8- MEDİNE'DE İSLAMA DAVET DÖNEMİ2

İslam Devletinin Kuruluşu. 2

Bedir Savaşı15

Hz. Peygamber'e Otağ Yapılması20

Bir Tanışma Ve İnkar Sahnesi21

Savaşın İlk Kurbanı22

Mübareze Usulü İle (Teke Tek) Döğüş. 22

Bedir Savaşı Hakkındaki Haberlerin Kureyşlilere Ulaşması28


8- MEDİNE'DE İSLAMA DAVET DÖNEMİ

 

İslam Devletinin Kuruluşu

 

Hz. Peygamber (sav) Medine'ye hicret ettiği sırada şehirde, inançları farklı, hedef ve amaçlan başka başka ve ayrı ayrı toplanıp meselelerini görüşen değişik topluluklar yaşıyordu. Öte yandan bu kitleler arasında çeşitli anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar vardı. Bunların bazısı atalardan kalma, bazısı ise yeni ortaya çıkmış so­runlar idi. Medine'deki toplumu -yenisiyle eskisiyle oluşturan-farklı toplulukları ve durumlarını şöyle sıralamak mümkündür:

1-İslarru kabul eden, Hz. Peygamber (sav)'i destekleyecekleri­ne ve O'nun getirdiği ilahi şeriatın tatbikine yardımcı olacaklarına dair söz veren Medineli Evs ve Hazrec kabilelerinin mensupları:

Bunlar her toplumda olduğu gibi ekonomik durumları bakı­mından birbirlerinden farklı seviyede idiler.

2-Mal varlıklarını ve arazilerini Mekkede ilk vatanlarında terkedip sırf inançlarını kurtarmak maksadıyla Medine'ye göç eden müslüman muhacirler:

Bunlar yoksul idiler ve Medineli müslüman kardeşlerinin yar­dımına ihtiyaçları vardı.

3-Halkın hemen tamamının İslama girdiğini görünce, sosyal mevkilerini kaybetmemek için menfaat icabı müslüman geçi­nenler; bilhassa Abdullah bin Ubey Bin Selul gibi ileri gelenler:

Çünkü bu adama halk, bir krallık tacı bile hazırlamaya çalışır­ken o sırada İslamın nuru parlamaya başlamıştı. Bu yüzden adam mevkiine ulaşamamış, hayalleri suya düşmüştü. Bu da onun, İsla­ma ve Hz. Muhammed'e karşı içinden şiddetli bir kin duymasına neden oldu. Fakat onun, halkının dümen suyunda giderek dış gö­rünüşüyle vaziyeti idare etmesi icap ediyordu.

Ta ki bu suretle onlar üzerindeki nüfuzunun hiç değilse birazı­nı koruyarak aleyhinde olduğu İslama ve Hz. Muhammed'e karşı düşmanlığını sinsice devam ettirme imkanını bulabilsin. Bu adam Bedir Savaşı'ndan sonra sözde müslüman olduğunu ilan etti, fakat içi şüphe, nifak ve kinle doluydu.

4-Gerek Evs, gerekse Hazrec kabilesinden henüz İslama gir­memiş olan Müşrikler: Bu kabilelerden her birinin özel bir foru­mu (toplanıp meselelerini görüştükleri bir meydanı) vardı.

5-Yahudiler: Bunlar da, Benî Kaynuka Benî'n-Nadıyr ve Benî Kurayza gibi birkaç kabileye ayrılıyorlardı.

Hz. Peygamber henüz Medine'ye hicret etmeden önce buraya, hem siyasi hem de ekonomik açıdan onlar hükmediyor, Medineli-leri bir yandan sömürürken diğer yandan da onları birbirlerine düşürüyorlardi. Her iki tarafa da silah satıyorlardı. Silah ticareti yapıyorlardı. Her iki tarafın da kanım emiyor ve kendilerinden ol­mayanların mahvolduklarım gördükçe mutluluk duyuyorlardı.

Medirieli Arapları birbirlerine karşı daha fazla kışkırtmak onla­rı birbirlerine daha çok saldirtmak için Benî Kaynuka Beni'n-Na-dıyr Kabileleri Hazreçlileri, Beni Kurayza Kabilesi de sözde Evs'li-leri destekliyorlardı. Bu uydurma taraftarlığı, sadece aralarındaki düşmanlığı körükleyebilmek ve kini alevlendirmek için yapıyor­lardı. Bu yahudi kabilelerinden başka ayrıca herhangi bir kabileye mensup bulunmayan yahudiler de vardı.

Yahudiler, zaman zaman Medineli Araplarla düştükleri anlaş­mazlıklar sırasında "Yakında bir Peygamber ortaya çıkacaktır. Biz ona tabi olacağız ve onunla birlikte sizinle savaşacağız" diye teh­ditler savururlardı. Halbuki Hz. Peygamber (sav) ortaya çıkınca bu kez O'nu tanımadılar, O'nu inkar ettiler. Sırf kıskançlıklarından ve (belki de) "ırkınızdan olmayan birinin peşine düştünüz" diye aşağılanmaktan çekinerek inanmadılar. Gerçekleri bile bile inkar edenlerin üzerine Allah'ın laneti olsun. Duydukları kin ve düş­manlığın bir belirtisi de şuydu:

Hz. Peygamber (sav)'i yalanlıyor ve beklemekte oldukları pey­gamberin bu olmadığını yaymaya uğraşıyorlardı. Daha sonra da yalan ve iftira kampanyası açtılar. [1]

6- Medineli Evs ve Hazrec kabileleri arasında eskiden, cahili-yet devrinden beri derin bir uçurum vardı. Savaşlar, çetin günler yaşamışlardı. Bunların sonuncusu Buas Savaşı'ydı. İçlerinde bu düşmanlığın hâlâ izleri vardı.

Hz. Peygamber (sav)'in bu sorunu temelinden çözmesi, geç­mişin tüm kötü izlerim silmesi, müslümanlarm gönüllerini birleş­tirmesi, ekonomi meselesine bir hal çaresi getirmesi, Evs ve Haz-reçli müslümanları iyice barıştırıp Mekkeli muhacirlerle onları ya-hudilere karşı tek vücut haline getirmesi gerekirdi.

Ta ki yahudiler bir kötülüğe teşebbüs ettikleri zaman onlara karşı direnebilsinler. Çünkü başkalarına kötülük yapmak bu ha­yatta yahudinin dinidir.

Aynı zamanda kendilerinden bir fenalık gelmedikçe Hz. Pey­gamber onlarla karşılıklı olarak anlaşacaktı.

Hz. Peygamber (sav) ilk iş olarak -Medine'ye geldiği gün- de­vesinin çöktüğü alanda (Küba Mescidi'nden sonra) Genel Mes-cid'ini inşa etti. Bu alanda Medineliler hurma kuruturlardı. Ayrıca içinde bazı mezarlar, hurma ağaçları, koparılmış veya düşmüş yaşlı hurma dalları, vaktiyle kazılmış sonra da terkedilmiş genişçe bir çukur vardı. (Hz. Peygamber (sav) buraya cami yapacağına da­ir kararını verince) mezarlar ayıklandı, çöpler toplanıp bertaraf edildi, çukurlar dolduruldu.

Hz. Peygamber (sav) de dahil bütün müslümanlar bu hizmetti)

ler sırasında birleşerek elbirliği ettiler. Bu esnada kasideler söyle­niyor, çalışanlara ve halka moral veriliyordu. Bu çalışma, gönülle­ri birleştiren ve genel bir amacı gerçekleştirmek için verilen çaba­lardan ilk ve önemli bir Örnektir.

Yukarıda da işaret edildiği gibi vaktiyle Medineli kabilelerden her birine ait bir forum bir buluşma meydanı vardı. Kabile men­supları burada toplanır, geceleri bu meydanda eğlenceler tertip eder, mal değiş tokuşunda bulunur ve şiirler söylerlerdi. Onların bu ayrı ayrı meydanlarda toplanmaları içinde bulundukları uzlaş­mazlığı kanıtlıyordu.

Mescid inşa edilince artık burası tüm müslümanların bir mer­kezi ve toplantı yeri durumunu aldı. Burada her zaman Hz. Pey­gamber (sav) le buluşur ondan çeşitli konularda değerli bilgiler alarak aydınlanmaya çalışırlardı. Hz. Peygamber (sav) de onları ir-şad eder ve yönlendirirdi. (Camiin hem dini hem de sosyal bir ko­numu vardı.) Burada alışveriş eder birbirlerini karşılar ve toplantı yaparlardı. Ancak bir zaman geldi, kalabalığın sebep olduğu gü­rültü, namaz kılanları rahatsız etmeye başladı. Bunun üzerine ca­miin bir bölümü dünya işleri için diğer bölümü ise namaz ve iba­det için tahsis edildi. îşte bu suretle vaktiyle ayrı ayrı forumlarda toplanan ayrılık içindeki insanlar birleşti, değişik semtlerin sakin­leri birbirlerine kavuştu, kabileler bir araya geldi, kuşaklar birbir­lerini sevmeye başladı, ayrılık yerini birlik ve beraberliğe bıraktı, bölünmüşlük uyuma dönüştü.

Artık Medinede ayrı ayrı cemaatler değil bir tek cemaat vardı ve bir takım liderler yerine bir tek lider, bir tek Önder vardı. O da Allah'ın yüce elçisi Hz. Muhammed idi.

O ise Rabbinden gerçek bilgileri alıyor ve bu bilgileri ümmeti­ne öğretmeye çalışıyordu.

Hz. Peygamber (sav)'in inşa ettiği bu Medine Camii artık, Mekke'deki El-Erkam'ın evi gibi herhangi bir sülaleye veya aileye ait değildi. Bu cami bütün müslümanlarındı. Müslüman kişi artık istediği an buraya gelebilirdi ve İslam davasının tebliğ görevi için belli bir îslami cemaatin varlığına da artık gerek kalmadığı gibi davetin gizli sürdürülmesi için de bir sebep yoktu. Çünkü müslü-manlar artık bir tek saf haline gelmişlerdi. Bu müslüman toplulu­ğu bundan böyle devlet ve onun şahsında Mekke'deki cemaati yö­neten öncü kitle idare edecekti.

Bu önemli noktayı bugün bir çok kimse bilmemektedir. Bu se­beple Medine'de İslam kemale erip devlet kurulduktan sonra İs­lam davasını yeniden üstlenecek bir öncü kitlenin (bir cemaatin) varlığı aleyhinde bazı kimseler tavır almaktadır.

Böyle bir şeye artık lüzum yok denmektedir. Fakat içinde yaşa­dığımız asır aynen Mekke devrine benzemektedir. Çünkü halen ne Dar'ul-îslam vardır, ne de Dar'ul-Harb.

Biz müslümanlar olarak bugün aynen cahiliyet devrinin Mek-ke'sindeki topluma benzeyen, onun değer ve ölçülerine bağlı kitle­ler arasında yaşamaktayız. O bakımdan şimdilik Hazreti Peygam­ber (sav)'in ancak Mekke döneminde attığı adımlardan faydalan­mak, O'nun O döneme mahsus uygulamalarım örnek almak duru­mundayız. O bizim için en güzel örnektir.

Evet biz bugün her ne kadar bir çeşit Mekke toplumu içinde yaşıyorsak da ilk müslümanların Mekke dönemindekine benzer bir tatbikat yapamayız. Biz yine de Hz. Peygamberin vefatından kısa bir süre önceki Medine dönemine mahsus uygulamaya geç­mek zorundayız. Yani gerek Allah (cc) m indirmiş bulunduğu hü­kümlerden gerekse Hz. Peygamber (sav)'in emirlerinden hiç biri­sini basite alamaz, hiç birisinden fedakarlık yapamayız. Çünkü Al­lah Teala şöyle buyurdu:

"Bugün artık dininizi kemale erdirdim, üzerinize (peyderpey indirmekte olduğum İslam) nimetimi tamamladım ve din olarak size İslamı seçtim [2]

Biz bu durumda, cahili topluma üstün gelmeyi başarabilen Hz. Rasulullah (sav)'in sistemini örnek alarak aynı zamanda bu sistemi kendi nefsimize uygulamak ve Islamm bütün emirlerine boyun eğmek zorundayız.

Hz. Peygamber (sav)'in ilk teşebbüslerinin, ilk çabalarının bir meyvesi de Medine'deki caminin yapımıdır. Bu cami sayesindedir ki gönüller ve düşünceler birleşti. (Kafa yapıları arasındaki uçu­rumlar kapandı.) Birlik güçlendi, ruhlar kaynaştı, toplumda bir yardımlaşma ve dayanışma ruhu doğdu.

Cami, -tabir caizse- müslümanlarm aynı zamanda bir çalışma merkezi bir halk meclisi haline geldi. Bu büyük atılımdan sonra, onu pekiştiren ve toplumun kaynaşma ruhuna bir anlam kazandı­ran Hz. Peygamber (sav)'in ikinci atılımı, yani kardeşlik akdinin tesis olayı gelmektedir.

Aslında Hz. Peygamber (sav)'in düzenlediği bu kardeşlik söz­leşmesi sadece Mekkeli muhacirlerle Medineli Ensar'ı kardeş ilan etmekten ibaret değildi. Bu hadiseyle gerçek açıdan tüm müslü-manların kardeş oldukları ilan ediliyordu. Bu sözleşme, sırf maddi ve ekonomik menfaatlerin müslümanlar arasında paylaşılması amacını da gütmüyordu. Çünkü yaygın olan kanaat budur ve ta­rihçiler hep bu tezi müdafaa ederler.

Halbuki eğer ileri sürüldüğü gibi kardeşlik sözleşmesi sadece muhacirlerle ensar arasında sınırlı kalmış olsaydı Hz. Peygamber, biri Mekkeli diğeri Medineli olmak üzere müslümanları çifter çif­ter kardeş ilan ederken kendisi de Hz. Aliyi seçmez bir Medineliyi seçerdi. Zira Hz. Peygamber de Hz. Ali de ikisi Mekkeli idiler.

Aynı zamanda Hz. Peygamber, amcası Hamza ile kendi hiz­metçisi Zeyd Bin Harise'yi, Zübeyir Bin El-Avam ile Abdullah Bin-Mes'ud'u kardeş ilan etmişti ki bunların dördü de muhacir idiler.

Keza amcası oğlu Cafer Bin Ebu Talib ile Medineli Muaz Bin Cebel'i kardeş ilan ettiği sırada Cafer hazır değildi. Yine kardeş ilan edilen Bilal-i Habeşi ile Abdullah El-Has'ami'nin ikisi de Mekkeli idiler. Ayrıca ikisi de Medineli oldukları halde kardeş ilan edilenler oldu.

Eğer bu olayın temelinde ekonomik bir amaç yatmış olsaydı kardeşlik düzenlemesi elbetteki bu şekilde değil, bir Mekkeli mu­hacirle bir kaç Medineli (ensar) arasında yapılması daha uygun olurdu. Bu şekilde ancak Medineli yerlilerin, Mekkeli göçmenlere yararlı olmaları düşünülebilir. Çünkü Ensar, muhacirlerden sayıca daha çok idiler; onların üç katından daha fazla idiler. Keza eğer bu kardeşlik akdinin amacı sırf iktisadi olsaydı, Hz. Peygamber (sav) Ensarm zenginleri ile Muhacirlerin fakirlerini kardeş ilan edecek­ti. Fakat bu katiyyen böyle olmadı. Ne varki Medineli Ensar Mek­keli Muhacirlere ellerinden gelen yardımı esirgemedikleri ve bü­yük fedakarlık örneği verdikleri için, tarihçiler hep konuyu ekono­mik açıdan değerlendirmişlerdir. Bundan dolayıdır ki oryantalist­ler de konuya bu noktadan bakmakta, îslamın iktisadi cephesini araştırmakta ve menfaatin müslümanlarm her tutumunda önem­li bir yeri olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar.

Halbuki Hz. Hamza Uhud Savaşı'ndan önce mal varlığını kar­deşliği Zeyd Bin Harise'ye bıraktığına dair vasiyetini yazmıştı. Ke­za Hz. Ömer devlet işlerinin yazılı "kayıtlara geçişini başlatırken Bi­lal-i Habeşi'ye hukuku konusunda sorular yöneltince, çocuğu ol­madığı için Bilal:

"Benden sonra mal varlığım, kardeşliğim Abdurrahman El-Has'ami'ye aittir" demişti.

Şimdi de Saad Bin El-Rabi'in kardeşliği Abdurrahman Bin Avf a ne dediğine bakalım. Ona şöyle hitap ediyor:

"Ben Ensar arasında malı en çok olan biriyim. Şimdi malımı yarısı bana yarısı sana olmak üzere ikiye ayıracağım. Ayrıca iki hanımım var, hangisini beğeniyorsan onu boşuyayım, iddeti  [3] so­na erince evlenirsiniz."

Abdurrahman O'na şu karşılıkta bulundu:

"Bu fedakârca düşüncenden dolayı Allah malını da aileni de sana bağışlasın. Fakat senden bîr tek isteğim var, bana piyasa hakkında bilgi ver, ticaretle uğraşacağım, çünkü ben tacirim. [4]

îşte Ensarın hiç de minnet edip başa kakmadan Mekke'den gelmiş olan müslüman muhacir kardeşlerine gösterdikleri misa­firperverlik yardım ve fedakârlık örnekleri böyleydi. Ancak bu da bir haktır ve öyle bir haktır ki kişi bunu ödeyince ancak gönlü ra­hatlar ve manevi doyuma ulaşabilir.

Keza bu öyle bir emanettir ki ehline verildiği zaman ancak onun ağırlığını omuzlarından kaldırabilir. Allah Teala bunu şöyle açıklamaktadır:

"Allanın verdiği bu mallar bilhassa; yurtlarından ve malların­dan edilmiş olan, Allah'dan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dini­ne ve peygamberine yardım eden muhacir fakirlerindir. İşte bağ­lılıkta dürüst olanlar bunlardır.

Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine iman yerleşmiş olan kimseler kendilerine hicret edip gelenleri sever­ler. Onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik his­setmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendi­lerinden önde tutarlar. Nefsinin tamahkarlığından korunabilmiş kimseler, işte onlar mutluluğa erenlerdir. [5]

Ensar, muhacirleri karşılamak ve onları barındırmakta yanşı­yorlardı. Hatta yeniden gelecek olan Mekkeli müslümanları evin­de misafir etmekteki şiddetli arzularından dolayı ve onlara ev sa­hipliği yapma fırsatını elde etmek için kendi aralarında kur'a bile çekiyorlardı. Bu sınırsız sevgiden, kardeşlik duygusundan ve bu misafirperverlikten daha güzel bir şey yoktu. Muhacirler de Ensa-ra yük olmamaya çalışıyorlardı. Belki bazı kimseler bu noktada yanhş düşünüyor olabilirler ama muhacirler de hemen çalışmaya atıldılar, tarım ve ticaretle uğraşarak kısa zamanda sabırla ve icra ettikleri değerli faaliyetlerle kardeşleri, Ensarın da sevgi saygı ve yardımları sayesinde helal kazançlar elde ederek başkalarına muhtaç olmaktan çıktılar; hiç bir zaman topluma yük olmayı ka­bul etmediler.

Gerçek şudur ki müslüman kişi yaşadığı çevrede yapıcı ve üretken olmaktan başka bir duruma düşmeyi asla kabul etmez. Bu olayda iki büyük örnek vardır: Bu da: Ensarın, cömertlik, misafir­perverlik ve yardımseverliği ile muhacirlerin iffetli, onurlu ve gözü tok tutumlarıdır, iman kardeşliği düşüncesiyle gösterdikleri hare­ket tarzıdır. Müslümajnların her asırda ya yeniden doğuş için gös­terdikleri çaba ve faaliyetler yüzünden veya Islama olan bağlılıkla­rı sebebiyle çeşitli baskı ve işkencelere maruz kalmaları yüzünden hicret etmek zorunda bulunmuş diğer mağdur ve mazlum müslü­manları bu şekilde karşılamaları, onlara sahip çıkmaları şarttır.

İşte böyle bir kardeşlik anlayışıdır ki Muhaciriyle, Ensarıyla, Evslisiyle Hazreclisiyle tüm müslümanları birbirini destekleyerek tek bir vücut haline getirdi. Bu kardeşlikle öyle bir kitle haline gel­diler ki, artık Medine'de bulunan yahudilere karşı durabilecek bir güç oldular. O günden sonra da Evs ve Hazreçlilerle müttefikleri olan yahudiler arasındaki bağlar öyle gevşedi ki örümcek ipliğine döndü.

Aynı zamanda ne Evs ve Hazreç kabileleri arasında ne de diğer müslüman kabileler arasında düşmanlıktan eser kaldı. Çünkü İs­lam geçmişin tüm olumsuzlukları üzerine bir sünger çekti. Bu su­retle toplum bir tek Islami aileye dönüştü, birçok organları olan birvücut gibi oldu. Tıpkı, vücudun bir yeri sızlayınca diğer organ­lar da bu ağrıdan etkilendikleri gibi, tüm müslümanlar birbirleri­nin acısından rahatsız olma bilincine erdiler.

Onları birbirine bağlayan iman ve îslam, kan, soy, ırk, akraba­lık ve taraf olmak gibi birleştirici tüm faktörlerin üzerinde bir bağ karakterini aldı. Medine halkı artık Allah'a iman ve sevgiye daya­nan bir kardeşlik ruhuyla topyekün kardeş oldular.

Biri İslama girer girmez artık anlaşmazlık, karşılıklı tecavüz, öc alma hissi, ırkçılık, kabilecilik, atalarla ve geçmişle övünmek gibi cahiliyetin bütün kötü birikimlerinden bir anda sıyrılıyor, îslamın harimine tertemiz bir gönül ve arınmış bir ruhla adımını atıyordu. Böylece İslamı kabul eden her fert İslam toplumuna destek vermiş oluyor, ona bir üye daha kazandırıyor, toplumun kuruluş ve yapı­lanmasına bir temel taşı oluşturuyor ve onu güçlendiriyordu. Elbetteki bununla beraber müsîümanları mutluluk içinde görünce kendisi de büyük bir gönül rahatlığı yaşıyordu.

Daha bir yıl geçmemişti ki (Hatma, Vakıf, Vail ve Ümeyye) ai­leleri hariç tüm Medineliler müslüman oldular. Bu dört aile ise Evs Kabilesi'nin bir kolu idiler. Onlar şirkleri üzerinde kaldılar. îslamın getirdiği bu kardeşlik, ne kâğıtlar üzerinde yapılmış bir sözleşme ne de lafta kalmış boş ve geçici bir şeydi. O, gönüllere nakşolmuş bir pekişme, ruhların derinliğine işlemiş bir kardeşlik duygusu idi.

Kâğıt üzerindeki yazılar ve ifadeler yorumlanabilir, ama bu­nun başka bir yorumu yoktu; kelimeler, değişik tefsir edilebilir, hatta değiştirilebilir fakat bu kardeşliğin artık değişikliğe uğrama­sı mümkün değildi. Bu, insanlık tarihinde yapılmış tüm sözleşme­lerden daha yüce, daha üstün ve daha kutsaldı. Bu kardeşlik ant­laşması Hz. Rasulullah (sav)'m bizzat huzurunda yapılmıştı. O sı­rada dudaklardan dökülen kelimeler aslında kalplerin derinlikle­rinden yükselerek çıkmıştı. Bu sözlere ise Allah ve Rasulü şahit ol­muşlardı.

Bu, hem söz hem de eylem, hem can, hem de mal ve mülk pla­nında, hem zor hem de ferah günlerde hep geçerli olacak nitelikte bir kardeşlik sözleşmesiydi.

Bu aşamadan sonra Hz. Peygamber bu kez Medineli yahudi-lerle karşılıklı bir güvenlik anlaşması yapmak istedi. Ta ki Medine­liler, müslümanıyla, kânriyle dış güçlerin herhangi bir saldırısı karşısında birlikte tavır alsın ve birlikte hareket etsinler. Çünkü Kureyşliler Medine'ye karşı askeri bir harekata girişebilirlerdi.

Öte yandan artık yapılanma ve bir devlet olma yolundaki bu şehirde bir nizam, bir düzen ve kanun hakimiyetinin kurulması ve uygulanması gerekiyordu. Hz. Peygamber muhacirlerle Ensar ara­sında (ayrıca) yazılı bir kardeşlik sözleşmesi düzenledi. Bu belge­de aynı zamanda yahudilere karşı saldırmazlık taahhüdünde bu­lundu.

Din ve inançlarında hür olduklarını tanıyarak, mallarını ve canlarını teminat altına aldı. Bu belgeye onlarla birlikte iki tarafı bağlayıcı karşılıklı şartlar koydu. Hz. Peygamber (sav) bu genel deklarasyonu şu şekilde düzenledi:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,

işbu yazı Kureyş'ten veYesrib (Medine) halkından, ayrıca, on­lara tabi olup aralarına katılan ve onlarla birlikte cihad eden (İs­lam davası uğruna her türlü imkanlarıyla mücadele veren) mümin ve müslümanlar arasında geçerli olmak üzere Allah'ın elçisi Mu-hammed tarafından düzenlenmiş bir sözleşmedir:

Mümin ve müslümanlar, başka milletlerden farklı bir tek ümmettir. Kureyş'ten Muhacirler (Îslamın doğuşu sırasında) vak­tiyle sahip oldukları adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaklar­dır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) maktulün tazmi­natını kendi aralarında ortaklaşa ödeyeceklerdir. Müminler, ara­larında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (ge­rekli olan) fidye karşılığında serbest bırakacaklardır.

Keza Benî Avf Kabilesi {Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sa­hip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağh kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını kendi aralarında ortaklaşa ödeyeceklerdir. Gruplar­dan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (gerekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabi­leceklerdir.

Keza Benî Saide Kabilesi (Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cina­yet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktu­lün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak, esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabileceklerdir.

Keza Benî Cesim Kabilesi (Îslamın doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağh kalacaktır. (Cina­yet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktu­lün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ortaklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.

Keza Benî Neccar Kabilesi (îslamin doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cina­yet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktu­lün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ve ortak­laşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adalet­le davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.

Keza Benî Amr Bin Avf Kabilesi (îslamm doğuşu sırasında) vaktiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacalç-tir. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında or­taklaşa ödeyeceklerdir. Gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel muamele ile (isterlerse ge­rekli olan) fidyeyi alıp serbest bırakabileceklerdir.

Keza Benî'n-Nübeyt Kabilesi (îslamm doğuşu sırasında) vak­tiyle sahip olduğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazminatını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında or­taklaşa ödeyecekler, gruplardan her biri, müminler arasında adaletle davranarak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.

Keza Benî'I-Evs Kabilesi (îslamın doğuşu sırasında) sahip ol­duğu adalet ve hukuk anlayışına bağlı kalacaktır. (Cinayet veya kaza ile öldürme olaylarında) kabile mensupları maktulün tazmi­natını -eskiden olduğu gibi- kendi aralarında ve ortaklaşa ödeye­cekler, gruplardan her biri, müminler arasında adalede davrana­rak esirlerini güzel bir muamele ile (isterlerse gerekli olan) fidye karşılığında serbest bırakabileceklerdir.

Müminler (aralarında, esir veya köle durumundayken hürri­yetinin bağışlanmasına karşılık efendisine) fidye Ödemek zorun­da olan mali durumu zayıf kimselerle (katilin akrabalarından olup öldürülenin varislerine payına düşen tazminatı ödemek zo­runda olan) yine mali durumu zayıf kimseleri ve borçluları orta­lıkta sahipsiz bırakamazlar, onlara gerekli yardımda bulunacak­lardır.

Hiç bir mümin (velisinin haberi olmadan) bir diğer müminin, azadlı kölesi [6] ile sözleşme yapamaz. Allah'ın koyduğu sınırlara, kanun ve müeyyidelere saygılı olan müminler, aralarında birinin ağır suç işlemesi, başkasına zulmetmesi, günaha tevessül etmesi, başkalarının hukukuna tecavüzde bulunması veya müminler arasında bozgunculuk yapmaya çalışması halinde ona karşı ted­bir alma yetkisine sahiptirler. Bu (suçlu kimse) onlardan birinin çocuğu bile olsa, müminlerin tümü ona karşı alınacak tedbirde hep birlikte yetkilidirler. Bir mümin (akrabası olan) bir kâfirin kanına karşılık bir mümini katledemez. Bir mümin, bir kâfiri başka bir mümine karşı savunamaz. Allah'ın koyduğu garanti (her mümin için) aynıdır. İçlerinden en güçsüzünü onlara ema­net etmiştir. Müminler diğer kitlelerden ayrı olarak birbirlerinin velisidirler, (birbirlerinin dostu ve sırdaşıdırlar).

Yahudilerden kim bizim nizamımıza uyacak olursa onun için yardım ve destek vardır; zulme uğramayacaklardır, onlara karşı yardımlaşarak cephe alınmayacaktır.

Müminler (bir cepheye karşı) ancak birlikte barış ilan edebi­lirler. Allah yolunda yapılmakta olan bir savaş sırasında, adaletle ve birlikte karar almadan hiç bir mümin diğerlerinin haberi ol­maksızın (düşmanlarla) barış ilan edemez.

Bizimle birlikte (düşmana karşı safımızda savaşanlar) birbir­lerine destek olacaklar ve Allah yolunda şehid olanlardan birbir­lerini haberdar edeceklerdir. Allah'ın emir ve yasaklarına uyan müminler, hidayet ve doğru yolun en güzelini takip edeceklerdir. (Medineli) hiç bir müşrik (putperest), (Mekke'li putperest) Küreyşlilere ait bir malı veya canı kefaleti altına alamaz, onlarla bir mümin arasına giremez.

Kim bir mümini haksız yere öldürür ve bu cinayet (delille) sa-bitleşirse (maktulün) velisinin (tazminat karşılığında katili affet­meye) razı olması hariç, katile kısas uygulanacaktır. Bütün mü­minler böyle bir kimseye karşı aynı tavır içinde olacaklardır. On­lara, aksine hareket etmek helal değildir.

İşbu sayfadaki (şartları, kuralları) müeyyideleri deklare eden, (kabullenip sorumluluğunu üstlenen) Allah'a ve Ahiret gününe inanan hiç bir mümin bu sözleşmeyi ihlal eden kimseye yardım­cı olamaz. Onu barındıramaz. (Saklayıp koruması altına alamaz.) Her kim ki (bu sözleşmeyi) ihlal eden kişiye yardımda bulunur veya onu barındırıp saklarsa Allah'ın lanet ve gazabı Kıyamet gü­nünde onun üzerine olsun; Allah onun ne farzını, ne sünnetini (ne tövbesini ne de fidyesini) kabul etmesin.

Bir hususta ihtilafa düşecek olursanız o meseledeki merci-iniz (hükmüne boyun eğmek zorunda olduğunuz) Allah ve O'nun elçisi Muhammed'dir.

Yahudiler (Müslümanlarla birlikte ortak düşmana karşı) sa­vaştıkları sürece, savaş masraflarını (müslümanlarla birlikte) ödeyeceklerdir. Benî Avf Kabilesi yahudüeri, müminlerle ittifak etmişlerdir.

Yahudiler de kendi dinlerinde, müslümanlar da kendi dinle­rinde serbest olacaklardır. Taraftarları (azadlı köleleri de) kendi­leri de bu hürriyete sahiptirler. Zulmedenler ve suç işleyenler müstesnadır. Bunlar sadece kendilerine ve ailelerine zarar ver­miş olacaklardır.

Benî'n-Neccar kabilesi yahudüeri, Benî'l-Haris Kabilesi ya-hudileri, Benî Saide Kabilesi yahudileri, Benî Cesim Kabilesi ya­hudüeri, Benî'1-Evs Kabilesi yahudüeri ve Benî Su'lebe Kabilesi yahudüeri de Benî Avf Kabilesi yahudileri gibi aynı haklara sahip olacaklardır. Ancak bunlardan zulmedenler ve suç işleyenler müstesnadır. Bunlar sadece kendilerine ve ailelerine zarar vermiş olacaklardır. (Tüm kabilelerde olduğu gibi) Benî Su'lebe Ka­bilesinden seçkin biri de onlardan her şahıs gibidir. (Hukuk kar­şısında herkes eşittir.)

Benî Şutayba Kabilesi yahudüeri de Benî Avf Kabilesi yahudi­leri gibi aynı haklara sahiptirler. (Herhalde) itaat (ve uyum) suç işlemekten (serkeşlik yapmaktan) daha hayırlıdır.

Benî Su'lebe Kabilesinin taraftarları (azadlı köleleri) de ken-düeri gibi (aynı hak ve şartlara tabi) dirler. Yahudilerin müttefik­leri (ve sırdaşları) da kendileri gibi (aynı hak ve şartlara tabi) dir­ler. Onlardan hiç biri, Muhammed'in izni olmadan çıkamaz.

Hiç kimse yaralama cezasından kaçmamaz. Kim bir insan katlederse o esasen kendi canına kıymış ve ailesini perişan etmiş olur. Ancak zulme uğrayanlar müstesnadır. Allah Teala işbu söz­leşmeden hoşnuttur.

Müslümanlar kendi giderlerini, yahudiler de kendi giderleri­ni üstlenirler, ancak bu sözleşmeyi çiğneyenlere (onu ihlal eden­lere ve tanımayanlara) karşı birlikte hareket ederler. Aralarında öğüt ve itaat vardır. (Uyum ve barış içinde olacaklardır) (Herhal­de) itaat (uyumlu olmak) suç işlemekten (karşı çıkmak ve serkeş­lik yapmaktan) daha hayırlıdır.

Hiç kimse taraftarının işlediği suçtan dolayı sorumlu tutula­maz. Zulme uğrayan (haksızlığa maruz kalan, daima korunacak) yardım görecektir. Birlikte savaştıkları müddetçe yahudiler de müslümanlarla beraber savaş masraflarına katılacaklardır. Yes-rib'in (Medine'nin) içi (devlet sınırları dahilinde kalan topraklar) bu sözleşmede taraf olanlar için dokunulmazdır. Bir kimsenin komşusu da kendisi gibi -dokunulmaz- dır. Ona zarar verilemez. İtham edilemez.

Bir aileye (o ailenin) izni olmadan siğınılamaz. (Bir aileye sı­ğınma hakkı ancak o ailenin iznine bağlıdır.) Bu sayfada (bu söz­leşmede) taraf olmuş kimseler arasında çıkacak herhangi bir an­laşmazlık veya gelişmesinden endişe duyulabilecek bir kavga ko­nusunda hüküm Allah'a ve Muhammed'e aittir. Allah Teala işbu sözleşmede bulunanlardan tamamen hoşnut ve razıdır.

Ne Kureyşlüere ne de müttefiklerine sığınma hakkı yoktur.

(Kimse onlardan birinin sığınma talebini kendi başına kabul ede­mez.)

(İşbu sözleşme ile müttefik ilan edilen) Medineliler arasında Yesrib'e baskın düzenleyeceklere karşı yardımlaşma vardır.

(Kureyş ve müttefiklerine) Medineli müminler tarafından bir barış çağrısında bulunulur ve buna bağlı kalınırsa onlar da bu barış teklifini kabul edecek ve bağlı kalacaklardır.

Keza onlar böyle bir çağrıda bulunacak olurlarsa müminler üzerinde aynı haklara sahip bulunacaklardır. Ancak (içlerinden) dine (İslama) karşı çıkacak olanlar hariç. Onlardan her birinin kendi başına, hissesine düşecek, sorumluluk (yalnızca) kendisi­ne aittir.

Evs yahudileri ve yandaşları da işbu sözleşmede taraf olanla­ra karşı sırf olumlu (ve uyumlu) bir tutum içinde bulunmakla be­raber onlar gibi (aynı haklara ve aynı sorumluluklara tabi) dirler. itaat (ve uyum) herhalde (kuralları çiğniyerek) suç işlemekten ha­yırlıdır.

Kim (ne yapar) ne kazanırsa kendisi için yapmış olur. Gerçek şudur ki Allah Teala bu sayfada yazılı bulunanlardan hoşnuttur. Bu sözleşme hiç bir zalimin ve suçlunun hakettiği cezaya çarpıl­masına engel değildir.

Zulmeden ve suç işleyen hariç kim isterse Medine'den güven içinde çıkabilecek, isteyen de Medine'de güven içinde oturabile­cektir. Allah (cc) iyi bir tutum ve gidişat izleyen ve kuralları çiğ­nemekten sakınan kimseyi korur. Muhammed de..[7]

Bu sözleşme ile böylece çeşitli kitleleriyle topyekün Medine halkı, yeni düzeni uygulamak üzere dış düşmanlara karşı tek el (tek güç) haline geldiler.

Bu sözleşmeden aşağıdaki sonuçlar ortaya çıkmaktadır:

1- Medine'deki İslam cemaati artık dini ve siyasi bir kişiliğe sa­hiptir. Dolayısıyla kurallara uyanı korumak, suç işleyeni ise ceza­landırmak onun hakkıdır.

2- Sözleşmede tarafların herhangi biri zulmetmedikçe veya suç işlemedikçe herkesin din hürriyeti teminat altındadır.

3- Müslüman olsun, gayrimüslim olsun Medine halkının tü­mü, gerek maddi, gerek askeri ve gerekse sosyal konularda elbirli­ği edecek ve birbirlerine karşı saygılı olacaklardır. Şehirlerine yö­nelik muhtemel herhangi bir saldırıya karşı birlikte hareket ede­ceklerdir.

4- Hz. Rasulullah (sav) Medine halkının tümünün en büyük reisidir.

5- Komşuluk, akrabalık, vatan birliği, soydaşlık, menfaatle or­taklık, dil birliği ve ortak zevkler bir yana yalnızca din ve inanç bir­liğine sahip olanlar ancak aynı ümmetten sayılır. (Bir ümmeti oluştururlar). Din ve inançtan başka bütün bu kavramlar, ayaklar altına alınmalıdır.

Müslümanlar bir tek ümmettir. Komşuluğa, dil birliğine ve geçmişteki siyasi ittifak ve güçbirliğine rağmen yahudiler de kendi aralarında (müslümanlardan ayrı olarak) bir ümmet oluştururlar.

Bunlar Medine'deki toplumun yeni statüsünü belirleyen ve günümüzde vatan cephesi (veya dahili cephe) dediğimiz (dış sal­dırılara karşı) birliği düzenleyen prensiplerdi.

Dış cepheye gelince: Müslümanların, Medine civarında yaşa­yan kısmen onlarla barış halinde bulunan, şehrin giriş yerlerini iyi bilen, halkla sürekli bir temas içinde bulunan ve onlarla haşir ne­şir olan kabileleri dize getirmesi gerekirdi. Ta ki dış düşmanlara yardımcı olmasınlar. Çünkü Medinelilere oranla bunların güçleri az olmakla beraber, yine de hissedilir tesirleri olabilirdi. Bu bakım­dan aynı zamanda civardaki kabilelerin onlar üzerinde bir komp­lo emeli beslememelerine, bu yüzden Kureyşliler tarafından yok edilmemelerine engel olmak için güçlerini ortaya koymaları gere­kirdi.

İkinci bir nokta daha vardı ki güçlenmeleri, İslamm yayılması­na, İslam mesajının uzaktaki diğer kabilelere ve her yöne ulaşma­sına da yardımcı olacaktı. Çünkü güçsüzle, ne kimse ilgilenir ne de kimse onu dinler. Halbuki zayıf durumda olan halk daima güçlü­nün düşüncesini benimser.

Genellikle her zaman bu böyledir. Özellikle de güçlünün zayı­fı ezdiği ona saldırıp toprağını işgal ettiği, üzerine baskınlar dü­zenlediği cahiliyetin o döneminde durum büsbütün bu merkezde idi. İşte bu sebepledir ki Hz. Peygamber yeni anlayışı artık açıkça ortaya koymak maksadıyla Medine yakınlarındaki yerleşim bölge­lerine Seriyye'ler (küçük askeri birlikler) gönderdi.

Bu operasyonlardan maksat, Kureyşlileri, Medine'deki yeni oluşumu tanımak zorunda bırakmaktı. Bu hareket, günümüzde bir ülkede iktidarı ele geçiren bir grubun, diğer devletlerce yöne­timlerinin tanınmasını ve onaylanmasını sağlamak amacıyla har­cadığı çabalara bir bakıma benzemektedir.

Medine'de Hz. Peygamber (sav)'e inen Kur'an-ı Kerim'in ayet­leri de bu yeni toplum için birer kanun karakterinde artık inmeye ve hayatın her sahasında tatbik edilmeye başlandı. Bu sayede Me­dine halkı, kardeşlik, bağlılık, muamelelerde ve hayatta doğruluk, keza toplumun tüm fertleri arasında tam bir dayanışma gibi insa­noğlunun özlediği faziletlerle dolu bir hayat yaşadı.

Öyle ki Medine'de yaşanan bu dönem, dünyada ve ahirette sa­adet dileyen herkes için sonsuza dek alternatifsiz bir hayat tarzı olmak üzere örnek teşkil etti. Hz. Peygamber (sav) de bir yandan bu yeni toplum için siyasi, ekonomik ve sosyal prensipler koydu.

Yesrib bu sayede artık belli ve tek bir nizamın gölgesinde, bir bütün olarak yaşamaya başladı, işte bu İslam nizamıydı. Hz. Mu-hammed (sav) de toplumun önderi ve lideriydi. Bu sebeple Medi­ne halkı artık (şu veya bu kabilelerden değil) sadece îslami bir top­lumdan oluşuyordu.

Toplum bir insan kitlesinden meydana gelen, aynı topraklar üzerinde yaşayan ve aynı kanunlar silsilesine uyan halktır. Halkın

tümünün uygulanmakta olan rejime inanmış olması lehinde faali­yet göstermesi şart değildir.

Nitekim sosyalizmin tatbik edildiği bir ülkede yaşayan herkes bu rejimin yarayışlı bir idare sistemi olduğuna samimiyetle ina­nan birer sosyalist değildir. Keza kapitalizmin hakim olduğu bir ülkedeki her vatandaş bu sistemin sağlıklı bir hayat düzeni oldu­ğuna samimiyetle inanan ve propagandasını yapan birer kapitalist değildir. Böyle bir kimse ancak kapitalist toplumun bir ferdi, öte­kisi de sosyalist toplumun bir ferdi sayılırlar. Bir toplumda değişik dinler, farklı görüşler bulunabilir.

Ancak bu ayrılıklara rağmen toplum hangi rejim, hangi düzen­le tanınıyor ise kendisine o rejim uygulanıyor demektir. Bu bakım­dan Medine'deki İslami Toplum dediğimiz zaman bundan maksat, îslam düzeninin o çağda Medine'de oturanları kapsadığı ve (çeşitli kitlelerin, değişik fikir ve hedeflerin bulunmasına rağmen) Islamın uygulanan genel düzenine herkesin uymak zorunda olduğu anla­mını taşır. Nitekim Medine'de o devirde müslümanlarm yanı sıra yahudiler, şehrin gerek içinde gerekse etrafında, henüz putlara ta­pan göçebe Araplar, bunlara ilaveten Medine'nin içinde (sadece dış görünüşleriyle müslüman geçinen ikiyüzlü) Münafıklar gibi çeşitli görüş, inanç ve kanaatlere sahip kitleler yaşıyorlardı.

Ancak bu gerçeğe rağmen Islamın siyasi, idari, sosyal ve huku­ki düzeni bütün bu kitleler için geçerli idi. Çünkü Allah'ın elçisi Hz. Muhammed (sav) -yukarıda da işaret edildiği gibi- tüm Medi­ne halkının en üst düzeydeki idarecisi idi. Bu durumda bir müslü­man ile bir yahudi arasında herhangi bir ihtilaf doğsa elbette ki bu konuda Allah'ın hükmü uygulanır ve ikisi hakkında da tatbik saha­sına konurdu. Fakat ihtilaf iki yahudi arasında doğduğu takdirde bu kez taraflar isterlerse yahudüerden kurulu bir heyet önünde davalarını görür, isterlerse Tevrat'ın hükümlerine ve kendi gele­neklerine göre davalarım hal yoluna gider, istedikleri takdirde îs­lam şeriatına göre de sorunlarını çözümlemeyi tercih edebilirler­di. Dolayısıyla bu topluma biz İslami Toplum diyoruz. Çünkü halk îslam nizamına tabi idi.

Vaktiyle Mekke'de bulunan müslümanlarm oluşturduğu top­luluğa da İslam Cemaati demiştik. Halbuki onların Mekke üzerin­de hiç bir hakimiyeti yoktu. Üstelik hiç bir siyasi otoriteye de sahip değillerdi. Fakat kendine mahsus özelliği olan ve Mekke'nin put­perest halkından vicdan ve şuuruyla tamamen ayrılan bir topluluk oluşturmakta, kendilerini özel bir kitle saymakta ve kendi kendile­rine uyguladıkları ayrı bir düzene tabi bulunmakta idiler. Ne Ku-reyşlilere ait kavramlar ve cahiliyetin hükümleri kendilerine tatbik ediliyor, ne de cahiliyetin onlar üzerinde bir etkisi bulunuyordu. Ayrıca kendilerine mahsus bir liderleri de vardı. Her hususta ona bağlı idiler ve emirlerini büyük bir dikkat ve titizlikle tatbik ediyor­lardı. O'nun karar ve yargısından dolayı da gönüllerinde hiç bir te­reddüt duymaz, büyük bir teslimiyet gösterirlerdi.

Bazı müslümanlar, yapılan kardeşlik akdinden ve yahudilerle yapılan ittifaktan sonra artık tamamen rahata kavuştuklarım zan­netmişlerdi. İçlerinden duydukları rahatlama hissiyle, toplumu oluşturan diğer kardeşleriyle birlikte yeni muhit içinde, özledikle­ri ferah ve mutlu bir hayat süreceklerini zannediyorlardı.

Fakat gerek Hz. Peygamber (sav), gerekse İslam davasının ger­çek mahiyetini idrak eden, güzide sahabileri çok iyi biliyorlardı ki hem içinde yaşadıkları topluma, hem de onları çevreleyen dış mu­hite karşı çok şiddetli ve uzun bir mücadele dönemi yaşayacaklar­dır. Sonra, içinde yaşadıkları şartlan nazarı itibare alarak çok iyi biliyor ve kestiriyorlardı ki bir yandan Medine içinde, diğer yan­dan ise dışarıda hem Kureyş'lilere hem civar kabilelere ve ayrıca büyük devletlere karşı olmak üzere bir çok cephelerde savaşlara girişeceklerdir.

Evet müslümanlar, Medine'de, yani iç cephede, Medine toplu­munun bir bölümünü teşkil eden, fakat menfaat payı çıkarmadık­ları ya da başını çekmedikleri her şeye karşı kıskançlık ve kin bes­leyen, huylarına kötü niyet işlemiş unsurlarla savaşacaklardı ki iş­te bunlar yahudilerdi.

Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in zevcelerinden müminlerin anası, (yahudi) Huyey Bin Ahtab'ın kızı Hz. Safiyye şunları anlatı­yor, diyor ki:

"Ben, gerek babamın, gerekse amcam Yasir'in gözünde onla­rın tüm çocuklarından çok daha sevgiliydim. Çocuklarla birlikte onlara her rastlayışımda mutlaka önce benimle ilgilenirlerdi.

Hz. Peygamber (sav) Medine'ye gelip Küba mevkiinde Benî Amr Bin Avf Kabilesi'ne misafir olunca Babam Hay Bin Ahtab ve amcam Yasir, nabzını yoklamak üzere O'nu gidip konakladığı yerde ziyaret ettiler ve ancak akşam güneş batmak üzereyken yorgun ve bitkin bir vaziyette eve döndüler.

Ben her zaman olduğu gibi gene onlara sokuldum. Fakat ye­min olsun ki bu kez ikisi de yüzlerinden okuduğum endişe ve sı­kıntıdan olacak dönüp yüzüme bile bakmadılar. Bu sırada am­cam Yasir'in babama şunları sorduğunu duydum:

- Acaba bu O Zatın bizzat kendisi mi? (Yani Tevrat'ın belirtile­rini anlattığı Peygamber mi?) Babam:

- Evet, vallahi ta kendisi, diye cevap verdi. Amcam yine baba­ma:

- Peki O'nu kesin olarak teşhis edebildin mi? diye sordu. Ba­bam:

- Evet, dedi. Amcam bu kez:

- Peki O'na karşı içinde neler hissediyorsun diye sorunca:

- Allah'a yemin ederim ki sağ olduğu müddetçe O'na karşı hep kin besleyeceğim, diye cevap verdi.[8]

Vaktiyle yahudiyken sonraları müslüman olan Abdullah Bin Selam da şunları anlatıyor:

"Hz. Peygambere (sav) gelip şöyle dedim:

- Ey Allah'ın elçisi! Yahudiler iftiracı bir millettir. İstiyorum ki: (Onların ileri gelenlerini çağırıp, o sırada) beni evinin başka bir odasına gizleyerek (müslüman olduğumu henüz öğrenmeden ön­ce) hakkımdaki kanaatlarım onlardan sorasın. Eğer müslüman olduğumu öğrenirlerse mutlaka bana iftira eder, bir çok ayıp ve kusurlara sahip bulunduğumu ileri sürerler.

Bunun üzerine beni evinin bir odasına sakladı. Onlar da ge­lip içeri girdiler. Hz. Peygamber (sav) Ie konuştular, sorular yö­nelttiler. Sonra Hz. Peygamber (sav) onlara:

- Peki Husayn (Abdullah) Bin Selam'ı nasıl bilirsiniz, diye sor­du.

- O bizim efendimiz ve efendimizin oğludur en bilgili olani-mızdır, diye cevap verdiler.

Sözlerini bitirir bitirmez saklandığım yerden çıktım ve ken­dilerine dedim ki:

- Ey Yahudiler! Allah'dan korkun da Hz. Peygamber (sav) 'in si­ze getirmiş bulunduğu şu gerçeklere artık inanın. Allah'a yemin ederim ki O'nun peygamber olduğunu kesin olarak biliyorsunuz. Adıyla sanıyla elinizdeki Tevrat'da O'nu yazılı olarak görüyorsu­nuz. Ben O'nun Allah'ın elçisi olduğuna işte şehadet ediyorum. O'na inanıyor, O'nu doğruluyor ve tanıyorum.

Bunun üzerine bana:

- Yalan söylüyorsun, dediler.

Ve aleyhimde konuşup sürekli beni çekiştirdiler. Sonra Hz. Peygamber (sav)'e dedim ki:

- Ey Allah'ın elçisi! îşte gördün mü? Onların iftiracı bir millet olduğunu, onlarm kötülük, yalan ve fücur ehli olduklarını daha Önce sana söylememiş miydim [9]

Müslümanların kısa bir süre sonra içeride karşılaşacakları cephelerden biri de işte bu idi. Onların karşısındaki bu en büyük iç cephenin üyeleri olan yahudiler eğer zaman kaybederlerse fır­satı kaçıracaklarına, İslamın da Medine'de iyice kökleşeceğine ina­nıyorlardı.

O bakımdan mutlaka bir karışıklık çıkarmak, bu birbirlerini karşılıklı olarak aşk derecesinde seven kardeşlerin arasım bozmak, kökü eskiye dayanan ihtilafları tekrar geri getirmek ve kabilecüik ateşini yeniden alevlendirmek gerekirdi.

Bir gün, Evs ve Hazreçliler bir arada toplu halde bulunurlar­ken, tam bu sırada yahudi liderlerinden Şas Bin Kays onlara rast­ladı. -Halbuki ortalık artık sütliman olmuş, İslam cahiliyet ruhu­nu onlardan uzaklaştırdıktan sonra hayat bütün güzellikleriyle kendilerine kucak açmıştı.- Bu manzara yahudi elebaşısının hiç hoşuna gitmedi. O sırada müslümanlar arasında oturmakta bulu­nan bir yahudi gencini, çaktırmadan yanma çağırıp vaktiyle Evs'li-lerle Hazreç'liler arasında cereyan eden Buas Savaşı hakkında ba­zı şeyler söyleyerek o düşmanlık günlerini yeniden onların hafıza­sında canlandırmasını ve hatta taraflara ait o günün kahramanlık­larını anlatan bazı şiirler okumasını tavsiye etti.

Aralarında fitneyi yeniden körüklemek için bunu yapıyordu. Nitekim bu yahudi genci de elinden geleni yaptı ve etkisini de gös­terdi. Neredeyse Evs'li ve Hazreç'li müslümanlar yeniden birbirle­rinin yakasına düşeceklerdi. Hatta islamın onlara işlediği kardeş­lik ruhunu bir an unutarak, şehrin dışındaki taşlık arazide karşı­laşmak üzere birbirlerini tehdit etmeye kadar işi vardırdılar.

Haber Hz. Peygamber (sav)'e de ulaştı. Derhal yanlarına gele­rek ayakta kendilerine şöyle hitap etti:

"- Ey Müslümanlar! Allah'tan korkun. Ben henüz aranızday-ken ve Allah Teala sizi hidayete (doğru yola) erdirdikten sonra, si­zi İslam (nuru) ile şereflendirdikten, cahiliyetin bütün fenalıkla­rından sizi arındırdıktan, küfürden (inkarcılıktan) kurtarıp ara­nızı bulduktan sonra yeniden cahiliyet davasıyla mı ortaya çıkı­yorsunuz?"

Ensar (Medine'li müslümanlar) Hz. Peygamber (sav)'in bu sözlerini duyar duymaz, aralarındaki kardeşlik ruhu yeniden can­landı. Şeytanın vesveseleri ve cahiliyet meyli gönüllerinden tekrar silindi, fakat.yahudiler fitne ve karışıklık çıkarmaktan bir türlü vazgeçmediler. Genç İslamî topluluğu yıkmak ve dağıtıp perişan etmek için hiç bir fırsatı kaçırmadılar.

"De ki: Ey Kitap Ehli, sizler şahidler olduğunuz halde, ne diye iman edenleri Allah yolundan -onda bir çarpıklık bulmaya yelte-nerek- çevirmeye çalışıyorsunuz? Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir. [10]

Müslümanlar, bütün endişeleri ve gayeleri siyasi bir mevki kapmak, menfaat ve şöhret kazanmak olan yine içerideki bir cep­he ile savaşacaklarını biliyorlardı. Bu adamlar, bansın hakim oldu­ğu günlerde ortaya çıkar, liderlik arayışları içine girer, ancak zor günlerde de hep ortalıktan kaybolurlardı. Bunu, sırf geride kalıp hilelerini daha iyi icra etmek ve İslam davasının önderini arkadan vurmak için böyle yapıyorlardı. Bunların başında Abdullah Bin Ubey Bin Selûl, geliyordu. Nifakın, Münafıkların elebaşısı bu idi. Hazreç Kabilesi'ne mensuptu.

Bedir savaşının cereyan ettiği gün gibi en hassas saatlerde Hz. Peygamber (sav)'i maceracılıkla suçlamış, kafaları karıştırmaya çalışmıştı. Fakat müslümanlar üstün gelince kurnazca tavrını de­ğiştirmiş, müslümanların yenilmezliğini görünce de avenelerine, (dış görünüşleriyle de olsa) artık müslüman olmaları tavsiyesinde bulunmuştu ve onlara şöyle demişti:

"Bu dava (yani îslam davası) artık rotasını tuttu. Onu ortadan kaldırmak için ümit kalmadı."

Bu hadiseden sonra O da müslümanlığım ilan etti ve münafık gruplar peşine takıldılar. Hepsi birden dış görünüşleriyle müslü­man geçinmeye çalışıyorlardı. Fakat içlerinden de îslamın ve müs­lümanların basma çorap örmek için her an fırsat kolluyorlardı. Bu adamdan önce de sözde müslüman olduklarını ilan eden bir top­luluk daha vardı ki Allah da biliyor hepsi yalan söylüyorlardı. Hile­leri o dereceye varmıştı ki müslüman olduklarını ilan eden ilk mü­nafıklar sırf müslümanları parçalamak maksadıyla Dirar Mescidi adıyla bilinen bir cami bile inşa etmişlerdi.

Bu cami de onların tabiatına uygun bir özellik kazanmıştı. Dış görünüşüyle bir ibadethane idi, fakat gerçekte müslümanları parçalamak için bir örgüt karargahı vazifesini görüyordu, münafıkla­ra hareket ve faaliyet imkanını sağlıyordu. Hz. Peygamber (sav) bu camiin yapılmasındaki gerçek gayenin ne olduğu hakkında haber­dar edildi. O da hemen yıkma emrini vererek ortadan kaldırdı.

Allah Teaia bu olayı şöyle anlatmaktadır:

"Zarar vermek, müminlerin arasını ayırmak, Allah ve Pey-gamber'ine karşı savaşanlar hesabına içinde casusluk yapmak üzere bir mescid kurup; 'Biz sadece iyilik yapmak istedik' diye ye­min edenlerin yalancı olduklarına Allah şahiddir.

Ey Muhammedi O mescide hiç girme! İlk gününden beri Al­lah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan rhescidde bulun­man daha uygundur. Orada armmaknsteyen insanlar vardır. Al­lah arınmak isteyenleri sever.

Yapısını Allah'dan sakınmak ve O'nun hoşnutluğuna ermek için yapan kimse mi daha hayırlıdır; yoksa yapısını kayacak bir yar kıyısına yapıp da onunla beraber cehennem ateşine yuvarla­nan kimse mi? Allah zulmeden kimselere doğru yolu göstermez.

Yaptıkları bina kalplerinde bir şüphe ve izdırap kaynağı ol­makta -Kalpleri paralanana kadar- devam edecektir. Allah bilen­dir, hikmet sahibidir. [11]

Dırar Mescidi'nin yıktırılmasından sonra bü kez münafıklar Mescid-i Nebevî'de (Hz. Peygamber'in Camiinde) birbirleriyle bu­luşmaya başladılar. Camiye girdiklerinde müslümanlarla alay eder, aralarında yalan haberler yaymaya çalışırlardı.

Nitekim bir gün Hz. Peygamber onları camiin içinde bir araya toplanmış, başları öne eğik, birbirlerine adeta yapışık vaziyette gördü. Derhal dışarıya atılmalarını emretti ve gerçekten de O'nun emri üzerine sille tokat dışarıya atıldılar. Ancak münafıklar bir tür­lü fitneden vazgeçmediler.

Müslümanları parçalamak için hiç bir fırsatı kaçırmıyorlardı.

Müslümanların sabırlı tavrı ve Hz. Peygamber (sav)'in hikmetli davranışları onların hemen dağılıp yok olmaları şeklinde kendini göstermedi. Bilakis bir süre daha hilelerine devam ettile [12]

Hz. Rasulullah (sav) müslümanların iç cephede, Medine'nin gerek içinde gerekse etrafında bulunan bedevi Araplarla bir sıcak savaş yaşayacaklarını biliyordu. Çünkü bu bedevi Araplar, menfa­atlerine uygun düşmeyen hiç bir hakkı tanımıyorlardı. Sadece kendi çıkarlarının peşinde yürüyorlardı. Ortama da katiyyen uyum göstermezlerdi. Dolayısıyla heva ve hevesleri onları nereye yönlendirirse oraya doğru sürüklenirlerdi. Üstelik son derece ca­hil, serkeş ve kaba idiler.

Öyle ki sıradan bir kimse bile bir anda akıllarına girip fikirleri­ni, yönlerini kanaatlerini değiştirebilirdi. Nitekim yahudilerle mü­nafıklar bu cahil kitleden daima faydalanmaya, onları müslüman­ların aleyhinde kışkırtmaya, müslümanlara ait, mal, mülk, mahsul ve evlere saldırıda bulunmaları için onları teşvik etmeye çalışıyor­lardı. Bu bakımdan müslümanların, karşısında tavır belirleyebile­cekleri kesin ve net bir tutuma da bu bedeviler sahip değildi. Bu, temelinde cahilliğin, bilgisizliğin bulunduğu bir tehlike idi. Dola­yısıyla İslam, bir bakıma, cehalete ve onunla ilgili her şeye karşı savaş demekti.

işte bütün bu tehlikelere rağmen müslümanlar, başta Allah'ın yardımı, sonra da Hz. Peygamber (sav)'in gözetimi ve onların da güçlü imanları, isabetli uygulamaları ve Hz. Rasulullah'ın emirle­rine olan bağlılıkları sayesinde birlik ve beraberliklerini sürdüre-bildiler, yekvücut olmayı koruyabildiler. Bu sayede de bütün bu tehlikelere karşı direnmeyi ve sonunda da üstün gelmeyi başara-bildiler.

Müslümanlar, tarihlerinin başlangıcında Medine'de verdikleri mücadelenin aynısını bugün de dünyanın her yerinde vermekte­dirler. Karşılarına çıkan düşman aynı düşman, yöntemleri aynı yöntem ve aynı cephelerden müslümanlara saldırmaktadırlar. Devirler, adlar, şekiller, kavramlar, plânlar ne kadar değişmiş olursa olsun, İslam düşmanlarının asıl amaçları hiç bir zaman değişme-mektedir.

Günümüzde bu düşmanlığın tatbiatında çeşitli bilimsel me-todlar, psikolojik araştırma usulleri de izlenmektedir. Dolayısıyla müslümanlara indirilen darbeler çok daha acımasız olmakta ve korkunç neticeler doğurmaktadır. Tabi düşmanın başarı ihtimali de, müslümanların günümüzdeki güçsüz mevkilerini gözönünde bulunduracak olursak, çok daha yüksektir. Üstelik müslümanlar peygamberlerinin emirlerini ve dinlerinin yüce öğretilerini de bü­yük ölçüde ihmal etmişlerdir ki bu durum İslam düşmanlarının başarıya ulaşmasına yardım etmektedir.

Dış cepheye gelince maksat -yukarıda da zikrettiğimiz gibi-önce Medine etrannda bulunan kabileler ve göçebe Araplar üze­rinde otorite kurmak ve Kureyş'liler tarafından müslümanların si­yasi varlığının tanınmasını sağlamak için yeni oluşumu ispat et­mekti. Bunun için güç gösterisinde bulunmak ve bir yandan da İs-lamın kabileler arasında yayılmasını temin etmek gerekiyordu. Ta ki müslüman kişi, nerede olursa olsun, hangi kabileye mensup olursa olsun, kendisini koruyan yenilmez bir gücün mevcut bu­lunduğuna ve kendisinin de bizzat bu güce mensup olduğuna inansın.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, güçsüz mevkide bulunan daima yitiktir, adı sanı bilinmez. Bir davanın ise yayılması ve men­suplarının korunması gerekir. Devletin bu aşamada kurulmasının işte gayesi de bu idi. Dış cepheyi, vaktiyle Hz. Peygamber (sav)'e ve müslümanlara karşı şiddetli baskılar uygulamış olan Kureyş'li­ler, -Öncelikle- oluşturuyordu. İçinde bulundukları şımarıklık ve büyüklenmenin çirkin belirtisi olan baskı ve zulümleri öyle daya­nılmaz sınırlara vardı ki müslümanlar kendi vatanları olan Mek­ke'den çıkmak zorunda kaldılar.

Öte yandan dış cephe olarak müslümanların karşısında birçok Arap kabileleri vardı. Arap yarımadası bunların, içinde göçüp kon­dukları bir alan durumundaydı. Bu kabileler de puta tapar, Kureyşliler gibi cahili sistemin hükümlerine uyarlardı. Bunlara ilave­ten o devirde küfrün sapıklığına uğramış adaletsizlik ve zulümle tanınan özellikle Roma ve Pers gibi devletler vardı. Ki bu iki devlet Araplarla komşu ve yakınlarındaki Arap kabileleri üzerinde nüfuz sahibi idiler.

Hem sonra Arap topraklarının hiç bir bölgesi yoktu ki üzerin­de yaşayan insanlar bu iki devlete bir yandan saygı, diğer yandan korku gözüyle bakmasın.

Halbuki bu iki devlet Arapları küçümsüyor, onları çöllerinde ve köylerinde kıt kanaat geçinen, zavallı geri insan toplulukları olarak görüyor ve kendilerine karşı onlarda bir kımıldayış gördüler mi Önlerine bir kaç lokma atarak susturuyorlardı.

Onlar da bunu lütuf sayarak tekrar sahralarına dönüyor ve üs­telik bu iki devlete karşı vefasızlık etmemek üzere minnettar kalıp gerçekten onlara yandaş, taraftar ve yardımcı oluyorlardı. Bu Arap kabileleri arasında anlaşmazlık çıktığı zaman taraflardan biri he­men bu iki devletten biri nezdinde destek buluyordu.

Mesela Gassanîler Romalıların, Benî Münzir Kabilesi ise Pers-lerin yanında yerlerini almışlardı. Kinde emirlerinden, Şurahbü oğlu îmrulkays bile gasbedilmiş olan babasının tahtını kurtar­mak ve geri almak için Roma İmparatorundan yardım diliyordu...

Hz. Peygamber (sav), müslümanların ilk düşmanı olan, her an İslamı yok etmek için çaba sarfeden ve buna güçlerinin yeteceği­ne de inanan, dolayısıyla güçsüz müslümanları Mekke'de rehin alarak, onların Medine'ye vaktiyle göçmüş müslümanlara katıl­malarına engelleyerek bu yoldaki gayretlerini sürdüren Kureyş'li-lerle ilk önce karşılaşacağını biliyordu.

Kureyşliler tüccar bir topluluk idiler. Bu topluluğun adamları ticaret maksadıyla kışın Yemen'e, yazın da kuzey yönüne Şam'a gi­derlerdi. Ve Medine yoluyla veya Medine yakınlarından seyahat ederlerdi. Burası, hareket ve varış noktalan arasında önemli bir uğrak yeriydi.

Dolayısıyla müslümanlarla Kureyşliler arasında çıkması muh­temel bir savaşın değirmeni burada dönebilirdi. O bakımdam   müslümanlar, buradaki arazi yapısını, bu bölgenin coğrafyasını çok iyi bilmeli idiler. Çünkü bir yerin arazi yapısını bilmeyen bir topluluğun, orada düşrnanıyla savaşması mümkün değildir.

Ayrıca bu bölgede oturan halkın savaşta bir takım rolleri olabi­lirdi, yahud Kureyş'e ait ticaret kervanlarının bu bölgeye sık sık uğ­raması sebebiyle bölge halkının, her iki tarafın sürtüşmelerinde eli bulunabilirdi.

Hicret olayının üzerinden henüz altı ay kadar bir zaman geç­mişti. Hz. Peygamber (sav), bir lider ve aynı zamanda bir kuman­dan olarak önce iç cepheyi sağlama aldı ve düzene soktu. Sonra da dış cephede beklenen karşılaşma için gerekli hazırlıklara başladı. Önce Medine etrafına müfrezeler (küçük askeri birlikler) çıkardı.

Çatışmalarda bizzat kendisi bulundu. Bu ilk hareketlerin ön­celikle amacı şuydu:

Medine etrafında bulunan, özellikle Medine'yi Mekke'ye bağ­layan yolları, Kureyş kafil el elerinin kullandığı ana güzergahları keşfedip tesbitte bulunmak, kendilerini İslama kazandırmak için veya en azından müslümanların safını takviyede kullanmak ya da Kureyşlilerle müslümanlar arasında çıkacak bir savaşta tarafsız kalmalarını garantiye almak üzere civarda bulunan kabileleri tanı­mak ve tesbit etmek.

Sonra güç yeterse bu bölgeden geçen Kureyş kafilelerine bas­kınlar düzenlemek, .onların hareket imkanlarını engellemek, veya iktisaden çökertmek için gerekirse bu ticaret kervanlarına el koy­mak.

Bu suretle de müslümanların siyasi varlığını isbat ederek Ku-reyşlileri bu varlığı tanımak zorunda bırakmak.

Daha sonra da çıkacak olan bu olaylarla ilgili haberleri kabile­ler arasında yaymak ve müslümanların güçlü olduğunu, buna mukabil Kureyşlilerin zayıf ve güçsüz düştüklerini, Müslümanla­rın Arap yarımadasında en büyük güç haline gelmiş bulundukları­nı -mümkünse- dünyanın diğer bölgelerine de yeni dinin müjde­sini ulaştırmak, tslamın yüce prensiplerinin, insan fıtratı ile uyum halinde bulunduğuna, bu dinin kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in Al-lahTeala tarafından indirilmiş bulunduğuna dair bilgileri insanlı­ğa yaymak, kalabalıklar halinde insanların İslama girmekte olduk­larını, bu yüzden başlarındaki despotlardan asla çekinip korkma­dıklarını, zira arkalarında Allah'ın aşılmaz koruyuculuğu bulundu­ğunu her tarafa haber vermek. Bu suretle Islamın yayılmasına hiz­met etmek.

Hz. Peygamber (sav) tarafından çıkarılan askeri keşif birlikleri ile dört sıcak çatışma ve üç araştırma harekatı gerçekleştirildi.

Askeri operasyonlar Hicretin ilk yılının Ramazan ayında başla­tıldı. Hicretin ikinci yılının Cemaziyelahir Ayında da sona erdi.

Ondan sonra Recep Ayında Abdullah Bin Cahş komutasında düşmanın bizzat bölgesi içinde (Mekke ile Taif arasındaki Nahle mevkiinde) bir askeri keşif harekatı daha düzenlendi.

Bu harekat, beklenen savaşın cereyan edeceği alanların tesbit çalışmalarına ait son aşamada yapıldı. Bu suretle iki taraf arasında çıkacak muhtemel bir savaş için müslümanların tüm hazırlıkları tamamlanmış oldu.

Bundan sonra Hz. Peygamber (sav), amcası Abdülmuttaliboğ-lu Hamza'yı muhacirlerden otuz kişilik bir müfrezenin başında görevlendirerek, Ebu Cehil'in başkanlığında Şam'dan dönmekte bulunan üçyüz kişilik bir Kureyş kafilesinin üzerine gönderdi. Hz. Hamza El-Iys yönünden deniz sahiline ulaşarak orada kafileyi ya­kaladı.

İki cephe arasındaki sayı farkına rağmen, Hz. Hamza, sonuç ne olursa olsun harekatı uygulamakta ısrarlıydı. Çünkü Hz. Pey­gamber (sav)'in talimatını yerine getirmesi gerekiyordu. Nitekim her iki taraf da saf haline gelip çatışmaya hazırlandılar.

Ancak tam o sırada Cüheyne Kabilesinden Mücdi Bin Amr adında bir şahıs, araya girerek çatışmayı Önledi. Sonra taraflardan her biri kendi yurduna dçndü. Ebu Cehil'in kafilesine oranla sayı­ları pek az olan müslümanları muhtemel bir zayiattan kurtaran bu Mücdi adındaki kimseye, Hz. Peygamber (sav) sonraları teşekkür ederek yapıcı rolünden dolayı memnuniyetini ifade buyurdu.

Sonra Hz. Peygamber (sav) aynı yılın Şevval Ayında amcası oğ­lu Ubeyde Bin EI-Haris'i muhacirlerden seçilen seksen kişilik bir süvari birliğinin başında görevlendirerek, Kureyş'İllerden oluşan bir ticaret kafilesinin üzerine gönderdi. Kureyşliler ikiyüz attı idi­ler. Müslüman askerler Rabiğ denilen mevkide kafileyi yakaladılar.

Aralarında çatışma başladı. Oklarla savaşıyorlardı. Fakat çok sürmedi, sayıca üstün olmalarına rağmen müşrikler yenildiler. Müslümanların, kendilerine tuzak kurmuş olma ihtimalinden korkmuşlardı. Çünkü seksen kişinin ikiyüz atlı ile savaşmayı göze alamaycaklarına, mutlaka başka güçlerin de devrede bulunduğu­na inanmış, bu kararı vermişlerdi.

Müslümanların sahip oldukları yüksek moral gücünün farkın­da değillerdi. Kureyş kafilesinin başında Ebu Cehil'in oğlu tkrime bulunuyordu. Kafilede iki kişi daha vardı ki müslüman olduklarını gizliyorlardı.

Bunlar Mikdad Bin Amr ve Utbe Bin Gazvan idiler. Bir ara nr-sattan istifade ederek kaçıp müslümanlara katılmayı başardılar.

Hz. Peygamber (sav) bu kez Saad Bin Ebu Vakkas komutasın­da tamamı muhcairlerden oluşan sekiz kişilik bir mangayı Hicaz topraklarında bulunan El-Harar bölgesine göndererek istihbarat yapmakla görevlendirdi. Ancak herhangi bir düşmana rastlama­dan döndüler.

Bundan sonra Rasulullah(sav), yerine idareci sıfatıyla Saad Bin Ubade'yi vekil tayin ederek bizzat kendisi keşif ve istihbarat faaliyetleri için Medine'den çıktı. Rabığ'm kuzey doğusunda bulu­nan Veddan mevkiine kadar giderek Kureyş kafilesini izlemek iste­di. Ancak kafilenin daha önce geçmiş olduğu haberini aldı.

Gelmişken de bu bölgede bulunan Benî Damra Kabilesiyle bir anlaşma yaptı. Onlarla bir saldırmazlık sözleşmesi düzenledi. Bu­na göre bu kabile ile müslümanlar, düşmanlara karşı birbirlerini destekleyeceklerdi. Hz. Peygamber (sav) onbeş gün kadar bir za­man sonra Medine'ye döndü.

Hz. Rasulullah (sav) Medine'ye döneli henüz çok geçmemişti ki Ümeyye Bin Halef başkanlığında, Kureyşlilere ait yüz kişilik bir ticaret kervanının Şam'dan dönmekte olduğu haberini aldı. Alı­nan istihbarata göre kervanın elinde binbeşyüz deve yükü ticaret malı vardı,

Hz. Peygamber (sav), muhacirlerden ikiyüz kişilik bir kuvvetle Radva Dağı'na doğru yola çıktı. Ancak Buvat denilen mevkiye va­rınca kafilenin geçip kurtulmuş bulunduğu haberini aldı.

Medine'ye döndükten kısa bir müddet sonra Kureyşlilerin Ebu Süfyan Bin Harb başkanlığında Şam'a çok büyük bir ticaret kerva­nı gönderdiklerine dair haber aldı. Beraberinde de çok az sayıda adam vardı.

Hz. Peygamber bu haberi alınca, hicretin ikinci yılı Cemaziye-levvel Ayında yanına muhacirlerden yüzelli kişi alarak, yerine ha­lasının oğlu Ebu Seleme Abdullah Bin Abdü'esed El-Mahzumi'yi vekil tayin edip Medine'den ayrıldı.

Kureyş kafilesini takibe koyuldu. Ancak Yenbu'un kuzeyinde El-Uşeyre mevkiine varınca kafilenin geçip uzaklaşmış bulundu­ğunu haber aldı. Bu arada bögede bulunan Benî Müdlic kabilesiy­le bir saldırmazlık anlaşması yaptıktan sonra Medine'ye döner­ken, kafilenin dönüşü hakkında istihbarat yapmak üzere Saad Bin Zeyd ve Talha Bin Ubeydullah'ı görevlendirerek onları kuzey yö­nüne doğru gönderdi,

Hz. Peygamber (sav) düşmanla sıcak bir harekat yaşamadan bu şekilde Medine'den defalarca çıkıp dönmenin Kureyş kafileleri­ne Şam ticaret yolunda engel olunamayacağını, ticaretlerinin kı­sıtlan amayacağını, dolayısıyla müslümanlarm Medine'deki varlı­ğını tanımalarına da yaramayacağını, bunun tabii bir neticesi ola­rak da sönük kalıp dünyada bir yankı uyandıramayacaklarını, bu sebeple kabilelerin İslama girişlerinin de cesaretlendirilmiş ola­mayacağını düşündü.

O halde kafilelerin yakından gözetime alınması gerekiyordu. Hatta her kafilenin hareket saatinden başlamak üzere her gün ne­rede, hangi bölgede bulunduğunu, hangi güzergahı kullandığını yakm takibe almak icap ediyordu.

Hz. Peygamber (sav), Medine'ye döneli henüz çok geçmemiş­ti ki Kürz Bin Cabir El-Fehrî adında bir sergerde başında bulun­duğu bir çete ile Medine'yi bastı. Sonra da kaçtı. Hz. Peygamber (sav) Zeyd Bin Harise'yi Medine'de, yerine vekil bırakarak yanma aldığı bir bölük askerle onları takibe çıktı. Sefvan denilen mevkiye kadar da kendilerini izledi, fakat onları yakalayamadı.

Bu olay Birinci Bedir Harekatı olarak tarihe geçti.[13]

Hz. Peygamber (sav), birinci Bedir Harekatı'ndan sonra Medi­ne'ye dönünce Recep Ayında tamamı muhacirlerden seçilen sekiz kişilik bir keşif kolunu halası oğlu Abdullah Bin Cahş komutasında istihbarat yapmak üzere görevlendirdi. Ancak iki gün sonra açılıp okunmak üzere Abdullah'ın eline bir de mektup verdi ve mektupta­ki talimatım yerine getirmesini emretti. Ayrıca emrindeki askerleri katiyyen zorlamamasım buyurdu. Abdullah iki gün kadar yol aldık­tan sonra mektubu açıp okudu. Mektupta şunları yazılı idi:

"....Mekke ile Taif arasında, Batn-ı Nahle'ye kadar git. Orada Kureyşlileri gözetle ve bizim için onlar hakkında haberler öğren.

(İstihbarat yap)" Abdullah Bin Cahş yazıyı okuyunca:

"Baş göz üzerine!" dedi ve emrindeki askerlere:

"Bakınız, Hz. Peygamber (sav), Batn-ı Nahle'ye gitmemi, ora­da Kureyşlileri gözetlememi ve onlar hakkında haber toplamamı emretmiş bulunuyor. Ancak sizi zorlamaktan da beni sakındırmış bulunuyor. İçinizden şehadet şerbetini içmeyi arzu eden benimle gelebilir. Kim ki istemiyorsa o da dönebilir. Bana gelince, ben Hz. Peygamber (sav)'in emrini uygulamak durumundayım.

Nitekim kendisi yoluna devam ettiği gibi, arkadaşları da ona refakat ettiler. Onlardan hiç biri geri çekilmedi. Ancak yolda mola verdikleri bir sırada Saad Bin Ebu Vakkas ile Utbe Bin Gazvan nö­betleşe bindikleri develerini kaybettiler. Bu yüzden mecburen ge­ri kaldılar.

Abdullah diğer arkadaşlarıyla birlikte devam ederek Nahle'ye vardılar. O sırada Kureyşlüere ait, kuru üzüm, deri ve başkaca tica­ret malları yüklü bir kervan geçmekte idi. Kafilenin başında da Amr Bin El-Hadrami adında tanınmış Mekke'li bir tüccar bulunu­yordu. Müslüman istihbaratçılar gizlendikleri yerden kervanın geçtiğim görünce vurmak istediler. Çünkü sayıca kendilerinden daha az idiler. Günlerden de Recep Ayının son günü idi.

Aralarında istişare etmeye başladılar, kimisi: "Bakın eğer mü­dahale etmeyecek olursak (İslama göre dokunulmaz bölge olan) Harem Topraklari'na girecekler, bu suretle de bir ganimeti kaçır­mış olacağız" derken, bazıları da : "Eğer mallarım ellerinden ala­cak olursak (Haram aylardan biri olan) Receb Ayına karşı saygı­sızlık yapmış olacağız" diye mukabil fikirlerini ortaya koydular.

Bu değişik görüşler önce bir tereddüde sebep oldu, çekimser kaldılar. Sonra birbirlerini cesaretlendirip hücum etmeye karar verdiler. Bunun üzerine kafileye saldırdılar. Atılan bir okla kafile başkanı Amr Bin El-Hadrami isabet aldı ve öldü. Kafilede geriye kalan üç kişiden Osman Bin Abdullah Bin El-Muğira ile El-Ha-kem Bin Kayşan esir alındılar. Nevfel Bin Abdullah Bin El-Muğira ise kaçarak kurtuldu.

îslam istihbarat birliğinin komutanı Abdullah Bin Cahş, ele geçirdiği mallar ve iki esirle birlikte Medine'ye dönerek Hz. Pey­gamber (sav)'in huzuruna çıktı. Rasulullah (sav) durumu öğrenin­ce öfkelenerek:

"Ben size haram ayda savaşın, diye emir vermemiştim ki!" di­yerek Abdullah'ı tersledi ve getirilen ganimetlerden herhangi bir şey almayı reddetti.

İstihbaratçılar ise Hz. Peygamberin öfkesinden dolayı mahvo­lacaklarını zannederek çok üzüldüler, üstelik müslümanlar da on­ları bu yaptıklarından dolayı çok kınadılar. Kureyşlüere gelince on­lar da bu olayı bahane ederek Müslümanlar aleyhinde şiddetli bir propaganda savaşı başlattılar.

"Muhammed haram ayın dokunulmazlığını çiğnedi, adam­ları bu saygı değer ayda kan döküp yağma yaptılar, adam kaçirdılar" diye her tarafı velveleye verdiler. Bu sırada henüz Mekke'de bulunan sindirilmiş müslümanlar ise bu şayiaları reddetmeye ça­lışıyor, hadisenin, Recep Ayının son günü değil, bilakis Şabanın ilk günü cereyan ettiğini ileri sürerek müslümanları ellerinden geldi­ğince savunuyorlardı. Bu hadisenin halk arasında dedikodusu çok yapılınca Allah Teala şu ayet-i kerime'yi indirdi:

"Sana, dokunulmazlığı olan ay ve o ay içindeki savaş hakkın­da soru yöneltiyorlar. Onlara de ki: Dokunulmazlığı olan ayda sa­vaşmak büyük bir günah ise de insanları Allah yolundan alıkoy­mak, Allah'ı inkar etmek, Mescid-i Haram'a girmeyi engellemek, halkını oradan 'Mekke'den' çıkarmak Allah nezdinde çok daha büyük günahtır [14]

Bu ayet inince Hz. Peygamber (sav) 'in sıkıntısı bertaraf oldu ve ondan sonra iki esiri ve zaptedilen malları teslim aldı. Önce Ku-reyşlilerin, iki esirin serbest bırakılması konusunda yaptıkları baş­vuruyu Saad Bin EbiVakkas ile Utbe Bin Gazvan dönünceye kadar kabul etmedi.

Çünkü Hz. Peygamber (sav) bu iki askerin Kureyşliler tarafın­dan esir alınmış olabileceği hakkında endişe duyuyordu. Hatta Kureyşliler tarafından Öldürülmüş olabileceklerinden korkuyordu. Fakat ikisi de bir süre sonra sağ salim dönünce Hz. Peygamber (sav) de elindeki bu iki esiri serbest bıraktı.

Bunlardan Hakem Bin Keysan sonraları müslüman oldu ve iyi bir müslümanlık örneği verdi. Bu zat daha sonra bir savaşta Bir-mauna mevkiinde şehid oldu. Osman Bin Abdullah'a gelince bu adam da neden sonra Mekke'de kafir olarak öldü. îşte bu olayda ele geçirilen ganimetler, îslam tarihinde ilk ganimet olarak geç­miştir.

Amr Bin El-Hadramî, müslümanlar tarafından ilk öldürülen düşmandır ve Hakem'le Osman da müslümanlar tarafından alı­nan ilk esirlerdir.

Abdullah Bin Cahş, ele geçirdiği ganimetin beşte dördünü, ko­mutasında görevli askerlere, beşte birini ise îslam Devlet hazinesi­ne devretti. Daha sonraları, savaş ganimetlerinin taksimatı hep böyle yapıldı. (Çünkü inen ayet böyle yapılmasını emretti.) [15]Böy­lece bu yüce Sahabi -ilahi hikmetle- önceden isabetli bir taksimat yapmış oldu.

Abdullah Bin Cahş'ın yönettiği bu harekat, müslümanlarm daha önce yapmış oldukları tüm askeri operasyonlardan belki çok daha önem gösterdi. Çünkü bu olayda Kureyşliler öz yurtlarında vurulmuş, çatışma Mekke'ye çok yakın bir mevkide meydana gel­miş, düşman safında can kaybı olmuş, esir alınmış ve bir ticaret kafilesi tamamen müslümanlarm eline ganimet olarak geçmişti.

Bu olay büyük yankı uyandırdı, Araplar müslümanlarm gücü­nü artık hissetmeye başladılar. Morallerinin yüksek olduğunu, bü­yük imkanlara sahip bulunduklarını öğrendiler. Müslümanlar da zaten böyle bir sonucu hararetle bekliyorlardı. Ancak Kureyşliler çok daha hırçın bir tavır takınmaya başladılar. [16]

Müslümanlar tarafından düzenlenen askeri operasyonlarda savaşçılar çeşitli yönlere çıkıyor, Mekke ile Medine arasında istih­barat araştırmaları yapıyorlardı. Bu savaşçıların hepsi muhacirler­den oluşuyordu. Çünkü Ensar (Yani Medineli müslümanlar) vak­tiyle Akabe'de, sadece Hz. Peygamberi düşmanlarına karşı koru­mak üzere söz vermiş, Medine dışında yapılacak silahlı bir hareka­ta katılmak üzere herhangi bir vaadde bulunmamışlardı.

Yapılan keşif ve savaşlarda sadece hedef olarak gösterilen nok­taya kadar gidilerek verilen emir ve talimatın dışına asla çıkılmı-yordu. Böylece îslam toplumu kimlik ve kişiliğini gitgide tamam­lamaya ve olgunlaştırmaya çalışıyordu. Bu arada Allah Teala tara­fından peyderpey ayetler de birer kanun olarak iniyor, nizamın sı­nırlarını tesbit ediyor, dünya ve ahiret saadetine müslümanları ulaştırmak üzere onlara aydınlık yolu çizmeye devam ediyordu.

Müslümanlar önceleri herhangi bir çağrıya hacet duymaksızın namaz için belli vakitlerde toplanıyorlardı. Önce duydukları za­man camiye gelsinler diye boru çalmayı düşündüler. Fakat Hz. Peygamber (sav), yahudi adetidir diye bunu çirkin karşıladı. Sonraçan çalmayı düşündüler, bunu da beğenmedi. Konu bu şekilde tartışıla dururken Ensar'dan Abdullah Bin Zeyd adında bir şahabı gelerek:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bu gece rüyamda biri beni ziyaret etti, bir adam bana uğradı. Üzerinde iki parçadan ibaret yeşil bir elbise vardı. Elinde bir çan taşıyordu. Ona:

- Ey Allah'ın kulu! Şu çanı satıyor musun, diye sordum. O da bana:

- Alıp da ne yapacaksın, diye mukabil bir soru yöneltti.

-  Onunla namaza davette bulunacağız, diye cevap verdim. Bunun üzerine:

- Sana, bundan daha hayırlı bir tavsiyede bulunayım mı, de­di. Ben de:

- Nedir? Söyle bakalım, deyince bana:

- Şu sözleri söyleyerek namaza davet et, dedi ve sözleri şöyle tekrarladı:

Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber, Allahuekber Eşhedü en la ilahe illallah, Eşhedü en la ilahe illellah Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah Eşhedü enne Muhammeden Rasulullah Hayya alessalah, Hayye alessalah Hayya alelfelah, Hayye alelfelah, Allahuekber Allahuekber La ilahe illellah.

Hz. Peygamber (sav), bu sözleri dinledikten sonra:

"İnşaallah bu hak bir rüyadır, haydi kalk da Bilal'a öğret, onla­rı okusun. O'nun sesi senden daha gürdür" buyurdu. Bilal ilk eza­nı okuduğu sırada, evinden sesini duyan Hz. Ömer hemen çıkarak

Hz. Peygamber (sav)'e geldi ve meseleyi öğrendikten sonra:

"Ey Allah'ın Elçisi! Seni peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki (Abdullah Bin Zeyd'in gördüğü rüyanın) aynısını ben de gördüm, dedi. Bunun üzerine O da:

"Öyle ise buna karşılık Allah'a hamd olsun" buyurdu. Böyle­ce ibadete çağrı konusunda da müslümanların kendilerine mah­sus şahsiyetleri belirginleştik [17]

Vaktiyle 16 ay kadar bir zaman, namazlarında yüzlerini Ku­düs'e çeviren müslümanlar bir müddet sonra bu kez Mekke'deki Beyf ül-Haram'a (yani Kabe'ye) yöneldiler. Zaten Hz. Peygamber Kabe'nin Kıble olmasını çok istiyordu. Namaza durduğu zaman bu isteğinin kabul edilmesi için Rabbine sık sık dua ederdi. Bir gün yine namaza durmuştu, tam o sırada Kıblenin değiştiğine dair kendisine vahiy geldi.

O da bu emre uyarak yönünü Kabe'ye doğru değiştirdi. Ne var-ki müslüm ani ardan imanı zayıf bazı kimseler bu olay karşısında tereddüt geçirmeye başladılar. Yahudiler de bu hadiseyi sık sık de­dikodu mevzuu yaparak akılları karıştırmaya çalıştılar.

Bu arada: "Peki öyleyse daha önce kıldığınız namazlar geçer­siz mi kaldı? Neden Kıbleniz değişti?" gibi sorular sorarak müslü-manları müşkül durumda bırakmak için zihinleri bulandırmaya çabalıyorlardı.[18]' Bunun üzerine Allah Teala şu ayet-i kerimeyi in­dirdi:

"Böylece sizi, insanlara şahid ve örnek olmanız için tam orta­da bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve örnek­tir. Senin yöneldiğin yönü, peygambere uyanları cayanlardan ayırd etmek için kıble yaptık. Doğrusu Allah'ın doğru yola koydu­ğu kimselerden başkasına bu ağır bir şeydir. Allah ibadetlerinizi boşa çıkaracak değildir. Doğrusu Allah insanlara şefkat gösterir. Merhamet eder.İslam devletinin kuruluşu

Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoşnud olaca­ğın bir kıbleye seni Ey Muhammed elbette çevireceğiz. Artık yü­zünü Mescidi Haram yönüne çevir. Bulunduğunuz yerde yüzle­rinizi o yöne doğru çevirin. Doğrusu kendilerine kitap gönderi­len (millet)ler bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. Sen kendilerine kitap gönderilenlere her türlü delili getirsen bile, yine de kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine uymazlar, andolsun ki eğer sana gelen bilgilerden sonra onların heveslerine uyacak olursan, şüphesiz o zaman zulmedenlerden olursun.[19]

Hicretin ikinci yılında Allah tarafından Ramazan orucu müş-lümanlara farz kılındı. Hz. Peygamber önceleri ayda üç gün ve Aşura günü' [20] oruç tutardı. Aşura Hz Musa'nın Firavun'dan kurtu­luşunun anısıdır.

Onun için yahudiler diyorlardı ki: "Musa'ya sizden çok biz il­giliyiz." (Bu orucun, müslümanlar için mantıklı bir gerekçesi yok­tur, demeye getiriyorlardı.) Bu sebeple onlara benzememek için Hz. Peygamber (sav) Muharrem'in dokuzuncu gününü de ilave et­ti. Fakat Allah Teala daha sonra Ramazan orucunu farz ve bu ayın sonlarında dağıtılmak üzere bir de fıtır sadakasını vacip kıldı. Ki bu suretle müslümanlar tamamen farklı bir kişilik kazandılar. Ze­kat da bu yıl içinde farz kılındı. Bu da müslümanlara özel bir iba­dettir. Bu kanunu koyan Allah Teala zekatın kimlere verilmesi ge­rektiğini de açıklamış, şöyle buyurmuştur:

"Zekatlar: Allah'dan bir farz olarak yoksullara, düşkünlere, {islam devleti tarafından zekat toplamak için görevlendirilmiş) memurlara, gönülleri İslama ısındırılacak (yeni müslüman ol­muş) şahıslara, (hürriyetlerine kavuşmak amacıyla kullanmak üzere) kölelere (esirlere), borçlulara, Allah yolunda cihad eden

(İslam ordusunda görevli müslüman) askerlere ve yollarda peri­şan kalmış olanlara mahsustur. Allah her şeyi bilen, her şeyi hik­metle icra edendir.[21]

Zekat bu sınıflara dahil olmayan kimselere verilmez. Sadaka ise isteyen kişi, münasip gördüğü kimselere dağıtabilir. Bu geliş­melerden sonra müeyyideler kondu ve helal ile haram (emirlerle yasaklar) net bir şekilde belirlendi.[22]

Bu süre içinde Necran Bölgesi'nin ileri gelenleri Medine'yi zi­yaret ettiler. Bunlar Hristiyan idiler. Hz. Peygamber (sav)'in cami­inde ayinlerini yaptılar. İbadet sırasında yönlerini doğuya doğru çeviriyorlardı. Reisleri müslüman oldu ve sonraları iyi bir müslü-manlik örneği verdi. Fakat beraberindeki grup kendi aralarında ih­tilafa düştüler. Hz. Muhammed (sav)'in gerçek peygamber oldu­ğuna dair yemin etmesini ve buna karşılık kendisine inanmayan­lara bedduada bulunmasını kabul etmediler.

Memleketlerine döndükten sonra bu konularla ilgili olarak aralarında hakemlik yapmak üzere Hz. Peygamber (sav)'in birini görevlendirip kendileriyle beraber göndermesi talebinde bulun­dular. Hz. Peygamber (sav) de Hz. Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cer-rah'ı gönderdi.

Yine bu süre içinde muhacirlerden Hz. Peygamber (sav)'in süt kardeşi Osman Bin Maz'un vefat etti. Bu zat ilk müslüm ani ardan ve Habeşistan'a hicret edenlerdendi. Habeşistan'a hicret eden müslümanlara başkanlık etmişti. Ayrıca Ensar'dan Es'ad Bin Zer-rara, Akabe toplanışında bulunmuş ileri gelenlerden Ebu Umame ve El-Berra' Bin Ma'rûr da bu sıralarda vefat ettiler.

Müşriklerden ise: El-As BinVail, (Amr Bin El As'm babası) ve El-Velid Bin El-Muğira (Hz. Halid Bin El-Velid'in babası) Mekke'de öldüler. [23]

 

Bedir Savaşı

 

Kureyşliler, Şam'a giden kendilerine ait ticaret kafilelerinin ar­tık yolda büyük tehlikelerle karşılaşacağını iyice anlamışlardı. Ti­caret, hayatlarının temeli sayılırdı. Elde ettikleri büyük kâr ve ka­zançlar ise onların nüfuz ve etkinliklerinin yegane sebebiydi.

Bütün bunlardan daha büyük bir hadise vardı ki o da can düş­manı oldukları ilk hasımları müsîümanlar, artık bir güce sahip ol­muş bulunuyorlardı. Öyle ki etrafa keşif kolları çıkarıyor, askeri devriyeleri bizzat Mekke yakınlarına kadar sokuluyordu.

Üstelik o kadar cesaretlendiler ki bazı Mekke'lüeri öldürüp si­lahlarını ve mallarını ganimet olarak ele geçirmeye kadar işi var­dırdılar. Kafilelerinin yolu üzerinde tehlikeli bir engel haline gel­miş bulunan müslümanları ortadan kaldırmak ve henüz daha faz­la güçlenmeden onları yok edip kurtulmak için Kureyşliler düşü­nüp kolları sıvamaya başladılar. Beri tarafta müsîümanlar halâ kü­çük bir cemaat sayılırdı. Ne varki Allah Teala onları her şeye rağ­men koruyor, Hz. Peygamber de kendilerini yönlendiriyor ve yö­netiyordu. Fakat müslümanlardaki imanın kemale ermesi ve yo­lun İslama rahat hale gelmesi için onların bir takım dersler alma­sı bazı sınavlardan geçmesi gerekirdi.

Yakın geçmişte Hz. Peygamber (sav) vasıtasıyla Medine'de En-sar ile Muhacirler arasında akdedilen kardeşlik, çok geçmeden mal, can, ne varsa her şeyi dava uğruna feda etmek gibi gerçek bir kardeşlik tablosuna dönüştü. Bilindiği üzere insanlar tarafından genelde mala, can gibi değer verilmekte, fedakarlık konusunda ikisi bir tutulmaktadır. Hatta bazen mal, candan bile üstün tutul­makta, mal uğruna canlar feda edilmektedir. Çünkü insanoğlu onu kazanıncaya kadar çileler çekmekte ve ancak mal sayesinde devrin bir takım gailelerine ve birçok tehlikeli olaylarına karşı ken­dini savunabilmektedir. îşte bu sebeple Allah Teala şöyle buyur­maktadır:

"Ey inananlar! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak kazanç­lı bir yolu size göstereyim mi? (Öyle ise:) Allah'a ve Peygamberine inanırsınız; Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad eder­siniz. Bilirsiniz bu sizin için en iyi yoldur. [24]

Hal böyleyken bazı kimseler, davaları ve idealleri uğruna cö­mertçe mallarını harcayabildikleri halde, sıra canlarına gelince bayağı cimrilik etmektedirler. Canlarını feda etmek onlara çok zor gelmektedir.

Özellikle birçok kimselerin, cömertlik sınırlarını aşan ve israfa varan aşırı tutumlarıyla tanındıkları cahiliyet devrinde durum böyle idi. Ama İslam, müslüman kişiden Allah yolunda her şeyini, malını ve gerekirse canını da feda etmesini (Madem ki bu dünya­daki hayata karşılık daha başka bir hayatta sürekli nimetler, son­suz bir istikrar ve ebedi bir rahatlık vardır) ister. O halde ne malı ne de cam feda etmekte cimrilik yapmamasını emretmektedir. En-sar'la Muhacirler arasında kardeşlik akdinin yapıldığı gün, Medi-ne'H ev sahipleri Mekke'den gelen Muhacir kardeşlerine tereddüt etmeden mallarını bezletmekte parlak kardeşlik ve fedakârlık ör­nekleri vermişlerdi.

Bu kez sıra onların, canlarını ortaya koymalarına gelmişti. Bu­nu da yapmalı idiler. Bu, meselenin bir yönü idi. Bir yönü daha vardı ki: O da -önceden bahsettiğimiz gibi- dava ve davetin önüne daha birçok engeller çıkacağından müslümanları her konuda çe­şitli mücadeleler bekliyordu.

Akabe'de Hz. Peygamber (sav) ile Ensar arasında yapılan söz­leşme, onların Hz. Peygamber (sav)'i yalnızca Medine içinde koru­maları ile sınırlı idi. Medine dışındaki koruma ise bu sözleşmede yoktu.

Fakat durum öyle bir raddeye geldi ki artık Ensar ve Muhacir­ler ortak davalarının gereği olarak düşmanlarıyla her sahada ve mücadele şartlarına uygun olarak artık savaşmak zorunda idiler. Bu bakımdan sözleşmenin teorik olmaktan çıkması ve gerçekçi bir uygulamaya dönüşmesi icab ediyordu. Şu iki nokta çok önemli idi.

1- Müslümanların, (malın yanında) bu kez canlarını da feda etmek konusunda bir sınav geçirmeleri,

2- Savaş kendi şartlarını kendisi koyduğu ve stratejisini ken­disi sınırladığı için) müslümanlarm, mücadele konusunda yeni bir stareteji belirlemeleri ve eski sözleşmenin dar çemberi içinde bağlı kalmamaları gerekiyordu.

Bu ilk İslam topluluğu Allah Teala'mn himayesi ve gözetimi al­tında oluşumuna ve yoluna devam ediyordu. Onun yukarıda anla-. tılan bu iki hususun kaçınılmazlığına inanabilmesi için büyük bir mücadele yaşaması ve güçlü bir sınavdan geçmesi gerekiyordu.

Mukadder olan bu mücadele aslında semadan programlanı­yor ve kumanda ediliyordu. Halbuki bazı kimseler bu mücadele­nin bizzat müslümanlar tarafından programlandığını zannediyor­lardı.

Muhacirlerin, Öz vatanlarından göç etmek zorunda bırakılarak dinleri ve davaları uğruna neleri varsa geride bıraktıklarını, bu ta­şınır ve taşınmaz malların, bu terkedilen servetlerin ise Kureyşliler tarafından ele geçirildiğini, şimdi ise müslümanlar in, uğramış ol­dukları bu büyük zararları tazmin etme gücüne eriştiklerini, -Ma­demki Kureyşlilere ait ticaret kervanları kentlerine yakın mesa­feden gidip dönmektedir- o halde gasbedümiş haklarını kendile­rinden şimdi rahatça geri alma imkanına sahip bulunduklarını Hz. Peygamber yakından görüyor ve düşünüyordu. Onun için bu kafilelere baskın düzenlenmesini uygun buldu. Bu nrsat gidişte kaçırılmıştı, şimdi kafilelerin dönüşü beklenmeliydi.

Nitekim Hz. Peygamber (sav)'in, bu konuda istihbaratla gö­revlendirdiği Talha Bin Ubeydullah ve Saad Bin Zeyd'i nerede bı­rakıp, onlara nasıl talimat verdiğini biraz önce görmüştük. Çok geçmeden bu kafilelerden birinin dönmekte ve sahiplerinin kırk kişiden ibaret olduğu, aralarında Amr Bin El-As'ın da bulunduğu haberi Hz. Peygambere ulaştırıldı. O da müslümanları rağbetlen-direrek şöyle buyurdu:

"Bu Kureyş'e ait bir kervandır. Onda malları vardır. Üzerine gidiniz, olabilir ki Allah Teala o malları size ganimet kılar."

Bunu duyan müslümanlardan kimisi atak davrandı kimisi de ağırdan aldı. Çünkü onlar Hz. Peygamber (sav)'in ciddi bir savaşla karşı karşıya bulunduğunu henüz anlayamamışlardı. [25] Hem sonra Allah tarafından savaş emri de henüz gelmemişti. Bu bakımdan Kureyş kervanına baskın düzenlemek bir savaş değil, gasbedilmiş haklara karşılık tazminat olmak üzere mallara sadece el koymak­tan ibaret olacaktı.

Kafilede kırk kişiden başka kimse yoktu. Müslümanlar o gün için olayı bu şekilde görmüş ve böyle olmasını arzu etmişlerdi. An­cak Allah Teala başka bir şey diledi; O bir savaş takdir buyurmuştu:

"Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden savaş için çıkar­mıştı. Oysa müslümanlann bir takımı bundan hoşlanmamıştı. Sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi gerçek ortaya çıktıktan sonra bile seninle tartışıyorlardı.

Allah iki taifeden (Kureyşlilere ait silahlı bir ordudan veya si­lahsız bir ticaret kervanından) birinin elinize geçmesini vadet-mişti. Siz silahsız olanının elinize geçmesini istiyordunuz. Oysa suçluların hoşuna gitmese de, hakkı ortaya çıkarmak ve batılı te­pelemek için Allah, sözleriyle gerçeği ortaya koymak ve inkarcı­ların kökünü kesmek istiyordu [26]

Ebu Süfyan, Şam'dan dönüşünde başında bulunduğu ticaret kervanı ile Hicaz topraklarına doğru yaklaştıkça önden haberciler ve kılavuzlar gönderiyor, gelen geçen yolculara sorular sorduru­yor, kafilesinin başına bir şey gelir korkusuyla haberler topluyor ve yol durumlarını öğrenmeye çalışıyordu.

Bu sırada rastladığı bazı yolcu gruplarından: "Muhammed kervanı ele geçirmek maksadıyla Medine halkını ayağa kaldırıp hareket etmiş bulunuyor" gibi bir haber aldı, paniğe kapıldı. He­men bulunduğu bölgedeki kabilelerden birine mensup Damdam Bin Amr El-Ğifarî adında birine ücret ödeyerek onu, acele Mek­ke'ye gidip halka haber salması, eğer gecikecek olurlarsa neler ola­bileceğine dair kendilerine bilgi vermesi için görevlendirdi.

Damdam, bunun üzerine yola çıkıp hızla ilerleyerek kısa süre­de Mekke'ye ulaştı.

Bu sıralarda ve Damdam henüz Mekke'ye varmadan üç gün kadar Önce Hz. Peygamber (sav)'in burada bulunan halası Abdül-muttalib kızı Atike bir rüya görmüş, çok korkmuştu. Kardeşi (Hz. Peygamber (sav)'in amcası) Abbas'ı çağırıp ona:

"Aziz kardeşim, bu gece bir rüya gördüm. Beni çok ürküttü. Halkının başına bir fenalık, bir musibet geleceğine dair bir haber olmasından korkuyorum. Sana anlatacaklarımı sakla, sakın kimseye söyleme" diye sıkı tembih etti. Abbas kendisine:

- Söyle bakalım ne gördün? diye sorunca Atike rüyasını şöyle anlattı:

"Deve üzerinde birini gördüm, El-Abtah'da' [27] gelip durdu. Son­ra avazı çıktığı kadar üç defa:

"Hey! Korkaklar, silkinin de namusunuz uğruna öleceğiniz yere, er meydanına çıkın!' diye bağırdı. Halkın bir anda onun et­rafında toplandığını gördüm. Sonra arkasındaki kalabalıkla Ka­be'ye girdi. Onlar böylece etrafındayken birden devesiyle beraber Kabe'nin üzerine çıktı ve orada da avazı çıktığı kadar bağırarak aynı çağrıyı üç defa yaptı.

Sonra devesi Ebu Kubeys Dağı'mn üzerine çıktı. Orada da ba­ğırarak üç defa aynı çağrıda bulundu. Daha sonra bulunduğu yerden kocaman bir kaya yuvarladı. Kaya tepenin eteklerine düş­tükten sonra paramparça oldu ve etrafa öyle dağıldı ki Mekke'de içine bu kayadan bir parçanın düşmediği bir ev kalmadı."

Abbas bütün bunları dinledikten sonra hemşiresine:

"Bak kardeşim! Sakın bunları bir başkasına da anlatayım de­me ve onu gizle" diye kendisini uyardı.

Ne varki Abbas gidip kendisi bu rüyayı yakın arkadaşı Velid Bin Utba Bin Rabi'a'ya anlattı. Fakat kimseye açıklamamasını is­tedi, ancak Velid dayanamayarak babasına rüyayı nakledince me­sele bir anda Mekke'de yayıldı ve halk arasında lobilerde dedikodu mevzuu oldu. [28] Bunun üzerine Ebu Cehil orta yere çıkarak;

"Ey AbdülmuttaliboğuUarı! Ne zamandan beri bu huy sizde başladı? (Hz. Peygamber (sav)'i kastederek)Erkeklerinizin keha­net yapmasına, gaipten haber vermelerine göz yuman siz değil misiniz ki bundan cesaret alan kadınlarınız şimdi aynı şeyi yap­maya yelteniyor?!" diye bağırıp çağırmaya başlayınca Abdülmut­taliboğuUarı oymağının kadınları meydana çıkıp Ebu Cehü'in bu yaygarasına karşı sessiz kalan Abbas'ı kınamaya onu ayıplamaya başladılar.

Abbas da ileri geri konuşan Ebu Cehil'e haddini bildirmek üzere tam evden çıktığı sırada halkın, Ebu Süfyan tarafından gön­derilen Damdam Bin Amr EI-Ğifari'nin Mekke'nin aşağısmdaki yamaçta devesinin üzerinden attığı çığlıklar ve avaz avaz yaptığı çağrı üzerine toplanmış olduklarına şahit oldu Adam, yanında hayvanı ve yükü, yırtınarak bağırıyor, telaşından gömleğini yırtı­yor ve şöyle sesleniyordu:

"Hey! Zulüm var, baskın var! Ebu Süfyan'la bulunan malları­nıza Muhammed ve arkadaşları baskın düzenledi. Onlara bir da­ha sahip olabileceğinize de inanmıyorum. Çabuk davranın im­dat imdat!"

Bu sırada artık Abbas da Ebu Cehil de birbirlerinden vazgeçti­ler. Halk ise kin, nefret ve telaş içinde hemen hazırlığa koyulurken şöyle diyorlardı:

"Muhammed, yoksa bunu da Bin El-HadramiJnin kervanı mı sanıyor? Yemin olsun, O neye uğrayacağım sonra öğrenecekti!"

Artık herkes iki şeyden birini seçiyordu: îmdat için ya kendisi bizzat çıkıyor veya yerine mutlaka birini yolluyordu. Böylece Ku-reyşlilerin hemen hepsi Ebu Süfyan' a yardım için Mekke'den çıktı­lar. Seçkinlerinden ileri gelenlerinden çıkmayan hiç kimse kalma­dı. Yalnız (Hz. Peygamber (sav) 'in amcası ve baş düşmanlarından) Ebu Leheb Abdül'üzza Bin Abdülmuttalib Mekke'de kalarak yeri­ne El-As Bin Hişam Bin El-Muğira'yı yolladı.

Kureyşliler böyle aniden savaş hazırlıkları içine girerken Kina-neoğulları ile olan aralarındaki düşmanlığı da bir an hatırlar oldu­lar. Kuzeye doğru yönelirlerse Kinanelilerin arkadan baskınına uğ­ramaktan korktular. Fakat şeytan bir kere onları, Medine'yi bas­mak için fitlemişti.

Hem sonra düşündüler ki İslam, müslümanlarla Kinaneliler arasında kocaman bir engel gibi duruyor ve müslümanlar aynı za­manda ikisinin de ortak düşmanları bulunuyor. Olayı böyle düşü­nerek rahatlayıp kuzeye doğru yönelerek Medine üzerine yürüdü­ler. Öte yandan Hz. Peygamber (sav) de Abdullah Bin Ümmi Mek-tum'u Medine'ye, yerine idareci vekil tayin ederek Ebu Süfyan'm başkanlığındaki kafilenin üzerine yürümek maksadıyla şehirden ayrıldı. Komutasında üçyüzondört asker vardı. Beraberlerinde de nöbetleşe bindikleri iki at ve yetmiş deve bulunuyordu. Atlardan biri Zübeyir Bin El-Avam'a diğeri ise Mikdad Bin Amr'a aitti.

Hz. Peygamber (sav)'in bu harekâtı Cumaya rastlayan Rama­zanın sekizinci günü vuku buldu.

Güneybatıya doğru kırküç mil kadar bir mesafe katedilip Er-Ravha denilen bir yere gelinmişti ki Hz. Peygamber (sav) komuta­sındaki askerlerden Ebu Lübabe Rifaa Bin Abdülmünzir'i Medi­ne'ye vali tayin ederek geri gönderdi. Bu askeri birlik iki bölükten oluşuyordu: Birinci bölükte muhacirler vardı, sancağını Hz. Ali ta­şıyordu. Bu bölük yetmiş küsur kişiden ibaretti. İkinci bölükte ise Ensariler vardı ve sancağım Saad Bin Muaz taşıyordu. Bu bölük de ikiyüz kırk kişiden ibaretti. Birliğin genel komutası Hz. Rasulullah (sav)'m elindeydi ve ordunun tamamını temsil eden sancağı da Mus'ab Bin Umeyr taşıyordu. Ordunun sağ kanadını Zübeyir Bin El-Avam, sol kanadını Mikdad Bin Amr idare ediyor, arka safları da Kays Bin Ebi Sa'saa yönlendiriyordu [29]

Ordu yoluna devam ederken Hz. Peygamber Önden keşifçiler gönderdi ve develerin boyunlarında bulunan çıngırakların çıkarıl­masını emretti. İslam ordusunun Er-Ravha'dan hareket ettiği sıra­da Kureyşlüerin Mekke'den ayrıldıkları, iki gün sonra Bedir deni­len mevkiye ulaşacakları, sayılarının dokuzyüzelli erkek olduğu ve beraberlerinde yüz at ve yediyüz deve bulunduğu haberini istih­baratçılarından aldı.

Ebu Süfyan'a gelince O, Mekke'ye doğru Bedir yönünde sür'at-, le yoluna devam ediyordu. Fakat çok dikkatli ve uyanık hareket ediyordu. Çünkü neredeyse bir ara İslam ordusuyla yüzyüze gele­cekti ki işte o sıralarda Mücdi Bin Amr adında birine rastladı. O'na Hz. Peygamber (sav)'in ordusu hakkında sorular sordu. Fakat adam: "Şüphelendiğim hiç bir kimseye rastlamadım, fakat şu te­pede develerinden inip buradan su alan iki süvari gördüm. Hep­si bu kadar." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ebu Süfyan şüphelenerek, iki adamın konakla­dıkları tepeye sür'atle çıkarak oraları araştırdı. O sırada yerde Me­dine hurmalarının atılmış çekirdeklerine rastladı. Bunların Hz. Peygamber (sav)'in askerleri taramıdan yenmiş olan hurmalara ait olabileceğini düşünerek derhal kafilesinin yanma döndü ve kerva­nı alarak batıya doğru yön değiştirip sahil yoluna saptı.

Tabi böyle yapmakla o yamndaküerle birlikte kurtuldu ve kur­tulduğuna kesin olarak inandıktan sonra da Kureyşlüere bir mek­tup yolladı. Mektubunda şöyle diyordu:

"Siz kervanınızı, adamlarınızı ve mallarınızı kurteâmak için çıktınız» işte artık Allah onları kurtarmış bulunmaktadır. O halde dönün." Bu mektup Kureyşlüerin eline, onlar Cuhfa denilen bir yerdeyken geçti. Fakat Ebu Cehil bu Öğütü reddetti. Yola devam edeceği üzerinde ısrar ederek şöyle dedi:

"Vallahi de dönmeyeceğiz! Ta ki Bedir'e varıncaya kadar... Ora­da üç gün kalacağız, develer, koyunlar kesip ziyafetler çekeceğiz, içki içeceğiz, dansözler oynayacak, çengiler bize çalıp söyleyecek­tir... Bütün Araplar bu harekatımızı, bu birlik ve beraberliğimizi duysun, ta ki kimse artık bizi korkutma cüret ve cesaretini kendin­de görmesin, anhşıldı mı? Haydi şimdi yürüyün bakalım!"

Fakat bu sırada Benî Zühre Kabilesinin müttefiki ve bu kabile­ye ait kuvvetin komutanı El-Ahnes Bin Şurayk El-Sakafi Ebu Ce­hil'e karşı çıkarak emrindeki topluluğa şöyle seslendi:

"Ey Zühreoğullan! Allah mallarınızı ve adamınız Mahrama Bin Nevfel'i kurtarmış bulunuyor. Siz onu ve mallarını kurtar­mak için çıktınız, bırakın namertlik, korkaklık bana ait olsun. Siz dönün. Ne amaçsız, ne de bu adamın söyledikleri şeyler için git­menize artık gerek yoktur."

Bunun üzerine El-Ahnes'in adamları kendisine bağlı kaldılar ve Cuhfa'dan döndüler. Sayıları üçyüz kişi civarındaydı.

Hz. Peygamber (sav)'e gelince, Kureyşlüerin harekatını haber alınca durumun kritik olduğunu anladı. Çünkü o ashabıyla, sade­ce kervanı kastederek çıkmıştı, bilakis savaş niyetiyle değil. Çünkü müslümanlar henüz böyle bir maksat için hazır değillerdi. Bu se­bepledir ki Medine'de ileri gelenlerin bir çoğu bu harekata katılma gereğini duymamışlardı. Çünkü onlar bu savaş için değil harekatın sadece bir ticaret kafilesine karşı düzenlenmiş olduğunu biliyor­lardı. Kafileye ise harekata katılanların bir bölümü bile yetiyordu. Eğer bir savaş çıkacağım bilmiş olsalardı geri kalmayacak mutlaka askere katılacaklardı.

Bu durum karşısında Hz. Peygamber beraberinde bulunanlar arasındaki seçkin şahsiyetlere danışmak istedi. Ebu Süfyan'm kafilesi elden kaçmıştı (Bir yandan da beklenmedik bir savaşla burun buruna gelinmişti.) Hz. Peygamber (sav), Allah Tealamn, kendisi­ni ortada bırakmayacağını iyi bildiği halde (hikmetin gereği ola­rak) (savaşa girişmenin isabetli olup olmayacağı konusunda) as-habıyla istişare yapmak istedi.

Sahabilerin ileri gelenlerini bir araya toplayarak şöyle buyur­du: "Arkadaşlar! Bana bir yol gösterin." Bunun üzerine Ebu Bekir ayağa kalkarak konuşmasını yaptı. Güzel konuştu, yapıcı konuştu.

Sonra Hz. Ömer ayağa kalktı, o da güzel bir konuşma yaptı. Hz. Rasulullah (sav) kendilerine teşekkür etti ve onları övdü. Son­ra Hz. Peygamber yine:

"Arkadaşlar! Bana fikirlerinizi söyleyin" dedi. Bunun üzerine bu kez Mikdad Bin Amr söz alarak şöyle dedi:

"Ey Allah'ın elçisi! Allah sana nasıl yapmanı istiyorsa sen öy­le yap. Biz seninle beraberiz. Allah'a yemin olsun ki sana, İsrailo-ğullarımn Hz. Musa'ya Sen ve Rabbin gidin savaşın, doğrusu biz (buradan ayrılmayız) biz burada oturup duracağız demiyeceğiz.

Bilakis sana şöyle diyoruz:

- Buyurun, senle Rabbin savaşın, biz de sizinle beraber sava­şacağız. Seni gerçek bir peygamber olarak göndermiş bulunan Allah'a yemin ederim ki eğer bizi Berk'ul-Gimad'a'[30] bile götürsen seninle omuz omuza davan uğruna mücadeleye devam edeceğiz. Ta ki hedefine ulaşıncaya kadar."

Hz. Peygamber (sav) sevinerek Ona: "Çok güzel" dedi ve ken­disine dua buyurdu. Rasulullah (sav), askerin çoğunluğunu oluş­turdukları noktasını düşünerek Ensar'm da fikirlerini almayı uy­gun buldu. Bu sebeple yine:

"Arkadaşlar! Bana fikirlerinizi açıklayın" dedi. Çünkü bunlar Medine'li idiler ve Akabe'de kendisine biat ettikleri sırada şöyle de­mişlerdi:

"Ey Allah'ın elçisi! Memleketimize teşrif edinceye kadar seni korumaya gücümüz yetmez. (Bizi mazur gör) Fakat bize ulaştıktan sonra eşlerimizi ve çocuklarımızı nasıl koruyor isek senide o titiz­likle koruyacağız. O zaman sen artık bizim zimmetimizdesin."

Hz. Peygamberin (sav) o sırada bu şekilde nabız yoklaması, yukarıda anlatılan sebepten dolayı, Medine dışında girişeceği bir savaşta Ensarm harekata katılmak isteyip istemeyecekleri konu­sundaki endişesinden kaynaklanıyordu. Çünkü Medine'den uzak bir mesafede bulunan düşman üzerine gitmek konusunda henüz bir taahhütleri yoktu.

Fakat Hz. Peygamber bu kez yine: "Arkadaşlar! Bana fikir ve­rin" deyince, Ensar bölüğünün komutanı ve Evs Kabilesinin Reisi Saad Bin Muaz (ra): "Ey Allah'ın Elçisi! Sanıyorum bizi kastedi­yorsun" dedi. O da "Evet" diye cevap verince Saad şöyle hitab etti: "Biz sana kesinlikle iman etmiş, seni doğrulamış Allah'tan getirmiş bulunduğun malumatın hepsinin hak olduğuna şaha­det etmiş bulunuyoruz. Seni saygıyla dinleyip emirlerini kesin surette yerine getirmeyi de taahhüt etmiş bulunuyoruz.

Şu halde Ey Allah'ın Elçisi! Görüşün hangi istikamette ise onu uygulamaya bak. Biz seninle beraberiz. Seni insanlığa gerçek bir elçi olarak göndermiş bulunan Allah'a yemin ederim ki şu deni­ze gidip dalacak olsan biz de seninle beraber dalacağız. Bundan hiç bir kişi geri çekilmeyecektir. Yarın bizi düşmanımızla yüzyü-ze getirmene asla karşı olmayacağız. Biz savaşta sabırlı ve düş­manla karşı karşıya geldiğimizde de sözümüzün eri kimseleriz.

Ünıid olunur ki Allah Teala bizim yapacağımız hizmet ve kat­kılarla sevindirici sonuçlar sana gösterir. O halde emret yürüye­lim," Hz. Peygamber (sav) Saad'ın bu konuşması üzerine çok se­vindi ve neşelendi. Sonra da şöyle buyurdu:

"Öyleyse yürüyün ve artık sevinin. Doğrusu Allah bana iki topluluktan (Ebu Süfyan'ın kervanından veya Kureyş ordusun­dan) birini elde edeceğimi vadetmiş bulunmaktadır. Allah'a ye­min ederim ki şu anda yere serilen düşmanları görür gibiyim!"

Bundan sonra Hz. Peygamber (sav) harekatını Bedir'e doğru devam ettirdi ve mevkiye yakın,bir yerde karargahını kurdu. Sonra Hz. Ebu Bekir ile birlikte binerek istihbarat için araziye çıktılar. Yolda Süfyan El-Sumrî adında bir bedevi kabile reisine rastladılar. Hz. Peygamber(sav), (kimliğini açıklamadan) bu şahsa hem Ku-reyş ordusu, hem de Muhammed (sav) ve askerleri hakkında soru­lar sordu. Bunlar hakkında ne gibi bilgilere sahip bulunduğunu öğrenmek istedi. Süfyan:

"Bana kim olduğunuzu açıklamadan size hiç bir şey söyle­mem" diye bir cevap verince Hz. Peygamber:

"Bize bilgi verirsen sana kim olduğumuzu açıklarız" dedi. Arap şeyhi de pek derin düşünmeden:

"Ha, onun karşılığı bu olsun, öyle mi?" diye razı olduğu me­alinde bir ifade kullanınca Hz. Peygamber "Evet" diyerek kendisi­ni tasdik etti ve dikkatle dinledi. Süfyan şöyle konuştu:

"Duyduğuma göre Muhammed ve arkadaşları filan gün Me­dine'den çıkmışlar. Bana bu haberi veren eğer doğru söylemişse onlar bugün Bedir yakınlarında falan yerde olmuş olacaklar."

Aynen Hz. Peygamber (sav)'in karargah kurmuş olduğu yerin adını söyledi ki bu, adamın ne kadar isabetli konuştuğunu göste­riyordu. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

"Kureyşlilerin de filan gün Mekke'den çıkmış bulunduklarını duydum. Bana bu haberi veren eğer doğru söylemişse onların da şu anda falan yere ulaşmış olmaları gerekir." Adam sözünü biti­rince ardından:

"Peki söyler misiniz, kimlerdensiniz?" diye sordu. Hz. Pey­gamber kısaca:

"Biz sudanız" diye cevap verdi. Bu sözüyle sudan yaratılmış bulunduklarını ima etmiş ve yine herhalde doğruyu söylemişti. Bununla Allah Teala'nın:

"Her canlıyı sudan yarattık" mealindeki sözlerinin manasını kastetmişti. Süfyan ise onları, Main Suyu bölgesinin halkından sanarak çekip gitti. Hz. Peygamber (sav)'le Hz. Ebu Bekir de karar­gahlarına, müslümanlann yanına döndüler. Akşam olunca Hz. Peygamber (sav), Kureyşlilerin Bedir Suyuna varıp varmadıkları hakkında haber toplamak maksadıyla Hz. Ali'yi Zübeyir Bin El-Avam'ı ve Saad Bin Ebi Vakkas'ı bir grup sahabi ile birlikte görev­lendirdi. Bu istihbaratçılar Bedir Suyuna varınca iki kişinin, Ku-reyşlüere su taşımak üzere buraya gelmiş olduklarım gördüler. On­ları hemen yakalayıp karargaha döndüler. O sırada Hz. Peygamber namaza durmuştu. Onu beklemeden bu iki adamı hemen sorguya çektiler. Kim oldukları soruldu.

- Kureyşlüere su taşıyan görevlileriz. Bizi buraya, kendilerine su taşımak için gönderdiler, diye cevap verince bu ifade sorgula­mayı yapan müslümanlann hoşuna gitmedi. Bu iki şahsın Ebu Süfyan kafilesinden olabileceklerini düşünüyor ve böyle olmasını da -aslında- istiyorlardı. Doğruyu söylemeye zorlamak için onlara dayak atmaya başladılar ve kendilerini incittiler. Onlar da 'Biz Ebu Süfyan'm sucularıyız' demeye başladılar. Bunun üzerine dayağı kestiler Hz. Peygamber (sav) de o sırada namazını bitirdi. Bu du­rumu tasvip etmediği anlaşılan bir ifadeyle:

"Doğruyu söyleyince adamları dövüyor, yalan söylediklerin­de ise vazgeçiyorsunuz. Allah'a yemin ölsün ki bunlar Kureyş'in adamlarıdır" dedikten sonra onlara dönerek:

"Bana Kureyş'ten haber verin bakayım? " diye ifadelerini biz­zat kendisi almaya çalıştı. Adamlar:

"Vallahi Kureyşliler, nah şu ilerideki kum tepesinin arkasında bulunuyorlar" diye cevap verince Hz. Rasulullah (sav) onlara:

"Sayıları ne kadardır?" diye sordu.

"Bilmiyoruz" dediler. Bu kez "Peki her gün kaç hayvan kesi­yorlar?" diye sordu. Adamlar:

"Bir gün dokuz, bir gün on" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav): "Bu adamların sayısı, dokuzyüzle bin.arası olsa gerektir" diye tahminini ifade ettikten sonra bu sefer onlara: "Peki aralarında Kureyş eşrafından kimler var?" diye sordu.

Adamlar şu isimleri saymaya başladılar: "Utbe Bin Rabia, Şey-be Bin Rabia, Ebu'l-Buhteri Bin Hişam, Hakîm Bin Hazzam, Nev­fel Bin Huveylid, EI-Haris Bin Amir Bin Nevfel, Tuayma Bin Adiy Bin Nevfel, En'-Nadr Bin El-Haris, Zem'a Bin Esved, Ebu Cehil Bin Hişam, Ümeyye Bin Halef, Haccac'm iki oğlu: Nebih ve Müneb-bih, Süheyl Bin Amr ve Amr Bin Abdi vud"

Bunları dinleyen Hz. Peygamber (sav) yüzünü askerlerine çe­virerek: "Mekke üzerinize ciğerparelerini salmış," dedikten sonra onlarla beraber vadinin, Sabha mevkiinde, sudan uzak ve Medi­ne'ye yakın tarafına indiler. Burada müslümanlardan kimisi susa-dı içecek su bulamadı, kimisi cünup, kimisi abdestsiz kaldı.

Bu vaziyet karşısında "düşman müşriklerin sizin susuzluktan ölmenizin ötesinde başka bir beklentileri yok" diye şeytan onlara vesvese vermeye başladı. Fakat Allah Teala üzerlerine bir yağmur yağdırdı. Hem kana kana su içtiler hem kaplarını doldurdular, hem yıkanıp abdestlerini aldılar. Böylece yeniden dirilip ayakları üzerinde durdular. Ancak bu yağmur öte yandan müşrikler içinse bir bela oldu. Çünkü karargahlarının bulunduğu bölge bir çamur deryasına dönüştü. Hareket edecek ve yerlerinden kımıldayacak mecalleri kalmadı. Allah Teala bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Allah, kendi katından bir güven işareti olarak size (o gün) hafif bir uyku verdi. Sizi arıtmak, sizden şeytan vesvesesini gider­mek, kalblerinizi pekiştirmek ve sebatınızı artırmak için gökten size su indirdi.[31]

Sonra Hz. Peygamber (sav) erken davranıp Bedir Suyuna düş­mandan daha önce ulaşmak ve onlar tarafından susuz bırakılma­mak için hemen harekete geçti.

İlk kuyuya vardığında Ensar'dan Hubbab Bin El-Münzir Ona: "Ey Allah'ın Elçisi! Acaba buraya ne daha önce, ne de daha sonra, ancak şu saatta varabileceğimiz Allah (cc) mı takdir buyurmuştu. Yoksa şahsi görüş ve savaş taktiği konusundaki başarımızdan mı?" diye bir soru yöneltti. "Hz. Peygamber bilakis (mukadder olmakla beraber) aklımızı kullanarak bir savaş ve taktik olarak..." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Hubbab: "Ya Resulellah! (sav) Aslında durula­cak yer burası değil. Fmret düşmana en yakın olan kuyuya kadar varalım. Onun gerisinde bulunanları düşman tarafından istifade edilmekten çıkarıp elimizdeki su için bir havuz yapalım. Suyu­muzu ikmal ettikten sonra düşmanlarımızla çarpışalım. Ancak bu şekilde davranırsak suyu yalnız biz kullanabiliriz. Düşman artık bu suyu kullanma imkanını elde edemez."

Hz. Peygamber (sav):

- Çok güzel fikir verdin, buyurdu ve hemen askerleriyle birlikte, düşmana en yakın kuyuya kadar yaklaşarak oraüa yerleştiler. Geri­ye kalan bütün kuyuları tahrip ederek istifade edilmez hale getirdi­ler. Üzerinde bulundukları kuyuyu ise bir havuza dönüştürüp içine diğer sulan aktardılar. Su kablarmı da onun içine yığdılar[32]

 

Hz. Peygamber'e Otağ Yapılması

 

Saad Bin Muaz (ra), Hz.Peygamber (sav)'le o sırada bir görüş­me yaparak şöyle konuştu:

"Ey Allah'ın elçisi! Gölgesinde oturup istirahat edeceğin, biti­şiğine de bineklerini koyacağımız bir çardak yapalım mı, ne der­siniz? Siz buradan bizi yönetir, biz de gider düşmanımızla çarpı­şırız. Allah bizi onlara galip kıldığı takdirde zaten arzumuz ger­çekleşmiş olur, yok eğer aksine bir durum vuku bulursa -en kötü ahvalde- sen savaş sahasından uzaklaşıp geride (Medine'de) ka­lanlara hiç değilse selametle kavuşursun. Çünkü bugün seninle beraber bulunma fırsat ve mutluluğuna erişememiş geride bir­çok kimse var.

Ey Allah'ın Elçisi! Doğrusu Onların sana beslediği sevgiden daha fazlasını beslediğimizi söyleyemem. Onun için eğer savaşa çıkacağını bilmiş olsalardı, asla senden kopmaz, geri kalmazlar­dı. Allah Teala da seni onlarla korumuş olurdu. Öğütlerini dinler, seninle birlikte Allah yolunda cihad ederlerdi."

Hz. Peygamber (sav) Saad Bin Muaz'ı bu güzel ve samimi ko­nuşmasından dolayı takdir buyurdu ve O'na dua eti. Hemen çar­dak da yapıldı ve Hz. Peygamber çardağa geçerek oturdu. Savaşın cereyan edeceği günün sabahı yanı Ramazanın onyedinci günü Kureyş ordusu Bedir yönüne doğru harekete başladı.

Hz. Peygamber Kureyş kuvvetlerinin kendilerine doğru gel­mekte olduğunu görünce Allah Teala'ya şu münacaatta bulundu:

"Allahım! İşte Kureyş, bütün kibir ve azametiyle sana karşı küstahlık ederek elçini yalanlayarak üzerimize gelmiş bulunu­yor. Ey Allahım! Bana vadetmiş bulunduğun zaferi gerçekleştir ve onları şu günün sabahında yüzüstü mağlub et!"

İşte bu sırada Rasulullah(sav), Kureyş ordusunun ön safların­da Utbe Bin Rabia'yı kırmızı bir deve üzerinde gördü. Onu seyre­derken şöyle buyurdu:

"Şu topluluk içinde hayırlı bir kimse varsa o da şu kırmızı de­venin sahibidir. Eğer onun sözünü dinleyecek olurlarsa doğruyu bulur (isabetli davranmış olur) lardı [33]

 

Bir Tanışma Ve İnkar Sahnesi

 

Harekatın bu ilk saatlerinde Benî Gifar kabilesinden bir adam yanına oğlunu da almış olarak, hediye niyetine bir deve ile beraber Kureyş ordugahına gelerek, yardıma ihtiyaçları varsa silah ve asker

yardımında bulunabileceklerini söyledi. Kureyş komutanı ona

1 şöyle cevap verdi:

"Teşekkür ederiz, sen akrabalığın gereğini yerine getirmiş bulundun. Bize gelince, eğer bir insan topluluğu ile savaşıyorsak onlardan daha zayıf durumda değiliz, yok eğer Muhammed'in uydurduğu gibi: Allah'a karşı savaşa girişmiş bulunuyorsak O'na hiç bir zaman gücümüz yetmeyecektir. (Siz de yardımımıza koş-sanız, bu hiç bir şeyi değiştirmeyecektir.) [34]

Sıcak harekatın ilk hazırlıkları başlarken Kureyş komuta heye­ti, müslümanlarm durumunu, gücünü ve asker sayısını tesbit et­mek için bir istihbaratçı görevlendirdi. Bu şahıs Umeyr Bin Vehb El-Cimhî idi. Keşifçi, müslümanların karargahı etrafında bir tur attıktan sonra dönüp şu bilgileri verdi:

"Aşağı yukarı üç yüz kadar bir mevcutları var, fakat bana izin verirseniz etrafa şöyle bir göz daha atayım, bakayım kurdukları bir pusu veya geride gizledikleri bir takviye güçleri var mı, Öğre­neyim."

Bunun üzerine görev alan keşifçi, vadinin içine doğru yürüye­rek müslümanlarm bulunduğu arazinin arka taraflarına kadar bir mesafe katetti. Fakat herhangi bir şeye, herhangi bir kimseye rast­lamadı. Sonra yine Kureyş ordugahına dönerek şu bilgileri verdi:

"Hiç bir şeye rastlamadım. Fakat bakın, Ey Kureyşliler! Şunu bilin ki belalar, beraberinde ölümleri de getirir. Hem sonra şu Medine'nin okları korkunç bir ölüm taşıyor. Bakınız, bu adamla­rın kılıçlarından başka ne korunacakları ne de sığınacakları bir şeyleri vardır.

Allah'a yemin ederim ki onlardan birinin, sizden birini öldür-medikçe öldürülemeyeceğine inanıyorum. Hal böyle olunca on­lar sayıları kadar sizden insan öldürdükten sonra da sağ kalma­nın artık hiç bir anlamı yoktur. Dolayısıyla iyice düşündükten sonra kararınızı verin."

Keşifçi Umeyr Bin Vehb bu bilgileri verirken Kureyş'in ileri ge­lenlerinden Hakim Bin Hazzam Onu dikkatle dinliyordu. Hemen Utba Bin Rabia'ya dönerek:

"Ey Velid'in babası, sen Kureyş'in seçkinlerinden biri ve onla­rın efendisisin. Sözün dinlenir. Halkının arasında sonsuza kadar hayırlayadedilmek (saygıyla anılmak) ister misin?" deyince Utba:

"Neden o ya Hakîm?" diye fikrini öğrenmek istedi. Hakim şöy­le dedi: "Halkı buradan geri döndür, sonra da (Batn-ı Nahle vadi­sinde müslüman keşifçiler tarafından pusuya düşürülerek öldürü­len) El-Hadramî'nin tazminatını da öde. (Bu olay böylece kapan­sın.") Utba da O'na:

"Tamam, bunu yaparım. Sen de şahidim ol. O benim orta-ğımdır. Bu sebeple hem kanının hem de malının tazminatı bana aittir. Fakat sen bir de şu Hanzalanın oğluna (Ebu Cehil'e) git O'nu ikna etmeye bak. Ben aslında O'nun karşı çıkmasından korkuyorum" diyerek iyi niyetini ortaya koydu. [35]

Bu istişareden sonra Utba Bin Rabia Kureyşlilere hitab ederek şöyle bir konuşma yaptı:

"Ey Kureyşliler! Bakınız Allah'a yemin ederim ki siz Muham-med'i ve arkadaşlarını Öldürmekle hiç bir şey başarmış olmaya­caksınız.

Şöyle ki: O'nu öldürecek olursanız bundan sonra memlekette kimse kimsenin yüzüne bakamayacaktır. Hiç kimse amcasının oğ­lunu, dayısının oğlunu veya akrabalarından birini öldüren hem­şehrisinin, komşusunun yüzüne asla bakamayacaktır. Öyleyse he­men dönün ve Muhammed'le Araplar arasına girmeyin. Eğer Mu-hammed'le arkadaşları Arapları (etkileyerek birleştirmekte) başa­rıya ulaşacak olurlarsa, sizin de aynı zamanda arzu ettiğiniz şey gerçekleşmiş olacaktır. Yok eğer tam tersi vuku bulacak olursa bu durumda da iş kendiliğinden telafi olmuş ve O'ndan korktuğunuz akibete de böylece uğramamış olacaksınız. [36]

Daha önce Utba Bin Rabi'a ile konuşan Hakîm Bin Hazzam,

onun tavsiyesi üzerine bu sefer Ebu Cehil'e gitti ve kendisiyle şöy­le konuştu:

"Ey Hakem'in babası! Utba, beni şu meseleyi sana anlatmak üzere gönderdi" diyerek konuyu açıklayınca Ebu Cehil şu karşılığı verdi:

"Muhammed'i görünce vallahi de adamın sihri bozuldu, kor­kaklığı ortaya çıktı. Hayır, asla. Andolsun, Muhammed'le aramız­da, Allah hükmünü verinceye kadar dönmeyeceğiz. Aslında Ut­ba, içindekini anlatmamıştır. O Muhammed'le arkadaşlarının et yediklerini (tok olduklarını), aralarında oğlunun [37] da bulundu­ğunu görünce sizi korkutuyor (caydırmaya) çalışıyor (!)"

Sonra Ebu Cehil, (Batn-ı Nahle'de öldürülen Amr Bin El-Had-rami'nin kardeşi) Amir Bin El-Hadrami'yi çağırarak O'na:

"Bak, şu yandaşın (Utba) var ya, halkı buradan döndürmek (şu hazır fırsatı kaçırmak) istiyor! Halbuki bak öcünü gözünle gö­rüyorsun. Öyleyse kalk da halka seslen ve kardeşinin öcünü al­malarını iste..." diyerek keHdisini ve Kureyşlileri tahrik etmeye ça­lıştı. Bunun üzerine Amir de ayağa kalkarak:

"Ah kardeşim Amr! Vah kardeşim Amr!" diye feryad edip Ku­reyşlileri galeyana getirmeye uğraştı. Bu durum karşısında gerçek­ten etkilenen Kureyşliler hemen kızıştılar ve toplanıp savaş hazır­lığına başladılar. Artık şer meydana çıkıyordu. Utba'nın ortaya at­tığı dönüş fikrinden vazgeçilmiş, kafalardaki düşünceler bozul­muştu.. [38]

 

Savaşın İlk Kurbanı

 

Müslümanların su konusunda hiç bir sıkıntıları yoktu. Havuz­ları su ile doluydu, kuyularında bol miktarda su vardı. Fakat Ku­reyşliler tam tersine suya şiddetle muhtaç idiler. Adamları susuzhıktan kırılıyordu. Bu sırada Ebu Seleme'nin kardeşi EI-Esved Bin Abdü'esed El-Mahzumi adında biri meydana atıldı. Bu adam, haddini bilmeyen, azgın ve ahlaksızın biriydi. Bir nara atarak şöy­le dedi:

"Allah'a söz veriyorum! Ya onların havuzundan içeceğim, ya o havuzu darmadağın edeceğim veya bu uğurda canımı vereceğim."

Bu sözleri sarfettikten sonra hızla ileri atılınca, karşısına Hz. Hamza öbür cepheden fırlayarak dikildi. Tam karşılaşınca Hz. Hamza bir kılıç darbesiyle bacaklarından birinin yarısını kesti. El-Esved derhal yere yuvarlandı, fakat havuza doğru yine de emekle­yerek ve sürünerek ilerlemeye çalıştı. Hz. Hamza fırsat vermeden sür'atle adamın üzerine bir darbe daha indirerek hayatını sona er-didi [39]

 

Mübareze Usulü İle (Teke Tek) Döğüş

 

Sonra, bir yanında kardeşi Şeybe, diğer yanında oğlu Velid ol­duğu halde Utba Bin Rabia ortaya çıktılar. Utba, kendisini korkak­lıkla suçlayan Ebu Cehil'i yalanlamak ve prestiji kurtarmak için, İslam birliği içinden kendisiyle döğüşebilecekleri er meydanına çağırdı. Bu çağrıya cevap olmak üzere Ensar'dan bir grup genç cengaver hemen ortaya çıktılar. Bunlar:

Abdullah Bin Ravaha, Avf Bin El-Haris ve kardeşi Muavviz Bin El-Haris idiler. Utba, bu genç müslüman savaşçılara mağrur bir ifadeyle:

- Siz kimsiniz, diye sorunca;

- Biz Ensar'dan bir grubuz, diyerek gayet vakur ve ağırbaşlı bir cevap verdiler. Bunun üzerine Kureyş cephesinden onlara:

-  Bizim, sizinle alıp veremediğimiz bir meselemiz yoktur,

dendikten sonra aralarından biri Hz. Peygamber (sav)'e küstahça seslenerek:

"Ey Muhammedi Bizim halkımızdan ve bize denk olanları karşımıza çıkar!" dedi. Bu gerçekten de anlaşılmaktadır ki müş­rikler de din bağının her türlü akrabalık ve kan bağından daha güçlü olduğuna, dinin dışında diğer ortak tarafların hiç bir anlam taşımadığına artık inanıyorlardı.

Öyle ya, kendilerine denk sayıp da bizzat elleriyle öldürmek is­tedikleri adamlar acaba kimlerdi? Kanlarını dökmek istedikleri bu insanlar kendi yakınları değil miydi? Can ciğer akrabaları, öz ço­cukları ve Öz babaları değil miydi?,.

Hz. Peygamber (sav) hemen (amcası Hamza'ya ve iki amca ço­cuğuna):

"Ey Haris oğlu Ubeyde! Ey Abdulmuttaliboğlu Hamza ve Ey Ebutaliboğlu Ali! Çıkın bakayım meydana!" diye seslenerek mü­bareze emrini verdi. Bu üç cengaver hasımlarının Önüne dikilip onlara iyice sokulunca onlara:

- Kim oluyorsunuz? diye sordular. Sahabiler kendilerini tanı­tınca müşrikler:

- Evet dengimizsiniz ve şerefli kimselersiniz, dediler.

Sonra (Hz. Peygamberin amcazadelerinden), diğerlerine na­zaran daha yaşlı olan Ubeyde, Utba'mn karşısına, Hz. Hamza, O'nun kardeşi Şeybe'nin karşısına, Hz. Ali de Utba'mn oğlu Ve-lid'in karşısına geçtiler. Hz. Hamza ile Hz. Ali kaşla göz arasında karşılarında bulunan hasımlarını hemen öldürdüler. Ubeyde ve onun hasmı Kureyşli Utba'ya gelince ikisi de birbirlerini kılıç dar­beleriyle ağır yaralamışlardı.

Hz. Hamza ile Hz. Ali hızla Utba'mn üzerine atılarak onu da hemen öldürdükten sonra Ubeyde'yi sırtlayarak müslümanların cephe gerisine getirdiler. Ubeyde ağır yaralıydı. Ayağından fena kan kaybediyordu. Onu Hz. Peygamber (sav)'in bir yanma uzattı­lar. Rasulullah (sav) dizini ona destek yaptı ve kendisini şehitlikle müjdeledi. Ubeyde, O'na ş'öyle dedi:

"Allah'a yemin olsun, (bir zamanlar benim aleyhimde)

"Hep baş mı eğip biz O'na teslim olalım da,

Gülsün bize avrat ve çocuklar, ne rezalet!" diyen Ebu Talib'in bizim haklı olduğumuzu öğrenebilmesi için bugün hayatta ol­masını çok arzu ederdim." Çok geçmeden Ubeyde şahadet şerbe­tini içerek vefat etti [40]

Bu olaydan sonra her iki tarafın birlikleri yavaş yavaş birbirle­rine sokulmaya başladılar. Rasulullah (sav), sahabilerine, emir vermediği müddetçe hamleye geçmemelerini buyurdu ve şöyle dedi: "Düşman, sizi kuşatır (sarar) sa kendinizi oljda savunun [41]

Sonra Hz. Peygamber (sav) ortaya çıkarak askerlerini saf düze­nine geçirdi. Elinde bir ok vardı. Safları düzeltirken, komut verir­ken bununla işaret ediyordu. Bir ara safları düzeltmeye çalışırken içinde bulunduğu sıradan biraz öne çıkmış bulunan Sevvad Bin Gaziyye adındaki bir askerini elindeki okla geriye itti. Ok bu savaş­çının karnına değmiş, O'nu biraz incitmişti. Hatta Hz. Peygamber (sav) biraz sert davranmış:

"Ya Sevvad! Doğru dur!" demiş, safın düzenini düşmana karşı bozmaması ihtarında bulunmuştu. Sevvad, bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)'e:

"Ey Allah'ın Elçisi! Beni incitmiş bulundun, halbuki Allah Te-ala seni, insanlar arasında hak ve adaletle muamele edesin diye göndermiş bulunuyor" deyince Hz. Rasulullah (sav) "Peki o halde öcünü al" buyurdu ve bunun için göğsünün üzerinden elbisesini sıyırdı. Ancak amacı başka olan Sevvad Hz. Peygamber (sav)'e sa­rılarak O'nu karnından öptü. Hz. Peygamber (sav) O'na:

"- Neden böyle yaptın?" deyince, Sevvad:

"Ya Rasulallah manzarayı görüyorsun, (Belki de son dakikala­rımızı yaşıyoruz) onun için bu dünyadan ayrılırken mübarek vü­cudunuza dokunmak istedim" diye bir cevap vererek böyle nazik bir saatte bile can havline düşmeyen, Allah ve Rasulüne sınırsız bir sevgiyle bağlanan o mutlu insanların, Hz. Peygamber (sav)'e karşı olan can feda tutumlarından -düşmanın gözleri önünde- parlak ve gözkamaştırıcı bir örnek sergiledi. Bunun üzerine Hz, Peygam­ber (sav) O'na dua etti ve askeri savaş düzenine geçirdikten sonra yeniden otağına döndü [42]

Daha önce de gördük ki: Kureyşliler kendi içlerinde parçalan­mış durumda idiler. Onlardan kimisi geri dönmek istiyordu, kimi­sinin küstahlığı tutmuş, adeta kinle dolup taşan bir tutumla ille de savaşmak istiyordu, kimisi de başkalarını korkaklıkla namertlikle suçlamakla meşguldü.

Dolayısıyla akıl danışılacak kimse dinlenmiyor, lider ve komu­tanın sözü geçmiyordu. Ebucehil kendi kendini hem askerin hem de tüm Kureyş eşrafının başına rakipsiz bir lider ve komutan ola­rak dikmiş, zoraki başbuğ olmuştu. Halbuki müslümanlar onların tam tersine yekvücut haldeydiler. Hz. Peygamber (sav)'in emirle­rine göre hareket ediyor, komutanına harfiyyen itaat eden birer nefer veya daha doğrusu Peygamberine, efendisine sevgilisine ca­nını ve malını göz kırpmadan feda eden birer fert olarak davranı­yorlardı. Emri yalnızca Hz. Peygamber veriyordu. Onun emri ol­madan kimse konuşmuyor, O'nun izni olmadan kimse bir fikir be­yanında bulunmuyordu. O ise gönül alçaklağmm, insanları ve olayları değerlendirmenin en parlak örneklerini veriyordu.

Hz. Peygamber (sav), askerini savaş düzenine geçirdikten sonra otağına döndü. Yanında Hz. Ebu Bekir vardı. Şöyle dua ediyordu:

"Allahım! Eğer şu küçük (müslüman) topluluk bugün yok olursa artık ibadet edilmez olursun, (sana kulluk edecek kimse kalmaz)" Hz. Ebu Bekir O'na:

"Ey Allah'ın Elçisi! Duanı böl, (endişelenme) Allah Teala sana vadettiğini yerine getirecek (gerçekleştirecektir) diyerek kendisini teselli etmeye çalıştı. Ardından Hz. Peygamber uyuklar gibi oldu. Gözlerini açınca Hz. Ebu Bekir'e:

"Ya Ebabekir! Artık sevin. Çünkü Allah'dan sana zafer geldi. İşte Cebrail, atının dizgini elinde, onu sürüyor, arkasında da toz duman var" dedikten sonra otağından hızla askerin yanma geldi ve onları gayretlendirmeye çalışarak şöyle haykırdı:

"Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki: Bugün sabırla ve kendini Allah'a adayarak, ileriye atı­larak ve hiç sırt çevirmeyerek kim çarpışır ve (bu haldeyken) öl­dürülecek olursa, Allah Teala onu cennete koyacak (cennetle mü­kafatlandır ac aktır.) "

Bu sırada elindeki hurmaları yemeğe çalışırken Hz.Peygamber (sav)'in bu sözlerini duyan sahabilerden Umeyr Bin El-Humam, kendini kınayan bir tavırla elindeki hurmaları yere atıp hemen kı­lıcına sarılarak:

"Yeter be! Cennetle aramda, şu adamların beni öldürmesin­den başka hiç bir engel kalmamış" dedi ve şehid edilinceye kadar kahramanca savaştı.' [43]

İşte bu manevi ruhla, bu yüksek moralle müslümanlar gerek bu savaşta gerekse daha sonra giriştikleri savaşların hepsinde da­ima zafer kazandılar, üstün geldiler. Fakat ne zaman ki bu samimi­yeti ve îslama bağlılığı kaybetmeye imanı ihmal etmeye başladılar. İşte o zaman da hep mağlup oldular.

Şurası bir gerçektir ki imanlı bir asker savaş meydanına girdi­ği zaman ölümden heybetlenmez, bilakis kahramanca çarpışırken ölümü cennete nail olmak için arzu eder. Bu bakımdan da kimse onun önünde dayanamaz. Silâhlar da onun hücumunu sınırlaya-maz, durduramaz. Fakat uğrunda çarpışılmaya değer bir hedef gösterilmeden asker, savaş alanına, cepheye tutup atıldığında, sa­vaşa karşı rağbet ve inancı yokken, sadece toprak için, fani gayeler için, anlamsız sloganlarla boş, fikir ve ideolojilerle savaşa zorlan­dığında o, savaş alanında asla direnemez.

Bilakis, sırtım çevirip kaçmak için o her an, dikkatlerin onun üzerinden dağılmasını bekler, her dakika bu fırsatın bekleyişi içindedir. Hiç bir şey onun umurunda değil, çünkü uğrunda çarpış­maya zorlandığı şey, fanidir, geçicidir, başka bir şeyle değişebilir, değiştirilebilir değerdedir.

İki cephenin askerleri hücuma geçmek üzere karşı karşıya gel­dikleri sırada Ebu Cehil:

"Allahım! Bu adam akrabalık bağlarımızı kesti ve bilinmeyen bir takım (yabancı fikir, inanç ve düşünceleri) bize getirdi. Sen O'nu yok et!" diyerek Hz. Peygamber (sav)'e bedduada bulundu. Bu suretle aslında o kendi kendine beddua etmiş oldu. (Çünkü ha­kikatte milletini parçalayan, akrabaların birbirlerine düşman ke­silmesine Ön ayaklık eden, hakka ve hakkaniyete yabancı, batıl fi­kir ve inançların öncülüğünü yapan kendisiydi.)' [44]

Hz. Peygamber ise bu sırada yerden bir avuç çakıl alarak, yü­zünü Kureyş ordusuna çevirip onlara doğru savurdu ve "Çehreler çarpılsın!(şaşkına dönesiniz)" diye onlara beddua ettikten sonra sahabilerine:

"Haydi gayret!" diye haykırdı. Allah Teala'nın izniyle Kureyşli-ler bir kaç saat içerisinde perişan oldular.' [45] O gün Hz. Peygamber (sav) harekattan önce sahabilerine şu emri vermişti:

"Şunu Öğrenmiş bulunuyorum ki: Haşimoğullarmdan ve başkalarından bazı kimseler, (Kureyşliler tarafından) zorla cephe­ye getirilmiş bulunmaktadırlar. Onların bizimle savaşacak du­rumları yoktur. İçinizden kim Haşimoğullarmdan biriyle karşıla­şacak olursa sakın onu öldürmesin. İçinizden kim Haris oğlu, Hi-şam oğlu Ebu'l-Buhterî ile karşılaşacak olursa sakın O'nu öldür­mesin! İçinizden Abdülmuttalib oğlu Abbas ile kim karşılaşacak olursa sakın O'nu Öldürmesin! Bunlar istemeyerek gelmiş bulun-maktadırlar. [46]

Bu sırada (Kureyş liderlerinden ve akıl hocalarından) Utba Bin Rabia'nın İslam cephesindeki oğlu Ebu Huzeyfe:

"Peki, babalarımızı, çocuklarımızı, kardeşlerimizi ve akraba­larımızı öldürelim, ama sıra Abbas'a gelince, O'nu bırakalım, öy­le mi? Allah'a yemin ederim ki O'na rastlarsam derhal kılıcımla üzerine yürüyeceğim!" demişti.

Bu sözler Hz.'Peygamber (sav)'in kulağına gidince incinmişti. Bunun üzerine duruma hakim olabilmek için Hz. Ömer'i çağıra­rak O'na:

"Ey Hafs'ın babası! Peygamberin amcasına kılıçla hücum edilecek, öyle mi?" diye dert yandı ve serzenişte bulundu. Hz. Ömer de Öfkelenerek:

"Ey Allah'ın elçisi! İzin ver de hemen boynunu vurayım. Andol-sun, bu adam ikiyüzlülük ediyor" dedi. Ancak Hz. Peygamber yük­sek dehası ve hikmet dolu davranışıyla dengeyi sağladı. Hz. Ömer:

"Andolsun ki: Rasulullah (sav) bana ilk defa: "Ya Eba Hafs! di­ye hitab ediyor" dedi. Bu da Hz. Peygamber (sav)'in, telaşını gös­termekteydi. Ebu Huzeyfe de sonraları büyük bir pişmanlık duya­rak şöyle demişti:

"O gün sarfetmiş olduğum sözlerden sebep, Allah'a karşı kendimi güven içinde hissetmiyorum ve (Hz. Peygamber'e saygı­sızlık ettiğim için Allah katından bir cezaya çarptırılacağımdan) hâlâ korkuyorum. Öyle ki ancak şehid olursam [47] belki bu, güna­hımın silinmesi için keffaret olabilir kanaatindeyim [48]

Allah Teala müslümanlarm bu savaşa yüksek bir moralle gir­melerini takdir buyurmuştu ki Hz. Peygamber (sav) onları rüya­sında küçük bir azınlık olarak görmüş ve bu sebeple de müslü-manları önceden savaş için cesaretlendirmişti. Onlara düşmanın, küçyk bir topluluktan ibaret olduklarını ifade etmiş, bu suretle de maneviyatları yükselmişti. Eğer Hz. Peygamber (sav), düşmanı ol­duğu gibi büyük sayıda görmüş olsaydı, bu durum savaş konusun­da fazla tartışmalara yol açabilirdi.

Hem sonra müslümanlar sırf Ebu Süfyan'ın kafilesini hedef alarak çıkmışlardı. Ancak Kureyş ordusuyla karşılaşınca bu büyük düşman ordusu, Allah'ın bir mucizesi olarak müslümanlarm göz­leri önünde küçük bir topluluk gibi görünmüş, Hz. Peygamber (sav)'in rüyası gerçekleşmişti. Müslüman neferlerin her biri birer cengaverdi.

Aynı zamanda müşrikler de müslümanları küçük bir topluluk olarak görüyorlardı. Bu da onların sonunu hazırlayan çarpışmaya özenmelerine ve ileri atılmalarına sebep oldu. Çünkü eğer müslü­manlarm sayısı onların gözünde büyümüş olsaydı heybetlenerek akıl hocaları Utba Bin Rabia'nın sözlerini dinleyip savaştan geri çekilebilirlerdi.

Bütün bunlar Allah Teala'nın iki taraf için takdir buyurduğu şe­kilde olayın mucize ile değil, bizzat iki tarafın fiili ve iradeleriyle sonuçlanabilmesi içindi. Çünkü İslam hayat düzeni müslüman-larca fiili şekilde uygulanarak ancak yaşanır, yoksa mucizelerle de­ğil. Allah Teala dini için böyle irade buyurmuş, böyle uygun gör­müştür. Yukarıdaki olay hakkında şöyle buyurmuştur:

"Allah, onları vaktiyle rüyanda sana az gösterdi. Çok göster­miş olsaydı yılacak ve bu hususta çekişmeye başlayacaktınız. Fa­kat Allah sizi kurtardı. Çünkü o gönüllerde olanı bilir. Karşılaştı­ğınız zaman, önceden takdir edilmiş olayın gerçekleştirilmesi için (Allah) onları gözlerinizde az gösteriyor ve sizi de onların gö­zünde azaltıyordu. Sonunda bütün işler dönüp Allah'a varır. [49]

Sonra şu husus bilinmelidir ki Allah Teala, savaş esnasında sırf müslümanlarm morali yükselsin ve direnebilsinler diye melekleri indirmiştir. Aksine onların da müslümanlarm safında küfür kuv­vetlerine karşı savaşmaları için değil... Çünkü eğer bu gaye ile in­dirilmiş olsalardı, Allah (cc)'ın irade buyurduğu sayıdaki düşman­ları öldürmek için bir melek bile yeterli olurdu. Hatta buna bile lü­zum kalmadan Allah Teala üstün gücü ile istediği kadarım, hatta sayılamayacak kadar çok olsalar bile, hepsini birden anında öldürebilirdi. Fakat meleklerin kalabalık şekilde indirilmesi müslü-manların ruhen tatmin olmaları ve direnebilmeleri içindi. Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinizin yardımına sığınıyordunuz. O, 'Ben size birbiri peşinden bin melekle yardım ederim1 diye cevap vermişti. Allah, bunu ancak bir müjde olması ve kalbinizin yatışması için yap­mıştı. Yardım ancak Allah katındandır. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir  [50]Yine şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin meleklere, 'Ben sizinleyim, insanları destekleyin' diye vahyetti. 'Ben inkar edenlerin kalplerine korku salacağım. Artık on­ların boyunlarını vurun. Parmaklarını doğrayın' dedi. Bu onların Allah'a ve elçisine karşı koymalarının bir cezasıdır. Kim Allah'a ve elçisine karşıkoyarsa bilsin ki Allah'ın cezası şiddetlidir. îşte bun­ları tadın. İnkar edenlere ayrıca cehennem azabı davardır [51]

Nihayet savaş sona erdi, müslümanlar tam bir zafer elde etti­ler. Bu gayeyle ve bu yolda canlarını seve seve feda etmekte ve ger­çek iman kardeşliğinin parlak örneklerini vermekte büyük başarı­lar gösterdiler. İslam idealine dayanan bu ulvi, bu yüce kardeşlik, her türlü akrabalık ve kan bağının din ve inanca dayanmayan her türlü ortak ilişkilerin üzerinde müstesna bir anlam taşıyordu. Çünkü bu savaşlarda müslüman kişi, küfür ve şirk cephesinde bu­lunan öz kardeşini, öz babasını göz kırpmadan öldürüyor, bunun­la da kalmıyordu.

O her an öyle bir iman heyecanıyla yaşıyordu ki Allah iradesi­nin yeryüzünde hakim kılınması uğruna düşmanlarının kılıç ve mızraklarıyla paramparça edilmekten asla endişe duymuyor, sırf bu idealle yaşıyordu. Hatta dahası var:

Müslüman savaşçı eline esir olarak geçirdiği bu yakınlarını, bu can ciğerlerini bu halde bile öldürmek istiyor, ona, dize gelmiş bir insan gözüyle bakarak bazen geçmişte beraber geçirdikleri karşı­lıklı sevgi ve bağlılık dolu günleri düşünüyor, ancak o kirli ve Allah'a isyan ile dolu geçmişin artık ayaklar altına alınması gerekti­ğine inanıyordu. Çünkü imanla küfür asla bir arada ve barışık ola­mazlar.

İlk İslam cihadının, tarihe altın harflerle geçmiş göz kamaştırı­cı örneklerini işte bu kahramanlar bu şekilde vermişlerdi. Nitekim (Aşere-i Mübeşşere'den) Hz. Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah (ra) Bedir savaşında babasını, Hz. Ömer de dayısı El-As Bin Hişam El-Mahzumi'yi öldürdü. Hz. Ebu Bekir de savaş esnasında oğlu Ab-durrahmanla karşılaşmak için çok uğraştı. Ne varki Abdurrahman manevralar yaparak babasından uzak durmayı başardı.

Bedir savaşı kanıtlamaktadır ki: Allah'a güçlü bir imanla bağ­lanmış olan bir topluluk, O'nun gösterdiği doğru yolda yürüdüğü, istikametinden sapmadığı ve gerekli tedbirleri aldığı müddetçe -sayıca az olsa bile- Allah'ın zafer ve yardımına nail olacaktır.

Bedir olayı, İslam tarihinde cereyan eden ilk savaştır. Bu sa­vaşta Allah (cc) a güçlü bir imanla bağlı olan küçük bir topluluğun, kendisinden kat kat fazla ve çok daha hazırlıklı bulunan bir şirk or­dusuna karşı kazandığı zaferin, (bunun her zaman böyle olacağı gerçeğinin) ebedi işareti, Allah (cc)'m şu yüce fermanıdır:

Nice küçük bir topluluk -Allah'ın izniyle büyük bir ordu­ya üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir [52]

Bedir savaşı, İslamı eylemsel olarak savunmayı hükme bağla­yan Akabe Be/atı'nın tamamlayıcısı oluyor ve savaş gereği her yerde bütün insanlığı kapsayan geniş bir anlayış getiriyordu. Bu anlayışa göre artık müslümanlar her meydanda düşmana karşı ge­nel olarak savaşacaklar ve İslam davasının gerektireceği, dünyanın her yerinde inançlarım korumak ve müdafaa etmek için birlikte mücadele vereceklerdi.

Bu bakımdan, Hz. Peygamber (sav)'i ve muhacirleri korumak için sadece Medine, savunma alam olmaktan ibaret değildi.

Diğer yandan Bedir Savaşı kanıtladı ki: İman bağı, soyr ırk ve akrabalık bağlarından çok daha güçlüdür. Hatta ortak inanç bağı­nın yanında diğerlerinin hiç bir değeri yoktur hem sonra (Müslü­man olsun, gayrimüslim olsun) insanın, inanç ve felsefesi uğruna canını verebileceği de bu savaşla açık seçik ortaya çıkmıştır.

Aynı zamanda Hz. Peygamber Medine'ye varınca gerçek iman kardeşliği, müslümanların hiç çekinmeden birbirleri için mal mülk ve servetlerini cömertçe harcayarak ortaya çıktı. îşte bu çar­pıcı gerçekler Bedir Savaşı sonunda ancak anlaşılabilmiştir ki bir bakımdan bunlar hak ile batılı birbirinden ayıran birer büyük ka­nıttır.

Müslümanların, karşısında mücadele verdikleri cepheler hiç bir zaman değişmemiştir. Bugün dünyanın her yerinde bulunan despotlar, zalimler, hatta içlerinden müslüman geçinenler, men­faat düşkünleri ve İslama kin besleyen diğer dinlerin mensupları her zaman var olagelmişlerdir.

Günümüzde bu İslam ve müslüman düşmanları, dünya dev­letleri tarafından beslenmektedirler. Şu halde tüm müslümanlar bu ortak düşmanlarına karşı bizzat Hz. Peygamber (sav) 'in izlemiş olduğu sistemle mücadele vermelidirler.

Özellikle müslümanlar, düşmanlarından kendilerini kesin şe­kilde ayıracak olan savaşın, dünyanın neresinde cereyan edebile­ceği hususunu çok iyi araştırıp incelemeleri gerekir. Çünkü seçile­cek olan bu yer İslam nizamının uygulanacağı ülke olacaktır. Bu incelemenin mükemmel yapılması şarttır.

Sonra çok iyi bilmelidirler ki işte burada müslüman ve İslam düşmanlarına karşı ilk defa ve bir ölüm kalım savaşı vereceklerdir. Ayrıca topyekün imkanlarını bu beklenen savaş için seferber et­melidirler. Müslümanların bu konuda çok şuurlu ve uyanık olma­ları gerekir. Öyle ki daha henüz gerekli hazırlıklarını tamamlama­dan, düşman onları savaşın içine çekme imkanı bulmamalıdır. Sa­vaşın zamanlamasını düşmanlar değil müslümanların kendileri yapmalıdırlar.

Bu husus çok önemli, ciddi ve temel bir noktadır. Çünkü müs­lümanlar hazırlık içinde bulunurlarken aralarındaki fırsatçılar ve şöhret peşinde koşanlar düşmanlara alet olmakta ve müslümanla-rı sıcak mücadelelerin içine kasıtlı şekilde zamansız sürüklemek­tedirler ki bu durumlar müslümanların daima, mağlubiyete uğra­malarına, dağılıp perişan olmalarına İslam davasının sekteye uğ­ramasına sebep olmaktadır. Bu da Mücadelenin yeniden ve sıfır noktasından başlatılmasını tekrar tekrar gerektirmektedir.

Daha henüz tam manasıyla hazırlanmadan yeni bir mücade­lenin içine çekilmekle başlarını kaldırıp kendilerine gelmeden üzerlerine yeniden bir darbe inmektedir. Bugün müslümanların kımıldadıkları her yerde başlarına gelen akibet işte budur.

Müslümanlar, dünyanın meçhul kalmış bölgelerine, içinde henüz putperest kabilelerin -yaşamakta olduğu ve hıristiyan mis­yonerlerin yöneldiği ormanlara ve çöllere davetçilerini gönderme­lidirler. Ne yazık ki müslümanlar bu bölgeleri ihmal etmiş, sadece İslamm ulaştığı bilinen yerlerle yetinmişlerdir.

Halbuki ilk müslümanlar, müşrik kabileleri ziyaret eder, onla­rı ya kendi saflarına kazandırmaya çalışır, veya İslam ile hidayet bulmalarına yardımcı olurlardı.

Müslümanlar, iman ve İslam idealinin dışındaki ortakbağlarm hepsinden tamamen sıyrılmahdırlar. Çünkü her hangi bir noktada düşünceleri ve kanaatleri İslama ters düştüğü zaman ne babanın, ne kardeşin, ne eşin ne de herhangi bir akrabanın önemi vardır.

Keza müslümanlar nerede bulurlarsa bulunsunlar her sahada mücadele için hazırlıklı olmalıdırlar. Çünkü onların mücadele mecburiyetleri sadece bulundukları bölgeyle sınırlı değildir. Bila­kis İslama davetin ve davet için mücadelenin gerektiği her yerde hazırlık içinde bulunmalıdırlar.

Buna ilaveten, müslümanların, dünyanın neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar birbirlerinin durumlarım, yaşadıkları ülkelerin her türlü şartlarını, ayrıca îslamın henüz girmemiş bulunduğu ül­kelerin durumunu ve buralarda yaşayan insanlarla ilgili birçok şeyler öğrenmeleri ve İslamm bu yerlerde anlatılması imkanım araştırmaları gerekir.

Evet, Bedir Savaşı Müslümanların parlak zaferi, müşriklerin ise ezici yenilgisiyle sona erdi. Yetmiş ölüden fazla zayiat verdiler. Bunların arasında, İslama çağrının karşısında şiddetle durmuş Hz. Peygamber (sav) 'e çeşitli eziyetler yapmış liderleri de vardı.Verdik-leri ölü sayısı kadar da esir düşenler oldu.

Bunların arasında da Kureyş'in seçkin liderleri ve komutanları vardı. Müşriklerden öldürülenler arasında:

Utba Bin Rabia, oğlu El-Velid Bin Utba, kardeşi Şeybe Bin Ra-bia, Ebu Süfyan'm oğlu Hanzala, Ukba Bin Ebi Muayyıt, Ubeyde Bin Said Bin El-As, El-As Bin Said Bin El-As, Ebu'l-Buhteri El-As Bin Hişam, Hz. Hatice'nin kardeşi ve aynı zaman da Hz. Peygam-ber'in kayınbiraderi Nevfel Bin Huveylid, En-Nadr Bin El-Haris Bin Kelde, Ebu Cehil Amr Bin Hişam, El-As Bin Hişam Hz. Halid Bin El-Velid'in Kardeşi Ebu Kays Bin El-Velid, Ümeyye Bin Halef ve oğlu Ali Bin Ümeyye gibi Kureyş'in seçkinleri bulunuyordu.

Kureyş'ten müslümanlarm eline esir düşenler arasında da şu tanınmış kişiler vardı:

Hz. Peygamber (sav)'in amcası: Abbas Bin Abdulmuttalib, Hz.Ali'nin kardeşi Ukayl Bin Ebu Talib, Hz.Peygamber (sav)'in amcası oğlu Nevfel Bin El-Haris, Ebu Süfyan'm oğlu Amr, Hz. Pey­gamber'in damadı (Yani Kızı Zeyneb'in eşi) Ebu'l-As Bin El-Rabi, Mus'ab Bin Umeyr'in kardeşi Ebu Aziz Bin Umeyr ve Kureyş'in ünlü diplomat ve hatibi Süheyl Bin Amr..

Savaş bittikten sonra Hz. Peygamber (sav)'in, önceden Allah tarafından haberdar edildiği düşman ölülerinin, Bedir kuyuları civarına nakledilmelerini emretti. (Sonra oraya gömüldüler).

Hz. Peygamber (sav) toplattırdığı bu düşman ölülerinin yanma yaklaşarak bir çukurun ağzına yakın yerde devesinin üzerinde, on­lara adlarıyla (falan oğlu filan) diyerek hitap etti ve şöyle buyurdu:

"Sağken Allah'a ve Rasulüne inanmış olmayı, şimdi temenni ediyor musunuz? Biz, Rabbimizin, bize vadettiği şeylerin gerçek olduğunu (işte) bulduk. Siz de Rabbinizin vadettiklerinin gerçek olduğunu buldunuz mu?"

Bu sırada Hz. Ömer O'na: "Ey Allah'ın Elçisi! Cansız cesetlere nasıl oluyor da hitap ediyorsun?" diye sorunca:

"Muhammed'in canını kudret elinde bulunduran Allah'a ye­min ederim ki, söylediklerimi, onlardan daha iyi duyan değilsi­niz" buyurdu.

Hz. Ayşe de Rasulullah'ın burada konuştuklarından şunları nakletmektedir: "Hz. Peygamber aslında şöyle dedi:

- Vaktiyle söylediklerimin hakikat olduğunu onlar elbette ki şu anda öğrenmiş bulunuyorlar."

Ayrıca anlatılmaktadır ki: Kureyş'in akıl hocası ve ileri gelenle­rinden Utbe Bin Rabia'nm cesedi çukurun yanına sürüklenerek getirildiği sırada, Hz. Peygamber (sav), O'nun müslüman savaşçı­lar arasında yer alan oğlu Ebu Huzeyfe'ye şöyle bir baktı. Ebu Hu-zeyfe üzgün ve yüzü solgundu. Hz. Peygamber (sav) O'na:

"Ey Eba Huzeyfe! Yoksa baban için üzülüyor musun?" diye sordu. Ebu Huzeyfe, bu soru üzerine:

"Hayır, Ey Allah'ın elçisi! Allah'a yemin ederim ki ne babamın haklı olduğu, ne de bu sebeple öldürüldüğü hususlarında şüp­hem vardır. Fakat babamın isabetli görüşleri, hoşgörüsü ve fazi­letleri vardı. Bu meziyetlerinin O'nu İslama götüreceğini umu­yordum. Fakat şu anda uğramış olduğu sonucu ve kafir olarak öl­düğünü görünce hakkında temenni ettiğimin gerçekleşmemiş olmasından dolayı üzülüyorum" diye cevap verdi.

Buna sevinen Hz. Peygamber (sav) O'na dua etti." [53] Sonra Hz. Rasulullah (sav) Abdullah Bin Ravvaha'yı El-Avali yöresi halkına, Zeyd Bin Harise'yi de Es-Safile yöresinde oturanlara göndererek Bedir Zaferini kendilerine müjdelemek için onları görevlendirdi. Bu iki görevli vefat eden Hz. Osman'ın hanımı ve aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)'in kızı Rukiye'yi defnetmekten dönen Medi-neli müslümanlara şehre girerken rastladılar. Üzüntülü müslümanlar bu müjdecilerin getirdiği zafer haberiyle bu kez sevindiler.

Yahudiler ve münafıklar ise Hz. Peygamber (sav) hakkında halkı tereddüde sokmak maksadıyla kinlerinden:

"Yenilgiye uğradıkları için bu iki adam cepheden kaçmış bu­lunuyorlar" diyerek yalan haberler uydurmaya, kafaları karıştır­maya çalıştılar.

Hz. Peygamber, esirleri de önüne katarak Medine'ye doğru yol almaya başladı. Beraberindeki müslümanlardan arkasında Bedir Savaşında ondört şehid bırakmıştı.

Hz. Peygamber (sav), elde edilen savaş ganimetlerinin toplan­masını emredince müslümanlar ihtilafa düştüler. Ganimet topla­yıcıları ile silahşörler arasında uyuşmazlık çıktı. Aslında bu ihtilaf ganimete ilgi duyanlarla sırf Hz. Peygamber (sav)'in talimatına uyarak savaşa katılmayı göze almış olanlar arasında çıkmıştı. Bu uyuşmazlık üzerine ilahi hüküm inerek ganimetin tamamının Al­lah'a ve Rasulüne (yani temel prensip olarak İslam devletinin ha­zinesine) ait olduğu açıklandı.

Sonra Hz. Peygamber (sav) Allah'ın hükmüne uygun olarak ga­nimetlerin beşte dördünün mücahitlere eşit şekilde dağıtılmasını, geriye kalan miktarın da hazineye devredilmesini emretti. Bu da Hz. Peygamber (sav) tarafından yoksullara ve muhtaç kimselere dağıtılacaktı. Rasulullah (sav)'m talimatıyla sahabilerden bir kaçı daha Bedrin mücahitlerinden sayılarak ganimetin beşte dördün­den istifade ettirildiler. Bunlar:

Hz. Peygamber (sav)'in emriyle (savaştan önce) Ebu Süfyan'a ait ticaret kafilesinin Şam'dan dönüş haberini vermek üzere görev­lendirilen ve tayin edilen mevkide kafileyi bekleyen keşifçi Said Bin Zeyd ve Talha Bin Ubeydullah,

Hz. Peygamber (sav) 'in, kendi yerine idareci vekil olarak Medi­ne'ye vali tayin ettiği Ebu Lübabe,

Hz. Peygamber (sav)in, Benî Amr Bin Avf kabilesine o sıralar­da görevli olarak gönderdiği El-Haris Bin Hatıb,

Bedir mücahitleri arasındayken yolda güçsüz düşüp devam edemeyen ve Ravha denilen yerde askerden geri kalan El-Haris Bin Samma,

Hanımı (aynı zamanda Hz. Peygamber (sav)'in kızı) Rukiye hasta olduğu için, askere katılmak üzereyken bu maazeret sebe­biyle gidemeyen Hz. Osman,

Hz. Peygamber (sav) tarafından, Medine civarındaki Küba ve Aliye yörelerine emîr olarak tayin edilen Asım Bin Adiy ve bunlara ilaveten Bedir şehitlerinin dul ve yetimleridir.

Allah Teala'nın bu konudaki hükmü şu şekilde indi:

"Eğer Allah'a ve hakkı batıldan ayıran o günde, iki toplulu­ğun karşılaştığı o (Bedir savaşının cereyan ettiği) günde, kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz (gerçekler)e inanıyorsanız, bilin ki, ele geçirdiğiniz ganimetin beşte bîri Allah'ın, Peygamberin ve yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır. Allah her şeye kaadirdir[54]

Allah Teala, müslümanlara, aslında bu savaşla bir ders vermek istedi. Bu ders, elbette ki ele geçirilen ancak geçici ve fani olan ga­nimetlerden çok daha fazla büyük, çok daha değerliydi. Çünkü bu savaş insanlık tarihinde hak ile batılı birbirinden ayıran bir sınır oldu. Peşinden büyük bir hüküm vermek üzere iradesiyle takdir buyurduğu bu savaştaki her hareket ve atılan her adım bizatihi O'nun tedbir ve kudretiyle doğrudan ilişkiliydi. Bu zafer ve onu ta-kib eden büyük hadiseler, elbette ki onları önceden programlamış olan ilahi tedbire dayanmadan cereyan etmiyordu.

Dolayısıyla gerek bu elde edilen savaş ganimetleri ve gerekse bu savaşın tüm sonuçlan Yüce Allah'ın fiil ve tedbirinin sonuçla­rından başka bir şey değildi.

Hz. Peygamber (sav), arkasında esirlerle bir gün sonra Medi­ne'ye ulaştı. Esirlerle ilgili olarak ne yapacağı konusunda sahabüe-riyle istişarede bulundu. Hz. Ebu Bekir fikrini şöyle açıkladı:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bunlar senin halkın ve senin yakınların­dır. (Buna rağmen sana karşı savaştılar) Fakat Allah seni onlara galip kıldı. Onun için bana kalsa bunları elinde tutar, fidye karşı­lığında hürriyetlerini bağışlarsın. Böylece elimize geçecek olan mal kafirlere karşı bizim için bir güç kaynağı olur. Umarım Allah onları hidayete erdirir {de İslamı kabul eder) sana destek olurlar."

Hz. Ömer de şu açıklamada bulundu:

"Ya Rasulellah! Bu adamlar, seni yalanladılar, sana karşı sa­vaştılar ve seni öz vatanından çıkardılar. Onun için izin ver de ben dayım Halid Bin Hişam'ın hemen boynunu vurayım. Ayrıca Hamzaya izin ver biraderi Abbas'ın boynunu vursun, Ali'ye de izin ver o da kardeşi Ukayl'in başını kessin, ta ki müşriklere kar­şı içimizde hiç bir sevgi bulunmadığını herkes öğrenmiş olsun. Senin elinde esir bulunmasına ben taraftar değilim. Bunların hepsini idam et. Çünkü bu adamlar dinimizin ve canımızın azılı düşmanlarının ileri gelenleri, elebaşıları ve kılavuzlarıdırlar."

Hz. Ömer'in bu kesin ve sert düşüncesine Saad Bin Muaz ve Abdullah Bin Ravaha da katıldılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

"Allah Teala, insanlardan bazılarının kalplerini öyle yumuşa­tır ki sütten bile yumuşak hale getirir, bazılarının ise öyle katılaş-tırır ki taştan, kayadan daha katı hale getirir. Doğrusu Ey Ebu Be­kir! Tutumunda sen Hz. İbrahim'e benzemektesin. Çünkü o şöy­le demişti:

"Kim bana uyacak olursa o bendendir, bana karşı çıkanları ise Allah'a havale ediyorum. Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir. Sen ise Ya Ömer! Hz. Nuh'a benziyorsun. Çünkü o da (kavmine bed­duada bulunarak) şöyle demişti: "Rabbim! Yeryüzünde hiç bir in­karcıyı sağ bırakma. (Hepsini gebert!)"

Hz. Peygamber (sav) bu açıklamalardan sonra Hz. Ebu Be­kir'in görüşünü kabul etti ve sahabilerine:

"Bugün mali sıkıntılar içindesiniz. Onun için,sakın fidye al­madan elinizdeki esirleri serbest bırakmayın!" diye sıkı tembihte bulunurken onlara eziyet yapmamalarını da tavsiye etti. Hz. Pey­gamber esirleri mücahitlere dağıtmıştı. Onlara şu öğütte bulundu: "Esirler hakkında verilen öğütleri kabul edin. (Bu öğütlere uyun.) Esirlerden Ebu Aziz Bin Umeyr şunları anlatıyor:

"İslam ordusunun sancaktan, kardeşim Mus'ab Bin Umeyr yanımdan geçti. O sırada Ensar'dan biri tarafından esir alınmış­tım, bağlıydım. Kardeşim Ona: "Bu adama dikkat et kaçmasın, annesi zengindir, sana fidye öder." Yine Ebu Aziz anlatıyor, diyor ki:

"Bedir Savaşından dönerken Ensar'dan bir grup mücahidin nezareti altında bulunuyordum. Bir yerde mola verip öğle veya akşam yemeği yendiğinde, mücahitler bana ekmeklerini veriyor, kendileri hurma ile yetinmeye çalışıyorlardı.

Çünkü Hz. Peygamber onlara bu şekilde davranmalarını tavsi­ye buyurmuştu. Dolayısıyla onlardan birinin eline bir lokma ek­mek geçse hemen getirip bana veriyordu. Ben ise utanıyor geri vermeye çalışıyordum. O dokunmadan yine bana iade ediyordu." Ebu Aziz Bin Umayr, En-Nadr Bin Haris'ten sonra müşriklerin sancaktan olmuştu. Bedir Savaşı sırasında Ensar'dan Ebu'1-Yüsr adındaki sahabi tarafından esir alınmıştı.

Biraderi Mus'ab Bin Umeyr, Ebu'l-Yüsr'e: "Bu adama dikkat et, onu kaçırma..." deyince Ebu Aziz, incinmiş, çok üzülmüş ve bi­raderine:

"Aziz biraderim,beni böyle mi tavsiye ediyor, bu şekilde mi koruyorsun!" diye serzenişte bulunmuştu. Ancak Mus'ab ona:

"Sen değil, asıl benim kardeşim O'dur!" (yani elinde bulundu­ğun müslüman Ebu'l-Yüsr'dür.)" diye onu terslemiş, ona böyle sert bir cevap vermişti. Sonraları gerçekten annesi dortbin dirhem fidye ödeyerek oğlunu kurtardı. Bu para Kureyşlilerin, esirlerini kurtarmak için ödedikleri fidyelerin en büyüğü idi [55]

 

Bedir Savaşı Hakkındaki Haberlerin Kureyşlilere Ulaşması

 

Bedir Savaşının haberleri Hayseman Bin Abdullah El-Huzai

adında biri tarafından ulaştırıldı. Bu haberi Mekke'ye ilk defa gö­türen O oldu. Halk, etrafında toplanarak O'na:

"Söyle bakalım, geride neler var?" diye merakla sordular. O da öldürülenleri sayarak:

"Utba Bin Rabia, Şeybe Bin Rabia, Ebu'I-Hakem Bin Hişam, Ümeyye Bin Halef..." diye Kureyş büyüklerinin isimlerim saymaya devam edince kendisini dinleyenlerin hiç biri, O'nun doğru söyle­diğine inanmak istemedi. Aklını oynatmış zannettiler. Hatta Sav-fan Bin Ümeyye Bin Halef o sırada başka bir odada oturuyordu.

Yanındakilere:

"Gidin bu adama bir de beni sorun, tahmin ederim ki beni de öldürülenler arasında sayacak" dedi. Nitekim sordular o da "Nah işte şu odada oturuyor, fakat bana inanın, Allah'a yemin ederim, babasını da kardeşini de öldürülmüş olarak gözlerimle gördüm"

diye cevap verdi.

Kureyşliler getirilen habere tamamen inanınca öldürülmüş olan yakınları için feryad edip ağıtlar yakmaya başladılar. Fakat peşinden hemen birbirlerini susmak için ikna etmeye ve birbirle­rine şöyle demeye başladılar:

"Yapmayın! Sakın bağırıp çağırıp feryad etmeyin. Sonra haber yayılır, Muhammed ve yandaşları bu kadar üzüldüğümüzü duyar ve sevinirler. Sonra, esirlerinizi kurtarmak için hemen de fidye ödemeye yanaşmayın, biraz gecikmeye bakın, işi ağırdan alın. Çünkü Muhammed bu telaşımızın farkında olursa bizden çok ağır fidyeler almaya kalkışır."

Çok geçmeden Kureyşliler, esirlerine karşılık fidyelerini öde­meye başladılar. Hz. Peygamber (sav), aşırı miktarlara tenezzül et­medi. Çünkü ne O'nun ne de sahabilerinin esas maksatları dünya malı, fırsat ve vurgun değildi. Onların tek gayesi insanların hidayete ermeleri ve doğruyu bulmalarıydı. Onlara görüşlerini açıklama­ya çalışarak, bu suretle kendilerini îslamâ çekmeye yardımcı ol­mak ve Allah'ın davetini onlara ulaştırmaktı.

Mekke'li Mukriz Bin Hafs, Süheyl Bin Amr'ın fidyesini ödemek ve O'nu esaretten kurtarmak üzere geldiği sırada Hz. Ömer, Hz. Peygamber (sav)e:

"Ey Allah'ın Elçisiî İzin ver de şu Süheyl Bin Amr'ın ön dişle­rini şuracıkta çekivereyim ki dilini kıvırıp dursun ve hiç biryerde, sen varken artık konuşmaya gücü yetmesin." [56] dedi. Bunun üze­rine Hz. Peygamber (sav):

"Onu sakatlamam! (sonra O'na karşılık) Allah da beni sakat­lar. Peygamber olduğum halde,. (Benim peygamber olmam bir şey değiştirmez.)" buyurdular. Hatta Hz. Peygamber (sav)'in Hz. Ömer'e hitaben:

"Umulur ki bu şahıs, günün birinde kötüleyemeyeceğin bir mevkiye gelir" dediği de rivayet olunmuştur.

Tarihçi İbni İshak şunları nakletmektedir:

"Mukriz müslümanlarla mukavele yapıp onlarla anlaştıktan sonra kendisine:

"Peki haydi fidyeyi getir, adamım al dediler. O ise üzerinde pa­ra bulunmadığı gerekçesiyle:

- Beni O'nun yerine tutup, kendisini salıverin. Gitsin fidyenizi göndersin," dedi. Müslümanlar da Süheyl Bin Amr'ı bırakıp Muk-riz'i alıkoydular. Bir süre sona fidye gönderildi, rehin de salıverildi.

Bu arada Ebu Süfyan, müslümanların elinde esir bulunan, oğ­lu: Amr için fidye ödemeyi reddetti. Bedir Savaşında diğer oğlu Hanzala öldürülmüştü, hem candan hem maldan olmak zoruna gitmişti. Bir süre sonra Ömre yapmak maksadıyla Mekke'ye giden Saad Bin En-Numan, Ebu Süfyan tarafından rehin alınıncaya kadar oğlu esarette kaldı. Saad Bin Numan yaşlı bir sahabiydi. Hz. Pey­gamber Ebu Süfyan'ın oğlu Amr'ı geri vererek onu da iade aldı.

Esirler arasında Hz. Peygamber (sav)'in damadı Ebu'l-As Bin Rabi' de vardı. Hz. Peygamber (sav)'in kızı Zeynep henüz Mek­ke'de Onun yanında bulunuyordu. Ebu'l-As, eşi Zeyneb'in teyzesi Huvaylid kızı Hale'nin oğlu idi. Vahiy inmeden önce evlenmişler­di. Hz. Muhammed'e vahiy inince kızı Zeyneb iman ederek müs-lüman oldu. Kocası Ebu'l-As ise putperest olarak kaldı. Hz. Pey­gamber (sav), aslında onları birbirlerinden ayırmıştı, fakat içinde bulunduğu baskı ortamından dolayı onları birbirlerinden tama­men uzaklaştıramamıştı.

Bir ara Hz. Peygamber (sav)'in damatlarından Ebu Leheb'in oğulları, Utbe ve Uteybe Kureyş liderlerinin aldıkları karar üzerine eşlerinden ayrılmışlardı. Hz. Peygamber (sav)'i yıpratmak için Ut­be, eşi ve aynı zamanda Rasulullah (sav)'ın kızı Rukiyye'i boşamış, Uteyb ise eşi ve aynı zamanda Rasulullah'm kızı Ummü Gülsüm'ü terketmişti. Kureyşliler, bu damatlara istedikleri kızlarla evlenme­leri halinde bütün masrafları yükleneceklerine dair taahhütte bu­lunmuşlardı.

Damatlardan Ebu'l-As:

"Ben Zeyneb'den başkasını istemiyorum, O'ndan başka ka­dın bana haram olsun!" demiş, eşinden ayrı kalmayı reddetmişti.

İşte şimdi bu vefalı koca Bedir'de Kureyş saflarında çarpışır­ken müslümanların eline esir olarak düşmüştü. Ebu'l-As'ın hanı­mı ve aynı zamanda Rasulullah'm kızı Zeyneb de kocasını esaret­ten kurtarmak istemiş, fidye olarak da bir miktar parayla değerli bir kolyesini Medine'ye göndermişti. Bu kolye, annesi Hz. Hatice tarafından kendisine hediye edilmişti. Hz. Peygamber bunları gö­rünce duygulanarak mübarek gözleri yaşardı. Bunun üzerine da­yanamayarak sahabilerine danıştı. Onlara:

"Eğer uygun görür de (kızımın) esirini ve malını geri verirse­niz bunu yapabilirsiniz" diyerek nazikçe ricada bulundu. Sahabi-ler derhal kabul ettiler. Ancak Hz. Peygamber (sav), damadından, Mekke'ye gider gitmez, Zeyneb'i hemen Medine'ye göndereceğine dair kesin söz aldı. Çünkü aralarında din farkı vardı. Ebu'l-As ser­best bırakılıp Mekke'ye varınca derhal Zeyneb'i gönderdi. Zey-neb'e yolda refakat etmek üzere Hz. Peygamber sahabilerinden Zeyd Bin Harise ile Ensardan bir zatı da damadıyla birlikte Mekke yakınlarına kadar gönderdi. Kayın biraderi Kinane, gönderilen re­fakatçilere Onu teslim etmek üzere Mekke dışına çıkarırken ve he­nüz refakatçilerin bulunduğu yere varmadan önce yolda Hubar Bin Esved adında biri Zeyneb'i korkuttu.

Zeyneb hamile idi. Bu olayın tesiriyle çocuğunu düşürdü. Me­dine'ye varıncaya kadar sürekli kan gördü ve hastalandı. Bu yüz­den yine mecburen Mekke'ye döndü. Ancak ikinci kez, fakat bu defa gizli olarak Medine'ye döndü. Çünkü bir Önceki sefer aleni şekilde Mekke'den çıkmıştı. Bu da Hubar ve başkaca kimselerin onu izlemelerine sebep olmuştu.

Zeyneb'in kocası Ebu'1-As'a gelince bir süre daha putperest olarak kaldı. Bu süre zarfında Zeyneb de Medine'de babasının ya­nında bulundu. Çünkü islam onları birbirlerinden ayırmıştı. Bir gün Ebu'l-As, yine bir Kureyş ticaret kafilesiyle Şam'a gitmişti. Dö­nüşü sırasında Hz. Peygamber (sav)'in emriyle araziye çıkmış bu­lunan bir keşif birliğinin eline düştü. Fakat mallara el konduğu bir sırada müslüman keşifçilerin meşguliyetinden faydalanarak kaçıp bir yerlerde saklandı. Karanlık çökünce gizlice Medine'ye girerek Hanımı Zeyneb'e sığındı. Zeynep de O'nun (Yasak olmasına rağ­men) ilticasını kabul etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber yine sı­kıntı çekti.

Keşif birliğine şayet isterlerse Ebu'1-As'a mallarını iade ederek O'nu serbest bırakabileceklerini bir çeşit rica etti. İstemedikleri takdirde alınmış olan malların kendilerine kalabileceğini de ayrı­ca söyledi. Hz. Peygamber (sav)'in hatırı için, keşifçiler mallarım geri verdiler. O da teslim alarak Mekke'ye gitti ve kendisinde kimin ne kadar hakkı hukuku varsa hepsim sahiplerine dağıttı. Ondan sonra da halka şöyle hitap etti:

"Ey Kureyşliler! Kimsenin zimmetimde herhangi bir hakkı kaldı mı?"

Muhatapları O'na:

"Hayır, Allah seni iyiliklerle mükafatlandırsın. Gerçekten se­ni sözünün eri ve namuslu bir kimse olarak gördük. Böyle biliyo­ruz" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Ebu'l-As Kureyşlilere:

"Bakın, şehadet ederim ki Allah birdir, O'ndan başka ilah yoktur ve Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah'a yemin ede­rim ki Muhammed'in yanında müslümanhğımı ilan etmememin sebebi mallarınızın üstüne oturduğumu zannetmemeniz içindi. Allah bana mallarınızı sizlere eda etmemi müyesser kılınca, hak­larınız zimmetimden çıkınca işte müslüman olduğumu ilan et­miş bulunuyorum" dedi ve Hz. Peygamber (sav) 'in yanına müslü­man olarak döndü, û da (sav) kızı Zeyneb'i ikinci bir nikahla ken­disine verdi.[57]

Ayrıca Rasulullah (sav), yüksek hoşgörüsü ve engin merhame-tiyle birkaç esiri fidye almadan serbest bıraktı, EI-Muttalib Bin Hantab Bin El-Haris El-Mahzumi bunlardan biridir. Bu şahsı Ha-lid Bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari (Yani Eyüp Sultan) esir almıştı. Bundan başka Sayfi Bin Ebi Rifa'a El-Mahzumi ve Ebu İzzeh Amr Bin Abdullah El-Cimhî de serbest bırakıldılar.

Bunlardan Ebu İzzeh yoksuldu ve çok sayıda kız çocukları var­dı. Hz. Peygamber O'nu serbest bırakırken müslümanlara karşı bir daha savaşlara katılmaması konusunda kendisinden söz aldı. Hz. Peygamber (sav)'in amcası Abbas'a gelince -ki o da esirler arasın­da bulunuyordu.- O'na da hem kendi fidyesini hem de yeğenleri Ebutaliboğlu Ukayl ve Haris oğlu Nevfel'in hem de yandaşı (söz­leşmeli taraftan) Utbe Bİn Amr Bin Cuhdum'un fidyelerini öde­mesini emretti.

Abbas mali sıkıntı içinde bulunduğu gerekçesiyle kendisinden fidye alınmaması konusunda her ne kadar rica etti ise de Hz. Pey­gamber muvafakat etmediği gibi O'na:

"Fadl'm annesinin yanına bıraktığın (Yani hanımına emanet edip sakladığın) paralar nerede? Hani o sırada kendisine: " Eğer isabet edersem (elime mal geçirirsem) şu kadarı Fadl'm şu kadarı da Ubeydullah'ın olsun, demiştin ya" Abbas bu sözleri duyunca:

"Seni bütün beşeriyete gerçek bir elçi olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki bu mesele hakkında benden ve O'ndan başka hiç kimsenin haberi yoktu. Şu anda daha kesin bir şekilde inanmış bulunuyorum ki sen Allah'ın gerçek elçisisin" diyerek kendisi, iki yeğeni ve sözleşmeli taraftan için gerekli fidyeleri ödedi.

Müslüman mücahitler Bedir Savaşı sırasında Abbas'ı esir alır­larken elinde bulunan kırk okka miktarındaki altınlarına da el koy­muşlardı. Kendisinden fidye İstendiği sırada Abbas Hz. Peygam­ber (sav)'e müracaat ederek alman bu altınların da fidye değerin­den mahsub edilmesi dileğinde bulundu. Ancak Hz. Peygamber Abbas'ın bu isteğini reddederek:

"Hayır! O, Allah'ın bize ihsan buyurduğu bir maldır" buyur­du. Yani savaş esnasında Ölümü göze almış bulunan İslam müca­hitlerine, Allah (cc) tarafından ihsan edilmiş bir karşılığı, bir mü­kafatıdır, demekti.

Henüz ilahi bir hüküm gelmeden, esirlerden alman bu fidye­lerle ilgili olarak Allah Teala katından Hz. Peygambere önce bir ih­tar geldi. Allah (cc) şöyle buyurdu:

"Yeryüzünde savaşırken düşmanı tamamen dize getirmeden esir almak hiç bir peygambere yaraşmaz. Siz, geçici dünya malı­nı istiyorsunuz. Oysa Allah ahireti kazanmanızı ister. Allah güç­lüdür, Hakimdir.

(Ele geçirdiğiniz esir ve ganimetlerin size meşru olduğu hak­kında) Allah'dan daha önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı al­dıklarınızdan ötürü size büyük bir ceza gelirdi [58]

Sonra Allah Teala onları af buyurarak şöyle dedi:

"Ele geçirdiğiniz ganimetleri helal ve temiz olarak yiyin, Allah'dan sakının. Doğrusu Allah bağışlayıcı ve merhametle mu­amele edicidir.

Ey Peygamber! Elinizde bulunan esirlere: Allah kalplerinizde bir iyilik bulursa size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar. Allah bağışlayıcıdır, merhametle muamele edicidir" de.[59]

Müslim'in naklettiği bir hadisde Hz. Ömer'in şunları anlattığı rivayet edilmektedir:

Hz. Peygamber (sav) tarafından: "Esirlerin ancak fidye karşı­lığında serbest bırakılabileceklerine dair karar alındıktan sonra, bir ara yanına gittim. Hz. Ebu Bekir'le beraber oturmuş ağlıyor­lardı. O'na Ey Allah'ın Elçisi! Senle arkadaşın neden ağlıyorsu­nuz, söyler misiniz? Öğrenmek istiyorum ve eğer ağlayabilecek-sem ben de ağlayayım veya hiç değilse üzüntünüze ben de katı­layım, dedim. Hz. Peygamber bana:

'Arkadaşlarına (Yani Bedir savaşma katılanlara) esirlerden fidye aldıkları için (Allah tarafından) haklarında ön görülen ceza­dan dolayı ağlıyorum. (Yanıbaşmdaki bir ağacı göstererek) Çünkü onlara verilmek üzere bana yansıtılan bu ceza neredeyse şu ağaç kadar yakındır" buyurdu.[60]

 



[1] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 333-334

[2] Maide Suresi, Ayet:

[3] IDDET: islam şeriatında, boşanan ya da kocası ölen bir kadının tekrar evlenebilmesi için dul kaldığı tarihten itibaren evlenebileceği güne kadar bekle­mek zorunda olduğu süredir. Bu süre hakkında fıkıh kitaplarında geniş bilgi var­dır. (Mütercim)

[4] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 333-340

[5] Haşr Suresi, Ayet: 9-10

[6] tslam hukukuna göre bir mümin kölesinin ya da elindeki esirin hürriye­tini bağışladıktan sonra da (hürriyetine kavuşan azadlıya bu hürriyeti kullanır­ken yardımcı olması için) onun üzerinde velilik, hakkı vardır. Fıkhın ilgili babı bu konuyu genişçe işler

[7] Siretu İbni Hişam: 1/501-504; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 337-341

[8] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 317-318

[9] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 314-317

[10] Al-i Imran Suresi, Ayet: 99

[11] Tevbe Suresi, Ayet: 107-110

[12] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 356-357

[13] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 110-112; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 347-348, 364

[14] Bakara Suresi, Ayet: 217

[15] Enfal Suresi, Ayet: 41

[16] ibn-ülEsir, El-Kamil tere, c. 2, s. 113-114; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 368-374

[17] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 345-347

[18] Ibn-ül Esir, Ei-Kamil tere, c. 2, s. 114; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s.375-379

[19] Bakara Suresi, Ayet: 143-145

[20] Aşure Günü: Hicri-Kameri aylardan yılın ilk   ayı olan onuncu günüdür. Bu günden bir gün önce ve bir gün sonra oruç tutmak muste habdır. (Mütercim

[21] Tevbe Suresi, Ayet: 60

[22] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 114-115; Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, e 3, s. 380-382, 521

[23] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 110, 136; İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, e 3, s. 349

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/393-432.

[24] Saf Suresi, Ayet: 10-11

[25] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 383

[26] Enfal Suresi, Ayet: 5-7

[27] Mekke girişinde düzlük bir alanın adı. (Mütercim

[28] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 384

[29] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 389-390

[30] Berk'ul Gimad: Yemen'in San'a kentinde o tarihlerde meşhur bir köşk

[31] Enfal Suresi, Ayet: 11

[32] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 400

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/433-447.

[33] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 401-402

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/447-448.

[34] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 121; îbn-iKesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 402

[35] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 122; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere:, c. 3, s.

[36] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 404

[37] Ebu Cehl'in bu sözle işaret ettiği zat Utba'nın oğlu Ebu Huzeyfe hazret­leridir. Kureyş ileri gelenlerinden ve düşman cephesi komuta heyetinden olan babası, kardeşi ve amcası gözlerinin Önünde öldürülürken bu genç sahabi, şirke ve sapıklığa karşı Bedir günü Hz. Peygamber (sav)'le omuz omuza Allah yolun­da cansiperane savaşmış örnek bir islam kahramanıdır. (Mütercim)

[38] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 405

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/448-451.

[39] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 409

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/451-452.

[40] îbn-ül Esir, El-Kamü tere, c. 2, s. 123; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 411

[41] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 412

[42] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 406-407

[43] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 412,414-415

[44] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 423

[45] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 426

[46] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 3, s. 427

[47] Bu zat sonraları Mürtedlere {dönmelere} karşı düzenlenen savaşlarda Yemame denilen yerde şehid edildi.

[48] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 427-428

[49] Enfal Suresi, Ayet: 43-44

[50] Enfal Suresi, Ayet: 9-11

[51] Enfal Suresi, Ayet: 12t14

[52] Bakara Suresi, Ayet: 249

[53] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 440-444

[54] Enfal Suresi, Ayet: 41

[55] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 456-462

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/452-469.

[56] Süheyl Bin Amr: Kureyş'in ileri gelenlerinden, hatip bir kimseydi. Aynı zamanda Kureyş'in diplomatlarından biriydi. (Mütercim)

[57] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 494-499

[58] Enfal Suresi, Ayet: 67-68

[59] Enfal Suresi, Ayet; 69-70

[60] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 1/470-476.