5- MEKKE'DE İSLAMA DAVET DÖNEMİ
Îslama Davetin Gizli Sürdüğü Yıllar
İslama Davetin Açıkça Yapılması
Müslüman Göçmenlerin Habeşistan'dan Dönüşleri
İlk Müslümanların 2. Habeşistan Hicreti
Müslümanların Cahiliyet Toplumuna Bakışları
B- Memleketten Göç Ederek Korunmak.
Hz. Peygamber (Sav)'İn Hz. Şevde İle Evlenmesi
Rasulullah'ın Hz. Aişe (Ra) İle Nikahı
Hz. Muhammed (sav) peygamberlikle görevlendirilince kutsal emaneti yüklenmiş oldu. İlahi mesajı iletmeye başladı. Kan bağı veya komşuluk ve arkadaşlık gibi ilgilerle kendilerine bağlı olduğu (çağrıda bulunacağı zaman çağrısını kabul edeceklerini tahmin ettiği) kimseleri önce davet etmeye koyuldu.
Ahlakına ve dürüstlüğüne inanan bir grup O'na inandılar. Önce himayesinde yaşayan amcasıoğlu Hz. Ali, zevcesi Hz. Hatice, evinde hizmet eden Zeyd ve aralarında sağlam bir arkadaşlık bağı bulunan Hz. Ebubekir (ra) kendisine inandılar.
Hz. Osman b. Affan, Hz. Zübeyir b. El-Avam, Hz. Abdurrah-man b. Avf, Hz. Saad b. Ebivakkas, Hz. Talha b. Ubeydullah (ra) gibi İslamm yayılmasında olağanüstü etkileri olmuş zevatın iman etmelerinde Hz. Ebubekir'in çok büyük rolü oldu. [1]
Hz. Muhammed (sav)'in gerçek peygamber olduğuna dair en büyük delil O'nun en başta bizzat ev halkının ve yakınlarının kendisine iman etmeleri olayıdır.
Çünkü onlar Hz. Peygamberi gerçek anlamda tanıyor, dürüstlüğünü kesin olarak biliyorlardı. Hem sonra O'na iman etmeleri bu dünyada ellerine geçecek bir çıkar da sağlamıyordu. Bunu ancak dünya malı peşinde hırsa kapılan insanlar yapabilirdi.
Halbuki bunlar semadan Hz. Peygambere inen ve tamamen kendilerine meçhul olan bilgilere inanıyorlardı ki bir kimsenin başka birinin, gerçekten Allah tarafından elçi olarak gönderilebilecek seçkin bir kişilik ve ahlak sahibi olduğunu kesinlik derecesinde bilmedikçe Onun peygamberliğine inanması mümkün değildir.
Hz. Peygamber Kureyşlilerin kulis yerleri ve Harem gibi genel yerlerde kalabalıklara karşı değil, münferid olarak kişilere çağrısını yöneltiyordu. İlk müslümanlar da, Kureyşlilerin, dinlerine ve putçuluklarına olan şiddetli bağlılıklarından çekinerek ibadetlerini açıkça yapamıyorlar di. Gizli gizli ibadet ederlerdi. Aralarında biri ibadet etmek istediği zaman Mekke dışına çıkar, oradaki tenha yerlerde bu vazifesini yapmaya çalışırdı.
Allah'ın dinine girenlerin sayısı otuzu geçince Hz. Peygamber (sav) 'in kendilerini aydınlatmak, bilgilendirmek ve zamanla karşısında durarak davasını engelleyeceklere karşı onları temel bir güç haline getirmek için grup grup toplayıp onlarla biraraya gelmesi ve toplantılar düzenlemesi artık zaruri idi.
Hz. Peygamber (sav), bu toplantılar için Benî Mahzûm Kabile-si'ne mensup El Erkam bin Ebi'l-Erkam (ra)'m evini seçti. Burada aile aile ashabını toplar, onlara dinlerini öğretirdi. Yollarını aydınlatırdı. Toplantıların merkezi sayılan El-Erkam'ın evi civarındaki ikinci derecede önemli ashaba ait başka evler de vardı ki Hz. Peygamber (sav) zaman zaman programsız olarak bu evleri de ziyaret ederdi veya seçtiği sahabiler bu evlerde örgütlenme çalışmaları yaparlardı. Hz. Said bin Zeyd'in evi gibi...
Hz. Peygamber (sav)'in davasına gönül verenler, bazılarının dediği gibi kendilerim insanca yaşamaktan alıkoyan cahiliyet düzenine karşı tepki içindeki sırf fakir fukara, köle ve ezilmiş tabakaya mensup olanlardan ibaret değildi.
Bilakis çeşitli tabakalardan müminler de vardı. Hatta ve hatta bunların başında Kureyş'in ileri gelenleri ve onların çocukları da bulunuyordu. Çünkü insanlar arasında- sadece belli bir tabakadan olanlar aydın fikirlidirler, ancak doğruyu onlar gorebilirler-demek doğru değildir. Ola ki biz ileri gelenleri hep Kureyş'ten biliriz. Halbuki Kureyş halkı oniki oymaktan oluşurdu. Bu oymaklara mensup insanların hepsi aynı sosyal seviyeye sahip idiler. Hepsi de aristokrattı. Onların bazıları diğerlerine nazaran zenginlik nüfuz ve adam sayısı bakımından diğerlerinden elbette ki farklı idiler. Bu da sosyal statü olarak onlara az veya çok bir ayrıcalık kazandırıyordu.
Dolayısıyla bu durum, Kureyş'ten geriye kalanlarıda yüksek tabakadan saymamız için bir engel oluşturmamaktadır. Kaldı ki bunlardan bazıları bir miktar servet veya çocuk sahibi oldu mu sosyal statüsü de buna bağlı olarak hemen kendiliğinden yükselirdi. Bunun verasetle de alakası yoktu. Bilakis Kureyş halkının hepsi sosyal statü bakımından aynı seviyede idiler. Diğer kabileler ise ikinci sınıftan sayılırlardı.
Hz. Peygamber (sav)'e iman eden Kureyş'in ileri gelenleri şunlardı:
Abdimenaf Ailesinden: >
Hz. Osman B. Affan, Hz. Halid B. Said B. El-as, Hz. Amr B. Said B.El-as ve Hz. Huzeyfe B. Utbe B. Rabia. Bu dört zat Ebusüfyan'm yakınlarından ayrıca ikinci derecede Benî Abdişems ailesinden olurlar.
Benî Haşim Ailesinde:
Hz. Ali B. Ebitalib ve kardeşi Hz. Cafer bin Ebitalib.
Beni Muttalib Ailesinden:
Hz. Ubeyde B. El-Haris.
Benî Abdiddar Ailesinden:
Hz. Mus'ab Bin Umeyr
Benî Esed Ailesinden:
Hz. Zübeyir Bin El-Avam
Benû Teym Ailesinden:
Hz. Ebubekir El-Sıddık ve Hz.Talha Bin Ubeydullah
Benî Adiy Ailesinden: (Hz. Ömer'in kabilesi)
Hz. Ömer Bin El-Hattab, Hz. Said Bin Zeyd ve Hz. Nuaym Bin Abdullah
Benî Amir Ailesinden:
Süheyl Bin Amr'ın akrabalarından, Hz.Ebu Sabra Bin Ebi Rahm, Hz. Salıyt Bin Amr, Hz. Hatıb Bin Amr ve Hz. Hattab Bin Amr.
Beni'l-Haris Ailesinden:
Hz. Ebu Ubeyde Amir Bin Abdullah Bin El-Cerrah
Benî Zühre Ailesinden:
Hz. Abdurrahman Bin Avf, Hz. Saad Bin Ebi Vakkas, kardeşi Hz. Useyr Bin Ebi Vakkas ve Hz. El-Muttalib Bin El-ezher
Beni Mahzum Ailesinden:
Ebu Cehil ve Halid Bin El-Velid'in akrabalarından, Hz. Ayyaş Bin Ebi Rabîa, Hz/Ebu Seleme Bin Abd'ül-Esed ve Hz. El-Erkam Bin Ebi'l-Erkam.
Benî Sehm Ailesinden:
Hz. Amr Bin El-as'ın akrabalarından, Hz. Huneys Bin Huzafe.
Benû Cumah Ailesinden:
Osman Bin Maz'un, iki kardeşi: Kudâma ve Abdullah ile oğlu Es'Saib ve Hatıb Bin El-Haris.
tşte bunlar Kureyş'in en ünlü, en kalabalık ve en güçlü aileleriydi. Hem sonra îslamın girmediği bir aile yoktu. Bu aileler de kalabalıktı.
Bu aileler içindeki müslümanlar, Islama davetin henüz gizli olarak sürdürüldüğü o dönemde müslümanların çoğunluğunu oluşturuyorlardı. Hatta îslamın açıktan yayılmasına çalışıldığı dönemde de öyleydi. Şu halde nasıl olur da ilk müslümanlar sırf fakir, fukara ve kölelerden ibaret idiler denebilir!
Hz. Peygambere ilk inanan Mekke sosyetesinden bu zevat tam otuz bir kişi idiîer. Müslümanların sayısı henüz altmışı geçmediği günlerde aralarındaki kadın müslüman sayısı on iki idi.
Adları şöyledir: Hz. Hatice Bînti Huveylid, Hz. Esma Binti Ebu Bekr, Hz. Aişe Binti Ebu Bekr, Hz. Cafer Bin Ebitalib'in hanımı Hz.Esma Binti Umeys, Hz. Zeyd Bin Harise'nin hanımı ve Hz. Mu-hammad (sav)'in dadısı Ümmü Eymen, Hz. Ömer'in kızkardeşi ve Hz. Said Bin Zeyd'in hanımı Fatıma Binti'l- Hattab, Hz. Hatıb Bin Amr'ın Hanımı Hz. Fatıma Binti'l Mücellel, Hz. Hattab Bin Amr'ın hanımı Hz. Fekihe, Hz. El-Muttalib Bin El-Ezher'in hanımı Hz. Ramla Binti Ebi Avf, Hz. Halid Bin Said'in hanımı Hz. Emine Binti Halef, Hz. Ayyaş Bin Ebi Rabia'nın hanımı Hz. Esma Binti Selâma, Hz. Yasir'in hanımı Hz. Sümeyye.
İlk müslümanlar arasında Kureyş'in dışındaki kabilelerden sadece üç kişi vardı:
Hz. Amir Bin Rabîa, Huzeyl Kabüesi'nden, Hz. Abdullah Bin Mes'ud ve El-Kârra'dan Hz. Mes'ud El-Kârî.
îlk müslümanlar arasında müslüman olmuş kölelere gelince bunlar ondört kişi idiler. Adları şöyledir:
Benî Zühre ailesinin taraftarı: Hz. Hubbab Bin El-Ert, Benî Temim kabilesinin taraftarı: Hz. Suhayb Bin Sinan, Hz. Ebubekir tarafından özgürlüğü bağışlanan Amir Bin Füheyra, Ammar Bin Ya-sir ile Beni Mahzum Ailesinin taraftan olan babası Yasir, Hz. Pey-gamber'in hizmetçisi Hz. Zeyd Bin Harise, Hz. Vakıd Bin Abdullah, Beni Adiy ailesinin taraftarları: Hz. Halid Bin Bekkir ve kardeşleri: Amir, Akil ve İyas, Abdişems ailesinin taraftarları olan Hz. Abdullah Bin Cahş ve kardeşi Abd, Ümeyye'nin azatlı kölesi Bilal Bin Rabbah (Bilal-i Habeşi.)
Böylece ilk müslümanların sayısı şu şekilde altmışı buluyordu: Kureyş ileri gelenlerinden ve çocuklarından : 31 Başka kabilelerden 3
Kadın 12
Ailelerle sözleşmeli azatlılar 14
TOPLAM 60 Kişi.
Şu halde gizli davet döneminde İslama girenler Kureyş'in ileri gelenlerinden ve çocuklarından oluşmaktaydı.
Siyer tarihi yazarlarının, özellikle oryantalistlerin adet haline getirdikleri gibi, Hz. Peygambere ilk inananların sözde zayıf kimselerden ve kabilelere sığınmış azatlılardan oluştuğu yolundaki sözler doğru değildir.
Zayıf durumdaki kimseler hakkında inen ayetlere gelince ki onlardan bir tanesi de şudur:
"Sabah akşam Rablerinin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret. Dünya hayatının güzelliklerini isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Bizi anmasını kendisine unutturduğumuz ve işinde aşırı giderek hevesinin peşinde sürüklenen kimseye uyma! [2]
Bu ayetler ilk müslümanlar arasında zayıf, düşkün ve yoksulların çok olduğu anlamına gelmez. Sadece mevkii ne olursa olsun gerek düşkünleri, gerekse diğer tüm müminleri korumayı öğütlemektedir.
Bu mesajda Cahiliyet Devri'nin adetlerine ve Cahili sistem'in zayıf durumdaki insanlara karşı alaycı tavrına tam bir aykırılık vardır.
İşte sözkonusu ayetlerde de insanları eğitmek, onları bilgilendirmek ve cahiliyetçilerin adet haline getirdikleri çirkinliklerden yüz çevirmek gibi amaçlar bulunmaktadır. Aksine ilk müslüman-ların çoğunun, yoksullardan ve alt tabakaya mensup insanlardan oluştuğu yolunda bir belirti katiyyen yoktur.
Sırf İslam hakkında kötü bir imaj yaymak amacıyla İslama karşı kin besleyen birçok kimseler bu mevzuda çeşitli şeyler söylemeye çabalamışlardır.
Bunların öteden beri söylediklerinin özeti şudur:
Sözde zenginler soylular ve aydın fikirli kimseler İslama karşı ilgi duymuyorlardı. Ancak ne zaman ki îslamın beklenmedik şekilde yayılıp tutunmasıyla bunların saltanatı sarsılmaya başladı, işte o zaman sırf dış görünüşleriyle müslüman geçinmeye çalıştılar.
Bununla birlikte îslama karşı her an savaş açmak için müsait bir fırsat bekliyorlardı. Buna mukabil îslama inananlar toplumda horlananlarla yoksullardı.
İslam düşmanlarının kanaati budur. Keza, müslümanlarm yaşamakta olduğu ülkelerde istismarcılar toplumda çoğunluğu oluşturan yoksulları ve tabanı sömürmek, cahil halk yığınlarını peşlerinde sürüklemek için her zaman îslama, verimli bir çıkar aracı olarak bakmaktadırlar.
Islama davetin bu aşamasında namaz farz kılındı. Her beş vakitte de önceleri namazlar ikişer rekattı. İsra olayında hazar halindeki namazlar arttırıldı. Böylece farz namazların rekat sayıları: Öğle, ikindi ve yatsı'da dörder, akşam ise üç oldu. Yolculuk esnasında tüm vakitler ve sabah namazı herhalde ikişer rekat olarak kaldı. Hz. Peygamber (sav)'in ashabı namaz kılmak istediklerinde halktan gizlenerek Mekke dışına çıkar, vadilerde namazlarını kılarlardı. [3]
Bu gizli davet üç yıl kadar sürdü. Kureyş'in bu durumdan haberi yoktu. Ta ki şu ayeti kerime Hz. Peygamber (sav)'e hitaben ininceye kadar:
"Ey Muhammed! Sana buyurulanı artık açıkça ortaya koy, puta tapanlara aldırış etme. Allah'la beraber başka bir tanrının bulunduğunu kabul eden alaycılara karşı şüphesiz, biz sana kâfiyiz. Yakında ne olduğunu göreceklerdir." [4]
Üç yıl boyunca davetin gizli şekilde sürdürülmesinden sonra Allah Tealâ yüce elçisine, artık çağrıyı açıkça yapmasını ve bütün insanları İslama davet etmesini emretti. Hz. Muhammed (sav)'de bu emre uydu, genel şekilde ve açıkça davete başladı.
Bu teşebbüs ve faaliyetlerinde Allah'ın vadine, yardımına, destek ve teyidine güveniyordu. Allah'tan gelen bu emir üzerine Safa Tepesi'ne [5] çıkarak en yüksek sesle:
"Ey Fihr oğulları! Ey Adiy oğulları! Ey Haris oğulları!" diye tüm Kureyş boylarını teker teker sayarak çağırdı. Halk merakla toplandı. Ve öyle geldiler ki evinden çıkabilecek durumda olmayan kimse bile haber almak için yerine birini gönderdi. Bütün halk toplanınca Hz. Peygamber onlara şöyle seslendi:
"Ey halk! Bakın eğer şu anda atlı bir ordunun vadide bulunduğunu ve üzerinize baskın yapmak üzere olduklarını söylersem bana inanır mısınız?"
Hepsi birden:
- Elbette! Çünkü senin yalan söylediğini hiç duymadık, dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):
"O halde yakında vuku bulacak şiddetli bir ceza hakkında sizi uyarıyorum!" dedi. Bunu duyan Ebu Leheb:
"Yok olasın! bunun için mi bizi buraya topladm?" diyerek hakarette bulundu. Sonra Allah Teala şu ayeti kerimeyi indirdi:
"Önce en yakın hısımlarını uyar! Sana uyan müminleri kanatlarının altına al.
Sana baş kaldırırlarsa, yaptıklarınızdan uzağım de [6]
Bunun üzerine Allah Teala'nın elçisi kalkıp halka şöyle hitap etti:
"Ey Kureyş halkı! Canlarınızı Allah'tan satın alın. (Canlarınızın yanmaması için Allah'a iman edin.) Bakınız, ben sizi Allah'ın mukadder cezasından kurtaramam. Ey Abdülmuttaliboğlu Ab-bas! Bak ben seni de Allah'ın mukadder cezasından kurtaramam! Ey Allah elçisinin halası Safîyye! Bak, seni de Allah'ın mukadder cezasından kurtaramam! Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Malımdan ne istersen vereyim ama seni de Allah'ın mukadder cezasından kurtaramam! [7]
Sonra Hz. Peygamber (sav) akrabalarını çağırdı. Gelip toplandılar. Onlara şöyle hitap etti:
"Allah'a hamd olsun. O'na şükrediyorum. Yalnız O'ndan yardım diliyorum. O'na inanıyor ve O'na güveniyorum. O'ndan başka bir ilah bulunmadığına, tek olduğuna hiç bir ortağı bulunmadığına şehadet ediyorum.
Şunu biliniz ki rehberliğe ehil olan kişi yalan söylemez. Allah'a yemin ederim ki O'ndan başka ilah yoktur. Ben de özel olarak size ve genel olarak bütün insanlığa gönderilmiş olan Allah'ın elçisiyim. Allah'a hamd olsun ki uykuya dalar gibi Ölecek, uyanır gibi yeniden dirilecek ve yaptıklarınızın hesabını vereceksiniz. İyiliğe karşı iyilik, kötülüğe karşı kötülük göreceksiniz. Sonuç ya ebediy-yen cennet veya sonsuza kadar cehennem olacaktır."[8]
Hz. Peygamber (sav) böylece açıktan davete başladı. Her toplantıda her münasebette insanları iman etmeye çağırdı. Halka karşı konuşma yapar, onlara Kur'an-ı Kerim'den ayetler okurdu. Kabile mensupları ile teker teker temas kurmak için her yıl hac mevsimini değerlendirirdi. Onlara İslamı tanıtmaya çalışırdı. Kendilerine yol gösterirdi. Aralarında iman edenler bulunduğu gibi yüz çevirip reddedenler de bulunurdu. Ancak Hz. Peygamber (sav) Kureyşlileri hemen her toplantıda ve her münasebetle, kabileleri de hac mevsiminde İslama davet ederken daha önce iman etmiş olanları da ihmal etmezdi. Bilakis onlardan güçlü bir temel oluşturmak için onlarla oldukça ilgileniyordu.
Müslümanları gizli şekilde ve dışa tamamen kapalı, üyelerinin dışındaki kimselerce katiyyen bilinmeyen, Kureyşlilerin gözünden uzak ve onlara meçhul evlerde aile aile toplardı. Hz, Peygamber (asv)'in kendilerine İslam davasında önemli görevler yüklerken esasen ümit bağladığı odaklar ailelerdi.
Dolayısıyladır ki bu ilk müminlerden, imanında güçlü, inancında sağlam, sorumluluğunun şuurunda ve liderine bağlı, onun her emrini eşi görülmemiş bir sürat ve bağlılıkla yerine getiren ve O'na sonsuz bir sevgiyle bağlı, özel vasıfları olan bir kitle oluştu. Hz. Peygamber (sav) işte ancak bu suretle ilahi emaneti insanlığa iletmek ve elçiliğin gereklerini yerine getirme imkanım elde edebildi. Aynı zamanda O'nun bu sistemi, izleyeceğimiz yolda bize de örnek olmalıdır. Onun bu metoduyla aşağıdaki şu noktaları tesbit etmemiz mümkündür:
1- Hz. Peygamber (sav) önce belli kişileri seçerek onlara çağrısını yöneltmiştir. Onlar da daveti kabul etmiş ve inanmışlardır.
2- O'nun daveti aslında bütün insanlığa yönelikti. Ancak çağrısında davaya gönül verebilecek, mücadele etme imkanlarına sahip kimseler üzerinde özellikle dururdu.
3- Hz. Peygamber (sav) önceleri müminleri belli gruplar halinde gizlice toplardı. Katılacak üyelerden başka hiç bir kimse bu toplantıları farketmez, bilmezdi. Bu gruplar islam davasının, omuzlarında yükseldiği sağlam temeller oluşturdular.
İşte insanları hak ve hidayet yoluna sevkedebilmek için her zaman ve her yerde İslamî mücadele ve davet sistemi aynen böyle olmalıdır.
İslam davası uğruna verilecek mücadelede şu noktalara dikkat ederek aynen Hz. Peygamber (sav)'in yolu izlenmelidir:
I) Hareketli ve faal müminler seçilerek İslâmi çalışmalar başlatılmalıdır: Bunlar Hz. Peygamber (sav)'in devrindeki ilk İslam cemaati gibi davayı omuzlayan temel bir kitle oluşturacaklardır. Bu cemaatin fertleri İslamı tam anlamıyla yaşıyor olmalıdırlar.
Hz. Ömer (ra) in "Cemaat olmadan İslam olmaz" dediği nakledilmiştir. Bu sistem aleyhinde ötedenberi yapılan menfi propagandalar bize zarar vermez. Çünkü îslamdan uzak siyasi partilerin çeşitli düşmanca gayretleri dünyadaki îslami faaliyetler aleyhinde zaten istediği kadar çirkin imajlar bırakmıştır. Aynı zamanda İslam düşmanlarının müslümanlar aleyhinde kötü intibalar uyandırmak için ortaya attıkları şayialar, İslami teşekküller aleyhinde uydurdukları yalan ve iftiralar artık herkesçe bilinmektedir.
Şunu da katiyyen unutmamalıdır ki îslamın bu açık seçik düşmanlarının yanı sıra bir kitle daha vardır ki kendi şahsi çıkarları, heves ve arzulan uğruna islamı istismar etmektedirler. Gerçek müslüman sıfatına bürünüp taraftarlarının gözüne girmeye, onlara şirin görünmeye çalışmaktadırlar.
Şu çok açık bir gerçektir ki: İnsanların çoğu basit düşünen tiplerdir. Özellikle halk tabakası cahildir. Onun için çıkarcılar bunlardan istifade ederek, buna ilaveten iktidarlar kendilerini samimi olarak topluma kabul ettirmeyi başarmış olan bu çıkarcılardan birtakım yandaşlar edinirler. Bu adamlar ne yazık ki gerçekten ilim ehli, okumuş âlim kimseler de olabilir. Onları kiralayan siyasi yönetimler kendi programları, hedef ve amaçlan doğrultusunda bu adamları kullanırlar, Müslümanların zayıf düştüğü ve heybetlerini kaybettikleri şu içinde yaşadığımız çağdaki yöneticiler, süper güçlerin birer kuklasından başka bir şey değildirler.
Büyük devletler işte bu kuklalarına direktif verir onları hizmetlerinde çalıştırırlar. Dinin ve ilim erbabının da bu suretle itibarını düşürürler. Bugün âlimlerin ve islami müesseselerde çalışanların içine düştükleri çöküntüye bir göz atmak bile samimi müslüman-ların ve dâvetçilerin bu yönetimler elinde neler çektiklerine dair yeterli kanıtlar verir. Müslümanların yaşamakta olduğu hiç bir ülke bu durumun dışında değildir ki bu da ayrı bir kanıttır.
"Ne kadar arzu etsen bile insanların çoğu inanacak değillerdir [9]
insanların çoğu ancak nüfuz sahiplerinin yardımıyla gerçekleşebilecek menfaatleri uğrunda çaba sarfederler. Bu sebeple de daima onların peşine takılır ve onlara karşı ikiyüzlü davranırlar. Birisi toplum içinde sivrildiği zaman onun yükselmesine yardım edene de bir miktar pay verirler. Bundan dolayıdır ki şöhret kazananlar uzun zaman bu mevkilerini koruyabilmektedirler.
Aynı zamanda şahsi çıkar ile heves arasındaki açıdan bakanlar, nüfuz sahiplerine daima izlerinden yürünecek kimseler olarak bakarlar. Bu iki yüzlüler arasında ibadet edenler ve dindar geçinenler de vardır. Fakat gerçekçi bir gözle bu tiplere bakanlar mutlaka görürler ki başka bir yerde yeniden ortaya çıkmak için günün birinde sönüp kaybolan köpük gibidirler. İşte bunlar ahirette de hüsrana uğrayacaklardır.
"Doğrusu münafıklar (ikiyüzlüler) cehennemin alt tahaka-sındadırlar. Onlara yardımcı bulamayacaksın. [10]
"Ey Muhammed! İşte emeği en çok kayba uğrayanları haber vereyim mi? De ki: (Onların) dünya hayatında emekleri boşa gitmiştir. Oysa güzel iş yaptıklarını sanıyorlardı.[11]
îşte bu gerçekleri göz önünde bulundurarak her müslüman kişi ancak sağlam saflardan oluşan İslami teşekküller içinde yerini almalı ondan sapmamak, uzaklaşmamak ve -bazılarının uydurduğu gibi- "tarafsızım" diye hileli mazeretler ileri sürmemelidir. Çünkü uyuşmazlıkların cereyan ettiği bir ortamda tarafsızlık diye bir pozisyonun yeri yoktur.
"Tarafsızım" diyen kimse, aslında güçlünün yanında yer alan ve zayıf durumdakine karşı olan kimsedir. Çünkü eğer o zayıfı desteklemiş olsa onu güçlendirmiş ve hakkını diğerinden almasını sağlamış olacaktır. Fakat uydurduğu tarafsızlık mazeretiyle emri terkedince (üzerine düşen görevi bir kenara atınca) bu suretle güçsüzün, güçlü tarafından yutulmasına müsaade etmiş olur.
Güçlü daima otorite ve nüfuz sahibidir. (Mevki ve etkinliği vardır.) Dolayısıyla müslüman olduğunu ileri süren, bununla beraber "tarafsızım" diyen kimsenin aslında mevki ve etkinliği olanların yanında ve müslümanların aleyhinde yer aldığı açıkça meydana çıkmaktadır. Hz. Ebubekir (ra) in, devlet başkanı olarak seçilince yaptığı ilk konuşmasındaki şu sözlerini unutmayınız. Halka şöyle hitap etmişti:
"İçinizde (başkasının hakkım yiyerek) güçlenmiş olan kimseden, yediği hakkı geri alıncaya kadar o kişi bana göre güçsüzdür. İçinizden güçsüz olan kimse de (elinden alınmış olan hakkını) tahsil edip kendisine iade edinceye kadar bana göre güçlüdür."
Müslüman kişi içinde bulunduğu cemaatten memnun olmayacak olur veya bazı olumsuzlar bulunduğunu görürse bunu düzeltme yoluna gitmelidir. Eğer bu işin çok zor olduğu veya izlenen çizgiden doğrulamayacak sapmalar bulunduğu ya da bu cemaatle birlikte kalmanın doğru olamayacağı kanaatine varacak olursa gidişatını benimseyecek başka bir topluluk aramalıdır.
Dünyada mevcut İslâmî cemaatler doğru bir yol izlemektedirler. Birbirlerinden de farklı değildirler. Mevcut şartlar ve müteaddit ülkeler bu cemaatlerin birden çok sayıda ortaya çıkmasına neden olmuştur. Müslüman kişi eğer dünyada İslam davasını omuzlayacak birinin bulunmadığını görecek olursa böyle bir durumda bizzat kendisi bir cemaat oluşturmaya ve üstüne düşen ağır ve kaçınılmaz sorumluluğu yerine getirmeye, Allah'm bu konudaki farzını eda etmek için bu yolda çalışmaya ve bütün imkanlarını seferber etmeye mecburdur. Sonra eğer gerçek şekilde ve samimiyetle İslam davasına hizmet eden bir cemaat mevcut olduğu halde müslüman kişi başka bir örgüt kurmaya teşebbüs edecek olursa onun bu yoldaki çalışmaları batıldır, illegaldir. Ve müslümanları parçalamaya yöneliktir. Dolayısıyla çok büyük bir vebal altına girer.
Rolünü yerine getiren, ciddi ve semereli çalışmalar yapan müslüman bir cemaatin bulunmadığı hiç bir devir yoktur. Birden çok olmaları kapasiteleri ve toplum üzerindeki etkileri ne olursa olsun her devirde bu gerçek var olagelmiştir.
Cemaate uymak İslamda olağanüstü derecede önemlidir. Özellikle günümüz toplumları içinde müslüman kişinin artık hiç bir değeri yoktur. Müslüman kişi ne kadar değerli fikirlere ve üstün kişiliğe sahip olursa olsun, günümüz toplum yapısının çeşitli cemiyet ve örgüt kargaşası içinde kaybolup silinmeye mahkumdur.
Hz. Peygamber (sav) îmam Ahmed ve Tirmizi'den rivayet edilen bir hadisi şerifinde şöyle buyurmaktadır:
"Size beş şeyi emrediyorum:
1- Cemaate katılmak, (Müslümanlardan oluşan bir topluluk içinde mutlaka yer almak.)
2- Cemaatin başında bulunan yönetimin verdiği) emri dinlemek.
3- Cemaat yönetiminin verdiği) emri uygulamak.
4- (îslamın ve müslümanların yaşatılmadığı yerden) göç etmek (mücadele için stratejik özelliği olan başka bir yere intikal etmek.)
5- Allah yolunda cihad etmek (İslamm yaşatılması ve uygulanması uğruna her türlü mücadeleyi vermek.)
Her kim ki cemaatten bir karış boyu bile ayrılacak olursa -yeniden dönmesi durumu hariç- îslam bağını boynundan çözmüş olur. Her kim ki cahiliyet davasına insanları davet edecek olursa
(İslam dışı sistemlerin propagandasını yapacak olursa) namaz da kılsa oruç da tutsa müslüman olduğunu da ileri sürse, o cehennemin curûfundandır. (Kurumundan ve külünden bir parçadır.)
Bu hadisi şerif İslamda örgütlenmenin her şeyden Önce zaruri olduğunu, ondan sonra da cemaatten ayrılmamanın gerekliliğini vurgulamaktadır. Çünkü İslamın istekleri, gerekleri ve önemli amaçları örgütsüz ve örgütsel çalışmalar olmadan gerçekleşemez, îslami çalışmaların sürdürüldüğü esnada bazı kimselerin cemaattan koptukları, bunların cemaati dağıtmayı ve yalnızca genel manada bir çağrıyla yetinmeyi önerdiklerini görürüz. Bu, ya Hz. Peygamber (sav) 'in mücadele sistemi hakkında bilgisizlikten, ya liderlik sevdasıyla boş bir halka etrafında insanları toplama isteğinden veya sorumluluktan korkup kaçmaktan kaynaklanır.
II) İslamı kabullenip, sistemini özel ve genel hayatın tüm alanlarında uygulamaları maksadıyla bütün insanlara çağrıda bulunacak bir örgüt kurulmalıdır.
III) Bu cemaat, insanları genel manada İslama davet etmeye çalışırken İslama gönül veren dinamik ve faydalı unsurları mücadele saflarına çekmeli ve özellikle bu unsurlardan, davayı omuzlayacak güçlü bir temel oluşturmak amacıyla gruplar meydana getirmelidir:
Tabii bu ön çalışmalar, Hz. Peygamber (sav)'in yapmış olduğu gibi gizli sürdürülmelidir. Ayrıca açıktan davette bulunmak, bu gizlilikle (metod açısından) bir çelişki oluşturmaz. Bilakis cemaat üyelerinin her biri ayrıca açık şekilde insanları İslama çağırmakla yükümlüdür. Aynı zamanda İslamı, tüm davranışlarında, çalışmalarında, işinde gücünde, aile hayatında yaşayarak halka yansıtmalıdır. Yine aynı zamanda cemaatini gözlerden gizlemelidir.
Özellikle dünyadaki şer güçlerin İslama ve müslümanlara azgın köpekler gibi saldırdığı şu devirde bu hususa çok dikkat etmelidir.
IV) İslami örgütün fertleri, maddi hayatın ezici dişleri arasına kendilerini kaptırmam alıdırlar: Çünkü bu duruma düşen kimse bocalayıp durur ve akımlarla yarışmaya başlar. İnsan maddi alandaki işlerini aslında bırakamaz. Çünkü onun hayatta gerek başarısı gerekse yıkımı maddi varlığı ile ilgilidir.
Ancak müslümanın İslamı hayatı her şeyden önce gelir. Eğer kendini dünya hırs ve meşgalesine ziyadesiyle kaptıracak olursa eninde sonunda büyük materyalisti er inkine benzer bir hayat seyri içine girer. Bu onun temel ihtiyaçlarını, işini gücünü ihmal etmesi gerektiği anlamına da gelmez.
Nitekim müslüman kişi, şerefiyle ve kimseye muhtaç olmadan yaşayabilmelidir. Ancak maddeye tamamen kapılmamalıdır. Günümüzde hayat sık sık değişen çeşitli şeylere fazlasıyla ihtiyaç duymaktadır. Zamanımızın insanları lüksü bile temel ihtiyaç saymaktadırlar. Biz bu hesaplarla yürümemeliyiz. Hem sonra toplumdan etkilenen değil, bilakis toplumu etkileyici olmalıyız.
V) Doğru yolda olduğumuz ve Allah'ın emirlerini yerine getirdiğimiz takdirde O'nun bizi destekleyeceğine, bizden yardımını esirgemeyeceğine dair güven beslemek gibi moral bakımdan gücümüzü korumayı da ihmal etmemeliyiz: Buna ilave olarak kendimizi alıştırmalarla eğitmeli, geliştirmeli ve mücadele için hazır hale getirmeliyiz. Bu konuda AllahTeala şöyle buyurmaktadır:
"Ey müminler! Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar Allah'ın düşmanını (aynı zamanda) sizin düşmanınızı yıldırmak üzere kuvvet ve savaş atlan hazırlayın.[12]
Hz. Peygamber (sav)'in devrinde her müslüman bir savaşçı olarak yetişmiştir. Çünkü kabileler arasında devamlı olarak savaş çıkardı. Kişi bu savaş ve baskınlar sırasında yetenek kazanırdı. Aynı zamanda yaygın olan gasp, yağma ve yol kesme olayları, çeşitli savaş ve mücadele sanatlarında maharet sahibi olmasını gerektiriyordu.
Bu nedenle herkes doğal olarak bu konularda alışkanlık sahibiydi. Fakat şimdi öyle değil. Bizim çalışıp hazırlanmaya ihtiyacımız vardır. Üstelik mücadele usulleri değişmiş, başka silahlar ortaya çıkmış, ordu düzenleme konularında, askeri sevk ve idare şekillerinde türlü türlü değişiklikler meydana gelmiştir.
Hz. Peygamber (sav)'e Allah (cc) tarafından vahyedilen yol budur: "O havadan konuşmamaktadır. Onun konuşması kendisine bildirilen vahiyden başka bir şey değildir.[13]
O halde O'na gelen ilahî mesaja uymak şarttır. Bunun dışındaki her sistem eksik ve yetersiz sayılır. Birçoklarının amaçladığı gibi genel manadaki davetle yetinmek mümkün değildir. Çünkü bu durumda İslamî çalışmaların Örgütsüz olarak yapılması sözkonu-sudur. Ancak bu şekildeki çalışmalarla ileride sevk ve idareyi ele alıp yürütebilecek güçlü bir temel topluluğu oluşturmamız mümkün değildir. Keza davanın başarıya ulaşabilmesi için gizliliği gerektiren sistemin kurulmasına imkan kalmamış olur.
Düşününüz ki Hz. Peygamber (sav)'in sahabeleri arasında (oluşturduğu öncü kitlede) Hz. Ebubekir (ra), Hz. Ömer (ra), Hz. Osman (ra), Hz. Ali (ra), Hz. Saad (ra), Hz. Zübeyir (ra), Hz. Talha (ra), Hz. Abdurrahman (ra), Hz. Ebu Ubeyde (ra) ve Hz. Said Bin Zeyd (ra) gibi çekirdekler olmasaydı Riddet günlerinde [14] İslam'dan çok şeyler kaybolacaktı.
Belki de ne îslam son din, ne de onun davasını üstlenen peygamber (sav) Allah elçilerinin sonuncusu olma özelliğini koruyabilecekti. Bazı kimselerin savunduğu görüşte olduğu gibi: yalnızca güç kullanma sistemine dayanmak da mümkün değildir. Çünkü sadece militer yöntemle elde edilecek üstünlükten sonra zamanla otoriteye dayanan bu sistemi devam ettirecek ehil kimseler kalmayacak olsa yine idare elden kaçırılmış olur.
Çünkü müslümanlar arasında sevk ve idareden anlayan ve toplumu -ebediyete kadar- yönetebilecek kabiliyet ve yeterliliğe sahip bulunan şuurlu kitleler bulunmayabilir; dünyada olup bitenlerden haberi olan, îslamı arkadan vurmak isteyeceklerin baş vuracakları sistemlerle aleyhteki her türlü düşmanlık gayret ve çabaları hakkında malumatı bulunan uyanık bir müslüman zümre her devirde mevcut olmayabilir veya birim ve kademelerin başına geçecek idareciler, aralarında ihtilafa düşebilirler. Bu suretle bizzat müslümanlar arasında kavgalar çıkabilir ki bu gibi durumlarda her biri kendisinin haklı olduğu, İslam çizgisine paralel bir yolda bulunduğu kanaatindedir.
Nitekim Hz.Peygamber (sav)'in vefatını izleyen günlerde sahabe arasında çok büyük sorunlar çıkmıştır. Eğer onlardaki güçlü İslam terbiyesi olmasaydı Hz. Ebu Bekir henüz halife seçilmeden önce birbirlerine gireceklerdi.
Unutmamalıdır ki müslümanîarm yetersizliği yüzünden günümüzde müslüman olmayan örgütler, îslam dünyasının her bölgesinde iktidarları ellerine geçirmiş bulunmaktadırlar. Bu adamlar iktidar koltuğuna oturur oturmaz toplum içinde birbirlerine zıt ideolojik fikir ve inanç kampları ortaya çıktı. Bu kampların her biri sırf heveslerini tatmin etmek uğruna mücadele vermektedir. Her birinin izlediği ayrı bir yönü vardır. Daha düne kadar arkadaş olanların arasına düşmanlık girmiş bulunmaktadır Öyle ki bu kamplar arasında silahlı ve kanlı mücadeleler sürüp gitmektedir.
Keza îslami örgüt hiç bir zaman ve hiç bir sebeple -sırf bazı düşmanlardan kurtulmak amacıyla- siyasi cinayet işlememelidir. Çünkü Hz. Peygamber (sav) bu yola katiyyen baş vurmamıştır, eğer isteseydi bunu büyük bir kolaylıkla yaptırma imkanına sahipti.
Mesela: Velid Bin El-Muğira El Mahzumî veya El-As BinVail E's-Sehmî veya Ebucehil Bin Hişarn gibi küfür odaklarının büyük liderlerinden birini ortadan kaldırmak için sahabilerinden bazılarını görevlendirebilirdi. Nitekim verdiği emir asla reddedilmez, bilakis derhal ve bir çeşit ibadet sayıldığı için süratle yerine getirilirdi.
Fakat Hz. Peygamber (sav) asla böyle bir işe girişmiş değildir. İslama her fırsatta köpek gibi saldırmak isteyen düşmanlar cereyan edecek böyle bir olay karşısında bir tepki olmak üzere İslam cemaatinin tümünü ortadan kaldırabilirler veya en azından kısa sürmeyecek bir müddet boyu, müslümanlarm çalışma seyri sekteye uğrayabilir. Hatta ve hatta değil müslümanlarm yaşamakta olduğu ülkelerdeki düşman yönetimler, bütün dünyadaki şer güçler onları- ortadan kaldırmak için birleşirler. Böyle bir hareketi kutlar ve bütün imkanlarıyla desteklerler.
Nitekim müslümanları tuzağa düşürmek, ondan sonra da hepsini ortadan kaldırmak için bir gerekçe olsun diye tahrik yapmadıkları hiç bir gün yoktur. Bu provokasyon girişimleri periyodlarla dış dünyadan müslümanlarm başındaki yönetimlere aynı amaçla gelen bazı sinyallerin aynı zamanda neticeleridir. Hem sonra bu günün en azılı İslam düşmanları yarının dostları olabilirler.
Nitekim büyük şahsiyetlerin hayatında bu gibi değişimler vuku bulmuştur. Hz. Peygamber (sav) çok kere düşmanlarının doğru yolu bulmaları (îslamı kabullenmeleri) niyetiyle dualarda bulunur, şöyle derdi:
"Allahım! İki Ömer'den: Ömer Bin Hattab veya Ömer Bin Hi-şam'dan biriyle İslami başarıya ulaştır [15]
Ömer Bin Hişam Ebu Cehildir. îslamın en azılı düşmanlarından biriydi. Eğer Allah onu hidayete erdirmiş olsaydı, İslamın keskin kılınçlarından biri de o olurdu. Nitekim Allah'ın hidayeti Hz. Ömer Bin Hattab, Hz. Halid Bin Velid, Hz. İkrime Bin Ebicehl, Hz. Süheyl Bin Amr ve Hz. Ebu Süfyan gibi büyük şahsiyetlere nasip oldu.
Hz. Peygamber (sav), bugün içinde yaşadığımız toplumlara büyük ölçüde benzeyen sapık bir kitle arasında yaşadığı halde davası uğruna bu gibi işlere girişmemiştir. (Siyasi cinayet işlemeye tenezzül buyurmamıştır.) Biz de (müslümanlar olarak) onun sünnetine uymak mecburiyetindeyiz. Aykırı hareket etmekten de sorumluyuz. Dolayısıyla bu gibi işlere girişemez ve kimseyi teşvik edemeyiz.
Hz. Peygamber (sav)'in Kâab Bin El-Eşraf adındaki şahsa bir görevli yollayarak O'nu idam ettirmesi olayına gelince (bu bir siyasi cinayet değil, bir ceza infazıdır.) Çünkü o sırada müslümanlarm bir devleti vardı. Kendilerini koruyacak güçte idiler. Hatta eğer Hz. Peygamber isteseydi her şahsa karşı aklına gelebilecek düşmanlığı yapabilirdi.
İslam cemaati, dünyanın hiç bir yerinde İslami sistemin uygulanmadığı şu çağımızda yaşamakta olan küçük bir müslüman azınlıktır. Bu azınlığın başındaki lider, İslam devletinin başkanı Hz. Peygamber (sav)'in halifesidir. O'nun emirlerine uymak, Hz. Peygamber'e uymaktır; Hz. Peygamber (sav)'in emirlerine uymak ise Allah'ın emirlerine uymaktır.
"Kim elçiye itaat edecek olursa o gerçekte Allah'a itaat etmiş
olur." [16] halde liderin sözünü dinlemek vacip, Onun emirlerim yerine getirmek, Allah'ın emirlerini uygulamak demektir.
"Yaratığın, yaratıcıya aykırı düşürecek hiç bir emrine boyun eğilemez [17]
Hz. Ebubekir (ra) bir konuşmasında şöyle buyurmuştur:
"Allah'a ve Resulüne boyun eğdiğim sürece emirlerime uyun! Allah'a ve Resulüne karşı asi olduğum zaman emirlerime uya-mazsımz.'
Daha önce bahsettiğimiz hadisi şerife yine dönelim: Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Size beş şeyi emrediyorum:
1- Cemaate katılmak
2- Emri dinlemek
3- Emri uygulamak
4- Göç etmek
5- Allah yolunda cihad etmek.
Hir kim ki cemaatten bir karış boyu bile ayrılacak olursa -Yeniden dönüş yapması durumu hariç- İslam bağım boynundan çözmüş olur. Her kim ki cahiliyet davasına insanları çağıracak olursa (İslam dışı sistemlerin propagandasını yapacak olursa) namaz da kılsa oruç da tutsa müslüman olduğunu da ileri sürse yine de o, cehennemin curufundandır."
İslam cemaatinin lideri tüm müslümanların lideri sayılır. Onun sözünü dinlemek nasıl ki vacip ise (zorunlu ise) aynı şekilde onun sancağı altında İslam düşmanlarına karşı mücadele etmek ve savaşmak da müslüman kişi için vaciptir. Müslim, Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"İmam, (müslümanların lideri) siperdir. Onun arkasından savaşılır ve (müslüman savaşçı) onunla korunur."
İslam cemaatinin liderine hücum etmek, ona dil uzatmak, Allah ve resulünün emirlerine karşı gelmektir. Biat'ı [18] bozmak demektir. İslam uğruna verilen emekleri sabote etmek, müslümanların birliğini bozmak ve kargaşaya yol açmak demektir. Şu noktaya dikkati çekmeliyiz ki Hz. Ebubekir (ra) 'in ve Hz. Ömer (ra) 'in müs-lümanlar üzerinde heybetleri vardı.
O devirde bu makama dil uzatmaya, saygılı davranmaktan başka bir tavır göstermeye hiç kimse cesaret edemezdi. Çünkü düzen ve disiplini bozacak bir topluluk henüz oluşmamıştı. Ayrıca Hz. Peygamber (sav)'in bıraktığı izler henüz tazeydi, aralarından ayrılalı henüz çok olmamıştı. Hem sonra insanların iç dünyaları ruh yapıları henüz bozulmamış, müslümanların safları arasına kötü niyetli insanlar henüz sızma imkanım bulamamışlardı.
Bu nokta da göz önünde bulundurularak İslam cemaati sık sık kontroller, testler ve yoklamalar uygulamak suretiyle üyelerinin arasına gaflet anlarında sızmış münafık ve ajanları ayıklamalı, cemaatin korunmasını, varlığını, bu suretle sağlamalı ve cemaatin güvenliğinden emin olmalıdır.
Nitekim Hz. Osman (ra)'m halifeliği döneminde bazıyahudi-ler müslüman kisvesi altında müslümanların arasına sızmışlardı. Bu ajanlardan Abdullah Bin Sebe' Hulefa-i Raşidin'den üçüncü İslam Halifesi Hz. Osman (ra) hakkında ulu orta konuşuyor, şehir şehir dolaşarak her yana fitne tohumları ekiyordu. Müslümanlar daha önce böyle birini tanımamış, böyle bir bozguncu örneği hakkında deneyim kazanmamışlardı. Onun için hiç tahmin edemedikleri bir yöntemle körüklenen bir fitnenin belasına çarpıldılar.
Bazı müslümanlar bu fitnenin tuzağına da düştüler. Halifenin geniş merhameti, hoşgörüsü ve Allah'a olan sarsılmaz imanı bunların daha çok şımarmasına neden oldu. Bunun üzerine halife Hz. Osman (ra) o engin yüreğiyle bu belayı bizzat kendisi göğüsleyerek müslümanları kurtarmak istedi. Onun şehid edilmesiyle İslam toplumu şok geçirdi. Ve nihayet fitne patlak verdi. Halifenin bizzat kendisi bu fitneye kurban gitti. Müslümanların birliği bozuldu. Bu fırtına zaman zaman dindi ise de hep geçici oldu. Bu da bir sonraki halifenin güçlülüğü, önceki halifelere nisbetle doğru çığırda ısrarla devam etmesi zıt görüşlü kamplar arasındaki uçurumu kapatmak ve yaraları sarmak için büyük çabalar sarfetmesi yüzünden ancak biraz mümkün oldu.
Diğer yandan dış tehlike sebebiyle içeride oluşturulan güç birliği ve sürtüşmelerin sona erdirilmesi yolundaki gayretlerin, bilhassa İslamî yönetim devrinin son dönemlerinde müsbet tesiri oldu.
Burada şu Önemli noktaya işaret etmek gerekir ki müslümanların başındaki sorumlu kişinin eğer sözü hakaretlere veya devamlı tenkidlere uğrayacak olursa mevkii sarsılır ve yıpranır. Bununla birlikte devlet otoritesi de zayıflar. Çünkü lider müslümanların hepsini temsil etmektedir. Onun itibarı müslümanların itibarı demektir. Onun güçlü ve heybetli olması müslümanların sahip oldukları güç ve heybeti yansıtır.
İslami idare sistemi, Allah'ın kanunlarını yer yüzünde uygulamak ve insanlık aleminin tümüne davette bulunmaktır. îslamca yapılacak her çağrının amacı ve her müslüman davetçinin emeli budur, bu olmalıdır. Bu davaya hizmet etmek bütün müslümanla-ra farzdır. İşte bu noktadan hareketle müslümanların bir lidere biat etmeleri, onun etrafında toplanmaları vaciptir.
Hz. Ömer (ra), Hz. Peygamber (sav)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Kim Allah'a itaat eden bir eli yerinden çıkaracak olursa (ilahi kanunları uygulamakta olan bir yöneticiyi görevinden alırsa veya desteğini ondan çekecek olursa) kıyamet gününde Allah'ın karşısına O'nun mukadder cezasından kurtulacak hiç bir gerekçesi olmadan çıkacaktır ve her kim ki (Allah'ın kanunlarını yer yüzünde uygulamak üzere bir lidere) biat etmeden Ölecek olursa ca-hiliyet ölümüyle ölmüş olur[19]
Müslümanların başında bir tek liderden başkasının bulunması caiz değildir. Eğer bir başkası onunla siyasi rekabete girişecek olursa onunla mücadele etmek lazımdır.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kim bir lidere oyunu verecek olursa, gücü yetiyorsa onun emirlerine uysun. Eğer bir diğeri gelir de onunla siyasi çekişmeye girişirse işte o diğerinin kafasını vurunuz. [20]
Bunun üzerinde Allah kanunlarının uygulandığı "İslam devleti" statüsüne sahip bir ülke bulunmadığı için mevcut İslam cemaatinin emiri İslam halifesi durumundadır. Ona itaat etmek vaciptir, İslam kanun ve hükümlerim tatbik etme imkanına sahip olmasa bile Ona biat etmek kesinlikle zorunludur.
"Her kim ki Allah kanunlarını yeryüzünde uygulamak üzere bir lidere biat etmeden önce ölecek olursa cahiliyet ölümüyle ölmüş olur."
Henüz bir İslam devleti ortada yokken ve Allah kanunlarının uygulanması imkanı mevcut değilken müslümanların Hz. Peygamber (sav)'e biat ettikleri tarihte kanıtlıdır. Hz. Ubade Bin E's-Samit (ra) şunları kaydetmektedir:
"Kederde ve kıvançta sözünü dinlemek, emirlerine boyun eğmek, kendisiyle münakaşada bulunmamak (yetkisini elinden almak amacıyla onunla siyasi mücadelede bulunmamak) kimsenin kınamasından çekinmeden gerçeği söylemek ve doğrusunu yapmak üzere Hz. Resulullah'a biat ettik. (O'nun liderliğini ve devlet başkanlığım kabul ettik [21]
Biat ancak kitaba ve sünnete uyulması şartıyla yapılır. Biat eden kimse oyunu verdikten sonra artık cayamaz. Cemaatin emiri biat şartlarını ihlal etmedikçe biat edenin, düşüncesinden daha sonra vazgeçmesi caiz değildir. Ancak emîr biat şartlarını ihlal edecek olursa onu azletmek caizdir. Her müsîüman kişinin bizzat gelerek (zannedildiği gibi emirle el sıkışmak suretiyle) biat etmesi şart değildir. Sadece İslam cemaatine girmeyi kabul etmesi biat için kâfidir.
Dolayısıyla "Emîrle el sıkışmadım, o halde beyatim yerine gelmedi" diye kimsenin aklından bir şey geçmemelidir. Cemaati parçalamaya veya ona herhangi bir kötülükte bulunmaya yönelik her teşebbüs öncelikle cemaat reisine karşı işlenmiş gibidir. Bu sebepledir ki (dikkat edilirse) bugünkü cahili sistemler tarafından sürekli olarak îslam cemaatinin başındaki lider suçlanmakta, onun ve cemaatinin aleyhinde çeşitli asılsız dedikodular çıkarılmaktadır.
Bu gibi faaliyetleri dünya siyonizm ve haçlı örgütleri de desteklemektedirler. Onlara ayrıca müslüman geçinen bazı çıkarcılar daha katılmaktadır ki bunlar çok daha korkunç ve daha tehlikelidirler. Dolayısıyla bunlardan şiddetle sakınmak ve bu konuda söyledikleri her kelimenin arkasında hangi maksadın yattığım Öğrenmek şarttır. İlk müslümanlar birbirleriyle olan sıkı irtibatlarını koruyor, liderlik sevdasına düşmüyor (ancak görev verildiği zaman) faydalı hizmetlerde bulunuyorlardı. Emri, doğrudan yetkili olan Hz. Peygamberden alırlardı. Hizmet ve görevleri hakkında yalnızca onunla konuşurlardı. Şu andaki Emîr de Hz. Peygamberi temsil etmektedir.
Hz. Peygamber (sav) ilk İslam toplumunun çekirdeğim teşkil eden aileye çok büyük önem verirdi. Onun amacı bu ailelere sadece bazı bilgiler vermekle yetinmekten ibaret değildi. O, bu ailelerin fertleri tarafından uygulamalı bir îslami hayatın yaşanmasını sağlamak istiyordu. Uğrunda mücadele vererek yakında oluşmasını beklediği îslam devletinin teminatı altında ailece yaşanacak îslami bir hayat örneğini görmek istiyordu. Bununla ayrıca gerçekler göz önüne serilsin diye Mekke halkına uygulamalı örnekler sunmak, dolayısıyla üstlendiği davetin yapıcılığı hakkında bilgi sahibi olmalarını sağlamak böylece onları da müslümanların safları arasına almak istiyordu.
Nitekim El-Erkam Bin El-Erkam'm evinde Hz. Peygamber'in terbiyesiyle yetişen aileler bu tablonun canlı örneğinden başka bir şey değildi.
Hz. Peygamber'in çağrısı zamanla gönüllere işlemeye ve içlerinde karar kılmaya başladı. îman edenlerin sayısı da gün geçtikçe artıyordu. Bu gelişme Kureyş Topluluğunu ve liderlerini ürkütmeye başladı. îleri gelenler günün birinde menfaat ve mevkilerinin ellerinden çıkacağı, bir gün gelip Hz. Muhammed (sav)'in adamlarının eline geçeceği korkusuna kapıldılar.
Ayrıca Kureyşliler, dinlerinin bir gün zevale ereceği, putlarının parçalanacağı, şirklerinin terk edileceği endişesine kapıldılar. Bu yüzden durumu kurtarmak, hiç değilse heybet ve inançlarından bir şeylerin devamını korumak istediler. Bunun üzerine cahili sistemin bazı görüntüleri ile şirk inancından bir şeylerin devamını sağlamak amacıyla pazarlığa heves ettiler.
Hz. Peygamber(sav)'in Kâbeyi tavaf ettiği bir sırada bu maksatla Kureyş ileri gelenlerinden bazıları yanaşarak Ona:
- Ya Muhammed! Gel biz de senin taptığına tapalım, sen de bizim taptıklarımıza tap. Böylece ortak bir inançta birleşelim. Eğer ibadet ettiğin şey bizimkinden daha hayırlı ise biz de bu suretle ondan faydalanmış oluruz.
Yok eğer bizim taptıklarımız seninkinden daha hayırlı ise sen onlardan payına düşen faydayı sağlamış olursun, dediler...
Bunun üzerine bu dine ait meselenin tamamen Allah'a ait olduğuna, Hz. Muhammed (sav)'in bu konuda herhangi bir değişiklik yapma yetkisine sahip bulunmadığına dair kesin emri bildiren vahiy derhal indi. Bu geri çevirilmesi mümkün olmayan Allah'ın emri, kimsenin reddedemeyeceği Allah'ın hükmüydü. Bu hükümde ne pazarlık, ne aksi üzerinde anlaşmak ne de birleşmek mümkündü. Evet emir şöyleydi:
"Ey Muhammed! De ki: Ey inkarcılar! Ben taptıklarınıza tapmam; benim taptığıma da sizler tapmazsınız. Ben de sizin taptı-ğınza tapacak değilim, benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır. [22]
Görüldüğü üzere vurgulamalar peşpeşe gelmiştir. Bu yolda ilk adımlar işte böyle atıldı. Hz.Peygamber (sav) bu yolda böyle yürümeliydi... İslama çağrı görevini üstlenmiş her davetçinin izleyeceği çizgi bu olmalıdır. Cahiliyet doğrultusundan uzaklaşmak için düşünce ve davranışlarına bu tavrı koymalıdır.
Sapık düşünceli ve batıl inançlı kimselerin çok kere işleri tutum ve davranışları müslümanlarınki ile, özellikle konu ettiğimiz îslam cemaatlerinin davranış biçimleriyle {dış görünüş bakımından) benzerlik arzedebilir. Halbuki (öz ve gerçek açıdan) aralarında büyük farklar ve uçurumlar mevcuttur.
Müslümanların İslam dışı hayat sistemine göre yaşayanlardan farkedilebilmelerinin tek yolu cahüiyetten tamamen sıyrılmak, tamamen İslamî çığırda yürümek, ayrıntılarına kadar cahüiyetten ayrılıp İslama tamamıyla hicret etmekle mümkündür.
Cahüiyetten sıyrılmak, cemiyetin içinden çıkıp yapayalnız kalmak değil, cahili cemiyetten his ve şuur planında ayrılmaktır.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) Mekke'de müşriklerle ilişkisini sürdürüyordu. Onlarla alışveriş ediyor, onları davet ediyor, davetlerini kabul ediyordu.
Mesela: Ukba Bin Ebimuayyıt'm davetini kabul etmiştir. Kom-şusuydu. Bir gün Kureyş büyüklerini davet etmişti.
Resulullah (sav)'de aralarında vardı. Hz. Peygamber O'na "Allah'a yemin ederim ki Allah'a iman etmedikçe yemeğini yemem"
dedi.
Bunun üzerine Ukbakelime-i şehadet getirdi. Yemekten sonra da caydı ve Allah'ın elçisiyle alay etmeye başladı. Şu halde eğer cahili toplumdan tamamen ayrılacak olursa müslüman kişi İslama davet görevini asla yapamaz. Müslüman kişi îslamdan uzak olanları doğru yola davet etmeyecek mi? Peki onlardan uzaklaşıp da davetini nasıl yapabilecek ve onları nasıl yönlendirebilecektir?
Müslüman için, yaşadığı çevredeki insanlardan ayrı olduğunu, inançta, fikirde, davranışta ve hayatın her alanında onlardan farklı bulunduğunu hissetmesi kâfidir. Ancak bu insanlarla ilişkilerini sürdürürken yaptığı davetin önemi, güzellikleri zamanla onlara yansıyacak, onlara tesir edecektir. İslama çağrının esasen gayesi de budur. Müslüman kişi bu ilişkileri ve uygulamaları sağlam ve sürekli devam ettirdikçe etkisi de o derece geniş ve kapsamlı olacaktır.
Çok kere cahiliyet kaynağından akan cahili düşüncenin çeşitli grupları- ki bunlar dünyada da ahirette de cahiliyet vebalinde ortaktırlar ve propagandistleri basit düşünceli cahil müslümanları kendi saflarına çekmeye çalışırlar.
Bu propagandistler veya sırf çıkarları uğruna ve batıl davalarını (İslamdan birçok özellikler taşıdığı ve İslama davet ettiği hileleriyle) süsleyerek müslüman geçinen kimseler, çalışmalarında esasen İslama aykırı bir şey bulunmadığını, bilakis İslamı doğruladığını, hedeflerini gerçekleştirdikleri takdirde biraz daha İslama yaklaşmış olacaklarını bu suretle bir geçiş süreci başlatarak aşama aşama atlayıp İslamın da onayladığı ideolojilerini uygulama imkanına kavuşacaklarını ileri sürerler.
Aslında bunları sırf basit düşünceli cahil insanları aldatmak için sadece dilleriyle uydurup söylerler. Kalplerinde gizlediklerini ise ancak Allah (cc) bilir. Fakat AllahTeala'ya da malumdur ki bu adamlar yalancıdır.
Bunlardan kimisi şöyle diyor:
"Sosyalizm de İslamdandır (İslami bir görüştür.) Çünkü insanları adalete ve sömürüyü bırakmaya çağırmaktadır. Bu ise İslamın emridir."
Bazıları da şöyle bir izahta bulunuyor:
"Biz insanları eşitliğe davet ediyoruz. Bir sınıfın başka bir sınıf üzerinde otorite kurmaması için çağrıda bulunuyoruz. Hz, Resulullah (sav)'de aynı çağrıda bulunmuş ve bunu desteklemiştir."
Bir diğeri şöyle diyor:
"Biz kadına karşı adil ve insaflı davranılması, kendisine haklarının verilmesi çağrısında bulunuyoruz. Aslında kadına haklarını ilk defa kazandıran İslamdır. Ancak zamanla bu ülkelerde hüküm süren şartlar kadının geri plana itilmesine, ihmal görmesine ve önceki durumlardan çok daha kötü seviyelere düşmesine sebep olmuştur. Biz ise onun kaybolmuş olan haklarını yeniden kendisine iade etmek istiyoruz."
Başka biri de şunları söylüyor:
"Bugünkü şartlarda İslam ümmetinin birleşmesi (ümmetin gerçek anlamda oluşması) ve kendisine yakışan yolda yürümesi mümkün değildir. Bu ancak toplumda rüşvet, fırsatçılık ve ikiyüzlülük gibi ahlaksızlıkların kökünü kazıdıktan sonra mümkün olabilir. Fakat şu anda ahlaksızlık yaygın ve fakirlik topluma hakim durumdadır.
Yoksullukla üstün ahlak beraber olamazlar. Fakirlik neredeyse insanı Allah'ı inkara iter. Bu sebeple önce yoksulluğu ortadan kaldırmaya, sonra ahlakı yerleştirmeye davet ediyoruz. Çünkü bu şartlar altında doğrudan İslama çağrı yapmamız mümkün değildir.
Sebebine gelince böyle bir çağrı şiddetli tepkilere ve direnişlere sebep olur. Çünkü cehalet güçlüdür, böyle bir işe girişecek olursak bizi geri kalmışlıkla, gericilikle, yobazlıkla suçlarlar, damgalarlar."
Daha başka biri de şunları savunuyor:
"Biz bütün gücümüzle önce birliği sağlamaya çalışıyoruz. İslam da bunu istiyor. Fikir ve işbirliğini teşvik eden, ayrılıktan sakındıran bir çok ayetler vardır.
Ne zaman hedefimize ulaşırsak ve ne zaman birlik temin edilirse artık önümüzde İslamdan başka takip edilecek hiç bir yol kalmaz. Fakat şu anda doğrudan İslam adıyla hareket ederek çalışmamız mümkün değildir. Çünkü diğer ülkeler belki de bize katılmaz, bu düşüncelerimizi paylaşmazlar. Bu yüzden bizimle savaşabilirler de. Fakat önce birlik gerçekleşecek olursa bu beraberlik bir tek yönetim altında gerçekleşeceğinden İslam artık uygulanabilecektir.
Bugün toplum fertleri bizden nefret edip kaçmasın diye İsla-mı kişisel planda bile kendimize uygulayamıyoruz. Ama birlik temin edildiği zaman çeşitli fikir kamplarından oluşan toplum bunun şemsiyesi altında bir araya gelecektir. Bu birliğin karşısında da kimse artık direnemeyeçektir."
İşte böyle kamp kamp çeşitli sapık fikir ve ideolojilere sahip cemaatler cahil müslüma'nları bu tür propagandalarıyla tuzaklarına düşürmekle ve daha nice nicelerini yoldan çıkarmak için müs-lüman geçinerek bu zavallıları aldatmaktadırlar.
îşte bu şekilde insanları birbirlerine kırdırmakta, birbirlerine karşı savaştırmaktadırlar. Böylece şayet bu zavallıların gönlünde bir iman ve fikir pırıltısı varsa onu bile yıkıp yok etmeye çalışmaktadırlar.
Elbetteki cahili sistemi ayakta tutmak, yaşatmak ve propagandasını yapmak için aracı amaç sayan, cahiliyet metodu ile, birliği, ahlak ve adaleti gaye için araç sayan halkın ve îslamın metodu arasında çok büyük fark olacaktır.
Çağrı için gereken vesilelerin legal ve İslama uyar olması şarttır. İslamda asıl gaye Allah'a kulluk etmekten ve bunun için de onun sistemini yeryüzünde uygulamaktan, Allah'ın indirmiş olduğu hükümlerle muamele etmekten başka bir şey değildir.
Cahili sistemleri süslü gösteren her türlü propagandalara mukabil, işte İslama davet yolu budur. Bundan başkası değildir. Aslında her ideolojik ve siyasi kampın kendine mahsus belli fikirleri belli ilişkileri ve belli ölçüleri olduğuna göre -ki İslam bunların hiç birini kabul etmemekte, bunları reddetmekte ve bunlarla savaşmaktadır.- Bunları birliğe çağırmak da mümkün değildir.
Alkolün yaygın bir şekilde kullanılmakta olduğu, ahlak dersi verenlerin kadeh tokuşturduğu, zinanın her tarafta işlenir bulunduğu, bununla birlikte zinakârların ahlak öncülüğü yapmaya kalkıştıkları, faizin, rüşvetin, gizli ve aşikâr fuhşun, her tarafı sardığı bir ortamda insanlara ahlak konusunda davetiye çıkarmaya imkan yoktur.
Keza adalet erbabının milletin malına musallat olduğu, yoksulların sırtından geçinerek servet yaptıkları, bununla da yetinmeyerek sırf duyumsuzlukları ve gözlerini bürüyen para sevdası yüzünden zenginlere karşı kin besledikleri, oyun ve sömürü amacıyla tembelleri para sahiplerine karşı kışkırttıkları bugünkü ortamda insanları adalete, adil ve insaflı davranmaya çağırmak yine mümkün değildir.
Islama davet ise, her türlü faydalı ve hayırlı işe davet demektir.
Her türlü kötülükten parça parça taksit taksit değil, tamamen ve kökünden sakındırmak demektir. İslama davet prensibinde, kötülüğün, çirkinliğin fenalığın (şimdilik şu kadarını bırakalım da ortam müsait olunca zamanı gelince diğerlerini de bırakır, ıslah oluruz.) gibi bir şey yoktur.
İslama davette: Biz faydalı şeyleri yapmaya, zararsız şeyleri işlemeye davet ediyoruz gibi tutarsızlıklar da yoktur. Bütün bunlar her tarafın kendine göre yorumlayabileceği çelişkilerle dolu propagandalarıdır.
Hz. Peygamber (sav) Allah Teala'nın onun için seçmiş bulunduğu yoldan başkasını istememiş, bu yoldan da -Haşa!- hiç ayrılmamıştır. O bu yolu izlerken de belli aşamalarda bir takım zikzaklar çizip birinden ötekine eskisinden yenisine intikal etmek gibi bir olay yaşamamıştır.
Onun çağrısı, başından sonuna kadar aynı özellikleri taşıyan bir sistemle ve apaçık bir şekilde sürmüştür.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey Muhammedi De ki ey kâfirler, (Ey inkarcılar!) Ben taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma da sizler tapmazsınız Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Benim taptığıma da sizler tapmıyorsunuz. Sizin dininiz size, benim dinim de banadır."[23]
"Ey Muhammedi De ki benim yolum budur. Ben ve bana uyanlar bilerek insanları Allah'a çağırırız. Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Ben asla Allah'a eş koşanlardan değilim."[24]
Hz. Peygamber (sav) İslam'a davette öncülük yaparken hiç bir zaman ırkçı ve milliyetçi bir zihniyetle hareket etmemiştir. Mesela arap topraklarının bazı bölgelerini işgalleri altında bulunduran Perslere, Romalılara ve Habeşlere karşı savaşmak için çalışmamıştır.
Halbuki O, soy bakımından Arap kabileleri arasında en saygın olan Kureyş'in de en soylu ailesinden idi. Dolayısıyla Arap topraklarını savunmak ve hürriyetini sağlamak içn her bakımdan gerekli yeterliliğe ve liyakate sahipti.
O, çalışmalarını sürdürdüğü hiç bir aşamada İslama daveti milliyetçi bir davadan saymamıştır.
Birlik ve beraberliği ırkçılığın ve milliyetçiliğin değil, îslamın bir gereği olarak görmüş, bu sebeple de düşmanları kovup memleketinin birliğini temin ettikten ve tüm kabileleri îslamın karşısında dize getirdikten sonra, hatta yıldızı parlayıp otoriteyi tamamen eline geçirdikten sonra da kendisine inananlarla birlikte bu kez başka milletleri Allah'ın yoluna davet etmeye çalışmıştır.
Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Gerçek şu ki biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline getirdik ki birbirinizi kolayca tamyasınız. Şüphesiz Allah nazarında en değerliniz ona karşı gelmekten en çok sakınamzdır. Allah (her şeyi) bilendir (Her şeyden) haberdardır.[25]
Hz. Peygamber (sav)'de şöyle buyurmuştur:
"Arabm Arap olmayana, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak Allah'a bağlılıktadır."
Hz. Peygamber (sav) o devirde ilk adım olarak seviyesi pek düşük olan ahlakı düzeltmek için de öncelikle çağrıda bulunmamıştır.
Zulüm, zina, fuhuş, tefecilik, içki, kumar, gasp ve kabilelere karşı baskın o günkü cahili toplumun özelliklerinden idi. Halbuki İslam faziletleri açıklamakta ve çirkin işleri terkederek faziletlere sahip olmak için insanlara davette bulunmaktadır.
Eğer Hz. Peygamber İslama davet yerine ilk önce insanlara sadece güzel ahlak öncülüğüyle çağrıda bulunup bu doğrultuda başarı sağlasaydı toplumun ıslah olmasını arzu eden bir kitle de arkasından bu çağrıyla yürüseydi -ki her toplumda bu eğilimdeki insanlar çoktur- sonunda bu insanları peşine takarak davayı İslama çağrı şekline dönüştürebilirdi.
Ama O, böyle yapmamıştır.
Keza Hz. Peygamber (sav) davasının ilk adımlarında insanları sosyal adalete ve eşitliğe çağırmamıştır. Eğer davetini bu yönde yapmış olsaydı belki çoğunluk onu destekleyecekti. Çünkü o devirde küçük bir sınıf çoğunluğa hükmediyor, tefecilikle uğraşıyor, servetler vuruyor ve ticarete hakim bulunuyordu. Aynı zamanda bu tabaka servetine servet katan kölelik sistemini de elinde bulunduruyordu.
Hz. Peygamber (sav) ilk önce adalet ve eşitlik çağrısıyla ortaya çıkıp başarı elde etseydi çoğunluk da O'nu desteklemiş olsaydı ve nihayet bu şekilde üstünlük sağlayıp ondan sonra "Gelin Allah'a inanın" deseydi böyle de yapabilirdi. Ancak o bu şekilde de hareket etmemiştir.
Bunların hiç biri Allah (cc)'ın Hz. Peygamber (sav)'e vahyetti-ği yollardan değildi. Onun yolu, çağrısına başladığı daha ilk andan itibaren insanlara Allah Teala'yı tanıtmak, O'na sarsılmaz bir bağlılıkla bağlanmalarının kaçınılmaz olduğunu anlatmak oldu.Ta ki bu inanç onların ruh derinliklerine yerleştiği takdirde artık, Allah'ın hükümlerini onlara uygulayabilsin ve bu, yürekten inanmış insanların da kabul edebilecekleri istikrarlı düzeni kurabilsin.
Onlar da kendisine tamamen bağlansınlar ki işte iman etmek budur.
Nitekim Hz. Peygamber Kureyş liderlerinden Utbe Bin Rabîa, Amr Bin Hişam, Ümeyye Bin Halef ve Ubey Bin Halef, kendisim diplomatik bir ziyarette bulundukları sırada yanına gelen Abdullah Bin Ümmimektûm adındaki âmâ sahabiye yüz vermediği için Allah tarafından şiddetli bir ihtarla karşı karşıya kalmıştır.
Bu âmâ sahabi Hz. Peygamber (sav)'e bazı şeyler sorarak aydınlanmak istemişti. Ancak Hz. Peygamber (sav) 'de muhataplarıyla -belki müslüman olurlar ümidiyle- son derece meşgul durumdaydı. AllahTeala (O'nu ihtar ederek) şöyle buyurdu:
"Yanma âmâ biri gelince yüzünü asıp çevirdi.
Ey Muhammedi Ne biliyorsun, belki de O (adam bilgisizlikten) arınmak istiyordu veya öğüt alacaktı da bu Öğüt kendisine fayda verecekti.
Ama sen kendini öğütten müstağni gören kimseyi karşına alıp ilgileniyorsun.
Onun (inkarcılıktan) arınmasından sana ne! Sen Allah'tan korkup sana koşarak gelen kimseye aldırmıyorsun.
Dikkat et! Bu Kur'an bir öğüttür [26]
Kureyşliler önceleri Hz. Muhammed (sav)'in, yaptığı çağrının birtakım basit ilişkiler ve toplantılarla bir birlerine bağlanmış olan, onunla küçük sayılardaki taraftarlarından başkası üzerinde pek etki uyandırmayacağını, sadece onlarla sınırlı kalacağını, dolayısıyla Mekke toplumunun sosyal ve dini görüntüsünde hiç bir şey değiştirmeyeceğini, çünkü bu toplumun din anlayışını ortadan kaldırmanın çok büyük bir hadise olduğunu zannetmişlerdi.
Evet Kureyşliler ne kadar ilkel, ne kadar basit olursa olsun, bir dini tamamen ortadan kaldırmanın çok zor, aynı zamanda yeni bir din icat etmenin de son derece ihtimalden uzak olduğuna, şayet ciddi bir olay haline gelirse bunun uydurma olacağına ve kimsenin böyle bir riske girmeyeceğine inanıyorlardı.
Kureyşliler bu yeni çağrının Özünü kavrayamıyor, Allah için çalışmanın samimi olmanın onun yolunda (yüce amaçlar uğruna) mücadele vermenin, en sonu önceden düşünerek rahatlamanın ne olduğunu bir türlü anlayamıyorlardı.
Çünkü şirk içindeydiler. Genç bir Kureyşli hurma ezmesinden putunu yapıp ona tapıyor, sonra da ısırıp yiyordu. Hem sonra Kureyşliler ilk zamanlarda bu çağrıyla mücadelenin pek uzun süremeyeceği, kolayca bastırılacağı, az sayıdaki aldatılmış (!) taraftarlarınca bizzat terkedüeceği kanaatindeydiler.
Kureyşlüerin Hz. Muhammed (sav)'e ve müminlere karşı giriştikleri mücadelede daha baştan şiddeti artırmalarının nedeni ideallerinin aşağılanmasından, taptıkları şeylerin ayıplanmasından ve putlarının alaya alınmasından kaynaklanıyordu.
Bilindiği üzere insan dinine inancına ve düşüncesine hakaret edilmesi kadar başka bir olay karşısında sınırları aşan bir tepki göstermez. Hatta ilkel bir dine ve putperest bir inanca sahip olsa bile durum değişmez. Çünkü insan doğuştan dindardır ve bazen ilgisiz gibi görünse bile aslında dinine şiddetle bağlıdır.
Kureyşliler, Hz. Muhammed (sav)'in öncülüğünü yaptığı çağrıda hiç beklemedikleri şeyler gördüler. Tahmin edemedikleri sonuçlarla karşılaşır oldular. Onun yaptığı çağrı kısa zamanda çeşitli sınıflar, farklı tabakalar ve değişik seviyedeki insanlar arasında yankı uyandırdı. Bu yeni dinin karşısında şiddetle duran Kureyş oymaklarının bizzat içinden insanlar çıkıp bu davaya gönül verdi.
Müminlerin safları arasında ileri gelen kimseler de vardı. Zavallılar da vardı. Aralarında sözü dinlenen lider, pazarda satılan köle, yaşlı, genç, pişkin insan, tecrübesiz delikanlı, zengin tacir, yoksul hizmetçi, saygın hanımefendi, adı sanı bilinmeyen cariye yaşlı nine ve küçük yaştaki kız çocuğu da vardı.
Kureyşliler bu gelişmeyi görünce artık yumuşak tavırlarını bir kenara bıraktılar. Çağrıya karşı önceleri çekingen davrandılar. Sonra atalarının dinine biraz daha ciddiyetle sarılmaya, Hz. Peygamber (sav)'in verdiği öğütlerden yüz çevirmeye, arada bir yumuşakça ve orta bir yol izleyerek Hz. Peygamber (sav)'i de kendilerine uymaya (atalarının dinine karşı gelmemeye) bazen de sert çıkışlar yaparak O'nu tehdit etmeye çalıştılar.
Ancak bir zaman sonra Hz. Peygamber (sav)'e ve müminlere karşı yıkıcı ve yıpratıcı propaganda, eziyet, aç bırakma, takip ve boykot gibi çeşitli şekillerle hayatın her alanında kapsamlı bir mücadele başlattılar. Tıpkı günümüzde İslam davetçilerine karşı verilen savaşlar gibi...
Şimdi de Hz. Peygamber (sav)'e ve müminlere karşı düşmanları tarafından girişilen amansız savaşın çeşitli cephelerine bakalım: [27]
Kureyşliler daha baştan beri, gerek Hz. Peygamber (sav)'e gerekse O'na tabi olanlara Sabii (dönme) lakabını taktılar. Kureyş'ten kimileri O'nu kâhin, kimisi sihirbaz, kimisi de deli diye niteledi. Bazen O'nun liderlik sevdası peşinde olduğunu zannediyor, bazen de kendisine büyü yapılmış olduğu ileri sürülüyordu.
Şimdi de yönünü ve gidişatım değiştirsin diye halkının, Hz. Peygamberi ikna etmesi için görevlendirdiği Utba Bin Rabîa'nm O'na neler dediğini nakledelim:
UtbaHz. Peygamber (sav)'e giderek kendisine şunları söyledi:
"Bak yeğenim! Bildiğin gibi sen şerefli bir aileden ve üstün bir soydansın. Şimdi çıkıp halkını büyük bir gaileye sokmaya çalıştın; birliklerini bozdun, değerlerini aşağıladın, ilahlarını ve dinlerini ayıpladın, geçmişlerinin kâfirler olduğunu ileri sürdün. Şimdi beni dinle! Düşünüp, hakkında görüşlerini açıklaman için sana bazı tekliflerde bulunacağım. Umarım bunların bazısını kabul edersin.*'
Hz. Peygamber O'na: "Söyle bakalım, seni dinliyorum" dedi. Bunun üzerine Utba kendisine şöyle hitap etti:
"Bak yeğenim! Eğer ortaya atmış bulunduğun şu davadan amacın mal ve servet sahibi olmaksa, hepimizden daha zengin olacağın şekilde sana mal ve servet temin ederiz; eğer maksadın bir lider olmaksa sana danışmadan hiç bir iş yapmamak şartıyla seni başımıza lider seçeriz. Amacın kral olmaksa seni kendimize kral ilan ederiz. Eğer bu ileri sürdüğün şeyleri, bir cin gelip sana telkin ediyor da ona karşı koyamıyorsan sana çare arar, bütün servetimizi bu yolda harcasak bile derdinin bir çaresini buluruz."
Utba sözünü bitirinceye kadar Hz. Peygamber (sav) onu dikkatle dinledi. Sonra kendisine şöyle dedi:
"- Ey Ebu'I-Velîd! Sözünü bitirdin mi?"
Oda:
"-Evet" Dedi.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) O'na:
"- Bak beni iyt/dinle" diye dikkatini çekti. Utba da:
"- Buyur seni dinliyorum" deyince Hz. Peygamber Kur'an-ı Kerim'den şu ayetleri okuyarak sözlerine başladı:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla; Hâ mim. Bu kitap merhametli olan Allah katından indirilmedir. Bilen bir millet için müjdeci ve uyarıcı olmak üzere Arapça olarak ayetleri uzun uzun açıklanmıştır. Ama insanların çoğu (ondan) yüz çevirdi. Onlar (gerçekleri) işitmezler de ondan...
Ey Muhammedi.. Bizi davet ettiğin şeye (inanmak için) kalbimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda anlaşmamıza engel vardır; istediğini yap, biz de yapacağız derler.
Hz. Muhammed (sav) bu sureyi:
"Ey Muhammed! Eğer yüz çevirecek olurlarsa onlara de ki:
- İşte sizi Ad ve Semud'un başına gelen yıldırıma benzer bir ceza ile uyarmış bulunuyorum [28] mealindeki ayeti kerimeyi sonuna kadar okudu.
Utba bu sırada elini dehşetinden ağzının üzerine koyarak O'nu dinledi ve insanların, vadedilen bu ilahi cezaya çarptırılma-ması için O'ndan merhamet diledi.
Hz. Peygamber (sav) sonra surenin tamamını sonuna kadar okudu. Utba, iki elini kasıklarına dayamış olduğu halde, yine dikkat içinde O'nu dinledi. Sonra Hz. Peygamber (sav) secdeye vardı.
Secdeden doğrulunca Utba'ya şöyle dedi:
"Ey Ebu'I-Velîd! Bak dinlediklerimi duydun, artık gerisi seni ilgilendirir."
Bunun üzerine Utba arkadaşlarına döndü.
Onlara doğru yürümekteyken arkadaşları kendi aralarında:
"Allah'a yemin olsun ki, Ebu'I-Velîd gitmeden önceki çehresinden daha değişik bir yüzle dönüyor" diye konuştular.
Utba gelip yanlarına oturunca O'na:
"Söyle bakalım Ey Ebu'l-Velid, neler oldu?" diye merakla sordular.
Utba kendilerine şu cevabı verdi:
"Olup bitenler şöyle: Bakın! Ben öyle sözler dinledim ki, Allah'a yemin ederim benzerini daha Önce duymuş değilim. Allah'a and olsun bu sözler ne şiirdir, ne sihirdir, ne de kehanettir.
Bakın ey Kureyşliler! Size söylüyorum, gelin sözümü dinleyin işi de bana bırakın. Bu adamla davasının arasına girmeyin. Ondan uzak durun. Allah'a yemin ediyorum kendisinden dinlediğim sözlerin çok büyük yankıları olacaktır. Bakın, eğer siz Ku-reyşlüerden başka Araplar O'nu ortadan kaldıracak olurlarsa kendiliğinizden ucuz kurtulmuş olacaksınız.
Yok eğer O Arap milletine hakim olacak olursa bu takdirde de O'nun tahtı sizin tahtınız, O'nun ünü ve üstünlüğü sizin ün ve üstünlüğünüz demek olacaktır. Bu suretle de insanların en mutlu topluluğu olacaksınız."
Bunun üzerine arkadaşları O'na:
"Vallahi ey Ebu'l-Velîd! O, seni de büyülemiş bulunuyor" dediler. Utba da:
"Benim O'nun hakkındaki görüşüm bu, ama siz artık nasıl dilerseniz öyle yapın" diye cevap verdi [29]
Sonra gerek Hz. Muhammed (sav)'i, gerekse sahabilerini suçlayıcı çok şeyler söylendi. Hz. Peygamber (sav)'ise halkının, hakkındaki dedikodularına aldırış etmiyordu. O, davası uğruna sonuna kadar mücadelesine devam edip duruyordu.
En nihayet Allah (cc) hükmünü verecek, ancak Allah'ın dediği olacaktı.
Hz. Peygamber (sav), sadece halkını İslama çağırmakla kalmıyordu, çünkü onun daveti eski peygamberlerinki gibi belli bir toplumla belli bir kabileyle, belli bir cins veya ırkla sınırlı değildi. Bilakis tüm insanlığa yönelikti. Kesinlikle bu daveti ulaş tır m alıydı. Bu sebeple yabancıların Mekke'ye akın ettikleri hac mevsimini değerlendiriyordu. Onları Allah'a ibadet etmeye O'ndan başkasına tapmamaya davet ediyordu.
Kureyşliier bu durumu görünce tez elden O'na engel olmak, kabileler henüz kendisine meyletmeden o da henüz fertler üzerinde tesir uyandırmadan bu açık kapıyı kapamak için harekete geçtiler. Bu maksatla aleyhinde kamuoyu oluşturmak üzere her yana adamlar yolluyor, propaganda kampanyaları düzenliyor, ağlarını örüyor ve bu davayı Mekke'de boğmaya çalışıyorlardı.
Çeşitli yerlere yollanan bu adamların birbirlerini yalanlamamaları ve bu yüzden çelişkiye düşmemeleri amacıyla Hz. Muhammed (sav)'i dışarıdaki topluluklara deli ve kahin diye tanıtmak ko-nusuda fikirler ortaya attılar.
Ancak bu teklifler kabul görmedi. En sonda, söylediği çarpıcı sözlerle insanları büyüleyen maharetli bir sihirbaz olduğu, bu sözlerle karı koca arasına ayrılık soktuğu, oğulu babadan, babayı çocuklarından, eşinden ve yakınlarından ayırdığı yolunda şayia çıkarmak üzere söz birliği ettiler.
Hac mevsimi geldikçe Kureyşliier Mekke'de toplanan kabile mensuplarıyla aceleden görüşerek Hz. Muhammed (sav)'in aleyhinde yıkıcı propagandalar yapıyor, insanları onunla temas kurmaktan, sakındırıyorlardı.
İşte bu noktada artık dünyaya meydan okuyan, putları aşağılayan bir tek insanla, varlığını putlara dayamış, sosyal ve ekonomik hayatım bunlar üzerinde bina etmiş bir toplum arasında acı bir fikir mücadelesi başlıyordu.
İlk müslümanlar bu propagandaları büyük bir sabır ve tahammülle karşıladılar. Ancak bir kimsenin, inanıp davasına gönül verdiği liderinin, efendisinin ve peygamberinin aleyhinde aşağılayıcı iftiralar duyduğu halde hiç bir şey yapamaması kadar acı ve zor bir durum tasavvur edilebilir mi?
Üstelik Hz. Muhammed (sav) için, kendisine iman etmiş olanları yoldan çıkaran dininden dönmüş olanlara da, delinin birine uymuş kimseler olarak bakan bir toplum içinde dayanmak ne demekti?!
Ama onlar madem ki davanın haklılığına, sonucun apaçık göründüğüne, cennetin gözler önünde canlandığına inanmışlardı o halde sabır göstermeli ve bütün bu zahmetlere katlanıp cihada devam etmeliydiler.
Müslümanların aleyhindeki bu propagandalar, metodları, durum ve şartlara göre devirden devire değişse bile günümüze kadar amansız bir şekilde devam etmektedir. İslam davetçileri aleyhinde sürdürülen yıpratıcı propagandalar sözde onların, müslüman olduklarını ileri sürdükleri halde İslama uymadıkları, dindar görünmekle beraber dinin onlardan çok uzak olduğu şeklinde başladı.
Fakat bu propagandalar çok geçmeden hüsrana uğradı. Hakikatin karşısında perişan oldu. İftira ve yalanlardan ibaret olduğu açıkça anlaşıldı. Bu açık gerçek karşısında bu kez propagandalar, şahıslar ve prensipler aleyhine dönüşmeye başladı. Müslümanların sevk ve idare merkezlerini hedef tuttu. Ancak halk müslüman şahısları tanımaktadır. Çünkü onlarla daima ilişki halindedir. Onlarla birlikte yaşamaktadır. Dolayısıyla şahıslar hakkında uydurulan yalanlar, kaynağı ne olursa olsun inandırıcı olmaz. Tabii eğer dürüst iseler...
Sonra bir cemiyetin üyelerine bakılarak o cemiyetin tümü hakkında (genellikle) fikir sahibi olunabilir. îşte bu sebepledir ki, İslam düşmanları tarafından yapılan kötü propagandalarda, sıradan müslümanlar değil, toplumun fertleri tarafından tanınmayan müslüman liderler hedef alınmıştır. Çünkü halk bu statüdeki kimselerle sık sık yüz yüze gelemez.
Dolayısıyla müslüman cemaat liderlerini hedef alan yıpratıcı propagandalarda çok büyük hileler vardır. Bir kere ileri sürülen suçlamalar müşahedeye dayanmamaktadır. Suçlanan kimseyle biraraya gelinmedikçe ileri sürülenlerin aksi de bilinemez. Kaldı ki yüz yüze gelmek diye bir olay yoktur. Bütün bu çabalara rağmen müslümanlara yöneltilen suçlamaların tümü daima fiyasko ile neticelenmiştir.
Çünkü müslüman kişi samimidir, dürüsttür, öğütleyicidir ve ne pahasına olursa olsun sözünün eridir. Bunun aksi ise mümkün değildir. Müslüman, doğru olmayan hiç bir şeye teşebbüs etmez. Hayırlı olmayan hiç bir şeyi onaylamaz.; Genelde bütün insanlar, özellikle bütün müslümanlar için arzu etmediği bir şeyi kendisi için istemez.
Her müslüman bunu bilir. Bu bakımdan da hiç bir müslüma-nm, kardeşi durumundaki bir diğer müslüman hakkında uydurulan suçlamalara inanması mümkün değildir. Fakat bu durum İsla-mı bilmeyenler için geçerlidir. Bunlar ister İslam düşmanı olsun, ister müslüman geçinen gafiller olsun farketmez. Çünkü herkesin, kendileri gibi para, mevki ve şöhret peşinde koştuklarını zannederler. Hayat bütün aldatıcı süsleriyle onları peşinden sürükler. Hatta dünyada ne kadar cazip olursa olsun hiç bir şeyin kendilerini aldatamayacağı insanların da bulunduğunu düşünemezler bile.
İlk müslümanlar bu mücadelede o kadar acılar içinde sabır göstermiş olduklarına göre, dürüst ve samimi oldukları takdirde bugünkü müslümanların da selefleri gibi davaları uğruna her türlü zorluklara karşı göğüs germeleri mümkündür. Hakkında dedikodu çıkmasından çekinen ve propagandalardan korkan kimse zaten hizmete yaramaz. Bu tip kimse eninde sonunda tökezleyecek, sonra da yavaş yavaş düşmanların yanında yerini alacak ve nihayet tamamen dava yolundan sapacaktır. Bu sebeple de Allah'ın cezasını hak edecek ve hesap gününde hak ettiği cezaya çarptırılacaktır.
İslam cemaati arasında bazı fertlerin dava yolunda elenmeleri müslümanların moral açısından zayıf, veya iman ve ihlas bakımından hasta oldukları anlamına gelmez. Tam tersine onların çok zinde ve sağlıklı olduklarını, aralarında bulunabilecek ve onları davaları uğruna çalışmaktan alıkoyabilecek mikropları hemen dışlayıp temizleyebileceklerini kanıtlar.
Mekke'deki cahili toplum, İslam davası başarıya ulaştığı takdirde menfaatlerini kaybedeceğinden korktuğu için ilk davet çalışmalarına karşı çıkıp direndi. Onun için her sahada ve kabileler arasında çeşitli kötü ve yıkıcı propagandalara girişti.
Bugün bütün dünya, bütün insanlık el birliğiyle İslama karşı amansız bir savaş açmış bulunmaktadır. İslam düşmanları bu savaşta eldeki en son ve en modern araçlarla, en fenni inceleme, ara-şırma ve casusluk usulleriyle müslümanlara karşı savaşmaktadırlar. Çünkü İslam davasının başarıya ulaşması, çıkarlarının ve egemenliklerinin sonu demek olacaktır. İslam davası eğer başarıya ulaşacak olursa yabancı devletlerin, müslümanların yaşamakta oldukları ülkelerdeki çıkarları da son bulacaktır. Üstelik îslamın aydın düşüncesi bu ülkelerde yaşayan insanlar arasında yayılacak, ilk devirlerde olduğu gibi bunların zulmünden kurtulmak için insanlar İslama sarılacaklardı. Bugün müslümanlann yaşamakta oldukları ülkelerde yönetimler îslama karşı düşmanca savaşmaktadır. Çünkü bu ülkelerde eğer îslam başarıya ulaşacak olursa baştaki diktatörlerin heva ve hevesleri kursaklarında kalacak, uyguladıkları yönetimlerin zulüm, baskı ve hakimiyetlerinin sonu olacaktır.
Böyle bir başarı, müslümanlann, sırf arzu ve zevkleri uğruna yaşayanların ahlaksızlıklarından kurtulmaları ve şaşmaz ilahi düzeni yeryüzünde uygulamak imkanı demek olacaktır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Size ne oluyor da;
- Ey Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize sahip çıkacak birini gönder, katından bize bir yardımcı lütfet, diyen, zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?
İnsanlar Allah yolunda savaşırlar. İnkar edenler ise şeytan uğruna mücadele verirler. Şeytanın taraftarlarıyla savaşın. Esasen şeytanın hilesi zayıftır[30]
Şartlar ne olursa olsun İslam davetçileri Allah (cc)'m izniyle her türlü yıkıcı ve çirkin propagandalara karşı göğüs gerecek, her meydan okuyuşa karşı direnecek, halkın dedikodularından da korkmayacaklardır. Bu engeller tam tersine onlara daha ziyade iman gücü verecektir. Onlar da bu mücadelelerinde mükafat olarak sadece Allah'ın rızasını, hoşnutluğunu bekleyeceklerdir. Aynı zamanda yüce dinlerinin meşru gördüğü şekildeki İslamca davranışlarıyla ilişkilerini insanlarla sürdürmeye çalışacaklar, sonunda da zafere ulaşacaklardır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Halk onlara:
- Düşmanlarınız size karşı bir ordu toplamış bulunmaktadır.
Onlardan korkun, dediği zaman bu, onların iman gücünü artırdı da Allah bize yeter o ne güzel vekildir, dediler [31]
Yine Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Yemin olsun ki Allah'ın dinine yardım edenlere o dayardım edecektir. Gerçek şudur ki: Allah güçlüdür. Onları biz yeryüzünde yerleştirecek olursak namaz kılacaklar, zekat verecekler, güzeli (iyiyi) emredecekler, fenalığı yasaklayacaklardır. İşlerin sonucu ise Allah'a aittir.[32]
Kureyşliler Hz, Peygamber (sav)'in dava arkadaşlarının Habeşistan'a göç ettiklerini, orada güven içinde bulunduklarım, Neca-şi'nin göç edenleri koruduğunu ve îslamm kabileler arasında yayılmakta olduğunu görünce liderleri bîr araya toplayarak Hz. Peygamber (sav)'i koruyan ailesi, Haşimoğullan ve .Muttaliboğulla-rı'na karşı aralarında bir sözleşme yapmak üzere müzakerelerde bulundular.
Bu sözleşmeye göre ne onlara kız verecek, ne de onlardan evleneceklerdi. Ne onlara bir şey satacak, ne de onlardan bir şey satın alacaklardı. Sonra bunları bir kağıda yazarak birlikte onaylayıp karşılıklı olarak sözleştiler. Bu kağıdı da teyid olsun diye Kabe'nin içinde bir yere astılar.
Kureyşliler bu şekilde davranmca Abdülmuttalib'in oğlu Ebu-leheb hariç Haşimoğullan ile Abdülmuttaliboğulları kendi muhitlerinde Ebutalib'in etrafında birleştiler. Ebuleheb ise KureyşHlerin safında yerini aldı. Müslümanlar bunun üzerine üç yıl kadar boykot çemberinde yaşadılar. Haram Aylar hariç başka zamanlar mahallelerinden çıkamazlardı. İhtiyaç duydukları şey kendilerine ancak gizli ulaşırdı.
Kureyş'ten biri onlarla görüşmek, onları ölüm tehlikesinden kurtarmak isteyecek olsa bunu ancak gizlice yapabilirdi. Sağlıkları bozulmuş, elbiseleri eskimiş, açlık ve susuzluktan emzikli kadınların göğüsleri kurumuş, çehreleri solmuş, vücutları zayıf düşmüş, organları canlılığını yitirmişti.
Hz. Peygamber (sav) onların çektikleri bu işkencelerin kat kat fazlasına maruz kalmaktayken aralarında dolaşıyor, ancak boş midelerinin üzerinde ümitle dolu gönüllere rastlıyordu. Bu kitle her bakımdan sıkı bir dayanışma içindeydi. Kureyş'ten bazı kimselerin vicdanı uyanıncaya kadar bu durum böyle devam etti.
Daha önce putperestliğin karanlık perdesi ve cahili anlayışın evham ve kuruntuları gönüllerini bürümüştü. Sonra dayanamadılar, feveran edip bu sözleşmeyi yırttılar. Sözleşmedeki kararlara karşı öfkelerini ilan ettiler. Bunun üzerine Haşimoğulları ile Mut-taliboğulları rahatladılar. Böylece sabır zafere ulaşmış, ekonomik savaşa, toplumun ve akrabanın zulüm ve baskılarına karşı üstünlük kazanmıştı. [33]
Dün meydana gelmiş bu olaylar işte bugün yine tekerrür etmektedir. Belki de bugünün baskı ve zulümleri düşmanın, etkin olan modern sistemlere başvurması sonucu daha şiddetli olmaktadır. Çünkü düşman bugün müslümanlara karşı üniversite kapılarını kapamış, devletin önemli mevkilerine gelmelerini önlemiş, emeklerini ellerinden almak için savaşmıştır. Fakat müslümanla-rın bu engellerden yılması mümkün değildir. Çünkü o hiç bir şüphenin asla müdahale edemeyeceği sarsılmaz bir imanla rızkın mukadder olduğuna, nasip ve ecelin Allah (cc)m elinde bulunduğuna kesin surette inanmaktadır.
"Rızkınız da size vadedilen ceza da yukarıdan gelir [34]
Allah (cc) şöyle buyurmaktadır:
"Kıyametin ne zaman kopacağını bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru o indirir, rahimlerde bulunanı o bilir. Kimse yarın ne kazanacağını bilmez. Ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz her şeyi bilen, her şeyden haberdar olandır."[35]
Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah (ra) şunları anlatmaktadır:
"Ben Hz. Peygamber (sav)'ibir ara geriden takip ederken, bana dönüp şöyle dedi:
- Bak delikanlı, sana bazı sözler öğreteceğim:
Allah'ı daima hatırında, tut ki Allah da seni korusun. Allah'ı devamlı hatırında tutarsan O'nu her zaman karşında bulursun. Bir şey isteyecek olursan onu ancak Allah'tan iste. Yardım dileyecek olursan ancak Allah'tan dile.
Şunu bilmiş ol ki: Bütün millet sana bir hususta yardım etmek için elbirliği etse bile eğer Allah onu yazmamişsa onlar sana asla faydalı olamayacaklardır.
Ve yine milletin tümü sana bir fenalık yapmak için elbirliği etse bile eğer Allah onu yazmamışsa onlar asla sana zarar veremeyeceklerdir.
Kalemler kaldırılmış, sayfalar (in mürekkebi) kurumuştur[36]
Haşimoğulları ve Muttaliboğulları Ebu Talib'in semtinde çember içine alınınca gençleri evlenmekten de yoksun kaldılar. Maddi durumları yaşadıkları mahrumiyetten dolayı birine karşı olan sevgi ve yakınlıklarım korumaya artık az veya çok müsait değildi. Sağlıkları bozulmaya, malları telef olmaya maruz kaldı. Bedenleri kurumuş bir görünüm içine girdi. Tazelikleri kayboldu. Tabi bunu açlık götürdü. Çile ve bela üzerlerine bütün sür'atiyle geldi. Öyle çekilmez bir sıkıntı içine girdiler ki kişinin gurur duyabileceği, zevk alabileceği her şey yok oldu. Gençler doğal olarak gönüllerinde birbirlerine karşı besledikleri sevgiyi artık dürüp bir kenara attılar. Bu durum, karşı cepheden olup, aileleri tarafından hapsedilerek boykot bölgesi içinde bulunan arkadaşlarıyla ilişkileri kesilen Kureyş gençleri için de aynı zamanda sözkonusuydu.
Boykot çemberindeki semtin halkı Haram Aylar'da Mekke'ye inip şehrin gürültüsünü, kalabalığını görünce üstlerindeki eskimiş elbiseler içinde ızdırap ve açlıktan iki büklüm olmuş vücutlarıyla geçmişteki bolluk günlerini hatırlıyor, ancak ahiretteki ebedi geleceklerini düşünerek bu (geçici ve gayrimeşru) nimetlerden iğreniyorlardı. Bu nimetler bütün insanların, alemlerin Rabbi karşısında hesap verecekleri gün, müslüman kişinin gözünde cehenneme dönüşüyor ve içinde tiksinti uyandırıyordu.
Bu nimetler ki sahipleri ebediyyen ateşte yanacak, halbuki kendileri cennet bahçelerinde Allah'ın ihsan edeceği (bu nimetlerden) daha üstün mükafatlarla mutluluk ve sevinç içerisinde ebediyyen yaşayacaklardı. Korkunç bir perişanlığın yaşandığı o semt, içinde sadece emzikteki bebelerin ve çocukların açlıktan ağlama sesleriyle birlikte, inanan ya da inanmayan akrabalarıyla beraber bu semtte oturmaya mahkum olmuş müslümanların beddua seslerinden başka bir şeyin duyulmadığı ürpertici bir yalnızlığa terkedilmiş olan o hayaletler mahallesi, bu manzarayı seyreden mümin kişinin gözünde bir cennet bahçesine dönüşüyordu.
Psikolojik savaş, günümüzde de müslümanlara karşı en ağır şekilde uygulanmaktadır. Bu savaş: açık saçıklık, utanç perdesini yırtmış kadın erkek ilişkileri, açıkça işlenen akıl almaz rezalet ve çeşitli günahlarla her yerde mevcut ve yaygındır. Şiddetli tahrik altındaki müslüman gençler, bu çamurlara bulaşmaktan, ancak güçlü imanları ve dinlerine olan bağlılıkları sayesinde zor bela ko-runabilmektedir. Böylece toplumun battığı bu kirlere bulaşmamak, bu derece basitleşmemek ancak bu direniş sayesinde mümkün olabilmektedir. Ama ne de olsa nefsin arzuları ve doğal olarak hisleri vardır. (Bu tahrik edici şeyler karşısında direnmek kolay değildir.)
Cereyan eden bu psikolojik savaş karşısında müslüman kişi bazen oruç tutarak, bazen başka ibadetlerde bulunarak, bazen de tahrik edici bu ortamlardan mümkün olduğu kadar uzak durarak ancak başarıya ulaşabilmektedir. Ne varki müslüman her halükarda bu atmosferin içinde istemeyerek zorla ve mutsuz bir şekilde yaşamaktadır.
Ümmeti parçalamak ve gençleri uçuruma atmak bakımından belki de bu, savaşların en şiddetli ve en etkili şeklidir. Çünkü bu savaş onları sapık yollara düşmeye azmettirmektedir. Nitekim bu yola düşenler şehvetleri uğruna her şeylerini satmaktadırlar. Ne yazık ki bazen imanlarından olmak pahasına bile bu gibi durumlara düşebilmektedirler. İlk müslümanlar alaya alınarak, çiğnenerek, yalanlanarak uğradıkları çeşitli baskıların yanında bir an bile huzurlu yaşamaya fırsat bulamadan işte böyle çetin bir psikolojik savaş karşısında da direnmeye çalışıyorlardı.[37]
Kureyşliler çeşitli baskılarına ilave olarak erkeklerden müslüman olup Hz. Muhammed (sav)'in izinden yürüyenlere bu kez işkence yapmaya başladılar. Her kabile kendi içinden müslüman olanların üzerine yüklendi.
Onları hapsediyor, Mekke'nin yakıcı sıcağı altında döverek kırbaçlayarak aç ve susuz bırakarak işkenceler yapıyor, ezip perişan ettiklerini dinlerinden döndürmeye çalışıyorlardı. Aralarında, işkencenin ağırlığına dayanamadıkları için dönerek onların fitnesine yeniden düşenler olduğu gibi, direnip de Allah'ın koruduğu kimseler de bulunuyordu.
Örneğin Ümeyye Bin Halef tam öğle sıcağı bastığı sırada Büal-i Habeşi'yi Mekke kumsalına çıkarıyor, elbiselerini soyarak O'nu sırtüstü kızgın kumların üzerine yatırıp karnının üzerine ağır kaya parçaları koyduruyordu.
Sonra da kendisine şöyle diyordu:
"Ölünceye kadar, ya da Muhanımed'i inkar edip, Lat ve Uz-za'ya [38] ibadet edinceye kadar işte bu şekilde kalacaksın."
Bilal ise sürekli olarak:
"O birdir, O birdir..." deyip imanında direniyordu.
Hz. Ebubekir Onu satın alarak hürriyetini bağışlayıp kurtarın-caya kadar hep bu işkenceler altında kaldı.
Benî Mahzûm ailesi, himayeleri altındaki genç Ammar Bin Ya-sir'i babası Ammar ve annesi Sümeyye ile birlikte tam öğle sıcağı bastığı sırada Mekke kumsalına çıkarıp onlara işkence yaparlardı. Bunlar İslamı kabul etmiş bir aileydi. İşkence gördükleri bir sırada Hz. Peygamber (sav) kendilerine yakın bir mesafeden geçmiş, ancak gözleri yaşlı, kalbi hüzün dolu, hiç bir şey yapamamıştı.
Sadece onlara:[39]
"Ey Yasir ailesi, gerçek şu ki sizinle cennette buluşacağız."
diyerek onları teselli etmeye çalışmıştı. Bu işkenceler sırasında Sümeyye edep mahallinden bir ok yarası alarak şehid edildi.
Böylece ilk İslam şehidi unvanını aldı.
Ebu Cehil Amr Bin Hişam, birinin müslüman olduğunu duyunca ona uğrardı. Eğer bu kimse eşraftan ve dokunulmazlığı olan biri ise onu kınar, ayıplar ve:
"Bak babanın dinini bıraktın, halbuki baban senden daha akıllıydı. Seni bu pısırıklığından dolayı kınayacağız, görüşünü, düşünceni daima eleştireceğiz, şerefini düşüreceğiz, (aleyhinde çalışıp seni yıpratacağız. Seni gözden düşüreceğiz) diye onu tehdit ederdi.
Eğer bu müslüman olmuş kimse ticaretle uğraşıyorsa ona da şöyle derdi:
"Bak vallahi tezgahım bozacağız, malım paranı darmadağın edeceğiz."
Eğer zayıf (arkası ve adamı olmayan) biri ise bu kez de onu döver, ona dayak attırırdı.[40]
Abdullah Bin Abbas (ra) bu olaylar hakkında şu özet bilgiyi vermektedir;
"Müslüman olmuş kimseye öyle dayak atar, öyle aç ve susuz bırakırlardı ki uğradığı bu feci durumdan sebep (ayağa kalkmak şöyle dursun) doğrulup oturamazdı bile..."
Durum sadece bir kaç müslümanın işkence görmesiyle sınırlı kalmıyordu. Bilakis müslüman olanların hepsi -Hz. Peygamber de dahil- bu şiddet ve zulümlere uğradılar. Ona karşı sürekli olarak giriştikleri aşağılama, yalanlama ve alaya almanın yanı sıra daha tehlikeli saldırılara ve suikastlere de uğradı.
Anlatıldığına göre Hz. Peygamber (sav) bir gün insanları aydınlatmaya çalışırken hitap ettiği herkes hür köle kim varsa O'nu yalanladı. Bununla birlikte O'nu öldürmeye defalarca teşebbüs ettiler.
Ancak Allah Teala O'nu korudu. Yoluna diken koydular, başından aşağı toprak ve kemik ufağı döktüler. Namazda iken sırtına deve işkembesi koydular, öyle ki kızı Hz. Fatıma gelip sırtından indirmeyecek olsa secdeden kolayca doğrulamazdı.
Kureyşten bazı bedbahtlar O'na dayakla saldırma küstahlığını bile gösterdiler. Bu sırada Hz. Ebubekir (ra) den başka biri O'nu kurtaramadı. Hz. Ebubekir (ra) saldırganlara:
"Sırf Rabbim Allah'tır dediği için mi bu insanı öldürmeye çalışıyorsunuz?!.."
Şu noktayı çok iyi düşünebümeliyiz ki Hz. Peygamber (sav) bu gibi durumlarda papuç bırakacak kadar zayıf ve biçare bir kimse de değildi. Fakat Kureyş aileleri arasında bir kavga meydana gelmesin, kan dökülmesin diye olay çıkarmazdı. Belki de bunda Allah'ın bir hikmeti vardı. Çünkü ne müslümanlar henüz güçlenmiş, ne de İslam dini tüm kanun ve kurallarıyla son şeklini almıştı.
"Allah mukadder olanı gerçekleştirmek için böyle yaptı."
Hz. Peygamber (sav) davasını yaymak ve destek aramak için Taife gittiğinde yine saldırıya uğradı. Dönüşünde Mekke'ye girmekten engellendi. Ve ancak, Mut'im Bin Adiy adında birinin kefaletiyle şehre girebildi.
Kureyşliler müslümanlan, özellikle aralarındaki ezikleri çiğniyorlardı. Müslümanlar ise ancak Kur'an-ı Kerim'den ayetler okuyarak onlara cevap vermeye çalışmaktan başka bir şey yapamıyor-lardı.
Müşrikleri, bazen, uğrayacakları cehennem ateşiyle, bazen de bilhassa kimisinin adım işaret ederek veya doğrudan anarak Allah'ın mukadder cezasına çarpılacağına dair tehditlerde bulunuyorlardı.
Çünkü bazı ayetler belli bir konuyu işliyor ve böyle bir konu ile ilgili kişilerin kim oldukları anlaşılmış oluyordu. (Köleyken müslü-man olmuş ya da şehrin asıl yerlisi olmadığı için) bu Müstaz'af (ezilmiş) müslümanlar efendileriyle ve Kureyş'in ileri gelenleriyle beraber bir yerde bulunup birlikte oturmayı, göze alamazlardı. Fakat müslüman olduktan sonra onlara karşı cesaretlendiler.
Gerek onların yanında, gerekse bulunmadıkları zamanlarda Kur'an-ı Kerim'den ayetler okudukça ahirette başlarına gelecek olan korkunç sonucu hatırlayarak onları daima Allah'ın vereceği cezalarla tehdit edip durdular.
Günümüzde müslümanlara uygulanan işkenceler, ilk cahiliyet devrinde onlara reva görülenlerin çok daha üstündedir. Ük müminler sabrettiler ve hayattaki hedeflerini gerçekleştirdiler.
Günümüz müslümanlarının da göstermekte oldukları sabır ve metanetin bir mükafatı olarak arzularına erişmelerini diliyoruz.
"Sizden önceki müslümanların durumu sizin de başınıza gelmeden önce cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz? Peygamber ve beraberindeki müminler:
- Allah'ın yardımı artık ne zaman gelecek, diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı, tyi bilin ki Allah'ın yardımı şüphesiz yakındır.[41]
tslamın ortaya çıktığı günlerde Mekke'de siyasi durum, günümüzdeki anlamıyla henüz oluşmuş değildi. Çünkü toplum küçüktü, dış dünya ile ilişkileri zayıftı.
Siyasetin (Küçük Mekke toplumu için) önemli bir rolü yoktu. Fakat çağımızda ve içinde yaşadığımız toplumlarda siyaset sosyal hayatın önemli bir cephesi sayılmaktadır. Bu nedenle belli bir şehir veya ülkeyle sınırlı kalmayan, bilakis her yerde bulunan ve dünyada yaygın bir çokluğa sahip bulunan îslam düşmanlarının giriştikleri yıkıcı propagandalarla birlikte yahudiler, hıristiyanlar, putperestler ve ilkeller [42] İslama karşı savaş konusunda tam bir ittifak halindedirler, (görüş ve güçbirliği içindedirler.)
Bu konuda hiç biri diğeriyle uzlaşmazlık içinde değildir. Bunlara ek olarak bir de cahili bir hayat tarzı içinde yaşayan müslüman görünümünde kimseler vardır ki müslümanlara ait topraklar üzerinde hüküm sürmekte, çıkarları uğruna ve kendilerini idare eden efendilerinin gösterdiği yolda yürümektedirler.
Demin sözünü ettiğimiz İslam düşmanlarının basın ve yayın araçlarıyla amansız şekilde Islama karşı açmış oldukları propaganda savaşının yanı sıra, sözde aynı davaya hizmet eden sahte İslami örgütler kurarak, İslami sıfatlar kullanarak (Sırf hedeften saptırmak, kamuoyunu şaşırtmak, İslam ve müslümanlar aleyhinde çirkin imajlar yerleştirmek amacıyla) İslam dışı faaliyetler icra etmekte, bu işler için İslamın can düşmanlarından talimat almaktadırlar.
Bunlar İslam dışı cahili sisteme bağlıdırlar. Bu sistemden faydalanmakta, hatta bundan da öte ilişkiler sürdürmektedirler. Diğer İslam düşmanları da bu konudan yararlanmaktadır. Çünkü müslüman kişi bu propaganda ortamında yıpranıp kaybolmakta ve müslümanların verdikleri mücadele etrafında bu sebeple bir çok soru işaretleri de belirmektedir. Çünkü bu ortamda cereyan eden ilişkiler müslümanlara mal edilmekte ve bütün müslümanlar töhmet altında kalmaktadır. Bu arada yapılan isabetli {ve samimi) çalışmalar da ziyana uğramaktadır.
Sonuç olarak bir çok müslüman cemaatler arasında ihtilaflar da çıkabilmektedir.[43]
Kureyşliler ticaretle uğraşan, ticaretle haşir neşir olan bir topluluk idiler. Kışın Yemen'e, yazın ise Şam'a kervanlar, iş seyahatleri düzenleyerek soyut bir maddi hayat tarzı ile yaşıyorlardı.
Kişiyi maddi ölçülerle değerlendiriyor, sosyal mevkilerini ticaret ve servetleriyle Ölçüyor, kendi değerlerini kabile ve soy asaletine bağlıyorlardı.
Hz. Muhammed (sav) davetine başlayınca Kureyşliler önce bu davetin buna-benzer bir amaca yönelik olduğunu,dünya malına ve maddi çıkara hizmet ettiğini zannettiler.
Fakat Hz. Muhammed (sav)'e mal mülk, mevki ve kadın gibi şeyler teklif edip reddedildiklerini görünce şaşırdılar. Onun bu şeylere bağlı olmayan maksatlarla tekliflerini reddetmesine son derece hayret ettiler. O'nu delilikle suçlamaları işte bu sebeptendir.
Kureyşliler O'nda, suçladıkları vasıfların bulunmadığım bununla birlikte davasında direndiğini hiç bir şeye aldırış etmeden yoluna devam ettiğini görünce büsbütün çileden çıktılar.
Bu nasıl Allah elçisi olabilirdi? Allah bir yoksulu hiç elçi seçer miydi?
Allah eğer elçi seçmek isteseydi ancak Mekke'de Velid Bin El-Muğira veya Taif te Amr Bin Omayr El-Sakafı gibi zengin birini seçmeliydi.
Onların bu yargı ve değerlendirmelerini Kur'an-ı Kerim şöyle dile getirmektedir:
"Bu Kur'an iki şehrin birinden bir büyük adama indirilmeli değil miydi, dediler. Ey Muhammed! Rabbinin rahmetini (yoksa) onlar mı taksim edip paylaşıyorlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz taksim ettik. Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.[44]
Tabii ki bu adamlar, davet, cihad, dava uğruna can feda etmek, ihlas, (davaya samimiyetle bağlılık) ve Allah yolunda salih amel işlemek (faydalı işler yapmak) gibi şeyleri hiç bilmiyorlardı. Bu kavramlara yabancı idiler. Bu kavramlar kullanılırken cahiliyetçilerin anlayışında bunlardan amacın madde olduğu, onun ötesinde bir anlam taşımadığı şeklindeydi.
Bugünkü yorumlar da dünkü yorumların aynısıdır. Mesela mümin kişinin çirkin söz söylemekten, ırzını avretini açıp saçmaktan uzak durması, başkalarının avretine bakmamak, iffetli davranmak, fazilet ve ahlak sahibi olmak konusunda başkalarına davette bulunması günümüzün cahiliyetçileri tarafından psikolojik sıkıntı birikimi ve kadınlara karşı iktidarsızlık veya menfaat için dindar görünmek ve riyakarlık yapmak şeklinde yorumlanmaktadır. Keza içki kullanmamayı müminlerde erkeklik hislerinin kemale ermediği gençlik ruhunun onlarda gelişmediği (!) şeklinde izah edilmektedir.
Kureyşlilerin müslümanlara yaptıkları eziyetler gittikçe şid-detlendi.Ancak zorlukların sonu kurtuluş ve selamettir. Daima zifiri karanlıklardan sonra şafak söker ve ortalık aydınlanır.
İşte yapılan bu eziyetlerin sebebiyledir ki Hz. Peygamber (sav)'in amcası Hz. Hamza (ra) müslüman oldu. Çünkü cariyelerden birinin Hz. Peygamber (sav)'e, Ebu Cehl'in yaptığı eziyetten dolayı Hz. Hamza'yı yermesi kendisine dokunmuş, yeğenine yapılan bu çirkin muamele O'nu çileden çıkarmıştı. Hz. Hamza şiddet li bir öfke ile doğruca o bedbaht adama gitti. Allah Teala O'nu yüceltmeyi takdir buyurduğu için bu kez alıştığının ve önceleri yaptığının tam tersine, Ebucehl'e giderken yolda hiç kimsenin yanında duraklamadı. Rastlanacak olursa Ebucehl'e ders vermeyi azmetmişti. Mescid'ül-Haram'a girince O'nun bir kalabalık arasında oturduğunu gözledi. Ona doğru yaklaştı ve iyice yanaşınca elindeki yay ile kafasına darbeler indirmeye başladı. Ebu Cehl'in başında kötü bir yara açtı.
Ve O'na şöyle bağırdı.
"Ben O'nun dininin üzerindeyken sen O'na nasıl sövebilirsin? İşte O'nun dediklerini bende söylüyorum, eğer gücün yetiyorsa karşı çık bakalım!"
Benî Mahzûm ailesinden orada bulunan bazı kimseler Ebu-cehl'e yardım etmek için ayağa kalktılar. Ancak Ebucehil onlara:
"Ebu Ammara'ya dokunmayın! Ben gerçekten O'nun yeğenine çok kötü sözlerle dil uzatmıştım" dedi.
Hz. Hamza (ra) da İslama ve Hz. Peygambere uyarak verdiği söze bağlı kaldı. Hz. Hamza müslüman olunca Kureyşliler artık Hz. Peygamberin dokunulmaz ve güçlü olduğunu, Hz. Hamza'nm O'nu koruyacağını anlayıp daha önce kendisine karşı yaptıkları tecavüzlerin bazılarından vazgeçtiler. Hz. Hamza ise Kureyşliler arasında en güçlü ve en cesur bir delikanlıydı.
Müşrikler, Hz. Peygamber (sav)'i çaresiz bırakmak gayesiyle bu kez de O'ndan mucizeler isteyerek mücadele şekillerini değiştirdiler. O'ndan ay'ı iki parçaya bölmesini istediler. Allah Teala bunu gerçekleştirdi. Ay iki parçaya bölünerek her parça bir yana ayrıldı. İnatçı putperestler bu durumu görünce halka seslenerek:
"Ebu Kebşe'nin oğlu sizi büyüledi. [45] diye yaygara yaptılar. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti kerimeyi indirdi:
"Kıyamet yaklaştı ve ay bölündü. Bir delil görünce hâlâ yüz çevirirler ve devam eden bir sihirdir derler [46]
Abdullah Bin Mes'ud anlatmaktadır:
"Biz Hz. Peygamber ile Mina'da beraberdik. Bir anda aysın iki parçaya bölündüğünü gördük. Parçalardan biri, dağın arkasında, diğeri de ondan gerideydi.
Hz. Peygamber (sav) bize: - Seyrediniz, dedi.[47]
Hz. Enes Bin Malik (ra) de şunları anlatıyor:
"Mekke halkı Hz. Peygamber (sav)'den kendilerine bir mucize göstermesini istediler. O da iki defa ayın bölünmesini onlara gösterdi [48]
Sonraları yine sırf inat olsun diye Hz. Peygamber (sav)'den başka mucizeler daha istediler. Aynen Isra suresinde anlatıldığı üzere O'na şöyle dediler:
"Bize, yerden kaynaklar fışkirtmadıkça sana inanmayacağız. Veya hurmalıkların, bağların olsun, aralarından ırmaklar akıtmalısın. Yahud da ileri sürdüğün gibi göğü tepemize parça parça düşürmeli ya da Allah'ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Veya altından (mücevherlerden) bir evin olmalı, yahud göğe doğru yükselmelisin. Ama oradan okuyacağımız bir kitap indirmezsen yine o yükselmene inanmayacağız.
- De ki: Fesübhanallah! Ben elçi olarak gönderilmiş insandan başka bir şey miyim? [49]
Kureyşliler E'n-Nadr Bin El-Haris ve Ukba Bin Ebi Muayyıt'ı
Yesrib'de bulunan yahudi hahamlarına gönderdiler. Onlara:
"Gidin, Muhammed hakkında hahamlara sorun, onlardan bilgi alın, Onun vasıflarını ve sözlerini kendilerine anlatın. Çünkü onlar ilk gelen kitap ehlidirler. Peygamberler hakkında sahip bulundukları bilgiler bizde yoktur."
Bunun üzerine bu iki şahıs çıkıp Medine'ye vardılar. Hz. Peygamber hakkında bilgi almak için hahamlara sorular yönelttiler. Onlara:
"Siz Tevrat ehlisiniz, (Peygamberlerle alakalı geniş malumat sahibisiniz. Bir sorunumuz var.) Şu adamımız hakkında bizi aydınlatmanız için gelmiş bulunuyoruz."
Yahudi hahamları onlara şöyle dediler:
"Size üç soru vereceğiz, bunları O'na sorun. Eğer cevaplandı-rabilirse O bir peygamber, Allah tarafından gönderilmiş bir elçidir. Aksi halde adam uyduruyor demektir. Siz de ona göre bir görüş ortaya korsunuz. O'na:
Eski devirde yaşamış ve önemli bir olaya konu olmuş bir grup genç hakkında, yeryüzünü bir baştan öbürüne dolaşmış bir adam hakkında ve bir de ruh hakkında sorun. Eğer sizi bunlara ait bilgilerle aydınlatırsa O'na uyun. O gerçekten peygamberdir. Yok eğer yapamazsa uydurmacı bir adamdır. Artık size ne uygun gelirse onu yapın."
Bu görüşmeden sora E'n-Nadr Bin El-Haris ve Ukba Bin El-Muayyıt Mekke'ye döndüler ve halka konuyu şöyle naklettiler:
"Bakın ey Kureyş! Muhammed ile aranızdaki meseleyi halledecek çareyi getirdik. Yahudi hahamları Muhammed'e yöneltilmek üzere bize bazı sorular verdiler. Şimdi bu sorulan ona sorun. Eğer cevaplandırabilirse gerçekten o peygamberdir. Aksi halde uydurucunun biridir. Siz de ona göre bir görüş ortaya koyun."
Bunun üzerine Hz. Muhammed (sav)'e gelip ona:
"Bize bilgi ver bakalım, eski devirde yaşamış ve halkın arasından ayrılıp kaybolmuş, gitmiş bir grup genç, dünyayı doğusundan batısına kadar dolaşmış bir adamla ruh meselesi hakkında bizi aydınlat" dediler.
Hz. Peygamber (sav) onlara: "Sorularınız hakkında size yarın bilgi veririm" dedi.
Onlar da ayrıldılar. Anlattıklarına göre Hz. Peygamber onbeş gün bekledi. Ne Allah (cc), kendisine bu konuda bir vahiyde bulundu, ne de Cebrail O'na uğradı. Öyle ki Mekke halkı dedikodu yapmaya başladılar ve:
"Muhammed yarın dedi, bugün onbeş gündür bekliyoruz, hâlâ kendisinden haber yok" diye söylendiler. Vahyin kesintiye uğraması Hz. Peygamber (sav)'i çok üzmüştü. Mekke halkının ileri geri konuşmaları da kendisine dokunuyordu. Nihayet Hz. Cebrail (as) Allah'dan O'na Kehf Suresi'ni getirdi. Bu surede Mekke'li müşriklerin inanmamaları üzerine O'nun üzülmemesi gerektiği, elinde değilken,
"Yarın size cevap veririm" demesinin doğru olmadığı hakkında bu surede kendisine ihtarlar vardı. Çünkü gelecekle ilgili bilgiler ancak Allah'a aitti...
"Herhangi bir şey için, sakın (Ben yarın onu yapacağım) deme. (Ancak Allah dilerse yaparım) de[50]
Aynı zamanda bu sûre içerisinde onların, kaybolan gençler olayı, dünyayı dolaşan adam ve ruh meseleleri hakkında yöneltmiş oldukları soruların cevaplan da vardı.
Kureyşliler artık delillerle müslümanları susturmakta zayıf kaldılar ve açık kanıtları görünce büsbütün çaresizlik içinde bocalamaya başladılar. Bu yüzden tekrar onlara eziyet etmeye başladılar. Daha fazla hırçmlaşıp yaptıkları cefalara ilave olarak Hz. Peygambere tabi olanları döndürmek için bu kez zora başvurdular. Bu maksatla izlemedik yol da bırakmadılar.[51]
Hz. Peygamber (sav), sahabilerinin ne kadar ağır şartlar altında bulunduklarını, bununla beraber Allah'ın lutfu olarak amcası Ebu Talib sayesinde sahip olduğu dokunulmazlığa rağmen onları koruyamadığını görünce kendilerine şöyle dedi:
"Habeşistan'a gitseniz iyi olur. O ülkenin bir hükümdarı vardır ki kimse önün yanında zulme uğramaz. Orası dürüstlük diyarıdır. Ta ki Allah (cc) içinde bulunduğunuz bu müşkül durumdan kurtulmak için size bir kapı açmcaya kadar."
Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)'in ashabından ilk müslü-manlar fitneye uğramak kaygısıyla ve inandıklarını daha güvenli bir yerde yaşamak için Habeşistan topraklarına gittiler.
Böylece îslamda ilk hicret olayı meydana gelmiş oldu.
Fakat müşrikler hürriyetin bulunduğu bir yere, İslama çağrının hürriyet içinde gitmesine izin vermezlerdi. O bakımdan her zaman ve her yerde İslam aleyhinde komplo kurmak için her vesileye baş vurdular. İslam çağrısının işleyebileceği her yerde ona engel olmaya çalıştılar.
Bu düşünceden hareketle Kureyşliler Necaşi'yi kendisine sığınan müslümanlann aleyhinde etkilemek ve kalbine onların kinini sokmak maksadıyla O'na, Amr Bin El-As E's-Sehmi, Abdullah Bin Ebi Rabîa ve Ubade Bin El-Velîd adlı üç şahıstan oluşan bir heyet gönderdiler.
Necaşi'yi isabetli düşüncesinden vazgeçirememekle ve gerçeklerin ayan beyan ortada bulunmasından dolayı etkileyeme-mekle beraber bu heyet müslümanlar aleyhinde her türlü yalana iftira ve desiseye baş vurmaktan geri kalmadı. [52]
Bu hadiseden bazı ibret dersleri çıkarabiliriz. Şöyle ki:
1-İslama çağrı görevi her zaman, her yönden düşmanların ablukası altındadır. Çağrının bu çember dışına çıkması için düşmanları O'na hiç bir zaman izin vermeyeceklerdir. Her alanda onu gözetim altında bulundurmakta, bu görevi yürütenleri her yerde izlemektedirler.
O halde davet ve tebliğ görevinin çok büyük bir dikkat ve tedbir içinde yapılması, muhtemel her saldırıya karşı uyanık olunması güven ve selamet için program yapılması ve bazılarının:
- Davet ve tebliğ aleni yapılmalıdır, şeklinde düşündükleri gibi değil, tersine izlenen stratejinin açıklanmaması gerekir. Aksi halde düşmanları yoldan saptırır.
2- İslam çağrısı yeryüzünün belli bir bölgesiyle veya dünyada belli bir alanla sınırlı değildir. Bilakis çalışma şartlarının ve ortamın müsait olabileceği her mekanda tebliğ yapılmalıdır. Ve oradan çıkıp yayılmalıdır.
İlk hicretin Habeşistan'a yapılmış olması -ki orada Araplar bulunmuyordu- belki de bazı kimselerin: "İslam çağrısının ilk hareket noktası olan yerden yine başlaması gerekir" şeklinde düşünmeleri mesajını vermektedir.
Evet şartların uygun, durumun müsait olduğu her yerde müslümanlar tebliğ görevini yapmak için harekete geçmelidirler.
Her ne kadar tebliğ için ikinci hareket noktasının Arap diyarı olması şayanı tercih ise de bu başlangıcın herhangi bir memleketten yapılması için bir engel mevcut değildir.
3- Bütün müslümanlarm ilk önce birlik içinde çıkış yapmak üzere belli bir bölgede güç birliği yapmaları şarttır. Ta ki ortam müsait olunca bu toplu güç hedefine doğru yürüsün. Ve nizamını uygulasın.
Hz. Peygamber müslümanlarm, Allah (cc)'ın şu geniş yerinde yayılıp istedikleri gibi hareket etmelerine, sırf Kureyş Müşrikle-ri'nin eziyet ve baskısından kurtulmak için sığınacak bir yer bulmaya çalışmalarına katiyyen izin vermedi. Sadece onların toplu olarak bir ülkeye göç etmelerine, Mekke'de kendisinden öğrendikleri ölçülerde, birlikte ve îslami değerlere bağlı bir hayat tarzı sürmelerine izin verdi. Öyle bir hayat ki gurbette onların her biri diğerine yardımcı oluyor, îslaimn kural ve prensiplerine sımsıkı sarılıyorlardı.
Habeşistan'a hicret eden ilk müslümanlardan onu erkek beşi kadındı. İlk İslam muhacirleri şunlardı:
1- Hz. Osman Bin Affan ve hanımı, Hz. Peygamberin kızı Ru-kiyye (ra)
2- Ebu Huzeyfe b. Utba b. Rabîa ve hamını (Süheyl b. Amr'm kızı Sehle)
3- Zübeyir Bin El-Avam
4- Mus'ab Bin Umeyr
5- Osman Bin Maz'un
6- Ebuseîeme Abdullah Bin Ebul-Esed ve hanımı (Ümmü Seleme Hind Binti Ebiümeyye El-Mahzumî)
7- Ebusubra Bin Ebirahm El-Amiri ve hanımı Ümmü Gülsüm.
8- Amir Bin Rabia ve hanımı Leyla Binti Ebi Haseme.
9- Abdurrahman Bin Avf.
10- Süheyl Bin El-Bayda.
Kafilenin emiri (başkanı) Osman Bin Maz'un (ra) idi. Kafilenin başkansız hareket etmemesi gerekir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Üç kişi olduğunuz zaman birini başınıza emir seçiniz." Hele İslama çağrı görevinin bir emir (başkan) olmadan yapılması' doğru değildir.
Bu kafileden sonra Hz. Cafer Bin Ebitalib de muhacir olarak ayrıldı. Ardından başka müslümanlar da göçtüler. Hepsi Habeşistan'da bir araya geldiler. Aralarında ailesiyle birlikte gidenler olduğu gibi yalnız başına çıkanlar da vardı. Hanımları ve birlikte götürdükleri çocukları ya da orada doğan çocukları hariç, erkeklerin toplam sayısı seksenüçü buldu.
İlk müslümanlar sırf Allah (cc) yolunda dinleri, inançları bir saldırıya hedef olabilir korkusuyla ve inançlarım korumak için Habeşistan'a göç etmişlerdi. Onlar gelip geçecek tüm îslam tebliğci-lerinin Önderleri Allah (cc) yolunda mücadele verecek olanların ilk ve gerçek örnekleriydiler.
Orada, Habeşistan'da Hz. Peygamber (sav)'in halası oğlu Ubeydullah Bin Cahş dininden dönerek Hristiyan oldu. Bununla beraber müslümanlarla alay etmeye ve onlara eziyet yapmaya başladı. Bir ara müslümanlar için önder ve örnek durumdayken bu kez onlardan ayrı düştü. Ve onlara yabancı oldu. Çünkü müslümanlar şahıslara değil, davaya bağlıdırlar. Kişi sapabilir, böyle bir durumda onun işgal ettiği yer de kendiliğinden kaybolur. Fakat dava devam eder. Ubeydullah Bin Cahş da dininden dönünce kafirler safına geçmiş oldu. Bu sebeple daha dün O'nun kardeşleri olan muhacirler O'ndan bu kez uzak durmaya çalıştılar.
Şu halde yakınlık, uzaklık ancak inanç birliği esasına göre değişir. Bu adamın vaktiyle hanımı olan Ebu Süfyan'ın kızı Ramle (Ümmü Habibe) bile O'na yasaklı oldu ve kendisinden derhal ayrıldı. Halbuki Onunla birlikte göç etmeyi göze almış, yetişip gençliğini geçirdiği tatlı vatanı Mekke'den ve oradaki hayatından sırf dava uğruna O'nunla birlikte olmak için ayrılmıştı. Yakınlarından ve Ebu Süfyan gibi sözü dinlenir bir lider olan babasından ayrılmış, müslümandır diye O'na yapışmıştı. Müslümanken O'nunla birlikte olmayı, ancak döneklik ettikten sonra da kendisinden ayrılmayı tercih etmişti. Hz. Peygamber bu hanımın imanına gösterdiği bağlılığa saygı duydu ve O'nu mükafatlandırarak kaybedilmesini önledi.
Habeş Kralına haber yollayarak O'ndan Ümmü Habibe'yi kendisi için istemesi talebinde bulundu. O da Hz. Peygamber (sav)'in emrini yerine getirdi ve kendisine dörtyüz dinar da para verdi. Sonraları Hz. Ümmü Habibe Medine'ye döndü Hz. Peygamber (sav)'in şehrine, devlet merkezine gelerek müminlerin anneleri arasına girdi. İşte mükafatların en büyüğü budur. [53]
Burada iki nokta üzerinde durmak gerekir:
1-Kadının Ehl-i Kitap(Yahudi veya Hristiyan olması) durumu hariç, iki ayrı dine mensup olanlar arasında (Müslüman erkek ile başka dinden olan bir kadın arasında) evlilik caiz değildir. Yapılacak böyle bir nikah bâtıldır. Keza ve herhalde müslüman bir kadın ile hangi dinden olursa olsun gayrimüslim bir erkekle evlenmesi yine caiz değildir. Yapılacak böyle bir nikah bâtıldır (geçersizdir.) [54]
Müslüman bir çiftin evlilikleri sırasında onlardan biri -Allah korusun- din değiştirmek gibi bir bedbahtlığa düşse, artık onlardan her biri yekdiğerine yasaklı hale gelir ve derhal ayrılmaları gerekir.
2-Müslümanlar Ubeydullah Bin Cahş'ı trtidad [55]edince terk ettiler. Yani dinini değiştirince O'ndan yüz çevirdiler. İlişkilerini tamamen kestiler. Halbuki eğer kendisine vacip olan görevlerinden bazılarını bırakmış olsaydı tam tersine O'nunla ilgilenmek, O'na biraz daha sevgi ve yakınlık göstermek ve rüşdüne dönünceye kadar, yaptıklarından pişmanlık duyuncaya kadar O'nu aydınlatmak, kendisine yol göstermek gerekecekti.[56]
Hz. Ömer (ra)'m müslüman oluşu, Hz. Peygamber (sav)'in sa-habilerinden bazılarının Habeşistan'a göçünden sonra ve vahyin başlangıcının altıncı yılma rastlar,
Hz. Ömer Islama girmeden önce müslümanlara karşı çok sertti. Onlara çok eziyet ederdi.
Amir Binti Rabia'nın hanımı Leyla Binti Ebi Hasene (ra) şunları anlatıyor:
"Konuşuyordum, bir ara dedim ki:
Vallahi artık Habeşistan'a gideceğiz, buralar bizim için yaşanacak olmaktan çıktı!
O sırada Amir, yol hazırlıklarımızla ilgili bir iş için evden ayrılmıştı. Tam o anda Hattaboğlu Ömer'in, yanımda bittiğini gördüm. Başımda dikilmiş duruyordu. Henüz putperestti. Elinden çok çekiyorduk. Eziyet ve baskısı devamlı üzerimizdeydi.
(Ne konuştuğumu duymuştu.) Bana:
- Sahi mi? Ey Abdullah'ın annesi, gerçekten gidiyor musunuz? diye sordu.
- Evet, yemin olsun ki başımızı alıp Allah'ın şu geniş dünyasında bir yere gideceğiz. Bize çok eziyet ettiniz, yetti artık, dedim ve -Allah bize bir kapı açmcaya kadar çekip bu diyarlardan gideceğiz, diye ilave ettim. O da:
- Haydi öyleyse, Allah sizinle beraber olsun diye bir söz etti.
Duygulandığını gördüm. Daha Önce O'nun böyle bir his içine girdiğini bu derece yumuşadığını hiç görmemiştim. Bize yapılan eziyetlerden dolayı gurbetlere çıkacağız diye üzüntülü bir halde ayrılıp gitti. Biraz sonra Amir eve döndü. Ona Ey Abdullah'ın babası, keşke biraz önce burada olsaydın da Ömer'in, buralardan gideceğiz diye ne kadar üzüldüğünü gözünle bir görseydin, dedim.
Amir bana:
- Ne yani! O'nun müslüman olacağını mı umuyorsun, diye hayretini ifade etti. Ben de:
- Tabi, neden olmasın, dedim. Bunun üzerine şöyle dedi:
- Hattab'in eşeği bile müslüman olabilir de o gördüğün adam yine müslüman olmaz!
Amir bu ifadeyle O'nun İslama karşı olan sert tutumundan dolayı ümitsizliğini dile getirmişti.
Hz. Ömer (ra)'in amcasıoğlu Said Bin Zeyd müslüman olmuş-.tu. Hanımı (Hz. Ömer'in kızkardeşi) Fatıma da müslüman olmuştu. Keza Hz. Ömer'in mensup olduğu Kureyş Kabilesi'nin Benî Adiy ailesinden Nuaym Bin Abdullah El-Nahham da İslama girmişti. Bunların hepsi de müslüman olduklarını Ömer'den gizliyorlardı.
Sahabilerden Habbâb Bin El-Ert, Fatıma'ya gizli gizli uğrar, O'na Kur'an-ı Kerim okuturdu. Ömer bir gün kılıcını kuşanarak Hz. Peygamber (sav) ve bir grup sahabinin bulunduğu eve baskm yapmak istedi. O'na; Safa'ya yakın bir yerde olan El-Erkam Bin Ebi'l-Erkam'in evinde toplanmış bulundukları haber verilmişti. Müslümanlar yaklaşık kırk kişi idiler. Hz. Peygamber ile beraber amcası Abdülmuttaliboğlu Hz. Hamza ve Habeşistan'a gitmeyen
müslümanlar bulunuyordu. Ömer'e yolda akrabalarından Nuaym Bin Abdullah rastladı, O'na:
- Nereye böyle ya Ömer, diye sordu.
- Şu dönme Muhammed var ya, hani Kureyş'in birliğini bozan ideallerini aşağılayan, dinini ayıplayan, ilahlarına dil uzatan adam... İşte O'na gidiyorum, O'nu tepeliyeceğim!
Nuaym Ömer'i çok şiddetli bir öfke içinde görmüştü. Adeta gözlerinden kıvılcımlar saçıyordu. O'nun gerçekten Hz. Peygamber (sav) 'e bir kötülük yapacağından ciddi şekilde korktu. Ve O'nu etkileyip niyetini değiştirmeyi düşündü. Fakat nerede... Bunu nasıl başarabilirdi? Nuaym O'nu kızkardeşinin evine yöneltmek istiyordu. Eğer kızkardeşini, eniştesini ve Habbâb'ı öldürecek olsa bile onların yeri dolabilirdi ama Hz. Peygamber (sav)' e bir şey olacak olsa O'nun boşluğunun dolması mümkün değildi. Böylece İslam davası da ölecekti.
Nuaym O'na:
"Bak ya Ömer! Nefsin seni aldatmış, Muhammed'i öldürür-sen Benî Abdimenaf ailesi artık senin yeryüzünde sağ dolaşmana izin verecek mi sanıyorsun? Neden önce kendi yakınlarına gidip onları yola getirmiyorsun?" dedi. Bu sözleri duyan Ömer şaşkınlık ve öfke içinde:
- Hangi yakınlarım, diye sordu. Nuaym:
- Enişten ve amcanın oğlu Said Bin Zeyd Bin Amr ve kardeşin Fatıma, vallahi ikisi de müslüman olmuşlar ve Muhammed'e inanmışlar. Git de gözünle gör" diyerek yolunu değiştirmeyi başardı.
Bunun üzerine Ömer doğruca kardeşinin ve eniştesinin evine gitti. Evde onlarla birlikte Habbâb Bin El-Ert de bulunuyordu. Üzerinde Tahâ Suresi'nin ilk ayetleri yazılı olan bir sayfa Hab-bâb'da vardı. Evde ikisine okutuyordu. Ömer'in sesini duyunca Habbâb içerideki odalardan birine girerek saklandı. Fatıma ise ayetlerin, üzerinde yazılı bulunduğu kağıdı gizledi. Ömer eve yaklaştığı sırada Habbâb'm onları okuturken seslerini duymuştu.
İçeri girince;
- Neydi bu mırıltı, diye sordu.
- Bir şey yok, deyip inkar ettiler. Ömer öfkeyle:
- Hayır, andolsun ki bir şey var! Bakın, ikinizin de Muham-med'e uyup dinine girdiğinizi duydum, dedikten sonra eniştesinin üzerine atılarak Onu tartaklamaya başladı. Fatıma kocasını biraderinin elinden kurtarmak için araya girince bu kez Ömer Fatı-ma'yı dövmeye başladı. Ve yaralanmasına sebep oldu. Ömer'in bu yaptıklarına dayanamayan kardeşi Fatıma bağırarak:
- Evet, İslamı kabul ettik. Allah'a ve Resulüne inandık, iman ettik! Var mı bir diyeceğin? Şimdi canın ne istiyorsa onu yap anladın mı?! diye O'na meydan okudu.
Ömer kardeşini kanlar içinde görünce pişmanlık duymaya başladı, yumuşadı ve kardeşi Fatma'ya:
- Biraz önce okuduğunuzu duyduğum şu kağıdı ver de Mu-hammed'in getirdiği bu şey nedir bir bakayım" dedi.
Ömer okur yazar idi böyle konuşunca kardeşi O'na:
- Kağıdı yırtacağından korkuyoruz, diyerek endişesini belirtti. Ömer:
- Korkma diyerek güven vermeye çalıştı ve okuduktan sonra kağıdı geri vereceğine dair putlarıyla yemin etti.
Ömer'in bu durumunu gören kardeşinin içinde O'nun müslü-man olacağı ümidi doğmuştu. Ömer'e şöyle dedi:
- Bak biraderim! Sen şu anda şirk içindesin. Bu sebeple de ne-cissin. Pis ve abdestsizsin. Halbuki Kur'an-ı Kerim, temiz olmadan ellenemez ona abdestsiz dokunulamaz.
Bunun üzerine Ömer hemen yıkandı, Fatma da kağıdı kendisine verdi. Kağıtta Tahâ Suresi yazılıydı. Biraz okuyunca:
- Bunlar ne güzel, ne de yüce sözler! diye hayranlığını ifade etti. Habbâb, Ömer'in bu sözlerini duyunca gizlendiği yerden çıkarak
- Bak Ömer! Umuyorum ki Allah sana, elçisinin davetine uymanı nasip eder. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in dün şöyle dua ettiğini duydum:
"Allahım! Ebu'l-Hakem Bin Hişam veya Hattaboğlu Ömer'den biriyle İslamı güçlendir." Haydi bakalım Ömer! Allah'a yönel de göreyim seni!
Bunun üzerine Ömer ona:
- Peki ya Habbâb! Söyle bakalım şimdi Muhammed'in bulunduğu yeri de gidip müslüman olayım" dedi.
Habbâb da:
"O, ashabından bir grupla birlikte Safa yakınında bir yerde bulunmaktadır" dedi. Bunun üzerine Ömer kılıcını kuşanarak, Al-lah'm elçisi ve sahabilerinin bulunduğu eve doğru yollandı. Varınca kapıyı çaldı, içeride bulunanlar Ömer'i sesinden farketmişlerdi.
Hz. Peygamber (sav) 'in sahabilerinden biri yerinden fırlayarak kapının boşluklarından dışarıya bir göz attıktan sonra telaşla içeriye, Hz. Peygamber (sav)'in yanma döndü. Ona:
"Ey Allah'ın elçisi, kapıda Ömer duruyor, kılıcı da üzerinde!..." diye heyecan ve telaş içinde haber verdi.
O sırada Hz. Hamza hemen söze karışarak; Hz. Peygambere hitaben öfkeli bir ifadeyle şöyle dedi:
"Lütfen girmesi için izin verin, eğer iyi bir niyetle gelmişse biz de O'na yakışır bir karşılıkta bulunuruz. Yok eğer niyeti kötü ise O'nu öz kılıcıyla keseriz!"
Hz. Peygamber görevli sahabiye: "Yol ver girsin" diye emretti. Buyruğu üzerine Ömer içeriye girince Hz. Peygamber yerinden kalkarak kendisini karşıladı ve Onu ayrı bir odaya aldı.
Cübbesinden tutarak O'nu sertçe ırgaladı ve:
"Ey Hattaboğlu! Seni buraya getiren amaç ne? (Söyle bakalım hangi maksatla buraya geldin?) Bak! Allah'a yemin ederim ki eğer vazgeçmezsen (îçinde bulunduğun şirkten müslümanlara karşı güttüğün kinden ve onlara yapmakta olduğun zorbalıktan sıyrıl-massan) öyle görüyorum ki Allah senin üzerine bir bela indirecektir."
Ömer bunun üzerine:
"Ey Allah'ın elçisi! Ben sadece Allah'a ve Resulüne iman etmek, Allah'dan getirmiş olduğun gerçeklere inandığımı ilan etmek için sana gelmiş bulunuyorum" deyince Hz. Peygamber sevincinden: "Allahüekber!" diyerek tekbir getirmeye başladı.
Tekbir sesini duyan sahabiîer Ömer'in İslama girdiğini anladılar ve büyük bir coşku ve sevinç içine girdiler. Hamza'dan sonra Ömer'in de İslama girmesi üzerine müslümanlar o gün büyük bir mutluluk içinde ve üstün bir moralle bulundukları yerden dağıldılar ve anladılar ki onlar hem Hz. Peygamber (sav)'i, hem de kendilerini düşmanlarından artık koruyabileceklerdir.
Abdullah Bin Mes'ud şunları anlatmaktadır:
"Ömer'in müslüman oluşu başlıbaşına bir fetih, Medine'ye göçü bir zafer, lider olarak müslümanların başına geçmesi ise Allah'dan bir rahmet oldu. Ömer müslüman oluncaya kadar Kabe'nin yanında namaz kılamazdık. O İslamı kabul ettikten sonra Kabe'de namaz kılmaya muvaffak oluncaya kadar Kureyşlilerle mücadele etti. Bu suretle biz de artık onunla birlikte namaz kılmaya başladık."
Hz. Ömer'in bizzat kendisi de İslama girişini şöyle anlatmaktadır:
"Ben Islamdan uzaklaştırıcı biriydim. Cahiliyet devrinde de içki kullanırdım. İçkiyi sever ve onunla ferahlık duyardım.
El-Harwa mevkiinde Amr Bin Ad Bin Omran El-Mahzumi ailesine ait eve yakın bir yerde bizim Kureyş'ten adamlarla oturup eğlendiğimiz bir de eğlence meclisimiz vardı. Bir akşam yine dostlarımla bir araya gelmek üzere çıktım. Her zamanki toplandığımız yere geldim. Ancak kimseyi bulamadım.
Sonra Mekke'de içki satan bir meyhaneciye gidip bir şeyler içmek istedim. Gittiğimde Onu da yerinde bulamadım.
Bu sefer kendi kendime dedim ki:
- Kabe'ye gitsem de yedi veya yetmiş kere tavafta bulunsam. Sonra tavaf yapmak niyetiyle Mescid'i Haram'a geldim. Baktimki Hz. Peygamber (sav) namaz kılıyor. Namaz esnasında yüzünü Şam yönüne (Yani Kudüs'e doğru) çevirirdi. Kabe O'nunla baktığı yönün arasında kalırdı. Her zaman durduğu yer ise iki Rükün arasıydı. Rükn-i Esved ile Rükn-i Yemani arasında dururdu.
Hz. Peygamber (sav)'i namazda görünce merakla içimden:
- Muhammed'i dinleyeyim de bakayım ne okuyor, dedim. Yaklaşıp dinleyecek olursam onu korkutmaktan çekindim. Bu nedenle Hicr-i İsmail yönünden yaklaşarak Kabe Örtüsünün altında gizlendim. Ve yavaş yavaş kendisine yaklaştım.
Hz. Peygamber ayakta, namazdaydı. Kur'an okuyordu. Ben tam O'nun Kıble yönünde yani ön cephesinde dikilmiştim. Benimle onun arasında sadece Kabe örtüsü vardı.
Kur'an-ı Kerim'i dinleyince duygulandım. Gönlüm yumuşadı, gözlerim yaşardı ve işte o zaman İslam ruhuma işledi. Hz. Peygamber (sav) namazını bitirip ayrılıncaya kadar oracıkta bekleyip durdum. Sonra, peşi sıra O'nu izledim. Abbas ile Bin Ez-her'in evleri arasına girdiği sırada yanına yaklaştım. Hz. Peygamber sesimi duyunca beni tanıdı. Belki de kendisine bir fenalık yapacağımı sanmıştı. Onun için beni azarladı. Sonra:
"Hattaboğlu Bu saatte ne arıyorsun?" dedi. O'na:
"Ben Allah'a, Rasulüne ve elçisinin Allah'dan getirmiş olduğu gerçeklere inanmak istiyorum, dedim. Bunun üzerine Allah'a hamd etti. Sonra bana:
Ey Ömer! Allah (cc) artık seni hidayete erdirmiş bulunuyor dedi. Mübarek eliyle göğsümü sıvazladı ve bana dua etti. Sonra Hz. Peygamber (sav)'den ayrıldım. O da evine gitti.[57]
Habeşistan'da yaşamak muhacirlerin hoşuna gitmemişti. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'den uzak düşmüşlerdi. Halbuki O'ndan ayrı kalmaya alışık değillerdi. O'nu dinlemek, O'ndan ders almak arzu ve özlemi içindeydiler. O, hayatlarının tamamım kendisine bağladıkları bir kimse idi.
Keza doğup büyüdükleri vatanlarından, onlar gibi iman etmiş olan bazı din kardeşlerinden uzak ve yabancı bir muhite ayrı bir dilin konuşulduğu, değişik Örf ve adetlerin hakim bulunduğu bir çevreye düşmüşlerdi. Sayıları da çok azdı. Bu yüzden büyük bir toplumu etküeyemiyorlardı. Dolayısıyla dönüş için küçük bir işaret bekliyorlardı.
Habeşistan'da üç ay kadar kaldıktan sonra bir haber aldılar. Bu habere göre, sözde Kureyş'in ileri gelenleri tslamı kabul etmişlerdi. Halbuki Hz. Ömer'in müslüman olması hadisesinden başka bu haberin gerçekle ilgisi yoktu. Bunun üzerine onlardan bazıları dönmeyi kararlaştırdılar.
Ve vahyin altıncı yılına rastlayan Şevval ayında onlardan otu-züç müslüman geri döndü. Aynı yılın Recep ayında Mekke'yi terk etmişlerdi. Fakat Mekke'ye döner dönmez hayal kırıklığına uğradılar. Hatta onlardan kimileri, bazı Kureyş ileri gelenleri arasındaki yakınlarına sığınarak ancak şehre girebildiler.
Mesela Ebu Seleme, dayısı Ebu Talib'e, Osman Bin Maz'un, Velid Bin El-Muğira'ya komşu olmakla kurtulma çarelerini aramışlardı. Sonra bu göçmenler Kureyşlilerin müslümanlara eziyet vermeden durmayacaklarını da gördüler. Nitekim inatları küstahlık ve kıskançlıkları gittikçe daha da arttı. [58]
Kureyş'liler Benî Abdimenaf ailesinin Hz.Muhammed'i yalnız bırakmayacaklarını, amcası Ebu talib'in halâ kendisini desteklemeye devam ettiğini, yakınlarının O'nu iki katlı bir Diyet [59] karşılığında teslim etmeyi reddettiğini, amcasının, yeğeni yerine Kureyş soylularından bir delikanlıyı karşılık olarak almayı ve öldürülmek üzere Hz. Muhammed'i onlara teslim etmeyi reddettiğini görünce Kureyşliler bir karar vermek üzere toplandılar.
Çünkü bundan önce bir araya gelip yanlarına Halid bin El-Ve-lid'in kardeşi Ammara bin El-Velîd Bin El-Muğira adlı delikanlıyı da alarak Ebutalib'e gitmişlerdi. Ona:
"Ey Ebatalib! Bak, işte Kureyş topluluğununun en yiğit ve en güzel delikanlısı Ammara bin Velid, al O'nu kendine oğul edin. Bu delikanlı artık aklı ve gücüyle senindir. Buna karşılık, senin ve atalarının dinine ters düşen, halkının birliğini bozan, onların idealleriyle alay eden yeğenini getir de bize ver. Onu öldürelim. İşte sana bir erkeğe karşılık bir erkek veriyoruz" dediler.
Ebu Talib ise onlara şöyle bir karşılık verdi:
"Benimle ne çirkin bir pazarlık yapıyorsunuz! Yedirip içireyim diye bana oğlunuzu veriyorsunuz, ben de Öldüresiniz diye oğlumu size vereyim öyle mi? Allah'a yemin ederim ki bu, ebe-dîyyen olacak iş değil!"
Kureyşliler bu durumu ve bununla beraber Hz. Peygambere gün geçtikçe katılmaların devam ettiğini görünce -ki aynı zamanda sığınabilecek Habeşistan gibi güvenli bir ülke de bulmuşlardı,-İslam dini kabileler arasında yayılıyordu, Ömer ve Hamza gibi Ku-reyş'in tanınmışları müslüman olduktan sonra da güvenlik sağlamışlardı- Kureyş'in ileri gelenleri bir araya toplanıp bir danışma oturumu düzenlediler.
Bu oturumda, Hz. Muhammed'e destek olanlara karşı bir ekonomik ambargo kararlaştırdılar. Bunu da yazılı bir şekilde tesbit etmeyi karara bağladılar. Bu karara göre Kureyşliler müslümanlara kız vermeyecek onlardan evlenmeye çeklerdi. Onlara hiç bir şey satmayacak ve onlardan hiç bir şey satın almayacaklardı. Bu sözleşmeye bağlı kalacaklarına dair birbirlerine güven verdiler ve sözleşmeyi Kabe'nin içine astılar.
Kureyşliler bu sözleşmeyi yapınca bu sefer Hz. Peygamber (sav)'in mensup olduğu Beni Abdimenaf ailesi ikiye bölündü. Bunlardan Haşimoğulları ve Muttaliboğullan (Ebu Leheb ve Abdül Uzza hariç) Ebu Talib'e bağlılıklarını ilan edip onun etrafında toplandılar ve mahallesine yerleştiler. Ebu Leheb ve Abdül Uzza ise Kureyş"'lilere katıldılar.
îkiye bölünen ailenin diğer kanadım oluşturan Nevfeloğulları ve Abdişemsoğulları ise Kureyşlilerin tarafına geçtiler.[60]
Haşimoğulları ye Muttaliboğulları Ebutalib'in civarına sığınmak zorunda kalınca Hz. Peygamber (sav) müslümanlara yeniden Habeşistan' a hicret etmelerini ve daha önce gidip orada kalan kardeşlerine katılmalarını bu suretle büyük bir sayı oluşturmalarını ve birbirlerine yardımcı olmalarını emretti.
Hz. Cafer Bin Ebitalib kafileye başkanlık etti. Böylece müslü-manların çoğunluğu Mekke'den hicret etmiş oldular.
Kureyşliler bu olayı gelecekleri bakımından tehlikeli görünce Habeşistan Kıralı'na bir heyet ve bu heyetle beraber bir takım hediyelerle bir de Kureyş'ten kendisine hitab eden bir yazılı mesaj yolladılar. Bu mesajda müslüman muhacirleri tekrar kendilerine iade etmesi talebinde bulunuyorlardı. Onlara göre bu müslüman-lar, mensup oldukları topluma karşı düşmanlık gütmüş, ideallerini aşağılamış, ilahlarına hakaret etmiş ve atalarının dinine küfret-mişlerdi.
Kureyşlilerin Habeşistan Necaşi'sine gönderdikleri heyet: Amr bin El-As Es-Sehmi, Abdullah Bin Ebi Rabiâ El-Mahzûmî ve Am-mara Bin El Velid El Mahzumi'den oluşuyordu.
Kureyş heyeti Necaşi'ye gittiler önce, hediyeleri patriklere sundular sonra Necaşi'nin huzuruna çıktılar. Patriklerin de bulunduğu karşılaşmada amaçlarım Necaşi'ye anlattılar. Patrikler müslü-manların ait oldukları millete teslim edilmeleri yolunda görüş beyan ettiler. Ancak Necaşi bu görüşü reddetti ve şöyle dedi:
"Hayır! Allah'a yemin ederim ki bunları teslim etmeyeceğim. Aynı zamanda ülkeme gelmiş, bana sığınmış ve bana komşu olmuş beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, çağırıp ne istediklerini öğreninceye kadar kelepçelenmelerini de istemem. Onlar eğer gerçekten şu heyetin anlattıkları gibi iseler, kendilerini onlara teslim ve ait oldukları millete iade ederim; Yok eğer durum başka türlü ise onları korurum ve ülkemde kaldıkları sürece iyi komşuluk muamelesinde bulunurum."
Ondan sonra Necaşi Hz. Peygamberin muhacir olmuş bu sa-habilerini huzuruna çağırdı. Necaşi'nin elçisi müslümanlara kralın davetini iletince toplandılar. Birbirlerine şöyle dediler:
"Huzura çıkınca adama ne diyeceksiniz?" Bu soru üzerine bazıları:
"Allah'a and olsun ki bildiklerimizi ve Peygamberimiz (sav)'in bize öğrettikleri -ne olursa olsun- onu söyleyeceğiz" diye cevap verdiler.
Necaşi'nin üst düzeydeki din adamlarının da hazır bulundurduğu huzuruna müslümanlar girince onlara şu soruyu yöneltti:
"Halkınızın dininden ayrılıp ne bizim dinimize ne de başka birine girmeden bağlandığınız bu yeni din nedir?"
Bu soruya Hz. Cafer (ra) şu çarpıcı ifadelerle cevap verdi:
"Kral Hazretleri! Bakınız, biz cahiliyet ehli idik. Putlara tapar, ölmüş hayvan eti (leş) yer, fuhuş yapar, akrabalardan ilişkiyi keser ve komşuya eziyet verirdik. İçimizden güçlü olanlar daima güçsüzleri ezerdi. Biz işte böyle kötü bir durumdaydık.
Ta ki Allah Teala içimizden birini bize elçi olarak gönderme lutfunda bulundu. Biz şimdi bu zatın soyunu, ailesini, doğruluğunu, güvenirliğim ve iffetini biliyoruz. Bu zat bizi Allah'a ibadet etmeye ve onun birliğini kabul edip her türlü ortaktan münezzeh bulunduğuna inanmaya, daha önce atalarımızın ve tapmakta olduklarımız taşlardan yapılmış putlara ibadet etmekten artık sakınmaya bizi davet etti.
Doğru söylemeyi, emaneti yerine getirmeyi, akraba ile ilgilenmeyi, komşuya güzel muamelede bulunmayı ve Allah'ın yasaklamış olduğu çirkin ve fena şeylerden el etek çekmeyi insanların kanına girmemeyi bize emretti. Bizi gayrimeşru cinsel ilişkilerde bulunmaktan, yalan söylemekten ve yalancı şahitlik yapmaktan, yetimin malını yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten sakındırdı. Bize yalnız ve yalnız Allah'a ibadet etmeyi, Ona asla hiç bir şeyi ortak koşmamayı, namaz kılmayı, zekat vermeyi ve oruç tutmayı emretti.
Biz de O'nu tasdik ettik, O'na inandık ve Allah'dan getirdiği emirleri yerine getirmek üzere O'na tabi olduk. Allah Teala'ya, yalnızca Allah'a ibadet ettik, O'na artık ortak koşmadık, bize yasakladığı şeyleri biz de kendimize yasakladık. Helal kıldığı şeyleri helal saydık.
Bunun üzerine halkımız bize karşı düşmanlık güttü. Bize baskı ve işkenceler yaptılar. Bizi dinimizden döndürmeye zorladılar ki Allah'a kulluğu bırakıp yeniden putlara tapalım, fena ve çirkin şeyleri tekrar meşrulaştıranın.
Bizi ezmeye, bize zulmetmeye, baskılar yapmaya ve dinimizden döndürmek için çabalamaya uğraşınca biz de senin ülkene geldik, seni başkalarına tercih ettik, sana komşu olmayı arzuladık ve ey Kral Hazretleri senin ülkende zulme uğramayacağımızı ümid ettik."
Bu konuşmadan sonra Necaşi Ona:
"Sizde Peygamberinizin, Allah'dan getirdiği herhangi bir mesaj var mı?" diye sordu. Cafer:
"Evet." diye cevap verdi. Necaşi kendisine:
"Okuyun da dinleyeyim" dedi.
Bunun üzerine Hz. Cafer Meryem Suresi'nden bir miktar okudu. Necaşi, okunan ayetleri dinleyince duygulanarak gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Aynı şekilde huzurunda bulunan keşişlerin de gözlerinden yaşlar aktı. Sonra Necaşi şöyle dedi:
"Şuna hiç şüphe yok ki: Peygamberinizin getirmiş bulunduğu bu vahiy de Hz. İsa'nın getirdikleri aynı kaynaktandır." Sonra Kureyş heyetine dönerek:
"Siz de çekilin gidin artık. Allah'a yemin ederim ki bunları size teslim etmem" dedi ve onları savdı.
Amr Bin El-As ertesi gün bir daha huzuruna çıkarak Necaşi'ye:
"Haşmetmaab! Bu adamlar Hz. İsa hakkında çok yakışıksız şeyler söylüyorlar. Onları bir daha huzurlarınıza celbedip neler söylediklerini bir kere daha sorunuz" diye Necaşi'yi müslümanla-rın aleyhinde kışkırtmaya çalıştı. Kralın elçisi Hz. Peygamber'in göçmen sahabilerine gelip daveti iletince yine toplanarak birbirlerine:
"Peki Kral bize Hz. İsa hakkında soru yöneltecek olursa nasıl bir cevap vereceğiz?" diye birbirlerine danıştılar. Sonra da "Allah Teala nasıl buyurmuşsa, Peygamberimiz O'nunla ilgili olarak neler söylemişse -harfiyyen- biz de onu söyleyeceğiz" diyerek anlaştılar.
Muhacir sahabiler Necaşi'nin huzuruna girince onlara:
"Hz. Meryem Oğlu İsa'yı nasıl bilirsiniz?"' diye sordu. Hz. Cafer bu soruyu şöyle cevaplandırdı:
"O, Allah'ın kulu, elçisi ve ruhudur. Namuslu, bakire Meryem'e ilahi bir sistemle aşıladığı kelimesidir." Bu sözleri duyan Necaşi elini yerde gezdirerek bir çöp alıp şöyle dedi:
"Allah'a yemin olsun ki: Meryem oğlu İsa, şu söylemiş olduklarından bu çöp kadar bile ne artık ne de eksiktir. Aynen söylediğin gibidir."
Fakat Necaşi'nin yanında bulunan keşişler mırıldandılar. Ancak Necaşi onlara:
"İstediğiniz kadar mırıldanınız, bir şey değişmeyecektir. Ve siz ey muhacirler! Ülkemde güven içindesiniz. Size hakaret eden cezalandırılacaktır, cezalandırılacaktır, cezalandırılacaktır... Sizi rahatsız edecek olsam, dağlar kadar altınım olsa yine gözüme gelmez."
Bu hadise üzerine Necaşi ile keşişler anlaşmazlığa düştüler. Necaşi keşişlere ve erkânına, Kureyş heyetinin sundukları hediyeleri geri vermelerini emreti. Ve şunları söyledi:
"Bu hediyelere ihtiyacını yok. Allah Teala tahtımı asilerden koruyup onu bana yeniden geri verirken benden rüşvet aldı mı ki bana sığınanların üzerinden korumamı kaldırmak için bunların düşmanlarından ben de rüşvet alayım? İnsanlar bana karşı itaatkar oldukları sürece ben de onların haklarına karşı saygı gösteririm."
Bundan sonra Kureyş heyeti rezil bir şekilde geri çevrilmiş olarak Necaşi'nin huzurundan ayrılıp çıktılar. Müslümanlar ise hayırlı komşularının hayırlı ülkesinde kaldılar [61]
Haşimoğulları ve Muttaliboğulları üç yıla yakın, Ebu Talibin mahallesinde (Boykot çemberinde) mahsur kaldılar. Bu sıkıntılı hayattan usanmışlardı. Kureyş'ten bazı kimseler müslümanlara karşı yapılmış olan boykot sözleşmesinin adil olmadığını, Kureyş-lilerin kendi içinden bir oymağına karşı böyle bir tavır almasının zalimane bir davranış olduğunu hissediyor, görüyorlardı. Bu sebeple konuyu yeniden gözden geçirdiler.
Meseleyi ilk defa Hişam Bin Amr Bin Rabia El-Amiri açtı. Bu zat sırasıyla Önce, Zübeyr Bin Ebi Ümeyye El-Mahzûmî, sonra Benî Abdimenaf kabilesinden El-Mut'im Bin Adiy sonra Ebu'I-Buh-terî, El-As Bin Hişam El-Esedî ve Zem'a Bin El-Esved El-Esedî adlı şahıslarla teker teker görüştü. Sonra hep birlikte toplanıp sözleşme yazısını yırtmak üzere kendi aralarında anlaştılar. Bunun üzerine Kureyş kulislerini, toplantı yerlerini ziyaret ettiler. Züheyr bu yerlerde şu çağrıda bulundu:
"Bakın ey Mekke'Iiler! Beni Haşim ailesi perişanlık içindeyken nasıl olur da gönül rahatlığı içinde yiyor, içiyor ve giyiniyoruz? Onlara ne bir şey satıyor, onlardan ne bir şey satın alıyoruz (Bu iş nereye varacak?) Allah'a yemin ediyorum, şuracıkta oturma boykotu yapacağım ve bu zulüm sözleşmesi yırtılmadikça da yerimden kımıldamayacağım." Bu sırada, önceden anlaştığı arkadaşları da O'nu desteklediler ve şöyle dediler:
"Biz bu sözleşmede bulunan kararlardan caymış bulunuyoruz, bu işte biz yokuz!"
Ebu Cehil bu konuşmalara itiraz ederek:
"Öyle görülüyor ki bu tavır daha akşamdan alınmış, siz bu kararı önceden ve şu mekanın dışında aldınız!" diye sert bir çıkışta bulundu. Öfkelenen El-Mut'im Bin Adiy ayağa kalkarak sözleşmeyi yırtmak istedi. Ancak "Allahım Senin yüce adınla" yazısının bulunduğu kısım hariç, kağıdın tamamının güveler tarafından yenmiş olduğunu gördüler.
Hz. Peygamber (sav) bu sözleşme belgesini görmeye imkan bulmadığı halde, bir ara amcası Ebu Talib'e şöyle demişti:
"Amcacığım, Rabbim Allah, Kureyşlilerin zulüm sözleşmesine güveleri saldırtmış bulunmaktadır. Güveler bu belgede bulunan Allah'ın ne kadar (yüce) adı varsa onlara dokunmamış, ancak içinde bulunan Zulüm, İlişki Kesme ve Bühtan (iftira) 'ı nef-yetmiştir. (uzaklaştırıp yok etmiştir.)
Amcası Ona:
"Bunu sana Rabbin mi haber verdi?" diye sorunca, Hz. Peygamber (sav): "Evet" diye cevap vermişti. Bunun üzerine amcası: "Allah'a yemin ederim ki sana kimse dokunamayacaktır" demiş, hayret ve dehşetini de gizlememişti.
El-Mut'im Bin Adiy, Kureyş sözleşmesini yırtmak istediği sırada Ebu Talib de orada Kabe'nin bir tarafında oturmuş hazır bulunuyordu. Onlara şöyle seslendi:
"Ey Kureyş topluluğu! Bakınız, yeğenim aynen şöyle şöyle diyor.. Gidin belgenize bir bakın bakalım, eğer yeğenimin anlattığı gibiyse gelin şu boykottan artık vazgeçin. Yok eğer söyledikleri yalan çıkarsa yeğenimi size teslim edeceğim."
Hazır bulunanlar, tamam, razıyız dediler. Ve birbirlerine söz verdiler. Sonra da gidip baktılar ki Hz. Peygamber (sav)'in aynen söylediği gibi çıktı. Ne var ki bu olay onları çok daha hırçmlaştırdı, daha çok azdırdı.
Sayfa parçalanmış, içindekiler de kendiliğinden iptal olmuştu. Haşimoğullan ve Muttaliboğulları artık Mekke'ye (şehrin içine) inmeye başladılar ama Kureyşliler, gün geçtikçe arttıklarını görüp bir kat daha azarak müslümanlarm üzerindeki baskılarını daha çok şiddetlendirdiler. [62]
Şimdi de Mekke'deki bu küçük müslüman topluluğu, kendilerini kuşatan ve halkın ezici çoğunluğunu oluşturan cahüî topluma bakış açılarını ve iki kesim arasındaki ilişkileri biraz inceliyelim.[63]
İslam gelince Hz. Peygamber (sav) insanları eski çarpık sosyal düzenlerini çirkin alışkanlıklarını, kötü adetlerini bırakmaları, İs-lamın emrettiği ahlaka yapışmaları çağrısında bulundu. Zaten İs-lamı en hayırlı şekilde onlara açıklamış, doğru yolu kendilerine göstermişti. İlk müslümanlar da samimiyetle inanmış, Hz. Peygambere tabi olmuş, O'na bağlanmış, hem dilleri hem gönülleri hem bütün hal ve davranışlarıyla gerçek birer müslüman olmuşlardı.
Ancak aynı zamanda baskısına maruz bulundukları cahili bir toplum içinde yaşıyor, bu toplumun fertleriyle ilişkilerini sürdürmek zorunda bulunuyor, bu sebeple de bazen -insanlık hali- kendi nefis ve arzularının etkisi altında kalıyorlardı. Haliyle insan nefsi bazen meyleder, şöhret makam ve servet sevdasına kapıldığı olur. Özellikle bu imkanlara sahip olmuş kimselerin topluma hakim olduklarını, elde ettikleri servet, nüfuz ve makam sayesinde üstünlük sağladıklarını görünce o da bu eğilimi göstermeye başlar. Çünkü şeytan inanmış gönüllere girerek bu servet ve nüfuzun tesirini insana cazip göstermeye çalışır. Hatta ona şöyle der:
"Eğer müslüman kişi bu imkanlara sahip olacak olsa İslam davası için daha kolay çalışabilir. İslama çağrıyı daha rahat yapabilir. İnsanlar müslümanlann karşısında daha çabuk dize gelebilirler, kabileler, topluluklar boyun eğmiş, şirk devleti daha çabuk ortadan kaybolmuş ve putperestlik de son bulmuş olur."
Böyle durumlarda vesvese içindeki müslümanların kimisi kimisine:
- Bütün bu hedeflerin gerçekleşebilmesi için bu yolun izlenebileceğini telkin edebilir. Böylece İslam davası bir kenara itilmiş, mal, servet ve makam gibi şeyler esas maksat haline gelmiş olur. Bu durumda artık yol zikzak hale gelecek ve istikamet değişecektir. Ancak Allah Teala gerçek mümin kullarını nefsin ve şeytanın baskısı karşısında dize gelecek duruma düşürüp onları yolda yüzüstü bırakmaz.
Nefsin ve şeytanın oyuncağı haline gelmelerine onları doğru yoldan çıkarmalarına, onlar için sürekli bir vesvese kaynağı haline gelmelerine, uçuruma yuvarlanmalarına, dalalete sürüklenmelerine müsaade etmez.
Kur'an-ı Kerim müslümanlara okunmak üzere ve onlara bu şaşaalı dış görünüşlerin Allah ölçüsüyle hiç bir anlam taşımadığını, bu doğrultudaki eğilimlerin geçici olarak zaman zaman kendini gösterdiğini ve kulun özellikle Allah'dan ilişkisini kestiği vakitlerde beşeri bir zaaf ve şeytanın bir vesvesesi olarak birtakım belirtiler şeklinde ortaya çıktığını açıklamak üzere Hz. Mu-hammed (sav)'e sürekli iniyordu.
Keza Kur'an-ı Kerim, müminlerin Allah ile sürekli irtibatları sayesinde içinde yaşadıkları o cahili toplumun seviyesini aşarak olgunlaşıp arınmaları için onları yüceltiyor, şeytanın dürtülerinden korunmalarını öğütlüyor, daima uyanık bulunmalarını istiyordu. Aynı zamanda şeytanın insana nasıl vesvese verdiği ve korunma yollarını da açıklıyordu.
İslam, Mekke'de Cahilîler arasında yaşamak zorunda olan çocuklarını da ayrıca çok güçlü bir şekilde korumuş, içinde bulundukları toplumun çirkinliklerinden ve şeytanın oyunlarından uzak kalmalarını da temin etmiştir. Islamin bu konudaki tedbirlerim şu şekilde özetlemek mümkündür:
1- Müslümanları, İslamm çizdiği yol ve koyduğu ölçüler hakkında sürekli olarak uyarmıştır.
2- Şeytanın insana nuruz edebileceği bütün kapıları göstermiştir.
3- Müslümanların devamlı olarak buluşmalarım, işbirliği ve dayanüşma içinde olmalarım, birbirlerinin öğüt ve tavsiyelerine değer vermelerini emretmiştir.
4-Davaya sadık kalanlara, Allah'ın emirlerine uyan ve yasaklarından sakınanlara cenneti müjdelemiş, aksini yapanları cehennemle tehdit etmiştir.
Bugün aralarında yaşadığımız topluluklar o günkü cahili toplumdan hiç de iyi değildir. Belki daha da kötüdür, daha da çürüktür. Zayıf tarafı daha fazla, izlediği yol daha çetin ve daha tehlikelidir. Bu nedenle müslümanların yukarıda anlatılan noktaları devamlı olarak hatırda tutmaları gerekir.[64]
Kureyşlilerin müslümanlara bakışlarını daha önce incelemiştik. Bu bakış tarzının tamamı, düşmanlık, kin ve nefretten ibaretti, îşte böyle bir gözle müslümanlara bakıyor, dolayısıyla onları kökünden kazıyarak ancak kurtulabileceklerine inanıyorlardı. Bunu yapmayı zorunlu görüyorlardı.
Kureyşliler müslümanlara bu gözle baktıkları halde, müslü* manlar tam tersine onlar için iyi niyet besliyorlardı. Hidayete ermelerini istiyor, kendilerini bekleyen cehennem azabından kurtulmaları için içlerinden iyi dileklerde bulunuyor, bu durumlarından dolayı onlara acıma hissiyle ve şefkatle bakıyorlardı.
Kalplerini örten cehalet ve doğruyu bulmaktan, iman etmekten oınları alıkoyan madde sevgisi (dünya hırsı) şehvet ve yalancı şöhret sevdası gibi kendilerini yere bağlayan geçici engellere ve fani kanatlara takılmış bulunmalarından dolayı onların adına üzülüyorlardı.
Müslümanlar onları hidayete çağırıyor, onlar ise bu davete karşılık vermiyorlardı. Müslümanlar onları aydınlanmaya çağırıyor, onlar ise bir türlü akıllarını başlarına alıp şuurla dinlemiyorlardı. Bütün bunlara rağmen müslümanlar ümitsizliğe kapılmıyorlar, günün birinde Allah'ın davetine uyacakları ümidiyle yaşıyorlardı. Müslümanlar cahiliyetçilerin elinden türlü türlü eziyetlere, ihanete ve baskılara rağmen onların hidayete ermelerini daima diliyorlardı.
Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in:
"Allahım milletimi doğru yola erdir" şeklinde yapmış olduğu dua bunun en çarpıcı örneğidir.
Müslümanların bakış tarzları böyleyken cahiliyetçüer ise hayatta elde ettikleri nüfuz, şöhret, servet ve tatmin etmek istedikleri şehvetlerinin dışında dünyayı, içinde hayat emaresi bulunmayan kupkuru bir çöl gibi görüyorlardı.
Halbuki müslümanlar görevlerini yaptığı, bu suretle de manevi doyuma ulaştığı ve rahatladığı zaman insan için dünyanın mutluluklar vadeden bir hayatla dolu olduğunu görürler. Ayrıca bilirler ki bu dünyada ne varsa Allah'a boyun eğmekte O'nun iradesine uymakta ve koyduğu ntrat yasalarına uygun olarak cereyan etmektedir. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın dininden başka bir din mi arzu ediyorlar? Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez O'na teslim olmuştur. O'na dönecektir." [65]
Keza şöyle buyurmaktadır:
"Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi, ona ve yeryüzüne:
- İsteseniz de istemeseniz de buyruğuma uyun! İkisi de:
- İsteyerek uyduk, dediler. [66]
Kainatta ne varsa elbette ki Allah Teala'ya boyun eğmiş, O'nun emir ve iradesine teslim olmuş bulunmaktadır. Hayatın tümü Allah'a teslim olmuş durumdadır. Peki öyleyse neden bu cahiller gerçekleri inkar ediyorlar. İşte -yaptıkları her türlü baskılara ve kötülüklere rağmen- müslümanlarm onlara karşı duydukları acıma hissi buradan doğmaktaydı.
Müslümanların bu şekildeki bakış tarzı zengininden yoksuluna herkeste aynıdır. Onlara göre insanların hepsi eşitti. Sınıflar, cinsler, ırklar, renkler, zenginlik veya erkek ya da kadın olmak gibi sebeplerle insanlar arasında fark yoktur.
Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Ey insanlar! Gerçek şudur ki: Biz sizleri aynı erkek ve aynı dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tamyasımz. Ancak Allah katında en üstününüz O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah (her şeyi) kemaliyle bilen ve (her şeyden her zaman) haberdardır.[67]
Hz. Peygamber (sav)'de Veda Hacci sırasında şöyle buyurmuştu:
"Ey halk! Hepiniz Adem'in soyundansmiz. Adem ise topraktandır. İçinizde en değerliniz Allah'a karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Ne Arabın Arap olmayana, ne de Arap olmayanın Araba üstünlüğü vardır [68]
Müslümanların Kitap Ehli'ne bakışları da bundan başka değildir. Aslında Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanların herkesten daha önce İslamı kabul etmeleri gerekirdi. Çünkü ellerindeki kitaplar onları Allah'a inanmaya davet etmekte ve bir peygamberin geleceğini onlara müjdelemektedir.
Fakat onların din adamları sırf gururlarına yedirmedikleri ve kıskançlık duygusuna kapıldıkları için onları aldatıp yoldan çıkardılar. İnanmaktan uzaklaştırıp kötülüğü gözlerinde süslediler. Allah'ın sözlerini değiştirdiler. Hem de gerçekleri öğrendikten sonra böyle yaptılar.
Müslümanlar cahiliyetçilerle -onlara düşman oldukları için değil- saldırılarına, iftiralarına ve çeşitli eziyetlerine uğradıkları için mücadele ettiler. Müslümanlar aslında cahiliyetçilerin ruhundaki kötülüklerle, onlara egemen olmuş cehaletle savaşıyorlardı. Müslümanlar temelde kimseye karşı düşmanlık gütmezler. Çünkü onlar semavi bir dinin davetçisidirler. Bu din kimsenin mülkü değildir. Ta ki onu koruma tutuculuğu gibi bir eğilim göstermiş olsun. Bütün gayeleri başka insanların da onlar gibi gerçeklere inanması ve bu emaneti yerine getirmesidir. İnsanlık müslümanların çalışma alanıdır. Bu alanı dağıtmaları veya buraya diken ekmeleri elbetteki doğru değildir. Hem îslamda öç diye bir şey yoktur.
Bu sebepledir ki bir kimse müslümanlara ne kadar fenalık yaparsa yapsın ve müslüman kişi ondan ne kadar eziyet görürse görsün o şahıs Islama girdikten sonra hemen o anda tüm müslümanların kardeşi oluverir. îslam, önceki hayat ile İslama girdikten sonraki devre arasında bir perde olur.
Mesela Hz. Ömer'e bakalım:
O bir zamanlar îslamm en acımasız düşmanlarından biriydi. Ama İslama girer girmez bir anda müslümanların en yakınlarından biri oluverdi. Ebucehil İslama ve Rasulullah (sav)'e karşı olan şiddetli düşmanlığı ile tanınıyordu. Halbuki Hz. Peygamber (sav) O'nun için Allah'dan hidayet dileğinde bulunuyor, güçlü olduğundan İslama destek vermesi için dua ediyordu.
Hz. Peygamber bu gaye ile şu duada bulunurdu: "Allah'ım iki Ömer'den biriyle Islamı güçlendir".
Bu hadisinde kasdettiği iki Ömer'den biri Hz. Ömer Bin EI-Hattab, diğeri ise Ömer Bin Hişam (yani Ebucehil) dir. Ayrıca (Mekke fethedildiği gün başında bulunduğu bir çete ile İslam ordusuna saldıran, ardından da bozguna uğrayarak kaçan ve bu sebeple hakkında "vur!" emri çıkarılan) Ebucehl'in oğlu İkrime daha sonra Hz. Peygamber (sav)'e sığınmış, Özür dileyerek O'ndan afdilemişti. Hz. Peygamber hiç tereddüt etmeden idamlık îkrime'yi affetmişti, ikrime de sonraları Allah (cc) yolunda cihad eden (değerli hizmetler ve mücadeleler veren) kahraman İslam mücahitlerinden biri oldu.
Müslümanlar hangi savaşa girmiş iseler -düşmanları ne kadar inatçı ve tecavüzkâr, ne kadar kinci ve küstah davranmış olurlarsa olsunlar- çarpışmadan önce kendilerinden mutlaka şu üç tekliften birini kabul etmeleri isteğinde bulunmuşlardır:
1- Ya müslüman olmalarını -ki bunu kabul edince kardeş olacaklardır.
2-Veya Cizye vergisi vermelerini -Bu teklifi kabul ettikleri takdirde Allah ve Rasulünün zimmetine (Müslümanların himayesi altına girmiş olacaklardır.)
3- Yahud da Allah hükmünü verinceye kadar silahı seçeceklerdir. Elbetteki Allah hüküm verenlerin en hayırlısıdır.
Ne varki devirler geçmesine rağmen cahiliyetçilerin müslümanlara karşı olan korkunç nefretleri ve ellerinden gelse onları yok etmek için duydukları kin ve düşmanlık hisleri hiç değişmemiştir.
Aynı zamanda müslümanların da -cahiliyetçiler hidayete ersin diye doğru yolu bulup iman etmeleri için- yaptıkları sürekli çağrılarıyla, yol göstermeleriyle çeşitli tebliğ ve rehberlik cemaatleri kurarak gösterdikleri iyi niyet asırlardır değişmemiştir.
Buna rağmen cahiliyetçiler tarafından müslümanlara karşı katliamların düzenlenmediği, uydurulan çelişkili ve asılsız suçlularla kitleler halinde müslümanların katledilmediği yıl yoktur.
Şimdi de müslümanların birbirleriyle olan ilişkilerine, karşılıklı olarak besledikleri duygularına ve bu duygularla kenetlenen bir toplumun devlet olup olamayacağına bir göz atalım:[69]
Müslüman kişi- Islamı kabul ettiği ve kalbine gerçek mânâda iman girdiği andan itibaren- bütün müslümanların onun için kardeş oldukları duygusuna sahip olur. Çünkü AllahTeala:
"Müminler ancak (ve ancak) kardeştirler. [70] buyurmuştur. Dolayısıyla rnüslüman kişi diğer müslümanlara çok sıkı bir bağ ile bağlıdır. Hangi ülkede yaşıyor olurlarsa olsunlar, dilleri ve ırkları ne olursa olsun müslümanı diğer müslümanlara bağlayan rabıta İslamdan başka bir şey değildir. Kişi îslamı kabul etmesiyle yepyeni bir uyruk kazanır. Ve artık bu uyruğa mensup olur. Kişi îslamın eşiğine ayak basmakla daha önce cahili bir insan olarak taşıdığı kötü vasıflardan ve cahiliyet döneminin eski çökeltilerinden sıyrılmış, temizlenmiş olur. Müslümanların hepsi ona bu gözle bakar bu hislerle onu karşılar ve ancak kendileri için arzuladıkları şeyi onun için dilerler. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Biriniz kendisi için (gerçekleşmesini) arzu ettiği şeyi (müslü-man) kardeşi için de (olmasını) istemediği müddetçe mümin sayılmaz [71]
Müslümanlar arasındaki iman kardeşliği bağı kan bağından daha güçlüdür. Aynı familya ve soydan daha çok kaynaştırıcıdır.
Dil birliğinin, müşterek ekonomik çıkarların ve karşılıklı ilişkilerin fertler arasında'gerektirdiği uyumun en fazlasını sağlayıcıdır.
Müslüman kişinin gerçek kardeşleri onun -ana baba bir- öz kardeşleri değil, müslüm ani ardır.[72]
Gerçek müslüman kişi (egemen olan siyasi ve sosyal nedenlerle birbirlerinden uzak ve parçalanmış olarak yaşasalar, veya çok az oldukları için bir araya gelememiş ya da uygulanmakta olan zulüm kanunları, sınıf farkı gözeten düşünceler sebebiyle dağınık bulunmuş olsalar bile) dünyadaki müminlerin özel bir toplum oluşturdukları şuurundadır.
Ayrıca müslüm ani ardan her fert, mensup olduğu İslam toplumunun lehinde bir görev yapmakta olduğuna, bu görevlerle ancak toplumun sosyal binasının tekamül edeceğine, daha iyiye doğru gelişeceğine ve kemale yaklaşacağına inanır. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Müminler birbirlerine karşı (besledikleri ve gösterdikleri) sevgi, merhamet ve güzel duygularında (birçok organlardan oluşan) bir vücuda benzerler ki bu organlardan biri (herhangi bir hastalıktan, bir ağrı ve sancıdan) şikayet ettiği zaman diğerleri de ona katılırlar."
Bu toplumun ilk ve en güzel özellikleri şunlardır:
Fertleri arasında inanç birliği vardır. Fikir birliği içindedirler. Duygulan arasında uyum vardır. Her üye görevini yapmak üzere mükellef olduğu rolü yerine getirerek birbirlerini tamamlayıcı misyona sahiptirler.
Sevk ve idarelerine gelince bu da aynen vücudun organlarına fark gözetmeden muhtaç oldukları kan miktarını gönderen kalbe benzer. Onları hareketlendiren fikriyatı verir. Bütün organları yönlendirir. O bir göğüs gibidir. Toplumun bütün sorunlarını çözümlemeye ve isteklerim karşılamaya çalışır. Düşüncelerine sızan yabancı ve saptırıcı unsurları ayıklar. Tıpkı akciğerin kanı temizlediği gibi...
Müslüman kişi cahili bir toplum içinde kendini gurbette sayar. Çünkü bu toplumun hiç bir şeyine katılamamaktadır.
Ona -gerçek mânâda- mensup değildir. O, içinde yaşamasa, uzaklarda da olsa ancak İslam toplumunun bir ferdidir. Mesela İslam dünyası dışında yaşayan müslümanın, içinden fışkırıp çıktığı kendi toplumundan ve kendi ülkesinden çok ilahi nurun kaynak yeri olan Mekke'ye karşı sürekli bir özlem içinde olduğunu görürüz.[73]
Müslümanlar arasındaki yardımlaşma sırf görevlerin yerine getirilmesi ve İslami dokunun tekamülü doğrultusunda yapılacak cihad ve hizmetlerle sınırlı değildir. Aynı zamanda müslümanlarm hayat garantisi maksadına da şamildir.
Bu konuda Hz. Hatice'nin servetini İslam davası uğruna harcamasından Hz. Ebubekir'in kölelikten kurtarmak amacıyla müs-lüman olmuş köleleri satın alıp hürriyetlerini bağışlamasından daha büyük örnekler yoktur.
Nitekim Hz. Ebubekir'in babası Osman Ebu Kuhhafa -Henüz Islamı hazmetmemiş günlerinde- oğluna:
"Yavrum bakıyorum pek de zayıf köleleri alıp azad ediyorsun. Halbuki güçlü olanlarım satın alıp bağışlasan seni müdafaa eder korurlar" demiş. O günlerin düşünce ölçüsüyle aklısıra oğluna öğüt vermişti.
Hz. Ebubekir (ra) ise babasına -onun anlayacağı bir dille- kısaca şu cevabı vermekle yetinmişti:
"Babacığım, ben bu işi yalnızca Allah rızası için yapıyorum."
Aynı zamanda Hz. Peygamber (sav) 'in varlıklı sahabileri İslam davası için O'nun zor günlerinde mallarım getirip fedakarca tasarrufu altına koymuşlardır. Hz. Peygamber (sav)'in sahabileri peyderpey mallarıyla davet faaliyetlerinin gerektirdiği kadar yardımda bulunuyorlardı.
İsteği üzerine servetini ortaya koyan Hz. Ebubekir (ra)'e:
"Peki ailenin geçimi için geride ne bıraktın?" diye sorunca Hz.Ebubekir şu cevabı vermişti:
"Onlara Allah ve Rasulünü bıraktım." Yani bütün servetini İslam davası uğruna ortaya koymuş demekti. Çünkü müslüman kişi geçimin, rızkın Allah'ın elinde olduğuna, istediğine istediği kadar ihsan edebileceğine, memnun edici sonucun da Allah'a karşı gereğince samimi olan müminlere ait olduğuna inanır.
Durum sadece maddi yardımlarla da sınırlı kalmıyordu, Tabi kimisi malıyla fedakarlık yapabilecek maddi imkanlara sahip değildi. Ancak bunlar, hür bir insanın kabullenemeyeceği, hatta insan vücudunun dayanamayacağı işkencelere maruz kalarak büyük fedakarlık Örnekleri sergiliyorlardı. Bazı müslümanlar arkalan güçlü olduğu, sosyal statüleri sebebiyle veya liderlerden kimisince himaye gördükleri için herhangi bir eziyete maruz kalmadıkları halde, zayıf ve kimsesiz müslümanlarm, kardeşlerinden bazılarını işkence altında görmeleri onlara son derece ağır geliyordu.
Komşunun himayesi yaygın ve geçerli bir usuldü. Bir kimse birinin himayesine sığındı mı, ne pahasına olursa olsun O'nu korumaya çalışırdı.
İbn-i Hişam, Habeşistan'dan dönen müslümanlardan bazıları Mekke'ye giremiyorlardı, ta ki Kureyş liderlerinden birine sığınm-caya kadar diye kaydediyor.
Mesela Hz, Ebu Seleme (ra) dayısı Ebu Talib'in kefaletiyle ancak Mekke'ye girebildi. Keza Hz. Osman Bin Maz'un (ra), El-Velid Bin Muğira'nm himayesine sığınarak ancak Mekke'ye girebildi.
Ancak Osman Bin Maz'un'un kendisi güven içinde dolaşırken Hz. Peygamber (sav)'in diğer sahabilerinin işkence edildiklerini görünce şöyle dedi:
"Allah'a yemin ederim ki putperest bir adamın himayesinde, ben güven içinde dolaşırken arkadaşlarımın ve dindaşlarımın, çekmediğim eziyetlere ve saldırılara uğramalarını seyretmiş olmam benim için büyük bir kişilik kaybıdır."
Bundan sonra hemen (sığınmış olduğu) Velid Bin El-Muğira'ya giderek O'nu:
"Ey Abdu Şems'in babası! Bak, himayen sona erdi. Ben kefaletini artık reddediyorum" dedi.
Velid sebebini öğrenmek için O'na:
"Bu neden icap etti? Yoksa yakınlarımdan biri sana kötülükte mi bulundu?" diye sorunca Osman:
"Hayır, fakat ben, yalnızca Allah'ın himayesine razıyım. Ondan başkasına sığınmak istemiyorum. Şimdi Mescidu'l-Haram'a gidip orada himayeni artık kabul etmediğimi açıkça ilan edeceğim. Nasıl ki açıkça gelip senden sığınma isteğinde bulundum-sa..."
Bunun üzerine ikisi birden Kabe'ye gittiler. Velid orada bulunan topluluğa hitaben:
"Bakınız, şu Osman artık himayemi reddediyor (Bana sığınmaya ihtayacı olmadığını söylüyor" deyince Osman:
"Evet doğru söylüyor, gerçekten de O'nu, sözünün eri, aman dileyene iyi muamelede bulunan biri olarak buldum. Ne varki ben Allah'dan başkasına sığınmak istemiyorum. Bu bakımdan O'nun himayesini artık kabul etmiyorum" dedi. Ve Osman O'ndan ayrıldı. O sırada olup bitenleri seyreden şair Lebid bu olayı daha sonra Osman'ın hazır bulunduğu Kureyş'in kulislerinden birinde manzum olarak şöyle dile getirdi:
"Allah ebedi, başka ne var hepsi geçersiz."Osman: "Doğru söylüyorsun" dedi. Lebid devam ederek:
"Her nimeti yok bil, geçecek hepsi temelsiz" deyince Osman itiraz ederek:
"Yalan söylüyorsun! Cennet nimetleri geçici ve temelsiz değildir" diye cevap verince Lebid alınarak orada oturanlara şöyle seslendi:
"Ey Kureyşliler! Eskiden meclisinizde oturanlar kimseyi rahatsız etmezlerdi, bu adet ne zamandan beridir başladı?.."
Orada bulunanlardan biri Osman Bin Maz'un'u göstererek:
"Bu alçak bir heriftir ve bir sürü alçakla birlik olmuş, dinimize hakaret ediyorlar. Ancak bunun sözlerine aldırış da etmeyin."
Osman dayanamayarak ona yakışan cevabı verdi. Fakat aralarında kavga çıktı. Adam yerinden fırlayarak Osman'ın gözünü yumrukladı ve morarttı. Velid Bin Muğira olayı yakından seyrediyordu. Osman'ın basma gelenleri gördü.
"Bak yeğenim, senin şu gözün daha önce böyle bir saldırıya uğramazdı. Sen emin ellerdeydin" diyerek himayesini reddetmekle ne gibi tehlikeleri göze almış olduğunu O'na hatırlatmaya çalıştı.
Osman kendisine şu cevabı verdi:
"Bilakis! Allah'a yemin ederim ki diğer sağlam gözümün de böyle bir saldırıya uğramaya ihtiyacı vardır. Ben aslında senden çok daha güçlü ve kudretli olan Allah'ın himaye sindeyim. Ey Ab-du Şems'in babası anladın mı?"
Velid acıyarak:
"Haydi yeğenim, istersen tekrar himayeme girebilirsin" dedi ancak Osman O'nun bu teklifini kabul etmedi [74]
Hz. Ebubekir (ra)'de öyleydi. Mekke başına daralmıştı. Bu şehirde eziyet görüyordu. Kureyşlilerin, Hz. Peygamber (sav)'in ve sahabilerinin başına neler getirdiklerini hep gördü. Onun için, Mekke'den göç etmek üzere Hz. Peygamber (sav)'den izin aldı. O da kendisine izin verdi. Mekke'den çıktıktan bir iki gün sonra O'na yolda Benî Haris'lerden Malik Bin Dağna rastladı.
Bu şahıs o sıralarda Mekke'deki Habeş kolonisinin lideriydi. Bin Dağna Hz. Ebubekir (ra}'e;
"Ya Ebu Bekr! Nereye böyle?" diye sordu. Hz. Ebu Bekir de:
"Halkım bana eziyet etti ve beni memleketimden çıkardılar. Bana çok baskı yaptılar" dedi. Bin Dağna:
"Ama neden? Bilakis sen topluluğun bir süsüsün. Hem sonra darda kalanların yardımına koşar, iyiliksever faaliyetlerde bulunur, fakirleri giydirirsin. Don bakalım, seni ben koruyacağım" diyerek O'nu caydırdı. Hz. Ebu Bekir (ra)'de O'nu kırmadı. Birlikte döndüler.
Mekke'ye girdikten sonra, Bin Dağna halka hitaben şöyle dedi:
"Ey Kureyşliler! Ben Bin Ebi Kuhafa'yi (Ebu Bekir'i) himayeme almış bulunuyorum. Hiç kimse O'na iyilikten başka bir muamelede bulunmasın. Ve sizi ihtar ediyorum! Kendisine herhangi bir kötülükte bulunmaktan sakının!"
Hz. Ebubekir (ra) in Benî Cimh mahallesindeki evinin kapısına yakın yerde küçük hususi bir mescidi vardı. Burada namaz kılardı. Çok nazik duygulu bir zattı. Kur'an-i Kerim okuduğu zaman gözyaşı dökerdi. Bu sırada başına toplanan çocuklar, köleler ve kadınlar O'nun bu durumunu hayret ve hayranlık içinde seyrederlerdi.
Bir gün Kureyş ileri gelenlerinden bir grup, Bin Dağna'ya giderek O'nu:
"Ey Bin Dağna! Sen bu adamı, herhalde bize kötülüğü dokunsun diye himayene almadın. Ancak bunun bazı adetleri var. İbadet edip Muhammed'in O'na göstermiş olduğu bazı şeyleri okuyunca duygulanıp ağlıyor. O'nu dinleyen çocuklarımızı ve kölelerimizi yoldan çıkaracağından endişe ediyoruz. Git de kendisine emret, evine girsin de canı ne istiyorsa içeride yapsın" diye Hz. Ebu Bekir (ra)'i şikayette bulundular.
Bunun üzerine Bin Dağna, Hz. Ebu Bekir (ra) giderek O'nu şu sözleriyle uyardı:
"Ya Eba Bekr! Ben halkına eziyet veresin diye seni himayeme almadım. Halk, senin şu özel mekanında yaptıklarından nefret ediyor. Rahatsız oluyorlar. Onun için evine gir ve canın ne istiyorsa evinde yap." Bunun üzerine Hz. Ebubekir (ra) Bin Dağna'ya:
"Ne diyorsun? Yoksa himayeni reddedeyim ve yalnızca Al-lah'n himayesine razı olayım mı?" diyerek öfkesini açığa vurunca Bin Dağna:
"Evet himayemi kabul etmeyebilirsin" diye karşılık verdi. Hz.Ebubekir (ra) de:
"Öyleyse korumanı sana iade ediyorum" cevabını verdi. İlişkiler kopmuştu. Bin Dağna bu sefer halka şöyle seslendi:
"Ey Kureyşliler bakınız! Bin Ebi Kuhafe (Ebu Bekir) himayemi reddetmiş bulunuyor, bu adama artık ne yaparsanız karışmam."
Bu olaydan sonra Hz. Ebu Bekir (ra) bir gün Kabe'ye giderken, ayak takımından birine rastladı. Bu adam Hz. Ebu Bekir (ra)'in başından aşağı toprak döktü. O sırada Velid Bin El-Muğira veya El-As Bin Vail civardan geçmekte idi.
Hz. Ebubekir (ra) O'nu:
"Bu alçak herifin ne yaptığım görmüyor musun?" diye şikayette bulunmuş, bir çeşit yardımcı olmasını ummuştu. Ancak görgü şahidi "Sen kendi kendini bu duruma düşürdün" diye acı bir cevap vermiş umursamazlıktan gelmişti.
Hz. Ebu Bekir (ra) ise:
"Allahım! Ne kadar da çok hoşgörülüsün!" diye anlamlı bir dua ile durumu Allah'a havale etmişti [75]
îlk müslümanlardan oluşan topluluk, siyasi liderlik misyonuna da sahip bir peygamberleri olduğu bilincine kavuşmuşlardı. Çok iyi biliyorlardı ki Allah elçisi olarak O'nun emirlerine uymak vaciptir, (kaçınılmaz bir görevdir.)
"Peygambere itaat eden Allah'a itaat etmiş olur. Kim yüz çevirirse bilsin ki biz seni onlara bekçi göndermedik. [76]
Keza her şahıs O'nun kendi canından çok daha üstün ve ileri olduğu inancına sahipti.
— "Müminlerin, Peygamberi kendi nefislerinden daha çok sevmeleri gerekir. O'nun eşleri de onların anneleridir. [77] Çünkü Hz. Peygamber (sav) onlar için her alanda, birinci derecede büyük bir örnek teşkil ederdi.
"Ey İnananlar! Andolsun ki sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resulul-lah en güzel örnektir. [78]
Aynı zamanda topluluğun lideri ve önderi sıfatıyla da O'na bağlı olmak mecburiydi. İslam davasını o temsil ediyordu.
Hiç bir müslüman O'nun izni olmadan bir tavır koyamazdı. O'nun işareti emir, O'nun herhangi bir isteği farz demekti. İsteğini gerçekleştirmek şarttı. Müslüman kişi çağrısında bunu söylemelidir.
İşte bu sebepledir ki bugün İslam cemaatinin başındaki zata da müslüman toplumu temsil sıfatına sahip olduğu ve Allah'ın kanunlarını uyguladığı için ona bağlanmak ve emirlerine boyun eğmek vaciptir. Çünkü O, aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)'i temsil etmektedir.[79]
Müslümanlar Hz. Peygamber (sav)'e karşı duydukları derin saygı ve takdirin bir nişanesi olarak aynı zamanda İslam davasının sembolü ve bu davanın ilk sahibi olarak O'nun uğrunda her şeylerini feda etmekten çekinmezlerdi.
Hicret ettiği gece Hz. Ali'nin, müşrikleri şaşırtmak için O'nun yatağında yatması bu fedakarlığın derecesini açıkça göstermektedir. Zira Hz. Ali (ra) düşmanlar üzerinde peygamberin evde olduğu izlenimini uyandırmak ve bu suretle Mekke'den ayrıldığı gece, arkadan takibe uğramasını engellemek maksadıyla bir şaşırtma taktiği olarak O'nun mübarek yatağına girmekle çekinmeden canını tehlikeye atmış, kesin denebilecek bir cinayete hedef olmuştu.
Buna benzer örnekler Hz. Peygamber (sav)'in katıldığı hemen her savaşta görülmüştür. Çünkü sahabiler kendi vücutlarını siper yaparak O'nu daima korur ve bu yüzden de çok kere ok ve kılıç darbeleri altında yaralar alırlardı. [80]
İlk müslümanlarm her biri, içinde yaşadığı toplumdaki yerini çok iyi biliyor ve kendisini kuşatan akımlardan, olup bitenlerden tamamen haberdar bulunuyordu. Dolayısıyla bu bilgiler çerçevesinde kendisi için bir tavır belirliyordu. Müslüman kişi bu uyanıklığı sayesinde, aleyhinde hazırlanan komploları anında seziyor, düzenleyicilerini de tesbit edebiliyordu. Sürekli bir gözetme hali içindeydi.
Dolayısıyla düşmanların her kımıldayışını anında haber alıyor, düşmana karşı tavır belirlemesi ve onu etkisiz hale getirebilmesi için cemaatin komuta heyetini devamlı surette haberdar ederek karşı cephenin hedeflerini gerçekleştirmesine başarıyla engel olabiliyordu.
Bu sebepledir ki Kureyş kurmaylarının tüm hareketleri anında tesbit edilebiliyor ve toplanan malumat günlük olarak Hz. Peygamber (sav)'e naklediliyordu. Hz. Peygamber (sav) işte bu bilgiler ışığında emirlerini veriyor, (görev dağıtıyor) ve gerekirse bu bilgileri görevli bazı müslümanlara da veriyordu.[81]
İlk müslümanlar her bakımdan olduğu kadar insanları değerlendirme açısından da isabetli görüşlere sahip idiler. Öyle ki, birine değer verirken, kişi heveslerini Ölçü alarak değil; onun servetine şöhret ve sosyal mevkiini değil; Hz. Peygamber (sav)'e olan yakınlığını, O'nun îslama bağlılık derecesini, şuur ve uyanıklığını Ölçü alarak değerlendirirlerdi.
"Allah nezdinde en üstününüz O'na itaatsizikten en çok sakı-nanızdır.[82]"
Mekke'de oluşan küçük müslüman azınlık elbetteki artık yabancısı olduğu için kendisini yok etmek isteyen çevresine karşı tedbirli olmalıydı. Gayet açıktır ki bu azınlık çok dakik bir şekilde örgüdenmemiş ve faaliyetlerini gizlilik içinde yürütmüş olmasaydı katiyyen korunamazdı. Bu ise biraz önce söz konusu ettiğimiz itaat ve bağlılık olmadan garanti edilemez.
Hz. Peygamber (sav) bizzat kendisi faaliyetleri organize ederdi. El-Erkam'ın evinde gizli toplantılar düzenlerdi. Kureyşlilerce, müslüman oldukları henüz bilinmeyen müminlerden başka hiç bir kimsenin bu toplantılardan haberi olmazdı. Fakat açıkça İslama çağrı faaliyetlerinde bulunan ve kim oldukları Kureyşliler tarafından bilinen müminlerin hayatlarının güvence altına alınması gerekirdi.
İlk müslümanlar, güvenliklerini şu yollardan biriyle sağlamaya çalışırlardı:[83]
Garantiyi veren Kureyşlinin bu tavrı bazen sırf toplum içindeki ağırlığını ve sahip olduğu şöhreti etrafa bir kez daha göstermeye ve kendisini kanıtlamaya çalışmasından kaynaklanıyordu. Ku-reyşli aristokratlar dini inançlarından ve İslami yaşantılarından ötürü baskı görmemeleri veya ezilmekte olan din kardeşlerini savunma durumlarında saldırıya uğramamaları amacıyla kendilerine sığınmış müslümanlar için bu garantiyi veriyorlardı.[84]
Üyelerini cahiliyetçilerin eline düşmekten, inançları tehlikeye girebilir korkusuyla bizzat cemaat yönetimi müslümanların güvenliğini temin etmeye çalışır, gerekli durumlarda bazı müslümanların (Habeşistan ve Medine hicretlerinde olduğu gibi) başka bir çevreye göç etmelerini tavsiye ederdi.
Bir müslüman nasıl rast gelirse ve istediği yere göç edemezdi. Önder ve komutandan yani Hz. Peygamber (sav)'den izin almadan ve O'nun onaylamadığı herhangi bir yere gidemezdi. Bilindiği üzere organizasyonlarda karar ve emir kendi başlarına fertlerce değil, yönetim tarafından çıkarılır.
Bazı kimseler şunu sorarlar. Derler ki: Acaba düşmanlardan korunmak için sırf kalkan olarak kullanmak niyetiyle ve davasını yaymak için müslüman kişi cahili bir organizasyon ve örgüte girebilir mi?
Bunu soranlar, Hz. Peygamber (sav)'in Taif dönüşü Mekke'ye girebilmek için Mut'im Bin Adiy'den, Hz.Ebu Bekir (ra)'in, Malik Bin Dağna'dan ve Osman Bin Maz'un'un Velid Bin El-Muğira'dan
himaye istemelerini kanıt olarak gösteriyorlar.
Keza Hz. Peygamber (sav)'in Haşimoğullan ve Muttaliboğul-ları ile birlikte Ebu Talib'in mahallesinde O'nun himayesi altında toplanmalarını örnek gösteriyorlar.
Cevap: Şu sebeplerden dolayı müslümanlar cahili bir teşkilatın himayesine giremezler:
1- Bir kişinin başka bir kişiye sığınması onun bir teşkilata sığınmasından farklıdır.
Çünkü bir insanın diğer bir kimseyle olan ilişkisi kişisel bir ilişki olarak zamanla ilerleyip güçlenebileceği gibi bu ilişki ikisinden birinin düşünce tarzına veya prensiplerine uymadığı zaman da kopabilir.
Nitekim Hz. Ebubekir (ra)'in Bin Dağna ile Osman Bin Maz'un'un Velid Bin El-Muğira ile olan ilişkileri böyle idi. İkisi de zaman gelmiş bu adamların himayesini red ederek onlardan ilişkilerini kesmişlerdi.
Kişinin örgüt ile olan ilişkisine gelince onun, üye olarak devam ettiği sürece örgütün emrinde olması, çizdiği doğrultuda yürümesi ve kendi inanç ve ideolojisine aykırı olsa bile ve (hele zayıf bir mevkide ise) örgütün fikrine, dava ve prensiplerine uyması mecburiyeti vardır.
2- Hz. Peygamber (sav)'in (müslüman olmayan) Haşimoğul-ları ve Muttaliboğulları ile birlikte Ebu Talib'in mahallesine çekilerek O'nun himayesine girmesi olayına gelince bu olay Hz. Peygamber (sav)'in bir çeşit kendi aile ve koruyucularının arasına çekilmesi demekti.
Nitekim müslümanlara Ebu Talib mahallesine bu iki aileden başkalarıyla birlikte yerleşmelerine izin vermemiştir. Onlardan bilhassa arkası güçlü olmadığı için kendilerini koruyamaz durumda bulunanlardan ikinci kez Habeşistan'a hicret etmelerini istedi.
Bunun anlamı şuydu:
Hz. Peygamber (sav), müslüman bir kişinin bir topluluğa, bir teşkilata sığınmasını reddediyordu.
Kendisi bu kez, müsîüman olmayan bir topluluk tarafından (yakınları tarafından) korunmasına rağmen sahabileri için bunu kabul etmiyordu.
3- Hz. Peygamber (sav)'in, Ebu Talib'in aşireti arasına girmesi ve korumalarını kabul etmesi kişisel bir hadise değildi. (Yani kendisi münferit olarak yabancı bir kitlenin himayesi altına girmemişti.) Bilakis kendisi bu kitlenin ekseni durumundaydı. Kendisi onları yönlendiriyordu.
Mesela gece karanlık çökünce Hz. Peygamber (sav) çok kere amcasının çocuklarından birine emrediyor, yatak değiştiriyorlardı. Hz. Peygamber (sav) herhangi bir suikaste karşı tedbir olmak üzere onlardan birinin yatağını kendi yatağıyla değiştirmesi isteğinde bulunuyor, onlar da bu isteği hemen yerine getiriyorlardı.
Bu taktik ile onlar Hz. Peygamber (sav)'in yerine suikast tehlikesine açıkça hedef oluşturmuş olurlardı.
Fakat Hz. Peygamber (sav)'in dışındaki müslümanlardan biri müslüman olmayan bir kitleye eğer sığınacak olsaydı onların potasında eriyebilir, kaybolup gidebilirdi. Çünkü ağırlık daima otoriteyi elinde bulunduran teşkilatta olur. Müslüman kişi tek olarak zayıftır. Onun bir kitleye sığınması isteği de zaten bundan kaynaklanmaktadır, (ancak bu da doğru değildir.)
4- însanm İslamî olmayan bir kitleye, bir örgüte, bir teşkilata girmesi bazen de şahsi menfaat amacına dayalı olabilir. Bu sebepledir ki böyle bir teşebbüs için çok kere mazeretler ve gerekçeler de ileri sürülebilir.
Hatta bu mazeret ve gerekçelerin tartışmaya konu olmasından sonra zamanla onun zihninde bunların haklı ve doğru olduğu kanaati yerleşmeye başlar. Bu kez de gerekçelerini daha ciddi ve daha samimi olarak savunmaya çalışır.[85]
Bu küçük müslüman azınlık kısa aralıklarla zaman zaman yoklamaya taramaya tabi tutulur, aralarına sızabilmiş yabancı ruhlu ve imanı zayıf kimseler bu yoklamalarla elenerek gerekli temizlikler yapılırdı.
Dolayısıyla bu topluluğa katılanların iki seçeneği vardı:
Ya iman, inanç ve samimiyetleri güçlenecek, cemaatin seyrine uyacaklar. Bu topluluğun gerçek birer üyesi olacaklardı. Veya bu yolculukta işte böyle sendeleyip eleneceklerdi.
Çünkü müslüman cemaat bu suretle ancak saflığını, temizliğini koruyabilir ve birbiriyle kenetlenebilirdi. Ve çünkü aralarında iman bakımından hastalıklı olanların bulunması onları bu davaları yolunda oyalayabilir, hareketin yavaşlamasına sebep olabilirdi. Hatta gelişmeyi zayıflatıp faaliyeti zamanla felce uğratabilirdi.
Eğer dikkat edilecek olursa îsra ve Miraç [86] hadiseleri bu küçük müslüman azınlığa musallat olmuş bazı mikropların temizlemesini aynı zamanda amaçlayan birer operasyondur.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) miraç gecesinde olup biten seyahatini anlatınca Kureyşliler inkar ettiler ve:
"Bakın işte, şimdi gerçek apaçık ortaya çıktı. Çünkü kervan bir ay süreyle Şam'a varabiliyor, bir ayda da ancak dönebiliyor. Peki nasıl olur da Muhammed bir gece içinde Kudüs'e gidip tekrar Mekke'ye dönebiliyor!.." dediler.
Ne ilginçtir ki bu olay ve bu sorular karşısında bocalayan ve tekrar şirk inancına dönen de oldu.
Evet doğrudur, belki bu yoklama cemaatin sayısını düşürüyor, bu sayı ile itibar edilen gücünü de azaltıyordu ama sayının ne zaman Önemi vardı ki?...
Önemli olan kafa sayısı değil, kafa yapısıydı. îmanla dolu gönüller önemliydi. İnsanları harekete geçiren onlara dinamizm kazandıran, onları idealleri uğrunda tehlikeleri göze almaya, zorluklara karşı göğüs germeye iten, Allah'ın üstün gücü karşısında düşmanın güçsüzlüğünü görmeyi temin eden iman ve ihlas dolu gönüller önemliydi. Nitekim sayılarının azlığına rağmen düşmanlarına karşı verdikleri her savaşta müslümanlara zaferler kazandıran kalabalık sayılar değil işte bu iman dolu gönüller idi.
Gerçekten de müslümanlar hiç bir zaman sayıca çok ve silah bakımından üstün oldukları için düşmanlarına galip gelmemişlerdir. Onların düşmana karşı elde ettikleri üstünlükler daima güçlü, imanlarının ve ilahi yardımın bir mükafatı olmuştur.
Mesela Huneyn Savaşında sayıca çok oldukları için kendilerine güvendiler [87] böbürlendiler. Onlardan kimisi üstünlüğün sayı çokluğuna bağlı olduğunu zannetmişti. Ama bir anda hayal kırıklığına uğradılar.
Onların bu haleti ruhiyesini Allah Teala şöyle açıklamaktadır:
Ve Huneyn günü, çokluğunuz sizi büyülemişti. Halbuki size yaramadı. Koskoca yeryüzü başınıza daraldı. Ondan sonra da arkanızı dönüp kaçtınız. [88]
Münafıklar (içinden kafir, dış görünüşleriyle müslüman geçinenler) Uhud savaşı sırasında harbe katılmayı reddetmiş, ordubozanlık yapmış ve geri çekilmişlerdi. îşte imanı zayıf olanların savaş sırasında ve er meydanında hep tavırları böyledir. Ama her şeye rağmen sonunda müslümanlar üstün geldiler.
Bu sebeple müslümanlarm geçireceği bu gibi sarsıntıları pek önemsememek gerekir. Bu elenmelerle sayıda meydana gelen azalmaya müslümanlar için bir hastalık belirtisi değil, bilakis sağlık belirtisi olarak bakmamız lazımdır. Bu hadiseler müslümanla-rın birbirlerine daha çok sarılmalarını, daha çok canlılık ve faaliyet göstermelerini temin eder. Çünkü topluluktan ancak imanında hastalık bulunanlar ve başka bir amacı olup da bunu uzun zaman gerçekleştiremeyince, yolculuğun kendisi için zor ve şahsi çıkarlarına yaramadığını görenler ayrılırlar. Bunları insan cinsinden bazı şeytanlar tahrik ederler. Onlar da şahsi menfaatleri uğruna işte böyle doğru yoldan saparlar.[89]
Haşimoğulları ve Muttaliboğulan Ebu talib Mahallesindeki boykot çemberinden henüz çıkmadan kısa bir süre Önce Hz. Peygamber (sav)'in hanımı Huveylid kızı Hz. Hatice vefat etti. Hz.Peygamber (sav)'in ilk hanımıydı. Ve hayatta bulunduğu sürece Allah'ın elçisi başka bir evlilikte bulunmamıştı.
Hz. Peygamber (sav)'in İbrahim'den başka tüm erkek ve Zey-neb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatima adındaki kız çocuklarının annesiydi. ibrahim'in annesi ise Mısırlı Mâriye'dir. Hz. Hatice'nin vefatı üzerine Hz. Peygamber (sav) tarifi imkansız bir acı ve hüzün içine girdi.
Hz. Hatice O'na ilk iman eden, İslam davası uğruna servetini feda etmekten çekinmeyen ve çocuklarını doğuran hanımıydı. Zor günlerinde O'na hep destek ve dayanak olmuştu.
Hz. Peygamber (sav)'in Kasım, (diğer adları; Tayyib ve Tahir olan) Abdullah ve İbrahim adındaki erkek çocukları henüz küçükken öldüler.
Kızlarına gelince: Zeyneb henüz cahiliyet devrinde teyzesinin oğlu Ebu'l-As Bin Rabi' ile evlenmiş ve O'ndan Ümame adını verdiği kızını dünyaya getirmişti. Hz. Peygamber (sav)'in kızı Hz. Fa-tıma vefat edince Hz. Ali işte bu Ümame ile evlenmiştir. Hz. Fatı-ma O'nun teyzesidir.
Hz. Osman da Hz. Peygamber (sav)'in kızı Rukiyye ile evliydi. Birlikte Habeşistan'a hicret ettiler. Rukiyye Bedir Savaşından sonra Medine'de vefat edince Hz. Osman, O'nun kızkardeşi Ümmü Gülsüm'le evlendi. Her ikisi de çocuk doğurmamışür.
Hz. Ali Bedir savaşından sonra Medine'de Hz. Fatıma ile evlendi. Hz. Fatıma O'nun Hasan, Hüseyin ve Zeyneb adındaki çocuklarının annesidir.
Burada yine Hz. Peygamber (sav)'in hayatından çarpıcı bir tablo ile karşılaşıyoruz: Bakıyoruz ki erkek çocuklarının hiç biri ya- -şamamış, hepsi O'nun sağlığında Ölmüşlerdir. Ancak kızlar yaşamış, onların da kimisi doğum yapmış, kimisinin hiç çocuğu olmamış ve Hz. Fatıma hariç hepsi yine O'nun sağlığında hayata veda etmişlerdir. Hz. Fatıma ise babasının vefatından altı ay sonra dünyasını değiştirmiştir.[90]
Sekran Bin Amr, hanımı Şevde ile ikinci defa Habeşistan'a göç edip döndükten sonra vefat edince Şevde ortada kaldı.
Bir zamanlar Islama karşı amansız bir düşmanlıkla cephe alan kayın biraderi Süheyl Bin Amr'm da mensup olduğu Kureyş'in Benî Amr oymağındandı. Asil bir hanımefendi idi. Kabilesine ve ailesine Allah yolunda ters düşmüş, bu yüzden kocasıyla birlikte perişan olup gurbet ellerine çıkmak mecburiyetinde kalmıştı.
İçinde bulunduğu zor durumdan kurtarmak niyetiyle Hz. Peygamber (sav) O'nunla evlenmekte bir engel görmedi. Hz. Hatice'nin vefatından yaklaşık bir ay sonra da O'nunla evlendi. [91]
Hz. Hatice'nin vefatından bir ay sonra Rasulullah (sav) in amcası Ebu Talib öldü.
O hep Hz. Peygamber (sav)'in yanında yerini almış ve O'nu Kureyş'in tecavüzlerinden korumuştu.
Hz. Peygamber O'nun, günün birinde Islama gireceği ümidini daima beslemişti. Çünkü Ebu Talib, O'nu tasdik ediyor, söylediklerinde kendisini hiç yalanlamıyordu. Ne varki şehadet getirmiyor, müslümanlığım açıkça ilan etmiyordu.
Hz. Peygamber (sav) bazen O'na:
"Kulağıma gizli bir şekilde de olsa şu şehadet kelimesini geti-river" derdi.
Fakat O, Kureyşliler kendisini ayıplarlar diye bu teklifi hep reddetti. Kureyşlilere gelince onlar Hz. Peygamber.(sav)'e Ebu Talib'in sağlığında yapamadıklarını bu kez ölümünden sonra bütün acı-masızlıklarıyla yaptılar. [92]
Hz. Peygamber, amcası Ebu Talib'in vefatından yaklaşık bir ay kadar sonra Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Ayşe (as) ile nikahlandı.
Hz. Ayşe'nin o sırada yaşı küçüktü. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav) onu, nikahtan beş yıl sonra ve Medine'de ancak halvetine aldı.
Bu da Hicretin ikinci yılma rastlamaktadır.[93]
Allah Teala Hz. Peygamber (sav)'i hicretten önce îsra ve Miraçla şereflendirmiştir. O henüz Mekke'deyken bir gece yatsı namazını kıldıktan ve yatağına girdikten sonra henüz şafak sökmeden Allah'ın emriyle burak'a bindirilerek Beytü'l-Makdis'e (Kudüs'deki Mescid-i Aksa'ya) yıldırım hızıyla ulaştırıldı.
Orada Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve diğer peygamberlerden bir toplulukla karşılaştı. Onlarla birlikte namaz kıldıktan sonra semaya çıkarıldı. Gittiği alemde Rabbinin (akılla ifade edilemeyen) ayetlerini mucizelerini harikalarını görüp seyretti.
AllahTeala ile yaptığı bu mülakat sırasında kendisine günde elli defa olmak üzere namaz farz kılındı. Ancak O, Rabbinden (ümmeti lehine) bu görevi hafifletmesi dileğinde bulundu. Allah (cc) da bu isteğini kabul ederek namazları günde beş vakte indirdi. Bununla birlikte namazları kamil bir imanla (olgun bir inanç ve samimiyetle) kılan kimseye yine elli namaz sevabı vadedildi.
Miraçtan dönüşünde yine Beyt'ül-Makdis'e uğradı ve oradan da henüz güneş doğmadan Mekke'ye vardı ve sabah namazım Mekke'de kıldı.
Hz. Peygamber (sav)'in amcası Ebu Talib'in kızı Ümmü Hani bu hadise ile ilgili olarak şunları anlatıyor:
"Hz. Peygamber Miraca götürülürken benim evimden başka bir yerde değildi. O gece evimizde yattı. Önce yatsı namazını kıldi. Sonra da yatağına girdi, biz de yattık. Şafaktan biraz önce bizleri uyandırdı.
O'nunla birlikte namaz kıldık. Sonra şöyle dedi:
- Ey Ümmü Hani bakınız, yatsı namazını gördüğün gibi sizinle birlikte şu vadide (tepeler arasındaki Mekkede) kılmıştım. Ondan sonra Beytül-Makdis'e götürüldüm. Orada da namaz kıldım ve işte yine gördüğün gibi sabah namazını da sizinle kılmış bulunuyorum."
Ardından kalkıp dışarıya çıkmak istedi. Engel olmak için cüb-besinin bir kenarından yakaladım. Cübbesi mısır usulü dokunmuş ketenden idi. Ben çekiştirirken o sırada göğsü de açıldı.
Ona şöyle dedim:
"Ey Allah'ın elçisi, sakın bu olayı kimseye anlatma! Sonra seni yalanlar, sana eziyet yaparlar."
Cevap olarak:
- Yemin olsun ki anlatacağım, dedi.
O sırada, zenci bir hizmetçim vardı, Ona:
"Kızım ne olursun Allah'ın elçisini takib et de bak bakayım halka ne anlatıyor, onlar da kendisine ne diyorlar. (Nasıl tepki gösteriyorlar?)"
Hz. Peygamber çıkıp bu olayı halka anlatınca hayret ettiler ve O'na:
- Peki Ey Muhammedi Bu söylediklerinin doğru olduğuna dair delilin nedir? Çünkü biz şimdiye kadar böyle bir şey duymadık, deyince Hz.Peygamber kendilerine:
- Ben filan kabilenin falan vadideki yerlerinden geçtim. Hayvanın sesi onları ürküttü. Develerinden biri kaybolmuştu, (görünmeden) seslenerek bulunduğu yeri haber verdim. Bu sırada Şam yönüne doğru yol alıyordum. Sonra Dacnan'a varınca orada da henüz uyumakta olan bir kabileye rastladım. Birine ait kapalı bir kapta su vardı. Kapağını açıp içindeki suyun hepsini içtikten sonra yine eskisi gibi Örttüm.
Bu anlattığımla ilgili kanıtım da şudur:
Bu kabile şu sıralarda El-Bayda mevkiinden E't-Ten'iym'e doğru iniyorlar. Kafilenin önünde semiz ve güzel bir deve, devenin üzerinde de biri siyah diğeri (siyah-beyaz) benekli iki çuval vardı. Ümmü Hani bu olayı naklederken devamlı diyor ki: Hz. Peygamber böyle anlatınca O'nu dinleyenlerden bazıları olayın doğru olup olmadığını anlamak için davranıp kabilenin bulunduğu yere doğru gittiler.
îlk gördükleri deveye baktılar ki bir de ne görsünler, Hz. Peygamber (sav)'in anlattığının ta kendisi...
Su kabı halckinda da kendilerine yönelttikleri soruya karşılık: Kabı akşam su ile doldurup örttüklerini, sabahleyin uyandıklarında ise onu boş, ancak örttükleri gibi kapalı bulduklarını ifade ettiler.
Diğer kabileden de olup bitenleri sorduklarında: - Gerçekten de doğru söylüyor, biz vadideyken bir ses duyduk ve ürktük. Bir devemiz kaybolmuştu. O sırada, devenin yerini bize tarif eden bir insan sesi duyduk ve o tarif üzerine gidip bulduk, diye cevap verdiler.
Hz. Peygamber (sav) Miraç gecesinde yaşadığı ve şahit olduğu olayları Ebu Cehil'e anlatınca Ebu Cehil hemen yaygaraya başlayarak;
- Ey Kaaboğulları, ey Lüeyoğulları gelin toplanın! deyip halkı çağırdı. Bunun üzerine toplanan Kureyş müşriklerine Hz. Peygamberin anlattıklarını nakletti.
Onlardan kimisi (o zamanki adet üzere) el çırparak, kimisi ellerini kafasının üzerine koyarak dehşet, şaşkınlık veya (böyle bir şey olamaz demek anlamına) inkarda bulundular.
îşte o sırada imanı zayıf bazı kimseler de yine eski şirk inancına dönüş yaptılar.
Ardından bazı kimseler Hz. Ebu Bekir (ra)'e giderek Hz. Peygamber (sav)'in söylediklerini naklettiler ve doğru olup olmadığını sorarak nabzını yokladılar.
Hz. Ebu Bekir (ra) de:
- Eğer böyle söylüyorsa doğrudur, diye cevap verdi. Bu kez Ona:
- Peki sen bu sözlere inanıyor musun, diye sorunca da O:
- Elbette, bundan çok daha müthiş olanına bile inanırım, diyerek imanının gücünü gösterdi. Bu sebepledir ki gerçek manada inanan ve tasdik eden anlamına gelmek üzere kendisine o günden sonra sıddık unvanı verildi.
Müşrikler daha sonra Hz. Peygamber (sav)'i imtihan etmeye, söylediklerinin doğru olup olmadığını araştırmaya çalıştılar.
- Beyt'ül-Makdis'i iyi bilen adamların da huzurunda Hz. Peygambere Kudüs'deki mekanlar hakkında sorular yönelttiler. Hz. Peygamber ise İsra olayından önce Kudüs'e hiç gitmemişti, oraları hiç bilmezdi.
Allah Teala O'na ziyaret ettiği yerleri tekrar keşfettirdi. O da mekan mekan, sordukları yerleri tasvir edip canlandırdı. Çaresiz:
- Adam doğru söylüyor, dediler.
Bu olay aynı zamanda müslümanlarm arasında bulunan imanı zayıf bazı mikropların temizlenmesine yarayan bir operasyon oldu. Çünkü bu olaydan sonra müslümanlar birbirleriyle daha fazla kaynaşıp pekiştiler. Allah (cc) istediğini gerçekleştirmeye kadirdir ve takdir buyurduğu her olayda mutlaka bir hikmet vardır [94]
[1] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 45
[2] Kehf Suresi, Ayet: 28
[3] Sahih-i Buhari, c. I, s. 48, 179 ist. 1329
[4] Hicr Suresi, Ayet: 94-96
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/235-241.
[5] Safa Tepesi: Mekke'de Harem'i Şerifin içinde Merve Tepesi karşısında Kabe'ye çok yakın kutsal bir mevkidir. Bu iki tepe arasında hac ya da umre sırasında Sa'y denilen bir yürüyüş ibadeti yapılmaktadır. Geniş bilgi için Hac ve Umre ile ilgili konulara bakınız. (Mütercim)
[6] Şuara Suresi, Ayet: 214-216
[7] Ebu Hureyre'den, Müslim, Buharı
[8] Ebu Hureyre'den, Müslim, Buharî
[9] Yusuf Suresi, Ayet: 103
[10] Nisa Suresi, Ayet: 145
[11] Kehf Suresi, Ayet: 103-104
[12] Enfal Suresi, Ayet: 61
[13] Necm Suresi, Ayet: 3-4
[14] Riddet: (veya irtidad etmek) -Allah korusun- islam dininden dönmek. Tarihte meşhur Riddet Olayı Hz. Ebubekir'in devlet başkanlığı zamanında meydana geldi. Hz. Peygamber'in vefatını izleyen günlerde başta Benî Abs ve Züb-yan kabilesi olmak üzere Benî Esed, Benî Kinane, Ğatafân, Hevazİn ve diğer bazı kabileler toplu olarak islam dininden çıkıp eski putperest dinlerine yeniden döndüklerini ilan ettiler. Bu olaya Riddet Hadisesi denir. Mürtedler daha sonra Hz. Halid Bin Velid komutasındaki islam orduları sayesinde dize getirildiler. (Mütercim)
[15] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 118-124
[16] Nisa Suresi, Ayet: 79
[17] Hz. Peygamber (s.a.v) den doğru olarak nakledilmiş bir hadistir. Sahih hadisler arasında "Allah'a karşı gelen emirlere değil, uygun olan emirlere itaat edilebilir" şeklinde geçer.
[18] Biat: Müslümanların devlet başkanına oy vermeleri işlemi. Bu aynı zamanda bir taahhüttür. Devlet başkanı Allah'ın kanunlarını çiğnemedikçe müslüman kişi ona karşı bu taahhüdünü bozamaz. (Mütercim)
[19] Müslim, 1851
[20] Müslim, 1844
[21] İttifakla rivayet edilmiştir.
[22] Kafirun Suresi, Ayet: 6
[23] Kafinin Suresi, Ayet: 1-6
[24] Yusuf Suresi, Ayet: 108
[25] Hucurat Suresi, Ayet: 13
[26] Abese Suresi, Ayet: 1-11
[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/243-271.
[28] Fussilet Suresi, Ayet: 1-13
[29] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 91-94
[30] Nisa Suresi, Ayet: 75-76
[31] Al-i îmrân Suresi, Ayet: 173
[32] Hacc Suresi, Ayet: 41
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/271-279.
[33] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s
[34] Zariyat Suresi, Ayet: 22
[35] Lokman Suresi Ayet: 34
[36] Hadis, Ahmet ve Tirmizi tarafından rivayet edilmiştir, sahihtir.
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/279-281.
[37] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/281-283.
[38] Lat ve Uzza: Mekke'li müşriklerin islamdan önce ibadet ettikleri birçok putlardan ünlü iki tanesinin adıdır. Bu iki isimden Kur'an-ı Kerim'de Necm Su-resi'nin 19 uncu ayetinde söz edilmektedir. (Mütercim)
[39] Hadis Sahihtir: El-Müstedrek 3/388-389 Taberani: El-Avsat.
[40] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 68-72
[41] Bakara Suresi, Ayet: 214
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/283-287.
[42] Yazarın "llkeller"den amacının "Paganlar" olduğu sanılmaktadır.
İlk hıristiyanlar tarafından putlara tapan kimselere latince "Paganus" denirdi. Bu sözcükten gelişen fransızca "Paganizm" terimi günümüzün neye nasıl inanacağını bilmeyen, din konusunda bocalamakta olan çoğu yarı okumuş bir topluluk için kullanılmaktadır.
Türkiye'de toplumun çoğunu paganistlerin oluşturduğu sanılmakta, bunların başında ise genellikle politikacılar, öğretim üyeleri, iş adamları ve sosyete gibi devlete egemen çevreler gelmektedir. Kimliklerinde "îslam" simgesi bulunmasına rağmen, Islamı neden Kur'an ölçüleriyle kabule yanaşmadıkları büyük bir-çelişki oluşturmaktadır.
Bu insanlar -büyük olasılıkla- ya Auguste Compte'un sakat ve çürütülmüş pozitivist felsefesine dayalı eğitim sisteminin veya yıkıcı ideolojik propagandaların etkisiyle ya da eğitimsizlik nedeniyle varlık olgusunun temelindeki "Premi-ere Cause" gerçeği hakkında hemen hemen hiç bir bilgi ve kültüre sahip değildirler. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'in bütünlüğüne inanmamakta özellikle "Ahkam ayetleri"ni hem reddetmekte hern de bu ayetlerle bilinçlenmeye karşı çok şiddetli bir savaş vermektedirler. Buna rağmen neden "İslam" simgesi yerine "Laik" ya da "Paganist" olduklarını kimliklerine tescil ettirmedikleri ya da zaman zaman hangi gerekçe ile müslüman olduklarına ilişkin açıklama yaptıkları henüz net olarak bilinmemektedir. Aynı zamanda bu konuda yapılmış bilimsel ve ciddi bir anket de mevcut değildir.
Bilindiği üzere müslüman kişi Kur'an-i Kerim'e bir bütün olarak inanan kimsedir. (Mütercim)
[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/287-288.
[44] Zuhruf Suresi, Ayet: 31-32
[45] Ebu Kebşe: Hz. Peygamber (sav)'i emziren Halime'nin kocasının adıdır. Kureyşliler Hz. Peygamberi bu lakapla çağırırlardı.
[46] Kamer Suresi, Ayet: 1-2
[47] Müslim ve Buhari rivayet etmektedir
[48] Müslim, Buhari ve başkaları da rivayet etmişlerdir
[49] tsra Suresi, Ayet: 93
[50] Kehf Suresi, Ayet: 23
[51] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/288-294.
[52] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 77-82
[53] tbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 284
[54] Maide Suresi, Ayet: 5; Bakara Suresi, Ayet: 22 Maide Suresi, Ayet: 5; Bakara Suresi, Ayet: 22 Maide Suresi, Ayet: 5; Bakara Suresi, Ayet: 22
[55] İrtidad (veya riddet): Mürted olmak, -Allah korusun- islam dininden çıkıp başka bir dine girmek veya dinsizleşmek... (Mütercim)
[56] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/295-299.
[57] Ibn-üî Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 85-88; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 118-123
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/301-308.
[58] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 136-141
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/309-310.
[59] Diyet: (Kan Pahası), Öldürülen insanın kanına karşı varislerine ödenen mali ceza. Diyet bir islam hukuk terimidir. Daha fazla bilgi için islam ceza hukukuna bkz. {Mütercim)
[60] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 126-149
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/310-311.
[61] lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 100-104
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/313-317.
[62] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 144-149
[63] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/317-319.
[64] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/321-323.
[65] Al-i Imran Suresi, Ayet: 83
[66] Fussilet Suresi, Ayet: 11
[67] Hucurat Suresi, Ayet: 14
[68] Ahmed : 5/400
[69] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/323-327.
[70] Hucurat Suresi, Ayet: 10
[71] Buhari 1/53 iman Babi-Müslim - 45
[72] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/327-328.
[73] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/328-329.
[74] lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 139-140
[75] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 142-144
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/329-335.
[76] Nisa Suresi, Ayet: 80
[77] El-Ahzab Suresi, Ayet: 6
[78] El-Ahzab Suresi, Ayet: 21
[79] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/335-336.
[80] Böyle bir olay Uhud savaşında cereyan etmiş, bir düşman neferi tarafından Hz. Peygambere indirilen kılıç darbesine Hz. Talha b. Ubeydullah kolunu siper yapmıştı. İnen darbeyle kolu kopmuş çolak kalmıştı
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/336-337.
[81] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/337.
[82] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/337-338.
[83] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/338.
[84] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/338.
[85] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/339-341.
[86] îsra ve Miraç Hz. Peygamber (sav)'in en büyük mucizelerinden biridir. îsra: Gece vakti yürütmek demektir. Kur'an-i Kerim'de Îsra Suresi'nin birinci ayetinde bu olaydan özet olarak söz edilmektedir. Miraç ise Urûç gibi, yükseğe çıkmak, manasına masdardır. Bu hadiseyle Resul-i Ekrem (sav) Allah'ın emriyle hicretten ondokuz ay önce Recep ayı 27 inci cuma gecesi bu şuhud alemi'nin dışına çıkarıldı. Mahiyetini iyice kavrayamayacağımız bir aleme götürüldü. Orada kendisine nice ilahi gerçekler ve harikalar gösterildi. Bu konu bazı siyer kitaplarında çok geniş olarak anlatılmıştır. (Mütercim)
[87] Huneyn savaşında islam ordusunun onikibin kişi olduğu söylenmektedir. (Mütercim)
[88] Tevbe Suresi, Ayet: 25
[89] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/341-343.
[90] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/343-344.
[91] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 205-206
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/345.
[92] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 188-195
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/345.
[93] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/346.
[94] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 166-182
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/346-349.