Her Hicret Bir İnkılaptır
Ali Şeriati
Çeviren: Hasan Elmas
İhtar Yayıncılık
ALİ ŞERİATI
23 Kasım 1933'te Horasan eyaletine bağlı Sabzivar'ın Mezinan köyünde dünyaya
gelir. 1950'de Meşhed'deki Öğretmen Koleji'ne girer. 1952'de Meşhed'in
yakınlarındaki Ahmedabad Köyü'nde öğretmenliğe başlar. 1955 yılında Mekteb-i
Vasita'ı yazar; Ebu Zer-i Cıfar'i tercüme eder. 1956'da Meşhed Üniversitesine
girer. "Ulusal direniş Hareketi"ne üye ol duğundan babası ve diğer üyelerle
birlikte tutuklanır. 6 ay tutuklu kalır. 1959'da Alexis Carrel'den "Dua"y\
tercüme eder. Üniversiteden başarı ile mezun olur.
1960'da Fransa'ya gönderilir, orada Sosyoloji ve Dinler Tarihi üzerine ça lışır.
Cezayir Kurtuluş Hareketi'ne aktif olarak katılır. Bu faaliyetlerinden dolayı
Paris'te tutuklanır. Bu arada birçok makale, konuşma ve çevirisi de ğişik
dergilerde yayınlanır, sosyoloji ve Dinler Tarihi üzerinde doktora'sını
tamamlayarak 1962'de iran'a döner ve sınırda tutuklanır; aylarca hapiste kalır.
Hapislik sonrası öğretmenlik ve Meşhed Üniversitesi'nde asistanlık yapar,
meşhed, Hüseyniye-i irşad, Tahran Üniversiteleri ile diğer merkez lerde
konferanslar vermeye başlar. Hüseyniye-i irşad 1973 Eylül'ünde ka patılır.
SAVAK, Şeriati'yi aramaya başlar. Kendisini bulamayınca babasını tutuklar. Bir
yıl kadar babası tutuklu kalır. Şeriati teslim olur ve 18 ay hüc rede kalır.
1975-77 arası SAVAK'ın takibinden sürekli kaçıp, başkalarının evinde kalarak
çalışmalarına devam eder. Sabahlara kadar süren konuş malar yapar.
16 Mayıs 1977'de Avrupa'ya hicret eder. 30 gün sonra, ingiliz istihbaratı'nın da
yardımı ile SAVAK tarafından şehid edilir. 27 Haziran 1977'de Şam'daki Hz.
Zeyneb'in türbesinin yanına gömülür. Mekanı Cennet olsun, islam gençliğine büyük
hizmetleri olmuştur.
İÇİNDEKİLER
• TAKDİM......................................................7
• ÖNSÖZ.....................................................15
• KUR'AN'DA HİCRET.....................................19
• KAVRAM OLARAK HİCRET............................23
• İLK HİCRET...............................................31
• PEYGAMBER (s.)'E TUZAK KURULUYOR..........45
• TAKİP BAŞLİYOR........................................51
• HİCRET YÜRÜYÜŞÜNDE ALİ (kv.)..................57
• MEDİNE'YE GİRİŞ.......................................59
• İLK MESCİD...............................................65
• İLK İKİ HUTBE...........................................73
• İLK İSLAM ANAYASASI................................79
TAKDİM
Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla
Kulağını ver, dinle.
bak asesbaşı ne diyor:
Bu mahallede bizden bir gönül eri kayboldu,
diyor, derken ansızın biri yolda izini buldu, diyor.
işte al kanlar içinde bir elbise, diyor.
Aşıkların kanı hiç eksilmiyor, unutulmuyor.
Mevlana
tarihte, belki hiçbir uygarlık - şu anda bir kısmımızın istemeden de olsa- alt
yapısını oluşturduğumuz Batı uygarlığı kadar insana ve evrene ihanet etmiş
değildir. Biz bile - biz, yani Muhammedî olanlar, ya da Muham medi olduğunu
iddia edenler- bu uygarlığın şu veya bu biçimde hizmetinde bulunmakla insanlığa
ihanet için deyiz; varlığa varoluşa ihanet içindeyiz. Ve bu öyle gö rünüyor ki,
bütün bir insanlığı, bütün bir varlığı, varolu şu göğüs kafesimizde, yürek
yerimizde sımsıcak duyuncaya kadar da böyle kalacak... Yeryüzüne şöyle bakı
nız... Orada, insanı aç, sefil ve perişan göreceksiniz... Orada, Doğulu,
Uzakdoğulu, Ortadoğulu çocukların kanları üzerine yükseltilen bir 'Rambo'
uygarlığı göre ceksiniz...
Ya da Darwin, Freud, Marks, Smith... Artık kim iddia edebilir ilahların
kuruntuların çocuk ları olmadığını?
Ve artık söz mü kalır 'Şehadet Kelimesi'nden baş ka?..
EŞHEDU EN LÂ İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDU ENNE MUHAMMEDEN ABDUHU VE RASULÜHÜ!..
Çağ, yoksul, umutsuz ve onursuz bırakılmış milyar ların varlıklarına bir anlam
arama çağıdır.
Çağ, milyarların varlıklarını bir anlama kavuşturma çabalarının sergilendiği bir
çağdır.
Çağ yaşanmaya değer hayatı, mukadder olan geldi ğinde yaşanmış olmaktan
pişmanlık duyulmayacak ha yatı mutlaka ve mutlaka gerekli kılan bir çağdır.
O halde 'ilk insan gibi', ya da 'Son Peygamber' gibi yerimizden doğrulalım,
kalkalım, bize hiç yoktan veril miş olan ve bizden mutlaka alınacak olan bu
hayatı Al lah razı olsun diye değerli kılalım, vahye uyduralım...
Bu elbette kolay olmayacaktır. İnsan olmak da öy le... Zorunlu ve tek olanın
zorluğuna kolaylığına bırakıl maz. Ama bu, zor da olmayacaktır. Çünkü
robotlaşmak da, köleleşmek de insanın fıtratına aykırıdır. Çünkü, in san olmak
ancak ve ancak "şerefli" olmakla mümkün dür...
Ölümün kolay olduğu yerler vardır, yaşamanın zor olduğu yerlerin yanısıra. Ya
da, yaşamanın da ölüm gibi bir görev olduğu yerler vardır... Aşkın, inancın ve
umu dun yaşamak kadar, ölümü de gerekli ve sevimli kıldığı yerler vardır... Ve
zamanlar...
Nasıl olsa mukadder olan bir ölümü Şehadete çevir mek... Neden olmasın ki..
Yaşamak bir an değil midir? Ve o an gelmeyecek mi?.. Ve nasıl yaşarsak öylece öl
meyecek miyiz?.. Şehid olmak için Şehidler gibi yaşa mak gerek... İslamın şafağı
ve Cennet, rengini ve koku sunu Şehitlerin gül yaralarından almaz mı?..
Yeryüzünün her köşesinde toplumların yüreklerini alabildiğine küçültmek ve buna
karşı maddi açlıklarını sonu yok ölçülerde büyütmek beşeri sistemlerin sosyal ve
kültürel politikaları haline gelmiştir. İnsansız ve imansız teknoloji üretimi,
yoksul bırakılmış, onursuz bı rakılmış halklara sonu gelmez bir ihtiyaç üretimi
haline getirilmiştir. Ve insan cennetten çıkarıldığından bu güne, belki
tarihinin hiçbir döneminde bu ölçülerde böyle ya pay ihtiyaçlarının zebunu
olmamıştır. Oysa o, Cennetin çocuğudur. Birinin ona bunu hatırlatması gerekir.
Ve o yüreğini ortaya koymalıdır artık...
İnsan'ın yitirdiği Cennet, onun yitirdiği anlamdan uzakta değil. Efendimiz
Uhud'da "Kim bir şehidin yer yüzünde yürüdüğünü görmek isterse Talha bin
Ubeydul-lah'a baksın" diye buyurdu.
Bugün, Müslüman dünya bir şaşkınlık içinde... Öyle görünüyor ki bu şaşkınlık
kesin tercihlerin bir yaşama biçimi halinde ortaya konamamasından
kaynaklanıyor... Gerçi öneriler yığınla... Ama bin teorinin bir "örnek" et
mediğine dikkat edersek bu önerilerin de merhemin ze hir olması gibi Müslüman
bünyeyi nasıl perişan ettiğini görürüz.
İnsan'ın ve insanlığın bir kurtarıcıya ihtiyacı var. Bu, belki dün de böyleydi,
yarın da böyle olacak. Son Peygamber'den önce o bekleniyordu. O'ndan sonra da o
beklendi ve şimdi de beklenen ve beklenmesi gereken O'ndan başkası değil.
Yeryüzü, O'nun önderliğinde da ha dün bir inkılap yaşadı Daha dün, bir kere daha
ye rinden doğruldu insan, ve insanlığımızı teessürle olsa da derinden derine,
bir kere daha duyduk.
Görülüyor ki, kardeşler, beklenen bin yıllardır bekle diğimiz uğruna Bedir'den,
günümüze kadar can verdiği miz, bin dört yüz yıl öncesinden bizi bekliyor. O,
"Yaşa yan Kur'an"dır. Ve kurtuluş, ancak ve yalnız O'nunladır. Selâm olsun O'na,
âline ve ashabına...
Selam olsun O'nun vârisi olan âlimlere. O âlimler ki kanlarıyla mürekkeplerini
Allah rızası için savaş mey danlarında yarıştırırlar...
Kardeşler... Size, bildiğimiz kadarıyla şimdiye kadar Türkçe ile yayınlanmamış
bir kitabını sunduğumuz kar deşimiz Doktor Ali Şeriatî, kanı ile kalemini küfre
ve cehle eşsiz bir sabır ve direnç ile yorulmaksızın kulla nan kardeşlerimizden
biri... "Hayat, iman ve cihattır" düsturuyla yaşadı, şehadetle
mükâfatlandırıldı. O, İslam inkılabının yapı taşlarından biriydi. Bize,
hayatıyla ve şehadetiyle şunu gösterdi ki, kurtuluş için âlim olmakla birlikte
şehadeti içten bir özleyişle özlemek gerekir.
Sömürge ülke liderlerinin kendi az bir çıkarları uğru na halklarını ve insanlığı
emperyalizme sattıkları "utanç dönemleri"ni yaşadı bizim gibi. Farklı olarak o,
şaşkın
• 10 •
değildi. Bir kere yöneldikten sonra, kıblesini ikrar ettik ten sonra tereddüte
yer vermedi. Allah Teâlâ ondan razı olsun.
O bir yürek adamıydı, yürek adamı... Herkesin para ya, şöhrete, mevkiye ve güce
koşturduğu şu "Müslü man!" dünyada o, sürgüne koştu. Bu sürgün onun hicre tiydi.
Yetmedi, ölüme koştu. Rabb'imiz kendi yolunda ölüme koşanlara nasıl bir hayat
bağışlıyor, ap-açık. İşte müslüman hayatın sırrı...
"Şehid tarihin kalbidir." demişti, kalbimizin dip-diri tarihi oldu... Onu, yazık
ki şafaktan önce, inkılaptan ön ce kaybettik diyeceğim ama, hayır..." Allah
nurunu ta mamlayacaktır" nasıl olsa ve bizler, Müslümanlar artık, ancak
şehidlerimizin sayısı kadar kalabalık bir toplum olduğumuzu bilmeliyiz...
Allahım, onu şehid olarak ki me kazandırdıysan, ona, bizleri de şehid olarak
kazan dır.
Elinizdeki kitapta, Şehid kardeşimiz hicretten bahse diyor. Bir kavram olarak
"hicret'ten ve Efendimizin ör nek "Hicret'inden. Onun bütün diğer yorumları
Kur'an ve Muhammedî olan hicret yorumuna bakınca gelenek sel müslümanlığımızın
yetersizliğini derinden hissediyo ruz. Demek oluyor ki o, âlimden bekleneni ifa
ediyor. Bize efendimizi ve onun örnek çağını net bir biçimde anlatıyor. Böylece
anlıyoruz ki, Peygamber ve onun çağı tarih değil, hayattır. O, insanın hayatıyla
dile getirmesi gerekendir. Aksi taktirde herhangi bir tarih kültüründen farklı
olmayacaktır, ki bunun da bizi küfrün ellerinden kurtaramayacağı açıktır.
• 11 •
Kardeşler... En azından, geçirdiğimiz yüzyıl şunu iyi göstermiştir ki,
Müslümanlar olarak başarısızlığımızın belki tek önemli sebebi, hep yanlış bir
yerlerden başla mamızdır... Küfür ideolojilerinin kibirli ideologlarında olduğu
gibi maalesef birçok kardeşimiz de problemi, hep başkalarını değiştirmek,
başkalarına birşeyler yaptır mak ve bunun doğal sonucu olarak da başkalarından
beklemek biçiminde algılamışlardır. Kardeşler, bu, sö mürülen ülke aydınlarının
emperyalizmle işbirliği değil midir? Son yüz elli yılın Türkiye tarihi bunun en
canlı örneklerinden değil mi? Zaten inançlarını, aşk ve umut larını yüzlerce
yıldır bir suç gibi yaşamak zorunda bıra kılmış Müslüman halklara sahibine kâr
etmeyen teoriler değil, Muhammedî yaşama biçiminin örnekleri gerekli dir. Biz
hayatımızı Kur'an'a uydurmadıkça fitneden kur tulmuş olamayız. Kardeşler,
değişmesi ve değiştirilmesi gereken bizlerden başkası değil, unutulmasın ki bir
öğ retici herşeyden önce iyi bir öğrencidir. Birinin ölmesi gerekiyorsa, o
bizden başka kim olabilir?..
Kardeşler.. Nebevi metodu, Efendimizi, yani "Yaşa yan Kur'an"ı iyi bilmemiz
gerek... O'nu bir tarih olarak değil, bir hayat, bizim hayatımız olarak bilmek
gerek. İslamın inkılabı böyle gerçekleşti... Şehid kardeşimiz Şeriati bu
inkılabın verdiği şehitlerden yalnızca bir tanesi... Şu küfür dünyasında (küfrün
hakimiyet kurduğu dünya da) İslam, mutlaka ve mutlaka şehadeti ve şehitleri ge
rektirir. Hayatları şehidler gibi olmayanların ölümleri şe hidler gibi nasıl
olur?..
• 12 •
Şehidlerin ardından ağlanmaz... Onların ardından gidilir. Biz de
ağlamayacağız... Rabb'imiz "bizi doğru yola ilet, kendilerine ni'met
verdiklerinin yoluna. Gaza ba uğrayanların ve sapıklarınkine değil."
Muhammed Emin Alper
• 13»
ÖNSÖZ
Rahman ve Rahim Allah'ın adıyla.
Hamd alemlerin Rabbı olan Allah'a, selat ve selam
O'nun Rasulüne, ashabına ve O'nun izinden gidenlere olsun.
tarih her zaman kafirlerin, zalimlerin ve sömürgecile rin dünyaya hakim olduğuna
şahitlik yapmaz. Bazen de mazlumların, mustazafların zalimleri ve kafirleri
nasıl cehenneme yolladıklarına, insanlara şeref ve onurlarını nasıl iade
ettiklerine şahit olur.
"Zulmetmekte olanlar, yakında nasıl bir inkılaba uğ rayıp devrileceklerini
bileceklerdir." (Şuara: 227)
Yakın tarihte dünyanın akıl erdiremediği, fakat maz lumların kanları ve
gözyaşlarıyla kalbi sökülmüş çağın yüzakı bir İslam İnkılabı gerçekleşmiştir. Bu
inkılap Hz. Peygamber (sav)'in önderliğinde gerçekleşen ikinci İs lam
İnkılabıdır. Kur'an'ın bireysel ve toplumsal değiş melere ait yasalarına uygun
olarak gerçekleşen bu inkı labın temel dinamikleri üzerinde ciddi ciddi durmamız
gerekmektedir.
• 15 •
Çağımızın yüzakı İslam İnkılabının önderlerinden biri de şüphesiz Şehid Dr. Ali
ŞERİATİ'dir. Şeriati'nin HİCRET konulu kitabını sunmaktan büyük bir haz duy
maktayız. Çünkü bizim ciddi manada bir hicrete ihtiya cımız vardır.
Hicret, "Bir kavim kendi nefsindekini değiştirmedik çe Allah onların durumlarını
değiştirmez." (Rad: 11) ya sasına uygun yapılan bir mücadeleye başlamaktır.
Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslamî anlayış ve duygulardan
arınmak, amellerimize yerle şen gayri İslamî davranış ve alışkanlıkları
terketmektir.
Hicret, evrensel düşünmeyi bilmektir. İslamın bir coğrafyanın, bir içkin, bir
mezhebin ve bir ülkenin malı değil, bütün bir insanlığın malı olduğuna
inanmaktır.
Hicret, insanın en çok sevdiği fakat Allah'ın dininin yaşanmasına engel olduğu
zaman vatanın, milletin, aile nin, sosyal sınıfın, makam ve mevkinin Allah'ın
dinine hizmet etmek için terk edilmesidir.
Hicret, bir kaçış değildir. Kafirlere ve zalimlere ter-kedilen haklarımızı geri
almak, mücadelenin şartlarını yaşanır hale getirmek için hazırlanmaktır. Yani,
geri dö nüş ve hesap sorma eylemidir hicret.
Allah'ın mü'minlere verdiği bu nimetleri ve toprak parçasını hiç bir kafirin ve
zalimin gasbetmeye hakkı yoktur. Mü'minlerin vatanı düşüncelerinin hakim oldu ğu
yerdir. Ama kafirlerin de müslümanları Allah'ın ar zından sürgün etmeye hiç de
hakları yoktur. Bugün İs lam dünyasının bütün zengin kaynakları kafirler ve za-
• 16 •
limler tarafından işgal edilmiş ve bu nimetler talan edil mekte. Mü'minler ise
bu kafirlere kul ve köle olarak fak-ru zaruret içinde yaşamaktalar. İşte Hicret
bu zilletin ve zulmün farkına varıp kafirlerden hesap sormaya yemin ederek
harekete geçmektedir.
Hicretten maksadımız yaşadığımız mekanları bırakıp bir yerlere gitmek değildir.
Böylesi bir tavrın hicretin gerçek manasıyla bir ilişkisi yoktur.
Hicretin tabii sonucu olan inkılabın ilk ve önemli olan şartı hicreti
tanımaktır. Toplumla tanışmak, topluma tevhid inancının yeniden götürülmesidir.
İşte, bizim ilk önce hicreti bu manada anlamamız gerekiyor ki sahih bir İslam
toplumuna sahip olalım.
Allah'ın selamı üzerinize olsun:
İhtar Yayıncılık
• 17 •
KUR'AN'DA HİCRET
Onlar ki inandılar, göç ettiler. Allah yolunda savaştı lar. İşte onlar, Allah'ın
rahmetini umarlar. Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. (Bakara: 218)
Allah yolunda göç eden kimse, yeryüzünde gidecek çok yer ve bolluk bulur. Kim
Allah ve elçisi için göç et mek amacıyla evinden çıkar da kendisine ölüm yetiş
mezse, onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah, bağışlayan dır, esirgeyendir. (Nisa:
100)
Onlar ki inandılar, hicret ettiler; Allah yolunda mal larıyla, canlarıyla
savaştılar ve onlar ki (yurtlarına gö çenleri) barındırdılar ve yardım ettiler.
İşte onlar, birbir lerinin velisi (dostu, koruyucusu)dirler. (Enfal: 72)
Ey inanan kullarım, benim arzım geniştir, bana kul luk edin. (Eğer bir şehirde
bana kulluk etmeniz mümkün
• 19 •
değilse, bana rahatça kulluk edeceğiniz bir şehre göçün) (Ankebut: 56)
İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah
katında dereceleri daha büyüktür. İşte kurtuluşa erenler onlardır.
Rableri onlara, kendisinden bir rahmet, rızâ ve sü rekli kalacakları nimeti bol
cennetleri müjdeler.
Orada ebedi kalacaklardır. Allah, işte büyük mükâfat onun yanındadır. (Tevbe:
20/22)
Rab'leri onlara karşılık verdi: "Ben, sizden erkek ka dın, hiçbir çalışanın
işini zayi etmeyeceğim. Hep birbirinizdensiniz. Göç edenler, yurtlarından
çıkarılanlar, yo lumda işkence edilenler, vuruşanlar ve öldürülenler... El bette
onların kötülüklerini örteceğim ve onları, altların dan ırmaklar akan cennetlere
sokacağım. (Yaptıklarına) Allah katında bir karşılık olarak (onlara bu nimetleri
ve receğim). Karşılıkların en güzeli Allah katındadır. (Al-i imran: 195)
Onlar ki inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda sa vaştılar ve onlar ki (göç
edip gelen mü'minleri) barındır dılar ve (onlara) yardım ettiler. İşte gerçek
mü'minler on lardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır.
Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle be raber savaştılar; işte
onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan akrabaları), Allah'ın kitabına göre
birbirlerine daha yakındırlar. Allah herşeyi bilir, (Enfal: 74-75)
Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda göç edenleri, dünyaya güzelce
yerleştireceğiz. (Onlara vere-
20
ceğimiz) ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler.'(Nahl:41)
{Tarafımdan) De ki: Ey inanan kullarım, Rabbinizden korkun. Bu dünya hayatında
güzel davrananlara güzel lik var. Allah'ın yeri geniştir. (Bir yerde ibadet ve
itaatini yapamayan inancına göre yaşamayan kimse bunu yapa bileceği başka bir
yere göçebilir). Ancak sabredenlere mükafatları hesapsız ödenecektir. (Zümer-10)
Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gide cek çok yer ve bolluk bulur. Kim
Allah ve Elçisi için gö-çetmek maksadıyla evinden çıkar da kendisine ölüm ye
tişirse mükafatı Allah'a düşer. Allah bağışlayandır, esir geyendir. (Nisa-100)
İnkar edenler seni tutup bağlamaları, öldürmeleri ya da yurtlarından çıkarmaları
için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarken Allah da onlara tuzak
kuruyordu. Allah tuzak kuranların en iyisidir. (O kendisine tuzak kuranların
tuzaklarını başlarına geçirir, (Enfal- 30)
Eğer siz o (Elçimiz Muhammed)'e yardım etmezse niz iyi bilin ki; Allah ona
yardım etmişti: Hani yalnız iki kişiden biri olduğu halde inkar edenler
kendisini (Mek ke'den) çıkardıkları sırada ikisi mağarada iken arkadaşına üzülme
Allah bizimle beraberdir diyordu. (İşte o zaman) Allah ona (yardım etti).
Üzerine sekine (huzur ve güven duygusunu, indirdi ve onu sizin görmediğiniz
askerlerle destekledi. İnanmayanların sözünü alçalttı. Yüce olan yalnız Allah'ın
sözüdür. Allah daima üstündür. Hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe-40)
• 21 •
Allah yolunda göç edip sonra öldürülen veya ölenle re gelince Allah onları en
güzel bir rızıkla bekleyecektir. Doğrusu Allah, rızık verenlerin en iyisidir.
Onları memnun olacakları bir yere sokacaktır. (Ora da gözün görmediği, kulağın
işitmediği, insanın hatırına gelmeyen nimetler bulacaklardır.) Doğrusu Allah,
bilen dir, hakimdir. (Hacc: 58-59)
Düşünün ki bir zaman siz azdınız. Yeryüzünde hır palanıyordunuz. İnsanların sizi
kapıp götürmesinden korkuyordunuz. Allah, sizi barındırdı, sizi yardımıyla
destekledi, sizi güzel şeylerle besledi ki şükredesiniz. (Enfal: 26)
Size ne oldu ki Allah yolunda ve "Rabbimiz bizi şu, halkı zalim kentten çıkar,
bize katından bir koruyucu ver, bize katından bir yardımcı ver." diyen zayıf
erkek, kadın ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? (Nisa: 75)
Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler "Ne işle idiniz
(dininiz için ne yapıyordunuz)" dediler. (Bunlar): "Biz yeryüzünde aciz
düşürülmüştük." diye cevap verdiler. Melekler dediler ki: "Peki, Allah'ın yeri
geniş değilmiydi ki onda göç edip gönlünüzce ya şayabileceğiniz bir yere
gid)eydiniz?" İşte onların durağı cehennemdir, ne kötü bir gidiş yeridir orası!
Yalnız hiçbir çareye gücü yetmeyen ve göç için yol bulamayan, gerçekten zayıf
erkekler, kadınlar ve çocuk lar hariç
Çünkü Allah'ın onları affetmesi umulur. Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.
(Nisa: 97-99)
22
KAVRAM OLARAK HİCRET
İnsan dünyayı hiçbir zaman Coğrafya ilminin söz ettiği biçimde ve ölçüde
göremez. Kişinin dünya görüşü üyesi bulunduğu toplumun maddi ve manevi
ölçülerine bağlıdır. Yeryüzü bir ferdin gözünde, içinde yaşadığı kentin
(Medine'nin) değişmesi ölçüsünde değişebilir an cak. Hatta denebilir ki ferdin
sahip olduğu zihinsel bi çim, onun sahip olduğu dört sınıfsal dalıyla da aynı
tip, aynı ölçü ve benzerliktedir. (Toplum, doğa, tarih ve nef sin sosyolojik
konumu, ferdin dört sınıfsal dalını belir ler.) Yani bir bakıma dış dünya ferdin
gözünde, kendi toplumundan ve kendi sınıfından yansıyan olaylar ve görüntülerden
oluşmuş bir biçimdir. Dış dünya, toplum bilim dilinde zihniyet ve bireyin
süjesinin (görünmeye nin), gerçeklik ve bireyin objesini (görünenini) kendi
23
üzerinde yontup renklendiren bir ressam ve bir heykeltı raştır.
Bergson'un deyimiyle, dış dünya, 'kapalı toplum'da1 yaşamakta olan bir ferdin
gözünde sınırlı, kü çük, durgun bir dünyadır. Bunun aksine, 'açık top-lum'a2
bağlı olan bir fert ise aynı dünyayı sınırsız ve sü rekli değişim içinde görür.
Birincisi için yeryüzü, mem leketinden biraz daha büyük bir toprak parçasıdır.
Gök yüzü ise, ona her taraftan kapalı olan, çok yakın ufukla rında yerle
bağlantılı, kümbetleri andıran durgun ve do nuk bir çatıdır. Kaf Dağı, varlık
âleminin sınırı, Cabulsa ve Cabulka(2) ise varlık âleminin uzanabildiği en son
noktalardır. Meselâ yeryüzüne Arap yarımadasından ba kacak olsa görecektir ki, o
mâmur yerden (Arap yarıma dasından) başka mâmur yer yoktur. Evet, kapalı bir
top-
(1) Kapalı Toplum/Din ve Açık toplum/Din kavramları Fransız Filozof Henry
Bergson'a aittir. Kapalı toplum veya din şudur: İnanç, amel, gele nek ve görenek
kalesinde kişinin düşünceleri tutsak durumundadır. Bun dan dolayı da devamlı
durgun haldedir. Asırlar geçse de gene durgun ve hareketsiz kalır. Bir değişim
göstermez. Bunun tersi olan Açık toplum ve ya din ise şudur: İnanç, amel,
gelenek ve görenekler kalesinin kapıları kı rılmıştır. Bunlar diğer toplum ve
dinlere açıktır. Bu durum onun değiştiği ni, genişleyip zenginleştiğini
gösterir. Böylece sürekli bir olgunluğa gider. Yahudi kavmi ve dini kapalı
toplum veya dine örnektir. İslam dini ve hic retin ikinci, üçüncü ve dördüncü
asırlarındaki islam toplumu da açık top lum veya dine örnektir. Habeşistan
Hıristiyanlığı kapalı toplum ve dine, Batı Avrupa Hıristiyanlığı ise açık toplum
ve dine örnektir.
(2) Cabulsa ve Cabulka, biri doğuda, diğeri batıda olduğu düşünülen efsanevi
şehirler.
• 24 •
lumda âlem kişisel, basit, çok küçük ve hareketsiz bir 'çatı'dır. Ve onun çok
yakın olan sınırlarının ötesinde -ki bu sınırlar vatan sınırlarından birazcık
daha uzaktır-yokluk, mutlak gizlilik ve karanlıktan başka birşey yok tur.
Toplum biçimlerden oluşur. Ferdin hak, âdet, gele nek ve görenekleri toplumu
oluşturur. Din ise 'gökten inmiş olan' değişiklik kabul etmez, 'niçin' ve
'nasıl'ı ol mayan, cebrî, katı kurallı, akıl ve mantıktan uzak, sebep-sonuç
ilişkisine önem vermeyen, kendisine bağlı ki şilerin ruhsal yapılarına göre
biçimlenen ve tek bir 'biçim'i ve 'seviyesi' olan inanç ve âmeller bütünüdür.
Körükörüne bir bağlılıktır. (Bir ölçüde doğru olan) Durk-heim'ın deyimiyle 'Din,
toplumun genel ruhunun dış görünüşü ve büyütülmüşüdür'.
Toplumbilim araştırmalarında, özellikle medeniyet lerin, toplumların ve dinlerin
başlangıçlarından günü müze uzanan tarih hikâyelerinde görülen odur ki insa nın
-gerek birey gerek toplum olarak- 'yer'e bağlılığının temel esası din ve dünya
görüşüdür. Toplumbilim bu esasın doğruluğunu toplumsal sınıflar üzerinde de gös
termiştir. Çiftçi sınıfı, toplumsal sınıfların en donuk, en hareketsiz olanıdır.
Bergson'un deyimiyle toplumsal sı nıfların en 'bağlı' olanıdır. İnsan-yer
ilişkisini, bu ilişki nin ruhbilim ve toplumbilimdeki yerini dikkatlice ince
leyen ve ruhbilim konusunda söz sahibi olan araştırmacı Holbach bunun sebebini
sağlam ve sabit bir ilişkiye bağlamaktadır. Ona göre bu sınıf yer ile (zemin
ile, top rak ile) vardır ve yer onun varlığının gereği olmuştur.
• 25 •
Hattâ yer çiftçinin tek dostu, ezelî ebedî mekânı ve ma nevî mirasının sahibi
olarak görünür. Çiftçi, toprağa bağ lılığını ilâhî ve dini bir bağlılık olarak
algılar. Yer onun için refah ve huzurdur. O yaptığı tarımı, manevi ve be şeri
kişiliğiyle, ailesiyle, inançlarıyla, ahlâkî ve toplum sal temelleriyle bir
olarak görür. Bu durumun dilbilime yansımalarından biri şudur: Çiftçileri
adlandırmak için genel olarak yer'in değişik biçimleri kullanılır. Göçebe
isimleri yer ile değil, daha çok hareket ile ilintilidir. (Anadolu'da göçebelere
neredeyse tamamen Yörük den mesi ve bu kelimenin 'yürü' fiiliyle aynı kökten
olması müellifi haklı gösteriyor.)
Bütün bunlardan sonra denilebilir ki şu veya bu bi çimde hareket imkânı
tanımayan mekân, toplumu veya ferdi bağlar, donuklaştırır, hareketten alıkoyar.
Böylece o toplum veya fert ilerlemekten, yükselmekten, değişip ge lişmekten ve
genişlemekten yoksun kalır. Bunun doğal sonucu olarak da düşünce, duygu, akıl,
ilim, sanat, kül tür, din ve dünya görüşü donar, canlılığını yitirir ve ölü me
hüküm giyer. Veya kendisiyle ilişkiye giren hareketli, dışa açık bir din, kültür
ve toplumun içinde eriyip yok olur.3 Batı toplumu ortaçağın kapalı kafesi içinde
Avru-
(3) Bana göre Yunanlıların gerilemesi ve onların hasta Rum toplu mundaki çöküşü
'site'lerin kapalı kalelerinde mahsur kalmaları ve dış âlemle bağlarının kopuk
oluşudur. Her yabancıyı Berberî olarak niteleme leridir. (Barbar kelimesi
buradan kaynaklanıyor. Nihayet Batı dillerinde yabancı ve vahşi anlamını
kazanıyor. Cahili Arapların kendilerinden ol mayan bütün kavimlere 'Acem'
demeleri gibi. Bunun delillerinden biri de onların kıt düşünceleridir. Dinî ve
felsefî potansiyellerinin kendilerine has
• 26 •
pa'yı âlemin merkezi olarak görüyor. Katolik mezhebini de âlemin dini sayıyordu.
Ona göre yeryüzü insanlığı 'dik vücutlu, geniş tırnaklı, çamur derili, çıplak,
pazara gidip eve dönen iki ayaklı bir hayvan'dı. Belirli olan, be yaz derili,
mavi gözlü, sarı saçlı... ötesi kâfiristan... biraz gizemli, şaşırtıcı bir
şey... Ona göre âlemin doğusu Cenova... Ve Venezüella'dan ötesi tam bir efsane.
Âlemin batısı Lizbon.. Ötesi yokluğun sımsıkı kucağında ve meçhul... Avrupalının
kapalı kapılar ardındaki yüzlerce yıllık uykusu bu düşüncelerinden
kaynaklanıyordu. Haçlı savaşları4 bu kendi içine mahkum kalenin kapıla rını
doğuya açıncaya kadar bu böyle devam etti. Ken dinden başka bir din görmemiş
olan Hıristiyanlık gözü nü İslama açınca Batı kafesinden milyonlarca insan
dökülüverdi. Ve bu insanlar âlemlerin ötesinde başka bir dünyanın, başka
toplumların var olduğunu gördüler. Binlerce perde kalktı gözlerinin önünden ve
yepyeni ufuklar belirdi. Dünya, gerçek boyutlarına yaklaştı. 'Biz'den başka
'başkaları'nı, 'yalnızca burası'ndan başka 'başka yerler'i gördüler, tanıdılar.
Öteleri bilinmez kale ler çıktı önlerine. Ve dünya görülmesi gereken bir alan
olarak açılıverdi önlerinde birden bire. Sarsılmaz iman-
olmasıyla varoluşun anlamsal ve evrensel yönünü kaçırdılar. Sonuçta ken dilerini
halihazırda var olan geniş, açık ve büyük bir dinin kolları arasına bıraktılar.
Susuzluklarını Kızıldeniz sahillerindeki Hıristiyanlıktan giderdi ler.
(4) Hans Portoz Avrupa'nın uyanışını, keşifler, ıslahatlar dönemini, Rönesans ve
bütün bir Batı uygarlığını Haçlı seferlerine bağlıyor.
• 27 •
lar sarsıldı, kopmaz sanılan bağlar koptu. Sayısız kalıp lar kırıldı ve hareket
başladı. Toplumbilim diliyle söyle mek gerekirse, 'toplumsal zaman'ı gösteren,
bin yıl önce 395(5) rakamı üzerinde donup kalmış olan saatin akrebi harekete
geçti ve günden güne hız kazandı.
Beyaz adam, yeryüzünü tanıma isteğini Haçlı sefer leriyle kazandı. Bu geniş ve
hareketli dünya Batının ce sur ve araştırmacı insanlarını yeni yerleşim
bölgeleri ta nımaya, yeni yollar aramaya sevketti. 15. ve 16. yüzyıl larda büyük
dünya seferlerinin, coğrafi keşiflerin, yeni deniz ve kara yollarının sebebi
buydu. Artık efsanevi As ya'nın gizemli Afrika'nın ve zengin Amerika'nın keşfi,
dünya görüşünün genişletilip uygarlığının bu temellere oturtulması
kaçınılmazdır. Gerek tarihçiler gerek top lumbilimciler her zaman şunu iddia
etmişlerdi: Haçlı se ferleri (yani bir grup Batılının doğuya hicreti), coğrafi
ke şifler ve dünya turları (yani Asya, Afrika ve Amerika'ya hicret) Avrupa'nın
uyanmasının, harekete geçmesinin ve bugünkü Batı medeniyetinin ilk ve temel
esasıdır.6 Bu durum, hicret esası üzerine kurulmuş olan bugünkü
(5) Bu tarih Ortaçağın başlangıcını ve 1453 İstanbul'un Müslümanlar ta rafından
fethi de Ortaçağın sonu kabul ediliyor.
(6) Doğu ve Batı'nın en büyük medeniyetini oluşturan yarı vahşi, Arya
kavimlerinin güneye ve batıya doğru hicret etmeleri, Sümer, Babil, Akad ve Aram
sülalerinin büyük uygarlıkların kurulmasına sebep olmaları, Sami kav minin
Beynelnehreyn (iki ırmak arası-Mezopotamya), Mısır ve Kuzey Afri ka'ya hicret
edişleri, israiloğullarının Mısır'dan Filistin'e hicretleri, Berberi lerin
batıya ve doğuya hicretleri; Frenklerin, Hunların, Slavların, İngiliz ve
Saksonların... Avrupa'ya hicretleri şu gerçeği gösterir: Bedevî kabile toplum
larının merkezi ve büyük toplumlar haline geçişinin temeli hicret eylemidir.
• 28 •
Amerika'nın uygarlığında daha açık bir biçimde görül mektedir. Avrupa'nın
maceracı insanları kendi ülkelerini terkedip yeni kıtalara hicret etmekle
bugünkü büyük ve ileri toplumun temelini atmışlardır. Üstelik bu insanlar
ülkelerinde kalacak olsalardı, ya katil, ya da soyguncu olacaklardı
İnsanlık tarihindeki kapalı ve açık dinlerin, kapalı ve açık toplum ve
uygarlıkların incelenmesi şu gerçeği or taya çıkarmaktadır ki, hicret fert veya
toplumun yer'e bağımlılığını koparır, onu (fert veya toplumu) bağımlılık tan
kurtarır. Hicret, insan ve toplumun dünya görüşünü değiştirir ve sonuçta da
dinsel, fikirsel, duygusal donuk luğu ve gerilemeyi iptal eder, toplumsal
çürümeyi önler. Topyekün bir hareket ve toplumsal bir diriliş sebebi olan
hicret, insanı, içinde bulunduğu dört donuk unsurdan (Tarih, toplum, tabiat ve
ten) kurtararak yüce ve kâmil makamlara ulaştırır.
Her uygarlığın ardında bir hicret vardır. Araştırıp in celediğimizde görürüz ki
her büyük toplumun ardında mutlaka bir hicret vardır. Hicret, Kur'an'da ve
Peygam ber (s)'in hayatında tarihi bir olaydan çok farklı bir olay dır. İslamda
Hicret'in konumuna bakacak olursak göre ceğiz ki, o büyük ve toplumsal bir
esastır.
29
İLK HİCRET
müslümanların Habeşistan'a ilk hicreti Peygam ber (s)'in emriyle oldu. Mekke
şehrini ortasında bir esir gibi tutan ovada sakin bir hayat sürdüren bir grup
Arap, ilk kez kabilelerinden ve ülkelerinden ayrılı yordu. Sadece bu da değil.
Bunlar ilk kez grup halindeki bir muhaceretle yabancı bir ülkeye uzanıyor,
denizleri aşıyor, bir başka kıtaya ayak basıyorlar, ırkı, dini, top lumsal
hayatı, siyasi otorite biçimi farklı bir ülkede yaşa mayı seçmiş oluyorlardı.
Medine'ye hicretten önce Birinci ve İkinci Akabe görüşmelerinde İslami Hareketin
lideri yani Peygamber (a.s.) ile İslam cemaatı yani müminler arasında yapılan
görüşmelerde genel olarak şu hususlar üzerinde anlaş ma yapılmıştır.
• 31 •
"Bollukta, rahatlıkta olduğu gibi sıkıntı anlarında se vinçte de Hz. Peygamber
(a.s.)'a itaat etmek esastır. Pey gamber herkesin nefsi üzerinde tutulacak, hiç
kimse ona muhalefette bulunmayacak. Hiç bir kınayıcının kınama sından
korkulmayacak.
Kesinlikle Allah'a şirk koşulmayacak, hırsızlık ve zi na yapılmayacak. Çocuklar
öldürülmeyecek. Kimseye if tirada bulunulmayacak. İyi işlerde Hz. Peygambere
karşı gelinmeyecek. Peygamber'in harb ettiğiyle harp, barış yaptığı kimseyle
barış halinde olunacaktır." Konuya işaret eden ayet-i kerime şöyledir: "Sana
biat edenler (İslam uğrunda ölünceye kadar savaşmak üzere sana söz verenler)
gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin
üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a
verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükâfat verecektir." (Fetih suresi, 10-
Çev)
Sonra, Medine'ye büyük hicret başlıyor. Bu hicretle Medine, hem kapalı
kapılarını dışa açıyor, hem de Kureyş muhacirlerini yeni bir toplumla, yeni
şartlar ve me kânlarla tanıştırıyordu. Medine'de Peygamber (s)'in ta kındığı
siyaset, sadece etki alanını genişletmek, elçilerin Medine'ye rahatça gidiş
gelişleri, İran, Anadolu, Mısır, Yemen ve benzeri yerlerle ilişki kurmak
değildir. Hattâ İslam Peygamberi (s)'nin, Arap kabile toplumunun kapa lı dünya
görüşünü yaymaya çalıştığı, hiç de iddia edilir cinsten değildir. Aksine, son
derece açıktır ki Peygamber (s)'in sözlerinde ve Kur'an'ın ayetlerinde
'muhaceret',
32
özellikle de bunun fikrî ve itikadî biçimi, değerli ve kut sal bir esas olarak,
hattâ, 'insanî bir zorunluluk' olarak açıklanmıştır:
"Onlar ki inandılar, hicret ettiler. Allah yolunda sa vaştılar; işte onlar
Allah'ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(Bakara-218)
Burada 'doğru yol'daki 'muhacir'i 'mücahid' konu munda saymakla kalınmamakta,
daha da öteye gidil mektedir. Kur'an dilinde, kelime veya kavramlarının ön
celik- sonralıklarının önem taşıdıkları bilinen bir gerçek tir. Bu âyette
'muhacir' 'mü'min'den hemen sonra, araya bir şey konulmadan ve 'mücahid'den önce
zikredilmek tedir. Bu durum boşuna ve tesadüfî değildir.
"Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda işkenceye maruz kalanlar,
vuruşanlar ve öldürülenler... Elbette onların kötülüklerini örteceğim. Ve onları
altla rından ırmaklar akan cennetlere sokacağım, (yaptıkları na) Allah katında
bir karşılık olarak (bu nimetleri verece ğim). Karşılıkların en güzeli Allah
katındadır." (Al-i İm-ran-195)
Bu kısa âyet açık bir biçimde zulme maruz kalanlar için hicret etmeyi hayat
yolunda daha iyi bir esas olarak zikrediyor. Yine bu âyette hicret, nimetlerden
yararlan mada önemli bir esas olarak zikrediliyor. Nahl-41 'de ise dünya
nimetlerinden daha fazlasıyla yararlanma sonu cunu getiren bir esastır hicret:
"Kendilerine zulmedildikten sonra Allah uğrunda hicret edenleri dünyada güzelce
yerleştireceğiz. (Onlara
• 33 •
vereceğimiz) Ahiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilseler."(Nahl-41)
Bir de şu âyete bakınız. Ten sevgisi, toplumsal ya şantı, dar bir siyasi görüş
ve her türlü zaaf sebebiyle kendilerini zillete düşürenlere, zulüm, baskı ve
fesat al tında canlarını sessizce teslim edenlere, zahmete ve sı kıntıya
kapanmayanlara bir mesajdır:
"Nefislerine yazık eden kimselere, canlarını alırken melekler, 'ne işte idiniz?'
dediler. (Bunlar:) 'Biz yeryü zünde âciz düşürülmüş idik' diye cevap verdiler.
Melek ler dediler ki 'Peki, Allah'ın arzı geniş değil miydi ki? Onda hicret edip
gönlünüzce yaşayabileceğiniz bir ye re gid)eydiniz.' İşte onların durağı
cehennemdir. Ne kö tü bir gidiş yeridir orası. Yalnız hiç bir çareye gücü yet
meyen ve hicret için yol bulamayan, gerçekten zayıf er kekler, kadınlar ve
çocuklar hariç. Çünkü Allah'ın bun ları affetmesi umulur. Allah çok affeden, çok
bağışlayan dır. Allah yolunda hicret eden kimse yeryüzünde gide cek çok yer
bulur, bolluk bulur. Kim Allah ve resulü için hicret etmek amacıyla evinden
çıkar da kendisine ölüm yetişirse, onun mükâfatı Allah'a düşer. Allah bağışlayan
dır, esirgeyendir." (Nisa-97-100)
Burada, hak ve özgürlüğün, daima alçak çatılar al tında, kapalı kapılar ve
yenilgi kabul etmez kaleler ar dında tutsak edildiğini ve yok edildiğini
söylemek müm kün değildir. Burada, Allah Tealâ gönlünde iman ateşi tutuşan ve
omuzlarında bir risaletin ağırlığını duyan in sana, sanki şöyle emir
buyurmaktadır: Allah'a yöneldin;
• 34 •
evini terket. Kaç. Benim zorluklarla doğduğum yerde ölünemez. Nerede özgürce
yaşayabiliyorsan evin, ailen, şehrin ve kavmin oradadır. İmanın özgürce
yaşayabile ceğin yerdedir. Zulüm ve baskının olduğu yerde, gerçe ğin
köleleştirildiği yerde kalma. Zira kara ve deniz ge niştir ve insanı çoktur.
Canlarını, mallarını, rahatlarını korumak amacıyla teslim olup orada kalanlar
kendilerine zulmetmişlerdir. Canını, malını ve rahatını kazanıp korumak amacıyla
imanlarını ve özgürlüklerini satmış oldukları için mah rum kalacaklardır. Bunun
aksini yapanlar, yani Allah yo lunda herşeyden vazgeçenler, hicret ile
kaybettiklerin den kat kat fazlasını, hicret ile elde edeceklerdir. Tarih de
bunu göstermiyor mu?
Kur'an'da, 'muhaceret' ve 'darb-ı fi'l ard: yurdundan çıkma veya çıkarılma' gibi
ifadelerin kullanıldığı yerler de açıkça görüyoruz ki Kur'an, doğum yerinin,
kavim, yurt ya da toplumun terkedilmesiyle şunları istemekte dir:
1- insanın (mü'minin) özgürlük ve şerefinin korunması. (Ashab-ı Kehf in yaşadığı
hicret. İlk Müslümanlardan bir kısmının Habeşistan'a hicretleri.)
2- Bulunulan yerdeki zalim ve zorba toplumsal veya siyasal otoritelere karşı
daha iyi bir mücadele için da ha uygun ve daha yeni imkânların elde edilmesi.
Bir başka deyişle, özgür bir dönüş için hicret. (Musa'nın hicreti, Mekke'den
Medine'ye hicret.)
• 35 •
3- Her Müslümanın görevli olduğu bütün insan toplu luklarının, bütün halkların
ve bütün milletlerin uyanışı, özgürlüğü ve mutluluğu için, tebliğ. Yine bu
sorumlu luğun gereği olarak dünyevî ve insanî bir risaletin baş latılması için
hicret. (Öğretmenlerin yalnız ve yalnız bu sorumluluk ile kentlerinden ve
yurtlarından ayrıl maları)
4- Yeryüzündeki bilimsel, ya da teknolojik gelişmeleri araştırıp tanımak
amacıyla yapılan hicret. Kur'an'ın derin ve kapsamlı deyimiyle 'afak ve enfüs'ün
dolaşıl ması. Tabiî bilimlerin, özellikle de coğrafya, iktisat, je oloji,
botanik, klimatoloji gibi bilimlerin tanınması. Ka vim, soy, ırk, ümmet ve
toplumların tanınması. Top lumsal, siyasal ve ekonomik yaşama biçimlerinin ta
nınması. Gelenek, görenek, inanç, düşünce, din gibi konuların, her yönüyle
insanî bilimlerin, etnoloji, ant ropoloji, sosyoloji gibi ilimlerin tanınması.
Bu da kısır 'Aristovari' bir üslupla değil, yeni ve bilimsel bir üslup la,
gözlem, deney ve araştırmayla olur. Oturup da 'görünen'le 'yüzeysel mantık'la,
'aklın ispatlaması'yla ta biat olaylarını ve hayat şartlarını tanımaya kalkışmak
abes olsa gerektir. Hayat'ı yerinde tanımak gerekir. 'Cem'i ve mani'in tarifi'
diri olanı öğrenmeye yetmez. Gidip gezmek, dolaşarak öğrenmek, düşünmek ve
fik-retmek gerekir. Tarih, tarih felsefesi veya geçmiş çağ toplum ve
uygarlıklarının doğuş, yükseliş, gerileyiş, ve ölüm sebeplerinin sınıflandırılıp
incelenmesi Kur'an'da duyusal ve görsel ilimler olarak zikredilirler. Ne yazık
• 36 •
ki büyük tarihçiler bu konuları, halâ sanat, felsefe veya edebiyat saymaktalar.
Ve böylece de konuyu soyut, zi hinsel ve mantıksal bir oyuna çevirmekteler. Bir
bakı ma, Bacon, Descartes, Nevvton veya Galile tabii bilim sel için hangi üslubu
kullanıyorsa, Kur'an aynı üslubu tarih için -ki tarihle müsbet bilimlerin
arasında henüz uzun bir mesafe vardır- kullanıyor. Kur'an bir yandan tarihi ön
plana çıkarırken diğer yandan da ilim için hicret etmeyi dini bir hüküm olarak
vazediyor^:
"Yeryüzünde hiç gezmediler mi ki kendilerinden ön cekilerin sonunun nasıl
olduğunu görsünler?" (Yusuf-109)
"Yeryüzünde dolaşın da yalanlayıcıların sonunun nasıl olduğunu görün" (Al-i
İmran-137)
Kur'an'da, düşünülmesi gereken ve 'hicret' kelimesi nin anlamına son derece
genişlik ve derinlik veren bir
(1) Kur'an'ın ilim ve araştırma konusundaki üslubunu, tarihin Kur'an'daki
değerini, tarihî olayların nasıl sonuçlandığını, tarihin toplum bilimdeki yerini
tanımak ve siyasî-toplumsal mesele ve şartları inceleyip tahlil edebilmek için
Kur'an kıssaları Kur'anî bakış açısıyla derinlemesine incelenmelidir. Bir
tarihçi ve toplumbilimci gözünde Rûm sûresi bu açı dan parlak bir örnektir. Bu
sûre Rumların iranlılara karşı muzaffer olacak larını önceden bildiriyordu. Bu
öngörüşün şaşırtıcılığının etkisi altında da 'istikbâli, gerçekleşmiş bir
biçimde sunuyor. Müfessirler, Kur'an'ın bu 'gaybî' yönü üzerinde çokça
durmuşlar, ancak çok daha derin olan yönü nü görmemişlerdir. Kur'an'ın görüşü,
bu sûrede baştanbaşa apaçık ve de rin olan ilmî meselelere de uygulanmalıdır.
Etnoloji ve antropolojiden beslenen yeni toplumbilim, tarih ve toplumbilimin de
bir "hicret'e ne ka dar muhtaç olduğunu göstermektedir.
• 37 •
özellik de bu kelimenin genel ve mutlak anlamda kulla nılmasıdır. Bu, aynı
zamanda Peygamber(s)'in bilinen hicretini de (-ki biz hicretin aslı veya
hicretin hükmü de meyi daha çok tercih ederiz) ifade etmektedir. Hicret ke
limesinin anlam derecesi öyle yücelmiş, öyle genişle miştir ki, kelime
yeryüzünde bir yerden bir yere gitmek ten çok ötede anlamlar kazanmıştır. Ruhun,
fikrî ve ah lâkî her türlü inkılâbı bu kelime ile ifadesini bulmakta dır.2
Bizim, çok zengin ve derin bir anlam taşıyan 'hic ret' üzerinde durmamızın
sebebi budur. Anlamak, hali nin ifade ettiği anlamda ilerlendikçe, 'hicret' daha
iyi anlaşılacaktır.
Kur'anî bir Müslüman (İslamı doğrudan doğruya ki tap ve Sünnet'ten öğrenmeye
çalışan geleneksel İslam ile yetinmeyen Müslüman) imandan hemen sonra, hattâ
bazan da cihattan önce kendini büyük bir esasla kesin bir emirle karşı karşıya
bulur: İç ve dış âlemden hicret. Toprağa ve ruhun derinliklerine doğru yol alma.
Artık kalınamayacak bir yer alana mekândan ve varolmaya değmez bir durumdan
kurtuluş. Muhaceret, sadece kişi nin doğduğu yerden ayrılması demek değildir.
Aynı za manda kişinin kendi benliğinden hicret etmesi demektir. İşte İslam'ın
gerek ferdi, gerek toplumu çürüyüp yok ol maktan kurtulmaları için harekete
çağırması, böyledir. İslam kişiyi iç âleminde de dış âleminde de inkılâba ça
ğırır. İnsan için durgunluk, donukluk ve hareketsizlik çü-
(2) Kur'an'ın Peygamber(s)'e hitabı
• 38 •
rümedir, ölümdür. İslam, inkılabî bir tavırla mümkündür. Ve islam bu tavrı
hicretin ilmî mucizesiyle sağlar. Afaki hicret, enfüsî hicret...3
Bu iki tür hicretin de ruhbilim ve toplumbilimde araştırılması yeterli değildir.
Yine, İslamın kaynağında, bir esas olarak var olan bu büyük değerin burada tam
anlamıyla anlatılabilmesi mümkün değildir. Bu iki tür hicret de bağımsız ve
kapsamlı araştırmaları gerektirir. Bizim burada hatırlatmadan geçemeyeceğimiz
önemli bir nokta vardır: İslam, büyük ruhların ve ileri uygarlık ların
kendilerinde var olan hayret ve hayranlık uyandı ran hicret olaylarından derin
bir bilimsel yaklaşımla söz etmektedir.
Peygamber (s)'e iman etmiş ilk arkadaşlarının 'Mu hacirin' olarak
adlandırılmaları böyle bir görüşe örnek tir. Peygamber(s) bütün sıfatlar içinden
onlara 'muhacir' sıfatını vermiştir. O isteseydi kendi büyük önsezilerin-
(3) Yüzyılımızın en büyük tarihçilerinden olan Arnold Toynby, "Ta rih
Araştırması' adlı eserinde 'Hicretin Aslı ve Dönüş' adıyla bir görüşü belirtir.
Bu konuda şöyle söyler: "Beşer tarihinde bir medeniyetin veya bir cemaatin
kurucusu olan büyük şahsiyetler hayatlarının bir döneminde, önce yurtlarını
terketmişler, toplum ve topraklarından ayrılmışlardır. Yük lenmiş oldukları
büyük ve şerefli görevlerini başlatmak için bir hazırlık dönemi olan bu gaybet
zamanından sonra da kavimlerinin arasına dön müşler ve hareketlerini yeniden
başlatmışlardır. Gerçek şu ki, bu büyük dönüşler her zaman sessiz bir hicretten
sonra olmuştur. Ruhlarda temel olan böyle bir hicrete, ibrahim, Musa, Zerdüşt,
Buda ve İslam Peygamberi (ki O'nun Hira'daki on beş yıllık sükût ve inzivası
toplumundan uzak kal ması sayılır) sahiptirler."
• 39 •
den bir sıfat çıkarıp verebilirdi. Eğer hicret İslam inan cında böyle yüce
olmasaydı Peygamber(s) kendisini candan seven bu insanlara başka yüzlerce
özelliklerin den dolayı değişik sıfatlar takabilirdi. Onların cesaret ve
fedâkârlıklarından, Peygamber(s)'in sıkıntı dolu günle rinde onu yalnız
bırakmayıp yardımcı olmalarından, iş kencelere karşı sabretmelerinden,
tehlikeleri göze alma larından, ihlâs, cömertlik, fedakârlık, hakîkatperestlik
ve can, mal, aile ve toplumsal statülerini hiçe sayışların dan, hareketin temel
taşlarını yerleştirmede büyük pay sahibi oluşlarından hareketle kendilerine
binlerce sıfat yakıştırabilirdi. Fakat Allah'ın Rasûlü sadece ve sadece
'Muhacir' sıfatını seçti.
Bu görüşü pekiştiren bir diğer olay da ilk Müslüman ların Mekke'den Medine'ye
hicretlerinin 'tarihin başlan gıcı' sayılmasıdır.4 Bu, üzerinde çokça
düşünülmesi ge reken bir konudur. Çünkü, tarihin başlatılması hadisesi tarihte
daima ya bir din liderinin doğumuyla, ya da bir hareketin liderinin zaferiyle
söz konusu olmuştur. Bir anlamda tarih, daima sansasyonel bir olayla başlatılmış
tır. Ve ne yazık ki bu, çoğunlukla sınıfların ya da kavim lerin gururuna hitap
etmiştir sadece veya Hazreti Me sih'in doğumunda olduğu gibi 'insan'ı gereksiz
kılan bir 'öte' anlayışının mutlak hakimiyetini ifade etmiş, böyle ce de kilise
despotizmine destek sağlamıştır. Tarihin baş-
(4) 17. veya 18. yılda, Ömer (ra), Ali (kv)'nin tavsiyesiyle Fil Vak'asını
başlangıç kabul eden tarihi kaldırmış yerine Hicreti başlangıç tarihi koy
muştur. (Tarih-i Taberi)
• 40 •
layışının, bir anlamda zamanın başlayışı olduğu düşü nülürse, İslamın tarihi
böyle bir olayla başlatmamasının anlamı açıklığa kavuşur. İslam, ne
Peygamber(s)'in do ğumunu, ne de onun büyük fetihlerinden birini tarihe
başlangıç yapar. Hattâ onun bî'seti bile tarihe başlangıç yapılmamıştır.
Tarihin, bir anlamda da zamanın başlan gıcı Hicret'tir.
Artık Peygamber (s)'in kavminin, atalarının ve anıla rının yurdu olan Mekke,
Kureyş'in savaş alanıdır. On üç yıllık bir mücadele kentin sağlam kalelerinde,
alçak ve alçaltıcı çatılarında (kapalı toplumlarında), küçük bir ge dik bile
açamamıştır. Ya orada kalarak çürümek ve öl mek, ya da aşk için, iman için,
özgürlük için, kısacası ilahi risaletin tebliği için hicret etmek...
Gheorghiu'nun dediği gibi "Kabile ve aile çölde ye şeren ve hiçbir ferdin, onun
gölgesinden ayrı yaşayama yacağı tek bir ağaçtır (şecere). Peygamber (s),
hicretiyle ailesinin etinden ve kanından beslenmiş bir ağacı (şece reyi) Rabb'i
için kesti." /
Muhammed(s) Mekke'yi terketmeli, ama nereye?.. Burası olmayan her yere. Burası
olmasın da neresi olur sa olsun. Özgürce yaşanabilecek her yer. İnsanlık için,
insani olanın (ki bu Kur'anî olandır aynı zamanda) inşa edilebileceği, cihadın
yapılabileceği her yer olabilir. Peygamber (s) bu iş için önceden Yesrib'i
hazırlamıştı
Ve hicret emri geldi. Ama, Kureyş de bu konuda uyanıktı ve tehlikeyi sezmişti.
Peygamber (s) ashabının açıktan veya gizlice şehri terketmesini istedi. Kureyş
de
• 41 •
Peygamber(s)'in gitmekte olan arkadaşlarına ciddi bir bi çimde engel olmaya
başladı. Bir kısmını geri çevirerek zindana attı. Bir kısmının eşlerini,
çocuklarını rehin ala rak gitmelerine engel oldu. Ama Müslümanlar bir kere karar
vermişlerdi. Hicreti göze almış bir Müslümanı kim ve hangi engel hicretten
vazgeçirebilir?
Hicret'e izin
(Bu), senden önce gönderdiğimiz elçilerimizin de yasasıdır. (Peygamberlerine
karşı gelenler onları arala rından çıkaran her millete aynı kanunu uygulayıp
onları mahvetmişizdir.) Bizim kanunumuzda bir değişiklik bu lamazsın.
Gecenin bir kısmında, sana mahsus bir nafile namaz kılmak üzere uyan, belki
böylece Rabb'in seni övülmüş bir makama ulaştırır.
De ki: y/Rabb'im beni (girdireceğin yere) doğruluk girdirişiyle girdir, beni
(çıkaracağın yerden) doğruluk çıkarışıyla çıkar. (Beni nereye göndereceksen, hoş
bir şe kilde oraya girdir ve çıkacağım yerden de beni hoş bir şekilde çıkar.)
Bana katından yardım eden bir delil ver. (İsra: 77-80).
Hz. Peygamber (as) Hz. Ali (ra), Emanetleri sahiple rine vermesi için Mekke'de
kalmasını söyleyerek
"Yatağımda yat, korkma, Allah dilemedikçe sana hiç bir şey isabet etmez" dedi.
(Çev.)
Hz. Peygamber kendisiyle savaşan kimselerin ver dikleri emanetlerini kendilerine
teslim etmeyi ihmal et miyor. İsteseydi o emanetleri böylesi tehlikeli bir anda
• 42 •
inkar da edebilirdi. Ama İslamda savaşın, cihadın huku ku neyi gerektiriyor ise
Hz. Peygamber ve müminler bu hukuka göre davranırlar. (Çev.)
Ashabın bütünü bölük bölük hicret ettiler. Cehaletin, zulmün ve küfrün merkezi
olan Mekke'yi, evlerini, aile lerini, mallarını, mülklerini, kısacası çok
sevdikleri nele ri varsa hepsini bıraktılar ve bütün bunların yerine öz gürlüğü
seçtiler, özgürleştirmeyi seçtiler.
Peygamber (s) ömrünü şehirde, siyasi olaylardan uzak ve sakin bir biçimde
geçirmişti. Bedevîlerden olu şan ve basit bir çevresi vardı. Ama muazzam bir
siyasi düşünceye ve liderlik gücüne sahip bulunuyordu. Onun en açık
özelliklerinden bazıları da güvenilir (emin) ol ması (Muhammed-ül Emin), ketum
olması ve gösterdiği siyasî tavırdır. Sözkonusu bu özellikler onun Medine'de ki
hayatında daha da açıktır. Mekke Peygamber(s)'in ka rarından habersizdir. Sadece
müşrikler değil, onun en yakın arkadaşları da vereceği karar konusunda hiçbirşey
hissedememişlerdi. Onlar sanıyorlardı ki Habeşistan'a olan iki hicret gibi,
Mekke'de zulüm, baskı, işkence al tında ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan
sahabelerini Yesrib'e gönderecek, kendisi Abdülmenaf soyuna bağlı olduğu için
ölüm endişesi sözkonusu olmadığından ora da (Mekke'de) kalacak ve mücadelesine
orada devam edecektir. Müslümanların büyük bir çoğunluğu gitmişti. Ebubekir(ra)
de gitmek için Peygamber(s)'den izin istedi. Peygamber (s) her zamanki tavrıyla
kesin bir cevap ver di: "Hayır, acele etme. Belki Allah sana bir arkadaş gön-
• 43 •
derir. "Ebubekir (ra) artık Mekke'de kendisinden, Peygamber(s)'den ve
Ali(kv)'den başka kimsenin kalmadığı nı biliyordu. (Çev. Notu) Ashabın bir kısmı
hala Habe şistan'da bir kısmı Medine'de, bir kısmı kaçak hayatı ya şıyor, diğer
bir kısmı da Mekke'de müşriklerin esareti al tında işkencelere tabi
tutulmaktadır. Gönüllerinde İsla ma sempatiyle bakan bir kısım genç de aile
büyükleri nin ve babalarının tehdidi altında ev'e teslim olmuşlar dır.
44
PEYGAMBER'E TUZAK KURULUYOR
"imdi Mekke şehri, gerçekten Müslümanlardan boşal tmıştır. Bu normal bir durum
değildir. Kureyşin uluları endişeye kapıldılar. Medine'den gelen haberler ise,
onları daha büyük korkulara düşürüyordu. Muhacirlerin tamamı orada biraraya
gelmiş, Medine'liler onlara kendi büyükleri gibi kucak açmış ve yanlarına kabul
etmişler dir. 'Savaşta sabır' konusunda arapların en inatçı ve id dialılarından
olan Evs ve Hazreç, Medine'lilerin Müslü manları kabul etmelerinden daha büyük
bir haber bekli yorlar. Şehrin tamamı Peygamber(s)'in arkadaşlarının elindedir
artık. Hayır, Medine Habeşistan değildir. Böyle bir durumda şüphesiz Muhammed(s)
parmakla sayılacak kadar az arkadaşıyla Mekke'de kalmayacaktır. 'İşkence ler
altında sabır, güçlüklere tahammül' devresi sona er-
• 45 •
di. "Kendilerine zulmedilen mü'minlere savaş izni veril di" (Hac-39) âyetiyle
Peygamber(s) kendini Yesrib'e ulaştıracak, şehrin otoritesini eline alacak,
Mekke'yi dı şarıdan tehdit edecektir. Kureyş, bunlara karşı bir çare
düşünmelidir. Dar'ün Nedvede toplandılar. Utbe ve Şeybe, Ebu Süfyan, Cübeyr bin
Mut'im, Ebu'l-Buhteri, Ha kim bin Hizam, Ebu Cehil, Nübeyh ve Münebbih, Ümeyye
bin Halef... Kısaca Kureyşin bütün uluları bura da toplanıp Peygamber(s)'in
yaptıklarını ele alarak tartış tılar. Ebu'l-Buhteri şu görüşü ileri sürdü: "Onu
zincire vuralım. Ve zindana atalım." Bu görüş reddedildi. Çün kü bu tehlikeli
bir durumdur. Öyle bir şey yapılsın ki ar kadaşları bizimle savaşmaktan
kaçınsınlar. Beni Amir bin Cüvey kabilesinden olan Ebu'l-Esved ise, şu görüşü
ileri sürdü: "O'nu şehirden uzaklaştıralım ki kendi emni yet, huzur, refah ve
güzel günlerimize kavuşalım, fitne den kurtulalım, O'nu şehirden çıkaralım
gidebileceği yere kadar gitsin." dedi. Bu görüşü de reddettiler ve şöy le
dediler: "Yoksa siz O'nun çekici dilini, güzel sözlerini ve insanları kendisine
çekebilme gücünü bilmiyor mu sunuz? Eğer böyle yaparsanız, araplardan herhangi
bir kabilenin arasına gider, onları size karşı kışkırtır ve oto riteyi elinizden
alır." Daha sonra Ebu Cehil, çok akıllıca ve kesin bir görüş ileri sürdü. Onun
görüşü şuydu: "Ben diyorum ki her kabileden şerefiyle tanınan çevik ve soy lu
bir genç seçelim, herbirine keskin bir kılıç verelim, hepsi birden O'na
gitsinler, hücum etsinler ve bir tek adam vuruyormuş gibi kılıçlarını onun
üzerine indirsin-
• 46 •
ler. Ancak bu şekilde O'ndan kurtuluruz. Böyle olunca da bütün kabileler O'nun
öldürülmesi konusunda ortak olacaklar. Abd-i Menafoğulları hepsiyle birden
savaşma gücünü kendinde bulamayacak çaresiz olarak barışa ra zı olacak ve diyete
(kanının karşılığı) razı olacaktır."
Suikastçılar, evin etrafını sardılar, evin pencerelerin den peygamber(s)'i
gözetlediler. Süheylî bazı tarihçilere dayanarak şöyle demektedir: Evin
duvarları alçak oldu ğu için üstünden atlayıp içeri dalarak peygamberi daha
yatağındayken kılıç darbeleriyle öldürmek istediler. Bir kadın içeriden bağırdı.
Kendilerini şerefli ve gururlu kişi ler olarak kabul eden bu şahıslar böyle bir
hareketi ken dilerine yakıştırmadılar. "Bize bulaşacak olan bu kusur Araplarda
kalacak ve bizim, evin duvarından atlayıp amca kızlarımızın başına üşüştüğümüzü
söyleyecekler ve kendi namus, şeref ve saygımızı kötüye çıkarmış ola cağız."
Bundan dolayı Peygamber(s), sabahleyin dışarı çıkacağı zamana kadar evin
kapısında beklemeyi daha uygun gördüler. Gece boyunca evini gözetim altında
tuttular. Peygamber (s)'in geliş gidişlerini rahatlıkla görü yorlardı. Gece olup
uyku vakti gelince O'nun yatağına girip uyuduğunu gördüler.
Artık herşey bitmiş, Peygamber (s)'in sonu, sayılı bir kaç saatin geçmesine
kalmıştı ki bu süre zarfında hiçbir olayın meydana gelmesi mümkün değildi. Bu
birkaç sa atlik süreyi de düşman, peygambere bir bağış olarak ka bul etmişti.
Çünkü şuna inanmıştı düşman: Şu anda ken di küçücük evinde uyumakta olan ve koca
şehirde yirmi
• 47 •
iki yaşındaki genç Ali ve yaşı ilerlemiş Ebubekir'den başka tek bir arkadaşı
bile olmayan Abdullah'ın oğlu, şe hirdeki kabilelerin tümünü temsil eden kana
susamış gençlerin kapısının önündeki bekleyişleri ve onların kes kin
kılıçlarının darbelerinden canını nasıl kurtarabilirdi?"1
Kendi gözleriyle peygamberin yatağına girip yattığı nı gören gençler, kesinlikle
emindiler ki Muham-med(s)'in içine girmiş olduğu macera sabahleyin son bulacak
ve Onüç yıldır sarsılmakta olan Mekke'nin em niyeti, Kureyş kabilesinin şeref ve
haysiyeti, putların iz zeti yeniden elde edilecekti. Bu güven onları öylesine
sevindirmişti ki Muhammed (s)'in söylemekte olduğu şeyleri alaycı çığlıklarla
söyleyip gülüyorlardı. Muham med (s)'in hayatından çok eskilere dayanan bir
efsane gibi sözediyorlardı
Ebu Cehil, kendisi gibi kişilerin sahip olduğu gururlu bir tavırla, büyük bir
kahkaha atarak şöyle dedi:
"Muhammed (s) zannediyor ki siz O'nun hareketini kabul edip peşine takılırsanız
Arapların ve Acemlerin efendisi olacaksınız. İkinci bir defa diriltileceksiniz.
Ür dün bahçeleri gibi bahçeler size verilecek. Eğer O'nu kabul etmezseniz,
öldükten sonra tekrar dirildiğinizde içinde yanacağınız bir ateşe
atılacaksınız."2
(1) "Yoksa onlar (senin hakkında): "Bir şairdir, zamanın felaketlerine
çarpılmasını gözetliyoruz." mu diyorlar? De ki: Gözetleyin, ben de sizinle
beraber gözetleyenlerdenim. (Bakalım hangimiz felakete çarpılacağız?)" (Tur
suresi, 30-31. ayetler.)
(2) İbn-i Hişam şöyle devam ediyor: Peygamber bir avuç toprak aldı ve daha sonra
"Evet, ben bunu söylüyorum ve sen onlardan birisin" dedi ve o zaman toprağı
yüzlerine doğru fırlattı.." Bu peygamber (s)'in adetiy di. Bunu bazı
savaşlarında göreceğiz.
• 48 •
Bu esnada suikastçıların önünden geçen bir adam; "Burada neyi bekliyorsunuz?"
dedi. Onlar: "Muhammed (s)'i bekliyoruz" dediler. Adam "Allah sizi mahrum bı
raktı. Muhammed(s) sizinle savaşmaktan vazgeçip gitti" diye karşılık verdi.
Saldırganlar başlarını kaldırıp baktık tan sonra, "Hayır, bu uyuyan kişi
Muhammed(s)'den başkası değildir." Onun yatağına ondan başka kim gidipte
uyuyabilir?! Sabah oldu Muhammed(s)'in yatağın dan Ali'nin kalktığını gördüler,
Hayret verici bir senar yo!
Allah onların gözlerine perde çekmişti. Peygamber (a.s) bekleyenlerin üzerine
bir avuç toprak savurdu ve şu ayetleri okuyarak yoluna devam etti.
"Biz onların boyunlarına halkalar geçirdik. Çenelere kadar dayanan o halkalar
yüzünden kafaları kalkıktır.
Önlerinden bir sed ve arkalarından bir sed çektik de onları kapattık; artık
görmezler.
Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, inanmazlar. (Yasin 8-9)
• 49 •
TAKİP BAŞLIYOR
Öyle birşey için bir düşman şehrinin kolları arasın dan kaçmak hem "fedakarlık"
gerektirir hem de "imkânlar"ı gerektirir. Peygamber(s)'in böyle bir gece için
Ali ve Ebubekir'i yanında alıkoyması bundan ileri geliyordu. Ali, hak yolunda
ölmeye aşık bir gençtir. Al lah ve Peygamber'in nezdinde ölümü kaçınılmaz birşey
olarak görüyor, yaşamayı ise bir yokluk olarak kabul ediyor. Hem tecrübe hem de
servet açısından üstün olan yaşlı sahabi Ebubekir ise, özellikle onun toplumdaki
et kisi ve ailesinin toplumsal saygınlığı böyle bir esnada çok işe yarar.
Bilindiği gibi bu ikisi iyi sınandıklarını göstermişlerdir.
Peygamber(s) ve Ebubekir Yesrib'e giden batıdaki yolun yerine güneydeki yola
doğru yöneldiler. Düşma-
• 51 •
nın kendilerini hiç vakit kaybetmeden aramaya koyula caklarını ve her tarafa
adamlarını salacaklarını bildikleri için Sevr dağındaki (Mekke'nin civarındaki
bir dağ adı) bir mağaraya gizlendiler. Onları bulmak için aramaya çıkan
insanlar, onları bulmaktan ümitlerini kesip Mek ke'ye dönünceye kadar bu
mağarada kaldılar.
Ebubekir böyle bir yolculuğu beklediği için her türlü hazırlığı önceden
yapmıştı. Oğlu Abdullah gündüzleri Kureyşlilere karışacak, aldıkları karar ve
önlemleri öğre nip gece olup karanlık basınca gidip bu karar ve önlem leri
kendilerine haber verecekti. Bununla görevlendiril mişti.
Ebubekir'in kölesi Amir bin Füheyre, Abdullah'ın geceleyin Mekke-Sevr dağı
arasındaki ayak izlerini yok etmek için Ebubekir'in koyun sürüsünü Abdullah'ın
ayak izlerinin üzerinde sürecekti. Ebubekir'in kızı Esma, geceleri onlara yemek
götürecekti. Müşrik olduğu halde güvenilir bir kişi olan Abdullah bin Uraykıt,
Ebubekir'in kendisine teslim etmiş olduğu iki deveyi hareket ede cekleri zamana
kadar çölde otlatacaktı. Hareket vakti gelince de develeri hareket noktasına
getirip onlara (Me dine'ye kadar) kılavuzluk edecekti.
Kaçakları bulana yüz deve ödül verilecektir. Bu ödül Peygamber'e her zaman
düşmanlık yapanlardan başka birçok serseri ve haydutu da şehrin dışına itmiş ve
çöle salmıştı. Ebubekir perişan bir haldeydi. Bir ara mağara nın ağzına kadar
gelen bir grubun sesini duyunca titrek bir sesle; "Eğer bunlar ayaklarının
dibine bakarlarsa bizi
• 52 •
görecekler." dedi. Başını Ebubekir'in dizlerine dayamış olan Peygamber(s) her
zamanki sakinliğiyle, şefkatli ve inandırıcı bir dille şöyle buyurdu:
"Üçüncüsü Allah olan iki kişi hakkında neden bu kadar endişeleniyorsun?"
Üçüncü gün, karışıklık ve telaş yatışmış aramaya çı kanlar kaçakları aramaktan
vazgeçip şehre geri dönmüş ler. Şehirde herkes büyük bir ümitsizlik içindeydi.
Kız gınlıktan çıldıracak gibi olan Ebu Cehil, Ebubekir'in evi ne giderek kapıyı
sertçe çaldı. Ebubekir'in kızı Esma dı şarı çıktı. Ebu Cehil yüksek bir sesle;
"Baban nerede?" diye sordu. Esma; "Allah için bilmiyorum." dedi. Ebu Cehil öyle
bir kızgınlıkla Esma'ya bir tokat vurdu ki kü pesi kulağından fırladı.
Yollar emniyetli bir şekil alınca Abdullah bin Uraykıt Ebubekir'in kendisine
verdiği iki deveyi getirdi. Peygam ber (s) bir deveye, Abdullah ve Ebubekir de
diğer deve ye binip yola çıkacaklardı. Çok tehlikeli ve hassas bir andı. Fakat
sanki Peygamber(s) için bu hareketten daha önemli bir şey çıkmıştı ortaya ve onu
düşünüyordu. Ebubekir'e dönerek; "Ben, bana ait olmayan bir deveye binmem."
dedi. Ebubekir; "Annem, babam sana feda ol sun ey Allah'ın Resulü! bu senindir."
dedi. Peygamber (s); "Hayır, bunu kaç paraya almışsın?" Ebubekir; "Şu paraya"
dedi. Peygamber (s); "Ben bu fiyatla onu alıyo rum" dedi. Ebubekir çaresiz
olarak bunu kabul etmek zorunda kaldı. Böylece peygamber (s), aldığı deveye
bindi ve hicret eylemini tamamıyla başlatmak üzere yo-
• 53 •
la koyuldu. Zira hicret, küçük ve basit bir şey değildir. Hicret, her türlü bağı
kesmektir. Bir muhacir bağımsız bir ülkedir... "Kendisi için bir insan"...1
"kendi"nin insa nı... Bir tarafta kendisi ve imanı vardır, diğer tarafta ise,
ondan ayrı her ne varsa, bütün alem... Tarih başladı. İki kişilik kervan
beraberlerindeki kılavuzla yola çıktı.2 Bü yük gelecek şimdi gözlerini çölün
ortasında ve güneşin yakıcı ateşi altında yol almakta olan muhacire dikmiştir.
Kur'an'ı sana indiren ve onu okumayı sana farz kılan (Allah) elbette seni
dönülecek yere döndürecek. (Seni zulme uğradığın kendi yurdun olan Mekke'ye
döndüre cektir. (Kassas: 85) Dünyanın iki büyük korkunç impara torluğu, gecenin
yalnızlığında ıssız çöllerde koşturan bu yapayalnız kervana bakıyor. Gecelerin
tümünü gündü zün de bir kısmında yürüyorlardı, güneşin ışıkları tepe lere
vurduğu ve canyakıcı sıcakta yürünemeyeceği za manlarda bir kayanın gölgesine
çekilip dinleniyorlardı. Bazen bunu da bulamıyorlardı. İki devenin gölgesinde
-ki öğle vakitleri gölgeleri çok az olur- gölgelendikleri de olurdu.
Medine'de peygamber (s)'in dostları, muhacir ve Ensar hergün sabah namazından
sonra şehrin dışına çıkıp Mekke'nin yolunu gözetliyorlardı. Güneşin öğle sıcağın
da durulamayacak dereceye gelince de evlerine ümitsiz ce geri çekiliyorlardı.
(1) ERİCH FROMM'un bir kitabının adı
(2) Bir görüşe göre de yanlarında hem kılavuz hem de çoban vardı.
• 54 •
Henüz peygamberlerini görmemiş ve kalpleri O'ndan uzakta O'nun için atan o
sahabeler daha da sa bırsızlanıyorlardı.
Güneşin sıcaklığı öğleye dayanmıştı, hâlâ beklemek te olan sahabeler yine
ümitsizce evlerine dönüyorlardı ki ansızın bir Yahudi şöyle bağırdı: "Ey Beni
Kayle"3 İşte sizin büyük babanız geldi!"
Medineliler Peygamber (s)'in Seniyyetu'-I Veda tepe sine geldiğini haber alınca
burada toplanmaya başladı lar. Müslümanlar en iyi elbiselerini giymişler, her
çeşit silah ve zırhlı libaslarını takınmış vaziyetteydiler. Ço cuklar ve genç
kızlar Hz. Peygamberi şu mısralarla kar şılıyorlardı:
"Seniyyetu'l -Vedâ'dan yükselen dolunay üzerimizi kapladı.
"Allah'a ibâdet edildiği müddetçe minnet ve şükür ler üzerimize farz oldu.
"Ey Allah'ın bize gönderdiği elçi
"Tam itaat edilecek bir ilâhi emri bize ulaştırdın."
Halk dışarı fırladı Peygamber (s) ve yol arkadaşı bir hurma ağacının gölgesine
çekilmiş bekliyorlardı. Halk kadın, erkek, büyük, küçük, Yahudisi, Müslümanıyla
herkes etraflarına toplandı. Galiba Peygamber (s) ve Ebubekir'i birbirlerinden
ayırdedemiyorlardı. Ağacın gölgesi üstlerinden kayınca Ebubekir abasını
peygamber (s)'e gölgelik yaptı. Böylece O'nu tanımış oldular.4
(3) Kayle: Ensar'ın büyük anneleri.
(4) Bazıları, Peygamberin tanınması için böyle yaptığını söylemekte-
dirler.
• 55 •
Peygamber (s), bekâr olarak yaşayan ve evi de ev lenmemiş muhacirlerin
ikametgâhı sayılan Gülsüm bin Hidem'in evine yerleşti. Ebubekir de Hubeyb bin
İsafın veya Harice bin Zeyd'in evine misafir oldu.
Peygamber (s) Küba'da dört gün (pazartesiden per şembeye kadar) kaldı.5 Burada
kaldığı zaman içinde Ammar bin Yasir'in öncülüğünde ünlü Küba Mes-cid'inin
temelini attı. Bu mescid, İslam'da inşa edilen ilk mesciddir. Daha sonra
Ebubekir O'nunkinin üstüne koy du. Sonra diğerleri çalışmaya başladılar.
(5) Başka bir görüşe göre, Küba'da kalış süreleri bundan daha fazla dır. Bu daha
doğru görünüyor. Çünkü Ali, Peygamber'den üç gün sonra hareket ediyor ve yolu
yürüyerek katediyor -iki haftada- ve Küba'da peygamber'e ulaşıyor.
• 56 •
HİCRET YÜRÜYÜŞÜNDE HZ. ALİ
Medine ve Kûba'daki Müslümanların büyük bir telaş, sevinç, heyecan ve mutluluk
günlerini ge çirdikleri ve yüzlerinde, dudaklarında ve bakışlarında ümit
ışıklarının saçıldığı o günlerde yirmi yaşlarındaki bir genç, çölde tek başına
yol alıyordu. O, Peygamber (s)'den üç gün sonra şehri terketmiş, büyük bir
vefakarlık göstererek Peygamberin Mekke'de yarım kalan işlerini büyük bir
fedailik ve akıllılıkla halletmiş ve şimdi şehir den aceleyle kaçmıştır.
Canyakıcı çölü yalnız başına ve yaya olarak geçmektedir. Evet yaya! O, öyle
fakir ve yoksul bir gençtir ki insanlık tarihi bu uzun zamanında böyle birisine
sahip olmamıştır. Tarihe onun gibi bir an lam, düşünce ve güzellik veren birisi
henüz çıkmamıştır. Evet, ne soğuk, çürük ve maskara bir masaldır tarih.
57
Eğer o ve ona benzer birkaç kişi olmasaydı! Ka'be'nin bu temiz evladı, vahyin
kültürüyle eğitilmiş bu yüce ki şi, şimdi Mekke ve Yesrib arasındaki yakıcı ve
korkunç çölde binipte gideceği bir devesi (bile) yok. Kılıcını ku şanmış, başı
önünde, gelecek günlerin düşüncesine dal mış sıcak imanlı bu kişi gece boyunca
ve gündüzün de yarısını yürüyerek geçiriyor. Öğle sıcağının yakıcı ışınla rı
altında yalnız başına bir köşede dinleniyor. Onbeşinci günde Küba'ya varıyor ve
Gülsüm bin Hitam'ın evinde Peygamber (s)'e kavuşup misafir oluyor.
Ali Küba'da bir veya iki gece kalıyor. Burada kaldığı zaman zarfında görmüş
olduğu ilginç bir anısını şöyle anlatıyor: Küba'da içinde bekâr ve tek başına
yaşayan müslüman bir kadının kaldığı bir ev vardı. Geceleri bir adam gizlice
geliyor, kapıyı yavaş bir şekilde çalıyor ve kadına bir şeyler teslim edip
tekrar geri gidiyordu. Ben bu kadın konusunda şüpheye kapıldım. Yanına gittim
ve; "Ey Allah'ın kulu bu adam kimdir ki her gece evinin kapısını çalıyor, kapını
yüzüne açıyorsun ve sana bilme diğim bir şey veriyor. Sen Müslüman bir kadınsın
ve ko can da yok." dedim. Bunun üzerine kadın şöyle dedi: "Bu Sehl bin
Huneyf'tir. Benim yalnız ve kimsesiz bir kadın olduğumu bildiği için geceleri
putların yanına gi diyor, onları kırıp, kırıp putları bana getirerek, "bunları
yak" diyor."
58
MEDİNE'YE GİRİŞ
Cuma günü Peygamber (s) Medine'ye gitmek üzere Küba'yı terketti. Medine'ye
devesine binmiş bir şe kilde girdi. Muhacir ve Ensar'dan oluşan halk, Yahudisi,
Müslümanı, müşriği, kadın, erkek, çoluk, çocuk Medi ne'de her kim varsa devenin
peşine takılmış, kadınlar ve çocuklar şarkılar söyleyip halaylar çekiyorlar.
Araştırıcı bakışlar, özlem dolu bakışlar ve korkunç bakışların tü mü kendi
kavminden bu şehre kaçmış olan bu yabancı yolcunun yüzüne hayran kalmışlar.
Beyinlerde yüzlerce düşünceler, gönüllerde çeşit çeşit kalp atışları!
Yolcu, şehrin sokaklarında dolaşıyor, devenin yuları nı da serbest bırakmıştır.
Bu hareket, öylesine büyük ki deveyi sürenin kendisinin bile karar verebileceği,
güç yetirebileceği bir şey değildir. Devenin dizgini, dünya-
• 59 •
nın kaderini de şimdi belirleyecek olan gizli bir gücün elindedir.
Deve sürücüsü, Beni Salim bin Avf in evlerinin önünden geçti. Utban bin Malik ve
Abbas bin Ubade gi bi ailenin ileri gelenleri yanına geldiler ve devenin diz
ginini tutarak; "Ey Allah'ın Resulü! Bütün cemaatinle ve koruman altında
bulunanlarla yanımıza yerleş." dediler. Çok derin düşüncelere dalmış olan ve
gözlerini de venin yoluna dikmiş olan deve sürücüsü kesin bir tavır la: "Yolunu
açın, o görevlidir" diye buyurdu. Bunun üzerine onlar kenara çekildiler ve deve
yoluna tekrar devam etti.
Beni Saide'nin evinin önünden geçti. Sa'd bin Uba de, Munzir bin Amr ve Beni
Saide'in diğer ileri gelenleri önüne çıktılar ve devenin yolunu kapattılar. "Ey
Allah'ın Resulü! Bütün cemaatinle ve koruman altında bulunan larla birlikte bize
buyur."-"Yolunu açın! O görevlendiril miştir." Onlar da kenara çekildiler ve
deve yoluna tekrar devam etti. '<
Beni Haris bin Hazrec'in evinin önünden geçti. Sa'd bin Rabi ve Harice bin Zeyd
ve Abdullah bin Revana -ki bunlar Ensar'ın en ünlülerindendi- ailelerinin diğer
ünlü kişileriyle birlikte yanına geldiler ve devenin yolunu ke serek; "Ey
Allah'ın Resulü! Bütün cemaatin ve koruman altında bulunanlarla birlikte
yanımıza buyur!"; "Yolunu açın, o görevlendirilmiştir." Onlar da kenara
çekildiler ve deve yoluna devam etti.
60
Beni Adi bin Necar'in evinin önünden geçerken -ki bunlar Peygamber (s)'in
dayılarıdır ve Abdulmuttalib'in annesi onlardandır- Selit bin Kays, Ebu Selit ve
ailenin diğer ileri gelenleri büyük bir sevinçle devenin önüne çıktılar ve "Ey
Allah'ın Resulü! Bütün cemaatinle ve ko ruman altında bulunanlarla birlikte
dayılarının yanında kal." dediler. O ise; "Yolunu açın, o görevlendirilmiştir."
dedi ve yoluna devam etti. Hiç kimse devenin nerede duracağını bilmiyordu. Ama
herkes şunu çok iyi biliyor du artık. Bir kaç dakikaya kadar Kayser ve Hüsrev'in
im paratorluğu üzerinde kurulacak olan büyük rejimin te melinin ilk taşını
koyacak olan bu adam hizmetkârlara, kölelere ve işçilere sahip olmayacak ve
hiçbir aile, grup ve sınıfın sarayına yerleşmeyecek. Deve şehrin en bü yük ileri
gelenlerinin evlerinin önünden geçti ve bütün gözlerin kendisine hayretle
baktığı adam "Yurtsuzların sahipleri"nin davetini kesin bir tavır ve
yumuşaklıkla reddetti: "Yani, adam derbederlerin evi barkı olmayanla rın
misafiridir. Kendisine yakın olan akrabalarının yanın da da kalmadı, dayılarına
da diğerlerine verdiği cevabın aynısını verdi. O, kimsesizlerin akrabasıdır.
Halk sevinç ten galeyane gelmişti. Deve hala aynı şekilde yol alıyor du ve
evlerden uzaklaştıkça o nisbette halka yaklaşıyor du. Beni Adiy bin Necar'in da
evini geçtikten sonra artık halk bu büyük şahsiyetin kendilerinin malı olduğunu,
onların yanına geldiğini öğrendiler. Onu kendilerine mi safir edeceklerdir.
61
Bundan böyle deve her adımını atışında Yesrib'in kimsesiz, işsiz, güçsüz ve
yalınayaklı insanlarına daha bir yaklaşıyor. Bu yüzleri gülmemiş kadın, çocuk,
ihtiyar fakir halkın mutluluk ve sevinci daha bir artmış ve onları coşturmuştur.
Şehirdeki adı sanı duyulmamış insan seli, bu deveye ve onun üstünde bulunan
temiz alnından de rin düşünce şimşekleri çakan ve canayakınlığıyla insan ları
kendinden geçiren bu eşsiz insana öylesine hücum ediyorlardı ki deve coşupda
taşan bir nehrin coşkulu dalgaları arasında yüzen bir gemi gibiydi.
Yürekleri iman ve inkılap ateşiyle yanıp tutuşan ço cuk, kadın, yoksul ve
kimsesizlerin gözleri bu adam ve O'nun bineğine -ki öbür dünyadan gelmiş bir
elçidir-öylesine takılmıştır ki gözkapakları kırpılmıyor. Deveye binen bu yüce
şahsiyetin resmi gözyaşı damlalarının üzerine düşüyor, titreyip inceldikten
sonra yok oluyor. Birkaç bakış ve resimlenme birbirlerini gözyaşlarının güçsüz
dalgaları arasında arıyor ve bulamıyor, ansızın bir resim beliriyor, tekrar
titreyip yok oluyor ve bir da ha...
Şehrin sokaklarından deve sürücüsünden peşine ta kılan bu coşkulu nehir ansızın
pes ediyor. Ne oldu? De ve diz çökmüş. Nereye? İçinde birkaç hurma ağacı dikili
olan bir arazi parçasına. Kader, deveyi burada uyuttu.
Evi bu arsanın bitişiğinde olan Ebu Eyyüb koşarak geldi. Peygamber (s)'in
eşyalarını alıp eve götürdü.
62
Peygamber (s) "bu arsa kimindir?" diye sordu. Muaz bin Afra; "Bu arazi iki
yetime aittir. Rafi bin Amr'ın iki oğlu Sehl ve Süheyl'indir. Yanımda
kalıyorlar. Onları bu arsayı satmaya razı edeceğim" diye karşılık verdi.
• 63 •
İLK MESCİD
Peygamber (s) burada bir mescid yapılmasını emret ti. Yapılacak ilk iş budur.
Mescid kurulacak olan bir rejimin en temel taşıdır. Mescid, Allah'ın evidir, ya
da halkın evi... Ne farkeder ki? İslam'da Kur'an'da her yer, toplumun veya insan
hayatının söz konusu edil diği her zaman halk ve Allah, bir manada ve bir yerde
kullanılmaktadır.1 Zira Allah ve halk bir taraftadır. "Me le" diğer tarafta.
Sadece mescid değil, Ka'be bile halkın evidir.
(1) Kur'an'da hayat ve toplumun (felsefe ve ilim değil) sözkonusu edildiği yerde
'Allah'a taalluk edilen veya "Allah"a özgü kılınan bir şeyde "Allah" lafzı
rahatlıkla kaldırılıp yerine "En-Nas" koyulabilir. Bunun tersi de mümkündür.
(Fisebilillah, Mülküllah, Ardullah...)
• 65 •
Halk için yapılmış olan ilk evdir.2 Mescid'in inşası bir an evvel başladı
Peygamber (s)'in kendisi de bizzat çalıştı. Protokol icabı veya sembolik olarak
değil, halkı teşvik etmek veya halkın gözünde kendisini sevdirmek için de değil,
hayır, bunların hiçbiri için değildi Peygamber'in çalışması Normal bir işçi gibi
yeri kazıyor, toprak taşıyor, çamur yapıyor, yük taşıyor, Muhacir ve Ensar da
yüreklerinde taşıdıkları ümit ve iman hararetiyle çalışıyorlardı. Zira onlar da
ne yaptıklarını çok iyi bi liyorlardı. Taş taşıyor, çamur yapıyor, bütün
güçleriyle çalışıyorlardı. Çalışırken de sevinçten şiir söylüyorlardı. Şiir! Ne
büyük bir savaş başlattıklarını biliyorlardı
Duvarlar büyük bir hızla yükseliyordu. Beşer tarihi nin en büyük medeniyetinin
temellerini atan bu değerli insanlar şarkılar söylüyorlardı:
Şu beyit daha çok tekrarlanıyordu:
"Ahiret işinden başka hayırlı bir iş yok. Allah'ım sen Ensar ve Muhacir'e
merhamet et.'
—
(2) "..... insanlar için kurulan ilk ev..." Al-i imran suresi-96-97, ayet.
"Doğrusu insanlara (mâbed olarak) ilk kurulan ev, Mekke'de olandır. Alemlere
uğur, bereket ve hidâyet kaynağı olarak kurulmuştur.
Onda açık açık deliller, İbrahim'in makamı vardır. Ona giren, güvene erer.
Yoluna gücü yeten herkesin o eve (gidip) haccetmesi, insanlar üze rinde
Allah'ın, bir hakkıdır. Kim nankörlük ederse şüphesiz Allah, bütün alemlerden
zengindir."
"Allah, Beyt-i Haram (olan) Kâbeyi insanlar için bir ayaklanma (kı yam evi)
kıldı." (Maide: 97)
• 66 •
Peygamber de hem çalışıyor hem de dostlarının söy ledikleri bu şiiri kafiyesi
uymasa da biraz değiştirerek şöyle söylüyordu:
"Ahiret işinden başka hayırlı bir iş yok. Allah'ım sen Muhacir ve Ensar'a
merhamet et."
Bütün sahabeler sıcak bir aşkla çalışıyordu ve herkes bir şey söylüyordu.
Ansızın Ammar bin Yasir girdi. Beli, sırtına yükledikleri kerpiçlerin
fazlalığıyla bükülmüştü. Ansızın feryad etti: "Ey Allah'ın Resulü! Beni
öldürdüler. Kendileri sırtıma yüklediklerinin aynısını taşımıyorlar!" Peygamber
(s), yanına giderek kıvırcık saçlarını şefkatli bir şekilde tutarak şöyle
buyurdu: "Vay sana ey Sümeyye'nin oğlu! Seni öldürecek olanlar bunlar değildir.
Sen zalim bir kişinin eliyle öldürüleceksin." Ammar sustu, başını önüne eğdi.
Biraz düşündü ve dudağında sevinci ifade eden bir gülümseme belirdi.
Ammar, ikisi de Ebu Cehil'in korkunç işkenceleri al tında şehit olan ve hiç ses
çıkarmayan siyah derili Sümeyye ve Yasir'in çocuklarıydı
O siyahların insani paklığını annesinden, Arapların cesaret ve gururunu
babasından miras almıştı. Onun bu cahiliyedeki soylu özellikleri İslam
mektebinde zarif ve güzel bir şekil almıştı. Osman'a karşı başlatılan ayaklan
mada ayaklananlara rehberlik etmişti. Sıffin savaşı orta ya çıkınca çok ihtiyar
olmasına ve eli kılıç tutmamasına rağmen savaşa katıldı ve korkunç bir cesaret
göstererek
• 67 •
tehlikeden tehlikeye atıldı. Ölünceye kadar hep böyle savaştı. Muaviye'nin
askerleri ona bir darbe gelmesin di ye izin aldıkları için onu görmezlikten
geliyor onunla karşı karşıya gelmekten kaçınıyorlardı. Fakat o ölmek için öyle
acele ediyordu ki nihayet onun katledilmesiyle Muaviye'nin ordusunda büyük bir
ruhi çöküntü başladı ve onları derinden sarstı.
Herkesin canla başla çalıştığı bu esnada Ali bir beyit okudu. Ammar, Ali'nin
okuduğu bu şiiri ezberledi. Onu hep okuyor ve tekrarlıyordu. Öyle ki ölçüyü
kaçırdı. Elinde bir asa olduğu halde bir köşede bekleyen Os man3 suizan besledi
ve onu kendi üzerine aldı ve Ammar'ın kendisiyle alay ettiğini zannetti. Kızdı
ve tehdit edici bir şekilde yanına gelerek; "Ey Sümeyye'nin oğlu! Ne söylediğini
duydum. Allah'a yemin ederim ki bu asayla burnunu kırasım geliyor." dedi.
Peygamber(s) bu nu duyunca kızgınlıktan yüzü kıpkızıl kesildi ve; "Bun ları
Ammar'a niçin söylüyorsunuz? O, bunları cennete çağırıyor, onlar ise onu ateşe
çağırıyorlar. Ammar, be nim iki gözüm ve burnum arasındaki deridir." dedi.
O İslam'da bir mescid inşa eden ilk kişidir. "Küba" mescidinin temelini o atmış,
yine mescidde kullanılan taşların tümünü o toplamıştı Peygamber temelini attı, o
(3) ibn-i Hişam isim zikretmiyor ve Süheyli'nin sözüne itibar etmiyor. Ona göre
böyle nahoş bir durumda bir sahabenin isminin zikredilmesi iyi sonuçlar
doğurmaz. Fakat Ebuzer ishak'ın rivayeti'ne dayanarak; "O, Os man bin Affan'dı"
diyor. "Mevahib-ül Dünya" adlı eserde Osman bin Ma-zun ismi zikrediliyor. Ama bu
pek doğru görünmüyor.
• 68 •
da diğer inşaatı tamamlamıştı4 Mescid'in yapımı bitince Peygamber (s)'in evinin
yapımına başlandı. O'nun em riyle evini mescidin duvarına bitişik olarak
yaptılar. Evi mescidin bir parçası gibiydi. Bu yüce devletin lideri "halkın evi"
ya da "Allah'ın evi"nde ikamet edecekti. Evin kapısını mescidin içinden
açmalarını istedi. O'na gitmek için halkın evinden ya da Allah'ın evinden geç
mek gerekiyordu. Bu, O'nu evinin kapısının halkın yü zünden başkasına
açılmayacağı demekti.
Hanımlarının herbiri için bir oda yapıldı. Duvarları nı, taş, çamur, ot ve hurma
ağaçlarından yaptılar. Çatısı nı da hurma dallarıyla kapattılar.5 Kapıları
"Arar" odu nundan yapılmıştı. Kapısında halka veya tokmak yoktu. Kapıyı elle
çalıyorlardı.
Üstünde yatacağı yatağı odundan yapılmıştı. Ortası nı da liflerle doldurdular.6
Kılıcıyla dünyayı titreten, di liyle gönülleri fetheden bu adamın evi ve
yaşantısı işte buydu. Yaşam tarzına dair sorulan soru üzerine güzel ve şaşırtıcı
bir üslupla kendini büyük bir insanın ruhi güzel liklerine aşık olan kimselere
biraz tanıttı:
(4) Ibn-i Hişam, Cilt. 1. Sayfa 497-498.
(5) Bu evleri emevi halifesi Abdulmelik'in emriyle mescide kattılar. Halifenin
bu konudaki mektubu ulaşıp ta Peygamber(s)'in evlerini boz duklarında Medine
halkı tıpkı onun vefatında olduğu gibi feryat ve figan ediyordu.
(6) Beni Ümeyye zamanında onu bir adama sattılar. Adam bunları
dört bin dirheme satınaldı.
• 69 •
"Marifet, benim kazancımdır; akıl, dinimin temeli dir, dostluk işimin temel
esasıdır. Neşe her yolda gidebi lecek atımdır. O'nu anma gönlümün en yakın
cananıdır. İtimat, hazinemdir. Gam, arkadaşımdır. Bilgi, silahımdır. Sabır
cübbemdir. Rıza, ganimetimdir. Fakirlik, övgü kaynağımdır, zahitlik her zamanki
isimdir. Yakin, gücüm-dür. Doğruluk şefaatçimdir. Kulluk yeterliliğimin serma
yesidir, çalışma huyumdur, namaz mutluluğumdur."
Medine'den hergün bir ordu hazırlayıp bir kabilenin üzerine gönderen bir adam,
İmam Sadık'ın ifadesiyle şu güzel ve şaşırtıcı vasıftaki bir insandır:
"Resulullah (s) bir kul gibi oturur, bir kul gibi yer ve bir kul gibi öğrenir/öğ
retirdi."
O'nun yürüyüşü gönülleri kendine aşık ediyordu, ruhlardaki tüm kötülükleri
temizliyordu. Hayatı sevginin kaynağı, iman, amel, ümit, mutluluk ve kudretinin
kay nağıydı. Dostlarına karşı çok sıcakkanlı, yumuşak ve sa de idi. Herbirine
uygun lakaplar takıyordu. Birgün mescidde toprağın üstünde uyumuş olan Ali'yi
uyandırdı. Ali'nin eli, yüzü ve elbiselerine toprak yapıştığı için ona "Ebu
Turab" (Toprağın babası-çev) lakabını taktı. Bir baş kasını yolda kediyle
oynadığını görünce ona şakayollu bir şekilde "Ebu Hureyre" (Kedilerin
babası-çev) lakabı nı verdi.
Sert ve taşyürekli olan bedevi Araplar arasında yu muşak ruhluluğu, edep, saygı
ve sevgiyi yaygınlaştırma ya çalıştı. "İslam'ın en güzel hükmü hangisidir?" diye
sorulduğunda "İster yabancı ister tanıdık olsun gördüğü-
.• 70 •
nüze selam vermeniz, yemek yedirmenizdir. Gücü ye ten herkesin yarım hurma bile
olsa bağışlaması, bu da yoksa güzel bir dille kendini cehennem ateşinden kur
tarması ve pişman olmamasıdır." demekteydi. Kendi halkı arasında İsa'nın diliyle
konuşuyordu.
• 71 •
İLK İKİ HUTBE
İLK HUTBE
Birbirinizi her zaman seviniz, İslam, muhabbettir.
Halk, Allah'ın ailesi ve namusudur. Allah'tan daha namuslu hiç kimse yoktur!
Bana Hıristiyanlar gibi dalka vukluk ve yaltakçılık yapmayın. Beni sadece
Allah'ın kulu ve resulü olarak adlandırın."
Oturmakta olan bir grubun önünden geçerken, ken disine saygı amacıyla ayağa
kalktılar. Bunun üzerine peygamber onlara şöyle buyurdu: "Asla benim önüm den
kalkmayın ve büyüklerini yüceltmek için ayakla nanlar gibi olmasın". Çocukları
öyle severdi ki, sokak ve caddelerde beraber dolaştıkları sık sık görülürdü.
Yetim ler, dul kadınlar, köleler, ismi duyulmamış ve mahrum kimseler O'na sıcak
bir duyguyla bağlanmışlardı. Dışarı-
• 73 •
da gönüllere korku salan adam, kendi ev ve şehrinde şefkat, bağışlama,
kardeşlik, sadelik ve saygının kayna ğıydı. Hanımlarına karşı öylesine yumuşak,
gülümser, mütevazi ve dosttu ki Ömer, kızının ona nisbetle cesare tinden kızgın
bir dereceye geliyordu.
Şehirde şaşırtıcı bir hareketlilik ve heyecan vardı. Yepyeni bir ruha
bürünmüştü. İslam, kuru bir odun yığı nına düşen ateş gibi gönülleri yakıyor,
ruhları peyderpey aydınlatıyordu. Yesrib'in Yahudi evlerinden başka İslam, her
evin kapısını çalıyor ve hemen yüzüne açılıyordu.
Peygamber (s) ilk hutbesini okudu. Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra
halka hitaben şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Kendiniz için önceden birşeyler gönde rin. Birşeyler
toplamalısınız. Allah'a yemin ederim ki sizden herhangi ..biriniz ansızın ölür
ve koyunlarını çobansız bırakabilir. Sonra Rabbi ona aracısız ve tercümansız
olarak şöyle buyuracak: "Size tebliğ etsin diye resulünü göndermedim mi? Sana
mal, mülk vermedim mi? O halde kendin için önceden ne gönderdin?" O za man
sağına, soluna bakıyor ve hiçbirşey göremiyor! Da ha sonra önüne bakıyor ve
cehennemden başka birşey göremiyor! O halde yarım hurma çekirdeği kadar bile
olsa yüzünü ateşten koruyabilen herkes çalışmaktan geri durmasın. Ona da gücü
yoksa güzel bir sözle! Zira onun mükâfatı yediyüze karşılıktır. Allah'ın rahmet
ve bereketi üzerinize olsun."
74
İKİNCİ HUTBE
"Hamd, Allah'a mahsustur. Yalnız O'na ibadet eder ve yalnız O'ndan yardım
dileriz. Kötü huylarımızın ve kendi kötü gidişatımızın şerrinden Allah'a
sığınırız. Al lah'ın kendisini doğru yola ilettiği bir kimse yolunu asla
kaybetmez. Allah kimi de saptırırsa artık o doğru yolu bulamaz. Şehadet ederim
ki ortağı olmayan Allah'tan başka ilah yoktur. En güzel söz, yüce Allah'ın
kitabıdır. Her kim ki Allah, kalbini onunla süslerse, küfürden son ra İslam'a
getirirse, kendinden başka tüm kitaplardan üs tün tutarsa o özgür olmuştur. O,
en güzel sözdür, en yü ce söz. Allah'ın sevdiği şeyi sevin, Allah'ı bütün ruhu
nuzla sevin, Allah'ın sözü ve O'nu anmaktan hiç sıkıl mayın, gönüllerinizi O'na
karşı katılaştırmayın ki onu Allah yaratmış, seçmiş ve denemeden geçirmiştir.
Amel lerin en iyisini seçmiş, en iyi ibadet edeni denemiş, doğ ru sözü ve helal
ve haram olan her şeyi insanlar için göstermiştir. O halde Allah'a ibadet edin
ve O'na hiç bir şeyi ortak koşmayın. O'ndan nasıl sakınmanız gereki yorsa öyle
sakının. Allah adına söz verdiğinizde sözünü zü doğrulukla yerine getirin.
Birbirinizi ilahi bir ruhla sevin. Zira Allah; sözünü bozan kişiden nefret eder.
Se lam size."
Peygamber her ne kadar Allah'ın elçisi ve O'nun risaletini uygulamaya görevli
biri ise de, dürüst düşünceli bir mütefekkir gibi hareket ediyor. O, biliyor ki
bir top lumsal hareketin başlaması için, siyasi, itikadi, içtimai
• 75 •
ve ahlaki köklü bir inkılaba el atmak için ilk önce hare ketin yeri olan toplumu
tanımak gerek ve kendi işini mevcut gerçeklerin esası üzerine ve toplumun
ruhsal, iktisadi ve siyasi şartların esası üzerinde başlatmak gere kiyor.
O (Peygamber), Yesrib'i iyi tanıyor. İki Arap kabilesi nin, yani Evs ve
Hazrec'in tek söz sahibi oldukları bir şehirdir. Şehir halkının siyasi temelini
bu iki kabile belir lemektedir. Kabile hayatının bir kuralı olan düşmanlık ve
rekabet bu iki kabile arasında kök salmıştır. Medi ne'de bu iki kabilenin
yanısıra üç yahudi kabilesi de ya şamaktaydı "Beni Kaynuka", "Beni Nudayr" ve
"Beni Kurayza". Şehrin Ekonomik işleri bunların elindedir. Yesrib'in sanatsal
kuruluşları, kuyumculuk işleri, en gü zel hurma bahçeleri, okuma-yazma sanatı,
parasal işleri ve bunun gibi birçok işleri, Yesrib'in tüm pazarı bu ya hudi
kabilelerinin elindeydi. Bunlar medeniyet, din ve kültür açısından Araplardan
daha ileriydi. Bilgili, güçlü akıllı ve çok kurnaz insanlardı. Özellikle onların
Yahudi dini hakkındaki bilgileri ve imanları içinde bulundukları toplumda onlara
bir mevki kazandırmıştı. Bu özellikle riyle peygamber (s)in dostlarına ve
İslam'a en yakın ve en yararlıları olabilirler. Ya da bunun tersi yani İslam'ın
ve İslam peygamberinin en tehlikeli ve en güçlü düş manları olabilirler.
Peygamber bu durumu çok iyi biliyor ve beraberliklerini kazanmak için çok
çalışıyordu.
Hz. Peygamber (s) kendisine verilen risaleti başlattı. Ferdi planda yapılması
gereken ne varsa yerine getirildi.
• 76 •
Hz. Peygamberin çevresinde onun mektebinde eğitim görmüş insanların sayısı
gittikçe artıyordu. Artık toplum sal bir hareketin başlatılması gerekiyordu.
Bunun için uygun bir merkeze ihtiyaç vardı Bu merkez hicret sonu cu emin bir
belde olan Medine'ydi.
Yapılacak ilk iş Medine toplumu için kendi Mektebi nin (İslam) esaslarına uygun
olacak Allah'ın razı olacağı bir anayasanın hazırlanmasıdır. Toplumsal sınırın,
top lumdaki fertlerin, gurupların ve sınıfların hakları, adet, gelenek ve
görenekleri dikkate alınmalı. Kurulmuş bir hükümetin iç ve dış siyaseti düşünce
mektebinin yani İs lam'ın düşünce metoduna uygun bir anayasanın hazır lanması
gerekiyordu. Bu anayasanın muhatapları çok farklı kabilelerden meydana gelmesine
rağmen esasların İslam'ın ruhuna uygun bir anayasa olması gerekirdi.
Hz. Peygamberin Medinelilerle yaptığı ilk Anayasa şu hususları içermektedir.
77
İSLAM'DA İLK ANAYASA
Bismilhhirrahmanirrahim
* Bu yazı, peygamber Muhammed(s)'den Kureyş ve Yesrib'in (Medine'nin) mü'min,
müslüman ve bunlara tabi olan, onlara sonradan katılıp onlarla birlikte cihad
edenler için yazılmıştır.
* Bu zikredilen insanlar diğer insanlara karşı kendi aralarında tek bir
ümmettirler.
(1) Bu anayasa ilk islâm Devletinin Anayasası olmasından başka, ay nı zamanda
yeryüzünde bir Devletin vazettiği ilk yazılı anayasa olma hususiyetine de
sahiptir. (M. Hamidullah) (Çeviren)
79
* Kureyşli muhacirler adetleri gereği kan diyetlerini kendi aralarında öderler.
Harp esirlerinin fidyesi için mü'minler aralarında bilinen makul ve iyilik
esaslarına göre iştirak ederler.
* Benu Avf kabilesi adetleri gereği önceden ödedik leri şekilde kan diyetlerini
öderler. Müslümanların teşkil ettiği her zümre harp esirlerinin kurtulma
fidyesini mü'minler arasındaki iyilik ve adalet esaslarına göre ödeyeceklerdir.2
* Hiç bir mü'min diğer bir mü'minin ağır mali mes'uliyetler altında kalmasına
razı olmayacaktır. Yani birbirlerine iyi ve makul ölçüler dahilinde yardımcı ola
caklardır.
* Hiç bir mü'min diğer bir mü'minin mevlası (kar deşlik ahdinin yapıldığı kimse)
ile onun aleyhine olacak bir anlaşma yapamayacaktır.
* Allah'tan korkan takva sahibi mü'minler kendi ara larında zulmeden, ya da
haksız bir fiil işleyen, müslümanlar arasına fitne, fesat tohumları ekmeye
çalışan, bozgunculuk yapan kimselere karşı -velev ki kendilerin-
(2) Burada bütün kabileler tek tek ve aynı şekilde zikrediliyor. Bu kabileler
Benu Avf, Benu Harisler, Benu Sâidler, Benu Cuşenler, Benu Neccârlar, Benu Amr
İbn Avf lar, Benu Nebitler, Benu Evsler olmak üzere toplam sekiz kabiledir.
• 80 •
den birinin çocuğu bile olsa- bu tür kimselere karşı el birliği yapacaklar ve o
tür kimselerin aleyhinde olacak lardır.
* Hiç bir mü'min bir kafir için diğer bir mü'min kar deşini öldüremez. Mü'min
aynı zamanda mü'min kar deşinin aleyhine hiç bir kafire yardımı edemez.
* Allah'ın ahdi tektir. Mü'minlerin en ünsüz ve ehemmiyetsizi istediği kişiyle
ahidleşebilir. Zira mü'min ler, diğer insanlar karşısında birbirlerinin
dostudurlar. Mü'minler hüküm açısından aynı sayılırlar.
* Yahudilerden bize tabi olanlar, zulme uğramaksızın bizim yardım ve
beraberliğimize hak kazanacaklar dır. Zulüm görmeyecekler, hiç birimiz onun
aleyhinde çalışmayacaktır.
* Barış mü'minler arasında bir tektir. Hiç bir mü'min Allah yolunda cihada çıkan
diğer rmü'minleri hariç tuta rak onlardan habersiz eşitlik ve adaletten uzak bir
anlaş ma yapamaz. Yapılacak bir anlaşma ancak adalet ve eşitlik esasına
dayanmalıdır.
* Mü'minler Allah yolunda akan kanlarının intikamı nı düşmanlarından almak için
birbirlerinin varisidirler. Takva sahibi olan mü'minler en iyi ve en doğru yol
üze rinde bulunurlar.
• 81 •
* Hiç bir müşrik bir Kureyşlinin mal ve canını hima yesi altına alamaz ve hiçbir
mü'mine bu hususta engel olamaz. Yani Kureyşliye haksızlıkta bulunamaz.
* Her kim bir mü'mini sebepsiz yere öldürürse ve is patlanırsa o katil aynı
şekilde öldürülecektir. Ancak eğer öldürülenin velisi diyete razı olursa o zaman
öldürül mez. Maktulun velisi diyete razı olmazsa o katile kısas uygulanır. Bu
durumda bütün mü'minler onun aleyhin de olurlar. Hiç kimsenin cinayetkâr
birisini korumaya hakkı yoktur. Cinayetkâr birine yardım eden, ona sığına cak
bir yer bulan kimse kıyamet günü Allah'ım lanet ve gazabına uğrayacaktır.
* Üzerinde ihtilâfa düşülen herhangi bir şey Allah'a ve Muhammed'e
götürülecektir.
* Yahudiler savaşa çıktıkları müddetçe ımü'minlerle aynı haklara sahip
olacaklardır. Kendi masraflarını ken dileri karşılamak mecburiyetindedirler.
* Benu Avf yahudileri mü'minlerle aynı haklara sa hip olacaklardır. Mü'minlerle
bir tek ümmet hükmünde-dirler. Yahudiler kendi dinlerini yaşarlar. Müslümanlar
da kendi dinlerini yaşarlar. Esirleri de kendilerinin hük mü altındadırlar.
Ancak zulüm eden veya b ir suç işleyen bir kişinin durumu başkadır. Bu durumda
kendisinden başkasına ceza verilmez.
• 82 •
* Benu Neccar, Benul Haris, Benu Saide, Benu Cu-şem, Benul Evs, Benu Salebe
Yahudileri de Benu Avf ya hudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır. Yalnız
kim ki haksız bir fiil işlerse o kimse sadece kendini ve aile efradını zarara
sokmuş olur.
* Yahudilere sığınmış olan kimseler bizzat yahudiler gibi değerlendirilecektir.
* Hiç kimse (yahudi) Muhammed (s)'in izni olmadan müslümanlarla beraber askeri
bir seferi çıkamayacaktır.
* Zulüm görmüş olan birisi dışında kan döken kim olursa olsun sonucuna katlanmak
zorundadır. Kendisine zulmedilene yardım edilecektir.
* Hiç kimse ahitleştiği kimseye kötülük yapamaz. Yesrib'in içi bu belgeyi
(anayasa) imzalayan için haram bir yerdir.
* Herkesin komşusu kendisi gibidir. Ona karşı kötü davranmak veya kötü konuşmak
uygun olmaz.
* Kureyş ve yandaşlarına hiç bir surette himayede bulunulmayacaktır. Onlara
yardım edilmeyecektir.
* Yahudiler ve Müslümanlar Yesrib (Medine)'e gele cek bir saldırıya karşı
beraberce karşı koyacaklardır.
• 83 •
* Dini hususlar hariç yahudiler bir sulh yapmaya ve ya sulh akdine katılmaya
davet edilirlerse bunu doğru dan doğruya yapacaklar veya ona katılacaklardır.
Şayet yahudiler aynı teklifleri müslümanlara yapacak olurlarsa müslümanlar da
aynı şekilde o sulh akdine katılmalıdır lar.
* Her kabile veya zümre kendi kontrolünde olan bölgelerden sorumludur. Oraları
korumak zorundadır.
* Evs yahudileri ve köleleri bu belgeyi imzalayanla rın haklarından
faydalanırlar.
* Bu belgede geçen hususlara sıkı ve tam bir ciddi yetle sadık kalınacak.
Bunlara karşı hareket olmayacak tır.
* İyilikle kötülük birbirinden ayrılmıştır. Hiç kimse Allah'ın rızasına uygun
olmayan bir işi yapmasın. Allah, bu anayasanın en doğru ve en iyi olduğundan
haberdar dır. Bu anayasa hiç bir mücrim ve zalimi korumaz. Her kim Medine'den
çıkarsa yani harbe çıkarsa emniyette olur. Aynı zamanda her kim ki Medine'de
kalırsa yine emniyettedir. Ancak haksız bir iş ve cürüm işlerse emni yette
değildir. Allah iyilik yapan ve takva sahiplerinin sı ğınılacak yeridir.3
(3) Bu Anayasanın tam metni ibn-i Hişam'ın siyerinde mevcuttur. • 84 •
Artık toplumun hukuksal ve siyasal temelleri tama mıyla belirlenmiştir. Ama bu
toplumun vahdeti, birliği sadece onun siyasal temellerinin belirlenmesiyle
garanti altına alınamaz. Fertler, gruplar ve sınıflar da manevi ve ruhi bağlarla
birbirlerine bağlanmalıdır. Muhammed (s)'in mantıklı ve doğru düşüncesi,
toplumda var olan bazı güzel adet, gelenek ve görenekleri kendisinin getir miş
olduğu hayat tarzı içinde yoğurup daha da güzelleş tirmek için bazı toplumsal
adetleri kendi toplumuna te mel esas olarak alıyor ve ıslahatçı ve inkılapçı
fikirlerini toplumunun yaşantısına kazandırıyor. Bu sayede top lumda İslam'a
hizmet edecek birlik ve beraberlik sağ lanmış olacaktır.
Avrupalı aydınların bilemedikleri ve bilemeyecekleri Afrika ve Asya
toplumlarının değişim noktasıydı bu. On lar bu espriyi anlamakta güçlük
çekiyorlar. Onlar bu yolda, birkaç nesillik zorlu uğraşıyı boşa harcadılar ve
hâlâ harcamaktadırlar.4
Arapların toplumsal adetlerinin en güçlüsü kabilele rin birbirlerine
bağlılıklarıdır. Birbirlerine sadık olmak için bağlılık yemini yaparlar. Bu adet
değişik kabileleri birbirine bağlayan ve vahdet içinde olmalarını sağlayan ve
tek sağlam bağdır. Bundan dolayı kavminden, kabile-
(4) Bu konu günümüz siyasal toplum biliminde büyük bir öneme sahiptir. Kendi
işlerini yapmakla meşgul olan geri kalmış milletlerin aydın ve liderleri, bunun
üzerine çok düşündüler ve bugünün aydın ve ıslahat çılarını 19. Asırdaki
öncüleriyle öznelleştiren de budur. Bu konuda 1961 yılında Paris'te basılan
"Nereye Dayanalım?" adlı eserime ve "Asimilas yon" ve "Müşebbihin" adlı makaleme
bakılabilir.
• 85 •
sinden uzaklaşan birinin yaşaması da çok zordur. Bir in san, toplum içinde rahat
yaşamak istiyor ise herhangi bir kabileyle ilişkiye girip ona bağlanmak
zorundadır.
Mekke'de bu tür bağlılıklar oldukça fazlaydı. Onlar birisine eman verecekleri
zaman Kabe'nin içindeki put lara gidip karşılarında dururlar. Eman verecek kişi
elini öne doğru uzatır, diğeri de elini onun elinin üstüne ko yardı. Buna
putları şahit olarak gösteriyorlardı. İşte bu şekilde o zamana kadar birbirini
hiç tanımayan iki kişi sıkı bir dostluk içine girer. Aralarında başlayan bu dost
luk zamanla sağlam bir akrabalığa dönüşür. Birbirleriyle ahitleşen iki kişi
kabile toplumunda birbirlerini koruma ya görevli ve birbirlerinin özel
yaşamlarında ortak olur lar.
Peygamber (s), bu sağlam köklü adeti alıyor ve ona tam inkılabi bir ruh ve mânâ
veriyor.
Sözleşme akdi aynı şekilde muhafaza ediliyordu. Fa kat kabile sözleşmesi yerine
itikadi sözleşmeyi, bir baş kasının elinin yerine de Allah'ın eli yeralıyordu.
Ve bu gün kendisine felsefi ve ahlaki bir mânâ verilen Kur'an'm sözü bu tür açık
ve önemli toplumsal bir âdete işaret ediyor: "Allah'ın eli, elinizin
üstündedir." Allah'la sözleşilen bir toplumda fertlerin birbirleriyle sözleşmele
ri bu şekildedir. Burada Allah şahit tutulur, iki kişi ara sında çok hassas ve
sağlam bir sözleşme oluşturan kar deşlik ve kardeş deme hukuku da yeni bir şekil
ve daha manevi ve daha pâk bir şekil alıyordu.
Ensar ve Muhacirler arasındaki kavmi ve toplumsal
• 86 •
farklılık çok fazlaydı. Yahudiler ve münafıklar, Medine toplumunun ittihad
(birliktelik)ını bozmak için ümitleri ni şimdi de bu iki taraf arasında ihtilaf
çıkarmaya bağla mışlardı. Medine'ye gelişlerinin daha ilk günlerinde Müslümanlar
arasında kardeşlik sözleşmesi yapıldı Her Muhacir'in Ensar'dan birisiyle
kardeşlik sözleşmesi yap ması emredildi. Aradaki tek istisna Peygamber(s)'in ken
di kardeşini seçmesiydi. O, Ali bin Ebu Talib'i kardeşliğe seçmişti. Evet bu bir
istisnaydı. Çünkü ikisi de Muhacir di.
Şimdi çalışma alanı müsaittir. Muhammed (s) artık çok rahat ve hızlı bir şekilde
Medine'yi içtimaî nizamı düzenli ve dini bir merkez haline getirebilirdi.
Hareket başlıyor. Hedef, İslâm mektebinin esasları üzerine kurulmuş olan güçlü
siyasi bir rejimin Arap yarı madasında istikrar bulmasıdır. Medine, yarımadanın
manevi ve siyasi gücünün merkezi oluncaya ve yarıma da İslâm dünya görüşünün her
tarafa yayılması için bir merkez oluncaya kadar çalışmak gerekiyor.
Muhammed(s)'in telaş ve heyecan dolu hayatı başlı yor. Davetçiler, haberciler,
küçük müfrezeler, büyük or dular, davet heyetleri ve siyasi elçiler ard arda
Medi ne'nin kapısından çıkıp giriyorlardı
Savaşlar başlıyor!
87