9-İLK İSLAM DEVLETİNİ ORTADAN KALDIRMA GİRİŞİMLERİ2

Zaferden Sonra. 4

Beni Selim Savaşı6

Zu'emr Savaşı6

Bahran Savaşı7

Es'suvayk Savaşı8

Zeyd Bin Harise Seriyyesi (Askeri Harekatı)9

Uhud Savaşı9

Müslümanların Savaşla İlgili İstişaresi11

Hamra'ul Esed. 23

Raci  Olayı24

Bir-İ Mauna Faciası25

Beni Nadir Yahudilerinin Medine'den Kovulması26

Zatü 'R-Rikaf Harekatı27

Beni Esed Harekâtı28

Hüzeyl Kabilesinin Cezalandırılması28

İkinci Bedir Harekatı28

Devmetu'l-Cendel Harekatı29

Beni'l Mustalîk (Müreysi) Savaşı29

Hendek Savaşı35


9-İLK İSLAM DEVLETİNİ ORTADAN KALDIRMA GİRİŞİMLERİ

 

Hz. Peygamber (sav) Medine'ye hicret eder etmez hemen ilk İslam devletini kurdu. Bu devlet, müslümanlarm gerek geçmişte kurdukları, gerekse her çağda kuracakları devletler ve şerefli yaşa­mak isteyen milletler için eşsiz bir örnek teşkil etti. Bu devletin li­deri, her müslüman komutan ve lider için, milletinin refah ve mutluluğunu, cehaletin karanlığından kurtulmasını isteyen her Önder için yine eşsiz bir örnek teşkil eden Hz. Rasulullah idi.

Bu ve bundan başka daha birçok sebeplerden dolayı, günü­müz İslam davetçilerinin görevlerinden biri de bu devletin husu­siyetleri hakkmda insanları aydınlatmak ve onları böyle bir devlet kurmak için davette bulunmaktır. Çünkü bu öyle bir devlet idi ki, ne kadar cesur ve cüretli, ne kadar bilgili, zeki ve basiretli olursa olsun hiç bir insan bu devleti en ufak bir tenkitte bulunacak haklı bir gerekçeye sahip olamaz, kalbi mühürlenmiş, basireti körelmiş bedbaht insanlar hariç, kimse bu devlet hakkında kötü bir düşün­ce sahibi olamaz. Bu tip sakat düşünceli insanların varlığı ise bi­zim için önemli değildir. Çünkü bizim davetimiz müslümanlara yöneliktir ve bu görev onlara düşmektedir.

Günümüz mürşitlerinin vaktiyle oluşan o ilk îslam toplumun­da hakim anlayışa büyük bir ustalıkla sahip çıkmaları gerekir. Ta ki o (sağlam, doğru ve isabetli) anlayış, günümüz toplumları arasın­da da yayılma imkanı bulsun ve inceleme, araştırma konusu olsun zira bu anlayışta diğer tüm düşünce tarzlarını çürüten güçlü ve açık seçik bir gerçeklik vardır.

Islamı temsil eden sembollerin ortada açıkça görülebilmesi, ilahi nizamın hakimiyetini ilan eden hak sözün (Tekbirin, şahadet ve tevhidin) yükselip, toplumun inancındaki görüntüsünü dışarı­ya da yansıtması için Hz. Peygamber Medine'de Mescid-i Nebe-vi'yi inşa etti. Aynı zamanda bu cami öyle bir mekan idi ki müslü-manlar burada hem dinlerine ait konularda bilgiler alıyor, hem eğitim görüyor, hem de vaktiyle cahili eğilimlerin birbirinden uzaklaştırdığı çeşitli kabilelere mensup ve şimdi de müslüman toplumun kalbini teşkil eden unsurların haşir neşir olduğu bir toplantı yeri vazifesini görüyordu.

Müslümanlar işte bu camide İslamın herkes için aynı olan an­layış ve kavramlarını öğrenip alıyor, bu yeni prensipten dersler çı­karıyordu. Bu bakımdan cami Allah hizbinin bir merkezi idi. Top­lumun lideri olan Hz. Rasulullah (sav) halkına her hafta munta­zam periyodlarla Cuma hutbesi olarak bildiğimiz konferanslar ve­riyordu. Ayrıca ihtiyaç halinde hafta ortalarında da toplantılar ter-tib ediyor, izlenecek yollan sahabüerine açıklıyor, onlara yeni yeni çığırlar çiziyor, bu toplumun üyeleri tarafından takib edilecek sis­temi izah ediyordu.

İşte bu noktadan hareketle günümüzde de, iyiliği emreden, kötülükten sakındıran, gördüğü her türlü sapıklığa karşı direnen, eline otorite de geçse ve halk bir İslam toplumuna dönüşse bile statüsünü koruyacak olan, planlayıcı ve düzenleyici bir cemaatin günümüzde de devamlı bir şekilde bulunması şarttır.[1]  Toplumun yeniden sapabileceği korkusuyla bunun böyle olması gerekir. Çünkü böyle çekirdek bir cemaat toplumun emniyet subabıdır. Hz. Peygamber bu ilk cemaatin öncüsü, sahabileri ise bu cemaatin üyeleri ve îslami çığırın koruyucuları idiler. Başlarındaki ön­derleri olan Hz. Rasulullah (sav), onları bu çığırda yönlendiriyor­du. Sahabiler neslinin sona ermesiyle basit de olsa bu çığırdan sapmalar başladı. Fakat zamanla bu açı büyüdü. Bu nedenle yön­lendirici çekirdek cemaat, İslama davet görevinin seyrini düzenler ve sürekliliğini sağlayarak İslamdan sapmayı önler.

Sahabiler bugünkü sistemde olduğu gibi şeklen değil, düşün­ce inanç ve uygulama plânında örgütlenmişlerdi. Çünkü o günkü Islarn toplumu -tabir caizse- aynı okulda ve aynı hocadan ders alı­yorlardı. Bu dersler yalnız nazarî değildi. Rivayetlere de dayanmı­yordu. Uygulamalı olarak deneyerek ve beraberce icra ederek ders almıyordu. O halde bugün de tüm müslümanlar aynı kaynaktan ders almalıdırlar. Ta ki fikirler birleşsin (aralarındaki boşluklar ve uçurumlar kapansın) ve müslümanlar aynı eğilimlere ve görüşlere sahip olsunlar. Müslümanların istifade ettiği kaynaklar, başvurdu­ğu merciler değişip çoğaldıkça îslamdan sapma açısı da o derece fark atar ve sonunda da ihtilaflar doğar.

Hz. Peygamber (sav), müslümanlarm, diğer tüm insan toplu­luklarından ayrı ve bir tek ümmet (bir tek millet) oldukları ilkesiy­le devletini ilan etti. Ümmet; Mensupları, çeşitli topluluklardan, çeşitli ırklardan gelmiş, çeşitli diller konuşan, değişik kültür ve kö­kenlere sahip olsalar bile aynı inancı, aynı düşünce ve ülküyü pay­laşan büyük insan kitlesine denir.

Hz. Peygamber (sav), îslam hükümetini Medine'de ilan etti. Bu hükümetin başkanı da bizzat kendisiydi. îlahi sistemi uyguluyor, onun müeyyidelerim işletiyordu. Sahabileri ise onun danışmanla­rı, vezirleri ve yardımcıları idiler. Hz. Peygamber (sav), aynı za­manda ordusunun başkomutanıydı. Savaş çıktığı zaman Medi­ne'de, yerine sahabilerden birini naib olarak görevlendirir, askerle beraber çıkmadığı zaman ise ordusunun başına, yine sahabilerin-den birini komutan olarak tayin ederdi.

Hz. Peygamber (sav), devlet başkanlığı görevini yapmak, silah­lı kuvvetler başkomutanlığı vazifesini deruhte etmek, İslam pren­siplerini müslümanlara Öğretip, bu amaçla, içinde toplantılar tertiplemek üzere genel bir toplantı mahalli olan cami inşa etmek gi­bi temel işler yaptı. Tertiplediği bu toplantılarda, bilhassa insanla­rı bir gaye etrafında birleştiren, bağlan ve ilişkileri belli esaslara bağladı.

Buna bir tanım getirdi ki bu tarif tüm insan topluluklarından farklı olarak İslam ümmetine mahsus bir tanımlama idi. Ümmeti örgütlemek, özel surette hazırlamak, ona özel kavramlar ve farklı bir anlayış tarzı kazandırmaktı. Bu faaliyetlerde ve bilhassa başka cemaat ve milletlerle antlaşma yaparken, müslümanların gayri­müslimlerle olan ilişkilerini belli kurallara bağlarken, bütün bu si­yasi meselelerde, müşavirlerinin (yani sahabüerinin) görüşlerini alırdı.

Hz. Peygamber (sav), bu siyasi otoritenin yanında dinî liderli­ği de kendisinde topluyordu.[2] Herşeyden önce O, tüm insanlığa gönderilmiş olan Allah'ın elçisiydi.

O her konuda herkes için eşsiz bir örnek, tüm liderler için en büyük öncü ve her otorite sahibi için gerçek bir rehber olduğun­dan bu konu esasen liderleri ve yöneticileri ilgilendirmektedir. Dolayısıyla liderlerin ve yöneticilerin Hz. Peygamber (sav) deki bu vasıflardan hiç birini ihmal etmemeleri gerekir. Şunu vurgulamak lazımdır ki din kavramı hayatın, siyasi moral, ekonomik ve sosyal cephelerinin tümünü kapsamaktadır. Hatta diyebiliriz ki hayatta ve kâinatta ne varsa temelde dinin çemberi içine girmektedir. Öy­le ise mademki insanları yöneten kimse onların tüm cephelerden hayatlarını düzenlemek gibi çok önemli bir görev üstlenmektedir, o halde bütün bu yönlerini de denetleyecektir.

Hz. Peygamber, yürüttüğü bu görevlerinden hiç birini diğeri lehinde sekteye uğratmaz, bunlardan biri, daha sağlam, daha nok­sansız olsun diye bir diğerini asla ihmal etmezdi. O'nu takib eden halifeleri de aynı yolu izlediler. Onlardan hiç biri (siyasi ve dini ol­mak üzere) yönetimi iki cepheli görüp kendisinin, bunlardan an­cak birini üstlenerek diğer cephesinin ise bir başkası tarafından yürütülmesi gerektiği şeklinde hiç bir zaman düşünmemiştir.

Keza müslümanlardan hiç bir kimse, dini siyasetten ayırmak için ne herhangi bir yanlış tavır koyuyor, ne de din ve siyaseti bir arada yürüttükleri için idarecileri tenkidde bulunuyordu.

Yabancılar müslümanlara ait toprakları zor kullanarak ele ge-çirinceye kadar da bu durum devam etti. Bu yabancılar îslam di­yarında hakimiyet kurmalarına imkan veren çarpık zihniyetlerin ve çelişkilerin devamını da kendi egemenliklerinin devamı açısın­dan istediler. Fakat her şeye rağmen müslümanların imanlarından kaynayan şiddetli tepki ve direnişleriyle daima karşılaştılar. Bu da gösteriyor ki îslam dini, mensuplarını, gerek gayrimüslimlere ge­rekse -kendi aralarından bile olsa- Allah'ın şaşmaz sistemini uygu­lamayan başlarındaki despotlara baş eğmekten menetmekte, en­gellemektedir.

Bu sebepledir ki yabancılar müslümanlar üzerindeki egemen­liklerini devam ettirebilmek için kendi memleketlerinde olduğu gibi İslam diyarlarında da daima dini siyasetten ayırmayı en uy­gun bir yol olarak görmüş, mücadele stratejilerini bu ilke üzerinde kurmuşlardır. Kendi dinleri buna müsaittir. Çünkü onların dinle­rinde Teşri (yasama) yoktur. Sadece din adamları tarafından yöne­tilen bir takım ayin ve merasimler vardır. Dolayısıyla bu milletle­rin yöneticileri dünyevi konularda kendi başlarına serbestçe hare­ket edebiliyorlar. Fakat bununla birlikte daima birbiriyle çelişen iki ayrı otorite anlayışı da sürüp gitmektedir.

Din adamı kilise ve havranın içindeki dini meselelere, siyasi yönetimin başındaki adamlar ise saraylardan halkın dünyevi işle-nne bakmaktadırlar. Bu iki otorite arasında bir çatışma çıktığı za­man mutlaka biri diğerini dize getirmektedir. Bu yüzden tarih boyunca kilise ile krallar arasında kanlı mücadeleler meydana geldi­ği bilinen gerçeklerdendir. En sonunda mücadeleyi krallar kazan­dı. Din adamları ise (son zamanlarda uyanan halkın, hiç bir şeye yaramadığına artık inandıkları) bir takım ayin ve dini merasimler­le uğraşmaktadırlar. Bu- dini ayin ve merasimler ise ölmüş tüken­miş, ne faydası, ne bu dünyada cana mala zararı olan, ne de ima­nı güçlendiren şeylerdir. Aynı zamanda insan vicdanında itici bir güç rolünü oynayıp ruhunu alevlendiren, ona manevi hayat bah­şeden, medeniyetler meydana getirmesine yardımcı olan bir özel­liğe de sahip değildir.

Olsa olsa bu ayinlerin tek amacı geçmişteki kilise-saray müca­delesinin din adamlarına kaybettirdiği bazı şeylerin hatırasını an­mak ve hiç değilse kilisenin dört duvarı arasında bile olsa din adamlarının henüz bir otoriteye sahip bulunduklarını göstermek için sarfettikleri ümitsiz bir çabadan ibarettir.

İşte bu sebepten dolayıdır ki yabancılar İslam memleketlerin­de de din ile hayat arasına bir set çekmek için uğraşıp durdular, bunun medeni bir tutum olduğunu ve ilericiliğin bunu gerektirdi­ğini uydurdular. İşgal ettikleri veya maşalarını iktidara geçirdikleri ülkelerde şayialar yayarak (cahil halk tabakasını aldatarak) müslü-manların sadece din işleriyle ilgilenebilecekleri, siyasetle ilişkileri­nin bulunmadığı yolunda yaptıkları propagandalarla toplumu şartlandırdılar.

Halbuki buayabancılar (yada iktidara getirdikleri ve emellerine menfaat karşılığı alet ettikleri yerli yöneticiler) her zaman müslü-manlara siyasi alanda egemen oldular, devletlerini onlar idare et­tiler. Elbetteki kendileri müslüman olmadıkları için müslümanla-rın dinine müdahale etmediler.' [3] Fakat (hayatın islam ölçüleriyle

bütünlüğü bozulmuş) hayat bölünmüş oldu. Bir takım menfaat­perestler de, şu geçici ve değersiz mal ve mevki uğruna, devleti ele geçirmiş yönetimleri memnun etmek için her tutumlarıyla onları desteklemeye çalıştılar. Ta ki onlara her zaman yakınlık kazansın­lar ve bu sayede de zevklerini tatmin etme imkanını elde etsinler.

Geçmişlerde fiili işgallerle İslam topraklarına hakim olan ya­bancıların yerine geçmeye hazırlananlar ya da yabancıların hazır­lanmaya çalıştıkları ve çıkarlarım korumak için yerlerine geçirdik­leri bu yeni idareciler de selefleri gibi aynı yolu izlemektedirler. Onlar gibi dini, hayattan soyutlamakta, müslümanlara karşı baskı­lar uygulayarak Allah'ın koyduğu çağlar üstü şaşmaz nizamı uygu­lamalarına engel olmaktadırlar, onlara çeşitli suçlar yüklemekte ve tüyler ürpertici çeşitli işkenceler altında müslümanları ezmekte­dirler.

Ne yazık ki ilim sıfatım taşıyan, alim kisvesine bürünen (ki şu asrımızda din adamları için özel bir giyim tarzı da oluşturulmuş­tur) müslümanlara karşı düşmanlık edenlerin bir kısmı ya da böy­le bir düşmanlık için fetva bile verenler işte bunlardır. Her asırda despotlar amaçlarına ulaşmak için bunları emellerine alet etmeyi ihmal etmemişlerdir. Şu bir gerçektir ki her toplum içinde mevki ve menfaat düşkünleri vardır.

Kötülüklere tevessül etmekte kendisine engel olabilecek bir din ve ahlaka sahip olmayanlar elbette hedeflerine ulaşabilmek için her yola başvururlar. Bazı müslümanlar aldatılarak veya ne yazık ki bilerek bu çifte standartlı insanların peşlerine takılırlar. Öyle ki peşine takıldıkları adamın bir ilim erbabı olduğunu gören bir çok kimse geçmişte bu yüzden gerçeği görme şansını kaybetti­ler. İslam düşmanları da, bu durumdan istifade ederek dini siya­setten ayırma fırsatına nail oldular.

Dolayısıyla bundan sonra tekrar Hz. Peygamber (sav)'in hayat ve icraatına dönerek onun getirdiği hidayetten nasibimizi almalı­yız, onu kendimize en büyük örnek kabul etmeli, (Devlet başkanı bulunduğu sırada) Medine'deki çalışma ve gidişatını model olarak seçmeli ve O'na uymalıyız. [4]

 

Zaferden Sonra

 

Evet Bedir Savaşı oldu ve zaferi müslümanlar kazandılar. An­cak bir savaşta hakkın zafere ulaşması, hakka taraf olanların sa­vaştan sonra rahata kavuşacakları anlamına gelmez. Bilakis yor­gunluk ve yeniden bir savaşa girmek gibi iki katlı bir sonucu var­dır ki bu durum Bedir'de savaşın sonucunu bekleyen diğerlerini (yani islam düşmanlarını) da ilgilendirmekte ve onları da kapsa­maktaydı. Zira bunların birtakım beklentileri vardı. Hak üstün gelince, bizzat hakkın kendisi onları kör etti. Gerçekleri göreme­dikleri için de hak ve hakikate karşı mücadele ettiler, başkalarım da saldırttılar.

Bu sonuç aynı zamanda öbür cepheden, yakınlarını kaybe­den, bundan dolayı bir öc beklentisi içinde bulunan ve çıkarları ile hevesleri karşısında durmuş bulunan iman pırıltısını söndürmek için fırsat kollayan bir diğerlerini de ilgilendiriyordu.

Bu sebepledir ki savaşın cereyan ettiğine ilişkin haberler Me­dine'ye ulaşınca, müslümanlar aleyhinde hemen propaganda kampanyaları faaliyete geçti. Garazkarlar (çaktırmadan düşman­lık güdenler) olmamış sonuçlar bekliyorlardı. Yahudilerin ve mü-nahklann dilleriyle her tarafa yalan ve tezvirler yayılıyordu. Savaş sonuçlarının (elde edilen zaferin) haberleri gelmeye başlayınca bu kez de müslümanları alaya alma faslı başladı.

Zafer müjdesini getiren Zeyd Bin Harise için "Muhammed'in devesiyle geldi" diye yalanlar uydurdular. (Bunu sözde Hz. Pey­gamber (sav)'in öldürüldüğü izlenimini uyandırmak müslüman-ların moralini bozmak için yapıyorlardı.) Çok geçmeden Hz. Pey­gamber Medine'ye dönünce bazı diller kısaldı. Fakat bazıları müs-lümanların bozguna uğradığı yolunda hâla ileri geri konuşmaya, kafaları bulandırmaya devam ediyorlardı. Ne varki mücahidler, Kureyş büyüklerinden oluşan elleri kelepçeli esirleri önlerine kat­mış vaziyette gelince bu örtülü düşmanlar dehşete düştüler, içle­rindeki kin ateşi bir daha alevlenmeye başladı.

Yahudiler, müslümanlara karşı duydukları kin ve düşmanlık sebebiyle başlarına gelecek akıbeti artık sezdikleri için, içlerinde gizledikleri nefreti bu kez dışarıya atmaya başladılar. Ağızlarıyla kin kusuyorlardı, kalplerinde gizledikleri ise daha da büyüktü. Müslümanlara karşı besledikleri bu kinin etkisiyle Ensar'dan bir hanıma karşı birgün büyük saygısızlıkta bulundular. Bu da olay çıkmasına sebep oldu:

Ensarlı müslüman hatun, kendisine ait bir miktar zinet eşya­sını, satmak üzere bir gün, yahudi Benî Kaynuka Kabilesi'nin pa­zarına getirmişti. Orada bulunan bir kuyumcunun yanma oturun­ca etrafına yahudilerden birkaç kişi toplanıp ona laf atmaya başla­dılar. Vicdanını incitmeye çalıştılar. Müslüman kişiye, inancının gereği olan yaşam tarzından, arada bir bazı şeyleri bıraktırmak su­retiyle imanını ve İslama olan bağlılığım zayıflatmak amacıyla ha­reket eden yahudiler burada da bu hatundan yüzünü açmasını is­tediler. Fakat o isteklerini reddetti. Bu sefer bu yahudilerden biri hanımdan habersizce arka tarafa geçerek O'nun yerde yayılmış eteklerinin bir bölümü üzerine oturdu. Bu durumdan habersiz olan müslüman hatun ayağa kalkınca elbisesi üzerinden sıyrılarak vücudunun bir bölümü açıkta kaldı.

Bunun üzerine yahudiler gülüşüp: "Yüzünü örtüyor, avretini açıyor!" gibi sözler sarfederek O'nu alaya aldılar. Kadın da çaresiz bir çığlık atarak imdat istedi. O sırada pazara çıkmış bulunan bir müslüman bu yahudinin üzerine atılarak ölümüne sebep oldu. Yahudiler de misilleme yapıp müslümam oracıkta öldürüncemüslümanlarla Benî Kaynuka yahudüeri arasında savaş kıvılcım­ları böylece çakılmış oldu.

Bu olay üzerine Hz. Peygamber (sav), hemen Benî Kaynuka pazarına sahabilerinden bir kaçıyla birlikte gitti.

Oradaki yahudüeri toplayarak kendilerine şöyle hitab etti:

"Ey Yahudiler! Allah (cc)'ın gazabından, Kureyşlilerin başına gelen felaketin aynısına uğramaktan sakının. Gelin İslamı kabul edin. Çünkü çok iyi biliyorsunuz ki ben Allah'ın (insanlığa) gön­derilmiş elçisiyim. Bunu Allah'ın kitabında ve O'nun sizden söz aldığı ahidnamesinde görüyorsunuz."

Yahudi elebaşılarından biri gayet küstahça Hz. Peygamber (sav)'e şu cevabı verdi:

"Bak Ey Muhammedi Savaştan anlamayan bir topluluğu (ya­ni Kureyşlileri) yenmiş olman seni aldatmasın! Onlardan fırsat almış bulunuyorsun. Allah'a yemin ederim ki bizim üzerimize gelirsen kim olduğumuzu anlarsın!.."

Bunun üzerine Allah Teala şu ayet-i kerimeyi indirdi:

"Eğer bir topluluğun anlaşmaya hiyanet etmesinden korkar-san sen de onlara karşı anlaşmayı bozarak aynı şekilde davran. Doğrusu Allah hainleri sevmez." [5]

Hz. Cebrail (as), bu ayet-i kerimeyi nakleder etmez, Rasulullah (sav): "Benî Kaynuka (yahudileri)nınbir fitne çıkarmalarından çe-kiniyorum" diyerek endişesini dile getirdi ve Hicretin ikinci senesi, Şevval ayında, yani Bedir Savaşı'ndan bir aydan bile az bir zaman sonra onların üzerine yürüdü. Yahudiler harekatı sezince kendi ka­lelerine kapanmışlardı. Hz. Peygamber (sav), onları onbeşgün ka­dar kuşatma altında tuttu. Sonra münafıkların elebaşısı Abdullah Bin Übey Bin Selûl'ün ısrarı üzerine kuşatmayı kaldırdı.[6]

Bu yahudiler, İslamdan önce Hazrec Kabilesinin müttefikleriidiler. Hz. Peygamber (sav)'in kararma boyun eğerek, önce kadın ve çocukların Medine dışına çıkarılmasına, kendilerine ait silah ve savaş malzemesinin de müslümanlara teslim edilmesine razı ol­malarından sonra onlar da Medine'den sürüldüler. Aslında kendi­lerine ait arazileri yoktu. Daha çok kuyumculuk yaparlardı. Medi­ne'de bulunan yahudilerin en cesurları idiler.

Diğer yahudi kabileleri, müslümanlara karşı kin ve düşmanlık­la dolu oldukları halde, bunlara yardım etmekten çekindiler, müs-lümanlardan korktukları için bunlara arka çıkmayı göze alamadı­lar. Benî Kaynuka yahudilerini kuşatan müslüman birliklerine Ebu Lubabe Beşir Bin Münzir komuta ediyordu. Medine dışına sürülmeleri sırasında görevlendirilen güvenlik kuvvetlerinin ba­şında ise Ubade Bin Samit vardı. Buradan Şam topraklarında Der'a denilen bir yöreye göçtüler. Bir yıl bile geçmeden buralarda telef olup gittiler. [7]

Keza ortalığı karıştırıp bozgunculuk yapan Kaab Bin El-Eşref adında biri daha vardı. Bu adam Beni'n-Nadıyr yahudi kabilesinin ileri gelenlerinden idi. Annesi bu kabileye mensuptu. Müslüman­ların Bedir'de kazandığı zafer bu adamı çok üzmüştü. Bunun üze­rine dayanamayarak bir gün ağzından;

"Yerin altı, üstünden daha hayırlıdır!" diye bir laf kaçırdı. Ta­nınmış zenginlerdendi. Tefeciliği ile isim yapmıştı. Benî Kaynuka yahudüerinin uğradığı akibetten hiç ders almadı. Kureyşlilerin desteklenmesini yasaklayan Müslüman - Yahudi anlaşmasını hiç hesaba katmadı. Bilakis bu sözleşmeyi çiğnedi. Medine'den yola çıkarak önce civardaki kabileleri Hz. Peygamber (sav)'e karşı kış­kırtmaya çalıştı. Onları savaşa teşvik etti. Mekke'ye ulaşıncaya ka­dar bu propagandasını devam ettirdi. Mekke'ye varınca da bu kez Kureyşlileri kışkırtmaya, kinlerini yemden alevlendirmeye, hare­kete geçerlerse kendilerini destekleyeceğine dair vaatlerde bulun­maya çalıştı.

Ebu Süfyaria -kendisi ehl-i kitap olduğu halde- müşriklerin,müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını ifade ederek kor­kunç bir çelişki içine girdi. Bunun üzerine O'nun hakkında Allah Teala şu ayet-i kerimeyi indirdi:

"Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kanıp inkar edenlere:

"- Bunlar inananlardan daha doğru yoldadırlar" dediklerini görmedin mi? îşte Allah'ın lanetledikleri onlardır. Allah'ın lanet­lediği kişiye asla yardımcı olamayacaksın [8]

Kaab seyahatinden dönerek Medine'ye yerleşti. Faaliyetlerine başladı. Halkı müslümanlara karşı ayaklandırmaya çalışıyor, müs­lüman kadınları gazellerine konu ediyor, onların açıkça adlarını anmaktan çekinmiyordu. Bu durum müslümanları ziyadesiyle ra­hatsız ediyordu. Bu sebeple artık güvenliği söz konusu değildi, karşılıklı antlaşmanın hiç bir hükmü, hiç bir değeri kalmamıştı. Parasıyla yoldan çıkardığı yahudilerden bir topluluk da O'nun et­rafında peyda olmuştu. Dolayısıya müslümanlar için artık bir teh­like olmaya başlamıştı. Adından çekimliyordu. Bu sebeple daha fazla güçlenmeden O'nu ortadan kaldırmak gerekiyordu [9]

Hz. Peygamber (sav) Muhamed Bin Mesleme'yi Ensar'dan bir manga ile görevlendirerek idamını gerçekleştirdi. Kaab Bin El-Eş-ref in idamından sonra y ahudiler artık susmak zorunda kaldılar ve herhangi bir karışıklık çıkarmaktan çekindiler. Hatta, antlaşmala­rına bağlı olduklarım sık sık söyler olmaya başladılar.

Münafıklara gelince, onlar da hilelerini birleştirdiler. Elebaşı­ları olan Abdullah Bin Ubey Bin Selûl, avenelerine, İslamm artık yerleşmiş bulunduğunu (ona açıkça karşı çıkmanın artık mümkün olamayacağı ilan ederek, (dışından) müslüman olduğunu açıkladı ve yandaşlarına da böyle yapmaları tavsiyesinde bulundu. Fakat îslamı ve müslümanları yıkmaya yönelik gizli faaliyetleri devam etti. Besledikleri düşmanlıktan dolayı neye uğrayacaklarını da iyi hissediyorlardı. Çünkü iman onların kalplerine girmemişti. Ellerine fırsat geçtiği takdirde müslümanların başına çorap örmek için ruhlarında, küllenmiş olsa bile düşmanlık ateşi yanıp duruyordu. Korktukları ve müslüm ani arın aleyhinde, (şüphe çekmeden yahu-dilerle beraber) rahatça faaliyet icra edebilmeleri için müslüman olduklarını ilan etmişlerdi.

Yahudi Benî Kaynuka Kabilesi, Medine'den sürülmek üzere Hz. Peygamber {sav)'in verdiği karar karşısında boyun eğince bu adam Hz. Peygamber (sav)'in karşısına dikilerek:

"Bak Ey Muhammed! Bu adamlarıma kötü muamelede bu­lunma, sonra karışmam!" diyerek çok küstah bir tavır takındı.

Hz. Peygamber (sav) büyük bir vakar Örneği göstererek karşılık vermeye tenezzül etmedi. Ancak Abdullah Bin Übey, Rasulullah (sav)'ı kararından caydırmak için baskı yaparak aynı sözleri tekrar edince Hz. Peygamber (sav), isteğim reddetti.

Abdullah Bin Übey, daha da küstahlaşarak Hz. Peygamber (sav)'in zırhının yakasından tutunca Rasululah'm öfkeden rengi değişti ve bu adama sert bir dille: "Beni bırak! (çek elini!)" diyerek ihtar etti, Rasulullah (sav)'m yüz ifadesi Öyle değişti ki çehresinden heybet belirtileri göründü:

"Bırak diyorum sana!" diye O'nu ikinci bir defa daha ihtar etti. Fakat kininden kudurmuş olan bu adam tutumunda ısrar ederek:

"Hayır, adamlarıma iyi muamelede bulunacağına dair söz vermedikçe seni bırakmam! Beni şimdiye kadar ne altına ne de gümüşe muhtaç etmiş dörtyüz zırhsız üçyüz zırhlı adamımı böy­le bir sabah gelip biçeceksin, öyle mi? Bak vallahi büyük olaylar çıkacağından çekmiyorum, yoksa ne yapacağımı bilirim!" diye­rek tehditler savurdu.

Bunun üzerine (kılıçtan geçirilmesi önceden kararlaştırılmış olan bu yediyüz yahudinin, müslümanlar açısından olumsuz bir duruma yol açmaması için idam cezası yerine Medine'den sürül­meleri kararlaştırıldı.) Hz. Peygamber (sav) münafıkların başı Ab­dullah Bin Übey1 e:

"Peki senin olsunlar" şeklinde bir cevap vermekle yetindi. Böylece Benî Kaynuka yahudilerinin sürgün işlemi gerçekleştiril­miş oldu. [10]

Medine içindeki yahudi ve münafıklar işte bunlardı (ve du­rumları bundan ibaretti.) Medine dışına gelince buralarda bulu­nan bedevi kabileler de müslümanlarm Bedir'de kazandıkları za­ferden rahatsız olmuşlardı.

Çünkü bu zafer şöyle bir anlam taşıyordu. Birbirlerine baskın düzenlemeyi yağma ve çapulculuğu bir geçim kaynağı, dolayısıy­la bir adet ve gelenek haline getirmiş bulunan bu kabilelerle alış­kanlıkları arasına bundan böyle ortalığa hakim olacak olan İslam kanunları girecekti. Kendilerine tatbik ettikleri orman ve çöl ka­nunlarına son verecekti. Müslümanların zaferi bu bedevi Arapla­rın üzerinde herhangi bir siyasi ya da felsefi bir inanç ve görüş be­lirleyecek bir tesir uyandırmamıştı. Bunlar sadece alışkanlıkların­dan ahkonacaklar diye korkuyorlardı. îşte bu korkunun tesiriyle zaman zaman bazı kabileler bir araya toplanıyor Medine'ye karşı ortak bir saldırı düzenlemek üzere birbirleriyle gizli gizli görüşü­yorlardı. Böylece, Arapların asil kabilesi ve efendileri olan Ku-reyş'in uğradığı hezimetten sonra bir güç gösterisinde bulunmak ve zaferden sonra Medine'nin savaş ganimeti olarak elde ettiği mallan yağmalamak, çapulu bir adet haline getirmiş bulunan ka­bilelerin dikkatlerini üzerine çeken Medine'ye baskın düzenlemek istiyorlardı. [11]

 

Beni Selim Savaşı

 

Bu sıralarda Hz. Peygamber (sav) Gatafan ve Selim kabileleri­nin Medine'ye saldırmak üzere aralarında bir ittifak kurduklarını ve baskın hazırlığı içinde oldukları haberini aldı. Henüz güçlen­meden onları yurtlarında hemen bastırmak istedi.

Emrine ikiyüz süvari alarak Şam ile Mekke ticaret yolu ü zerinde bedevilerin toplandığı Karkaratu'l-Kedir denilen mevkiye yü­rüdü ancak beklemedikleri bu baskın haberini alınca bedeviler çil yavrusu gibi dağılıp arkalarında da beşyüz deve bırakarak kaçtılar. Hz. Peygamber bunlara el koyarak beşte dördünü emrindeki mü­cahitlere savaş ganimeti olarak dağıttı. Her rnücahid'e iki deve düşmüş oldu, üç gün bu arazide kaldıktan sonra Medine'ye dön­düler. Hicretin ikinci yılı Şevval ayı henüz sona ermemişti. Arazide geçirilen bu süre sadece müslümanların sahip olduğu askeri gücü çevreye isbat etmek içindi. [12]

 

Zu'emr Savaşı

 

Gatafan'ın Benî Su'lebe kolundan ve Beni Muharib kabilele­rinden birer grup Medine'ye baskın düzenlemek üzere Zu'Emr de­nilen yerde toplandılar. Bunu duyan Hz. Peygamber (sav), sayıları dörtyüzelliyi bulan, bir kısmı süvari bir kısmı da piyade olmak üzere, yanma aldığı bir savaşçı birliğinin başında üzerlerine yürü­dü. Medine'ye naib olarak Hz. Osman'ı bıraktı. Sergerdeler müslü-man savaşçıların gelmekte olduklarım duyunca dağ başlarına ka­çarak dağıldılar.

Müslüman askerler bedevi çapulcuların daha önce toplaştık-ları Zu'Emr mevkiine gelince kimseyi bulamadılar. İslam düşman­larım korkutmak ve müslümanların sahip olduğu gücü çevreye hissettirmek amacıyla burada da bir süre kaldılar. Bu sırada bol miktarda bir yağmur yağdı. Hz. Peygamber (sav)'in elbiseleri ıs­lanmıştı. Tenha bir yere çekilerek onları güneşte kurutmak için fundalıklara serdi. Kendisi de bir kenara çekilip kurumalarını bek­lemeye koyuldu. Asker de dağınıktı, herkes kendi özel bir işi ile meşguldü. O sırada düşmanın gizlendikleri yüksek yerlerden bun­ları izledikleri ani aş ılm akadır. Çünkü müslümanların bu şekilde dağılmış olduklarını gören elebaşıların reisi: Gatafan'lı Haris oğ­lu Da'sûr fırsattan istifade ederek kampın içine sızdı ve hiç kimse farkına varmadan Hz. Peygamber (sav)'in yakınına kadar sokulmaya muvaffak oldu, O'nu (sav) yerde uzanmış olarak görünce hemen kılıcını çekerek üzerine yürüdü. Hz. Peygamber (sav)'in o anda elinde silah yoktu. O'na:

"Peki şimdi seni elimden kim kurtarabilecek?" diye bir tehdit savurdu. Hz. Peygamber:

"Ancak ve ancak Allah!" diye cevap verdi. Tam bu sırada Da'sûr arka üstü yere düştü ve kılıcı da elinden sekerek kenara fır­ladı. Hz. Peygamber (sav), sür'atle kılıcı yerden alarak Da'sûr'un başına dikildi. Bu kez de kendisi O'na:

"Peki seni şimdi kim elimden kurtarabilir?" deyince Da'sûr: "Hiç kimse" diye ümitsiz bir cevap verdi. Ancak hemen müslü-man olduğunu ilan etti. Rasulullah (sav), bunun üzerine kılıcım kendisine iade edip O'nu serbest bıraktı. Da'sûr kabilesinin arası­na giderek olayı onlara da anlattı ve kendilerini İslama davet etti.

Rasulullah (sav)'e karşı suikaste teşebbüs etmek üzereyken uzun boylu bir şahsın aniden karşısında biterek kendisini göğsün­den tutup ittiğini, bunun ancak bir melek olabileceğini açıkladı... Müslümanlar bu olaydan sonra da yüksek bir moralle tekrar Me­dine'ye döndüler. [13]

 

Bahran Savaşı

 

Hz. Peygamber (sav), Benî Selim kabilesinin, Medine'yi bas­mak üzere yeniden hazırlandıklarını haber aldı. Süratle üçyüz ki­şilik bir mücahid birliğinin başına geçerek üzerlerine yürüdü. Bu­nu duyunca kaçarak dağlara sığındılar.

Bu kez de Hz. Peygamber askerleriyle beraber bu bölgede iki ay kadar kalarak gerek onlara gerekse çevredeki başıboş ve disip­linden anlamayan bedevilere göz dağı verdi ve onları bu suretle nizama uymaya alıştırmaya çalıştı. Sonra Medine'ye dönüldü [14]

Bu sıralarda, Bedir Savaşı'nda yakınlarını kaybetmiş olan Ku-reyşliler Hz. Peygamber (sav)'e karşı bir suikast düzenleyip İslam-dan ve onun elçisinden böylece kestirme yoldan kurtulmayı düşü­nüyor ve bu iş için de istişare edip hazırlıklar yapıyorlardı.

Aralarından biri, (kalabalıkları karşılarına alıp savaşa giriş -mektense) bunun en kısa yolunun Muhammed'i ortadan kaldırıp bu gaileden kurtulmanın en ideal bir seçenek olduğu fikrini orta­ya attı.

Bu düşünceyi ortaya atan Umeyr Bin Vehb idi. Bu şahıs Ku-reyş'in şeytanlarmdandı. Aynı zamanda vaktiyle Hz. Peygamber (sav)'e ve müslümanlara çok eziyetler vermişti. Şimdi de oğlu Vehb Bin Umeyr, Bedir'de müslümanlara esir düşmüş, hâlâ elle­rinde bulunuyordu.

Bir gün bu Umeyr Bin Vehb, babası ve kardeşi Bedir'de öldürü­len Safvan Bin Ümeyye ile evde oturmuş konuşuyorlardı. Umeyr, arkadaşına:

"Vallahi borcum olmasaydı, bir de arkamda yoksul bir aile bı­rakmaktan korkmasaydım, hemen binip gidecek şu Muham­med'i öldürecektim. Bunu çok rahat yapabilirim, çünkü elimde hilem, tuzağım da var: Oğlum ellerinde esir bulunuyor. Onu kur­tarmak bahanesiyle aralarına girebilirim." Safvan, Umeyr'in bu sözlerini ele geçmeyen bir fırsat bilip Ona:

"Borcun bana ait. Ben senin yerine öderim, ailen de benim ailem gibi hayatta oldukları müddetçe onlara ben bakacağım. İhtiyaçları olan her hususta elimden geleni yapacağım" diyerek teminatta bulundu. Bunun üzerine Umeyr Ona:

"Sakın sırrımı kimseye sızdır m ayasın" diyerek sıkı tembihte bulundu. Öbürü de merak etmemesini söyledi.

Ardından Umeyr, kılıcını istedi. Oturup iyice biledi, zehirledi ve kuşanarak Medine'ye yollandı. Varıp Hz. Peygamber (sav)'in mescidi önünde devesinden -üzerinde kılıcı bağlı olduğu halde-inerken O'nu Hz. Ömer gördü ve telaşla:

"Şu köpek Allah düşmanı Umeyr BinVehb'dir. Allah'a and olsun bu herif kötülükten başka bir şey için gelmiş değil. Bizi düş­manlarımızla Bedir günü kapıştıran, istihbarat yapıp Kureyş müşriklerine hakkımızdaki olumsuz tahminlerini aktaran işte budur" diyerek etrafında bulunanları uyardıktan sonra hemen Hz. peygamber (sav)'in yanma girdi ve kendisine:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bakınız, şu Allah düşmanı Umeyr Bin Vehb gelmiş bulunuyor, kılıcını da kuşanmış vaziyettedir" diye haber verdi. Hz. Peygamber (sav):

"Al içeriye" diye emretti. Hz. Ömer bu emir üzerine Umeyr'e yanaşarak kılıcını alıp boynuna dayadı. Bir eliyle de yakasını kav­radıktan sonra yanında bulunan Ensar'dan sahabilere:

"Haydi bakalım siz de Hz. Peygamber'in yanma girin ve yakı­nında oturun. Bu aşağılık herifin yapabileceği bir fenalığa karşı O'nu korumak için tetikte olun. Buna güven olmaz" diyerek onla­rı da uyardı. Ondan sonra Hz. Peygamber (sav)'in huzuruna girdi­ler. Hz. Peygamber onları bu vaziyette görünce:

"Bırak O'nu ya Ömer!" Yaklaş bakayım Umeyr" dedi. Umeyr yaklaşırken cahiliyet geleneklerine göre: "Günaydın!" diye Hz. Peygamber'! selamlayınca, Rasulullah O'na:

"Allah Teala bize senin şu selamından daha hayırlı bir selam­lama tarzım ihsan etmiş bulunmaktadır. Bu aynı zamanda Cen­net ehlinin birbirlerini selamlama şeklidir" dedi. Umeyr, bu açık­lamaya karşılık:

"Ey Muhammedi Vallahi bunu yeni duyuyorum'" diye maaze-ret beyan edip masum bir tavır takınmaya çalıştı. Sonra aralarında şöyle bir konuşma geçti. Hz. Peygamber (sav):

- Seni buraya getiren maksat nedir? Umeyr:

- Şu elinizde bulunan esir (oğlum) için gelmiş bulunuyorum. Onun için bir iyilikte bulunun. Hz. Peygamber (sav):

- Peki üstünde taşıdığın kılıç da ne oluyor? Umeyr:

- Allah böyle kılıcın belasını versin! (Lazım olduğu günde) bi­ze yaradı mı ki? Hz. Peygamber (sav):

-  Doğru söyle bana, seni buraya getiren maksat ne? (hangi amaçla buraya geldin?) Umeyr:

- Söylediğim maksattan başka bir şey için gelmiş değilim. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle konuştu:

"Bilakis, senle Ümeyye'nin oğlu Safvan hücrede oturup, Ku-reyş'ten, Bedir kuyularındaki adamları andınız. Sonra O'na de­din ki:

-  Borcum ve çoluk çocuğum olmasa gidip hemen Muham-med'i öldürürüm. Safvan da borcunu ve ailenin yükünü üstlendi. Buna karşılık sen de beni öldürmeye geldin. {Ama şunu iyi bil ki) Allah Teala benimle bu fenalık arasında bir perdedir." Bunları dehşetle dinleyen Umeyr şunları söyledi:

"Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Bize vaktiyle ge­tirmekte olduğun göğün haberlerinde {sana inen vahiyde) -Ey Al­lah'ın elçisi- seni yalanlıyorduk. Bu meseleyi de benden ve Saf-van'dan başka kimse bilmiyordu. Andolsun şunu da çok iyi bili­yorum ki bunu Allah'dan başka kimse sana bildirmedi. Şu anda İslam ile hidayet bulmamı müyesser kılan ve beni bu yola sevke-den Allah'a hamd olsun."

Umeyr bu sözlerden sonra şahadet kelimesi getirerek müslü-man oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) etrafında bulunan sahabilerine:

"Kardeşinizi, dini hakkında aydınlatın. Ona Kur'anı okutun

(öğretin) ve esirini de bırakın" buyurdu. Umeyr Mekke'ye dönmek üzere hazırlandıktan sonra Hz. Peygamber (sav)'e:

"Ey Allah'ın Elçisi! Ben vaktiyle Allah'ın nurunu söndürmeye çalışıyordum. Allah'ın diniyle hidayet bulmuş olanlara karşı şid­detli eziyetlerde bulunuyordum.

Şimdi de Mekke'ye dönüp oradakileri Allah'ın dinine davet etmek, Allah'ın Elçisine inanmaları ve İslama girmeleri için çağ­rıda bulunmak üzere bana izin vermeni istiyorum. Ümid ederim Allah Teala onları hidayete erdirir, aksi halde içinde bulundukla­rı şirkten dolayı (bu kez de) onlara eziyet vermeye çalışırım.

Çünkü vaktiyle tevhid inancından dolayı senin sahabilerine eziyet yapıyordum" diye bir açıklama yaparak Hz. Peygamber (sav) in onayını almak istedi. O da kendisine muvafakatta bulundu. Umeyr de Mekke'ye döndü. Bu sıralarda Safvan halka şöyle diyordu:

"Sevinin, yakında bir hadise duyacaksınız ki Bedr'in acılarını sizlere unutturacaktır." Bazen de gelen giden yolculardan Umeyr hakkında haber almaya çalışıyordu. Nihayet bir gün atlı bir yolcu gelip O'nun müslüman olduğunu haber verdi. Bunu duyan Safvan yıkıldı, hayalleri kırıldı ve O'nunla bir daha konuşmamak, hiç bir iyilikte bulunmamak üzere yemin etti.[15]

 

Es'suvayk Savaşı

 

Ebu Süfyan Bedir yenilgisinden dolayı kahroluyordu. Özellikle kendisi bu savaşta bulunamamış, oğullarından Hanzala öldürül­müş, diğer oğlu Amr ise esir düşmüştü. "Muhammad'le Medi­ne'de karşılaşıncaya kadar başıma su dokundurmayacağım!" di­ye de yemin etmişti. Yanma Kureyşlilerden ikiyüz süvari alarak yo­la çıktı. Medine yakınlarına kadar sokuldu. Burada karanlığın çök­mesini bekledi ve gece olunca karanlıktan istifade ederek ancak korku içinde kenar semtlerden birine girdi.

Yahudi Benî Nadıyr Kabüesi'nin ileri gelenlerinden Hay Bin Ahtab'a uğramak istiyordu. Adam O'nunla görüşmeyi reddedince bu sefer de kabilenin lideri Selam Bin Müşkim'e gitti. O da kendi­sini karşılayıp ağırladı.

Ebu Süfyan bu adamdan müslümanlar hakkında bilgi topla­dıktan sonra, Medine dışında kendisini bekleyen arkadaşlarının yanma döndü ve etraftaki mal ve mahsulleri ziyan etmek için on-lan görevlendirdi. Onlar da dağılıp civardaki hurmalıkları ateşe verdiler. O sırada Ensar'dan rastladıkları birini de öldürdükten sonra Mekke'ye doğru kaçıp gittiler. Öyle bir kaçışla gidiyorlardı ki dönüp bir an arkalarına bile bakmıyorlardı. Yanlarındaki yedekazıklarını bile yolda attılar. Yedek azık olarak beraberlerinde kavu-rulduktan sonra öğütülmüş buğday getirmişlerdi. Bunun bir kısmı yağ ve balla yoğurularak bir kısmı da su ile karıştırılıp bulamaç gi­bi hazır kumanya haline getirilmişti.

Olayla ilgili haber Hz. Rasulullah (sav)'e ulaşır ulaşmaz hemen yanına ikiyüz savaşçı alarak Medine'ye Ebu Lubabe Beşir Bin Münzir'i naib bırakıp Kureyş çetesini takibe koyuldu. Fakat kaçıp kurtuldular. Müslümanlar sadece bunların, kaçarken yüklerini ha­fifletmek için attıkları Suvayk tabir edilen yiyecek tulumlarını ga­nimet olarak alıp getirdiler. O bakımdan bu harekata Suvayk taki­batı denildi. Bu olay Hicretin ikinci yılı Zilhicce ayının başlarında cereyan etmiştir [16]

 

Zeyd Bin Harise Seriyyesi (Askeri Harekatı)

 

Kureyşliler Bedir yenilgisinden sonra ticaret kafilelerini, Batı güzergahından Şam'a göndermeye korkuyorlardı. Bu sebepten dolayı kervanlarını artık Necid yoluyla Doğu güzergahından gön­dermeye başladılar. Kureyşliler yine Ebu Süfyan'ın başkanlığında ve aralarında Ümeyye oğlu Safvan'ın ve Kureyş büyüklerinden ba­zılarının da bulunduğu büyük bir kafile hazırladılar. Ebu Süfyan'la beraber epeyce gümüş de bulunuyordu.

Kafilenin kılavuzluğunu ise Furat Bin Hayyan adında biri yap­makta idi. Hz. Peygamber (sav) bu kafilenin haberini alır almaz üzerine Zeyd Bin Harise komutasında bir askeri birlik gönderdi. Necid Bölgesinin akar sularından Kırda Nehri üzerinde kafileye rastladılar. Hz. Peygamber (sav)'in askerlerini gören kafiledeki Mekkeli müşrikler derhal kaçtılar, mallarını da arkalarında müslü-manlara bırakmak zorunda kaldılar. Zeyd hepsine el koyup Medi­ne'ye getirdi. Hz. Peygamber (sav) de beşte dördü mücahitlere, beşte biri devlete ait olmak üzere bu mallan taksim etti.[17]

 

Uhud Savaşı

 

Tümünde de zaferin hep müslümanlara ait olduğu gerek Be­dir savaşı ve diğer askeri mücadeleler, gerekse bunlardan Önce ve sonra yapılan müdahaleler müslümanlar üzerinde öyle bir kanaat bıraktı ki nasıl davranırlarsa davransınlar Allah'ın dini üzerinde bulundukları müddetçe hep böyle zafer kazanacaklarını, kendile­ri müslüman, hasımları ise kafir oldukları sürece -savaş için hazır-lansalar da hazırlanmasalar da gerekli tedbirleri alsalar da almasa­lar da- Allah kendilerine yardım edecektir. Özellikle Bedir Sava-şı'nda yambaşlarmda kendilerine moral veren, teselli eden, saf saf melekleri de gözleriyle görmüşlerdi.

îşte müslümanlarm kanaati buydu, böyle inanıyor, böyle dü­şünüyorlardı. Fakat Allah Teala onlara bir ders vermek istedi: Zafe­rin, ancak esbaba tevessül etmekte, gerekli her türlü tedbirleri al­makla kazanılabileceğine dair bir ders verdi. Çünkü tedbir alındık­tan sonra ancak Allah (cc) yardımını ihsan eder.

Ders, inen Kur'an ayetlerinin tiz. Peygamber tarafından sade­ce kendilerine okunmasından ibaret değildi. Soyut bir yönlendir­me eğitimi de değildi. Aslında o sert uygulamalı bir dersti. Bunun da acısını tattılar; savaş alanında, Allah'ın birer aslanı olan: Hz. Peygamber (sav)'in amcası Abdülmuttaliboğîu Hamza, Hz. Pey­gamber (sav)'in halası oğlu Abdullah Bin Cahş, Ensar'm ileri ge­lenlerinden Saad Bin Rabi' müslüman ordusunun sancakdarı Mus'ab Bin Umeyr, Evs'in lideri Saad Bin Muaz'm kardeşi Amr BinMuaz gibi büyük şahsiyetlerden başka ayrıca aîtmışbeş şehidi ar­kalarında bıraktılar. Yüzelliden fazla gazi de yara aldı. Bütün bun­lara ilaveten ve bunlardan çok daha önemli ve korkunç bir hadise cereyan etti: Kâinatın efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) düş­manın darbesine hedef oldu, mübarek dişi isabet aldı, miğfer zırh­larından, mübarek yanağına iki halka saplandı ve bir çukura düş­tü. Bu hadisenin sonucu olarak müslümanlar şok geçirdiler, Be-dir'deki o şanlı zaferden sonra beklenmedik büyük bir sarsıntı ge­çirdiler. Öyle ki bu olaydan sonra:

"Nasıl olur, biz müslümanken başımıza böyle bir hadise gele­bilir?" dediler ve şaşırıp kaldılar.

Kur'an-ı Kerim, müslümanları kâinatta hükmünü sürdüren kanunlara olayların dayandığı doğal sistemlere döndürüyordu. Çünkü onlar bu hayatın dışında değillerdi. Hayata egemen olan yasalar durmuyor, bilakis cereyan ediyordu. Hadiseler tesadüfi de­ğil işte bu kanunlara uygun olarak meydana geliyordu.

Eğer henüz ilk adımlarında bu gerçeği kavrayacak olurlarsa, hayat düsturunun gerçeklerini idrak ederlerse, hadiselerin altın­daki gizli hikmetler onların gözleri önüne serilecek, olayların arka­sındaki hedefler görünüp netleşecek, onlar da bu suretle tüm ha­diselerin tabi olduğu nizama alışıp rahatlayacaklardı, bu nizamın arkasında gizli bulunan hikmeti kavrayacak, geçmişte cereyan eden olayların ışığı altında yollanna daha kararlı bir şekilde de­vam edecek ve sadece müslüman olmuş bulunmalanna güven­mekle artık yetinmeyeceklerdi. İşte bu suretle ancak sürekli zafer­ler elde edebilirlerdi. Tabi bütün bunların başında Allah'a ve Rasu-lüne mutlak surette itaat etmek gerekiyordu.

Gerek Bedir Savaşı'nin, gerekse ondan önce ve sonra yapılan tüm askeri operasyonların sonuçları -Münafıkların başı Abdullah Bin Übey Bin Selul'ün de ifade ettiği gibi- müslümanların artık duruma hakim olduklarını kanıtlıyordu. Bu nedenle içinden, ger­çek anlamda iman etmeyenler de bu kez iman etmiş gibi görün­meye, müslüman geçinmeye çalıştılar. İşte Abdullah Bin Übey bunlardan biriydi ve bunların başında geliyordu.

Bu adam (vaktiyle) Evs ile Hazrec kabileleri arasında cereyan eden kanlı Buas Olayında, her iki tarafın da ileri gelenlerinin çoğu hayatını kaybettikten sonra Medine halkı arasında rakipsiz bir li­der olarak kalmıştı. Medineye kral olmak sevdasına kapılmıştı. Halk O'na tac yapma hazırlığına bile başlamıştı. Fakat İslam orta­ya çıkıp Hz. Peygamber (sav) de Medine'ye hicret edince, artık kimse O'nun yüzüne bakmaz oldu. Papucu dama atıldı. Çünkü önceleri İslami kabul etmedi. Bu sebeple sönük kalanlar arasında O da sönüp gitti. Kabilesinin halkı müslüman oldular o ise işi ağır­dan almaya çalıştı. Hep "Bekle gör" politikasıyla hareket etti. Son­ra Hz. Peygamber (sav)'e, hep nüfuzunu elinden kapmış biri ola­rak baktı. Bunun için gerek Hz. Peygamber (sav)'e, gerekse müslü­man olmuş bulunan kabilesinin halkına karşı daima kin ve düş­manlık güttü. Çünkü kendi halkına, Hz. Muhammed (sav)'e yar­dımcı oldukları için nefretle bakıyor, "Onu bu duruma getiren O'na bu imkanları sağlayan bunlardır" diyerek adamlarına kin kusuyordu.

Sonraları İslamın güçlendiğini, müslümanların her meydanda ve düşmanlarına karşı zafer üstüne zafer kazandıklarım görünce -ki bunu Allah'ın bir yardım ve desteği olarak değil, onların, güç­leri ve cesaretleri sayesinde elde ettiklerine inanıyordu- Bu sefer hileli şekilde müslüman oldu ve yandaşlarına da böyle davranma­larını tavsiye etti. Bu suretle de münafıklar müslümanların arası­na girme imkanı buldular.

Dini konularda çok titiz gibi görünmeye çalışıyorlardı. Nama­za koşa koşa giderler, ilk saflarda yerlerini alırlardı. Kendi menfa­atlerine yarayan hiç bir fırsatı kaçırmaz, bununla birlikte müslü­manların daima menfaatlerini baltalarlardı. Ne varki Allah Teala Elçisini bunların hilelerinden haberdar etmiş O'nu uyarmıştı. On­lar sözde hilelerini gizli yürütüyorlardı. Fakat Allah Teala münafık­ların ve kalplerinde hastalık bulunanların çirkin niyetlerini hik-metiyle zaman zaman ortaya koyuyor, bütün çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu.

Onların fırsatçılık düşüncesiyle giriştikleri her işte maskeleri düşerken Allah'ın kerem ve inayetiyle müminlerin kalplerine hiçbir şüphe girmiyordu. îslama olan bağlılıkları uğruna daima iki şeyden birini temenni ediyorlardı: Ya sebat ve güçlü bir imanla hem kendi heva ve heveslerine karşı, hem de düşmanlarına karşı üstün olmak, ya da Allah yolunda şehadet mertebesine erişmek.

Allah Teala onlara şöyle hitab ediyordu:

"Sizden önce neler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin de ya­lancıların sonunun ne olduğuna bir bakın.

Bu Kur'an, insanlara bir açıklama, sakınanlara yol gösterme ve bir öğüttür.

Gevşemeyin, üzülmeyin, inanmışsamz, mutlaka siz en üs-tünsünüzdür. Eğer siz (Uhud'da) bir yara alnnşsanız, (size düş­man olan) o topluluk da (Bedir'de) benzeri bir yara almıştı. Böy­lece biz, Allah'ın gerçek müminleri ortaya çıkarması ve içinizden şahitler edinmesi için bu günleri bazen lehe, bazen de aleyhe döndürüp duruyoruz. Allah zulmedenleri sevmez.

Bir de Allah böylece iman edenleri günahlardan arıtmak, in­karcıları ise yok etmek istemektedir.

Yoksa içinizden Allah, cihad edenleri ve sabredenleri belirt­meden cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?

And olsun ki ölümle karşılaşmadan önce onu temenni edi­yordunuz; işte şimdi onu gözlerinizle bakarak gördünüz [18]Şimdi de ilahi hikmet, müslümanların safları arasına sızmış ve görünüşte onların bir parçası haline gelmiş olan münafıkların te­mizlenmesini gerektirdi. İslam topluluğunun, kendisinden bekle­nen rolü yerine getirebilmesi, her türlü şaibeden temizlenmesi ve arzulanan seviyeye gelmesi, bu suretle de ilahi iradenin gerçekleş­mesi için saflar, ancak münafıkların elenmesiyle temizlenebilirdi.

Allah'ın iradesi böyledir. Allah (cc) her şeyi daha iyi bilir ve iş­te böyle iki topluluk karşı karşıya geldiği zaman da net bir şekilde ortaya çıkar.

Şimdi de olayın itici sebeplerine ve neticede ilahi iradenin ger­çekleşmesi için bu olayların her iki taraf arasında nasıl cereyan et­tiğine bakarak ilahi hikmetin, münafık kişiliğe sahip olanlar aley­hinde ortaya koyduğu delillerle müslüman kişiliği nasıl netleştir­diğini kafir ve inkarcı kişiliği de nasıî ezici darbe ile cezalandırdığı­nı görelim:

Kureyşlüer Bedir'de ağır bir yenilgiye uğrayıp yüzkarası bir du­ruma düşünce bu sefer oturup, müslümanlardan layık oldukları öcü almak ve onları yeryüzünden tamamen silip süpürmek, gidip bizzat onları öz yurtlarında çineyerek ortadan kaldırmak için ke­sin kararlarını verdiler.

Bunu, Araplar arasında vaktiyle sahip oldukları mevki ve iti­barlarını yeniden kazanmak için yapacaklardı. Müslümanların, Kureyş ticaret kafilesine -son zamanlarda daha rahat ve yakın olan Medine yolunu bırakarak, doğu güzergahını kullanmaya başladıktan sonra da - baskın düzenlemeleri, öc alma yolunda al­dıkları kararla harekat için daha iyi bir plan yapmaları konusunda onlara fikir veriyordu. Çünkü müslümanların, doğu güzergahını kullanan Kureyş ticaret kafilesine son olaral. düzenledikleri bas­kınla onların Şam ticareti (kesin bir çare bulmadıkları takdirde) tamamen durmuş oluyordu.

Bu durum, Kureyşlüerin doğu güzergahından ümitlerini kese­rek Batı güzergahını kullanmak üzere kararlarını verdikleri sırada Sajfvan Bin Ümeyye'nin söylediklerini doğruluyordu. O zaman Safvan şöyle demişti:

"Muhammed ve arkadaşları ticaretimizi perişan ettiler. Sahil yolunu tutmuş olan adamlarına ne yapacağımızı bilmiyoruz. Sa­hil bölgesinin halkı da onlarla anlaşmış ve hepsi birlik olmuşlar­dır. Şimdi hangi yolu takip edeceğimizi şaşırdık. Eğer memleke­timizde böyle eli kolu bağlı oturacak olursak bütün sermayemizi kısa zamanda yiyip bitireceğiz. Bu servetin bir gün sonu gelecek­tir. Bizim Mekke'de hayatımız, yazın Şam'a kışın daYemen'e tica­ret yapmamıza bağlıdır."

Bütün bu meşveretler yanıp yakılmalar fayda vermemiş, Kureyş'in Batı güzergahını izleyen kervanı da müslümanlarm eline düşmüştü. O sırada kafilede Safvan da bulunuyordu. Müslüman­ların keşif kolu komutanı Zeyd Bin Harise'nin, neredeyse eline düşmek üzereyken zor bela kaçıp yakasını kurtarabilmişti.

Bu olaydan sonra yeni bir savaş için hazırlıklar başladı. Bu sa­vaşa hararetle taraftar olanların başında Benî Manzum oymağı ve bilhassa bunların başında Ebu Cehîl'in oğlu îkrime, Abdullah Bin Ebi Rabiâ, bunlarla beraber Ebu Süfyan ve Ümeyye Oğlu Safvan da vardı. Bunlar Kureyşlileri ve komşuları olan Benî Sakif ile Benî Kinane kabilelerini de tahrik ettiler.

Kureyşliler Daru'n-Nedve denilen halk meclisinde toplandılar. Bedir savaşından önce müslümanlarm elinden kurtulan, Ebu Süf­yan başkanlığındaki ticaret kafilesine ait mallarla, bu savaşın fi­nanse edilmesini oybirliği ile karara bağladılar. Bu sebeple, sözko-nusu kafileye ait mallara, Daru'n-Nedve tarafından el konmuştu. Bu mallardan sahiplerine hiç bir şey teslim edilmemişti. [19]

Kureyşliler, başta kinane olmak üzere diğer kabileleri de yanı­na çekmek için çalışmalara başladılar ve bu çabalarında da başarı elde ettiler. Çünkü bu kabilelerden birçok gönüllü de katılınca ar­zu edilen sayıdaki ordu tamamlanmış oldu. Ordu, ikibin dokuzyüz kişi Kureyşlilerden ve (Benî Mustalık ile Benîl-Hevn) den, yüz kişi de Benî Kinane kabilesinden olmak üzere üçbin savaşçıdan olu­şuyordu. Beraberlerinde de üçbin deve bulunuyordu. Demekki hepsi süvari idiler.

Buna ilaveten Uhud mevkiine varıncaya kadar hiç binmedik­leri ikiyüz tane de at bulunuyordu. Ayrıca beraberlerinde 700 adet zırh vardı. Kendilerine moral versinler diye kadınları da birlikte götürmüşlerdi. Bu şekilde daha fazla direnebileceklerini zannedi­yorlardı. Ordunun başkomutanı Ebu Süfyan Bin Harb idi. Sancak Talha Bin Ebi Talha El-Abderi'de bulunuyordu. Atlı birliklerin ba­şında Halid Bin El-Velid ve Ebu CehiTin oğlu îkrime vardı. Yoksul ve bir sürü kızı var diye Hz. Peygamber (sav)'in kendisine acıyarak

Bedir Savaşı'ndan sonra salıverdiği Bedir esirlerinden Ebu îzze El-Cinıhi, Safvan Bin Ümeyye'nin tahrikleri üzerine bu sefer yine müslümanlarla savaşmak üzere Kureyş ordusuna katılmıştı. Ayrı­ca Hz. Peygamber'e duyduğu nefretten dolayı Evs Kabilesi'nden Ebu Amir Er-Rahib adındaki Medineli bir müşrik de kaçarak düş­man ordusuna iltihak etmişti. Bu sırada Kureyşli kadınlar def çalı­yor, askerlerine moral veriyorlardı.

Allah Teala'nın kendisi için takdir buyurduğu güzel bir sınavı vermekteyken Hz. Peygamber (sav)'in amcası Hz. Hamza işte bu Uhud Savaşı'nda şehid oldu. Kureyş ordusundan Cübeyr Bin Mut'im Bin Adiy, Vahşi adındaki zenci kölesini çağırarak, Ona, şa­yet Hamza'yı öldürürse hürriyetini bağışlayacağı vaadinde bulun­du. Vahşi mızrak kullanır ve ender olarak hatalı vuruş yapardı.

Kureyş ordusu Mekke'den hareket ederek önce Asfan'a vardı. Oradan Hulays, Cuhfa, Rabığ ve Ebva yoluyla Medine'ye doğru ilerledi. Ordu Ebva'ya vardığı zaman, başkomutan Ebu Süfyan'm karısı burada bulunan Hz. Peygamber (sav) 'in annesi Amine'ye ait mezarın tahrib edilmesi teklifinde bulundu. Ancak bu teklif kabul görmedi. Kureyş kuvvetlerinin Medine üzerine yürüdüğü haberi Hz. Peygamberin amcası Abbas tarafından kendisine gizlice uçu­ruldu.

Abbas, daha önce Bedir Savaşma katıldığından dolayı içinde bulunduğu ağır şartlar sebebiyle mazeret beyan etmiş, bu kez Ku­reyş kuvvetlerine katılmamak için çare bulmuştu. Abbas'ın mek­tubunu Hz. Peygamber (sav)'e, Ubey Bin Kaab okudu. Medine halkı esasen bir savaş hazırlığı içindeydi. Buna rağmen, Abbas'dan gelen yazı hakkında kimseye haber sızdırılmadı. Kureyş ordusu­nun hareket ettiği kesinlik kazanınca müslümanlar da askeri hare­kata başladılar. Büyük bir dikkat ve tedbir içindeydiler, silahlarını namaz esnasında bile bırakmıyorlardı. Aynı zamanda askeri keşif faaliyetleri canlılık kazandı. Medine devriyeleri etrafı tarıyordu.

Derken Mekke ordusunun Vadilakik yoluyla Zülhuleyfa'ya ora­dan da sola El-Hurralgarbiyye'ye kaydığı ve nihayet Cebelu'r-Ri-mah civarında Medine'nin kuzeyindeki Vadi'l-Kanah'm Essabhamevkiinde karargahını kurduğu haberi Medine'ye ulaştı.'[20]

Bu sıralarda Hz. Peygamber bir rüya gördü. Bu rüya bir takım hadiselerin meydana geleceğini işaret ediyordu. Rüyasını şöyle anlattı:

"Bana ait büyük baş bir hayvanın boğazlandığını gördüm, kı­lıcımın ağız tarafında bir kırık gördüm ve elimi koruyucu bir zırh içine koyduğumu gördüm."

Rüyasını da şöyle tabir etti:

"Büyük baş hayvan (in boğazlanması) sabahilerimden bazı­larının öldürüleceğini, kılıcımın ağzındaki kırık, ailemden biri­nin Öldürüleceğini işaret etmektedir. Zırha gelince o da Medi­ne'dir. [21]

 

Müslümanların Savaşla İlgili İstişaresi

 

Kureyş Kuvvetleriyle nerede karşılaşmanın daha uygun olaca­ğı konusunda Hz. Peygamber sahabilerine danıştı. O, müslüman-ların Medine'de kalmaları ve şehri içerden savunmaları görüşün­deydi. Şöyle buyurdu:

"Eğer Medine'de kalıp düşmanın istediği mevkiye inmesine taraftarsanız, bırakın öyle olsun. Çünkü düşman ordusu nereye kastederse orası kendileri için en şerli bir yer olacaktır. Yok eğer üzerimize gelecek olurlarsa onlarla dövüşürüz!"

Münafıkların başı Abdullah Bin Übey de Hazreclilerin lideri sıfatıyla bu müşaverede hazır bulunuyordu. O da sözde Hz. Pey­gamber (savj'le aynı görüşü paylaşıyordu. O'na şöyle hitab etti:

"Ey Allah'ın Elçisi! Medine'de kal. Sakın Medine dışına çıkıp onlarla karşılaşma. Allah'a yemin olsun ki eğer düşmanımızla dışanda karşılaşacak olursak mutlaka bize darbe indirirler. Yok eğer onlar üzerimize gelecek olurlarsa biz onlara darbe indiririz. Onun için Ey Allah'ın Elçisi, bırak onları. Eğer kalırlarsa yine en fena bir mevkide kalmış olurlar, yok eğer şehre girecek olurlarsa erkekler göğüs göğüse onlarla çarpışacak, kadınlar ve çocuklar da onları üstten aşağı taşa tutacaktır. Dönseler de hayal kırıklığı içinde döneceklerdir."

Bedir'e katılamamış olan sahabüer, düşmanla Medine dışında çarpışmaya taraftar idiler. Keza gençlerin çoğu da onlarla bu görü­şü paylaşıyorlardı. Bunun sebebi de daha sonra korkaklıkla suç-lanmamaktı. Düşmanla Medine dışında çarpışmak isteyenlerin başında Hz. Peygamber (sav)'in amcası Hamza geliyordu. O'na şöyle dedi:

"Sana kitabı indiren Allah'a yemin ederim ki: Medine dışında kılıcımla düşmana karşı göğüs göğüse çarpışmadikça ağzıma bir lokma yemek almayacağım!"

Çoğunluk da bu görüşü benimsedi. Çünkü -Allah'ın izniyle-mutlak bir zafer elde edeceklerine inanıyorlardı. Zira şehid düşen cennete gidecekti- ki ne mutlu ona! -Kim böyle bir mutluluğa eriş­mek istemezdi ki? îşte bu manevi üstünlük onları Medine dışında düşmanla döğüşmeğe itiyordu. Sonuç iki şeyden biri olacaktı. Ki­misi şahadet şerbetini içecek, şehitlik mertebesine erişecek, geri­ye kalan ise yeniden bir savaş meydanında cihad etmek üzere ka­zandığı zaferle başbaşa kalacaktı.

Hz. Peygamber (sav), kendi görüşünün aksine, çoğunluğun Medine dışına çıkmaya taraftar olduğu kanaatine sahip oldu. Bu sebeple o da görüşünü değiştirip, ekseriyete uydu ve Vadi Kanan mevkiinde karargahım kurmuş bulunan düşmanla karşılaşmak üzere çıkacağını ilan etti.

Şevvalin ondördüncü Cuma günüydü. Hz. Peygamber (sav), müslümanlarla birlikte Cuma namazını kıldıktan ve o gün sahabi-lerden vefat eden Malik Bin Amr En-Neccarî'nin cenaze namazını da kıldırdıktan sonra evine dönüp üstüste iki zırh giydi.

Sonra İslam ordusunun karşısına çıkarak düşmanla karşılaş­mak üzere komutunu verdi. Bu arada O'nu Medine dışına çıkar­maya bir çeşit zorlamış olanları azarlar gibi konuştu. Bunun üze­rine nasıl uygun görürse emirlerine boyun eğeceklerini dile getir­diler. Hz. Peygamber (sav) tutumlarından dolayı pişmanlık duy­malarını, işi daima Allah'a ve Resulüne bırakmayı tercih etmeleri­ni öğütledi. Onlar da görüşlerinden vazgeçip Hz. Peygamber (sav)'in görüşünü kabul etmeye hazır olduklarını ifade ettiler. An­cak Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

"İşi ümmetine bırakmış olan bir peygamberin -Allah onunla düşmanı arasında kesin hükmünü verinceye kadar- o işi elden bı­rakması doğru değildir. Ben önce sizi bu söze (uymaya ve Medi­ne'de kalmaya) davet ettim. Fakat siz ille de çıkacağız diye ısrar ettiniz. O halde Allah'ın koyduğu sınırlara dikkat ediniz, zor saat­lerde sabır gösteriniz ve size ne emrediyorsam onu yapınız!"

Bunun üzerine ordu toplanıp donandı. Hz. Peygamber (sav) savaşçıları üç alaya ayırdı:

1- Muhacirler Alayı. Bu alayın sancağını Mus'ab Bin Umeyr'e verdi.

2- Evs Alayı. Alayın sancağını Üseyyid Bin Hudayr teslim aldı.

3- Hazrec Alayı. Bu alayın sancağını da Hubbab Bin El-Münzir taşıdı. İslam ordusu, yaklaşık bin savaşçıdan oluşuyordu. Yüz adet kadar zırhları vardı. Zübeyir Bin El-Avam'ın atından başka orduda hiçatyoktu. [22]

Ensariler bu sırada Hz. Peygamber (sav)'e:

"Ey Allah'ın Elçisi! Şu düşmanlarımıza karşı, müttefiklerimiz olan yahudilerden de yardım istemiyelim mi?" diye bir soru yö­nelttiler. Hz. Peygamber (sav):

"Biz Şirk ehline karşı, küfür ehlinden yardım istemeyiz" diyecevap vererek bu fikri reddetti.i [23] Gerçekten de kâfirin, müslüman-la birlikte cephede omuz omuza samimiyetle savaşması mümkün değildir. Çünkü onu itecek inancı yoktur. İnandığı bir dava uğruna cepheye gelmiş değildir. O, îslamın açık bir düşmanıdır. Olsa olsa kendi çıkarları uğruna belki savaşabilir. Eğer savaşta ganimet veya herhangi bir menfaat beklerse savaşır. Aksi halde fırsat bulduğu an silahını bırakarak savaş alanını derhal terkeder. Böyle bir olay ise savaşta bozguncu bir etki yapar. Savaşçıların safında caydırıcı, moral bozucu tesirler uyandırır. Hatta ve hatta böyleleri karşı cep­heyle herhangi bir surette temas kurarak düşmanla işbirliği içine girebilir, savaşın en hararetli bir safhasında kaçıp düşman safları­na bile iltihak edebilirler.

İşte o zaman büyük felaket baş gösterir. O halde kafirden yar­dım ummak kızgın güneşte serinlenmek için ateşten medet bekle­meye benzer. Öyleyse müslümanın, küfür ehlinden yardım bekle­mesi kati surette mümkün değildir. Özellikle müslümanlar mü­kemmel imkanlara ve düşmanlara karşı koyabilecek yüksek mane­viyata sahip bulundukları zamanlar asla küfür ehlinden yardım is-tememelidirler.

İşte Hz. Peygamber (sav) Uhud savaşına çıkmak üzereyken olaylar böyle gelişiyordu. Eğer müslümanlar düşmanlarına karşı gerçekten bir güçsüzlük hissedip (müttefikleri olan içerideki) ehli küfürden tamamen emin olmakla beraber Mekke'liler dışında bir cephe ile savaşa girseydiler bu durumda -yine tedbiri elden bırak­mamak kaydıyla- müttefik kafirlerden istifade edeceklerdi.   .

Hz. Peygamber (sav) savaşa çıkarken Medine'ye naib olarak Abdullah Bin Ümmü Mektum'u bırakıp ordunun basma geçerek düşmana doğru ilerlemeye başladı. [24] Yolda askeri bir geçit resmi yaptırarak durumu gözden geçirdi.

Kimilerinin savaşa katılabilecekleri onayladı, kimisini de Me­dine'ye geri çevirdi. Çünkü askerin içinde bazılarının henüz küçükyaşta bulunduklarını, şiddetli bir savaş esnasında ihtiyaç duyula­cak üstün bir sabır ve direniş gösteremiyeceklerini, çetin şartlara katlanamayacaklarını tahmin etti. Buna rağmen güçlü bir iman ve üstün bir kahramanlık ruhu, bu gençleri savaşa katılmak, şehid ol­mak ve ehli batılla cenk etmek, şevk ve isteğiyle buraya sürükleyip getirmişti.

Dolayısıyla Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye dönmelerini is­tediği bu gençlerden Rafı Bin Hudeyc Hz. Peygambere (sav)'e:

"Ey Allah'ın elçisi! Ben ok kullanmakta çok ustayım" diyerek adeta yalvardı ve savaşa katılması için izin vermesini diledi. O'nun ok atmakta iyi bir nişancı olduğu başkaları tarafından da doğrula­nınca izin verdi. Yine Medine'ye döndürülmek üzere ayrılan Semu-ra Bin Cundub bunu görünce Hz. Peygamber (sav)'e yaklaşarak:

"Ey Allah'ın Elçisi! Ben Rafî'yi güreşte yenebiliyorum" diyerek savaşa iştirak etmesi için o da istekte bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ikisinin güreşmesini istedi. Gerçekten de Semura, Ra­fî'yi yenince O'na da savaşa katılma izni verdi. Ancak Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ı, Usama Bin Zeyd'i, Zeyd Bin Sabit'i, Berra' Bin Azib'i, Üseyyid Bin Zuhayr'ı ve Amr Bin Hazm'i (yaşlarının müsa­it olmadığı gerekçesiyle) Medine'ye geri gönderdi. [25]

Hz. Peygamber (sav) ordusuyla birlikte Medine ile Uhud ara­sında bir gece konakladı. Akşam ve yatsı namazlarını bu mevkide kıldı. O gece, müslümanların ordu kampını Muhammed Bin Mes-leme komutasında elli nöbetçi bekledi. Hz. Peygamber (sav) 'e özel yüksek komuta heyetinin güvenliğini korumak üzere de Zekvan Bin Abdikays görevlendirildi.

Hz. Peygamber (sav) şafak sökmeden önce ordusunun başına geçerek düşmana doğru ilerledi ve düşman ordugahına iyice yak­laştı. Tam bu sırada sabah namazının vakti gelmişti. Asker silahlı vaziyette, Hz. Peygamber (sav) ordunun önüne geçerek sabah na­mazını kıldırdı. Asker teçhizatlı olarak namaza durmuştu. Çünküher iki cephe birbirlerini rahatça görüyorlardı. İşte böylesine nazik bir saatte münafıkların başı Abdullah Bin Übey Bin Selul ordunun üçte birini oluşturan yandaşlarını yanına alarak, müslümanların moralim çökertmek için geri çekildi. Hz. Peygamber (sav)'i kaste­derek:

"Bu adamlara kandı benim sözümü dinlemedi, ey halk! Bil­miyorum hangi sebeple kendimizi öldürtmek için gelmiş bulu­nuyoruz?!" dedikten sonra, nifak ve şüphe ehlinden olan uydula­rıyla birlikte döndü. Sahabilerden Abdullah Bin Amr Bin Haram bu adamların peşine düşerek geri dönüp orduya katılmaları için tavsiyelerde bulundu. Onlara:

"Halkınızın ve peygamberinizin düşman karşısında bozguna uğramalarına sebebiyet vermekten dolayı çarpılacağınız, Al­lah'ın cezasını size hatırlatmak isterim" diye uyarıda bulundu. Bunun üzerine O'na şu geçiştirici cevabı verdiler:

"Eğer kesin olarak savaşacağınızı bilseydik sizi teslim etmez­dik. Fakat bir savaş çıkacağını tahmin etmiyoruz." Bu laftan son­ra da Medine'ye dönmekte ısrar ettiler.

Abdullah Bin Amr onların bu tutumuna öfkelenerek:

"Ey Allah'ın düşmanları! Allah Teala sizi defetsin. Hiç şüphe yok ki Allah, elçisini size muhtaç etmeyecektir" diyerek tepkisini ortaya koydu. [26]

Her zaman ve her yerde münafıkların davranış ve tutumu işte böyledir. Kimi güçlü görürlerse onun yanında yerlerini alırlar. Güçsüzleştiğini gördüler mi hemen peşini bırakıverirler. Güçlü el­lerle otoriteye sahip olan egemen kişinin yanında olurlar.

Fakat otoritesinin zayıfladığını görür görmez onu destekleyici tutumları da gevşeyiverir. Tamamen güçsüz düşünce de aleyhine döner ve yüzüstü düşmesi için ona arkalarını dönerler. Yeni bir yö­netim işbaşına geldiğinde önceleri durumu uzaktan seyretmeyebakarlar. Eğer güçlü olduğunu görürlerse eskisine yaptıkları gibi bunun da hemen yanında yerlerini alırlar. Münafıkların anlayış ve davranışları işte böyledir.

Abdullah Bin Übey ve yandaşları müşriklerin sayıca daha çok silah ve tedbir bakımından da daha mükemmel olduklarını düşü­nüyorlardı. Onlara göre zaferin yolîarı yalnız bu gibi şeylerden ge­çerdi. Bu sebeple önce canlarının tehlikeye gireceğinden korktu­lar. Dolayısıyla korkularından çekildiler. Aynı zamanda tam böyle münasip bir sırada, savaş alanından çekilmekle müşriklerin üstün gelmelerine katkıda bulunacaklarını sanmışlardı. Tabi ki bununla beraber müslümanlara karşı duydukları kin ve nefreti düşünüyor, bu şekilde geri adım atmakla belki de en azından bir takım geliş­melere hizmet etmiş olduklarına ve bu gelişmelerin sonunda da müslümanlardan kurtulmuş olacaklarına liderliğin, vaktiyle Medi­ne'ye kral adayı olan Abdullah Bin Übeye yeniden kalacağına ina­nıyorlardı. Çünkü Abdullah bin Übey gerçekten de neredeyse krallık tacım giymek üzereydi.

Bu şanstan O'nu mahrum kılan îslamın yayılması ve Hz. Pey­gamber (sav) 'in Medine'ye hicreti oldu. Bu hicretle Hz. Peygamber Medine'nin öyîe bir efendisi oldu ki hiç kimsenin, rüyasında bile yaşayamayacağı derecede Medine halkının sevgi ve bağlılığını ka­zandı.

Evet münafıklar işte böyle en nazik bir saatte savaş alanından çekilerek müslümanlan çökertmek istemişlerdi. Neredeyse bu oyunlarında başarı elde etmek üzereydiler de... Çünkü Evs Kabile­sinden Hariseoğulları ile Hazrecden Selemeoğulları savaş alanın­dan ayrılıp Medine'nin yolunu tuttular.

"Sizden iki takım bozulup çekilmek üzereydi. Oysa Allah ka­lanların dostu idi. İnananlar yalnızca Allah'a güvensinler [27]

Ne var ki Allah'ın takdiri münafıkların umduğu gibi çıkmadı. Bilakis Allah (cc) iyiyi kötüden ayırmayı, saf, temiz ve pırıl pırıl kal­sınlar diye, sırf Allah rızası için er meydanına çıkmış olsunlar diyemüminlerin safları arasından tüm şaibeli ve şüpheli unsurları te­mizlemeyi arzu ettiği için böyle yaptı.

Fakat bu parçalanma olayı üzerine müslümanlar bir hususta kendi aralarında fikir ayrılığına düştüler. Müslümanların bir kıs­mı, karşılarındaki düşmandan pek de farklı olmayan bu münafık­ların cezalandırılması görüşünü ileri sürdü. Onlara göre münafık­ların savaş alanından çekilmesi düşmanlara bir çeşit yardım et­mek onlara destek çıkmak anlamını taşıyordu. Müslümanların di­ğer kısmı ise onları Allah'a havale etmenin daha uygun olacağı gö­rüşündeydiler. Çünkü münafıklara karşı bir harekata girişmekte müslümanlar için iki ateş arasında kalmak gibi bir tehlike korkusu vardı. Bu ateşten biri münafıklar, diğeri ise müşrikler idi.

Belki münafıkların geri çekilmekteki amacı da buydu. Çünkü sayıları az değildi. Yaklaşık olarak müslümanların yarısı kadar idi­ler. Müşrikler müslümanların, münafıkları tasfiye ile meşgul oldu­ğunu görür görmez derhal kılıca sarılacaklardı. Böyle bir olay, bü­yük bir ihtimal dahilindeyken vuku bulmadı. Eğer müslümanlar, münafıklarla savaşacak olsalardı, bu durum onları zayıf düşüre­cek, sayılarım azaltacak ve müşrikler tarafından rahatça yutulabi-len bir lokma haline getirecekti.

Hz. Peygamber işte bu sebepledir ki ortaya atılan iki görüşten sonuncusunu benimsedi. Madem ki müslümanlar bir iman kütle­si haline gelmişlerdi artık peygamberlerinin sözünden dışarı çıka­maz, O'nun görüşü dışında başka bir görüş ileri süremezlerdi. [28]

Allah Teala şöyle buyurmaktadır:

"{Ey Müslümanlar! Münafıklar hakkında iki fırka olmanız da niye? Allah onları yaptıklarından dolayı başaşağı etmiştir. Al­lah'ın saptırdığını siz mi yola getirmek istiyorsunuz. Allah'ın sap­tırdığı kimseye sen hiç yol bulamayacaksın. [29]

Hz. Peygamber (sav) henüz Medine'den çıkmadan sahabilerini alarak Uhud Dağı'na doğru bir yön belirledi. Vadi Kanah'da kampını kurmuş bulunan Kureyş ordusuna uğramayacak şekilde kendilerini Uhud Dağına ulaştıracak yolu izleyerek hareket etti. îs-lam ordusuna yolda Hazrec Ensarilerinden Ebu Hayseme kılavuz­luk ediyordu. Hz. Peygamber (sav)'in mevki olarak Uhud Dağını seçmesi, arkadan dağa yaslanarak istihkam bakımından elverişli olan arazi yapısından istifade etmek ve iyi bir savunma ortamı oluşturmak istemesinden ileri geliyordu, islam ordusu Kanah Va­disini keserek Uhud eteklerine kadar yaklaştı. Vadinin dağ tarafın­daki ağzında mevzilendi. Münafıkların ayrılmasıyla, müslümanla-rın sayısı yediyüze düşmüştü. Üçbin savaşçıdan oluşan Kureyş ve müttefiklerine karşı savaşacaklardı.

Bu sırada Hz. Peygamber (sav), askerine iş bölümü yaptı. Elli savaşçı seçerek Abdullah Bin Cübeyr komutasında, Rima Tepe­sinde mevzilenmelerini emretti. Oradan müşrikleri ok yağmuruna tutarak cepheyi savunmaları ve sonuç ister zafer ister yenilgi olsun mevzilerini asla terketmemeleri talimatını verdi. Müşriklerin dağı dolaşarak orduyu arkadan vurabilecekleri ihtimaline karşı bu ted­biri aldı.

Müşriklerin, Halid Bin Velid ve Ebu Cehil oğlu İkrime komu­tasında bir süvari gücü vardı ki bu güç onların daha rahat hareket etmelerini ve İslam ordusunu arkadan sarmalarını kolaylaştırabi­lirdi. Hz. Peygamber (sav), okçu bölüğü komutanı Abdullah Bin Cübeyr'e:

"Düşmanın süvari birliğine karşı bizi okla korumaya çalış, ta ki arkamızdan gelmesinler (arkadan bizi sarma imkanını elde et­mesinler.) Durum lehimizde de aleyhimizde de gelişse yerinden kımıldama. (Sakın mevzilerinizden kımıldamayınız.)" dedikten sonra orduyu savaş düzenine soktu, safları düzenleyerek vuruş­maya hazır hale getirdi. Sonra da kendilerine şöyle hitab etti:

"Sizi Allah'a yaklaştıracak hangi davranış varsa ben onu size tavsiye ettim ve sizi ateşe yaklaştıracak hangi amel varsa ondan da sizi sakındırdım. Hz. Cebrail şunu benim kalbime sezdirmiş bulunuyorki: Hiç bir canlı (kendisi için Allah tarafından takdir bu vurulmuş olan) rızkını noksansız bir şekilde yemedikçe onu ye­mekte gecikse bile- daha önce ölmeyecektir. O halde Allah'ın koyduğu sınırlara saygılı olunuz ve kazanç ararken dürüst davra­nınız. (Peşinde olduğunuz kazanç) elinize geç ulaşacak telaşıyla (acele edip) günah işlemeyiniz. Müminin mümin ile olan bağı, başın vücutla olan bağına benzer. Başta bir ağrı oldu mu bütün vücut ona bu ağrısında iştirak eder. [30]

Bu konuşmadan sonra müslürnan savaşçıların ön safına:

Hz. Hamza'yı, Hz. Ali'yi, Abdullah Bin Cahş'i, Hz. Ebu Bekir'i, Hz. Ömer'i, Talha Bin Ubeydullah'i, Mus'ab Bin Umeyr'i, Saad Bin Muaz'ı, Saad Bin Ubade'yi, Saad Bin Rabi'i, Ebu Dücane'yi, Enes Bin Nadr'ı, -orduda tek atlı olan- Zübeyir Bin Avam'ı ve Mik-dad Bin Amr'ı yerleştirdi. Hz. Peygamber (sav), Kureyş süvari bir­liğine karşı direnme görevini Zübeyir ve Mikdad'a verdi. Bu sırada bir kılıç çekerek:

"İçinizden hakkını vererek kim bu kılıçla savaşmak ister?" buyurdu. Aralarında Zübeyir, Hz. Ali ve Hz. Ömer'in de bulundu­ğu bir grup sahabi öne atılarak kılıcı almak istediler. Ebu Dücane de bu isteğe katılıncaya kadar kimseye vermedi.

Ebu Dücane yaklaşarak şöyle dedi:

"İşte ben varım, ancak bunun hakkı nedir ya Rasulellah" diye sorunca Hz. Peygamber (sav) :

"Bükülünceye kadar bununla düşmanı vuracaksın. İşte hak­kı budur" buyurdu. Ebu Dücane çok cesur bir şahsiyetti. Savaş sı­rasında düşmanı çatlatmak için onlara karşı çok çalım satardı. Hz. Peygamber (sav) 'in elinden kılıcı aldıktan sonra kırmızı bezden bir bant çıkararak basma bağladı ve müslümanlarla düşman ordusu arasındaki boşlukta kabadayılar gibi kasıla kasıla dolaşmaya baş­ladı. Bu manzarayı gören Hz. Peygamber:

" {Düşmana karşı olması nedeniyle) bu gibi yerler hariç, şu yürüyüş şekli (başka zaman) Allah'ı öfkelendiren bir yürüyüştür"buyurdu.[31]

Hz. Peygamber (sav)'in yaptığı iş bölümü sona erince askerle­rine: "Size, emir vermedikçe başlamayın!" uyarısında bulundu.

Kureyşlüer de, -daha önce yapmadıkları halde- bu sefer asker­lerini saflar şeklinde savaş düzenine sokmuşlardı. Sağ kanatta sü­vari birliğinin başında Halid BinVelid, sol kanattaki birliğin başın­da Ebu Cehil Oğlu İkrime, piyade birliğinin başında Safvan Bin Ümeyye ve okçu birliğinin başında da Abdullah Bin Ebi Rabi'a bu­lunuyorlardı. Ordunun başkomutanı ise Ebu Süfyan idi. Talha Bin Ebi Talha El-Abderi de sancağı taşıyordu. Ebu Süfyan Abdüddar oymağına mensup sancaktarlara yüzünü çevirerek şu sözleriyle onları çarpışmak için cesaretlendirmeye çalıştı:

"Ey Abdüddar oğulları! Bedir günü de sancağımızı yine siz ta­şıyordunuz. O gün neye uğradığımızı da biliyorsunuz. Milletler sancakianyla (bayraklarıyla) ayakta dururlar. O düştü mü onlar da düşerler. Ya sancağımızı bizim adımıza koruyunuz, veya yeri­nize onu korumak için bize fırsat veriniz!"

Bu sözler üzerine sancaktarlar tahrik oldular, gayrete gelip öf­kelendiler ve O'na "Olacak şey mi, sancağımızı sana mı bırakaca­ğız? Hele yarın bir karşılaşalım da ne yapacağımızı görürsün!" di­ye sert cevaplar verdiler.

Kureyş kadınları da o sırada erkeklerin arka planında def çalıp erkeklere moral vermeye çalışıyorlardı. Bunların arasında Ebu Süfyan'ın karısı Hind, Haris Bin Hişam'm kızı ve Ebu Cehüoğlu îk-rime'nin karısı Ümmü Hakîm, Safvan Bin Ümeyye'nin karısı Bar-za Binti Mesud, Halid Bin Velid'in kızkardeşi Fatma Binti Velîd, Amr Bin As'ın karısı Riyta Binti Münebbih, İslam ordusu sancak-dan Mus'ab Bin Umeyr'in annesi Hannas Binti Malik ve Talha Bin Ebi Talha'nın karısı Sellafa Binti Saad da bulunuyorlardı ki bunlar Kureyş ileri gelenlerinin eşleri idiler.

Bu arada, vaktiyle Medine'de Evs Kabilesi'nin ileri gelenlerin­den iken, İslamın yayılmasıyla yıldızının söndüğünü gören Ebu Amir El-Fasık [32] Kureyş safları arasında bulunuyordu. İslam Medi­ne'de yayılınca buna içerlenmiş birkaç yandaşiyla birlikte Mek­ke'ye kaçarak Kureyşlilere iltihak etmişti.

Müslümanlara karşı onları kışkırtıyor, "halkımla karşıkarşıya gelecek olursam hiç bir zaman- ve kim olurlarsa olsunlar- iki kişi arasında fark gözetmeden onlara ne yapacağımı göstereceğim" di­ye tehditler savuruyordu.

Uhud günü gelip çatınca bu adam İslam ordusunun gelip mevzileneceği arazide birçok çukurlar kazmış, müslüman asker­ler, içine düşsünler diye tuzaklar hazırlamıştı. İki ordu karşılaşın­ca, peşine takılan yaklaşık elli kişiden ibaret Habeşli zenciler ve Mekke'lilere ait kölelerle birlikte ilk defa Medine'li yakınlarına kar­şı bu adam ortaya çıkıp meydan okudu, Haykırarak:

"Ey Evs Topluluğu! Ben Ebu Amir'im" diye kendilerine sesle­nince Müslüman Evs'liler:

"Allah senin belanı versin! Ey ahlaksız herif!" diye karşılık ver­diler. Cahiliyet devrinde bu adam Rahib lakabıyla anılıyordu. Hz. Peygamber daha sona O'na fasık adını taktı. Ebu Amir El-Fasık, ya­kınlarının bu şekilde kendisine verdikleri karşılığı duyunca:

"Eyvah! Halkıma fena şeyler olmuş" diye söylenmeye başladı. Bu fasık adam, müslümanlara karşı çok dehşetli bir şekilde savaş­tı. Müslüman askerlerin üzerine taş fırlatıyordu. [33] Bu arada Ku­reyş ordusu Başkomutanı Ebu Süfyan Medine'li müslümanlara seslenerek:

"Muhammed'e yardım etmeyin, O sizden değil, sonradan memleketinize gelen bir yabancıdır. Kendisi Kureyş'tendir. Siz­den çok bizim yakımmızdır.

Kureyş'Iiler esasen Medine'Iilerle değil, bozgunculuk yap­mak üzere Medine'ye gelip sızan bizim kabile mensuplarımızla savaşmaya gelmiş bulunuyorlar" diye bir sürü dil döktü. Fakat Medineli müslümanlar şiddetli bir tepki göstererek onu çileden çı­karan sert cevaplar verdiler.

Kureyş ordusu Medine ile İslam ordusunun mevzileri arasına ve daha az yükseklikteki bir arazide yerini almıştı. Kanah Vadi-si'nin ortasında bulunuyordu. îslam ordugahı ise vadinin kuzey kıyısında ve Uhud Dağı'nın eteklerindeydi.

Savaş, Mekke ordusunun sağ kanadından Ahlaksız Ebu Amir komutasındaki birliğin hücumuyla fiilen başladı. îslam ordusu­nun sol kanadı, karşısındaki bu cepheyi Halid Bin Velid komuta­sındaki müşriklerin süvari birliği destekliyordu.

O sırada İslam okçu bölüğü üst taraftan düşmanın süvari hü­cum birliğini ok yağmuruna tutunca Zübeyir Bin El-Avam komu­tasındaki İslam hücum birliğinin karşısında tutunamayarak düş­man geri çekilmek zorunda kaldı. Müslümanların cephesine üç defa yapılan hücum sonuçsuz kaldı.

Hiç bir zaman düşman karşısında çekilmemiş olan Halid (ki gerçekten de O batılın karşısında hiç bir zaman geri çekilmemiş­tir). Fakat burada Hakkın karşısında çekilmek zorunda kaldı. Çün­kü ne Halid'in ne de başkasının batıl davasından elbette ki Hak çok daha güçlüdür.

Bu kez müslümanlar mukabil hücuma geçtiler. Daha çok san­caktarların üzerine hamlelerini yoğunlaştırdılar. Çünkü zaferi de yenilgiyi de sancak temsil eder. Kureyşin sancaktarı Talha Bin Ebi Talha teke tek dövüşmek için müslümanlardan rakip istedi. He­men karşısına Zübeyir Bin EI-Avam çıkarak daha devesinden in­mesine fırsat vermeden kendisine bir kılıç darbesi indirdi. Sonra da devesine atlayarak hayvanın üzerinde onunla dövüşmeye de­vam etti. Sonra onu deveden aşağıya atarak üzerine çullandı. Ve bir kılıç darbesiyle kafasını uçurarak işini bitirdi.

Talha'dan sonra müşriklerin sancağını, kardeşi Osman Bin EbiTalha aldı. Onu da Hz. Hamza öldürdü. Sonra üçüncü kardeşleri Ebu Said Bin Ebi Talha sancağı aldı. Onu da Saad Bin Ebi Vakkas bir darbeyle öldürdü. Bu sefer de Kureyş sancağını Müşafi Bin Tal­ha Bin Ebi Talha aldı. Onu da Asım Bin Sabit adındaki müslüman cengaver öldürdü.

Ondan sonra kardeşi Kilab sancağı aldı. Onu da Zübeyir Bin El Avam öldürdü. Kureyş sancağını ondan sonra diğer kardeşleri Cel-las aldı. Cellas'ı da büyük sahabi Talha Bin Ubeydullah bir kılıç saplayarak öldürdü.

Böylece sancak yere düştükçe Abdüddar oğullan peşpeşe onu yerden alırlarken birbiri ardına İslam mücahitleri tarafından teker teker öldürüldüler. Bunlar onbeş kişi idiler ve Kureyş'in meşhur si-lahşörleri arasında sayılırlardı.

Onlardan sonra Kureyş'ten bir başkası sancağı aldı ve onlar­dan çok daha dehşetli dövüştü. Ta ki can verinceye kadar. Ondan sonra artık sancak yere düştü ve ayaklar altında çiğnendi. Müslü­manlar savaşın bu merhalesinde tek bir vücut gibi ileri atılıyorlar­dı. Hz. Hamza ve Ebu Dücane ot biçer gibi düşmanı kılıçtan geçi­rirlerken adeta birbirleriyle yarışıyorlardı.

Müşrik ordusu sayıca kat kat büyük olmasına rağmen -Allah'ın izniyle- perişan oldu. Aslında bir müslüman neferi dört düşmana karşı savaşıyordu. Bununla beraber Kureyşliler çil yavrusu gibi bir anda dağıldılar. Neye uğradıklarının farkında değillerdi. Savaş ne­redeyse sona erer gibi görünüyordu.

Tam bu sırada Hz. Hamza Kureyş'lileri biçmeye devam ediyor­ken Kureyşli Cübeyr Bin Mut'im'in kölesi olan Vahşi tarafından atılan bir mızrakla karnından isabet aldı. Hz. Hamza'mn, karnına yukarıdan dik olarak saplanan mızrak bacaklarının arasından çık­tı. Hemen yere yığılarak şehid oldu. (Allah'ın rızası onun üzerine olsun.) Vahşi'nin bizzat kendisi, -müslüman olduktan sonra- ola­yı şöyle anlatıyor:[34]

Ben Mut'im Bin Cübeyr'in kölesiydim. Efendimin amcası Tu-ayma Bin Adiy Bedir Savaşı'nda müslümanlar tarafından Öldürül­müştü.

Uhud günü Kureyşliler müslümanlarm üzerine yürüyünce Cübeyr "Eğer Muhammed'in amcası Hamza'yi öldürürsen hürri­yetini bağışlayacağım" diye bana vaadde bulundu. Ben de o gün bu amaçla savaşçılara katıldım. Ben Habeşli bir adamım. Habeş usulü mızrak kullanır ve nadir hata yaparım. îki ordu çarpışmaya başlayınca ben hep Hamza'yı kollamaya çalıştım.

Nihayet kalabalığın arasında Onu kılıcıyla hasımlarının üzeri­ne gri bir deve gibi atılırken gördüm. O'na hiç bir şey dayanmıyor­du. Yemin ediyorum. O'nu vurmaya hazırlanıyor ancak bir ağaç veya bir kaya buldum mu arkasına hemen geçip saklanıyordum. Arada bir bana yaklaşıyordu. Siba Bin Abdul Uzza beni O'na doğ­ru hep yaklaşmaya teşvik ediyordu. Hamza O'nu görünce:

"Gelsene, sünnetçinin türedisi!" diye hakaret ederek ardından da kafasına bir kılıç darbesi indirip öldürdü. İşte tam bu sırada ben elimdeki mızrağı ileri geri sınadım, isabet ettireceğime kana­at getirince de salıverdim. Mızrak karnına saplanıp bacaklarının arasından çıktı. Bu sırada bile bana doğru atılmak istedi. Fakat ol­duğu yerde yığıldı. Ölünceye kadar öylece bekledim. Sonra gidip mızrağımı aldım ve kampa dönüp oturdum. Çünkü başka işim yoktu. Bir diğerini de öldürmeye ihtiyacım yoktu. Sadece hürriye­timi elde etmek için O'nu öldürdüm [35]

Ebu Süfyan'ın karısı Hind,Vahşi'yi gördükçe:

"Ah Ya Eba Deseme! Ne olursun şu yüreğimi serinlet." (YaniHamza'yı öldür de beni sevindir) derdi.

Uhud günü Hz. Hamza'nın cesedini görünce üzerine atılıp karnını deşti ve ciğerini çıkararak ısırdı, çiğnemeye çalıştı. Yapa-mayınca da yere tükürdü. Vahşi'ye halhalini ve süs eşyalarım he­diye ederek O'nu mükafatlandırdı. Sonra da büyük bir kayanın üzerine çıkarak şu şiiri okudu:

Savaşa karşı savaş, Bedrin öcünü aldık. Bu yola biz koyduk baş, Sabır mı kaldı artık!..

Kimleri kaybetmedik: Kardeşimle babamı, [36] Ardından feda ettik, Oğlum ile amcamı [37]

Vahşi! Ettin teselli, Şimdiyse gönlüm rahat. Sana minnet borçluyum, Sürdükçe ömür hayat.

Bu sırada müslümanlardan İslam ordusu sancaktan Mus'ab Bin Umeyr şehid oldu. Onu, İbni Kumay'a El-Leysi, Hz. Peygam­ber sanarak vurmuştu. Nitekim Kureyş saflarına dönünce:

"Muhammed'i öldürdüm" diye sevincinden haykırmış etrafı velveleye vermişti. Mus'ab'dan sonra İslam sancağını Hz. Ali yer­den aldı. Ebu Dücane de müşrik ordusu içine dalmış adeta ot biçer gibi onlara büyük zayiatlar veriyordu. Tam bu sırada pehlivan yapılı ve savaş teçhizatıyla donanmış biriyle yüzyüze geldi. Kılıcı­nı çekip onu vurmak üzereyken karşısındaki şahıs kendisine yak­laşan ölüm korkusuyla bir çığlık attı. Bu bir kadın sesiydi. Ebu Dü-cane hemen kılıcım geri çekti. Çünkü kadına vurmak adet değildi. Bu kadın Bedir'de öldürülen Utba Bin Rabi'a'nın kızı ve Kureyş or­dusu Başkomutanı Ebu Stifyan'ın karısı Hind idi.

Ebu Dücane: "Uhud günü Kureyş savaşçılarını tahrik eden, onları saldırtan birini gördüm. Yaklaştım, vurmak istedim. Ancak kadın olduğunu tesbit ettim. Hz. Peygamber (sav)'in kılıcını, bir kadını vurmakta (yani İslamın kahramanlık ruhuna aykırı bir iş­te) kullanmak istemedim. Bu kadın Utba'nın kızı Hind idi" diye bu olayı sonraları anlattı. [38]

Savaşın artık neredeyse bittiği intibaları uyanıp müşrikler de dağılarak kaçışmaya başlayınca, müslümanlar arkadan bindirip kimisini öldürüyor, kimisini ele geçirip esir alıyor ve bu arada Ku-reyşlilerin geride bıraktıkları savaş ganimetlerini toplamaya çalışı­yorlardı. Kureyş'in sancağı ayaklar altında çiğneniyordu.

Tam bu sırada yamaçta bekleyen İslam okçuları manzarayı gö­rünce Hz. Peygamber (sav)'in, kendilerini görevlendirdiği yerden inip diğer kardeşleriyle birlikte düşmana karşı yapılan bu başarılı hamleye katılmak (ve tabi bu arada) ganimetten de istifade etmek istediler. Onların izlenimlerine göre savaş artık sona eriyordu. Ne­fis bu ya, biraz da ganimet toplamayı düşünüyorlardı. Fakat okçu­ların komutanı aynı görüşü paylaşmıyordu. O, kimsenin asla yeri­ni terketmemesi kanaatindeydi.

Özellikle Hz. Peygamber (sav) böyle emretmişti. O'nun tali­matının ihlal edilmemesi gerekirdi. Bu sebepledir ki:

Okçuların komutanı Abdullah bin Cübeyr, Hz. Peygamber (sav)'in ikinci bir talimatı gelinceye kadar yerinde kalmakta ısrar etti. Fakat bu ısrara rağmen -ne yazıkki- okçuların bir kısmı komutanlarını dinlemediler. Yerlerini terkederek ganimet toplamak üzere diğer askerlere katıldılar. Bu nedenle İslam cephesinin geri­si düşman hücumuna açık ve müsait hale geldi.

Çünkü dağın yamacında komutanlarıyla beraber on okçudan başka kimse kalmamıştı. Kureyş Ordusunun sağ kanat süvari birliği komutanı Halid Bin Velid İslam okçularının mevzilerini terke-dip indiklerini görmüştü. Durumu nrsat bilerek hemen komuta­sındaki süvarilerle dağı arkadan sararak üzerlerine yürüdü. Okçu­lar kahramanca savaştılar. Ancak ikiyüz süvariye karşı sadece on kişiydiler. Komutanları Abdullah Bin Cübeyr dahil hepsi şehid edildiler.

Aşağıda müslümanlar artık iki ateş araşındaydılar. Çünkü lid hileyle ve okçuların hepsini öldürdükten sonra onları arkadan sarmıştı. Beri tarafta biraz önce dağılan Kureyş ordusu geriye ba-kmarak durumu gördü. Bozulmuş olan Kureyş askerleri Halid'in haykırışlarını duyunca müslümanlara karşı yeniden mukabil hü­cuma geçtiler.

Kureyş ordusuyla birlikte gelen Umra El-Harisiyye adında bir kadın da yerlerde çiğnenen Kureyş sancağını kaparak haykırdı ve Kureyş ordusunu yeniden cesaretlendirdi. Kureyş askerleri bu ge­lişmeyi görünce yeniden canlandılar. Böylece savaş yeniden alev­lenmeye başladı.

Müslümanlar disiplinlerini kaybetmişlerdi. Bozgun genel bir hal almıştı. Öyle ki birbirlerini bile (yanlışlıkla) vuranlar oldu. Özellikle îbni Kumay'a "Muhammed'i öldürdüm" diye haykırdığı sırada müslümanlar iyice perişan bir duruma girdiler. Çünkü Hz. Rasulullah ordusunun Başkomutanı, namusu ve her şeyiydi. Baş­komutanın öldürülmesi çöküşün başı demektir.

Beri taraftan, îslam mücahitlerinden Hüseyil Bin Cabir -ma­alesef- yine bir mücahit tarafından yanlışlıkla öldürülmüştü. Bu zat Ebu Huzeyfe'nin babasıydı. Ebu Huzeyfe babasının cesediyle karşılaşıp: "Ah babam!..." diye feryad edinceye kadar kimse bu korkunç durumun farkında bile olamamıştı. Sonra birbirlerini öl­dürdüklerini anladılar ama iş işten geçmiş Hüseyil Bin Cabir (El-Yaman) bizzat müslümanlarm kılıcıyla şehid olmuştu. [39]

Halid Bin Velid müslümanları arkadan çevirdiği sırada, îslam askerleri küçük topluluklar halinde ve dağınık idiler. Bunlardan küçük bir grup Hz. Peygamber (sav) ile birlikte idi. Bu gruptaki ze­vat onun idaresindeki yüksek komuta heyeti üyeleri sayılırlardı. Düşmanın peşinde fazla sürüklenip uzaklaşmayan ikinci bir kü­çük grup daha vardı. Ancak ordunun büyük kısmı düşmanın pe­şindeydi ve uzaklaşmıştı.

Bu sebeple ikinci küçük grup düşman kuvvetleri tarafından çembere alındı. Bunların arasında birkaçı şehid edildi. Öyle ki iç­lerinden bazıları da moral bozukluğuna uğradılar ve Medine'ye doğru çekilmeyi tasarladılar. Bir kısmı ise teslim olmayı düşündü­ler. Fakat tekrar birbirlerini cesaretlendirmeye çalıştılar ve şehid olmayı tercih ettiler. Enes Bin Nadr bunlardandı. Arkadaşlarına:

"Size ne oluyor ki böyle çoktunuz?" diye bağırarak onları kı­nadı. Onlar:

"Rasulullah şehid edildi" deyince Enes:

"Peki O'ndan sonra sağ kalıp da ne yapacaksınız?" diye an­lamlı bir cevap verdi ve:

"Haydin silkinin! Ve Rasulullah'm uğrunda canını verdiği dava için canlarınızı vermekten çekinmeyin" diye haykırarak kendileri­ne cesaret verip kılıcını çekti ve düşman güruhunun içine daldı. Bir süre kahramanca savaştı. O sırada Allah'a şöyle dua ediyordu:

"Allahım! Bu müşriklerin getirdikleri fitneden sana sığmıyo­rum, şu müsİümanların da söylediklerinden dolayı senden özür diliyor, affını istiyorum." Böylece cihadını sürdürürken o da şehid edildi. [40] Keza yakınlarıyla birlikte müşriklere karşı kahramanca savaşan Sabit Bin Dahdah ve beraberindekiler de şehid edildiler. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurdu:

"And olsun ki Allah size verdiği sözde durdu. Onun izniyle ka­firleri kırıp biçiyordunuz. Ama Allah size arzuladığınız zaferi gös­terdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz. Sizden kimi dünyayı, kimi de ahireti istiyordu. Derken denemek için Allah sizi geri çevirip bozguna uğrattı. And olsun ki O sizi ba­ğışladı, Allah'ın inananlara nimeti boldur." [41]

Hz. Peygamber (sav) durumu çok dikkatli bir şekilde izliyordu. Müslümanlarm dağıldığını ve manevi çöküntüye uğradıklarını gö­rünce, kendisi için büyük tehlike olmasına rağmen nerede bulun­duğunu ilan etmeyi gerekli saydı.

Gerçekte O yalnız komutan olarak değil aynı zamanda bu bü­yük davanın sahibi ve savunucusu olarak düşmanın bir numaralı hedefiydi. Kendisini deşifre etmesi şu sonuçları davet edecekti:

1-Dağınık halde bulunan İslam ordusu O'nun etrafında yeni­den toparlanacak, bu suretle düşmana karşı yeni bir mukabil hü­cuma geçilecekti.

2- Düşman çemberinde bulunan grup, bu durumu görecek, maneviyatı yükselecek ve peygamberlerinin hayatta olduğunu öğ­renip savaşın henüz devam ettiğini anlayacaklardı. Bu suretle mo­ralleri yerine gelecek ve hamlelerine daha istidatlı bir şekilde de­vam edeceklerdi.

3- Hz. Peygamber (sav)'in hangi noktada bulunduğunu tesbit eden düşman o istikamete doğru kayacak bu suretle de çember içinde bulunan İslam askerleri üzerindeki baskı nisbeten gevşeye-cekti. Bu mülahazalardan hareket ederek bulunduğu yeri açıkla­yan Hz. Peygamber (sav), Uhud eteklerinde siperlenerek sahabile-rini en yüksek sesle etrafında toplanmaya çağırdı. Allah Teala bu olayı şöyle anlatmaktadır:

"Peygamber arkanızdan sizi çağırırken kimseye bakmadan kaçıyordunuz." [42]

Müslümanlar Hz. Peygamber (sav)'in sesini duyunca rahatla­dılar. Çember içindeki askerlerin morali birden yükseldi. Öyle ki başlarına ne gelebileceğine pek aldırış etmeden düşman saflarını bir anda yarıp çemberden çıktılar ve diğer dağınık müslümanlar gibi onlar da Hz. Peygamber (sav)'in etrafında kümelenmeye baş­ladılar. Bu sırada düşmanlar da bu yöne doğru kaydılar. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in nerede bulunduğunu artık biliyorlardı. Bu kez yeni hedefleri Hz. Peygamber (sav)'in kendisi ve etrafını sarmış bulunan askerleriydi. Savaş bütün şiddetiyle yeniden alevlendi. Müslümanlar O'nun ön tarafına toplanarak kendisine siper olma­ya çalıştılar. O şimdi artık İslam kahramanlarından oluşan bir çemberin, adeta bir kalenin içindeydi. Canla başla uğrunda çarpı­şacaklardı.

Hz. Peygamber (sav)'in etrafını çevreleyen mücahitler şunlardı: Ok kullanarak Rasulullah'ı korumaya çalışan Saad Bin Ebi Vakkas ve Ebu Talha Zeyd Bin Sehl, Sehl Bin Hanif, Talha Bin Ubeydullah, sır­tını Rasulullah'a atılan oklara karşı siper yapan Ebu Dücane, (fırlat­tığı taşla Rasulullah'ın mübarek dişini kıran bedbaht Utba Bin Ebi Vakkas'ı öldürerek Hz. Peygamber'in intikamını alan) Hatib Bin Ebi Beltaa, Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah, Hz. Ebubekir Abdurrah-man Bin Avf Hz. Ömer, Hz. Ali, Saad Bin Muaz, Saad Bin Ubade, Ka-tade Bin Numan, Kaab kızı Nesibe ve ayrıca başkaları.

Bu sırada düşman süvarilerinin başında bulunan Mus'ab Bin Umeyr'in katili îbni Kumay'a Hz. Peygamber (sav) 'e doğru bir ham­le yaparak üzerine şiddetli bir kılıç darbesi indirdi. Kılıç Rasulul­lah'ın zırhını delerek O'nu incitti. Arkasından bir darbe daha indir­di. Bunun etkisiyle Hz. Peygamber (sav)'in miğferinden iki zırh hal­kası mübarek yanağına batarak yüzünün kanamasına sebep oldu.

Ayrıca Abdullah Bin Şahab Ez-Zühri adında bir müşrik neferi de Rasulullah'ın mübarek yüzünü kanattı. Utba Bin Ebi Vakkas da fırlattığı bir taşla Hz. Peygamber (sav)'in dişini kırdı, dudağı da ya­ralandı. Bu sırada düşman tarafından hazırlanmış bir tuzak çuku­runa düştü. Hem iki dizi sıyrıldı, hem fenalık geçirdi.

Talha Bin Ubeydullah'm yardımıyla Hz. Ali ellerinden tutarakO'nu çıkardı. Hz. Peygamber öyle etkilenmişti ki, yüzünden aşağı sızan kanını silerken: "Kendilerini Allah'ın gösterdiği doğru yola çağırırken peygamberlerinin çehresini böyle kana bulayan bir ümmet nasıl iflah olabilir" diye söylenmekten kendini alamadı. Bunun üzerine Allah Teala şu ayeti kerimeyi indirdi.

"Allah'ın, onların tövbelerini kabul veya azap etmesi (onları cezalandırması) işiyle senin bir ilişiğin yoktur. Çünkü onlar za­limlerdir." [43]

Hz. Peygamber (sav), askerinin, düşman karşısındaki sayıca azlığını düşünerek onları çember içine alınma tehlikesinden kur­tarmak istedi. Bu sebeple, ordusunun tümü O'nun etrafında bir araya gelince onlarla birlikte vadi boyu dağ yönüne çekildi. Hz. Rasulullah (sav)'m, böyle bir saatte savaş mevkii olarak yöneldiği bu yeri seçmesi, stratejik bakımdan, O'nun bu mevkiden istifade etme maksadına dayanıyordu. Çekilme işlemi gayet muntazam yapılıyordu. İslam birlikleri, özel bir savunma gücünün koruma­sında yer değiştirerek çekiliyordu.

Tam bu sırada nrsat kollayan Übey Bin Halef adında Kureyşli bir müşrik, düşman güçleri arasından koparak Rasulullah'ın üze­rine hücum etti. Hz. Peygamber (sav) bu düşman savaşçısının kar­şısında vaziyet alarak elinde bulunan (orta boylu) bir mızrağı ona havale etti. İsabet alan bu adam derhal öldü.

Hz. Peygamber (sav)'in katıldığı tüm savaşlarda ve hayatı bo­yunca öldürdüğü tek insan budur.

Sonra müslümanlar Uhud Dağı'nın yüksek yamaçlarından bi­rine çıkıp orada mevzilendiler. Bu suretle, müşriklerin Hz. Pey­gamber (sav)'e, beraberindeki üst düzey sahabüerine ve yüksek komuta heyetine karşı giriştikleri amansız yok etme çabalarını durdurdular. Çünkü îslam savaşçıları bu kez müstahkem bir yerde bulunuyor ve düşman üzerine yağdırdıkları oklarla hücumlarını durdurabiliyorlardı.

Hz. Peygamber (sav) bu sırada yüksek bir kaya üzerine çıkarak müşriklerin harekatını buradan izlemeye çalıştı. Fakat kayaya çı­karken zorluk çekmişti. Bu sebeple ve pek yorgun olduğu için sa-habilerinden Talha Bin Ubeydullah'ın sırtına ayağını basarak an­cak çıkabildi. Biraz su istedi. Hz. Ali hemen gidip su getirdi. Ancak Hz. Rasulullah bu su ile sadece yüzünü yıkadı. İçmeye elverişli ol­madığı için içmek istemedi. Hemen sonra Muhammed Bin Mesle-me temiz bir su getirdi. Hz. Peygamber bu sudan içti ve bitkin ol­duğu için oturarak namaz kıldı.[44]

Müşrikler yeniden ve son olarak bir kez daha Ebu Süfyan ve Halid Bin Velid komutasında hücuma geçtiler. Ancak müslüman okçular ve özellikle Saad Bin Ebi Vakkas büyük başarılar göstere­rek düşmanı bozguna uğrattılar.

Bu kez Hz. Ömer, İslam cephesini kumanda ediyordu. Kureyş-lilerin bu hücumu bozgunla sonuçlanınca, müşrikler artık müslü-manlara fazla bir zayiat vermekten ümitlerini kestiler. Ayrıca çok yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Müslümanların bilhassa savaşın başında yaptıkları şiddetli hamleler sayesinde düşman, enerjisini kaybetmiş, sersemlemiş, bir daha kendine gelememişti.

Bu sebeple Kureyş ordusu Başkomutanı Ebu Süfyan askerine geri çekilmek için emir verdikten sonra, müslüman mevzilerine yakın bir yüksek yere çıkarak önce: "İşler güzeli" diye bir züğürt tesellisiyle kendini avutmaya çalıştıktan sonra müslümanlara doğru şöyle haykırdı:

"Aramızda savaş devam edecektir! Bugüne karşı başka bir gün elbet ödeşeceğiz. Savaş böyledir, bir gün lehimizde bir gün de aleyhimizde sonuçlanabilir. Bir gün üzülür, başka bir gün ise seviniriz. Yaşasın Hübel[45]

Ebu Süfyan'a karşılık vermek üzere Hz. Peygamber (sav)'in emriyle Hz. Ömer çıkıp şu karşılığı verdi:

"Allah her şeyden daha üstün ve daha yücedir. Bizim şehitle­rimiz Cennettedir, sizin ölüleriniz ise ateştedir." Bunun üzerine Ebu Süfyan karşıdan bağırarak:

"Uzza bizim ilahımızdır, sizin ise Uzza'nız yoktur." [46] dedi.

Hz. Peygamber (sav)'in talimatıyla bu kez müslümanlar O'na şu cevabı verdiler:

"Allah bizim mevlamızdır, sizin ise sahibiniz yoktur!" Ebu Süfyan, sonra yüksek sesle bağırarak:

"Muhammed aranızda mı?" diye sordu. Müslümanlar kendi­sine cevap vermediler. Bu kez:

"Ebu Bekir aranızda mı?" diye sordu. Müslümanlar yine ce­vap vermediler. Bu sefer de:

"Ömer aranızda mı?" diye bağırdı.

Müslümanlar yine O'nu cevapsız bıraktılar. Ebu Süfyan sade­ce bu üçünü sordu. Onları merak etmişti. Kimse cevap vermeyin­ce, öldürülmüş olduklarına kanaat getirerek, Kureyş ordusuna döndü ve onlara şöyle dedi:

"Evet bu adamların işini bitirmişsiniz." Fakat Ebu Süfyan'in bu sözlerini duyan Hz. Ömer, bir türlü dayanamadı. O'na şöyle seslendi:"Ey Allah'ın düşmanı! Adlarını andıklarının hepsi de sağ­dır, hayattadır. Allah, seni kahretmek için onları sağ bırakmış bu­lunuyor!" Ebu Süfyan, Hz. Ömer'in sesini duyunca, kendisiyle ko­nuşmak istedi.

"Buraya gelsene! Ya Ömer." diye O'na seslendi.Hz. Peygamber (sav) davetini kabul etmesini emretti. İkisi birbirlerine yaklaşınca Ebu Süfyan Hz. Ömer'e:

"Allah aşkına Ey Ömer! Söyler misin? Biz gerçekten Muham­medi öldürdük mü?" diye sordu. Hz. Ömer Ona:

"Allah'a yemin ederim ki hayır! Ve şu anda O senin bu sözle­rini duyuyor" diye cevap verince Ebu Süfyan:

"Hakikati sorarsan sen, İbni Kumay'dan daha doğru ve daha dürüst bir insansın" dedi.[47]

Sonra tekrar yüksek bir tepeye çıkarak şöyle haykırdı:

"Ölüleriniz arasında, cesetleri sonradan parçalanmış olanla­rı bulacaksınız. Yemin ediyorum, bunda ne isteğim ne de engel olmam gibibir rolüm olmamıştır. Ne kimseye böyle bir şey yap­ması için emrettim, ne de yapmaması için sakındırdım."[48]

Kureyş, ordusu yerini terkedip çekilmek üzereyken Ebu Süf­yan müslümanlara tekrar hitaben şöyle seslendi:

"Gelecek yıl sizinle Bedir'de buluşuruz!"

Hz. Peygamber sahabilerinden birine emrederek O'na: "Anlaş­tık!" demesini söyledi ve emri yerine getirildi.

Kureyş ordusunun çekilmekte bulunduğu sırada Hz. Peygam­ber (sav) Hz. Ali'yi görevlendirerek O'na:

"Peşlerini takib et. Bak bakalım ne yapıyorlar ve ne yapmak istiyorlar. Eğer atları bırakıp develere biniyorlarsa, bu Mekke'ye gidiyorlar demektir. Yok eğer atlara binip develeri sürüyorlarsa bu da Medine'ye gitmek istediklerini gösterir.

Canımı kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki: Eğer Medine'yi basmak isterlerse orada onların üzerine yürüye­ceğim sonra da göğüs göğüse çarpışacağım" buyurdu.

Hz. Ali onları takip ederken atları bırakıp develere bindiklerini ve Mekke yolunu tuttuklarını gördü.[49]

Müslümanlar, Kureyş ordusu savaş alanını terk ettikten sonra şehitlerini ve yaralılarını aramaya koyuldular. Bu sırada Hz. Pey­gamber (sav):

"Saad Bin Rabi'in ne durumda olduğunu kim bakıp bana ha­ber verecek? Acaba ölü mü, sağ mı?" diye sordu. Muhammed Bin Mesleme yerinden fırlayarak:

"Şimdi bakacağım Ya Rasulallah!" dedi ve etrafı yoklarken O'nu ağır yaralı olarak buldu. Yaklaşarak kendisine:

"Hz. Peygamber seni merak etti ve sağ olup olmadığını Öğ­renmek için seni aramamı emretti." deyince Saad şöyle konuştu: "Ben artık ölülerdenim. Hz. Peygamber (sav)'e selamımı ilet ve O'na de ki:

'Saad Bin Rabi' senin için şu duada bulunuyor:

"Allah Teala, peygamberler arasında ümmetine yaptığı hizmet ve emekten dolayı onlara verdiği mükâfatların en iyisini sana ih­san etsin"'Aynı zamanda müslümanlara da şunu ilet, de ki:

Saad sizin için şunu söylüyor:

"Göz kırpacak kadar sizde can bulunduğu müddetçe eğer bir fenalık peygamberinize ulaşacak kadar yol bulursa Allah katında asla geçerli bir mazeretiniz olmayacaktır."

Saad bu sözleri söyledikten sonra çok geçmeden ve henüz Mu­hammed Bin Mesleme yanından ayrılmadan hayata gözlerini yumdu.'[50]

Müslümanların Uhud Savaşı'nda verdikleri zayiat az değildi. Yetmiş kadar şehid bıraktılar ki bu sayı savaşa katılan İslam müca-hidlerinin onda biri demekti. Bunlardan yalnız dört tanesi muha­cirlerdendi. Bunlar: Hz. Hamza, Abdullah Bin Cahş, Mus'ab Bin Umeyr ve Şemmas Bin Osman idiler. Ensarilerden şehid düşenle­rin sayısı ise altmışbeşti.

Bunlardan yirmidört şehid Evs Kabilesine kırkbir şehid de Hazrec Kabilesine mensup idiler.

Evs Kabilesi'nin ünlü şehidleri şunlardır:

Evs'in lideri Saad Bin Maaz'ın kardeşi Amr Bin Maaz, vaktiyle kaçıp Kureyş saflarına katılan Ahlaksız Ebu Amir'in oğlu Hanzala, (Bu kahraman şehid Uhud savaşı için hazırlık yapıldığı gün yeni gerdeğe girmiş damad idi. Savaş için çağrı yapıldığını duyunca acele olarak geline veda etmiş ve yıkanmaya büe fırsat bulmadan Hz. Peygamber (sav)'in sancağı altında orduya katılmıştı. Şehid düşünce Hz. Peygamber (sav) bu durumu hiç kimseden haber al­madığı halde:

"İşte şu arkadaşınızı melekler yıkayacaklardır. Gidin bir de eşinden durumunu sorun" buyurdu  [51] Gerçekten gidilip soruldu­ğunda eşi Übey Kızı Cemile:

"O çağrıyı duyunca, cünüp olduğu halde çıktı" diye açıklama yaptı. Bu sebeple Hanzala (Meleklerin Yıkadığı Şehid) olarak ün­lendi. Bu kahraman mücahid savaşın en hararetli bir saatinde Ku­reyş ordusu Başkomutanı Ebu Süfyan'Ia yüzyüze gelmiş, atının ayaklarını kılıçla biçince Ebu Süfyan yere yuvarlanmıştı. Hanzala çevik davranarak Ebu Süfyan'ın göğsünün üzerine çökmüştü. Tam O'nun başını gövdesinden ayırmak üzereydi ki Ebu Süfyan'ın koruyucularından İbni'ş-Şuûb adıyla tanınan Şeddad Bin Esved komutanını kurtarmak için yıldırım hızıyla Hanzala'nın üzerine atılarak onu bir kılıç darbesiyle şehid etmişti.

Medine'li Ensarilerin verdikleri diğer ünlü şehidler de şunlar­dır: Hazrec'e mensub tanınmış şehidlerden okçu birliği komutanı Abdullah Bin Cübeyr, Saad Bin Rabi', Enes Bin Nadr, Amr Bin El-Cumuh, Abdullah Bin Amr Bin Haram...

Yaralıların sayısı ise yüzelliyi geçiyordu. Müslümanlardan müşriklerin eline esir düşen olmadı. Müşriklerin ölü sayısı ise yirmiiki idi. Savaş bittikten sonra Hz. Peygamber (sav) şehidlerin, kanlarıyla ve savaştıkları elbise içinde defnedilmelerini emretti. Ne namazları kılındı, ne de yıkandılar. Aynı mezara birden fazla şehid de defnedildi.

Mesela Hz. Hamza ile hemşiresinin oğlu Abdullah Bin Cahş ay­nı mezara, Abdullah Bin Amr Bin Haram ile Amr Bin Eî-Cumuh ay­nı mezara, Saad Bin Rabi' ile Harice Bin Zeyd aynı mezara defnedil­diler. Bu arada halktan kimilerinin şehidlerini Medine'ye naklettik­leri haberi Hz. Peygamber tarafından duyuldu. Tekrar savaş alanına iade edilmelerini emretti. Emri derhal yerine getirildi.[52]

Uhud Savaşı'nın cereyan ettiği gün, müslümanlarm safları arasında iman etmemiş iki kişi daha vardı. Bunlardan biri Medine civarında oturan Kazman adında bir bedeviydi. Sırf Kureyşlilerin istilasına karşı Medine'yi savunmak için savaşmaya gelmişti. Çok cesurdu ve kahramanca savaşarak Kureyş'in yaman silahşörlerin-den sekiz kişiyi öldürdü. Bu savaşta o kadar çok yara almıştı ki duyduğu acı ve ızdıraba dayanamayarak intihar etti ve cehenne­me gitti. Müslümanlardan biri bu konuda Hz. Peygamber (sav)'e şöyle bir soru sordu:

"Ya Rasulallahî Desinler diye savaşan, vatanını korumak amacıyla savaşan veya sırf sahip olduğu kahramanlık ruhuyla savaşan kimselerden hangisi Allah yolunda savaşmış sayılır?"

Hz. Peygamber (sav) şu cevabı verdi: "Allah'ın koyduğu düzen hakim olsun diye savaşan kimse ancak Allah rızası için savaşmış sayılır."[53]

Müslümanlarla omuz omuza düşmana karşı çarpışan bir de yahudi bir şahıs vardı. Adı Muhayrık idi. O da Kazman'm savaştı­ğı amaç uğruna savaşıyordu. Kureyşlilerin Medine'yi istila etmele­rine karşı mücadele veriyordu. Şehrini, memleketini yabancı işga­linden korumak gibi bir ideali vardı. Ayrıca müslümanlarla yahu-diler arasındaki ittifaka sadık kalmak için gelmişti. Yahudilerin o gün beyan ettikleri mazerete de uymadı. Çünkü o gün Cumarte­siydi ve yahudilerin haftalık kutsal günüydü. Adam silahına sarıla­rak müslümanlarla birlikte Kureyşlilere karşı savaşa katıldı ve so­nunda da öldürüldü. Böylece o da cehenneme yürüdü. Çünkü toprağı ya da ırkı savunmak hiç bir şeye yaramaz.

Uhud günü Evs'lilerden Usayrım adında biri daha müslüman-lara katıldı ki bu şahıs o güne kadar müslüman değildi. O gün Al­lanın hidayetiyle iman etti. Halbuki daha önce İslamdan ve müs-lümanlardan şiddede nefret ediyor ve yakınlarını "Muhammed'e uyan sapıklar" olarak görüyordu. Uhud günü ise iman ederek si­lahına sarıldı ve savaşa katılarak şehid oldu. Daha önce ne namaz kılmış, ne de oruç tutmuştu.[54]

Müslümanlar şehidlerini defnettikten sonra Medine'ye doğru hareket ettiler. Medine halkı ise gazileri karşılamaya çıkmıştı. Çı­kanlar arasında Dinaroğullanndan bir hanım da vardı. Hz. Pey­gamber (sav)'in ve savaşa giden yakınlarının durumunu araştırı­yordu. Babasının, kardeşinin, oğlunun ve kocasının şehid oldukla­rı kendisine haber verildi. Bununla beraber fazla müteessir olma­dı. Bu kez Hz. Peygamberin ne durumda olduğunu sordu. İyidir, dediler.

"Bana gösterir misiniz?" dedi ve nihayet O'nu görünce:

"Senin yokluğundan başka her türlü felaket önemsizdir" de­di.[55]

Hz. Peygamber (sav) yolunun üzerinde Cahş Kızı Hamne'ye rastladı. O'na:

"(Kaybettiğini) Allah'a-adamiş ol" dedi. Hamne:

"Kimdir (bu söylediğin)? Ya Rasulallah!" deyince:

- Dayın Hamza!" diye cevap verdi. Bunun üzerine Hamne:"înna lillah ve inna ileyhi Raciûn (Hepimiz Allah'a aidiz ve -nihayet- O'na döneceğiz) Allah O'nu mağfiret buyursun, ne mut­lu ona, şehid oldu" diyerek teslimiyet gösterdi. Hz. Peygamber (sav) tekrar:

"(Kaybettiğin yakınını) Allah'a adamış ol!" buyurunca Hamne yine: "Kimdir ya Rasulallah! (Bu haber vermek istediğin) diye me­rakla sordu. Hz. Peygamber (sav):

"Kardeşin Abdullah Bin Cahş" diye cevap verdi. Hamne yine "İnna lillah ve inna ileyhî raciûn, Allah O'nu mağfiret buyursun, ne mutlu O'na şehid oldu..." diyerek olgunca bir karşılıkta bulun­du. Hz. Peygamber (sav), üçüncü kez O'nu teselli etmeye çalışır­ken yine Hamne, O'nun kimi işaret etmek istediğini sordu. Hz. Peygamber "Eşin Mus'ab" deyince, hanımcağız artık dayanama­yarak hüngür hüngür ağlamaya başladı. Hz. Peygamber O'na son haberi alırken neden böyle davrandığını sorunca:

"Öksüz kalan çocukları gözümün önüne geldi, dayanama­dım" diye cevap verdi. Hz. Peygamber kendisine duada bulunarak O'nu teskin etmeye çalıştı.[56]

Bu arada Ensar'ın lideri Saad Bin Maaz'ın annesi, ata binmiş olarak Hz. Peygamber (sav)'e doğru gelmekte idi. Atın dizgini, oğ­lu Saad'ın elinde bulunuyordu. Saad annesini takdim ederek:

"Annemdir, Ya Rasulallah!" deyince, Hz. Peygamber (sav) ilti­fat buyurarak:

"Merhaba. Hoşgeldiler" diyerek O'nu karşıladı. Hanım iyice yaklaşınca, şehid olan oğlu Amr için kendisine başsağlığı dileğin­de bulundu. O da buna karşılık olarak şöyle dedi:

"Seni sağ selamet bulunca ızdırabım biraz daha dinmiş oldu."

Bu sözleri duyan Hz. Peygamber O'na da dua etti ve:

"Sevin ve şehid olanların yakınlarını da müjdele. Cennette onlarla beraber olacaklardır. Çünkü yakınları için yaptıkları şe­faat makbul oldu."

Ölenlerin arkasından feryad edip ağlamak, onların meziyetle­rini sayıp dökmek Arapların cahiliyet adetlerindendi. Bu sebeple Medine, baştan ayağa feryad ve ağıt sesleriyle çınlıyordu. Bu sıra­da Hz. Peygamber Abdül'eşheloğulları semtinden geçerken böy­lece kadınların feryad ve ağıt seslerini duydu.

Duygulanarak ağlayan kadınlara:

"Fakat -bakınız- Hamza'nın arkasından ağlayan hiç kimse yok" dedi. Hz. Peygamber'm bu sözlerini duyan Ensar'm lideri Sa-ad O'nu teselli etmek için, kabilesinin kadınlarına Hamza için de ağlamalarım emretti. Onlar da emrini yerine getirdiler. Ancak Hz. Peygamber bu yaptıklarının doğru olmadığını münasip bir ifadey­le izah ederek onları yatıştırmaya çalıştı.'[57]

Uhud Savaşı şeklen Kureyşlilerin zaferiyle neticelenmişti. Çünkü müslümanlardan yetmiş kişiyi şehid etmiş, bir savaşçı bir­liğini çembere alıp kılıçtan geçirmiş, aynı zamanda Uhud yamaç­larındaki okçuları kuşatarak onları darmadağın etmişlerdi. Fakat bütün bunlar, aslında askeri açıdan hiç de zafer sayılmazdı. Çün­kü zafer elde etmek, düşman cephesinde sebep olunacak can tele­fatının sayısı ile ölçülmez. Savaşın genel sonuçları ancak zaferi be­lirleyen bir ölçü olabilir.

Bir ordu düşünün ki: Savaşta düşmanını bozguna uğratmış, Onu kuşatmak için ileri atılmış, ancak bunu başaramamıştır. Ku­şatmasını sürdürememiştir, üstelik arzu ettiği sonucu gerçekleşti-remeden hızla savaş alanını terketmiştir. Şimdi biz bunu açık bir zafer mi yoksa bir bozgun mu sayalım?

Kureyşliler gerçekten müslümanları Uhud Dağı'nda kuşattılar, fakat bu kuşatmayı sürdüremediler. Kureyş ordusu ayrılmak üze­reyken de ordunun bizzat başkomutanı:

"Aramızda savaş devam edecektir! Bu güne karşılık başka bir gün elbette ödeşiriz!" demiş sonra da hızla savaş alanından çekil­mişti.

Hem de düşmanının savunmasız başkentine girmeden çekil­mişti. Yani savaş alanından kaçarak çekilmişti. Çünkü ilk gün, müslümanların hakim olduğu bölgeden uzaklaşabilmek için kırk kilometreden daha fazla bir mesafe katederek çekilmişti.

Kureyşliler savaşta, başka bir düşman güçten görmedikleri bü­yük bir şiddet ve karşıkoyma gücünü müslümanîardan gördüler. Başkomutan savaş sırasında ölümle burun buruna geldi. Çünkü Hanzala atının ayaklarını kılıçla biçmiş, göğsünün üzerine çök­müştü. Neredeyse başım gövdesinden ayırmak üzereydi. Ebu Süf-yan, o dakikalarda artık öldüğüne inanıyordu.

Ne varki Allah'ın iradesi her türlü iradenin üzerindedir. Zira tam o sırada Hanzala vurularak şehid edildi, Ebu Süfyan ise kur­tuldu.

Kureyşlilerin, bu zaferinin bir isimden ibaret olduğunu, mü­nafıklar, yahudiler ve Medine civarında oturan bedevi müşrik Araplar da söylüyorlardı. Bunu zafer saymaları da sırf müslüman-lara karşı olan kinlerindendi.

Halbuki müslümanlar da bu zaferi kendilerine mal ediyorlar­dı. Çünkü savaşın ilk saatlerinde üstün gelmiş, onları kılıçtan ge­çirmişlerdi. Tıpkı savaşın son saatlerinde düşmanlarının yaptığı gibi...İkinci defa toparlanarak Kureyş ordusuna karşı kahramanca direnmişlerdi. Öyleki Kureyşliler onları mevzilerinden kımıldata-mamışlardı, yaklaşmaya bile cesaret edememişlerdi. Sonra da -bi­lindiği gibi-, savaş alanını terkederek kaçtılar. Bu zafer kazanıp ka­sıla kasıla yapılan bir dönüş bir gidiş değildi. Yaptıklarından dola­yı iftihar etmiyorlardı. Bütün bunlar Kureyşlilerin o sırada yorgun ve bitkin değil, fakat ne kadar büyük bir moral çöküntüsü içinde olduklarını kanıtlamaktadır. Eğer Kureyş ordusu yalnız yorgunluk­tan şikayetçi olmuş olsaydı, -madem ki düşmana perva etmiyor­lardı- civarda münasip bir yere çekilerek yorgunluklarını giderebi­lirlerdi.

Kureyşliler o sırada savunmasız olan Medine'ye baskın düzen­lemeyi bile düşünmek istemediler. Fakat müslümanlar böyle bir ihtimali düşünüyor ve karşı koyma hazırlıklarım bile yapıyorlardı.

Münafıklar ve yahudiler de böyle bir olayın beklentisi içindeydiler. Kureyşlilere gelince doğrudan doğruya kaçmayı düşündüler. Fakat bir süre yol aldıktan ve bu arada yorgunluklarım da giderdikten sonra, Medine'ye müslümanların başkentine bir baskın düzenle­meyi yeniden düşündüler.

Öte yandan müslümanlar da şehirlerine hiç bir fenalık dokun­madığını morallerinin de -düşmanın sandığının tam tersine -çok iyi olduğunu, düşmanla ikinci kez karşılaşabilecek, onlara yeni­den karşı koyabilecek bir güce de sahip bulunduklarını düşünü­yorlardı. Çünkü zaferin kendilerince kazanıldığım sayıyorlardı. Bu nazik günlerde içerideki düşmanlara da pek aldırış etmemektey­diler.

Nitekim yahudilerden bir kabileyi daha bu sırada Medine'den kovdular. Aynı zamanda savaştan dönerlerken ne şehirde bulunan münafıklara, ne de Medine civarında yerleşik bulunan bedevi ka­bilelerine pek önem vermiyor, onlardan hiç de korkmuyorlardı. Sadece onları bu tutumlarından dolayı tehdit eden Kur'an-ı Ke-rim'den ayetler okuyarak uyarıyorlardı.

Müslümanlar Kureyşlilerle yeniden hesaplaşmak için Medi­ne'ye döndüler, ama her şeye rağmen iki sebepten dolayı Uhud Savaşı yine de kaybedilmiş sayıldı:

Birincisi, uğradıkları fazla can kaybıydı. Üstelik bunlardan ba­zıları sayılı cengaverlerdi. Hamza Bin Abdilmuttalib, Abdullah bin Cahş, Saad Bin Rabi' ve Enes Bin Nadr gibi... Bunlarla birlikte İs­lam ordusu sancakdarı ve henüz Rasulullah'm hicret etmeden ön­ce Medinelüere öğretmenlik yapan Mus'ab Bin Umeyr de kaybe­dilen meşhurlar arasındaydı.

ikinci sebep de Hz. Peygamber (sav)'in uğradığı saldırılar so­nucu aldığı yaralar, sıyrıklar ve yorgunluk oldu. Bu olay müslü­manların şu dünyada uğrayabilecekleri en büyük felaketti. Dolayı­sıyla olağanüstü bir şekilde üzülmelerine ve büyük ölçüde etkilen­melerine sebep oldu. Bu olayı düşündükçe de savaşın gerçek an­lamda kendi lehlerinde sonuçlanmadığını hep anladılar ve sıkıntı duydular.

işte bu sebeple Uhud Savaşı'm müslümanların lehinde sonuç­lanmış bir savaş saymadılar.

Şunu hiç unutmamalıyız ki: Müslümanlar başta ne Kureyş or­dusunun büyük sayısına, ne münafıkların onları savaş alanında bırakıp geri çekilmelerine, ne de Medine içinde bulunan yahudi-lere pek aldırış etmemişlerdi. Halbuki bu sırada Müslümanlara ait güçler Medine dışında bulunuyordu.

Keza Kureyş kuvvetlerini izleyerek Hamrâ'ul-Esed mevkiinde karşılaştıklarında büyük sayılarını yine önemsememişlerdi. Üste­lik burada uğradıkları kayıplar sebebiyle sayıları da azalmıştı. Ku-reyşlileri bu kez yeniden izleme olayında Hz. Peygamber Uhud Sa-vaşi'na katılmayanları kabul etmedi. Gerek Kureyş ordusunu arka­dan, yeniden takibe çıkmak, gerek Beni Nadıyr yahudilerini Medi­ne'den kovmak, gerekse münafıklara meydan okumak hiç de ye­nilgiye uğramış, zillet içinde bulunan bir topluluğun halini göster­miyordu.

Bilakis bu durum, imanına sarıldığı müddetçe daima üstün ve başı dik olacağına inanan, inandığıyla da iftihar eden, zafere ulaş­mış bir topluluğun takınacağı tavır idi [58]

 

Hamra'ul Esed

 

Hz. Peygamber (sav) zannedildiğinin tam tersine, müslüman­ların yüksek bir morale sahip bulunduklarını tatbiki olarak kanıt­layıp, yahudileri, münafıkları ve bedevi kabileleri yalanlamak, ge­rek onlara, gerekse müslümanlara herhangi bir surette fenalık yapmayı aklından geçirecek kimselere, varlıklarını koruyacak, şe­hirlerini himaye edecek güce sahip olduklarını göstermek istedi.

İslam ordusu Hicretin üçüncü yılı Şevval ayının onbeşinci Cu­martesi akşamı Uhud Savaşı'ndan Medine'ye henüz dönmüştü. Ertesi gün sabah namazından çıkar çıkmaz, Hz. Peygamber (sav)'in tellalları çok acil bir şekilde -düşmanı kovalamak üzere-müslümanlarm derhal toplanmaları çağrısında bulundular. Ayrıca sadece Uhud'a katılanların hazırlanmasını, onlardan başka kim­senin gelmemesini haber verdiler.

Bitkin ve yaralı olmalarına rağmen, bir gün önce o çetin Uhud Savaşma katılan asker derhal Hz. Peygamber (sav)'in çağrısına uyarak toplandı. Hz. Peygamber önde, ordusuyla hareket ettiler. Rasulullah (sav), münafıkların başı Abdullah Bin Übey'e orduya katılma izni vermedi. Cabir Bin Abdullah Bin Amr Bin Haram'dan başka, (Uhud savaşma katılmamış) müslümanlardan da kimseyi kabul etmedi. Bu gencin babası Uhud'da şehit olmuştu. Hz. Pey­gamber (sav), (yedi kızkardeşin bir tek erkek kardeşi olması nede­niyle) bu gence daha önce ne Bedir, ne de Uhud Savaşı'na katıl­ması için izin vermemişti.

Önde Rasulullah (sav) olduğu halde ordu büyük bir süratle yo­la koyuldu. Bu kez İslam ordusunun, bizzat Uhud'daki sancağını Hz. Ali taşıyordu. Hz. Peygamber (sav), yine Medine'ye Naib olarak yerinde Abdullah Bin Ümmü Mektum'u bıraktı. İslam ordusu Hz. Peygamber (sav)'in komutasında Medine'den onüç kilometre uzaklıktaki Hamrâ'ul-Esed mevkiine varıp kampını kurdu.

Bu olayda müslümanlarda gördükleri cesaret ve kahramanlık ruhu karşısında, yahudiler ve münafıklar dehşete düştüler. Onla­rın aslında Uhud'da yenilmiş olmadıklarına, morallerinin çok yük­sek bulunduğuna, eğer yenilmiş olsalardı savaşın ertesi günü, düş­manın peşine böyle düşemiyeceklerine, eğer zayıf durumda olsa­lardı bu kadar çevik davranamayacaklarına kanaat getirdiler.

Bu sıralarda Kureyş ordusu da Medine'den kırksekiz kilometre uzaklıkta bulunan Er-Ravha mevkiinde mola veriyordu. Bu yer İs­lam ordugahının bulunduğu Hamrâ'ul-Esed mevkiinden pek de uzak değildi. Burada biraz dinlendikten sonra, ordunun başında bulunanlar:

"Müslümanlar Uhud'da büyük bir yenilgiye uğradılar. Neden Medine'ye yönelmedik, içinde ne var ne yok neden kökünü getir­medik, neden geriye kalanları da esir alıp getirmedik? Madem ki zaferi elde ettik, o yaralı ve bitkin haldeki bir avuç müslüman as­kerlerin de neden gidip hemen işlerini bitirmiyoruz?" diye kendi aralarında konuşuyor, bol keseden atıyorlardı.

Kureyş büyüklerinin huyu böyleydi hep kibirlenir büyüklenir-lerdi. Fakat şunu da çok iyi biliyorlardı ki kazandıkları zafer bir isimden bir şekilden ibaretti. Yürekleri korku doluydu. Özellikle Başkomutan Ebu Süfyan ve piyade birlikleri komutanı Sarvan Bin Ümeyye, hissettirmeseler bile çok korkuyorlardı. Bu vaziyettey­ken, onlara, müslümanlarm Hz. Peygamber (sav) komutasında peşlerine düştükleri ve Hamrâ'ul-Esed mevkiinde kamp kurmuş bulundukları haberi ulaştı. Kureyş büyükleri bu haberi duyunca korkularından dona kaldılar.

Özellikle Mu'bid El-Huzaî adında biri gelip onlara:

"Muhammed sizinle karşılaşmakta ısrar ediyor, beraberinde de daha önce görülmemiş bir kuvvet var. Kureyşliler için en iyisi derhal kalkıp Mekke'ye çekilmektir" deyince ödleri koptu.

Ebu Süfyan, müslümanlar tarafından kovalandıklarını, kendi-lerininse kaçmakta olduklarını kabileler duyacak olursa, sahte za­ferlerinin, içyüzü meydana çıkacak diye korkmaya başladı. Fakat bununla beraber müslümanlarla yüzyüze gelmekten de çekindi ve öyle bir tertiple kaçtı ki, halk üzerinde, müslümanlarm korktuğu ve aldıkları tehdit üzerine Medine'ye döndükleri, Kureyşlilerin ise yerlerinde direnmeye devam ettikleri intibaını uyandırmış olsun.

Bu arada düşünmekte olduğu böyle bir tertip için gerekli fırsa­tı da buldu. Çünkü Benî Abdilkays Kabilesi'nden bir grubun Me­dine'ye gitmek için hazırlık yapmakta olduklarını gördü. Onlara Hz. Muhammed'e verilmek üzere bir mektup verdi.

Mektubun içeriği özet olarak şöyleydi:

"Kureyşliler sizinle yeniden karşılaşmak için istekli, hatta ıs-rarli olup, bu sebeple Hamrâ'ul-Esed mevkiine doğru hareket et­miş bulunmaktadırlar."

Bu haber Hz. Peygamber (sav)'e ulaşınca, kendisinin de buna istekli bulunduğunu hemen gösterdi. Onları beklemekte olduğu­nu kanıtlamak için gece boyu, ordugahında ateşler yaktırdı. Bu su­retle düşmana bulunduğu yeri göstermek istiyordu.

Bu vaziyette üç gün de bekleye durdu. Fakat Kureyşliler, müs­lümanlarm savaşmak için ısrarlı olduklarını, asla korkmadıklarını görünce güçlü olduklarına ve morallerinin yüksek bulunduğuna inandılar, karşılaşmayı göze alamadılar. Özellikle komutanlar müslümanlarla karşılaşmaktan çok korkuyorlardı. Dolayısıyla he­men toparlanıp Mekke'ye yollandılar. Kureyşliler bu şekilde mem­leketlerine döndükten sonra Hz. Peygamber (sav) de uğrunda çık­mış olduğu amacı gerçekleştirmiş olarak Medine'ye ordusuyla bir­likte avdet etti.

Bu amaç müslümanlarm sahip olduğu gücü göstermek, yahu-di ve münafıkların yaydığı yıkıcı propagandalara sözde müslüinanların Uhud'da yenilmiş olduklarına dair asılsız şayialarına rağmen güçlü bulunduklarını ispat etmek, (kendilerini koruyama­yacak kadar güçsüz bir cemaat) diye uydurulan yalanın tam aksi­ni ortaya koymak idi. [59]

 

Raci  Olayı

 

Medine civarındaki yerleşik bedevi Araplar da yahudiler ve münafıklar gibi -müslümanlarm çökmüş bulunduğunu, ancak uzun bir süre sonra kendilerine gelebileceklerini- zannediyorlar­dı. Bu sebeple de hep Medine'yi basmak sevdasındaydılar.

Fakat nerede? Bu acaba onlara nasip olabilecek miydi?

Müslümanlarla karşılaşmaktan ödleri kopuyordu. Bu sebeple -doğrudan karşılaşmak yerine- bedevilerin niyeti korkak insanla­rın ancak tevessül edebileceği bir takım ucuz hilelere başvurmak­tı. İşte bu niyetle bir ara Adal ve Karra kabilelerinden bir grup temsilci Hz. Peygamber (sav)'e başvurarak şu istekte bulundular:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bizde İslama karşı bir meyil var, Ashab'm-dan bir grubu görevlendirerek bizimle yolla. Bize İslamı öğret­sinler, Kur'an'i okutsunlar." Bunun üzerine sahabilerinden altı ki­şiyi görevlendirerek onlarla birlikte yolladı.

Rasulullah (sav)'m vazifeli olarak gönderdiği öğretmenler şun­lardı:

Heyet Başkanı, Mürsid Bin Ebi Mürsid El-Ganevî, Halid Bin Bekkir El-Leysî, Asım Bin Sabit Bin Ebi'I-Eklah, Hubayb Bin Adiy, Zeyd Bin Ed-Desene ve Abdullah Bin Tarık.

Kabile temsilcileriyle öğretmenler heyeti, Medine'den Mekke istikametine birlikte çıktılar ve neden sonra Racî' Bin Asfan suyu­na ulaştılar. Kabile temsilcileri burada onlara döneklik ettiler. Öğ­retmenler suyun kıyısında diğerleriyle birlikte ve herhangi bir fenalıktan habersizken kabile adamları birden bire yanlarından uzaklaşıp, civardaki Huzeyl Kabilesi'nden, bağrışarak yardım iste­diler. Öğretmenleri esir almayı planlamışlardı.

Bu alçakça planın hiç farkında olmayan İslam mürşitleri, ol­dukları yerde ne yapacaklarını henüz kararlaştırmaya bile fırsat bulmadan ikiyüz okçu tarafından sarılmış olduklarını gördüler.

Çetenin adamları onlara:

"Yemin ediyoruz size dokunmayacağız. Fakat sizi götürüp bir şeylere karşılık Mekke'lilere teslim etmek istiyoruz. Sizi öldür­meyeceğimize dair Allah huzurunda söz veriyoruz" dediler.

Öğretmenlerden, Mürsid, Asım ve Halid:

"Bize bir müşrikin verdiği güveni kabul etmiyoruz" dediler ve şehid edilinceye kadar çarpıştılar. Geriye kalan üçü ise düşmana teslim oldular. Çete adamları bunları esir alarak ellerini bağlayıp önlerine katarak götürdüler.

Hüzeyl Kabilesi'nin adamları -yukarıda sözü geçen- üç şehid öğretmenden Asım'ı yakalayıp Mekke'lilerden Sellafa Binti Saad adındaki bir kadına satmak istemişlerdi. Bu kadının iki oğlu Mü-safîh ve Cellas Uhud'da öldürülünce, onlardan birinin katilidir di­ye, günün birinde Asım'ı ele geçirirse kafatasında içki içeceğine dair yemin etmiştir. Kadın olayı şöyle tesbit etmişti. Oğullarından biri isabet alınca annesinin yanına dönüp başını dizine koymuştu. Annesi Ona:

"Yavrum seni kim vurdu?" diye sorunca: "Beni vuran tam darbeyi indirdiği sırada:

- Al sana! Bana Ebi'l-Aklah oğlu derler, diye övündü" demiş, annesi de bu suretle oğlunun katilinin kim olduğunu öğrenmişti. Bu iki kardeş de Kureyş ordusunun sancaktarları idiler. Asım'a ge­lince hayatında hiç bir müşrike dokunmayacağına ve bir müşrikin de kendisine dokunmasına müsaade etmeyeceğine dair yemin et­mişti. Bu sebeple civarına yağan oklarla kendini bir süre müdafaa etti.

Hüzeyî Kabilesi'nin çetesi, kendisine yaklaşamaymca "Bekle­yelim, hele bir akşam olsun onu yakalarız" dediler. Akşam olunca da sağanak halinde yağan yağmurlar sonucu akan sele kapılarak kaybolup gitti.

Hüzeyl Kabilesi'nin adamlarıyla, öğretmen sahabileri hileyle pusuya düşüren diğerleri, birlikte esir aldıkları öbür üçünü Mek­ke'ye götürmek üzere Hudeybiye yakınlarında bulunan Zahran Mevkiine kadar gittiler. Burada esir sahabilerden Abdullah Bin Ta­nk bir fırsatını bularak elini kelepçeden kurtarıp hemen kılıcına sarıldı. Çete adamları kendisinden çekinip biraz uzaklaşarak onu taşa tutup şehid etiler.

Sonra ellerindeki diğer iki esirle birlikte Mekke'ye gidip, vak­tiyle Kureyşlilerin Hüzeyl Kabilesi'nden aldıkları iki esirle onları değiştirdiler. Kureyş liderlerinden Safvan Bin Ümeyye, Bedir'de öldürülen, babası Ümeyye Bin Halefin yerine, öldürmek üzere Zeyd Bin Desene'yi satın aldı. O'nu -götürüp öldürmek üzere-Anastas adında bir kölesiyle Ten'im'e! [60] gönderdi. Ten'im Harem sı­nırları dışında (Yani kutsal bölgenin haricinde bir mevkidir.) Ara­larında Ebu Süfyan'ın da bulunduğu Kureyşiüerden bir topluluk Zeyd'in idamını seyretmek üzere Ten'im'e gittiler, idam edilmeden önce Ebu Süfyan, Zeyd'e yaklaşarak:

"Allah aşkına! Şu anda senin Muhammed'in boynunun vuru­lup, sende kurtularak ailene kavuşmak ister miydin?" diye sordu. Zeyd şu cevabı verdi:

"Asla! Allah'a yemin ederim ki: Hz. Muhammed'in hayatı ya­nında benim hayatım bir hiçtir. Dolayısıyla canımın kurtulacağı­nı bile bilsem, Rasulullah'm değil burada sizin elinizde öldürül­mesine, hatta Medine'de ayağına bir dikenin batmasına bile da­yanamam." Bu sözleri duyan Ebu Süfyan hayretten donakaldı ve:

"Ne tuhaftır ki Muhammed kadar arkadaşları tarafından bu derece sevilen hiç kimse görmedim" diye bağırarak bu manzarakarşısındaki hislerini dile getirmeye çalıştı. Sonra da Zeyd müşrik­ler tarafından caniyane bir şekilde idam edilerek şehid oldu.

Diğer esir öğretmen Hubayb Bin Adiy'e gelince, O'nu da Hu-ceyr adında Mekke'li bir şahıs satın almıştı. Müslümanlara karşı girişilen savaşlarda öldürülmüş bir akrabasına karşılık O'nu öldü­recekti. Bu adam Hubayb'ı Maviye adında bir cariyesinin bulun­duğu evde hapsetmişti.

Bu hanım müslüman olduktan sonra olayı şöyle anlattı:

Hubayb evimde hapsedilmiş vaziyette idi. Bulunduğu odada kendisine bir göz attım. Elinde bir insan kafası kadar büyüklükte bir salkım üzüm gördüm. Onu yiyordu. Oysa Allah'ın şu yeryüzün­de yenecek bir tanecik üzüm yoktu. Buna fevkalade şaştım."

Yine Maviye şunları anlatıyor:

Hubayb idama götürülmek üzereyken, bana:

"İdam edilmeden önce, temizlenmek istiyorum. Lütfen bana bir ustura gönderir misin?" diye ricada bulundu. Ben de -önce pek düşünmeden- usturayı oğluma vererek O'na:

"Şu odadaki adama ver" dedim ama, peşinden de: "Aman ne yaptım! Vallahi adam öcünü alacak birini buldu. Oğlumu öldüre­cek" diye pişman olup kafama vurdum. Fakat oğlum usturayı ken­disine verince, çocuğun elinden aldı ve şöyle dedi:

"Bak annen seni bana gönderirken, bir fenalığım dokunabi­lir diye hiç de korkmamış?" Oğluma dokunmadı. Onu asmak için Ten'im'e götürdüler. İdam edileceği yerde, ellerinde tutsak bulun­duğu adamlara:

"İki rekat namaz kılmam için bana fırsat verir misiniz?" dedi. Kendisine müsaade ettiler. Güzelce iki rekat namaz kıldı ve et­rafında bulunanlara:

"Ölümden korktu da namazım uzattı, dememeniz için na­mazımı kısa kestim" dedi. Müslümanlar arasında idam mahkum­larının infazdan önce kıldıkları iki rekat namazın adet haline gelmesi -İslam düşmanları tarafından idam edilen- işte bu sahabi Hubayb Bin Adiy ile başlamıştır.

O'nu darağacma çıkardıkları sırada şu bedduayı yaptı:

"Allahım! Biz senin elçinin mesajını iletmeye çalıştık. Bugün bize reva görülenleri O'na bildir. Allahım! Bu düşmanların her birini perişan ederek öldür. Onların bir tanesinin bile kurtulma­sına müsaade etme."

Bu bedduadan sonra O'nu öldürdüler. (Allah'ın rahmet ve rı­zası O'nun üzerine olsun)

Ebu Süfyan oğlu Muaviye:

"O gün ben de babam Ebu Süfyan'la beraber orada hazır bu­lunmuştum. Babam, Hubayb'ın yaptığı beddualardan o kadar korktu ki beni elinden yere düşürdüğünü hatırlıyorum" diyerek gördüklerini sonraları nakletmiştik [61]

 

Bir-İ Mauna Faciası

 

Bunun gibi ikinci bir defa daha müslümanları pusuya düşür­me olayı cereyan etti. Hicretin dördüncü yılı Safer ayında, yani Uhud savaşından dört ay sonra Necid Şeyhi Ebu Berra Hz. Pey­gamber (sav)'i ziyaret etmişti. Rasulullah (sav) Onu İslama davet etti. Ebu Berra bu davete yanaşmadı ama pek uzak da durmadı.

Hz. Peygamber (sav)'e:

"Ey Muhammedi Sahabilerinden bir grup mürşit göndersen de şu Necid halkına senin bu davanı anlatsalar iyi olur, umarım çağrını kabul ederler" diyerek sinsice bir teklifte bulundu. Hz. Pey­gamber (sav), Necid'lilerin arkadaşlarıma bir fenalık yapacakla­rından korkuyorum. (Ben onların hayatlarından sorumluyum) buyurarak endişesini dile getirdi. Ancak Ebu Berra:

"Ben onların güvenlikleri konusunda sana teminat veriyo­rum. Binaenaleyh onları gönder, halkı senin dinine davet etsin­ler." diye ısrar etti.

Bunun üzerine Hz. Rasulullah (sav), sahabilerinden kırk kişiyi vazifelendirerek Münzir Bin Amr El-Ensari başkanlığında gönder­di. [62] Eshab-ı Suffa'dan olan bu değerli sahabiler Medine'nin Gü­neydoğu istikametindeki Bir-i Mauna (Mauna Kuyusu) mevkiine ulaşınca Haram Bin Melhan adındaki arkadaşlarına Hz. Peygam­ber (sav)'in mektubunu vererek O'nu Benî Amir Kabilesinin reisi Amir Bin Tufal'a haberci olarak gönderdiler. Bu adam Hz. Pey­gamber (sav)'in mektubunu bile açıp bakmadan elçiyi vurarak öl­dürdü.

Ondan sonra da kabilesinin halkını, bu İslam mürşitlerini kı­lıçtan geçirmek için çağrıda bulundu. Ancak halk bu davete uyma­dı. Bunun üzerine Benî Selim, Usayya, Raal ve Zekvan kabileleri­ni ikna ederek ayağa kaldırdı. Davetini kabul eden bu kabileler müslümanlara ihanet ederek onları çember içine alıp kuşattılar. Müslümanlar da kendilerini müdafaa etmek için kılıçlarını çekip hepsi şehid edilinceye kadar kahramanca çarpıştılar. İçlerinden Kaab Bin Zeyd hariç hiç biri kurtulamadı. Kaab ise yaralanmış şe­hitler arasında kendinden geçmişti. Kendine geldikten sonra Me­dine'ye sağ dönmeyi başardı ve hayatta kaldı. Daha sonraları Hen­dek Savaşı'nda şehid oldu. Bu mürşitlerle beraber gitmiş, ancak onları korumak maksadıyla uzaktan gözetleyicilik yapan iki kişi daha vardı. Bu olayın dışında kalmış kurtulmuşlardı. Onlardan bi­ri, Amr Bin Ümeyye Ed-Damri, diğeri ise Münzir bin Muhammed idi. Arkadaşlarının nerede öldürüldüklerini ancak akbabaları gö­rerek keşfedebildiler. Oraya doğru yönelerek, bulundukları yere varınca korkunç bir manzara ile karşılaştılar. Arkadaşlarının tümü şehid edilmişti. Düşmanlarsa hâlâ orada bekliyorlardı. Münzir Amr'a:

"Ne diyorsun, ne yapmamız gerek?" diye sordu. Amr:

"Ben, kurtulmaya bakalım, diye düşünüyorum, gidip Hz. Peygamber (sav)'e durumu haber vermek gerektiği görüşünde­yim" diye cevap verdi. Bu kez Münzir Bin Muhammed:

"Fakat Münzir Bin Amr'ın ihanete uğrayıp öldürüldüğü yer­den sırf canımı kurtarmak için kaçıp ayrılmayı kendime yedire-miyorum" dedi. Sonra da o kadar büyük bir kalabalığa karşı kılıç­larını çekerek, bu iki İslam cengaveri kahramanca çarpıştılar. Münzir şehid edildi, Amr ise esir alındı. Kısa bir süre sonra da Be­nî Amir Kabilesi Reisi Amr Bin TufayI taraündan serbest bırakıldı.

Hürriyetine kavuşan Amr Medine'ye dönerken yolda bu kabile­ye mensup iki şahsa rastladı. Bir şeylerin pek farkında olmayan bu iki kişi yolculuk esnasında bir ara dinlendikleri yerde uyudular. Amr, öldürülmüş olan arkadaşlarının öcünü almak niyetiyle kılıcını çekerek ikisini de öldürdü. Büyük bir hata işlendi. Amr bu iki şahsa Hz. Peygamber tarafından teminat verildiğinin farkında değildi. Medine'ye varıp olayı Rasulullah'a anlatınca Hz. Peygamber (sav), üzüldü ve adamların can bedeli olan gerekli tazminatı ödedi [63]

 

Beni Nadir Yahudilerinin Medine'den Kovulması

 

Bu hadiselerden sonra müslümanlara karşı bir hıyanet olayı daha işlendi. Fakat bu seferki, Medine halkından, İslama ve Hz. Peygamber (sav)'e karşı kin besleyen yahudiler tarafından plan­landı.

Bunlar, birlikte aynı şehirde yaşadıkları için, müslümanlarm sahip olduğu gücü çok iyi biliyorlardı. Her defasında müslüman­larm güç kaybına uğradıklarını zannedip onların üzerine çullan­ma zamanının geldiğine kendilerini inandırdıkça, aksine henüz çok güçlü bulunduklarını yeniden Öğreniyor, aleyhlerinde bir şey yapılamayacağı, dolayısıyla yuvalandıkları yerde bir müddet daha gizlenmek gerektiği kanaatine varıyorlardı.

Nihayet onlardan bir grup, Hz. Peygamber (sav)'e karşı suikast tertip etmek için aralarında anlaştılar ve bu iş için de uygun bir fır­sat kollamaya başladılar.

Hicretin dördüncü yıh Rabiülevvei ayıydı. Hz. Peygamber Amr Bin Ümeyye Ed-Damri tarafından öldürülen Beni Amr Kabile-si'nden iki kişinin ölüm tazminatının ödenmesinde yardımcı ol­maları için Benî Nadıyr Yahudilerinin semtine bir ziyarette bulu­nuyordu. Yahudiler:

"Kabul Ya Ebe'l-Kasım!| [64] Gücümüz nisbetinde istediğin me­selede sana yardımcı olmaya çalışırız" diyerek teklifini kabul eder gibi görünüp O'nu oyalamaya çalıştılar. Hz. Peygamber (sav), o sı­rada bir evin duvarına yakın bir yerde oturmakta idi. îşte tam o sı­rada komployu planlayanlar, aralarında:

"Şu evin terasına çıkıp Muhammed'in üzerine kim bir kaya atacak?" diye birbirlerine soruyor, danışıp duruyorlardı. İçlerin­den Amr Bin Cehhaş Bin Kaab adında bir yahudi bu işi üzerine alıp terasa çıkmaya çalışırken, Hz. Peygamber (sav) 'e semadan ha­ber verildi. (Yerini derhal terketmesi, Allah (cc) tarafından kendi­sine ihsas edilmişti.) Hz. Peygamber (sav) bu sırada -güvenlik açı­sından- hiç bir açıklamada bulunmadan, sadece özel bazı işleri için ve kısa sürede dönmek üzere ayrılmak istediğini ifade buyura­rak orayı derhal terketti. Ancak dönmeyip gecikince sahabileri te­laşlanarak durumu araştırmaya başladılar. Medine merkezinden gelmekte olan birine sordular. O da Hz. Peygamber'in Medine'ye (şehir merkezine) dönmüş bulunduğunu anlattı. Bunun üzerine gidip kendisiyle görüştüler.

Hz. Peygamber (sav), yahudilerin, kendisi için, hazırladıkları komplo hakkında onları aydınlattı ve yahudilerle hesaplaşmak için hazırlanmalarını emretti. Müslümanlar hazırlanınca Hz. Peygam­ber (sav) yine Abdullah Bin Ümmü Mektum'u yerinde naib bıraka­rak emrindeki silahlı güçlerle birlikte yahudilerin bulunduğu yere vardı. Kendilerine mahsus kalelerine girmiş, vaziyet almışlardı.

Münafıkların başı Abdullah Bin Übey de onlara yardım için vaadde bulunmuş, dayanmalarını tavsiye etmiş ve şöyle demişti:

"Sizi vururlarsa saflarınızda onlara karşı çarpışırız. Sizi bu­radan çıkaracak olurlarsa biz de sizinle birlikte burayı terkede-riz. Onlara boyun eğmeyeceğiz, sizi de onlara asla teslim etme­yeceğiz!"

Zaten eskiden beri aralarında ittifak vardı.

Hz. Peygamber (sav) kuşatmayı altı gün sürdürdü. Onlara ait hurma ağaçlarının kesilip yakılmasını emretti. O sırada kaleden kendisine şöyle sesleniyorlardı:

"Ey Muhammed! Hani yakıp yıkmaktan insanları sakındırı­yordun, böyle yapanları kınıyor, ayıplıyordun!.. Şimdi bizzat kendin şu hurma ağaçlarını kestirip yakıyorsun, bu nasıl iştir?"

Bilindiği üzere yahudiler, dünyanın en doyumsuz, en haris ve tamahkar insanlarıdır. Hurma ağaçlarına kıyıldığı için değil, ha-kettikleri cezaya çarptırıldıkları için Hz. Peygamber (sav)'i suçla­maya çalışıyorlardı. Allah Teala bu sırada münafıkların da kalbine bir korku ve dehşet saldı. Dolayısıyla yahudileri desteklemeye ce­saret edemediler. Keza, Allah (cc) yahudüerin de kalbini korkuyla doldurdu.

Hz. Peygamber (sav)'den kendilerine dokunmaması, kanlarını dökmemesi, buna karşılık, silahlan hariç, develere yüklenebilecek her şeyin müslümanlara kalması konusunda muvafakat istediler. Hz. Peygamber de bu isteklerini kabul etti. Bunun üzerine onlar­dan bazıları Hayber'e, bir kısmı da Şam civarına göçtüler.

Bu yahudüerin ileri gelenlerinden Selam Bin Ebi'l-Hakik, Ki-nane Bin Er-Rabî ve Hay Bin Ebi Ahtab Hayber'e gidip yerleştiler. Hayber'in yahudi halkı bunları kendilerine baş seçip onlara bağ­landılar.

Hz. Peygamber (sav), bunların mallarını Ensar'ı hariç tutarak yalnızca ilk muhacirlere dağıttı. Ensardan durumları iyi olmadığı için Ebu Dücane ve Sehl Bin Hanif i de faydalandırdı. Allah Teala

Haşr Suresi'nin tamamını Benî Nadıyr Kabilesi hakkında indirdi. Böylece Benî Kurayza Kabilesi'nden başkaca, yahudilerden, Me­dine'de kimse kalmadı. [65]

 

Zatü 'R-Rikaf Harekatı

 

Gerek, Racî ve Bir-i Mauna faciaları, gerekse Yahudi Benî Na­dıyr kabilesinin giriştiği komplodan Hz. Peygamber (sav) çok mü­teessir olmuştu.

Çünkü bu düşmanların her biri, müslümanlarm Uhud Sava-şı'nda uğradıkları ağır kayıpları fırsat bilerek onlara heves ve im­kanlarının müsaade ettiği nisbette hainlik yapıp darbeler indir­mek istiyordu. îşte bu sebeplerden dolayı Hz. Peygamber (sav) ya­hudi Benî Nadıyr Kabilesini Medine'den sürmüştü.

Bu kez Medine civarındaki kabileleri hizaya getirmek için ha­zırlıklar yapıyordu ki bu sırada Necid'de toplanmış büyük bir kala­balığın Medine'yi açıkça gelip basmak niyetinde oldukları haberi­ni aldı. Bu topluluk Gatafan Kabilesi'nin Su'lebe ve Muhanb kol­larından oluşuyordu.

Hz. Peygamber (sav) Ebuzer El-Ğifari'yi/ [66] Medine'ye naib ta­yin ederek hazırladığı bir orduyla onların üzerine yürüdü. Zatü'r-Rika' mevkiine ulaştı. Burada her iki ordu çok yakın mesafede kar­şı karşıya durdular. Hz. Peygamber (sav), karşısında Gatafan kabi­lelerinden bir insan seli görünce değerli askerlerinin büyük bir za­yiata uğrayacakları endişesine kapıldı. Onun bu endişesi açıkça gözlendi. Nitekim cephede (ikindi namazını) Salâf ul-Havf (yani korku namazı) tabir edilen usulle askerlerine kıldırdı. [67] Ancak taraflar arasında bir çatışma olmadı. Hz. Peygamber (sav) ordusuy­la birlikte Medine'ye geri döndü. Fakat henüz dönmeden önce, cepheler birbirlerine çok yakın olduğu için, düşman cephesinden bir nefer Hz. Peygamber (sav)'e karşı başarısız bir suikast teşebbü­sünde bulundu.

Hadise kısaca şöyle cereyan etti:

Düşman neferi Hz. Peygamber'e hayranlık dolu bakışlarla so­kularak büyük bir nezaketle kılıcına bakmak istediğini söyledi, an­cak niyetinin kötü olduğu sezilince Hz. Rasululah (sav) hemen tedbir aldı ve bu suikastten kurtuldu.

İki ordu arasında çatışma çıkmamakla beraber durum bedevi ordusunu cidden korkuttu ve onların üzerinde müslümanlarm büyük bir güce [68] ve üstün bir morale sahip bulundukları izlenimi­ni uyandırdı. [69]

 

Beni Esed Harekâtı

 

Benî Esed Kabilesi'nin Tulayha Bin Huvaylid komutasında Medine üzerine yürüyecekleri haberi Hz. Peygamber (sav)'e ula­şınca, Ebu Seleme Abdullah Bin AbdiTEsed El-Mahzumî komuta­sında yüzelli kişilik bir kuvvet hazırlayarak onları bastırmakla gö­revlendirdi. Bu birlik çok büyük bir gizlilik içinde ve gece yürüye­rek gündüz ise gizlenerek nihayet düşmanın toplanmış bulundu­ğu mevkiye vardı ve onları gafil avladı. Esedoğulları'nm bu çetele­ri îslam silahlı güçlerini karşılarında bulunca neye uğradıklarım şaşırarak çil yavrusu gibi her biri bir tarafa kaçtı. Ortada bıraktık­ları develeri ve büyük miktarda mal ve eşyayı müslümanlar ele ge­çirdiler. Halbuki Esedoğulları Kabilesi Arap yarımadasında en güçlü kabilelerden sayılırlardı.' [70]

 

Hüzeyl Kabilesinin Cezalandırılması

 

Bir ara Medine'ye Hüzeyl Kabilesi'nin Reisi Halid Bin Süf-yan'ın Medine'ye baskın düzenlemek maksadıyla kuvvet topladığı haberleri sızdı. Hüzeyl diyarı Mekke'ye çok yakın, Medine'dense pek uzak bulunduğu, bu kadar uzak bir mesafeye kuvvet gönder­menin müslümanlar için risk olduğu, yani bu durumdan Ku-reyş'in istifade ederek Selimoğulları ile birlikte Hüzeyl Kabilesi'ni destekleyebilecekleri, dolayısıyla aleyhte bir takım sonuçların çı­kabileceği düşünülerek oraya kadar bir ordu göndermenin doğru olmadığı kanaatına varıldı. Ancak şımarmış bulunan Hüzayl'lile-rin hizaya getirilmesi de şarttı. Bu sebeple Hz. Peygamber (sav), halkı ayaklandırmaya çalışan Halid Bin Süfyan'dan öncelikle kur­tulma yollarını araştırdı.

Bu amaçla, gelen haberlerin doğru olup olmadığını öğrenmek için Abdullah Bin Üneys'i görevlendirerek onu keşfe çıkardı. Ab­dullah yaptığı araştırma sonunda olayın doğru olduğunu tesbit etti ve meseleyi yakından içyüzüyle Öğrendi. Ondan sonra müna­sip bir şekilde Elebaşı Halid Bin Süfyan'ı ortadan kaldırıp müslü-manları bir harekata girmekten kurtardı. [71]

Şımaran bedevi kabilelerinin her biri işte bu şekilde hizaya ge­tiriliyordu ki bu da müslümanlarm her bakımdan güçlü oldukları­nı kanıtlıyordu. Keza yahudiler Benî Nadıyr Kabilesi'nin Medi­ne'den sürülmesiyle cezalandırılmışlardı. Müslümanlarm karşı­sında sadece Kureyşlüer kalmıştı. Onlar Müslümanlarm ilk düş­manlarıydılar. Uhud Savaşı üzerinden bir yıl geçmiş Ebussüf-yan'ın Bedir'de yeniden karşılaşmak üzere verdiği randevu de ge­lip çatmış bulunuyordu.[72]

 

İkinci Bedir Harekatı

 

Ebu Süfyan üç bin kişilik bir kuvvetin başında Mekke'den ha­reket etti. Bir çok kimsenin, neticesini hararetle beklediği bu kar­şılaşmanın gerçekleşmesini Ebu Süfyan içinden hiç istemiyordu.

Halbuki hem Mekke, hem Medine bir yıl boyu, bugün için hazırlık yapmışlardı. Ebu Süfyan'ın bu harekattan tek amacı, sadece müs-lümanları korkutmak, morallerini bozarak Medine'den kımılda­malarını önlemek ve korkudan dışarı çıkamamış olmak damgası­nı yemelerine sebep olup onları kötü ünlemekti.

İşte bu maksatla da Naim Bin Mesud adında birini Medine'ye, müslümanların moralini çökertmek üzere ayarlayarak gönderdi. Bu adama, Kureyş'in çok kalabalık bir sayı ve büyük bir güçle üzer­lerine geldiğine dair propagandalar yapıp Medine'den çıkmalarını Önleyebildiği takdirde mükafat olarak yirmi, deve vereceğim vadet-ti. Çünkü Ebu Süfyan diyordu ki:

"Muhammet çıkar da ben çikamazsam bu çok zoruma gider. Zira müslümanlar daha çok şımarır ve azarlar. Bu bakımdan benden önce omann bizimle karşılaşmaktan çekinmelerini arzu ediyorum. Bu sebeple ayağını çabuk tut, Medine'ye var ve ida­remde çok büyük bir ordunun bulunduğunu, bu orduyla katiy-yen başedemeyeceklerini ısrarla söyle, kendilerini ikna edebilir ve bizimle karşılaşmaktan onları caydırabüirsen sana yirmi deve ayırıp Süheyl Bin Amr'a teslim edeceğim."

Bu pazarlıktan sonra Naim Bin Mesud Medine'ye geldi. Dedi­kodularım yaymaya başladı. Münafıklar ve yahudiler de kendisine yardım ediyorlardı. Ağız birliği içinde:

"Muhammed bu kez, bu ordunun elinden kurtulamaz!" de­yip sağda solda propagandalarını sürdürüp duruyorlardı. Bu şayi­alar bir dereceye kadar etkili de oldu. Ancak ters tepti. Nitekim Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer Hz. Peygamber (sav)'e başvurarak:

"Ya Rasulallah! İnancımız odur ki: Allah Teala Elçisini muzaf­fer kılacak ve dini destekleyecektir. Bu adamlar bize bir buluşma zamanı verdiler. Bu karşılaşmadan geri çekilmek istemiyoruz. Ta ki bunu bir korkaklık eseri olarak görmesinler. Gidip mutlaka kar­şılaşalım! Allah'a yemin ederiz ki bunda bir hayır vardır" dediler.

Hz. Peygamber (sav) iki sahabisinin bu sözlerine çok sevindi. Hemen Bedir'e doğru yola çıkacağını ilan etti ve halka çağrı yap­tırdı. Derhal etrafında binbeşyüz savaşçı toplandı.

Medine'ye Abdullah Bin Abdullah Bin Übey'i Naib bıraktıktan sonra yola çıktı. Hz. Rasulullah (sav), ordusuyla nihayet Bedir mevkiine ulaştı ve ordugahını kurarak Kureyş kuvvetlerini burada tam sekiz gün bekledi. Fakat onlar gelmediler. Çünkü İslam ordu­sunun Bedir'e gitmiş bulunduğunu haber alır almaz Kureyş güçle­ri Usfan mevkiinden gerisin geriye Mekke'ye döndüler. Müslü­manlarla yeniden kapışmaktan korkmuşlardı. Gerekçe olarak da şartların savaşa elverişli olmadığı ve o yıl kıtlık ve kuraklığın hakim olduğu şayiasıydı.

İşte böylece Arap yarımadasının en büyük gücü ve müslüman­ların can düşmanı Kureyşliler dize gelmişlerdi. Halbuki ordusu sa­yıca en büyük, silah ve teçhizat bakımından da en mükemmel bir ordu idi. Üstelik müslümanlara karşı onlar meydan okumuş, an­cak savaştan da onlar kaçınmıştı. Kabilelerin de böylece içine bir korku girmiş, yahudiler Medine'den sürülmüştü.

Sonunda açıkça ortaya şu gerçek çıkmış oldu ki Uhud, müslü-manları dize getiren elim bir darbe olmamıştı. Üstelik bu savaş sa­yesinde Medine civarında bulunan tüm bedevi kabilelerin ileri ge­lenleri artık müslümanlar karşısında boyun eğmek zorunda kal­mışlardı. Hz. Peygamber (sav)'e, bu son Bedir Harekatı sırasında Muhşi Bin Amr Ed-Damiri adında bir kabile reisi gelerek O'na:

"Ey Muhammed! Benî Damra Kabilesine ait arazi içinde bu­lunan bu su üzerinde mi Kureyşlilerle savaşmak için geldin?" di­ye bir soru yöneltti. Bu sözleriyle güya Hz. Peygamber'in, Benî Damra Kabilesi'ni çiğnediğini, bu kabilenin gücünü hiç hesaba katmadığını ifade etmeye çalışmış, adeta Hz. Peygamber (sav)'i protesto ederek O'na meydan okumuştu.

İlk büyük Bedir Savaşından sonra ve Veddan Harekatından be­ri müslümanlarla Benî Damra Kabilesi arasında saldırmazlık an­laşması vardı. Hz. Peygamber bu küstah kabile reisine yakışır bir tavır alarak:

"Evet Damralı kardeş! Bununla beraber eğer canın isterse sa­na anlaşmanı geri çevirir ve Allah aramızda hükmünü verinceye kadar da seninle hesaplaşırız" diye kendisine yakışır bir cevapverdi, Damralı adam Hz. Peygamber (sav)'in tavizsiz ve sert tutu­mu ile Allah'a olan güvenini görünce yumuşayarak:

"Hayır, vallahi ya Muhammedi Buna taraftar değiliz" diye pişmanlık dolu bir cevap vererek çekilip gitti. [73]

 

Devmetu'l-Cendel Harekatı

 

Tecavüzkar tutumları nedeniyle kendilerine karşı zaman za­man düzenlenen bu askeri harekat sonucu kabilelerden bir çokla­rı tutumlarını değiştirmiş olmakla beraber hepsi aynı değillerdi. Sadece müslümanların ulaşabildikleri kabileler hadlerini bilir ha­le gelmişlerdi.

Fakat onların dışındakiler hala mağrur idiler. Medine'ye karşı savaşabilecekleri kanısındaydılar. Diğer kabileleri kendilerine em­sal saymıyor, onların yapamadıklarım, kendilerinin gerçekleştire­bilecekleri kanaatiyle aldamyorlardı.

İşte bu mağrur kabilelerden bazıları da Devmetu'İ-Cendel bölgesinde bulunan kabilelerdi. Bunlar Medine'ye baskın düzen­lemek üzere bir takım hazırlıkların içine girmişlerdi ki Hz. Pey­gamber bu haberi alır almaz hemen bin kişilik bir savaşçı kuvvet alarak sür'atle üzerlerine gitti. İslam ordusunu gören bu kabile çe­tecileri derhal dağıldılar [74]

Bırakıp kaçtıkları büyük miktardaki hayvan sürülerine müslü-manlar el koydu ve dönmeden önce de Hz. Peygamber (sav), bu bölge halkının ileri gelenlerinden Uyayna Bin Hısn ile bir saldır­mazlık anlaşması yaptı. Medine'ye altmış kilometre mesafeye ka­dar müslümanlara ait olan arazide hayvanlarını otlatabilecekleri-ne dair onayını bildirdi. Çünkü Uyayn, bulundukları Fezara top­raklarında o yıl şiddetli bir kuraklık hüküm sürdüğünü anlatmış, bu istekte bulunmuştu.' [75]

 

Beni'l Mustalîk (Müreysi) Savaşı

 

Beni'l-Mustalık Kabilesi, güçlü olduklarını sanıyor, sayılarının çokluğuyla aldamyorlardı. Bu kabilenin bulunduğu yöre Mekke ile Medine arasında yer aldığı için bu güzergahtan geçen ticaret kafi­leleri uğradıkça onlara yaranmaya çalışıyorlardı. Bu da onları şı-martmıştı Bununla beraber, bir kolu oldukları Huza'a Kabilesi'nin her zaman kendilerini destekleyeceğini de zannediyorlardı.

İşte bu sebeplerle Medine'ye baskın düzenlemek için bir takım hazırlıklara başladılar. Bu haberler Hz. Peygamber (sav)'e ulaşınca Burayda Bin El-Hasib'i, haberin doğru olup olmadığını araştır­mak üzere görevlendirdi. Yapılan tahkikat olayın doğru olduğunu ortaya koydu. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir kuvvetle üzerleri­ne yürümek için çıktı. Bu kez, hem çapul hem de ordu içinde boz­gunculuk yapmak niyetiyle münafıklar da askere katıldılar.

Bu sırada, Medine'ye karşı baskına çıkmadan önce yol ve gü­zergah emniyetini kontrol ettirmek maksadıyla Beni'l-Mustahk Kabilesi Reisi El-Haris Bin Ebi Derrar bölgeye gözcüler ve devri­yeler çıkarmış, müslümanların (şayet varsa) herhangi bir hareket ve kımıldayışlarını kendisine bildirmelerini istemişti. Müslüman devriyeler, işte bu gözcülerden birini yakaladılar. Hz. Peygamber (sav) 'in huzuruna getirdiler.

Rasulullah (sav) bu casustan bilgi almak için ısrarlı bir soruş­turma yapıp uzun bir çaba sarfettiyse de adam hiç bir bilgi sızdır­madı. Hz. Peygamber (sav) ani bir baskın düzenleyip isyankarları gafil avlamak istediği ve bu sebeple de hiç bir bilginin dışarıya sız­maması konusunda büyük titizlik gösterdiği için, güvenlik açısın­dan bu casusun derhal idam edilmesini emretti. Bunun üzerine Hz. Ömer hemen infazı gerçekleştirdi. Fakat buna rağmen Beni'l-Mustalık Kabilesi bu olayı haber aldı. Ancak hadise onları çok kor­kutmuş, toplanmış bulunan çete efradından birçoklarının paniğe kapılarak dağılmalarına sebep olmuştu.

Hz. Peygamber (sav), Müreysi Suyu üzerinde beklenmedik bir anda ordusuyla birlikte asilerin karşısına çıkıverdi. Onları bir çem­ber gibi her taraftan kuşattı. Önce kendilerini îslama davet etti. Kabul etmediler. îslam ordusu hamleye geçti. Asilerden on kişi öl­dürüldü. Geriye kalanların tümü teslim oldular.

Müslümanlar onların hem topraklarına hem de mallarına el koydular. Her şeyleri müsadere edildi. Kadınları da cariye olarak alıkondu. Binden fazla deve ve beşbin kadar koyun, ganimet, yedi-yüz kadar kadın da cariye olarak ele geçirildi. Esir ve cariyelerden birçokları kısa zamanda karşılıksız serbest bırakıldılar. Bir kısmı-nın da hürriyeti fidye karşılığında bağışlandı. Hz. Peygamber (sav), bu savaşta esir düşmüş bulunan, kabile reisi Haris'in kızı Cüveyriye ile evlendi. Cüveyriye savaş sırasında askerlerden Sabit Bin Kays Bin Şemmas tarafından yakalanmıştı. Babası fidyesini ödeyip kızını kurtarmak istediği bir sırada Hz. Peygamber (sav), Cüveyriye'nin fidyesini kendi parasıyla bu askere ödeyerek onu esaretten kurtardı. Sonra kendisini babasından isteyerek dörtyüz dirhem mehir üzere onunla evlendi.[76]

Cüveyriye'nin babası Haris Hz. Peygamber'in bir mucizesini görerek müslüman oldu. Çok geçmeden Benî'l-Mustahk (Mustalı-koğulları) Kabilesinin tümü İslam dinini kabul ettiler. İslam mücahitleri de bu kabilenin reisiyle akraba olan Hz. Peygamber (sav)'e hürmeten Mustalıkoğulları'ndan ellerinde bulunan tüm esirlerin hürriyetlerini bağışladılar.

Mustalikoğullan savaşının cereyan ettiği günlerde, müslü-manların üzerinde çok kötü etki uyandıran iki olay meydana gel­di. Bunlardan birincisi şöyle oldu:

Ensar'dan müttefikleri olan Cüheyne Kabilesinden bir şahıs ile Muhacirlerin müttefikleri olan Ğifar Kabilesinden biri arasında kavga çıktı. [77] Cahiliyet davalarıyla birbirlerine girdiler (Ğifar'lı şa­hıs Cüheynelıyi yaraladı.) Bunun üzerine cahiliyet devrinde oldu­ğu gibi her biri kendi taraftarlarını imdadına çağırdı.

Olay öyle kötü gelişti ki eğer Hz. Peygamber (sav), sür'atle mü­dahale etmeyecek olsaydı Mekke'li Muhacirler'le Medineli Ensar arasında büyük bir fitne çıkmak üzereydi. Hz. Peygamber hadise­nin cereyan ettiği yere gelerek tarafları azarladı. Onlara:

"Bu cahiliyet adetlerini yeniden hortlatmak da ne oluyor! Bı­rakın bu kokmuş davaları! Kim cahiliyetin o çirkin adetlerini ye­niden yaşatmaya çalışacak olursa namaz da kılsa, oruç da tutsa, ben müslümanım da dese yine de o cehennem cüsselerinden bi­ridir" diyerek kendilerine nasihat etti ve onları yatıştırdı.

Böylece fitne söndü ve Cüheyne'li şahıs hakkından vazgeçti. Bu sırada îslam ordusu içinde bulunan, Münafıkların başı Abdul­lah Bin Übey, meydana gelen bu olay üzerine öfkelenmişti. Medi-nelilerin taraftarı olan şahsın dayak yemesinden dolayı kızmıştı. Çünkü hâlâ kendisini Medinelilerin büyüğü olarak görüyordu. Fit­nenin bu kadar süratle sönmesine içerlenmiş, bunu bir türlü haz-medememişti. Çünkü O, fitne ve fesadın alevlenmesini arzu edi­yordu. Abdullah Bin Übey'in etrafında onu dinleyen bir topluluk vardı. Konuştuğu sırada bu topluluk arasında Zeyd Bin Erkam adında İslama çok bağlı bir genç de bulunuyordu.

Münafıkların başı, etrafındakilere içindeki şu kini kustu: "Gerçekten böyle mi yaptılar?" diye sorduktan sonra:

"Bize üstünlük taslıyorlar, bize baskın çıkmaya çalışıyorlar, hem de bizim memleketimizde! Öyle mi? Allah'a yemin olsun ki: Kureyş'in bu eski kılıklı adamlarına karşı olan tavrımız için şunu söylemek istiyorum:

"- Semirt köpeğini yesin seni!" [78] "Allah'a yemin ederim ki Me­dine'ye döner dönmez şerefliler alçakları oradan çıkaracaklar­dır!" Bu sözlerden sonra da etrafında bulunanlara şöyle seslendi:

"Kendi başlarınıza bu çorapları siz kendiniz ördünüz. Onları getirip yurdunuzda barındırdınız, mallarınızı onlarla paylaştı­nız. Allah'a yemin olsun, bundan sonra onlara yardımda bulun­mayacak olursanız memleketinizden başka yerlere defolup gide­ceklerdir!"

Orada bulunurken bu sözleri duyan Zeyd Bin Erkam, derhal gidip Hz. Peygamber (sav)'e duyduklarını anlattı. O sırada Hz. Ömer de Rasulullahm (sav) yanında bulunuyordu. Bu sözler Hz. Peygamber (sav)'e öyle bir dokundu ki bir anda rengi değişti. O'nun bu müteessir halini gören Hz. Ömer kendisine:

"Ey Allah'ın elçisi! Ubad Bin Büşr'e emret de bu adamın boy­nunu hemen vursun" dedi.

Hz. Peygamber (sav), "Nasıl olur Ömer! Sonra halk demez mi ki: Muhammed arkadaşlarını öldürüyor. Hayır asla olmaz! Fakat çağrı yap hemen dönelim" dedi. Hz. Peygamber (sav)'in dönüş için emir verdiği bu saat hareket için pek de müsait bir saat değil­di. Hz. Peygamber böyle bir saatte askeri yola çıkarmazdı. (Kızgın öğle sıcağında yola çıktılar.) Ordusuyla birlikte hiç mola vermeden yaklaşık otuz saat yolculuğu sürdürdü. Bunu Abdullah Bin Übey'in dedikodularıyla asker meşgul olmasın diye yapmıştı. Sonra mola emri verdi. Asker o kadar yorulmuştu ki oturur oturmaz hemen uykuya daldılar.

Bu sırada, Ensar'dan Medine'li Evs Kabilesi'nin eşrafından Üseyyid Bin Hudayr Hz. Peygamber (sav)'in yanma gelerek:

"Ey Allah'ın Elçisi! Çok kötü bir saate hareket emri verdin, hiç böyle bir saatte hareket etmezdin" diyerek sebebini öğrenmek is­tedi. Hz. Peygamber Ona (Abdullah Bin Übey'i) kastederek:

"Arkadaşınızın neler söylediğini hiç duymadınız mı?" diye

sordu. Üseyyid merak ederek bu sefer:

"Hangi arkadaşımız ya Rasulallah!" diye sordu. Hz. Peygam­ber:

"Abdullah Bin Übey" diye cevap verdi. Bu kez Üseyyid: "Neler söyledi" diye sorunca Hz. Peygamber (sav):

"Medine'ye döner dönmez şerefliler alçakları oradan çıkara­caklardır diye tehditler savurmuş" cevabını verdi. Bunun üzerine Üseyyid şu açıklamada bulundu:

"Ey Allah'ın Elçisi! Sen varsın ya, Allah'a yemin ederim ki eğer istersen, bizzat kendin O'nu Medine'den çıkarabilirsin. And ol­sun ki esas alçak O'dur. Aziz ve şerefli ise sensin. Ama her şeye rağmen O'nu yine de hoş gör. Çünkü Allah Teala seni bize gön­derdiği sıralarda O'nun halkı ipliğe boncuk diziyor. O'na bir kı-rallık tacı yapmaya hazırlanıyorlardı. Bu sebeple sana tahtını elinden almış biri gözüyle bakıyor."

Sonra Abdullah Bin Übey'in, İslama bağlı olan yakınları, O'nu o nazik saatlerde sarfetmiş olduğu sözlerden dolayı suçladılar, ya­kınıp serzenişte bulundular. Kendisine:

"Ey Hubbab'ın Babası! Eğer -gerçekten- şu senden nakledilen sözleri sen söylediysen, git Hz. Peygamber (sav)'e itiraf et, Al-lah'dan sana af dilesin (çünkü çok büyük günaha girdin.) Bak söy­lediklerini sakın inkar edeyim deme! Sonra Allah katından seni yalanlayan ayetler iner (rezil olursun, affedilme imkan ve fırsatınıkaybetmiş olursun) Yok eğer bu sözleri sen söylemediysen yine Rasulullah'a başvurarak özrünü O'na beyan et" diye nasihatte bulundular.

Fakat o Yüce Allah'a yemin ederek bu sözlerden hiç haberi ol­madığını ısrarla söyledi. Aynı zamanda peşinde Hz. Peygamber (sav)'e giderek O'nun da huzurunda Zeyd Bin Erkam'm kendisin­den naklettiği sözlerle ilişiği olmadığına dair yeminler etti. Fakat çok geçmeden Allah Teala Münafikun Suresi'ni indirerek O'nu rüsvay edip yalanlarını ortaya koydu:

Allah Teala şöyle buyuruyordu:

"Ey Muhammedi (İkiyüzlü) münafıklar yanına geldiklerinde: (Senin, şüphesiz Allah'ın elçisi olduğuna şahadet ederiz.) derler. Allah senin, kendisinin elçisi olduğunu zaten biliyor. Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da biliyor.

Onlar yeminlerini kalkan edinerek Allah'ın yolundan alıkor-lar. İşledikleri fiiller gerçekten ne kötüdür!

Bu hal, önce inanıp sonra inkar etmiş olmalarındandır. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık (hakikati) anlamazlar.

Ey Muhammed! Onlara (boylarına boşlarına) baktığın zaman cüsselerini beğenir gibi olursun. Konuştuklarını dinlediğin za­man ise tıpkı sıralanmış çürük ağaç kerestelerine benzerler. (As­ker arasında çıkan) her gürültüyü kendi aleyhlerinde sayarlar. Onlar düşmandır, onlara karşı tedbirli ol!

Allah canlarını alsın, nasıl da aldatılıp döndürülüyorlar! Onlara:

(Gelin de Allah'ın peygamber'i sizin için mağfiret dilesin) den­diği zaman, başlarını çevirirler; büyüklük taslayarak yüz çevir­diklerini görürsün.

Ey Muhammed! Onlar için af dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Doğrusu Allah, yoldan sapmış milleti doğru yola eriştirmez.

Bunlar, Allah'ın Elçisiyle beraber olanlara bir şey vermeyin (onlara yardımda bulunmayın da) dağılıp gitsinler, diyen kimse­lerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır.

Ama münafıklar bu gerçeği anlamazlar.

Diyorlar ki: Eğer bu savaştan Medine'ye bir dönersek, güçlü ve şerefli olan (bizler), alçakları andolsun ki oradan çıkaracaktır. Oysa şeref Allah'ın, elçisinin ve inananlarındır. Ama (ikiyüzlü) münafıklar bu gerçeği bilmezler [79]

Aslına bakılacak olursa Abdullah Bin Übey Allah'a iman etme­nin ne olduğunu gerçek anlamıyla bilememiş, öğrenememişti. Ke­za sahabilerin Hz, Peygamber (sav)'e karşı olan sınırsız sevgi ve aşklarının ne olduğunu bir türlü idrak edemiyordu. Bu sebeple de kendisini hep halkının lideri olarak görüyordu. İcabında Hz. Pey­gamber (sav)'in aleyhinde herhangi bir emrine uyacaklarını zan­nediyordu. Eğer o, imanın gerçek anlamda ne olduğunu bilip sa­habilerin Hz. Peygamber (sav)'e karşı olan sevgi ve bağlılıklarının mahiyetini idrak etmiş olsaydı, kendi mevkiini ve öz değerini de bilmiş olacak, ona göre de ölçülü konuşacaktı.

Şimdi sahabilerin Hz. Peygamber (sav)'e karşı olan sevgi ve bağlılıklarından bu olayda göze çarpan bazı örneklere bir göz ata­lım:

Yukarıda, Üseyid Bin Hudayr'ın Hz. Peygamber (sav) ile ko­nuşmasını gördük. Keza Abdullah Bin Übey'in sözlerini Hz. Pey­gamber (sav)'e nakleden Zeyd Bin Erkam'dan bahsedildi. Müna­fıklardan bazıları O'nu kınamış, kendisini dedikodu yapmakla suçlamışlardı. Daha henüz çok genç olan bu sahabi, yaşından beklenmeyen bir olgunlukla onlara şu cevabı vermişti:

"Allah'a yemin ederim ki öz babam bile Hz. Peygamber (sav)'in aleyhinde bir kelime konuşsa derhal gidip kenisine ihbar ederim!" Bu bir yana, münafık Abdullah Bin Übey'in bizzat oğlu Abdullah Hz. Peygamber (sav)'e gelerek şöyle dedi:

"Ey Allah'ın Elçisi! Sarfettiği sözlerden dolayı babamı idam edeceğini duydum. Eğer gerçekten bunu yapacaksan bana emret hemen başım sana getireyim. Allah'a and olsun ki mensub oldu­ğum Hazrec Kabilesi içinden babasına karşı benden daha hür­metkar biri yoktur. Ancak şimdi birine emredip babamı idam et­tirmenden çekmiyorum. Çünkü olabilir ki nefsim, babamın kati­linin insanlar arasında serbest dolaşmasına tahammül edemez, sonra tahrik olur, bir kafir yüzünden bir mümine kıyarım ve do­layısıyla cehennemlik olurum."

Hz. Peygamber (sav) ise O'na:

"Hayır! O'na iyi muamelede bulun ve aramızda bulunduğu müddetçe O'nunla beraberliğini güzel sürdür" buyurdu.

Medineye vardıklarında Abdullah Bin Übey'in oğlu Abdullah şehrin giriş kapısında bekledi, herkes geçip sıra babasına gelince O'nu durdurup kendisine:

"Allah'a yemin ederim, Hz. Peygamber sana izin vermedikçe ve karşısında dize gelip:

- Alçak benim, şerefli ve aziz ise sensin! demedikçe şu kapıdan içeriye giremezsin" dedi ve dediğini de yaptırdı.

Bu durumu gören Hz. Peygamber (sav), Hz. Ömer'e, bu ada­mın o gün idamını onaylamamasmın, bazı olumsuz sonuçların ortaya çıkabileceği endişesinden ileri geldiğini izah etmeye çalıştı.

Hz. Ömer de:

"Vallahi şimdi daha iyi anladım ki: Rasulullah'ın düşündüğü benim tahmin ettiğimden çok daha isabetli olmuştur" diyerek O'nu tasdik etti.'[80]

Bu savaştan sonra meydana gelen ve büyük yankı uyandıran ikinci olay ise tarihe İfk (iftira) Hadisesi olarak geçen olaydır. Bu hadise de, kibrinden bir türlü vazgeçmeyen (Hz. Peygamber (sav)'i hazmedemeyen, bu yüzden de hep O'nu küçük düşürmek için vesileler arayan) yine münafıkların başı altından çıktı.

Hz. Peygamber (sav)'in hanımlarından Hz. Ayşe hakkında bir iftira uydurup yaymaya, bununla da müslümanları huzursuz et­meye çalıştılar.

Ben bu olayı anlatırken sadece Hz. Ayşe'nin kendisi hakkında bizzat naklettiklerini buraya geçmekle yetineceğim. Hz. Ayşe şöy­le anlatıyor:

"Hz. Peygamber (sav) bir sefere çıkmak üzereyken hanımları arasında kur'a çekerdi. Kime kur'a isabet ederse Hz. Peygamber (sav) ile birlikte o çıkardı. Mustalıkoğulları savaşı çıkınca öncele­ri yaptığı gibi bu kez yine hanımları arasında kur'a çekti. Kur'a bana isabet etti. Bunun üzerine Rasululah (sav) beni yanına alıp götürdü. Binek olarak bana bir deve hazırlandığında, bana mah­sus olarak yapılan mahfeye [81] binerdim. Sonra beni deveme bin­direcek olanlar gelir, mahfenin altından tutarak devenin sırtına kor ve sicimleriyle mahfeyi bağlarlardı. Ondan sonra devenin dizginini çekerlerdi, böylece çıkar giderdik.

Hz. Peygamber (sav) harekatı bitirdikten sonra ordusuyla be­raber Medine'ye dönmek üzere yola çıktı. Medine'ye yakın bir mesafede inerek birkaç gün konakladıktan sonra askere, yola çıkmak için yeniden emir verdi. Asker de hareket etti. O sırada ben tabii ihtiyacım için ordugahtan ayrılarak tenha bir yere çık­mıştım. Boynumda da Zıfar boncuğundan yapılmış bir kolyem vardı. İşimi bitirip döndüğümde boynumdan düşmüş olduğunu farkettim. Nereye düştüğünü de bilmiyordum. Gerdanımı şöyle bir yokladım, baktım ki yok. Asker de hareket etmeye başlamıştı. İhtiyacım için daha önce gitmiş olduğum yere yeniden döndüm. Kolyemi aradım ve oracıkta buldum.

Beni deveme bindirmekle görevli şahıslar da tam o sırada gelip beni Mahfenin içinde zannederek (boş mahfeyi) deveye bin­dirmiş, alarak götürmüşlerdi. Mahfenin içinde olmadığıma hiç ihtimal vermemişler, devenin başını çekip gitmişler. Kamp yeri­ne döndüğümde baktım ki "ne çağıran var, ne de cevap veren" (cinler cirit atıyor), asker çekip gitmiş.

Ben de cilbabıma[82]sarmalanarak bulunduğum yerde bir ke­nara uzamverdim. Aranacak olursam bana döneceklerini bili­yordum. Ben böyle yan gelmiş vaziyetteyken Safvan Bin El-Muat-tıl Es-Selemi bana uğradı. Safvan (Görevliydi. Asker her seferinde ordugahını terkettikçe, en son o kalır, kampı araştırır) kalmış, unutulmuş bir şey varsa onları toparlar alırdı. Benim karaltımı görünce gelip yakınımda durdu. Biz daha örtüye girmeden önce beni vaktiyle tanıyordu. Beni görünce "înna lillah ve inna ileyhi raciûn! Eyvah! Bu Hz. Peygamberin hanımı" diyerek şaşırdı. Ben elbiseme sarılı vaziyetteydim.

Safvan bana: "Peki neden böyle geri kaldın, Allah iyiliğini ver­sin?" diye sordu.

Hiç cevap vermedim. Sonra deveyi yaklaştırarak: "buyur bin!" dedi ve biraz geri çekildi. Bindim. O da devenin başını sü­ratle çekip kafileye yetişmeye çalıştı. Fakat kafileye ulaşamadık, Ertesi sabah (farkına varıp) beni aramışlar. Sonra da bir yerde mola vermişlerdi. Asker konakladıktan sonra seyisim oraları gördü. Bunun üzerine iftiracılar da bazı şeyler uydurup yaydılar.

Bu dedikodular yüzünden asker çalkalanmaya başladı. Al­lah'a yemin ederim ki benim hiç bir şeyden haberim yoktu.

Sonra Medine'ye vardık. Hakkımda çok şiddetli şikayetler ol­muş. Halbuki bunlardan benim kulağıma bir şey gelmedi. Bu de­dikodular hem Hz. Peygamber (sav)'e hem de babam ve anneme kadar ulaşmış, onlarsa bana, az veya çok bundan hiç bir şey bah­setmiyorlardı. Fakat Hz. Peygamber (sav)'in vaktiyle bana karşı olan ince muamelesi yok olmuştu. Daha önce O'na bir şikayettebulunduğum, bir derdimi anlattığım zaman benimle ilgilenir, nazik davranırdı. Fakat artık şikayetlerimi dinlemez benimle il­gilenmez olmuştu.

Bir keresinde, eve girip de annemin bir rahatsızlığımdan ötü­rü bana gelmiş olduğunu görünce sadece:

"Sizinki nasıl oluyor?" diye kısa bir ifadeyle yetindi. Buna baş­ka bir şey ilave etmedi. Fakat O'nun bu davranışlarından içimde büyük sıkıntılar duyunca artık dayanamadım, kendisine bir gün:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bana izin versen de anneme gitsem.Teda-vimle o ilgilensin istiyorum" dedim. (Neşesiz bir ifadeyle):

- Olur, dedi. Bunun üzerine anneme gittim. Yirmi günden faz­la hasta yattıktan sonra kendime biraz gelinceye kadar, hâlâ ha­berim bir şeyden yoktu. Biz yörük bir millettik. Öyle acemler gibi çardaklarda oturmazdık. Hoşumuza gitmezdi, kerih görürdük. Biz Medine'nin açık arazilerine çıkar hava alırdık. Medine'li ka­dınlar ise şahsi işleri için (genellikle) her gün çıkarlardı.

Bir gün yanımda Mistah'm annesi de olduğu halde şehrin dı­şına çıktım. Onun annesi (babam) Ebu Bekir'in teyzesiydi. Arka­sından yürürken ayağım eteğine takıldı. Bu sırada: "Zavallı Mis-tah!" diye mırıldandı. Mistah bu hanımın oğlunun lakabıydı. Esas adı Avf'ti. Kendisine dedim ki:

- Teyze, sen muhacirlerden olan biri için kötü konuştun. Çün­kü O, Bedir Savaşı'na katılma şerefine ermiş olan biridir. [83]

Bunun üzerine bana:

- Ey Ebu Bekir'in kızı neler konuşulduğunu duymadın mı?" di­ye sordu.

- Neler konuşuluyor ki? dedim.

Bu sorum üzerine iftiracıların yaptığı dedikoduların hepsini anlattı. Ona:

-  Gerçekten de böyle şeyler oldu mu (bu dedikodular yapıldı mı?) diye sordum.

-  He vallahi! diye cevap verdi. Ben bu sözleri duyunca bir iş yapmaya artık elim varamadı. Hemen oradan döndüm ve Allah'a yemin ederim, öyle ağladım ki yüreğimin neredeyse parçalana­cağını zannettim. Sonra gelip anneme:

"Anneciğim! Allah seni affetsin, halk bu dedikoduları yapıyor, (benden bu kadar bahsediyor) sen bütün bunları benden saklıyor, bana hiç bir şey anlatmıyorsun; olacak şey mi?" diye yakındım.

Annem bana:

"Yavrucuğum! Kendine sıkıntı yapma, kocası tarafından sevi­len ve kumaları olan hemen her kadın hakkında, hem kumaları hem de halk bol bol konuşur, dedikodu yaparlar."

Bu dedikoduların yapıldığı günler, hiç bir şeyden henüz ha­berim yok, Hz. Peygamber olup bitenlerden duyduğu sıkıntı üze­rine bir gün halka hitabetmiş, Allah'a hamd-ü senadan sonra şöyle buyurmuştu:

"Ey halk! Bazılarına ne oluyor ki ailem hakkında yakışıksız şey­ler söyleyip beni üzüyorlar! Onların aleyhinde gerçek olmayan şeyler uyduruyorlar. Allah'a yemin ederim ki onlarda iyilik ve gü­zellikten başka bir şey görmedim. Bu arada bir adamın aleyhinde de konuşuyorlar yemin olsun ki O'nda da iyilikten başka bir şey görmedim. O bizim evlerimizden hangisine girmişse hep benimle birlikte girmiştir."

Hz. Peygamber (sav)'in bu konuşması, (münafıkların başı) Abdullah Bin Übey Bin Selûl, O'nun Hazreçlilerden bazı yandaş­ları, ayrıca Mistah ve Cahş Kızı Hamne üzerinde büyük bir sıkın­tı kaynağı olmuştu.

Hamne'nin bundan sıkılmasının sebebi şuydu:

O'nun kızkardeşi Zeyneb de Hz, Peygamber (sav) 'in hanımla­rı arasında bulunuyordu. O'nun dışında mevki itibariyle benim­le boy Ölçüşecek bir başkası yoktu. Zeyneb'i ise Allah, dini i!e (gü­zel ahlakıyla) korumuştu. Hakkımda iyilikten başka bir şey ko­nuşmazdı. Ama (hemşiresi) Hamne, aleyhimde ileri geri konuşu­yor, kardeşinin ortağıyım diye hakkımda dedikodular yapıyordu. Bu sebeple çok sıkıntı çektim çok üzüldüm.

Hz. Peygamber (bahsettiğim) konuşmasını yaptığı sırada (Evs Kabilesi reisi) Üseyyid Bin Hudayr kalkıp şöyle demiş:

"Ey Allah'ın Elçisi eğer bu adamlar Evs kabilesinden iseler biz onların hakkından geliriz, yok eğer Hazreçli kardeşlerimizden ise­ler onlar için ne ki emrediyorsan söyle hemen onu da yerine geti­relim. Allah'a yemin ederim ki boyunlarının vurulmasını artık hak etmişlerdir!.."

O güne kadar hep salih {dindar, ahlaklı ve kendi halinde) bir zat olarak bilinen Saad Bin Ubade bu sözleri duyunca yerinden fırlayarak Üseyyid'e hitaben:

"Vallahi de yalan söyledin, onların boynu da vurulmayacaktır! Eğer onların Hazreçlilerden olduğunu bilmeseydin bu sözleri söy­lemezdin. Eğer bu adamlar senin kabilenden olsalardı hiç de böy­le konuşmazdın" demiş.

Üseyyid de öfkelenerek:

"Yalan söyleyen sensin, sen münafıksın, çünkü münafıkları savunmaya çalışıyorsun" diye cevap vermiş. Halk bu arada ikiye ayrılmış, Evs ve Hazreç kabileleri neredeyse birbirlerine girecek olmuşlar.

Sonra Hz. Peygamber (sav) çikagelmiş ve Hz. Ali ile Usame Bin Zeyd'i çağırarak onlarla istişarede bulunmuş. Hakkımdaki kana­atlerini sormuş. Üsame benim için olumlu konuşmuş sonra da:

"Ya Rasulellah, ailende iyilikten başka bir şey bulamazsın. Bu söylenenlerse yalan ve batıldan ibarettir" diye ilave etmiş. Hz. Ali ise:

"Ey Allah'ın elçisi kadından çok ne var? İstersen O'nun yerine başka birini alabilirsin. Hizmetçiye de sor. O sana doğruyu söyle­yecektir" diyerek görüşünü ortaya koymuş. Bunun üzerine Hz. Peygamber soruşturma için (cariye) Burayda'yı çağırmış. Hz. Ali tam o sırada cariyeye şiddetli bir tokat indirerek: "Doğru söyle, Hz. Peygamber (sav)'i doğrula!" diye de bağırıp O'nu azarlamış, cariye ise şu cevabı vermiş:

"Allah'a yemin ederim ki Ayşe'de iyi davranışlardan başka bir şey görmedim. Onda kusur olarak sadece şunu buldum. Ben ha­murumu yoğurur, sonra da kabın ağzını iyice örtmesini tavsiye ederdim. O ise gider uyurdu. Keçi de gelir hamuru yerdi.

Bu olup bitenlerden sonra Hz. Peygamber (sav) (babamın evine) yanıma geldi. O anda yanımda babam, annem ve Ensar-dan bir hanım bulunuyordu. Ben ağlıyordum, o misafir hanım da bana acıyıp ağlıyordu. Hz. Peygamber (sav) oturup önce Allah'a hamd-ü senada bulundu. Sonra da benimle şöyle konuştu:

"Bak Ayşe! Halkın neler konuştuğunu duyuyorsun. Allah'ın koyduğu kuralları çiğneme. Eğer halkın ileri sürdüğü gibi gerçek­ten bir kabahat işlemişsen, Allah'a karşı tövbe et, Allah kullarının tövbesini kabul eder."

Allah'a and olsun ki Hz. Peygamber (sav) bu kadarcık bir şey söyledi. Bunun üzerine hemen gözyaşlarını durdu. Öyleki gözle­rimden bir damla bile aktığını artık hissetmez oldum. Annem ve babam, benim yerime O'na cevap verecekler diye bekledim ama ikisinden de çıt çıkmadı. Allah'a yemin olsun ki benimle ilgili ola­rak Allah tarafından ayet inecek de camilerde namazlarda bu ayet­ler okunacak diye aklımdan bir şey geçmediği gibi kendimi böyle bir nimete mazhar olmaya da lâyık görmezdim.

Fakat Rasulullah (sav)'ın rüyasında beni haklı çıkaracak, iftira­cıları yalanlayacak bir şey görmesini, suçsuzluğumu isbat etmesi­ni isterdim. Ama benimle ilgili olarak Kur'an ayeti inmesine gelin­ce asla kendimi buna lâyık görmüyordum. Babamla annemin hiç ses çıkarmadıklarını görünce onlara:

"Rasullullah'a bir cevap vermeyecek misiniz?" diye sordum. İkisi de "Hayır! Ne söyleyeceğimizi bilmiyoruz" dediler. Allah'a hamd olsun, o günlerde Ebu Bekir'in evine giren sıkıntının bir benzerinin, başka birinin evine girdiğini tahmin etmem. Annemle babamın sesi soluğu kesilince ağlamaya başladım ve Hz. Peygam­bere (sav) hitaben:

"Allah'a and olsun ki şu söylediklerinden dolayı asla tövbe et­meyeceğim. Çünkü halkın şu dillerine doladıkları suçu ben işle­dim desem bile, Allah biliyor ki ben onu işlemedim. Bu bakımdan itiraf etsem bile, hiç vuku bulmamış bir olayı var saymış olurum. Onların söylediklerini inkar edecek olsam bu sefer de bana inan­mazsınız."

Böyle konuşur, içimi dökmeye çalışırken (Bir şey söyleyecek­tim) Hz. Yakub'un adını zihnimde hatırlamaya çalıştım. O an ha-tırlayamadım ve şöyle dedim:

- Fakat Yusuf un babasının dediği gibi:

"Artık bana güzel bir sabır gerekir. Anlattıklarınıza dayana­bilmek için ancak Allah'dan yardım istenir. (Allah bana yardım et­sin!) dedim.

Allah'a and olsun ki Hz. Peygamber (sav) henüz ayrılmadan O'na, Allah'dan vahiy geldiğinde nasıl kendinden geçiyorsa öylece kendinden geçti. Elbisesiyle üzeri örtüldü. Başının altına da deri­den bir yastık kondu. Ben O'nu bu vaziyette görünce vallahi de ne korktum ne de fazla önemsedim. Çünkü suçsuz olduğumu kesin olarak biliyordum. Allah Teala da bana haşa zulmedecek değildi. Fakat annem ve babama baktım, Allah'a yemin ederim ki Hz. Pey­gamber (sav) kendine gelir gelmez neredeyse can vereceklermiş gibi bir vaziyete girdiler. Allah tarafından, halkın söylediklerini doğrulayan bir ayet ineceğinden korkuyorlardı. Hz. Peygamber (sav) doğrulup oturdu. Alnından inci gibi terler akıyordu.

Önce alnındaki teri silmeye başladı ve:

"Ayşe! Sevin. Allah Teala senin suçsuzluğunu bildirdi" dedi.

"-Allah'a şükürler olsun/' dedim. Sonra Hz. Peygamber (sav), halkın arasına çıktı. Allah (cc)'ın bu hususta Kur'an'da indirdiği ayetleri onlara okudu. Sonra da Mistah Bin Esase'yi, (şair) Hassan Bin Sabit'i ve (baldızı) Cahş kızı Hamne'yi celbettirdi. Getirilme­lerini emretti. Bunlar dedikoduyu yayanlardı. Onlara Kazf cezası [84] verildi. Gerçek müminler, bu şayiaları duydukları andan beri, bu bir iftiradır, batıldır, apaçık bir yalandır diyor, hakkımdaki iyi ka­naatlerini bozmuyorlardı. Bundan başka bir şey söylemiyorlardı. Benim hakkımdaki kanaatleri, kendilerine dair olan kanaatlerin­den daha iyi idi. Buna örnek olarak bir tek Ebu Eyyub Halid Bin Zeyd'i almamız yeterlidir. [85] Hanımı O'na bir gün:

"Ayşe hakkında halkın neler söylediğini hiç duymuyor mu­sun?" dediği zaman O:

"Evet duyuyorum ama sırf yalandır. Yoksa Ey Eyyub'un anne­si sen de mi bu sözleri söyledin?" diye ona gücenmişti. Hanımı ise:

"Hayır vallahi, ben böyle şeyler yapacak da değilim" diye ce­vap vermişti. Bunun üzerine Ebu Eyyub hanımına:

"Allah'a and olsun ki Ayşe senden daha hayırlıdır" demişti.

Allah'ın bu hususta indirdiği ayet-i kerime ile tüm müminlerin ne görüşte olduklarını öğreniyoruz ve biliyoruz ki bu dedikodular münafıkların uydurduklarından başka bir şey değildi. Nitekim Al­lah Teala şöyle buyurmaktadır:

"(Muhammed'in eşine) o iftirayı uyduranlar içinizden bir gü­ruhtur. Bunu kendiniz için kötü (bir olay) sanmayın. Bilakis o si­zin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı gü­nah karşılığı bir ceza vardır. İçlerinden elebaşılık yapana ise bü­yük işkence vardır.

Onu işittiğiniz zaman, erkek-kadın müminlerin kendilikle­rinden iyi kanaatte bulunup da:

- Bu apaçık bir iftiradır, demeleri gerekmez miydi?

Dört şahid getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar şahid ge­tirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır.[86]

O tarihlere kadar, hali vakti müsait olmadığı için akrabası Mis-tah'a iyiliklerde bulunan Hz. Ebu Bekir:

- Bundan sonra Mistah'a hiç bir şey vermeyeceğim" diyerek ona olan kızgınlığım ortaya koydu. Bunun üzerine Allah Teala şu ayet-i kerimeyi indirdi:

"İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar yakınlarına, düşkün­lere ve Allah yolunda hicret edenlere iyilikte bulunmamak için yemin etmesinler. Affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlama­sından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametle muamele edendir.[87]

Hz. Ebu Bekir, bu ayet inince:

"Elbette ki Allah'ın beni mağfiret etmesini arzu ederim" dedi ve yeniden Mistah'a, daha önce yapmakta olduğu ihsanlara de­vam etmeye başladı.

"Hayır! Andolsun ki bunu kesintiye uğratmayacağım" diye deilave etti. [88]

 

Hendek Savaşı

 

Bilindiği üzere yahudiler, kendileri dışındaki bütün milletlere karşı kin beslerler. Onlara kötülük duymaktan dolayı hiç bir so­rumluluk duymazlar. En çok müslümanlara karşı kin duyarlar. Da­ha îslam ideali beşiğindeyken onu boğmaya gayret etmişlerdi. Fa­kat başaramamışlardı. Bilakis kötülükleri başlarına çakıldı, kitle kitle Medine'den kovuldular. Onlardan Benî Nadıyr Medine'den sürülünce liderlerinin, özellikle Hayber'de yerleşenlerin kini daha fazla kabarmaya başladı.

Çünkü İslam gün geçtikçe daha çok güçleniyor, İslam düş­manlarından herhangi bir grup İslamın çocukları üzerine çullan­mak istedikçe üzerlerine şiddetli darbeler iniyordu. Diyarlarına musibetler yağıyordu. Neticede müslümanlar güçlü çıkıyor ve üs­tün geliyorlardı. Onun için İslama sönmez bir kin ateşiyle düş­manlık besleyenler bu kez yeniden kabileleri, çeşitli kitleleri ayağa kaldırmayı, tek bir güç olarak Medine'ye son bir darbe indirip îsla-mı kökünden kazımayı, böylece maksatlarını gerçekleştirmeyi dü­şündüler.

İşte bu amaçla Hayber'de oturan yahudi liderlerinden: Hay Bin Ahtap, Selam Bin Ebi'l-Hakryk, Kinane Bin Ebi'l-Hakıyk, Hevze Bin Kays El-Vailî ve daha başka birçok kimseler, müslü-manların ilk ve can düşmanı Kureyşlilerin üssü olan Mekke'ye ha­reket ettiler. Gidip onları Hz. Peygamber (sav)'e karşı kışkırtmaya çalıştılar. Onlara dediler ki:

"Onları kökünden kazıyıncaya kadar sizinle elele, omuz omuza olacağız." Kureyşliler bu teklife ve bu desteğe olağanüstü bir şekilde sevindiler ve plânlanan bu topyekün hücum için kolla­rı sıvarken yahudilere şöyle sordular:

"Ey yahudiler! îlk ehl-i Kitap'sınız. (Kendilerine Allah tarafın­dan ilk defa kitap gönderilen bir milletsiniz.) Ayrıca Muhammed ile aramızda cereyan eden olaylardan da pek iyi haberdarsınız. Şimdi söyler misiniz, bizim mi yoksa O'nun dini mi daha hayırlı­dır?" Yahudiler:

"Sizin dininiz O'nunkinden elbette ki daha hayırlıdır, siz on­dan çok daha haklısınız" diye cevap verdiler. Bunun üzerine Allah Teala şu ayet-i kerimeyi indirdi:

"Kendilerine kitap verilmiş olanların, puta ve şeytana kamp, inkar eden {müşrik)Iere:: "Bunlar, inananlardan daha doğru yol­dadırlar" dediklerini duymadın mı?

îşte Allah'ın lanetlediği (millet) onlardır. Allah'ın lanetlediği kimseye ise asla yardımcı bulamayacaksın [89]

Yahudiler peşinde oldukları amaç konusunda Kureyşlilerle an­laşmaya vardıktan sonra Gatafan Kabilesi'ne baş vurarak onları da Hz. Peygamber (sav) e karşı birlikte savaşmak üzere davet ettiler. Ğatafanlı'lar da aynı şekilde yahudilerle hem amaçta hem de Ku­reyşlilerle birlikte yaptıkları zamanlamada mutabakata vardılar.

Tayin edilmiş olan gün gelince Kureyşliler silahlanarak Ebu Süfyan komutasında hareket ettiler. Büyük Gatafan Kabilesi'nden de Fezara, Murra ve Eşca' oymakları, liderleri olan Uyayna Bin Hosn El-Fezari, Haris Bin Avf El-Murri ve Mus'ir Bin Ruhayla El-Eşca'î komutasında yola çıkarak Medine üzerine yürümeye başla­dılar. Bu müttefik düşman kuvvetlerinin Medine üzerine yürü­mekte oldukları haberi Hz. Peygamber (sav)'e ulaşınca, sahabile-rini toplayarak onlarla istişarede bulundu. O'na Medine etrafında Hendek kazılmasını teklif ettiler. Bu fikrin Selman-ı Farisi tarafından ortaya atıldığı da söylenmektedir. Hemen işe başladılar. Hz. Peygamber (sav)'in bizzat kendisi de hendek kazıma çalışmaları­na katıldı ve sahabilerine devamlı olarak cesaret ve moral verdi. Münafıklar ise işten kaytarıyor, isteksiz katılıyor ve izinsiz ayrılı­yorlardı.[90]

Şehrin iki cephesinde bulunan kayalık arazinin aralarında hendek kazıma çalışmaları sürdürülüp iş tamamlandıktan sonra ancak Kureyş kuvvetleri Medine yakınlarına vardılar ve sel yatak­larının birleştiği (Yani Kanan vadisiyle Akik vadisinin birleştiği) noktaya gelip indiler.

Aralarında bulunan habeşli köleler, Müttefik Kinane Kabilesi ve Tuhama halkından katılanlarla birlikte Kureyş ordusu onbin sa­vaşçıdan oluşuyordu. Gatafanlılar ve Necid halkından kendilerine katılanlar da gelip Uhud eteklerinde, Bathan vadisiyle Kanah va­disinin birleştiği mevkiin sağma ordugahlarını kurdular.

Hz. Peygamber (sav) de bu sırada müslümanları yanma topla­yıp Sel Dağı'm arkalarına alarak düşman kuvvetlerle karşı karşıya durdular. Sadece aralarında kazıdıkları hendek vardı.

Bu sırada Hayber'li yahudilerin liderlerinden Hay Bin Ahtap,

o saate kadar müslümanlarla aralarında saldırmazlık anlaşması bulunan Yahudi Benî Kurayza Kabilesi lideri Kaab Bin Esed'e gi­derek Hz. Peygamber (sav)'le olan anlaşmayı tek taraflı olarak fes­hetmesini istedi. O da kabul etti. Bu durum Hz. Peygamber (sav)'e çok dokundu. Onun çok zoruna gitti. Çünkü Benî Kurayza yahu-dilerinin yerleşik oldukları semt Medine şehir merkezinin güney­doğusunda çok yakın bir mesafedeydi. Bu mevki ile Medine yerle­şim merkezi arasında ayırıcı hiç bir engel de mevcut değildi. Üste­lik (aralarındaki saldırmazlık anlaşmasına güvenilerek) bu bölge­ye muharip güçler de konmamıştı. Bu cephede kadınlardan ve ço­cuklardan başka kimse yoktu. Hz. Peygamber (sav) buraya bir is­tihbaratçı ekip gönderdi.

İslam istihbaratçıları Beni Kurayza yahudilerinin çirkin hileler peşinde olduklarını açıkça gördüler. Çünkü ağızlan aranınca Hz.Peygamber (sav) ile aralarında herhangi bir dostluk veya saldır­mazlık anlaşması bulunduğunu inkar ettiler.

İşte bu yüzden müslümanların başındaki bela daha da büyü­dü, korku biraz daha arttı ve düşman onları hem yukarıdan hem de aşağıdan sarmış bulundu. Gözler kaymaya, yürekler çarpmaya başladı. Akıllarına türlü türlü şeyler geldi. Tam bu sırada münafık­lar da ortaya çıktılar. Müslümanları çökertmek, morallerini boz­mak ve savaş meydanında bu nazik saatte onları yalnız bırakmak için birtakım mazeretler uydurmaya başladılar. Hz. Peygambere:

"Kapılarımız açık ve dolayısıyla hırsızlara karşı korumasız kalmış bulunmaktadır. Bize izin ver" diyorlardı.

Aslında yalan söylüyorlardı. Kapıları açık değildi. Niyetleri sırf kaçmaktı. Hz. Peygamber (sav), müslümanların, içinde bulunduk­ları korkunç şartları görüp silahla kolay kolay başa çıkılamayaca­ğını anlayınca bu kez müttefik düşman güçlerinin arasım bozarak amaca ulaşma yollarını aramaya başladı. Müttefik düşman güçle­rinden Ğatafan ordusu başkomutanına bir heyet göndererek, Me­dine mahsulünün üçte biri karşılığında mütarekeye hazır olduğu­nu, isterlerse bu şartla savaşmadan memleketlerine dönebilecek­lerini teklif etti. O da bu teklifi kabul etti ve mütareke yazılarak im­zalandı. Fakat Hz. Peygamber bu meseleyi, Medine halkının ileri gelenleri olan Saad Bin Ubade ve Saad Bin Muaz ile bir kere daha görüşmek istedi. Çünkü bu iki zat Medine arazisinin ve ürünleri­nin asıl sahipleri olan Medine halkının reisleri sıfatını taşıyorlardı. Onların onayını almak gerekiyordu. Hz. Peygamber (sav)'e şu so­ruyu yönelttiler:

"Ey Allah'ın Elçisi! Acaba bu iş kendiliğinden karar verip yap­mamızı istediğin bir mesele mi, yoksa Allah mı sana "Böyle yap!" diye emretti; (Ki eğer böyle ise bizim kesinlikle bunu yapmamız gerekmektedir.) Yoksa bizim lehimizde (bir sonuç alasın diye) an­cak yine şahsi görüşünle mi böyle yapmak istiyorsun?" Hz. Pey­gamber (sav):

- Evet sizin lehinizde (bir sonuç alayım diye) böyle yapmak is­tiyorum. Allah'a yemin ederim ki bakıyorum tüm Arap milleti birleşmiş sizi vurmak istiyor. Her taraftan da sizi kuşatmış bulunu­yorlar, ikinci bir fırsat doğuncaya kadar bu çemberi kırmak için böyle yapmak istedim" dedi.

iki Ensar liderinden Saad Bin Muaz söz alarak şöyle konuştu:

"Ya Rasulallah! Biz ve aynı zamanda bu milletin tümü, vak­tiyle şirk inancı içindeydik. Putlara tapardık. Ne Allah'a ibadet eder, ne de O'nu tanırdık. Misafirimiz olup ikramımızı kabul et­mekten ya da değerini ödeyip bir mal satın almaktan başka kim­se bizden bir şey kapmayı düşünmezdi. Şimdi Allah bize İslam dini gibi bir nimeti ihsan edip bizleri hidayete erdirdikten, onun­la ve seninle bizi şereflendirdikten sonra mı bu adamlara tutup mallarımızı verelim? Allah'a yemin olsun İd buna (bu anlaşmaya) ihtiyacımız yoktur. Onlara kılıcımızın darbelerinden başka vere­ceğimiz bir şey de yoktur. Ta ki Allah aramızda hükmünü verin­ceye kadar." Bunun üzerine Hz. Peygamber:

- Peki nasıl istersen öyle olsun deyince Saad Bin Muaz anlaş­ma belgesini eline alarak üzerindeki bütün yazıları sildi. Sonra da

- Haydi bakalım! Şimdi aleyhimizde çalışsınlar diye kesin tav­rını koydu.[91]

Kuşatmanın sürdüğü günlerde Kureyş süvarilerinden bazıları hendeği geçmeyi denediler. Bunlardan: Amr Bin Abdûd El-Amırî, Ebu Cehil'in oğlu îkrime, Hubayra Bin Ebu Vehb El-Mahzumi ve Darrar Bin El-Hattab El-Muharibi cenk elbisesi giyerek, ordudaki arkadaşlarından da hazır olmalarını istediler. Hendeğin kıyısına gelip, müslümanlar tarafından alınmış olan bu yeni savunma ted­birini görünce hayret ettiler ve:

"Böyle bir hileye başvurmak Arapların adetlerinden değildi"

dedikten sonra, kıyılan birbirine en yakın olan bir noktadan karşı yakaya geçmeye çalışırlarken Hz. Ali bir bölük askerle birlikte iç kı­yıya yanaşarak karşılarında durdu. Kureyş silahşörlerinden Amr Bin Abdûd:

"Benimle teke tek döğüşecek var mı?" diye meydan okudu. Hz. Ali bizzat kendisi onunla karşılaşabileceğini söyledikten sonra "EyAmr! Sen:

- Eğer Kureyş'ten bir adam, bana iki şeyden birini teklif edecek olursa onlardan mutlaka birini kabul ederim diye Allah'a yemin etmiştin, değil mi?" diye sordu. Amr:

"Evet doğrudur cevabım verdi. Bunun üzerine Hz. Ali:

"Peki öyleyse buyur ben teklif ediyorum: Seni Allah'a Rasulü-ne ve İslama davet ediyorum" dedi. Bunu duyan Amr:

"Buna ihtiyacım yok" diye bir cevap verince bu kez Hz. Ali:

"O halde ikinci teklifimi yapıyorum. Seni döğüşe davet ediyo­rum" dedi. Bu söz Amr'm tavrını değiştirdi.

"Neden, yeğenim? Ben seni öldürmek istemem ki!" diye alt­tan almaya başladı. Fakat Hz. Ali O'na:

"Ama ben seni öldürmek isterim" diye karşılık verince Amr bunu haysiyet meselesi yaptı ve atından inerek, atın bacaklarını kestikten sonra Hz. Ali'nin üzerine yürüdü. Ancak çok kısa bir vu­ruşmadan sonra Hz. Ali peş peşe indirdiği kılıç darbeleriyle onu yere serip öldürdü. Diğer müşrik süvarileri ise gerisin geri kaçıp gittiler.[92]

Bu sırada müşrikler tarafından atılan bir ok Saad Bin Muaz'ın kol atardamarına isabet etti. Acı içinde kıvranan Saad şu duada bulundu:

"Allahım! Eğer Kureyş'lilerle günün birinde bir savaş yapaca­ğımızı takdir buyurmuş isen, bana o güne kadar ömür ver. Çün­kü senin elçini yalanlayan, O'nu vatanından çıkaran bir kavimle savaşmaktan daha çok hoşlanacağım bir şey yoktur. Ve eğer ara­mızda mutlak bir savaş takdir buyurmuş isen bana bu savaşta şe-hid olmayı nasip buyur. Ancak Yahudi Benî Kurayza Kabilesininperişan olmasını bana göstermeden de canımı alma Allahım! [93]

Hz. Peygamber (sav), müslümanların, içinde bulundukları ağır şartlan görüyor, uğradıkları açlık, yorgunluk ve sıkıntıları his­sediyor, gösterdikleri sabrı, dayanma gücünü, fedakârlığı ve hakka bağlılığı da takdir ediyordu. Ancak duadan başka yapabileceği hiç bir şey yoktu. Allah'ın mutlaka zafer ihsan edeceğine de yürekten inanıyordu. Nitekim hiç beklenmedik bir gelişme ile zafer görün­meye başladı.

Müttefik düşman güçlerinden Ğatafan ordusu içinde, tam bu sıralarda müslüman olmuş, ancak durumunu son derece gizleyen Nuaym Bin Mesud adında cesur bir asker, bir yolunu bulup Medi­ne'nin içine kadar girmeyi ve Hz. Peygamber (sav)'le temas kur­mayı başardı. Rasulullaha:

"Ey Allah'ın Elçisi! Ben İslamı kabul etmiş bulunuyorum. Halkım ise benim müslüman olduğumdan haberleri yoktur. Şimdi hangi hususta bana görev vermek istiyorsan, emret hemen yapayım!" dedi. Hz. Peygamber (sav), buna sevinerek;

"Şimdi sen bizden birisin, o halde gücün yetiyorsa düşmanı bozguna uğratmaya çalış. Zira savaş hileden ibarettir" buyurdu. Bunun üzerine Nuaym Bin Mesud çıkıp doğruca yahudi Beni Ku­rayza Kabilesi liderlerine gitti. Cahiliyet döneminde onlarla dost­tu. Onlara:

"Bakın Ey Kurayzaoğulları! Sizi ne kadar sevdiğimi, özellikle aramızda ne kadar güçlü bir dostluk bulunduğunu bilirsiniz" di­ye söze başladı. Onlar da:

"Elbet, tabi! Gerçeği söylüyorsun. Senden hiç kötülük görme­dik" dediler. Sonra Nuaym şunları söyledi:

"Bakın, Kureyşlilerin ve Ğatafanhların durumu sizinkine benzemez. Burası sizin memleketinizdir. İçinde çoluk çocuğu­nuz ve aileleriniz var. Siz bu diyarları başkalarına terkedemez, bırakip çıkamazsınız. Şimdi Kureyş ve Ğatafan güçleri gelmiş, Mu-hammed ve yandaşlarıyla savaşmak istiyorlar. Siz de Muham-med'e karşı onlara destek oldunuz. Yardım edeceğinizi vadetti-niz. Halbuki onların memleketi çoluk çocukları ve aileleri uzak­larda bulunuyor. Durumları sizinkinden çok farklıdır. Eğer bir fırsat bulacak olurlarsa elbetteki bundan istifade edeceklerdir. Yok aksi bir durumla karşılaşacak olurlarsa bu kez de tabana kuvvet, memleketlerine çekip gideceklerdir. Sizi burada düşma­nınızla başbaşa bırakacaklardır. Sizinse hasmınıza karşı gücü­nüz yoktur. Öyle ise gelin beni dinleyin: Kureyşlilerden ve Ğata-fanlilardan, ileri gelen birkaç şahsiyeti isteyin. Bu güçlerle birlik­te Muhammed'e karşı savaşmak üzere, onları alıp elinizde bir te­minat olarak tutun. Ta ki O'nu dize getirebilesiniz."

Bu sözleri dinleyen yahudiler çok memnun oldular ve "Ger­çekten de isabetli bir görüş beyan ettin" diye de O'na teşekkür et­tiler. Yahudiler daha önce, Kureyşlilere ve Ğatafanlılara, müslü-manlarla savaşa tutuşur tutuşmaz onlara hemen destek olacakla­rını vadetmişlerdi. Sözde onlar da arkadan vuracaklardı. Fakat böyle bir karşılaşma henüz vuku bulmamış, bu saatlere kadar Be­nî Kurayza yahudileri de resmen herhangi bir harekata girişme­mişlerdi. Fakat Kureyş güçlerine yirmi deve yükü kuru üzüm, hur­ma ve incir göndererek gıda yardımında bulunmak istemişlerdi. Ancak bu yardım onlara ulaşamadı. Çünkü o sırada yahudiler, bir defin işi ile meşgulken mallar müslümanlar tarafından ele geçiril­di. Bu da hazır bir lokma olarak bu sıkıntılı günlerde çok işe yara­dı. Savaş bir yana üstelik bu yıl kıtlık ve kuraklık da vardı.

Kureyş ve Gatafan güçleri, hendeği aşıp Medine'nin içerisine girebilmek için yahudilerden, müsîümanları arkadan meşgul et­melerini daha önce istemişlerdi. Yahudiler de bu faaliyetlere giriş­mişler, ancak korkularından çok tedbirli davranmışlardı. Bu ba­kımdan Allah'ın izniyle bir şey yapamamışlardı.

Nuaym, yahudüerin yanından ayrılır ayrılmaz bu sefer Kureyş komuta heyeti ile temas kurdu. Başkomutan Ebu S üryan ve yanın­da bulunan üst düzey yetkililere:

"Benim size olan sevgimi, bağlılığımı ve Muhammed'e karşı olan düşmanlığımı bilirsiniz. Bir şeyler duydum size iletmeyi bir görev sayıyorum. Sizi uyarmak istiyorum. Fakat bu sırrımı lütfen saklı tutunuz" diye söze başladı. Komutanlar:

"Elbette!" deyip O'nu merakla dinlemeye koyuldular. Nuaym şöyle konuştu:

"Bakın, Yahudiler, bize destek olmak için Muhammed'e karşı giriştikleri faaliyetlerden dolayı pişmanlık duymuş ve O'na, af di­lenmek için bir heyet bile yollamış kendisine şöyle demişlerdir:

- Yaptıklarımızdan dolayı pişmanız. Gafletlerinden yararlana­rak Kureyşlilerden ve Ğatafanlılardan teminat niyetiyle ileri gelen­lerinden birkaç kişi alıp sonra da sana teslim edersek razı olur bi­zi bağışlar mısın? Sen de onların boynunu vurursun. Sonra senin­le oinuz omuza onların kökünü getirinceye kadar savaşırız."

Muhammed de bu teklifi kabul etmiş. Bu nedenle sakın ola ki eğer yahudiler sizden, teminat olarak ellerinde rehin tutmak üze­re adam isterlerse bir tek kişi bile vermeyin!

Kureyşliler de zaten savaştan artık ümitlerini kesmiş bulunu­yorlardı. Çünkü uzun süre beklediler. Bu süre içinde herhangi bir sıcak çatışma da olmadı. Savaşta adet vurup çekilmekti. Yirmi gün kadar kamplarında bekleyip de vurma fırsatı bulamayınca çok da-raldılar. Her ne kadar bu süre içinde hendeğin en dar yerini bulup buradan içeriye sızmak istemiş, bu yolda keşifler yapmış müsîü­manları meşgul edip içlerine korku salmak için yoğun faaliyetler­de bulunmuş olduysalar da -ki gerçekten korku da uyandırdılar-fakat müslümanların sahip oldukları iman gücü ile gösterdikleri eşsiz sabır ve direniş neticesinde Kureyşliler sayıca çok fazla olma­larına rağmen müslümanların üstün oldukları hissine kapıldılar. Nitekim, İslam ordusunun üçbin kişiyi bile bulmamasına karşılık Kureyş ordusu onbinin üzerinde bir mevcuttan oluşuyordu. Hatta İslam ordusunun dokuzyüz savaşçıdan ibaret olduğunu tahmin edenler de vardır. Şüphesiz ki sadece sayıca üstünlük güçlü iman karşısında hiç bir değer taşımaz. İşte bu gerçekten dolayıdır ki o büyük askeri gücün safları arasına hatta komutanlarının bile yüre­ğine ümitsizlik çöküverdi.

Nuaym bu kez de kendi aşireti Ğatafan birlikleri komuta heye­ti ile temas kurarak onlara hitaben:

"Bakın Ey Ğatafanlılar! Siz benim halkım, aşiretim ve herkes­ten daha çok sevip bağlandığım topluluksunuz. Zannedersem benim hiç yalan söyleyeceğime ihtimal vermezsiniz" diye bir gi­riş yaptı. "Doğru söylüyorsun. Biz katiyyen senin hakikat dışı bir şey söyleyeceğine ihtimal vermeyiz" dediler. Nuaym, bu sefer on­lara "Benim size açıklayacak bir sırrım var, ancak aramızda kal­masını istiyorum" dedi. Onlar da:

"Elbette" diyerek güven verdikten sonra:

"Nedir bakalım açıklar mısın?" diye merak ettiler. Bunun üze­rine Nuaym, Kureyşlilere ne anlattıysa onlara da aynısını anlattı ve tedbirli olmalarını da işin icabı sıkı tembih etti.

Bundan sonraki gelişmeler şu şekilde sürdü:

Kureyş ordusu Başkomutanı Ebu Süfyan, yardımcılarından Ebu Cehil'in oğlu İkrime başkanlığında Kureyşlilerden ve Ğata-fanlılardan oluşan bir diplomatik heyeti Benî Kurayza yahudileri-ne gönderip onları müslümanlara karşı savaşa davet ettiler. Müs­lümanları arkadan yani açık cepheden vurarak meşgul etmelerini, bu suretle de Müttefik Kureyş ve Ğatafan güçlerinin hendeği aş­maları için fırsat temin etmek üzere önce savaşa onların başlama­sını teklif ettiler Ne varki o gün hicretin beşinci senesi Şevval ayı­nın beşinci Cumartesi günüydü. İkrime onlara şöyle hitab etti:

"Biz burada kalıcı değiliz. Siz de acele ediniz ki Muham-med'in tez elden işini bitirip rahatlayalım." Fakat yahudiler:

"Bugün Cumartesidir. Biz bugün hiç bir iş yapmayız. Bildiği­niz gibi bizden bazı kimseler böyle bir günün kutsiyetini çiğne­yip çalıştılar, başlarına felaketler geldi Hem sonra bize adamları­nızdan bir kaçını teminat olarak vermediğiniz müddetçe sizinle birlikte Muhammed'e karşı savaşmayız. Savaşı başlatıp sıkıntıya düşünce de diyarınıza çekilip bizi adamla yalnız bırakmanızdan çekiniyoruz. Üstelik O'na tek başımıza gücümüz de yetmiyor" şeklinde bir cevap verdiler.

Bunun üzerine İkrime ve beraberinde bulunanlar müttefik güçlere dönüp Benî Kurayza yahudilerinin ne dediklerini anlatın­ca, hem Kureyşliler hem Ğatafanlılar: "Gerçekten de Nuaym doğ­ruyu söylemiş" dediler ve yahudilere haber yollayarak: "Allah'a ye­min olsun ki size adamlarımızdan bir tek kişi bile teslim etme­yiz!" diye isteklerini reddettiler.

Bu sözleri duyan Beni Kurayza yahudileri de öbürleri gibi "Ha­kikaten Nuaym doğruyu söylemiş. Bu adamlar savaşmak istiyor, bir fırsat bulurlarsa bunu kaçırmayacaklar fakat umduklarını bul­mazlarsa bu sefer de kaçıp bizi ortalıkta, düşmanımız olan bu adamla başbaşa bırakacaklar. O halde Kureyş ve Ğatafan kuvvetle­rine kesin cevap verelim. Bize içinizden bir gurup seçip onları te­minat olarak vermediğiniz müddetçe sizinle birlikte savaşa katıla­mayız" diyelim şeklinde karar aldılar. Ötekiler de bu isteği redde­dince aralarında ihtilaf çıktı ve bu mesele böyle fiyasko ile bitti.

Allah'ın müslümanlar için takdir buyurduğu zafer işte böyle gerçekleşti. Öte yandan kuşatmanın son günlerinde çok soğuk bir gece şiddetli bir fırtına çıktı. Öyle ki düşman ordusunun ateş üze­rinde bulunan yemek kazanları devrildi. Çadırları yıkıldı. Ortalık birbirine karıştı, perişan oldular. Hz. Peygamber (sav)de yahudi-lerle bu müttefik düşman güçleri arasında çıkan ihtilafı haber aldı. Ancak bu haberin kesinliği ile düşmanın genel durumu ve tavrı hakkında bir istihbarat yapmak üzere sahabilerinden Huzey-fe'tubnu'l-Yaman'ı görevlendirdi. Ona, düşman ordugahına gir­mesini, ne yapmakta olduklarını tesbit edip, dönünceye kadar hiç bir sır kaçırmamasını emretti.

Huzeyfe görüp yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

"Düşman karargahına girdim, fırtına ve Allah'ın askerleri (olan felaketler, sıkıntılar, moral çöküntüsü) onların canına oku­yordu. Ne bir şeyleri yerinde duruyor, ne ateşleri yanıyor ne de bir tek çadırları ayakta kalabiliyordu. Perişanlık kendilerini o ka­dar sarmıştı ki kimin nerede olduğunu tesbit edebilmek, ya da herkesin yerinde bulunduğunu öğrenebilmek için Ebu Süfyan:

'Herkes yanmdakini kontrol etsin!' diye bir emir verdi. Ben bu sırada elimi sağımda oturan adamın elinin üzerine koyup:

- Sen kimsin? diye sordum.

- Ben Ebu Süfyan'm oğlu Muaviye'yim, diye cevap verdi. Son­ra da diğer elimi solumda oturmakta olan adamın elinin üzerine koyup ona:

- Sen kimsin, diye sordum.

-  Ben Amr Bin'El-As'ım, dedi. Sonra Ebu Süfyan ordusuna şöyle seslendi:

"Ey Kureyşliler! Allah'a yemin olsun ki artık burada durabile­cek vaziyette değilsiniz. Perişan olduk, üstelik Beni Kurayza ya-hudileri de bize ihanet ettiler. Onlardan beklemediğimiz darbeyi yedik. Şimdi de gördüğünüz gibi bu şiddetli fırtınaya uğradık. Ne ocak üzerinde bir kazanımız durabiliyor, ne ateşimiz yanıyor, ne de bir çadırımız ayakta kalabiliyor. Haydin bakalım! Herkes yola çıksın ve işte ben hareket ediyorum."

Sonra Ebu Süfyan devesine atladı ve çekilme harekatını orga­nize etmeleri için süvarilerine talimat verdi. Onlar da emirlerini yerine getirdiler. Böylece Kureyş ve Ğatafan güçleri mevkilerini terkettiler, peşlerinden süvariler onları izledi. Hz. Peygamber (sav), sabahlayıp da düşman güçlerinin çekilmiş olduklarını gö­rünce o da Medine merkezine döndü. Müslümanlar silahlarını bı­raktılar. Bu suretle Ahzab harekatı son buldu ve yahudi komplosu da neticesiz kaldı.

Bu îslam düşmanları tarafından Medine'ye düzenlenen son baskın oldu. Çünkü Müslümanlar bu olaylardan sonra artık güç­lendiler. Cihad ve İslam davasını yayma harekatına başladılar. Kuvvet dereceleri ne olursa olsun îslamın karşısında duran her en­gelle mücadele ettiler. Bu Hendek Kuşatması sırasında hepsi En-sar'dan olmak üzere sekiz sahabi şehid oldu. Bunlardan ikisi Hz. Peygamber (sav) tarafından istihbaratla görevlendirilmiş devriye­ler idi. Görev sırasında müşrikler tarafından pusuya düşürülerek şehid edildiler. Müşriklerden ise ancak dört kişi öldürüldü. [94]



[1] Al-i îmran Suresi, Ayet: 104

[2] Yazarın, dinin siyasetten ayrı düşünülebileceği - veya büyük ihtimalle -günümüzün şartlandırılmış insanları tarafından böyle düşünülebildigi nokta­sından hareketle bu ifadeyi kullandığı anlaşılmaktadır. Aslında hiç bir zaman din ile siyaset veya din ile herhangi bir olay arasına bir set koymak mümkün de­ğildir. Hatta laikliğin kendisi dahi bir şirk veya daha doğrusu bir ilhad dinidir. Bu bakımdan laikliğe dayanan tüm siyasi sistemler de kendi ölçüleri içinde tam an­lamıyla radikal birer dini idare şekilleridirler. Zira hiç bir zaman ve hiç bir yerde dinin ve vicdan sınırlarının dışına çıkmak İnsanoğlu için mümkün değildir. (Mü­tercim)

[3] Bu konuda yazarla aynı kanaatte değiliz. Bilakis hem yahudiler, hem de hristiyanlar her alanda müslümanların dinine müdahalede bulunmuşlardır. îs-lamın siyasi, sosyal ve ekonomik yasalarını günümüzde tamamen işlemez hale getirenler onların ta kendileridir. Türkiye'de son yıllarda sırf başörtülerinden ötürü yüzbinlerce müslüman kız Öğrencinin hayatını acımasızca söndürmeleri bu tecavüzün yalnızca bir örneğidir. (Mütercim)

[4] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/7-13.

[5] Enfal Suresi, Ayet:58

[6] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 10-12

[7] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 134

[8] Nisa Suresi, Ayet: 51

[9] İbn-ül Esir, EI~Kamil tere, c. 2, s. 137-138

[10] lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 11-12

[11] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/15-21.

[12] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 133

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/21-22.

[13] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 9-10 O)

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/22-23.

[14] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 10

[15] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 132-133; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 470-473

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/23-27.

[16] îbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 135-136; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 3, s. 515

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/27-28.

[17] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 13-14

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/28.

[18] AI-i îmran Suresi, Ayet: 137-143

[19] lbn-ül Esir, EI-Kamii tere, c. 2, s. 142; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 23

[20] Ibn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 142-143; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 24-2525-26

[21] Ibn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 143; tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s.

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/29-36.

[22] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 143-144; Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 25-32

[23] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 30

[24] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 144

[25] îbn-i Haldun, Tarih, c. 2, s. 204, Mısır, 1936; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 31-32

[26] îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 29

[27] Al-i Imran Suresi, Ayet: 122

[28] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 30

[29] Nisa Suresi, Ayet: 88

[30] îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 46, 48

[31] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 145-146

[32] tslam literatürlerinde Fasık kelimesi daha çok fıkıhta geçer. Arapça fisk kökünün türevlerin dendir. Ahlaksız günahkar ve suçlu anlamlarına gelir. (Mü­tercim)

[33] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 32-33

[34] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 35-39

[35] Mekke'ye dönünce Vahşi'nin hürriyeti bağışlandı. Hz. Peygamber Mek­ke'yi fethedinceye kadar da burada oturdu. Şehir fethedildiği gün Taife kaçtı. Taif halkı müslüman oluncaya kadar da orada kaldı. Ancak Taif halkı müslüman olunca Vahşi ne yapacağını şaşırdı. Nihayet Hz. Peygamber (sav)'e baş vurarak müslüman olduğunu ilan etti ve O'na Hz. Hamza'yı nasıl öldürdüğünü anlattı. Hz. Peygamber (sav) çok üzüldüğü için, (kendisini affetmekle beraber): "Bana görünme!" diye buyurdu. O da Hz. Peygambere mümkün olduğu kadar görün­memeye çalışırdı. Müslümanlar mürtedlere karşı Yemame'ye asker çıkarınca o da gidip yalancı peygamber Müseylimetu'l-Kezzab'ı, Hz. Hamza'yı öldürdüğü mızrakla öldürdü. Onun için "Hz. Peygamberden sonra insanların en hayırlısı olan Hz. Hamza'yı ve aynı zamanda insanların en şerlisi olan Müseylime'yi bu mızrakla öldürdüm" derdi. Vahşi, Muaviye devrine kadar yaşadı, alkolikti. Bu yüzden defalarca cezaya çarptırıldı. Öyle ki sonunda tahsisatı da kesildi. Hz. Ömer, "Allah Hamza'yı öldürenin yanına yaptığını koymayacaktır" diyerek da­ima Vahşi'ye karşı nefretini dile getirirdi

[36] Hind'in kardeşi Velid, babası Utbe

[37] Oğlu, Hanzala ve amcası Şeybe Bedir Savaşı'nda öldürülmüşlerdi

[38] îbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 146

[39] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 153

[40] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 148-149; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 44

[41] Al-i îmran Suresi, Ayet: 152

[42] Al-i îmran Suresi, Ayet: 153

[43] Al-i Imran Suresi, Ayet: 128

[44] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 65

[45] Hübel: Cahiliyet devrinde Kureyş müşriklerinin taptığı büyük putlar­dan birinin adıdır. (Mütercim)

[46] Uzza da yine tanınmış Kureyş putlarından birinin adıdır. (Mütercim)

[47] Çünkü îbni Kumay'a bir ara 'Muhammed'i öldürdüm' demiş, böyle ko­caman bir yalan uydurarak cephedeki arkadaşlarını enayi yerine koymuştu. Böylesine nazik bir saatte uydurulan bu yalana Ebu Süfyan içerlemişti. (Müter­cim)

[48] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 42-60

[49] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 69-70

[50] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, e 2, s. 149-152

[51] Şehid yıkanmadığı için Hanzala'nın cenazesinin yıkanmasına Hz. Pey­gamber tarafından gerek görülmemiştir. (Mütercim

[52] lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 75-78

[53] Ibn-ül Esir, EI-Kamif tere, c. 2, s. 152; lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s

[54] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 67

[55] îbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 154

[56] İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 84

[57] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 154; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s

[58] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 87-94

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/36-70.

[59] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 154-156; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere , c 4, s. 87-92

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/71-74.

[60] Ten'îm: Mekke'den (Medine istikametinde) 15 km. uzaklıkta bir mevki adı. Halen aynı adı taşır. Mikat mahallerinden biridir. (Mütercim)

 

[61] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 157-158; îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 110-117

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/74-78.

[62] Başka kaynaklarda bu mürşitlerin sayısının yetmiş olduğu da ifade edil­mektedir. (Mütercim)

[63] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 160-162; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 123-128

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/78-80.

[64] Hz. Peygamber'in künyesidir ve Kasım'in babası demektir. (Mütercim)

[65] îbn-ül Esir, El-Kamü tere, c. 2, s. 162-163; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 129-138

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/80-83.

[66] Başka kaynaklarda Hz. Osman'ı naib olarak bıraktığı da yazılıdır

[67] Salât'ul-Havf: Cephede savaş esnasında veya benzeri bir tehlike karşı­sında kılınan namaz şeklidir. Namazı (sebep ne olursa olsun) ertelemek müm­kün olmadığı için bu gibi korkunç şartlarda fıkıh kitaplarında izah edildiği gibi, hazarda kılmandan daha farklı bir şekilde kılınır. (Mütercim)

[68] Tarihi kaynaklar islam ordusunun bu harekat esnasında 700 kişiden oluştuğunu kaydetmektedir

[69] tbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 163-164

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/83-84.

[70] Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 109

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/84.

[71] Ibn-i Kesir, El-Bidayeterc, c. 4, s. 239-240

[72] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/85.

[73] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 165; İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, e 4, s. 153-158

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/85-88.

[74] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 160-166

[75] Ibn-ül Esir, EI-Kamil tere, e 2, s. 166

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/88.

[76] Mehir: Bazılarının yanlış anladığı üzere başlık değildir. Damat tarafın­dan gelin lehinde taahhüt edilen bir haktır. îslam Fıkhı bunu bir kanun olarak tescil etmiştir. Fıkıh kitaplarının ilgili babına bakınız. (Mütercim)

[77] Ğifar Kabilesi'nden olan şahsın, Hz. Ömer'in ücretle çalıştırdığı biri ol­duğu bazı kaynaklarda geçmektedir. (Mütercim)

[78] Bu Arap atasözüne karşılık Türkçe'de "Besle kargayı oysun gözünü" ata­sözü vardır. (Mütercim)

[79] Münafikun Suresi, Ayet: 1-8

[80] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 179-181; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 266-272

[81] Mahfe: Fil ve deve gibi hayvanların sırtına konan, içinde oturmaya mah­sus sepet veya kapalı hücre. Kadınlara mahsus olanı -Arabistan'da- kapalı yapar­lardı. (Mütercim)

[82] Cilbab: Kadınlara mahsus dıştan giyilen bol elbise . (Mütercim)

[83] ilk Sahabilerden biri hakkında -herhangi bir münasebetle- söz ederken onun ilk müslümanlarla birlikte katıldığı savaşlara da işaret edilir, islam davası­na yaptığı hizmetlerden dolayı bu suretle bir çeşit onurlandırıldı. Bu gelenek si­yer yazarlarınca da sürdürülmüştür. (Mütercim)

[84] Kazf: tslam hukukunda, iftiracıya uygulanan cezadır. 80 sopadır

[85] Türkiye'de Eyüp Sultan diye adlandırılan zattır

[86] Nur Suresi, Ayet:ll-13

[87] Nur Suresi, Ayet: 22

[88] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 181-185; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 273-281

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/89-105.

[89] Nisa Suresi, Ayet: 51-52

[90] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 165-167

[91] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 169; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 178-181

[92] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 169-170; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 181-183

[93] Ibn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 170; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 186-187

[94] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 171-172; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 192-200

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/107-118.