8- MEDİNE'DE İSLAMA DAVET DÖNEMİ
Hz. Peygamber'e Otağ Yapılması
Mübareze Usulü İle (Teke Tek) Döğüş
Bedir Savaşı Hakkındaki Haberlerin Kureyşlilere Ulaşması
Hz. Peygamber (sav) Medine'ye hicret ettiği sırada şehirde, inançları farklı, hedef ve amaçlan başka başka ve ayrı ayrı toplanıp meselelerini görüşen değişik topluluklar yaşıyordu. Öte yandan bu kitleler arasında çeşitli anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar vardı. Bunların bazısı atalardan kalma, bazısı ise yeni ortaya çıkmış sorunlar idi. Medine'deki toplumu -yenisiyle eskisiyle oluşturan-farklı toplulukları ve durumlarını şöyle sıralamak mümkündür:
1-İslarru kabul eden, Hz. Peygamber (sav)'i destekleyeceklerine ve O'nun getirdiği ilahi şeriatın tatbikine yardımcı olacaklarına dair söz veren Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinin mensupları:
Bunlar her toplumda olduğu gibi ekonomik durumları bakımından birbirlerinden farklı seviyede idiler.
2-Mal varlıklarını ve arazilerini Mekkede ilk vatanlarında terkedip sırf inançlarını kurtarmak maksadıyla Medine'ye göç eden müslüman muhacirler:
Bunlar yoksul idiler ve Medineli müslüman kardeşlerinin yardımına ihtiyaçları vardı.
3-Halkın hemen tamamının İslama girdiğini görünce, sosyal mevkilerini kaybetmemek için menfaat icabı müslüman geçinenler; bilhassa Abdullah bin Ubey Bin Selul gibi ileri gelenler:
Çünkü bu adama halk, bir krallık tacı bile hazırlamaya çalışırken o sırada İslamın nuru parlamaya başlamıştı. Bu yüzden adam mevkiine ulaşamamış, hayalleri suya düşmüştü. Bu da onun, İslama ve Hz. Muhammed'e karşı içinden şiddetli bir kin duymasına neden oldu. Fakat onun, halkının dümen suyunda giderek dış görünüşüyle vaziyeti idare etmesi icap ediyordu.
Ta ki bu suretle onlar üzerindeki nüfuzunun hiç değilse birazını koruyarak aleyhinde olduğu İslama ve Hz. Muhammed'e karşı düşmanlığını sinsice devam ettirme imkanını bulabilsin. Bu adam Bedir Savaşı'ndan sonra sözde müslüman olduğunu ilan etti, fakat içi şüphe, nifak ve kinle doluydu.
4-Gerek Evs, gerekse Hazrec kabilesinden henüz İslama girmemiş olan Müşrikler: Bu kabilelerden her birinin özel bir forumu (toplanıp meselelerini görüştükleri bir meydanı) vardı.
5-Yahudiler: Bunlar da, Benî Kaynuka Benî'n-Nadıyr ve Benî Kurayza gibi birkaç kabileye ayrılıyorlardı.
Hz. Peygamber henüz Medine'ye hicret etmeden önce buraya, hem siyasi hem de ekonomik açıdan onlar hükmediyor, Medineli-leri bir yandan sömürürken diğer yandan da onları birbirlerine düşürüyorlardi. Her iki tarafa da silah satıyorlardı. Silah ticareti yapıyorlardı. Her iki tarafın da kanım emiyor ve kendilerinden olmayanların mahvolduklarım gördükçe mutluluk duyuyorlardı.
Medirieli Arapları birbirlerine karşı daha fazla kışkırtmak onları birbirlerine daha çok saldirtmak için Benî Kaynuka Beni'n-Na-dıyr Kabileleri Hazreçlileri, Beni Kurayza Kabilesi de sözde Evs'li-leri destekliyorlardı. Bu uydurma taraftarlığı, sadece aralarındaki düşmanlığı körükleyebilmek ve kini alevlendirmek için yapıyorlardı. Bu yahudi kabilelerinden başka ayrıca herhangi bir kabileye mensup bulunmayan yahudiler de vardı.
Yahudiler, zaman zaman Medineli Araplarla düştükleri anlaşmazlıklar sırasında "Yakında bir Peygamber ortaya çıkacaktır. Biz ona tabi olacağız ve onunla birlikte sizinle savaşacağız" diye tehditler savururlardı. Halbuki Hz. Peygamber (sav) ortaya çıkınca bu kez O'nu tanımadılar, O'nu inkar ettiler. Sırf kıskançlıklarından ve (belki de) "ırkınızdan olmayan birinin peşine düştünüz" diye aşağılanmaktan çekinerek inanmadılar. Gerçekleri bile bile inkar edenlerin üzerine Allah'ın laneti olsun. Duydukları kin ve düşmanlığın bir belirtisi de şuydu:
Hz. Peygamber (sav)'i yalanlıyor ve beklemekte oldukları peygamberin bu olmadığını yaymaya uğraşıyorlardı. Daha sonra da yalan ve iftira kampanyası açtılar. [1]
6- Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasında eskiden, cahili-yet devrinden beri derin bir uçurum vardı. Savaşlar, çetin günler yaşamışlardı. Bunların sonuncusu Buas Savaşı'ydı. İçlerinde bu düşmanlığın hâlâ izleri vardı.
Hz. Peygamber (sav)'in bu sorunu temelinden çözmesi, geçmişin tüm kötü izlerim silmesi, müslümanlarm gönüllerini birleştirmesi, ekonomi meselesine bir hal çaresi getirmesi, Evs ve Haz-reçli müslümanları iyice barıştırıp Mekkeli muhacirlerle onları ya-hudilere karşı tek vücut haline getirmesi gerekirdi.
Ta ki yahudiler bir kötülüğe teşebbüs ettikleri zaman onlara karşı direnebilsinler. Çünkü başkalarına kötülük yapmak bu hayatta yahudinin dinidir.
Aynı zamanda kendilerinden bir fenalık gelmedikçe Hz. Peygamber onlarla karşılıklı olarak anlaşacaktı.
Hz. Peygamber (sav) ilk iş olarak -Medine'ye geldiği gün- devesinin çöktüğü alanda (Küba Mescidi'nden sonra) Genel Mes-cid'ini inşa etti. Bu alanda Medineliler hurma kuruturlardı. Ayrıca içinde bazı mezarlar, hurma ağaçları, koparılmış veya düşmüş yaşlı hurma dalları, vaktiyle kazılmış sonra da terkedilmiş genişçe bir çukur vardı. (Hz. Peygamber (sav) buraya cami yapacağına dair kararını verince) mezarlar ayıklandı, çöpler toplanıp bertaraf edildi, çukurlar dolduruldu.
Hz. Peygamber (sav) de dahil bütün müslümanlar bu hizmetti)
ler sırasında birleşerek elbirliği ettiler. Bu esnada kasideler söyleniyor, çalışanlara ve halka moral veriliyordu. Bu çalışma, gönülleri birleştiren ve genel bir amacı gerçekleştirmek için verilen çabalardan ilk ve önemli bir Örnektir.
Yukarıda da işaret edildiği gibi vaktiyle Medineli kabilelerden her birine ait bir forum bir buluşma meydanı vardı. Kabile mensupları burada toplanır, geceleri bu meydanda eğlenceler tertip eder, mal değiş tokuşunda bulunur ve şiirler söylerlerdi. Onların bu ayrı ayrı meydanlarda toplanmaları içinde bulundukları uzlaşmazlığı kanıtlıyordu.
Mescid inşa edilince artık burası tüm müslümanların bir merkezi ve toplantı yeri durumunu aldı. Burada her zaman Hz. Peygamber (sav) le buluşur ondan çeşitli konularda değerli bilgiler alarak aydınlanmaya çalışırlardı. Hz. Peygamber (sav) de onları ir-şad eder ve yönlendirirdi. (Camiin hem dini hem de sosyal bir konumu vardı.) Burada alışveriş eder birbirlerini karşılar ve toplantı yaparlardı. Ancak bir zaman geldi, kalabalığın sebep olduğu gürültü, namaz kılanları rahatsız etmeye başladı. Bunun üzerine camiin bir bölümü dünya işleri için diğer bölümü ise namaz ve ibadet için tahsis edildi. îşte bu suretle vaktiyle ayrı ayrı forumlarda toplanan ayrılık içindeki insanlar birleşti, değişik semtlerin sakinleri birbirlerine kavuştu, kabileler bir araya geldi, kuşaklar birbirlerini sevmeye başladı, ayrılık yerini birlik ve beraberliğe bıraktı, bölünmüşlük uyuma dönüştü.
Artık Medinede ayrı ayrı cemaatler değil bir tek cemaat vardı ve bir takım liderler yerine bir tek lider, bir tek Önder vardı. O da Allah'ın yüce elçisi Hz. Muhammed idi.
O ise Rabbinden gerçek bilgileri alıyor ve bu bilgileri ümmetine öğretmeye çalışıyordu.
Hz. Peygamber (sav)'in inşa ettiği bu Medine Camii artık, Mekke'deki El-Erkam'ın evi gibi herhangi bir sülaleye veya aileye ait değildi. Bu cami bütün müslümanlarındı. Müslüman kişi artık istediği an buraya gelebilirdi ve İslam davasının tebliğ görevi için belli bir îslami cemaatin varlığına da artık gerek kalmadığı gibi davetin gizli sürdürülmesi için de bir sebep yoktu. Çünkü müslü-manlar artık bir tek saf haline gelmişlerdi. Bu müslüman topluluğu bundan böyle devlet ve onun şahsında Mekke'deki cemaati yöneten öncü kitle idare edecekti.
Bu önemli noktayı bugün bir çok kimse bilmemektedir. Bu sebeple Medine'de İslam kemale erip devlet kurulduktan sonra İslam davasını yeniden üstlenecek bir öncü kitlenin (bir cemaatin) varlığı aleyhinde bazı kimseler tavır almaktadır.
Böyle bir şeye artık lüzum yok denmektedir. Fakat içinde yaşadığımız asır aynen Mekke devrine benzemektedir. Çünkü halen ne Dar'ul-îslam vardır, ne de Dar'ul-Harb.
Biz müslümanlar olarak bugün aynen cahiliyet devrinin Mek-ke'sindeki topluma benzeyen, onun değer ve ölçülerine bağlı kitleler arasında yaşamaktayız. O bakımdan şimdilik Hazreti Peygamber (sav)'in ancak Mekke döneminde attığı adımlardan faydalanmak, O'nun O döneme mahsus uygulamalarım örnek almak durumundayız. O bizim için en güzel örnektir.
Evet biz bugün her ne kadar bir çeşit Mekke toplumu içinde yaşıyorsak da ilk müslümanların Mekke dönemindekine benzer bir tatbikat yapamayız. Biz yine de Hz. Peygamberin vefatından kısa bir süre önceki Medine dönemine mahsus uygulamaya geçmek zorundayız. Yani gerek Allah (cc) m indirmiş bulunduğu hükümlerden gerekse Hz. Peygamber (sav)'in emirlerinden hiç birisini basite alamaz, hiç birisinden fedakarlık yapamayız. Çünkü Allah Teala şöyle buyurdu:
"Bugün artık dininizi kemale erdirdim, üzerinize (peyderpey indirmekte olduğum İslam) nimetimi tamamladım ve din olarak size İslamı seçtim [2]
Biz bu durumda, cahili topluma üstün gelmeyi başarabilen Hz. Rasulullah (sav)'in sistemini örnek alarak aynı zamanda bu sistemi kendi nefsimize uygulamak ve Islamm bütün emirlerine boyun eğmek zorundayız.
Hz. Peygamber (sav)'in ilk teşebbüslerinin, ilk çabalarının bir meyvesi de Medine'deki caminin yapımıdır. Bu cami sayesindedir ki gönüller ve düşünceler birleşti. (Kafa yapıları arasındaki uçurumlar kapandı.) Birlik güçlendi, ruhlar kaynaştı, toplumda bir yardımlaşma ve dayanışma ruhu doğdu.
Cami, -tabir caizse- müslümanlarm aynı zamanda bir çalışma merkezi bir halk meclisi haline geldi. Bu büyük atılımdan sonra, onu pekiştiren ve toplumun kaynaşma ruhuna bir anlam kazandıran Hz. Peygamber (sav)'in ikinci atılımı, yani kardeşlik akdinin tesis olayı gelmektedir.
Aslında Hz. Peygamber (sav)'in düzenlediği bu kardeşlik sözleşmesi sadece Mekkeli muhacirlerle Medineli Ensar'ı kardeş ilan etmekten ibaret değildi. Bu hadiseyle gerçek açıdan tüm müslü-manların kardeş oldukları ilan ediliyordu. Bu sözleşme, sırf maddi ve ekonomik menfaatlerin müslümanlar arasında paylaşılması amacını da gütmüyordu. Çünkü yaygın olan kanaat budur ve tarihçiler hep bu tezi müdafaa ederler.
Halbuki eğer ileri sürüldüğü gibi kardeşlik sözleşmesi sadece muhacirlerle ensar arasında sınırlı kalmış olsaydı Hz. Peygamber, biri Mekkeli diğeri Medineli olmak üzere müslümanları çifter çifter kardeş ilan ederken kendisi de Hz. Aliyi seçmez bir Medineliyi seçerdi. Zira Hz. Peygamber de Hz. Ali de ikisi Mekkeli idiler.
Aynı zamanda Hz. Peygamber, amcası Hamza ile kendi hizmetçisi Zeyd Bin Harise'yi, Zübeyir Bin El-Avam ile Abdullah Bin-Mes'ud'u kardeş ilan etmişti ki bunların dördü de muhacir idiler.
Keza amcası oğlu Cafer Bin Ebu Talib ile Medineli Muaz Bin Cebel'i kardeş ilan ettiği sırada Cafer hazır değildi. Yine kardeş ilan edilen Bilal-i Habeşi ile Abdullah El-Has'ami'nin ikisi de Mekkeli idiler. Ayrıca ikisi de Medineli oldukları halde kardeş ilan edilenler oldu.
Eğer bu olayın temelinde ekonomik bir amaç yatmış olsaydı kardeşlik düzenlemesi elbetteki bu şekilde değil, bir Mekkeli muhacirle bir kaç Medineli (ensar) arasında yapılması daha uygun olurdu. Bu şekilde ancak Medineli yerlilerin, Mekkeli göçmenlere yararlı olmaları düşünülebilir. Çünkü Ensar, muhacirlerden sayıca daha çok idiler; onların üç katından daha fazla idiler. Keza eğer bu kardeşlik akdinin amacı sırf iktisadi olsaydı, Hz. Peygamber (sav) Ensarm zenginleri ile Muhacirlerin fakirlerini kardeş ilan edecekti. Fakat bu katiyyen böyle olmadı. Ne varki Medineli Ensar Mekkeli Muhacirlere ellerinden gelen yardımı esirgemedikleri ve büyük fedakarlık örneği verdikleri için, tarihçiler hep konuyu ekonomik açıdan değerlendirmişlerdir. Bundan dolayıdır ki oryantalistler de konuya bu noktadan bakmakta, îslamın iktisadi cephesini araştırmakta ve menfaatin müslümanlarm her tutumunda önemli bir yeri olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar.
Halbuki Hz. Hamza Uhud Savaşı'ndan önce mal varlığını kardeşliği Zeyd Bin Harise'ye bıraktığına dair vasiyetini yazmıştı. Keza Hz. Ömer devlet işlerinin yazılı "kayıtlara geçişini başlatırken Bilal-i Habeşi'ye hukuku konusunda sorular yöneltince, çocuğu olmadığı için Bilal:
"Benden sonra mal varlığım, kardeşliğim Abdurrahman El-Has'ami'ye aittir" demişti.
Şimdi de Saad Bin El-Rabi'in kardeşliği Abdurrahman Bin Avf a ne dediğine bakalım. Ona şöyle hitap ediyor:
"Ben Ensar arasında malı en çok olan biriyim. Şimdi malımı yarısı bana yarısı sana olmak üzere ikiye ayıracağım. Ayrıca iki hanımım var, hangisini beğeniyorsan onu boşuyayım, iddeti [3] sona erince evlenirsiniz."
Abdurrahman O'na şu karşılıkta bulundu:
"Bu fedakârca düşüncenden dolayı Allah malını da aileni de sana bağışlasın. Fakat senden bîr tek isteğim var, bana piyasa hakkında bilgi ver, ticaretle uğraşacağım, çünkü ben tacirim. [4]
îşte Ensarın hiç de minnet edip başa kakmadan Mekke'den gelmiş olan müslüman muhacir kardeşlerine gösterdikleri misafirperverlik yardım ve fedakârlık örnekleri böyleydi. Ancak bu da bir haktır ve öyle bir haktır ki kişi bunu ödeyince ancak gönlü rahatlar ve manevi doyuma ulaşabilir.
Keza bu öyle bir emanettir ki ehline verildiği zaman ancak onun ağırlığını omuzlarından kaldırabilir. Allah Teala bunu şöyle açıklamaktadır:
"Allanın verdiği bu mallar bilhassa; yurtlarından ve mallarından edilmiş olan, Allah'dan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte bağlılıkta dürüst olanlar bunlardır.
Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleşmiş olan kimseler kendilerine hicret edip gelenleri severler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar mutluluğa erenlerdir. [5]
Ensar, muhacirleri karşılamak ve onları barındırmakta yanşıyorlardı. Hatta yeniden gelecek olan Mekkeli müslümanları evinde misafir etmekteki şiddetli arzularından dolayı ve onlara ev sahipliği yapma fırsatını elde etmek için kendi aralarında kur'a bile çekiyorlardı. Bu sınırsız sevgiden, kardeşlik duygusundan ve bu misafirperverlikten daha güzel bir şey yoktu. Muhacirler de Ensa-ra yük olmamaya çalışıyorlardı. Belki bazı kimseler bu noktada yanhş düşünüyor olabilirler ama muhacirler de hemen çalışmaya atıldılar, tarım ve ticaretle uğraşarak kısa zamanda sabırla ve icra ettikleri değerli faaliyetlerle kardeşleri, Ensarın da sevgi saygı ve yardımları sayesinde helal kazançlar elde ederek başkalarına muhtaç olmaktan çıktılar; hiç bir zaman topluma yük olmayı kabul etmediler.
Gerçek şudur ki müslüman kişi yaşadığı çevrede yapıcı ve üretken olmaktan başka bir duruma düşmeyi asla kabul etmez. Bu olayda iki büyük örnek vardır: Bu da: Ensarın, cömertlik, misafirperverlik ve yardımseverliği ile muhacirlerin iffetli, onurlu ve gözü tok tutumlarıdır, iman kardeşliği düşüncesiyle gösterdikleri hareket tarzıdır. Müslümajnların her asırda ya yeniden doğuş için gösterdikleri çaba ve faaliyetler yüzünden veya Islama olan bağlılıkları sebebiyle çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalmaları yüzünden hicret etmek zorunda bulunmuş diğer mağdur ve mazlum müslümanları bu şekilde karşılamaları, onlara sahip çıkmaları şarttır.
İşte böyle bir kardeşlik anlayışıdır ki Muhaciriyle, Ensarıyla, Evslisiyle Hazreclisiyle tüm müslümanları birbirini destekleyerek tek bir vücut haline getirdi. Bu kardeşlikle öyle bir kitle haline geldiler ki, artık Medine'de bulunan yahudilere karşı durabilecek bir güç oldular. O günden sonra da Evs ve Hazreçlilerle müttefikleri olan yahudiler arasındaki bağlar öyle gevşedi ki örümcek ipliğine döndü.
Aynı zamanda ne Evs ve Hazreç kabileleri arasında ne de diğer müslüman kabileler arasında düşmanlıktan eser kaldı. Çünkü İslam geçmişin tüm olumsuzlukları üzerine bir sünger çekti. Bu suretle toplum bir tek Islami aileye dönüştü, birçok organları olan birvücut gibi oldu. Tıpkı, vücudun bir yeri sızlayınca diğer organlar da bu ağrıdan etkilendikleri gibi, tüm müslümanlar birbirlerinin acısından rahatsız olma bilincine erdiler.
Onları birbirine bağlayan iman ve îslam, kan, soy, ırk, akrabalık ve taraf olmak gibi birleştirici tüm faktörlerin üzerinde bir bağ karakterini aldı. Medine halkı artık Allah'a iman ve sevgiye dayanan bir kardeşlik ruhuyla topyekün kardeş oldular.
Biri İslama girer girmez artık anlaşmazlık, karşılıklı tecavüz, öc alma hissi, ırkçılık, kabilecilik, atalarla ve geçmişle övünmek gibi cahiliyetin bütün kötü birikimlerinden bir anda sıyrılıyor, îslamın harimine tertemiz bir gönül ve arınmış bir ruhla adımını atıyordu. Böylece İslamı kabul eden her fert İslam toplumuna destek vermiş oluyor, ona bir üye daha kazandırıyor, toplumun kuruluş ve yapılanmasına bir temel taşı oluşturuyor ve onu güçlendiriyordu. Elbetteki bununla beraber müsîümanları mutluluk içinde görünce kendisi de büyük bir gönül rahatlığı yaşıyordu.
Daha bir yıl geçmemişti ki (Hatma, Vakıf, Vail ve Ümeyye) aileleri hariç tüm Medineliler müslüman oldular. Bu dört aile ise Evs Kabilesi'nin bir kolu idiler. Onlar şirkleri üzerinde kaldılar. îslamın getirdiği bu kardeşlik, ne kâğıtlar üzerinde yapılmış bir sözleşme ne de lafta kalmış boş ve geçici bir şeydi. O, gönüllere nakşolmuş bir pekişme, ruhların derinliğine işlemiş bir kardeşlik duygusu idi.
Kâğıt üzerindeki yazılar ve ifadeler yorumlanabilir, ama bunun başka bir yorumu yoktu; kelimeler, değişik tefsir edilebilir, hatta değiştirilebilir fakat bu kardeşliğin artık değişikliğe uğraması mümkün değildi. Bu, insanlık tarihinde yapılmış tüm sözleşmelerden daha yüce, daha üstün ve daha kutsaldı. Bu kardeşlik antlaşması Hz. Rasulullah (sav)'m bizzat huzurunda yapılmıştı. O sırada dudaklardan dökülen kelimeler aslında kalplerin derinliklerinden yükselerek çıkmıştı. Bu sözlere ise Allah ve Rasulü şahit olmuşlardı.
Bu, hem söz hem de eylem, hem can, hem de mal ve mülk planında, hem zor hem de ferah günlerde hep geçerli olacak nitelikte bir kardeşlik sözleşmesiydi.
Bu aşamadan sonra Hz. Peygamber bu kez Medineli yahudi-lerle karşılıklı bir güvenlik anlaşması yapmak istedi. Ta ki Medineliler, müslümanıyla, kânriyle dış güçlerin herhangi bir saldırısı karşısında birlikte tavır alsın ve birlikte hareket etsinler. Çünkü Kureyşliler Medine'ye karşı askeri bir harekata girişebilirlerdi.
Öte yandan artık yapılanma ve bir devlet olma yolundaki bu şehirde bir nizam, bir düzen ve kanun hakimiyetinin kurulması ve uygulanması gerekiyordu. Hz. Peygamber muhacirlerle Ensar arasında (ayrıca) yazılı bir kardeşlik sözleşmesi düzenledi. Bu belgede aynı zamanda yahudilere karşı saldırmazlık taahhüdünde bulundu.
Din ve inançlarında hür olduklarını tanıyarak, mallarını ve canlarını teminat altına aldı. Bu belgeye onlarla birlikte iki tarafı bağlayıcı karşılıklı şartlar koydu. Hz. Peygamber (sav) bu genel deklarasyonu şu şekilde düzenledi:
"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,
işbu yazı Kureyş'ten veYesrib (Medine) halkından, ayrıca, onlara tabi olup aralarına katılan ve onlarla birlikte cihad eden (İslam davası uğruna her türlü imkanlarıyla mücadele veren) mümin ve müslümanlar arasında geçerli olmak üzere Allah'ın elçisi Mu-hammed tarafından düzenlenmiş bir sözleşmedir:
Mümin ve müslümanlar, başka milletlerden farklı bir tek ümmettir. Kureyş'ten Muhacirler (Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip oldukları adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaklardır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) maktulün tazminatını kendi aralarında ortaklaşa ödeyeceklerdir. Müminler, aralarında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakacaklardır.
Keza Benî Avf Kabilesi {Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağh kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını kendi aralarında ortaklaşa ödeyeceklerdir. Gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (gerekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî Saide Kabilesi (Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak, esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî Cesim Kabilesi (Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağh kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî Neccar Kabilesi (îslamin doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ve ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî Amr Bin Avf Kabilesi (îslamm doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacalç-tir. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyeceklerdir. Gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî'n-Nübeyt Kabilesi (îslamm doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.
Keza Benî'I-Evs Kabilesi (îslamın doğuşu sırasında) sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ve ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adalede davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.
Müminler (aralarında, esir veya köle durumundayken hürriyetinin bağışlanmasına karşılık efendisine) fidye Ödemek zorunda olan mali durumu zayıf kimselerle (katilin akrabalarından olup öldürülenin varislerine payına düşen tazminatı ödemek zorunda olan) yine mali durumu zayıf kimseleri ve borçluları ortalıkta sahipsiz bırakamazlar, onlara gerekli yardımda bulunacaklardır.
Hiç bir mümin (velisinin haberi olmadan) bir diğer müminin, azadlı kölesi [6] ile sözleşme yapamaz. Allah'ın koyduğu sınırlara, kanun ve müeyyidelere saygılı olan müminler, aralarında birinin ağır suç işlemesi, başkasına zulmetmesi, günaha tevessül etmesi, başkalarının hukukuna tecavüzde bulunması veya müminler arasında bozgunculuk yapmaya çalışması halinde ona karşı tedbir alma yetkisine sahiptirler. Bu (suçlu kimse) onlardan birinin çocuğu bile olsa, müminlerin tümü ona karşı alınacak tedbirde hep birlikte yetkilidirler. Bir mümin (akrabası olan) bir kâfirin kanına karşılık bir mümini katledemez. Bir mümin, bir kâfiri başka bir mümine karşı savunamaz. Allah'ın koyduğu garanti (her mümin için) aynıdır. İçlerinden en güçsüzünü onlara emanet etmiştir. Müminler diğer kitlelerden ayrı olarak birbirlerinin velisidirler, (birbirlerinin dostu ve sırdaşıdırlar).
Yahudilerden kim bizim nizamımıza uyacak olursa onun için yardım ve destek vardır; zulme uğramayacaklardır, onlara karşı yardımlaşarak cephe alınmayacaktır.
Müminler (bir cepheye karşı) ancak birlikte barış ilan edebilirler. Allah yolunda yapılmakta olan bir savaş sırasında, adaletle ve birlikte karar almadan hiç bir mümin diğerlerinin haberi olmaksızın (düşmanlarla) barış ilan edemez.
Bizimle birlikte (düşmana karşı safımızda savaşanlar) birbirlerine destek olacaklar ve Allah yolunda şehid olanlardan birbirlerini haberdar edeceklerdir. Allah'ın emir ve yasaklarına uyan müminler, hidayet ve doğru yolun en güzelini takip edeceklerdir. (Medineli) hiç bir müşrik (putperest), (Mekke'li putperest) Küreyşlilere ait bir malı veya canı kefaleti altına alamaz, onlarla bir mümin arasına giremez.
Kim bir mümini haksız yere öldürür ve bu cinayet (delille) sa-bitleşirse (maktulün) velisinin (tazminat karşılığında katili affetmeye) razı olması hariç, katile kısas uygulanacaktır. Bütün müminler böyle bir kimseye karşı aynı tavır içinde olacaklardır. Onlara, aksine hareket etmek helal değildir.
İşbu sayfadaki (şartları, kuralları) müeyyideleri deklare eden, (kabullenip sorumluluğunu üstlenen) Allah'a ve Ahiret gününe inanan hiç bir mümin bu sözleşmeyi ihlal eden kimseye yardımcı olamaz. Onu barındıramaz. (Saklayıp koruması altına alamaz.) Her kim ki (bu sözleşmeyi) ihlal eden kişiye yardımda bulunur veya onu barındırıp saklarsa Allah'ın lanet ve gazabı Kıyamet gününde onun üzerine olsun; Allah onun ne farzını, ne sünnetini (ne tövbesini ne de fidyesini) kabul etmesin.
Bir hususta ihtilafa düşecek olursanız o meseledeki merci-iniz (hükmüne boyun eğmek zorunda olduğunuz) Allah ve O'nun elçisi Muhammed'dir.
Yahudiler (Müslümanlarla birlikte ortak düşmana karşı) savaştıkları sürece, savaş masraflarını (müslümanlarla birlikte) ödeyeceklerdir. Benî Avf Kabilesi yahudüeri, müminlerle ittifak etmişlerdir.
Yahudiler de kendi dinlerinde, müslümanlar da kendi dinlerinde serbest olacaklardır. Taraftarları (azadlı köleleri de) kendileri de bu hürriyete sahiptirler. Zulmedenler ve suç işleyenler müstesnadır. Bunlar sadece kendilerine ve ailelerine zarar vermiş olacaklardır.
Benî'n-Neccar kabilesi yahudüeri, Benî'l-Haris Kabilesi ya-hudileri, Benî Saide Kabilesi yahudileri, Benî Cesim Kabilesi yahudüeri, Benî'1-Evs Kabilesi yahudüeri ve Benî Su'lebe Kabilesi yahudüeri de Benî Avf Kabilesi yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak bunlardan zulmedenler ve suç işleyenler müstesnadır. Bunlar sadece kendilerine ve ailelerine zarar vermiş olacaklardır. (Tüm kabilelerde olduğu gibi) Benî Su'lebe Kabilesinden seçkin biri de onlardan her şahıs gibidir. (Hukuk karşısında herkes eşittir.)
Benî Şutayba Kabilesi yahudüeri de Benî Avf Kabilesi yahudileri gibi aynı haklara sahiptirler. (Herhalde) itaat (ve uyum) suç işlemekten (serkeşlik yapmaktan) daha hayırlıdır.
Benî Su'lebe Kabilesinin taraftarları (azadlı köleleri) de ken-düeri gibi (aynı hak ve şartlara tabi) dirler. Yahudilerin müttefikleri (ve sırdaşları) da kendileri gibi (aynı hak ve şartlara tabi) dirler. Onlardan hiç biri, Muhammed'in izni olmadan çıkamaz.
Hiç kimse yaralama cezasından kaçmamaz. Kim bir insan katlederse o esasen kendi canına kıymış ve ailesini perişan etmiş olur. Ancak zulme uğrayanlar müstesnadır. Allah Teala işbu sözleşmeden hoşnuttur.
Müslümanlar kendi giderlerini, yahudiler de kendi giderlerini üstlenirler, ancak bu sözleşmeyi çiğneyenlere (onu ihlal edenlere ve tanımayanlara) karşı birlikte hareket ederler. Aralarında öğüt ve itaat vardır. (Uyum ve barış içinde olacaklardır) (Herhalde) itaat (uyumlu olmak) suç işlemekten (karşı çıkmak ve serkeşlik yapmaktan) daha hayırlıdır.
Hiç kimse taraftarının işlediği suçtan dolayı sorumlu tutulamaz. Zulme uğrayan (haksızlığa maruz kalan, daima korunacak) yardım görecektir. Birlikte savaştıkları müddetçe yahudiler de müslümanlarla beraber savaş masraflarına katılacaklardır. Yes-rib'in (Medine'nin) içi (devlet sınırları dahilinde kalan topraklar) bu sözleşmede taraf olanlar için dokunulmazdır. Bir kimsenin komşusu da kendisi gibi -dokunulmaz- dır. Ona zarar verilemez. İtham edilemez.
Bir aileye (o ailenin) izni olmadan siğınılamaz. (Bir aileye sığınma hakkı ancak o ailenin iznine bağlıdır.) Bu sayfada (bu sözleşmede) taraf olmuş kimseler arasında çıkacak herhangi bir anlaşmazlık veya gelişmesinden endişe duyulabilecek bir kavga konusunda hüküm Allah'a ve Muhammed'e aittir. Allah Teala işbu sözleşmede bulunanlardan tamamen hoşnut ve razıdır.
Ne Kureyşlüere ne de müttefiklerine sığınma hakkı yoktur.
(Kimse onlardan birinin sığınma talebini kendi başına kabul edemez.)
(İşbu sözleşme ile müttefik ilan edilen) Medineliler arasında Yesrib'e baskın düzenleyeceklere karşı yardımlaşma vardır.
(Kureyş ve müttefiklerine) Medineli müminler tarafından bir barış çağrısında bulunulur ve buna bağlı kalınırsa onlar da bu barış teklifini kabul edecek ve bağlı kalacaklardır.
Keza onlar böyle bir çağrıda bulunacak olurlarsa müminler üzerinde aynı haklara sahip bulunacaklardır. Ancak (içlerinden) dine (İslama) karşı çıkacak olanlar hariç. Onlardan her birinin kendi başına, hissesine düşecek, sorumluluk (yalnızca) kendisine aittir.
Evs yahudileri ve yandaşları da işbu sözleşmede taraf olanlara karşı sırf olumlu (ve uyumlu) bir tutum içinde bulunmakla beraber onlar gibi (aynı haklara ve aynı sorumluluklara tabi) dirler. itaat (ve uyum) herhalde (kuralları çiğniyerek) suç işlemekten hayırlıdır.
Kim (ne yapar) ne kazanırsa kendisi için yapmış olur. Gerçek şudur ki Allah Teala bu sayfada yazılı bulunanlardan hoşnuttur. Bu sözleşme hiç bir zalimin ve suçlunun hakettiği cezaya çarpılmasına engel değildir.
Zulmeden ve suç işleyen hariç kim isterse Medine'den güven içinde çıkabilecek, isteyen de Medine'de güven içinde oturabilecektir. Allah (cc) iyi bir tutum ve gidişat izleyen ve kuralları çiğnemekten sakınan kimseyi korur. Muhammed de..[7]
Bu sözleşme ile böylece çeşitli kitleleriyle topyekün Medine halkı, yeni düzeni uygulamak üzere dış düşmanlara karşı tek el (tek güç) haline geldiler.
Bu sözleşmeden aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkmaktadır:
1- Medine'deki İslam cemaati artık dini ve siyasi bir kişiliğe sahiptir. Dolayısıyla kurallara uyanı korumak, suç işleyeni ise cezalandırmak onun hakkıdır.
2- Sözleşmede tarafların herhangi biri zulmetmedikçe veya suç işlemedikçe herkesin din hürriyeti teminat altındadır.
3- Müslüman olsun, gayrimüslim olsun Medine halkının tümü, gerek maddi, gerek askeri ve gerekse sosyal konularda elbirliği edecek ve birbirlerine karşı saygılı olacaklardır. Şehirlerine yönelik muhtemel herhangi bir saldırıya karşı birlikte hareket edeceklerdir.
4- Hz. Rasulullah (sav) Medine halkının tümünün en büyük reisidir.
5- Komşuluk, akrabalık, vatan birliği, soydaşlık, menfaatle ortaklık, dil birliği ve ortak zevkler bir yana yalnızca din ve inanç birliğine sahip olanlar ancak aynı ümmetten sayılır. (Bir ümmeti oluştururlar). Din ve inançtan başka bütün bu kavramlar, ayaklar altına alınmalıdır.
Müslümanlar bir tek ümmettir. Komşuluğa, dil birliğine ve geçmişteki siyasi ittifak ve güçbirliğine rağmen yahudiler de kendi aralarında (müslümanlardan ayrı olarak) bir ümmet oluştururlar.
Bunlar Medine'deki toplumun yeni statüsünü belirleyen ve günümüzde vatan cephesi (veya dahili cephe) dediğimiz (dış saldırılara karşı) birliği düzenleyen prensiplerdi.
Dış cepheye gelince: Müslümanların, Medine civarında yaşayan kısmen onlarla barış halinde bulunan, şehrin giriş yerlerini iyi bilen, halkla sürekli bir temas içinde bulunan ve onlarla haşir neşir olan kabileleri dize getirmesi gerekirdi. Ta ki dış düşmanlara yardımcı olmasınlar. Çünkü Medinelilere oranla bunların güçleri az olmakla beraber, yine de hissedilir tesirleri olabilirdi. Bu bakımdan aynı zamanda civardaki kabilelerin onlar üzerinde bir komplo emeli beslememelerine, bu yüzden Kureyşliler tarafından yok edilmemelerine engel olmak için güçlerini ortaya koymaları gerekirdi.
İkinci bir nokta daha vardı ki güçlenmeleri, İslamm yayılmasına, İslam mesajının uzaktaki diğer kabilelere ve her yöne ulaşmasına da yardımcı olacaktı. Çünkü güçsüzle, ne kimse ilgilenir ne de kimse onu dinler. Halbuki zayıf durumda olan halk daima güçlünün düşüncesini benimser.
Genellikle her zaman bu böyledir. Özellikle de güçlünün zayıfı ezdiği ona saldırıp toprağını işgal ettiği, üzerine baskınlar düzenlediği cahiliyetin o döneminde durum büsbütün bu merkezde idi. İşte bu sebepledir ki Hz. Peygamber yeni anlayışı artık açıkça ortaya koymak maksadıyla Medine yakınlarındaki yerleşim bölgelerine Seriyye'ler (küçük askeri birlikler) gönderdi.
Bu operasyonlardan maksat, Kureyşlileri, Medine'deki yeni oluşumu tanımak zorunda bırakmaktı. Bu hareket, günümüzde bir ülkede iktidarı ele geçiren bir grubun, diğer devletlerce yönetimlerinin tanınmasını ve onaylanmasını sağlamak amacıyla harcadığı çabalara bir bakıma benzemektedir.
Medine'de Hz. Peygamber (sav)'e inen Kur'an-ı Kerim'in ayetleri de bu yeni toplum için birer kanun karakterinde artık inmeye ve hayatın her sahasında tatbik edilmeye başlandı. Bu sayede Medine halkı, kardeşlik, bağlılık, muamelelerde ve hayatta doğruluk, keza toplumun tüm fertleri arasında tam bir dayanışma gibi insanoğlunun özlediği faziletlerle dolu bir hayat yaşadı.
Öyle ki Medine'de yaşanan bu dönem, dünyada ve ahirette saadet dileyen herkes için sonsuza dek alternatifsiz bir hayat tarzı olmak üzere örnek teşkil etti. Hz. Peygamber (sav) de bir yandan bu yeni toplum için siyasi, ekonomik ve sosyal prensipler koydu.
Yesrib bu sayede artık belli ve tek bir nizamın gölgesinde, bir bütün olarak yaşamaya başladı, işte bu İslam nizamıydı. Hz. Mu-hammed (sav) de toplumun önderi ve lideriydi. Bu sebeple Medine halkı artık (şu veya bu kabilelerden değil) sadece îslami bir toplumdan oluşuyordu.
Toplum bir insan kitlesinden meydana gelen, aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aynı kanunlar silsilesine uyan halktır. Halkın
tümünün uygulanmakta olan rejime inanmış olması lehinde faaliyet göstermesi şart değildir.
Nitekim sosyalizmin tatbik edildiği bir ülkede yaşayan herkes bu rejimin yarayışlı bir idare sistemi olduğuna samimiyetle inanan birer sosyalist değildir. Keza kapitalizmin hakim olduğu bir ülkedeki her vatandaş bu sistemin sağlıklı bir hayat düzeni olduğuna samimiyetle inanan ve propagandasını yapan birer kapitalist değildir. Böyle bir kimse ancak kapitalist toplumun bir ferdi, ötekisi de sosyalist toplumun bir ferdi sayılırlar. Bir toplumda değişik dinler, farklı görüşler bulunabilir.
Ancak bu ayrılıklara rağmen toplum hangi rejim, hangi düzenle tanınıyor ise kendisine o rejim uygulanıyor demektir. Bu bakımdan Medine'deki İslami Toplum dediğimiz zaman bundan maksat, îslam düzeninin o çağda Medine'de oturanları kapsadığı ve (çeşitli kitlelerin, değişik fikir ve hedeflerin bulunmasına rağmen) Islamın uygulanan genel düzenine herkesin uymak zorunda olduğu anlamını taşır. Nitekim Medine'de o devirde müslümanlarm yanı sıra yahudiler, şehrin gerek içinde gerekse etrafında, henüz putlara tapan göçebe Araplar, bunlara ilaveten Medine'nin içinde (sadece dış görünüşleriyle müslüman geçinen ikiyüzlü) Münafıklar gibi çeşitli görüş, inanç ve kanaatlere sahip kitleler yaşıyorlardı.
Ancak bu gerçeğe rağmen Islamın siyasi, idari, sosyal ve hukuki düzeni bütün bu kitleler için geçerli idi. Çünkü Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (sav) -yukarıda da işaret edildiği gibi- tüm Medine halkının en üst düzeydeki idarecisi idi. Bu durumda bir müslüman ile bir yahudi arasında herhangi bir ihtilaf doğsa elbette ki bu konuda Allah'ın hükmü uygulanır ve ikisi hakkında da tatbik sahasına konurdu. Fakat ihtilaf iki yahudi arasında doğduğu takdirde bu kez taraflar isterlerse yahudüerden kurulu bir heyet önünde davalarını görür, isterlerse Tevrat'ın hükümlerine ve kendi geleneklerine göre davalarım hal yoluna gider, istedikleri takdirde îslam şeriatına göre de sorunlarını çözümlemeyi tercih edebilirlerdi. Dolayısıyla bu topluma biz İslami Toplum diyoruz. Çünkü halk îslam nizamına tabi idi.
Vaktiyle Mekke'de bulunan müslümanlarm oluşturduğu topluluğa da İslam Cemaati demiştik. Halbuki onların Mekke üzerinde hiç bir hakimiyeti yoktu. Üstelik hiç bir siyasi otoriteye de sahip değillerdi. Fakat kendine mahsus özelliği olan ve Mekke'nin putperest halkından vicdan ve şuuruyla tamamen ayrılan bir topluluk oluşturmakta, kendilerini özel bir kitle saymakta ve kendi kendilerine uyguladıkları ayrı bir düzene tabi bulunmakta idiler. Ne Ku-reyşlilere ait kavramlar ve cahiliyetin hükümleri kendilerine tatbik ediliyor, ne de cahiliyetin onlar üzerinde bir etkisi bulunuyordu. Ayrıca kendilerine mahsus bir liderleri de vardı. Her hususta ona bağlı idiler ve emirlerini büyük bir dikkat ve titizlikle tatbik ediyorlardı. O'nun karar ve yargısından dolayı da gönüllerinde hiç bir tereddüt duymaz, büyük bir teslimiyet gösterirlerdi.
Bazı müslümanlar, yapılan kardeşlik akdinden ve yahudilerle yapılan ittifaktan sonra artık tamamen rahata kavuştuklarım zannetmişlerdi. İçlerinden duydukları rahatlama hissiyle, toplumu oluşturan diğer kardeşleriyle birlikte yeni muhit içinde, özledikleri ferah ve mutlu bir hayat süreceklerini zannediyorlardı.
Fakat gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse İslam davasının gerçek mahiyetini idrak eden, güzide sahabileri çok iyi biliyorlardı ki hem içinde yaşadıkları topluma, hem de onları çevreleyen dış muhite karşı çok şiddetli ve uzun bir mücadele dönemi yaşayacaklardır. Sonra, içinde yaşadıkları şartlan nazarı itibare alarak çok iyi biliyor ve kestiriyorlardı ki bir yandan Medine içinde, diğer yandan ise dışarıda hem Kureyş'lilere hem civar kabilelere ve ayrıca büyük devletlere karşı olmak üzere bir çok cephelerde savaşlara girişeceklerdir.
Evet müslümanlar, Medine'de, yani iç cephede, Medine toplumunun bir bölümünü teşkil eden, fakat menfaat payı çıkarmadıkları ya da başını çekmedikleri her şeye karşı kıskançlık ve kin besleyen, huylarına kötü niyet işlemiş unsurlarla savaşacaklardı ki işte bunlar yahudilerdi.
Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in zevcelerinden müminlerin anası, (yahudi) Huyey Bin Ahtab'ın kızı Hz. Safiyye şunları anlatıyor, diyor ki:
"Ben, gerek babamın, gerekse amcam Yasir'in gözünde onların tüm çocuklarından çok daha sevgiliydim. Çocuklarla birlikte onlara her rastlayışımda mutlaka önce benimle ilgilenirlerdi.
Hz. Peygamber (sav) Medine'ye gelip Küba mevkiinde Benî Amr Bin Avf Kabilesi'ne misafir olunca Babam Hay Bin Ahtab ve amcam Yasir, nabzını yoklamak üzere O'nu gidip konakladığı yerde ziyaret ettiler ve ancak akşam güneş batmak üzereyken yorgun ve bitkin bir vaziyette eve döndüler.
Ben her zaman olduğu gibi gene onlara sokuldum. Fakat yemin olsun ki bu kez ikisi de yüzlerinden okuduğum endişe ve sıkıntıdan olacak dönüp yüzüme bile bakmadılar. Bu sırada amcam Yasir'in babama şunları sorduğunu duydum:
- Acaba bu O Zatın bizzat kendisi mi? (Yani Tevrat'ın belirtilerini anlattığı Peygamber mi?) Babam:
- Evet, vallahi ta kendisi, diye cevap verdi. Amcam yine babama:
- Peki O'nu kesin olarak teşhis edebildin mi? diye sordu. Babam:
- Evet, dedi. Amcam bu kez:
- Peki O'na karşı içinde neler hissediyorsun diye sorunca:
- Allah'a yemin ederim ki sağ olduğu müddetçe O'na karşı hep kin besleyeceğim, diye cevap verdi.[8]
Vaktiyle yahudiyken sonraları müslüman olan Abdullah Bin Selam da şunları anlatıyor:
"Hz. Peygambere (sav) gelip şöyle dedim:
- Ey Allah'ın elçisi! Yahudiler iftiracı bir millettir. İstiyorum ki: (Onların ileri gelenlerini çağırıp, o sırada) beni evinin başka bir odasına gizleyerek (müslüman olduğumu henüz öğrenmeden önce) hakkımdaki kanaatlarım onlardan sorasın. Eğer müslüman olduğumu öğrenirlerse mutlaka bana iftira eder, bir çok ayıp ve kusurlara sahip bulunduğumu ileri sürerler.
Bunun üzerine beni evinin bir odasına sakladı. Onlar da gelip içeri girdiler. Hz. Peygamber (sav) Ie konuştular, sorular yönelttiler. Sonra Hz. Peygamber (sav) onlara:
- Peki Husayn (Abdullah) Bin Selam'ı nasıl bilirsiniz, diye sordu.
- O bizim efendimiz ve efendimizin oğludur en bilgili olani-mızdır, diye cevap verdiler.
Sözlerini bitirir bitirmez saklandığım yerden çıktım ve kendilerine dedim ki:
- Ey Yahudiler! Allah'dan korkun da Hz. Peygamber (sav) 'in size getirmiş bulunduğu şu gerçeklere artık inanın. Allah'a yemin ederim ki O'nun peygamber olduğunu kesin olarak biliyorsunuz. Adıyla sanıyla elinizdeki Tevrat'da O'nu yazılı olarak görüyorsunuz. Ben O'nun Allah'ın elçisi olduğuna işte şehadet ediyorum. O'na inanıyor, O'nu doğruluyor ve tanıyorum.
Bunun üzerine bana:
- Yalan söylüyorsun, dediler.
Ve aleyhimde konuşup sürekli beni çekiştirdiler. Sonra Hz. Peygamber (sav)'e dedim ki:
- Ey Allah'ın elçisi! îşte gördün mü? Onların iftiracı bir millet olduğunu, onlarm kötülük, yalan ve fücur ehli olduklarını daha Önce sana söylememiş miydim [9]
Müslümanların kısa bir süre sonra içeride karşılaşacakları cephelerden biri de işte bu idi. Onların karşısındaki bu en büyük iç cephenin üyeleri olan yahudiler eğer zaman kaybederlerse fırsatı kaçıracaklarına, İslamın da Medine'de iyice kökleşeceğine inanıyorlardı.
O bakımdan mutlaka bir karışıklık çıkarmak, bu birbirlerini karşılıklı olarak aşk derecesinde seven kardeşlerin arasım bozmak, kökü eskiye dayanan ihtilafları tekrar geri getirmek ve kabilecüik ateşini yeniden alevlendirmek gerekirdi.
Bir gün, Evs ve Hazreçliler bir arada toplu halde bulunurlarken, tam bu sırada yahudi liderlerinden Şas Bin Kays onlara rastladı. -Halbuki ortalık artık sütliman olmuş, İslam cahiliyet ruhunu onlardan uzaklaştırdıktan sonra hayat bütün güzellikleriyle kendilerine kucak açmıştı.- Bu manzara yahudi elebaşısının hiç hoşuna gitmedi. O sırada müslümanlar arasında oturmakta bulunan bir yahudi gencini, çaktırmadan yanma çağırıp vaktiyle Evs'li-lerle Hazreç'liler arasında cereyan eden Buas Savaşı hakkında bazı şeyler söyleyerek o düşmanlık günlerini yeniden onların hafızasında canlandırmasını ve hatta taraflara ait o günün kahramanlıklarını anlatan bazı şiirler okumasını tavsiye etti.
Aralarında fitneyi yeniden körüklemek için bunu yapıyordu. Nitekim bu yahudi genci de elinden geleni yaptı ve etkisini de gösterdi. Neredeyse Evs'li ve Hazreç'li müslümanlar yeniden birbirlerinin yakasına düşeceklerdi. Hatta islamın onlara işlediği kardeşlik ruhunu bir an unutarak, şehrin dışındaki taşlık arazide karşılaşmak üzere birbirlerini tehdit etmeye kadar işi vardırdılar.
Haber Hz. Peygamber (sav)'e de ulaştı. Derhal yanlarına gelerek ayakta kendilerine şöyle hitap etti:
"- Ey Müslümanlar! Allah'tan korkun. Ben henüz aranızday-ken ve Allah Teala sizi hidayete (doğru yola) erdirdikten sonra, sizi İslam (nuru) ile şereflendirdikten, cahiliyetin bütün fenalıklarından sizi arındırdıktan, küfürden (inkarcılıktan) kurtarıp aranızı bulduktan sonra yeniden cahiliyet davasıyla mı ortaya çıkıyorsunuz?"
Ensar (Medine'li müslümanlar) Hz. Peygamber (sav)'in bu sözlerini duyar duymaz, aralarındaki kardeşlik ruhu yeniden canlandı. Şeytanın vesveseleri ve cahiliyet meyli gönüllerinden tekrar silindi, fakat.yahudiler fitne ve karışıklık çıkarmaktan bir türlü vazgeçmediler. Genç İslamî topluluğu yıkmak ve dağıtıp perişan etmek için hiç bir fırsatı kaçırmadılar.
"De ki: Ey Kitap Ehli, sizler şahidler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan -onda bir çarpıklık bulmaya yelte-nerek- çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. [10]
Müslümanlar, bütün endişeleri ve gayeleri siyasi bir mevki kapmak, menfaat ve şöhret kazanmak olan yine içerideki bir cephe ile savaşacaklarını biliyorlardı. Bu adamlar, bansın hakim olduğu günlerde ortaya çıkar, liderlik arayışları içine girer, ancak zor günlerde de hep ortalıktan kaybolurlardı. Bunu, sırf geride kalıp hilelerini daha iyi icra etmek ve İslam davasının önderini arkadan vurmak için böyle yapıyorlardı. Bunların başında Abdullah Bin Ubey Bin Selûl, geliyordu. Nifakın, Münafıkların elebaşısı bu idi. Hazreç Kabilesi'ne mensuptu.
Bedir savaşının cereyan ettiği gün gibi en hassas saatlerde Hz. Peygamber (sav)'i maceracılıkla suçlamış, kafaları karıştırmaya çalışmıştı. Fakat müslümanlar üstün gelince kurnazca tavrını değiştirmiş, müslümanların yenilmezliğini görünce de avenelerine, (dış görünüşleriyle de olsa) artık müslüman olmaları tavsiyesinde bulunmuştu ve onlara şöyle demişti:
"Bu dava (yani îslam davası) artık rotasını tuttu. Onu ortadan kaldırmak için ümit kalmadı."
Bu hadiseden sonra O da müslümanlığım ilan etti ve münafık gruplar peşine takıldılar. Hepsi birden dış görünüşleriyle müslüman geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat içlerinden de îslamın ve müslümanların basma çorap örmek için her an fırsat kolluyorlardı. Bu adamdan önce de sözde müslüman olduklarını ilan eden bir topluluk daha vardı ki Allah da biliyor hepsi yalan söylüyorlardı. Hileleri o dereceye varmıştı ki müslüman olduklarını ilan eden ilk münafıklar sırf müslümanları parçalamak maksadıyla Dirar Mescidi adıyla bilinen bir cami bile inşa etmişlerdi.
Bu cami de onların tabiatına uygun bir özellik kazanmıştı. Dış görünüşüyle bir ibadethane idi, fakat gerçekte müslümanları parçalamak için bir örgüt karargahı vazifesini görüyordu, münafıklara hareket ve faaliyet imkanını sağlıyordu. Hz. Peygamber (sav) bu camiin yapılmasındaki gerçek gayenin ne olduğu hakkında haberdar edildi. O da hemen yıkma emrini vererek ortadan kaldırdı.
Allah Teaia bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"Zarar vermek, müminlerin arasını ayırmak, Allah ve Pey-gamber'ine karşı savaşanlar hesabına içinde casusluk yapmak üzere bir mescid kurup; 'Biz sadece iyilik yapmak istedik' diye yemin edenlerin yalancı olduklarına Allah şahiddir.
Ey Muhammedi O mescide hiç girme! İlk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan rhescidde bulunman daha uygundur. Orada armmaknsteyen insanlar vardır. Allah arınmak isteyenleri sever.
Yapısını Allah'dan sakınmak ve O'nun hoşnutluğuna ermek için yapan kimse mi daha hayırlıdır; yoksa yapısını kayacak bir yar kıyısına yapıp da onunla beraber cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zulmeden kimselere doğru yolu göstermez.
Yaptıkları bina kalplerinde bir şüphe ve izdırap kaynağı olmakta -Kalpleri paralanana kadar- devam edecektir. Allah bilendir, hikmet sahibidir. [11]
Dırar Mescidi'nin yıktırılmasından sonra bü kez münafıklar Mescid-i Nebevî'de (Hz. Peygamber'in Camiinde) birbirleriyle buluşmaya başladılar. Camiye girdiklerinde müslümanlarla alay eder, aralarında yalan haberler yaymaya çalışırlardı.
Nitekim bir gün Hz. Peygamber onları camiin içinde bir araya toplanmış, başları öne eğik, birbirlerine adeta yapışık vaziyette gördü. Derhal dışarıya atılmalarını emretti ve gerçekten de O'nun emri üzerine sille tokat dışarıya atıldılar. Ancak münafıklar bir türlü fitneden vazgeçmediler.
Müslümanları parçalamak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı.
Müslümanların sabırlı tavrı ve Hz. Peygamber (sav)'in hikmetli davranışları onların hemen dağılıp yok olmaları şeklinde kendini göstermedi. Bilakis bir süre daha hilelerine devam ettile [12]
Hz. Rasulullah (sav) müslümanların iç cephede, Medine'nin gerek içinde gerekse etrafında bulunan bedevi Araplarla bir sıcak savaş yaşayacaklarını biliyordu. Çünkü bu bedevi Araplar, menfaatlerine uygun düşmeyen hiç bir hakkı tanımıyorlardı. Sadece kendi çıkarlarının peşinde yürüyorlardı. Ortama da katiyyen uyum göstermezlerdi. Dolayısıyla heva ve hevesleri onları nereye yönlendirirse oraya doğru sürüklenirlerdi. Üstelik son derece cahil, serkeş ve kaba idiler.
Öyle ki sıradan bir kimse bile bir anda akıllarına girip fikirlerini, yönlerini kanaatlerini değiştirebilirdi. Nitekim yahudilerle münafıklar bu cahil kitleden daima faydalanmaya, onları müslümanların aleyhinde kışkırtmaya, müslümanlara ait, mal, mülk, mahsul ve evlere saldırıda bulunmaları için onları teşvik etmeye çalışıyorlardı. Bu bakımdan müslümanların, karşısında tavır belirleyebilecekleri kesin ve net bir tutuma da bu bedeviler sahip değildi. Bu, temelinde cahilliğin, bilgisizliğin bulunduğu bir tehlike idi. Dolayısıyla İslam, bir bakıma, cehalete ve onunla ilgili her şeye karşı savaş demekti.
işte bütün bu tehlikelere rağmen müslümanlar, başta Allah'ın yardımı, sonra da Hz. Peygamber (sav)'in gözetimi ve onların da güçlü imanları, isabetli uygulamaları ve Hz. Rasulullah'ın emirlerine olan bağlılıkları sayesinde birlik ve beraberliklerini sürdüre-bildiler, yekvücut olmayı koruyabildiler. Bu sayede de bütün bu tehlikelere karşı direnmeyi ve sonunda da üstün gelmeyi başara-bildiler.
Müslümanlar, tarihlerinin başlangıcında Medine'de verdikleri mücadelenin aynısını bugün de dünyanın her yerinde vermektedirler. Karşılarına çıkan düşman aynı düşman, yöntemleri aynı yöntem ve aynı cephelerden müslümanlara saldırmaktadırlar. Devirler, adlar, şekiller, kavramlar, plânlar ne kadar değişmiş olursa olsun, İslam düşmanlarının asıl amaçları hiç bir zaman değişme-mektedir.
Günümüzde bu düşmanlığın tatbiatında çeşitli bilimsel me-todlar, psikolojik araştırma usulleri de izlenmektedir. Dolayısıyla müslümanlara indirilen darbeler çok daha acımasız olmakta ve korkunç neticeler doğurmaktadır. Tabi düşmanın başarı ihtimali de, müslümanların günümüzdeki güçsüz mevkilerini gözönünde bulunduracak olursak, çok daha yüksektir. Üstelik müslümanlar peygamberlerinin emirlerini ve dinlerinin yüce öğretilerini de büyük ölçüde ihmal etmişlerdir ki bu durum İslam düşmanlarının başarıya ulaşmasına yardım etmektedir.
Dış cepheye gelince maksat -yukarıda da zikrettiğimiz gibi-önce Medine etrannda bulunan kabileler ve göçebe Araplar üzerinde otorite kurmak ve Kureyş'liler tarafından müslümanların siyasi varlığının tanınmasını sağlamak için yeni oluşumu ispat etmekti. Bunun için güç gösterisinde bulunmak ve bir yandan da İs-lamın kabileler arasında yayılmasını temin etmek gerekiyordu. Ta ki müslüman kişi, nerede olursa olsun, hangi kabileye mensup olursa olsun, kendisini koruyan yenilmez bir gücün mevcut bulunduğuna ve kendisinin de bizzat bu güce mensup olduğuna inansın.
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, güçsüz mevkide bulunan daima yitiktir, adı sanı bilinmez. Bir davanın ise yayılması ve mensuplarının korunması gerekir. Devletin bu aşamada kurulmasının işte gayesi de bu idi. Dış cepheyi, vaktiyle Hz. Peygamber (sav)'e ve müslümanlara karşı şiddetli baskılar uygulamış olan Kureyş'liler, -Öncelikle- oluşturuyordu. İçinde bulundukları şımarıklık ve büyüklenmenin çirkin belirtisi olan baskı ve zulümleri öyle dayanılmaz sınırlara vardı ki müslümanlar kendi vatanları olan Mekke'den çıkmak zorunda kaldılar.
Öte yandan dış cephe olarak müslümanların karşısında birçok Arap kabileleri vardı. Arap yarımadası bunların, içinde göçüp kondukları bir alan durumundaydı. Bu kabileler de puta tapar, Kureyşliler gibi cahili sistemin hükümlerine uyarlardı. Bunlara ilaveten o devirde küfrün sapıklığına uğramış adaletsizlik ve zulümle tanınan özellikle Roma ve Pers gibi devletler vardı. Ki bu iki devlet Araplarla komşu ve yakınlarındaki Arap kabileleri üzerinde nüfuz sahibi idiler.
Hem sonra Arap topraklarının hiç bir bölgesi yoktu ki üzerinde yaşayan insanlar bu iki devlete bir yandan saygı, diğer yandan korku gözüyle bakmasın.
Halbuki bu iki devlet Arapları küçümsüyor, onları çöllerinde ve köylerinde kıt kanaat geçinen, zavallı geri insan toplulukları olarak görüyor ve kendilerine karşı onlarda bir kımıldayış gördüler mi Önlerine bir kaç lokma atarak susturuyorlardı.
Onlar da bunu lütuf sayarak tekrar sahralarına dönüyor ve üstelik bu iki devlete karşı vefasızlık etmemek üzere minnettar kalıp gerçekten onlara yandaş, taraftar ve yardımcı oluyorlardı. Bu Arap kabileleri arasında anlaşmazlık çıktığı zaman taraflardan biri hemen bu iki devletten biri nezdinde destek buluyordu.
Mesela Gassanîler Romalıların, Benî Münzir Kabilesi ise Pers-lerin yanında yerlerini almışlardı. Kinde emirlerinden, Şurahbü oğlu îmrulkays bile gasbedilmiş olan babasının tahtını kurtarmak ve geri almak için Roma İmparatorundan yardım diliyordu...
Hz. Peygamber (sav), müslümanların ilk düşmanı olan, her an İslamı yok etmek için çaba sarfeden ve buna güçlerinin yeteceğine de inanan, dolayısıyla güçsüz müslümanları Mekke'de rehin alarak, onların Medine'ye vaktiyle göçmüş müslümanlara katılmalarına engelleyerek bu yoldaki gayretlerini sürdüren Kureyş'li-lerle ilk önce karşılaşacağını biliyordu.
Kureyşliler tüccar bir topluluk idiler. Bu topluluğun adamları ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da kuzey yönüne Şam'a giderlerdi. Ve Medine yoluyla veya Medine yakınlarından seyahat ederlerdi. Burası, hareket ve varış noktalan arasında önemli bir uğrak yeriydi.
Dolayısıyla müslümanlarla Kureyşliler arasında çıkması muhtemel bir savaşın değirmeni burada dönebilirdi. O bakımdam müslümanlar, buradaki arazi yapısını, bu bölgenin coğrafyasını çok iyi bilmeli idiler. Çünkü bir yerin arazi yapısını bilmeyen bir topluluğun, orada düşrnanıyla savaşması mümkün değildir.
Ayrıca bu bölgede oturan halkın savaşta bir takım rolleri olabilirdi, yahud Kureyş'e ait ticaret kervanlarının bu bölgeye sık sık uğraması sebebiyle bölge halkının, her iki tarafın sürtüşmelerinde eli bulunabilirdi.
Hicret olayının üzerinden henüz altı ay kadar bir zaman geçmişti. Hz. Peygamber (sav), bir lider ve aynı zamanda bir kumandan olarak önce iç cepheyi sağlama aldı ve düzene soktu. Sonra da dış cephede beklenen karşılaşma için gerekli hazırlıklara başladı. Önce Medine etrafına müfrezeler (küçük askeri birlikler) çıkardı.
Çatışmalarda bizzat kendisi bulundu. Bu ilk hareketlerin öncelikle amacı şuydu:
Medine etrafında bulunan, özellikle Medine'yi Mekke'ye bağlayan yolları, Kureyş kafil el elerinin kullandığı ana güzergahları keşfedip tesbitte bulunmak, kendilerini İslama kazandırmak için veya en azından müslümanların safını takviyede kullanmak ya da Kureyşlilerle müslümanlar arasında çıkacak bir savaşta tarafsız kalmalarını garantiye almak üzere civarda bulunan kabileleri tanımak ve tesbit etmek.
Sonra güç yeterse bu bölgeden geçen Kureyş kafilelerine baskınlar düzenlemek, .onların hareket imkanlarını engellemek, veya iktisaden çökertmek için gerekirse bu ticaret kervanlarına el koymak.
Bu suretle de müslümanların siyasi varlığını isbat ederek Ku-reyşlileri bu varlığı tanımak zorunda bırakmak.
Daha sonra da çıkacak olan bu olaylarla ilgili haberleri kabileler arasında yaymak ve müslümanların güçlü olduğunu, buna mukabil Kureyşlilerin zayıf ve güçsüz düştüklerini, Müslümanların Arap yarımadasında en büyük güç haline gelmiş bulunduklarını -mümkünse- dünyanın diğer bölgelerine de yeni dinin müjdesini ulaştırmak, tslamın yüce prensiplerinin, insan fıtratı ile uyum halinde bulunduğuna, bu dinin kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in Al-lahTeala tarafından indirilmiş bulunduğuna dair bilgileri insanlığa yaymak, kalabalıklar halinde insanların İslama girmekte olduklarını, bu yüzden başlarındaki despotlardan asla çekinip korkmadıklarını, zira arkalarında Allah'ın aşılmaz koruyuculuğu bulunduğunu her tarafa haber vermek. Bu suretle Islamın yayılmasına hizmet etmek.
Hz. Peygamber (sav) tarafından çıkarılan askeri keşif birlikleri ile dört sıcak çatışma ve üç araştırma harekatı gerçekleştirildi.
Askeri operasyonlar Hicretin ilk yılının Ramazan ayında başlatıldı. Hicretin ikinci yılının Cemaziyelahir Ayında da sona erdi.
Ondan sonra Recep Ayında Abdullah Bin Cahş komutasında düşmanın bizzat bölgesi içinde (Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiinde) bir askeri keşif harekatı daha düzenlendi.
Bu harekat, beklenen savaşın cereyan edeceği alanların tesbit çalışmalarına ait son aşamada yapıldı. Bu suretle iki taraf arasında çıkacak muhtemel bir savaş için müslümanların tüm hazırlıkları tamamlanmış oldu.
Bundan sonra Hz. Peygamber (sav), amcası Abdülmuttaliboğ-lu Hamza'yı muhacirlerden otuz kişilik bir müfrezenin başında görevlendirerek, Ebu Cehil'in başkanlığında Şam'dan dönmekte bulunan üçyüz kişilik bir Kureyş kafilesinin üzerine gönderdi. Hz. Hamza El-Iys yönünden deniz sahiline ulaşarak orada kafileyi yakaladı.
İki cephe arasındaki sayı farkına rağmen, Hz. Hamza, sonuç ne olursa olsun harekatı uygulamakta ısrarlıydı. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in talimatını yerine getirmesi gerekiyordu. Nitekim her iki taraf da saf haline gelip çatışmaya hazırlandılar.
Ancak tam o sırada Cüheyne Kabilesinden Mücdi Bin Amr adında bir şahıs, araya girerek çatışmayı Önledi. Sonra taraflardan her biri kendi yurduna dçndü. Ebu Cehil'in kafilesine oranla sayıları pek az olan müslümanları muhtemel bir zayiattan kurtaran bu Mücdi adındaki kimseye, Hz. Peygamber (sav) sonraları teşekkür ederek yapıcı rolünden dolayı memnuniyetini ifade buyurdu.
Sonra Hz. Peygamber (sav) aynı yılın Şevval Ayında amcası oğlu Ubeyde Bin EI-Haris'i muhacirlerden seçilen seksen kişilik bir süvari birliğinin başında görevlendirerek, Kureyş'İllerden oluşan bir ticaret kafilesinin üzerine gönderdi. Kureyşliler ikiyüz attı idiler. Müslüman askerler Rabiğ denilen mevkide kafileyi yakaladılar.
Aralarında çatışma başladı. Oklarla savaşıyorlardı. Fakat çok sürmedi, sayıca üstün olmalarına rağmen müşrikler yenildiler. Müslümanların, kendilerine tuzak kurmuş olma ihtimalinden korkmuşlardı. Çünkü seksen kişinin ikiyüz atlı ile savaşmayı göze alamaycaklarına, mutlaka başka güçlerin de devrede bulunduğuna inanmış, bu kararı vermişlerdi.
Müslümanların sahip oldukları yüksek moral gücünün farkında değillerdi. Kureyş kafilesinin başında Ebu Cehil'in oğlu tkrime bulunuyordu. Kafilede iki kişi daha vardı ki müslüman olduklarını gizliyorlardı.
Bunlar Mikdad Bin Amr ve Utbe Bin Gazvan idiler. Bir ara nr-sattan istifade ederek kaçıp müslümanlara katılmayı başardılar.
Hz. Peygamber (sav) bu kez Saad Bin Ebu Vakkas komutasında tamamı muhcairlerden oluşan sekiz kişilik bir mangayı Hicaz topraklarında bulunan El-Harar bölgesine göndererek istihbarat yapmakla görevlendirdi. Ancak herhangi bir düşmana rastlamadan döndüler.
Bundan sonra Rasulullah(sav), yerine idareci sıfatıyla Saad Bin Ubade'yi vekil tayin ederek bizzat kendisi keşif ve istihbarat faaliyetleri için Medine'den çıktı. Rabığ'm kuzey doğusunda bulunan Veddan mevkiine kadar giderek Kureyş kafilesini izlemek istedi. Ancak kafilenin daha önce geçmiş olduğu haberini aldı.
Gelmişken de bu bölgede bulunan Benî Damra Kabilesiyle bir anlaşma yaptı. Onlarla bir saldırmazlık sözleşmesi düzenledi. Buna göre bu kabile ile müslümanlar, düşmanlara karşı birbirlerini destekleyeceklerdi. Hz. Peygamber (sav) onbeş gün kadar bir zaman sonra Medine'ye döndü.
Hz. Rasulullah (sav) Medine'ye döneli henüz çok geçmemişti ki Ümeyye Bin Halef başkanlığında, Kureyşlilere ait yüz kişilik bir ticaret kervanının Şam'dan dönmekte olduğu haberini aldı. Alınan istihbarata göre kervanın elinde binbeşyüz deve yükü ticaret malı vardı,
Hz. Peygamber (sav), muhacirlerden ikiyüz kişilik bir kuvvetle Radva Dağı'na doğru yola çıktı. Ancak Buvat denilen mevkiye varınca kafilenin geçip kurtulmuş bulunduğu haberini aldı.
Medine'ye döndükten kısa bir müddet sonra Kureyşlilerin Ebu Süfyan Bin Harb başkanlığında Şam'a çok büyük bir ticaret kervanı gönderdiklerine dair haber aldı. Beraberinde de çok az sayıda adam vardı.
Hz. Peygamber bu haberi alınca, hicretin ikinci yılı Cemaziye-levvel Ayında yanına muhacirlerden yüzelli kişi alarak, yerine halasının oğlu Ebu Seleme Abdullah Bin Abdü'esed El-Mahzumi'yi vekil tayin edip Medine'den ayrıldı.
Kureyş kafilesini takibe koyuldu. Ancak Yenbu'un kuzeyinde El-Uşeyre mevkiine varınca kafilenin geçip uzaklaşmış bulunduğunu haber aldı. Bu arada bögede bulunan Benî Müdlic kabilesiyle bir saldırmazlık anlaşması yaptıktan sonra Medine'ye dönerken, kafilenin dönüşü hakkında istihbarat yapmak üzere Saad Bin Zeyd ve Talha Bin Ubeydullah'ı görevlendirerek onları kuzey yönüne doğru gönderdi,
Hz. Peygamber (sav) düşmanla sıcak bir harekat yaşamadan bu şekilde Medine'den defalarca çıkıp dönmenin Kureyş kafilelerine Şam ticaret yolunda engel olunamayacağını, ticaretlerinin kısıtlan amayacağını, dolayısıyla müslümanlarm Medine'deki varlığını tanımalarına da yaramayacağını, bunun tabii bir neticesi olarak da sönük kalıp dünyada bir yankı uyandıramayacaklarını, bu sebeple kabilelerin İslama girişlerinin de cesaretlendirilmiş olamayacağını düşündü.
O halde kafilelerin yakından gözetime alınması gerekiyordu. Hatta her kafilenin hareket saatinden başlamak üzere her gün nerede, hangi bölgede bulunduğunu, hangi güzergahı kullandığını yakm takibe almak icap ediyordu.
Hz. Peygamber (sav), Medine'ye döneli henüz çok geçmemişti ki Kürz Bin Cabir El-Fehrî adında bir sergerde başında bulunduğu bir çete ile Medine'yi bastı. Sonra da kaçtı. Hz. Peygamber (sav) Zeyd Bin Harise'yi Medine'de, yerine vekil bırakarak yanma aldığı bir bölük askerle onları takibe çıktı. Sefvan denilen mevkiye kadar da kendilerini izledi, fakat onları yakalayamadı.
Bu olay Birinci Bedir Harekatı olarak tarihe geçti.[13]
Hz. Peygamber (sav), birinci Bedir Harekatı'ndan sonra Medine'ye dönünce Recep Ayında tamamı muhacirlerden seçilen sekiz kişilik bir keşif kolunu halası oğlu Abdullah Bin Cahş komutasında istihbarat yapmak üzere görevlendirdi. Ancak iki gün sonra açılıp okunmak üzere Abdullah'ın eline bir de mektup verdi ve mektuptaki talimatım yerine getirmesini emretti. Ayrıca emrindeki askerleri katiyyen zorlamamasım buyurdu. Abdullah iki gün kadar yol aldıktan sonra mektubu açıp okudu. Mektupta şunları yazılı idi:
"....Mekke ile Taif arasında, Batn-ı Nahle'ye kadar git. Orada Kureyşlileri gözetle ve bizim için onlar hakkında haberler öğren.
(İstihbarat yap)" Abdullah Bin Cahş yazıyı okuyunca:
"Baş göz üzerine!" dedi ve emrindeki askerlere:
"Bakınız, Hz. Peygamber (sav), Batn-ı Nahle'ye gitmemi, orada Kureyşlileri gözetlememi ve onlar hakkında haber toplamamı emretmiş bulunuyor. Ancak sizi zorlamaktan da beni sakındırmış bulunuyor. İçinizden şehadet şerbetini içmeyi arzu eden benimle gelebilir. Kim ki istemiyorsa o da dönebilir. Bana gelince, ben Hz. Peygamber (sav)'in emrini uygulamak durumundayım.
Nitekim kendisi yoluna devam ettiği gibi, arkadaşları da ona refakat ettiler. Onlardan hiç biri geri çekilmedi. Ancak yolda mola verdikleri bir sırada Saad Bin Ebu Vakkas ile Utbe Bin Gazvan nöbetleşe bindikleri develerini kaybettiler. Bu yüzden mecburen geri kaldılar.
Abdullah diğer arkadaşlarıyla birlikte devam ederek Nahle'ye vardılar. O sırada Kureyşlüere ait, kuru üzüm, deri ve başkaca ticaret malları yüklü bir kervan geçmekte idi. Kafilenin başında da Amr Bin El-Hadrami adında tanınmış Mekke'li bir tüccar bulunuyordu. Müslüman istihbaratçılar gizlendikleri yerden kervanın geçtiğim görünce vurmak istediler. Çünkü sayıca kendilerinden daha az idiler. Günlerden de Recep Ayının son günü idi.
Aralarında istişare etmeye başladılar, kimisi: "Bakın eğer müdahale etmeyecek olursak (İslama göre dokunulmaz bölge olan) Harem Topraklari'na girecekler, bu suretle de bir ganimeti kaçırmış olacağız" derken, bazıları da : "Eğer mallarım ellerinden alacak olursak (Haram aylardan biri olan) Receb Ayına karşı saygısızlık yapmış olacağız" diye mukabil fikirlerini ortaya koydular.
Bu değişik görüşler önce bir tereddüde sebep oldu, çekimser kaldılar. Sonra birbirlerini cesaretlendirip hücum etmeye karar verdiler. Bunun üzerine kafileye saldırdılar. Atılan bir okla kafile başkanı Amr Bin El-Hadrami isabet aldı ve öldü. Kafilede geriye kalan üç kişiden Osman Bin Abdullah Bin El-Muğira ile El-Ha-kem Bin Kayşan esir alındılar. Nevfel Bin Abdullah Bin El-Muğira ise kaçarak kurtuldu.
îslam istihbarat birliğinin komutanı Abdullah Bin Cahş, ele geçirdiği mallar ve iki esirle birlikte Medine'ye dönerek Hz. Peygamber (sav)'in huzuruna çıktı. Rasulullah (sav) durumu öğrenince öfkelenerek:
"Ben size haram ayda savaşın, diye emir vermemiştim ki!" diyerek Abdullah'ı tersledi ve getirilen ganimetlerden herhangi bir şey almayı reddetti.
İstihbaratçılar ise Hz. Peygamberin öfkesinden dolayı mahvolacaklarını zannederek çok üzüldüler, üstelik müslümanlar da onları bu yaptıklarından dolayı çok kınadılar. Kureyşlüere gelince onlar da bu olayı bahane ederek Müslümanlar aleyhinde şiddetli bir propaganda savaşı başlattılar.
"Muhammed haram ayın dokunulmazlığını çiğnedi, adamları bu saygı değer ayda kan döküp yağma yaptılar, adam kaçirdılar" diye her tarafı velveleye verdiler. Bu sırada henüz Mekke'de bulunan sindirilmiş müslümanlar ise bu şayiaları reddetmeye çalışıyor, hadisenin, Recep Ayının son günü değil, bilakis Şabanın ilk günü cereyan ettiğini ileri sürerek müslümanları ellerinden geldiğince savunuyorlardı. Bu hadisenin halk arasında dedikodusu çok yapılınca Allah Teala şu ayet-i kerime'yi indirdi:
"Sana, dokunulmazlığı olan ay ve o ay içindeki savaş hakkında soru yöneltiyorlar. Onlara de ki: Dokunulmazlığı olan ayda savaşmak büyük bir günah ise de insanları Allah yolundan alıkoymak, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'a girmeyi engellemek, halkını oradan 'Mekke'den' çıkarmak Allah nezdinde çok daha büyük günahtır [14]
Bu ayet inince Hz. Peygamber (sav) 'in sıkıntısı bertaraf oldu ve ondan sonra iki esiri ve zaptedilen malları teslim aldı. Önce Ku-reyşlilerin, iki esirin serbest bırakılması konusunda yaptıkları başvuruyu Saad Bin EbiVakkas ile Utbe Bin Gazvan dönünceye kadar kabul etmedi.
Çünkü Hz. Peygamber (sav) bu iki askerin Kureyşliler tarafından esir alınmış olabileceği hakkında endişe duyuyordu. Hatta Kureyşliler tarafından Öldürülmüş olabileceklerinden korkuyordu. Fakat ikisi de bir süre sonra sağ salim dönünce Hz. Peygamber (sav) de elindeki bu iki esiri serbest bıraktı.
Bunlardan Hakem Bin Keysan sonraları müslüman oldu ve iyi bir müslümanlık örneği verdi. Bu zat daha sonra bir savaşta Bir-mauna mevkiinde şehid oldu. Osman Bin Abdullah'a gelince bu adam da neden sonra Mekke'de kafir olarak öldü. îşte bu olayda ele geçirilen ganimetler, îslam tarihinde ilk ganimet olarak geçmiştir.
Amr Bin El-Hadramî, müslümanlar tarafından ilk öldürülen düşmandır ve Hakem'le Osman da müslümanlar tarafından alınan ilk esirlerdir.
Abdullah Bin Cahş, ele geçirdiği ganimetin beşte dördünü, komutasında görevli askerlere, beşte birini ise îslam Devlet hazinesine devretti. Daha sonraları, savaş ganimetlerinin taksimatı hep böyle yapıldı. (Çünkü inen ayet böyle yapılmasını emretti.) [15]Böylece bu yüce Sahabi -ilahi hikmetle- önceden isabetli bir taksimat yapmış oldu.
Abdullah Bin Cahş'ın yönettiği bu harekat, müslümanlarm daha önce yapmış oldukları tüm askeri operasyonlardan belki çok daha önem gösterdi. Çünkü bu olayda Kureyşliler öz yurtlarında vurulmuş, çatışma Mekke'ye çok yakın bir mevkide meydana gelmiş, düşman safında can kaybı olmuş, esir alınmış ve bir ticaret kafilesi tamamen müslümanlarm eline ganimet olarak geçmişti.
Bu olay büyük yankı uyandırdı, Araplar müslümanlarm gücünü artık hissetmeye başladılar. Morallerinin yüksek olduğunu, büyük imkanlara sahip bulunduklarını öğrendiler. Müslümanlar da zaten böyle bir sonucu hararetle bekliyorlardı. Ancak Kureyşliler çok daha hırçın bir tavır takınmaya başladılar. [16]
Müslümanlar tarafından düzenlenen askeri operasyonlarda savaşçılar çeşitli yönlere çıkıyor, Mekke ile Medine arasında istihbarat araştırmaları yapıyorlardı. Bu savaşçıların hepsi muhacirlerden oluşuyordu. Çünkü Ensar (Yani Medineli müslümanlar) vaktiyle Akabe'de, sadece Hz. Peygamberi düşmanlarına karşı korumak üzere söz vermiş, Medine dışında yapılacak silahlı bir harekata katılmak üzere herhangi bir vaadde bulunmamışlardı.
Yapılan keşif ve savaşlarda sadece hedef olarak gösterilen noktaya kadar gidilerek verilen emir ve talimatın dışına asla çıkılmı-yordu. Böylece îslam toplumu kimlik ve kişiliğini gitgide tamamlamaya ve olgunlaştırmaya çalışıyordu. Bu arada Allah Teala tarafından peyderpey ayetler de birer kanun olarak iniyor, nizamın sınırlarını tesbit ediyor, dünya ve ahiret saadetine müslümanları ulaştırmak üzere onlara aydınlık yolu çizmeye devam ediyordu.
Müslümanlar önceleri herhangi bir çağrıya hacet duymaksızın namaz için belli vakitlerde toplanıyorlardı. Önce duydukları zaman camiye gelsinler diye boru çalmayı düşündüler. Fakat Hz. Peygamber (sav), yahudi adetidir diye bunu çirkin karşıladı. Sonraçan çalmayı düşündüler, bunu da beğenmedi. Konu bu şekilde tartışıla dururken Ensar'dan Abdullah Bin Zeyd adında bir şahabı gelerek:
"Ey Allah'ın Elçisi! Bu gece rüyamda biri beni ziyaret etti, bir adam bana uğradı. Üzerinde iki parçadan ibaret yeşil bir elbise vardı. Elinde bir çan taşıyordu. Ona:
- Ey Allah'ın kulu! Şu çanı satıyor musun, diye sordum. O da bana:
- Alıp da ne yapacaksın, diye mukabil bir soru yöneltti.
- Onunla namaza davette bulunacağız, diye cevap verdim. Bunun üzerine:
- Sana, bundan daha hayırlı bir tavsiyede bulunayım mı, dedi. Ben de:
- Nedir? Söyle bakalım, deyince bana:
- Şu sözleri söyleyerek namaza davet et, dedi ve sözleri şöyle tekrarladı:
Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber Eşhedü en la ilahe illallah, Eşhedü en la ilahe illellah Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah Hayya alessalah, Hayye alessalah Hayya alelfelah, Hayye alelfelah, Allahuekber Allahuekber La ilahe illellah.
Hz. Peygamber (sav), bu sözleri dinledikten sonra:
"İnşaallah bu hak bir rüyadır, haydi kalk da Bilal'a öğret, onları okusun. O'nun sesi senden daha gürdür" buyurdu. Bilal ilk ezanı okuduğu sırada, evinden sesini duyan Hz. Ömer hemen çıkarak
Hz. Peygamber (sav)'e geldi ve meseleyi öğrendikten sonra:
"Ey Allah'ın Elçisi! Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki (Abdullah Bin Zeyd'in gördüğü rüyanın) aynısını ben de gördüm, dedi. Bunun üzerine O da:
"Öyle ise buna karşılık Allah'a hamd olsun" buyurdu. Böylece ibadete çağrı konusunda da müslümanların kendilerine mahsus şahsiyetleri belirginleştik [17]
Vaktiyle 16 ay kadar bir zaman, namazlarında yüzlerini Kudüs'e çeviren müslümanlar bir müddet sonra bu kez Mekke'deki Beyf ül-Haram'a (yani Kabe'ye) yöneldiler. Zaten Hz. Peygamber Kabe'nin Kıble olmasını çok istiyordu. Namaza durduğu zaman bu isteğinin kabul edilmesi için Rabbine sık sık dua ederdi. Bir gün yine namaza durmuştu, tam o sırada Kıblenin değiştiğine dair kendisine vahiy geldi.
O da bu emre uyarak yönünü Kabe'ye doğru değiştirdi. Ne var-ki müslüm ani ardan imanı zayıf bazı kimseler bu olay karşısında tereddüt geçirmeye başladılar. Yahudiler de bu hadiseyi sık sık dedikodu mevzuu yaparak akılları karıştırmaya çalıştılar.
Bu arada: "Peki öyleyse daha önce kıldığınız namazlar geçersiz mi kaldı? Neden Kıbleniz değişti?" gibi sorular sorarak müslü-manları müşkül durumda bırakmak için zihinleri bulandırmaya çabalıyorlardı.[18]' Bunun üzerine Allah Teala şu ayet-i kerimeyi indirdi:
"Böylece sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnektir. Senin yöneldiğin yönü, peygambere uyanları cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın doğru yola koyduğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir. Merhamet eder.İslam devletinin kuruluşu
Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnud olacağın bir kıbleye seni Ey Muhammed elbette çevireceğiz. Artık yüzünü Mescidi Haram yönüne çevir. Bulunduğunuz yerde yüzlerinizi o yöne doğru çevirin. Doğrusu kendilerine kitap gönderilen (millet)ler bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Sen kendilerine kitap gönderilenlere her türlü delili getirsen bile, yine de kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar, andolsun ki eğer sana gelen bilgilerden sonra onların heveslerine uyacak olursan, şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun.[19]
Hicretin ikinci yılında Allah tarafından Ramazan orucu müş-lümanlara farz kılındı. Hz. Peygamber önceleri ayda üç gün ve Aşura günü' [20] oruç tutardı. Aşura Hz Musa'nın Firavun'dan kurtuluşunun anısıdır.
Onun için yahudiler diyorlardı ki: "Musa'ya sizden çok biz ilgiliyiz." (Bu orucun, müslümanlar için mantıklı bir gerekçesi yoktur, demeye getiriyorlardı.) Bu sebeple onlara benzememek için Hz. Peygamber (sav) Muharrem'in dokuzuncu gününü de ilave etti. Fakat Allah Teala daha sonra Ramazan orucunu farz ve bu ayın sonlarında dağıtılmak üzere bir de fıtır sadakasını vacip kıldı. Ki bu suretle müslümanlar tamamen farklı bir kişilik kazandılar. Zekat da bu yıl içinde farz kılındı. Bu da müslümanlara özel bir ibadettir. Bu kanunu koyan Allah Teala zekatın kimlere verilmesi gerektiğini de açıklamış, şöyle buyurmuştur:
"Zekatlar: Allah'dan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, {islam devleti tarafından zekat toplamak için görevlendirilmiş) memurlara, gönülleri İslama ısındırılacak (yeni müslüman olmuş) şahıslara, (hürriyetlerine kavuşmak amacıyla kullanmak üzere) kölelere (esirlere), borçlulara, Allah yolunda cihad eden
(İslam ordusunda görevli müslüman) askerlere ve yollarda perişan kalmış olanlara mahsustur. Allah her şeyi bilen, her şeyi hikmetle icra edendir.[21]
Zekat bu sınıflara dahil olmayan kimselere verilmez. Sadaka ise isteyen kişi, münasip gördüğü kimselere dağıtabilir. Bu gelişmelerden sonra müeyyideler kondu ve helal ile haram (emirlerle yasaklar) net bir şekilde belirlendi.[22]
Bu süre içinde Necran Bölgesi'nin ileri gelenleri Medine'yi ziyaret ettiler. Bunlar Hristiyan idiler. Hz. Peygamber (sav)'in camiinde ayinlerini yaptılar. İbadet sırasında yönlerini doğuya doğru çeviriyorlardı. Reisleri müslüman oldu ve sonraları iyi bir müslü-manlik örneği verdi. Fakat beraberindeki grup kendi aralarında ihtilafa düştüler. Hz. Muhammed (sav)'in gerçek peygamber olduğuna dair yemin etmesini ve buna karşılık kendisine inanmayanlara bedduada bulunmasını kabul etmediler.
Memleketlerine döndükten sonra bu konularla ilgili olarak aralarında hakemlik yapmak üzere Hz. Peygamber (sav)'in birini görevlendirip kendileriyle beraber göndermesi talebinde bulundular. Hz. Peygamber (sav) de Hz. Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cer-rah'ı gönderdi.
Yine bu süre içinde muhacirlerden Hz. Peygamber (sav)'in süt kardeşi Osman Bin Maz'un vefat etti. Bu zat ilk müslüm ani ardan ve Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Habeşistan'a hicret eden müslümanlara başkanlık etmişti. Ayrıca Ensar'dan Es'ad Bin Zer-rara, Akabe toplanışında bulunmuş ileri gelenlerden Ebu Umame ve El-Berra' Bin Ma'rûr da bu sıralarda vefat ettiler.
Müşriklerden ise: El-As BinVail, (Amr Bin El As'm babası) ve El-Velid Bin El-Muğira (Hz. Halid Bin El-Velid'in babası) Mekke'de öldüler. [23]
Kureyşliler, Şam'a giden kendilerine ait ticaret kafilelerinin artık yolda büyük tehlikelerle karşılaşacağını iyice anlamışlardı. Ticaret, hayatlarının temeli sayılırdı. Elde ettikleri büyük kâr ve kazançlar ise onların nüfuz ve etkinliklerinin yegane sebebiydi.
Bütün bunlardan daha büyük bir hadise vardı ki o da can düşmanı oldukları ilk hasımları müsîümanlar, artık bir güce sahip olmuş bulunuyorlardı. Öyle ki etrafa keşif kolları çıkarıyor, askeri devriyeleri bizzat Mekke yakınlarına kadar sokuluyordu.
Üstelik o kadar cesaretlendiler ki bazı Mekke'lüeri öldürüp silahlarını ve mallarını ganimet olarak ele geçirmeye kadar işi vardırdılar. Kafilelerinin yolu üzerinde tehlikeli bir engel haline gelmiş bulunan müslümanları ortadan kaldırmak ve henüz daha fazla güçlenmeden onları yok edip kurtulmak için Kureyşliler düşünüp kolları sıvamaya başladılar. Beri tarafta müsîümanlar halâ küçük bir cemaat sayılırdı. Ne varki Allah Teala onları her şeye rağmen koruyor, Hz. Peygamber de kendilerini yönlendiriyor ve yönetiyordu. Fakat müslümanlardaki imanın kemale ermesi ve yolun İslama rahat hale gelmesi için onların bir takım dersler alması bazı sınavlardan geçmesi gerekirdi.
Yakın geçmişte Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla Medine'de En-sar ile Muhacirler arasında akdedilen kardeşlik, çok geçmeden mal, can, ne varsa her şeyi dava uğruna feda etmek gibi gerçek bir kardeşlik tablosuna dönüştü. Bilindiği üzere insanlar tarafından genelde mala, can gibi değer verilmekte, fedakarlık konusunda ikisi bir tutulmaktadır. Hatta bazen mal, candan bile üstün tutulmakta, mal uğruna canlar feda edilmektedir. Çünkü insanoğlu onu kazanıncaya kadar çileler çekmekte ve ancak mal sayesinde devrin bir takım gailelerine ve birçok tehlikeli olaylarına karşı kendini savunabilmektedir. îşte bu sebeple Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Ey inananlar! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazançlı bir yolu size göstereyim mi? (Öyle ise:) Allah'a ve Peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz. Bilirsiniz bu sizin için en iyi yoldur. [24]
Hal böyleyken bazı kimseler, davaları ve idealleri uğruna cömertçe mallarını harcayabildikleri halde, sıra canlarına gelince bayağı cimrilik etmektedirler. Canlarını feda etmek onlara çok zor gelmektedir.
Özellikle birçok kimselerin, cömertlik sınırlarını aşan ve israfa varan aşırı tutumlarıyla tanındıkları cahiliyet devrinde durum böyle idi. Ama İslam, müslüman kişiden Allah yolunda her şeyini, malını ve gerekirse canını da feda etmesini (Madem ki bu dünyadaki hayata karşılık daha başka bir hayatta sürekli nimetler, sonsuz bir istikrar ve ebedi bir rahatlık vardır) ister. O halde ne malı ne de cam feda etmekte cimrilik yapmamasını emretmektedir. En-sar'la Muhacirler arasında kardeşlik akdinin yapıldığı gün, Medi-ne'H ev sahipleri Mekke'den gelen Muhacir kardeşlerine tereddüt etmeden mallarını bezletmekte parlak kardeşlik ve fedakârlık örnekleri vermişlerdi.
Bu kez sıra onların, canlarını ortaya koymalarına gelmişti. Bunu da yapmalı idiler. Bu, meselenin bir yönü idi. Bir yönü daha vardı ki: O da -önceden bahsettiğimiz gibi- dava ve davetin önüne daha birçok engeller çıkacağından müslümanları her konuda çeşitli mücadeleler bekliyordu.
Akabe'de Hz. Peygamber (sav) ile Ensar arasında yapılan sözleşme, onların Hz. Peygamber (sav)'i yalnızca Medine içinde korumaları ile sınırlı idi. Medine dışındaki koruma ise bu sözleşmede yoktu.
Fakat durum öyle bir raddeye geldi ki artık Ensar ve Muhacirler ortak davalarının gereği olarak düşmanlarıyla her sahada ve mücadele şartlarına uygun olarak artık savaşmak zorunda idiler. Bu bakımdan sözleşmenin teorik olmaktan çıkması ve gerçekçi bir uygulamaya dönüşmesi icab ediyordu. Şu iki nokta çok önemli idi.
1- Müslümanların, (malın yanında) bu kez canlarını da feda etmek konusunda bir sınav geçirmeleri,
2- Savaş kendi şartlarını kendisi koyduğu ve stratejisini kendisi sınırladığı için) müslümanlarm, mücadele konusunda yeni bir stareteji belirlemeleri ve eski sözleşmenin dar çemberi içinde bağlı kalmamaları gerekiyordu.
Bu ilk İslam topluluğu Allah Teala'mn himayesi ve gözetimi altında oluşumuna ve yoluna devam ediyordu. Onun yukarıda anla-. tılan bu iki hususun kaçınılmazlığına inanabilmesi için büyük bir mücadele yaşaması ve güçlü bir sınavdan geçmesi gerekiyordu.
Mukadder olan bu mücadele aslında semadan programlanıyor ve kumanda ediliyordu. Halbuki bazı kimseler bu mücadelenin bizzat müslümanlar tarafından programlandığını zannediyorlardı.
Muhacirlerin, Öz vatanlarından göç etmek zorunda bırakılarak dinleri ve davaları uğruna neleri varsa geride bıraktıklarını, bu taşınır ve taşınmaz malların, bu terkedilen servetlerin ise Kureyşliler tarafından ele geçirildiğini, şimdi ise müslümanlar in, uğramış oldukları bu büyük zararları tazmin etme gücüne eriştiklerini, -Mademki Kureyşlilere ait ticaret kervanları kentlerine yakın mesafeden gidip dönmektedir- o halde gasbedümiş haklarını kendilerinden şimdi rahatça geri alma imkanına sahip bulunduklarını Hz. Peygamber yakından görüyor ve düşünüyordu. Onun için bu kafilelere baskın düzenlenmesini uygun buldu. Bu nrsat gidişte kaçırılmıştı, şimdi kafilelerin dönüşü beklenmeliydi.
Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in, bu konuda istihbaratla görevlendirdiği Talha Bin Ubeydullah ve Saad Bin Zeyd'i nerede bırakıp, onlara nasıl talimat verdiğini biraz önce görmüştük. Çok geçmeden bu kafilelerden birinin dönmekte ve sahiplerinin kırk kişiden ibaret olduğu, aralarında Amr Bin El-As'ın da bulunduğu haberi Hz. Peygambere ulaştırıldı. O da müslümanları rağbetlen-direrek şöyle buyurdu:
"Bu Kureyş'e ait bir kervandır. Onda malları vardır. Üzerine gidiniz, olabilir ki Allah Teala o malları size ganimet kılar."
Bunu duyan müslümanlardan kimisi atak davrandı kimisi de ağırdan aldı. Çünkü onlar Hz. Peygamber (sav)'in ciddi bir savaşla karşı karşıya bulunduğunu henüz anlayamamışlardı. [25] Hem sonra Allah tarafından savaş emri de henüz gelmemişti. Bu bakımdan Kureyş kervanına baskın düzenlemek bir savaş değil, gasbedilmiş haklara karşılık tazminat olmak üzere mallara sadece el koymaktan ibaret olacaktı.
Kafilede kırk kişiden başka kimse yoktu. Müslümanlar o gün için olayı bu şekilde görmüş ve böyle olmasını arzu etmişlerdi. Ancak Allah Teala başka bir şey diledi; O bir savaş takdir buyurmuştu:
"Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkarmıştı. Oysa müslümanlann bir takımı bundan hoşlanmamıştı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı.
Allah iki taifeden (Kureyşlilere ait silahlı bir ordudan veya silahsız bir ticaret kervanından) birinin elinize geçmesini vadet-mişti. Siz silahsız olanının elinize geçmesini istiyordunuz. Oysa suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve batılı tepelemek için Allah, sözleriyle gerçeği ortaya koymak ve inkarcıların kökünü kesmek istiyordu [26]
Ebu Süfyan, Şam'dan dönüşünde başında bulunduğu ticaret kervanı ile Hicaz topraklarına doğru yaklaştıkça önden haberciler ve kılavuzlar gönderiyor, gelen geçen yolculara sorular sorduruyor, kafilesinin başına bir şey gelir korkusuyla haberler topluyor ve yol durumlarını öğrenmeye çalışıyordu.
Bu sırada rastladığı bazı yolcu gruplarından: "Muhammed kervanı ele geçirmek maksadıyla Medine halkını ayağa kaldırıp hareket etmiş bulunuyor" gibi bir haber aldı, paniğe kapıldı. Hemen bulunduğu bölgedeki kabilelerden birine mensup Damdam Bin Amr El-Ğifarî adında birine ücret ödeyerek onu, acele Mekke'ye gidip halka haber salması, eğer gecikecek olurlarsa neler olabileceğine dair kendilerine bilgi vermesi için görevlendirdi.
Damdam, bunun üzerine yola çıkıp hızla ilerleyerek kısa sürede Mekke'ye ulaştı.
Bu sıralarda ve Damdam henüz Mekke'ye varmadan üç gün kadar Önce Hz. Peygamber (sav)'in burada bulunan halası Abdül-muttalib kızı Atike bir rüya görmüş, çok korkmuştu. Kardeşi (Hz. Peygamber (sav)'in amcası) Abbas'ı çağırıp ona:
"Aziz kardeşim, bu gece bir rüya gördüm. Beni çok ürküttü. Halkının başına bir fenalık, bir musibet geleceğine dair bir haber olmasından korkuyorum. Sana anlatacaklarımı sakla, sakın kimseye söyleme" diye sıkı tembih etti. Abbas kendisine:
- Söyle bakalım ne gördün? diye sorunca Atike rüyasını şöyle anlattı:
"Deve üzerinde birini gördüm, El-Abtah'da' [27] gelip durdu. Sonra avazı çıktığı kadar üç defa:
"Hey! Korkaklar, silkinin de namusunuz uğruna öleceğiniz yere, er meydanına çıkın!' diye bağırdı. Halkın bir anda onun etrafında toplandığını gördüm. Sonra arkasındaki kalabalıkla Kabe'ye girdi. Onlar böylece etrafındayken birden devesiyle beraber Kabe'nin üzerine çıktı ve orada da avazı çıktığı kadar bağırarak aynı çağrıyı üç defa yaptı.
Sonra devesi Ebu Kubeys Dağı'mn üzerine çıktı. Orada da bağırarak üç defa aynı çağrıda bulundu. Daha sonra bulunduğu yerden kocaman bir kaya yuvarladı. Kaya tepenin eteklerine düştükten sonra paramparça oldu ve etrafa öyle dağıldı ki Mekke'de içine bu kayadan bir parçanın düşmediği bir ev kalmadı."
Abbas bütün bunları dinledikten sonra hemşiresine:
"Bak kardeşim! Sakın bunları bir başkasına da anlatayım deme ve onu gizle" diye kendisini uyardı.
Ne varki Abbas gidip kendisi bu rüyayı yakın arkadaşı Velid Bin Utba Bin Rabi'a'ya anlattı. Fakat kimseye açıklamamasını istedi, ancak Velid dayanamayarak babasına rüyayı nakledince mesele bir anda Mekke'de yayıldı ve halk arasında lobilerde dedikodu mevzuu oldu. [28] Bunun üzerine Ebu Cehil orta yere çıkarak;
"Ey AbdülmuttaliboğuUarı! Ne zamandan beri bu huy sizde başladı? (Hz. Peygamber (sav)'i kastederek)Erkeklerinizin kehanet yapmasına, gaipten haber vermelerine göz yuman siz değil misiniz ki bundan cesaret alan kadınlarınız şimdi aynı şeyi yapmaya yelteniyor?!" diye bağırıp çağırmaya başlayınca AbdülmuttaliboğuUarı oymağının kadınları meydana çıkıp Ebu Cehü'in bu yaygarasına karşı sessiz kalan Abbas'ı kınamaya onu ayıplamaya başladılar.
Abbas da ileri geri konuşan Ebu Cehil'e haddini bildirmek üzere tam evden çıktığı sırada halkın, Ebu Süfyan tarafından gönderilen Damdam Bin Amr EI-Ğifari'nin Mekke'nin aşağısmdaki yamaçta devesinin üzerinden attığı çığlıklar ve avaz avaz yaptığı çağrı üzerine toplanmış olduklarına şahit oldu Adam, yanında hayvanı ve yükü, yırtınarak bağırıyor, telaşından gömleğini yırtıyor ve şöyle sesleniyordu:
"Hey! Zulüm var, baskın var! Ebu Süfyan'la bulunan mallarınıza Muhammed ve arkadaşları baskın düzenledi. Onlara bir daha sahip olabileceğinize de inanmıyorum. Çabuk davranın imdat imdat!"
Bu sırada artık Abbas da Ebu Cehil de birbirlerinden vazgeçtiler. Halk ise kin, nefret ve telaş içinde hemen hazırlığa koyulurken şöyle diyorlardı:
"Muhammed, yoksa bunu da Bin El-HadramiJnin kervanı mı sanıyor? Yemin olsun, O neye uğrayacağım sonra öğrenecekti!"
Artık herkes iki şeyden birini seçiyordu: îmdat için ya kendisi bizzat çıkıyor veya yerine mutlaka birini yolluyordu. Böylece Ku-reyşlilerin hemen hepsi Ebu Süfyan' a yardım için Mekke'den çıktılar. Seçkinlerinden ileri gelenlerinden çıkmayan hiç kimse kalmadı. Yalnız (Hz. Peygamber (sav) 'in amcası ve baş düşmanlarından) Ebu Leheb Abdül'üzza Bin Abdülmuttalib Mekke'de kalarak yerine El-As Bin Hişam Bin El-Muğira'yı yolladı.
Kureyşliler böyle aniden savaş hazırlıkları içine girerken Kina-neoğulları ile olan aralarındaki düşmanlığı da bir an hatırlar oldular. Kuzeye doğru yönelirlerse Kinanelilerin arkadan baskınına uğramaktan korktular. Fakat şeytan bir kere onları, Medine'yi basmak için fitlemişti.
Hem sonra düşündüler ki İslam, müslümanlarla Kinaneliler arasında kocaman bir engel gibi duruyor ve müslümanlar aynı zamanda ikisinin de ortak düşmanları bulunuyor. Olayı böyle düşünerek rahatlayıp kuzeye doğru yönelerek Medine üzerine yürüdüler. Öte yandan Hz. Peygamber (sav) de Abdullah Bin Ümmi Mek-tum'u Medine'ye, yerine idareci vekil tayin ederek Ebu Süfyan'm başkanlığındaki kafilenin üzerine yürümek maksadıyla şehirden ayrıldı. Komutasında üçyüzondört asker vardı. Beraberlerinde de nöbetleşe bindikleri iki at ve yetmiş deve bulunuyordu. Atlardan biri Zübeyir Bin El-Avam'a diğeri ise Mikdad Bin Amr'a aitti.
Hz. Peygamber (sav)'in bu harekâtı Cumaya rastlayan Ramazanın sekizinci günü vuku buldu.
Güneybatıya doğru kırküç mil kadar bir mesafe katedilip Er-Ravha denilen bir yere gelinmişti ki Hz. Peygamber (sav) komutasındaki askerlerden Ebu Lübabe Rifaa Bin Abdülmünzir'i Medine'ye vali tayin ederek geri gönderdi. Bu askeri birlik iki bölükten oluşuyordu: Birinci bölükte muhacirler vardı, sancağını Hz. Ali taşıyordu. Bu bölük yetmiş küsur kişiden ibaretti. İkinci bölükte ise Ensariler vardı ve sancağım Saad Bin Muaz taşıyordu. Bu bölük de ikiyüz kırk kişiden ibaretti. Birliğin genel komutası Hz. Rasulullah (sav)'m elindeydi ve ordunun tamamını temsil eden sancağı da Mus'ab Bin Umeyr taşıyordu. Ordunun sağ kanadını Zübeyir Bin El-Avam, sol kanadını Mikdad Bin Amr idare ediyor, arka safları da Kays Bin Ebi Sa'saa yönlendiriyordu [29]
Ordu yoluna devam ederken Hz. Peygamber Önden keşifçiler gönderdi ve develerin boyunlarında bulunan çıngırakların çıkarılmasını emretti. İslam ordusunun Er-Ravha'dan hareket ettiği sırada Kureyşlüerin Mekke'den ayrıldıkları, iki gün sonra Bedir denilen mevkiye ulaşacakları, sayılarının dokuzyüzelli erkek olduğu ve beraberlerinde yüz at ve yediyüz deve bulunduğu haberini istihbaratçılarından aldı.
Ebu Süfyan'a gelince O, Mekke'ye doğru Bedir yönünde sür'at-, le yoluna devam ediyordu. Fakat çok dikkatli ve uyanık hareket ediyordu. Çünkü neredeyse bir ara İslam ordusuyla yüzyüze gelecekti ki işte o sıralarda Mücdi Bin Amr adında birine rastladı. O'na Hz. Peygamber (sav)'in ordusu hakkında sorular sordu. Fakat adam: "Şüphelendiğim hiç bir kimseye rastlamadım, fakat şu tepede develerinden inip buradan su alan iki süvari gördüm. Hepsi bu kadar." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan şüphelenerek, iki adamın konakladıkları tepeye sür'atle çıkarak oraları araştırdı. O sırada yerde Medine hurmalarının atılmış çekirdeklerine rastladı. Bunların Hz. Peygamber (sav)'in askerleri taramıdan yenmiş olan hurmalara ait olabileceğini düşünerek derhal kafilesinin yanma döndü ve kervanı alarak batıya doğru yön değiştirip sahil yoluna saptı.
Tabi böyle yapmakla o yamndaküerle birlikte kurtuldu ve kurtulduğuna kesin olarak inandıktan sonra da Kureyşlüere bir mektup yolladı. Mektubunda şöyle diyordu:
"Siz kervanınızı, adamlarınızı ve mallarınızı kurteâmak için çıktınız» işte artık Allah onları kurtarmış bulunmaktadır. O halde dönün." Bu mektup Kureyşlüerin eline, onlar Cuhfa denilen bir yerdeyken geçti. Fakat Ebu Cehil bu Öğütü reddetti. Yola devam edeceği üzerinde ısrar ederek şöyle dedi:
"Vallahi de dönmeyeceğiz! Ta ki Bedir'e varıncaya kadar... Orada üç gün kalacağız, develer, koyunlar kesip ziyafetler çekeceğiz, içki içeceğiz, dansözler oynayacak, çengiler bize çalıp söyleyecektir... Bütün Araplar bu harekatımızı, bu birlik ve beraberliğimizi duysun, ta ki kimse artık bizi korkutma cüret ve cesaretini kendinde görmesin, anhşıldı mı? Haydi şimdi yürüyün bakalım!"
Fakat bu sırada Benî Zühre Kabilesinin müttefiki ve bu kabileye ait kuvvetin komutanı El-Ahnes Bin Şurayk El-Sakafi Ebu Cehil'e karşı çıkarak emrindeki topluluğa şöyle seslendi:
"Ey Zühreoğullan! Allah mallarınızı ve adamınız Mahrama Bin Nevfel'i kurtarmış bulunuyor. Siz onu ve mallarını kurtarmak için çıktınız, bırakın namertlik, korkaklık bana ait olsun. Siz dönün. Ne amaçsız, ne de bu adamın söyledikleri şeyler için gitmenize artık gerek yoktur."
Bunun üzerine El-Ahnes'in adamları kendisine bağlı kaldılar ve Cuhfa'dan döndüler. Sayıları üçyüz kişi civarındaydı.
Hz. Peygamber (sav)'e gelince, Kureyşlüerin harekatını haber alınca durumun kritik olduğunu anladı. Çünkü o ashabıyla, sadece kervanı kastederek çıkmıştı, bilakis savaş niyetiyle değil. Çünkü müslümanlar henüz böyle bir maksat için hazır değillerdi. Bu sebepledir ki Medine'de ileri gelenlerin bir çoğu bu harekata katılma gereğini duymamışlardı. Çünkü onlar bu savaş için değil harekatın sadece bir ticaret kafilesine karşı düzenlenmiş olduğunu biliyorlardı. Kafileye ise harekata katılanların bir bölümü bile yetiyordu. Eğer bir savaş çıkacağım bilmiş olsalardı geri kalmayacak mutlaka askere katılacaklardı.
Bu durum karşısında Hz. Peygamber beraberinde bulunanlar arasındaki seçkin şahsiyetlere danışmak istedi. Ebu Süfyan'm kafilesi elden kaçmıştı (Bir yandan da beklenmedik bir savaşla burun buruna gelinmişti.) Hz. Peygamber (sav), Allah Tealamn, kendisini ortada bırakmayacağını iyi bildiği halde (hikmetin gereği olarak) (savaşa girişmenin isabetli olup olmayacağı konusunda) as-habıyla istişare yapmak istedi.
Sahabilerin ileri gelenlerini bir araya toplayarak şöyle buyurdu: "Arkadaşlar! Bana bir yol gösterin." Bunun üzerine Ebu Bekir ayağa kalkarak konuşmasını yaptı. Güzel konuştu, yapıcı konuştu.
Sonra Hz. Ömer ayağa kalktı, o da güzel bir konuşma yaptı. Hz. Rasulullah (sav) kendilerine teşekkür etti ve onları övdü. Sonra Hz. Peygamber yine:
"Arkadaşlar! Bana fikirlerinizi söyleyin" dedi. Bunun üzerine bu kez Mikdad Bin Amr söz alarak şöyle dedi:
"Ey Allah'ın elçisi! Allah sana nasıl yapmanı istiyorsa sen öyle yap. Biz seninle beraberiz. Allah'a yemin olsun ki sana, İsrailo-ğullarımn Hz. Musa'ya Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz (buradan ayrılmayız) biz burada oturup duracağız demiyeceğiz.
Bilakis sana şöyle diyoruz:
- Buyurun, senle Rabbin savaşın, biz de sizinle beraber savaşacağız. Seni gerçek bir peygamber olarak göndermiş bulunan Allah'a yemin ederim ki eğer bizi Berk'ul-Gimad'a'[30] bile götürsen seninle omuz omuza davan uğruna mücadeleye devam edeceğiz. Ta ki hedefine ulaşıncaya kadar."
Hz. Peygamber (sav) sevinerek Ona: "Çok güzel" dedi ve kendisine dua buyurdu. Rasulullah (sav), askerin çoğunluğunu oluşturdukları noktasını düşünerek Ensar'm da fikirlerini almayı uygun buldu. Bu sebeple yine:
"Arkadaşlar! Bana fikirlerinizi açıklayın" dedi. Çünkü bunlar Medine'li idiler ve Akabe'de kendisine biat ettikleri sırada şöyle demişlerdi:
"Ey Allah'ın elçisi! Memleketimize teşrif edinceye kadar seni korumaya gücümüz yetmez. (Bizi mazur gör) Fakat bize ulaştıktan sonra eşlerimizi ve çocuklarımızı nasıl koruyor isek senide o titizlikle koruyacağız. O zaman sen artık bizim zimmetimizdesin."
Hz. Peygamberin (sav) o sırada bu şekilde nabız yoklaması, yukarıda anlatılan sebepten dolayı, Medine dışında girişeceği bir savaşta Ensarm harekata katılmak isteyip istemeyecekleri konusundaki endişesinden kaynaklanıyordu. Çünkü Medine'den uzak bir mesafede bulunan düşman üzerine gitmek konusunda henüz bir taahhütleri yoktu.
Fakat Hz. Peygamber bu kez yine: "Arkadaşlar! Bana fikir verin" deyince, Ensar bölüğünün komutanı ve Evs Kabilesinin Reisi Saad Bin Muaz (ra): "Ey Allah'ın Elçisi! Sanıyorum bizi kastediyorsun" dedi. O da "Evet" diye cevap verince Saad şöyle hitab etti: "Biz sana kesinlikle iman etmiş, seni doğrulamış Allah'tan getirmiş bulunduğun malumatın hepsinin hak olduğuna şahadet etmiş bulunuyoruz. Seni saygıyla dinleyip emirlerini kesin surette yerine getirmeyi de taahhüt etmiş bulunuyoruz.
Şu halde Ey Allah'ın Elçisi! Görüşün hangi istikamette ise onu uygulamaya bak. Biz seninle beraberiz. Seni insanlığa gerçek bir elçi olarak göndermiş bulunan Allah'a yemin ederim ki şu denize gidip dalacak olsan biz de seninle beraber dalacağız. Bundan hiç bir kişi geri çekilmeyecektir. Yarın bizi düşmanımızla yüzyü-ze getirmene asla karşı olmayacağız. Biz savaşta sabırlı ve düşmanla karşı karşıya geldiğimizde de sözümüzün eri kimseleriz.
Ünıid olunur ki Allah Teala bizim yapacağımız hizmet ve katkılarla sevindirici sonuçlar sana gösterir. O halde emret yürüyelim," Hz. Peygamber (sav) Saad'ın bu konuşması üzerine çok sevindi ve neşelendi. Sonra da şöyle buyurdu:
"Öyleyse yürüyün ve artık sevinin. Doğrusu Allah bana iki topluluktan (Ebu Süfyan'ın kervanından veya Kureyş ordusundan) birini elde edeceğimi vadetmiş bulunmaktadır. Allah'a yemin ederim ki şu anda yere serilen düşmanları görür gibiyim!"
Bundan sonra Hz. Peygamber (sav) harekatını Bedir'e doğru devam ettirdi ve mevkiye yakın,bir yerde karargahını kurdu. Sonra Hz. Ebu Bekir ile birlikte binerek istihbarat için araziye çıktılar. Yolda Süfyan El-Sumrî adında bir bedevi kabile reisine rastladılar. Hz. Peygamber(sav), (kimliğini açıklamadan) bu şahsa hem Ku-reyş ordusu, hem de Muhammed (sav) ve askerleri hakkında sorular sordu. Bunlar hakkında ne gibi bilgilere sahip bulunduğunu öğrenmek istedi. Süfyan:
"Bana kim olduğunuzu açıklamadan size hiç bir şey söylemem" diye bir cevap verince Hz. Peygamber:
"Bize bilgi verirsen sana kim olduğumuzu açıklarız" dedi. Arap şeyhi de pek derin düşünmeden:
"Ha, onun karşılığı bu olsun, öyle mi?" diye razı olduğu mealinde bir ifade kullanınca Hz. Peygamber "Evet" diyerek kendisini tasdik etti ve dikkatle dinledi. Süfyan şöyle konuştu:
"Duyduğuma göre Muhammed ve arkadaşları filan gün Medine'den çıkmışlar. Bana bu haberi veren eğer doğru söylemişse onlar bugün Bedir yakınlarında falan yerde olmuş olacaklar."
Aynen Hz. Peygamber (sav)'in karargah kurmuş olduğu yerin adını söyledi ki bu, adamın ne kadar isabetli konuştuğunu gösteriyordu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:
"Kureyşlilerin de filan gün Mekke'den çıkmış bulunduklarını duydum. Bana bu haberi veren eğer doğru söylemişse onların da şu anda falan yere ulaşmış olmaları gerekir." Adam sözünü bitirince ardından:
"Peki söyler misiniz, kimlerdensiniz?" diye sordu. Hz. Peygamber kısaca:
"Biz sudanız" diye cevap verdi. Bu sözüyle sudan yaratılmış bulunduklarını ima etmiş ve yine herhalde doğruyu söylemişti. Bununla Allah Teala'nın:
"Her canlıyı sudan yarattık" mealindeki sözlerinin manasını kastetmişti. Süfyan ise onları, Main Suyu bölgesinin halkından sanarak çekip gitti. Hz. Peygamber (sav)'le Hz. Ebu Bekir de karargahlarına, müslümanlann yanına döndüler. Akşam olunca Hz. Peygamber (sav), Kureyşlilerin Bedir Suyuna varıp varmadıkları hakkında haber toplamak maksadıyla Hz. Ali'yi Zübeyir Bin El-Avam'ı ve Saad Bin Ebi Vakkas'ı bir grup sahabi ile birlikte görevlendirdi. Bu istihbaratçılar Bedir Suyuna varınca iki kişinin, Ku-reyşlüere su taşımak üzere buraya gelmiş olduklarım gördüler. Onları hemen yakalayıp karargaha döndüler. O sırada Hz. Peygamber namaza durmuştu. Onu beklemeden bu iki adamı hemen sorguya çektiler. Kim oldukları soruldu.
- Kureyşlüere su taşıyan görevlileriz. Bizi buraya, kendilerine su taşımak için gönderdiler, diye cevap verince bu ifade sorgulamayı yapan müslümanlann hoşuna gitmedi. Bu iki şahsın Ebu Süfyan kafilesinden olabileceklerini düşünüyor ve böyle olmasını da -aslında- istiyorlardı. Doğruyu söylemeye zorlamak için onlara dayak atmaya başladılar ve kendilerini incittiler. Onlar da 'Biz Ebu Süfyan'm sucularıyız' demeye başladılar. Bunun üzerine dayağı kestiler Hz. Peygamber (sav) de o sırada namazını bitirdi. Bu durumu tasvip etmediği anlaşılan bir ifadeyle:
"Doğruyu söyleyince adamları dövüyor, yalan söylediklerinde ise vazgeçiyorsunuz. Allah'a yemin ölsün ki bunlar Kureyş'in adamlarıdır" dedikten sonra onlara dönerek:
"Bana Kureyş'ten haber verin bakayım? " diye ifadelerini bizzat kendisi almaya çalıştı. Adamlar:
"Vallahi Kureyşliler, nah şu ilerideki kum tepesinin arkasında bulunuyorlar" diye cevap verince Hz. Rasulullah (sav) onlara:
"Sayıları ne kadardır?" diye sordu.
"Bilmiyoruz" dediler. Bu kez "Peki her gün kaç hayvan kesiyorlar?" diye sordu. Adamlar:
"Bir gün dokuz, bir gün on" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): "Bu adamların sayısı, dokuzyüzle bin.arası olsa gerektir" diye tahminini ifade ettikten sonra bu sefer onlara: "Peki aralarında Kureyş eşrafından kimler var?" diye sordu.
Adamlar şu isimleri saymaya başladılar: "Utbe Bin Rabia, Şey-be Bin Rabia, Ebu'l-Buhteri Bin Hişam, Hakîm Bin Hazzam, Nevfel Bin Huveylid, EI-Haris Bin Amir Bin Nevfel, Tuayma Bin Adiy Bin Nevfel, En'-Nadr Bin El-Haris, Zem'a Bin Esved, Ebu Cehil Bin Hişam, Ümeyye Bin Halef, Haccac'm iki oğlu: Nebih ve Müneb-bih, Süheyl Bin Amr ve Amr Bin Abdi vud"
Bunları dinleyen Hz. Peygamber (sav) yüzünü askerlerine çevirerek: "Mekke üzerinize ciğerparelerini salmış," dedikten sonra onlarla beraber vadinin, Sabha mevkiinde, sudan uzak ve Medine'ye yakın tarafına indiler. Burada müslümanlardan kimisi susa-dı içecek su bulamadı, kimisi cünup, kimisi abdestsiz kaldı.
Bu vaziyet karşısında "düşman müşriklerin sizin susuzluktan ölmenizin ötesinde başka bir beklentileri yok" diye şeytan onlara vesvese vermeye başladı. Fakat Allah Teala üzerlerine bir yağmur yağdırdı. Hem kana kana su içtiler hem kaplarını doldurdular, hem yıkanıp abdestlerini aldılar. Böylece yeniden dirilip ayakları üzerinde durdular. Ancak bu yağmur öte yandan müşrikler içinse bir bela oldu. Çünkü karargahlarının bulunduğu bölge bir çamur deryasına dönüştü. Hareket edecek ve yerlerinden kımıldayacak mecalleri kalmadı. Allah Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendi katından bir güven işareti olarak size (o gün) hafif bir uyku verdi. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gidermek, kalblerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirdi.[31]
Sonra Hz. Peygamber (sav) erken davranıp Bedir Suyuna düşmandan daha önce ulaşmak ve onlar tarafından susuz bırakılmamak için hemen harekete geçti.
İlk kuyuya vardığında Ensar'dan Hubbab Bin El-Münzir Ona: "Ey Allah'ın Elçisi! Acaba buraya ne daha önce, ne de daha sonra, ancak şu saatta varabileceğimiz Allah (cc) mı takdir buyurmuştu. Yoksa şahsi görüş ve savaş taktiği konusundaki başarımızdan mı?" diye bir soru yöneltti. "Hz. Peygamber bilakis (mukadder olmakla beraber) aklımızı kullanarak bir savaş ve taktik olarak..." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Hubbab: "Ya Resulellah! (sav) Aslında durulacak yer burası değil. Fmret düşmana en yakın olan kuyuya kadar varalım. Onun gerisinde bulunanları düşman tarafından istifade edilmekten çıkarıp elimizdeki su için bir havuz yapalım. Suyumuzu ikmal ettikten sonra düşmanlarımızla çarpışalım. Ancak bu şekilde davranırsak suyu yalnız biz kullanabiliriz. Düşman artık bu suyu kullanma imkanını elde edemez."
Hz. Peygamber (sav):
- Çok güzel fikir verdin, buyurdu ve hemen askerleriyle birlikte, düşmana en yakın kuyuya kadar yaklaşarak oraüa yerleştiler. Geriye kalan bütün kuyuları tahrip ederek istifade edilmez hale getirdiler. Üzerinde bulundukları kuyuyu ise bir havuza dönüştürüp içine diğer sulan aktardılar. Su kablarmı da onun içine yığdılar[32]
Saad Bin Muaz (ra), Hz.Peygamber (sav)'le o sırada bir görüşme yaparak şöyle konuştu:
"Ey Allah'ın elçisi! Gölgesinde oturup istirahat edeceğin, bitişiğine de bineklerini koyacağımız bir çardak yapalım mı, ne dersiniz? Siz buradan bizi yönetir, biz de gider düşmanımızla çarpışırız. Allah bizi onlara galip kıldığı takdirde zaten arzumuz gerçekleşmiş olur, yok eğer aksine bir durum vuku bulursa -en kötü ahvalde- sen savaş sahasından uzaklaşıp geride (Medine'de) kalanlara hiç değilse selametle kavuşursun. Çünkü bugün seninle beraber bulunma fırsat ve mutluluğuna erişememiş geride birçok kimse var.
Ey Allah'ın Elçisi! Doğrusu Onların sana beslediği sevgiden daha fazlasını beslediğimizi söyleyemem. Onun için eğer savaşa çıkacağını bilmiş olsalardı, asla senden kopmaz, geri kalmazlardı. Allah Teala da seni onlarla korumuş olurdu. Öğütlerini dinler, seninle birlikte Allah yolunda cihad ederlerdi."
Hz. Peygamber (sav) Saad Bin Muaz'ı bu güzel ve samimi konuşmasından dolayı takdir buyurdu ve O'na dua eti. Hemen çardak da yapıldı ve Hz. Peygamber çardağa geçerek oturdu. Savaşın cereyan edeceği günün sabahı yanı Ramazanın onyedinci günü Kureyş ordusu Bedir yönüne doğru harekete başladı.
Hz. Peygamber Kureyş kuvvetlerinin kendilerine doğru gelmekte olduğunu görünce Allah Teala'ya şu münacaatta bulundu:
"Allahım! İşte Kureyş, bütün kibir ve azametiyle sana karşı küstahlık ederek elçini yalanlayarak üzerimize gelmiş bulunuyor. Ey Allahım! Bana vadetmiş bulunduğun zaferi gerçekleştir ve onları şu günün sabahında yüzüstü mağlub et!"
İşte bu sırada Rasulullah(sav), Kureyş ordusunun ön saflarında Utbe Bin Rabia'yı kırmızı bir deve üzerinde gördü. Onu seyrederken şöyle buyurdu:
"Şu topluluk içinde hayırlı bir kimse varsa o da şu kırmızı devenin sahibidir. Eğer onun sözünü dinleyecek olurlarsa doğruyu bulur (isabetli davranmış olur) lardı [33]
Harekatın bu ilk saatlerinde Benî Gifar kabilesinden bir adam yanına oğlunu da almış olarak, hediye niyetine bir deve ile beraber Kureyş ordugahına gelerek, yardıma ihtiyaçları varsa silah ve asker
yardımında bulunabileceklerini söyledi. Kureyş komutanı ona
1 şöyle cevap verdi:
"Teşekkür ederiz, sen akrabalığın gereğini yerine getirmiş bulundun. Bize gelince, eğer bir insan topluluğu ile savaşıyorsak onlardan daha zayıf durumda değiliz, yok eğer Muhammed'in uydurduğu gibi: Allah'a karşı savaşa girişmiş bulunuyorsak O'na hiç bir zaman gücümüz yetmeyecektir. (Siz de yardımımıza koş-sanız, bu hiç bir şeyi değiştirmeyecektir.) [34]
Sıcak harekatın ilk hazırlıkları başlarken Kureyş komuta heyeti, müslümanlarm durumunu, gücünü ve asker sayısını tesbit etmek için bir istihbaratçı görevlendirdi. Bu şahıs Umeyr Bin Vehb El-Cimhî idi. Keşifçi, müslümanların karargahı etrafında bir tur attıktan sonra dönüp şu bilgileri verdi:
"Aşağı yukarı üç yüz kadar bir mevcutları var, fakat bana izin verirseniz etrafa şöyle bir göz daha atayım, bakayım kurdukları bir pusu veya geride gizledikleri bir takviye güçleri var mı, Öğreneyim."
Bunun üzerine görev alan keşifçi, vadinin içine doğru yürüyerek müslümanlarm bulunduğu arazinin arka taraflarına kadar bir mesafe katetti. Fakat herhangi bir şeye, herhangi bir kimseye rastlamadı. Sonra yine Kureyş ordugahına dönerek şu bilgileri verdi:
"Hiç bir şeye rastlamadım. Fakat bakın, Ey Kureyşliler! Şunu bilin ki belalar, beraberinde ölümleri de getirir. Hem sonra şu Medine'nin okları korkunç bir ölüm taşıyor. Bakınız, bu adamların kılıçlarından başka ne korunacakları ne de sığınacakları bir şeyleri vardır.
Allah'a yemin ederim ki onlardan birinin, sizden birini öldür-medikçe öldürülemeyeceğine inanıyorum. Hal böyle olunca onlar sayıları kadar sizden insan öldürdükten sonra da sağ kalmanın artık hiç bir anlamı yoktur. Dolayısıyla iyice düşündükten sonra kararınızı verin."
Keşifçi Umeyr Bin Vehb bu bilgileri verirken Kureyş'in ileri gelenlerinden Hakim Bin Hazzam Onu dikkatle dinliyordu. Hemen Utba Bin Rabia'ya dönerek:
"Ey Velid'in babası, sen Kureyş'in seçkinlerinden biri ve onların efendisisin. Sözün dinlenir. Halkının arasında sonsuza kadar hayırlayadedilmek (saygıyla anılmak) ister misin?" deyince Utba:
"Neden o ya Hakîm?" diye fikrini öğrenmek istedi. Hakim şöyle dedi: "Halkı buradan geri döndür, sonra da (Batn-ı Nahle vadisinde müslüman keşifçiler tarafından pusuya düşürülerek öldürülen) El-Hadramî'nin tazminatını da öde. (Bu olay böylece kapansın.") Utba da O'na:
"Tamam, bunu yaparım. Sen de şahidim ol. O benim orta-ğımdır. Bu sebeple hem kanının hem de malının tazminatı bana aittir. Fakat sen bir de şu Hanzalanın oğluna (Ebu Cehil'e) git O'nu ikna etmeye bak. Ben aslında O'nun karşı çıkmasından korkuyorum" diyerek iyi niyetini ortaya koydu. [35]
Bu istişareden sonra Utba Bin Rabia Kureyşlilere hitab ederek şöyle bir konuşma yaptı:
"Ey Kureyşliler! Bakınız Allah'a yemin ederim ki siz Muham-med'i ve arkadaşlarını Öldürmekle hiç bir şey başarmış olmayacaksınız.
Şöyle ki: O'nu öldürecek olursanız bundan sonra memlekette kimse kimsenin yüzüne bakamayacaktır. Hiç kimse amcasının oğlunu, dayısının oğlunu veya akrabalarından birini öldüren hemşehrisinin, komşusunun yüzüne asla bakamayacaktır. Öyleyse hemen dönün ve Muhammed'le Araplar arasına girmeyin. Eğer Mu-hammed'le arkadaşları Arapları (etkileyerek birleştirmekte) başarıya ulaşacak olurlarsa, sizin de aynı zamanda arzu ettiğiniz şey gerçekleşmiş olacaktır. Yok eğer tam tersi vuku bulacak olursa bu durumda da iş kendiliğinden telafi olmuş ve O'ndan korktuğunuz akibete de böylece uğramamış olacaksınız. [36]
Daha önce Utba Bin Rabi'a ile konuşan Hakîm Bin Hazzam,
onun tavsiyesi üzerine bu sefer Ebu Cehil'e gitti ve kendisiyle şöyle konuştu:
"Ey Hakem'in babası! Utba, beni şu meseleyi sana anlatmak üzere gönderdi" diyerek konuyu açıklayınca Ebu Cehil şu karşılığı verdi:
"Muhammed'i görünce vallahi de adamın sihri bozuldu, korkaklığı ortaya çıktı. Hayır, asla. Andolsun, Muhammed'le aramızda, Allah hükmünü verinceye kadar dönmeyeceğiz. Aslında Utba, içindekini anlatmamıştır. O Muhammed'le arkadaşlarının et yediklerini (tok olduklarını), aralarında oğlunun [37] da bulunduğunu görünce sizi korkutuyor (caydırmaya) çalışıyor (!)"
Sonra Ebu Cehil, (Batn-ı Nahle'de öldürülen Amr Bin El-Had-rami'nin kardeşi) Amir Bin El-Hadrami'yi çağırarak O'na:
"Bak, şu yandaşın (Utba) var ya, halkı buradan döndürmek (şu hazır fırsatı kaçırmak) istiyor! Halbuki bak öcünü gözünle görüyorsun. Öyleyse kalk da halka seslen ve kardeşinin öcünü almalarını iste..." diyerek keHdisini ve Kureyşlileri tahrik etmeye çalıştı. Bunun üzerine Amir de ayağa kalkarak:
"Ah kardeşim Amr! Vah kardeşim Amr!" diye feryad edip Kureyşlileri galeyana getirmeye uğraştı. Bu durum karşısında gerçekten etkilenen Kureyşliler hemen kızıştılar ve toplanıp savaş hazırlığına başladılar. Artık şer meydana çıkıyordu. Utba'nın ortaya attığı dönüş fikrinden vazgeçilmiş, kafalardaki düşünceler bozulmuştu.. [38]
Müslümanların su konusunda hiç bir sıkıntıları yoktu. Havuzları su ile doluydu, kuyularında bol miktarda su vardı. Fakat Kureyşliler tam tersine suya şiddetle muhtaç idiler. Adamları susuzhıktan kırılıyordu. Bu sırada Ebu Seleme'nin kardeşi EI-Esved Bin Abdü'esed El-Mahzumi adında biri meydana atıldı. Bu adam, haddini bilmeyen, azgın ve ahlaksızın biriydi. Bir nara atarak şöyle dedi:
"Allah'a söz veriyorum! Ya onların havuzundan içeceğim, ya o havuzu darmadağın edeceğim veya bu uğurda canımı vereceğim."
Bu sözleri sarfettikten sonra hızla ileri atılınca, karşısına Hz. Hamza öbür cepheden fırlayarak dikildi. Tam karşılaşınca Hz. Hamza bir kılıç darbesiyle bacaklarından birinin yarısını kesti. El-Esved derhal yere yuvarlandı, fakat havuza doğru yine de emekleyerek ve sürünerek ilerlemeye çalıştı. Hz. Hamza fırsat vermeden sür'atle adamın üzerine bir darbe daha indirerek hayatını sona er-didi [39]
Sonra, bir yanında kardeşi Şeybe, diğer yanında oğlu Velid olduğu halde Utba Bin Rabia ortaya çıktılar. Utba, kendisini korkaklıkla suçlayan Ebu Cehil'i yalanlamak ve prestiji kurtarmak için, İslam birliği içinden kendisiyle döğüşebilecekleri er meydanına çağırdı. Bu çağrıya cevap olmak üzere Ensar'dan bir grup genç cengaver hemen ortaya çıktılar. Bunlar:
Abdullah Bin Ravaha, Avf Bin El-Haris ve kardeşi Muavviz Bin El-Haris idiler. Utba, bu genç müslüman savaşçılara mağrur bir ifadeyle:
- Siz kimsiniz, diye sorunca;
- Biz Ensar'dan bir grubuz, diyerek gayet vakur ve ağırbaşlı bir cevap verdiler. Bunun üzerine Kureyş cephesinden onlara:
- Bizim, sizinle alıp veremediğimiz bir meselemiz yoktur,
dendikten sonra aralarından biri Hz. Peygamber (sav)'e küstahça seslenerek:
"Ey Muhammedi Bizim halkımızdan ve bize denk olanları karşımıza çıkar!" dedi. Bu gerçekten de anlaşılmaktadır ki müşrikler de din bağının her türlü akrabalık ve kan bağından daha güçlü olduğuna, dinin dışında diğer ortak tarafların hiç bir anlam taşımadığına artık inanıyorlardı.
Öyle ya, kendilerine denk sayıp da bizzat elleriyle öldürmek istedikleri adamlar acaba kimlerdi? Kanlarını dökmek istedikleri bu insanlar kendi yakınları değil miydi? Can ciğer akrabaları, öz çocukları ve Öz babaları değil miydi?,.
Hz. Peygamber (sav) hemen (amcası Hamza'ya ve iki amca çocuğuna):
"Ey Haris oğlu Ubeyde! Ey Abdulmuttaliboğlu Hamza ve Ey Ebutaliboğlu Ali! Çıkın bakayım meydana!" diye seslenerek mübareze emrini verdi. Bu üç cengaver hasımlarının Önüne dikilip onlara iyice sokulunca onlara:
- Kim oluyorsunuz? diye sordular. Sahabiler kendilerini tanıtınca müşrikler:
- Evet dengimizsiniz ve şerefli kimselersiniz, dediler.
Sonra (Hz. Peygamberin amcazadelerinden), diğerlerine nazaran daha yaşlı olan Ubeyde, Utba'mn karşısına, Hz. Hamza, O'nun kardeşi Şeybe'nin karşısına, Hz. Ali de Utba'mn oğlu Ve-lid'in karşısına geçtiler. Hz. Hamza ile Hz. Ali kaşla göz arasında karşılarında bulunan hasımlarını hemen öldürdüler. Ubeyde ve onun hasmı Kureyşli Utba'ya gelince ikisi de birbirlerini kılıç darbeleriyle ağır yaralamışlardı.
Hz. Hamza ile Hz. Ali hızla Utba'mn üzerine atılarak onu da hemen öldürdükten sonra Ubeyde'yi sırtlayarak müslümanların cephe gerisine getirdiler. Ubeyde ağır yaralıydı. Ayağından fena kan kaybediyordu. Onu Hz. Peygamber (sav)'in bir yanma uzattılar. Rasulullah (sav) dizini ona destek yaptı ve kendisini şehitlikle müjdeledi. Ubeyde, O'na ş'öyle dedi:
"Allah'a yemin olsun, (bir zamanlar benim aleyhimde)
"Hep baş mı eğip biz O'na teslim olalım da,
Gülsün bize avrat ve çocuklar, ne rezalet!" diyen Ebu Talib'in bizim haklı olduğumuzu öğrenebilmesi için bugün hayatta olmasını çok arzu ederdim." Çok geçmeden Ubeyde şahadet şerbetini içerek vefat etti [40]
Bu olaydan sonra her iki tarafın birlikleri yavaş yavaş birbirlerine sokulmaya başladılar. Rasulullah (sav), sahabilerine, emir vermediği müddetçe hamleye geçmemelerini buyurdu ve şöyle dedi: "Düşman, sizi kuşatır (sarar) sa kendinizi oljda savunun [41]
Sonra Hz. Peygamber (sav) ortaya çıkarak askerlerini saf düzenine geçirdi. Elinde bir ok vardı. Safları düzeltirken, komut verirken bununla işaret ediyordu. Bir ara safları düzeltmeye çalışırken içinde bulunduğu sıradan biraz öne çıkmış bulunan Sevvad Bin Gaziyye adındaki bir askerini elindeki okla geriye itti. Ok bu savaşçının karnına değmiş, O'nu biraz incitmişti. Hatta Hz. Peygamber (sav) biraz sert davranmış:
"Ya Sevvad! Doğru dur!" demiş, safın düzenini düşmana karşı bozmaması ihtarında bulunmuştu. Sevvad, bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)'e:
"Ey Allah'ın Elçisi! Beni incitmiş bulundun, halbuki Allah Te-ala seni, insanlar arasında hak ve adaletle muamele edesin diye göndermiş bulunuyor" deyince Hz. Rasulullah (sav) "Peki o halde öcünü al" buyurdu ve bunun için göğsünün üzerinden elbisesini sıyırdı. Ancak amacı başka olan Sevvad Hz. Peygamber (sav)'e sarılarak O'nu karnından öptü. Hz. Peygamber (sav) O'na:
"- Neden böyle yaptın?" deyince, Sevvad:
"Ya Rasulallah manzarayı görüyorsun, (Belki de son dakikalarımızı yaşıyoruz) onun için bu dünyadan ayrılırken mübarek vücudunuza dokunmak istedim" diye bir cevap vererek böyle nazik bir saatte bile can havline düşmeyen, Allah ve Rasulüne sınırsız bir sevgiyle bağlanan o mutlu insanların, Hz. Peygamber (sav)'e karşı olan can feda tutumlarından -düşmanın gözleri önünde- parlak ve gözkamaştırıcı bir örnek sergiledi. Bunun üzerine Hz, Peygamber (sav) O'na dua etti ve askeri savaş düzenine geçirdikten sonra yeniden otağına döndü [42]
Daha önce de gördük ki: Kureyşliler kendi içlerinde parçalanmış durumda idiler. Onlardan kimisi geri dönmek istiyordu, kimisinin küstahlığı tutmuş, adeta kinle dolup taşan bir tutumla ille de savaşmak istiyordu, kimisi de başkalarını korkaklıkla namertlikle suçlamakla meşguldü.
Dolayısıyla akıl danışılacak kimse dinlenmiyor, lider ve komutanın sözü geçmiyordu. Ebucehil kendi kendini hem askerin hem de tüm Kureyş eşrafının başına rakipsiz bir lider ve komutan olarak dikmiş, zoraki başbuğ olmuştu. Halbuki müslümanlar onların tam tersine yekvücut haldeydiler. Hz. Peygamber (sav)'in emirlerine göre hareket ediyor, komutanına harfiyyen itaat eden birer nefer veya daha doğrusu Peygamberine, efendisine sevgilisine canını ve malını göz kırpmadan feda eden birer fert olarak davranıyorlardı. Emri yalnızca Hz. Peygamber veriyordu. Onun emri olmadan kimse konuşmuyor, O'nun izni olmadan kimse bir fikir beyanında bulunmuyordu. O ise gönül alçaklağmm, insanları ve olayları değerlendirmenin en parlak örneklerini veriyordu.
Hz. Peygamber (sav), askerini savaş düzenine geçirdikten sonra otağına döndü. Yanında Hz. Ebu Bekir vardı. Şöyle dua ediyordu:
"Allahım! Eğer şu küçük (müslüman) topluluk bugün yok olursa artık ibadet edilmez olursun, (sana kulluk edecek kimse kalmaz)" Hz. Ebu Bekir O'na:
"Ey Allah'ın Elçisi! Duanı böl, (endişelenme) Allah Teala sana vadettiğini yerine getirecek (gerçekleştirecektir) diyerek kendisini teselli etmeye çalıştı. Ardından Hz. Peygamber uyuklar gibi oldu. Gözlerini açınca Hz. Ebu Bekir'e:
"Ya Ebabekir! Artık sevin. Çünkü Allah'dan sana zafer geldi. İşte Cebrail, atının dizgini elinde, onu sürüyor, arkasında da toz duman var" dedikten sonra otağından hızla askerin yanma geldi ve onları gayretlendirmeye çalışarak şöyle haykırdı:
"Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki: Bugün sabırla ve kendini Allah'a adayarak, ileriye atılarak ve hiç sırt çevirmeyerek kim çarpışır ve (bu haldeyken) öldürülecek olursa, Allah Teala onu cennete koyacak (cennetle mükafatlandır ac aktır.) "
Bu sırada elindeki hurmaları yemeğe çalışırken Hz.Peygamber (sav)'in bu sözlerini duyan sahabilerden Umeyr Bin El-Humam, kendini kınayan bir tavırla elindeki hurmaları yere atıp hemen kılıcına sarılarak:
"Yeter be! Cennetle aramda, şu adamların beni öldürmesinden başka hiç bir engel kalmamış" dedi ve şehid edilinceye kadar kahramanca savaştı.' [43]
İşte bu manevi ruhla, bu yüksek moralle müslümanlar gerek bu savaşta gerekse daha sonra giriştikleri savaşların hepsinde daima zafer kazandılar, üstün geldiler. Fakat ne zaman ki bu samimiyeti ve îslama bağlılığı kaybetmeye imanı ihmal etmeye başladılar. İşte o zaman da hep mağlup oldular.
Şurası bir gerçektir ki imanlı bir asker savaş meydanına girdiği zaman ölümden heybetlenmez, bilakis kahramanca çarpışırken ölümü cennete nail olmak için arzu eder. Bu bakımdan da kimse onun önünde dayanamaz. Silâhlar da onun hücumunu sınırlaya-maz, durduramaz. Fakat uğrunda çarpışılmaya değer bir hedef gösterilmeden asker, savaş alanına, cepheye tutup atıldığında, savaşa karşı rağbet ve inancı yokken, sadece toprak için, fani gayeler için, anlamsız sloganlarla boş, fikir ve ideolojilerle savaşa zorlandığında o, savaş alanında asla direnemez.
Bilakis, sırtım çevirip kaçmak için o her an, dikkatlerin onun üzerinden dağılmasını bekler, her dakika bu fırsatın bekleyişi içindedir. Hiç bir şey onun umurunda değil, çünkü uğrunda çarpışmaya zorlandığı şey, fanidir, geçicidir, başka bir şeyle değişebilir, değiştirilebilir değerdedir.
İki cephenin askerleri hücuma geçmek üzere karşı karşıya geldikleri sırada Ebu Cehil:
"Allahım! Bu adam akrabalık bağlarımızı kesti ve bilinmeyen bir takım (yabancı fikir, inanç ve düşünceleri) bize getirdi. Sen O'nu yok et!" diyerek Hz. Peygamber (sav)'e bedduada bulundu. Bu suretle aslında o kendi kendine beddua etmiş oldu. (Çünkü hakikatte milletini parçalayan, akrabaların birbirlerine düşman kesilmesine Ön ayaklık eden, hakka ve hakkaniyete yabancı, batıl fikir ve inançların öncülüğünü yapan kendisiydi.)' [44]
Hz. Peygamber ise bu sırada yerden bir avuç çakıl alarak, yüzünü Kureyş ordusuna çevirip onlara doğru savurdu ve "Çehreler çarpılsın!(şaşkına dönesiniz)" diye onlara beddua ettikten sonra sahabilerine:
"Haydi gayret!" diye haykırdı. Allah Teala'nın izniyle Kureyşli-ler bir kaç saat içerisinde perişan oldular.' [45] O gün Hz. Peygamber (sav) harekattan önce sahabilerine şu emri vermişti:
"Şunu Öğrenmiş bulunuyorum ki: Haşimoğullarmdan ve başkalarından bazı kimseler, (Kureyşliler tarafından) zorla cepheye getirilmiş bulunmaktadırlar. Onların bizimle savaşacak durumları yoktur. İçinizden kim Haşimoğullarmdan biriyle karşılaşacak olursa sakın onu öldürmesin. İçinizden kim Haris oğlu, Hi-şam oğlu Ebu'l-Buhterî ile karşılaşacak olursa sakın O'nu öldürmesin! İçinizden Abdülmuttalib oğlu Abbas ile kim karşılaşacak olursa sakın O'nu Öldürmesin! Bunlar istemeyerek gelmiş bulun-maktadırlar. [46]
Bu sırada (Kureyş liderlerinden ve akıl hocalarından) Utba Bin Rabia'nın İslam cephesindeki oğlu Ebu Huzeyfe:
"Peki, babalarımızı, çocuklarımızı, kardeşlerimizi ve akrabalarımızı öldürelim, ama sıra Abbas'a gelince, O'nu bırakalım, öyle mi? Allah'a yemin ederim ki O'na rastlarsam derhal kılıcımla üzerine yürüyeceğim!" demişti.
Bu sözler Hz.'Peygamber (sav)'in kulağına gidince incinmişti. Bunun üzerine duruma hakim olabilmek için Hz. Ömer'i çağırarak O'na:
"Ey Hafs'ın babası! Peygamberin amcasına kılıçla hücum edilecek, öyle mi?" diye dert yandı ve serzenişte bulundu. Hz. Ömer de Öfkelenerek:
"Ey Allah'ın elçisi! İzin ver de hemen boynunu vurayım. Andol-sun, bu adam ikiyüzlülük ediyor" dedi. Ancak Hz. Peygamber yüksek dehası ve hikmet dolu davranışıyla dengeyi sağladı. Hz. Ömer:
"Andolsun ki: Rasulullah (sav) bana ilk defa: "Ya Eba Hafs! diye hitab ediyor" dedi. Bu da Hz. Peygamber (sav)'in, telaşını göstermekteydi. Ebu Huzeyfe de sonraları büyük bir pişmanlık duyarak şöyle demişti:
"O gün sarfetmiş olduğum sözlerden sebep, Allah'a karşı kendimi güven içinde hissetmiyorum ve (Hz. Peygamber'e saygısızlık ettiğim için Allah katından bir cezaya çarptırılacağımdan) hâlâ korkuyorum. Öyle ki ancak şehid olursam [47] belki bu, günahımın silinmesi için keffaret olabilir kanaatindeyim [48]
Allah Teala müslümanlarm bu savaşa yüksek bir moralle girmelerini takdir buyurmuştu ki Hz. Peygamber (sav) onları rüyasında küçük bir azınlık olarak görmüş ve bu sebeple de müslü-manları önceden savaş için cesaretlendirmişti. Onlara düşmanın, küçyk bir topluluktan ibaret olduklarını ifade etmiş, bu suretle de maneviyatları yükselmişti. Eğer Hz. Peygamber (sav), düşmanı olduğu gibi büyük sayıda görmüş olsaydı, bu durum savaş konusunda fazla tartışmalara yol açabilirdi.
Hem sonra müslümanlar sırf Ebu Süfyan'ın kafilesini hedef alarak çıkmışlardı. Ancak Kureyş ordusuyla karşılaşınca bu büyük düşman ordusu, Allah'ın bir mucizesi olarak müslümanlarm gözleri önünde küçük bir topluluk gibi görünmüş, Hz. Peygamber (sav)'in rüyası gerçekleşmişti. Müslüman neferlerin her biri birer cengaverdi.
Aynı zamanda müşrikler de müslümanları küçük bir topluluk olarak görüyorlardı. Bu da onların sonunu hazırlayan çarpışmaya özenmelerine ve ileri atılmalarına sebep oldu. Çünkü eğer müslümanlarm sayısı onların gözünde büyümüş olsaydı heybetlenerek akıl hocaları Utba Bin Rabia'nın sözlerini dinleyip savaştan geri çekilebilirlerdi.
Bütün bunlar Allah Teala'nın iki taraf için takdir buyurduğu şekilde olayın mucize ile değil, bizzat iki tarafın fiili ve iradeleriyle sonuçlanabilmesi içindi. Çünkü İslam hayat düzeni müslüman-larca fiili şekilde uygulanarak ancak yaşanır, yoksa mucizelerle değil. Allah Teala dini için böyle irade buyurmuş, böyle uygun görmüştür. Yukarıdaki olay hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah, onları vaktiyle rüyanda sana az gösterdi. Çok göstermiş olsaydı yılacak ve bu hususta çekişmeye başlayacaktınız. Fakat Allah sizi kurtardı. Çünkü o gönüllerde olanı bilir. Karşılaştığınız zaman, önceden takdir edilmiş olayın gerçekleştirilmesi için (Allah) onları gözlerinizde az gösteriyor ve sizi de onların gözünde azaltıyordu. Sonunda bütün işler dönüp Allah'a varır. [49]
Sonra şu husus bilinmelidir ki Allah Teala, savaş esnasında sırf müslümanlarm morali yükselsin ve direnebilsinler diye melekleri indirmiştir. Aksine onların da müslümanlarm safında küfür kuvvetlerine karşı savaşmaları için değil... Çünkü eğer bu gaye ile indirilmiş olsalardı, Allah (cc)'ın irade buyurduğu sayıdaki düşmanları öldürmek için bir melek bile yeterli olurdu. Hatta buna bile lüzum kalmadan Allah Teala üstün gücü ile istediği kadarım, hatta sayılamayacak kadar çok olsalar bile, hepsini birden anında öldürebilirdi. Fakat meleklerin kalabalık şekilde indirilmesi müslü-manların ruhen tatmin olmaları ve direnebilmeleri içindi. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, 'Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim1 diye cevap vermişti. Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kalbinizin yatışması için yapmıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir [50]Yine şöyle buyurmaktadır:
"Rabbin meleklere, 'Ben sizinleyim, insanları destekleyin' diye vahyetti. 'Ben inkar edenlerin kalplerine korku salacağım. Artık onların boyunlarını vurun. Parmaklarını doğrayın' dedi. Bu onların Allah'a ve elçisine karşı koymalarının bir cezasıdır. Kim Allah'a ve elçisine karşıkoyarsa bilsin ki Allah'ın cezası şiddetlidir. îşte bunları tadın. İnkar edenlere ayrıca cehennem azabı davardır [51]
Nihayet savaş sona erdi, müslümanlar tam bir zafer elde ettiler. Bu gayeyle ve bu yolda canlarını seve seve feda etmekte ve gerçek iman kardeşliğinin parlak örneklerini vermekte büyük başarılar gösterdiler. İslam idealine dayanan bu ulvi, bu yüce kardeşlik, her türlü akrabalık ve kan bağının din ve inanca dayanmayan her türlü ortak ilişkilerin üzerinde müstesna bir anlam taşıyordu. Çünkü bu savaşlarda müslüman kişi, küfür ve şirk cephesinde bulunan öz kardeşini, öz babasını göz kırpmadan öldürüyor, bununla da kalmıyordu.
O her an öyle bir iman heyecanıyla yaşıyordu ki Allah iradesinin yeryüzünde hakim kılınması uğruna düşmanlarının kılıç ve mızraklarıyla paramparça edilmekten asla endişe duymuyor, sırf bu idealle yaşıyordu. Hatta dahası var:
Müslüman savaşçı eline esir olarak geçirdiği bu yakınlarını, bu can ciğerlerini bu halde bile öldürmek istiyor, ona, dize gelmiş bir insan gözüyle bakarak bazen geçmişte beraber geçirdikleri karşılıklı sevgi ve bağlılık dolu günleri düşünüyor, ancak o kirli ve Allah'a isyan ile dolu geçmişin artık ayaklar altına alınması gerektiğine inanıyordu. Çünkü imanla küfür asla bir arada ve barışık olamazlar.
İlk İslam cihadının, tarihe altın harflerle geçmiş göz kamaştırıcı örneklerini işte bu kahramanlar bu şekilde vermişlerdi. Nitekim (Aşere-i Mübeşşere'den) Hz. Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah (ra) Bedir savaşında babasını, Hz. Ömer de dayısı El-As Bin Hişam El-Mahzumi'yi öldürdü. Hz. Ebu Bekir de savaş esnasında oğlu Ab-durrahmanla karşılaşmak için çok uğraştı. Ne varki Abdurrahman manevralar yaparak babasından uzak durmayı başardı.
Bedir savaşı kanıtlamaktadır ki: Allah'a güçlü bir imanla bağlanmış olan bir topluluk, O'nun gösterdiği doğru yolda yürüdüğü, istikametinden sapmadığı ve gerekli tedbirleri aldığı müddetçe -sayıca az olsa bile- Allah'ın zafer ve yardımına nail olacaktır.
Bedir olayı, İslam tarihinde cereyan eden ilk savaştır. Bu savaşta Allah (cc) a güçlü bir imanla bağlı olan küçük bir topluluğun, kendisinden kat kat fazla ve çok daha hazırlıklı bulunan bir şirk ordusuna karşı kazandığı zaferin, (bunun her zaman böyle olacağı gerçeğinin) ebedi işareti, Allah (cc)'m şu yüce fermanıdır:
Nice küçük bir topluluk -Allah'ın izniyle büyük bir orduya üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir [52]
Bedir savaşı, İslamı eylemsel olarak savunmayı hükme bağlayan Akabe Be/atı'nın tamamlayıcısı oluyor ve savaş gereği her yerde bütün insanlığı kapsayan geniş bir anlayış getiriyordu. Bu anlayışa göre artık müslümanlar her meydanda düşmana karşı genel olarak savaşacaklar ve İslam davasının gerektireceği, dünyanın her yerinde inançlarım korumak ve müdafaa etmek için birlikte mücadele vereceklerdi.
Bu bakımdan, Hz. Peygamber (sav)'i ve muhacirleri korumak için sadece Medine, savunma alam olmaktan ibaret değildi.
Diğer yandan Bedir Savaşı kanıtladı ki: İman bağı, soyr ırk ve akrabalık bağlarından çok daha güçlüdür. Hatta ortak inanç bağının yanında diğerlerinin hiç bir değeri yoktur hem sonra (Müslüman olsun, gayrimüslim olsun) insanın, inanç ve felsefesi uğruna canını verebileceği de bu savaşla açık seçik ortaya çıkmıştır.
Aynı zamanda Hz. Peygamber Medine'ye varınca gerçek iman kardeşliği, müslümanların hiç çekinmeden birbirleri için mal mülk ve servetlerini cömertçe harcayarak ortaya çıktı. îşte bu çarpıcı gerçekler Bedir Savaşı sonunda ancak anlaşılabilmiştir ki bir bakımdan bunlar hak ile batılı birbirinden ayıran birer büyük kanıttır.
Müslümanların, karşısında mücadele verdikleri cepheler hiç bir zaman değişmemiştir. Bugün dünyanın her yerinde bulunan despotlar, zalimler, hatta içlerinden müslüman geçinenler, menfaat düşkünleri ve İslama kin besleyen diğer dinlerin mensupları her zaman var olagelmişlerdir.
Günümüzde bu İslam ve müslüman düşmanları, dünya devletleri tarafından beslenmektedirler. Şu halde tüm müslümanlar bu ortak düşmanlarına karşı bizzat Hz. Peygamber (sav) 'in izlemiş olduğu sistemle mücadele vermelidirler.
Özellikle müslümanlar, düşmanlarından kendilerini kesin şekilde ayıracak olan savaşın, dünyanın neresinde cereyan edebileceği hususunu çok iyi araştırıp incelemeleri gerekir. Çünkü seçilecek olan bu yer İslam nizamının uygulanacağı ülke olacaktır. Bu incelemenin mükemmel yapılması şarttır.
Sonra çok iyi bilmelidirler ki işte burada müslüman ve İslam düşmanlarına karşı ilk defa ve bir ölüm kalım savaşı vereceklerdir. Ayrıca topyekün imkanlarını bu beklenen savaş için seferber etmelidirler. Müslümanların bu konuda çok şuurlu ve uyanık olmaları gerekir. Öyle ki daha henüz gerekli hazırlıklarını tamamlamadan, düşman onları savaşın içine çekme imkanı bulmamalıdır. Savaşın zamanlamasını düşmanlar değil müslümanların kendileri yapmalıdırlar.
Bu husus çok önemli, ciddi ve temel bir noktadır. Çünkü müslümanlar hazırlık içinde bulunurlarken aralarındaki fırsatçılar ve şöhret peşinde koşanlar düşmanlara alet olmakta ve müslümanla-rı sıcak mücadelelerin içine kasıtlı şekilde zamansız sürüklemektedirler ki bu durumlar müslümanların daima, mağlubiyete uğramalarına, dağılıp perişan olmalarına İslam davasının sekteye uğramasına sebep olmaktadır. Bu da Mücadelenin yeniden ve sıfır noktasından başlatılmasını tekrar tekrar gerektirmektedir.
Daha henüz tam manasıyla hazırlanmadan yeni bir mücadelenin içine çekilmekle başlarını kaldırıp kendilerine gelmeden üzerlerine yeniden bir darbe inmektedir. Bugün müslümanların kımıldadıkları her yerde başlarına gelen akibet işte budur.
Müslümanlar, dünyanın meçhul kalmış bölgelerine, içinde henüz putperest kabilelerin -yaşamakta olduğu ve hıristiyan misyonerlerin yöneldiği ormanlara ve çöllere davetçilerini göndermelidirler. Ne yazık ki müslümanlar bu bölgeleri ihmal etmiş, sadece İslamm ulaştığı bilinen yerlerle yetinmişlerdir.
Halbuki ilk müslümanlar, müşrik kabileleri ziyaret eder, onları ya kendi saflarına kazandırmaya çalışır, veya İslam ile hidayet bulmalarına yardımcı olurlardı.
Müslümanlar, iman ve İslam idealinin dışındaki ortakbağlarm hepsinden tamamen sıyrılmahdırlar. Çünkü her hangi bir noktada düşünceleri ve kanaatleri İslama ters düştüğü zaman ne babanın, ne kardeşin, ne eşin ne de herhangi bir akrabanın önemi vardır.
Keza müslümanlar nerede bulurlarsa bulunsunlar her sahada mücadele için hazırlıklı olmalıdırlar. Çünkü onların mücadele mecburiyetleri sadece bulundukları bölgeyle sınırlı değildir. Bilakis İslama davetin ve davet için mücadelenin gerektiği her yerde hazırlık içinde bulunmalıdırlar.
Buna ilaveten, müslümanların, dünyanın neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar birbirlerinin durumlarım, yaşadıkları ülkelerin her türlü şartlarını, ayrıca îslamın henüz girmemiş bulunduğu ülkelerin durumunu ve buralarda yaşayan insanlarla ilgili birçok şeyler öğrenmeleri ve İslamm bu yerlerde anlatılması imkanım araştırmaları gerekir.
Evet, Bedir Savaşı Müslümanların parlak zaferi, müşriklerin ise ezici yenilgisiyle sona erdi. Yetmiş ölüden fazla zayiat verdiler. Bunların arasında, İslama çağrının karşısında şiddetle durmuş Hz. Peygamber (sav) 'e çeşitli eziyetler yapmış liderleri de vardı.Verdik-leri ölü sayısı kadar da esir düşenler oldu.
Bunların arasında da Kureyş'in seçkin liderleri ve komutanları vardı. Müşriklerden öldürülenler arasında:
Utba Bin Rabia, oğlu El-Velid Bin Utba, kardeşi Şeybe Bin Ra-bia, Ebu Süfyan'm oğlu Hanzala, Ukba Bin Ebi Muayyıt, Ubeyde Bin Said Bin El-As, El-As Bin Said Bin El-As, Ebu'l-Buhteri El-As Bin Hişam, Hz. Hatice'nin kardeşi ve aynı zaman da Hz. Peygam-ber'in kayınbiraderi Nevfel Bin Huveylid, En-Nadr Bin El-Haris Bin Kelde, Ebu Cehil Amr Bin Hişam, El-As Bin Hişam Hz. Halid Bin El-Velid'in Kardeşi Ebu Kays Bin El-Velid, Ümeyye Bin Halef ve oğlu Ali Bin Ümeyye gibi Kureyş'in seçkinleri bulunuyordu.
Kureyş'ten müslümanlarm eline esir düşenler arasında da şu tanınmış kişiler vardı:
Hz. Peygamber (sav)'in amcası: Abbas Bin Abdulmuttalib, Hz.Ali'nin kardeşi Ukayl Bin Ebu Talib, Hz.Peygamber (sav)'in amcası oğlu Nevfel Bin El-Haris, Ebu Süfyan'm oğlu Amr, Hz. Peygamber'in damadı (Yani Kızı Zeyneb'in eşi) Ebu'l-As Bin El-Rabi, Mus'ab Bin Umeyr'in kardeşi Ebu Aziz Bin Umeyr ve Kureyş'in ünlü diplomat ve hatibi Süheyl Bin Amr..
Savaş bittikten sonra Hz. Peygamber (sav)'in, önceden Allah tarafından haberdar edildiği düşman ölülerinin, Bedir kuyuları civarına nakledilmelerini emretti. (Sonra oraya gömüldüler).
Hz. Peygamber (sav) toplattırdığı bu düşman ölülerinin yanma yaklaşarak bir çukurun ağzına yakın yerde devesinin üzerinde, onlara adlarıyla (falan oğlu filan) diyerek hitap etti ve şöyle buyurdu:
"Sağken Allah'a ve Rasulüne inanmış olmayı, şimdi temenni ediyor musunuz? Biz, Rabbimizin, bize vadettiği şeylerin gerçek olduğunu (işte) bulduk. Siz de Rabbinizin vadettiklerinin gerçek olduğunu buldunuz mu?"
Bu sırada Hz. Ömer O'na: "Ey Allah'ın Elçisi! Cansız cesetlere nasıl oluyor da hitap ediyorsun?" diye sorunca:
"Muhammed'in canını kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, söylediklerimi, onlardan daha iyi duyan değilsiniz" buyurdu.
Hz. Ayşe de Rasulullah'ın burada konuştuklarından şunları nakletmektedir: "Hz. Peygamber aslında şöyle dedi:
- Vaktiyle söylediklerimin hakikat olduğunu onlar elbette ki şu anda öğrenmiş bulunuyorlar."
Ayrıca anlatılmaktadır ki: Kureyş'in akıl hocası ve ileri gelenlerinden Utbe Bin Rabia'nm cesedi çukurun yanına sürüklenerek getirildiği sırada, Hz. Peygamber (sav), O'nun müslüman savaşçılar arasında yer alan oğlu Ebu Huzeyfe'ye şöyle bir baktı. Ebu Hu-zeyfe üzgün ve yüzü solgundu. Hz. Peygamber (sav) O'na:
"Ey Eba Huzeyfe! Yoksa baban için üzülüyor musun?" diye sordu. Ebu Huzeyfe, bu soru üzerine:
"Hayır, Ey Allah'ın elçisi! Allah'a yemin ederim ki ne babamın haklı olduğu, ne de bu sebeple öldürüldüğü hususlarında şüphem vardır. Fakat babamın isabetli görüşleri, hoşgörüsü ve faziletleri vardı. Bu meziyetlerinin O'nu İslama götüreceğini umuyordum. Fakat şu anda uğramış olduğu sonucu ve kafir olarak öldüğünü görünce hakkında temenni ettiğimin gerçekleşmemiş olmasından dolayı üzülüyorum" diye cevap verdi.
Buna sevinen Hz. Peygamber (sav) O'na dua etti." [53] Sonra Hz. Rasulullah (sav) Abdullah Bin Ravvaha'yı El-Avali yöresi halkına, Zeyd Bin Harise'yi de Es-Safile yöresinde oturanlara göndererek Bedir Zaferini kendilerine müjdelemek için onları görevlendirdi. Bu iki görevli vefat eden Hz. Osman'ın hanımı ve aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)'in kızı Rukiye'yi defnetmekten dönen Medi-neli müslümanlara şehre girerken rastladılar. Üzüntülü müslümanlar bu müjdecilerin getirdiği zafer haberiyle bu kez sevindiler.
Yahudiler ve münafıklar ise Hz. Peygamber (sav) hakkında halkı tereddüde sokmak maksadıyla kinlerinden:
"Yenilgiye uğradıkları için bu iki adam cepheden kaçmış bulunuyorlar" diyerek yalan haberler uydurmaya, kafaları karıştırmaya çalıştılar.
Hz. Peygamber, esirleri de önüne katarak Medine'ye doğru yol almaya başladı. Beraberindeki müslümanlardan arkasında Bedir Savaşında ondört şehid bırakmıştı.
Hz. Peygamber (sav), elde edilen savaş ganimetlerinin toplanmasını emredince müslümanlar ihtilafa düştüler. Ganimet toplayıcıları ile silahşörler arasında uyuşmazlık çıktı. Aslında bu ihtilaf ganimete ilgi duyanlarla sırf Hz. Peygamber (sav)'in talimatına uyarak savaşa katılmayı göze almış olanlar arasında çıkmıştı. Bu uyuşmazlık üzerine ilahi hüküm inerek ganimetin tamamının Allah'a ve Rasulüne (yani temel prensip olarak İslam devletinin hazinesine) ait olduğu açıklandı.
Sonra Hz. Peygamber (sav) Allah'ın hükmüne uygun olarak ganimetlerin beşte dördünün mücahitlere eşit şekilde dağıtılmasını, geriye kalan miktarın da hazineye devredilmesini emretti. Bu da Hz. Peygamber (sav) tarafından yoksullara ve muhtaç kimselere dağıtılacaktı. Rasulullah (sav)'m talimatıyla sahabilerden bir kaçı daha Bedrin mücahitlerinden sayılarak ganimetin beşte dördünden istifade ettirildiler. Bunlar:
Hz. Peygamber (sav)'in emriyle (savaştan önce) Ebu Süfyan'a ait ticaret kafilesinin Şam'dan dönüş haberini vermek üzere görevlendirilen ve tayin edilen mevkide kafileyi bekleyen keşifçi Said Bin Zeyd ve Talha Bin Ubeydullah,
Hz. Peygamber (sav) 'in, kendi yerine idareci vekil olarak Medine'ye vali tayin ettiği Ebu Lübabe,
Hz. Peygamber (sav)in, Benî Amr Bin Avf kabilesine o sıralarda görevli olarak gönderdiği El-Haris Bin Hatıb,
Bedir mücahitleri arasındayken yolda güçsüz düşüp devam edemeyen ve Ravha denilen yerde askerden geri kalan El-Haris Bin Samma,
Hanımı (aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)'in kızı) Rukiye hasta olduğu için, askere katılmak üzereyken bu maazeret sebebiyle gidemeyen Hz. Osman,
Hz. Peygamber (sav) tarafından, Medine civarındaki Küba ve Aliye yörelerine emîr olarak tayin edilen Asım Bin Adiy ve bunlara ilaveten Bedir şehitlerinin dul ve yetimleridir.
Allah Teala'nın bu konudaki hükmü şu şekilde indi:
"Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki topluluğun karşılaştığı o (Bedir savaşının cereyan ettiği) günde, kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz (gerçekler)e inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte bîri Allah'ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kaadirdir[54]
Allah Teala, müslümanlara, aslında bu savaşla bir ders vermek istedi. Bu ders, elbette ki ele geçirilen ancak geçici ve fani olan ganimetlerden çok daha fazla büyük, çok daha değerliydi. Çünkü bu savaş insanlık tarihinde hak ile batılı birbirinden ayıran bir sınır oldu. Peşinden büyük bir hüküm vermek üzere iradesiyle takdir buyurduğu bu savaştaki her hareket ve atılan her adım bizatihi O'nun tedbir ve kudretiyle doğrudan ilişkiliydi. Bu zafer ve onu ta-kib eden büyük hadiseler, elbette ki onları önceden programlamış olan ilahi tedbire dayanmadan cereyan etmiyordu.
Dolayısıyla gerek bu elde edilen savaş ganimetleri ve gerekse bu savaşın tüm sonuçlan Yüce Allah'ın fiil ve tedbirinin sonuçlarından başka bir şey değildi.
Hz. Peygamber (sav), arkasında esirlerle bir gün sonra Medine'ye ulaştı. Esirlerle ilgili olarak ne yapacağı konusunda sahabüe-riyle istişarede bulundu. Hz. Ebu Bekir fikrini şöyle açıkladı:
"Ey Allah'ın Elçisi! Bunlar senin halkın ve senin yakınlarındır. (Buna rağmen sana karşı savaştılar) Fakat Allah seni onlara galip kıldı. Onun için bana kalsa bunları elinde tutar, fidye karşılığında hürriyetlerini bağışlarsın. Böylece elimize geçecek olan mal kafirlere karşı bizim için bir güç kaynağı olur. Umarım Allah onları hidayete erdirir {de İslamı kabul eder) sana destek olurlar."
Hz. Ömer de şu açıklamada bulundu:
"Ya Rasulellah! Bu adamlar, seni yalanladılar, sana karşı savaştılar ve seni öz vatanından çıkardılar. Onun için izin ver de ben dayım Halid Bin Hişam'ın hemen boynunu vurayım. Ayrıca Hamzaya izin ver biraderi Abbas'ın boynunu vursun, Ali'ye de izin ver o da kardeşi Ukayl'in başını kessin, ta ki müşriklere karşı içimizde hiç bir sevgi bulunmadığını herkes öğrenmiş olsun. Senin elinde esir bulunmasına ben taraftar değilim. Bunların hepsini idam et. Çünkü bu adamlar dinimizin ve canımızın azılı düşmanlarının ileri gelenleri, elebaşıları ve kılavuzlarıdırlar."
Hz. Ömer'in bu kesin ve sert düşüncesine Saad Bin Muaz ve Abdullah Bin Ravaha da katıldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Allah Teala, insanlardan bazılarının kalplerini öyle yumuşatır ki sütten bile yumuşak hale getirir, bazılarının ise öyle katılaş-tırır ki taştan, kayadan daha katı hale getirir. Doğrusu Ey Ebu Bekir! Tutumunda sen Hz. İbrahim'e benzemektesin. Çünkü o şöyle demişti:
"Kim bana uyacak olursa o bendendir, bana karşı çıkanları ise Allah'a havale ediyorum. Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. Sen ise Ya Ömer! Hz. Nuh'a benziyorsun. Çünkü o da (kavmine bedduada bulunarak) şöyle demişti: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir inkarcıyı sağ bırakma. (Hepsini gebert!)"
Hz. Peygamber (sav) bu açıklamalardan sonra Hz. Ebu Bekir'in görüşünü kabul etti ve sahabilerine:
"Bugün mali sıkıntılar içindesiniz. Onun için,sakın fidye almadan elinizdeki esirleri serbest bırakmayın!" diye sıkı tembihte bulunurken onlara eziyet yapmamalarını da tavsiye etti. Hz. Peygamber esirleri mücahitlere dağıtmıştı. Onlara şu öğütte bulundu: "Esirler hakkında verilen öğütleri kabul edin. (Bu öğütlere uyun.) Esirlerden Ebu Aziz Bin Umeyr şunları anlatıyor:
"İslam ordusunun sancaktan, kardeşim Mus'ab Bin Umeyr yanımdan geçti. O sırada Ensar'dan biri tarafından esir alınmıştım, bağlıydım. Kardeşim Ona: "Bu adama dikkat et kaçmasın, annesi zengindir, sana fidye öder." Yine Ebu Aziz anlatıyor, diyor ki:
"Bedir Savaşından dönerken Ensar'dan bir grup mücahidin nezareti altında bulunuyordum. Bir yerde mola verip öğle veya akşam yemeği yendiğinde, mücahitler bana ekmeklerini veriyor, kendileri hurma ile yetinmeye çalışıyorlardı.
Çünkü Hz. Peygamber onlara bu şekilde davranmalarını tavsiye buyurmuştu. Dolayısıyla onlardan birinin eline bir lokma ekmek geçse hemen getirip bana veriyordu. Ben ise utanıyor geri vermeye çalışıyordum. O dokunmadan yine bana iade ediyordu." Ebu Aziz Bin Umayr, En-Nadr Bin Haris'ten sonra müşriklerin sancaktan olmuştu. Bedir Savaşı sırasında Ensar'dan Ebu'1-Yüsr adındaki sahabi tarafından esir alınmıştı.
Biraderi Mus'ab Bin Umeyr, Ebu'l-Yüsr'e: "Bu adama dikkat et, onu kaçırma..." deyince Ebu Aziz, incinmiş, çok üzülmüş ve biraderine:
"Aziz biraderim,beni böyle mi tavsiye ediyor, bu şekilde mi koruyorsun!" diye serzenişte bulunmuştu. Ancak Mus'ab ona:
"Sen değil, asıl benim kardeşim O'dur!" (yani elinde bulunduğun müslüman Ebu'l-Yüsr'dür.)" diye onu terslemiş, ona böyle sert bir cevap vermişti. Sonraları gerçekten annesi dortbin dirhem fidye ödeyerek oğlunu kurtardı. Bu para Kureyşlilerin, esirlerini kurtarmak için ödedikleri fidyelerin en büyüğü idi [55]
Bedir Savaşının haberleri Hayseman Bin Abdullah El-Huzai
adında biri tarafından ulaştırıldı. Bu haberi Mekke'ye ilk defa götüren O oldu. Halk, etrafında toplanarak O'na:
"Söyle bakalım, geride neler var?" diye merakla sordular. O da öldürülenleri sayarak:
"Utba Bin Rabia, Şeybe Bin Rabia, Ebu'I-Hakem Bin Hişam, Ümeyye Bin Halef..." diye Kureyş büyüklerinin isimlerim saymaya devam edince kendisini dinleyenlerin hiç biri, O'nun doğru söylediğine inanmak istemedi. Aklını oynatmış zannettiler. Hatta Sav-fan Bin Ümeyye Bin Halef o sırada başka bir odada oturuyordu.
Yanındakilere:
"Gidin bu adama bir de beni sorun, tahmin ederim ki beni de öldürülenler arasında sayacak" dedi. Nitekim sordular o da "Nah işte şu odada oturuyor, fakat bana inanın, Allah'a yemin ederim, babasını da kardeşini de öldürülmüş olarak gözlerimle gördüm"
diye cevap verdi.
Kureyşliler getirilen habere tamamen inanınca öldürülmüş olan yakınları için feryad edip ağıtlar yakmaya başladılar. Fakat peşinden hemen birbirlerini susmak için ikna etmeye ve birbirlerine şöyle demeye başladılar:
"Yapmayın! Sakın bağırıp çağırıp feryad etmeyin. Sonra haber yayılır, Muhammed ve yandaşları bu kadar üzüldüğümüzü duyar ve sevinirler. Sonra, esirlerinizi kurtarmak için hemen de fidye ödemeye yanaşmayın, biraz gecikmeye bakın, işi ağırdan alın. Çünkü Muhammed bu telaşımızın farkında olursa bizden çok ağır fidyeler almaya kalkışır."
Çok geçmeden Kureyşliler, esirlerine karşılık fidyelerini ödemeye başladılar. Hz. Peygamber (sav), aşırı miktarlara tenezzül etmedi. Çünkü ne O'nun ne de sahabilerinin esas maksatları dünya malı, fırsat ve vurgun değildi. Onların tek gayesi insanların hidayete ermeleri ve doğruyu bulmalarıydı. Onlara görüşlerini açıklamaya çalışarak, bu suretle kendilerini îslamâ çekmeye yardımcı olmak ve Allah'ın davetini onlara ulaştırmaktı.
Mekke'li Mukriz Bin Hafs, Süheyl Bin Amr'ın fidyesini ödemek ve O'nu esaretten kurtarmak üzere geldiği sırada Hz. Ömer, Hz. Peygamber (sav)e:
"Ey Allah'ın Elçisiî İzin ver de şu Süheyl Bin Amr'ın ön dişlerini şuracıkta çekivereyim ki dilini kıvırıp dursun ve hiç biryerde, sen varken artık konuşmaya gücü yetmesin." [56] dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav):
"Onu sakatlamam! (sonra O'na karşılık) Allah da beni sakatlar. Peygamber olduğum halde,. (Benim peygamber olmam bir şey değiştirmez.)" buyurdular. Hatta Hz. Peygamber (sav)'in Hz. Ömer'e hitaben:
"Umulur ki bu şahıs, günün birinde kötüleyemeyeceğin bir mevkiye gelir" dediği de rivayet olunmuştur.
Tarihçi İbni İshak şunları nakletmektedir:
"Mukriz müslümanlarla mukavele yapıp onlarla anlaştıktan sonra kendisine:
"Peki haydi fidyeyi getir, adamım al dediler. O ise üzerinde para bulunmadığı gerekçesiyle:
- Beni O'nun yerine tutup, kendisini salıverin. Gitsin fidyenizi göndersin," dedi. Müslümanlar da Süheyl Bin Amr'ı bırakıp Muk-riz'i alıkoydular. Bir süre sona fidye gönderildi, rehin de salıverildi.
Bu arada Ebu Süfyan, müslümanların elinde esir bulunan, oğlu: Amr için fidye ödemeyi reddetti. Bedir Savaşında diğer oğlu Hanzala öldürülmüştü, hem candan hem maldan olmak zoruna gitmişti. Bir süre sonra Ömre yapmak maksadıyla Mekke'ye giden Saad Bin En-Numan, Ebu Süfyan tarafından rehin alınıncaya kadar oğlu esarette kaldı. Saad Bin Numan yaşlı bir sahabiydi. Hz. Peygamber Ebu Süfyan'ın oğlu Amr'ı geri vererek onu da iade aldı.
Esirler arasında Hz. Peygamber (sav)'in damadı Ebu'l-As Bin Rabi' de vardı. Hz. Peygamber (sav)'in kızı Zeynep henüz Mekke'de Onun yanında bulunuyordu. Ebu'l-As, eşi Zeyneb'in teyzesi Huvaylid kızı Hale'nin oğlu idi. Vahiy inmeden önce evlenmişlerdi. Hz. Muhammed'e vahiy inince kızı Zeyneb iman ederek müs-lüman oldu. Kocası Ebu'l-As ise putperest olarak kaldı. Hz. Peygamber (sav), aslında onları birbirlerinden ayırmıştı, fakat içinde bulunduğu baskı ortamından dolayı onları birbirlerinden tamamen uzaklaştıramamıştı.
Bir ara Hz. Peygamber (sav)'in damatlarından Ebu Leheb'in oğulları, Utbe ve Uteybe Kureyş liderlerinin aldıkları karar üzerine eşlerinden ayrılmışlardı. Hz. Peygamber (sav)'i yıpratmak için Utbe, eşi ve aynı zamanda Rasulullah (sav)'ın kızı Rukiyye'i boşamış, Uteyb ise eşi ve aynı zamanda Rasulullah'm kızı Ummü Gülsüm'ü terketmişti. Kureyşliler, bu damatlara istedikleri kızlarla evlenmeleri halinde bütün masrafları yükleneceklerine dair taahhütte bulunmuşlardı.
Damatlardan Ebu'l-As:
"Ben Zeyneb'den başkasını istemiyorum, O'ndan başka kadın bana haram olsun!" demiş, eşinden ayrı kalmayı reddetmişti.
İşte şimdi bu vefalı koca Bedir'de Kureyş saflarında çarpışırken müslümanların eline esir olarak düşmüştü. Ebu'l-As'ın hanımı ve aynı zamanda Rasulullah'm kızı Zeyneb de kocasını esaretten kurtarmak istemiş, fidye olarak da bir miktar parayla değerli bir kolyesini Medine'ye göndermişti. Bu kolye, annesi Hz. Hatice tarafından kendisine hediye edilmişti. Hz. Peygamber bunları görünce duygulanarak mübarek gözleri yaşardı. Bunun üzerine dayanamayarak sahabilerine danıştı. Onlara:
"Eğer uygun görür de (kızımın) esirini ve malını geri verirseniz bunu yapabilirsiniz" diyerek nazikçe ricada bulundu. Sahabi-ler derhal kabul ettiler. Ancak Hz. Peygamber (sav), damadından, Mekke'ye gider gitmez, Zeyneb'i hemen Medine'ye göndereceğine dair kesin söz aldı. Çünkü aralarında din farkı vardı. Ebu'l-As serbest bırakılıp Mekke'ye varınca derhal Zeyneb'i gönderdi. Zey-neb'e yolda refakat etmek üzere Hz. Peygamber sahabilerinden Zeyd Bin Harise ile Ensardan bir zatı da damadıyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gönderdi. Kayın biraderi Kinane, gönderilen refakatçilere Onu teslim etmek üzere Mekke dışına çıkarırken ve henüz refakatçilerin bulunduğu yere varmadan önce yolda Hubar Bin Esved adında biri Zeyneb'i korkuttu.
Zeyneb hamile idi. Bu olayın tesiriyle çocuğunu düşürdü. Medine'ye varıncaya kadar sürekli kan gördü ve hastalandı. Bu yüzden yine mecburen Mekke'ye döndü. Ancak ikinci kez, fakat bu defa gizli olarak Medine'ye döndü. Çünkü bir Önceki sefer aleni şekilde Mekke'den çıkmıştı. Bu da Hubar ve başkaca kimselerin onu izlemelerine sebep olmuştu.
Zeyneb'in kocası Ebu'1-As'a gelince bir süre daha putperest olarak kaldı. Bu süre zarfında Zeyneb de Medine'de babasının yanında bulundu. Çünkü islam onları birbirlerinden ayırmıştı. Bir gün Ebu'l-As, yine bir Kureyş ticaret kafilesiyle Şam'a gitmişti. Dönüşü sırasında Hz. Peygamber (sav)'in emriyle araziye çıkmış bulunan bir keşif birliğinin eline düştü. Fakat mallara el konduğu bir sırada müslüman keşifçilerin meşguliyetinden faydalanarak kaçıp bir yerlerde saklandı. Karanlık çökünce gizlice Medine'ye girerek Hanımı Zeyneb'e sığındı. Zeynep de O'nun (Yasak olmasına rağmen) ilticasını kabul etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber yine sıkıntı çekti.
Keşif birliğine şayet isterlerse Ebu'1-As'a mallarını iade ederek O'nu serbest bırakabileceklerini bir çeşit rica etti. İstemedikleri takdirde alınmış olan malların kendilerine kalabileceğini de ayrıca söyledi. Hz. Peygamber (sav)'in hatırı için, keşifçiler mallarım geri verdiler. O da teslim alarak Mekke'ye gitti ve kendisinde kimin ne kadar hakkı hukuku varsa hepsim sahiplerine dağıttı. Ondan sonra da halka şöyle hitap etti:
"Ey Kureyşliler! Kimsenin zimmetimde herhangi bir hakkı kaldı mı?"
Muhatapları O'na:
"Hayır, Allah seni iyiliklerle mükafatlandırsın. Gerçekten seni sözünün eri ve namuslu bir kimse olarak gördük. Böyle biliyoruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebu'l-As Kureyşlilere:
"Bakın, şehadet ederim ki Allah birdir, O'ndan başka ilah yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah'a yemin ederim ki Muhammed'in yanında müslümanhğımı ilan etmememin sebebi mallarınızın üstüne oturduğumu zannetmemeniz içindi. Allah bana mallarınızı sizlere eda etmemi müyesser kılınca, haklarınız zimmetimden çıkınca işte müslüman olduğumu ilan etmiş bulunuyorum" dedi ve Hz. Peygamber (sav) 'in yanına müslüman olarak döndü, û da (sav) kızı Zeyneb'i ikinci bir nikahla kendisine verdi.[57]
Ayrıca Rasulullah (sav), yüksek hoşgörüsü ve engin merhame-tiyle birkaç esiri fidye almadan serbest bıraktı, EI-Muttalib Bin Hantab Bin El-Haris El-Mahzumi bunlardan biridir. Bu şahsı Ha-lid Bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari (Yani Eyüp Sultan) esir almıştı. Bundan başka Sayfi Bin Ebi Rifa'a El-Mahzumi ve Ebu İzzeh Amr Bin Abdullah El-Cimhî de serbest bırakıldılar.
Bunlardan Ebu İzzeh yoksuldu ve çok sayıda kız çocukları vardı. Hz. Peygamber O'nu serbest bırakırken müslümanlara karşı bir daha savaşlara katılmaması konusunda kendisinden söz aldı. Hz. Peygamber (sav)'in amcası Abbas'a gelince -ki o da esirler arasında bulunuyordu.- O'na da hem kendi fidyesini hem de yeğenleri Ebutaliboğlu Ukayl ve Haris oğlu Nevfel'in hem de yandaşı (sözleşmeli taraftan) Utbe Bİn Amr Bin Cuhdum'un fidyelerini ödemesini emretti.
Abbas mali sıkıntı içinde bulunduğu gerekçesiyle kendisinden fidye alınmaması konusunda her ne kadar rica etti ise de Hz. Peygamber muvafakat etmediği gibi O'na:
"Fadl'm annesinin yanına bıraktığın (Yani hanımına emanet edip sakladığın) paralar nerede? Hani o sırada kendisine: " Eğer isabet edersem (elime mal geçirirsem) şu kadarı Fadl'm şu kadarı da Ubeydullah'ın olsun, demiştin ya" Abbas bu sözleri duyunca:
"Seni bütün beşeriyete gerçek bir elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki bu mesele hakkında benden ve O'ndan başka hiç kimsenin haberi yoktu. Şu anda daha kesin bir şekilde inanmış bulunuyorum ki sen Allah'ın gerçek elçisisin" diyerek kendisi, iki yeğeni ve sözleşmeli taraftan için gerekli fidyeleri ödedi.
Müslüman mücahitler Bedir Savaşı sırasında Abbas'ı esir alırlarken elinde bulunan kırk okka miktarındaki altınlarına da el koymuşlardı. Kendisinden fidye İstendiği sırada Abbas Hz. Peygamber (sav)'e müracaat ederek alman bu altınların da fidye değerinden mahsub edilmesi dileğinde bulundu. Ancak Hz. Peygamber Abbas'ın bu isteğini reddederek:
"Hayır! O, Allah'ın bize ihsan buyurduğu bir maldır" buyurdu. Yani savaş esnasında Ölümü göze almış bulunan İslam mücahitlerine, Allah (cc) tarafından ihsan edilmiş bir karşılığı, bir mükafatıdır, demekti.
Henüz ilahi bir hüküm gelmeden, esirlerden alman bu fidyelerle ilgili olarak Allah Teala katından Hz. Peygambere önce bir ihtar geldi. Allah (cc) şöyle buyurdu:
"Yeryüzünde savaşırken düşmanı tamamen dize getirmeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güçlüdür, Hakimdir.
(Ele geçirdiğiniz esir ve ganimetlerin size meşru olduğu hakkında) Allah'dan daha önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı aldıklarınızdan ötürü size büyük bir ceza gelirdi [58]
Sonra Allah Teala onları af buyurarak şöyle dedi:
"Ele geçirdiğiniz ganimetleri helal ve temiz olarak yiyin, Allah'dan sakının. Doğrusu Allah bağışlayıcı ve merhametle muamele edicidir.
Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere: Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah bağışlayıcıdır, merhametle muamele edicidir" de.[59]
Müslim'in naklettiği bir hadisde Hz. Ömer'in şunları anlattığı rivayet edilmektedir:
Hz. Peygamber (sav) tarafından: "Esirlerin ancak fidye karşılığında serbest bırakılabileceklerine dair karar alındıktan sonra, bir ara yanına gittim. Hz. Ebu Bekir'le beraber oturmuş ağlıyorlardı. O'na Ey Allah'ın Elçisi! Senle arkadaşın neden ağlıyorsunuz, söyler misiniz? Öğrenmek istiyorum ve eğer ağlayabilecek-sem ben de ağlayayım veya hiç değilse üzüntünüze ben de katılayım, dedim. Hz. Peygamber bana:
'Arkadaşlarına (Yani Bedir savaşma katılanlara) esirlerden fidye aldıkları için (Allah tarafından) haklarında ön görülen cezadan dolayı ağlıyorum. (Yanıbaşmdaki bir ağacı göstererek) Çünkü onlara verilmek üzere bana yansıtılan bu ceza neredeyse şu ağaç kadar yakındır" buyurdu.[60]
[1] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 333-334
[2] Maide Suresi, Ayet:
[3] IDDET: islam şeriatında, boşanan ya da kocası ölen bir kadının tekrar evlenebilmesi için dul kaldığı tarihten itibaren evlenebileceği güne kadar beklemek zorunda olduğu süredir. Bu süre hakkında fıkıh kitaplarında geniş bilgi vardır. (Mütercim)
[4] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 333-340
[5] Haşr Suresi, Ayet: 9-10
[6] tslam hukukuna göre bir mümin kölesinin ya da elindeki esirin hürriyetini bağışladıktan sonra da (hürriyetine kavuşan azadlıya bu hürriyeti kullanırken yardımcı olması için) onun üzerinde velilik, hakkı vardır. Fıkhın ilgili babı bu konuyu genişçe işler
[7] Siretu İbni Hişam: 1/501-504; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 337-341
[8] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 317-318
[9] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 314-317
[10] Al-i Imran Suresi, Ayet: 99
[11] Tevbe Suresi, Ayet: 107-110
[12] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 356-357
[13] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 110-112; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 347-348, 364
[14] Bakara Suresi, Ayet: 217
[15] Enfal Suresi, Ayet: 41
[16] ibn-ülEsir, El-Kamil tere, c. 2, s. 113-114; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 368-374
[17] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 345-347
[18] Ibn-ül Esir, Ei-Kamil tere, c. 2, s. 114; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s.375-379
[19] Bakara Suresi, Ayet: 143-145
[20] Aşure Günü: Hicri-Kameri aylardan yılın ilk ayı olan onuncu günüdür. Bu günden bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmak muste habdır. (Mütercim
[21] Tevbe Suresi, Ayet: 60
[22] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 114-115; Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, e 3, s. 380-382, 521
[23] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 110, 136; İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, e 3, s. 349
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/393-432.
[24] Saf Suresi, Ayet: 10-11
[25] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 383
[26] Enfal Suresi, Ayet: 5-7
[27] Mekke girişinde düzlük bir alanın adı. (Mütercim
[28] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 384
[29] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 389-390
[30] Berk'ul Gimad: Yemen'in San'a kentinde o tarihlerde meşhur bir köşk
[31] Enfal Suresi, Ayet: 11
[32] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 400
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/433-447.
[33] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 401-402
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/447-448.
[34] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; îbn-iKesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 402
[35] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 122; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere:, c. 3, s.
[36] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 404
[37] Ebu Cehl'in bu sözle işaret ettiği zat Utba'nın oğlu Ebu Huzeyfe hazretleridir. Kureyş ileri gelenlerinden ve düşman cephesi komuta heyetinden olan babası, kardeşi ve amcası gözlerinin Önünde öldürülürken bu genç sahabi, şirke ve sapıklığa karşı Bedir günü Hz. Peygamber (sav)'le omuz omuza Allah yolunda cansiperane savaşmış örnek bir islam kahramanıdır. (Mütercim)
[38] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 405
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/448-451.
[39] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 409
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/451-452.
[40] îbn-ül Esir, El-Kamü tere, c. 2, s. 123; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 411
[41] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 412
[42] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 406-407
[43] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 412,414-415
[44] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 423
[45] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 426
[46] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 3, s. 427
[47] Bu zat sonraları Mürtedlere {dönmelere} karşı düzenlenen savaşlarda Yemame denilen yerde şehid edildi.
[48] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 427-428
[49] Enfal Suresi, Ayet: 43-44
[50] Enfal Suresi, Ayet: 9-11
[51] Enfal Suresi, Ayet: 12t14
[52] Bakara Suresi, Ayet: 249
[53] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 440-444
[54] Enfal Suresi, Ayet: 41
[55] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 456-462
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/452-469.
[56] Süheyl Bin Amr: Kureyş'in ileri gelenlerinden, hatip bir kimseydi. Aynı zamanda Kureyş'in diplomatlarından biriydi. (Mütercim)
[57] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 494-499
[58] Enfal Suresi, Ayet: 67-68
[59] Enfal Suresi, Ayet; 69-70
[60] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/470-476.