslâm'ın ikinci halifesi bu sahabe kimdir?
Söyleyiniz.
Hz. Ömer (r.a.) nasıl
müslüman oldu? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın İslâm'a
girmesi Müslümanlara ne kazandırdı? Açıklamada bulununuz.
Hz. Ömer (r.a.),
Mekke'de İslâm cemaatı
içerisinde hangi faaliyetlerde
bulundu? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
Rasûlüllah (sav) ile herhangi bir akrabalığı var mıdır? İzah ediniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
aile yapısı hakkında
ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
hicreti nasıl olmuştur? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.),
Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Bilgi veriniz.
Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'ın hilafeti döneminde Hz. Ömer (r.a.) ne yapmıştır? Açıklayınız.
Hz. Ömer (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'ın vefatını nasıl değerlenmiştir? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
bid'atlerden kaçınma ve sünnete yapışma hususundaki tavın nasıldı? Açıklamada
bulununuz.
Hz. Ömer (r.a.)
müslümanların kaçıncı halifesidir? Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.) nasıl halife
seçildi? İzah ediniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
idare tarzı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
itikadi sapmalara karşı tavın nasıldı? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın İslâm'a
yapmış olduğu hizmetlerden onbeş tanesini sayınız?
Hz. Ömer (r.a.)'ın
hassasiyetlerinden üç tanesin söyleyiniz.
Hz. Ömer (r.a.), Rasûlüllah
(sav)'den hadis rivayet etmişmidir etmişse kaç hadis rivayet etmiştir? Bilgi
veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
hilafeti döneminde hangi savaşlar olmuştur? veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
döneminde hangi topraklar fethedildi? Bilgi veriniz.
Dünyanın hiç bir
yerinde hiç bir zaman mevcut olmamış olan müesseseyi Hz. Ömer (r.a.) kurmuştu.
Halk tarafından sorulan meselelerin cevabım ücretsiz olarak veren bir devlet
kuruluşu idi. Bir nevi avukatlık olan bu müessesenin konusu halka hizmet, fetvaların
sıhhatli olarak insana devlet eli ile (İslâm hukukunu) insanın tabi hakkı olanı
bildirmekti. Bu müesseselere ne ad verilir? Açıklayınız.
Hz. Ömer (r.a.)'a
"Faruk" unvanını kim vermiş ve niçin vermiştir? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.) İslâm
ümmetini ne ile idare etmiştir? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
hilafeti döneminde söz hürriyeti var mıydı? Açıklama yapınız.
"Ömer'in
Adaleti" ibaresinden ne anlıyorsunuz? İzah ediniz.
Hz. Ömer (r.a.), İslâm
ümmetinin ihtilaflarını nasıl çözerdi? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.)'ın
hilafeti döneminde İslâm coğrafyası genişlemiş midir? Bilgi veriniz.
Hz. Ömer (r.a.) nerede
ve kimin tarafından şehid edilmiştir? Açıklamada bulununuz.
Hz.Ömer (r.a.) şehid
edilirken ne işle meşgul idi? Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.) gaybı bilir miydi?
Bilgi veriniz. Hz. Ömer (r.a.)'ın cenazesi nasıl deffıedilmiştir? Bilgi
veriniz. Kureyş'in en asil ailesine mensup, haya örneği bir insandır. İlk
müslümanlardan olduğu gibi yaşarken
cennetle müjdelenmiştir. Peygamber Efendimiz (sav)'in ayrı ayrı zamanlarda iki
kızı ile evlenmiş olduğu için kendisine "Zinnureyn" (iki nur sahibi)
lakabı verilmiş, Habeşistan'a yapılan ilk hicrete iştirak etmiş, İslâm'ın
üçüncü halifesi olmuş, vahiy katipliği yaptığı gibi 146 hadiste rivaye etmiş
olan ve Kur'an okurken şehit edilen kendisinden meleklerin dahi haya ettiği bu
büyük sahabe kimdir? Söyleyiniz.
Hz. Osman (r.a.)
kimdir ve aile yapısı hakkında ne biliyorsunuz? İzah ediniz.
Hz. Osman (r.a.)'ın
İslâm'a girişi hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.),
Rasûlüllah (sav) ile hangi savaşlara katıldı? Açıklayınız.
Hz. Osman (r.a.)'ın
Rasûlüllah (sav) ile her hangi bir akrabalığı var mıdır? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.), müslümanların
kaçıncı halifesidir? Bilgi
veriniz.
Hz. Osman (r.a.) kaç
yıl müslümanlara halifelik yapmıştır? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.)
halifeliği zamanında ortaya çıkan ihtilaflar hakkında ne biliyorsunuz?
Açıklayınız.
Hz. Osman (r.a.)
kendisine muhalefet edenlere karşı nasıl
davranmıştır? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.)'ın
İslâm'a yapmış olduğu hizmetler nelerdir? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.),
Rasûlüllah (sav)'den hadis rivayet ci.nişmidir, etmişse kaç hadis rivayet
etmiştir? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.) için
kullanılan "Naşiru'l Kur'an" tabirinden ne anlıyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Osman (r.a.)'ın
halifeliği zamanında İslâm coğrafyası genişledi mi? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.)
muhasara altındayken kendisini öldürmeye gelenlere karşı savunmasını nasıl
yaptı? Açıklayınız.
Hz. Osman (r.a.) kim,
nerede ve niçin şehid etti? Bilgi veriniz. Hz. Osman (r.a.), şehid edilirken ne
ile meşgul idi? Açıklayınız.
Hz. Osman (r.a.) en
önemli hassasiyetlerinden üç tanesini sayabilir misiniz?
Hz. Osman (r.a.),
ihtilafları nasıl çözerdi? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.)
geride miras olarak neyi bıraktı? Bilgi veriniz.
Hz. Osman (r.a.)'ın
cenaze namazını kim kıldırdı ve nasıl defnedildi? Bilgi veriniz.
İslamiyet'i kabul
ederken "Allah (c.c.) beni yaratırken babam Ebu Talib'e mi sordu ki, ben
iman edeceğim zaman ona sorayım" diyen ve kabul eden, Peygamberimiz
(sav)'in amcasının oğlu, İslâm'a ilk giren çocuk, cennetle müjdelenenlerden,
dört halifenin dördüncüsü, Hz. Fatıma (r.anha) validemizin kocası Hasan ile
Hüseyin (r.a.)'in babası, Allah (c.c.) aslanı lakaplı bu yiğit sahabe kimdir?
Söyleyiniz.
Hz. Ali (r.a.) ne
zaman ve nasıl müslüman oldu? Bilgi veriniz.
Hz. Ali (r.a.)'ın Rasûlüllah
(sav) ile herhangi bir akrabalığı var mıdır? Açıklayınız.
Hz. Ali (r.a.)'ın aile
yapısı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Ali (r.a.)'ın Daru'l
Erkam'da yer aldı mı, aldıysa görevi ne?
İşte, Cenâb-ı Hakka
yalvarıyorum: Ey Yüce Allah’ım! Bize öyle hizmetler nasıb eyle ki; gayretlerimizi
görünce, Rasûlünün göz bebekleri dahî gülsün! Yâ Rasûlallah! Artık bizleri,
cenâb-ı Hakkın lütfü ile, istediğin yere götür.
Sa'd bin Mu'âz'ın bu
sözleri üzerine Peygamber efendimiz şöyle buyurdu:
“Öyle ise, Allanın lütuf ve bereketine doğru yürüyünüz!
Cenâb-ı Hak kat'î olarak, ya kervanı, ya Kureyş ordusunu va'ad buyurmuştu.
Vallahi ben, Kureyşlilerin ölüp düşecekleri yerleri şimdiden görüyorum.”
Bedir savaşından sonra
Uhud savaşma da katılan Sa'd bin Mu'âz, gösterdiği cesaret ve kahramanlıkla
Eshâb-ı kiram arasında çok sevildi. Bu savaşta oğlu Amr şehîd oldu.
Uhud savaşında
Peygamber efendimiz yaralanmıştı. Sa'd bin Mu'âz, Sa'd bin Ubâde ile birlikte
Peygamberimizin yaralarını sarıp, tedavi etti.
Sa'd bin Mu'âz
müşriklerle yapılan Hendek savaşma da katıldı. Bu savaşın yapıldığı
sırada/sağlam kalelerden olan Hâriseoğulları kalesinde Sa'd bin Mu'âz'ın
annesiyle birlikte bulunan Hz. Aişe şöyle anlatmıştır:
O gün şiddetli bir ses
duydum. Baktım ki, Sa'd bin Mu'âz, yanında yeğeni ile savaşa gidiyordu. Kılıcını
kuşanmış gür sesle şiirler okuyordu. Bunu işiten annesi dedi ki:
“Oğlum koş,
arkadaşlarına yetiş, geri kalma!"
Hendek harbinde; Sa'd
bin Mu'âz büyük bir kahramanlık göstererek savaşıyordu. Savaş sırasında İbni
Araka adlı bir müşrikin attığı ok ile kolundan yaralandı. Ok atardamara isabet
edip, çok kan kaybına sebep oldu. Hz. Sa'd, yaralı bir hâlde, etrafındakilerin
kam durdurmak için uğraştıklarını görerek, durumunun ciddî olduğunu anladı ve
şöyle duâ etti:
“Yâ Rabbî, Kureyş
harbe devam edecekse bana ömür ihsan eyle. Çünkü senin Resulüne eziyet eden,
O'nu yalanlayan bu müşriklerle savaşmaktan hoşlandığım kadar başka bir şeyden
hoşlanmıyorum. Eğer aramızdaki harp sona eriyorsa, beni şehîdlik mertebesine
yükselt. Fakat, Benî Kureyza'nın akıbetini görmeden ruhumu kabzetme.”
Peygamber efendimiz
bir çadır kurarak, Sa'd bin Mu'âz'ı oraya yatırttı. Eslemoğulları kabîlesinden
Rafide'yi de O'nun tedavisine memur etti. Hz. Sa'd, orada yattığı sırada
Peygamberimiz sık sık yanma gelip, halini sorardı.
Peygamberimiz Hendek
savaşı sona erince, derhal Benî Kureyza Ya-hûdîlerinin üzerine hareket emri
verdi. Benî Kureyza Yahudileri Peygamberimizle anlaşma yaptıkları hâlde Hendek
savaşının en kritik anında, müşrikler tarafına geçmişler, Müslümanları arkadan
vurmaya kalkmışlardı. Sa'd bin Mu'âz böyle yapmamaları için onları ikâz
etmiştr. Fakat dinlememişlerdi. Bu sebeple Hendek savaşından hemen sonra Benî
Kureyza Yahudileri kuşatma altına alındı.
Bu kuşatma bir ay
sürdü. Sonunda teslim oldular. Haklarında verilecek hüküm için Sa'd bin Mu'âz'ı
hakem olarak istediler.
Onların bu isteği
üzerine Peygamberimiz Sa'd bin Mu'âz'ı yattığı çadırından getirtti. O,
Yahîdîlere dedi ki:
“Ne hüküm verirsem razı mısınız?”
“Evet razıyız.”
Bunun üzerine Sa'd bin
Mu'âz, Benî Kureyza erkeklerinin boynunun vurulmasına hükmetti.
Sa'd'in verdiği bu
hüküm, Yahûdîlerin elinde bulunan kitaplarına tıpa tıp uyuyordu. Bu hüküm
gereğince erkeklerin boynu vuruldu. Kadınları ve çocuklar esir alınıp,
mallarına el konuldu. Benî Kureyza'dan ba'zi erkekler ise Müslüman olup,
kurtuldular. Sa'd bin Mu'âz bu hükmü verince Peygamberimiz buyurdu ki:
“Onlar hakkında, Allah’ın ve Resulünün hükmüyle
hükmettin.”
Sa'd bin Mu'âz
hazretleri Hendek savaşında ağır bir yara almıştı. Yarası ağırlaşıp, durumu
şiddetlenmişti. Peygamber efendimiz, yanma gelip onu kucakladı ve:
“Allah’ım, Sa'd, senin rızân için senin yolunda cihâd
etti. Resulünü de tasdik etti. Ona kolaylık ihsan eyle,” buyurarak duâ etti.
Sa'd bin Mu'âz,
Peygamber aleyhisselâmın bu sözlerini duyunca göz-
Hz. Abbas Bin Ubâde (r.anh)
Hz. Abbâs İbn Abdulmuttalib (r.anh)
Hz. Abdullah Bin Cahş
(R.Anh)
Hz. Abdullah Bin
Ebûbekir (r.anh)
Hz. Abdullah Bin
Huzâfe (r.anh)
Hz. Abdullah Bin
Mes'ud (r.anh)
Hz. Abdullah İbn
Revâha (r.anh)
Hz. Abdullah Bin Selâm
(r.anh)
Hz. Abdullah Bin Ümm-İ
Mektûm (r.anh)
Hz. Abdullah Bin
Zubeyr (r.anh)
Hz. Abdullah Bin Ömer
B. El-Hattâb (r.anh)
Hz. Abdullah Bin
Süheyl (r.anh)
Hz. Abdullah İbn Abbâs
(r.anh)
Hz. Abdullah Bin Amr
Bin El-Âs (r.anh)
Hz. Abdullah Bin Zeyd (r.anh)
Hz. Abdurrahman Bin Avf (r.anh)
Hz. Abbâs Bin Ubâbe (r.a.)'ın
hayatı ve fıkhım öğrenmek Hz. Abbâs İbn Abduİmuttalib (R.a.)'ın hayatını ve
fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Cahş
(r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Ebû
Bekir (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin
Huzafe (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin
Mes'ud (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah İbn
Revana (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Selâm
(r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Ümm-i
Mektûm (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek.
Hz. Abdullah bin
Zübeyr (r.a.)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Ömer
b. el-Hattâb (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin
Süheyl (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek Hz. Abdullah İbn Abbâs (r.a.)'ın
hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdullah bin Amr
bin el-As (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek.
Hz. Abdullah bin Zeyd
(r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Abdurrahman bin
Avf (r.a.)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Abbas bin Ubâde,
Peygamber efendimizin davetini duyunca, Müslüman olmak için koşarak gelen
Medineli ilk 12 kişiden biridir. Birinci Akabe bey'atında Müslüman olan altı
Medineli, ikinci sene yanlarına altı arkadaş daha alıp, oniki kişi olarak
Mekkeye geldiler. Peygamberimizle gece Akabede görüşmek üzere söz aldılar. Gece
olunca buluştular ve aralarında anlaştılar. Hz. Abbas bin Ubâde, Peygamber
efendimizle yapılan anlaşmayı pekiştirmek için arkadaşlarına dedi ki:
“Ey Hazrecliler!
Peygamber efendimizi niçin kabul ettiğinizi biliyor musunuz?”
Onlarda:
"Evet"
cevabını verdiler. Bunun üzerine sözlerine şöyle devam etti:
“Siz O'nu, hem sulh,
hem de savaş zamanları için kabul edip, Ona tâbi oluyorsunuz. Eğer, mallarınıza
bir zarar gelince, akraba ve yakınlarınız helak olunca, Peygamberimizi yalnız
ve yardımsız bırakacaksanız, bunu şimdiden
yapınız!
Vallahi, eğer böyle
birşey yaparsanız dünyada ve ahirette helak olursunuz. Eğer davet ettiği
şeyde, mallarınızın gitmesine ve yakın akrabalarınızın öldürülmesine rağmen,
Peygamberimize bağlı kalacaksanız, Onu tutunuz. Vallahi bu, dünyanız ve
ahiretiniz için hayırdır.”
Bu sözler üzerine arkadaşları
da dediler ki:
“Biz Peygamberimizi,
mallarımız ziyan olsa da, yakınlarımız öldürüise de yine tutarız. Ondan hiçbir
zaman ayrılmayız. Ölmek var, dönmek yok.”
Sonra Peygamber
efendimize dönerek:
“Ya Rasûlallah, biz bu
ahdimizi, sözümüzü yerine getirirsek, bize ne vardır,” diye sual ettiler.
Peygamberimiz de;
"Cennet" buyurdular.
Bundan sonra sıra ile
Peygamberimize bey'at ettiler ve söz verdiler. Peygamberimiz Medineli
Müslümanlardan şu hususlarda söz aldı:
“Allahû Teâlâya hiçbir
şeyi ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocukları öldürmemek,
yalan söylememek, iftira etmemek, hayırlı işlere muhalefet etmemek."
Medinelilerin
Peygamber efendimize bey'at ettiği sırada Akabe tepesinden şöyle bir ses
duyuldu:
Ey Minada
konaklayanlar! Peygamber ile Müslüman olan Medineliler, sizlerle savaşmak üzere
anlaştılar! Peygamberimiz, bu ses
için buyurdu ki:
“Bu Akabenin
şeytanıdır.” Sonra seslenene de buyurdular ki:
“Ey Allahû Teâlânın düşmanı! İşimi bitirince, senin
hakkından gelirim!”
Bey'at eden Medinelilere de buyurdu:
“Siz hemen konak yerlerinize dönün!” Hz. Abbas bin Ubâde dedi ki:
“Ya Rasûlallah, yemin
ederim ki, istediğin takdirde, yarın sabah, Minada bulunan kâfirlerin üzerine
kılıçlarımızla eğilir, onların hepsini kılıçtan geçiririz.”
Peygamber efendimiz
memnun oldular, fakat,
"Bize, henüz bu şekilde hareket etmemiz
emrolunmadı. Şimdilik siz yerlerinize dönünüz" buyurdu.
Hz. Abbas bin Ubade,
Akabe'de bey'at ettikten sonra, Peygamberimizden ayrılmamış, Mekke'de
kalmıştır. Peygamberimize hicret izni gelince, o da Medine'ye hicret etmiştir.
Bu sebeple kendisine, "Ensarın 'muhaciri" denilmiştir.
Peygamber efendimiz,
Mekke'den Medine'ye hicret ettiğinde, herkes Rasûlüllah (sav)'ı misafir etmek istiyordu. Medine
halkı, Peygamberimize, görülmemiş bir tezahüratta bulunuyor, herkes,
"Bize buyurun ya
Rasûlüllah" diyerek evlerine davet ediyorlardı.
Rasûlüllah (sav)'ın
Kusva adındaki develeri, sağa sola baka baka ilerlerken, Abbas bin Ubade hazretleri
ve Salim bin Avf oğulları, Kusva'nın önüne gerilerek dediler ki:
“Ya Rasûlüllah! Bizim
yanımızda kal! Sayıca çokluk, mal ve silah bakımından, düşmanlarına karşı seni
koruyup savunacak kuvvet ve kudret bizde var.” Peygamberimiz, gülümseyerek
onlara buyurdular ki:
“Allahû Teâlâ, onları size hayırlı ve mübarek kılsın!
Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona bildirilmiştir.”
Peygamber efendimiz,
Mekke'den gelen muhacirlerle, Medineli Müslümanları birbirlerine kardeş yaptı.
Hz. Abbas bin Ubade'yi de Hz. Osman bin Maz'un ile din kardeşi yaptı.
Abbas bin Ubade
hazretleri, Uhud gazasında, bir ara ashâb-ı kiramın dağılmakta olduğunu
görünce, dağılan ashâb-ı kirama şöyle seslendi:
“Ey kardeşlerim! Bu
uğradığımız musibet, Peygamberimize karşı isyanımızın neticesidir. O, sabır ve
sebat ederseniz, yardıma kavuşacağınızı size vaad etmişti. Dağılmayınz!
Peygamberimizin etrafına geliniz! Eğer bizler, koruyucuların yanında yer almaz
da, Rasûlüllah (sav)'e bir zarar gelmesine sebep olursak, artık Rabbimizin
katında bizim için ileri sürülecek bir mazeret bulunmaz!”
Bu sözleri söyledikten
sonra, iki arkadaşıyla ileri atıldılar. Büyük bir gayretle "Allah
Allah" nidalarıyla, önlerine gelenle dövüşmeye başladılar. Peygamber
efendimizin uğrunda, Onu korumak için şehit oluncaya kadar kahramanca
çarpıştılar. Müşriklerden Süfyan bin Ümeyye, Hz. Abbas'i iki yerinden yaraladı.
Akşam üzeri Hz. Abbas'i, kanlar içinde eli, yüzü kesilmiş bir hâlde şehit olmuş
buldular.
Peygamberimiz Uhud'da
şehit olan ashâb-ı kiram için buyurdular ki:
“Vallahi, ashabımla birlikte ben de şehit olup, Uhud
dağının bağrında gecelemeyi ne kadar isterdim. Ben, bunların, Allahû Teâlânın
yolunda hakiki şehit olduklarına kıyamet gününde şahitlik edeceğim. birşey kalmadı.” Bir müddet sonra hanımı kendisine dedi ki:
“Malı ortaklığa
verdiğin kimseden paranın kârını al ve onunla şunları şunları satın al.”
Saîd hazretleri sustu.
Ertesi gün evine döndüğü zaman istedikleri şey olmayınca hanımı aynı istekleri
yine tekrarladı. Saîd hazretleri yine sustu. Birgün sonra hanımı halleri ve
sözleri ile Hz. Saîd'i çok üzdü. Saîd hazretleri ertesi gün eve hiç gelmedi.
Akrabalarından birisi hanımına gelerek dedi ki:
“Sana ne oluyor ki
kocana eziyet ediyorsun. O malının tamamını fakirlere dağıttı.” Kadın üzüldü ve
ağladı. Sonra Saîd hazretleri geldi ve şöyle
buyurdu:
“Allahû Teâlâ'nın razı
olduğu birşey, dünya ve dünyanın içindeki her şeyden daha kıymetlidir. Eğer Allahû
Teâlâ'nın razı olduğu iyilik, hayırlardan birisi gökyüzüne lâmba gibi
asılsaydı, onun nuru, yeryüzünü aydınlatır ve onun parlaklığı yanında güneş
sönük kalırdı.”
İşte seni bu iyilikler
için terkeder, senden ayrılırım. Fakat senin için bu hayırları ve iyilikleri
terkedemem. Her hal üzere hayır ve hasenat yaparım. Fakirlik ve sıkıntı içinde
olduğu hâlde, parayı kendisi için harcamadığını soranlara şöyle buyurdu:
Rasûl aleyhisselâmdan
işittim buyurdular ki:
“Ümmetimin fakirleri zenginlerinden beşyüz sene önce
Cennete girerler. Zenginlerden biri kendini onların arasına atar ve Cennete
girmek ister. Melek onun elini tutar, fakirler arasından çıkarır ve,
"bekle, henüz senin Cennete girme zamanın gelmedi" der.
Beşyüz sene onu kıyametin kızgın sıcağında hesap yerinde tutarlar. Malının
hesabını verir, sonra Cennete girer.”
Hz. Ömer zamanında,
Humus valisi olan, Saîd bin Amir, Müslüman, gayrı müslim herkes tarafından çok
sevilirdi.
Hz. Ömer, Saîd bin
Âmir hazretlerinin, herkes tarafından çok sevilen bir kimse olduğunu öğrenince
Humuslulardan bir cemaata sordu:
“Peki valinin hiç
kusuru yok mudur?”
Onlar da bazı
kusurları olduğunu söyleyip dört tanesini zikrettiler. Bunun üzerine Hz. Ömer,
Saîd hazretlerini hemen Medîne-i Münevvereye çağırdı ve aralarında şu konuşma
geçti:
“Yâ Saîd, senin bazı
kusurların varmış. Bunların aslı nedir?”
“Bunlar neymiş, ya
Ömer?”
“Vazifene sabah
namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti geliyormuşsun. Geceleri insanlar
içerisine hiç çıkmaz, görünmezmişsin. Haftada birgün evine çekilir hiç kimseyi
kabul etmezmişsin. Ashâb-ı Kiramdan, Hubeyb hazretlerinin şehid edildiği
söylenince bayılıyor, kendinden geçiyormuşsun.”
Bunun üzerine Hz. Saîd
(R.a.), şu cevâbı verdi:
“Yâ Emir-el mü'minin!
Anlatılanlar doğru. Şimdi bunları sana izah edeyim:
1- Vazifeme
ancak kuşluk vakti gelebiliyorum. Çünkü hanımım hastadır. Evde bütün
hizmetleri kendim yapıyorum. Hamur yoğurur, ondan ekmek yapar, pişirir, abdest
alır öyle çıkarım. Geç kalışım bundandır.
2- Geceleri
insanların içerisinde görünmeyişimin sebebi; gündüzleri halkın hizmetleriyle
meşgul olurum. Geceleri de Allahû Teâlâ'ya hizmet ve kulluk için ayırdım.
Böylece gündüzleri yaptığım işlerin, verdiğim hükümlerin muhasebesini yapar,
yanlış kararlarım varsa düzeltirim.
3- Haftada
bir gün evime çekilip hiç kimse ile görüşmememin sebebi, başka giyecek elbisem
olmadığından, yıkadığım elbiselerim kuruyuncaya kadar kimseyi kabul edemiyorum.
4- Hubeyb
hazretlerinin şehâdetini hatırlayınca bayılmamın sebebi anlatılacak şey
değildir. Çünkü Mekke müşrikleri Hubeyb hazretlerini asarlarken yanlarında
idim. Belki mâni olabilirdim, fakat o zaman henüz îmân etmemiştim. Seyirci
kaldım. Onun gösterdiği cesaret ve celâdeti hatırladıkça, ne kadar kuvvetli bir
îmâna sahip olduğunu daha iyi anlıyorum. Niçin mâni olmadım diye üzüntümden
bayılıyorum.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.a.):
“Yâ Saîd, Allahû
Teâlâ'nın korkusu seni ne kadar yüceltmiş, ümmette faydalı hâle getirmiş,” dedi
ve gözyaşı döküp ağladı.
“Abbas'a her kim
rastgelirse sakın öldürmesin. O, müşriklerin zoru ile yurdundan gönülsüz
çıkmıştır."
Fakat Hz. Abbas,
Bedir'de esir düştü ve Rasûlüllah'ın huzuruna çıkarıldı. Rasûlüllah ona
kendisi, kardeşleri ve müttefiki olan Utbe b. Amr için fidye vermesini söyledi.
Rasûlüllah (sav) Amcası Abbası çok seviyordu. Hatta bedir savaşının bittiği
gün amcası geceyi esir geçirdi diye uyuyamadı.. Rasûlüllah (sav) bu sevgisini
gizlemiyordu, uykusuzluğunun nedeni sorulduğunda. Allah'ın kendisine büyük bir
zafer kazandırdığı peygamber şöyle cevap verdi:
“Bağlarının içinde Abbas'ın iniltisini duydum..." Müslümanlardan bazıları Rasulüllah'ın sözlerini
duydu. Biri esirlerin bulunduğu yere gidip Abbas'ın bağlarını çözdü ve gelip
Rasûlüllah'a haber verdi:
“Ey Allah'ın
elçisi..Ben Abbas'ın bağını biraz gevşettim...” Rasûlüllah (sav):
"Fakat neden sadece Abbas? Git ve bunu bütün esirler
için yap,." buyurdular.
Evet.. Peygamberin
amcasını sevmesi onu aynı şartların birleştirdiği insanlardan ayrıcalıklı
kılması anlamına gelmez. Esirlerden fidye alınması kararlaştırıldığına,
Rasûlüllah amcasına şöyle dedi:
“Ey Abbas... Senin, kardeşin oğlu Ukayl bin ebi
Talib'in. Nevfel bin el Haris'in ve Beni el-Haris bin Fihr'in kardeşi dostun
Utbe bin Amr'ın fidyelerini ver çünkü zenginsin...”
Hz. Abbas (R.a.)
esaretten fıdyesiz kurtulmak istedi ve şöyle dedi:
"Ey Allah'ın
Rasûlü, Ben müslüman
idim fakat beni zorladılar..” Rasûlüllah
(sav):
“Ey Abbas! O, seninle Rabbin arasındadır. Şu anda
düşmanla birlikte karşıma çıkmışsın. Fidye vererek kendini esratten kurtarmaya
çalış." diyordu.
İslam'a ve
Müslümanlara karşı savaşan cahili kurum ve kuruluşlarda yeralan, müşriki
orgnizasyonların içerisinde fiili olarak görev yapan kişi ve kimseler, müslüman
olduklarını iddia etseler bile İslâm düşmanlarının muamelesine tabi tutulurlar.
İslâm zahire göre hükmeder. Kalblerde olanı ise Allahû Teâla bilir. Rasûlüllah
(sav), zahire göre hüküm vermeyi ümmetine
öğretmiştir. Dolayısıyla kâfirlerle birlikte müslümanların karşısına çıkan,
müslümanlarla savaşan kâfirlerin karaltısını çoğaltanlar, kâfirlerin
muamelesine tabi tutulurlar. Allah'ın hükmünü ve hakimiyetini inkâr eden,
ayetleriyle alay eden meclislerde, kurultaylarda, beynelakvam/kavimlerarası
kurum ve kuruluşlarda görev alanlar, onların işlerini kolaylaştıranlar, aynen
Allah'ın hükmünü ve hakmiyetini inkâr edenlerin muamelesine tabi tutulurlar.
Çünkü zahir durum bunu gerektirmektedir. Bunların içerisinde İslâm cemaatinin
başında bulunan "Harb Emiri"nin izniyle bulunanlar da zahire göre muamele
görürler. Zahiri durumlarına göre böylelerine Allah'ın hüküm ve hakimiyetini
inkâr edenlere yapılan muamele gibi muamele edenler mesul sayılmazlar.
Hz. Abbas (R.a.),
yalnız kendisi için yüz, Akil için seksen ukiyye -takriben yedi bin dirhem- altın
vermekle yetindi. Ötekiler kendi mallarından fidye verip kurtuldular. Abbas,
fidyeleri verdikten sonra Rasûlüllah'a şöyle dedi:
"Beni Kureyş'in
fakiri dedirtecek hâle koydun. Hayatım boyunca ötekine berikine avuç açacak
hâle getirdin." Rasûlüllah da cevaben:
"Peki Ümmü'I-Fazl'e emanet ettiğin mallar ne
oldu? Buraya gelirken, 'Şayet kazaya uğrarsam işte bunları oğullarım Fazl,
Abdullah ve Kuşem için sakla, seni kendimden sonra zengin bırakıyorum' diyerek
gösterip gömdüğün altınlar ne oldu?" buyurdu. Abbas şaşırdı ve
"Vallahi senin
Rasûlüllah olduğuna şehadet ederim. Bunu benden, bir de Ümmü'l- Fazl'dan başka
hiçbir kimse bilmiyordu." dedi ve o anda hemen iman etti. Bu olay, vahyi
metlüv olan Kur'an dışında vahiy-i gayr-i metlüvün var olduğuna bir delildir.
Rasûlüllah (sav), Hz. Abbas (R.a.)'in kendi hanımına yapmış olduğu vasiyeti
vahyi ile öğrenmiştir. Bu vahiy Kur'an'da yer almadığına göre, demek oluyor ki
Kur'an'ın dışında da vahiy gelmiştir. Dolayısıyla sünnet, vahiy-i gayr-i
metlüvdür. Sünnetin dinde delil olmadığını ve her hangi bir teşri değeri
bulunmadığını iddia edenler, doğrudan doğruya vahyi inkâr edenlerdir.
Hz. Abbas (R.a.) fidye
verip kurtulduktan sonra Mekke'ye döndü. Müslümanlığını gizledi ve Mekke'deki
müslümanları korudu; Mekke ve müşriklerle ilgili Peygamberimize haberler
yolluyordu. İbn-i Abbas (R.a.) der ki:
"Hz. Abbas (R.a.)
Bedir savaşından önce Mekke'de müslüman oldu. Hanımı Ummu'l Fadl'da onunla
birlikte müslüman olmuştu. Mekke'de olup bitenleri yazıp Rasûlüllah (sav)'e
gönderebilmek için orada ikamet ediyordu.
Hicret edemeyen bazı
müslümanlar onunla
dertleşiyorlardı. Hz. Abbas (R.a.)'ın Medine'ye
hicret etme niyetini öğrenen Rasûlüllah (sav) ona bir mektup yazıp, gönderdi.
Mektupta şunlara yer veriyordu:
"Orada ikamet
etmeni tasvip edip, güzel buluyorum." Böylece Hz. Abbas (R.a.), Rasûlüllah
(sav)'in emri üzere müslümanların lehine casusluk etmek üzere Mekke'de ikamet
etmiş oldu. Yani Hz. Abbas (R.a.) iman etmesine rağmen görev icabı belli bir
süre için Daru'ş Şirk olan Mekke'de kalmış ve görevini bitirince hicret
etmişti.
Mekkî toplumlarda
Tevhidi Hareket'in imamet makamı düşman safında gizli bir şekilde istihbarat
birimlerini oluşturabilir. Bu birimde görev alanları da imamet makamının
dışında hiç kimse tanımayacaktır. Çünkü bu tarzdaki bilgiler taban tarafından
bilinirse, planlar ortaya çıkacak ve imamet makamının çizdiği bütün projeler
heba olacaktır. Birileri şöyle sorabilir: Zaten Allah vahyi yoluyla Kureyşlerin
bütün durumlarını Rasûlüllah (sav)'e bildiriyordu. Durum böyle iken, niye böyle
bir girişime ihtiyaç duyuldu? Bizde deriz ki, Peygamberlik yalnız Peygamberin
hayatta olduğu döneme mahsus değildir. Rasûlüllah (sav)'tan sonraki bütün
dönemler için örnekliğini muhafaza ettiğinden, Rasûlüllah (sav)'ta bütün
insanlık için gönderilmiş bir peygamber olduğundan onun bu husustaki pratiği
çok önemlidir. Eğer Rasûlüllah (sav)'e düşmanlarının durumları bildiriliyor
idiyse, vahyin kesildiği bu dönemde bize düşmanlarımızın durumlarını kimler
ulaştıracasktır? Şunu da unutmayalım ki; İslâm insanların güç ve çabalarıyla
hayata hakim kılınsın diye, gönderilmiştir. Mucizeler ve olağanüstü şeylerle
değil. Şu bir gerçektir ki, Bedir savaşında yalnız bir melek bütün kâfirlerin
işini bir anda bitirebilirdi. Dünyayı başlarına yıkabilirdi. Fakat Allahû Teâla
dinini mucizelerle değil, iman etmiş insanların vesilesiyle hakim kılmak,
kâfirleri de olağanüstü şeylerlerle değil, müslümanlarm eliyle yok etmek
istiyordu. Her asırda müslümanlara gereken, kendi imkânlarını seferber edip
düşmanlarına karşı külli bir hazırlık yapmalarıdır.
Hz. Abbas, Mekke'nin
fethinden kısa bir süre önce Medine'ye hicret etti. Hatta yolda Mekke'yi fethe
gelmekte olan Hz. Peygamber ile karşılaştığında Rasûlüllah ona,
"Ben peygamberlerin sonuncusu, sen de muhacirlerin
sonuncususun" demiştir. Hz.Abbas
(R.a.) Mekke'nin fethinden sonra Peygamberin yanında yer aldı; Huneyn'de İslâm
ordusu dağılıp çok az kişi
kalmışken Abbas, Peygamberimizin atının dizginlerini tutmuş ve çağrısıyla
müslümanları çözülmekten kurtararak tekrar toplanmalarını sağlamış ve savaşın
kazanılmasına sebep olmuştur. Böylelikle onun gür sesi sayesinde büyük bir
bozgun önlenmiş oldu .
Hz. Peygamber, Veda
Hutbesi'nde,
"Faizin her türlüsünün ayağı altında olduğunu ve
ilk kaldırdığı faizin amcası Abbas'a ait olan faiz borçları olduğunu" söylemiştir. Hz. Abbas çok zengindi ve faizle borç
para veriyor, yani tefecilik yapıyordu; ancak faizin kaldırılmasından sonra bir
daha faiz alış-verişiyle uğraşmamıştır. Bizans seferlerinde müslüman orduların
silah ve teçhizatının mâli kaynağını da Hz. Abbas karşılamıştır.
Hz. Abbas'ı,
Rasûlüllah'ın vefatı, sırasında hilâfet meselesiyle uğraşırken bulmanın anlamı,
onun, halifeliğin Hâşimoğullannda kalmasını istediği şeklinde yorumlanabilir.
Hz. Peygamber rahatsızlanınca Hz. Abbas, Hz. Ali'ye,
"Görmüyor musun?
Rasûlüllah vefat etmek üzeredir. Ben Ahdulmuttalib oğullarının ölecekleri
sırada yüzlerinin ne hâle geldiğini bilirim. Haydi Allah Rasûlü'nün yanına
gidelim de halifeliği kime bırakacağını soralım. Bize bırakırsa bunu bilelim.
Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bize gerekli tavsiyelerde
bulunsun" dedi. Hz. Ali bu teklifi reddederek,
"Allah'ın
elçisinden bunu sorar da, o başkanlığın bize ait olmadığım söylerse millet bizi
hiçbir zaman başkan yapmaz, onun için ben bunu soramam" dedi.
Hz. Aişe'den rivayete
göre, Rasûlüllah hastalandığında burnuna burun otu damlatıldı. Hz. Peygamber
ayıldıktan sonra şöyle dedi:
"Abbas'tan başka her birinizin burnuna bu ilaç
damlatılacaktır." Çünkü Abbas
ilaç damlatılırken hazır değildi." Başka bir rivayete göre, Hz. Abbas,
Rasûlüllah'ın burnuna ilaç damlatmış, Peygamberimiz ayıldığında
"İlacı kim damlattı?" demiş; Abbas'ın damlattığı söylendiğinde Rasûlüllah
(sav) Habeşistan'ı işaret ederek,
"Bu ilacı kadınlar işte şu memleket tarafından
getirdiler. Niçin bu ilacı damlattınız?" diye sormuştur. Abbas da
"Biz senin
zatülcenb hastalığına tutulmandan korktuk" demiş. Rasûlüllah da şu cevabı
vermiş:
"Allah beni bu hastalıkla cezalandırmaz. Amcam
hariç olmak üzere evde bulunanların hepsinin burnuna bu ilaç
damlatılacaktır."
Hz. Abbas üç halife
zamanında da yaşadı. Hicretin otuziki'nci yılında Medine'de seksen sekiz
yaşında vefat etti. Cenaze namazını Hz. Osman kıldırdı. 653 yılında öldüğünde
arkasında on erkek çocuk ile bir çok kız kendi
arazisine tecavüzde bulunduğunu şikayet etti. Mervan, memurlarını Akik
vadisindeki çiftliğinde bulunan Said (R.a)'a göndererek şikayet konusu olayı
soruşturdu. Said (R.a) gelenlere; "Ona haksızlık ettiğimi zannediyorsunuz
değil mi? Rasûlüllah (sav)'in şöyle dediğini duydum:
"Haksız yere her kim bir karış toprağı gasbetse,
kıyamet gününde yedi kat yerin dibinde dahi olsa o toprak boynuna
dolanır." Sonra şöyle ekledi:
"Allah’ım bu kadın yalan söylüyorsa gözleri kör
olmadan canını alma ve kuyusunu ona mezar yap." Rivayet edildiğine göre bu kadın, daha sonra kör oldu
ve evine yürürken kuyuya düşerek öldü. Bu olaydan dolayı Medineliler birisine
kızdıkları zaman ona, "Allah seni Erva gibi kör etsin" diyerek beddua
etmekteydi. [94] Said (R.a)'dan bazı
hadisler rivayet edilmiştir. Bunlardan birisi, Cennetle müjdelenen on kişi
hakkında olanıdır. Abdullah b. Zalim el-Mazinî, Said b. Zeyd'den şöyle rivayet
etmektedir:
"Muaviye Küfe'den
ayrıldığı zaman, Mugîre b. Şu'be'yi vali tayin etmişti. Hatipler minberlere çıkarak
Ali (R.a)'a hakaretlerde bulunuyordu. Ben Sâid b. Zeyd'in yanındaydım. O, kızdı
ve kalktı. Benim de elimden tutmuştu. Ben de ona uydum, o bana;
"Şu nefsine
zulmeden adamı görüyor musun? Cennet ehlinden olan bir adama lanet edilmesini
emrediyor. Ben şahitlik ederim ki dokuz kişi vardır ki onlar Cennettedirler.
Onuncusuna da şahitlik etsem günah işlemiş olmam" dedi. Ve sormam üzerine
şöyle devam etti;
"Rasûlüllah (sav)
sarsılan Hira dağına;
"Hıra, yerinde dur! Senin üzerinde nebi, sıddık
ve şehidden başkası bulunmuyor"
dedi ve arkasından Cennetle müjdelediği sahabileri saydı.”[95]
Sa'd b. Habib, Sa'îd
b. Zeyd'in de aralarında bulunduğu, Cennetle müjdelenmiş kimselerin isimlerini
zikrederek şöyle demektedir: "Onlar her zaman savaşta Rasûlüllah (sav)'ın
önünde, namazda ise arkasında durmuşlardır [96]
demektedir.
Mescide devam etmek ve
cihad ibadetini iştahla ihya etmek, sahabe neslinin en önemli hassasiyetler
indendir. Onlar için mescid-kışla ayrılmazlığı esastı.
Hz. İkrime b. Ebî
Cehil (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. İmrân b. Husayn
(r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Kâ'b bin Züheyr (r.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Ka'b bin Mâlik (r.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Açıklayınız.
Hz. Mikdad bin Esved (r.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Mûaz b. Cebe
(r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Mugiretebni Şu'be
(r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Muhammed bin
Mesleme (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında neler biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Mus'ab İbni Umeyr
(r.a)'ın hayatı ve fıkhı bildikleriniz nelerdir? Anlatınız.
Hz. Nuaym İbni Mesûd (r.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Nu'mân bin
Mukarrin (r.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Gönlüm böyle bir duaya
"âmin" demek arzu etmiyordu. Fakat, o istediği ve önceden söz
verdiğim için mecburen "âmin" dedim. Daha sonra kılıçlarımızı çektik,
savaşa devam ettik. İkimiz de önümüze geleni öldürüyorduk. O, son derece
bahadırâne harbediyor, düşman saflarını tarumar ediyordu. Düşmana hamle üstüne
hamle ediyor, şehîd olmak için derin bir iştiyakla hücumlarını tazeliyordu.
Allah Allah!. diye
çarpışırken kılıcı kırıldı. O anda sevgili Peygamberimiz, ona bir hurma dalı
uzatarak, savaşa devam etmesini buyurdu. Bu dal bir mu'cize olarak kılıç oldu
ve önüne geleni kesmeye başladı. Birçok düşmanı öldürdü."
Daha sonra bu kılıç,
vârisleri elinde uzun seneler kaldı. En son bir Türk kumandanı, iki yüz altına
bunu satın almıştır.
Savaşın sonuna doğru
Abdullah bin Cahş, Ebû'l Hakem isminde bir müşrikin attığı oklarla arzu ettiği
şehâdete kavuştu. Şehîd olunca, kâfirler, bu mübarek şehidin cesedine hücum
ederek burnunu, dudaklarını ve kulaklarını kestiler. Her tarafı kana boyandı.
Muharebe bittikten
sonra, Abdullah bin Cahş'ı şehîd edilmiş bulan Hz. Sa'd, durumu ve onun yaptığı
duayı Peygamber efendimize anlattı. Rasûlüllah efendimiz de, onun duasının
kabul edildiğini ve bu dünyada istediğine kavuştuğunu, âhırette de istediğine
kavuşacağının anlaşıldığını bildirdi. Şehid olmayı Allahû Teâla'dan taleb
etmek, Peygamber (sav) ve Ashâb-ı Kirâm'ın Rasûlüllah (sav)'den öğrenip yaptığı
bir sünnettir.
Hz. Abdullah bin
Cahş'ı ve dayısı "Seyyidüşşühedâ" ya'nî, "Şehîdlerin
efendisi" Hz. Hamza'yı aynı kabre defnettiler.
Abdullah bin Cahş
hazretleri, İslâmiyeti heyecanla yaşayan zâtlardandı. İlk Müslüman olduğu
yıllarda, kâfirler kendisine her türlü ezâ ve cefayı yapmışlardı. Hepsine de
îmânının verdiği güç ile mukabele etmiş, ezâ ve cefâlara katlanmıştır.
Peygamber efendimiz, kendisi için buyurmuştur ki:
“Açlığa ve susuzluğa en çok dayanan ve katlananınızdır.”
Rasûlüllah efendimizin
şehîdler için verdiği müjdeleri duyarak, hep şehîd olmaya can atar, harplerde
hep en önde kahramanca çarpışırdı.
Peygamber efendimiz
hicretin ikinci senesinde,
Nahle'de, Kureyş
müşriklerini gözetlemek üzere, ilk önce
Ebû Ubeyde bin Cerrâh'ı göndermek istemişti. Hz. Ebû Ubeyde, Peygamber
efendimizden ayrılmaya dayanamıyarak ağlamaya başladı. Bunun üzerine
Peygamberimiz, onu göndermekten vazgeçti. Hz. Abdullah bin Cahş der ki:
O gün Rasûlüllah
aleyhisselâm, yatsı namazını kılınca bana buyurdu ki:
“Sabahleyin yanıma gel! Silahın da yanında bulunsun!
Seni bir tarafa göndereceğim.”
Sabah olunca mescide
gittim. Kılıcım, yayım, ok ve çantam üzerimde, kalkanım da yanımda idi.
Rasûlüllah efendimiz, sabah namazını kıldırdıktan sonra, muhacirlerden benimle
birlikte gidecek birkaç kişi buldu. Bir mektup vererek buyurdu ki:
“Seni bu kişilerin üzerine kumandan tayin ettim. Git!
İki gece yol aldıktan sonra, mektubu aç! Orada yazılanlara göre hareket et!”
“Yâ Rasûlallah! Hangi
tarafa gideyim?”
“Necdiye yolunu tut! Rekiye'ye, kuyuya yönel!"
Abdullah bin Cahş
hazretleri, Nahle seferine görevlendirildiği zaman, ilk defa "Emîr-ül-mü'minîn"
sıfatı verildi. Yani "Harb Emiri" sıfatı verildi. Böylece, İslâmda
ilk tayin olunan "Harb emîri" oldu. Mücâhidlerin, iki kişisi için bir
develeri vardı.
Sekiz veya oniki
kişilik bir birlik ile iki gün sonra Melel mevkiine vardıklarında, mektubu
açtı. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Bu mektubu gözden
geçirdiğin zaman, Mekke ile Tâif arasındaki Nahle vadisine ininceye kadar, Allahû
Teâlâ’nın ismi ve bereketiyle yürüyüp gidersin.
Arkadaşlarından hiçbirini, senine birlikte gitmeye
zorlamayasın! Nahle vadisindeki Kureyşlileri, Kureyşlilerin kervanını
gözetleyip denetleyesin! Onların haberlerini bize bildiresin!"
Emîr-ül-mü'minîn/mü'minlerin
harb emîri Hz. Abdullah bin Cahş, Peygamberimizin mektubunu okuduktan sonra,
"Bizler Allahû
Teâlâ’nın kullarıyız ve hep O'na döneceğiz. İşittim ve itaat ettim. Allahû
Teâlâ’nın ve sevgili Rasûlünün emrini yerine getireceğim" diyerek
Hz. Salim Mevlâ Ebû
Huzeyfe (r.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Seddat İbni Evs
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Sehl bin Hanîf
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sehl bin Sa'd
(r.a)'ın hayatını ve, fıkhını öğrenmek
Hz. Seleme bin Hişâm
(r.a)'ın hayatıın ve fıkhıın öğrenmek
Hz. Seleme İbni Eyka
(r.a)'ın hayatını ve fıkhıın öğrenmek
Hz. Sevbân (r.a)'ın hayatını
ve fıkhını öğrenmek
Hz. Selman el- Farisî
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Süheyb-i Rumi
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sümâme bin Üsâl (r.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Süraâka bin Mâlik
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Talha b.
Ubeydullah (r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz, Tufeyl bin Amr
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ubâde bin Sâmit
(r.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ebû Bekir
zamanında Müseylemet'ül Kezzab'a karşı yapılan Yemâme gazasında Muhacirlerin
sancaktan Hz. Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe idi. Sâlim'in sancağı taşıması
dolayısıyla tehlikeye hedef olacağını gören Ashâb dediler ki:
Senin başına bir zarar
gelmesinden korkarız. Fakat o buyurdu
ki:
Eğer ben sancağı
taşımayacak olursam Kur'ân-ı Kerîm ehlinin en bedbahtı olurum.
Harp sırasında Beni
Hanîfe kabilesi, sancağı düşürebilmek için sancağın bulunduğu yere ve
sancaktar Sâlim'e çok şiddetli bir hücum yaptılar. Sâlim'in sancak tutan
kolunu azılı kâfirlerden birisi çok şiddetli bir kılıç darbesiyle kesti. Salim,
"Allah..." diye öyle bir haykırdı ki, harp meydanı inledi.
Fakat sancak yere
düşmeden diğer eliyle tuttu. Bir kılıç darbesiyle diğer kolu da kesildi. Fakat
İslâm sancağı yine yere düşmedi. Çünkü Salim vücudu ve kesik kollan ile sancağa
sarılmıştı. Kâfirlerin bütün şiddetli darbelerine rağmen sancağı asla yere
bırakmadı. Sanki Salim Mevlâ Ebû Huzeyfe'ye vurulan her kılıç darbesi onun
sancağa biraz daha sıkı yapışmasını ve durduğu yerde daha kuvvetle dik
durmasını sağlıyordu.
Ne zaman ki İslâm
askeri yetişti ve sancağı aldılar, o zaman Salim (r.a.) yere düştü. Sâİim
kâfilerin en şiddetli kılıç darbeleri altında:
“Muhammed bir Rasûl'den başkası değildir.” [97]
âyeti kerîmesini okuyordu. Ashâb-ı Kiram
ona yetiştikleri zaman bu âyeti okuduğunu işittiler. Yere düşünce Ebû
Huzeyfe'yi sordu. Şehîd olduğunu öğrenince buyurdu ki:
Hz. Abdullah b. Ebû
Bekir (R.a.), cemaatten devlete giden yolda Rasûlullah (sav)'in habercisi idi.
Hz. Abdullah, babası Ebû Bekr-i Siddîk'in davetiyle, küçük yaşta Müslüman oldu.
Peygamber efendimiz ile babası Mekke'den Medine'ye hicretlerinde, Sevr
Mağarasına geldiklerinde, habercilik vazifesini yaptı.
Zekî ve kabiliyetli
bir genç olduğundan, babasının emir ve direktiflerini harfiyen yerine
getirirdi. Gündüzleri Mekke'de Kureyşliler arasında bulunup, onların
Peygamberimiz ve Hz. Ebû Bekir hakkında söylediklerini, akşam vakti Sevr
Mağarasına gelerek haber verirdi. Geceyi orada geçirip, tanyeri ağarmadan
Mekke'ye dönerdi. Bu hizmeti, onun adını İslâm tarihine geçirdi.
Hz. Abdullah bin Ebî
Bekr-i Siddîk; hicret-i Nebevî'den sonra, Mekke'den Medine'ye geldi. Rasûlullah
ile hicretin 8. senesinde Mekke'nin fethinde bulundu. Atike binti Zeyd bin Amr
ile evliydi. Mekke'nin fethinden sonra Huneyn Gazvesine katıldı. Huneyn'den
kaçan Sakif ve Hevâzinlilerin toplanmalarına mâni olmak için, onların sığınıp,
saklandıkları Tâif Kalesini muhasara etti. Muhasarada ok isabet edip,
yaralandı. Medine'ye yaralı olarak döndü.
Hz. Abdullah bin Ebî Bekr-i
Siddîk, Peygamber efendimiz için hazırlanan elbiseyi yedi altına satın
almıştı. Sonra Rasülüllahın tekfinine uygun görülmeyince, teberrüken kendine
kefen için saklamıştı. Ruhunu teslim edeceği sırada, "Bunda, hayır ve
bereket olsa idi, Rasûlullah efendimiz tekfin olunurdu" deyip, kendisine
bunu kefen yaptırmadı.
Bezden çaputtan
bereket beklenmez. Nitekim ölümü esnasında Rasûlullah (sav)'in iç gömleğini
oğlu Abdullah vasıtasıyla Rasûlullah (sav)'den münafıkların reisi Abdullah
İbn-i Sebe istemişti. Yapılan itirazlara Rasûlüllah (sav), kişinin imanı
olmadıktan sonra kendisinin iç gömleğinin kimseyi kurtaramayacağını
söylemişti. [98]
Hz. Ebû Bekir'in
hilâfetinin başlarında, hicretin onbirinci senesinin Şevval ayında Tâifte
aldığı yaranın iyileşmemesi sebebiyle vefat etti. Cenaze namazını Hz. Ebû Bekir
kıldırdı. Kabrine ise, Hz. Ömer, Taiha ve kardeşi Abdurrahman bin Ebî Bekir
indirmişlerdir. Tâif şehîdlerinden sayılır.
Onun vefatından bir
müddet sonra, Hz. Ebû Bekir'e, Sakif heyeti geldi. O sırada Hz. Abdullah'ın
Ölümüne sebep olan ok, Hz. Ebû Bekir'in yanındaydı. Oku, heyettekilere
göstererek sordu:
İçinizde bu oku
tanıyanınız var mı? Aclân
oğullarından Hz. Sa'd bin Ubeyd dedi ki:
Bu oku ben yonttum;
ucunu ben sivrilttim; tüyünü ben taktım; bunu atan da benim. Bunun üzerine Hz.
Ebû Bekir buyurdu ki:
“Bu ok, Abdullah bin
Ebî Bekir'i şehîd eden oktur. Senin elinle ona şehîdlik şerbetini içiren, onun
eliyle seni öldürtmeyen Allaha hamdolsun. Allah 'in himâyesi geniştir. "
Herkesin bir hidayet
süreci vardır. İlahi irade tarafından takdir edilmiş o süreç tamamlanmadan
insan hidayete gelmez. Bazan sizin şehadetinizden sonra sizi şehid edenler
imana gelebilir. Dolayısıyla kişinin hidayet anı Allahû Teâla'nın elindedir.
Hz. Abdullah bin Ebî Bekr-i Siddîk, Ashâb-ı kiramdan olup, ilk
Müslümanlardandır. Babası Ebû Bekr-i Siddîk, annesi Katile binti Abdiluzza'dır.
Esma ile anne bir kardeştir. Doğum tarihi bilinmemektedir.[99] Şehidçe
bir hayat yaşayanlar şehadete ererler. Hayatlarıyla Allah'ın dinine şahidlik
edemeyenler, şehadetten uzaktırlar. Sahabelerin şehid olanları, şehidçe bir
hayat yaşayanlarıdır. Esasen Allah'ın rızasına ve cennete sevdalanmış
sahabelerin hepsi şehidçe yaşadılar. Ama kimine şehid olmak nasip oldu, kimine
olmadı. Dolayısıyla sahabe yolu, şehadet yoludur.
Peygamber efendimiz,
Hudeybiye antlaşmasından sonra, İslâm’ın bütün dünyaya yayılması ve insanların
Cehennemden kurtulup, ebeçlî saadete kavuşmaları için hükümdarlara elçiler
göndermek istiyordu. Zîrâ O, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti. Bu sebeple
bir gün, Ashâb-ı kirama buyurdular ki:
“Bazınızı, yabancı hükümdarlara göndermek istiyorum.
Sakın, İsrâiloğuîlarının, Peygamberlerine karşı davrandıkları gibi, siz de bana
karşı davranmayasınız!" Ashâb-ı
kiram cevap verdiler:
“Yâ Rasûlallahl Biz,
sana karşı, hiçbir zaman, hiçbir şey hakkında aykırı davranmayız. Sen, bize,
istediğini emret, bizi istediğin yere gönder!”
Bunun üzerine İslâm'a
davet etmek üzere, dünyanın çeşitli yerlerindeki altı hükümdara, İslâm'a davet
mektubunu ulaştıran birer elçi gönderdi. Bu altı elçiden birisi de, Abdullah
bin Huzâfe idi. Peygamberimiz onu, Kisrâ'ya ya'nî İran şahma göndermişti.
Peygamberimiz, mektubunu Kisrâ'ya sunmak üzere Bahreyn valisine vermesini de
Abdullah bin Huzâfe'ye emretti. Peygamberimiz, Kisrâ'ya yazdığı mektubunda
şöyle buyurdu:
"Bismillâhirrahmânirrahîm. Allah’ın Rasûlü
Muhammed'den, Farsların büyüğü Kisrâ'ya! Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara,
Allaha ve Resulüne iman edenlere, Allahtan başka hiçbir ilâh ve ma'bûd olmadığına,
O'nun eşi, ortağı bulunmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna
şehâdet getirenlere selâm olsun! Ben, seni, Allaha imana da'vet ediyorum!
Çünkü ben; Allahın, kalbleri diri ve akılları başında olanları uyarmak, kâfirler
hakkında da, o azâb sözü gerçekleşmek için bütün insanlara göndermiş olduğu
Peygamberiyimdir! Öyle ise, Müslüman ol, selâmeti eğitimine önem vermek, sahabeden hayata
izler taşımaktandır. Kelime-i tevhid eğitimini ne kadar yaygınlaştırırsak, o
kadar sahabeden hayata izler taşımış oluruz. Tevhidi anlamanın derdinde olan
sahabenin izinde olur.”
Uhud gazasında bir ara
Müslümanlar geri çekilir, dağılır gibi oldular. Bu sırada hiçbir şey
düşünmeyen, sadece Peygamberimizi düşünen Sehl bin Hanîf, parçalanıp ölünceye
kadar, O'nu korumaya canla başla çalıştı. Bu aşk ve heyecanla vücudunda birçok
ok yarası bulunmasına rağmen, savaşa devam ediyordu. Savaşın en şiddetli anında
Peygamberimizi bularak etrafındaki müşriklere karşı ok atmaya başladı. Hatta müşriklerin
dikkatlerini dağıtmak ve kendi üzerine çekmek için gür sesi ile ortaya çıkarak
müşriklere:
Sehl'i nişan alınız.
Oklarınızı ona atınız. Belki onu bu yüzden daha kolay vurursunuz, diyerek
elinde bulunan oklar bitinceye kadar onlarla savaştı. Bu haliyle onu gören
Peygamberimiz de buyurdu ki:
“Sehl'e ok yetiştiriniz. Çünkü o, Sehl'dir, rahat, iyi
ok atar.”
Ve o gün Sehl
müşriklerden birçoğunu öldürdü.
Sehl bin Hanîf, Hendek
gazası hazırlıklarında ve hendek kazmada hiç durmadan akıllara durgunluk veren
gayretle çalıştı. Bu gazada müşriklere çok ok atmış, Peygamberimizin sevgisini
daha çok kazanmıştı. Hendek savaşından hemen sonra Beni Kureyza gazasına
katılarak onların üzerlerine yürüdü. Burada da büyük kahramanlıklar gösterdi.
Daha sonra hicretin altıncı yılında yapılan Hayber gazasına katıldı. Hicretin
sekizinci yılında yapılan Mekke fethine katılarak, hemen bunun ardından Huneyn
gazasına işitirak etmiştir.
Hicretin dokuzuncu
yılında, Peygamberimiz Tebük savaşı hazırlığına başlayınca, bütün Ashabı yardıma
çağırdı. Peygamberimizin teşviklerinin sonunda bilhassa zengin olanlar çok
miktarda yardım ettiler. Bu hâli .gören Sehl bin Hanîf çok duygulandı. Fakir
olduğu ve Peygamberimizin bu yardım da'vetine katılamadığı için çok üzüldü.
Hemen eve gidip.
Hz. Peygamberin yakın
arkadaşlarından birisinin Hıristiyanlığı kabul etmesi, günden güne yayılarak,
Bizans'ı tehdit eden Müslümanlar arasında bir panik meydana getirecek ve
Hıristiyanlık âlemi için büyük bir muvaffakiyet olacaktı. Onun için Kral, Hz.
Abdullah'ın Hıristiyan olması hâlinde kavuşacağı dünyalıkları durmadan
arttırıyor, yeni yeni tekliflerde bulunuyordu. En sonunda şöyle bir teklifte
bulundu:
“Hıristiyan olmayı
kabul ettiğin takdirde, kızımı verir, seni saltanatıma ve mülküme ortak
ederim. "
İlk Müslümanlardan olup,
Mekkeli müşriklerin daha önceki işkencelerine katlanmış olan Hz. Abdullah b.
Huzafe(Ra.), izzetle haykırarak şu cevabı verdi:
“Değil bütün Bizans
topraklarını, Arap ve Acem topraklarını da versen, bir an olsun dînimden
dönmem!"
Bunun üzerine Kral,
Hz. Abdullah'a dedi ki:
“Öyle ise öldürüleceksiniz."
“Buna gücünüz
yetebilir. Ama îmânımı kalbimden çıkarıp atamazsınız!"
Abdullah bin
Huzâfe'den beklediği neticeyi alamayan Bizanslılar, Hz, Abdullah'ı çarmıha
gerdiler ve okçular devamlı olarak, ellerine ve ayaklarına yakın yerlere ok
yağdırdılar. Bu arada yine Hıristiyanlık telkinlerine devam ediliyordu. Aynı
zamanda, bir kazan su kaynatılmış ve Hıristiyan olmayı reddetmiş olan diğer
Müslümanlardan birisi getirilmiş, kazana atılmak üzere bekletiliyordu. Ağlamaya
başladı derken o Müslüman kaynar suya atıldı. Etrafta bulunanlar ve Hz.
Abdullah bu fecî durumu gördüler. Sonra kazanın yanına Hz. Abdullah getirildi.
Bu esnada Hz. Abdullah ağlamaya başladı. Kral Hz. Abdullah'ın korkusundan
ağladığını zannederek, tekrar Hıristiyan olmasını teklif etti. Hz. Abdullah
yine tekliflerini reddetti. Bunun üzerine kral sordu:
“O hâlde niçin
ağlıyorsun?"
“Ben korkumdan ağlamış
değilim. Biz Müslümanlar Allah yolunda ölümden korkmayız. Benim ağlamamın
sebebi şudur ki; başımdaki saçlarım adedince canlarım bulunsa da, onlardan her
biri böyle Allah yolunda
ölüme gitse, diye düşündüm ve böyle bir düşünce beni ağlamaya şevketti."
İslâm izzetinin müşahhas bir timsâli olan Hz. Abdullah'ın bu sözleri karşısında
Kral yeni bir teklifte bulundu:
“Başımdan öpersen,
seni serbest bırakacağım." Bizans saltanatına ortaklık teklifi karşısında
bile îmânından fedâkârlık göstermeyen Hz. Abdullah, bir Hıristiyanın başından
nasıl öperdi? Şöyle mukabil bir teklifte bulundu:
“Burada bulunan bütün
Müslüman esirleri serbest bıraktığın takdirde, dediğini yaparım."
Hz. Abdullah, kralın
başını öpmeye giderken şöyle düşünüyordu:
"Bu adamın,
Allah’ın düşmanlarından birisi olduğuna inanıyorum. Bunun başını ise, ancak
Müslüman kardeşlerimi serbest bırakacağı için öpüyorum."
Hz. Abdullah, kralın
başını öptü ve o da sözünde durarak 80 Müslüman esîri serbest bıraktı. Başka
bir rivayete göre 100 müslüman esîri serbest bıraktı.[100]
Abdullah bin
Huzâfe'nin îmânından gelen izzet ve fedâkârlığı, 80-100 Müslümanın
kurtarılmasına ve daha nicelerinin îmânını kurtarmasına vesîle olmuştu. Esîr
müslümanların kurtuıluşu için çalışmak, kâfirlerin kahrına katlanmak pahasına
da olsa bu hususta zorlukları sineye çekmek, sahabe sünnetindendir. Çünkü bir
dünya, bir müslümandan evhendir. Bir müslümanı esaretten kurtarmak, dünyalara
bedeldir. Esîr müslümanlarla birlikte hürriyeti yudumlamak, en büyük zaferdir.
Esîrlerle birlikte
Medine'ye dönen Hz. Abdullah, Hz. Ömer tarafından karşılandı. Hz Ömer,
Abdullah'ı tebrik etti ve orada bulunan Müslümanlara hitaben;
Abdullah, kralm
başından öperek 80-100 Müslüman kardeşimizin kurtuluşuna vesîle olmuştur. Onun
için, Abdullah'ın başından öpmek her Müslümana bir vazifedir. İşte ilk önce
ben öpüyorum" dedi ve başından öptü. [101] Hz.
Ömer (r.a.)'ın, Hz. Abdullah b. Huzafe (r.a.)'ın alnında öpmesi, O'nun bu davranışının
meşru bir ruhsat olduğunu ortaya koymaktadır. Dolayısıyla dünyadaki esîr
müslümanları kâfirlerin, zorbaların elinden kurtarmak için
birtakım ruhsatlar kullanılabilir. İslam'ın
ve müslümanların maslahatına ruhsatları kullanmak, sahabe sünnetindendir.
Kâfirler karşısında maslahat olup olmadığı meçhul ve muğlak birtakım durumlar
ile ihtimaller üzerine bina edilen davramşlar, ruhsat değil taviz sayılırlar.
Çünkü Hz. Abdullah b. Huzafe (r.a.) kullanmış olduğu ruhsatın İslâm'ın ve
müslümanların maslahatı açısında neyi getirip neyi götürdüğünü çok iyi
biliyordu.
Abdullah bin Huzâfe,
ilk Müslümanlardan idi. Soyu Hz. Lüey'de Peygamber efendimizle birleşmektedir.
Annesi Hârisoğullarırrdandır. Müslüman olduktan sonra Mekkeli müşriklerin
işkencelerine maruz kaldı. İki defa Habeşistan'a hicret etti. Bedir savaşından
sonra Medine'ye geldi. Rasûlüllah'la birlikte bütün savaşlara katılan Abdullah
bin Huzâfe hazretleri, bir ara Peygamberimiz tarafından 50 kişilik bir
seriyyenin kumandanlığına da getirilmişti. Abdullah bin Huzâfe, Hz. Osman
devrinde Mısır'da vefat etti. Allah ondan razı olsun.
Kur'an mektebinin
muallimlerindendir. İlk müslümanlardan, muhad-dis, fakîh ve müfessir sahâbîdir.
Adı Abdullah, künyesi
Abdurrahman'dır. Babası Mes'ud, annesinin adı Ümm-i Abd'dir. Babası hakkında
fazla bir bilgi yoktur. Onun, Zühreoğullarından Abd b. Hâris'in müttefiki
olduğu bilinmektedir.
Abdullah, Mekke'nin
fakîr ailelerinden birine mensuptu. Gençliğinde Ukbe b. Ebi Muayt'ın
koyunlarını güderek çobanlık yapmıştır. Abdullah b. Mes'ud (R.a.), Hz.
Peygamber ile ilk tanışması ve karşılaşmasını şöyle anlatır: "Ben Ukbe b.
Ebi Muayt'ın koyunlarını güdüyordum. Bir gün Rasûlüllah (sav) ve Hz, Ebu Bekir
(r.a.) yanımdan geçiyorlardı. Rasûlüllah bana sütümün olup olmadığını sordu.
Ben de ona çoban olduğumu ve bu koyunların emânet olduklarını söyledim. Bunun
üzerine Rasûlüllah:
"Yavrulamamış ve süt vermeyen bir koyunun var mı?
Bana gösterir misin?" dedi. Ben
de koç yüzü görmemiş bir koyun yanaştırdım. Rasûlüllah koyunun memesini tutup
sağmaya başladı. Gerçekten yavrulamamış ve sütü olmayan bu koyundan süt sağıp
Ebu Bekir'e verdi. Hz. Ebu Bekir içti; sonra kabı Rasûlüllah alıp o da içtikten
sonra koyunu saldı. [102]
İşte İbn Mes'ud o
günden sonra Hz. Peygamberin yanından ayrılmadı. İslâm'ı kabul edenlerin
altıncısıdır. O müslüman olduğu zaman Peygamberimiz (sav) henüz Erkam'ın evine
taşmmamıştı. İslâm'ı kabul ettikten sonra hep Kur'ân-ı Kerim ezberlemiştir.
Kendi ifadesiyle hıfzettiği yetmiş sûreyi Hz. Peygamber (sav)'in huzurunda
okumuştur. Sahabeler arasında hiç kimse bu konuda kendisiyle rekabete
girişernemiş, daha sonra Abdullah Kur'an'm tamamını ezberlemiştir.
Onun bir kıymeti olmadığı
için onu buraya attı, diye arz ettiler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdular
ki:
“Nefsim yed-i kudretinde olan Allahû Teâlâ'ya yemîn
ederim ki, bu dünya, koyunun sahibi yanında otan kıymetinden ziyâde Allahû
Teâlâ katında değerli değildir. Eğer dünyanın Allahû Teâlâ katında bir
sivrisinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, Allahû Teâlâ ondan (dünyadan) kâfire
bir yudum su içirmezdi.”
Hz. Sa'd, Ensar’ın
Hazrec kabilesi kulundandır. Babasının ismi Sa'd bin Mâlik olup, hicretten önce
Müslüman olmuştur. Sa'd, dört halîfe devrinde çeşitli savaşlara katıldı.
Gittiği şehirlerde yeni Müslüman olanlara dîn bilgilerini öğretti. 712 yılında
Medine'de vefat etti. [103]
Her sahabe aynı
zamanda dininin iyi bir muallimidir. Sahabeler nerede olurlarsa olsunlar,
kendilerini İslâm dinini başkalarına Öğretmekten sorumlu kabul ediyorlardı.
Bunun için ellerine geçen her fırsatı değerlendirip Allah'ın dinini insanlara
öğretiyorlardı. Dolayısıyla sahabenin fıkhından pay almak isteyenler, bütün
imkânlarını seferber ederek Allah'ın kitabından tek bir ayeti de biliyorlarsa
onu hemen insanlara öğretmelidirler.
Muhacir bir sahabedir.
Rasûlüllah (sav) ile birlikte İslâm inkılab çalışmalarına katılmıştır. Mekke
ufuklarını aydınlatan hidâyet nuru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin
şifa bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o âb-ı
hayata dalarak yudumluyor, ruhlarını paslandıran cehalet ve zulüm kirlerinden
kurtularak huzura kavuşuyorlardı.
İnsanlık, o sıralar o
kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her türlü aşağılıkları
işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü pençesinden alıp,
İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına da'vet eden yüce
Rasûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat ediyordu.
İslâmiyet sayesinde
insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık ve kardeşlik kurulmuştu
ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında bulunanlar arasında daha önce
mevcut olan kan bağı akrabalık münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik
baba, mü'min oğlunu en büyük düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen
kardeşini en azılı hasım olarak görüyordu.
Bu ibretli tablo
Hişâm'ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşahede ediliyordu. Seleme ile
Haris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı babadan gelen Ebû Cehil,
Âs ve Hâlid nasîbsiz güruhunun elebaşısıydılar.
Büyük kardeşi
Seleme'nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil'in hısımlığı hasımlığa
çevrilmiş, kendi ailesinden
bir ferdin, Peygamber efendimizin safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu
vazgeçirmek için her türlü yola başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı.
İmanın ulvi hazzını tadan kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması
mümkün müydü?
Hz. Seleme, zalim
kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi. Habeşistan'a hicret etti.
Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı düşmüşler ise de can ve dinleri
emniyette idi. Bu Müslümanlar hicret edefi üç ay olmuştu. Receb, Şaban ve
Ramazan aylarını orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:
"Mekkeliler iman
etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu.”
Bunun üzerine kendi
aralarında, "Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke'de Müslüman olmayacak
kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabilemiz arasında yaşamak daha iyidir"
diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke'ye yaklaşıp da
duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayal kırıklığına uğradılar.
Mekke'ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke'ye girmek demek, müşriklerin
reva görecekleri eza ve cefaları peşinen kabul etmek demekti. Böyle bir
tehlikeyi savuşturmak için ekserisi Mekke'de bulunan akraba ve yakınlarının
himayesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci gibi kabul
edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.
Bazıları da himayeye
girmediler ve Mekke'ye gizliden girerek uzun müddet geldiklerini sezdirmediler.
Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendilerse
de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin Velîd,
Hişâm bin As, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahabe bu tutulup hapsedilen
Müslümanlardandı.
Uzun müddet en
yakınları tarafından işkenceye tabi tutulan ve zulmün her türlüsüne mâruz kalan
Hz. Seleme, Iyaş ve Hişâm Medine'ye hicret emri çıkınca bile esaret zincirinden
kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarına da katılamadı.
Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu.
Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakaretler ediyor, aç susuz bırakarak günlerce
acı ve ızdırap içine atıyordu.
Bütün bu zulümleri
yapmasmdaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da, dininden vazgeçer"
düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de kâinata meydan okuyacak kadar kuvvetli bir
iman; bitip tükenmez bir Rasûlüllah sevgisi vardı.
Uzun yıllar îmânında
en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır ve azim içinde, reva
görülen işkencelere aldırmadı.
Bu iman fedailerinin
acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi ruhunda da hisseden
Resûl-i Ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah namazında şu duayı tekrar
ederdi:
“Allah’ım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allah’ım, Seleme
bin Hişâm'ı kurtar! Allah’ım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allah’ım, mü'mmlerin
zayıf olanlarını kurtar!"
Mekke müşriklerinin
elinde bulunan bu üç sahabe birbirlerinin amca çocuklarıydı. Mugîre üçünün de
dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş
bin Rebia hicret esnasında Ebû Cehil tarafından kandırılarak götürülüp
işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de bir aradaydı. Üçünü birbirlerine
bağlamışlardı.
Hz. Velîd bir fırsatını
bularak kaçıp Medine'ye geldi. Peygamber efendimiz, Velîd'e diğer kardeşleri
Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd, onların ayaklarının birbirine
bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence içinde kıvrandıklarını haber verdi.
Peygamberimiz, bu
mağdur Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak istiyordu. Bunun için bir
defasında sordu:
“Bunları kim kurtarıp Medine'ye getirir?” Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:
“Onları ben kurtarıp
size getiririm, yâ Rasûlallah!”
Mekke'ye giden Hz. Velîd
gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir kadından Hz. Seleme ile Hz.
Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin oraya varan Velîd, bağlandıkları
ipi kesti, onları devesine bindirerek Mekke'den çıkardı.
Mazlumların
kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de,
onları ele geçiremediler. Hz. Velîd
kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte
Medine'ye geldiğinde
yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar kalmıştı. İki mümtaz sahabenin kurtulduğunu öğrenen
Peygamber. O zaman Rasûlüllah'a
şu âyet-i kerime indi:
"Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha
ibadet etmezler, Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina
yapmazlar. Her kim de bunları yaparsa kıyamet günü ağır cezaya çarptırılır.” [104]
İbn Mes'ud kendi re'yi
ile Kur'ân'ı tefsir etme hususunda son derece ihtiyatla hareket ederdi. Kendisi
bunu izah ederek der ki: Mescitteydim. Orada Kur'ân'ı kendi re'yiyle tefsir
eden bir adamı gördüm ve hemen oradan ayrıldım.” Bu adam:
"Göğün açık bir duman ile geleceği günü bekle, o
insanları sarar, bu, acıklı bir azaptır.”[105] âyetini tefsir ederken, kıyamet gününde herkesin
nefesini tıkayacak ve onları nezleye uğratacak bir dumandan söz ediyordu.
Hâlbuki bir insanın bilmediği bir şey için Allah bilir, demesi, onun ilmine
delâlet eder. Bu âyet-i kerime ise Kureyş'in Rasûlüllah'a karşı son derece
şiddetli davrandıkları zamanlarda inmişti.
İbn Mes'ud, Kur'an-ı
Kerim'i bizzat Rasûlüllah'dan öğrenenlerdendi. Onun için kıraatinde başka bir
mükemmellik vardı. Rasûlüllah onun kıraatinden bahseder ve onu överdi. Bir gün
Mescidte İbn Mes'ud, güzel sesle Nisa sûresini okuyordu. Rasûlüllah (sav) Hz.
Ebu Bekir ve Ömer ile birlikte mescide gelmiş ve onu zevkle dinledikten sonra
şöyle demişlerdi:
"İbn Mes'ud! Ne dilersen dile nail olursun!”
Ebu Bekir'den sonra
Hz. Ömer gelmiş ve Rasûlüllah'dan duyduklarını İbn Mes'ud'a müjdelemek
istemişti. İbn Mes'ud ona:
"Ebu Bekir seni
geçti" demişti. Hz. Ömer de:
"Allah Ebu
Bekir'den razı olsun, onun daha önce sana geldiğinden haberim yoktu"
demişti. [106]
Gerçekten İbn Mes'ud'un
kıraati son derece güzeldi. Rasûlüllah (sav), Kur'ân'ı ona talim ettikten
sonra, sesinden dinlemek isterdi. İbn Mes'ud, bir gün Rasûlüllah'a:
"Biz Kur'an'ı
sizden okuduk, sizden öğrenmedik mi?” demiş, Rasûlüllah da şöyle buyurmuştu:
"Evet ama ben Kur'an'ı başkalarından dinlemek
isterim.”
İbn Mes'ud diyor ki:
"Bir gün Rasûlüllah'ın huzurunda Nisa sûresinden bir bölüm okuyordum.
"Her ümmetten bir şâhid getirdiğimiz, seni de
onların üzerine şâhid getirdiğimiz vakit, bakalım onların hali nice olacak?”[107] ayeti kerimesine geldiğim zaman, Rasûlüllah'ın gözleri
yaşarmıştı.
İbn Mes'ud,
Rasûlüllah'a yakınlığı dolayısıyla son derece geniş bilgiye sahipti.
"Onun, o devre ait bilmediği yoktu" dersek mübalâğa etmiş olmayız.
Bununla beraber o, asr-ı saâdet'e ait rivayetlerde son derece ihtiyatlı
davranırdı. Amr b. Meymun şöyle der: "Abdullah ile tam bir yıl kaldım. Bu
müddet içinde onun 'Rasûlüllah buyurdu' dediğini duymadım. Şayet böyle bir
söze başlarsa bütün vücudu ürperir ve alnından terler akardı.”[108]
Rasûlüllah (sav) adına
konuşmak kolay bir şey değildir. Kişi heran müfteri durumuna düşebilir. Bu
nedenle kişi Rasûlüllah (sav) adına söylediği şeyin sahih olup olmadığını
kontrol etmelidir. Bu imanı bir meseledir. Bilerek kasden Allah Rasûlü adına
söz uydurmak insanı İslâm dininden çıkarır.
İbn Mes'ud'un
talebelerine olan en büyük nasihati ve vasiyeti; Rasûlüllah'ın hadislerini
rivayet ederken son derece dikkatli olmalarıydı. O, talebelerine derdi ki:
"Rasûlüllah'dan bir söz naklettiniz mi, o sözün nübüvvet ve risâlet şanına
en lâyık, ümmetinin hidâyetine en faydalı ve takvaya en uygun olanını
gözetiniz.”[109]
Rasûlüllah (sav)'in
her hadisi herkese söylenmez. Akli seviyesi kaldıramayanlara hadis okuyup
onları hadislerle başbaşa bırakmak, onların fitneye düşmesine sebeb olmaktır.
Fitneye sebeb olmamak için Rasûlüllah (sav)'in hadislerini insanların
seviyesine indirmeden insanların seviyelerini yükseltmek suretiyle, onları
Rasûlüllah (sav)'in hadislerini anlayacak seviyeye getirmek gerekir. Abdullah
b. Mes'ud (r.a.)'in talebelerine yapmış olduğu tavsiyelerinden bunu anlıyoruz.
İbn Mes'ud'un, çok
ihtiyatlı davranmasına ve talebelerine de hadis rivayeti konusunda sıkı sıkı
tembihlerde bulunmasına rağmen, ondan çok hadis rivayet edilmiştir. Üstelik o,
çok rivâyetiyle tanınan Muksirun sahabelerden biridir. Buna rağmen İbn Mes'ud,
mutlak hadis rivayet etmez, onun rivayetleri çoğunlukla Rasûlüllah'dan
öğrendiği farzları açıklayan ve dini emirlerin kolayca anlaşılmasına yardımcı
olan talimatlardır.
Sahih hadis kitapları
ve müsnedlerde ondan rivayet edilen hadislerin toplamı sekizyüzkırksekizdir.
Bunların altmış dördünü Buharı ve Müslim müştereken rivayet ederler.
Ayrıca yirmibirini Buhârî,
otuzsekizini Müslim
nakletmiştir. Böylece Buhârî, İbn Mes'ud'dan toplam seksen beş, Müslim, toplam
doksandokuz hadis rivayet etmişlerdir.
İbn Mes'ud, fıkıh
ilminin kurucularından olan fakîh sahâbilerden biridir. O, özellikle Hanefi
fıkhının temel taşıdır. Önce de belirttiğimiz gibi, o, bütün Küfe eyaletinin
kadisıydı. Onun içindir ki İbn Mes!ud, halka, fıkıh meselelerini ve
içtihadlarını öğretir, bütün mürâacatiarım cevaplar ve problemlerini
hallederdi. Irak kıtasının bütün âiimleri, İbn Mes'ud'u rehber tanırlardı.
Çünkü fıkıhta en çok istifâde ettikleri zat oydu. Hz. İbn Mes'ud'un başlıca
talebelerinden olan Alkame b. Kays ile Esved b. Yezid, özellikle fıkıh
ilmindeki derinlikleriyle şöhret kazanmışlardı. Bunlardan sonra İbrahim en-Nahâî,
Küfe fıkhına genişlik vermiş ve Irak fakîhi unvanını almıştı. İbrahim
en-Nahâî'nin bütün dayanağı İbn Mes'ud'un içtihadlarıydı. İbn Mes'ud'un bu ilim
hazinesi, en-Nahâî'den, Hammâdb. Süleyman'a intikâl etmiş, ondanda İmâm-ı A'zam
E bit Hanîfe'ye geçmişti. İmâm-ı A'zam bunları genişletmiş, ilim ve içtihadıyla
yaymıştı. Böylece İslâm âleminin önemli bir bölümü, bunların ilminden
yararlanmıştır
Abdullah İbn Mes'ud,
kıyas ile muasırlarının birçok problemlerini çözmüş, bu kaidenin yerleşmesinde
son derece büyük hizmetlerde bulunmuş ve böylece usul-u fıkıh ilminin ortaya
çıkmasına, istinbat melekesinin kuvvetlenmesine büyük katkılarda bulunmuştur. İbn
Mes'ud, bu suretle kıyas'ın en önemli esaslarını tesbit etmiştir. İbn Mes'ud'un
bu önemli fıkhî görüş ve içtıhadlan Mısırlı âlim Muhammed Ravvâs Kal'aci
tarafından "Mevsû'atu Fıkhî Abdullah İbn Mes'ud”[110]
adıyla toplanmış ve ilim hayatına kazandırılmıştır.
Hz. İbn Mes'ud'un
muasırları ondan birçok meselelerde faydalanmışlardır. İmam Muhammed b. Hasan
eş-Şeybânî; "Ashâb içinde fıkıh meselelerinde derinlik sahibi olanlar Hz.
Ali, Ubey b. Ka'b, Ebu Musa el-Eş'ari, Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah İbn
Mes'ud'tur" der. İmam Şa'bi: "Hz. Ömer, Zeyd b. Sabit ve Abdullah İbn
Mes'ud'un bütün ümmetin ufkunu açan fıkhî meseleleri çözdüklerini ifâde eder.
Zamanının bütün âlimleri Abdullah İbn Mes'ud'u büyük fakih bilirlerdi. Hz. Ömer
onu gördükçe güler: "Bu, ilimle dolu bir zattır." derdi.”
İbn Abbas da, İbn
Mes'ud hakkında şöyle der: "Kur'ân'ın en büyük tercümanıdır." İbn
Mes'ud'un ileri gelen talebelerinden biri Alkame b.
Kays idi. Alkame, dimağının tazeliği,
malûmatının genişliği ile seçkindi. İbn Mes'ud, onun kendisinden daha çok
malûmatlı olduğunu söylerdi.
İbn Mes'ud, Kûfe'de
bütün talebelerine Kur'ân'ı Kerim, hadîs ve fıkıh okuturdu. Dersine devam
edenler büyük bir halka oluştururlardı. Ondan ders okuyanlar arasında büyük
şöhret kazananlar da vardı. Alkame, Meşruk, Esved, Abîde, Kadı Şüreyh, Ebu Vâil
bunlar arasındadırlar. Her biri büyük bir âlim olan bu zatlar arasında
özellikle Alkame, daima İbn Mes'ud'u hatırlatan bir sima olmuştu. İbn Mes'ud
yola çıktığı zaman talebelerinin çoğu onunla beraber hareket ederler ve ona
yoldaş olurlardı.
Bir gün Habbâb b.
Eret, İbn Mes'ud'un son derece geniş olan ders halkasına gelmiş, oraya devam
eden gençlerin çokluğundan memnun olmuş ve İbn Mes'ud'a en liyakatli talebesini
sormuştu. İbn Mes'ud da Alkame'yi göstermişti. Hz. Habbab, Alkame ile görüşmüş
ve onun malûmatının genişliğinden çok derin bir zevk duymuştu.
İbn Mes'ud'un
talebeleri, kendisini derin bir iştiyakla dinlerler ve derslerini aşk ve
şevkle alırlardı. Başlıca talebelerinden olan Şakik der ki: "Mescitte İbn
Mes'ud'u bekler, onun derse çıkması için yolunu gözetlerdik. Bir gün biz böyle
bekleşirken Yezid b. Muaviye en-Nehai gelmiş ve bize:
“Dilerseniz evine
gidip bakayım, evdeyse alıp getirmeye çalışayım” demiş ve gitmişti. İbn Mes'ud
gelmiş, bize:
“Ben sizi bıktırmamak
için gelmedim. Rasülüllah bize vaazlarını fasıla ile verirdi. Çünkü bıkkınlığa
uğramamızı istemezdi.” demişti."
İbn Mes'ud, sünnet-i
seniyye'ye uygun bir ahlâk sahibiydi. O, ahlâk ve yaşayış tarzını bizzat Rasûlüllah'dan
öğrenmişti. Çünkü o, Rasıılüllah'ın en yakın dostlarmdandı. Her zaman
Rasûlüllah'ın yanına girer, hizmetlerini görür, ayakkabılarını çevirir, önünde
yürür, yıkanacağı zaman perde tutar önünde siper olurdu. Rasûlüllah ona,
kayıtsız şartsız bir müsaade vermişti. İbn Mes'ud'a:
"Her zaman yanıma girebilirsin, ancak benim mani
olacağım zamanlar hariç" derdi. [111]
Bunun içindir ki onun,
Rasûlüllah'ı yegâne uyulacak insan bilmesi, onun her haliyle hallenmesi kadar
tabii bir şey olamaz. İbn Mes'ud, Kûfe'den ayrıldığı hâlde ünü orada uzun zaman
yaşamış; herkes onun ilim ve irfanının yanı sıra takvasını, iffetini, güzel
huyîuluğunu, kalbinin rikkatini ve övgüye değer ahlâkını anmaya devam etmişti.
Sahabe, Allah için
sever, Allah için buğzeder, Allah için kötülüklerden nehyeder, Allah için
iyilik işlemeye insanları teşvik eder, Allah için isteyene verir ve Allah için
hareket edenin yanında yer alırdı. Sahabe fıkhı, bir manada hayatı bütünüyle
Allah için kılmaktır. Daha doğrusu hayatı Allah için kılmanın bilgisidir.
Sahabelerin sevgileri, buğzleri, infakları, emretmeleri ve nehyetmeleri bizim
için birer örnektir.
Hz. Sevbân aslen
Yemenliydi. Esîr olarak satılıyordu. Peygamberimiz esaret parasını vererek onu
satın aldı, sonra da serbest bırakarak hürriyetine kavuşturdu. Fakat Hz.
Sevbân, engin şefkat deryası olan Resûl-i Ekrem'e bir anda ısınmıştı. Ondan
ayrılmak istemedi. Bunu farkeden Peygamberimiz, kendisine şu teklîfte bulundu:
“İstersen ailenin yanına dön, onlarla yaşa; istersen
bizimle, Ehl-i beytimizin arasında bulun.”
Bu, Hz. Sevbân'in dört
gözle beklediği bir teklifti. Hiç düşünmeden, Kâinatın efendisiyle beraber
kalmayı kabul etti.
Hz. Sevbân, böylece
Peygamber efendimizin ve ailesinin hizmetinde bulunmak şerefine erdi. Peygamberimizin
husûsî hizmetkârlık vazîfesini de yürüttü. Akıllı, dirayetli ve zeki bir
insandı. Peygamberimizin her emrine koşar, her işini görür ve en mükemmel
şekilde istediklerini yerine getirirdi.
Bir gün Müslümanlar
Resûlullah’ın hizmetçisi Sevbân'a bir hadîs-i şerîf nakletmesini rica ettiler:
Hz. Sevbân dedi ki: Resûl-i
ekrem efendimiz buyurdular ki:
"Bir Müslüman Cenâb-ı Hakka bir secde ederse,
Cenâb-ı Hak onun makamını bir derece yükseltir ve günahlarını affeder."
Eshâb-ı Suffa'dan olan
Hz. Sevbân, Resûl-i Ekrem'den sonraki ilim, fazilet ve fetva sahibi kimseler
arasında sayılmaktadır. Geniş bir ders halkası ve talebeleri vardı. Hz. Sevbân,
Resûl-i Ekrem’e, hizmet ve tazimde öyle bir derecede idi ki, Müslümanlar bunu
kelimelerle izah etmekte âciz kalırlardı.
Resûl-i Ekrem’e olan
bu sevgi ve bağlılığından dolayı defalarca zarar görmüş, hattâ yaralanmıştı.
Nitekim bir gün, bir Yahûdî gelerek, Resûl-i Ekrem’e,
"Esselâmü aleyke
yâ Muhammedi" demişti. Orada bulunan Hz. Sevbân (r.a.),
"Niçin, yâ
Rasûlallah, demedi" diye Yahudiyle dövüşmüş ve yaralanmıştı.
Hz. Sevbân (r.a.),
"Peygamberimizin
ismini, yalnız başına söylemeyi günâh kabul ederim" derdi. Hz. Sevbân (r.a.),
Peygamber aşkını hayata dönüştürmenin pratik modelidir.
Hz. Sevbân, Peygamber
efendimizin söz ve emirlerini bütün gönlüyle, pür dikkat dinler ve bunlara
titizlikle uyardı. Bir defasında Resûl-i Ekrem Sevbân'a;
“Kimseden bir şey isteme ve suâl sorma!” diye buyurmuşlardır.
Bundan sonra, Hz.
Sevbân (r.a.), ömrünün sonuna kadar kimseden bir şey istememiş ve kimseden bir
şey sormamıştır. Hattâ son zamanlarında, atına binmek veya atından inmek
hususunda kendisine yardım etmek isterler, fakat o reddederdi.
Hz. Sevbân'in
bildirdiği bir hadîs-i şerifte buyuruldu ki:
“İhlâs sahibi olanlara müjdeler olsun! Bunlar hidâyet
kandilleridir. Onların üzerinden bütün karanlık fitneler kalkar."
Hz. Sevbân (r.a.) her
işte müslümanların maslahatını göetirdi. Hz. Sevbân (r.a.) buyururdu ki:
“Bir Müslümana faydası
dokunan veya bir Müslümanın zararını kaldıran yalan hariç, her yalan
günâhtır."
Hz. Sevbân (r.a.),
Rasûlullah'tan ayrı kalmaya hiçbir zaman dayanamayan bir Peygamber aşığıydı.
Çeşitli hizmetler dolayısıyla bazan Rasûlullah'tan ayrı kaldığı olurdu. Bir gün
perişan bir halde Resûl-i Ekrem'in huzuruna geldi. Rengi uçmuş, vücudu
zayıflamış, simasında hüzün ve keder belirtileri noktalanmıştı. Onu bu
vaziyette gören Peygamberimiz, hâlini sordu:
“Neyin var, hasta mısın, ey Sevbân?” Hz. Sevbân derdini şöyle anlattı:
“Ne hastalığım, ne de
ağrım var. Hiçbir şeyim yoktur, yâ Rasûlallah! Biz huzuruna gelip gittikçe
cemâline bakıyor, yanında oturuyor,
sohbetinde bulunuyoruz. Ancak sizi görmediğim zamanlar muhabbetim artıyor, sana
kavuşuncaya kadar kederden bunalıyorum. Sonra âhireti hatırlıyorum ve orada
sizi görememekten korkuyorum. Çünkü siz Cennet'te diğer Peygamberlerle beraber
yüksek makamlarda bulunacaksınız. Ben ise Cennet'e girsem bile senin derecenden
aşağı makamlarda bulunacağımdan dolayı, sizi orada görememekten endişe
ediyorum.”
Bunun üzerine Nisa
sûresinin 69-70. âyet-i kerîmeleri nazil oldu, Bunlarda meâlen buyuruldu ki:
“Allahû Teâlâ ve Peygamberlere itaat edenler, işte
bunlar, Allahû Teâla'nın kendilerine ni'met verdiği Peygamberlerle,
siddîklarla, şehîdlerle ve iyi kimselerle beraberdir. Bunlarsa ne güzel birer
arkadaştır!”
“İşte itaatkârlara yapılan bu ihsan Allahû
Teâla'dandır. Her şeyi bilici olarak Allahû Teâlâ kâfidir."
Bu âyetleri duyan Hz.
Sevbân (r.a.) sevincinden uçacak gibi oldu.
Hz. Sevbân, çok sadık,
Peygamberimize candan bağlı, fazilet yönünden örnek bir Sahabe idi.
Hz. Sevbân (r.a.),
Resûl-i Ekrem (sav)'in her zaman yanında hazır bulunup, hizmet edenlerdendi. Bu
bakımdan, Peygamber efendimizden pek çok istifade etmiş ve ilim bakımından pek
yüksek bir dereceye kavuşmuştur. Nitekim 124 veya 127 hadis rivayet etmişti.
Çok hadis-i şerif ezberleyip neşredenler araşma girmişti.
Hadisleri iyi
ezberlerdi. Ezberlediği hadisleri yaymayı farz bilirdi. Halk, hadis ilmindeki
derecesini bildiklerinden, daima ondan hadis-i şerif sorar öğrenirlerdi.
Bildirdiği hadislerin bazılarında buyuruldu ki:
"Bir zaman gelecek, ümmetimden bir kısmı
müşriklere katılacak. Onlar gibi putlara tapacak. Yalancılar çıkacak.
Kendilerini Peygamber sanacaklar. Hâlbuki, ben Peygamberlerin sonuncusuyum.
Benden sonra Peygamber gelmeyecektir. Ümmetim arasında, doğru yolda olanlar,
her zaman bulunacaktır. Onlara karşı olanlar, Allah’ın emri gelinceye kadar,
onlara zarar veremeyecektir.”
life memnun oldu,
valiliğe heveslendi. Yanma aldığı otuz kişiyle birlikte yola çıktı. Yolda,
sahabeden Abdullah b. Üneys'in kılıcına el atarak onu öldürmek istedi.
Abdullah, bunun ahde vefasızlık olduğunu bildirdi.
İkinci kez yine
Abdullah'ın kılıcına el attı. Bu durum karşısında Yahudilerden yirmidokuz kişi
kılıçtan geçirildi. Bir kişi kaçıp kurtuldu.
Hz. Peygamber'in (sav)
Basra hükümdarına gönderdiği elçinin Şam valisi Şurahbil tarafından öldürülmesi
olayıyla ilgili olarak hicretin 8. yılında bir ordu hazırlandı. Bu ordunun
komutasıyla ilgili olarak Hz. Peygamber (sav) şu açıklamada bulundu:
"Cihada çıkacak şu insanlara Zeyd b. Hârise'yi
kumandan tayin ettim. Zeyd b. Harise şehid olursa, yerine Ca'fer b. Ebi Talib
geçsin, Ca'fer b. Ebi Talib de şehid edilirse, yerine Abdullah b. Revâha
geçsin. Abdullah b. Revâha şehid olursa, müslümanlar, aralarından uygun birini
seçip, kendilerine kumandan yapsınlar." Müslümanlar bir müddet ilerlediler. Düşman ordusunun
gücü ve sayıca çok oluşu Müslümanları endişelendirdi. Zeyd b. Harise, ne yapmak
gerektiği konusunda istişare yaptı. Abdullah b. Revâha, Rumlarla çarpışmaktan
yana olduğunu bildirdi. Müslümanlar, Mûte'de savaş düzeni aldılar, çarpışmaya
başladılar. Zeyd b, Harise, vücudu mızraklarla delik deşik oluncaya kadar
savaştı. Ve şehid oldu. Sancağı Ca'fer aldı. O da savaştı, şehid oldu.
Ca'fer'den boşalan sancağı Abdullah b. Revâha aldı. Bir mızrak darbesiyle
yaralandı ve o da şehid oldu.
Müslümanlar, planlı
ve. programlı insanlardır. Onlar şehadete giderken bile plan ve programdan
vazgeçmezler. Çünükü müslümanlar, Allah'ın hükümleriyle insanlığa nizam vermeye
çalışanlardır.
Hz. Âişe'nin
bildirdiğine göre, Mûte şehidleri İbn Harise, Ca'fer ve İbn Revâha'nın şehâdet
haberi geldiğinde Rasûlüllah (sav) Mescid' te oturmuştu. Yüzünde hüzün ve
kederin izleri görülüyordu. Bu sırada Rasûlüllah (sav)’e birisi geldi ve
"Ca'fer'in
kadınları ağlaşıyorlar" dedi. Rasûlüllah (sav) ondan kadınları çığlık
atmaktan alıkoymasını söyledi. Adam gitti, ancak kadınlar ona itaat etmediler.
Geriye gelip kadınların hâlâ ağlaştıklarmı Rasûlüllah (sav)’e söyledi. Üçüncü
defa gelişinde Rasûlüllah (sav) şöyle buyurdu:
"Hadi git bu, kadınların ağızlarına, yüzlerine toprak
saç.”
Hz. Abdullah b. Revâha Mûte'ye giderken
evliydi, fakat çocuğu
olmamıştı. Abdullah, güçlü bir hatip ve
büyük bir şâirdi. Peygamberimize şiir yoluyla sataşan kâfirlere karşı onu
savunan şiirler yazdı. İbn Revâha, Ka'b b. Malik ve Hassan b. Sabit
müslümanlarm şâirleriydi. İlk İslâmî şiirleri onlar yazdı. Onlar hakkında Şuarâ
sûresinde şöyle buyruîur:
"Şâirlere sapıklar uyar. Onların her sahaya dalıp
çıktıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak iman
edip salih ameller işleyenler Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa
uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zâlimler, yakında nasıl
bir inkılapla altüst edileceklerini bileceklerdir.”[112]
Allah'ı çok zikreden
işte yukarda bahsedilen hicivci üç sahâb'idir. Abdullah müşriklerin küfrünü
yüzlerine vuran şiirler söylerdi. Peygamberimiz onun şiiriyle ilgili olarak
"Kureyş müşriklerine ok yağdırmaktan daha
etkilidir" buyurmuştur.
Abdullah, Mûte
gazasına giderken ağlamış, sebebi sorulduğunda şöyle demişti:
"Benim dünyaya
karşı sevgim, sizlere karşı ziyade arzum yoktur. Ancak ben Rasûl-i Ekrem'den
(sav) Meryem sûresi yetmişbirinci
"İçinizden hiç biriniz hariç olmamak üzere
mutlaka hepiniz Cehennem'e varacaksınız"
âyetini işitmiştim. Ayette bahsolunan Cehennem'e uğradığımda halim nice olur?
diye düşündüğümden ağlıyorum."
Uğurlayanlardan
bazıları onu teselli ederek,
"Cenab-ı Hak
sizleri korusun, düşman şerrini sizden uzaklaştırarak sağ salim dönmenizi nasib
etsin" demişler, bunun üzerine Abdullah şu şiiri söylemiştir:
Günahkârım fakat ben
Af isterim Rabbimden
Ya da kanımı dökecek
bir vuruş isterim.
Kılınç ya da mızrakla
deşilip çıkmış ciğerim.
Ta ki beni gören
samimice desin
Şu savaşçıya Allah
rahmet eylesin.
Yine Mûte'de ordu
komutasını eline alırken şu şiiri söylemiştir:
"Nefsim bir
isteksizlik var sende
Savaşacaksın dilesen
de dilemesen de
Hani çoktandır yoktu
sende ölüm korkusu
Ca'fer, ne güzel
geliyor Cennet kokusu .
Hicret'in yedinci yılında
Hz. Peygamber Umre için Mekke'ye girerken yanında
Abdullah İbn Revâha da vardı ve şu şiiri söylemekteydi.
"Çekilin kâfirler
nebinin yolundan bugün,
Vururuz yoksa
boynunuzu inkâr etmiştiniz dün,
Öyle bir vuruş ki
ayırır gövdeden başı,
Hatırlatmaz insana ne
dost ne arkadaşı."
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.a.) ona:
"Ya Abdullah,
Harem'de Allah'ın Rasûlü'nün huzurunda mı böyle karşıdakileri çatışmaya tahrik
eden şiiri söylüyorsun?" demiş, Rasûlüllah da:
"Bırak ya Ömer söylesin. Vallahi Abdullah'ın
sözleri bu kâfirlere ok yarasından daha fazla tesir eder" buyurmuştur.
Rasûlüllah, İbn Revâha
için "Kardeşiniz şüphesiz bâtıl söz
söylemez" buyurmuş, bâtıl sözler dışındaki şiirlerde hikmet ve yarar
vardır demiştir. [113]
İslâm imanının
sınırını aşmayan şiir, Allah yolunda kullanılması gereken meşru bir silahtır.
İslâm düşmanlarına karşı savaşırken salih amel kategorisne girecek olan
şiirlere ihtiyaç vardır.
Abdullah bin Selâm
hazretleri, Ashâb-ı kiramdan olup, Ensârın büyüklerindendir. Medine'deki Yahudi
Beni Kaynuka kabilesinden idi. Soyu Hz.Yusuf’a dayanıyordu. Asıl ismi Husayn
idi. Müslüman olunca Resûlüllah efendimiz ona Abdullah ismini verdi.
İman etmeden önce,
Yahûdî âlimlerinden idi. Müslüman olması çok ibretlidir. Müslüman oluşunu
kendisi şöyle anlatır:
"Babam
Yahudilerin ileri gelen âlimlerinden idi. Bana Tevrat'ı okutur, dindar yetişmem
için elinden geleni yapardı. Bir gün âhir zaman Peygamberinin alâmetlerini ve
yapacağı işleri anlatarak dedi ki:
“Eğer âhir zaman
Peygamberi, Hârûn aleyhisselâmın neslinden yani kendi kavmimizden gelirse
inanırım, başka kavimden gelirse inanmam! Sen de inanma!”
Rasûlüllah efendimiz
Medine'ye hicret etmeden önce babam vefat etti. Rasûlüllah efendimiz Medine'ye
hicretinden önce, Mekke'de Peygamberliğini açıkladıktan sonra, sıfatlarına ve
yaptığı işlere baktım, tıpa tıp babamın anlattıklarına uyuyordu. Fakat,
kavmimizin ileri gelenleri, sırf Arab kavminden geldi diye Rasûlüllaha karşı
çıkıyorlardı. Tevrat'ta bildirilen alâmetler gayet açıktı.
Bir gün Yahudilerin
hurma bahçelerine gittim. Kendi aralarında,
"Arabların adamı
geldi!" diye konuşuyorlardı. Bu sözü duyunca beni bir
titreme tuttu. Elimde olmadan
"Allahû
Ekber" diye bağırdım. Benim tekbîr getirdiğimi gören halam Halide binti
Haris bana kızıp dedi ki:
“Allah seni umduğuna
kavuşturmasın, elini boşa çıkarsın? Vallahi sen Mûsâ bin İmrân'ın geleceğini
işitmiş olsaydın bundan fazla sevinmezdin. Ben
de ona şöyle karşılık verdim:
“Ey hala! Vallahi O,
Hz. Mûsâ gibi Peygamberdir. Mûsâ aleyhisselâmın tevhîd dînindendir. Buna niçin
karşı çıkıyorsunuz?”
“Ey kardeşimin oğlu!
Yoksa o Kıyamete yakın gönderileceği bize bildirilen Peygamber midir?”
“Evet.”
“Öyleyse sevinmekte
haklısın.”
Dayanamayıp,
Rasûlüllahı görmek için bulunduğu yere gittim. Daha ilk gördüğümde kendi
kendime,
"Bu güzel yüzün
sahibi yalan söyliyemez!" dedim. Rasûlüllah insanlar arasına oturmuş,
onlara nasihat ediyordu. İlk işittiğim hadîs-i şerîf şuydu:
“Selâmı aranızda yayınız, aç kimseleri doyurunuz, sıla-i
rahim yapınız, yakın akrabalarınızı ziyaret ediniz! İnsanlar uykuda iken namaz
kılınız! Böylece Cennete selâmetle girersiniz." Sonra bana dönüp sordu:
“Sen Medine âlimi İbni Selâm değil misin?”
“Evet”
“Ey Abdulah, Allah için söyle! Tevrat'ta benim vasıflarımı
okuyup öğrenmedin mi?
“Evet, öğrendim. Yâ
Rasûlallah Cenâb-ı Hakkın sıfatlarını söyler misin?”
Rasûlüllah efendimiz
bana İhlâs sûresini okudu.
“De ki: O Allah birdir. Hiçbir şey O'nun dengi
değildir!" meâlindeki âyet-i
kerîmeyi işitince:
“Şehâdet ederim ki,
Allahtan başka ilâh yoktur. Sen O'nun kulu ve resûlsün,” diyerek îmân ettim. Abdullah bin Selâm
Müslüman olduktan sonrasını şöyle anlatıyor:
"Müslüman
olduktan sonra Rasûlüllaha dedim ki:
"Yâ Rasûlüllah!
Yahudiler kadar, yalancı, inatçı, zâlim kimse yoktur. Hiçbir iftiradan
çekinmezler. Şimdi benim Müslüman olduğumu öğrenirlerse olmadık iftira
ederler, bunu açıklamadan önce onlara beni sorunuz!”
Sonra ben bir perdenin
arkasına saklandım. Rasûlüllah bir grup Yahûdîyi çağırdı. Onlara
sordu:
“Aranızdaki Husayn (Abdullah) bin Selâm nasıl bir
kimsedir?”
“Çok büyük bir
âlimimizdir. Onun gibi hayırlı birisi az bulunur. O doğru sözlüdür.”
“Eğer o Müslüman olduysa siz ne dersiniz?”
“Allah onu böyle
birşeyden korusun!” Sonra saklandığım yerden çıkıp dedim ki:
“Ey Yahudi topluluğu,
Allahtan korkunuz! Size geleni kabul ediniz! Allaha yemîn ederim ki, siz
Rasûlüllah'ın hak Peygamber olduğunu biliyorsunuz. Çünkü alâmetleri Tevrat'ta
açık olarak yazılıdır. Başka kavimden geldiği için inadınızdan îmân
etmiyorsunuz. Ben şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Ve yine
şehâdet ederim ki, Muhammed aleyhisselâm Allah’ın Rasûlüdür.
Bunun üzerine Yahudiler:
“Bizim en kötümüz
budur. Aramızda bundan daha kötü biri yoktur, deyip olmadık iftiralar etmeye
başladılar. Peygamber efendimiz Yahudilere
dönüp buyurdu ki:
“Birinci şehâdetiniz bize kâfidir, ikincisi ise
lüzumsuzdur.”
Hz. Abdullah hemen
evine döndü. Ailesini ve akrabalarını İslâmiyete da'vet etti. Halası da dâhil
hepsi Müslüman oldular.
O'nun iman etmesi
Yahudileri çok kızdırdı. Bunun için kendisini sıkıştırmaya başladılar. Hattâ
Yahudi âlimlerinden bazıları:
“Araplardan peygamber
çıkmaz. Senin adamın hükümdardır, diyerek, Abdullah bin Selâm'ı İslâmiyetten
vazgeçirmeye kalkıştılarsa da muvaf
“Nefsim elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, onunla kırk ukiyelik ödemem gereken miktarı
ödedim." Artık böylece Selman (R.a) hürriyetine kavuşmuş oluyordu. [114]
Selman (R.a)'ın
katıldığı ilk savaş Hendek savaşıdır. Müşrikler, müttefiklerle birlikte
oluşturdukları on bin kişilik bir orduyla birlikte Medine'ye doğru harekete
geçtikleri zaman, Rasûlüllah (sav), şehir içinde kalarak bir savunma savaşı
vermeyi kararlaştırmıştı. Ancak, Medine'nin çevresinde düşmanın şehre girişini
engelleyecek her hangi bir sur yoktu. Bu durum şehrin savunulmasını oldukça
güçleştiriyordu. Yapılan istişareler esnasında Selman (R.a), Rasûlüllah
(sav)'e,
"Ey Allah'ın
Rasûlü! Biz İranda muhasara edildiğimiz zaman şehrin etrafında bir hendek
kazarak kendimizi savunurduk" deyip hücuma açık bölgede bir hendek kazılması
görüşünü ileri sürmüştü. [115] Bu
görüş Rasûlüllah (sav) tarafından uygun bulunmuş ve derhal hendeğin kazılması
için faaliyete geçilmişti. Selman (R.a), kuvvetli bir kimseydi ve kazı işinde
oldukça verimli çalışmaktaydı. Ensar grubu, Selman (R.a)'ı sahiplenerek,
"Selman
bizdendir" dediler. Bunun üzerine muhacirler;
"Hayır Selman
bizdendir" demeye başladılar. Bunu duyan Rasûlüllah (sav);
"Selman bizdendir. O ehl-i beytimdendir" diyerek onu ehl-i beytine dahil etmiştir. [116]
Selman (R.a), daha
sonraki bütün savaşlarda Rasûlüllah (sav) ile birlikte bulunmuştur. Mekkeli
müşrikler, Medine önlerine geldikleri zaman şehirle aralarındaki hendeği
gördüklerinde şaşırmışlardı. Çünkü Araplar daha önce böyle bir savunma
usulünden habersizdiler. Müşrikler, bu hendeği geçmeyi denedilerse de
başaramadılar. Savaşın kazanılmasında hendeğin rolü o kadar büyük olmuştur ki,
bundan dolayı Hendek savaşı olarak adlandırılmıştır.
Selman (R.a),
Rasûlüllah (sav)'in yanından vefat edinceye kadar ayrılmadı. Hz. Ebu Bekir
(R.a)'in Halifeliği zamanında da Medine'de bulunmuştur.
Ömer (R.a) devrinde
İslâm ordusu İran'ın fethi için harekete geçtiği zaman Selman (R.a) da bu
orduya katıldı. Selman (R.a) İran asıllıydı. Bundan dolayı düşman ordusunun
durumunu çok iyi biliyordu. Ayrıca Farsların
İslâm dinini kabul ederek dalaletten kurtulmalarını şiddetle arzulamaktaydı.
İranlılar, Kadisiye yenilgisinden sonra Medain'de toplanmışlardı. Müslümanlar
Dicle nehrinin kenarına geldikleri zaman, karşıya geçmek için hiç bir şey
bulamadılar. Sa'd b. Ebî Vakkas, karşı sahile bir öncü birliği gönderip geçiş
güvenliğini sağladıktan sonra, bütün orduya nehri geçme emrini verdi. Ordu
topluca, suları kabarmış bir şekilde akan Dicle nehrine daldı. Sa'd (R.a)'ın
yanında Selman (R.a) bulunmaktaydı. Sa'd (R.a), dua ediyor ve Allah Teâlâ'nın
dostlarına yardım edeceğim, dinini üstün kılacağını ve Allah Teâlâ'ya isyan
eden bir topluluğun iyiliğe (İslâm'a) galebe çalamayacağını söylüyordu. Nehrin
ortasında oldukça heyecanlı bir halde bulunan Sa'd (R.a)'a, Selman (R.a) şöyle
demekteydi:
“İslâm yepyenidir.
Allah, karaları nasıl müslümanların emrine vermişse, denizleri de onların
emrine verecek güçtedir. Allah'a yemin ederim ki müslümanlar nehre nasıl akın
akın girmişlerse nehirden öylece akın akın çıkacaklardır.”
Gerçekten Selman
(R.a)'ın dediği olmuş ve müslüman ordusu hiç kayıp vermeden karşı kıyıya
geçmişti [117] İranlı askerler dehşet
içerisinde, onların nehri geçişleri ne bakıyorlar ve kendi kendilerine;
"Şeytanlar
geliyor. Vallahi bizim savaştığımız bu topluluk cinlerden başkaları
değildir" demekteydiler.[118]
İranlı askerler kaçarak Kisra'nın sarayına sığınıp direnmeye devam ettiler.
Buraya gönderilen öncü birliğinin komutanı Selman (R.a)'dı. O, surun Önüne
geldiği zaman, İslâmın emrettiği şekilde onlar üç defa müslüman olmaya, kabul
etmezlerse cizye ödemeye davet etti. Selman (R.a) onlara şöyle diyordu:
"Ben de aslen
sizden biriyim. Size acıyor ve yumuşak davranıyorum. Eğer müslüman olursanız
bizim kardeşlerimiz olarak aynı haklara sahip olursunuz. Bunu kabul etmez,
dininiz de kalmak isterseniz, bize itaat ederek cizye ödersiniz. Bunu da kabul
etmezseniz, diğerleri gibi sizinle savaşırız.”[119]
Selman (R.a),
meselenin Arapların Acemlere hâkimiyeti meselesi olmadığını onlara anlatabilmek
için,
"Sizden biri
olduğum halde Araplar bana itaat ediyor" diyerek [120]
ikna etmeye çalışıyordu. Selman (R.a) ilk iki şartı kabul etmemeleri üzerine
onlara üç bunu anlamaktır.
Çünkü Peygamber efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde, "Kalbinde hardal tanesi kadar kibir, büyüklenme bulunan kimse,
Cennete girmiyecektir" buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şeriflerinde de,
"Meyve veya herhangi bir şeyi kendi eliyle evine
götüren, kibirden uzaklaşmıştır"
buyurmuştur. İşte bunun için yükünü kendim taşıyorum.
Abdullah bin Selâm
hazretleri, Hz. Osman'ın şehâdeti esnasında yanında bulunuyordu. İsyancılara
dedi ki:
Tarihte öldürülen her
peygamber için yetmiş bin asker öldürülmüştür. Öldürülen her halîfe için de
onbeş bin kişi öldürülmüştür. Gelin bu işten vazgeçin! Yoksa âhirette bunun
cezasını çok şiddetli olarak çekeceksiniz!" Ayrıca Hz. Osman'ın üzerinizde
çok hakkı vardır. Fakat âsîler sözünü dinlemediler, ayrıca kendisine hakaret
ettiler.
Hz. Abdullah
hakikaten, ahlâk ve ilim ile kendini süsleyen Cennetlik insanlardan idi.
Ashâb-ı kiramdan Mu'âz bin Cebel, 639'da Suriye taraflarında ortaya çıkan veba
hastalığına yakalanmıştı. Vefat edeceği sıralarda, başucunda ağlayan talebesi
Yezid bin Âmire'ye dedi ki:
“Niçin ağlıyorsun?”
“Ben dünya için
ağlamıyorum. İlmi senden öğrenmekteydim, bunu kaybedeceğime üzülüyorum!”
Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:
“İlim benim vefatımla
kaybolmaz. Benden sonra ilmi şu dört kişiden öğren: Abdullah bin Mes'ud'dan, Abdullah bin Selâm'dan, çünkü Rasûlüllah onun
hakkında,
"O, Cennetlik olan on kişinin onuncusudur" buyurdu. Hz. Ömer'den ve Selmân-ı Fârisî'den öğren.
Abdullah bin Ömer (R.a.) şöyle anlatır:
Medine'de bir takım Yahûdî topluluğu Rasûlullah(sav)'e gelerek dediler ki:
“Senin getirdiğin
dinde recm var mıdır?” Rasûlüllah efendimiz de onlara sordu:
“Recm cezası hakkında Tevratta ne yazıyor?”
“Tevratta recm cezası
yoktur.” Abdullah bin Selâm Yahudilere dedi ki:
“Yalan söylüyorsunuz!
Tevratta recm âyeti vardır.”
Bunun üzerine Tevratı
getirip açtılar. Yahudilerden birisi elini recm âyetinin üzerine koyarak bundan
önceki ve sonraki âyetleri okumaya başladı. Abdullah bin Selâm ona:
“Elini kaldır!” dedi.
O da elini kaldırınca
recm âyeti göründü. O zaman Yahudiler dediler ki:
“Ey Muhammed! Abdullah
bin Selâm doğru söyledi. Tevratta hakikaten recm âyeti vardır.”
Birgün Hz. Abdullah bin
Selâm, Ka'b-ül Ahbâr'a şöyle bir soru sordu:
“Âlimler ilmi öğrenip
zihinlerine yerleştirdikten sonra, onu oradan söküp atan nedir?”
Hz. Ka'b dedi ki:
“Tama', hırs ve
ihtiyaç peşinden koşmaktır.” Birisi de Fuday! bin lyâd'a dedi ki:
“Ka'b'ın bu sözünü bana
izah eder misin?” Bunun üzerine Fudayl şöyle cevap verdi:
“Tamah, insanın bir
şeyi araması ve mukaddes değerlerini bu uğurda feda etmesi demektir. Hırs ise
nefsinin herşeyi istemesi, senin de onun istediklerini yerine getirmendir.
Bunun için de ona buna, kötü insanlara vb. ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine
getirenler de seni burnundan yakalamış olurlar.”
Yani seni emirleri
altına alırlar, istedikleri yerlere sürüklerler, sen de onlara boyun eğersin.
Onlar hasta oldukları zaman, dünya sevgisinden dolayı onların ziyaretlerine
gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerine selâm verirsin. Bu verdiğin selâmı,
yaptığın ziyareti Allah rızâsı için yapmazsın. Eğer bu kimselere ihtiyaç
göstermezsen, senin için çok daha hayırlı olurdu. Bu benim sana anlattığım,
yüz hadîs-i şerif rivayet etmekten senin için daha hayırlıdır.[121]
Sahabe, ilmi amel
etmek için öğreniyordu.
Sahabeler, kendilerini Allahû
Teâla'ya yaklaştıracak salih amellerin peşindeydiler. Sahabelerin gündeminde
"Allah'ın huzurunda ne yapsam da bağışlansam?" suali vardır. Onlar
kendilerini Allah'ın rızasına ulaştıracak salih ameli işlemenin sevdasındaydılar.
Sahabeler, salih amellere sevdalanmış kimselerdi.
Sahâbe-i Kiram, Hakk'ın
hatrını bütün hatırlardan âli tutan, üstün kılan bir nesildir. İnsanların, ekâbirlerin,
zalim ve zorbaların hatrı için Hakk'ın hatrını kıranlar veya gerçekleri sümen
altı edenler, sahabelerin izinde yürümeyenlerdir. Sahabe, Hakk'a ve hakikate
sadakatin abidesidir. Kâzibleri/yalancıları tarih sahnesinden silenler, sadık
olanlardır. Sahabe yolu, sadıkların yoludur. Dolayısıyla sahabe fıkhı, bir
sadakat fıkhıdır.
Abdullah bin Ümm-i
Mektûm, Peygamberimizin İslâmiyeti anlatmaya başladığı ilk zamanlarda îman ile
şereflenerek Müslüman oldu. Mekke'de kâfirlerin zulüm ve eziyetlerinin
dayanılmaz hâle gelmesi üzerine ve Medîneli Müslümanlara din esaslarını
öğretmek için, Medîne-i Münevvereye hicret etti.
Âmâ olup, sesi çok
gürdü. Sabah namazında, önce Hz. Bilâl, sonra İbni Ümm-i Mektûm ezan okurdu.
Kâfirlerle silahlı mücâdele başlayınca, harplere katılıp, gür sesiyle düşmanın
moralini bozardı.
Bazı savaşlarda
Peygamber efendimiz, onu Medîne-i Münevverede vali olarak bırakırdı.
Peygamberimizin zamanında, onüç defa Medîne'de kalıp, valilik ve imamlık yaptı.
Rasûlüllah efendimiz kendisine çok iltifat edip, dâima gönlünü alırdı.
Medine'de valilik ve
imametle vazifelendirilmesi, âmâ haliyle sefer ve muharebelere katılmasının güç
olmasındandır.
Bir defasında
Rasûlüllah efendimiz, insanlara dînimizin esaslarını anlatırken, İbni Ümm-i
Mektûm yanına geldi. Peygamberimiz, meşguliyetlerinden dolayı, alâkalanmakta
geç kaldılar. Daha cevap veremeden Kur'an-ı Kerimin sekseninci sûresi olan
Abese sûresinin ilk on âyet-i kerimesi indi.
İlâhi emir üzerine,
Peygamberimiz, daha fazla alâkalanıp, iltifatını artırdı. Hatta ona,
"Merhaba! Ey Rabbimin bana hitâb ve ikâzında
bulunmasına sebep olan kişi!"
diye iltifat edip, yanına oturttu, hâlini, hatırını sordu.
Hâne-i saadetine alıp,
onunla sohbet ederdi. Bir defasında, yine Peygamber kabul ederler. Nusayriliğin
teslis akidesini ifade eden ayn, mim ve sin harflerinden ayn Ali'yi, mim
Muhammed (sav)'i, sin ise Selman'ı ifade eder. Mana (Ali), ism (Muhammed) bab
ise Selman'dır. Buna göre o Nusayri teslis akidesinin kapısı (bab) olup, üçüncü
had'dir. Dürziler ise, Kur'an'ın Selman'a vahyolunduğuna, Peygamberin Kur'an'ı
ondan aldığına inanmaktadırlar. Bu ekoller, oluşturdukları inanç sistemlerinde
diğer bir kaç sahabe ile birlikte Selman (R.a)'ı temel unsur olarak kullanmışlar
ve ona çeşitli fonksiyonlar yüklemişlerdir. Bu mezheplerin gerçekte mutedil
Şia ile alakaları yoktur. Zira muhtevalarmdaki inanç prensipleri gözönüne
alındığı zaman İslâmî şahsiyetlerin isimlerini kullanarak putperest bir inanç
sistemi meydana getirdikleri görülecektir. Oysa ki, Selman-i Farisi (R.a.)'in
ömrü putperstlere karşı savaşmakla geçmiştir.
Selman, İslâm'a
mensubiyetin beraberinde getirdiği şerefin sembolüdür. İslâm teslim olup
müslümanlara mensub olmak, başlı başına bir şereftir. Sahabe fıkhında kavim ve
kabile değil, İslâm önplandadır. Müslümana şeref kazandıran kavmi veya kabilesi
değil, dinidir.
Kâbe-i muazzamanın
güneyinde, yüksekçe bir yerde, Hz. Erkam'ın evi bulunuyordu. Kabe'ye güney
tarafından gelmek isteyen bu evin önünden geçmek durumunda idi. Ev yüksekte
olduğundan Kabe rahat olarak görünürdü. Ayrıca Hz. Erkam, Mekke'nin ileri
gelenlerinden, itibarı çok olan bir zât idi ki, herkes kendisine hürmet ve
ikram ederdi.
Bu gibi sebeplerden
dolayı, Peygamber efendimiz ve diğer Müslümanlar burada toplanırlar, emniyetli
bir yer olduğu için ibâdetlerini rahat yaparlardı. Yeni Müslüman olmak
isteyenler de bu eve gelir, Müslüman olmakla şereflenirdi. Bunun için, bu eve
Daru'l-İslâm ve Dâru'l-Erkam gibi isimler verilmişti. Daru'l Erkam, İslam
cemaatının teşkilatlanma merkezdir. Daru'l İslam ise, İslam devletinin
teşkilatlanma merkezdir. İslam devletî, İslam cemaatının son aşamasıdır.
Bir gün Hz. Ammâr bin
Yâsir, Hz. Erkam'ın evinin önünde Hz. Süheyb bin Sinan'a rastladı. O'na sordu:
“Burada ne yapıyorsun?”
“Sen ne yapıyorsun?”
“Ben içeri
gireceğim ve Hz.
Muhammed'in sözlerini dinleyip bildirdiği dine gireceğim. Müslüman
olacağım.”
“Ben de aynı maksatla
buraya geldim.”
İkisi de aynı maksatla
geldiklerini söyleyince, beraber içeri girdiler. O sırada Peygamber efendimiz
de orada bulunuyordu. Müslüman oldular, akşama kadar orada kaldılar. Akşamdan
sonra evlerine gittiler.
Mekkî toplumlarda
teşkilat gizli, tebliğ açıktır. Mekkeli müşrikler, müslümanların kendilerini
neye davet ettiklerini çok iyi biliyorlardı. Ama müslümanlarm nerede ve ne
şekilde teşkilatlandıklarını bilmiyorlardı. Rasûlüllah (sav)'in gününde Daru'l
Erkam'daki müslümanlar teşkilat yapılarını bir sır olarak saklıyorlardı.
Peygamber efendimiz,
İslâmiyeti tebliğden önce de Hz. Süheyb bin Sinan ile konuşurlar ve
birbirlerini severlerdi. Süheyb bin Sinan, Abdullah bin Ced'an'ın azadlı kölesi
idi. Müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmeyen yedi mücahid Sahabeden biri
idi.
Hz. Süheyb, Müslüman
olduğunu açıkladıktan sonra Mekke'li müşriklerin, şiddetli hücum ve
işkencelerine mâruz kaldı. Müşrikler daha çok, kimsesi olmayan zavallılara
işkence ederlerdi. Hz. Süheyb, Mekke'de akrabası, dayanağı olmayan bir zât
olduğu için, müşrikler kendisine çok zulmederler, konuşamıyacak hâle
getirinceye kadar döverlerdi. Demir gömlek giydirirler, en sıcak günde, güneş
altında tutulur, üstüne de yük bindirirlerdi.
Bir gün, Hz. Habbâb ve
Hz. Ammâr'la birlikte giderlerken, Kureyş müşriklerinden bazıları ile
karşılaştılar. Müşrikler bunları görünce:
“İşte Muhammed'e tâbi
olan kimseler,” diye alay ettiler ve bazı uygunsuz sözler söylediler.
Hz. Süheyb onlara
cevaben buyurdu ki:
“Evet! Allahû
Teâlâ'nın Peygamberine tâbi olan, Onunla beraber bulunmaktan zevk alan kimseler
biziz. Hz. Muhammed'e biz inandık, siz inanmadınız. Biz O'nun söylediklerinin,
bildirdiklerinin hepsinin doğru olduğunu kabul ettik. Siz yalanladınız. Bütün
üstünlük ve faziletler İslâmiyette, bütün zillet ve felâketler de
müşrikliktedir. Müslümanlıkta aşağılık, müşriklikte üstünlük yoktur.”
Hz. Süheb (R.a.) böyle
söyleyince inanmıyanlar üzerine saldırdılar. Hz. Süheyb bin Sinan'ı dövdüler.
Öyle ki, konuşamayacak hatta ne söylediğini bilemiyecek hale geldi.
Hz. Süheyb (R.a.)
bütün bu işkencelere tahammül ediyordu. Yapılan eziyetler onun için, hak yolda
sabır ve sebat için bir teşvik oluyordu, imânı kat kat artıyor, müşriklerin onu
hak yoldan döndürme gayretleri boşa
gidiyordu.
Hz. Süheyb (R.a.),
Mekke'de kendi gayretleriyle büyük bir servet elde edip hayli zengin oldu.
Medine-i Münevvereye hicret edeceği müşrikler tarafından haber alınınca yolu
kesildi. Dediler ki:
“Sen Mekke 'ye fakir
olarak geldin. Çok mal ve servete kavuştun. Şimdi hem kendin gideceksin, hem
bunca malı götüreceksin buna izin vermeyiz.” Hz. Süheyb, onlara buyurdu ki:
“Ey müşrikler. Beni
iyi tanırsınız ki, çok iyi ok atarım. Eğer üzerime gelirseniz, ok çantamdaki
okların hepsini size atarım ve sonra kılıcımı çekerim. Bunlardan biri elimde
bulundukça bana birşey yapamazsınız, kendiniz bilirsiniz.”
Fakat Hz. Süheyb'in,
Peygamber efendimize olan muhabbeti, bağlılığı ve O'na kavuşmak arzusu ve
Medine-i Münevvereye gidip ibadetlerini rahatça eda edebilmek isteği o kadar
çoktu ki, yanında bulunan bütün mallarının ve alacaklarının, Peygamber
efendimizin sevgisi yanında hiç kıymeti yoktu. Bu sebeple hiç vakit
kaybetmemek, bunlarla oyalanmamak için onlara dedi ki:
“Yanımdaki ve Mekke'de
bulunan mallarımı size verirsem önümden çekilir misiniz, yolumu açar mısınız?”
Hak ve hakikatlerden
nasibi olmayan müşriklerin de arzusu buydu. Hemen kabul ettiler. Hz. Süheyb
(R.a.), yanında bulunan bütün mallarını verdi, Mekke'deki mallarının da yerini
tarif edip müşriklerin elinden kurtuldu ve hiç parasız olarak yoluna devam
etti. Hatta başka bir rivayette üzerindeki elbiseleri de iç elbiseleri hariç
aldılar. Buna rağmen o yoluna devam etti.
Mekke ile Medine
arasındaki yolda binbir zahmet, tahammülü mümkün olmayan güçlüklerle
karşılaştı. Fakat sevgili Peygamberimize kavuşmanın heyecanı ile bütün
sıkıntılardan zevk alarak yoluna devam etti. Peygamber efendimiz,
beraberlerinde Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer olduğu hâlde Hz. Külsüm bin Hedm'in
hanesine misafir idiler. Önlerinde de ev sahibinin getirdiği yaş hurmalar
vardı. Hz. Süheyb Peygamber efendimizin huzuruna geldiğinde gözü ağrıyordu. Yolda
çok acıkmış ve Abdullah b. Zübeyr (R.a.), insanları Allah'ın hükümleriyle idare
etmeye özen gösteriyordu. O, İslâm ümmetinin kıyametini Allah'ın indirdiği
hükümlerin dışındaki hükümlerle idare edilmekte görüyordu. Abdullah b. Zübeyr
(R.a.)'ın fıkhından bize kalan miras,
"Allah'ın
indirdiği hükümlerle idare olunmayan bir ümmetin kıyameti kopmuştur,"
hakikatidir. Kıyameti kopmuş olan bir ümmetin yeniden dirilmesi ve ayağa
kalkması, Allah'ın indirdiği hükümlerle idare olunmasına bağlıdır. Müslüman
olarak bizim idarecilerimiz, bizden olup bizi Rabbimizin şeriatiyle idare
edenlerdir. Bunların dışındaki idareciler, bize ve bütün insanlığa kötülük
edenlerdir!
Müslümanlar
kendilerini sadece Allah'ın indirdiği hükümlerle idare edecek ve kendilerinden
olan idarecilerini ortaya çıkarmadıkları, iktidar yapıp muktedir de
kılmadıkları müddetçe, küfrün esirleri olarak hayatlarına devam etmeye mecbur
ve mahkûmdurlar.
Müslüman!
Seni cemaat ve devlet seviyesinde
Allah'ın indirdiği hükümlerle idare eden mü'min idarecilerin yoksa, sakın
kendini hür sanma bu durumda sen küfrün esirisin!
[1] Îbnul-Hacer el-Askalânî, el-İsabe fi Temyîzi's-Sahabe,
Bağdat t.y., II, 462; İbnül Esîr, Üsdül-Gâbe, III, 584-585; Celaleddin Suyûtî,
Târihul-Hulefa, Beyrut 1986, 165.
[2] Siretu İbn İshak, İstanbul 1981,121; Üsdü'l-Gâbe, aynı
yer; Askalanî, aynı yer.
[3] Suyûtî, 168.
[4] Suyûtî, a.g.e., 165.
[5] İbn Hacer, aynı yer
[6] İbn Sa'd, Tabakatül-Kübra, Beyrut t.y., I, 207
[7] İbnül-Esîr, Üsdül-Gâbe, 585; İbn Sa'd, a.g.e., 55-56
[8] Buharî, Fezailu'l-Ashab, 47
[9] Üsdül-Gâbe, III, 586; Suyutî, a.g.e., 165; H.l.Hasan,
Tarihu'l-İslâm, I, 256
[10] Suyuti, a.g.e., 165
[11] İbn Sa'd, a.g.e., III, 53, 54
[12] İbn Sa'd, a.g.e., II, 96.
[13] İbn Sa'd, II, 96,97.
[14] Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177.
[15] Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178-179.
[16] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:2,
Sh:189, İst/1991.
[17] A. Köksal, IX, 162.
[18] İbn Hişam, Sîre, IV, 161; Suyutî, a.g.e, 169.
[19] H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256.
[20] İbn Sad a.g.e., 111, 200.
[21] Suyuti, a.g.e.-,171, 172; İbn Hacer, a.g.e., 463;
H.İ.Hasan, a.g.e., 1,258, 261.
[22] İbn Sa'd, a.g.e., III, 62.
[23] İbnül-Esir el-Kamil fî't-Tarih, Beyrut 1979, III, 79.
[24] Hicrî 25 İbnul-Esir, a.g.e., III, 81; H.İ.Hasan,
a.g.e.; I, 264.
[25] İbnul-Esir a.g.e., III, 82.
[26] İbnul-Esir, a.g.e., III, 107.
[27] Suyutî, 172.
[28] İbnul Esir, a.g.e., III, 87.
[29] H.İ. Hasan, a.g.e., I, 265
[30] İbnül-Esir, a.g.e., III, 88-90; H.İ.Hasan, a.g.e., I,
265-266
[31] İbnül-Esir, a.g.e., III, 93; Ayrıca bk. Mııhammed
Hamidullah, Fethul-Endülüs (İspanya) fi Hilafeti Seyyidina Osman sene 27
li'I-Hicre, İ.Ü. Ed. Fak. İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, İstanbul 1978,
VII, 221-225
[32] Hicrî 28..
[33] İbnül-Esir, a.g.e., III, 96.
[34] İbnül-Esîr, a.g.e., III, 99-100.
[35] Suyûtî, 173.
[36] İbnül-Esîr a.g.e., 111,111-112; H.İ. Hasan, a.g.e., 1,
510-513.
[37] Er-Rasûlü'l Muallim/Abdulfettah Ebû Gudde, Sh:14,
Beyrut/1997.
[38] İbnül-Esir, III, 133.
[39] İbnü'l Esir a.g.e., III, 115; bk. Ebu Zerr el-Gifârî
Mad.
[40] İbnül-Esir, a.g.e., III,117-118; H.İ. Hasan, I,
266-267.
[41] İbnü'l Esir, Tarih, III,154; II. İ. Hasan, age, I,
368-370.
[42] Îbnül-Esîr. a.g.e., III, 118.
[43] İbnul-Esir, a.g.e., III, 152.
[44] İbnül-Esîr, a.g.e., III, 169-170.
[45] Üsdül-Gâbe, II, 589; Suyûtî, 170; İbnü'l-Esîr, m, 175.
[46] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:178-179, İst/1991.
[47] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Slı:178-180, İst/1991.
[48] Haşiyetü't Tahavi ala Meraki'l Felah/Sh: 276,
Mısır/1356.
[49] Umdetü'l Karî Şerhu Sahihi Buhari, C:6, Sh:191,
Beyrut/ty.
[50] Bakara: 2/ 137.
[51] El-Kâmit Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:185-186,
İst/1991.
[52] M.17 Haziran 656.
[53] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3, Sh:l
87-188, İst/1991.
[54] Müslim Fedailu's-sahâbe 221; Ayrıca bk. Buhârî,
Fedailü'l-ashâb 5; Ebû Dâvûd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıp 58; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, IH, 11
[55] Ali el-Kâari, Mirkât, X, 355.
[56] bk. Kurtubî, el-Câmi'li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 239
[57] el-Hadid: 57/10
[58] Bk. Heysemî, Mecmau'z-zevâid, X, 21
[59] Aliyyü'l-Kâri, a.g.e., 156-159; el-Fetâva'l-Hindiyye,
II, 270 vd.; el-Heytemi, a.g.e., I, 31; İbn Âbidin, Reddu'l-Muhtar, III, 293,
Mecmuatü'r-Resâil, I, 360
[60] Aliyyu'l-Kâri, a.g.e., II, 410-411; İbn Abidin,
Reddu'l-Muhtar, III, 293, Mecmuatü'r-Resâil, I, 359; İbn Teymîyye, es-Sarimu'l-Meslul,
s.561
[61] Buhârî, Fedâilü ashâbi'n-Nebî 5; Müslim,
Fedâilü's-sahâbe 221,222; Ebu Davud, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce,
Mukaddime II, Ahmed b. Hanbel, Müsned, 111,11.
[62] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 6.
[63] Müsned/Ahmed b. Hanbel, VI, 6
[64] El-Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:193--194, İst/1991
[65] El- İsabe Fi Marifeti Sahâbe/İbn-i Haceru'l Askalanî,
C:4,Sh;305, Beyrut/ty.; Bidaye: 3/66.
[66] Sahihi Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih
Tercemesi/Abdi'l Latifi Zebidi/Ter:Kâmil Miras, C:12,Sh: 149-151, Ankara/1980.
[67] El- Kâmil Fi't Tarih Tercümesi/İbnü'l Esir, C:3,
Sh:170, İst/1991
[68] Muhtasar Tefsir İbn-i Kesir: 3/355)
[69] Taberi:2/133.
[70] Bakara: 2/261.
[71] Bakara: 2/ 262
[72] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:220, İst/1976.
[73] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:217, İst/1976.
[74] Bidaye:2/24; Mecmau'z Zevaid: 9/102
[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 384
[76] Bakara: 2/207.
[77] İslam Tarihi/Medine Devri/Mustafa Asım Köksal, C:6,
Sh: 198-199, İst/1981
[78] İnsan: 5/31
[79] el-Bakara: 2/274
[80] Tabakatü'l Kübra/İbn-i Sa'd; 2/70; Kenzu'l Ummal Fi
Süneni Akval ve'l Ef’al: 4/56.
[81] Minhacü's Sünne/İbn-i
Teymiyye: 2/185; 3/225
[82] El- İsabe: 2/ 513
[83] El-Avasım Minel Kavasım: 173-178
[84] Yusuf: 12/40.
[85] El-Ümm/İmam-ı Şafii: 4/136, Mısır/1968
[86] İhtilâf Ahlâkı/Mustafa Çelik, Sh:324, Ankara/1996.
[87] Kenzü'l Ummal Fi Süneni Akva'l ve'l Ef’al/: 3/176
[88] El- Müntehab: 5/57
[89] Kenzu'l Ummal: 4/6; Hılyetü'l Evliya veTabakatü'l
Esfıya: 4/139
[90] Çehar Yâr-ı Güzin/Şemsüddin Ahmed Efendi/Ter: Mehmed
Emre, Sh:145-146, İst/1976.
[91] Ruh'ul Meani (Aileme Alüsi) C:3, Sh:ı06, Beyrut/1405.
[92] Makalatü'l Kevseri Muhammed Zahidü'l Kevseri) Sh: 121,
Beyrut/ 1993.
[93] et- Taberanî,el Mu'cemu'l Kebir: 1/59-60, Beyrut/1978;
et- Taberi, 5/147, 149.
[94] İbn Hacer el-Askalanî, el-îsabe fi Temyizi's-Sahabe,
Bağdat (t.y), H, 46; İbnül-Esîr, Üsdül-Gabe, II, 388; ayrıca bk. Ahmed b.
Hanbel, 1,188-189
[95] Ahmed b. Hanbel, I, 189; İbnül-Esir, a.g.e., 11,389;
Sa'd b. Zeyd'in rivayet ettiği diğer hadisler için bk. İbn Hanbel, I, 187
[96] İbn Hacer, el-Askalanî, a.g.e., II, 46.
[97] Âl-i imrân: 3/ 144
[98] Müşkilu'l Asar/ İmam Tahavî, C:3, Sh:13, Beyrut/1333
[99] Suverun Min Hayatü's Sahabe/Abdurrahman Ref'at el-
Başa: 1/160-200, Beyrut/ty.
[100] El- İsabe/İbn-i Hacer:4/56; Üsdü'l Ğabe/İbn-i
Esir:3/143
[101] Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir:3/143
[102] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 150-151
[103] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el-Başa, Beyrut/ty.
[104] el-Furkan: 25/67.
[105] ed-Duhan: 44/10.
[106] İbn Hanbel, Müsned, 1, 454.
[107] en-Nisâ: 4/41.
[108] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 156.
[109] İbn Hanbel, Müsned, I, 385.
[110] Abdullah İbn Mes'ud'un Fıkhî Ansiklopedisi, Kahire
1984.
[111] İbn Sa'd, Tabakat, 111, 153-154.
[112] Şuarâ: 26/224-227.
[113] El- İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir; El-İstiab/İbn-i
Abdi Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.
[114] Ahmed b. Hanbel, V, 443-444; İbn Sa'd, a.g.e., IV.
79-80; Diyarbekri, I, 468; İbnül-Esîr, Üsdü'l-Gabe, II, 419; onun azad edilmesi
hakkında değişik rivayetler için bk. Diyarbekrî, a.g.e., I, 469.
[115] Taberi, Tarih, II, 566.
[116] Taberi, aynı yer; İbn Sa'd, a.g.e., IV, 83.
[117] Taberi, Tarih, IV, 11-12; İbn ul-Esîr, el-Kâmil
fi't-Tarih, II, 511-512.
[118] Taberi, II, 514.
[119] Taberi, a.g.e., IV, 14
[120] İbn Hanbel, v, 444
[121] El- İsabe/İbn-i Hacer; Üsdü'l Ğabe/İbn-i Esir;El-İstiab/İbn-i
Abdi ,Berr; Hilyertü'l Evliya/İsfehani; Hayatü's Sahabe/Yusuf Kândehlevi.