12- HUDEYBİYE BARIŞI2


12- HUDEYBİYE BARIŞI

 

Hz. Peygamber (sav), Medine'deki iç düşmanın artık işinin bit­tiğini, iç atmosferin, gözle görülebilir her türlü şaibeden temizlen­miş bulunduğunu, mevcut şartlarda bedevi Arap kabilelerinin Medine'ye karşı bir savaşı artık göze alamayacaklarını görüyordu. Sadece iki cepheden tehlike gelebilirdi.

Bunlardan biri güney cephesi idi ki burada müslümanlarm ilk düşmanı olan Kureyşliler vardı. Bunlar sinsi bir biçimde Medi­ne'ye saldırma imkanına sahip idiler.

İkincisi ise kuzey cephesi idi. Bu cephede de Hayber yahudi-leri vardı. Ancak bunlar tek başlarına kımıldayacak imkana sahip değillerdi. Ne varki bu yahudiler çeşitli güçleri müslümanlarm aleyhinde kışkırtarak onları biraraya getirip büyük bir kuvvet oluş­turabilirlerdi. Zaten bu onların bilinen yöntemleri ve büyük hile­leriydi. Bu bakımdan müslümanlar işte bu iki cepheye karşı hazır­lanmalı, bu iki düşmandan da kurtulabilmek için önce birini hal­ledip sonra da ikincisine dönecek şekilde hazırlıklarını yapmalı idiler.

Kuzey cephesi, kendi başına kımıldayacak imkana sahip ol­madığı için önce güneye yönelmekle işe başlamak gerekiyordu. Çünkü önce Kuzey cephesi üzerine yürünecek olsa Güneyden Ku­reyşliler hücuma geçebilirlerdi. Müslümanların, fitne çıkarmakla meşgul olan yahudileri cezalandırmak ve onları hizaya getirmek üzere Medine'den ayrılmalarını bir fırsat olarak değerlendirebilir­lerdi.

Hz. Peygamber (sav), bir gece rüyasında sahabüeriyle birlikte Mescid'ul-Haram'a güven içinde girip başlarını traş ettiklerini, saçlarını kısalttıklarını gördü. Bunun üzerine müslümanlara, öm­re yapmak üzere Mekke'ye gitmek istediğini haber verdi. Bu suret­le hem bir ibadet yapılacak hem de bu arada Kureyşlilerin nabzı yoklanacak, etrafa göz atılıp hal ve tavırları Öğrenilecekti.

Aynı zamanda bu, Kureyşlilerin müslümanları artık siyasi bir güç olarak tanıdıkları anlamına da gelecekti. Hem sonra müslü-manlar Mekke'ye girerek Kureyşlilerin bu merkezinde bir boy gös­terisi yapmak ve onlardan korkmadıklarını ispat etmek fırsatını değerlendirmiş olacaklardı ki bu da bedevi Arap kabileleri arasın­da müslümanların zaferi olarak değerlendirilecekti. Bütün bun­larla birlikte diğer Arapların da inandıkları gibi müslümanların bu davranışı Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in tevhid inancıyla inşa etmiş oldukları bu kutsal mabede saygı göstermek amacını taşıyordu.

Yani putperest Kureyşlilerin ileri sürdükleri gibi müslümanla­rın dinsizleşmediğini kanıtlayacaktı. Ayrıca, müslüman oldukları halde henüz Mekke'de mevcut bulunan ezilmiş insanlara, kurtuluş gününün yaklaştığını ihsas etme maksadı da bu ziyarette vardı.

Ensar ve Muhacirler, Hz. Peygamber (sav) ile birlikte ömreye gitmek için hemen O'nun etrafında bir araya geldiler. Yeni müslü­man olmuş ancak İslama pek ısmamamış, onun gerçek mahiyeti­ni henüz idrak edememiş olan bedevi (göçebe) çöl Arapları ise işi ağırdan aldılar. Hz. Peygamber (sav)'in ve müminlerin bu seyahat­ten asla dönemeyeceklerini, ailelerine bir daha kavuşamayacakla­rını sanıyorlardı. İşlerinin güçlerinin, onları bu seyahatten alıkoy­duğunu ileri sürerek, kendisine katılamadıkları için Hz. Peygam­ber (sav)'e maazeretler beyan ederek, Allah'dan kendilerini affet­mesi için duada bulunmasını sözde rica ettiler. Müslümanlar ha­reket etti. Hz. Peygamber (sav)'le birlikte 1500 erkek çıktı. Rasulul-lah(sav) hanımlarından Ümmü Seleme'yi yanma alarak Medine'ye Abdullah Bin Ümmü Mektum'u naib bırakıp ayrıldı.

Kureyş'in bu olay üzerine neler yapabileceğini takip edebilmek için önden gözcüler gönderdi. Kendisi ve ashabı Zü'1-Huleyfe mev­kiinde ömre niyetiyle ihram giyip kurbanlık hayvanlarını da önden sürdüler. Bunu, böyle yapmaktan gayesi, müslümaniann savaş ni­yetiyle gelmiş olmadıklarını Kureyşlilere bir çeşit anlatmaktı. Mek­ke'ye doğru devam ettiler. Usfan'a ulaşınca gözcülerden Büşr Bin Süfyan Peygamber (sav)'le buluşarak O'na şöyle dedi:

"Ey Allah'ın Elçisi! Kureyş'liîer senin Mekke'ye hareketini duymuşlar. Çoluk çocuk yediden yetmişe herkes ortaya dökül­müş, kaplan postları giyip Zîtuva Mevkii'ne çıkmış bulunuyorlar. Allah'a yemin etmişler ki eğer gidecek olursan seni Mekke'ye as­la sokmayacaklar. Ve hani şu Halid Bin Velid varya o da süvarile­rinin başında Kira'ul-Gamîm mevkiine inmiş." Hz. Peygamber (sav) bu haberi alınca öfkelenerek şunları söyledi:

"Kahrolası Kureyş! Savaş başlarını yiyecek. Ne olur, Araplarla arama girmeseler. Eğer (Araplar) beni yok edecek olursa zaten ar­zuları yerine gelmiş olacak. Yok eğer Allah beni galip kılacak olursa Islama girip şanslı çıkacaklardır. Bunu da yapmazlarsa sa­vaşırlar, güçleri de var. Ancak Kureyş'liler ne sanıyor? Allah'a ye­min ederim ki: Beni görevlendirdiği bu dava uğruna daima mü­cadele edeceğim. Ta ki Allah bu davayı başarıya ulaştırır veya bu eski şey kendi başına kalır."

Sonra Hz. Peygamber sahabilerine seslenerek:

"İçinizden, onların izlediği güzergah dışında bize başka bir yol gösterecek biri var mı?" diye sordu. Eslemoğullanndan biri müslümanlara klavuzluk ederek Zatiahcar yoluyla seferlerine de­vam etmelerini sağladı. Sonra bizzat Hz. Peygamber (sav) başka bir yoldan onları götürerek El-Mirar Tepesi'ne kadar vardılar. Bu­rada Hz. Peygamber (sav)'in devesi çöktü ve hiç kımıldamak iste­medi. Halk: "Kötü deve! Kalakaldı" diye söylendiler. Hz. Peygam­ber ise "Hayır! Onun böyle bir alışkanlığı yoktu. Fakat onu engel­leyen, Eshab-ı Filin Mekke'yi istila etmelerine müsaade etmemiş olan Allah Tealadır" buyurdu. Sonra şöyle dedi:

"Allah'a yemin ederim ki Allah'ın kutsal değerlerine saygı göstermek maksadıyla benden (yapabileceğim) en zor şeyi bile isteseler onu kendilerine vereceğim." Sonra devesini dehledi o da hemen yerinden sıçrayarak kalktı. Hz. Peygamber (sav) üzerine bi­nerek tekrar yollarına devam ettiler. Ta ki Hudeybiye Mevkii'nin en uc tarafında bulunan bir su kuyusu civarına ulaşıncaya kadar.

Beraberindekilere: "İnin!" diye emretti, Sahabiler:

"Ey Allah'ın Elçisi vadide su yok ki üzerinde konaklayalım"

dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber ok torbasından bir ok çıka­rarak sahabilerinden birine verdi. O da bu oku toprağa saplar sap­lamaz yerden sular fışkırmaya başladı.

Peygamber (sav) ve sahabileri, dinlenmek için oturdular. O sı­rada Beni Huzaa Kabilesi'nden Budeyl Bin Varka adında biri, hal­kından bir grupla birlikte onların yanma uğradı. Hz. Peygamber (sav)'e hangi maksatla gelmiş bulunduklarını sordular. O da harp istemediğini, sadece ömre niyetiyle gelmiş bulunduğunu ifade et­ti. Adamlar da gidip Kureyşlilere Hz. Peygamber (sav)'in söyledik­lerini naklettiler. Fakat Kureşliler onları yalancılıkla suçladılar. Çünkü Beni Huzaa Kabilesi üe Hz. Peygamber (sav)'in arası iyi idi O'nun sözlerine itibar ediyor ve Mekke'de olup bitenler hakkında O'ndan hiç bir şey gizlemiyorlardı. Kureyşliler şöyle dediler:

"Allah'a yemin ederiz ki O, bir savaş niyetiyle gelmemiş olsa dahi yine de zorla Mekke'ye giremeyecektir. Böylece Araplar da bizi dillerine dolayamayacaklardir." Kureyşliler bu kez elçi olarak Mukriz Bin Hafs adında birini gönderdiler. Bu şahıs da aynen Bu-deyl'in anlattıklarım gelip söyledi. Bu sefer de Mekke'deki Habeş kolonisinin lideri olan Huleys Bin Alkama'yı gönderdiler. Bu şahıs müslümanlarm kampına yaklaşıp getirdikleri kurbanlık hayvan sürüsünü görünce Hz. Peygamber (sav) ile hiç temas kurmadan, heybetlenerek gerisin geriye döndü. Kureyşliler bu elçilerini de dinlemek istemeyince öfkelenerek onlara şöyle hitab etti:

"Ey Kureyşliler! Bakın, böyle bir şey için ne sizinle ittifak et­miş, ne de sözleşmiş bulunuyoruz! Allah'ın evini tazim etmek üzere gelmiş bulunan kimse hiç yolundan çevrilir mi? Şu Huleysin canını kudret elinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki ya Muhammed'le maksadı arasından çıkacak ziyaretine engel olma­yacaksınız, veyahud Habeş Kolonisinin tümünü aleyhinizde aya­ğa kaldırırım."

Kureyşliler bu sözleri duyunca birlikler ininin bozulmasından endişe ederek adamın gönlünü almaya çalıştılar. Bu sefer de Urve Bin Mesud Es-Sakafi'yi elçi olarak Hz. Peygamber'e gönderdiler.

Urva gelip karşısında oturdu ve O'na şöyle hitab etti:

"Ey Muhammedi Şu ayak takımını toplamış, onları arkana takıp gelmişsin. Sonra da halkını, bunlara vurdurup parçalaya­caksın öyle mi? Bak, Kureyş'in topu çıkıp gelmiş bulunmaktadır ve beraberinde de çoluk çocuk herkes var. Hepsi kaplan kesilmiş durumda. Mekke'ye böyle çalımla giremeyeceğine dair yemin et­mişler. Hem sonra Allah'a yemin olsun şu etrafındaki adamlar seni meydanın ortasında, kaçıp yalnız başına bırakacaklardır!"

Hz. Ebu Bekir, bu şahsın sarfettiği sözler karşısında dayana­mayarak O'na:

"Lafın bızırını em!"[1] diye sövdü. Arkasından da:

"Biz O'nu yalnız bırakacağız ha!" diye diş bilemeye çalışırken Urve Hz. Peygamber (sav)'e:

"Bu adam da kim oluyor?" diye sordu. Hz. Peygamber (sav): "Bu Ebu Kuhhafe'nin oğludur" cevabını verdi.

Urve Hz. Ebu Bekir'e dönerek O'na:

"Allah'a yemin olsun ki eğer, henüz karşılığını ödeyemedi­ğim, bana vaktiyle yaptığın birtakım iyilikler olmasaydı şimdi sa­na ne cevap vereceğimi bilirdim Fakat şimdi susmuş olmam o iyiliklere karşılık olsun. Ödeştik" demekle yetindi, ancak bu sefer de Hz. Peygamber (sav)'le konuşurken arada bir elini O'nun saka­lına doğru uzatıp durdu. Fakat Muğira Bin Şu'ba adındaki sahabi her keresinde eliyle bu adamın elini itiyor, "Elini Hz. Peygam-ber'in yüzünden uzak tut!" diyerek Onu şiddetle uyarmaya çalışı­yordu. Urva ise O'nun bu hareketlerine kızıyor O'na:

"Ne kaba adamsın! Senden kabası yok" diyordu. Bu gergin havayı Hz. Peygamber (sav) tebessümle seyretti. Urve bu kez de kendisini tersleyen bu sahabinin kim olduğunu Hz. Peygamber (sav)'e sorarak:

"Ey Muhammedi Peki ya bu kim?" dedi. Hz. Peygamber:

"Bu da senin yeğenin, Şu'be oğlu Muğira'dır" diye cevap ve­rince Urve, Muğira'ya dönerek sert bir dille O'na:

"Hain herifi Daha düne kadar kıçım temizliyebiliyor muy­dun?" diye hakaret etti. Çünkü Muğira, İslamdan önce Beni Malik kabilesinden onüç kişi öldürmüş, Urve araya girerek Muğira'dan istenen diyetlerin hepsini ödemişti. Böylece neredeyse iki kabile­nin birbirlerine girip büyük bir olay çıkmasını önlemişti. Şimdi bunu Muğira'ya hatırlatarak başına kakmaya çalışıyordu. [2]

Bu görüşmeden sonra Urve de Kureyşlüere dönerek onlara olup bitenleri şöyle özetledi:

"Ey Kureyşliler! Bakın, ben İran Şahını da Roma İmparatoru­nu da Habeş Necaşisini de tahtlarında ve saltanatlarında gör­düm. Fakat Muhammed gibi, topluluğu içinde saygın bir lidere rastlamadım. O'nun etrafında öyle bir kitle görüyorum ki O'nu asla kimseye teslim etmezler. Dolayısıyla nasıl uygun görürseniz öyle kararınızı veriniz."

Bu kez Hz. Peygamber (sav) Hıraş Bin Ümeyye El-Huza'î adın­da birini Kureyş eşrafına göndererek onlara, geliş maksadım anlat­masını, sadece umre niyetiyle geimiş bulunduklarını izah etmesi­ni söyledi. Elçi gidip bunları söyleyince üzerine üşüştüler, devesi­nin bacaklarını kestiler. O'nu da öldürmek istediler, ancak Habeş-liler, imdadına yetişip onu kurtardılar. Kureyşliler kendisini ser­best bırakınca Hz. Peygamber (sav)'in yanına döndü.

Bu olayın ardından, Kureyşliler (müslümanlar hakkında yeter­li bilgi edinmek üzere) bulundukları mevkiye elli kişilik bir savaşçı birliği gönderdileı. Bunlar yakın mesafelere kadar gelip müslü-manların kampı etrafında tur atmaya başladılar. Birini vurup olay çıkarmak istiyorlardı. Ancak müslümanlar bunları yakaladı. Hz. Peygamber'in huzuruna getirildiler. Müslümanlara karşı tecavüz-kar davrandıkları, onlara taş ve ok fırlattıkları halde kendilerini af­federek serbest bıraktı.

Bundan sonra Hz. Peygamber (sav), ne maksatla gelmiş bu­lunduklarını gidip Kureyşlüere izah etmek üzere Hz. Ömer'i çağı­rıp konuştu. Hz. Ömer şu karşılığı verdi:

"Ya Rasulallah! Kureyşlilerin bana bir fenalık yapacakların­dan çekiniyorum. Kabilem olan Benî Adiy'den, Mekke'de beni ko­ruyacak kimse de yok. Kureyşliler de benim, kendilerinden ne kadar nefret ettiğimi onlara karşı ne kadar sert olduğumu bili­yorlar. Bu sebeple meseleyi üstlenecek, benden daha güçlü birini sana tavsiye etmeme izin verir misin? O da Affan oğlu Os­man'dır."

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), Hz. Osman'ı çağırıp O'nu Ebu Süfyan ve Kureyş eşrafına, ne maksatla geldiklerini anlatmak üzere vazifelendirip gönderdi.

Hz. Osman Mekke'ye hareket ederek yolda Ebban Bin Said Bin El-As'a rastladı. Hz. Osman'ın isteği üzerine Ebban O'nu koruma­sı altına alarak birlikte Mekke'ye kadar geldiler. Hz. Osman, Ebu Süfyan ve Kureyş eşrafına müracaat ederek Hz. Peygamber'in ge­liş amacını onlara anlatmaya çalıştı. Kureyşliler O'na:

"İstersen yalnızca sen Kabeyi tavaf edebilirsin" dediler. Hz. Osman ise onlara:

"Hayır! Hz. Peygamber tavaf etmedikçe ben de yapmam" di­ye cevap verdi. Ancak dönüşü gecikti ve Kureyşlilerin O'nu öldür­dükleri dedikodusu yayıldı.

Bu dedikodular Hz. Peygamber (sav)'e ulaşınca O da:

"Biz bu adamlarla hesaplaşmadıkça buradan ayrılmayaca­ğız!" diye sert bir tavır koydu ve meydana gelebilecek beklenme­dik bir olay karşısında kendisini sonuna kadar destekleyeceklerine dair beraberinde bulunan müslümanlardan teminat istedi, Bey'at talebinde bulundu. Cid Bin Kays adındaki şahıs hariç, herkes O'na derhal bey'at etti. Ondan sonra çıkarılan şayianın asılsız olduğu ortaya çıktı. Sonra Kureyşliler, müslümanlarla bu yıl Mekke'ye gir­memeleri konusunda barış sözleşmesi yapmak üzere Süheyl Bin Amr'ı elçi olarak gönderdiler. Süheyl Bin Amr, Hz. Peygamber (savj'e geldi. Yapılan görüşmelerden sonra barış akdedildi. Sıra barış sözleşmesinin yazılmasına gelince bu karara son derece si­nirlenen Hz. Ömer, yerinden fırlayarak Hz. Ebu Bekir'e gitti. Arala­rında şöyle bir konuşma geçti. Hz. Ömer:

- Ya Ebu Bekir! Hz. Muhammed Allah'ın elçisi değil mi? Hz.Ebu Bekir:

- Tabii ki Allah'ın elçisidir. Hz. Ömer:

- Peki biz müslüman değil miyiz? Hz. Ebu Bekir:

- Elbette müslümanız! Hz. Ömer:

- Şu karşımızdakiler de müşrik değil mi? Hz. Ebu Bekir:

- Evet, onlar da müşriktirler. Hz. Ömer:

- O halde neden dinimizi dünya ile değiştiriyoruz?.. Hz. Ebu

Bekir Hz. Ömer'i şu sözlerle yatıştırmaya çalıştı:

"Ya Ömer! Hz. Peygamber'in emrine bağlan, O'nun kararma saygılı ol! Bak, ben şahadet ederim ki O Allah'ın -şüphesiz- elçisi­dir. Hz. Ömer de:

"Tabi ki ben de O'nun, Allah'ın elçisi olduğuna şahadet edi­yorum," dedikten sonra bu sefer de Hz. Peygamber (sav)'e gide­rek, Hz. Ebu Bekir'e yönelttiği soruların aynısını O'na da yöneltip cevaplarını aldıktan sonra:

"Peki neden dinimizi dünyamızla değiştiriyoruz?" deyince Hz. Peygamber (sav) O'na şu karşılığı verdi:

"Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. Asla O'nun emrine aykırı davranmayacağını ve oda beni perişan etmeyecektir!"

Hz. Ömer çok sonra bu günleri hatırlayarak hep şöyle derdi:

"Hz. Peygamber (sav)'in huzurunda o gün sarfettiğim perva­sız sözler yüzünden Allah'ın gazabına uğrayacağım diye kapıldı­ğım korku yüzünden affedilmek ümidiyle hep sadakalar verdim, oruçlar tuttum, namazlar kıldım ve köleler azad ettim."

Kureyş elçisiyle, barış şartları belirlendikten sonra Hz. Pey­gamber (sav) Hz. Ali'yi çağırarak antlaşma metnini O'na yazdırdı. Antlaşma şu şartları içeriyordu:

1-Taraflar on yıl süreyle birbirlerine karşı savaşmayacak, iki tarafın halkları güven içinde yaşayacaklar, birbirlerine dokunma­yacaklardır.

2- Kureyşliler den bir kimse, velisinin izni dışında Muham-med'in tarafına kaçacak olursa, tekrar Kureyşlilere iade edilecek­tir.

3- Muhammed'in tebaasından bir kimse Kureyş tarafına kaça­cak olursa o kimse iade edilmeyecektir.

4-Taraflar birbirlerine karşı düşmanlık yürütmeyecek, komp­lolar kurmayacak, gizlice (habersiz) yağma, mal kaçırma gibi faali­yetler icra etmeyecektir.

5- Kabilelerden hangisi Muhammed'e taraf olmak isterse bu­nu yapmakta serbesttir ve hangisi Kureyş'e taraf olmak isterse o da bunu yapmakta serbesttir.

Bunun üzerine Huzaa Kabilesi:

"Biz Muhammed'e taraf oluyoruz" dediler. Bekiroğulları da

Kureyşiilere taraf olduklarını ilan ettiler.

6- Müslümanlar bu yıl (Mekke'ye girmeden) geri dönecek, an­cak gelecek yıl Mekke'ye (sadece ibadet için) girebilecek ve yalnız üç gün kalabileceklerdir. Yedeklerindeki süvarilerin silahından başka bir şey bulunmayacak, kılıçlar kında olacaktır.

Bu barışla, müslümanlar büyük avantaj sağladılar. Çünkü bu mütareke islam'a çağrı faaliyetleri için ortamı müsait hale getirdi. Ayrıca müslümanlann, kuzey cephesinden ve oradaki yahudi teh­likesinden kurtulmaları için fırsat hazırlamış oldu. Fakat müslü-man olup da vesayeti altında bulunduğu Mekke'li müşrik kişinin izni olmadan Medine'ye kaçanın tekrar Kureyşiilere teslim edil­mesi maddesine gelince, bu da müslümanlann lehinde idi. Çünkü müslümanlardan bazı kimselerin bir çeşit gözcü gibi Kureyşliler arasında bulunması şüphesiz ki lehte bir olaydı. Bunlar her fırsat­ta Medine'ye haber uçuracaklardı. Müşriklerin hazırlığı içinde ola­bilecekler; komplolardan haberdar edeceklerdi.

Buna ilaveten kendi yakınları üzerinde tesirleri olacak, davra­nışlarıyla onlara örnek teşkil edeceklerdi. Zira İslam'ı sadece bir tek yolla ve bir tek üslupla yayılmaz, onun yayılması için çeşitli yollar ve yöntemler vardır. Bunlardan biri açık davettir. Bir diğeri müslümanm göstereceği davranışlardır. Bir başka usulü ise güç kullanmaktır...

Müslümanlann arasından kaçarak Kureyşiilere iltihak edenle­rin bir daha iade edilmemesi maddesine gelince: Bu da lehde bir şarttı. Çünkü biz müslümanlar, aramızda casusların yaşamasın­dan hoşlanmayız. Aslında İslam'dan dönen kimsede hayır da ol­maz. Hatta aramızda bulunurken biri îslamdan dönecek olursa onun cezası İslam kanunlarına göre idamdır. Bu barış, ayrıca müş­riklerin müslümanları statü ve güçleriyle açıkça tanıması anlamı­na geliyordu.

Müslümanlar böyle bir neticeyi aslında uzun süre hararetle aramışlardı. Hatta Hz. Peygamber (sav)'in Medine'ye hicret ettiği günden beri bu arayışın içindeydiler. îşte bu barış sayesindedir ki

Huzaa gibi (Mekke'ye çok yakın bir mesafede yerleşik bulunması­na rağmen) bazı kabileler müslümanlarla ittifaka girdiler. Umre zi­yaretini ise gelecek sene yapılacaktı. Ne varki müslümanlar, içine girdikleri psikolojik baskı nedeniyle o anda bu barışın boyutlarını idrak edememişler, dolayısıyla Hz. Ömer örneğinde görüldüğü üzere tepkiler göstermişlerdi. Üstelik tam bu sırada bazı olaylar cereyan etti ki müslümanlann, içinde bulunduğu gerilimi daha da arttırdı. Daha büyük bir hadise meydana gelebilirdi.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) ile Kureyş Elçisi Süheyl Bin Amr arasında barış antlaşmasının yazılmakta olduğu sırada, antlaşma­nın tam kesinleştiği ve her şeyin bittiği bir anda, bu elçinin, müs-lüman olmuş ve bu yüzden zincire vurulmuş olan bizzat oğlu Ebu Cendel Bin Süheyl, bağlı olduğu zincirler içinde sürüne sürüne oraya geldi ve Hz. Peygamber (sav)'e doğru yaklaştı. Babası yerin­den fırlayıp çocuğunun üzerine çullanarak O'nu feci şekilde döv­dü. Bu sırada da Hz. Peygamber (sav)'e dönerek:

"Bak Ey Muhammedi Bu çocuk sana gelip katılmadan önce aramızdaki mesele bitmiştir!" dedi.

Hz. Peygamber (sav) çaresizlik içinde O'na "Doğru söylüyor­sun!" demekten başka bir şey yapamadı.

Bu sırada Ebu Cendel avazı çıktığı kadar "Ey Müslümanlar! Beni dinimden döndürsünler diye tekrar müşriklere iade mi ede­ceksiniz?" diye bağırmış, müslümanlann, içinde bulunduğu geri­limi daha da arttırmıştı.

Hz. Peygamber, çok nazik olan bu durumu idare edebilmek için, bu esir müslüman gence şunları söyleyerek Onu bir çeşit te­selli etmeye çalıştı:

"Ey Ebu Cendel! Sabret ve kendini Allah'a ada. Allah sana ve seninle beraber bulunan ezilmişlere yakında bir kurtuluş kapısı açacaktır. Biz bu adamlarla aramızda bir barış antlaşması yap­mış bulunuyoruz. Onlara söz verdik. Onlar da Allah huzurunda bize söz verdiler. Anlaşmalarını çiğnemeyiz."

Bu manzarayı seyreden Hz. Ömer dayanamayarak Ebu Cendel'e doğru yürüdü. O'na yaklaşarak, bir yandan:

"Dişini sık biraz daha sabret" gibi sözlerle onu teselli etmeye çalışırken diğer yandan da O'na gizlice bir kılıç uzatmaya teşebbüs etti. Bu hareketiyle sanki O'na:

"Babanı vur! Ve müslümanların arasına dal kurtul." demek istiyordu, ama olamazdı. Çünkü müslümanların verdiği sözü im­zaladıkları anlaşmayı ne hissi şeyler ne de maddi ve dünyevi çıkar­lar bozamazdı. Karşı cephe sözüne bağlı olduğu müddetçe onlar da verdikleri söze bağlı kalacaklardı.

Artık barış antlaşması yapılmış, müslümanların kurbanlarını kesip Medine'ye dönmekten başka bir işleri kalmamıştı. Hz. Pey­gamber (sav), sahabilerinden, kurbanlarını kesmelerini istedi. Fa­kat işi ağırdan aldılar, içinde bulundukları can sıkıntısından dola­yı duymamazhktan geldiler. Hz. Peygamber (sav) bu durumu gö­rünce dehşetinden hemen çadırına girdi. İçeride bulunan hanımı Ümmü Seleme'ye heyecan içinde:

"Müslümanlar helak oldular (emrime karşı gelmekten dolayı mahvoldular)!" dedi. Ümmü Seleme:

"Ne yaptılar ki?" diye merakla sorunca şu cevabı verdi:

"Onlara emrettim, emrimi yerine getirmediler. Kendilerin­den kurbanlarını kesmelerini istedim, yapmadılar!"

Bunun üzerine Ümmü Seleme şu tavsiyede bulundu, dedi ki:

"Eğer önce sen onların önünde kurbanını kesersen onlar da sana uyarlar."

Hz. Peygamber (sav) de öyle yaptı. Çadırından çıkıp Önce tıraş oldu. Sonra kurbanını kesti. Onun, böyle yaptığını gören müslü-manlar da aralarında yarışırcasına tıraş oldular, her biri süratle kurbanını kesti.

Hz. Peygamber (sav), sahabileriyle birlikte toparlanarak Medi­ne'ye döndü. Şehre ulaşır ulaşmaz yanlarına Ebu Basîr Utba Bin Useyyid gelerek iltica etti. Bu zat Velîd Bin El-Velid, Seleme Bin Hişam ve Ayyaş Bin Ebi Rabia gibi Mekke'de göz altında bulundu­rulan müslümanlardan biriydi. Ancak Medine'ye varır varmaz pe­şinden Benî Amir kabilesinden bir adam, yanında bir azadlı köle bulunduğu halde gelip Hz. Peygamber (sav)'e başvurdular. O'na, Alınes Bin Şurayk ve Ezher Bin Abdi Avf dan bir mektup verdiler, (kaçanın geri iade edilmesini istiyorlardı.) Hz. Peygamber (sav), Ebu Basir'a şöyle dedi:

"Ey Eba Basir! Biliyorsun ki adamlara bir söz verdik. Dinimiz­de verilen sözden caymak doğru değildir. Sana ve seninle birlik­te olan ezilmişlere ise Allah yakında bir kurtuluş kapısı açacaktır. Sen var da halkına dön!"

Ebu Basir Hz. Peygamber (sav)'e cevaben:

"Ya Rasulallah! Beni dinimden döndürmeye çalışan müşrik­lere mi iade ediyorsun?" diye yakınınca Hz. Peygamber (sav) bu kez de O'na şöyle dedi:

"Ey Eba Basîr! Sana yürü git diyorum, Allah yakında sana ve beraberinde bulunan ezilmişlere bir kapı açacaktır!"

Bunun üzerine Ebu Basir bu iki muhafızın gözetiminde yola çıktı. Zü'1-Hulayfa mevkiine varınca Ebu Basir bir yolunu bularak muhafızlardan Amiroğulları Kabilesinden olanın kılıcını ele geçi­rip onu öldürdü. Hem kendisi hem de diğer muhafz (azadlı köle) Hz. Peygamber (sav)'e döndüler. Ebu Basir O'na:

"Ey Allah'ın Elçisi! senin antlaşmaya bağlılığın yerine gelmiş oldu. Allah Teala senin bu yükümlülüğünün yerine gelmesini ko­laylaştırdı. Sen beni antlaşmah olduğun tarafa elinle teslim ettin. Ben ise dinimden döndürülmeye karşı direnmiş bulunuyorum."

Bu sözleri duyan Hz. Peygamber (sav) O'na gücenir gibi bir ta­vırla:

"Anası veyl olsun adamın! Beraberinde birkaç kişi daha bu­lunsa savaş çıkartacak" diyerek, Medine'yi terk etmesini emretti. Ebu Basîr, çaresiz çıkıp, Mekke ile Medine arasında sahildeki El-Iys Mevkii'ne inip burada, Kureyş ticaret kafilelerinin Şam'a gidiş güzergahı üzerinde mekan tuttu. O'nun burada pusuya yattığını duyan Mekke'deki diğer müslüman esirler de fırsat buldukça kaçıp kendisine iltihak ettiler. O'na yetmiş kişi katıldı. Kureyşlilerden ki­mi yakalıyor idiyseler öldürüyor, mallarını ele geçiriyorlardı. Etra­fa dehşet saldılar, öyle ki Kureyşliler bunlardan bizar oldular. Do­layısıyla mecbur olup Hz. Peygamber (sav)'e yazı göndererek bun­ları barındırmasını, Medine'ye girmelerine müsaade etmesini rica ettiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) onları davet etti. Onlar da gelip Medine'ye yerleştiler.

Bunlardan sonra Ukba Bin Muayyıt'm Kızı Ümmü Gülsüm de

bir fırsatını bulup Medine'ye iltica etti. Peşinden iki kardeşi Am-mara ve Velid O'nu izleyerek iade aîmak üzere Medine'ye geldiler. Hudeybiye barış şartlarına göre sözde O'nu geri götüreceklerdi. Ancak Hz. Peygamber (sav), isteklerini reddetti. [3]

 



[1] Bu sövgü şekli arap cahiliyet devrinin geleneklerinden idi. Hz. Ebube-kir'in böyle bir ifadeyi kullanmış olduğunu tereddütle veya hayretle karşılayan­lar bulunabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki her şeyden önce geleneklerin çok kalıcı etkisi vardır. Ayrıca seviyesiz bir müşrik kişinin aşağılanmasında -Kur'an ölçülerine göre- Allah'ı gücendirecek hiç bir şey yoktur. Kaldı ki onlar da müslü-nıanları aşağılamak için her türlü bahaneyi icad ederek ağızlarına geleni söyle­mekten hiç bir zaman çekinmezler. Özellikle günümüzde laikçi müşriklerin, el­lerindeki medya gibi en etkili iletişim araçlarıyla milyonlarca müslümana her gün ne kadar hakaretler yağdırdıkları, bunun en çarpıcı örneği ve kanıtıdır. (Mü­tercim)

[2] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 187

[3] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 185-192; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 282-304

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/149-162.