Sahabenin
Kim Olduğunu Tayin Etmede Ölçü
Ashâb-ı
Kiram Allah'ın Yeryüzündeki Şahidleridir
Sahabe
İslam'ın Kilit Kuşağıdır
Ashabı
Kıram'ın İslam Ümmeti Üzerindeki Hukuku
Bu Üniteyi
Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir
4) Ashâb
İçinde Vefatlarından Sonra
Hz. Feyruz
Bin Deylemi (R.Anh)
Hz. Halid
Bin Said El-As (R.Anh)
Hz. Hatib
Bin Ebi Beltea (R.Anh)
Hz. Hasan
Bin Ali Bin Ebî Talib (R.Anh)
Bu Üniteyi
Bitirdiğinizde Aşağıdaki Amaçlara Ulaşmanız Beklenmektedir
Hz. İkrıme
Bin Ebı Cehil (R.Anh)
Kasîde-i
Bürde'yi Türkçe Söyleyiş
Sünnetin saf haliyle
sonraki kuşaklara taşınması mühim meselelerin en üst sırasında yer almıştır.
Hadislerin naklinde görev alan ravilerin kim olduğunu tesbitin ehemmiyeti konu
ile alakalı hususi bir disiplinin doğmasına sebep olmuştur. Hadis rivayet eden
kişinin adalet ve zapt yönü bütün yönleriyle incelemeye alınmıştır. Raviler
zincirinin ilk halkasında yer alan sahabenin kim olduğu ve nasıl tesbit
edileceği hadisle alakalı diğer meselelerden daha fazla önemsenmiştir. Bu
noktada farklı mülahazalar öne çıkmıştır. Neticede bir kişinin sahabe olduğu
şu esaslardan biriyle tesbit edilmiştir:
Tevatür Yolu:
Yalan üzerine birleşmeleri adeten mümkün olmayan bir cemaatin kendilerinden
önceki bir başka cemaatten yaptığı nakille kişinin sahabe olduğunu rivayet
etmesidir. Bu, usuller içerisinde en kâmil olanıdır. Hz. Ebu Bekir, Ömer,
Osman, Ali başta olmak üzere cennetle müjdelenen on kişinin [1]
sahabe olduğu tevatür yoluyla sabittir.
İstifâza Yolu:
Kişinin sahabe olduğu tevatür derecesine ulaşmayan bir şöhretle bilinebilir.
Dımam b. Sa'lebe ile Ukâşe b. Mihsan'ın -radiyallahu anhuma- sahabe
olduklarının tesbiti gibi.
Şahadet Yolu: "Şahs-ı
vahidin tezkiyesi makbuldür." Kaidesinden hareketle herhangi bir sahabi
veya tabiinin "falancanın Rasûlüllah (sav) ile musahabesi vardır"
demesi ile de kişinin sahabe olduğu tesbit edilebilir. Mesela Hz Ömer'in devri
hilafetinde Ebu Musa el-Eş'ari komutasındaki askerler içerisinde yer alan
Hümeme b. Ebi Hümeme ed-Devsi Isfehan'da ishal hastalığından vefat etmişti. Ebu
Musa el-Eş'ari Hümeme hakkında; "Vallahi Efendimiz'den (sav) Humeme'nin
şehit olacağını işitmiştim." dedi. Bu ifadeden Humeme'nin -radiyallahu
anh'ın-sahâbe olduğu anlaşılmıştır.
İkrar Yolu:
Kişinin adaletinin sübutu ve Allah Rasûlü (sav) ile aynı zamanda yaşama
imkânının mevcudiyeti aşikâr olur, sonrada sahabe olduğu tarafından itiraf
edilirse ikrarı kabul edilir. Yani bu durumdaki bir kişinin sahabe olduğuna
hükmedilir. İkrarın kabul edilebilmesi için kişinin en geç hicri 110 tarihinde
vefat etmesi gerekir. Çünkü sahabe asrı hicri 110'da son bulmaktadır. Bu
tarihin tesbiti, vefatından bir ay kadar önce Allah Rasûlü'nün (sav);
"İşte bu geceyi görüyorsunuz ya, bundan sonra
geçecek yüz senenin başında bugün yeryüzünde olanlardan hiç kimse
kalmayacaktır."[2]
Kimlerin sahabe
olduklarının tesbiti noktasında kudretli allameler tarafından bir çok çalışma
yapılmıştır. Bunlar içerisinde en mühim olanı, ashabın isimlerini, terceme-i
hallerini ve rivayette tek kaldıkları hadisleri gösterebilmek için müstakil
olarak telif edilen "Tabakat" literatürüdür. Bu sahada ilk defa
müstakil eser veren kişi ise Muhammed b. İsmail Buharı (ö. 256) dir. Zamanla bu
alanda geniş hacimli eserler vucüt bulmuştur. Halef selefin eserlerini ikmal
etmiştir. Muahhar muhaddislerden İbn Abdi'l-Berr'in (ö. 463) el-İstiab'ında
3500, İbn Esir'in (ö. 630) "Üsdü'l-Gabe"sinde 7554, İbn Hacer
Askalani'nin (ö. 852) "e!-İsabe"sinde ise 12279 sahabe mevcuttur. Ne
ki bu rakamlar ashabın yekûnuna nisbetle oldukça azdır. Çünkü ashabın yekünü
ile alakalı 40 ila 120 bin arasında farklı rakamlar rivayet edilmektedir. Fakat
Tabakat müelliflerinin gayretli çalışmalarıyla Allah Rasulü'nden (sav) tek bir
tane de olsa hadis rivayet eden hiçbir sahabinin terceme-i hali ihmal
edilmemiştir.
Hadis allameleri bin
bir meşakkate göğüs gerip kimin sahabi olduğunu tesbit ettiler ve eserlerinde
gösterdiler. Öncelikli gayeleri ise, Retene-i Hindi (ö. 632) gibi yalanda şöhret bulanların
hezeyanlarını, sahabi kisvesi altında Allah Rasûlü'ne (sav) isnat etmelerine
mani olmaktı.
Allah Rasûlü'nü (sav),
risafet vazifesinin başlangıcından Ezeli ve Ebedi dostu olan Allahû Teâla'ya
irtihal edişine kadar devam eden süreç içerisinde mü'min olarak gören ve o hal
üzere vefat eden kimselere sahabe denir.
Allah Rasûlü'nü (sav)
mü'min olarak gören ve o hal üzere ölen "herkes" zarfında insandan
başka kimler var? Hz. Cebrail bazen asli suretinde bazen de Dihyet-i Kelbi
hüviyetinde O'nunla (sav) görüşmüştür. Görüşme aşikâr olduğuna göre melekler de
sahabe midir?
Bütün zamanlan ibadete
ayarlı olan ve bu yüzden nafile ibadet yapmaya dahi zaman bulamayan meleklere
peygamber gönderilip gönderilmediği, gönderildi ise Allah Rasûlü'nün (sav)
ashâb kadrosuna dahil olup-olmadıkları ihtilaflıdır. Fahruddin Razi
"Esraru't-Tenzil" adlı eserinde risaletin melekleri bağlamadığı
noktasında icmanın olduğunu nakletmektedir. Fakat icma olduğuna itiraz edenler de
vardır. Takiyyuddin Sübki Allah Rasûlü'nün (sav) meleklere de gönderildiğini
söylemektedir.[3] Fakat tercih edilen,
risaletin meleklere şamil olmadığı görüşüdür.
Peygamberlere
vahyedilen hakikatler cinleri de bağlar. Çünkü insanlar gibi mükelleftirler.
İrade ve ihtiyarları vardır. İbadet için yaratılmışlardır:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım."[4]
Öldükten sonra
diriltileceklerdir. İsyankâr olanları cehennemde cezalandırılacaktır. Şunu bilelim
ki; Anne karnında örtülmesinden dolayı döl suyuna "cenin", birbirini
örten ağaçlarının çokluğundan dolayı ebedi kurtuluş yurduna
"Cennet", göğsün örttüğü kalbe "cenan", aklı örtülene
"mecnun" denir. Gözleri perdeli olduklarından dolayı meleklere de
"cinne" adı verilmiştir. Cinlere bu adın verilmesi ise,
gözlerden
gizlendikleri ve görülmediklerinden dolayıdır.[5]
Cinlerin varoluş
gayeleri Allahû Teâla'ya ibadet etmektir: Neye ve nasıl iman ve ibadet
edeceklerini ise peygamberlerden öğrenmişlerdir: "Hani cinlerden bir
grubu, Kur'an'ı dinlemeleri için sana yöneltmiştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır
olduklarında (birbirlerine) 'susun' demişler, Kur'an tamam olunca da uyarıcılar
olarak kavimlerine dönmüşlerdi.
"Ey kavmimiz! dediler, doğrusu biz Musa'dan sonra
indirilen, kendinden öncekini doğrulayan, Hakka ve doğru yola ileten bir kitap
dinledik. Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun."[6]
Bu ayetler bir çok
açıdan cinlerin mükellef olduklarına işaret etmektedir:
1- Allahû
Teâla cinleri Kur'an'ı dinleyip İman etmeleri, emirlerini uygulayıp
yasaklarından sakınmaları için Allah Rasûlü'nü (sav) dinlemeye yöneltmiştir.
2- Cinler,
Kur'an'ı dinlediklerini,
anladıklarını ve O'nun doğruya ulaştıran
kitap olduğunu kabul ettiklerini haber vermektedirler. Onların bu beyanı
Musa'yı (as), O'na indirilen Kitabı, Kur'an'in Tevrat'ı tasdik ettiğini ve
dosdoğru yola ilettiğini bildiklerini göstermektedir.
3- Allah
Rasûlü'nü (sav) görüp, Kur'an'ı dinleyen cinlerin milletlerine; "Ey
kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun." diye çağrıda bulunmaları, mükellef
olduklarına, haber verdiklerini doğrulamak, emrettiklerine de itaat etmek
suretiyle Allah Rasûlü'nün (sav) davetine müsbet karşılık vermekle emrolunduklarına delalet etmektedir.[7]
Cinlerin tamamının mükellef olduğu, bir kısmının Allah Rasûlü'nü (sav)
dinleyip iman ettiği[8]
dikkate alındığında içlerinde sahabe vardır. Çünkü Hz Rasûlüllah (sav)
insanlara olduğu gibi cinlere de gönderilmiştir: Alemlere uyarıcı olsun diye
kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren Allah, yüceler yücesidir.[9]
Bütün müfessirler
cinlerin de ayette geçen 'âlem' kapsamına girdiği noktasında icma etmişlerdir.[10]
"Kalk uyar."[11] ayeti mutlak olduğundan akıl sahibi
bütün canlıları kapsar. Cinler de bu bağlamda
değerlendirilir. Çünkü onlar içerisinde de sefihler, cehenneme girecekler
vardır.
İbn Hazm bu noktada
şunları söylemektedir: "Allahû Teâla cinlerden bir grubun iman ettiğini,
Hz. Rasûlüllah'tan (sav) Kur'an dinlediğini ve içlerinde faziletli sahabelerin
yer aldığını bizlere bildirmektedir.[12] Ne
var ki pozitivizmin gücüyle sarsılan bazı modernistler cin bahsinde bir takım
garip te'villere giderek "cin" gerçeğini çarpıtmışlardır. Kâinatta
olan her şeyde sebep-sonuç prensibinin hakim olduğunu iddia eden Ahmed Han bu
noktada pozitivizme öylesine teslim olmuştur ki; beş duyunun algı sahasına
girmeyen her şeyi reddetmiştir. Melekleri insandaki sezgisel bilişin, sudaki
akışkanlık ve taştaki katılık gibi yaratılmış nesnelerin hususiyetleri olarak
te'vil eden Ahmed Han. [13]
Kur'an'ı Kerim'de
geçen "cin" kelimesinin kapsamı hakkında da şunları söylemiştir:
"Cin kelimesi beş yerde 'can'la aynı anlama gelmekte ve bunlar şer,
hastalık ve diğer olumsuzlukların yansımaları olarak anlatılmaktadır. Diğer
yerlerde geçen "cin" kelimesinden ise çöllerde, tepelerde ve
ormanlarda yaşayan yabani insanlar kastedilmektedir. [14]
Modernizmin Mısır
ayağında yer alan Muhammed Abduh da cinlerle alakalı Ahmed Han'ınkine benzer
mütalalar serdetmiştir. Mucize ve keramet gibi harikulade, melek ve cin gibi
de gözlem alanına girmeyen varlıkları te'vil ya da reddeden modernistlerin
etkin ve de yeni olanlarından Muhammed el-Behiy "Ahkaf' ve "Cin"
sürelerinde geçen cinlerle alakalı şunları söyler: "Bunlardan, Medine'den
Mekke'ye gelen ve kimse görmeden Allah Rasûlü'ne (sav) iman eden insan
topluluğu kastedilmektedir."[15]
Allahû Teâla'nın
te'vile imkân vermeyecek bir dille yarattığını ifade ettiği, mükellef
olduklarını belirttiği, Hz Rasûlüllah'ı (sav) görüp ondan Kur'an dinlediklerini
bildirdiği ve bu dinleme neticesinde içlerinde mü'minlerin olduğunu izhar
ettiği cinlerin varlığı bedihi bir hakikattir. O halde insanlar arasında olduğu
gibi cinler içerisinde de bir çok sahabe vardır.
Sahabe, vahiy ile
şahsiyet bulmuş bir nesildir. Sahabe nesli vahyinin fikir işçiliğini ve bu
işçiliğin bekçiliğini yapmış olan bir nesildir. Vahyin aynasında sahabeye
bakanlar, sahabenin hayatında hayata dönüşen vahyi görürler. Günümüzde yani
Modern zamanlarda Sahabe konusu, Batılı Müsteşrikler marifetiyle üzerinde soru
işaretleri oluşturulmuş, onların söylediklerini "kopyala-yapıştır"
yöntemiyle çoğaltmayı "ilim yapmak" ve "Din'i kurtarmak"
zanneden yerli Müsteşrikler eliyle de "tekinsiz alan" olarak ilan
edilmiş bir konudur. Sahabe hakkında nazil ve varit olmuş (Sahâbe'nin
faziletini, onlara karşı gösterilmesi gereken edep ve saygıyı anlatan) ayet ve
hadisler vardır. Ehl-i Sünnet'in Sahabe telakkisi işaret edilen bu nasslar
temelinde oluşmuştur ve bu meselede sağlıklı bir kanaate sahip olmak için bu
nasslar behemehal belirleyici kılınmalıdır. Aksi halde sahabe konusunun
sağlıklı anlaşılması mümkün olmaz. Şunu bilelim ki; Sahâbe'yi
"vazgeçilmez" kılan hususların başında, bu "Din"i bize
nakleden ilk kuşak olma özelliğini taşımaları gelir. Buradaki "Din"
kelimesinden murad, yegâne hak din olan İslam'dır. Bu husus şu önemli
noktaların altının çizilmesini gerekli kılar:
1) Sözü
edilen unsurların başında elbette Kur'an gelir. Kur'an-ı Kerim'in sebeb-i nüzul
bağlamında tezahür eden Sahâbe-Kur'an ilişkisi, bu yönüyle cahiliye Arabmın
cahiliye şiirlerini ve eyyamını ezberleyip aktarması gibi tek yönlü, mekanik ve
yüzeysel değil, kelimenin bütün ağırlığıyla "varoluşsal" bir
ilişkidir. Bir başka ifadeyle Sahabe, Kur'an'ın canlı bir süreç içerisinde adım
adım inşa ettiği ilk ve tek nesildir. Denebilir ki Kur'an, sadece Sahâbe'nin
değil, bütün müzminlerin iç ve dış dünyasını inşa edici ve kendisine inanan
herkesin ruhunda dönüşümler oluşturucu özelliktedir.
O halde burada
Sahâbe'ye mahsus olan, Sahâbe'yi "özel" kılan nedir?!
Bu sorunun cevabı
şudur: Bugün Kur'an bize, nüzul süreci bizim müdahil olmadığımız bir dönemde
tamamlanıp bitmiş ve iki kapak arasında toplanmış bir metin olarak, yani
"Mushaf olarak hitap etmektedir. Bugün hiçbirimizin hayatında "Acaba
bugün Rabbimiz ne buyuracak", ya da başımıza gelmiş bir olay hakkında
"vahiy nasıl bir çözüm getirecek?" gibi bir sorunun heyecanlı
beklentisinden söz edilemez. Oysa Sahabe için durum böyle miydi? Onlar için
Kur'an, kimi zaman isim vererek [16] gibi[17] kimi
zaman ima ve işaret yoluyla örneğin Hz. Ebû Bekr (R.a) hakkında "ikinin
ikincisi" ifadesini kullanılmıştır,[18] kimi
zaman da belli özelliklerini anarak örnek olarak "Peygamber kızları"[19]
"Peygamber hanımları"[20]
"Ehl-i Beyt"[21]
"Muhacirim"[22]
"Ensar"[23]
zikredilebilir.
Şüphesiz bunlar
dışında da kendilerinden işaret yollu bahsedilen sahabeler mevcuttur,
kendilerinden bahseden, sabah ve akşam, hazarda ve seferde, darlıkta ve
genişlikte... kısacası hayatın her anında ve merhalesinde yeni bir heyecan,
yeni bir hüküm/mesaj, yeni bir oluş, yeni bir davranış ve anlayış kodu, yeni
bir idrak boyutu demekti.
Sahâbe-i Kiram,
hayatını vahyin tatbikat zemini yapmıştır. Vahiyde olan onların hayatında
olmuştur. Nazil olan her ayeti hücrelerine sindirircesine bellemek, fehmetmek
ve ilk elden muhatapları olarak onu eksiksiz biçimde hayata aktarmanın gayreti
içinde olmak onların biricik varlık amacını oluşturuyordu. Hayatın her amnı
canlı nüzul sürecinin rehberliğinde adım adım kat etmek, nüzul sürecinin bir
parçası olma bahtiyarlığına hiçbir zaman eremeyecek nesiller için -belki
"anlaşılması" değil ama- "hissedilmesi" imkân dışı bir
meseledir...
Sahâbe-Kur'an
ilişkisi, sadece onların nüzul sürecine müdahil olmalarıyla sınırlı değildir.
Bu ilişki aynı zamanda Kur'an'ın sonraki nesillere aktarımında Sahâbe'nin
vazgeçilmez rolünü de belirlemektedir. Hemen belirtmek gerekir ki, Sahâbe'nin
buradaki fonksiyonu kuru bir nakil ameliyesinden ibaret değildir. Dolayısıyla
Modern dönemde yerli İlahiyatçıların, bir yandan İslam'ın tek kaynağının Kur'an
olduğunu söylerken, diğer yandan onu bize nakleden mütevatir zincirin bu en hassas
halkası hakkında fütursuzca kelam etmesi, bindiği dalı kesen kimsenin
hamakatinden daha hazin bir manzara oluşturmaktadır.
Kur'an'ın korumasının
bizzat Kadim Kelam'ın sahibi tarafından garanti edildiği bu babda sık sık ileri
sürülen argümanlardan biri olarak dikkat çekmektedir. Oysa bu ilahî garantinin,
Kur'an'ın korunmasında ve aktarımında Sahabe halkasının hassasiyeti üzerinden
fonksiyon icra ettiğini gözden uzak tutmak mümkün değildir. Aksi halde
Kur'an'ın ilahî garanti altında bulunduğunu ifade eden 15/el-Hicr, 9 ayetinin
-sırf aklî bir ihtimal olarak- Kur'an'a bilahare eklenmiş olamayacağını garanti
etme'k mümkün olmayacaktır. Bir diğer ifadeyle, herhangi birisi bu ayeti bizzat
Sahâbe'nin Kur'an'a sonradan eklediğini iddia edecek olursa, Sahabe hakkında
ileri geri konuşan kimselerin bu iddiaya verecek hiçbir tatminkâr cevabı
olamaz...
2)
Sahâbe'nin yegâne hak din olan İslâm'ı bize nakleden ilk kuşak olması,
Kur'an'ın ilk mübelliğ, mübeyyin ve müfessiri olan Sünnet'in de bize onlar
kanalıyla gelmiş olmasını tazamrnun eder. Bu Din'in sahibinin, Yüce Kelam'inin
"tebliğlini olduğu gibi "beyan"ını da Sünnet'e havale ettiği
hatırlanacak olursa[24]
Sahâbe'nin bu bağlamdaki önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zira Kur'an'ın
olduğu gibi Sünnet'in de ilk muhatabı, muhafızı ve nakilcisi Sahâbe'den
başkası değildir. Hem bizzat Kur'an'ın nüzul sürecinin müdahil ve müşahitleri
olmaları, hem de Sünnet'in sebeb-i vürudunu teşkil etmeleri dolayısıyla Sahabe
halkasının Kur'an bağlamındaki önemi neyse, Sünnet bağlamındaki önemi de odur.
Daha da önemlisi, Kur'an'ın anlaşılması, hayata aktarılması ve ondan hüküm
istinbatı noktasında Sahâbe'nin Sünnet'ten aldığı eğitim ve ilham, sonraki nesillerin
Kur'an ve Sünnet'e yaklaşımını belirleyen en önemli etken olmuştur. Zâhid
el-Kevseri Rh.a. bu konuda şunları söyler:
"Hz. Peygamber
(sav), ashabını Din'de fıkıh sahibi yapmış ve kendilerini istinbat yöntemleri
konusunda eğitmişti. Hatta daha kendisi hayattayken Sahâbe'den 6 kadar şahıs
fetva veriyordu. Hz. Peygamber (sav)'in âhirete intikalinden sonra Sahabe bu 6
kişiden Fıkıh öğrenmeye devam etmiştir. Onların, Sahabe ve Tabiun arasında
fetva vermekle meşhur olmuş öğrencileri mevcuttu.[25]
Çünkü Sahabe, "Kur'an'ın beşer boyutundaki somut dili ve tecellisi olan
Hz. Peygamber (sav)'e sadece fizik değil, aynı zamanda tabir doğruysa
"ontik yakıntıkları dolayısıyla "mizac-şinas-ı Rasûl" bir
nesildir. Abdullah b. Mes'ud (R.a)'in, Sahâbe'ye ittibayı temellendirirken
kullandığı, "Allahû Teâla'nın Rasûlü için seçtiği Sahâbe'nin izinden
ayrılmayın" tarzındaki ifade de bu gerçeği vurgulamaktadır.
Din'in, Hz. Peygamber
(sav)'in rehberliğinde, ama artık O'nun fizik varlığı olmaksızın yaşanmaya
başladığı ilk dönem Sahabe dönemidir. Bu dönemin, Din'i Peygamber'den telakki
eden ilk neslin, yani ilk İslâm toplumunun kendi ayakları üstünde durma
tecrübesini yansıtması dolayısıyla ayrı bir önemi haiz bulunduğu muhakkaktır.
İslâmî ilimlerin usûllerinin "beşer tecrübesi" bağlamında ilk
referansını Sahabe kuşağının oluşturmasının esprisi burada yatmaktadır.
Sahâbe-i Kiram, vahyin nasıl hayata dönüştürülmesi gerektiğini kıyamete kadar
yaşayacak olan müslüman nesillere örnek model nesildir. Sahâbe'yi Kiram'ı devre
dışı bırakanlar, vahyi öğrenmekten ve hayata hayat yapmaktan mahrum kalırlar.
Sahabe, vahyinin
nasslanyla önümüze konulmuş seksiz ve şüphesiz örnek modeldir. Ehl-i Sünnet'in
Sahabe anlayışı, onların "seçilmiş" bir nesil olduğu gerçeği üzerine
ibtina eder. Sahabe, tebliğden önce temsil etti, yaşadıklarını rivayet etti.
Halleriyle konuştular. "Saadet Asrını", hususi renkleriyle bozmadan
sonraki zamanlara taşıdılar. İnsanlar Allah Rasûlü'nü (sav) onlar vesilesiyle tanıdı.
Fıkıh, Tefsir, Kelam. Sahabenin rivayet ettiği Kur'an ve Sünnet'ten neşet etti.
Allah Rasıılü'nün (sav) talebeleri addedilmeleri ve medeniyetin taşıyıcıları
olmaları adaletlerinin araştırılmadan kabul edilmesine gerekçe oldu. Eğer
rivayetlerini kabul etme noktasında tereddüt olsaydı, İslâm "Saadet
Asrı" ile sınırlandırılmış, sonraki yıllara taşınmamış olurdu.
Sahâbe'ye böyle bir
vasıf izafe edilişini yadırgayanları şu nokta üzerinde iz'anla düşünmeye davet
ederiz: İslâm, kıyamete kadar baki kalacak son/tek Hak Din ise, onun temel
kaynaklan bakımından bize ve gelecek kuşaklara kadar hiçbir noksanlığa maruz
kalmadan ulaşmış olmasındaki zaruret de bedihîdir. Aksi halde Yahudiliğin ve
Hristiyanlığm başına gelenlerin İslâm'ın da başına gelmesi kaçınılmaz olurdu!
"Sahâbe'nin
adaleti" ifadesini, onlara "masumiyet/günahsızlık" izafesi gibi
anlamak derin bir yanılgıdır. Bu ifade onların günahsızlığını değil, Din'in
gelecek kuşaklara kavlî ve fiilî olarak gerçek manada aktarımındaki
güvenilirliklerini anlatmaktadır. Elbette Sahabe günah ve hatadan masun
değildir. Ehl-i Sünnet arasında onlara böyle bir vasıf izafe eden de
olmamıştır.
"Sahâbe'nin
adaleti"nden ne anlaşılması gerektiği konusunda Allame Abdülhayy
el-Leknevî (Rh.a.) şöyle der: "Adalet" tabiri bazen, rivayette
taammüden yalan söylemekten kaçınmak ve
uzak olmak anlamında kullanılır. Muhaddisler'in, "Sahâbe'nin tamamı
udûldür" şeklindeki sözle kasdettikleri mana da budur. es-Sehâvî,
Fethu'l-Muğîs'te şöyle der: "İbnu'l-Enbârî şöyle demiştir: "Sahâbe'nin
adaletinden murat, onlar hakkında ismet sıfatının sabit ve onların günah
işlemesinin müstehil olduğunu söylemek değildir. Bundan murat, onların
rivayetlerini, adalet sebeplerini araştırma tekeîlüfüne girmeksizin ve
tezkiyelerini istemeksizin kabul etmektir. Ancak adaleti yaralayıcı bir fiili
işlemiş olmaları durumu söz konusu olursa, o başka. Böyle bir durum da sabit
olmamıştır.[26]
Gerek hadis
rivayetinde ve gerekse inanç ve amel olarak İslâm dininin müteakip nesillere öğretilmesinde
ilk kaynak olmaları bakımından sahabenin önemi pek büyüktür. Bu sebepledir ki
İslâm dini tarihinde her bir sahabi üzerinde titizlikle durulmuş, her birinin
tercemesi veya hayat hikâyesi yazılarak ciltler dolusu sahabe tarihleri meydana
getirilmiştir.
"Adalet"
ise: Hadis naklinde rivayetlerin kabul edilebilmesi için ravi-lerde bulunması
gereken vasıflardan biri ve en önemlisidir ki insanı, kebair (büyük günah)
işlemekten ve sagâir (küçük günah) üzerinde ısrar etmekten alıkoyan bir
melekedir. Şahitlik ve rivayetinin kabul edilmesini gerektirecek şekilde insana
itaat ve mürüvvetin hakim olmasıdır. Zira insanın işlerinde masiyet (günah,
isyan) ve mürüvvetsizlik galebe çalarsa şahitliği ve rivayeti reddedilir. Dinde
sîret (hal ve gidiş)in doğruluğu ve düzgünlüğüdür ki ruha; sağlamlık verir ve
onun takva ve mürüvvete yönelmesini sağlar; bu suretle, insanın doğruluğu
hakkında nefislerde güven hasıl olur. Zira insanı, yalandan alıkoyacak Allah
korkusuna sahip olmayan bir kimsenin sözüne güvenilmez. Diğer taraftan, mubah
olmakla beraber, mesela yolda bir şey yemek, cadde ortasında işemek, reziiane
sohbetlerde bulunmak, şakada ifrat (aşınlığ)a gitmek gibi mürüvveti
zedeleyebilecek fiil ve hareketlerden sakınmak, adalette şart koşulduktan
sonra; bir soğan tanesi çalmak veya kasten bir buğday tanesi ağırlığında noksan
tartmak gibi, küçük-büyük bütün günahlardan sakınmak da adaletin
şartlarındandır. Zira bütün bunlar, dinîn zayıflığına delâlet eden kusurlardır.
O dereceye kadar ki bu kusurları kendisinde bulunduran bir insan dünyevi
gayeleri için yalan söylemekten bile çekinmez.
Şahit ve muhbir (haber
veren)in sıfatı olarak matlub olan adalet:
Kişinin dininde
istikameti, mezhebinde selâmeti; fısktan, kalbinin ve organlarının adaleti
iptal ettikleri bilinen düşünce ve hareketlerden uzaklığıdır. Bu bakımdan,
adaleti tanıtan sıfatların tümü için: "Allah'ın emirlerine ittiba,
nehyettikierinden intiha (vazgeçme)dir" demek gerekir. Bununla beraber,
insanın bütün günahlardan salim olmadığı da bilinen gerçeklerdendir. Kendisine
emrolunan şeylerden bazılarını terkedenlerle, bütün vecibelerini terk eden
kimselere kadar, çeşitli derecelerde yer alanlar vardır. Buna göre adaletle
vasıflanan kimseyi tarif ederken şu hususları belirtmek lazımdır: Adil o
kimsedir ki, farzları eda ettiği, kendisine emrolunan şeylere sıkıca yapıştığı,
nehyolunanlardan korunduğu, adaletini düşüren fuhşiyyattan sakındığı, fiil ve
hareketlerinde hak ve vacip olanı araştırdığı, dinini ve mürüvvetini ihlâl eden
sözlerden kaçındığı cümlenin maruf ve malumudur. İşte hali böyle olan kimse,
dininde adaletle vasıflanan, hadisinde sıdk ile maruftur. Şunu da unutmamak
lazımdır ki, bu kimsenin, failini fasık mertebesine indiren büyük günahlardan
sakınması kâfi değildir. Halk arasında, küçük günahlar arasında bilinen
yalancılık, az miktarda dahi olsa yanlış tartı, bir patlıcan hırsızlığı ve
müslümanların yalan sözlerle kandırılması gibi fiil ve hareketlerden de
sakınması lâzımdır.
Özet olarak: Adalet'i,
bir müslümanın Rabbine ve insanlara iyi olmasını sağlayan vasıfları toptan
ifade eden bir tabir olarak tarif edebiliriz. Allah'a karşı iyi olması
Kur'an'ın ve Sünnet'in emirlerini yapıp, yasaklarından kaçınmasıyla
gerçekleşir. İnsanlara karşı iyi olması ise, halk nazarında değer ve itibarını
düşürecek davranışlardan, sözlerden kaçınmasıyla gerçekleşir. Neticede bu da
bir bakıma Allah'a karşı iyi olmanın, kâmil mânada dindarlığın bir neticesidir.
Zira dinimiz güzel ahlâka, ma'rufa,[27]
uymayı da emretmiştir. Öyle ise adalet, râvî'nin dînî-insânî yönlerini ifade
eder, manevî değerini ortaya koyar.
Adalet'in birrâvîde
hakîkî mânâda sübût bulması, adaleti teşkîl eden sıfatların onda görülmesine ve
bunun şahitliği makbul kimselerce te'yîd edilmesine bağlıdır.
Adalet'in ne olduğu
ile ilgili bu bilgilerden sonra, adaleti tamamlayan 'şartları kısaca sayalım:
1- Akıllı
olmak,
2- Bulûğ
çağına ermiş olmak,
3- Müslüman
olmak,
4- Sağlam,
ehl-i sünnet inancına sahip olmak,
5- Dindarlık,
takva sahibi olmak,
6- Özü-sözü
doğru olmak,
7- Mürüvvet,
güzel ahlâk sahibi olmak
8- Ravi'nin
meşhur yani herkesçe tanınmış olması,
9- Ravi'nin
rivayet yaptığı kimseyle karşılaşmış, görüşmüş olması. Sahâbe'nin ıstılah
manası: Hz. Peygamber (sav) devrini idrak etmiş, mü'min olarak Hz. Peygamber
(sav)'i görmüş, O'nun sohbetinde bulunmuş ve yine mü'min olarak ölmüş olan
kimselere sahabe denir.
"Sahabenin hepsi
adalet vasfı ile muttasıftır" Ehl-i sünnetin, ashabın fazileti ve adaleti
hakkında dayandıkları icmâ' delili: Nevevî, Îbnu's-Salâh ve İbn-i
Abdi'l-Berr'in nakline göre, bid'at sahibi bazı kimselerden başka bütün İslâm
bilginleri, ashabın udûl olduklarında ittifak halindedirler. Bir sahabeye
müslümanlar arasında, Hz. Peygamber (sav)'i görmüş olmaktan ileri gelen
müstesna bir makam ve şeref tanınmış olmaktadır.
Ehl-i sünnet
ve'l-cemaat'e mensub olan bütün mü'minler sahâbe'nin hâiz olduğu bu yüce
makamda müttefiktirler. Kıyamete kadar gelecek bütün mü'min nesillerden
hiçbiri, hiçbir ferd Ashâb'a mensup hiçbir kimseye karşı fazilet noktasında
üstünlük iddia etmez. Onların efdaliyeti bizzat Kur'ân-ı Kerîm ve Hz.
Peygamber (sav) tarafından ifâde edilmiştir.
Ehl-i Sünnet, Ashâb-ı
Kiram'ı bir bütün kabul etmekte de müttefiktir. Hususî, ferdî fezâilde
aralarında dereceleme yaparsa da sahâbelik faziletinde hepsini bir görür
Ashâb'i bir bütün olarak
sevmek, hepsine ayırım yapmadan güvenmek Kur'ân-ı Kerîm ve Rasûlüllah (sav)'ın
emirleri gereğidir. Buna bir bakıma sahabenin adaleti denir. Yeri gelmişken
şunu beyan etmekte fayda vardır: Dinen Ashâb-ı Kiram'a güvenmeyenlere
güvenilmez. Ashâb-ı Kiram'ı önemsemeyip küçümseyen, onları hor ve hakir
görenlerin hiçbir haberlerine güvenilmez. Sahabeler, Peygamberlerden sonra
dünyanın en adil insanlarıdır. Onlara güvenmeyenlerin dine güvenleri kalmamış
demektir. Dine güveni kalmayana da güvenilmez.
Ashâb-ı Kiram,
yeryüzünü aydınlatan hidayet yıldızlarından meydana gelmiş nurlu topluluğun
adıdır. Sahabe, Allahû Teâla tarafından seçilip gönderilen hatemü'l enbiya Hz.
Muhammed (sav)'in eliyle vahyide şahsiyet bulan kimsedir. Sahabe olmanın ve de
o duruş üzere kalmanın "nasılhği" ulema indinde farklı mütalalara
neden olmuştur. Muhaddislere göre; Allah Rasûlü'nü (sav) müslüman olarak bir
defa gören kişi sahabedir. Fakat O'nu (sav) mü'min olarak görenin iman üzere
ölmesi şarttır. [28]
Sahabe olma şerefine
nail olan, ardından irtidat eden sonra tekrar müslüman olan fakat yeni halinde
Allah Rasûlü'nü (sav) göremeden ölenler tarifin dışında kalırlar. Bu yüzden
Kurre b. Meysere, Eş'as b. Kays gibi bir ara irtidata irtikap edenler Ebu
Hanife ve Şafı'ye göre sahabe kabul edilmezler. [29]
İrtidat ameliyesi kişinin bütün amellerini iptal ettiği gibi sahabi olma
payesini de alır-götürür. [30]
Rasûlüllah (sav)'i
görmenin nasıllığı ile ilgili mülahazalar şu çerçevededir: Kişi bizatihi O'nu
(sav) görmeyi kast ediyor, ya da başkası vesile oluyor, bizzat O'na (sav)
bakıyor, ya da hedefinde başkasını görmek varken gayri ihtiyari olarak
bakışları O'na (sav) alıyor. [31]
Eğer bütün bu
bakışların öncesinde iman varsa "gören" kişi sahabe kabul edilir.
Rasûlüllah (sav)'i görmek, "O'na (sav) mülaki olmak" anlamında
değerlendirilmelidir. Zira îbn Ümmi Mektum gibi Efendimiz'i (sav) dünya gözü
ile göremeyenler de tereddütsüz sahabedir.[32]
Sağım solunu
birbirinden ayırabilen veya "sözü anlayıp karşılık verebilecek"
derecede bir dirayete malik olan çocuklar da sahabedir.[33] Ebu
Zueyb El-Hüzeli gibi O'nu (sav) ölümle defn arasında görenler yaşarken görme
bahtiyarlığına eremediklerinden sahabe kabul edilmezler. [34]
Sahabenin cerh
edilmesi, İslâmi literatürde tashihi gayri kabil öylesine büyük gedikler
açacaktır ki, sağlam senetlerle rivayet edilen bir çok hadis reddedilecek,
onlar üzerine bina edilen Fıkıh, Kelam gibi İslâmi disiplinler arşive
kaldırılacaktır. Cemel, Sıffın gibi hâdiseler içerisinde yer almış ya da uzlete
çekilmiş olsun Ashabın tamamı adildir. Bu hususta icma vardır.[35]
Ümmetin muhaddisinden müfessirine, mütekellimininden fukahasına bütün alimlerin
adil olduklarına icma ettikleri ashap hakkında Harici, Rafızi, Mu'tezili
kimliğe sahip fırka mensuplarının cerh edici ifadeler kullanmaları ilmi
olmaktan fevkalede uzaktır.
Şayet Kur'an ve
Sünnet'in sahabenin adaletine dair kat'i beyanları olmamış olsaydı yine de
onları ta'dil etmek gerekirdi. Çünkü hicretleri, cihadları, Allah yolunda mal
ve canlarını feda etmeleri, kalplerindeki itminanın muazzam derinliği,
adaletlerinin kemaline işaret etmektedir. Allah sahabeden; sahabe de Allah'tan
razı olmuş, İlahi rızaya muhatap olmaları doğruluklarına, doğrulukları da
sünneti olduğu gibi rivayet ettiklerine tanıklık etmekte. Hâdise bu iken
insanlardan ashabı ta'dii etmelerini talep etmek fuzuli bir ameliye olur. Zira
Allah ve Rasülü'nün (sav) tezkiyesinden sonra söylenecek her söz zaittir. Ulema
cephesinden gelen mütaalalar ise nakledilenleri beşer idrakiyle teyitten
ibarettir.
Allahû Teâla ashabı,
uğrunda cihad etmek için seçti. Rasûllerden sonra insanlık tarihinin en
faziletlileri oldular. Allah'ı tek mabud olarak tanıdılar. Dilleri, kalpleri,
aşkları, iradeleri hasılı topyekün mevcudiyetleriyle O'na yaklaştılar. Allah
Onları kul, dost ve sevgili edindiği gibi onlar da Allah'ı bütün mevcudata
tercih ettiler. Aşırı sevgi ve merhametinden dolayı Allah onlara dinde hiçbir
zorluk çıkarmadı. [36]
Hakkı yüceltmeleri
için seçilen ashabın adaletini tartışmaya açmak -haşa- Cenab-ı Hakk'ın seçimde
isabet edemediğini gösterir ki, böyle bir yaklaşımın temelinde Kur'ani bakışa
itiraz vardır.
"(Rasülüm!) De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana
uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın."[37] Onlar bütün mevcudiyetleriyle Rasûlüllah (sav)'e
uydular, Onunla hicret ettiler, yan yana durup düşmana karşı savaştılar, Semre
ağacının altında O'na (sav) bey'at ettiler. Ne, nasıl yapılması gerekiyorsa
öyle yaptılar. Hz Rasûlüllah'a ittiba etmelerinin karşılığında Allahû Teâla'nın
sevgisiyle mükâfatlandırıldılar. Madem mü'min Allah'ın sevdiğini sevmek,
buğzettiğine de nefret etmekle memurdur peki niçin ashaba ta'n edilir.
Rasûlüllah (sav) buyuruyor ki;
"İmanın alemeti Ensar'ı sevmek; nifakın ki ise
O'na buğz etmektir."[38]
Bu hadis ashabın ileri
gelenleri dahil tamamı hakkında geçerlidir.[39]
Buna göre ashabı
istisnasız sevmek mahza imandan, buğzetmek ise mahza nifaktan kaynaklanmaktadır.
Kur'an ayetlerinden ve Rasûlüllah diyor ki ashab adildir. Sonraki kuşakların
onları ta'dil etme ameliyelerine muhtaç değillerdir. Bu noktada yapılan bütün
çalışmalar bir manada sahih mirasın tekrarından ibarettir. Bununla birlikte
söz konusu ayetler nazil olmamış olsaydı yine de onların Allah yolunda
yaptıkları cihad, İslâm'ın değerlerini yüceltebilmek için can ve mallarını
seferber etme hasletleri, anadan yardan geçecek derecede teslimiyetleri,
adaletlerine delalet etmeye yeterdi.
Hz. Peygamber'in
ashâb-ı kiram ile ilgili olarak ümmetine yaptığı çağrı ve uyarıları arasında,
onlara kötü söz söylememek, sövmemek ve onları yermemek ağırlıklı bir yere
sahip bulunmaktadır. Nakledildiğine göre, Hz. Peygamber'e ilk iman eden sekiz
kişiden biri olan ve daha hayatta iken cennetle müjdelenmiş on büyük sahabe
aşere-i mübeşşere içinde yer alan Abdurrahman b. Avf radıyallahu anh (ö.
32/652) ile hicri sekizinci yılın başlarında müslüman olan Halid b. Velid
radıyallahu anh (ö. 21/642) arasındaki bir meseleden dolayı Halid b.Velid,
Abdurrahman b. Avf'a kötü sözler söylemişti. Bunun üzerine Peygamber sallallahu
aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
"Ashabımdan kimseye sövmeyin. Zira sizden
herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir
ölçeklik (müdd) hatta yarım öiçeklik sadakasına ulaşamaz"[40] buyurmuş,
Hâlid b. Velid'in şahsında
tüm müslümanları bu konuda ciddî şekilde uyarmıştır. Bu hadisten
anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'in yakın çevresini oluşturan kıdemli
sahabelere, ilklere, lâyık olmadıkları tarzda söz söyleyen öteki sahâbîler,
sahâbî olmayan kimseler yerine konulmakta ve "ashabıma sövmeyin" (lâ
tesübbû) nehyine/yasağına muhatap kılınmaktadırlar.[41]
Hatta bu olay ve beyân-ı peygamberi delil kabul edilerek Tâbiûn kelime ve
neslinin, Hudeybiye anlaşmasından sonra müslüman olanları kapsadığı bile ileri
sürülmüştür [42] Hadisin söyleniş
sebebinden[43] geç dönemde müslüman
olanların -sahabe olmakla beraber "benim ashâbım" (ashâbe)
iltifatının özel anlamı/çerçevesi içinde sayamadıkları gibi bir izlenim edinmek
de mümkün gözükmektedir.
Öte yandan "..Elbette içinizden, fetihten önce
infak eden ve savaşanlar, daha sonra harcayıp savaşanlara eşit değildirler.
Onların derecesi, sonradan infak eden ve savaşanlardan daha yüksektir"[44]
âyeti, esasen Mekke Fethi'nden önce ve sonra yapılan iyiliklerin ve cihadın
aynı olmadığını, öncekilerin fazilet ve sevaplarının, sonrakilerden üstün ve
büyük olduğunu belgelemektedir. Bir başka rivayette de Hz. Peygamber:
"Kim benim ashabımdan birine söverse, Allah'ın
laneti onun üzerine olsun" [45] diye
ciddî bir tehdidde bulunmuştur. Bu rivayet "rahmet Peygamberinin konuya ne
kadar önem verdiğini, ve sahabeden olduğu sabit ve meşhur olan herhangi bir
sahâbîye ileri-geri söz etmenin ve sövmenin kişiyi, Allah'ın rahmetinden
uzaklaştıracak, lanete uğratacak vahim bir hata ve ağır bir suç (haram)
olduğunu açıkça ortaya koymuş olmaktadır. Nitekim İslâm bilginleri, sahabeden
herhangi birine sövmenin fâsıklık ve büyük günahlardan olduğu, onlara sövmeyi
helal sayarak sövmenin ise, küfür sayıldığı konusunda görüş birliği
içindedirler.
Hz. Peygamber'den
sonraki dönemde sahâbiler arasında görülen ihtilaşarm ve bazı acı olayların
ictihad kökenli olduğu, isabet edenin on, hata edenin ise bir sevap aldığı
düşünülüp hepsi hakkında hüsn-i zanda bulunmak, hem terdin hem de ümmetin
iyiliğine/maslahatına daha uygun bir tavırdır. Söz konusu olaylar dolayısıyla
sahabelere hakarete varan sözler söylemek ve sövmek/küfretmek gibi hatalara
asla düşüimemelidir.
Sahabelerin
hayırlılığı hadis-i şerifte "Sizden
herhangi biriniz Uhud dağı kadar altını sadaka olarak verse onların bir
ölçektik hatta yarım Ölçeklik sadakasına ulaşamaz" diye bir de örnek
verilerek vurgulanmıştır. Bir başka rivayette Hz. Peygamber yemin ederek "Sizden biri Uhud dağı kadar altın
infak etse bile, onların bir müdd/ölçek veya yarım müdd/ölçek sadakasının
sevabına yetişemez"[46] buyurmaktadır.
Daha başka bir rivayette de kendisine yöneltilen "Biz mi yoksa bizden
sonrakiler mi daha hayırlıdır?" sorusuna cevaben Hz. Peygamber; "Onlardan biri Uhud dağı kadar altın
sadaka verse, siz sahabelerin bir öiçeklik hatta yarım öiçeklik sadakasının
sevabına ulaşamaz"[47] diye
durumu açıklamıştır.
Her işin ve amelin
kıymetli, çok kıymetli ve en kıymetli olduğu zamanlar vardır. Yine küçük bir
iyîliğin çok büyük kabul edildiği, büyük bir iyliğin sıradan sayılabildiği
durum ve zamanlar olabilir. Bu, o dönemin şartlarına bağlı olduğu kadar, o işi
ya da ameli/iyiliği yapanın durumuyla da yakından ilgilidir.
Sahabeler, özellikle
de ilk müslüman olan sahâbiler "es-sâbikûn el-evvelûn [48]
gerek kişisel durumları gerekse içinde bulundukları dönemin şartlan bakımından
fevkalâde nâzik ve anlamlı bir konumdaydılar. Bu sebeple onların Allah yolunda
verdikleri bir ya da yarım öiçeklik bir sadakanınn değeri, daha sonraki
gelişmiş ve yerleşmiş şartlardakilerin verecekleri Uhud dağı büyüklüğündeki
sadakalardan çok daha kıymetli idi. İşte böylesine nâzik ve zor durum,
sahâbilerin öteki m üsl umanlardan farklı ve üstün olmalarında ağırlıklı bir
ortam olarak dikkat çekmektedir. Onlar da bu durumu, gerçekten gıbta edilecek
biçimde özverili ve samîmi davranışlarla değerlendirmişlerdir. Aslında Hz.
Peygamber'in "sizden biriniz.." sözlerinin ilk muhatabları da hiç
kuşkusuz sahabelerdir.
Böyle olunca hadîs-i
şerifteki "bir veya yarım ölçeklik sadakalarının sevabına ulaşılamayan
sahabeler", daha özel manada ve daha dar çerçevedeki sahabeler olduğu
anlaşılmaktadır. Ya da "sizden biriniz.." ifadesinden maksat, ikinci
rivayette[49] açıkça görüldüğü gibi
"onlardan biri" yani sahabelerden sonraki (sahabe olmayan)
müslümanlardır.
Sahabelerin konumuna
ulaşılamayacağı, manevi değil, maddî bir örnek (sadaka) üzerinden anlatılmış
olması da dikkat çekmektedir. Belki bu açıdan, gelişmiş imkânlara sahip olan
sonraki müslümanların, en azından görüntüde, yani miktar olarak sahabelere
ulaşabilecekleri hatta onları geçebilecekleri akla gelebilir. Ama önemli olanın
görüntü değil, sonuç/sevap yönü olduğu, bu noktalardan sahabelere
ulaşılamayacağı, Uhud dağı örneği verilmek suretiyle kesin bir şekilde
gösterilmiş olmaktadır. Bu da Allah onlardan razı olsun ashâb-ı kirâm'ın diğer
müslüman nesillerden asıl farkını oluşturmaktadır.
Erkeği olsun kadını
olsun sahabenin her biri, İslâm'ı ciddiye almanın örneğidir. Sahabe daha sahabe
döneminde iken ihtiyaç haline gelmiştir. Bakınız İmam Buharı (Rh.a.)
naklettiğine göre; bir gün Hz. Ömer (R.a.), dostlarına; "Haydi herkes bir
şey dilesin" demiş. Mecliste bulunanlardan kimi "Ben şu oda dolusu
gümüşüm olsun da onu Allah yolunda harcayim isterim", kimi; "Şu oda
dolusu altının olsun da Allah yolunda harcayım" demiş. Kimileri de aynı
gerekçe ile daha başka maddî değerlerinin olmasını istemiş. Hz. Ömer (R.a.)
"Başka ne istersiniz?" diye sormuş. Onlar da; "Biz başka bir şey
istemeyiz" diye cevap vermişler. Bunun üzerine Hz. Ömer (R.a.) şöyle
demiştir:
"Ben, Ebû Ubeyde
b. el- Cerrah, Muâz b. Cebel ve Huzeyfe b. el-Yeman gibi şu oda dolusu insan
isterim ki onları, insanların Allah'a itaati öğrenmeleri yolunda
görevlendireyim."[50]
Sahabe kıvamında
yetişmiş eleman ihtiyacı her dönem ve devrede bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla
İslamî hizmetlerde sahabe mesleğini esas alanların sahâbe-i kirâm'ı kendilerine
model edinmiş kadroları yetiştirmeleri ve böyle yetişmiş kadroları Önemsemeleri
azad kabul etmez bir görevlerindendir.
O halde
"ulaşılamayan üzüme koruk demek" kıskançlığı, aceleciliği ve
çaresizliği içinde, İslâm nesillerinin ilki ve İslâm tarihinin ilk inşacıları
hakkında, ağzını tutmak, onlar aleyhinde ileri-geri söz söylememek, hele hele
kasdî bir şekilde onları kötülemeye kalkışmamak, sonraki müslüman nesillerin
olgunluk derecelerinin, ümmet ve din bilinçlerinin ve Peygamber saygılarının
önemli bir göstergesi durumundadır.
Her müslüman için
Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem'in tavsiyelerine gücü ölçüsünde uymak
nasıl temel bir görev ise, koyduğu yasaklara mutlak anlamda tâbi olmak da aynı
şekilde vazgeçilmez bir vazifedir. Özelde sahâbe-i kiramın kıvam ve konumunu,
genelde mü'minlerin durumunu belirleyen hadislerden biri de sahâbîlerin
"yeryüzünde Allah'ın şahitleri" olduğunu bildiren rivayettir. Konuya
dair rivayetlerin hemen hemen hepsi [51] bazı
anlatım farklılıkları olmakla birlikte özde birleşmekte ve "Siz yeryüzünde
Allah'ın şahitlerisiniz" vurgusuyla ve hatta bu ifadenin üç kez tekrar
edilmesiyle sona ermektedir. Bu hadis-i şerifin sebeb-i vürûdu hakkında Enes b.
Malik (R.a.) şunları anlatmaktadır:
Peygamber sallallahu aleyhi
ve sellem ile bazı sahâbîler birlikte bulunurlarken onların yanından bir cenaze
geçti. Orada bulunan ashâb-ı kiramdan bazıları o cenazeyi hayırla andılar.
Bunun üzerine Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:
"Kesinleşti" buyurdu.
Sonra bir cenaze daha
geçti. Orada bulunanlar onu da kötülükle andüar. Resûl-i Ekrem sallallahu
aleyhi ve sellem yine:
"Kesinleşti" buyurdu.
Bunun üzerine Ömer
İbnu'l-Hattâb radıyallahu anh:
"Ne kesinleşti ya
Resûlallah? " diye sordu. Peygamber aleyhisselâm da şöyle buyurdu:
"Şu önce geçen cenazeyi hayırla andınız; bu
sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Bu berikini kötülükle andınız; onun da
cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz, yeryüzünde Allah'ın
şahitlerisiniz."
Olayın Tekrarı:
Bazı rivayetlerde
olayın, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde bir kez daha tekrar ettiği
anlatılmaktadır. Hz. Ömer de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi
"kesinleşti/gerçekleşti" diye tepki vermiş; neyin gerçekleştiği
sorulunca da yukarıda aktardığımız cenaze olayını hatırlatarak Hz. Peygamber'in
sözlerini aynen nakletmiştir.[52] Bu
rivayet, iki olaydaki şahit konumunda bulunan kişilerin az-çok değişmiş olduğu
dikkate alınınca sadece sahabilerin değil, onların iman ve kıvamını paylaşan,
onlar gibi olmaya çalışan olgun mü'minlerin de "yeryüzünde Allah'ın
şahitleri" olma özelliğini taşıdıklarını göstermektedir. Nitekim İmam
Buhârî'nin[53] Şehâdât 6'daki
rivayetinde "siz" yerine, "mü'minler" ifadesinin bulunması
ve açıkça "Mü'minler yeryüzünde Allah'ın şahitleridir" buyurulması
sahâbiler gibi diğer mü'minlerin de yeryüzünde Allah'ın şahitleri olduğu
anlamına gelir.
"İyilikle (hayr)
andılar", "kötülükle (şer) andılar" diye rivayetlerin çoğunda
kapalı olarak değinilen tanıklık, Hâkim'in rivayetinde açıklık kazanmaktadır.[54] Bu
rivayette birinci kişi için "Falancalardan fularıdır. Allah'ı ve Resül'ünü
seven, Allah'a ibadet eden ve hayra koşan iyi bir kişidir" denildiğini;
ikinci kişi için ise, "Falanca kabileden falandır. Allah ve Resûlüne kin
besleyen sürekli günah işleyen ve fesat çıkarmaya çalışan kötü bir
kişidir" diye tanıklık edildiği belirtilmektedir. Böylece asıl rivayetteki
"hayr"ın ve "şer'in mâhiyetiniceliği ortaya konulmuş olmaktadır.
Ayrıca Hâkim'in
rivayetinin sonunda, "Allah'ın yeryüzünde bazı melekleri olduğu ve
bunların, kişilerin iyilik ve kötülüklerini insanların diliyle
açıkladıkları" ifade buyurulmaktadır.
Bu ifadeler öncelikle
sahâbîlerin, genelde de kimi mü'minlerin, bazı meleklerin bir anlamda
sözcülüğünü yaptıklarına delalet etmektedir. Bu tür bir aynileşme, hiç kuşkusuz
sahâbiler için bir kıvam göstergesi, mü'minler ve tabiî insanoğlu için büyük
bir şereftir. Ebû Davud'un rivayetinde de bu mâna, "Melekler gökyüzünde
Allah'ın şahitleridir, siz de yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz. Sizin kiminiz
kiminize şahitsiniz" açıklaması ile desteklenmektedir.
Şehâdet, olanbitene
tanıklık etmektir. Olan-bitenin niteliği ise ileride olacak olana işarettir.
Tanıklığın doğru yapılmış olması, neticenin nasıl gerçekleşeceğini istidlal
olarak önceden haber vermek anlamına gelmektedir.
Ölüler hakkında
yapılan şehâdetin, onların âhiretteki durumunun göstergesi sayılabilmesi için,
o şehâdeti yapanların kimlik ve kişilikleri önem arzeder. Bu hadiste söz konusu
olan şehâdet, fazilet ehli, doğruluk ve ihlâs sahibi kişilerin şehâdetidir.
Fâsık ve günahkârların şehâdeti değildir. Çünkü günahkârlar veya dinin doğru
bulmadığı fikirlere kapılmış kimseler kendileri gibi düşünen ve yaşayanları
"iyidir" diye övebilirler. Bunun İslâmî mânada bir şehâdet/tanıklık
değeri yoktur.
Öte yandan bir kimseyi
kötülükle ananla anılanlar arasında düşmanlık olmamalıdır. Herhangi bir sebeple
aralarında düşmanlık olanların yekdiğeri hakkında "kötüydü" demesi de
makbul bir şehâdet değildir. Hatta dinine bağlı kimseler için, dine karşı olan
çevrelerin ya da dinsizlerin "kötü" demeleriyle iyi insanlar kötü
sayılmazlar.
Salâh ve takva sahibi
kimselerin, hayattayken iyi vasıflarıyla tanıdıkları kimseyi öldüğü zaman da
bu vasıflarıyla anmaları o kişinin cennetlik olduğunun alâmeti sayılır. Bunun
aksi de geçerlidir. Yani bir kimsenin yaşarken yaptığı kötülükleri, vefatından
sonra salâh ve takva sahibi insanların hatırlayıp anmaları, o kimsenin
cehennemlik olduğuna işaret sayılır. O halde insanlar hakkında iyi-kötü diye
şehâdet edecek kimselerin, İslâm esasları çerçevesinde iyiyi kötüyü bilen
kimseler olması gerekir. [55]
"Allah'ın
yeryüzündeki şahitleri" ifadesini, bu iltifata muhatap olan sahabilerin
kıvamı çerçevesinde değerlendirmek en doğru yöntem olsa gerektir.
Şahitliğin bir de
âhiret boyutu vardır. Allah'ın yeryüzendeki şahitleri olan Muhammed ümmetinin[56]
âhirette de diğer ümmetlere şahitlik yapacakları hem âyetlerde hem hadislerde
bildirilmiş bulunmaktadır.
"İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız,
Resülün de size şahit olması için sizi orta/mutedil/âdil bir Ümmet kıldık."[57]
Peygamberin size şahit
olması, sizin de insanlara şahit olmanız için
Allah, gerek daha önce (gelmiş kitaplarda)
gerekse bu (Kur'ân)da size "müslümanlar" adını verdi.[58]
Ebû Said el-Hudrî
radıyallahu anh'den rivayet edilen bir hadiste bu âyetlerde bildirilen
tanıklığın nasıl gerçekleşeceği Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem
tarafından şöyle açıklanmıştır:
"Kıyamet günü Nuh
aleyhisselâm çağrılır. Nuh:
"Buyur Ya Rabbi,
emrine amadeyim," der. Bunun üzerine Allah:
"(Duyurman gerekenleri ümmetine) tebliğ ettin
mi?" diye sorar. Nuh:
"Evet,
duyurdum" diye cevap verir. Bu defa Allah, Nuh ümmetine;
"Nuh size tebligatta bulundu mu?" diye sorar. Onlar da:
"Bize, bizi
âhiret azabından korkutan bir elçi gelmedi" derler. Bunun üzerine Allah,
Nuh'a:
"Ey Nuh! Senin tebliğ görevini yerine getirdiğine
şahitlik edecek kimse var mı? "
buyurur. O da;
"Evet, Muhammed
ve ümmeti, " der.
Sonra Muhammed ümmeti,
Nuh'un kendi ümmetine tebliğde bulunduğuna tanıklık ederler. Peygamber de ümmetine
şahitlik eder. Benim bu beyanım "İşte
böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, Resül'ün de size şahit olması için
sizi orta/mutedil/âdil bir ümmet kıldık" âyetinin açıklamasıdır. [59] O
halde hem dünya hem de âhirette tanıklıklarına Allah'ın değer verdiği olgun
mü'minlerin başında ashâb-ı kiram yer almaktadır. Bu durum sahabe kıvamının bir
göstergesidir. Netice itibariyle sahabeleri değerlendirirken bu özelliği
dikkate almak, onları doğru anlamak bakımından büyük bir önem arzetm ektedir.
Allah katında şahitliği geçerli adam olmak... İşte kul için asıl keramet bu
olsa gerektir. Dolayısıyla her müslümanın azad kabul etmez görevi, Allah
katında şahitliği geçerli bir kul haline gelmektir. Bunun da yolu, yeryüzünde
Allah şahitleri olan sahabeleri hayat modeli edinmektir. Hayat modelleri sahabe
olmayanlar, Allah'ın değil, Firavunların, Nemrudların, Tağutların, Zorbaların
şahitleri olurlar.
İslâm'ı Allahû
Teâla'nın muradına göre anlama ve yaşama hususunda sahabe vazgeçilmezdir. Bu
noktada bakıldığında görülecektir ki; sahabe, İslam'ın kilit kuşağıdır. İslam'a
giden yol sahabede geçer.
Bil ki, sahabe nesli
için dindarlık kıvamının temel göstergesi, sünneti yaşamakta gösterilen dikkat,
ısrar, tereddütsüz tavırdır. Bu gerçek, asr-ı saadette yaşamış olan sahabeler
için tarihi bir özellik olduğu gibi tüm müslüman birey ve toplumlar için de
kıvam ölçüsü olarak aynen geçerlidir. Bir başka ifade ile iyiliğin, olgunluğun
ve kalitenin ölçüsü, tüm zamanlarda İslâm'ı Sünnet'e göre yaşayabilme oranıdır.
Birilerinin "iyi", "aferin" "maşallah" demesi
değil, Sünnet'e ne kadar uyum sağlanabildiği önemlidir. Zira en kaliteli ve
üstün dinî hayat, Hz. Peygamber'in nezih yaşayışıdır. Ona benzeme oranı da
iyilik ve kıvam derecesini gösterir. İnsanlar ve dünya bunu anlasa da anlamasa
da bu böyledir. Bu sebeple sahabe kıvamı, Sünnet-i seniyyeyi, asr-ı saadet
şartlarında kendi günlük hayatlarında Hz. Peygamber'in örnekliği, önderliği ve
yönlendiriciliği ile en üst seviyede yaşama gayretlerinin mutlu sonucudur.
Temel ve genel gerçek bu olmakla beraber bazı rivayetlerde, şartlar sebebiyle
İslâmı yaşama oranlarında zamanla bazı değişmelerin olacağına, neticenin de
buna bağlı olarak değerlendirileceğine işaret edilmiştir.
Ashâb-ı Kiram, Asr-ı
Saade'te yaşama şansına sahip olan bir nesildir. Tirmizî'nin "garib"
nitelemesiyle kaydettiği bir rivayette "Siz öyle bir dönemde yaşıyorsunuz
ki sizden biri emrolunduklanmn onda birini terkederse helak olur. Sonra öyle
bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrohınduğunun onda birini yerine
getiren kurtulur.[60]
Ebû Zerr el-Gıfari
(R.a.) dan nakledilen rivayette ise;
"Siz, bilenleri çok, konuşanları az bir dönemde
yaşıyorsunuz. Bu ortamda kim bildiklerinin onda birini terkederse, sapar (veya
helak olur). Bilenleri az, konuşanları çok bir zaman gelecektir. O ortamda
bildiğinin onda birini yaşayan kurtulur."[61] buyurulmaktadır.
Bu iki rivayetin
birbirini desteklediği açıktır. Rivayetlerde sosyal gerçek ve şartlara göre
dini yaşama oranlarının değişebileceği, nimet-külfet dengesinin ve zaruret,
kavramının zamana göre takdir edileceği müştereken ortaya konulmaktadır. Tümü
elde edilemeyenin tümden terkedilmemesi gerektiğine, sorumluluğun şartlara
bağlı olarak değerlendirileceğine dikkat çekildiği de anlaşılmaktadır. Zira
bilinen bir gerçektir ki İslâm'da güç yetirilemeyecek bir sorumluluk söz konusu değildir. Nitekim geçmişte
bilginler bu rivayetlerin karamsarlığa ve umutsuzluğa düşmemek gerektiğini
vurguladığını, gerek bireysel gerekse toplumsal anlamda ağırlaşan şartlarda ayakta
kalabilme teşviki içerdiğini söylemişlerdir. Meselâ Münâvî'nin kaydettiğine
göre İmam Gazalî hadisi şöyle yorumlamıştır: "Hadisin ikinci kısmındaki
öyle bir devir gelecek ki o gün yaşayanlardan emrolunduğunun onda birini yerine
getiren kurtulur müjdesi olmasaydı, olumsuz amellerimize bakarak bizlerin ye's
ve ümitsizliğe kapılmamız kaçınılmaz olurdu..Oysa şimdi biz, Rabbimizden bize,
zatına yakışır şekilde muamele etmesini, fazl ve keremiyle kötü amellerimizi
örtüp gizlemesini dileriz.[62]
Sahabe dönemi gibi
emniyetin ve izzet-i İslâm'ın tam olduğu bir dönemde emir ve nehiylerin terk ve
ihmali, tamamen kişisel kusurlardan ileri gelir ki bu, helake götürücü bir
durumdur. Ancak İslâm'ın ve müslümanların zayıf düştüğü, zulmün ve fışkın
yaygınlaştığı, İslâm'a hizmet ve yardım edenlerin azaldığı devir ve ortamlarda
müslümanlar güç yetiremedikleri
için bazı emirleri
işleyemediklerinden dolayı mazur sayılırlar.
Dolayısıyla da yükümlüleklerini ne ölçüde yerine getirebilirlerse, şartların olumsuzluğu
sebebiyle o ölçüden daha fazla mükafat görürler. Bazen tek bir amel veya eylem,
bütünüyle İslâm'ı temsil etmeye yetebilir. O amel ve eylemi yerine getiren de
dini bütünüyle yaşamış gibi hem topluma mesaj vermiş hem de Allah katında değer
kazanmış olur. Nitekim sevgili Peygamberimiz bir başka hadis-i şeriflerinde "Ümmetimin bozguna uğradığı dönemde
terkedilmiş bir sünnetimi yaşayan ve yaşatan (yüz) şehit sevabı kazanır"[63]
buyurmak suretiyle bu gerçeği açıkça ortaya koymuşlardır.
Bu açıdan bakıldığında
yukarıdaki hadîs-i şerifler, zor şartlarda inananlar için ümit ışığı, teselli
kaynağı ve hizmet teşviki anlamı taşımaktadır. "Kıyamet şartlarında bile
fidan dikme" tavsiyesi,[64] bu
anlamdaki teşvikin en uc naktasını oluşturmakta ve müslümana "sen yapabildiğin
kadar hizmeti yapmaya bak, yaşayabildiğin ölçüde inançlarını yaşamaya
çalış" mesajını vermektedir.
Her iki rivayeti
birden değerlendirdiğimiz zaman, bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan
olmanın tüm zamanlarda kurtuluş sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Bundan ötürüdür
ki, bir kurtuluş nesli olarak sahabe; bilen ve tartışan değil, bilen ve yaşayan
bir vahiy nesildir. Bu sebeple son zamanlarda giderek yaygınlaşan İslâm'a ait
her ilke ve uygulamayı tartışan toplum olma eğilimi, sonuçta yaşanabilecekleri
de ihmale götüreceği için ciddi bir tehlikeyi gündeme getirmektedir. Üstelik
bu tartışmalar, büyük çoğunluğu itibariyle bilimsel amaçlı ve kendi zemininde
bilimsel usul ve yöntemlerle de yapılmamaktadır. Ya sistemin kabulleri ve
kutsalları adına ve hatırına ya da dünya egemenlerine şirin görünmek ve belli
odaklara selam vermek adına, ilgisiz ortamlarda, konuya kendi boyutları
çerçevesinde vâkıf olmayan sunucu ya da programcılar yönetiminde medyada
gerçekleştirilmektedir.
Bu tür girişimler
belki tartışma programlarına reyting, tartışmacılara yalancı ve geçici bir
şöhret sağlıyor olabilir. Ancak bilginin yaşanması, din pratiğinin derinlik ve
yaygınlık kazanması yani sosyal bilinçlenme ve düzelme adına hiçbir getiri
sağlamamakta, sadece saf zihinlerde kafa karışıklığı üretmekte
ve çoğu pratik/amel
kaçkını kişilerde yalancı teselliler
oluşturmaktadır. Pek tabiî olarak uzun vadede bu işin aktörleri de ciddi bir
saygınlık/itibar kaybına uğramaktan kurtulamamaktadır. Sözünü ettiğimiz bu
gelişmenin oldukça göze batan örneklerini geçtiğimiz son birkaç yıl içinde
toplum olarak yaşamış bulunmaktayız. İlgili ilgisiz hemen her konuya maydanoz
olan kimi ünvanlı kişileri şimdilerde acı tebessümlerle hatırlıyoruz.
Böylesine kafa
karışıklığının, gönül kirliliğinin, niyet anarşisinin, kısır çekişmelerin ve
pratik/amel kaçkınlığının arttığı dönem ve ortamlarda, yapmakla emronulanların
onda birini ya da doğru bildiklerinin onda birini yaşayanlar, önce bu sosyal
kaostan, anlamsız ve faydasız tartışma ortamından kendilerini kurtarırlar sonra
da bilgisiyle ve inancıyla amel etmenin, sağlam bir duruşa sahip olmanın ve
topluma verilmesi gerekli mesajı sunmuş olmanın manevî karşılığını alır,
kurtulurlar.
O halde mesele, her
şey yerindeyken görevi/ameli ihmal etmenin bedeli ne ölçüde bir mahrumiyet ve
hatta felaket ise; bozuk ve olumsuz ortamlarda, onda bir oranında bile olsa,
inanç ve bilgisini yaşayan pratik/amelî müslüman olmanın değeri de o nispette
büyük olup kurtuluşa götürücüdür.
İslâm'ın ve Kur'an'ın
en güzel yorumu ve yaşanma biçimi demek olan Sünnet-i Seniyye'ye, Hz.
Peygamber'in yaşayışına ne ölçüde amel olarak sahip çıkılabilirse, kurtuluşa o
ölçüde yaklaşılmış olacaktır. Bozulan tüm hayat alanlarının ve paylaşılan tüm
bozgunların düzeltilmesi, müslümanlar için sünneti yaşama, onu kişisel ve
toplumsal gündeme taşıma titizlik ve gayretine bağlıdır. Zira unutulmamalıdır
ki, "dünyada Sünnet'e uyan, âhîrette Cennet'e giren kurtulur." Yani
İslâm pratiği demek olan sünnet, bir anlamda dünyadakilerin cennetidir.
Sahabelerin bu
konudaki hassasiyetleri, asr-ı saadette yaşama şans ve bilincinin sorumluluğuna
sahip çıkmış olmaları, sünnet pratiği açısından bütün ümmete örnek teşkil
edecek bir kıvam/olgunluk belgesidir. Zira onlar dinlerini tartışan değil,
anlayan ve yaşayan kimselerdi. Allah hepsinden razı olsun. Onalrm
anlayışlarından ve yaşayışlarından hayatımıza izler taşımadıkça, müslümanca bir
hayat yaşamamız mümkün olmaz.
İslâm ümmetinin müslümanlığında
payı olan Ashâb-ı Kiram'm İslâm ümmetinin her ferdi üzerinde hakkı ve hukuku
vardır. Bakınız Kur'ân-ı Kerîm'deki şehâdetlerden sonra ashâb-ı kiramın kıvam
göstergelerinin başında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in onlara yönelik
tavsiye ve uyarıları yer alır. Peygamber Efendimiz'in bu tavsiyelerinde öne
çıkan noktalar, aynı zamanda ve bir anlamda "Sahabenin Hakları"
olarak da değerlendirilebilir. Hz. Peygamber'in sahâbilerle ilgili iyilik
tavsiyesi bize birbirine yakın ifadelerle şöylece intikal ettirilmiştir:
"Ashabını hakkında beni (monlarla olan ilgimi)
gözetin!"[65]
"Ashabıma ikramda bulunun!"[66]
"Ashabıma iyilik ve ihsanda bulunun!"[67]
"Ashabımı hayırla anın, onlara iyi
davranın!"[68]
Rasûlüllah (sav)'in
"Ashabım konusunda beni(m onlarla
olan ilgimi/yakınlığımı) gözetin!" buyruğu, bizzat kendi eşsiz
şahsiyetini de işin içine katması anlamına gelmektedir. Bu durum, sahabelere
karşı gösterilecek saygı ve ihtiramın aynı zamanda Hz. Peygamber'e gösterilmiş
sayılacağı mânâsını taşımaktadır.
Hz. Peygamber ashâb-ı
kiram ile ilgisinin dikkate alınmasını tenbih etmekle, o ilk müslüman neslin
konumunun farkına varılmasını ve onlarn ümmet için ifade ettiği anlamı
vurgulamış olmaktadır. Zaman içinde sahibilere yönelik olarak oluşacak farklı
değerlendirmelerin belli bir saygı çizgisini aşmamasını ve onların İslâm'ın ilk
yıllarında yaptıkları hizmet ve fedâkârlıkları görmezden gelmek gibi bir
nankörlük gösterilmemesini ve onların rencide edilmemesini istemiştir. Bu,
dürüstlük ve hakşinaslık erdemleri bakımından fevkalâde önemli bir uyarıdır.
Herkesin olan biteni
gerektiği gibi takdir etmekte aynı olamayacağı açıktır. Böylesi bir konuda
gerekli uyarı ve tavsiyelerle dikkatleri uyanık tutmak son derece önem arzeder.
Bu sebeple Hz. Peygamber'in sahabilere yönelik takdir ve tavsiyeleri,
kendisinin onlarla olan ilgisi, ümmet bilinci ve hakkaniyet açısından
titizlikle korunması lüzumlu ve gereğinin yerine getirilmesi ihmal edilemez bir
nitelik taşır.
Ashâb-ı Kiram'a karşı
iyilik ve istiğfar görevimiz vardır. Rasûlüllah (sav)'ın; "Ashabıma
iyilik edin ve Ashabıma ikramda bulunun!"
tavsiyesi, hayırla,
dua ile ve istiğfar ile sahabelere yapılacak her türlü iyiliği kapsamaktadır.
Daha doğrusu, böyle bir tutum ve davranışı mü'minler için görev haline
getirmektedir. Bu sebepledir ki İslâm bilginleri herhangi bir sahâbinin ismi
anılınca "Allah ondan razı oîsun (Radıyallahu anh) demeyi edep ilkesi
olarak benisemiş ve uygulamışlardır. İsmi anılan Sahabe hanım ise, radıyallahu
anhâ denir. İsmi zikredilen sahabenin babası da sahabe ise,o takdirde
radıyallahu anhümâ denilir. Üç ya da daha çok sahabe anılacak olursa o zaman da
radıyallahu anhüm diye dua edilir.
Esasen Hz. Peygmber de
sahabelere dua etmiştir. Meselâ bir keresinde; ganimet elde etsinler diye
görevlendirdiği bir grup sahabenin hiçbir şey ele geçiremeden yorgun bir
vaziyette dönmeleri üzerine Hz. Peygamber; "Allahım, ashabımı bana
bırakma, ben onlara gereği gibi bakmaktan aciz kahrım. Onları kendilerine de
bırakma, kendilerine bakmaktan onlar da aciz kalırlar. Onları başkalarının
eline de bırakma,(kendilerini) onlara tercih ederler, haksız kayırmalara maruz
bırakırlar" diye onlara dua etmiş, sahabeleri Allahû Teâlâ'nın himaye
etmesini/korumasını dilemiştir.
Esasen Hz. Peygamber
sahabelere, gerek kişisel ve grup halinde gerekse nesil olarak tümüne birden
bir çok dua etmiştir.[69] Hz.
Peygamber'in sahabelere yaptığı dualar üzerinde gerçekleştirilecek bir
araştırma durumu bütün detayıyla ortaya koyacaktır. Sahabelere yapılacak
iyilik ve ikramın bir başka uygulaması onların bağışlanmalarını dilemektir
(istiğfar). Bunun ifadesini yüce kitabımız Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bulmaktayız:
"Onların arkasından gelenler şöyle derler:
Rabbimiz, bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla;
kalplerimizde, iman edenlere karşı herhangi bir kin bırakma. Rabbimiz, şüphesiz
ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin."[70]
Ashâb-ı Kiram
hakkındaki; "Ashabımı hayırla anın,
onlara iyi davranın!" anlamındaki rivayet, özde yukarıdaki uyarıları
içermekte, mü'minleri, sahabeye iyi davranmak ve onları hayırla anmak konusunda
ayrıca uyarmaktadır. Gerçekten özellikle günümüzde o ilk İslâm nesline karşı
insaflı, iz'anlı ve saygılı davranmanın, onları belli bir edep çizgisinde
anmanın ve yazmanın, bu konuda uyan görevini yerine getirmenin önemi büyüktür.
Bu yönüyle konu, son derece nâzik ve günceldir. Zira kültürel kirlenme
ortamında bulunan günümüzün müslüman aydınlarından kimileri böyle bir nezâket,
saygı, söylem ve duruşun gereğine inanmamakta, uymamakta, kendi inanç
değerlerini paylaşmayan kişi ve odaklara karşı son derece saygılı bir ağız
kullandıkları ve tavır gösterdikleri halde, sahabelere karşı sıradan
kimselermiş gibi davranmakta sakınca görmemektedirler.
Yukarıda asli
ifadeleriyle sunduğumuz giriş cümlelerinin devamında söz konusu iyilik, ikram
ve hayır temenni ve tavsiyesinin Tabiîler'i ve onlardan sonra gelen müslüman
nesil Etbâu't-tâbiîler'i de kapsadığı görülmektedir. Bu üç nesilden sonraki
dönemde, "istenmeden şahitlik yapmaya kalkışılacak ve yemin teklif
edilmeden yemin edilecek gibi bazı hukukî ve ahlâkî nitelikli tavır
bozuklukları, haksız bazı idarî tasarruflar, insan kayırmalar, hatalı tercihler
görüleceği bildirilmektedir.. Bu da başta sahabe olmak üzere ilk üç neslin en
hayırlı nesil olduğu ve onlara karşı farklı ve belli bir saygı çizgisinin
korunması gereğini bir başka açıdan belirlemektedir.
Hz. Aişe validemiz,
ayaklanan Mısırlı grubların Hz. Osman, Şamlıların Hz. Ali ve Harûrî denilen
haricî grubların da tüm sahabeler hakkında
kötü sözler sarfetmeleri üzerine, kız kardeşinin oğlu Urve b. ez-Zübeyr'e
hitaben, "Yeğenim! Bu adamlar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in
ashabına istiğfar etmekle emrolundular. Onlar ise, sahabelere sövüp saymakla
meşguller!" diye [71]
olana bitene tepki göstermiştir. Bugün de herhangi bir sahâbî veya sahabe nesli
hakkında saygısızlık edenler, Aişe radıyallahu anhâ validemizin bu tarihî azar
ve ikazına muhatap olduklarını unutmamalıdırlar.
Netice olarak hizmet
ve kıvam önderleri sahabelerin dua, istiğfar, iyilik, ikram, hayırla anılmak gibi
erdemli ve edepli davranışları hakettikleri tartışma götürmez bir gerçektir.
Onları yüksek ve örnek kemalleri içinde görmek, anlamak ve selamlamak, onlar
hakkındaki bu tavsiyelerinden ötürü aslında Peygamber Efendimize itaat etmek ve
saygı göstermek demektir. Bu bilinç uyarınca hareket etmek, dün olduğu gibi
bugün de yarın da mü'minlerin hem iman borcu hem de kıvam göstergesidir.
Rasûlüllah (sav)'ın sahabelerini hayrla anmayanlarda hayr yoktur.
Kim sahabedir?
Açıklayınız.
Bir kişinin sahabe
olup olmadığını hangî yollarla öğreniriz? Bilgi veriniz.
Meleklerden sahabe
olabilir mi? Açıklayınız.
Cinlerden sahabe
olabilir mi? İzah ediniz.
Sahâbe'nin vahiy
karşısında tavın nasıldı? Açıklayınız.
Sahabeye vahiy nesli
denilebilir mi? Malumat veriniz.
Sahabenin yeryüzündeki
vazifesi nedir? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kirâm'ın
üzerimizde bir hukuku var mıdır? Bilgi veriniz.
Ashâb-i Kirâm'ın
üzerimizdeki hukukunu nasıl özetlersiniz? Açıklayınız.
Ashâb-ı Kirâm'ı devre dışı
bırakarak İslâm'ı anlamak ve yaşamak mümkün mü? Bilgi veriniz.
Allah'ın dininin bize
ulaşmasında Ashâb-ı Kirâm'ın katkısı olmuş mudur? Açıklayınız.
Sahabenin İslâm'ın
kilit kuşağı olması ne anlama gelir? İzah ediniz.
Hz. Erkanı b. Ebi'l Erkam
(R.anh)
Hz.Fadl İbn Abbas
(R.anh)
Hz. Feyrûz b. Deylemî
(R.anh)
Hz. Habbâb İbn Eret
(R.anh)
Hz. Hâlidb. Velîd
(R.anh)
Hz.Hâlid bin Said bin
Âs (R.anh)
Hz.Hamza (R.anh)
Hz.Hanzala bin Ebû
Âmir (R.anh)
Hz.Hassan b. Sabit
(R.anh)
Hz.Hâtib bin Ebî Beltea
(R.anh)
Hz. Hubeyb bin Adiy
(R.anh)
Hz.Huzeyfe bin Yemân
(R.anh)
Hz.Hasan (R.anh)
Hz.Hüseyin (R.anh)
Erkanı b. Ebi'l Erkanı
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Daru'l Erkanım mahiyetini
fıkhetmek
Hz.Fadl İbn Abbas
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Feyrüz b.
Deylemî(R.a)'ın hayatını ve fıkhım öğrenmek
Hz. Habbâb İbn Eret
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Hâlid b. Velîd
(R.a)’ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hâlid bin Said bin
As (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hamza (R.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hanzala bin Ebû
Amir (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hassan b. Sabit
(R.a)'ın hayatını ve fıklıını öğrenmek
Hz.Hâtib bin Ebî
Beltea (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Hubeyb bin Adiy
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Huzeyfe bin Yemân
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hasan (R.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Hüseyin (R.a)'ın
hayatını ve fıkhını öğrenmek
Mekke'de müslüman olan
ilk sahabelerden biridir. Erkam b. Ebi'l-Erkam b. Esed b. Abdullah b. Ömer b.
Mahzûm; künyesi Ebû Abdullah'tır. Babasının adı Abdü Menâf, annesinin adı
Ümeyye binti Hâris'tir. Erkânı, Mekke'nin en zengin ve muteber ailelerinden
biri olan Mahzûm kabilesine mensuptu. Annesi Ümeyye, Huzâa kabilesindendi.
Mahzûmîler, Hz. Peygamber'in muhaliflerinden olmakla beraber, Erkam onun sadık
bir sahabesi olmuştur. İbn Abdilberr'e göre [72]
Erkam, "Zalime karşı, mazlumla birlikte hareket edeceğiz" diye and
içen ve her ne kadar İslâm'dan önce olsa da Rasûlüllah (sav)'in tavsibine
mazhar olması münasebetiyle İslâm tarihinde Hılfü'l-Füdûl" cemiyeti diye
bilinen faziletli grup içerisinde zikredilir.
Erkam, Hz. Ebû
Bekir'in teşvikiyle, Ebû Ubeyde b. el-Cerrâh ve Osman b. Maz'ûn ile aynı gün
müslüman olmuştu. İslâmî kaynaklar onu, müslüman olan ilk onbeş kişi arasında
saymaktadır. Oğlu Osman'a göre ise, yedinci müslümandır. Onun, "Ben
İslâm'da yedinci kişinin oğluyum. Babam yedinci kişi olarak müslüman oldu"
dediği nakledilir.[73]
Rasûlüllah (sav) ile
birlikte başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katılmıştır.
Medine'ye ilk hicret edenlerdendir. Hz. Peygamber onu, Ensar'dan Ebu Talha ile
kardeş yapmıştır. Hicretten sonra, Medine'de Zureykoğulları mahallesinde bir
evde oturmuştur. Bu evin kendisine Hz. Peygamber tarafından verildiği rivayet
edilmektedir. [74]
Erkam denilince akla
gelen hususlardan biri de onun "evidir. Çünkü
Daru'l Erkam/Erkam'in evi", İslâm'da
ayrı bir özelliğe sahiptir. Sözkonusu ev; Kabe'nin batısında, Safa ile Merve
arasında, Safa tepesinin eteklerinde, hacıların hacc görevini yapmak için gelip
geçtikleri en işlek bir yerdeydi. Erkam, ilk müslümanların sıkıntılı günlerinde
evini Rasûlüllah (sav)'m ve dolayısıyla İslâm'ın hizmetine sunmuştu. Bu
hareketiyle o, daima hakkın ve haklının yanında olduğunu göstermişti. Hz.
Peygamber (sav), kendi evini terkederek bu eve taşındı. Burası İslâm'ı tebliğe
elverişli emin bir yerdi. Bir süre bu evde emniyet içerisinde İslâmî tebliğe
devam etti. Ancak onun orada ne zaman ve ne kadar kaldığı konusu tartışmalıdır.
Bununla beraber, 615-617 yılları arasında kaldığı tahmin edilmektedir.
Peygamberliğinin dördüncü senesinde taşındığı da söylenmektedir.
Erkam'ın evi, İslâm'ın
ilk yıllarında, Peygamberimize ve ilk müslümanlara bîr çeşit sığınak vazifesi
görmüştür. İslâm'a gönül verenler orada toplanır, cemâat halinde namaz
kılarlardı. Hz. Peygamber de onlara, peyderpey nazil olan Kur'an ayetlerini
okur, dinî hükümleri tebliğ eder ve oraya gelenleri İslâm'a davet ederdi.
Böylece bu ev, oraya gelen pekçok kimsenin müslüman olma şerefine nail olduğu
bir yer olmuştur. Hattâ, Hz. Ömer gibi İslâm tarihinin en mühim şahsiyetlerinin
hidâyetine de sahne olmuştur. Onun müslüman oluşundan sonra Hz. Peygamber bu
evden ayrılmıştır. Çünkü Hz. Ömer'in İslâm'a girişi, müslümanlara güç
kazandırmış ve daha rahat hareket etmelerini sağlamıştır. O dönemde Mekkeli
müşriklerin ilk müslümanlara uyguladıkları amansız baskı ve işkence gözönünde
bulundurulacak olursa, Hz. Erkam'ın evini İslâm'ın tebliği uğrunda
Rasûlüllah'ın hizmetine sunmuş olmasının mana ve önemi daha kolay
anlaşılacaktır. İşte bu özelliğinden dolayı ona "Dâru'l-İslâm,
"Beytü'l-İslâm " gibi isimler verilmiştir. Hattâ bu evin, İslâm
uğrunda vakfedilen ilk bina olduğunu söyleyenler de olmuştur. Bu hizmetinden
dolayı Erkam ve evi, müslümanlarca hep saygı ile anılmıştır. Evin diğer bir
özelliği de, İslâm'a ilk girenlerin sırasını ve dolayısıyla İslâm'a girişte
kimin kime sebkat ettiğini tespit konusunda, tarih başlangıcı olarak
kullanılmış olmasıdır. Tarihçiler bu hususa büyük önem vermişlerdir. Ayrıca bu
ev İslâm'ın yapılan gizli davetinde merkezi ve karargâhı olmuştur.
Daru'l Erkam, meclis
ve karargâh seviyesinde küfür cephesine karşı mücadele vermenin zaruretini bize hatırlatır.
Tağutları, putları inkâr ederek Allahû Teâla'ya iman edenler Daru'l Erkam'da
toplanıp teşkilatlanırken, ehl-i küfür de Daru'n Nedve'de toplanıyordu. Daru'n
Nedve, müşriklerin parlamentosuydu. Daru'n Nedve'de kabilesinin onayını alan ve
kırk yaşını doldurmuş Tağutlar görev yapıyorlardı. Daru'n Nedve'de belde
tağutları tarafından uydurulan kanunlar beşikten mezara kadar Mekke halkının
hayatım bağlıyorlardı. Daru'n Nedve'deki belde Tağutlarının yaptıkları
kanunlar, Allahû Teâla'nın hükmünü ve hakimiyetini inkâra dayanıyordu. Allahû
Teâla'ya iman edenler, Allah'ın hükümlerine muhalif kanunların uydurulduğu
Daru'n Nedve'den hemen ayrılıp Daru'l Erkam'a geçiyorlardı.
Gerek Rasûlüllah (sav)
ve arkadaşları cephesinde ve gerekse ehl-i küfür nezdinde olsun, Daru'n
Nedve'ye girmek ve orada görev yapmak şirki ve müşriküği, küfrü ve kâfirliği
kabul etmiş olmanın alâmeti, Daru'l Erkam'a girmek ve oraya devam etmek de
imanı ve müzminliği, İslam'ı ve müslümanlığı kabul etmenin alâmeti sayılıyordu.
Dolayısıyla Daru'l Erkam bir iman evidir. İman evi olan Daru'l Erkam'a
girenler, bir şirk ve küfür evi olan Daru'n Nedve'ye bir daha giremezlerdi.
Şayet geri Daru'n Nedve dönselerdi bu onların mürtedliklerine alâmeti kabul
ediliyordu. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki, Daru'l Erkam, Allahû
Teâla'nın katından gelen ayetlerle tanışmanın ve onları hayata taşımanın eğitim
ve öğretiminin Peygamber (sav) tarafından yapıldığı iman etiğim ve öğretim
merkezidir.
Daru'l Erkam,
Rasûlüllah (sav)'in örnek ve önderliğinde müslüman şahsiyetlerin yetiştiği bir
İslâmî şahsiyet üniversitesidir. O, Mekkî toplumlarda İslâm cemaatı'nın
teşkilatlanma karargâhıdır. Daru'n Nedve hükmündeki çağdaş parlamentoların
bulunduğu beldelerde Daru'l Erkam anın vacibidir. Daru'l Erkam'larını hizmete
açamayanlar, Daru'n Nedve'lerin kontenjanlarını tamamlamaya mecbur ve mahkûm
olurlar. Daru'l Erkam bir yönüyle vakıf insanların Allah yolunda ortaya koydukları
müessese seviyesindeki vakfiyeleridir. Mü'minlerin din ve imanlarından ötürü
birer şakî gibi takibe tabi tutuldukları Mekkî toplumlarda İslâmî hizmetler
için ev vakfetme hayrını ilk işleyen kişi Erkam b. Ebi'l Er-kam'dır. Nitekim
Erkam b. Ebi'l-Erkam, bu mübarek evi sonradan oğlunun ve yakınlarının yararına
vakfetmiş ve vakfiyesinde şöyle demiştir.
Siyahi bir kadın:
İbn-i Abbas anlatıyor: Siyahı bir kadın Allah Rasûlüne gelerek, "Ben
saralıyım, nöbetim geldiğinde açılıp-saçılıyorum Allah'a benim için dua
etsen" dedi. Hz. Peygamber (sav)'de, "istersen
sabret, cennete gir; istersen dua edeyim Allah afiyet versin" diye
tercihi kadına bıraktı. O, "Cennete girmek için sabredeceğim fakat nöbetim
geldiğinde açılmamam için dua et" dedi. Allah Rasûlü de ona dua etti.[75]
Yukarıdaki hadîslerde
görüldüğü gibi, Efendimiz (sav)'in çeşitli vesilede, aşere-i mübeşşere
haricinde cennetle müjdelediği nice insanlar vardır.
Zeyd b. Harise (R.a): Efendimiz (sav)'in, azatlı kölesi, Mu'te Savaşı'nda şehit
olmuştu. Hz. Bureyde anlatıyor: Efendimiz buyurdular ki: "Cennete girdim, beni genç bir câriye karşıladı 'sen kimsin'
dedim ona. Ben Zeyd b. Harise'ninim, " dedi.[76]
Ebu Seleme (R.a): İlk
Müslüman olanlardan, Efendimiz'in süt kardeşi ve teyze oğlu Habeşistan ve
Medine'ye hicret etti. Bedir Savaşı sonrası vefat etti. Ebu Seleme'nin karısı
Ümmü Seleme validemiz anlatıyor: "Ebu Seleme vefat ettiğinde, Allah Rasûlü
(sav) geldi, onun gözlerini indirdi ve ruh kabız edilince göz onu takip eder
buyurdu. Ehli onun vefatına ağlıyorlardı. Dedi ki Efendimiz (sav): "Nefislerinize ancak hayır ile dua edin
zira melekler sizin duanıza âmin diyorlar" ve arkasından "Allahım
Ebu Seleme'yi mağfiret eyle. Derecesini hidayete erenlerin içinde yükselt. Bizi
ve onu bağışla Ya Rabbelalemin. O'nun kabrini genişlet ve onu kabir içinde
tenvir et" diye dua etti.[77]
Herhalde Efendimiz
(sav)'in böyle dua ettiği bir zatın yeri cennet olacaktır. Kaldı ki sahâbe-i
kiram içinde, Resûl-i Ekrem (sav) Ebu Musa el-Eş'ariye Bi'r-i Maune ve Reci
gazvesinde şehit olanlara, Hz. Cüleybib'e, Abdullah b. Haram'a bu ve benzeri
şekilde dua etmiştir. Dolayısıyla bunlar da ehl-i cennet içinde rahatlıkla
mütalâa edilebilirler.
Useyrim (R.a):
Asıl adı Amr b. Sabit. Bir vakit dahi olsa, namaz kılmadan cennete giden
sahabe. Ebu Hureyre'nin anlattığına göre Uhud evleri ve arsaları satın alıp ona katmak suretiyle
Dâr-ı Erkam'ı yeniden yaptırdı,[78] Bu
imardan sonra adı Dâr-ı Hayzûran olarak anılan ev içinde namaz kılman bir
mescid haline getirildi.[79]
Bu ev daha sonra
halife Ca'fer b. Musa'ya geçti. Bu evde bir müddet de Mısır ve Yemenliler
oturdular. Daha sonra Gassân b. Abbâd, Musa b. Ca'fer'in oğullarından bu evin
tamamını -veya büyük bir kısmını- satın aldı. [80] En
sonunda bu evi, Mısır-Kahire defterdarı İbrahim Bey, Sultan ikinci Selim'e
hediye etti. Üçüncü Murad da, hicrî 999 (1591) yılında bu evi mescid tarzında
yeniledi. Bugün artık bu evi yerinde görmek mümkün değildir. Harem-i Şerif için
yapılan çevre düzenlemesinde yıkılmış, arsası zaten Harem'in arsasına dahil
kabul edilen bu ev aslına rucû etmiştir. [81]
Erkam b. Ebi'l-Erkam,
H. 54 veya 55'te seksen yaşın üzerinde, Muâviye'nin idaresi döneminde vefat
etmiştir. Bedir ehlinin en son vefat edenidir. Vasiyyeti üzerine namazını sâdık
dostu Sâ'd b. Ebi Vakkâs (R.a.) kıldırmıştır. Kabri Cennütü'l-Bakî'dedir.
Erkam b. Ebi'l Erkam
(R.a.), Daru'n Nedve'nin hüküm sürdüğü Mekke toplumunda evini müslümanların
çalışmalarına vakfetmekle bir misyon başlatmıştır. Bu misyonu devam ettirmek,
kıyamete kadar gelecek bütün müslüman nesillerin görevidir. Bugün Daru'n
Nedve'nin hüküm sürdüğü Mekkî toplumlarda Daru'l Erkam'sız yaşayan müslümanlar,
bugünleriyle birlikte yarınlarını da ehl-i küfre teslim etmiş olanlardır. Bu,
böyle biline.
Hz. Peygamber'in amcasının
oğlu olup sahabelerdendir. Adı Fadl, künyesi Ebû Muhammed'dir.
Lâkabı,"Redîfu'r Rasûl" idi. Nesebi, Fadl b. Abbâs, b. Abdulmuttalib
b. Hişam b. Abdülmenaf b. Kusay'dır.
Bedir'den önce
müslüman olmasına rağmen [82]
müşriklerden çekindiği için müslümanlığını açığa vurmamıştır.
Mekke'nin fethinden
bir müddet önce babası Hz. Abbâs ile birlikte Medine'ye hicret etti.
Hicretinden bir müddet sonra Mekke'nin fethi gerçekleşti. Fadl b. Abbas, ilk defa
gazaya yani Mekke fethine katıldı, sonra Huneyn gazasında bulundu. Burada da
büyük kahramanlık gösterdi. Müslümanların Huneyn'de dağınıklık göstermesi
üzerine Fadl, büyük bir dirayet ve fedakârlıkla Rasûiüliah (sav)'m yanında
bulundu ve Havâzin kabilelerine karşı çarpıştı.
Veda haccında
Rasûlüllah (sav) ile birlikte onun devesine binmişti. Bunun için ona
"Redîfu'r Rasûl' yani "Rasûlüllah (sav)'in üzengi arkadaşı"
lâkabı verilmişti. Bu sırada Has'am kabilesinden genç ve güzel bir kadın bir
mesele sormak istedi. Fadl, gözlerini kadına dikmişti. Rasûiüliah kadına
bakmıyordu. Fadl'ın bu hareketini beğenmedi ve ona, dikkatli olmasını ihtar
etti; kadına bakmasın diye, üzengisinden tutup, başını çevirdi. [83]
Hz. Fadl, Rasûlülilah
(sav)'in hizmetinde bulunanlardandır. Rasûlüllah son hastalıklarında, son
hutbelerinde Fadl'dan sözetmiştir.[84] Hz.
Fadl, Rasûlüllah (sav)'in gasl sırasında hazır bulunmuş; gasli suyunu dökmüş,
Hz. Ali (sav) de gasletmiştir.
Hz. Fadl, çok güzel
yüzlü idi. [85] Ümmü Mektum isimli bir
kızı vardı. Bu kız, Hz. Hasan ile evlenmiş, daha sonra ondan boşanarak, Ebû
Musa el-Eş'ârî ile evlenmiştir. [86]
Hz. Fadl b. Abbâs'tan
yirmidört hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan üç tanesi müttefekun aleyh'tir.[87]
Râvileri arasında şunları saymak mümkündür: Sahabenin büyüklerinden İbn Abbâs
ve Ebû Hureyre'den başka Kerib, Kusm b. Abbâs, Abbâs b. Ubeydullah, Rebia b.
Hâris.[88]
Hz. Fadl'ın vefatı
hakkında değişik bilgiler verilmiştir. Bir kısım râvîler, Suriye'de meydana
gelen salgında vetat ettiğini; bir kısmı ise, Ecnâdin savaşında şehid olduğunu
söylüyorlar. Bu rivayetlerden ikincisi, daha yaygındır ve doğruya daha
yakındır. [89]
Hz. Fadl b. Abbâs
(R.a.), meydan mücahidlerindendir. Cihad meydanında Rasûlüllah (sav)'i yalnız
bırakmamıştır. O, zor zamanın sözleşmesine fiili cihadıyla sahip çıkmıştır.
Sahabeler, zor zamanların sözleşmelerine sahip çıkmanın yolunu İslam ümmetine
gösteren ve öğreten insanlık kılavuzlarıdır. Onlar, ümmetin sönmeyen
yıldızlarıdır.
Dâva adamı, dâva
önderini savaş meydanında yalnız bırakmayandır. Dâva önderlerini yalnız bırakan
dâva adamları, bir gün gelir dâvalarını da bırakırlar. Dolayısıyla Hz. Fadl b.
Abbâs (R.a.)'ın fıkhı, dinen dâva adamı ile dâva önderinin bağlığının nasıl
olması gerektiğini bize öğreten bir fıkıhtır. Birbirleriyle kavgalı hale gelen
dâva adamları ile dâva önderleri, fıkhu's sahâbe'den nasibini almayanlardır.
Feyrûz bin Deylemî
San’a’da bulunuyordu. Rasûlüllah'in Peygamberliği haberi oraya ulaşınca, Vebr
bin Yuhannis'in teklifi üzerine Müslüman oldu ve hicretin onuncu yılında
Medine'ye geldi. Resûlullahın huzuruna girip, bey'at etti. Peygamber efendimize
dedi ki:
"Yâ Rasûlallah!
Biz, uzaklardan çıkıp geldik. Burada Müslüman olduk. Bize kim yardım edecek?
Rasûlüllah efendimiz
buyurdu ki:
"Allah ve Rasûlü. "
Feyrûz da, bunun
üzerine dedi ki:
"Allah ve Rasûlü
bize kâfidir! "
Yine Feyrûz bin
Deylemî, Resûlüllaha sordu:
"Yâ Rasûlallah!
Ben Müslüman oldum. Fakat nikâhım altında iki kızkardeş var. Şimdi ne
yapacağım? "
"Onlardan hangisini istersen tercih et, onu tut!
Hangisini istersen boşa! "
"Yâ Rasûlallah!
Biz, üzüm sahibi kimseleriz. Allahû Teâlâ ise içkiyi haram kılmıştır. Bu
üzümleri ne yapacağız?"
"Kurutup, kuru üzüm yapınız!"
"Biz bunu nasıl
kullanalım? "
"Kirba içinde sabah ıslatıp, hoşaf
yapıp içiniz, akşamleyin ıslatıp, sabahleyin içiniz! "
Feyrûz bin Deylemî bir
defasında da Peygamber efendimize şöyle sordu:
"Yâ Rasûlallah!
Biz, soğuk bir memlekette yaşıyoruz. Bu yüzden buğdaydan yapılmış içki
içiyoruz."
"O sarhoş ediyor mu? "
"Evet, sarhoş
ediyor."
"Onu içmeyiniz!"
Feyrûz bin Deylemî'nin
Müslüman olduğu yıl, Rasûlüllah efendimiz Veda haccını yaptıktan sonra
hastalanmışlardı. O sırada Araplar arasında bazı kimseler peygamberlik davasına
kalkıştı.
Banların ilki, Benî
Ans kabilesinden Esved-i Ansı idi. Asıl ismi Abhele bin Ka'b'dır. O, kâhin,
hafif meşrep bir adamdı. Halka, onları hayrete düşürecek şeyler gösterir,
sözleriyle, dinleyenlerin dikkatini çekerdi.
Esved-i Ansî,
meleklerin kendisine vahiy getirdiğini söyleyerek, Peygamberlik iddiasında
bulunmaya başladı. Birtakım hilelerle, Yemen halkından birçok kimseyi aldattı.
Necrân ahâlisi de ona tâbi oldu. San'a'yı zaptedip, fitne çemberini genişletti.
Yemen'de bulunan Müslüman vali ve memurlar oradan ayrılmak zorunda kaldılar.
Esved-i Ansî ile
ilgili haber, Peygamber efendimize ulaştı. Yemen'deki İslâm valilerine ve
oradaki Müslümanlara haber gönderdi. İster onunla çarpışma, isterse onun tuzağa
düşürülmesi şeklinde olsun, mutlaka Esved-i Ansî üzerinde önemle durulması
gerektiğini emir ve tavsiye buyurdular.
Rasûlüllah efendimiz,
hasta olmalarına rağmen, Esved-i Ansî gibi yalancıların yaptıkları tahribat
üzerinde ehemmiyetle durdular. Rasûlüllah efendimiz bu mes'ele için, Müslüman
olmayanlarla da irtibat kurdu. Neticede Esved-i Ansî öldürülecekti. Esved'in
öldürülmesi için, karısı Azad ile de anlaşıldı.
Feyrûz, o sırada
Yemen'de bulunuyordu. İki arkadaşı ile beraber, Esved'in yattığı evin duvarını
deldiler. Feyrûz, arkadaşlarından birisine, içeri girip öldürmesini söyledi.
Arkadaşı, tehlikeli anlarda, kendisinde titreme
meydana geldiğini, bu işi beceremeyeceğini söyledi.
Bunun üzerine Feyrûz
içeri girdi. Esved'in yattığı odaya yaklaştı. Horladığını duydu. Esved derin
bir uykuya dalmış ve yatağına gömülmüş bir vaziyette idi. Feyrûz bu işten haberi
olan Âzad'a, işaretle, başının nerede olduğunu sordu. Âzad da, Esved'in başını
gösterdi.
Feyrûz, Esved'in
başucuna dikildi. Esved, sarhoş olarak uykuya dalmış ve sarhoşluğu daha
geçmemişti. Feyrûz, Esved'in başını kıvırdı ve boynunu kırdı.
Sonra gitmek isterken,
Âzad, "O daha ölmemiştir" dedi. Feyrûz da, "Hayır o öldü"
diyerek arkadaşlarının yanına gitti. Olanları anlattı. Arkadaşları dediler ki:
Geri dön, başını da
kes! Beraberce tekrar oraya vardılar. Feyrûz, başını keseceği zaman, Esved titremeye
başladı. Feyrûz arkadaşlarına, göğsüne
oturmalarını söyledi.
Azad da, Esved'in
başını tuttu. Esved'den homurdanmalar geliyordu. Boğazı kesilince, şiddetli bir
böğürtü duyuldu. Feyrûz ile arkadaşları, oradan ayrıldılar.
Ertesi gün Feyrûz ve
arkadaşları, kabilelerini toplayarak Esved'in öldürüldüğünü ve Muhammed
aleyhisselâmın hak Peygamber olduğunu ilân ettiler. Bundan sonra Müslüman
valiler, işlerinin başına döndüler ve zekâtı toplamaya başladılar.
O gece yalancı Esved-i
Ansî'nin öldürüldüğü, Peygamber efendimize vahiyle bildirilmişti. Ertesi gün,
bu hâdiseyi Ashabına müjdeledi:
Dün gece, yalancı
Esved-i Ansî, kardeşlerimizden biri tarafından öldürüldü.
Ashâb-ı kiram,
"Yâ Rasûlüllah, onu öldüren kim" dediler. Rasûlullah efendimiz de
buyurdular ki:
"Onu sâlih, mübarek bir ev halkından, mübarek
kişi olan Feyrûz bin Deylemî öldürdü."
Feyrûz bin
Deylemî'nin, Esved'in başını Peygamber efendimize getirdiği rivayet edilir.
Feyrûz'un, Ebû Dahhâk
ve Ebû Abdullah künyeleri vardır. Hz. Osman zamanında Yemen'de vefat etti.
Aslen Fârisî'dir. Kisrâ'nın, Habeşlileri Yemen'den çıkarmaları için, Seyf bin
Zî Yazen'le beraber Yemen'e gönderdiği Farsların (İranlıların) tanıdığı
farslardandır.[90]
İman, Rahmanı
inkılablar yumağının kaynağıdır. Kişi imana girmekle hayatını değiştirmeye
karar vermiş demektir. Ve iman beraberinde görev getirir. İmandan kaynaklanan
görevler ertelenmeyi de kabul etmezler. Müzmin insana düşen görev her yerde ve
her zamanın gereğini yapmaktır.
Mü'min insanın
tavırları ile imanı arasında yakın bir ilişki vardır. Çünkü mü'min insan,
imanına göre tavır belirleyen insandır. Sahabeler, tavırlarım imanlarına göre
alıyorlardı. Yani onları pratik hayatta yönlendiren ve yöneten imanlarıydı.
İmanını hayatına amir ve yönetici yapmayanlar, sahabe fıkhından nasibini
almamış olanlardır.
Meşakkat mektebinin
mezunu olan bir sahabedir. İslâm ile şereflenen ve İslâm'a girdiği için
müşrikler tarafından işkence edilen ilk sahabelerden biri.
Nesebi; Habbab b. Eret
b. Cendele b. Sa'd b. Huzeyme b. Ka'b b. Zeyd. Temim kabilesinden, küçükken
esir edilerek Mekke'ye getirilmiş Huzâalı Ümmü Emmâr'ın kölesi, Zühre
oğullarının anlaşmalısı.
İslâm ile şereflenen
ve Allah için işkence edilen ilk müslümanlardan olan Hâbbab b. Eret müslüman
olduğunu açıkladığında ilk işkence edilen sahabeler arasında idi. İlk
Müslümanlar; Hz. Peygamber (sav), Hz. Ebû Bekir, Habbâb, Suheyb, Bilâl, Ammar,
Sümeyye (R. Anhûm)dir. Hz. Peygamber ve Ebû Bekir, kendi aileleri tarafından
nisbeten korunmuş ancak Mekkeli olmayan diğer dört kişi müşrikler tarafından
şiddet ve baskı ile yıldırılmaya çalışılmıştır. Bu insanlar kızgın güneş
altında demir zırhlar giydirilerek ölesiye işkence edilmişlerdir. Habbâb bu
işkencelere sabrederek kâfirlerin Hz. Peygamberin risâletini inkâr etmesini
istemelerini reddetmiştir. [91]
Hz. Habbâb (R.a)
Medine'ye hicret edince Hz. Peygamber (sav) onu Cebr b. Atik ile kardeş
yapmıştır. Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer'den izin alarak Kûfe'ye
cihad için gitmiş, hicri 37 tarihinde şiddetli bir hastalığa tutulmuştur.
Hastalığın şiddetinden günde yedi defa başını dağlatan Habbâb, hastalık anında
acı içerisinde "Hz. Peygamber (sav) beni
ölümü temenni etmekten alıkoymasaydı temenni ederdim" demiştir.
Oğullarına kendisinin Küfe dışına gömülmesini vasiyet eder ve
dışımı gömülmesi durumunda Hz.
Peygamberin sahabesi oraya gömülmüş diye insanların ölülerini kendisinin
etrafına gömeceklerini söylerdi. Öldüğünde altmış üç yaşında olan Habbâb (R.a)
yirmibeş yaşında hicret etmiş, muhtemelen onbeş yaşlarında bir delikanlı iken
İslâm ile sereflenmiştir. [92]
Onbeş yaşında müslüman
olmuş bir insanın dünyada kendisinden başka beş kişi müslüman iken işkencelere
sabredebilmesi imanının ve dine bağlılığının en önemli göstergesidir. Altmışüç
yaşında bir ihtiyar iken ve acılar içerisinde kıvranırken ölümüyle bir sünneti
ihya etmeyi düşünmesi, onun Hz. Peygamber (sav)'in sünnetine de ne kadar bağlı
olduğunun en güzel delilidir.
Mekke döneminde,
sırtına ateşte kızdırılmış taşlar yapıştırılmış, sırt yağları eriyinceye kadar
sırtında tutulmuş, yine imanında sebat etmiştir. Demircilik ile meşgul
olduğundan, efendisi Ümmü Emmâr demiri ateşte kızdırır Habbâb'ın başını
dağlardı, Hz. Peygamber Habbâb'a uğrar onunla sohbet ederdi. Onun halini
görünce: "Allahım! Habbâb'a yardım et" diye dua etmişti. Bir müddet
sonra Ümmü Enmâr şiddetli baş ağrılarına tutulur, köpek gibi bağırmaya başlar:
Ona başını dağlatmasını tavsiye ederler. Habbâb demiri ateşte kızdırır ve
kadının başını demirle dağlardı. [93]
İşkencenin dayanılmaz
bir hal aldığı, müşriklerin şiddetli baskı yaptıkları bir zaman Habbâb
Kabe'nin gölgesinde örtüsüne bürünmüş oturan Hz. Peygamber'in yanma geldi;
"Allah'a bizim için dua buyurmaz mısın" dedi: Hz. Peygamber yüzü
kıpkırmızı halde doğruldu, şöyle buyurdu:
"Sizden önceki ümmetlerde bir adam demir tarakla
taranır ve sinirleri kemiğinden sıyrılırdı da bu işkence onu dininden
döndürmezdi. Testere başının saç ayırımına konur ve iki parçaya bölünürdü; bu
da o adamı dininden döndürmezdi. Allah muhakkak bu dini tamamlayacaktır. San'â'dan
kalkan yolcu Hadramevt'e içinde Allah korkusundan başka hiç bir korku olmadan
gidebilecek."[94]
Bütün bu işkencelere
katlanan Habbâb bir gün halinden şikâyetçi almamış, İslâm'ın zafer yıllarında,
çektiği işkenceleri reklam ederek insanların teveccühünü kazanmaya çalışmamış,
mükâfatı yalnızca Allah (c.c.)'dan
istemiştir. Hz. Ömer
(R.a.) hilâfeti döneminde
Habbâb'a "Allah yolunda
çektiğin işkenceleri bize anlat ey Habbâb!" demesi üzerine sırtını açar
gösterir. Hz. Ömer "Bu güne kadar bu derece harap olmuş bir sırt
görmedim" der. Habbâb (R.a) "Sırtımda ateş yakarlardı, derimden
çıkan yağlar ateşi söndürüldü" der. Bazen de ateşte kızdırılmış taşlar
sırtına konur derisinin yağlan soğutuncaya kadar tutulurdu. Bunun için sırtı
yumurta büyüklüğünde oyuk oyuk idi. [95]
Bütün bu işkencelere
rağmen İslâm'ı tebliğden geri kalmazdı. Tâhâ. suresinin bazı ayetlerini Hz.
Ömer'in kızkardeşinin ailesine öğretirken Ömer içeri girmiş; onların
hallerindeki samimiyet Ömer'in müslüman olmasına vesile olmuştur.
Zühd ve takvası ile
gerçekten örnek olan Habbâb, ihtiyarlık döneminde İslâm'ın ilk yıllarında
ölmediğine hayıflanır durur, şöyle derdi: "Hz. Peygamber ile sevabını
Allah 'tan dileyerek hicret ettik; Allah indinde bir mükâfaata hak kazandık.
İçimizden kimi bu mükâfaatı bu dünyada almadan göçtü gitti. Mus'ab b. Umeyr
onlardandır... Birden kimileri de meyvelerinin olgunlaştığını gördü ve bunları
topladı, islâm 'in zafer yıllarını gördü ve müslüman olmasından dolayı dünya
nimetlerinden istifade etti. [96]
Habbâb (R.a)'ın ilim
talebeleri; Oğlu Abdullah, Ebû Ma'mer, Kays b. Ebî Hazım, Mesruk ve diğer
Tabbiîn imamlarıdır. Oğlu Abdullah da Hz. Peygamber'i görmüş ve babası yoluyla
ondan hadîs rivayet etmiştir.
Habbâb hastalığı
nedeni ile Sıffın'e katılmadı. Sıffin dönüşü Hz. Ali, Küfe dışında yedi kabir
görüp, bunlar nedir? diye sordu. Etrafındakiler Habbâb'ın öldüğünü ve Küfe
dışına gömüldüğünü söyleyince Hz. Ali (R.a) şöyle dedi: "Allah Habbâb'a
rahmet etsin. İsteyerek coşkuyla müslüman oldu; Allah'ın emrine itaat ederek
hicret etti; hayatı boyunca mücâhid yaşadı; bedenine çektirilen işkenceler ve
hastalığı ile imtihan edildi. Allah güzel amel işleyenin amelini zayi
etmez" dedi. Kabrine yaklaşarak şöyle dua etti. "Ey mü'min ve
müslümanlar diyarı! Allah'ın selâmı üzerinize olsun, siz bizden önce yerinize
ulaştınız, biz de inşâallah kısa zamanda size katılacağız. Allah'ım onları ve
bizi mağfiret et. Bizi ve onları affet. Ahireti düşünüp onun için amel eden, az
ile kanaat eden, Allah (c.c)'dan razı olan kullara müjdeler olsun.[97]
Sahabe, Mekke'de
müslüman olmanın bedelini ödemiş bir nesildir. Rasûlüllah (sav)'in sahabeleri,
meşakkat mektebinden mezun olmuşlardı. Onlar, imanlarının imtihanını vekâleten
başkasına havale etmiyorlardı. Çünkü imanın imtihanı vekâleten verilmez. Sahabe
fıkhının bize öğrettiği budur. Her sahabe, kendi imanının imtihanını kendisi
vermiştir.
İman etmek, imtihana
girmektir. Her mü'min, her gün her saniye imanıyla imtihan olunur. Önemli olan
onu idrak edip gereğini yapmaktır. İşte sahabe fıkhı, imanın beraberinde
getirdiği imtihanı idrak edip ilahi emir ve nehylerin altında sızlanmadan
imtihanın gereğini yapmaktır.
İmanın imtihanı
çileyle devam eder. îmanı uğrunda çilelere katlanmayanlar, imanlarının
imtihanını veremezler. İmanının imtihanını veremeyenler, ergeç imanlarını
kaybederler.
Aşk-ı Rasûl yolunda
sahabelerin gönlüne düşen ateş. O ateş ile her biri bir yıldıza olmuş eş.
Onların izinde yürüyüp çile çekenler dinde kardeş!
Hz. Peygamberin,
hakkında "Ne güzel kul" diye
buyurduğu sahabedir. Nesebi, Hâlid b. Velid b. Mugire b. Abdillah b. Amr b.
Mahzum. Annesinin ismi Lübâbe olup, Hz Meymune'nin yakın akrabasıdır. Hz.
Hâlid'in lakabı Seyfullah (Allah'ın Kılıcı)'dır. Hz. Peygamber (sav) Mûte
savaşındaki başarısından ötürü onu Allah'ın kılıcı diye övmüştür. Künyesi Ebû
Süleyman'dır. Yedinci hicrî yılında müslüman oldu. [98]
Hz. Hâlid (R.a.)'in
doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Mekke'nin şerefli ve itibarlı
ailelerinden biri olan mahzum oğullarındandır. Ordu komutanlığı Hz. Hâlid'in
ailesinin bir imtiyazıydı. Uhud savaşında ve Hudeybiye sulhu esnasında Hâlid b.
Velid, Kureyş ordusunun komutanlarından birisiydi.
Hudeybiye
anlaşmasından sonra Hz. Peygamber umre için Mekke'ye gidince Hâlid'in daha önce
müslüman olan kardeşi Velid'e Hâlid'i sordu. Hz. Peygamber Hâlid gibi bir
insanın müşriklerin içinde kalmasının şaşılacak bir durum olduğunu belirtti.
Velid kardeşi Hâlid'e Peygamber (sav)'in bu iltifatını bildiren bir mektup
gönderdi. Bunun üzerine Hz. Hâlid müslüman olmak için Mekke'den yola çıkınca,
yolda Amr b. el-As ile karşılaştı ve beraberce Mekke'den Medine'ye gelip
müslüman oldular. [99]
Hz. Hâlid hicrî
sekizinci yılda yapılan Mûte savaşına bir nefer olarak katıldı. Ordu
komutanlarının sırayla şehid olması üzerine Ashâb istişare ederek komutayı Hz.
Hâlid'e vermiş. Hz. Peygamber Medine'de olup bitenleri haber verip komutanların
şehid düşmesini anlattıktan sonra komutayı Allah'ın kılıçlarından birinin
aldığını söylemiştir.
Bu olaydan sonra Hz.
Hâlid Seyfuilah (Allah'ın Kılıcı) diye anıldı. Halid (r.a.) komutasına aldığı
orduyu kalabalık düşman karşısında bozguna uğratmadan Medine'ye getirmeyi
başardı.[100]
Hz. Hâlid, Mekke
fethinde süvarilerin komutanı idi. Ordunun sağ kanadını kontrol ediyordu.[101]
Mekke fethinde müslümanlara karşı çıkan küçük gruplarla Hz. Hâlid çarpışmıştır.
Huneyn savaşında Hâlid
büyük cesaret ve yararlılık göstermiştir. Hatta bu savaşta yaralanınca Hz.
Peygamber ziyaretine geldi, dua etti. Hâlid şifa buldu. [102]
Mekke fethinden sonra
Hz. Peygamber Nahle'deki Uzza putunu kırmaya Halid b. Velid'i gönderdi. Hâlid
Uzza putunu kırıp geri döndü.
Taif kuşatmasına
katıldı. Hz. Peygamber (sav) Dumetu'l-Cendel'in hristiyan emiri Ukeydir'in
üzerine Halid'i gönderdi. Hz. Halid Ukeydir'i yaban sığırı avlarken yakaladı ve
esir aldı; teslim olmayan kardeşini öldürdü. Diğer kardeşi ve Ukeydir'i esir
alarak ganimetlerle birlikte Hz. Peygamber'e getirdi.
Hicri onuncu yılda
Necrân'a Hârisoğullarını İslâm'a davet etmek için gönderildi. Onları üç gün
müddetle İslâm'a davet etti. Necrânlılar müslüman oldular.
Hz. Ebû Bekir Hâlife
olunca Hz. Hâlid'i komutan olarak yalancı Peygamberlerin üzerine gönderdi.
Yalancı Peygamber Tulayh b. Huvaylid'i Buzaha'da mağlup etti sonra
Temimoğulları üzerine yöneldi ve
Mâlik b. Nuveyra'nın komutasmdakilerle karşılaştı. Mâlik'i silah bırakmasına
rağmen esir etti ve öldürdü. Hz. Ömer, Hâlid'i bu olayda hatalı davrandığı
gerekçesiyle kınamıştır.
Daha sonra
Museylemetu'l-Kezzâb'a karşı sefere çıktı ve onu Yemâme sınırında Akraba
denilen yerde mağlub etti ve öldürdü.
Yalancı Peygamberlerle
olan mücadelesinden sonra zekât vermeyen kabileler üzerine gönderildi. Onları
da sindirdi. Daha sonra Hicri oniki yılında Irak'a İranlılara karşı gönderildi.
İki ay zarfında İran Sâsânî, ordularını bozguna uğratarak Hire'yi zabtetti ve
Fırat çevresini hakimiyeti altına aldı.
Suriye sınırında
Bizanslıların ordu hazırladıkları haberi gelince hilâfet
merkezinden Hz. Hâlid'e Irak bölgesinin
komutanlığını Müsenna'ya bırakarak Şam'a gitmesi emri verildi. Hicri onüçüncü
yılda Bizanslıları Acnadeyn'de mağlup ederek Şam'a doğru püskürttü. Hz. Hâlid
şehri muhasara etti ve hicri ondördüncü yılın receb ayında Şam (Dımaşk) şehrini
zabtetti. Daha sonra Humus'u fethetti. Yermuk savaşında Bizanslıları bozguna
uğrattı. Kudüs'ü kuşattı ve teslim aldı. Bütün Suriye mıntıkası müslümanlann
eline geçti.
Hicretin 17. yılında
Hz. Ömer, Hâlid b. Veiid'i komutanlıktan indirdi. Hz. Halid'in komutanlıktan
almasının sebepleri ve azledildiği yıl tarihçiler arasında ihtilaflıdır. Genel
kanaate göre, Hz. Ömer, hilâfet merkezine fetih hareketlerinden döndükten sonra
Hâlid'i azletti. Ama bu rivayet gerçeği yansıtmamaktadır. Hz. Ömer hilafetinin
beşinci senesi, yani hicretin 17. senesinde Hz. Hâlid'i azletmiştir.
Komutanlıktan alınışı
ile ilgili olarak bir çok sebepler ileri sürülmektedir. Bu sebepleri şöyle
sıralayabiliriz: Hz. Hâlid bir çok insana kumanda ediyordu. Ancak sert mizaçlı
olup sert muamele ediyordu. Kimsenin sözünü dinlemiyor, kendi fikrinden
başkasına kıymet vermiyordu. Hatta birçok işlerde hilâfet merkezinin
görüşlerine de müracaat etmiyordu.
Irak topraklarım İslâm
topraklarına dönüştürdükten sonra Halife Hz. Ebû Bekir (R.a.)'in emrinin
hilâfına hacca gitmiş ve bu duruma Hz. Ebû Bekir çok üzülmüştü. Kendi başına
buyruk bir tavrın içinde hareket ediyordu. Bundan dolayı Hz. Ömer (R.a) zaman
zaman Hz. Ebû Bekir Efendimize Hz. Hâlid'i komutanlıktan azletmesini istemişti.
Hz. Ebû Bekir (R.a) daima şöyle cevaplandırmıştı: "O, Allah'ın kılıcıdır,
bu kılıcı kınına sokmak doğru değildir."
Hz. Ömer'in hilâfeti
döneminde de Hz. Halid'in tutumunda bir değişiklik olmadı. Yine bildiği gibi
devam etmekteydi. Ancak Hz. Ömer (R.a) Onu hemen azletmedi. Bir çok defalar
kendisini uyardı, ve bu konuda mektuplar gönderdi. Hz. Ömer, Hz. Ebû Bekir
(R.a) zamanındaki meseleleri de ona hatırlattı.
Komutanlıktan
almışının ikinci sebebi ise, müslümanlann genelinde şöyle bir fikir oluştu,
Fetihlerin gerçekleştirilmesi Hz. Halid'in kabiliyet ve kahramanlığından
kaynaklanmaktadır. Fetihlerin yegane sebebinin Hz. Halid olarak gösterilmesi
elbette bir yanlışlıktı. Savaşların zaferlerle neticelenmesinde onun dehasını
da gözardi etmek mümkün değilse de ondan ibaretmiş gibi göstermekte doğru
değildir. Gerçeğe en yakın sebeb budur
Üçüncü sebep; Hz,
Hâlid (R.a) ordu masraflarında pek fazla israf yolunu tutmuştu. Ordu erkanına
bol para dağıtması diğer mücahidlere kötü örnek oluyordu. Bu hususta şâirler
mübalağalı şiirler bile yazmıştı. Es'as b. Kays'a bir defasında onbin dinar
bahşiş vermişti. Olay halife Hz. Ömer (R.a)'e intikal etti. Hz. Ömer Hz. Ebu
Ubeyde b. el-Cerrâh ile haber gönderdi. "Bu kadar bol parayı
müslümanların malından yani ordu tahsisatından verdi ise müslümanlara hiyanet
etmiştir. Kendi kişisel payından, kendi cebinden vermiş ise israf etmiştir.
İkisi de caiz değildir." Halife Hz. Ömer, Hz. Hâlid'i azlettikten sonra
hilâfet merkezine çağırıp, sorguya çekti. Bol para harcadığından bahsetti. Hz.
Hâlid, Ganimetten eline geçen hissesinin hesabını verdi. Hesabı temiz vermişti.
Hz. Ömer Hz. Hâlid'i iltifat ve ikramla karşıladı. Gönlünü aldı. Yazdığı ve her
tarafa gönderdiği fermanlarda; Hz. Hâlid'in, kusur veya herhangi bir
kabahatinden dolayı azledilmediğini, ancak bütün müslümanlarm zihinlerinin
aydınlanması için, yani bu
kadar İslâm fütuhatının
yalnız Hz. Hâlid'in kolunun kuvvetiyle meydana gelmediğini
herkesin bilmesi için azlettiğini bildirdi.
Hz. Ömer, Hâlid'i
idari görevlere getirdi. Bir yıl kadar valilik yaptı sonra istifa etti. [103]
Hz. Hâlid (R.a) cihâd duygusu
ile şehitlik arzusu ile dopdolu bir mü'mindi. Cihâd meydanları onun için
Allah'a en yakın meydanlardı. Kendisi şöyle der: "Ben harp meydanında
mücahede ve mücadeleden aldığım zevki, hiçbir zaman zifaf gecesinin keyfinden
alamam" En büyük arzusu cihad meydanlarında şehid düşmekti. İran üzerine
yürürken, İranlılara şu haberi gönderdi: "Sizin dünyayı sevdiğiniz kadar
Ahireti seven bir ordu ile üzerinize geliyorum."
Hz. Hâlid şirke ve
küfre karşı çok şiddetli idi. Müslüman olduktan bir sene kadar sonra Uzza
putunu yıkmak için gittiğinde Uzza'ya şiirle şöyle seslenir: "Ey Uzza bu
geliş seni ta'zim için değil seni inkâr içindir. Çünkü ben gördüm ki Allah seni
değersiz kılmıştır."[104]
Hz. Hâlid savaşçı
olduğu kadar şahsi fazilet ve ilim konusunda da üstündü. Fırsat buldukça Hz.
Peygamber'in sohbetlerinden istifade etmiş.
Medine'de onun
etrafında bulunan ilim ve irfan ashabı arasında Hz. Hâlid'in bulunduğu
zikredilmiştir. Üç-dört mesele ile ilgili fetva verdiği de rivayet edilir.
Hz.Hâlid'in Buhârî,
Müslim ve diğer hadis kitaplarında Hz. Peygamberden onsekiz hadis rivayeti yer
almaktadır.[105]
Rasûlüllah, Hâlid'in
secâat ve cesaretini muhtelif zamanlarda muhtelif yerlerde medhetmişti. Mekke
fethinden sonra müslümanlar, her tarafa toplanıp Mekke'ye girdikleri zaman Hâlid
görününce, Hz. Peygamber Ebû Hureyre'ye:
"Bu gelen kimdir?" diye sormuştu.
Ebû Hureyre: '
'Hâlid b.
Velid'dir" demiş. Onun üzerine Hz. Peygamber:
"Bu Allah'ın ne iyi bir kuludur"
buyurmuştur. [106]
Hz. Peygamber yine
onun hakkında "Hâlid Allah'ın Kılıcıdır" buyurmuştur. Yine Hâlid
hakkında: "Hâlid b. Velid'e gelince,
o herşeyini sizin için vermiştir, nesi var nesi yok harplerde Allah yolunda
sarfetmiştir"[107]
buyurmuştur.
Hz. Hâlid gönderildiği
seriyyelerde ve yaptığı muharebelerde Allah rızasını ve Allah'ın dinine
davetini esas almıştır. Nitekim Yermuk savaşında Rumların komutanına savaş
meydanında İslâmi tebliğ etmiş ve komutan Corc onun daveti ile müslüman
olmuştur.
Hz. Peygamber'in
şahsına karşı da çok büyük hürmeti olan Hz. Hâlid onun isminin mücerred anılmasından
bile rahatsız olmuş; savaşlarında kazandığı muvaffakiyeti Hz. Peygamberin
sakalından bir kaç taneyi sarığının içinde taşımasına bağlamıştır. [108]
Hz. Halid b. Velid
(R.a.), Rumların komutanına; "Biz Rasûlüllah'la birlikte yaşadık, onun
mucizelerini gördük, dolayısıyla, bizim gördüklerimizi gören, duyduklarımızı
duyan birinin iman etmesi kolaydır... Ama bizden sonra îman edecek sizler, onu
görmediniz, sözlerini işitmediniz, sizin bu şekilde iman etmeniz gayba imandır
ki eğer kalben bu imana erişirseniz bu daha değerli ve daha faziletlidir
demiştir.
Bu sözler üzerine bir
nara attı... Atım sürerek Hâlid'in yanına geldi ve:
Ey Hâlid bana İslâm'ı öğret" dedi.
Müslüman oldu... İki rekât namaz kıldı... Müslümanların safına geçerek savaştı
ve az sonra da şehid düştü...
Savaşın son derece
kızıştığı ve müslümanların zafere adım adım yaklaştıkları bir sırada
Medine'den yola çıkan bir posta, Hâlid b. Velid'e yeni halife Ömer b. Hattab'ın
mektubunu getirdi... Mektupta Ebû Bekr'in vefat ettiği haber veriliyor, ayrıca
Halid'in komutanlıktan alındığı ve ordunun başına "Ebü Ubeyde b. Cerrah'ın
atandığı bildiriliyordu... Hâlid mektubu okudu, Ebû Bekr'e Allah'tan rahmet,
Hz. Ömer'e de başarı diledikten sonra, elçiden bu haberi gizli tutmasını ve
savaş sona erinceye kadar da kimseye söylememesini istedi. Zira müslümanların
zafere ulaşmak üzere oldukları böyle kritik bir anda bu haber İslâm ordusunda
bozguna neden olabilirdi...
Nihayet zafer saati gelip
çattı. Rumlar bozguna uğradılar. Müslümanlar bir kez daha Allah'ın yardımıyla
galip ve muzaffer oldular..
Hâlid, Ebû Ubeyde'ye
doğru ilerleyerek komutanını selamlayan bir asker gibi onu selamladı. Ebû
Ubeyde önce bunu şaka zannetti. Fakat az sonra gerçeği öğrenince ve Halid'in
alnından öperek, hayranlıkla onu kutladı.
Bu olayla ilgili
olarak tarihçilerin bir rivayeti daha vardır. Buna göre, halife Hz. Ömer
mektubu, Ebû Ubeyde'ye gönderdi, Ebû Ubeyde de bu haberi savaş sonuna kadar
sakladı... Olay nasıl olursa olsun, her iki durumda da Hâlid'in ve Ubeyde'nin
sergilediği davranış takdire şayandır...
Halid'in hayatında
onun ihlas, samimiyet ve doğruluğunu gösteren bundan daha güzel bir olay
yoktur...
Komutan olmak veya
asker olmak.. Onun için ikisi de birdi... Aralarında bir fark görülmüyordu...
Asıl olan Allah yolunda hizmet ve bu hizmetin canla başla yerine
getirilmesiydi...
Gerek Halid'deki,
gerekse diğer mü si üm anî ardaki bu hizmet anlayışında ümmetin başı ve
yöneticisi olan halifelerin rolü büyüktü...
Ebu Bekr ve Ömer.
İki eşsiz insan. Onlar
hakkında dil ne söyleyebilirdi ki?
Ömer ve Hâlid. Zaman
zaman aralarında soğukluk olmasına rağmen, Ömer'in Hâlid konusunda aldığı
kararların haklılığından şüphe yoktur. Zira adaleti, ver'ası ve nezahetiyle şöhret
olmuş bir insan olarak Ömer'in, haksız kararlar alabileceği düşünülemez.
Ömer, Hâlid hakkında
kötü niyetli olmamıştır. O'nun tek arzusu, Hâîid'in öfkesini ve kılıcını
dizginlemekti.
Hz. Ömer bu durumu,
Malik b. Müveyr'in öldürülmesini müteakip halife Hz. Ebû Bekr'e açmış ve:
"Muhakkak Hâlid'in kılıcında, sürat, hafiflik ve kızgınlık var"
demişti.
Hz. Ebû Bekr de:
"Allah'ın kâfirler üzeri çektiği bir kılıcı ben kınayamam" dedi.
Dikkat edilirse yukarı
da Ömer, Hâlid için "Hâlid'in kendisinde" bir hiddet var demiyor.
"Hâlid'in kılıcında" hiddet var diyor. bu da Emir'ül-mü'minin onun
hakkında söz söylerken edep dairesinde kaldığını, hatta Hâlid'i takdir ettiğini
gösterir.
"Hâlid"
savaş adamıydı. Beşikten mezara kadar.
Çevresi, yetişmesi,
terbiyesi, İslâm'dan önceki ve İslâm'dan sonraki hayatı. Onu korkusuz bir
savaşçı yapmıştır...
Müslüman olmadan önce
mü'minlere karşı kullandığı kılıcını İslâm'a girdikten sonra, biraz da o
yılların acısıyla, müşriklere karşı daha şiddetli ve daha da acımasız olarak
sallıyordu.
Daha ilk bakışta
zikrettiğimiz olayı, Hâlid'in Hz. Peygamber'den ricasını hatırlıyorsunuz...
Hâlid müslüman olduktan hemen sonra: "Ya Rasûlüllah! Daha önce yaptığım
kötü hareketlerden dolayı benim için mağfiret dile" demişti.
İslâm daha önceki
günahları silip attığı halde, Hâlid'in içi rahat etmemiş ve Allah Rasuiü'nden
kendisi için istiğfarda bulunmasını istemişti.
Kılıç, Hâlid gibi
yaman bir savaşçının elinde olunca bu kılıcı dizginlemek de kolay olmuyordu...
Bu sebeble Hâlid göreve gönderilirken zaman zaman uyarılıyordu.
Mesela; Hz. Peygamber,
kendisini bazı Arap kabilelerinin fethi için görevlendirdiğinde şöyle demişti:
Dikkat et seni davetçi
olarak gönderiyorum, savaşçı olarak değil."
Fakat, Hâlid'in kılıcı
nefsine galip gelmiş ve savaşa girişmişti. Bu durum Hz. Peygambere
iletildiğinde Allah Rasûlü kıbleye dönmüş ve:
"Allah'ım! Hâlid'in yaptığı şeylerden ötürü sana
sığınırım, affet!.. "
buyurmuştu.
Sonra Ali'yi
göndermiş, mallarının ve kanlarının karşılığını iade etmişti...
Olayla ilgili olarak
şu rivayet de nakledilir:
Daha sonra, Hâlid bu
işi, Abdullah b. Huzafe, es-Sehmî'nin: "Rasûlullah, müslüman olmazlarsa,
onları öldürün dedi" sözleri üzerine yaptığını beyan etmiş ve özür
dilemiştir.
Hâlid üzerine aldığı
vazifeyi en şekilde yapmaya çalışırdı... Bir zamanlar hürmet ettiği eski
değerlerini de aynı karlılıkla terk etmeyi bilmiştir...
Allah Rasûlü,
kendisini "Uzza" putunu yıkmaya gönderdiği vakitte aynı azim ve
kararlılıkla gitmişti.
Tek başına adeta tek
bir ordu gibiydi... Sağ koluyla, sol koluyla ve ayaklarıyla çarpışıyordu. Bir
yandan da şöyle diyordu:
Ey değersiz, rezil
uzza, artık seni ululamıyorum...! Zira seni Allah alçaltmış. Sonra onu ateşe
verip yakmıştı...
Artık Hâlid'in
gözünde,şirki çağrıştıran herşey değersizdi ve "Uzza putu" gibi yok
edilmeliydi. Ona göre, bunun da tek yolu kılıçtı. Bir de:
Seni red ediyorum,
seni uğurlamıyorum; zira gördüm ki, Allah seni alçaltmış..." sözleri ve
inancıydı...
Hâlid'in kılıcının bu
derece hiddetli olmamasını temenni etmek de emir'ül-mü'nin Hz. Ömer'le
hemfikiriz... Yine Hz. Ömer'in onun hakkında söylediği: "Analar Hâlid
gibisini doğurmaktan acizdir." sözüne de yürekten katılıyoruz.
Vefat ettiği vakit,
Hz. Ömer çok gözyaşı döktü... Sadece onu kaybettiği için değil, bilakis azl
sebebleri ortadan kalkıp, fitne sönünce imareti (emirliği) ona bırakmak
istediğinden dolayı...
Fakat halife Ömer bu
arzusuna erişemedi... Zira Halid rahmeti Rahmana kavuşmuş, cennetteki mekânına
erişmişti... Artık biraz dinlenebilirdi. Ömrü savaş ve mücadelede geçmiş,
istirahat nedir görmemişti.... Şimdi o yüce ve şerefli naşı biraz olsun
uyuyabilirdi. Zira; dost ve düşmanları onun hakkında: "kendisi uyumayan
kimseyide uyutmayan adam" derlerdi.
Eğer, mümkün olsaydı,
Allahû Teâla'dan, ömrünü uzatmasını talep ederse ve daha uzun yıllar İslâmın
hakimiyeti ve şirkin izalesi için savaşırdı..
Allah yolunda cihad,
hayatta en çok sevdiği şeydi... O şöyle diyordu: "Allah yolunda cihada
çıktığım bir gece, benim için, bir düğün gecesinden veya bir oğulla müjdelen
meniden daha sevimlidir."
Bu sebeple onun en çok
korktuğu şey, yatağında ölmekti. Hayatımı at sırtında kılıç sallayarak geçiren
bir insan için yatağında can vermekten daha acı bir şey olamazdı.
O Allah Rasûlü ile
aynı safta çarpışmış, ridde (dinen dönme) hareketine katılanları kahretmiş,
İranlıları ve Rumları üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmişlerdi.
Böyle bir kahraman için, döşeğinde can vermek elbette üzücü olurdu... Bu
nedenlerden biridir ki, son anlarında gözyaşları arasında şöyle diyordu:
"Bir çok olaya
şahit oldum., sayısız mücadelelere giriştim... Vücudumda kılıç, mızrak veya ok
darbesi almadık yer kalmadı... Sonunda da işte gördüğünüz üzere bir at gibi
döşeğimde ölüyorum... Kahrolsun korkaklar... !"
Bunlar ancak Halid gibi
bir kahramanın ağzından çıkabilecek kelimelerdi... Son nefesini vermeden önce
vasiyetini yazdırdı... Mallarımı kime bıraktığını biliyor musunuz'? Ömer b.
Hattab'a... Peki terekesinin (geriye bıraktığı malların) ne olduğunu biliyor
musunuz? Atı ve silahı. Evet. evet, sadece atı ve silahı... zira bu ikisi
dışında sahip olduğu başka bir malı yoktu. Zira o, yaşadığı sürece dünyalık ve
dünya malı ile ilgilenmemiş, ömrünü Allah yolunda cihadla geçirmişti. Halid
hayata gözlerini yumdu... Cism-i pâki ashabın omuzlarında kabre doğru
yollandı... Annesi gözyaşları içerisinde şunları söylüyordu:
"Sen kavmin en
hayırlılarından ve en cesurlarmdandm... Sen arslanlardan daha cesurdun... Ve
dağlar arasında akıp gitmekte olan ırmaklardan daha cömerttin..." Bu
sözleri duyan Hz.Ömer "Doğru söyledin... Vallahi o gerçekten
böyleydi." dedi. [109]
Sahabeler, nefsin
cimrilik çemrebinden kurtulmuş cömertlerdir. Onlar medeniyet coğrafyasına
cömertlikle ayak basmış medenîlerdir. Onların fıkhı, medeniyet ce cömertlik
fıkhıdır.
Rasûlüllah efendimiz,
İslâmiyeti gizli olarak açıklamaya yeni bağlamıştı. Daha birkaç kişi Müslüman
olmuştu. Bu sırada Hâlid 'bin Sa'îd bir rüya gördü. Rüyasında, Cehennemin kenarında
dururken, babası gelip, kendisini oraya itip düşürmek istedi. Tam o sırada,
Peygamberimiz belinden yakalayıp, Cehennemin içine düşmekten koruduğunu gördü.
Feryat ederek uyandı.
Kendi kendine dedi ki:
"Vallahi bu rü'yâ
gerçektir. "
Dışarı çıkınca Hz. Ebû
Bekir ile karşılaştı. O'na rüyasını anlattı. Hz. Ebû Bekir ona dedi ki:
"Hakkında hayırlı
olsun! Bu kimse, Allahû Teâlanın peygamberidir. Hemen git, O'na tâbi ol! Sen,
O'na tâbi olacak, İslâm dînine girecek ve O'nunla birlikte bulunacaksın. O da seni, rü'yâda
gördüğün üzere Cehenneme
girmekten koruyacaktır. Baban ise Cehennemde kalacaktır!"
Hâlid bin Said,
rüyasının etkisinden kurtulamamıştı. Vakit kaybetmeden hemen, Ecyâd denilen
yerde bulunan Peygamber efendimizin yanına gitti. Onun huzuruna varıp dedi ki:
Yâ Muhammed! Sen,
insanları neye da'vet ediyorsun? Peygamberimiz cevaben şöyle buyurdu:
"Ben, insanı, eşi ve benzeri olmayan tek Allah'a
ve benim de O'mın kulu ve peygamberi olduğuma inanmaya ve işitmeyen, görmeyen,
hiçbir zarar ve fayda vermeyen, kendisine tapınanları da, tapınmayanlan da bilinemeyen
birtakım taş parçalarına tapınmaktan vazgeçmeye davet ediyorum."
Bunun üzerine, Hâlid
bin Said hemen, "Ben de şehâdet ederim ki, Allah'tan başka tapılacak ilâh
yoktur ve yine şehâdet ederim ki, Sen Allahü Teâlânın peygamberisin!"
diyerek Müslüman oldu.
Onun Müslüman olması
Peygamberimizi çok sevindirdi. Hanımı Ümeyye'ye de gelip îslâmiyeti anlattı. O
da hemen severek Müslüman oldu.
Hz. Hâlid bin Said,
kardeşlerinin de Müslüman olmaları için da'vette bulundu. Kardeşi Amr bin Sa'îd
de, Müslüman olmuştu.
Şiddetli bir İslâm
düşmanı olan babası Ebû Uhayha, Hâlid bin Said'in Müslüman olduğunu öğrenip,
Mekke'nin tenhâ bir yerinde namaz kıldığını haber alınca, çocuklarından
Müslüman olmayanları gönderip onu huzuruna getirtti. Ona yeni girdiği dinden
ayrılmasını söyledi. Azarlayıp dövmeye başladı. Sonra dedi ki:
"Sen Muhammed'e
mi tâbi oldun? Halbuki sen, Onun kavmine aykırı hareket ettiğini ve getirdiği
şeyle onların putlarını ve geçmiş atalarını ayıpladığını görüyorsun!"
Hâlid bin Said de dedi
ki:
"Allaha yemîn
ederim ki, Muhammed aleyhisselâm doğru söylüyor. Ona tâbi oldum. Ölürüm de
onun dîninden dönmem!"
Bunun üzerine babası
Ebû Uhayha'nın kızgınlığı daha çok arttı. Sopa, başında kınlıncaya kadar vurdu
ve sonra bağırdı:
"Ey zelil yaramaz
oğlum! İstediğin git! Yemîn olsun ki, sana ekmek
vermeyeceğim!" Hz.
Hâlid cevap verdi:
"Sen benim
nafakamı keser Allahû Teâla da, elbette
bana geçineceğim rızkımı ihsan eder."
Bunun üzerine, babası,
Hz. Hâlid'i evinden çıkarttı ve diğer çocuklarına da dedi ki:
"Eğer sizden
biriniz, onunla konuşacak olursa, ona yapmadığım şeyi
yaparım."
Sonra, Hz. Hâlid'i
tutup evinin mahzenine hapsettirdi. Üç gün onu Mekke'nin sıcağında aç ve susuz bıraktırdı. Hz. Hâlid
bin Sa'îd bir kolayını bulup, babasının elinden kurtuldu. Mekke'nin kenarında
bir yerde gizlendi. Peygamberimizin yanından ayrılmadı.
Mekkeli müşriklerin,
Müslümanlara zulüm ve işkenceleri her gün artıyordu. Bitmek, tükenmek bilmeyen bu
eziyetleri, dayanılmaz hâle gelince, Rasûlullah efendimiz, Müslümanların
Habeşistan'a hicret etmelerine izin verdi. Orada rahat edebileceklerdi.
Hâlid bin Sa'îd hanımı
ile birlikte hicrete çıkacakları sırada, babası çok hastalandı. Yatağa düştü.
Bu hâlinde bile, Bu hastalığımdan kurtulup ayağa kalkarsam, Mekke'de bir tek
kimse putlardan başkasına ibâdet edemiyecektir" diyordu.
Hz. Hâlid, babasının,
hak dîne olan bu düşmanlığının sona ermesi için, "Ey Allahım! Onu yataktan
kaldırma!" diye duâ etti. Nitekim bu hastalıktan ayağa kalkamadan öldü.
Habeşistan'a hicret
için, ilk olarak Mekke'den çıkan Hâlid bin Sa'îd ve hanımı oldu. Kendisi ile
beraber Kureşli Müslümanlardan bir grup da Habeşistan'a hareket etti. On
seneden fazla orada kaldı. Oğlu Sa'îd ve kızı Ümmü Hâlid orada doğup büyüdü.
Hâlid bin Sa'îd,
kardeşi Amr bin Sa'îd ve Hz. Ca'fer bin Ebî Tâlib ile beraber, Habeşistan'dan
Rasûlullahın yanına Medîne'ye geldi. Hicretin altıncı yılına rastlayan bu
dönüşte, Hayber'in fethi gerçekleşmişti. Ganimetlerinden bir hisse de Hz.
Hâlid'e ayrıldı.
Bundan sonra Hâlid bin
Sa'îd önce Umretül-kazaya, sonra sırası ile Mekke'nin fethine, Huneyn harbine,
Tâif ve Tebük seferlerine ve bunların yanında, ba'zı küçük seriyyelere iştirak
etti. Fakat Bedir ve Uhud harblerine katılmadığı için çok üzgündü. Bu
üzüntüsünü, bir ara Resûlullah efendimize açıkladığında, Peygamberimiz ona:
Üzülecek bir durum
yok! Başkaları bir hicret etti. Fakat siz, iki hicrete katılmış oldunuz,
buyurarak, gönlünü aldı.
Hz. Hâlid bin Saîd,
ilk Müslümanlardan olmak şerefinin yanında, Resûlullahın kâtiplik hizmetini de
yapmıştır. Kızı Ümmü Hâlid de, Hz. Hadice, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, Hz. Zeyd bin
Harise ve Sa'd bin Ebî Vakkâs'tan sonra altıncı Müslüman olduğunu
bildirmektedir.
Hz. Hâlid bin Said,
Medîne-i münevvereye döndükten sonra, Resûl-i ekrem efendimiz yazışma ve
mektuplaşma işlerini ona verdi. Ashâb-ı kiramın içinde okuma-yazma bilenlerden
biriydi. Mekke'de iken de bu işleri, o yürütürdü. O, yazılacak çeşitli
mektupları yazar, gönderir ve yabancılarla yapılan görüşmeleri kaydeder ve buna
benzer her türlü işleri yerine getirirdi. Rasûlullahın özel kalem müdürü
vazifesini îfa ediyordu.
Hicretin dokuzuncu
senesinde Tâif'te oturan Benî Sakif'ten gelen heyetle, Resûlüllah efendimiz
arasındaki yazışma işlerini ve sulh antlaşmasını Hâlid bin Sa'îd kaleme
almıştı.
Hz. Hâlid'in
Müslümanlığı kabulünden ve Habeşistan'dan Medine'ye gelerek orada ikâmetinden
sonra, onu zekât memuru, sonra da vali olarak tâyin etti.
Hz. Hâlid Yemen'deki
görevine, Rasûlullahın vefatına kadar devam etti. Hz. Ebû Bekir'in
halifeliğinin ilk yıllarında, İslâmiyetten ayrılan ve "Namaz kılarız,
fakat zekât vermeyiz" diyenlerle yapılan muharebelere katılarak
mürtecilerin, bozguncuların bastırılmasında vazife aldı.
Bu temizlik harekâtı
tamamlandıktan sonra, İslâm ordusu şam taraflarına sevkedildi. Bizans ile
Yermük'te çetin savaşlar yapıldı. 46.000 kişilik İslâm ordusunun karşısında
240.000 kişilik Rum ordusu vardı. 100.000 düşman askeri öldürüldü; 3.000
Müslüman şehid oldu.
Bu arada halîfe, Hz.
Hâlid bin Sa'îd'e, ordunun bir kısmının kumandanlığını verdi. Askerlerin harbe
hazırlanması ve ihtiyaçlarının giderilmesi ona aitti. Hz. Hâlid, yardımcı
kuvvetlerin kumandanı olarak Filistin'de Remle şehrine yakın Ecnadeyn
taraflarına gönderildi.
Yolda, askerleri
arasında bazı ihtilaflar başgösterdi. Tam bu sırada, Bizans kumandanı Mahân da,
ordusu ile Hz. Hâlid'e karşı taarruza geçti. Hâlid bu taarruzu geri püskürttü
ve yardım istedi. İslâm ordusunun tamamı seferberlik hâlinde olduğundan, Hz.
İkrime ve Hâlid bin Velîd derhal Hz. Hâlid'e yardıma geldiler.
Bizans ordusu üzerine
tekrar hücum edildi ve Şam'a kadar sürüldü. Şam ile Vakusa arasında ordusunu
düzenleyen Bizans kumandanı Mahân, Hz. Hâlid bin Sa'îd kumandasındaki İslâm
ordusu üzerine tekrar saldırdı. Yapılan savaşta, Hz. Hâlid'in oğlu Sa'îd bin
Hâlid şehîd oldu.
Tam bu sırada İkrime
bin Ebû Cehil’in kuvvetleri yardıma geldi. Bizans komutanı Mahân kaçtı. Hâlid
bin Sa'îd, ordusunu Zü'l-Merre'ye getirerek orada konakladılar. Ayrıca durumu,
Medine'de bulunan halîfeye bildirdi.
İslâm ordusu ile
Bizans Rum ordusu arasında şiddetli çarpışmalar oldu. Bu muharebelerde Müslüman
kadınlar da harp etti. Başkumandan Hz. Hâlid bin Velîd ile bir kolun komutanı Hz.
İkrime'nin şaşılacak kahramanlıkları görüldü. Hz. Hâlid bin Sa'îd de, büyük bir
cesaret örneği göstererek kahramanca dövüştü. Ordunun diğer askerleri, onun bu
hâlini görünce, kendilerine bir canlılık ve cesaret geldi.
Şam şehrinin
alınmasında ve Fihl muharebesinde canını ortaya koyarak kahramanca çarpışan Hz.
Hâlid bin Sa'îd, 635 yılında İslâm orduları ile birlikte Merc-i Safer denilen
yere geldi. Ertesi gün, düşman üzerine saldırıya geçildi. Hâlid bin Sa'îd hemen
ön sallara geçerek dövüşmeye başladı. Düşman askerinden birisi, kendisi ile
yeke yek dövüşecek bir er istedi.
Hâlid hemen oraya
çıkıp vuruşmaya başladı. Burada kendisi şehîd oldu. Kocasının şehid edildiğini
gören bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm, hiç feryat ve figân etmeyerek, eline
aldığı bir kılıçla düşman üzerine yürüdü. Kahramanca vuruşmaya başladı. Onun
bu hâlini gören İslâm askerleri büyük bir şevk ve arzu ile saldırıya geçtiler.
Bizanslıları kılıçtan geçirmeye başladılar. Bu arada Ümmü Hakîm de bir kâfir
askerini öldürmüştü.[110]
Allah yolunda kiminin
imtihanı barış olur, kiminin de savaş olur. Sahabeler, hem barış ve hem savaş
imtihanını vermişlerdir. Elbetteki Allah yolunda sıvışanlar ile savaşanlar
hiçbir zaman bir olmazlar. Sahabelerden İslâm ümmetine Allah yolunda sıvışmak
değil, fiilen savaşmak miras
kaldı.
Sahabelerin
oluşturdukları aile, bir cihad ailesiydi. Sahabelerin eşleri onların aynı
zamanda Allah yolundaki silah arkadaşlarıydı. Dikkat edilirse, Hz. Hâlid bin
Sa'îd (R.a.)'in şehadetinden hemen sonra bir günlük evli hanımı Ümmü Hakîm
(R.anha), eline aldığı bir kılıçla düşmanın üzerine yürümüştür. Bunun anlamı; İslâmî ailede cihad
kesintiyi kabul etmeyen ve mekruh hiçbir vakti olmayan bir ibadettir. Allah
yolunda cihad etmede mü'min erkek ile mü'min kadın birbirlerinin yardımcılarıdır.
Dolayısıyla aile ocağını, bir cihad ocağı haline getirmek, sahabe fıkhındandır.
Sahabeler topluluğu,
Allah yolunda canlarını cihada adamışlar topluluğudur. Allah yolunda imanımız
kadar haklı ve cihadımız kadar da canlıyız.
Hz. Peygamber'in
amcası, şehidlerin efendisi. Künyesi; Ebn Ya'la veya Ebû Ammâre; Lakabı;
Esedullah (Allah'ın Aslanı)dır. Babası Abdulmuttalib, annesi Hâle'dir. Hz.
Hamza, Peygamberimizin amcalarının en küçüğüdür. Doğumundan bir kaç gün sonra,
Peygamberimizi emziren Ebû Lebeb'in cariyesi Süveybe daha önceleri Hz. Hamza'yı
da emzirmiş olduğundan, Hamza Peygamberimizin süt kardeşi idi.
Hz. Hamza, orta boylu,
güçlü kuvvetli, heybetli, onurlu bir sahabedir. Hz. Hamza (R.a) iyi bir avcı,
keskin nişancı, Kureyş'in en şereflilerindendir. Mazlumlara yardım etmeyi seven
cesur bir savaşçıydı. Av dönüşü evine gitmeden Kabe'yi tavaf edecek kadar
kutsal kabul ettiği değerlere saygılı, karşılaştığı şahıslara selâm verip
sohbet etmesini seven mürüvvetli bir insandı. Onun gençlik dönemine ait
bilgilerimiz yok denecek kadar azdır.[111]
Peygamberimiz yakınlarına İslâm'ı tebliğ etmiş olmasına rağmen, Hz. Hamza
henüz müslüman olmamıştı. Ebû Cehil'in Peygamberimize yaptığı bir hakaret
sonucunda müslüman olmuştur. Peygamberimiz bir gün Safa tepesinde iken Ebû
Cehil ve arkadaşları onun yanma gelirler. Ebû Cehil Peygamberimize hakaret
eder. Abdullah b. Cüdâ'nın cariyesi bu olayı seyredir av dönüşü Kabe'ye
uğramayı âdet edinen Hz. Hamza'ya anlatır. Hz. Hamza, eve gitmeden Ebû Cehil'in
yanına uğrayarak elindeki yayı Ebû Cehil'in kafasına çalar, başını yaralar ve
hakaret eder. Bir gün sonra da Allah Rasûlünün yanına giderek (Bi'set'ten iki
yıl sonra) müslüman olur.
Hz. Hamza'nın müslüman
olması Peygamberimizi çok sevindirmiştir. Onun İslâm'a girmesiyle müslümanlar
güçlendi. Müşrikler rahatsız oldular. Mekke müşrikleri, hicretten sonra da
rahat durmadılar. Peygamberimizin ve müslümanların Medine'den çıkarılması için
Abdullah b. Ub Hazreç ve Evs kabilesi müşrikleriyle ilişki kurdular.
Müslümanların hac
yollarını da kapadılar. Müşriklerin gözlerini korkutmak, Şam ticaret yollarını
keserek onları sıkıntıya düşürmek gerekiyordu. Peygamberimiz bu amaçla Hz.
Hamza'yı Sifu'l-Bahr'a gönderdi.
Otuz kişilik bir
kuvvetle Hz. Hamza belirtilen yere vardı. Müşriklerin kervanı Sifu'l-Bahra
gelmişti. Kervanda Ebû Cehil de bulunuyordu. Üçyüz kişilik bir kuvvetleri
vardı. Hz. Hamza, müşriklerle çarpışmak istiyordu. Yanında bulunan müslümanlar
da aynı duyguyu yaşıyorlardı. Henüz müşrik olan Mecdi b. Amr b. Cühenî bu iki
grubun arasına girdi. Hem müslümanlarla hem de müşriklerle görüştü. Sonunda iki
tarafı çarpışmaktan vazgeçirdi.
Bundan Sonra Hz.
Hamza'yı Bedir savaşında görüyoruz. Bedir savaşında Utbe, Velid, Şeybe meydana
çıktılar. Çarpışmak için er dilediler. Hz. Hamza, Şeybe ile çarpıştı. Bir
hamlede Şeybe'yi öldürdü. Daha sonra Utbe'yi ve Tuayma b. Adiyy'i öldürdü. Hz.
Hamza, Bedir savaşında kahramanca savaştı. Allah ve Rasûlünün hoşnutluğunu
kazandı. Bedir savaşında Hz. Hamza (R.a)'nın etkinliği ileri boyutlara ulaştı
ve müşriklere karşı amansız bir savaş verdi.
Hârisû't-Temîmî, Hz.
Hamza'nın Bedir'deki durumunu anlatan bir rivayetinde şöyle diyor: "Hamza
b. Apdülmuttalib (R.a)'in, Bedir savaşında üzerinde, deve kuşu olan kim"
diye sordu. "Hamza b. Abdulmuttalib" diye cevap verildi. O müşrik:
"Ne yaptıysa O bize yaptı" diye mırıldandı.[112]
Hz. Hamza (R.a.),
Bedir Savaşını müteakib Kaynukaoğulları gazvesine katıldı. Peygamber Medine'ye
geldiğinde Yahudilerle anlaşma yapmıştı. Yahudiler, Bedir savaşım
müslümanların kazanmasını hazmedemediler. "Siz savaşın ne demek olduğunu
bilmeyen adamlarla çarpıştınız" dediler. Savaş için fırsat kollamaya
başladılar.
Kaynuka gazvesi 'nin
genel sebebi bir kadına karşı yapılan terbiyesizliktir. Kadıncağız bazı
eşyalarını Kaynuka pazarında sattıktan sonra bir kuyumcuya giriyor. Yahudi
koyumcu, müslüman kadının eteğinin alt kısmını üst kısmına bir dikenle
iğneliyor. Kadıncağız ayağa kalktığında üzeri açılıyor. Utanıyor, sıkılıyor,
feryat ediyor, çevresinden yardım istiyor. Kadının yardımına koşan müslümanlar
Yahudiyi öldürüyor. Yahudiler de müslümanın başına üşüşüyorlar ve onu şehid
ediyorlar. Öldürülen müslümanın akrabaları Peygamberimizden yardım istiyorlar.
Bunun üzerine Peygamberimiz Yahudilerden antlaşmanın yenilenmesini istedi.
Yahudiler Peygamberimizin bu isteğini reddettiler. Bu olay üzerine Peygamberimiz
beyaz sancağını Hz. Hamza'nın eline verip Kaynukaoğularının üzerine gönderdi.
Kaynukaoğulları Yahudileri bekledikleri yardıma kavuşamayınca teslim olmak
zorunda kaldılar.
Bedir savaşı'nın
acısını unutmayan Kureyşliler yeniden savaş için hazırlığa başladılar. Bir yıl
önceki kervanın gelirini savaş için harcamaya karar verdiler. Savaş için
değişik müşrik kabilelerden yardım isteyerek büyük bir kuvvet oluşturdular.Bu
kez de Kureyş'in kadınları da katılacaktı. Bedir Savaşı'nın bozgunla bitmesi
sebebiyle müşrik kadınlar erkeklerini suçluyorlardı. Bedir'in matemini tutarak
erkekleri savaşa teşvik ediyorlardı. Cübeyr b. Mut'i'm'in Vahşi adında Habeşli
bir kölesi vardı. Bu köle harbe (Habeşlilere özgü bir mızrak) atmakta oldukça
maharetli idi. Hz. Hamza, Cübeyr b. Mut'im'in amcası Tuayma b. Adiyy'i Bedir
savaşında öldürmüştü. Cübeyr, amcasının acısını unutmamıştı. Kölesi Vahşi ile
konuştu. Hz. Hamza'yı öldürmesi şartıyla kendisini serbest bırakacağım
bildirdi.
Peygamberimiz,
Medine'nin içinde kalmayı, savunma savaşı yapmayı düşünüyordu. Bedir Savaşı'na
katılmayanlar düşmanla yüz yüze gelmek, Medine dışında savaşmak istiyorlardı.
Peygamberimiz Ashabın bu tavrı karşısında Medine dışında savaşılmasına karar
verdi. Hz. Hamza'da Medine dışında savaşılmasına taraftardı. Hattâ
Peygamberimize "Sana, kitabı indirmiş olan Allah'a yemine eder, and içerim
ki, bu kılıcıma Medine dışında Kureyş müşrikleriyle çarpışmadıkça yemek yemeyeceğim"
demişti. Hz. Hamza Cuma günü oruçlu idi. Cumartesi müşriklerle karşılaştığı
zaman da oruçlu bulunuyordu. Peygamberimiz, sabahleyin "Rüyada, meleklerin, Hamza'yı yıkadıklarını gördüm" diye
buyurdu.
Uhut bölgesine
varıldı, orduya savaş düzeni verildi. Kureyş'in birinci bayraktan Talha b. Ebî
Talha, Hz. Ali tarafından, ikinci bayraktarı Osman b. Ebî Talha da Hz. Hamza
tarafından öldürüldü. Sancaktarların ölmesi Kureyş'i şaşkına çevirdi.
Sarsıldılar, sendelediler. Halid b. Velid'in saldırıları da sonuç vermedi:
Müşrikler, kaçışmaya başladılar. Hz. Hamza 'Uhud günü "Ben Allah'ın
Arslanıyım" diyerek kılıç salladı. Sâfvân, Hz. Hamza'yı savaşırken
görüyor, "Ben, bugüne kadar kavmini öldürmeye
onun kadar hırslı bir kimse daha görmedim
" buyuruyor. Uhud savaşında müşriklerin çoğunu Hz. Hamza öldürmüştür.
Kureyşliler bozguna
uğrayıp kaçmaya başlayınca Peygamberimiz tarafından görevlendirilen okçular
yerlerini bırakmaya başladılar. Birbirlerine "Ne duruyorsunuz? Allah,
düşmanı bozguna uğrattı. Siz de, müşriklerin ordugahına giriniz.
Kardeşlerinizle birlikte ganimet toplayınız" dediler. Diğer bir kısmı bu
teklife itiraz ettiler. "Siz Rasûlüllah'ın: Bizi arkamızdan koruyunuz!
Sakın yerinizden ayrılmayınız! Bizim öldürüldüğümüzü görürseniz de yardımımıza koşmayınız!
Ganimet topladığımızı görürseniz de, bize katılmayınız! Bizi arkamızdan
koruyunuz" buyurduğunu bilmiyor musunuz?" dediler.
Okçular, komutanları
Abdullah b. Cübeyr'i dinlemediler; "ganimetten nasibimizi alacağız"
diyerek yerlerini terkettiler. Abdullah b. Cübeyr'in yanında çok az bir
kuvvetin kaldığını gören Halid b. Velid bu fırsatı değerlendirmek istedi.
Kuvvetlerini bir araya topladı, okçuların üzerine yürüdü. Abdullah b. Cübeyr,
kendilerine doğru bir kuvvetin geldiğini görünce arkadaşlarına dağılmamalarını
söyledi. Müslüman okçular, üzerlerine gelen Kureyş müşriklerini ok yağmuruna
tuttular. Okları bitinceye kadar kahramanca savaştılar. Abdullah b. Cübeyr,
okları bitince mızrağı ile savaştı, daha sonra kılıcını kınından sıyırdı. Şehid
düşünceye kadar çarpıştı. Diğerleri de aynı şekilde savaştılar. Kureyş'in
süvarileri insanlığa yakışmayan bir davranışla Abdullah b. Cübeyr'in karnını
deştiler, bağırsaklarını döktüler. Okçuların yerlerini bırakması, kalan
kısmının şehid edilmesiyle müslümanlar gafil avlandılar. Hem arkadan, hem Önden
kuşatıldılar. Müslümanlar şaşkınlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar.
Haris b. Amr kızı ile
Utbe'nin kızı Hind de Hz. Hamza'yı öldürmesi için Vahşi'yi. teşvik ediyorlardı.
Vahşi, açık dövüşmekten korkuyor, gizli dövüşmeyi tercih ediyordu.Vahşi, Uhud
Savaşındaki durumu şöyle açıklıyor: "Halk arasında Ali'yi aradım. Çok
uyanık, girişken, çevik, çekingen ve etrafına çok bakman bir adamdı. Kendi
kendime: "Benim aradığım adam bu değildir" dedim. O sırada Hamza'yı
gördüm. Halkı kasıp kavuruyor, kesip biçiyordu. Fırsat kollamak için kayanın
arkasına gizlendim. Bir ara Şiba'b. Ümmü Emmâr "Var mı benle çarpışacak
bir yiğit' diyerek meydan okuyordu. Hamza ona: "Allah ve Rasûlüne sen
misin meydan okuyan' dedi. Göz
açtırmadan, bacaklarından vurdu yere serdi. Sel suları arklarına eriştiği
sırada ayağı kayıp düşünce mızrağımı fırlatıp attım; böğründen vurdum."
Hz. Hamza'yı Şehid eden Vahşi daha sonra bir kenara çekilir. Hind üzerindeki
takılarını çıkarır Vahşi'ye verir. Hz. Hamza'nın yanına gelen Hind, onun
burnunu, kulaklarını keser, cesedine işkence yapar, hatta ciğerini bile
çiğneyerek parçalar.
Vahşi müslüman oluşunu
anlatırken: "Mekke'nin fethinden sonra Mekke'ye gelerek Rasûl-i Ekremi
gördüm. Bana dedi ki:
"Sen Vahşi misin?" Ben cevap verdim:
"Evet"
"Hamza'yı sen mi öldürdün?" buyurdular.
"Öyle oldu"
dedim. Bunun üzerine Allah Rasûlü buyururdular ki:
"Bana yüzünü göstermemen mümkün mü?" "Ben de çıkıp gittim. Rasûlüllah'ın vefatından
sonra yalancı peygamber Müseyleme ortaya çıktı. Belki bu herifi öldürürüm de
günahımı öderim, diye düşündüm. Müslümanlarla birlikte Yemâme 'ye gittim ve
bildiğiniz gibi Müseyleme'yi öldürdüm.[113]
Allah Rasûlünün Hz.
Hamza'ya derin bir sevgisi vardı. Bu sevgiden dolayı elinde olmayarak
"Vahşi"ye karşı olumsuz bir tutum içinde olmaktan da çekiniyordu. Bu
sebeple de Vahşi'yi görmek istememişti. Peygamberimiz, Hz. Hamza'nın şehit
olduğunu öğrenince onun başı ucuna gelir ve dua eder. Hz. Hamza, kız kardeşi
Safıyye'nin getirdiği bir hırka ile kefenlendi. Peygamberimiz, amcası Hamza'nın
cenaze namazım kıldırdı. Hz. Hamza, Uhud'a defnedildi. Hz. Peygamber'den iki
veya dört yaş büyük olan Hamza, öldürüldüğünde elli yedi yaşında idi. Hz.
Peygamber (sav) öldürülen her şehid ile beraber Hamza'nın namazım tekrarlamış;
o gün yetmiş iki defa onun cenaze namazını kıldırmıştır. Hz. Peygamber (sav)'in
ilk cenaze namazı kıldığı şehidin de Hz. Hamza olduğu söylenmiştir. Hz.
Hamza'nın eşi, çocukları Medine'de olmadığı için şehâdetine ağlanmamış bunu
gören Hz. Peygamber "Hamza'nın niye
ağlayanları yok" buyurmuştur. Bunu duyan Ensâr önce Hamza için sonra
kendi şehidleri için ağlamaya başlıyorlar. Tarihçi Vâkıdî [114]
benim zamanıma kadar bu adet devam etmekteydi diye naklediyor.[115]
Hz. Hamza, bir gün
Peygamber Efendimize gelerek Cebrail (a.s)'ı asli yapısıyla görmek istediğini
bildirdi. Peygamberimiz, Hz. Hamza'ya
"O'nu görmeye dayanabilir misin?" diye
sordu. Hz. Hamza,
"Evet, dayanabilirim" diye cevap verdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz
"Otur, öyleyse" buyurdular.
Cebrail (a.s.)
müşriklerin Kabe'yi tavaf edecekleri zaman elbiselerini üzerine koymakta
oldukları kütüğe indi. Peygamberimiz Hz. Hamza'ya "Kaldır gözünü, bak" dedi. Hz. Hamza bakıp, Cebrail'in
zebercede yeşil cevhere benzeyen ayaklarını görünce bayıldı. Arkasının üzerine
düştü. Bu olayı İbn Sa'd Tâbakat'ında anlatmaktadır. Hz. Hamza Peygamber
(sav)'den şu hadisi rivayet etmiştir:
"Şu duayı hiç bırakmayın; "Allah'ım senin
İsm-i Azamin ve rıdvan-ı ekber'in ile senden isterim."[116]
Bir ordunun başında
Peygamber (sav) de bulunsa emredilene uyulmuyorsa, disipline riayet
edilmiyorsa, o ordu mağlup olmaya mahkûmdur. İşte Uhud savaşında okçuların
emredilen yerde durmayıp ayrılmaları, müslümanların uhud savaşında zafersız
çıkmalarına sebeb olmuştur.
Müslümanların davası,
sevgi ve merhamet davasıdır. Bu davada iman söz konusu oldu mu düşmanlıklar
sona erer. İslâm'da iman edene düşmanlık edilemez. Böyle olmasaydı Rasûlüllah
(sav) amcası Hz. Hamza (R.a.)'i feci bir şekilde şehid eden Vahşi'yi affetmezdi.
İslâm imam, sevgi ve affın başıdır. O olmadan sevgi ve af da olmaz.
Hanzala Bedir
gazasında bulundu. O zaman henüz bekârdı. Bedir gazasından bir müddet sonra
Abdullah bin Übey'in kızı Cemile ile nikahlandı. Ertesi gün de Uhud'da Kureyş
müşrikleriyie çarpışılacaktı.
Hanzala geceyi
Medine'de hanımının yanında geçirmek için Rasûlullah'tan izin istedi.
Peygamberimiz de müsaade buyurdu. Hanımı Cemile ile o gece beraber kaldı.
Cumartesi günü sabahleyin Uhud'a yetişmek için, telâştan gusletmeyi unutup çok
acele yola çıktı.
Yola çıkacağı sırada,
hanımı Cemîle, orada bulunan kavminden dört kişiyi çağırdı ve Hanzala ile
evlendiklerini söyleyip, onları şâhid tuttu. Oradaki dört şâhid sordular:
"Buna ne lüzum
vardı?"
Cemîle dedi ki:
"Rü'yâmda semânın
açıldığını ve Hanzala
içeri girdikten sonra kapandığını gördüm."
Peygamberimiz Uhud'da
harp için safları düzeltirken Hanzala yetişti ve Ashâb-ı Kiram arasına karıştı.
Hz. Hanzala diğer sahabeler gibi cansiperane müşriklerin üzerine atıldı.
Şehidlik mertebesine kavuşmak için durmadan savaştı. Daha sonra müşrikler
bozuldular, dağılıp kaçmaya başladılar.
Hz. Hanzala, Ebû
Süfyân'm önünü kesti. Üzerine hücum etti. Ebû Süfyân yere düştü. Korkudan ne
yapacağını şaşıran Ebû Süfyân;
Ey Kureyş, ben Ebû
Süfyân'ım! Hanzala beni öldürecek, yetişin, diye sesi çıktığı kadar bağırmaya
başladı.
Müşriklerden
birçokları Ebû Süfyân'ın sesini işittikleri halde, kendi canlarının derdine
düştüklerinden hiç aldırış eden olmadı. Fakat Şeddâd bin Esved, Hz. Hanzala'ya
arkadan yaklaşıp haince, sırtından mızrakladı.
Hanzala mukabele etmek
istedi. Fakat imandan nasibi olmayan bu müşrik, ikinci bir darbe daha vurup,
Hanzala'y1 şehid etti. Hanzala şehîd olunca, Peygamberimiz buyurdu ki:
"Ben Hanzala'yı meleklerin gökle yer arasında,
gümüş bir tepsi içinde, yağmur suyu ile yıkadıklarını gördüm." Ebû Useyd Sa'îd diyor ki:
"Gidip Hanzala'ya
baktım. Başından yağmur suyu akıyordu. Döndüm, bunu Resûhtllaha haber verdim.
Peygamberimiz hanımına haber gönderip bunun sebebini sordu. O da Uhud'a
çıktığı zaman Hanzala'nın cünüb olduğunu bildirdi."
Hz. Hanzala Uhud'a
yetişmek için çok acele edip, yetişememek korkusu kendini kapladığından, acele
ile gusletmeyi unutmuştu. Bundan sonra Hanzala'mn adı Gâsil-ül-Melâike=Melekler
tarafından yıkanmış kimse diye anıldı. Medine'de Ashâb-ı Kiram'in Evs
kabilesinden olanlar, "Melekler tarafından yıkanan Hanzala bizdendir"
diye iftihar ederlerdi.
Hanzala bi'setten
ya'nî Peygamber efendimizin da'vetinden önce de îmân sahibi olup, Allah’ın
birliğine inanır, putlara tapmazdı. Hanîf dîninde idi. Böylece hanımının
rü'yâsı hakikat olup, Uhud savaşında Hz. Hanzala şehîd oldu. Abdullah isminde
bir oğullan oldu. Abdullah bin Hanzala olarak tanınan bu oğlu, Yezid zamanında
şehîd edildi. [117]
Sahabenin lügatında
cihad, ertelenmeyi kabul etmeyen bir ibadettir. Onlar cihada gitmemek içi
mazeretler uydurmuyorlardı. Onlar için cihad bir nimetti. Sahabeler için cihada
gitmek, düğün gününden daha sevimliydi. Onlar, cihadda cennete ulaşmaya
çalışıyorlardı. Cihadda cenneti aramak, bir sahabe sünnetidir. Bunun için
sahabelerin izinde giden mü'minler, hep cihada sevdalı olurlar.
Kâfirlere karşı İslâm
ve Müslümanları şiirleriyle destekleyen, "Rasûlüllah'ın şâiri" diye
bilinen Sahabedir.. Nesebi; Hassan b. Sabit, b. Münzir b. Haram b. Amr b.
Zeyd-i Menât b. Adiyy b. Amr b. Mâlik b. Neccâr b. Sa'lebe b. Amr b. Hazrec;
künyesi, Ebu'l-Velid Ebû Abdurrahman ve Ebu'l-Hasan olarak bilinmektedir.
Ünvânı; Şâir-i Rasûlullah'dır. Babası Sabit, Annesi ise Furay'a bint-i
Hâlid'dir. Soyu, Neccaroğulları kabilesinden gelip Kâhtanî Araplarına ulaşır.
Peygamberimizden yedi veya sekiz yıl önce dünyaya gelen Hassan b. Sabit, yüz
yirmi yaşını geçkin olarak Muaviye döneminde Medine'de vefat etmiştir.[118]
Onun vefatı ile ilgili ayrı ayrı tarihler verilmektedir. [119]
Hassan b. Sabit,
müslüman olmadan önce şiirleriyle tanınan ve sevilen şâirlerden olup, bu durum
daha sonra da devam etmiş, Müslüman olduktan sonra da İslâm hakkında şiirler
yazıp söylemeye başlamıştır. O, bulunduğu Gassânî sarayında Yahudi bir din
adamından duyduğu yeni bir peygamberin geleceğine dair sözler üzerine onu
beklemeye koyulmuş, sonuçta Hazrec kabilesinden Medine'de yeni bir Peygamber'in
geldiği haberini duymasıyla müslüman olmuştur. O sırada Hassan b. Sâbit'in,
yaklaşık altmış yaşlarında olduğu söylenmektedir. [120]
Hassan b. Sabit (R.a)
Müslüman olduktan sonra peygamberimizin yanından ayrılmamış, ihtiyarlığına
rağmen İbn Abbas'a göre bizzat Peygamberimizin gazvelerine katılmıştır. Bedir
savaşında yaşlılık ve bedenen zayıflık sebebiyle bulunamamış, ancak yazdığı ve
söylediği şiirleri ile müşrikler üzerinde büyük tesir yaparak müslümanları
cihada teşvik etmiştir. Rasûlüllah, Hassan b. Sâbit'in müşriklere karşı
söylediği şiirler hakkında "Hassan'ın
beyitleri düşmana ok darbesinden daha etkilidir" buyurmuştur. [121]
İslamî mücadelede
şiir, bir silah vazifesini görür. Ancak bu silahı herkes kullanamaz. İslamî
mücadelede şiir silahını kullanan, şiiri salih amele dönüştürendir. İşte Hassan
b. Sabit (R.a.)'ın şiiri, salih amel cümlesindendir.
Hassan b. Sabit (R.a)
şiirleriyle; Rasûlüllahı, İslâmiyeti ve müslümanları över, İslâm'ın
yücelmesini ve cihâdı teşvik edici beyitler söylerdi. Ayrıca Kureyş kâfirleri
ve diğer müşriklerin İslâm'a saldırılarına karşı onların yüzkaralarını ortaya
koyucu şiirlerle ağızlarını sustururdu. Hz. Hassan bütün şâirlerin en
üstünlerinden biri kabul etmiştir. [122]
Medine'de
Peygamberimiz Mecsid-i Nebevide Hassan b. Sâbit'e ait bir minber yaptırmış,
gerek ihtiyar olması ve gerekse o dönemin bir geleneği olan şiirin Arab
insanının üzerindeki tesirini gözönüne aldığından İslâmî tebliğin yönünün
sadece kılıçla değil aynı derecede söz ve yazıyla da gerçekleştirilmesinin
önemine dikkat çekmiştir. Bu gün dahi bin dört yüz on yıldır yürütülen bu
yolda; yazılı ve sözlü tebliğin önemi kat kat artarak devam edegelmiştir.
"Ey Hassan, müşriklerin, kâfirlerin yüz karalarım ortaya koy! Cebrail
seninledir. Ashabım silahla harbettikleri gibi sen de dilinle savaş."[123]
Hassan b. Sabit (R.a),
hayatı boyunca şiir sahasının önde gelen simalarından biri olmuştur. Bedir
savaşından sonra yahudi şair lideri Ka'b b. Eşref savaşta ölen Mekkeli
müşrikler için şiirler söylemişti. Çevrede tesir uyandıran bu şiirlere karşı
Peygamberimiz (sav) de Hassan b. Sâbit'e şiirler yazmasını söylemiş, Hassan b.
Sabit de Yahudi şaire karşı şiirler yazarak onun Mekkeli müşrikler arasında
itibarının sarsılmasına neden olmuştur. Hicretin dokuzuncu yılında Temimoğullan
kabilesinden bir heyet, esirlerini almak üzere Medine'ye gelmişti. Yanlarında
en meşhur hatiblerinden de getirerek İslâm aleyhinde propaganda yapmayı düşünüyorlardı.
Ancak Peygamberimiz Hassan b. Sabit, Utarid adlı müşrik şâirin söylediği şiire
karşı "Kalk bunun konuşmasına karşılık ver" emriyle,
Hassan b. Sabit oradaki müşriklere güzel
bir ders vermiş ve onların meclisten çıkıp gitmelerini sağlamıştır.
Daha sonra Temim
heyetinden Akra b. Habis, kendinden geçerek "Allah'a yemin olsun ki bu Zat'a
(Rasûlüllah'a), bizim bilmediğimiz bir yardım gelmektedir. O muhakkak muvaffak
olur, onun hatibi ve şâiri bizim şâirimizden üstündür" diyerek hayranlık
ve İslâm'ın gücünü itiraf etmiştir. Sonra Akra b. Habis Peygamberimize gelerek
müslüman olmuş ve orada bulunan Temimoğulları da İslâm'ı seçmişti. Bu olaya
sebep olan Hassan b. Sâbit'in, şu mealde bir şiir söylediği kaydedilmektedir:
"Fihr ve kardeşlerimin önde gelen kişileri, insanlara uyacakları bir adeti
açıkladılar. Kalbinde Allah'a karşı tavka duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı
işleyenler bu adeti memnuniyetle kabul ederler. Çok iffetlidirler. Onların
iffeti hakkında vahy nazil oldu. Hiç bir pisliğe bulaşmayan müslümanlardır.
Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez
Arzular ve taraftarlar farklılık gösterdikleri zaman sen Rasûlullah'ın
kendilerine taraftar olduğu kavme ikramda bulun onlar bütün kabilelerin en
faziletlisidirler; ister ciddi olarak konuşsunlar isterse alay etsinler bu
hüküm değişmez.[124]
Aynı dönemde Abdullah b. Revâha ve Ka'b b. Mâlik de İslâm'ın yüceliği için
şiirler söylüyorlardı.
Hassan b. Sabit (R.a),
Peygamberimizin vefatıyla ruhî bir çöküntü içerisine girmiş ve üzüntüsünden
gözleri görmez olmuştur. Uzun mersiyeler söyleyerek Peygamberimizin arkasından
yas tutmuştur. Şiirlerinin birinde "Rasûlüllah'ın pak alnı karanlık içinde
göründüğü zaman ortalığa nur saçan, karanlığı aydınlatan çerağ gibi
görünür" demişti. Daha sonraları böyle bir hal .içinde uzun bir hayat
yaşayan Hassan b. Sabit, M. 862 yılında vefat etmiştir. Peygamberimizin
"Muhakkak ki Allahû Teâla, Rasûlünü övmek ve müdafaa etmek hususunda
Hassân'ı Cebrail (a.s)'la takviye etmektedir" hadisi onun tek tesellisi
olmuştur.[125] Hassan b. Sâbit'in
Peygamberimiz hakkında "Sizden iyisini gözlerim görmedi asla, sizden
güzelini doğurmadı hiçbir ana, her ayıp ve kusurdan pak yaratıldınız, sanki
dilediğimiz gibi yaratıldı mı?"[126]
sözleri de "şâirlere sapıklar uyar.
Onların her sahaya
dalıp çıktıklarını ve yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmez misin? Ancak
imân edip sâlih amel işleyenler Allah'ı çok zikredenler ve haksızlığa
uğratıldıktan sonra haklarını alanlar böyle değildir. O zâlimler, yakında nasıl
bir inkılapla yıkılacaklarını bileceklerdir"[127] âyetlerinde geçen "Sâlih amel işleyen" şair
kullar arasında olduğunu göstermektedir.
Zalimleri yutacak olan
inkılâbı öven mersiyeleri, şiirleri, salih amele dönüştüren şairler yazarlar,
sahâbei kirâm'ın izinde gidenlerdir. Sahabe nesli, maddi ve manevi her türlü
imkânı küfrü mahkûm, İslâm'ı ise hakim kılmak için kullanmıştır.
İmkânları olduğu halde
İslâm düşmanlarına karşı cihaddan geri kalanlar, nifak alameti taşıyanlardır.
Sahabe nesli, sahib olduğu her imkânı Allah'ın dinini hayata hakim kılmak için
kullanmıştır.
Hz. Hâtib, genç
yaşında Yemen'den Mekke-i Mükerreme'ye gelmiştir. Buraya yerleşen Hz. Hâtib,
burada evlenmiş ve birçok çocuğu olmuştur.
Hâtib bin Ebî Beltea,
Müslüman olmadan önce, şairliği ile meşhurdu. İyi bir süvari idi. Hicretten
önce Müslüman olmakla şereflenmiş olup, bunun kesin tarihi bilinmemektedir.
Mekkeli Müslümanlarla birlikte, Peygamber efendimizin hicretinden önce
Medine'ye hicret etmiştir. Medine'de bir süre Ensardan Münzir bin Muhammed'in
evinde misafir kalmıştır. Resûlüllah efendimiz, onu Ensardan Hâlid bin Râhile
ile kardeş yapmıştı. Hâtib bin Ebî Beltea hazretlerinin, imanı kuvvetli ve
Rasûlül-laha olan sevgisi ve teslimiyeti tamdı. Bedir, Uhud, Hendek harblerinde
ve Bey'at-ı Rıdvan ve Hudeybiye'de bulundu.
Bedir savaşı,
Müslümanlar ile müşrikler arasında yapılan ilk harptı. Bu harbe katılan Ashâb-ı
Kiramın gösterdikleri cesaret, sabır, fedakârlık ve Rasûlüllaha olan
bağlılıklarından dolayı, Allahû Teâla, Bedir harbine Katılan 313 Sahabenin,
Cennette kavuşacakları haber vermiştir. Hâtib bin kbı Beltea hazretleri de bu
müjdeye kavuşanlardandır.
Peygamber efendimiz,
1400 kadar Ashabı ile hac niyetiyle Medine'den yola çıkmıştı. Hz. Hâtib da
bunlar arasındaydı. Bunu haber alan Mekkeli müşrikler, onları Mekke'ye
sokmamaya karar verdiler.
Elçi olarak gönderilen
Hz. Osman'dan bir haber gelmeyince, buradaki canlarını feda ederek Rasûlullahi
koruyacaklarına söz vermişlerdi. "Bey'at-i Rıdvan" adı
verilen bu hâdiseyi, Allahû Teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde, Fetih sûresi 18. âyet-i
kerîmesinde haber vererek, onlardan razı olduğunu bildirmiştir. Bu âyet-i
kerîmede meâlen buyuruldu ki:
"Ağaç altında sana bey'at eden, emirlerini
kayıtsız şartsız yapmaya söz veren mü'minlerden Allahû Teâla razıdır ve onlara
sekine (kalblerine kuvvet) veriyor ve sana olan sevgilerini, Sıdk ve ihlâsı
biliyor ve onları yakın bir feth ve zafer ile sevâblandıracağım
müjdeliyor."
Câbir bin Abdullah'ın
bildirdiği hadis-i şerifte de Rasûlullah efendimiz buyurdu ki:
"Ağaç altında benimle sözleşenlerden hiçbiri
Cehenneme girmez!"
Hâtib bin Ebî Beltea
hazretleri, hicretin yedinci senesinde Hayber gazasında, Yahudilere karşı büyük
bir cesaretle, kahramanca savaşan ve kalelerini muhasara eden süvarilerden
biriydi. O, kuvvetli bir hitabete ve ikna edici bir konuşma kabiliyetine
sahipti.
Sözleri, çok
tesirliydi. Dinleyenleri mest ediyor, etkisi altında bırakıyordu. Sureti,
görünüşü çok güzeldi. Güler yüzlü, tatlı dilliydi. İyi bir şâirdi.
Rasûlullah efendimiz,
hicretin altıncı yılında, Mekkeli müşriklerle bir sulh antlaşması yaptıktan
sonra, Medine civarında bulunan altı hükümdara mektup göndererek, onları İslâm
dinine davet etmişti.
Her bir hükümdara
gönderdiği elçiler, Ashabının en seçkinleri olup, suretleri ve sözleri en güzel
olanlarıydı.
Peygamber efendimiz,
Hâtib bin Ebî Beltea'yı Mısır kralı Mukavkis'a
göndermişti. Peygamber
efendimiz, onu göndermeden önce sordular:
"Ey Ashabım! Mükâfatım Allahû Teâla'dan beklemek
üzere, şu mektubu, Mısır hükümdarına kim götürür? "
Bunun üzerine Hz.
Hâtib, hemen yerinden fırlayıp, ayağa kalktı ve Peygamberimize dedi ki:
"Yâ Rasûlallah!
Ben götürürüm!"
Bunun üzerine
Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
"Ey Hâtib! Bu vazifeni, Allahû Teâlâ senin
hakkında mübarek eylesin!"
Hâtib bin Ebî Beltea
hazretleri, mektubu Peygamberimizden aldı. Veda edip, evine gitti. Yol için
hayvanını hazırladı. Ailesi ile de vedâlaştıktan sonra yola çıktı. Önce Mısır'a
vardı. Mukavkis'i orada bulamayınca, İskenderiye'ye gitti. Orada hükümdarın
sarayını buldu. Kapıcı, içeriye almadan önce, maksadını öğrendi. Kapıcı Hz.
Hâtib'a çok hürmet etti. Onu hiç bekletmedi. Mukavkis, o sırada adamlarıyla bir
meclis kurmuş bulunuyordu.
Hz. Hâtib, Mukavkis'in
toplantı hâlinde olduğu yere yaklaştı. Peygamberimizin mektubunu eline alıp,
ona gösterdi. Mukavkis, mektubu görünce, Hâtib bin Ebî Beltea'yı yanına getirmelerini
adamlarına emretti. Huzuruna varınca, Mukavkis, Peygamberimizin mektubunu Hz.
Hâtib'den aldı. Mektupta şöyle yazıyordu:
Bismillâhirrahmânirrahîm,
Allanın kulu ve Rasûlü Muhammed'den Kibt'in[128]
büyüğü Mukavkis'a, Allahû Teâla'nın
hidâyetine tabi olana selâm olsun. Bundan sonra; ben seni İslama davet ederim.
Müslüman ol ki, selâmet bulasın!
Allahû Teâlâ sana iki
kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen, bütün Kibt'in vebali senin üzerinedir.
Ey kitap ehli, sizin ve
bizim aramızda bir olan söze gelin! Allahû Teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim
ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım! Allahû teâlâyı bırakıp bâzılarımız
bâzılarını Rab edinmesinler! Eğer bu sözden yüz çevirirlerse, "Şâhid
olunuz, biz Müslümamz!" deyiniz!
Peygamberimizin
mektubu okununca, Mukavkis, Hâtib hazretlerine, "Hayırlısı olsun!"
dedi.
Mısır hükümdarı
Mukavkis, kumandanlarını, devlet adamlarını toplayıp, Hâtib ile aralarında, şu
konuşmalar geçti:
"Ben, anlamak
istediğim bâzı şeyleri sana soracak, bu hususta seninle konuşacağım."
"Buyur,
konuşalım! "
"Sizi gönderen
zat, gerçekten bir Peygamber ise, kendisini öz yurdundan çıkarıp, başka bir
yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin beddua etmedi?"
"Sen, İsa bin
Meryem'in bir Peygamber olduğuna inanıyorsun, değil
mi?"
"O, kavmi
kendisini yakalayıp, öldürmek istediğinde, buna rağmen onlara beddua etmedi ve
Cenâb-ı Hak, onu, dünya semâsına kaldırdı. Mükâfatlandırdı."
"Halbuki, o,
kavminin helak edilmesi için Allahû Teâlaya duâ etse olmaz mıydı? "
Hâtib'in bu cevabı
üzerine, Mukavkis söyleyecek söz bulamadı ve bu sözü üç defa tekrarlattı ve
sonunda dedi ki:
Çok güzel cevap
verdin. Gerçekten sen, hikmet sahibi bir zatın yanından gelen hakîm bir
kimsesin.
Hz. Hâtib Hz. Mûsâ
zamanındaki Firavun'u kasdederek Mukavkis'a dedi ki:
"Senden önce,
burada bir hükümdar vardı. O, halkına karşı, "En büyük ilâh benim!"
diyerek Rab olduğunu iddia etmişti. Allahû Teâlâ da, onu dünya ve âhiret
azaplarıyla cezalandırarak ondan intikam aldı. Sen ise, senden başkasından
ibret al da, başkasına ibret olma! "
Bizim için bir din
vardır. Biz bu dînimizi, ondan daha hayırlısı olmadıkça bırakmayız!
Senin bağlı olduğun ve
daha hayırlısı olmadıkça bırakmayacağını söylediğin dininden daha hayırlı olan
din, hiç şüphesiz İslâmiyettir. Biz seni Allahû Teâlânın bu son dînine,
İslâmiyete davet ediyoruz ki, Allahû Teâlâ dînini onunla tamamlamış, onu
insanlara yeterli kılmıştır.
Dahası da yoktur. Bu
Peygamber, yani Muhammed aleyhisselâm, yalnız seni değil, bütün insanları
davet etti. Bu Peygamber, insanları İslama davet ettiğinde; Kureyş, Ona karşı,
insanların en fazla tepki gösterip kaba davrananı; Yahudiler, en fazla
düşmanlık edenleri; Hıristiyanlar da en yakın olanları oldu.
Yemin ederim ki, Musa
aleyhisselâmın İsa aleyhisselâmı müjdelemesi, ancak, İsa aleyhisselâmm Muhammed aleyhisselâmı müjdelemesi gibidir. Binaenaleyh, bizim seni
Kur'ân-ı Kerime davet etmemiz, senin Yahudileri İncil'e davet etmen gibidir.
Bildiğin gibi, her
Peygamber kendisini anlayıp idrâk edecek bir kavme gönderilmiştir. Ve o kavmin,
bu Peygambere itaat etmesi emredilmiştir. İşte sen de bu Peygambere
yetişenlerden birisisin. Biz seni, Hz. İsa'nin d.a haber verdiği Muhammed
aleyhisselâmm dinine davet ediyoruz.
Hz. Hâtib'in,
kendisini çok açık bir şekilde İslâmiyete davet etmesi üzerine, Mukavkis dedi
ki:
Ben bu Peygamberin
hâline baktım, emirlerinde ve yasaklarında asla akla uygun olmayan birşey
bulamadım. Anladım ki, bu kişi sihirbaz değildir. Kâhin ve yalancı da değildir.
Peygamberlik alâmetlerinden bâzı halleri kendinde buldum.
Gizli olan şeyleri
meydana çıkarmak, bu alâmetlerdendir. Bazı sırlardan haber vermek, bu kişiden
ortaya çıktı. Hele biraz düşüneyim.
Mukavkis, Hz. Hâtib
bin Ebî Beltea'yı Mısır'da 5 gün misafir etti. Çok hürmet edip, ikramlarda bulundu.
Mukavkis, bir gece haber salıp, Hz. Hâtib'i huzuruna çağırarak, Peygamber
efendimiz hakkında birçok sorular daha sordu. Yanlarında, Arapça konuşan
tercümanından başka kimse yoktu. Mukavkis'la aralarında şu konuşmalar geçti:
"Onun hakkında
soracağım şeylere doğru
cevap verir misin? Ashabının arasından seni seçip
gönderdiğini biliyorum. Ben sana üç şey soracağım. "
"İstediğin şeyi
sor! Ben sana ancak doğruyu söyleyeceğim."
"Muhammed,
insanları neye davet ediyor? "
"Yalnız Allahû Teâlâya
ibâdet etmeye davet ediyor. Gece ve gündüzde beş vakit namaz kılmayı emrediyor.
Ramazan orucunu tutmayı, Kabe'ye hac etmeyi, verilen sözde durmayı emrediyor.
Kan ve ölmüş hayvan etini yemekten men ediyor."
"Onun şekil ve
şemâlini, fizikî görünüşünü bana tarif et!"
Hz. Hâtib bin Ebî
Beltea kısaca tarif etti. Birçoğunu saymamıştı.
Bunun üzerine Mukavkis
dedi ki:
"Anlatmadığın
daha bâzı şeyler kaldı. Öyle ki, gözlerinde azıcık kırmızılık, sırtında
Peygamberlik mührü vardır. Kendisi hayvana biner, harmanı (sof)
giyer, hurma ve az etli yemekle geçinir. Amcaları veya amcaoğulları tarafından korunur.
"Bunlar da onun
sıfatıdır. "
"Ben gelecek
bir Peygamber kaldığını biliyordum,
Fakat onun Şam'dan çıkacağını
sanıyordum. Çünkü daha önceki Peygamberler hep oradan çıkmışlardı. Gerçi son
Peygamberin Arabistan'da, sertlik, darlık, yokluk ülkesinden çıkacağım da
kitaplarda görmüştüm."
Allanın kitabında
sıfatlarını yazılı bulduğumuz Peygamberin ortaya çıkma zamanı da, tam bu
zamandır. Biz, onun vasfını; "İki kız kardeşi bir nikâh altında
birleştirmez, hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez., Fakirlerle,
yoksullarla oturur, kalkar" diye de kitapta yazılı
bulmuştuk.
Ona uymak hususunda
Kibtîler beni dinlemezler. Ben saltanatımdan da ayrılamayacağım. Bu hususta çok
cimriyim. O Peygamber, ülkelere hâkim olacak, kendisinden sonra da Sahabeleri,
bu topraklarımıza kadar gelip konacaklar. En sonunda şuradakilere galip
geleceklerdir.
Ben Kibtîlere bundan
ne bir kelime anarım, ne de hiçbir kimseye, bu konuşmamı bildirmek isterim.
Mukavkis, Arapça yazan
kâtibini çağırdı. Peygamberimizin mektubuna şöyle cevap yazdırdı:
"Abdullah'ın oğlu
Muhammed'e, Kiptîlerin büyüğü Mukavkıs'tan, Selâm, senin üzerine olsun.
Gönderdiğin mektubunu okudum. Orada zikrettiğin şeyi ve yaptığın daveti
anladım. Ben de bir Peygamberin geleceğini biliyordum. Ama onun Şam'dan
çıkacağını zannediyordum.
Elçine ikramda
bulundum. Sana Kibtîlerin yanında büyük değeri bulunan iki câriye ile giyecek
elbise gönderdim. Bir de binmen için iki binek hayvanı hediye ettim."
Mukavkis, bundan başka
ne bir şey yaptı, ne de Müslüman oldu.
Mukavkis'in peygamber
mutlaka Şam'dan çıkacak demesi, kendi coğrafyasını putlaştırdığını
göstermektedir. Dünyada hakkı ve hakikati, gerçekleri sadece kendi
coğrafyalarına layık görenler, coğrafyalarını, memleketlerini kendileriyle
hakikat arasına engel yapanlardır. Böyleleri hakikate teslim olamazlar. Tıpkı
Mukavkis'in Peygamber efendimize verdiği cevab gibi. Hz. Hâtib bin Ebî
Beltea'ya dedi ki:
Hemen memleketine,
sahibinin yanına dön! Onun için iki câriye, iki binek hayvanı, bin miskal
altın, yirmi takım Mısır işi ince elbise ve daha başka hediyeler gönderilmesini
emrettim. Senin için de, yüz dinar ve beş takım elbise verilmesini söyledim.
Yanımdan ayrılıp git! Sakın, Kibtîler, senin ağzından tek kelime bile
işitmesinler!
Mukavkis, Peygamber
efendimize ayrıca billur bir kadeh, kokulu bal, sarık, Mısır keten kumaşı, öd,
misk gibi güzel kokular, baston, bir kutu içinde sürmelik, gül yağı, tarak,
makas, misvak, ayna, iğne ve iplik de hediye etti.
Mukavkis, Hâtib
hazretlerine, Peygamberimiz hakkında, "Sürme kullanır mı?" diye
sormuştu. Hz. Hâtib da, Evet! Aynaya bakar, saçını tarar, seferde, hazarda,
aynayı, sürmedanlığı, tarağı, nıisvaki yanından ayırmaz!" demişti.
Mukavkis'in, Peygamberimize
hediye olarak gönderdiği iki câriye Mâriye ve kardeşi Şîrîn'di. Hâtib bin Ebî
Beltea yolda, bunlara Müslüman olmalarını teklif edince, kabul edip, Müslüman
olmuşlardı.
Peygamberimiz Hz.
Mâriye'yi hanım olarak kabul edip, onunla evlendi. Oğlu Hz. İbrahim, ondan
olmuştu. Şîrîn'i de Ashabından, "Şair-i Nebî" olan Hassan bin Sâbit'e
verdi. En iyi cins ve beyaza çok yakın gri tüylü iki binek hayvanından katıra
"Düldül", merkebe de "Ufeyr" veya "Yafur" adı takıldı.
O güne kadar
Arabistan'da ak tüylü katır görülmemişti. Müslümanların ilk gördüğü ak tüylü
katır, düldül oldu. Peygamber efendimiz, hediye edilen billur kadehle su
içerdi.
Hz. Hâtib bin Ebî
Beltea, Mukavkis'in yanında kısa bir müddet kaldı. 'Halbuki yabancı heyetler,
Mukavkis'in yanında bir ay veya daha fazla kalırlardı. Hz. Hâtib beş gün
kaldıktan sonra, Mukavkis'in ülkesinden ayrıldı.
Mukavkis, Hâtib hazretlerini Arap yarımadasına muhafız askerlerle gönderdi.
Bunlar, Arabistan'a ayak
bastıkları sırada, Şam'dan Medine-i Münevvere'ye gitmekte olan bir kafileye
rastladılar. Hz. Hâtib kafileye katılarak Mısırlı askerleri geri gönderdi.
Hz. Hâtib hediyelerle Medine'ye gelip,
Rasûlullahın huzuruna kavuştu. Peygamberimiz de, Mukavkis'in hediyelerini
kabul etti. Hz. Hâtib, Mukavkis'in mektubunu verip, sözlerini nakledince,
Peygamberimiz buyurdu ki:
"Ne kötü adam! Saltanatına kıyamadı. Halbuki iman
etmesine mani olan saltanatı ise, kendisinde kalmayacak!"
Mukavkis'in gönderdiği
hediyelerden biri de, bir doktor idi. Doktor gelince dedi ki:
"Efendim!
Mukavkis, beni, size hizmet için gönderdi. Hastalarınıza bedava bakacağım!
"
Rasûllülah efendimiz
kabul buyurdu. Doktora, bir ev verdiler. Hergün nefis yiyecek, içecek
götürdüler. Günler, aylar geçti. Bir Müslüman, doktora gelmedi. Doktor, utanıp
gelerek dedi ki:
Efendim! Buraya, size
hizmet etmeye geldim. Bugüne kadar, bir hasta gelmedi. Boş olurdum, yiyip içip,
rahat ettim.
Müsaade ederseniz,
artık gideyim. Rasûlüllah efendimiz tebessüm
ederek buyurdu ki:
"Sen bilirsin! Eğer daha kalırsan, misafire
hizmet etmek, ona ikramda bulunmak, Müslümanların başta gelen vazifesidir.
Gidersen de uğurlar olsun!
Yalnız şunu bil ki, burada senelerce kalsan, sana
kimse gelmez. Çünkü, Ashabım hasta olmaz! İslâm dini, hasta olmamak yolunu
göstermiştir. Ashabım temizliğe çok dikkat eder. Acıkmadıkça birşey yemez ve
sofradan da, doymadan kalkar!"
Doktor, ülkesine geri
döndü. Rum İmparatoru Heraklius'un da Rasûlüllah efendimize böyle bir doktor
gönderdiği, onun da bu şekilde geri
döndüğü kaynaklarda bildirilmektedir. Mukavkis, Peygamberimizin mektubuna çok
hürmet gösterip, fil dişinden yapılmış bir kutu içine koymuş, kutuyu da
mühürîeyip bir cariyesine teslim etmişti.
Bu mektup 1850
senesinde Mısır'ın Ahmin bölgesinde eski bir manastırdaki Kibt kitapları
arasında bulunmuş ve Osmanlı Padişahı Sultan Abdülmecid Han tarafından satın
alınarak, İstanbul Topkapı Sarayında, Mukaddes Emânetler Bölümüne konmuştur.
Orada muhafaza edilmektedir.
Peygamber efendimizin
âhirete teşriflerinden sonra, Hz. Ebû Bekir zamanında, Hz. Hâtib tekrar Mısır'a
elçi olarak gönderildi. Ebû Bekir'in hilâfetinden sonra, Hz. Ömer devrinde de
bu vazifesini çok iyi bir surette yapan Hz. Hâtib, Mukavkis ile bir anlaşma
imzaladı. Bu anlaşma; Mısır'ı fetheden Amr İbnü'l Âs zamanına kadar yürürlükte
kaldı. Hâtib bin Ebî Beltea hazretleri, 650 senesinde Medine'de vefat etmiştir.
Cenaze namazını Hz. Osman (R.a.) kıldırmış ve Baki kabristanına defnedilmiştir.
Ashâb-ı Kiramın
Muhacirlerinden ve Bedir harbine katılanlardan olan Hz. Hatîb bin Ebî
Beltea'nın künyesi, "Ebû Muhammed" veya "Ebû Abdullah"tır.
Kendisinin, Yemen'deki Kahtanî kabilesine veya Necm bin Adiyy kabîlesine mensup
olduğu zikredilmektedir. Babası, Ebû Beltea'du\ Doğumu hakkında kesin bir
tarih bildirilmemiştir.[129]
Müslüman nerede olursa
olsun, hangi şartlar altında bulunursa bulsun, İslâm'ın izzetini temsil eden ve
etmesini de bilen kimsedir. Küfre boyun eğmez ve kâfirlerden etkilenip de hiç
kimseyi ezmez. Zulüm etmemek ve zulmü kabul etmemek, sahabe fıkhındandır.
Zalimleri alkışlayanlar, sahabelerin değil, şeytanların izinde gidenlerdir.
Kâfirlere karş sert ve
onurlu olmak, mü'minlere karşı ise merhametli ve şekfatlı davranmak,
sahabelerin hayatlarından izler taşımaktır. Çünkü sahabeler, kâfirlere karşı
şiddetli, kendi aralarında ise merhametli idiler. Hakikatin üstünü örten
kâfirlerin karşısında dalkavukluk edenler, sahabe fıkhından nasiblenmemiş
olanlardır.
Müslüman insan;
izzetini, şerefini mensubu bulunduğu İslâm dininden
alır. Ve müsîüman, İslâm dinini insanlara
ulaştırdığı ve ulaştırma hassasiyetini gösterdiği orandada kendi izzetini ve
şerefini artırmış olur. İslâm'ı diğer insanlara Allah'tan geldiği gibi
ulaştırmak, sahabelerin en Önemli uğraşlarıydı. Onlar, sürekli kendilerini
İslâm'ın elçileri kabul ediyorlardı. İslâm'ı insanlara ulaştırmak, onlara seviç
veriyordu. Çünkü İslâm dini, bu dünyada sevmenin ve sevilmenin garantisidir. O,
mutluluğun biricik adresidir. Sahabe fıkhı da, insanlık alemi için mutluluğun
biricik adresi olarak İslâm'ı salık veren fıkhın adıdır.
Müslüman!
Sen hayatında İslâm'ı muhafaza et ki
İslâm'ın sahibi Allahû Teâla da seni muhafaza etsin!
Hubeyb, Ensârdan yani
Medîneli Müslümanlardan olup Evs kabilesindendir. Hicretten önce Müslüman oldu.
Bedir ve Uhud savaşına katıldı. Bu savaşlarda büyük kahramanlıklar gösterdi.
Uhud savaşında bazı
yakınları ölen müşrikler, Müslümanlardan bunların intikamını almak istediler.
Alçakça bir plân hazırladılar. Hemen de planı tatbike koydular. Bu maksatla bir
heyet Medine'ye giderek Resulullahın huzuruna çıkıp:
Yâ Rasûlallah! Bizim
kabilelerimiz, İslâmiyet'i kabul ettiler. Yalnız Kur'ân-ı Kerîm öğretmenine
ihtiyâcımız var. Lütfen bize; İslâmiyeti ve Kur'an-ı Kerimi öğretecek kimseler
yollar mısınız? diye ricada bulundular.
Sevgili Peygamberimiz
kendilerine, 10 kişilik bir öğretmenler heyeti yolladılar. Başlarında, Âsim bin
Sabit hazretlerinin bulunduğu bu heyette, Mersed bin Ebî Mersed, Hâlid bin Ebî
Bükeyr, Hubeyb bin Adiy, Zeyd bin Desinne, Abdullah bin Târik, Muattib bin
Ubeyd de bulunuyordu. Bu öğretmenler kafilesi, geceleri yürüyerek, gündüzleri
gizlenerek Hüzeyl Kabilesi topraklarında, Reci' suyu başında, seher vakti
konakladılar... Bu sırada yanlarında bulunan Adal ve Kare kabilesi heyetinden
biri, bir .bahane ile yanlarından ayrıldı. Hemen Lihyanoğullarına gidip, haber
verdi.
Çok geçmeden kafilenin
etrafı sarıldı. 200'den fazla silâhlı eşkiyâ oradaydı.
"Bize öğretmen
lâzım! diyenler, çekip gittiler. O güzide Müslümanları, eşkiya ile karşı
karşıya bıraktılar."
Lıhyânoğulları
mensupları, esir ticâreti ile geçinirlerdi. Bu sebeple:
"Teslim olun.
Canınızı kurtarın," teklifinde bulunuyorlardı. Asıl niyetleri onları
Mekke'de köle olarak satmaktı. Böylece çok para kazanacaklardı. Çünkü Mekke'li
müşrikler kendilerine:
Yakaladığınız her
Müslüman için, değerinden fazla para öderiz, demişlerdi.
Bunu Müslümanlar da
duymuşlardı. Onun için, aralarında istişare ederek çarpışmaya karar verdiler.
Arkalarını dağa dönüp, kılıçlarını çekip, Allah'ın dîni uğrunda vuruşmaya
başladılar.
İkiyüz kişilik düşmana
karşı görülmemiş bir kahramanlıkla çarpıştılar. Üzerlerine saldıran kuvvetten
bir kısmını öldürdüler.
Nihayet çarpışa
çarpışa on Sahâbe'den yedisi okla vurularak orada şehid düştü.
Sadece Hubeyb bin Adiy,
Zeyd bin Desinne ve Abdullah bin Târik kalmış, müşriklerle çarpışıyorlardı.
Çok geçmeden
müşrikler, onları sağ olarak yakaladılar.
Lıhyânoğulları üçünü
de yayların kirişleri ile bağladılar. Mekke'ye götürmek üzere yola çıktılar.
Abdullah bin Târik Mekkeli
müşriklere götürülmeye razı olmadı. Gitmemek için zorlandı.
Vallahi ben size
arkadaş ve yoldaş olmam! Şehid olan arkadaşlarım bana örnek ve önderdir, deyip,
bir zorlayışta ellerini kurtardı.
Lıhyânoğulları O'nu
taşa tuttular, sonunda O'nu da şehid ettiler.
Lihyânoğulları, Hubeyb
bin Adiy ve Zeyd bin Desinne'yi Mekke'ye götürüp müşriklere yüksek bir fiyatla
sattılar.
Çünkü Hz. Hubeyb Bedr
Gazasında müşriklerden Haris bin Âmir'i Cehenneme yollamıştı.
Onun oğulları şimdi
kendisini almak için, büyük para ödediler.
Zeyd bin
Desinne'yi de Safvân
bin Ümeyye, Bedir
savaşında öldürülen babası Ümeyye bin Halefin intikamını aimak üzere
satın aldı.
Mekkeli Müşrikler, Hz.
Hubeyb ve Zeyd'i satın aldıktan sonra, onlara ne ceza vereceklerini
konuşuyorlardı:
"Hayır! Evvelâ
işkence etmeliyiz."
"Ama Haram aylar
içinde bulunuyoruz!"
"Evet! Bu
sebeple, hemen öldüremeyiz! Haram ayların geçmesini beklememiz gerek."
"O hâlde,
hapsedelim."
"Ellerini,
ayaklarını zincire vuralım!" diyorlardı. Öyle yaptılar.
Harp meydanındaki
yenilginin intikamını, müdafaasız bir insandan alacaklardı. Hem de o esîri;
harpte değil, parayla pazardan almışlardı!..
Hârisoğulları,
iftiharla Hubeyb bin Adiy'i kendi aile fertlerine gösteriyorlar:
İşte babamızı öldüren.
Şimdi vereceğimiz cezayı beklemekte! diyorlardı.
Hz. Hubeyb bin Adiy,
hapsedildiği evde tam bir tevekkül ile, Allahû Teâlâ'nın kendisi hakkındaki
takdirini bekliyordu.
Hapsedildiği evde
bulunan ve azatlı bir cariye olan Maviye şöyle anlatmıştır:
Hubeyb, benim
bulunduğum evde bir hücreye hapsedilmişti. Ben ondan daha hayırlı bir esir
görmedim.
Bir gün baktım elinde
insan başı gibi kocaman bir üzüm salkımı vardi. Ondan yiyordu. Hergün böyle
üzüm salkımı elinde görülürdü.
O mevsimde hem de
Mekke'de üzüm bulmak asla mümkün değildi Allahû Teâlâ ona rızık veriyordu.
Hz. Hubeyb,
hapsolunduğu hücrede namaz kılar, Kur'ân-ı Kerim okurdu. Onun okuduğu Kur'ân-ı
Kerîmi dinleyen kadınlar ağlaşırlar, ona acırlardı.
Ona bir isteğin var
mı? dediğimde,
"Bana tatlı su
ver, putlar için kesilen hayvanların etinden getirme, bir de beni öldürecekleri
zaman önceden haber ver, başka birşey istemem," dedi.
Öldürüleceği gün
kararlaştırılmca gidip kendisine söyledim. Hayret ettim, öldüreceği zamanı
öğrenince onda en ufak bir değişiklik ve zerre kadar üzüntü eseri görülmüyordu.
Bana:
"Ne olur bana,
bir ustura buluver. Temizlik yapacağım. Ben de sana duâ ederim," dedi.
Ben de çocuğumun eline
bir ustura verip, gönderdim. Çocuk yanına gidince birden korktum.
Eyvah bu adam çocuğu ustura
ile keser o nasıl olsa öldürülecek, dedim. Koşup çocuğa baktım.
Hubeyb, gönderdiğim
usturayı çocuğun elinden alıp, çocuğu sevmek için dizine oturtmuştu. Ben bu
durumu görünce çok korkup, feryad etmeye başladım. Durumu anlayınca,
"Bu çocuğu
öldüreceğimi mi zannediyorsun? Bizim dinimizde böyle şey yok. Haksız yere cana
kıymak bizim hâl ve sânımızdan değildir," dedi. Aslında eli usturalı bir
esir çok şey yapabilirdi. Hattâ bu fırsat sayesinde, hürriyetine bile
kavuşabilirdi.
Hz. Hubeyb böyle
birşeyi, düşünmek bile istemedi. Küçük bir yavruyu âlet etmek küçüklüğünü
aklına bile getirmedi.
Hubeyb bin Adiy ve
Zeyd bin Desinne'yi öldürmek için müşriklerin kararlaştırdığı gün gelmişti.
Fakat müşriklerin kin ve intikam hisleri geçmek bilmedi.
Herkese haber verildi.
Bu yüzden şehrin zengin-fakîr, genç-ihtiyâr, kadın-erkek ve bütün çocuklar
oradaydılar. Bu iki yüce Sahabenin başına gelecekleri merak ediyorlardı.
Bir sabah erkenden O
büyük îmânlı Sahâbînin zincirlerini çözüp, zindandan çıkardılar. Mekke dışında
Ten'im denilen yere götürdüler. Çünkü bütün mel'anetlerini, orada yapmayı adet
edinmişlerdi.
Bu iki Allah ve
Rasûlüllah dostu ise, heyacanlı değildiler.Yolda karşılaşıp görüşen bu iki
Sahabe kucaklaşarak birbirlerine uğradıkları belâya sabretmelerini tavsiye
ettiler.
Az sonra bir müşrik
bağırdı:
"Ey Hubeyb! Sen
bizim babamızı, Haris bin Amir'i öldürdün. Bugün onun intikamını senden
alacağız. Ölmeden önce bir isteğin var mı? "
Hubeyb bin Adiy gayet
sakin, şunları söyledi:
"Yaşatan ve
öldüren ve öldükten sonra yine diriltecek olan, yalnız Cenâb-ı Allahtır.. O'na
binlerce hamd olsun."
Müşrikler hayretle
tekrar sordular:
"Ölmeden önce son
bir arzun yok mudur?"
"Beni bırakınız
iki rekât namaz kılayım..."
"Kıl orada.
"
Elleri ve ayakları
çözülen Hz. Hubeyb, hemen namaza durup, büyük bir sükûnet içinde huşu' ile iki
rekât namaz kıldı. Cenabı Hakka son dualarını
yaptı.
Toplanan müşrikler,
kadınlar, çocuklar heyecanla onu seyrediyorlardı. Namazını bitirdikten sonra
"Vallahi eğer
ölümden korkarak namazı uzattığımı zannetmeyecek olsaydınız, namazı uzatırdım
ve daha çok kılardım," dedi.
Böylece idam edilirken
iki rekât namazı ilk kılan, âdet ve sünnet olmasına sebep olan Hubeyb bin
Adiy'dir Peygamber efendimiz, onun idam edilirken iki rekât namaz kıldığını
işitince bu hareketini yerinde ve uygun bulmuştur.
Hârisoğulları hırsla
yaklaştılar:
"Artık ölmeye
hazır mısın?" diye sordular.
Aslında O'nun bağırıp
çağırmasını istiyorlardı. Çünkü o zaman daha keyifle, işkence edeceklerdi.
Fakat aksine Hubeyb
halâ sakindi:
Müslüman olarak
öldükten sonra, ne şekilde can verirsem vereyim, önemli değil. Çünkü bütün
çektiklerim, Allah ve Rasûlüllah sevgisi içindir. Cenâb-ı Hak dilerse, parça
parça edeceğiniz vücudumun zerresini, lütuf ile Cennetine nail eyler, dedi.
Hz. Hubeyb, son namazını
kıldıktan sonra, Mekkeii müşrikler, onu tutup darağacma kaldırarak bağladılar.
Yüzünü kıbleden Medine'ye doğru çevirdiler. Sonra:
Vallahi dînimden asla
dönmem! Bütün dünya benim olsa, bana verilse yine İslâmiyyetten dönem!..
Şimdi senin yerine Peygamberinin
olmasını, onun öldürülmesini, sen de evinde rahat oturasın ister misin?
Ben Muhammed
aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medine'de yürürken ayağına bir diken bile batmasına asla razı olmam!
"Ey Hubeyb, İslâm
dininden dön eğer dönmezsen seni muhakkak öldüreceğiz."
"Allah
yolunda olduktan sonra benim için
öldürülmenin hiç ehemmiyeti yoktur."
Hz. Zeyd bin
Desinne'ye de bu şekilde söylediler. O da aynı cevabı vererek şehid oldu.
Bundan sonra Hubeyb:
"Allahım!
Şuracıkta düşman yüzünden başka yüz görmüyorum. Allahım! Rasûlüne selâmımı
ulaştır. Bize yapılan bu işi Rasûlüne bildir," diyerek duâ etti.
Hubeyb bu duayı
yaptığı sırada sevgili Peygamberimiz, Ashâb-ı Kiramla oturuyordu. Zeyd bin
Harise şöyle anlatmıştır:
Bir gün Rasûlüllah
efendimiz Ashâbıyla otururken kendisine vahy geldiği sırada kaplayan hâl gibi
bir hâl kapladı. Sonra,
"Ve
aleyhisselâm," dedi.
"Yâ Rasûlallah bu
selâmı kimin selâmına karşılık verdiniz?"
"Kardeşimiz Hubeyb'in selamına karşılık verdim.
Cebrail aleyhisselâm, Hubeyb'in selâmını bana ulaştırdı."
Ve Hubeyb ile Zeyd'in
şehid edildiğini Ashabına duyurdu. Hubeyb'in etrafında toplanan Kureyş
müşrikleri:
"İşte
babalarınızı öldüren bu adamdır," diyerek gençleri üzerine mızraklarıyla
saldırttılar. Mızraklarını saplayarak vücudunu yaralamaya başladılar.
Bu sırada Hubeyb'in
yüzü Kabe'ye doğru döndü. Müşrikler Medine'ye doğru döndürdüler.
Hz. Hubeyb:
"Allahım eğer ben
senin katında hayırlı bir kul isem yüzümü Ka'be'ye çevir," diyerek duâ
etti.
Yüzü yine kıbleye
döndü. Müşriklerden hiçbiri onun yüzünü Kâ'be'den başka bir tarafa çeviremedi.
Bu esnada Hz. Hubeyb
darağacı üzerinde düşman arasında garip bir halde şehit edilmekte olduğunu dile
getiren bir şiir söyledi.
Mekkeli müşrikler
darağacına çıkardıkları Hz. Hubeyb'e, ellerindeki mızraklarla işkence yapmaya
başlayınca:
"Valahi ben
Müslüman olarak öldürülecek
olduktan sonra vurulup hangi yanım
üstüne düşersem düşeyim
gam yemem. Bunların hepsi Allah
yolundadır," dedi. Hubeyb bundan
sonra yüksek sesle şöyle beddua
etti.
"Ey büyük ve
herşeye kadir Aliahım. Sen de bu zâlimlerin tamâmını mahveyle! Onlardan hiç
birini sağ bırakma! Hepsini ayrı ayrı öldür, Allahım!"
Hainler korkak olur.
Bu hâinler de bedduayı işitince korkmaya başladılar. Hz. Hubeyb biraz daha
konuşursa, vaziyet değişebilirdi. Oradakiler müşrik de olsalar tesir altında
kalabilirlerdi! Hatta o mazlumu kurtarmak
istiyen bile çıkabilirdi. Hârisoğulları:
"Konuşturmayın
şunu!" diye bağırdılar.
Sonra da mızraklarını
peşpeşe saplamaya başladılar, içlerinden biri göğsüne mızrağı sapladı, mızrak
sırtından çıktı. Hubeyb, vücudundan kanlar fışkırırken ve darağacında
sallanarak son nefesini verirken,
Eşhedü enlâ ilahe
illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasûlüh diyerek şehid oldu. Hubeyb bin Adiy'in cenazesi kırk gün darağacında asılı kaldı. Bedeni
çürüyüp kokmadı. Hep taze kan aktı.
Peygaber efendimiz
onun cenazesini getirmek üzere Ashâb-ı Kiramdan Zübeyr bin Avvâm ve Mikdâd bin
Esved'i gönderdi. Gece gizlice Mekke'ye girip Hubeyb'i asılı bulunduğu
darağacından indirip deveye yükleyerek Medine'ye doğru yola çıktılar. Durumu
öğrenen müşrikler büyük bir kalabalık hâlinde üzerlerine hücum ettiler.
Hz. Zübeyr ve Mikdâd,
kendilerini savunmak için cenazeyi yere koydular. Biraz sonra baktılar ki,
Hubeyb'in cenazesini bıraktıkları yer yarılıp, cesedi içine aldı ve kapandı.
Artık o, "Belîu'l Arz Toprağın yuttuğu kişi diye anılmaya başlandı. [130]
Müslümanın dirisi de
ölüsü de hayırlıdır. Sahabe hayatıyla da ölümüyle de İslâm'a hizmet etmiştir. Çünkü
sahabe nesli, Allah yolunda şehadeti arzularının zirvesine ve bu zirvenin de
zirvesine Allah'ın rızasını koymuştur. Şehid olmadan şehidçe bir hayat yaşamak
sahabe sünnetindendir.
Huzeyfe bin Yemân hazretleri
şöyle anlatıyor: "Hendek savaşının en şiddetli safhaya ulaştığı bir
sırada, bir gece yarısı Ashâb-ı Kiramdan bir grup olarak Rasûlüllah (sav)'ın
yanında idik. Öyle bir gecede bulunuyorduk ki, ondan daha karanlık bir gece
görmemiştik. Bu şiddetli karanlıkla birlikte gök gürültüsünü andıran korkunç
bir rüzgâr da esmeye başlamıştı.
Bu sırada müşrik
ordusu, telâşa kapılıp, kendi aralarında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Peygamber
efendimiz bize onların hu halini haber verdi. Rasûlüllah efendimiz gece bir
miktar namaz kıldıktan sonra yanıma geldi. Soğuktan ve açlıktan iki dizim
üzerine çöküp büzülerek oturuyordum. Bana dokunarak buyurdu ki:
"Git şu kavim ne yapıyor bir bak! Yanıma dönüp
gelinceye kadar onlara, ok ve taş atma. Mızrak ve kılıç vurma. Sen benim yanıma
dönüp gelinceye kadar, ne soğuktan, ne sıcaktan zarar görmeyeceksin, esir
edilip, işkenceye de uğramayacaksın."
Rasûlüllah (sav)'ın bu
sözlerinden anladım ki, bana hiç bir zarar gelmeyecek. Kılıcımı yayımı aldım,
gitmek üzere hazırlandım. Rasûlüllah efendimiz benim için duâ etti:
"Allahım, onu önünden, ardından, sağından,
solundan, üstünden, altından koru! "
Müşriklere doğru
yürümeye başladım. Sanki hamamda yürüyor gibiydim. Vallahi içimde ne bir korku,
ne bir üşüme, ne de bir ürperti vardı. Nihayet müşriklerin ordugâhına vardım.
Reisleri Ebû Süfyân ve diğerleri ateş yakmışlar,
başında ısınıyorlardı. Ebû
Süfyân o zaman
henüz Müslüman olmamıştı.
Hemen aklıma Ebû
Süfyân'ı orada öldürmek geldi. Ok çantamdan bir ok çıkarıp, yayıma yerleştirdim.
Ateşin ışığından faydalanarak onu vurmak istedim. Tam atacağım sırada
Rasûlullah (sav)'ın, "Benim yanıma
dönüp gelinceye kadar bir hadise çıkartmayacaksın" buyurduğunu
hatırladım ve onu öldürmekten vazgeçtim. Dinen görevlendirilen müslüman
görevlinin kendi görev alanının dışına çıkmaması esastır.
Bundan sonra kendimde
kuvvetli bir cesaret buldum. Müşriklerin yanına sokulup ateşin başına oturdum.
Görülmemiş derecedeki şiddetli rüzgâr ve Alllahû Teâlâ'nın görülmeyen ordusu
melekler, onlara yapacağım yapıyordu. Rüzgârda, kap kaçakları devriliyor,
ateşleri ve ışıkları sönüyor, çadırları başlarına yıkılıyordu. Bir ara müşrik
ordusunun kumandanı Ebû Süfyân ayağa kalkıp dedi ki:
İçinizde gözcüler ve
casuslar bulunabilir, dikkat ediniz, herkes yanındakinin kim olduğuna baksın!
Herkes yanında oturanın elini tutsun!
Ebû Süfyân, aralarına
bir yabancının girdiğini sezer gibi olmuştu. Hemen ellerimi uzatıp, sağımda ve
solumda bulunan iki kişinin ellerinden tutup, onlardan, önce isimlerini sordum.
Böylece tanınmamı engelledim. Nihayet Ebû Süfyân:
"Ey Kureyşliler,
siz durulacak gibi bir yerde değilsiniz. Atlar, develer kırılmaya, ölmeye
başladı. Kıtlık her tarafı sardı. Rüzgârdan, başımıza gelenleri görüyorsunuz.
Hemen göç edip gidiniz. İşte ben gidiyorum," diyerek devesine bindi.
Müşrik ordusu perişan
bir hâlde toplanıp, Mekke'ye doğru hareket etti. Rüzgârdan üzerlerine yağan taş
ve çakıl sesini işitiyordum.
Müşrik ordusu çekip
gidince, ben de Rasûlüilah (sav)'ın yanına döndüm. Yolun yarısına geldiğimde
karşıma yirmi kadar beyaz sarıklı süvari şeklinde melekler çıktı. Bana dedilir
ki:
Rasûlülîah'a haber
ver. Allahû Teâlâ düşmanı perişan etti!
Rasûlüllah (sav)'ın
yanına geldiğimde, bir kilim üzerinde namaz kılıyordu. Fakat ben döner dönmez,
gitmeden önceki üşüme ve titreme hâlim tekrar başlamıştı.
Huzeyfe bin Yemân,
Ashâb-ı Kiram arasında Peygamberimizin sırdaşı olmasıyla meşhurdur.
Peygamberimiz ona, Ashâb-ı Kiram arasına karışarak kendilerini gizleyen ve
böylece fitne çıkannak isteyen münafıkların kimler olduğunu tek tek
bildirmiştir. Bundan başka vuku bulacak hâdiseleri de bildirmişti.
Ashâb-ı Kiram arasında
çok sevilir ve ayrı bir itibar gösterilirdi. Çünkü o, Rasûlüllah (sav)m verdiği
sırlarla dolu idi. Rasûlüllah gizli kalması lâzım olan bir çok şeyi, Hz. Huzeyfe'ye
söyledi.
O ve Ebû Hüreyre
buyurdular ki:
Server-i âlem, âlemin
yaratıldığı zamandan, yok olacağı güne kadar, olmuş ve olacak şeyleri bize
bildirdi. Bunlardan bildirilmesi lâzım olanları size bildirdik. Lâzım
olmayanları, sakladık, bildirmedik.
Hz. Huzeyfe, Peygamber
efendimizin sağlığında Hendek'ten sonraki savaşların hepsine katıldı.
Rasûlüllah'ın vefatından sonra Hz. Ebû Bekir, onu ordu kumandam ta'yîn etti.
Dinden dönenlerle savaşmak üzere Umman'a gönderdi. Kendisine katılan İkrime ile
birlikte Umman halkını tekrar İslâm'a döndürdü. Bundan sonra Umman'da, önce
zekâtları toplamakla, sonra da vâü olarak vazifelendirildi. Sonra da
Mezopotamya taraflarında yapılan savaşlara katıldı. Irak'ın ve İran'ın fethinde
bulundu.
Nihâvend savaşında
Nu'man bin Mukarrin şehîd olunca, İslâm sancağını Huzeyfe eline alarak
Hemedân, Rey ve Deynura'yı fethetmiştir. Cezîre'nin fethinde bulunarak,
Nusaybin valiliğine tayin olundu.
Hz. Ömer yeni bir vali
tayin ettiği zaman, oranın halkına mektup yazarak, "Yeni vali, adaletle
hükmettiği müddetçe; siz de onun emirlerine uyunuz" derdi. Hz. Huzeyfe'ye
verdiği mektupta ise şöyle yazdı:
"Ey Nusaybin
halkı! Bu gönderdiğim vâiinin, bütün emirlerine uyun. Her isteğini yerine
getirin."
Nusaybinliler, yeni valilerini
karşılamaya çıktılar. Onu gördükleri zaman; hayvanı üzerinde, bir parça kuru
etle ekmek yiyordu. Selâmlaştılar. Sonra halîfenin emirnamesini gösterdi. Onlar
da dediler ki:
Hz. Ömer'in emirleri,
başımız üzerine! Sen de hoş geldin, safa
geldin. Lâkin, bizden isteklerin ne ise;
şimdi söyle. Belki karşılıyamıyacağımız şeylerdir!
Yeni vali tebessüm
ederek şu cevabı verdi:
"Aranızda
kaldığım müddetçe sizlerden; sadece, kendimin ve hayvanımın yiyeceğini
istiyorum. Başka hiçbir şey istemem."
O şehirde, epeyce
müddet bulundu. Görevini, kusursuz yapmaya çalışıyordu. Bilhassa Cum'adan önce,
Müslümanlara vaz ve nasihat eylerdi. Bir defasında buyurdu ki:
"Ey Mü'minler!
Fitne, önce kalblerde filizlenir. Su katılmamış şarap bile; fitne kadar, insan
kalbini çelemez, bozamaz. Sizler, fitneye doğru gitmeyiniz. Allah'a yemîn
ederim ki fitne insanları; selin, çöpleri sürüklediği gibi sürükler
götürür!.."
"Yâ Huzeyfe!
Fitneden nasıl kurtulabiliriz? "
"Duâ eden,
kurtulur. "
"Ne zaman duâ
edelim?"
"Namazdan sonra.
Çünkü kulları, güzelce abdest alıp, namaza durdukları zaman; Cenab-ı Hak da
namaz kılanlara yönelir. İşte o anlarda duâ ediniz! Fakat sizler; hayırlı
kimseler olmak istiyorsanız; geçici olan dünya için âhireti
terketmeyiniz!"
Hz. Huzeyfe, Medâyin
şehrinde uzun müddet valilik yaptı. Oranın halkı, onun idaresinden son derece
memnun olup, kendisini çok sevmişlerdi. Nihayet bir akşam, Hz. Ömer'den
haberci geldi. Artık, Huzeyfe'nin Medine'ye dönmesini istiyordu...
Emir üzerine
hazırlandı, helâllaştı, vedalaştı ve yola çıktı. Dönüşünü bekleyenler arasında,
halife de bulunuyordu. Az çok yaklaşınca, Halife dikkatle baktı. Gördü ki;
Medâyin valisi gönderdiği gibi dönüyor! Bunca yıl sonra; aynı hayvan üzerinde,
aynı sâde elbiseler içinde. Yan yana geldiler ve sel âml aş ti lar,
kucaklaştılar. Halife sevinçle:
"Sen, benim
kardeşimsin. Ben de, senin kardeşinim," diyerek, hislerini belirtti.
Hz. Ömer halifeliği
zamanında Huzeyfe'nin bir cenazenin namazını kılmadığını görerek, ona sordu:
"Niçin cenaze
namazını kılmadın?" Rasûlullah (sav)'ın sırdaşı Hz. Huzeyfe dedi ki:
"Rasûlullah
efendimiz, bana o kişinin münafık olduğunu açıklamıştı. Bunun için onun
namazını kılmadım.
"Allahın Rasûlü
münafıklar arasında Ömer’i de saydı mı yâ Huzeyfe?"
"Hayır, yâ
Ömer."
"Peki memurlarım arasında
münafık var mı?"
"Sadece bir tane
var. Ancak ismini söylemeye memur değilim."
Huzeyfe hazretleri,
Hz. Ömer'in bütün ısrarına rağmen ismini söylememiştir. Sonra o münafık Hz.
Ömer tarafından uzaklaştırılmıştır.
Bundan sonra Hz. Ömer,
Huzeyfe'nin gitmediği cenazeye gitmemiştir. Çünkü onun gitmemesini, ölenin
münafık olduğuna işaret sayardı.
Birgün Hz. Ömer,
huzurunda bulunan ba'zi Ashâb-ı Kirama sordu:
Rasûlullah efendimizin
fitne hakkında olan sözü hatırında olan var mı?
İçlerinden Huzeyfe
dedi ki:
"Ey mü'minlerin
emîri! Peygamberimizin bu konudaki sözü aynıyla benim hatırımdadır."
Rasûlüllah (sav) buyurdu ki,
"Kişi ailesinden, malından, çocuklarından ve
komşusundan dolayı fitneye düçâr olur. Böyle günâhlara oruç tutmak, namaz
kılmak ve iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak keffâret olur."
Maksadım o değil,
deniz gibi dalgalanacak fitneyi soruyorum.
Ey mü'minlerin emîri!
Senin için endişelenecek bir şey yok. Senin zamanınla onun arasında bir kapalı
kapı var.
Yâ Huzeyfe! Bu kapı kırılacak
mı, yoksa açılacak mı?
Ey mü'minlerin emîri!
O kapı kırılacak.
Bu cevap üzerine Hz.
Ömer:
Desene ümmet-i
Muhammed kıyamete kadar bir araya gelemeyecek! diyerek üzüntüsünü dile getirdi.
Daha sonra Huzeyfe'ye
o kapının ne olduğu sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
"O kapı Hz. Ömer
idi."
Hz. Ömer'in bunu bilip
bilmediği sorulunca da:
"Akşam ve sabahın
olacağını bildiği gibi biliyordu," cevabını vermiştir.
Nitekim daha sonra Hz.
Ömer şehid edilmiş, Hz. Osman devrinin sonlarında alevlenen fitne târih boyunca
bitmemiştir. Hz. Huzeyfe şöyle anlatıyor:
Herkes Rasülüllah
efendimize hayırdan sorardı. Ben ise ilende hâsıl olacak fitnelerden sorardım.
Çünkü bunların şerrine yakalanmaktan korkuyordum. Dedim ki:
"Yâ Rasûlallah,
biz, Müslüman olmadan önce kötü kimselerdik. Allahû Teâla, senin şerefli
vücudun ile İslâm nimetini, iyiliklerini bizlere ihsan etti. Bu saadet
günlerinden sonra yine kötü zaman gelecek mi?"
"Evet gelecek."
"Bu serden sonra,
hayırlı günler yine gelir mi?"
"Evet gelir. Fakat o zaman bulanık olur."
"Bulanıklık ne
demektir?"
"Benim sünnetime uymayan ve benim yolumu tutmayan
kimseler ortaya çıkar. İbâdet de yaparlar. Günâh da işlerler."
"Bu hayırlı
zamandan sonra, yine şer olur mu?"
"Evet,
Cehennemin kapılarına çağfranlar
olacaktır. Onları dinleyenleri
Cehenneme atacaklardır."
"Yâ Rasûlallah!
Onlar nasıl kimselerdir?"
"Onlar da bizim gibi insanlardır. Bizim gibi
konuşurlar."
"Onların
zamanlarına yetişirsem ne yapmamı emredersiniz?"
"Müslümanların cemâ'atına yapış ve onların
imamına tâbi ol!"
"Müslümanların
bir cemaatı ve imamı yoksa ne yapalım?"
"Bir kenara çekil. Aralarına hiç karışma,
ölünceye kadar yalnız yaşa. Velev ki bu bekleyişin bir ağacın kökünü kemirmek
kadar zor olsa da."[131]
Huzeyfe, Hz. Osman 'in
halifeliği sırasında Azerbaycan ve Ermenistan taraflarının fethine gönderildi.
Buradaki hizmetlerinin yanında mühim bir hizmeti de, Kur'ân-ı Kerîm
nüshalarının çoğaltılmasına sebep olmasıdır. Çünkü o, Azerbaycan ve Ermenistan
tarafına gittiğinde, Kur 'ân-ı Kerîm'in değişik lehçelerle okunduğunu görerek,
Kur'ân-ı kerîmin Kureyş lehçesi üzerine çoğaltılmasını Hz. Osman'a teklif etti.
Bunun üzerine Hz. Osman, Kur'ân-ı Kerîm nüshalarını çoğaltıp; belli merkezlere
gönderdi.
Hayatının çoğu
savaşlarda geçen Huzeyfe bin Yemân, Hz. Osman şehid edildiğinde Medine'de
bulunuyordu. Bu sırada yaşı oldukça ilerlemişti. Dördüncü halîfe Hz. Ali'nin,
ilk günlerinde hastalandı. Artık iyice ihtiyarlamıştı. Müslümanlar akın akın
ziyaret ediyorlardı. Bir arkadaşına 300 dirhem vererek buyurdu ki:
"Bu parayla, kefen
alıverin."
Desenli bir kumaş
getirdiler. Onu görünce:
"Bu kefen değil,
gömlek içindir. Kefen, boydan boya iki bez parçası olur," dedi.
Sonra da yavaş bir
sesle buyurdu ki:
"Hem sizin arkadaşınız iyi bir Müslüman ise, Cenâb-ı Hak;
kabirde o kefeni, daha iyisiyle değiştirir. Kötü ise, daha kötü şeylere
hazırlanmalıdır."
Hz. Ali'nin
hilâfetinin 40. günü, 656 senesinde, Huzeyfe hazretleri de, sırlarıyla birlikte
sevgili Peygamberimize kavuştu.
Hz. Huzeyfe ölüm
döşeğinde yattığı vakit şöyle dua etmiştir:
"Dost anî bir
baskınla geldi. Pişmanlık fayda vermez. Allalıim, fakirlik ve hastalıktan
hakkımda hayırlı olanı bana ver. Ölüm hakkımda yaşamaktan hayırlı ise, sana
ulaşıncaya kadar ölüm yolunu bana kolaylaştır."[132]
Müslümanın hayat merkezinde
"hesap günü şuuru" vardır. Müslüman, her an hesap vermeye hazır olan
kimsedir. O, kendi inancınatkarşı sadakat sahibidir.
Dâvasına karşı
sadakati olmayan dâva adamının imam sakat demektir. İman sadakatsizliği
kaldırmaz. Huzeyfe bin Yemân hazretlerinin münafıkların listesini tutması,
dâva adamının sadakat dosyasının temiz olması gerektiğini gösterir.
İslâmî hizmette
bulunan dâva adamlarının sadakat dosyalarının .tutulması, şahsiyet inkılabına
duyulan ihtiyacın bir göstergesidir. Şahsiyet inkılabım garantilemeyenier,
İslâmî hizmetleri sürdüremezler. Bu noktada bakıldığında görülecektir ki;
sahabe fıkhı, bir çare fıkhıdır. Huzeyfe bin Yemân hazretleri, cemaat ile
ilgili rivayet ettiği hadiste çaresizlik anlarında hep çareyi aramış ve
bulmuştur.
İslâmî hayat, boşluk
kabul etmez. İslâmî hizmetleri sürdürenler, kendilerini ve etraflarında
toplanmış olanları meşru işlerle meşgul ettiremezlerse, şeytan ve taife-i
şeytan onları gayr-i İslâmî şeylerle meşgul ettirir. Bu nedenle diyoruz ki;
çaresizlik içinde kıvrananlara çare olup problemlerine meşru çözüm çareleri
bulduğumuz oranda sahip oluruz. Problemlerini çözemediklerimize biz sahib
olamayız. Dolayısıyla fıkhu's sahabeyi idrak edenler, biçareye çare olup çözüm
bulanlardır.
Hz. Hasan b. Ali b.
Ebî Talib el-Hâşımî el-Kuraşî, Hz. Peygamber'in en çok sevdiği torunlarından ve
O'nun "Reyhanesi", Hz. Ali'nin, Hz. Fatıma'dan doğan büyük oğlu.
Hulefâ-i Raşidîn'in beşincisi kabul edilir. İmamiyye'ye göre ise 12 imamın
ikincisidir.
Üçüncü hicrî yılı,
Ramazan ayının ortalarında Medine'de doğdu. Şaban ayından; 4. veya 5. hicri
senesinde doğduğuna dair rivayetler varsa da, en doğru görüş, 3. hicrî senede
doğduğuna dair rivayettir.[133] Hz.
Hasan doğduğunda, Hz. Peygamber bir torununun olduğunu duyunca hemen Hz.
Ali'nin evine giderek "oğlumu bana getirin' Adını ne koydunuz?' diye
sordu. "Harb" ismini koyduklarını duyunca, bu ismi beğenmedi. Çocuğa
isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen "Hasan" ismini koydu.
Künye olarak da, "Ebû Muhammed" adını verdi. Arkasından da kulağına
ezan okudu.[134] Rasûlüllah Hz. Hasan
yedi günlük olunca akîka kurbanı kesilmesini ve saçlarının kesilerek,
ağırlığınca gümüş tasadduk edilmesini emretti. [135]
Hz. Hasan (R.a.), Hz.
Peygamber'in terbiyesinde yetişti. Sahih hadis kitapları dahil bir çok İslâmî
literatürde, Hz. Peygamber'in torunu ile ne kadar ilgilendiğini ve onu ne kadar çok sevdiğini
ifade eden rivayetler bu gerçeği göstermektedir. Onunla her an ilgilendiğini,
hemen hemen yanından hiç ayırmadığını; bilhassa namazlarda bile torununun
gelip üzerine çıktığından dolayı, Hz. Peygamber'in sırf onu incitmemek için
secdesini uzattığını ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun
"reyhanesi" arasındaki sevgiyi anlatmaktadırlar.[136]
Hatta Hz. Peygamber rukû'da iken torunu gelir, ayaklarını açar bir yönden
girer, öbür taraftan çıkar [137] ve
Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. Bazen secde ederken üzerine bindiğinde, onu
yavaşça sırtından indirirdi. Hatta bir defasında Hz. Peygamber hutbe okurken
Hz. Hasan ile kardeşi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kırmızı elbiseleri ile
düşe kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarını
kucağına aldığı ve önüne oturttuğu, daha sonra da "Allahû Teâla: "Mallarınız ve evlatlarınız sizin için birer
imtihan vesilesidir"[138]
derken doğru söylemiştir. "Şu
ikisini bu şekilde görünce sabredemedim" diyerek hutbesine devam
ettiği kaynak hadis kitaplarında anlatılmaktadır. [139]
Hz. Peygamber(sav)'in
zaman zaman her iki torununu da sırtına alıp namaza geldiğine[140] Hz.
Hasan'ı omzuna alarak dışarda gezdirdiğine dair[141] bir
çok hadis şunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamlı
ilgilenmişler, her türlü ihtiyaçlarını gidermeye çalışmışlardır. Kızı Hz.
Fatıma'yı ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasında su istediği zaman
bizzat kendileri kalkıp su getirerek, hem ona, hem de kardeşine içirmeleri[142] vb.
hareketleri dede şefkati ve merhametinin fiili işaretleridir. Yine Hz.
Peygamber'in bu iki torununu çok sevdiği ve "Allah'ım ben bu ikisini seviyorum,
sen de sev" diye dua etmeleri [143] bu
sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermiştir. [144]
Öbür taraftan Hz.
Peygamber torunlarını öper [145] ve
her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri olduğunu da söylerdi [146]
hatta onları sevenleri Allah'ın sevmesini
dilediği duaları da rivayetler arasında yer almıştır. [147]
Hz. Hasan fizik olarak
dedesi Hz. Peygamber'e çok benzerdi.[148]
Öyle ki, bir defasında Hz. Ebu Bekr ikindi namazından çıktıktan sonra, Hz. Ali
ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan'ı görürler. Hz, Ebu Bekr onu
omuzuna alır ve "Nebiye benzeyen, Ali'ye benzemeyen, sana babam feda
olsun!" diye bir mısra söyler.[149] Hz.
Ali bu hâdise ve sözler karşısında gülümser.
Hz. Hasan, Hz.
Peygamber'in âhirete göçtüğü sıralarda sekiz yaşlarında idi. Henüz çok küçük
olduğu için, Hz. Peygamber'den doğrudan doğruya rivayet ettiği hadislerin
sayısı oldukça azdır. Bunlardan' biri Ebu'l Havrâ'nın rivayet ettiği şu
hadistir:
"Hz. Hasan'a, Hz.
Peygamber'den duyduğun hangi bir hadisi hatırlıyorsun? diye sordum. O da şunu
anlattı: "Şu hadiseyi hatırlıyorum: "Zekât hurmalarından bir hurma
alıp, ağzıma atmıştım. Hz. Peygamber o hurmayı ağzımdan salya ile çıkardı.
Oradakiler
"Ya Rasûlallah,
bu çocuğun ağzına attığı tek bir hurmayı, niçin geri çıkardın?" dediler. O
da
"Biz Al-i Muhammed'e sadaka (zekât) helâl
değildir" buyurdu. Hatırladığını
diğer bir hadis de
"Seni ilgilendirmeyen şeyleri bırak, ilgilendiren
şeylere bak..." hadisidir. Yine
Dedem Hz. Peygamber bana şu duayı da öğretmişti:
"Ey Allah'ım! beni hidayete erdirdiğin
kimselerden eyle, afiyet verdiğin kişilerden eyle, dost edindiğin kullarının
arasına kat! Verdiğin şeyleri benim hakkımda mübarek kıl ve hüküm verdiğin
(takdir ettiğin) şeylerin şerrinden de koru. Senin dost edindiğin bir kişi asla
zelil olmaz."[150]
Buna mukabil Hz.
Hasan'ın bu hadislerin dışında başta babası Hz. Ali olmak üzere bir çok
sahabeden rivayet ettiği hadisleri vardır. Kendisinden de mü'minlerin Annesi
Hz. Aişe, kardeşinin oğlu Ali b. Hüseyin, onun iki oğlu Abdullah ve el-Bakır ile
İkrime, İbn Şirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû'l Havra, Rebia b. Şeybân, Ebû Miclez,
Hübeyre b. Berim, Şeybân b. el-Leyl, Şa'bî, Şakîk b. Seleme, el-Müsebbib b.
Nuhbe, İshak b. Beşşâr ve diğer raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet
ettiler. [151]
Gerek tabakat
kitapları, gerekse hadis kitapları, Hz. Hasan'ın çocukluğuna dair yukarıdaki
rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali'nin şehid edilmesiyle onun
halife seçilmesine kadar olan hayatı hakkında pek fazla bilgi vermemektedirler.
Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teşkilatını kurduğu sırada, Hz.
Hasan ve Hz. Hüseyn'i babalarının "farizasına" katarak, her birine
beş bin dirhem hisse ayırdığına dair haberdir. [152] Bir
diğer hadise de Hz. Osman'a baş kaldıranlara karşı, halifeyi savunmak için Hz.
Osman'ın yanında ona yardım etmek için kalan şahısların arasında Hz. Hasan'ın
isminin de yer aldığına dair haberlerdir. [153]
Hz. Hasan'ın tarihi
bir şahsiyet olarak ortaya çıkması, babası Hz. Ali'nin şehid edilmesini
müteakiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle başlar.[154] Hz.
Hasan halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa'd olduğu söylenir. Bu
kişiyi Hz. Ali Azerbaycan'a gönderilen ve Iraklılardan toplanarak hazırlanan
ordunun komutanı olarak atamıştı. Bu zat, sırf Araplardan oluşturulan kırk bin
kişilik diğer bir ordunun da komutanıydı. Bu ordu Hz. Ali'yi ölünceye kadar
müdafaa etmek üzere and içmişti. İşte babasının da en çok güvendiği komutanlardan
olan Kays, beyat esnasında, Hz. Hasan'dan elini uzatmasını isteyerek, Allah
(c.c)'nun Kitab'ı, Rasülü'nün sünneti ve asilerle savaşmak üzere beyat
edeceğini söyledi. Hz. Hasan bu söze karşı çıktı. Sadece Allah'ın Kitabı ve
Rasülü'nün sünneti üzere beyat edilebileceğini, bunun içine saydığı ve
saymadığı diğer şartların girdiğini söyledi. Kays bunun üzerine bir şey
söylemeden bey'at etti. Arkasından da diğer Iraklılar bey'at ettiler.[155]
Hz. Hasan be'yattan
sonra "el-Mescidü'l-Camiye" çıkıp, uzunca bir hutbe okudu. Sonra
babasının katili Abdurrahman b. Mülcem'i getirtti, ifadesini aldıktan sonra
ölümle cezalandırdı. [156]
Iraklılar derhal,
babasının öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatırlatarak, Şam'da hüküm süren
Muaviye b. Ebî Süfyan ile savaşması için, onu Şam üzerine yürümeye teşvik
ettiler. Hz. Hasan da onların sözlerine kanarak
bir ordu hazırladı ve savaşmak üzere yola çıktı.[157] Hz.
Hasan bu sıralarda 37 yaşlarında idi. O topladığı on iki bin kişilik ordusuyla
Medâin'e kadar geldi. Ordu komutanı olarak kendisine ilk bey'at eden Kays b.
Sa'd'ı atadı. Diğer bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas'ı komutan yapıp,
Kays'ı da ona yardımcı atayarak, Kays'a komutanın her türlü emrine itaat
etmesini emretti. [158]
Arapların dört
"dâhîsi"nden biri olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan'ın kendisi ile
savaşmak üzere yola çıktığının haberini alınca, o da derhal Şam'dan hareket
ederek el-Enbar'm kazalarından biri olan Mesiken'e gelerek konakladı.[159] Hz.
Ali'nin şehid edilmesi üzerinden henüz çn sekiz gün geçmişti, iki tarafın
ordusu sırf siyasî kaygılarla karşı karşıya geldiler.[160]
Hz. Hasan içinde
bulunduğu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyeceği bir ordu ve güçlü bir düşmanla
karşı karşıya olduğunu anladı. Ayrıca mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de
nefret eden birisi olduğu için, gerek kendi şahsı, gerekse İslâm ümmetinin
selameti için hilafeti Hz. Muaviye'ye bırakarak, bu işten feragat etmekten
başka bir çare bulamadı. Anlaşma yollarını araştırmaya ve her iki tarafın da
razı olacağı çözümler aramaya başladı. Amr b. Seleme el-Erhâbî'yi çağırarak,
anlaşma teklifini içeren bir mektupla Muaviye'ye gönderdi.[161] Hz.
Muaviye (R.a.) aldığı ve beklediği bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan'a
elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure'yi gönderdi. Bu
iki elçi Medâin'e geldiler ve Hz. Hasan'a, ne isterse hepsinin kendisine
verileceğini bildirmekle kalmayıp, kendilerini kefil göstererek, bu anlaşmayı
taahhüt edeceklerini de ona söylediler. [162]
Bu sırada Hz. Hüseyin
durumdan haberdar oldu ve anlaşma teklifine karşı çıktı. Muaviye'nin
haklılığını tasdik, Hz. Ali'nin davasını yalanlamış olacağı gerekçesi ile
ağabei Hz. Hasan'a, bu anlaşmayı yapmamasını söyledi. Hz. Hasan onu susturarak,
yönetim işini kendisinin ondan daha iyi bildiğini iddia ederek, anlaşma
yapmakta ısrar etti. [163]
Bu sırada Hz. Hasan'ın
hilâfeti Hz. Muaviye'ye bırakacağını anlayan ordu komutanlarından Ubeydullah b.
Abbas, Hz. Muaviye'ye bir mektup göndererek
kendisi için eman istedi. Karşılık olarak elindeki mallarına dokunulmamasmı ve
can güvenliğini şart koştu. Hz. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun
üzerine ordusunu bırakarak karşı tarafa geçti. Hz. Hasan'ın ordusu bu durum
karşısında, Kays b. Sa'd'a, Hz. Ali ve taraftarlarının kanlarını ve mallarını
korumak ve sonuna kadar Hz. Muaviye ile savaşmak üzere beyat yaptılar. Bir
görüşe göre, zaten komutan olduğu için, bu beyat'ı yenilemek olarak anlamak da
mümkündür. [164]
Nihayet Hz.
Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan ile anlaştılar. Anlaşmaya göre, şayet, Hz.
Muaviye, Hz. Hasan'dan Önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak şartı ile, hilafeti
Muaviye'ye bırakıyordu. Ayrıca Küfe hazinesindeki beş milyon dirhem Hz.
Hasan'ın olacaktı. Hz. Muaviye, Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme adetine
son verecekti. [165]
Karşı taraf bu
teklifleri kabul etti. Anlaşmayı yapan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın
yanından çıktıklarında "Rasûlüllah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi
önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı" diyorlardı.[166] O
sırada yaralan da ağırlaşan Hz. Hasan kalkıp, Iraklılara uzunca bir hutbe irat
etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vasıtasıyla Yüce Allah'ın insanları hidayete
erdirdiğini hatırlattı. Kendisi vasıtasıyla da kan dökülmesini önlediğini
söyleyerek, Hz.Muaviye ile anlaşma yaptığını haber verdi. Hz. Muaviye'ye beyat
etmelerini de istedi.[167]
Kendilerini babasını öldürmeleri, kendisine saldırıp mallarını yağmalamaları
sebebiyle terkettiğini de ilan etti. [168]
Yapılan anlaşma
üzerine Hz. Muaviye Medâin'e geldi. Hz. Hasan'ı yanma alarak Kufe'ye girdi. Hz.
Hasan kendi eli ile hicrî 41 yılının Rabîu'l-Evvel ayı sonlarında Kufe'yi
Muaviye'ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber'in şu hadisi tecellî etmiş oldu:
"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir şehittir. Umulur
ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak."[169]
Hz. Hasan, Muaviye'nin
huzuruna çıktığında, Muaviye ona "Seni senden önce hiç kimseyi
mükafatlandırmadığını ve senden sonra da kimseyi mükafatlandırmayacağını bir
mükafatla "mükafatlandıracağım" dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi. [170]
Ayrıca her sene bir milyon dirhem maaş bağladı. Ama bunların
çoğunu sonradan kısıtladı ve ona çok az
bir şey verdi.
Hz. Hasan ile Hz.
Muaviye arasındaki bu anlaşmaya şahit olan İmam Şa'bi hadiseyi şöyle anlatır:
"Hz.Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana bıraktığını ve teslim ettiğini
insanlara haber ver". Hasan kalktı ve Allah'a hamd ve senadan sonra şöyle
dedi:
"Akıllıların en
akıllısı, muttaki olandır; ahmakların en ahmağı da fâeir olandır. Hz. Muaviye
ile benim aramda anlaşmazlık konusu olan bu iş, ya benden daha layık birisinin
hakkı idi; ya da benim hakkımdı. Ben ümmetin sulh içinde olması, birliğinin
bozulmaması ve kan dökülmesine mani olunması için hilafeti ona bıraktım".
Arkasından "Bilmem belki de o, sizi
denemek ve bir süreye kadar yaşatmak (meta) içindir."[171]
âyetini okuyarak hutbesini bitirdi.[172]
Hz. Hasan'ın hilâfette
ne kadar kaldığı kaynaklarda farklı farklı olmakla birlikte, 6 ay 5 gün olduğu
konusundaki görüş en kuvveti isidir.[173]
Hz. Hasan hilâfeti Hz.
Muaviye'ye bıraktıktan sonra, geri kalan on yıllık ömrünü Medine'de geçirmek
üzere yola çıktı. Kufeliler onun şehirden ayrılışı sırasında ağlaşıyorlardı.
Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyeceğini söylemekten çekinmedi. Babası Hz.
Ali'ye de yaptıklarını kendilerine hatırlatarak, akıbetlerinin hiç iç açıcı
olmadığım belirterek hallerine acıdığını söyledi.
Yolda birisi kendisine
"Ente a'ru'l müslimin Ey müslümanların yüz karası!" diye hakarette
bulundu. Hz. Hasan, Hz. Peygamber'den naklettiği bir hadisle Ümeyye
oğullarının bu makama gelmesinin mukadder olduğunu hatırlatmaya çalıştı.[174] Bir
başkası "Ey mü'minlerin emirinin utancı" diye bağırınca, ona da
"Ar, ateşten daha hayırlıdır" dedi. [175]
Müslümanlara karşı zalim
olmaktansa mazlum olmayı tercih ederiz. Müslüman kardeşimiz mazlum da olsa
zalim de olsa yardım ederiz. Mazlum ile bir olur zalime karşı mücadele ederiz.
Zalim kardeşimizin de elinden tutar zulümden vazgeçiririz.
Medine'de on yıl
yaşayan Hz. Hasan[176] vefatı
yaklaşınca Hz. Aişe'ye haber göndererek, Hz. Peygamber'in yanına defnedilmek
istediğini söyledi. Hz. Aişe de bu isteği kabul etti. Bunun üzerine kardeşine
şöyle vasiyet etti. "Ben ölünce Hz. Aişe'den, Hz. Peygamber 'in yanına
gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almıştım. Bana karşı çıkmadı. Belki
de benden utandı. Şayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de
Ümeyyoğullarının seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa,
onlarla uğraşma beni Bakî mezarlığına defnet"
Hz. Hasan kırk gün
hasta yattı. 5 Rabîu'l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti.[177]
yılı olduğunu söylemişlerdir.[178]
Ölüm sebebi olarak zehirlendiği söylenir. Zehirleyenin de kendi hanımı Ca'de
binti el-Eş'as b. Kays olduğu rivayet edilir. Hasta yatarken kardeşi kendisine
kimin zehirlediğini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçındı. Hatta bu
zehirlenmeden önce üç defa daha aynı girişimde bulunulduğunu, fakat onları
atlatmayı başardığını söyler. Bu son içtiği zehirin başka olduğunu ve herhalde
öleceğini ona açıklar. [179]
Vefat edince Hz.
Hüseyin, Hz. Aişe'ye müracaat ederek, durumu anlattı. Hz. Aişe de Hz. Hasan'ın
vasiyetine "Memnuniyetle kabul ederim, baş üstüne" dedi. Ya'kubiye
göre Hz. Aişe bu isteğe şiddetle karşı çıkmıştır.[180]
Fakat bu iddiayı Ya'kubî'den başkası öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve
Ümeyyeoğularının haberi olunca "vallahi, asla ve ebedî olarak Hz.
Peygamber'in yanma gömülemez" dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin'e ulaştı.
Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandılar. Hz. Ebu Hüreyre durumun
vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan'ı buraya defnetmeyi engellemenin mutlak
surette zulüm olacağını söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin'e laf
anlatırım düşüncesiyle ona geldi. Onu bu ısrarından vaz geçirmeye çalıştı.
Kardeşinin vasiyetini hatırlatarak onun "şayet herhangi bir fitneden
çekinirsen beni müslümanların mezarlığına defnet" dediğini hatırlattı. Hz.
Hüseyin de fitneden çekinerek, kardeşini bir çok sahabenin defnedildiği
el-Bakî' mezarlığına defnetti.
Hz. Hasan'ın
cenazesine Ümeyyeoğullarından, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass'dan başka hiç
kimse katılmadı. Hz. Hüseyin, cenaze namazını kıldırmayı valiye teklif etti.
Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazını
kıldırdı. Cenazesine çok sayıda kişi katıldı, hatta "iğne atsan yere
düşmeyecek" kadar kalabalık vardı.[181] Hz.
Hasan vefat ettiğinde 47 yaşında idi. [182]
Hz. Hasan cömert ve
kerimdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamher'e çok benzerdi. Çok takva sahibi
idi. Medine'den Mekke'ye yürüyerek 15 defa hac yaptığı meşhurdur. Hayır yapmayı
çok severdi. Öyle ki, mallarının tamamını iki defa fakirlere dağıttı; üç defa
da Allah (c.c) ile "kasame" yaptı. Yani iki ayakkabısı varsa, birini
tasadduk edip, birini kendisine bırakarak; herhangi bir yiyeceğinin bir avucunu
dağıtıp, bir avucunu kendine ayıracak kadar adil davranarak, mallarını
fakirlere dağıttığı kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve başkalarına
ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardır.
Meselâ ona
"Mekârim-i ahlâklın ne olduğu sorulunca, o bunu şöyle özetler: Doğru söz,
isteyene vermek, güzel ahlâk, sılaı rahim, komşu hakkında utanmak, arkadaş
hakkına riayet, misafire ikram, ve nihayet bunların da başında hayâ'dir. [183]
Hz. Hasan çok evlenip,
boşanmasıyla da üne sahiptir. Hatta bir ara babası Hz. Ali, bu yüzden, onun
evlendiği kadınların kabilelerinin kendi ailesine karşı düşman olacaklarından
korkarak, Kulelilere açıkça oğluna kız vermemelerini söylemiş, oradan kalkan
bir adam da. yemin ederek, onu evlendirmeye devam edeceklerini bildirmiş ve
arkasından şöyle demiştir: "Biz evlendiririz, o istediğini tutar,
istediğini boşar."[184]
Onun sekiz veya on iki oğlu vardı:
1- Hasan b
Hasan [185]
2- Zeyd [186]
3- Ömer,
4- Kasım,
5- Ebu
Bekir,
6-
Abdurrahman [187]
7- Talha,
8-
Ubeydullah. [188] Bir tane de kızı
olduğuna dair rivayetler vardır.[189]
Hz. Peygamber'in soyu
torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in çocukları vasıtasıyla devam etmiştir.
Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlere halk arasında "seyyid" Hz. Hasan'ın
soyundan gelenlere de "şerif veya "emir" adı verilir. Hz. Hasan
(R.a.) hayatıyla mekârim-i ahlâkı günleştirmiştir. O, mekârim-i ahlâk
inkılabının öncülerindendi. İslâm ümmetinin kanının daha fazla akmaması için an nara tercih etti.
Yani müslümaniara karşı zalim olmaktansa mazlum olmayı tercih etti.
Müslümanların idaresine
kanı bulaştırmamanın mücadelesini verdi. İslâm ümmetinin maslahatını, sulhu
selametini tercih etti. İslâm ümmetinin maslahatını gözetmek, müslüman
idarecilerin vazgeçilmez görevlerindendir. Müslüman idareci, müslümanların
mallarına, canlarına, kanlarına, namuslarına ve dinlerine bekçilik eder.
Müslümanların mal, can, namus, akıl ve din emniyetlerini önemsemeyenler,
müslümanlara idareci olamazlar.
Müslümanların emniyete
ermeleri, idarecilerinden emin olmalarına bağlıdır. Emin idareciler ancak
müslümanları emniyete erdirebilirler. Müslümanların sulhu selameti meşru
hududîar dahilinde nasıl gerçekleştirilmesi gerekiyorsa, öylece
gerçekleştirmek mü'min idarecilerin vazifesidir. Müslümanların sulhuna,
selametine katkıda bulunmak, sahabe fıkhını idrak etmektendir.
Hz. Hüseyin; Hz.
Peygamber (sav) in Hz. Fatima (R.anha)'dan torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın
ikinci oğlu. Hicretin dördüncü yılı Şaban ayının beşinde dünyaya geldi.
Hz. Hüseyin'in ismini
Peygamber Efendimiz koydu. Hz. Hüseyin doğduğu zaman, Cebrail (a.s) gelip
"Ya Muhammed! Rabbin sana selâm söylüyor. Oğluna, şu Harun'un oğlunun
ismini koy diyor" dedi.
Peygamber Efendimiz
"Ey Cebrail: Harun'un oğlunun ismi
nedir?" diye sordu.
Cebrail (a.s)
"Şebir" dedi.
Peygamberimiz "Benim dilim, Arapça:" buyurdu.
Cebrail (a.s)
"Öyle ise, bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi. [190]
Hz. Hüseyin, Hz.
Peygamber (sav)'e çok benziyordu. Hz. Ali (R.a) 'Hasan, Rasûlüllah 'a göğsünden
başına kadar olan kısmında, Hüseyin de bundan aşağı olan kısmında çok benzerdi.
[191]
demişlerdir.
Hz. Peygamber (sav)
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (R.a)'a son derece düşkün olup onları çok severdi.
Onların hakkında,
"Allah'ım: Ben,
bunları seviyorum. Sen de sev bunları.[192]
Hasan ve Hüseyin,
benim dünyada kolladığım iki reyhanimdir.[193]
Hasan ve Hüseyin'i
seven, beni sevmiş, onlara kin tutan da bana kin tutmuştur."[194]
Peygamber Efendimiz
(sav) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in gönüllerince oynayıp eğlenmeleri için onlara
eşlik eder, bir çocuk gibi onlarla oynardı. Hz. Hüseyin, Rasûlüllah (sav)'dan
deve olmalarını istediklerinde hemen yere eğilir ve onları mübarek sırtına
alırdı. Arkasından da "Bundan güzel
deve olabilir mi?" buyururlardı.
Peygamber Efendimiz,
bir gün, cenazelerin konulduğu yerde oturuyordu. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin,
güreşmeye başladılar. Peygamber Efendimiz gülerek "Ha gayret Hasan;
Göreyim seni, yakala Hüseyin'i!" diyerek Hz. Hasan'ı kayırınca, Hz. Ali:
"Yâ Rasûlüllah: Sen Hüseyin'i kayırmak değil miydin? Hasan daha
büyüktür" dedi. Peygamberimiz "Baksana
Cebrail'de, Hüseyin'e: (Ha gayret Hüseyin göreyim seni) diyor."
buyurdu. [195]
Hz. Peygamber (sav)
torunlarından olan Hz. Hüseyin'in çocukluk yılları Peygamberimizin otağında
geçmiştir. Rasûlüllah'ın eğitiminden yetişip imanı yudumlaya yudumlaya büyüyen
Hz. Hüseyin'in sonu da şehadet ikliminde gerçekleşmiştir. İnsanın hayatında
Allah ve Rasûlü'nün hükmünden başka hiç bir hükmün geçerli olamayacağını
derinden kavramış olan Hz. Hüseyin, bu gerçeğe gölge düşürenlere zerre kadar
meyletmemiş; bilakis destansı bir tavırla onların önlerine dikilmiştir.
Hz. Muâviye, hicretin
altmışıncı yılında Recep ayının ortalarında Şam'da vefat etti. Muâviye'nin
vefatından sonra Şamlılar Muâviye b. Ebi Sûfyan'm oğlu Yezid'e bey'at ettiler.
Yezid'in iktidara
geçmesi saltanat şeklinde gerçekleşti. Yezid, kendisinin bu şekilde idareyi
ele alışma başta Hz. Hüseyin olmak Üzere pek çok Sahabe'nin rıza
göstermeyeceğini, hatta şiddetli tepkilerle karşilayacağını biliyordu. İktidarı
elden kaçırmamak için çok süratli davranıyordu. Hemen Medine valisi Velid b.
Utbe b. Ebi Sufyan'a bir mektup gönderdi.
Mektubunda şöyle
yazıyordu:
Mektubum sana geldiği
zaman, Hüseyin b. Ali ile Abdullah b. Zübeyr'i buldur, onların bana
bey'atlarını al! Eğer, bey'attan kaçınırlarsa, boyunlarım vur, başlarını bana
gönder: Halkın da bey'atlannı al, Bey'attan kaçınanlar hakkında, Hüseyin b. Ali
ve Abdullah b. Zübeyr hakkında olduğu üzere, hükmü yerine getir,
Vesselam."
Yezidin; Medine
valisine yazmış olduğu mektubunda Hz. Hüseyin'den ve ileri gelen sahabelerden
bey'atlarını almasını, bu konuda gevşek davranmamasını istediği de kaynaklarda
kaydedilir .
Yezid'in iktidarı ele
almasından sonra Kûfeliler Hz. Hüseyin (R.a)'e mektuplar göndererek, onu davet
edip, yanlarına geldiği takdirde kendisini Emirü'l-mü'minin ilan edeceklerini
üst üste yazdıkları mektuplarda belirtmişlerdi. Ayrıca şu anda emirleri
olmadığından cuma namazına çıkmadıklarını bildirmişlerdi.
Hz. Hüseyin,
Medine'den Mekke'ye gidip buradan Küfelilerle haberleşmeye başlamıştı.
Kûfelilerin durumunu kesin olarak anlamak için de amcasının oğlu Müslim b.
Akil'i Kûfe'ye göndermişti. Müslim Kûfe'de durumun iyi olduğunu, insanların
bey'at için hazır bulunduklarım bildiren bir mektup gönderdi. Hz. Hüseyin bu
haberden sonra kesin karar verip Kûfe'ye gitme hazırlıklarına başladı.
Hz. Hüseyin Küfe
yolculuğuna hazırlanırken, Abdullah İbn Abbâs, bu yolculuktan vazgeçmesini
ısrarla istemişti. Aynı şekilde Abdullah İbn Ömer ve tabiunun ileri gelen
âlimlerinden İmam Şa'bî de Hz. Hüseyin'in Kûfe'ye gitmemesini istemişler,
özellikle Iraklılara güveni İnleyeceğini vurgulamışlardı. Ama Hz. Hüseyin
Kûfe'ye gitme konusunda kesin kararlıydı .
Yezid, Hz. Hüseyin'in
Kûfe'ye doğru yol aldığını haber alınca, Küfe valisini değiştirmiş, Basra
valisi olan Ubeydullah İbn Ziyad'a ek bir görev olarak, Küfe valiliğini de
vermişti.
Ubeydullah b. Ziyad,
Küfe valiliğini de üstlenince ilk iş olarak Müslim b. Akil'i çok feci bir
şekilde şehid etti.
Yezid, Küfe valisi
Ubeydullah b. Ziyad'a Hz. Hüseyin hakkında şu emri veriyordu:
Şimdi sen, benim
istediğim gibi olmakta devam ediyorsun. Yaptığını akıllı ve beceriklilere
yaraşır bir biçimde yaptın. Sebatlı, azimli bir kahraman saldırısıyla
saldırdın. Başkalarına ihtiyaç bırakmayıp bu işin üstünden geldin. Bana erişen
habere göre: Hüseyin b. Ali, Mekke'den ayrılmış, senin tarafına doğru gelmekte
imiş. O'na hemen casusları kavuştur. Yollara gözcüler dik. Olanca duruşla bunun
üzerinde dur. Seninle çarpışmadıkça sakın kimse ile çarpışma. Her gün, olan
bitenlerin haberini bana yaz."
Hz. Hüseyin'in Küfe
yolculuğu sürerken, gelen haberler hiç de iyi değildi. Müslim b. Akil'in şehid
edildiği haberi bile kendisine ulaştığında artık geri dönmek mümkün değildi,
Yol esnasında pek çok kişi Kûfe'ye gitmemesini, mutlaka geri dönmesi
gerektiğini söylemişlerdi.
Bütün bu
olumsuzluklara rağmen, Hz. Hüseyin büyük bir kararlılıkla Kûfe'ye doğru yol
almaya devam ediyordu. Bu arada kendisi için tuzaklar kuruldu. Gelişen olumsuz
olaylar nedeniyle, Hz. Hüseyin beraberindekilere "Dileyen dönebilir, ben
sizi yanımda zorla götürmek istemem" demişti. Ama hiç bîr kimse ondan
ayrılmadı. [196]
Hz. Hüseyin, Hurr b.
Yezid et-Temimî'nin kumandası altındaki bin kişilik Küfe süvârî birliği ile
karşılaştı. Hurr b. Yezid, Ubeydullah b. Ziyâd'ın emrine uygun oiarak hareket
ediyordu. Hurr, Ubeydullah'ın emri gereğince Hz. Hüseyin'i Kerbelâ'ya doğru
sürükledi.
Ubeydullah b. Ziyad
olayın ciddiyetini fevkalade kavramıştı. O sırada Merv valiliğine tayin edilmiş
bulunan Ömer b. Sa'd Küfe'de hazırlıklarını yapıyordu. Ancak Ubeydullah; Ömer
b. Sa'd'ı Hz. Hüseyin'e karşı kullanmak istedi ve hemen ona emir vererek
ordusuyla beraber Kerbelâ'ya gelmesini istedi. Ömer b. Sa'd, Hz. Hüseyin'in
karşısına çıkmak istemiyordu. Bu durumu anlayan İbn Ziyad: "eğer, onunla
çarpışmaya gitmeyecek olursan, seni Merv valiliğinden azleder, evini yikar,
boynunu vururum[197]
diyordu.
Durum giderek
vahimleşiyordu. Hz. Hüseyin bu durumun önüne geçmek ve kanların akıtılmasına
meydan vermemek amacıyla Ömer b. 'Sa'd'a şu teklifleri yapmıştı: "Ey Ömer!
Şu üç teklifimden birini kabul ediniz;
Bırakınız da ben,
cihad etmek üzere, hudut boylarına gideyim. Yahut Yezid'in yanına varıp
kendisiyle görüşeyim. Yahut dönüp Medine'ye gideyim.[198] Ama
İbn Ziyâd bu teklifleri asla kabul etmiyor ve Hz. Hüseyin'i artık bırakmak
istemiyordu.
Ömer b. Sa'd ise Hz.
Hüseyin'e karşı her hangi bir saldırıda bulunmuyor ve günler böyle geçip
gidiyordu. Ubeydullah b. Ziyâd, son emrini verdi. Ömer b. Sa'd'a yazdığı son
emrinde şöyle diyordu:
"Ben seni, Hüseyin'le
günler geçiresin, onun selâmet ve bekâsını dileyesin ve benim katımda onun
şefaatçisi, kayırıcısı olasın diye göndermedim. Ona ve adamlarına hemen teklif
et; hükmüme boyun eğsinler. Eğer, sana teslim olurlarsa, onu ve etrafındakiler!
bana gönder. Şayet kabule yanaşmazlarsa üzerlerine yürü. Çünkü, o asi ve
şakidir.
Bu emirden sonra Hz.
Hüseyin'e saldırılar başladı. Hz. Hüseyin'in yanındaki bir avuç mücahid ve
Ehl-i beytten hanım ve çocuklar binlerce askerden oluşan orduya karşı büyük bir
direnç gösteriyor ve bir bir şehadet şerbetini içiyorlardı. En son Hz. Hüseyin
kahramanca savaştı ve almış olduğu otuzüç mızrak ve otuzdört kılıç yarasıyla
bedeni toprağa yığılırken, ruhu şehidlerin ruhlarına karışıyordu.
Kerbelâ'da Hz.
Hüseyin'in akrabalarından yetmişiki kişi şehid düştü. Adeta Ehl-i beyt, tümden
imha edilmek istenmişti. Kufelilerden de seksensekiz kişi ölmüştü.
Hz. Hüseyin, Hicri
altmışbirinci yılın on Muharreminde şehid olmuştu. Şehid düştüğünde elliyedi
yaşında idi. Irak valisi Ubeydullah bin Ziyad, Ömer bin Sâd kumandasında bir
ordu gönderdi. Ömer, geri dönmesini bildirdi ise de, İmam kabul etmeyip harp
etti. 681 yılında Muharremin onuncu günü Kerbelâ'da şehit oldu. Yezîd bunu
duyunca, çok üzüldü. "Allah İbni Mercane'ye [199]
lanet eylesin! Hüseyin'in isteklerini kabul etmeyip de onu şehit ettirdi.
Böylece beni kötü tanıttı" dedi. Hz. Hüseyin'in mübarek oğlu Zeynelabidin
küçük olduğu için öldürülmedi. Kadınlar ve İmamın mübarek başı ile Şam'a
gönderildi. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanında medfundur.
Hz. Hüseyin'in
şehadeti Ömer b. Sa'd'ı ve Yezid'i derin bir şekilde etkilemiş ve üzülmelerine
yol açmıştı. Ancak bu üzülmelerin ne anlamı olabilirdi. Hz. Hüseyin'in
şehadetine yol açan, öncelikle Yezid olmuştu.
Peygamber Efendimiz
(sav)'in torununu ve büyük İslâm kahramanını canevinden vuranlara müslümanların
iyi nazarla bakması ise asla mümkün değildir. Said Nursî (Rh.a.) bu hususta şu
değerlendirmeyi yapıyor: "Hazret-i İmam-ı Ali'nin Vak'a-i SıffmMe,
Hazret-i Muaviye'nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın
muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi
ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin
merhametsiz mukteziyatlarmı onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları
ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için
azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur
zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve
Hüseyin'in Emevîlere karşı mücadeleleri ise, din ile milliyet muharebesi idi.
Yani: Emevîler, Devlet-i İslâmiyeyi, Arab milliyeti üzerine istinad ettirip
rabıta-i İslâmiyeti, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından, iki cihetle
zarar verdiler:
Birisi: Milel-i
saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve
milliyet esasları, adaleti ve hakkı takib etmediğinden zulmeder. Adalet
üzerine gitmez. Çünki unsuriyet-perver bir hâkim, milletdaşını tercih eder,
adalet edemez.
Rabıta-i diniye yerine
rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider. İşte
Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup, muhik olarak onlara karşı
mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar
haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i
İlahî ve rahmeî-i İlahiye onların feci bir akıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevab: Hazret-i
Hüseyin'in yakın taraftarları değil, fakat cemaatine iltihak eden sair
milletlerde, yaralanmış gurur-u milîiyeleri cih'etiyle, Arab milletine karşı
bir fıkr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve
parlak mesleklerine halel verip, mağlubiyetlerine sebeb olmuş. Amma kader
nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların
hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı
ile manevî saltanatın cem'i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan
küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın.
Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî
bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya
aktablarına merci' oldular. [200]
Merhum Mevdûdî (Rh.a.)
de Kerbelâ olayını ele aldığı "Hz. Hüseyin'in Şehadeti Üzerine" adlı
yazısında İslâmî yönetimin temel ilkeleri açısından Hz. Hüseyin'in karşı
çıktığı, reddettiği yönetimin durumunu şöyle belirler:
"Yezid'in, babası
Muâviye'ye halef tayin edilmesi, kişilerden Allah'ın hakimiyetine dille
inanmalarının istendiği monarşi türünün başlangıcının işaretidir. Uygulamada
bütün önceki monarklar gibi müslüman yöneticiler de hâkimiyetin tek kaynağı
imişcesine davranmışlardır, yani hakimiyet monarkın ve kanunî haleflerinindir.
Monarkın hayat, mülkiyet, şeref ve tebaanın her şeyinin tartışmasız sahibi
olduğu sanılmıştır. İslâm devletinin en önemli amacı Allah'ın sevmediği
kötülükleri önlemek ve yok etmek olduğu gibi, razı olduğu iyilik ve faziletleri
de yerleştirmek ve emretmek iken; otokratik yönetimlerin amacı arazi gasbetmek,
mal-mülk sahibi olmak, haraç-vergi toplamak ve hayvanı arzuları doyurmaktan öte
geçmiyordu.
Bu dönemde müslüman
yöneticiler ve hükümet Sezar'ın ihtişam ve debdebesini adaletin yerine ise
zulmü ve otoriteyi benimsediler. Lüks ve israf aldı yürüdü. Yöneticiler meşru
olanla gayri meşru olanı birbirinden ayırmadılar. Politika artık ahlâktan
yoksun hale gelmişti. Memurlar halkın içinde Allah korkusunu yerleştirmek
yerine, onları kontrol altında tuttular, bilinçlerini artırma yerine, tahrik ve
rüşvetle onları kazanmaya çalıştılar.
Yezid'in halef olarak
atanmasıyla İslâmî yönetim sistemi temellerinden sarsılmış ve yerini babadan
oğulla geçen bir monarşizme bırakmıştı. O andan itibaren halifenin seçimini
belirleyen ilke askıya alınıp zeki ve zengin olanlar ümmetin serbest oylarıyla
seçilme yerine, yönetimi birer birer ele geçirmişlerdir.
Krallığın egemen
olmasıyla birlikte şûra sistemi de köklü bir değişime uğradı. Monarşik yönetim
kişisel ve despotik yöntemlere dayanıyordu. Artık şûra heyetinin üyeleri,
prensler, dalkavuklar, saraylılar, eyalet valileri ve askeri komutanlar
olmuştu. Kralların egemen olmasıyla birlikte vicdanların sesi boğuldu ve söz
hürriyeti tümden inkâr edildi. Bu dönemde ağzını açan ancak hükümdarın ve
hükümetin lehine konuşabiliyordu. Aksi durumda ise susması gerekiyordu.
Vicdanların üzerindeki
baskı öylesine ağırdı ki, gerçeği söylemekten kendisini alamayan olursa, ya
hürriyetini yitirip zindana tıkılıyor, ya da hayatından oluyordu. İmparatorluk
rejimi sorumlu yönetim kavramından tümüyle yoksundu. Onun için Allah önünde
sorumluluk sözde kalan bir şeydi ve pek az olarak uygulamada kendini
gösterebiliyordu. Halk önünde sorumluluk duygusuna gelince; kimsenin
imparatorlardan bir açıklamada bulunmalarım istemek cesareti yoktu...
Hilâfet otokratik
yönetime dönüşünce kamu hazinesi ilâhî veya kamu malı olacağı yerde tümüyle
kıralın özel mülkü haline geldi. Hem meşru, hem meşru olmayan yollarla para
alındı ve meşru olsun olmasın rastgele harcandı. Kimsede en ufak bir hesap
sorma cesareti kalmamıştı. Devletin gelirlerinin tümü, sıradan bir postacıdan
devlet yöneticisine kadar herkesin harcayabildiği ölçüde bir zevk ve eğlence
aracı haline geldi. Yöneticilik yetkisinin kamu matını rastgele harcamak için
bir belge olmadığı gerçeği kimsenin umurunda bile değildi. Kamu hazinesini
diledikleri biçimde tüketebüeceklerine ve kimsenin kendilerinden hesap sormaya
cesaret edemeyeceğine iyiden iyiye inanmışlardı.
Yalnızca krallar,
prensler, soylular, memurlar ve kumandanlar değil, sarayla uzaktan yakından
ilgisi olan erkek ve kadın hizmetçiler bile hukukun üstünde sayılıyorlardı.
Halk gerek bedenen, gerekse ahlaken devlet görevlilerinin merhametine kalmıştı.
Halkın kaderini çizen iki zıt ölçü vardı: Biri güçlüler, diğeri ise zayıflar
için. Mahkemede yargıçlara baskı yapılıyor, kararlarında adaletli olmaya
çalışanlar, karşılığında ağır fiyat ödemek zorunda kalıyorlardı. Allah'tan
korkan kadılar ilahi cezaya çarpılmamak için işkence ve zindanları zulmün ve
şımarıklığın elinde oyuncak olmaya tercih ediyorlardı.[201]
Emevilerle birlikte
bunu hızla diğer alandaki çözülme ve sapmalar izlemiştir. Hz. Hüseyin'in bey'at
ederek bu çözülüş ve zulmü onaylaması elbette ki düşünülebilecek bir şey
değildir. Hz. Hüseyin'in bu arzu edilmez gelişmeye kayıtsız kalmamasının nedeni
işte budur. O, en kötü sonuçları bile karşılamayı göze alarak yerleşmiş bir
yönetime karşı ayaklanmakla yükselen şer güçler dalgasının önüne set çekmeye
karar verdi.
Bu yiğitçe karşı
duruşun sonuçlarını herkes bilmiyordu. Hüseyin'in kendisini ağır bir tehlikeye
atıp sonuçlarına da kahramanca katlanarak vurgulamak istediği gerçek, İslâm
devletinin temel ilkelerinin vazgeçilmez değerde birer servet olduğudur. Bir
mü'minin bu serveti korumak için hayatını feda etmesi ve aile üyelerinin de
katledilmelerine neden olması hiç bir zaman kötü bir pazarlık değildir.
Böylesine önemli
zamanlarda hesap peşinde koşanlar ancak uzlaşmacı ve kolaya kaçıcı kimseler
olabilir. Kendini takva ve hakka adamış kişi hiç bir zaman sonuçlan önemsemez.
Mücadelenin sonucu her zaman adaletin ve hakkın yanında olan gücün elindedir.
Zulüm, sayı ve kaynak bakımından, aşırı üstünlüğüne rağmen, neticede yok olur
gider. Böyle durumlarda şartları göz önünde bulundurup tedbir hesapları
yapmak, sonucun çok miktarda kan verilmesine değip değmeyeceği tartışmalarında
bulunmak Hakk'ın koruyucularının zihinlerinde kuşkular doğuran lanetli şeytanın
işidir
Hz. Hüseyin, hiç bir
hesap peşinde koşmadan kendisini Hakk'a adayan gerçek ve örnek müslüman tipini
simgeler. Bir konuşmasında; "Olup bitenleri görüyorsunuz. Dünyanın rengi
değişti; tümüyle faziletten yoksun hale geldi. Yalnızca her iyiliğin tortusu
kaldı. Dikkat! Görmüyor musunuz? Hak ve doğru, yerin altına gönderildi. Bilerek
batıl işler peşindeler. Kötü gidişi önleyecek kimse kalmadı. Zaman, her
mü'minin Allah uğrunda hakkı savunma zamanıdır. Şehid olmak istiyorum.
Zalimlerle bir arada yaşamak zulmün ta kendisidir." diyen Hüseyin'in
eyleminden, şehadetinden alınması gereken dersi Mevlâna Ebu'l Kelâm şöyle dile
getirir:
"Hüseyin Allah'ın
iradesini kendi kişisel seçimine; Hakk'a bağlılığı, hayat ve hayatın lükslerine
duyulan sevgiye tercih etti. Yalnız, Hakk'ın aşığı olmakta yarar görerek
hayatını ortaya koyduğu vakur olaydan çıkarılabilecek en değerli ders, Cihad ve
Hak yolundan sabırlı, kararlı ve metin olmak gerektiğidir.
Yeryüzünde Müslümanlar
açısında iman korunmadığı ve İslâm yaşanmadığı zaman matem başlar, Müslümanlar
yaslı hale gelir. Bir tahlil ve tesbiî olarak Müslümanlar tarihinde gerek
imanın korunması ve gerekse İslâm'ın
yaşanması hususundaki tavizler,
hilafetten saltanata geçişe başlamıştır.
Evvela şunu bilmekte
fayda vardır: İslâm'la tanışmak büyük bir şereftir. İslâm'a teslim olmak
bulunmaz bir mutluluktur. İslâm, insanlığa mutluluk getirmiş olan bir hayat
düzenidir. Bir yaşam tarzı, bir hayat düzeni olarak İslâm'ı kaybedenler,
kaybolurlar.
Hayatta "İmanın
korunması" ile "İslâm'ın yaşanması" Müslüman insanın varlık ve
sağlık sebebidir. İmanın muhafaza ve müdafaa edilmesi, Rasûlüllah (sav)’ın
örnek ve önderliğinde yaşanan İslâm'ın aynen devam ettirilmesi, bütün Müslüman
nesiller için azad kabul etmez görevlerin başında gelir. Bir yerde imanın
korunması ve İslâm'ın yaşanması tehlikeye girdiği zaman Rasûlüllah (sav)'in
izini takib eden mü'minler için şehadet tercihi gündeme gelmiş demektir.
Nitekim Rasûlüllah (sav)'in torunu Hz. Hüseyin (Rh.a.) şöyle diyor:
"Hayat; iman ve cihaddir."
İman'ı hayata
dönüştürürken karşılaşılan tehlikeleri bertaraf etmek için cihad elzemdir,
çaredir. İşte Hz. Hüseyin (R.a.), imanın korunmasını ve islâm 'in yaşanmasını
tehlikeye düşüren saltanat rejimine, modeline karşı "el- Hilafetler
Raşide" adına devrin zalimi Yezid'e karşı kıyam etmiştir.
Yezid, Müslümanların
idaresini keyfi ve cebrî olarak ele geçirmiş ve uygulmalarında cebrî
davranmıştır. Müslümanların o güne kadar alışık olmadıkları bir yönetim biçimi
olan saltanat modelini dayatmıştır.
Saltanat, nebevi
minhadprogram üzere Müslümanları idare etmek anlamına gelen ve emaneti ehline
vermek, adaleti icra etmek, şeriatı ikame etmek ve Müslüman halkın rızasını
(bey 'atını) esas almak manasına gelen hilafet rejiminin yerine geçirilmek
istenen keyfi ve cebrî bir rejimdir. Saltanat rejimini dayatan Yezid, Hz.
Hüseyin (R.a.)'dan inat etmeyip derhal bey'at etmesini istemiştir.
Müslümanların inanç
lügatlarında; zulme ve zalimlere boyun eğmek, zulmü yaşam biçimi, zalimleri de
yönetici seçmek, ibadetten değil, cinayetten sayıldığı için Hz. Hüseyin (R.a.)
Yezid'e bey'ati reddetmiştir. Hz. Hüseyin (R.a.)'a babasından miras kalan
zalimlere boyun eğmek değil, zalimlerden hesap sormaktır. Nitekim Hz. Ali
(R.a.) bir sözünde der ki:
"Haksızlığa boyun eğenler, yalnız hakların değil onurlarını
da yitirirler"
Siyasi bir bid'at olan
ve Müslümanların her dönem ve devrede meşru yönetim biçimlen Hilafet sistemine
ihanet anlamına gelen saltanat modelini kabul etmediği için keyfiliğe boyun
eğmeyen Hz. Hüseyin (R.a.),v Yezid'e bey'at etmeyi reddedip Küfe halkının
yardım çağrısına icabet etti. Zulüm altında inleyen Küfe halkının kendisine
bey'at edeceğini bildirmesi üzerine de, Küfe'ye hareket etti. Bu yürüyüş
tarihe Kerbelâ olarak geçecek olan ve siyasi bid'at saltanata tutunan
zalimlerle, nebevi sünnet olan hilafeti savunanların savaşının tarihsel bir
simgesine dönüşecek olan olayın da başlangıcı oldu.
Hz. Hüseyin (R.a.),
Küfe halkının o lanetli ihanetini ve Yezid'e bey'at ettiklerini yolda
öğrendiğinde, beraberindekilere "isteyenlerin dönebileceğini"
söyledi. Hz. Hüseyin (R.a.) ile birlikte yola çıkanlar, ittekullah nakışlı
şehadet giysileriyle bezenmiş olduklarından ölümün üstüne yürüdüler.
Neticede Irak
topraklarında, Fırat Nehri kıyısındaki Kerbelâ denilen yerde kuşatıldılar. Bir
avuçtular, karşılarında Yezid'in binlerce askeri vardı. Hz. Hüseyin (R.a.)'ı
hunharca şehid ettiler. Böylece Kerbelâ bir matemin sembolü oldu.
İbn-i Teymiyye (Rh.a.)
der ki; "Kerbelâ 'da Hz. Hüseyin (R.a.) mazlum
bir şekilde şehid edilmiştir. Hz. Hüseyin
(R.a.)'ı şehid edenler, O'nıın şehadetine rıza gösterenler ve O'nu şehid
edenlere yardım edenler, Allah 'in azabını hak edenlerdir. Ve onlar Allah'ın azabına
uğrayacaklardır. Hz. Hüseyin (R.a.)'in şehid edilmesi, büyük bir günahtır.
Ancak Hz. Hüseyin (R.a.) şehadet günü münasebetiyle sırtlara zincirler vurmak,
elbiseleri yırtmak, bağırıp çağırmak bid'attir. [202]
Kerbelâ'daki matemi
birtakım bid'atlerle anmak, bilerek veya bilmeyerek İslâm'ın ve Müslümanların
imajıyla oynayanların işlerini kolaylaştırmaktır. Oysaki, Yezid'in dayattığı
saltanat bid'at, Hz. Hüseyin (R.a.)'in
savunduğu ve uğrunda
şehadet şerbetini içtiği
hilafet ise
Peygamber, (sav)'in sünnetidir.
Hilafet, uğrunda şehid
olunacak nebevi bir yönetim biçimdir. Hilafetin zıddı olan Saltanat Peygamber (sav)'in ve Raşid
halifelerinin yönetim biçimi değildir. Bu nedenle Müslümanlar hangi çağ ve
mekânda yaşarlarsa yaşasınlar, sahip çıkacakları, savunup uğrunda mücadele
edecekleri meşru yönetim biçimi hilafettir. Çünkü "El- Hilafetü'r
Raşide" ye sahip çıkmayı İslâm ümmetine emreden bizzat Rasûlullah (sav)'in
kendisidir:
"Takvaya yapışınız
ve başmızdaki Halife siyah bir köle dahi olsa onu dinleyip itaat etmeye
sanlınız. Siz benden sonra şiddetli ihtilafı göreceksiniz. Onun için benim
sünnetime ve hiyadete mazhar kılınmış Hulefa-i Raşidin'in sünnetine yapışınız.
Bu sünnetleri dişlerinizle sıkıca tutunuz. (Karşılaştığınız eziyetlere
tahammül için dişlerinizi sıkınız) ihdas edilen şeylerden (bidatlerden)
sakının. Çünkü her bid'at dalalettir. [203]
Hz. Hüseyin (R.a.)
Kerbelâ'da siyasi bir bid'at olan saltanata karşı Rasûlullah (sav) in hem kavli
ve hem de fiili mütevatir sünneti olan hilafeti savunmuş ve bu uğurda acıkiı
bir şekilde zalimler tarafından şehid edilmiştir. Kendilerini Hz. Muhammed
(sav)'in ümmetinden sayan bütün Müslümanlar, Hz. Hüseyin (R.a.)'in Kerbelâ'daki
mücadelesine sahip çıkmalıdırlar. Kerbelâ, belli bir kavmin, kabilenin,
mezhebin ve meşrebin matemi değildir. Aksine bütün Müslümanların matemidir.
Kerbelâ'da Hz. Muhammed (sav)'ın torunu Hz. Hüseyin (R.a.) şehid edilmiştir,
ehl-i beyt'i şehid edilmiştir. Hz. Muhammed (sav) bütün Müslümanların Peygamberidir.
Kerbelâ'da İslâm
şehidlerinin naaşları çiğnenerek İslâm ümmetinin kalbi olan hilafet ortadan
kaldırılmıştır. Bu nedenle Kerbelâ; bütün Müslümanlar için halifesiz kalma
mateminin sembolü olmuştur.
Kerbelâ, Müslümanların
hâkimi ve iktidar anlayışlarının ihanete uğradığı günü bize hatırlatan bir
matemdir.
Biz Müslümanların
inanç lügatında hâkimiyet Allahû Teâla'ya mahsustur, iktidar ise, yeryüzünün
halifesi olan insana, imtihan için tevdi edilen bir emanettir. Bu noktada
bakıldığında görülecektir ki; kerbelâ, sünnisiyle, şiisiyte Müslümanların
müşterek matemidir.
Gerek ehl-i sünnetin
ve gerekse şianın siyasi iktidarın meşruiyetiyle ilgili kıstaslarına göre; halkın hâkimiyetini Allah'ın hâkimiyetinin
fevkine çıkararak O'nun yerine geçiren
Cumhuriyetin, Demokrasinin ve din ile devlet işlerinin ayrılması şeklinde tarif
edilen lâikliğin önplana çıkarılması mümkün değildir. Kerbelâ misyonuna sadakat
bunu imkânsız kılar.
Kerbelâ, keyfî ve
cebri güçler için bir korku, mazlum ve mahrumlar için ise dirilişi direnişe
dönüştürme ruhudur. Kerbelâ, afakî değerlendirmelerde dile getirildiği üzere,
basit bir iktidar savaşının sonucu değildir. İslâm ümmetini temsilen
"el-Hilafetü'r Raşide" adına saltanat modeline karşı isyandır. Şunu
bilelim ki; Hilafet sisteminde temel ilke, Allah'ın mutlak hâkimiyetinin
kabulüdür. Bu ilke uygulama alanında kendini şeriatın her şeyin üstünde yer
alması biçiminde gösterir. Saltanat yönetimi ise hükümdarın mutlak egemenliğine
dayanır. Bu yönetim biçiminde şeriat bir hukuk sistemi olarak uygulanıyor
görünse de, saltanatın çıkarları şeriatın üstünlüğü ilkesinin yerini almıştır.
İşte Kerbelâ misyonu, şeriatın yani hukukun üstünlüğü adına keyfî ve cebrî
yöneticilere karşı başkaldırıdır.
Kerbelâ, zalimlerle
uzlaşmayı kökten reddeden duru duruşun sembolüdür. Kerbelâ, keyfi ve cebri
olanlara karşı hukuk adına hukuk zemininde kalarak ittekullah nakışlı şehadet
giysileriyle Ölümle kucaklaşma misyonunun adıdır.
Tarih boyunca Kerbelâ
misyonuna sadık kalanlarla ona ihanet edenlerin arasındaki savaşın biçimi,
yeri, savaşanların kimliği değişmiş ama özü hep aynı olmuştur. Bugün
Kerbelâ'nın da içinde bulunduğu Irak topraklarında Yezid ve avanelerinin
misyonunu fazlasıyla şeytan Amerika ve avaneleri simgelerken, İslâm
topraklarında tekraren hilafet sisteminin tesisi için şeytan Amerika ve
avanelerine karşı direnen muvahhidler, Kerbelâ misyonuna sadık kalanlardır.
Hz. Hüseyin (R.a.)'ın
Kerbelâ'da verdiği mücadele ruhu bugün de gereklidir. Çünkü bugün Şeytan
Amerika ve avaneleri; "İslâm topraklarının her beldesini Kerbelâ'ya
çevirirken", Müslüman halklar da direnişleriyle yeni Kerbelâlar yaşamaya
devam ediyorlar. Bugün; Müslüman halklar arasında zalimlere, zorbalara,
müstekbirlere karşı kıyam ruhu ve düşüncesi yokedİlmek isteniyor, müstevli
Amerika ve .avanelerine karşı direnen cihad ehli mü'minler "akılsızlıkla,
siyaset bilmemekle, zamansız hareket etmekle" suçlanıyor, mazlumdan yana
olmak adına zalimle uzlaşmanın ve bir
arada yaşamanın çareleri aranıyor ve bulunan çareler çağdaş Bel'amların
fetvalarıyla destekleniyor.
Kerbelâ matemi,
Müslümanlara unutturuluyor veya belli marjinal bir takım mezheblere ve
meşreblere münhasır kılınmak isteniyor. Oysaki kerbelâ; zalimlere boyun
eğmeme, hilafet sistemine ve halifeli topluma ulaşmak için şehadetine direnme
ve bu direnişi kesintisiz devam ettirme ruhudur.
Netice olarak
Kerbelâ, Müslümanların müşterek
yas ve üzüntü günüdür.
Çünkü bugün Müslümanlar meşru yönetim biçimleri olan "El-Hilafetü'r
Raşide" yi kaybetmişlerdir. Adeta müslümanlar halifesiz kalmakla esir
duruma düşmüşlerdir. Altını çizerek diyoruz ki; Müslümanları Allah'ın indirdiği
hükümlerle idare etmeyenlerin her birisi bir belâdır. Halifesiz Müslümanlar
için her gün Kerbelâdır!..
Hz. Erkam b. Ebi'l
Erkam (R.a.)'m hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Daru'l Erkam
müslümanlar için ne anlama gelir? Bilgi veriniz.
Daru'l Erkam misyonu
müslümanlar için gereklimdir? İzah ediniz.
Hz.Fadl İbn Abbas
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Feyrûz b.
Deylemî(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Bilgi veriniz.
Hz. Habbâb İbn Eret
(R.a)'m hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.
Hz. Hâlid b. Velîd
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz.Hâlid bin Said bin
Âs (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz nelerdir? Açıklayınız.
Hz.Hamza (R.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında bildikleriniz
nelerdir? Anlatınız.
Hz.Hanzala bin Ebû
Âmir (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne 'biliyorsunuz?
Bilgi veriniz.
Hz.Hassan b. Sabit
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz.Hâtib bin Ebî
Beltea (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Hubeyb bin Adiy (R.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz.Huzeyfe bin Yemân
(R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz.Hasan (R.a)'ın hayatı ve fıkhı hakkında ne
biliyorsunuz? Anlatınız.
Hz. Hasan (R.a.)'ın
hilafeti ne kadar sürmüştür? Bilgi veriniz.
Hz. Hasan
(R.a.)'ın soyundan gelenlere
ne ad verilir? Bilgi veriniz.
Hz.Hüseyin (R.a)'ın
hayatı ve fıkhı hakkında ne biliyorsunuz? Anlatınız.
Kerbelâ misyonu ne
demektir? Açıklayınız.
Hz. Hesyin (R.a.)'ın
soyundan gelenlere ne ad verilir? Bilgi veriniz.
Hz. İkrime b. Ebî
Cehil (R.anh)
Hz. İmrân b. Husayn
(R.anh)
Hz. Kâ'b bin Züheyr
(R.anh)
Hz. Ka'b bin Mâlik
(R.anh)
Hz. Mikdad bin Esved
(R.anh)
Hz. Mûaz b.
Cebe(R.anh)
Hz. Mugire-tebni Şu'be
(R.anh)
Hz. Muhammed bin
Mesleme(R.anh)
Hz. Mus'ab İbni Umeyr
(R.anh)
Hz. Nuaym İbni Mesûd
(R.anh)
Hz. Nu'mân bin
Mukarrin (R.anh)
Hz. Ribi bin Âmir
(R.anh)
Hz. Osman bin Talhâ
(R.anh)
Hz. Osman İbni Maz'un
(R.anh)
Hz. Sabit İbni
Kays(R.anh)
Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas
(R.anh)
Hz. Sa'd b.
Ubâde(R.anh)
Hz. Sa'db. Mu'âz
(R.anh)
Hz. Sa'd b.
Rebî'(R.anh)
Hz. Saîd b. Âmir
(R.anh)
Hz.Saîd b. Zeyd
(R.anh)
Hz. İkrime b. Ebî
Cehil (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. İmrân b. Husayn
(R.a)'ın hayatını ve fıkhım öğrenmek
Hz. Kâ'b bin Züheyr
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ka'b bin Mâlik
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Mikdad bin Esved
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Mûaz b.
Cebe(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Mugire-tebni
Şıı'be (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Muhammed bin
Mesleme(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Mus'ab İbni Umeyr
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Nuaym İbni Mesûd
(R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Nu'mân bin
Mukarrin (R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Ribi bin Âmir
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Osman bin Talhâ
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Osman İbni Maz'un
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sabit İbni
Kays(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sa'd b. Ebi Vakkas
(R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sa'd b.
Ubâde(R.a)'ın hayatım ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sa'd b. Mu'âz
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Sa'd b. Rebî
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. Said b. Âmir
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz.Saîd b. Zeyd
(R.a)'ın hayatını ve fıkhını öğrenmek
Hz. İkrime bin Ebî Cehil,
meşhur İslâm düşmanı Ebû Cehil'in oğludur. Önce İslama büyük düşman idi.
Mekke'nin fethedildiği gün, öldürülmesi emir buyurulan altı kişiden biri de o
idi.
İkrime, o gün Yemen'e
kaçmak için gemiye bindi. Yolda fırtına çıkıp, gemi batmak üzereyken, "Kurtulursam Muhammed'in
ayaklarına kapanacağım"
diye niyet etti. Kurtulup, Yemen'e varınca, Müslüman olmaya karar verdi. Hanımı
ve amcasının kızı olan Ümmü Hakîm, Mekke'nin fethedildiği gün îman edip, onun
için de Peygamberimizden emân (af) almıştı. Yemen'e giderek ona müjdeyi verdi:
İnsanların en üstünü,
en halimi ve en kerimi olan zat tarafından sana emân getirdim. Senin için
Rasûlüllah'tan emân istedim.
Ashabına, "Allahû Teâlâ'nın
emânında olsun, kimse ona taarruz eylemesin!" buyurdu.
İkrime, hanımı ile
Mekke'ye dönüp, Rasûlüllah (sav)'ın huzuruna geldi. Resûl-ı Ekrem, İkrime'nin
geldiğini görünce, ona doğru gelerek ayakta karşıladı, kucaklaştılar. Sonra
Peygamber efendimiz oturdular. Emir buyurunca, İkrime ve hanımı da oturdular.
Zevcesinin yüzü kapalıydı. Bundan sonra
İkrime, Peygamberimize dedi ki:
Zevcem, benim için
sizden emân aldığını söyledi. Bu sebeple geldim. Resûl-i ekrem efendimiz
buyurdu ki:
"Zevcen doğru söylemiş, sen emniyettesin," İkrime bunun üzerine dedi ki:
"Yâ Rasûlallah!
Önceki yaptıklarıma pişman oldum. Bana İslâmiyeti öğretir misiniz? "
Rasûlüllah efendimiz
ona İslâmı öğrettiler. İkrime de, ''Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammedin
de Allahın kulu ve elçisi olduğuna şehâdet ediyorum" diyerek Müslüman
oldu. Peygamber efendimiz de Cenâb-ı Hakka duâ ederek, onun için af ve mağfiret
talebinde bulundu.
Hz. İkrime, Müslüman
olduktan sonra, Resül-i Ekrem ile beraber Medîne'ye gitti. Oraya yerleşti.
Hicretin onuncu yılında Rasûlüllah efendimiz tarafından Hevazin'e zekât
toplayıcı olarak gönderildi. Hz. Peygamberin vefatında Hz. İkrime, Yemen'in
Tebâle şehrinde bulunuyordu. Bu sebeple Resûi-i ekremin vefatında Medine'de
bulunamamıştı.
Hz. Ebû Bekir devrinde
İkrime, bir ordu ile Yemâme'de bulunan ve yalancı Peygamberlik dâvasına kalkışan
Müseylemetül-Kezzâb üzerine gönderildi. Fakat yardımcı kuvvetleri beklemeden
Müseyleme'ye hücum edince mağlup oldu.
Bunun üzerine Hz. Ebû
Bekir, onu, önce Umman tarafında bulunan Huzeyfe'nin yanına yardımcı kuvvet
olarak gönderdi. Burada vazifesini yaptıktan sonra Mehre'ye yolladı. Mehre
halkının İslâmiyeti kabulünden sonra, Hz. İkrime ordusu ile birlikte Yemen'e
gönderildi. Yemen’deki bütün mürtedleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Medîne'ye
geri döndü.
Hz. Ebû Bekir,
Yemen'deki mürtedleri temizleyen Hz. İkrime'yi, bir ordu ile birlikte Suriye
tarafına gönderdi. Burada Eenadm'de Bizanslılarla savaştı. Bu savaşta ağır
yaralandı. Sonra Medîne'ye geri döndü. Daha sonra 636 yılında, Yermük savaşma
katıldı. Hz, Huzeyfe şöyle anlatıyor:
Yermük muharebesinde
idi. Çarpışmanın şiddeti geçmiş, ok ve mızrak darbeleri ile yaralanan
Müslümanlar, düştükleri sıcak kumların üzerinde can vermeye başlamışlardı. Bu
arada ben de, güçlükle kendimi toparlayarak, amcamın oğlunu aramaya başladım.
Son anlarını yaşayan yaralıların arasında biraz dolaştıktan sonra, nihayet
aradığımı buldum.
Bir kan seli içinde
yatan amcamın oğlu, göz işaretleri ile bile zor konuşabiliyordu. Daha evvel
hazırladığım su kırbasını göstererek dedim ki:
"Su istiyor
musun?"
Belli ki, istiyordu.
Çünkü dudakları hararetten âdeta kavrulmuştu. Göz işareti ile, "Çabuk, hâlimi görmüyor musun?"
der gibi bana bakıyordu. Ben kırbanın ağzını açtım, suyu kendisine doğru
uzatırken, biraz ötede yaralıların arasında Hz. İkrime'nin sesi duyuldu:
"Su! Su! Ne olur,
bir tek damla olsun, su!"
Amcamın oğlu Haris, bu
feryadı duyar duymaz, göz ve kaş işaretleriyle suyu hemen Hz. İkrime'ye
götürmemi istedi.
Kızgın kumların
üzerinde yatan şehitlerin aralarından koşa koşa, Hz. İkrime'ye yetiştim ve
hemen kırbamı kendisine uzattım. İkrime hazretleri elini kırbaya uzatırken, Hz.
Iyas'ın iniltisi duyuldu:
"Ne olur bir
damla su verin! Allah rızâsı için bir damla su!"
Bu feryadı duyan Hz.
İkrime, elini hemen geri çekerek suyu Iyas'a götürmemi işaret etti. Suyu o da
içmedi. Ben kırbayı alarak şehitlerin arasından dolaşa dolaşa, Hz. Iyas'a
yetiştiğim zaman, son nefesini Kelime-i Şehâdet getirerek tamamladı. Derhal
geri döndüm, koşa koşa Hz. İkrime'nin yanına geldim. Kırbayı uzatırken bir de
ne göreyim? Onun da şehit olduğunu müşahede ettim.
Bari dedim, amcamın
oğlu Hz. Hâris'e yetiştireyim. Koşa koşa ona geldim, ne çâre ki, o da ateş gibi
kumların üzerinde kavrula kavrula ruhunu teslim eylemişti.
Hayatımda birçok hâdise
ile karşılaştım. Fakat hiçbiri beni bu kadar duygulandırmadı. Aralarında
akrabalık gibi bir bağ bulunmadığı halde, bunların birbirine karşı bu derece
fedakâr ve şefkatli hâlleri gıpta ile baktığım en büyük iman kuvveti ve
tezahürü olarak hafızama adeta nakşoldu!" Hz. İkrime şehit olduğunda,
üzerinde 70'den fazla kılıç ve mızrak yarası vardı.
Hz. İkrime (R.a.),
İslâm'a girdikten sonra Hz. İkrime (R.a.) müslümanların meclisine gelişinde
bazı müslümanlar, "Allah düşmanının oğlu geldi" demeye başladılar.
Bunu duyan Rasûlüllah (sav) şöyle ikazda bulundu: "Onun (İkrime'nin)
babasına sövmeyin; şüphesiz ölülere sövmek, dirilere eziyet verir."[204]
Görüldüğü gibi, Hz. İkrime (R.a.), Rasûlüllah (sav)'in hukukunu koruduğu bir
sahabedir. İslâm'da kişiye şeref kazandıran soyu, kabilesi, aşireti değil,
İslâm'a mensubiyetidir.
Hz. İkrime,
İslâmiyetle şereflenince, çok samimi bir Müslüman olmuştur. Bu ihlasın in
nişanesi olarak, savaştan savaşa at sırtında yıldırım gibi koşmuştur. Cesaretli
ve çok iyi bir kumandandı. Müslümanlığa gönülden bağlanmıştı. Kur'an-ı Kerim'i
eline alınca, önce alnına koyar, sonra ağlamaya başlardı.[205]
Ebû Cehil'in oğlu Hz.
İkrime (R.a.)'a İslâmî davetin ulaşmış olması, sahabelerin tebliğ alanlarının
ne kadar geniş olduğunu gösterir. Sahabeler, dâvalarını, dâvalarının bir
numaralı düşmanının oğluna bile ulaştırmışlardır. Onlar, İslâm dâvasının bir
numaralı düşmanının oğlunu İslâm'a kazandırmışlardır. Öyleyse Allah'ın dâvasını
herkese götürmeye çalışmak, sahabelerin izinde gitmektir.
İmrân bin Husayn,
Hayber savaşında Müslüman oldu. Ondan sonraki bütün savaşlarda Peygamber
efendimizin yanında ve hizmetinde bulunmakla şereflendi. Peygamber efendimiz
kendilerini çok severdi.
Ashâb-ı kiram içinde
çok faziletlere sahipti. Fikir ilminde üstün derecesi vardı.
Duası kabul olunan
seçilmişlerdendir. Mekke'nin fethinde
Huzaa kabilesinin sancağını
taşıdı.
Hz. Ömer (R.a.) halife
olunca, Basra halkına İslâmiyeti öğretmek için İmrân bin Husayn'ı gönderdi.
Hasan-i Basrî hazretleri,
kendisinden çok hadis-i şerif öğrenmiş ve yemin ederek demiştir ki:
Basralılar için
İmrân'dan daha hayırlı biri gelmemiştir.
Abdullah bin Amr,
İmrân'i Basra kadılığına tayin etti. Kâdılı'ğı zamanında, iki kişi hüküm
vermesi için kendisine geldi. Bunlardan birisi şahidini getirdi, diğeri
getiremedi. Hüküm şahit getirenin lehine verildi. Şahit getiremeyen kimse bunu
kabul etmeyip dedi ki:
Bu karar bâtıldır.
Hz. İmrân bunun
üzerine, Abdullah bin Amr'dan azlim isteyerek istifa etti. Yakalandığı
hastalığı sebebiyle ne oturabilir, ne de ayakta durabilirdi. Kendisine hurma
dallarından bir sedir yapmışlardı. etti.
Orada günlerini
geçirir, Rabbini zikrederdi. Otuz sene bu hâl devam
Mutarrif bin Abdullah ile kardeşi A'lâ,
ziyaretine gittiler. Mutarrif, onun
bu hâlini görünce ağladı.
"Fıkhu's Sahabe
Niçin ağlıyorsunuz?"
"Senin hâline
ağlıyorum." Hz. İmrân buyurdu ki:
Ağlama, ben ölünceye
kadar da kimseye söyleme! Melekler benim ziyaretime gelip selâm veriyorlar.
Meleklerin selâmını
alıyor, onlarla konuşuyorum. Onların bu ziyaretlerinden fazlasıyla memnun
oluyor, hasta olduğumdan dolayı verilen bu nimetlere şükrediyorum.
Böyle bir hastalık
halinde Melekleri gören bir kimse, bu dertlere razı olmaz mı?
Bir gün İmrân bin
Husayn'a birisi dedi ki;
Bize yalnız Kur'andan
söyle!
"Ey ahmak!
Kur'an-ı kerimde namazların kaç rekât okluğunu bulabilir misin?"
Böyle söyleyerek,
hadis-i şeriflerin ve âlimlerin açıklamalarının da lâzım olduğunu bildirdi. İmrân
bin Husayn 672 senesinde vefat etti. Resûlüllah efendimizden 120 hadis-i şerif
nakletmiştir.
Hz. İmrân bin Husayn,
hasta yatağında bile ilim öğretirdi. Talebelerine şöyle anlattı:
Peygamber efendimiz, merhametten
ayrılmamakla beraber, harp meydanlarında din düşmanlarına karşı şiddetli
olurdu. Huneyn çenginde, müşrikler onu kuşattığı zaman, atından inerek,
"Ben Peygamberim, yalan yok. Ben Abdülmuttalib'in oğlu Abdullah'ın
oğluyum" buyurarak, düşmana saldırdı. O gün, Ondan daha cesur ve daha
metin kimse görmedim."
Yine anlatır:
Birgün Peygamber
efendimizin huzuruna Temim oğullarından bir grup gelmişti. Peygamberimiz onlara, "Ey Temim oğulları, size müjde
olsun" buyurduktan sonra, onlara, insanların yaratılışını ve kıyametin
kopmasını anlattılar.
Temim oğulları,
"Bizi müjdeledin. Fakat biz, devletin hazinesinden
para istiyoruz" diyerek, îman
etmediler. Sonra Yemen halkından bir grup ziyarete geldi. Peygamber efendimiz,
Yemenlilere buyurdu ki:
"Ey Yemenliler! Madem ki, Temim oğullan îman etmeyi kabul etmediler. O hayır ve saadet müjdesini
siz alınız!"
Yemenliler de dediler
ki:
"Kabul ettik yâ
Rasûlallah! Zaten biz huzurunuza îman etmek için gelmiştik."
Peygamber efendimiz,
onlara da insanların yaratılışını ve kıyametin kopmasını anlattıkları sırada,
bir kimse gelerek bana dedi ki:
"Yâ İmrân!
Bindiğin deve, yularını sıyırarak kaçtı."
Ben de devemi bulmak
için, hemen çıkıp baktım. Keşke deveyi bırak-saydım da, Rasûlullahın mübarek
sözlerini dinlemek fırsatını kaçırmasaydım."
Hz. İmrân bin Husayn,
hastalığı sırasında namazlarını nasıl kılacağını Peygamber efendimize sordu.
Rasûlullah efendimiz de ona buyurdu ki:
"Ayakta kıl! Gücün yetmezse, oturarak kıl! Buna
da kudretin olmazsa, yan veya sırtüstü yatarak kıl!"
Emirlerden biri; İmrân
bin Husayn'i zekât'ı toplamak üzere göndermişti. Dönünce, Emîr kendisine,
topladığı malın nerede olduğunu sordu. Bunun üzerine İmrân (R.a.) buyurdu ki:
"Mal için mi
göndermiştin? Peygamber efendimiz zamanında aldığımız gibi aldık ve yine Onun
zamanında dağıttığımız gibi dağıttık. Yâni zenginden zekâtını alıp, hak sahibi
olan fakirlere verdik."
Bir sohbetinde de
talebelerine buyurdu ki, Rasûlullah efendimiz, bizlere buyurdular ki:
"Ey Eshâbim! Kur'an-ı kerim okuyunuz! Kur'an-ı
kerimin feyzi ile ihtiyaçlarınızı Allahû Teâlâ'nın ihsan deryasından isteyiniz!
Sizden sonra bir sınıf Kur'an-ı kerim okuyucuları gelecektir ki, bunlar,
Allahû Teâla'dan değil, insanlardan menfaat sağlamak için Kur'an-ı kerim
okuyacaklardır."
Hz. İmrân bin Husayn
şöyle anlatır:
Bir gün Peygamber
efendimiz bana buyurdu ki:
“Yâ îmrân, sen de bilirsin ki, biz seni çok severiz.
Kızım Fâtıma rahatsızmış. Eğer beraber gelirsen, onun ziyaretine ve hatırını
sormaya gidelim.”
“Anam, babam, canım
sana feda olsun yâ Rasûlallah, gidelim.”
Kalktım, beraberce
Fâtımatüz Zehrâ'nin evine gittik. Peygamber efendimiz kapıyı çaldı ve, Esselâmü
aleyküm yâ Ehle Beytî diye selâm vererek içeri girdiler. Fâtımatüz Zehra da
cevap verdi:
“Ve aleyküm selâm,
sevgili babam yâ Rasûlallah! Buyurunuz!”
“Kızım, yanımda İmrân
bin Husayn da vardır. Onunla beraber geldik, başını ört!”
“Babacığım, seni hak
Peygamber olarak gönderen Allahû Teâlâya yemin ederim ki, bu yün örtüden başka
örtünecek bir şeyim yoktur.”
“Kızım, işte onunla
örtün!”
“Ey Babacığım!
Başımı örtsem vücudum,
vücudumu örtsem başım açık kalır.”
“Bu örtüyü düz düzüne
değil de, köşeleme, yâni uzunlamasına ört ki, vücudunun her tarafını
kaplasın."
İmrân bin Flusayn
diyor ki:
"Ben dışardan bu konuşmaları
işittikçe, gözlerimden yaş, ciğerlerimden kan geliyordu. Hz. Fâtima'nın
dünyaya hiç bağlanmamasına gıpta ediyordum. Nihayet Hz. Fâtıma sevgili
Peygamberimizin tarifleri üzere güzelce başını bağlayıp örttükten sonra, içeri
girmeme izin verdiler. İçeride Peygamber efendimizin arkasında oturdum."
Peygamberimiz,
"Kızım, nasılsın, rahatsızlığın nasıl oldu?" diye hatırlarını
sordular. O da dedi ki:
Babacığım, bu gece çok
rahatsızdım. Sancıdan sabaha kadar uyuyamadım. Şimdi öyle bir hâldeyim ki, bir
lokma ekmek yemeye bile takatim kalmadı. Açlıktan çok bitkinim.
Bu söz üzerine Allahû
Teâla'nın habîbi, Resûl-i Ekrem efendimizin mübarek gözlerinden yaşlar boşandı.
Buyurdular ki:
“Kızım, sakın hâlinden
şikâyet etme! Allahû Teâlâ'ya yemin ederim ki, ben, yaratıkların en üstünü,
Allahû Teâlâ'mn habîbi olduğum hâlde,
üç gündür mideme
bir lokma ekmek
girmedi. Hâlbuki, Rabbimden
istesem beni doyuncaya kadar yedirir. Fakat ümmetime ibret olması için geçici
nzıklan, sonsuz rızıklar için feda ettim."
Rasûlüllah efendimiz,
sonra mübarek elleriyle Hz. Fâtima'nın omuzlarını tutarak buyurdu ki:
“Müjdeler olsun ey kızım, sen Cennet kadınlarının
hanım efendisisin!”
Hz. İmrân bin Husayn
(R.a.), Rasûlüllah (sav)'in sohbetlerinde yetişti. Onun siretini ve sünnetini
öğrenmeye, zaptetmeye gayret ediyordu. Tek kelimeyle bir Rasûlüllah (sav)'in
sünnet ve siretinin aşığıydı. Allahû Teâla kıyamet günü suretlerimize değil,
siretlereimize bakacaktır. Siretleri Rasûlüllah (sav)'in sünnetine ve siretine
uygun olanlar kurtulur, uygun olmayanlar ise narı cehennemde boğulur. [206]
Sahabenin fıkhında
İslâm'ın pratiği Rasûlüllah (sav)'in sünnet ve siretidir. Rasûlüllah (sav)'in
sünnet ve siretinden taviz vereneler, Allah'ın dinini yaşayamazlar. Hz. İmrân
bin Husayn (R.a.), İslâm'ı Allah'ın muradına uygun olarak anlamanın ve
yaşamanın sünnet olduğunu İslâm ümmetine öğretmiştir. O aynı zamanda bir sünnet
muallimidir.
Rasûlüllah (sav)'in
sahih sünnetim devre dışı bırakanlar Allah'ın dinini Allah'ın muradına uygun
bir şekilde anlayamazlar. İslâm dinini Allah'ın muradına uygun şekilde
anlamayanlar, onu olduğu gibi yaşayamazlar. Anlaşılmayan ve yaşanmayan din,
Allah'ın gönderdiği İslâm dini değildir.
İslâm, anlaşılan ve
yaşanan bir dindir. İslâm'ı Allah'ın muradına göre anlayan ve yaşayan, Allahû
Teâla'nın bizim için gösterdiği üsve-i hasene olan Hz. Muhammed (sav)'dir.
Dolayısıyla İslâm'ın anlaşılmasında ve yaşanmasında Hz. Muhammed (sav)
vazgeçilmez temeldir. Hz. İmrân bin Husayn (R.a.)'m fıkhı bize bunu öğretir.
Yani müslüman olarak Peygamber efendimiz (sav) in sünnetine uygun davrandığımız
oranda dinimizi Rabbimizin rızasına uygun yaşamış oluruz.
İslâm dini sünnet
örnekliğinde ve önderliğinde olduğu gibi yaşanmadığı zaman, bid'atlerin ve hurafelerin
din haline gelmesinin önüne geçilemez. Bu, böyle biline...
Kâ'b bin Züheyr,
Müzeyne kabilesinden olup, onbir şair yetiştiren bir aileye mensuptu. Babası
Züheyr bin Ebî Sülemî ve kardeşi Büceyr de şair idiler. Kâ'b bin Züheyr'in
babası Hıristiyan ve Yahudi âlimlerinin yanlarına gider, onları dinlerdi.
Onlardan âhir zamanda bir Peygamber gönderileceğini işitmişti.
Züheyr, bir gece
rüyasında, gökten bir ip uzatıldığını, o ipten tutmak için elini uzattığı hâlde
yetişemediğini görmüştü. Bu rüyasının, ahir zamanda gelecek olan Peygambere
yetişemeyeceğine ve ömrünün o gönderilmeden biteceğine işaret olduğunu
anlamıştı.
Fakat oğulları Kâ'b ve
Büceyr'e, âhir zaman Peygamberi gönderilince, Ona îman etmelerini vasiyet etmişti.
Kâ'b bin Züheyr ve kardeşi Büceyr, İslâmiyet gelince, Peygamberimizle görüşmek
üzere Medine-i Münevvereye doğru yola çıkmışlardı. Ebrak-ul Azzâf denilen yere
geldiklerinde, kardeşi Büceyr dedi ki:
“Sen burada bekle, ben
Medine'ye gidip, O Peygamberi bir göreyim. Söylediklerini dinleyeyim.”
Büceyr Medine'ye
gidince, Peygamberimiz ona, İslâmiyeti anlattı ve Müslüman olmasını söyledi. O
da hemen kelime-i şehâdet getirerel Müslüman oldu.
Kâ'b bin Züheyr,
kardeşi Büceyr'in Müslüman olduğunu öğrenince ona çok kızdı. Bunu dile getiren
bir şiir yazdı. Şiirinde, Peygamberimiz ve İslâmiyete karşı hoş olmayan sözler
söylemişti. Kardeşi Büceyr, bun; tahammül
edemeyip, durumu Peygamberimize arz etti. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu
ki:
“Kâ'b'a kim rastlarsa, onu öldürsün!”
Kardeşi Büceyr, Kâ'b'a
bir mektup yazıp gönderdi. Mektupta, "Başının çâresine bak!" diye
yazarak durumu bildirdi. Kâ'b'ın yazdığı kötüleyici şiire karşılık bir de şiir
yazdı. Bu şiirinde özetle şöyle dedi:
Ey Kâ'b! Kabul
etmeyip, yerdiğin bu İslâm dîninden daha gerçek ve daha sağlam bir din olamaz,
var sende? kurtulmak istiyorsan putları bırak, bir olan Allaha îman et,
Müslüman ol ki, kurtulabilesin! Kıyamet gününde kaçılamayacak oian Cehennem
ateşinden, Müslüman olup, îman edenlerden başkası kurtulamayacaktır.
Büceyr, kardeşi Kâ'b'a
yazdığı mektubun bir kısmında da şöyle yazmıştı:
Rasûlüllah (sav)'ı
şiir yazarak hicvedip üzen Mekkelilerden bâzıları öldürüldü. Kureyş
şâirlerinden sağ kalan İbni Zibâra ve Hubeyre bin Ebî Vehb ise
başlarını alıp kaçtılar. Eğer sağ kalmak istiyorsan,
acele Rasûlüllah (sav)'in yanına gel!
O, yaptığına pişman
olup, tevbe ederek yanma gelen kimseyi öldürmez. Böyle tevbe ederek, geîip
Müslüman olanların hepsini kabul etti. Bu mektubumu alır almaz Müslüman ol ve
hemen buraya gel! Eğer bu dediğimi yapmayacak olursan, yeryüzünde başını al,
nereye gideceksen git!
Kâ'b bin Züheyr,
kardeşi Büceyr'in mektubunu alınca, sanki yeryüzü ona dar gelmişti. Zaten
kabilesi arasında bulunan düşmanları, onun için, "O, artık öldürülmüş
demektir!" diyerek dedikodu yayıyorlardı.
Kâ'b bin Züheyr, bu
durum karşısında derin derin düşünmeye başladı. Yavaş yavaş gönlü
aydınlanıyordu. Nihayet Müslüman olmaya karar verdi. Medine yollarına düştü.
Peygamber efendimizi metheden ve kendisinin de tevbe edip, Müslüman olduğunu
bildiren uzun bir şiir yazdı.
Medine'ye varınca,
gizlice Cüheyni kabilesinden olan bir arkadaşının .evine gidip, misafir oldu.
Ertesi gün sabah, evine misafir olduğu kişi, onu, Peygamberimizin yanma
götürdü. Peygamberimiz o sırada, Ashâb-ı kiram arasında idi. Eshâb-i kiram
etrafini sarmış, sohbetini dinliyorlardı.
Kâ'b bin Züheyr,
devesini mescidin önüne çöktürüp, içeri girdi. Peygamberimizin yanına
yaklaşıp, kendini tanıtmadan dedi ki:
Yâ Rasûlallah! Kâ'b bin
Züheyr yaptıklarına pişman ve Müslüman olarak aman dilemeye gelmiş bulunuyor.
Ben onu sana getirsem, aman verip, Müslüman olmasını kabul eder misiniz?
Peygamberimiz buyurdu
ki:
“Evet.”
“Yâ Rasûlüllah, ben
şehâdet ederim ki, Allahtan başka ilâh yoktur. Sen de O'nun Rasûlüsün!”
“Sen kimsin?”
“Ben Kâ'b bin
Züheyr'im.”
Eshâb-ı kiram onun
Kâ'b bin Züheyr olduğunu anlayınca, Ensârdan biri ayağa kalkıp dedi ki:
Yâ Rasûlallah! Müsaade
et, boynunu vurayım! Peygamber efendimiz buyurdu ki:
“Vazgeç ondan! O, içinde bulunduğu halden pişman ve
Hakka dönmüş olarak gelmiştir.”
Bu sırada Kâ'b bin
Züheyr, Müslüman olduğunu bildiren bir kaside okumaya başladı. Bu kasidesinde
uzun bir girişten sonra, asıi mevzuya geçip, Müslüman olduğunu, tevbe ettiğini
ve af dilediğini dile getirdi. Son kısmında da Peygamberimizi ve Ashâb-ı Kiramı
metheden beyitleri okudu.
Peygamberimiz, Kâ'b
bin Züheyr'in, "Banet süâdü= Sevgili uzaklaştı" sözleriyle başlayan
bu kasidesini beğenip, çok memnun oldu. Onu affetti. Bürdesini (hırkasını)
çıkarıp, onun omuzlarına koydu. Bu sebeple Kâ'b bin Züheyr'in kasidesi,
"Kaside-i Bürde" ismi ile meşhur olmuştur. Kaside-i Bürde'nin birinci
bölümü şöyle:
Kaside-i Bürde'nin
Türkçe Tercemesi: (Bu
kasideyi yazarken), Herem'i övmesi üzerine Züheyr'in elleriyle derlediği göz
alıcı dünya çiçeklerini (nimetlerini) istemedim.
Ey yaratılmışların en
hayırlısı olan Peygamber! Kıyamet günü geldiğinde benim senden başka sığınacak
kimsem yoktur.
Kerîm olan Allah,
kıyamet gününde Müntekım ismiyle tecelli edince, ey Allah'ın Rasûlü bana şefaat etmekle senin makam ve
rütbene asla noksanlık gelmez.
Şüphesiz dünya ve
ahiret senin cömertliğinden. Levh'in ve Kalem'in ilmi de senin ilmindendir.
Ey nefs, Büyük
günahlardan dolayı Allah'ın rahmetinden ümit kesme! Çünkü Allah'ın mağfiretine
nisbetle büyük günahlar küçük hatalar gibidir.
Umarım ki Rabbim
rahmetini taksim ederken, taksim günahların (çokluğuna göre) yapılır.
"Şiiriyle Züheyr
Övmüş Herem'i
Kralın şaire bolmuş
keremi.
Acep Rabbim bize ödül
vere mi?
Bir onun lülfundan
dilerim rahmet,
Allahümme salli alâ
Muhammed.
Ey kerem sahibi yüce
Peygamber!
Vakit tamam diye
gelince haber,
Bilinmez diyara başlar
bir sefer.
Bunca ağır yükle
bilmem n'ederim,
O gün senden başka
kime giderim?!
Müntakim ismiyle
Rabbim tecelli
Ederse, bizlere sensin
teselii;
Şefaat kâmsın özünden
belli...
Arzet halimizi ulu
Allah'a
Güçlük mü var canım
sen gibi şaha.
Bu yalın gerçeği
bilenler bilir,
Senin ilmin Levh u
Kalem'den gelir;
Kereminden
dünya-ahiret feyz alır.
Müştakız feyzine yâ
Rasûlallah,
Arınsın ruhumuz, sun
şey'en lillah.
Kesme ümidini, gel
etme ah vah,
İşlemiş olsan da bir
nice günah,
Affeder hepsini,
Gafûr'dur Allah.
El aç dergâhına
seherde erken,
Ürpersin vicdanın dua
ederken.
Huzuruna boyun büküp
gidince,
Coşturur derya-i
rahmeti bence;
Rabbim o rahmeti
taksim edince,
Günahlara göre taksim
yapılır,
En çok payı ondan
asiler alır.
Hz. Kâ'b 645 senesinde
Şam'da vefat etti. Rasûlüllahın hediye ettiği bu hırka, Hz. Muaviye tarafından Kâ'b
bin Züheyr'in vârislerinden satın alınıp, muhafaza edilmiştir. Sırasıyla
Emevîlere, onlardan Abbasîlere, daha sonra da Mısır'ın fethinde Mekke Şerifi
taralından diğer kutsal emânetler ile birlikte Yavuz Sultan Selim Han'a teslim
edilmiştir. Günümüze kadar korunan bu hırka, "Hırka-ı Saadet" ismi
ile meşhur olmuştur. Bugün hâlâ İstanbul'da Topkapı Müzesinde "Hırka-i
Saadet" odasında muhafaza edilmektedir. [207]
Hz. Peygamber (sav)'in
ümmetinden olmak bir şereftir. Müslüman insanın bütün çaba ve gayreti Hz. Muhammed
(sav)'in ümmetine layık bir kul olabilmektir.
Müslüman, hayatına
peygamber sevgisini yansıtan insandır. Sahabelerin hayatında peygamber
sevgisinin büyük bir yeri vardın Onlar, peygamber sevgisiyle moral
buluyorlardı. Peygamber sevgisi, Allah yolunda mü'min insanın fedakârlık
sergisidir. Peygamber (sav)'in dâvasını hayata hakim kılmak için her hangi bir
fedakârlıkta bulunmayanlar, O'na karşı sevgide samimi olmayanlardır.
Samimiyet dersinde
sınıfta kalanlar, sevginin bedeline katlanmayanlardır. Allah ve Peygamber
sevgisinin önüne geçirilmiş bütün sevgi ve sevdalar birer belâdırlar.
Sahabeler, hayatlarında Allah ve Peygamberinin sevgisinin önüne başka sevgi geçirmeyenlerdir. Onların
hayatında Allah sevgisinden sonra peygamber sevgisi geliyordu. Onlardan birini
görenler, Allah'ı Peygamberini hemen hatırlıyorlardı. Çünkü sahabe, insanlara
Allah'ı ve Peygamberini hatırlatmayı ve tanıtmayı vazife bilmişt. Dolayısıyla
Allah'ı ve Peygamberini tanmıyanlar ve tanıtmayanlar, sahabelerin yolundan
ayrılanlardır.
Kâ'b bin Mâlik,
babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri gelen
şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medine'de hızla yayılmasından sonra yapılan
ikinci Akabe bey'atma katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu kendisi şöyle
anlatır:
Kavmimizden müşrik
olan bazı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyaret için Medîne'den yola çıktık.
Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da yanımızda idi. Mekke'ye
gelince Berâ, bana dedi ki:
Bizi Rasûlullah
aleyhisselâma götür.
Birlikte Rasûlullah
efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli hir adama Resûlullah'ı
sorduk. Adam bize:
“Mescid-i Haram'a
gidiniz! Aradığınız O zat şimdi orada amcası Abbâs ile birlikte orada
oturuyor,” dedi.
Biz tüccar olduğu için
Hz. Abbâs'i tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde Rasûlullah efendimizi
amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra biz de yanlarına
oturduk. Rasûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu:
“Bu zatları tanıyor
musun?”
“Evet, tânıyorum Şu
kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b bin Mâlik'tir.”
Hz. Abbâs da
"Evet" dedi. Vallahi Rasûlüllah efendimizin bu sözünü
hayatım boyu! unutmadım.
Kâ'b bin Mâlik ikinci
Akabe bey'aîının gerisini şöyle anlatmaktadır: Biz kararlaştırdığımız gibi
vadide toplandık. Rasûlüllah efendimizi bekliyorduk. Sonra Rasûlüllah
efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi. Yapılan konuşmalardan sonra
orada bulunan yetmiş sahâbî, Rasûlüllah efendimizi her türlü tehlikeye karşı
koruyacaklarına ve İslâmiyeti yayacaklarına söz verdiler.
Akabe bey'atinden
sonra Medine'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabilesinin Müslüman olmasında büyük emeği
geçti. Kâ'b bin Mâîik hazretleri Bedir savaşma katılmadı. Uhud savaşında ise
onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
Uhud savaşında bir ara
şehidlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik, bir taraftan şehidlerin
silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîd-lerin ağız, burun ve kulaklarını
kesiyordu. Bir taraftan da:
Bunları koyun boğazlar
gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.
Biraz ötede silahlı
bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle Müslümam mukayese
ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu. Ben daha bu düşüncelerden
sıyrılmadan birbirlerine hücum ettiler. Müslüman bir kılıç darbesiyle kâfiri
Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı ve dedi ki:
Tanıyamadm mı yâ Kâ'b,
ben Ebû Dücâne'yim.
Hz. Kâ'b'ın hali vakti
yerindeydi. Tebük Gazasına gidilecekti. Daha önceki gazalarda gidilecek yeri
hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa Müslümanları topladı ve Tebük'e
sefer yapılacağını haber verdi.
Mevsim sıcaktı ve
meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere hazırlanırken Hz.
Kâ'b; "Hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim" diyerek, kendi işleriyle
oyalandı. Öyle ki, Peygamberimiz yola çıktığı zaman Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı
yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama hiçbir şey yapamadan döndü.
Kendisi bunu şöyle anlatır:
Yola çıkıp
arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım. Fakat bu da mümkün olmadı.
Rasûlüllah efendimiz bu ,gazâya gittikten sonra insanlar arasına çıktığımda,
kendime arkadaş olarak ancak münafıklık damgası vurulmuş kimseleri, yahut
âcizleri görmem beni kederlendirdi."
Tebük'e varıncaya
kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne yaptığını sordu.
Müslümanlardan biri; (Elbiselerine ve boyuna bakıp gururlanması onu cihâd
yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen müdâhale ederek Kâ'b hakkında
iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi. Bu cevap üzerine Hz. Peygamber
sükût etti.
Sefer sona erip de
Müslümanlar Medine'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı müthiş bir endişe ve telâş
kapladı. Rasûlüllah efendimiz dönünce ona ne diyeceğini düşünüyordu. Bu arada
aklına birçok mazeretler geliyor, ama o Rasûlüllaha yalan söylemeyi nefsine
yediremiyordu. Nitekim Rasûlüllah'ın Medine'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b
doğruca Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakikati olduğu gibi söylemeye
karar verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:
Rasûlüllah efendimizin
huzuruna varınca selâm verdiğim zaman, bana gazâblı bir gülümseyişle,
"Gel" buyurdular. Yürüyüp yanma vardım ve önüne oturdum. Bana
sordular:
Seni geride bırakan
nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana bey'at etmemiş miydin?
Evet, yâ Rasûlallah! Allahû
Teâlaya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya halkından birisinin yanında
bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazabından kurtulabileceğimi zannederdim.
Zira söz söylemesini bilirim.
Vallahi, biliyorum ki,
bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahû Teâlâ sizi bana
gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.
Lâkin ben doğruyu
söylemekle Allah'tan hayırlı netice beklerim. Yemin ederim ki, gazadan geri
kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp kaldığım zamandakinden
daha kuvvetli ve zengin değildim.
Kâ'b Rasûlüllah'a
doğruyu söylerken gözleri önünde, bazı münafıklar yalan mazeretlerle
Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu mazeretlerini
kabul ederek kalblerinde yatan niyeti Allah'a havale etmişti. Fakat Kâ'b Allah
ve Rasûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı. Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde
mazeret belirtmemesi üzerine Rasûlüllah efendimiz buyurdu ki:
“İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahû Teâla senin
hakkında hükmünü verinceye kadar bekle!”
Kalktım. Evime
gelirken, Selimeoğullarmdan ba'zı kişiler, benimle birlikte geldiler ve bana
dediler ki:
Vallahi, biz, seni
bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz. Ne çâre ki, sen,
seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde Rasûlullah efendimizden
özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki, Rasûlullah senin hakkındaki
mağfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!
Vallahi,
Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet Rasûlullah
efendimizin yanma dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra, onlara sordum:
“Bu duruma düşen
benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?”
“Evet! İki kişi daha
vardır.” Onlar da, Rasûlüllaha senin söylediğin sözün benzerini söylediler. Rasûlullah tarafından
onlara da, sana söylendiği gibi söylendi.
“Kimdir onlar?”
Mürâre bin
Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyyetül-Vâkifî'dir!
Bu iki zâtın, sâlih ve
kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir savaşında bulunduklarını
bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin Cebel ile Ebû Katâde'ye
rastladım. Bana dediler ki:
Arkadaşlarının
sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah, herhalde, Allahû Teâla,
senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür sahiplerine gelince, eğer,
onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahû teâlâ, bu hususta onlardan hoşnut olur
ve bunu, Peygamberine bildirir!
Bu zâtların hâlleri
etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya başladı. Diğer iki
Sahabe evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle namazlarım kıldı,
çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu. Rasûlüllaha yakın
yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnada onun çehresine bakmaya
çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü çeviriyordu. Bu
halden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve ona sordu:
“Ey Ebû Katâde! Allah
için soruyorum. Allah'ı ve Rasûlünü ne kadar sevdiğimi biliyor musun?”
Fakat cevap alamadı.
Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:
“Allah ve Rasûlü daha
iyi bilir.”
Bunun üzerine Kâ'b mahzun
bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı. Günler geçti, haftalar birbirini
kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını
bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'in imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise
ortaya çıktı. Kâ'b.50 gün devam eden bu izdırap verici bekleyiş devresinde
Gassan'daki Kıptî liderlerinden bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:
Efendinizin size
uygunsuz muamelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun çiğnendiği ve kıymetinin
bilinmediği bir yerde bırakmasın.
“Yanımıza gelin, size
ikramlarda bulunuruz.”
Bir tarafta
haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde bile bulunmayan
arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikram ve haşmet teklif eden bir da'vet
vardı. Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle
sıkıntılı bir. zamanda, böyle cazip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat
Kâ'b tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.
Tam bu esnada, Kâ'b'ın
durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi. Peygamberimizin gönderdiği
bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının istendiğini haber veriyordu. Kâ'b
hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı yaşayacaktı. Çile biteceğine daha da
şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahabeye de gönderilmişti. Fakat bu emir de
Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullah'a bağlılığını sarsmadı. İşledikleri
hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlanyla Allah'a yalvarıp istiğfar
ediyorlardı.
Ama mü'minler
cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Rasûlünü terketmek Kıllarından bile geçmiyordu.
İmanları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan sonrasını Kâ'b
hazretleri şöyle anlatır:
"İnsanların
bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece sonrasında, gecenin
sabahında sabah namazını kıldım. Ruhum çok sıkılmış ve bulunduğum yere sığamaz
bir vaziyette oturuyordum.
Adetâ yerle gök
arasında sıkışmış ve gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnada bir
ses işittim:
Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b,
müjde, müjde! Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."
Peygamber efendimiz sabah
namazından sonra, bu üç Sahabenin tev-belerinin kabul edildiğini halka ilân
etmişti. Bunun üzerine Sahabeler müjdeyi kardeşlerine ilan etmek için
yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer iki Sahabeye müjdeciler
gönderdiler.
Kâ'b bin Mâlik, bundan
sonrasını ve Peygamberimizin yanma gidişini şöyle anlatır:
Hemen Rasûlüllah
efendimize gittim. Halk, beni takım takım karşıladılar. "Allah'ın, tevbeni
kabul buyurması, sana kutlu olsun!" diyerek beni, kutladılar.
Mescide varıp girdim.
O sırada, Rasûlüllah efendimiz, ashâbıyla oturuyordu.
Kâ'b bin Mâlik
anlatmasına şöyle devam etti:
Kendisine selâm
verdiğim zaman, Rasûlüllah efendimiz, sevinçten yüzü şimşek çakar gibi bir
halde olarak bana buyurdu ki:
“Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim
ki, o, annenin doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman, üzerine doğmamış olan
hayırlı güne gel!”
Bunun üzerine
Peygamber efendimize sordum:
“Yâ Rasûlallah! Bu
müjde, Senden mi, yoksa, Allahû Teâla'dan mı?”
“Hayır! Benden değil,
Allahû Teâladandır!”
Zâten, Allahû Teâla
tarafından sevindirildiği zaman, Rasûlüllah'm yüzü, sevinçten, ay parçası gibi
parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından anlardık. Rasûlüllah
aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:
“Yâ Rasûlallah! Hem
tevbemin kabulüne şükür için, hem de Allah'ın ve Rasûlünün rızâsını kazanmak
için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!”
Rasûlüllah
aleyhisselâm buyurdu ki:
“Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu,
senin için daha hayırlıdır.”
Bunun üzerine dedim
ki:
“Öyle ise, Hayber'de
hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime ahkorum. Yâ Rasûlallah! Allahû
teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı.
Artık ben, tevbemin
icâbından olarak, bundan
böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça,
doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!”
“Vallahi, Rasûlüllah
efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan hiç bir kimse
bilmiyorum ki, doğru söylemek hususunda, Allahû Teâlanın bana yaptığı
imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!”
Rasûlüllah efendimize,
bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey söylemek, aklımdan bile
geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde de, Allahû Teâlanın beni
yalandan koruyacağını umarım!
Günün birinde, şâirler
için âyet-i kerîme indi. Cenabı Hak, kelâmında meâlen buyurdu ki:
Onlara, şairlere ancak, sapıklar
uyarlar..."
Bu şiddetli hitap
karşısında, Hz. Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve Hassan bin Sabit ve
arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber efendimiz, âyetin
devamını okudular:
"Ancak iman edip, iyi işler yapanlar ve Allah'ı
çok ananlar müstesna. Onlar öteki şâirler gibi değildirler."[208]
Hz. Kâ'b ve
arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi
övüyor, din düşmanlarını yeriyorlardı.
Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri sevince dönüştü.
Peygamberimizin
şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında Hz.Muâviye'nin hilâfeti
zamanında 77 yaşında iken vefat etti. [209]
Allah yolunda cihaddan
geri kalmak, tehlikenin içine düşmektir. Bu tehlikeden kurtulmanın çaresi, Allah'ın
affına sığınmaktır. Tevbe, Allah'tan gelecek olan müjdeye sebebtir. Çünkü
tevbe, ferdi bir. Kulun kendisini Allah'ın rızası doğrultusunda
değiştirmesidir.
Mazeretperestliğin
İslâm'da yeri yoktur. İslâm mazeretperestliği temelinden mahkûm etmiştir.
Elbetteki makul ve meşru mazeretleri İslâm dini kabul etmiştir. Burada üzerinde
durduğumuz, kişinin Allah yolunda üstüne düşeni yapmayıp bir takım mazeretler
üreterek kendini sorumluluktan kurtarmaya çalışmasıdır. Bu anlamdaki
mazeretperestük zillettir. Mü'min kişinin kendi suçunu itiraf edip tevbe etmesi
ise izzettir. Sahabe fıkhında; kişinin üstüne düşeni yerine getirmeyip mazeret
üretmesi bir nifak alameti kabul edilmiştir. Sahabeler, Allah yolunda cihaddan
geri kalmak için yalan yere mazeret üretenleri, münafıklardan sayıyorlardı.
[1] Sa'd b. Ebî Vakkas, Said b. Zeyd, Talha b. Ubeydillah,
Zübeyr b. el-Avvâm, Abdurrahman b. Avf ve Ebu Ubeyde b. Cerrah radıyallahu
anhum
[2] Müslim, 44/Fedâilu's-Sahabe, 53 (IV, 1965, H. no: 2537); Tirmizî, 34/Fiten, 64 (IV, H. No: 2251) hadisinden hareketle belirlenmiştir.
Rasûlüllah (sav) hicri II'de vefat ettiler. Bu tarih üzerine yüz eklendiğinde
hicri 110'a ulaşılır ki, bu da sahabe devrinin sonudur. Bu yüzden hicri 110'dan
sonra yapılan ikrarlara itibar edilmemiştir. (İbn Hacer, İsabe., 1,15; Ahmed
Naim, Sahih-i Buhari Muhtasarı ve Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, 1/16-17,
Ankara/1980
[3] Ahmed b. Ali b. Hacer b. Askalani, el-İsabe fi
Temyizi's-Sahabe, (Mukaddime), Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 1995,1, 10.)
[4] Zariyat: 51/56.
[5] Abdulkerim Nevfan, Âlemu'l-Cinn il Davi'l-Kitabi
ve's-Sünne, Riyad, 1999, s.11-58
[6] Ahkaf: /29-30-31
[7] Şemsuddin Ebu Abdillah Muhammed İbn Kayyım d-Cevzi,
Tariku'l-Hicreteyn ve Babu's-Saâdeteyn, el-Matbaatu's-Selefiyye, Kahire, 1394,
s. 421
[8] Cin:72/2.
[9] Furkan: 25/1.
[10] İbn Hacer, İsabe, 1/11
[11] Müddessir: /2
[12] İbn Hacer, İsabe, I, 14.)
[13] Mustafa Öz, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi,
"Ahmet Han" Maddesi, İstanbul, 1989,11,74.
[14] Mustafa Öz, Türkiye Diyanet Vakfı Ansiklopedisi,
"Ahmet Han" Maddesi, İstanbul, 1989, 11, 74.
[15] Muhammed el-Behiy, Min Mefahîmi'l-Kur'an fi'l-Akideti
ve's-Sülük, Matbaatu'l-İstiklali'l-Kübra, Kahire, 1973, s.133
[16] Zeyd b. Harise R.a
[17] el-Ahzâb: 33/37.
[18] et-Tevbe: 9/40.
[19] el-Ahzâb: 33/59.
[20] el-Ahzâb: 33/6, 53.
[21] el-Ahzâb: 33/33.
[22] Âl-i İmrân: 3/195, el-Enfâl: 8/72, el-Hacc: 22/58-9.
[23] el-Enfâl: 8/74, et-Tevbe: 9/100-17.
[24] en-Nahl Suresi: 16/44, 64
[25] Makâlâtü'l Kevserî Sh: 161-2
[26] Abdülhayy el-Leknevî, Zaferu'l-Emânî, 539 vd
[27] âyet ve hadiste yer almamış olsa bile imamlarca güzel
sayılmış örfler, âdetler vs
[28] Ali b. Muhammed b. el-Kari, Şerh-u Şerhi
Nuhbeti'l-Fiker, (tah. Abdu'l-Fettah Ebu Gudde), Daru'l-Erkam, Beyrut, ty., s.
576.
[29] İzzuddin İbn Esir Ebi'l-Hasen Ali b. Muhammed
el-Cezeri, e'sdu'l-sabe fi Ma'rifeti's-Sahabe, (Mukaddime),
Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, ty., I, 11
[30] Ali el-Kari, a.g.e., s. 576
[31] Ali el-Kari, a.g.e., s. 576
[32] Ali el-Kari, a.g.e., s. 548-579
[33] İsmail Lütfî Çakan, Hadis Usûlü, İfav, İstanbul, ty.,
s. 81.
[34] İbn Esir, a.g.e., I, 10
[35] İbn Hacer, kabe, 1, 25
[36] İbn Kayyım, İ'lamu'l-Muvakki'în an Rabbi'l-Alemin,
Daru'l-Kitabi'l-Arabi, Beyrut, 1996, IV, 116.
[37] Âl-i İmran Suresi: 3/30.
[38] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud el-Ayni, Umdetu'l-Kâri Şerh-u
Sahihi'l-Buhâri, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2001,1, 244
[39] Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud el-Ayni, Umdetu'l-Kâri
Şerh-u Sahihi'l-Buhâri, Daru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut, 2001, I, 244
[40] Müslim Fedailü's-sahabe 221; Ayrıca bk. Huhârî,
Fedailü'l-ashâb 5; Ebû Dâvûd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıp58;Ahmed b. Hanbel,
Müsned, III, 11
[41] Ali el-Kâari, Mirkât, X, 355.
[42] Kurtubî, el-Câmi' li ahkâmi'l-Kur'ân, VIII, 239
[43] sebeb-i vürüd
[44] el-Hadid Suresi: 59//10.
[45] Heysem, Mecmeu'z-zevâid, X, 21
[46] Buhârî, Fedâilü ashâbi'n-Nebî 5; Müslim,
Fedailü's-sahâbe 221,222; Ebu Davııd, Sünnet 10; Tirmizî, Menâkıb 58; İbn Mâce,
Mukaddime II, Ahmed b. Hanbel, Müsned, III.
[47] Ahmed b. Hanbel, Müsned, VI, 6.
[48] Tevbe Suresi: 9/100.
[49] el-Müsned Ahmed b. Hanbel, VI, 6
[50] et- Tarihu's Sağir, C:l, Sh: 79, Beyrut.
[51] Buhârî, Cenâiz 86; Şehâdât 6; Müslim, Cenâiz 60; Ebû
Davud, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 63; Nisâî, Cenâiz 50; İbn Mâce, Cenâiz 20;
Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 22, 30, 45-46; II, 261, 466, 470, 498, 528; III,
186, 211, 245
[52] Buhârî, Cenâiz 86; Şehâdât 6. Ayrıca bk. Nesaî, Cenâiz
50.
[53] v. 256
[54] Hâkim, Müstedrek, I, 377.
[55] Riyâzü's-sâtihin Tercüme ve Şerhi Lütfî Çakan ve
arkadaşları, V, 10-15 Erkam Yayınları
[56] tabiî ilk sırada ashâb-ı kirâm'ın
[57] el-Bakara Suresi: 2/143.
[58] el-Hac Suresi: 22/78.
[59] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 32, 58; Buhârî,
Tefsiru'l-Kurân
[60] Tirmizî, Fiten 79; Mübarekfûrî, Tuhfetü'l-ahvezî, VI,
545-546. İbnü'l-Cevz'î, rivayeti münker saymaktadır. Müsned'deki rivayet ise bu
hadisi özde takviye etmektedir. Nitekim Tirmizî de Ebû Zerr'in rivayetine
atıfta bulunmaktadır buyurulmustur.
[61] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 155; Hâkim, Müstedrek, I,
529
[62] Mimâvî, Feyzu'l-kadîr, II, 556
[63] Münzirî, et-Terğîb ve't-terhîb, 1,41; Heysemî,
Mecmeu'z-zevâid, I, 172
[64] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 184, 191; Heysemî,
Mecmeu'z-zevâid, IV, 63
[65] İbn Mâce, Ahkâm 27 ; Hâkim, Müstedrek, 1,114-115;
el-Müttakî, Kenzu'l-ummâl, I, 539-541
[66] Tayâlisî, Müsned, s. 7; Abdürrezzak, Musanne,XI, 341;
Tahâvî, Şerhumeâni'l-âsâr, IV, 150-151
[67] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 26; İbn Hıbbân, Sahih, X, 436
[68] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 18; Tirmizî, Fiten 7;
Hakim, Müstedrek, I, 113-114
[69] Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 288; Ebû Dâvud, Cihad 35; Hâkim, Müstedrek,
IV, 425
[70] Haşr sûresi:59/10
[71] Müslim, Tefsir 15
[72] el-İstîâb, I, 31
[73] İbni Sâ'd, Tabakat, III, 242; Hâkim, el-Müstedrek,
III, 502; Reckendorf, IA, "Erkam " mad. IV, 316
[74] İbn Sâ'd, a.g.e. III, 244
[75] Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/346-347
[76] İbn-i Asâkir, 5/462.
[77] Müslim, Cenaiz, 7
[78] İbn Sâ'd, a.g.e., III, 243-244
[79] Ezrâki, Ahbâr-i Mekke, II, 260
[80] İbni Sâ'd, a.g.e., III, 244
[81] M. Asım Koksal, Erkam'ın Evi, Diyanet
Dergisi,Temmuz-Ağustos-Eylül 1984, Cilt: 20, Sayı: 3, sh. 3-8). (Ayrıca bkz.
İbni Hacer el-Askalâni, eİ-İsâbe Temyîzi's-Sahâbe, I, 28; İbnü'l-Esir,
Üsdü'l-Gâbeî Ma'rifeti's-Sahâbe, 1,74; Dâiratü'l-Maârifî'l-İslâmiyye, I,
630-631; Nedvî, Ashâb-ı Kiram, 111, 18-23; Mahmud Esad, İslâm Tarihi (tic),
s.433, 548
[82] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37
[83] İbn Sa'd, Tabakât, IV, 37
[84] İbn Hacer, el-İsâbe, V, 212, İbn Abdi'l-Berr, İstiâb,
V, 535
[85] el-İsâbe, V, 212
[86] el-İstiâb, 535
[87] Tenzibü'l-Kemâl, 309
[88] Tehzİbü't-Tehzib, IV, 280
[89] el-İsâbe, 212
[90] Hayatü's Sahâbe. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya; El-İsabe
Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[91] İbnu'l-Esir, Üsdü'l-Ğâbe II, 114
[92] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 416; İbnü'l Esîr, Üsdü'l-Gâbe,
II, 116
[93] İbnü'l-Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 115
[94] Buharı, Menâkıbu'l-Ensâr, 29
[95] İbnu'l Esîr, Usdin-Gâbe, II, 115
[96] Buhârî, Menâkıbu'l-linsâr, 45
[97] İbnü'l-Esîr, Usdü'l Gâbe, 11,144-117; İbn Hacer,
el-İsâbe, I, 416
[98] İbn Hacer, el-İsâbe, 1,413
[99] Ahmed b. Hanbel, Müsned, TV, 158
[100] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413
[101] Müslim, Sahih, 11,103
[102] Usdü'l-Gâbe, II, 103
[103] Müstedrek, 11, 297
[104] İbn Esir, üsdü'l-Gâbe, II, 110
[105] İbn Hacer, el-İsâbe, I, 413
[106] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 1360
[107] Ebû Dâvûd, Sünen, I, 163
[108] İbn Hacer, el-Isabe, I, 413-415; İbnü'l-Esir,
Üsdü'l-Gâbe, II, 109-312
[109] Hayatüs Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[110] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref at el-Başâ, Beyrut/ty
[111] İbnu'l-Esîr, Usdu'l Gâbe, II, 52
[112] M. Yusuf Kandehlevi, Hadislerle müslümanlık, il, 553
[113] Sahihi Buharî, V, 36, 37
[114] V. 207/223
[115] İbnü'l-Esir, Usdü'l-Gâbe, II, 5i, 55
[116] İbn Esîr, Usdü'l-Gâbe, II, 55
[117] Kitabu'l Meğazi/Vakidî, C:î, Sh: 274, Beyrut/1984
[118] 682 M
[119] İbn Hacer el-Askalanî, el-İsabe, I, 326
[120] Ahmed Nedvî, Sâib Ensârî, Asr-ı Saadet, Türkçe çev.
III, 367
[121] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, III, s. 26
[122] İbn Rüşeyk, Kitabü'l-Umde, 1, 56 İbn Rüşeyk,
Kitabü'l-Umde, 1, 56
[123] Tehzibu't-Teshib, II, 247, Asr-ı Saadet, III, 372
[124] İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdü'l Meâd, çev. Vecdi Akyüz,
Ali Vasfikurt, Salim Öğüt, İstanbul 1990, IV, 68-69
[125] Buhâri, Bedu'l-Halk 6; Meğâzî, 30; Müslim,
Fadailü’s-Sahabe,153-157
[126] Müslim, Fedâilü's-Sahâbe,151
[127] eş-Şuarâ: 26/224-227
[128] Eski Mısır halkının
[129] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty
[130] Sireti İbn-i Hişam:2/17i-174; Delailü'n Nübüvve:
3/326-331; Siyeru'n Alami'n Nübelâ: 1/246; El İsabe: 1/418-419; Hilyetü'l
Evliya: 1/112-114
[131] Sahih-i Buhari, Fitenul
[132] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândellevî; Hilyetül.Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty
[133] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Gâbe, II, 10; İbn Hacer el-Askalânî,
Tehzîbü't-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296
[134] İbnü'l-Cevzî, Ebu'l-Ferec, Sıfatıt's-Saffe, Haleb
(ty), 1, 759; Üsdü'l-Ğâbe, il, lü; Tehzîbü't-Tehzîb, II, 296
[135] ez-Zehebî, Siyer A'lami'n-Nübelâ, Beyrut
1406/1986,111,246
[136] Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82
[137] el-Haysemî, Mecmau'z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175;
Tehzîbü't-Tenzîb, II, 296
[138] et-Teğâbün, 64/15
[139] Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233;
Tirmizî, Menâkıb, 31; İbn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu'l-İdeyn, 27; Zehebî,
a.g.e, III, 256
[140] Ahmet b. Hanbel, III, 493
[141] Tirmizî, Menâkıb, 31
[142] Ahmed b. Hanbel, 1, 101; Tayalisî, 11,129-130
[143] Tirmizî, Menâkıb, 31
[144] Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit's-Sahabe, 56-60
[145] Ahmed b. Hanbel, IV, 93 ; Tabaranî, hadis nü: 2658
[146] Tirmizî, Menâkiti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3;
el-Halîb el-Bağdadî, Tarihu Bağdad, Beyrut (ty), 1,140
[147] Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü't-Tehzîb, 11,
297 vd
[148] Tirmizî, Menâkıb, 31
[149] Buhârî, Fadâilü'l-Ashâb, 22
[150] Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî,
Ebvâbu's-Salât, 341 Neseî, Kıyamü'l leyl, 50; Üsdü'l-Ğâbe, II, II
[151] İbn Hacer el-Askalânî, el-İsâbe fi Temyîzi's-Sahâbe,
Mısır 1358/ 1939,1, 327-330; İbnü'l-Esir Üsdü'l-Ğâbe, II, 10; Tehzîbü't-Tehzîb,
II, 295-296
[152] Zehebî, a.g.e., m, 259
[153] Zehebî, a.g.e., III, 260
[154] h. 40/660
[155] Taberî, Târihu'r-Rusül ve'l-Mulûk, Dâru'n-Meârif 1963,
IV, 158
[156] Ya'kubî, Ahmed b. Ebî Ya'kub, Tarihu Ya'kubî, Beyrut,
ty. II, 214
[157] Ziriklî, a.g.e., II, 214 Ayrı bir görüş için bkz. İbn Hıbbân,
es-Siretü'n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554
[158] Ya'kubî, II, 214
[159] Taberî, V,159
[160] Ya'kubî, II, 214
[161] el-İsâbe, I, 327-330
[162] İbn Hacer, Fethu'1-Bâri fi Şerhi Sahîhı'l-Buhârî,
Mısır,1959, VI. 235, Buharî rivayeti
[163] Taberî, V. 160
[164] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarîh, Beyrut 1385/1965,
III, 408
[165] Tâberî, V, 158-159
[166] Ya'kubî, II, 214-215
[167] Ya'kubî, II, 215
[168] Taberî, V. 158
[169] Buhârî, Fiten, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12
[170] el-İsâbe, 1,327-328
[171] el-Enbiya: 21/11.
[172] Hilye, 11,37
[173] Ziriklî, II, 214-215
[174] İbnü'l-Esîr, el-Kâmil, III, 407
[175] el-İsâbe, I, 327-330
[176] Zehebî, a.g.e, III, 264
[177] Sıfattt's-SarVe, ı, 762)Bazıları bu tarihin hicri 49,
50, 51, hatta, 54
[178] el-İsâbe, 1, 330
[179] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II, 15
[180] Ya'kubî, 11. 225
[181] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-Ğâbe, II. 15
[182] Tehzîbü't- Tehzîb, II, 301
[183] Hılye, II, 37-38; Üsdü'1-Gâbe, II. 13; Ya'kubî, II. 225
vd
[184] Zehebî, a.g.e., in, 267
[185] annesi Havli binti Manzûr el-Fezâriyye
[186] annesi Ümmü Beşîr binti Ebî Mes'ud el-Ensari
el-Hazrecî
[187] bunların da anneleri ümmü veled olup, hepsinin
anneleri ayrıdır
[188] Ya'kubî, II, 228
[189] Zirikli, 215
[190] Diyar bekri, el-Hamîs, 1,471
[191] Ahmed b. Hanbel Müsned, 1,108
[192] Tirmîzî Sünen 661
[193] Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 288
[194] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 11, 288
[195] Zehebî, Siyer Alâmü'n-Nübelâ, 111, s. 190-191
[196] Zehebî- A'lâmü'n-Nübelâ, 111,201-202
[197] Zehebî aynı yer
[198] Zehebî, A'lâmü'n-Nübela, 111, 208-209
[199] İbni Ziyad'a
[200] Mektııbat/Said Nursî, Sh:51-52, İst/1976
[201] Hz. Hüseyin-Bir Uyar /Bir Sembol, İst. 1985
[202] Minhacti's Sünne/C:2, Sh:248-248, Beyrut/ty
[203] Sünen-i İbn-i Mace/Mukaddime: 42, Mısır/ 1952
[204] Usdü'l Gabe Fi Ma'rifeti's Sahâbe/İbnü'l Esir 4/5
Beyrut/1377
[205] Hayatü'sSahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hüyelü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askaiani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref'at el- Başa, Beyrut/ty
[206] Hayatü's Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyelü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun Min Hayatü's
Sahabe/Abdurrahman Ref at el- Başa, Beyrut/ty
[207] Hayatis Sahâbe/M. Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El-İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askalani; Suverun min Hayalü's
Sahâbe/Abdurrahman Refat el- Başa, Beyrut/ty
[208] Şuarâ Suresi: 26/224.
[209] Hayatü's Sahâbe/M Yusuf Kândehlevî; Hilyetü'l Evliya;
El- İsabe Fi temyizi Sahâbe/İbn-i Hacerü'l Askaiani; Suverun Min Hayatü's
Sahâbe/Abdurrahman İlef'at el- Başa, Beyrut/ty