14- HALİD BİN VELİD'İN İSLAMA GİRMESİ2

Amr İbn'ul-As'ın Müslüman Oluşu. 3

Buza Kabilesvnin İslama Girmesi5

Kralların Ve Prenslerin İslama Davet Edilmesi5

Abdullahoğlu Galib Harekatı6

Şüca' Bin Vehb Harekatı6

Kaab Bin Umeyr Harekatı6

Mute Savaşı6

Zatu's-Selasil Savaşı9


14- HALİD BİN VELİD'İN İSLAMA GİRMESİ

 

Tarihte bazı şahsiyetler liderlik ya da önemli hesaplaşma sa­vaşlarında büyük bir yere sahip oldukları için onların hayat seyri­ni değiştiren olaylara göz atmakta yarar vardır. İşte Halid Bin Velid bu şahsiyetlerden biridir. Halid Bin Velid'in İslama girmesi O'nun hayat seyrini değiştirmiştir.

İslam ordusunu sevk ve idarede O'nun çok büyük rolleri oldu­ğu için, O'nun ve emsallerinin bu dine girmesi olayını dikkatle in­celemek gerekir. Halid, katıldığı bütün savaşlarda Kureyş'in en bü­yük cengaverlerinden biriydi.

Babası da Kureyş'in en büyük zenginlerinden ve İslama karşı çetin mücadele vermiş ünlü şahsiyetlerinden Velid Bin EI-Mugi-ra'dır Bedir Savaşı'ndan önce Mekke'de müşrik olarak ölmüştü. Ölümüyle birlikte oğlu Halid Kureyşin ünlü bir silahşoru olarak şöhret kazandı. Müslümanlara karşı Uhud, Ahzab ve Hudeybi-ye'de verilen savaş ve mücadelelerde müşriklerle birlikte katılmış­tı. Ancak sonra müslüman oldu.

Halid Bin Velid İslama girmesini şöyle anlatmaktadır:

"Allah Teala hakkımda hayır dileyince kalbime, İslama karşı bir meyil koydu, rüşdümü bana ihsan etti. {Mantıklı düşünmemi müyesser kıldı.)

Kendi kendime dedim kfc Muhammed aleyhinde şu kadar sa­vaşa katıldım. Fakat her savaşın sonunda gördüm ki hiç bir şey yapamamışım. Muhammed ise sonunda zafer elde edecektir.

Hz. Peygamber Hudeyjbiye'ye gelifîğı sırada, ben de müşrik­lere ait bir süvari birliğiriîri başında, (müslümanlafın-konakladı-ğı yere doğru) hareket ettim. Hz. Peygamber ve sahabileriyle Us-fan mevkiinde karşılaştım. Tam hizalarında durup bir boy gös­terisinde bulunduk. O, karşımızda sahabileriyle birlikte öğle namazına durdu. Tam o sırada üzerlerine doğru bir hamle yap­mak istedik. Sonra niyetimiz değişiverdi, psikolojik bir çökün­tüye uğradık.

Onunla beraber bulunan topluluk içinde çok değerli şahsi­yetler vardı. Hz. Peygamber niyetimizin bozuk olduğunu anla­mıştı. Bu sebeple ikindi Namazını Korku Namazı usulü ile kıldır­dı. Onların bu değişik namaz şeklî hepimizi çok etkiledi. Dedim ki: Bu adama dokunulamaz! Sonra da çekilip gittik. O da ordusu­nu alarak peşimizden ayrılıp başka bir güzergaha saptı. Biz de sağ yönü izleyerek ayrıldık. Hudeybiye'de Kureyşiler O'nunla antlaşma akdetmek zorunda kalarak ancak uzaklaşmasını temin edince içimden:

"Artık geriye ne kaldı? dedim. Yoksa Necaşiye mi gidip sığma­yım, O Necaşi ki Muhammed'in adamı olmuş! Arkadaşları O'nun himayesinde güven içinde oturuyorlar? Yahud Roma İmparatoru Herakleios'a [1] mı gidip sığınayım, dinimi değiştirip hıristiyan ya da yahudi mi olayım? Veya Pers ülkesine mi gideyim? Ne yapayım, yoksa ülkemde, geriye kalanlarla birlikte kalıp bu işin nereye vara­cağını mı bekleyeyeyim? diye düşünüp çeşitli kurtuluş yollarının arayışı içine girdim.

Ben işte bu açmazın içinde böyle bocalayıp dururken Hz. Peygamber bu kez Umresini kaza etmek için sahabileriyle tekrar geldi. Ben o sırada ortalıktan kayboldum ve Mekke'ye girişlerini görmedim. Vaktiyle müslümanlığı kabul etmiş bulunan Kardeşim Velid de Hz. Peygamber'le birlikte Umre için gelmişti. O sıra­da beni aramış, bulamayınca bana bir mektup göndermişti.

Mektubunda şöyle diyordu:

"Rahman ve Rahim olan Allah'ın adıyla,

Bu kadar akıllı bir insan olmana rağmen İslamı benimseme­mene hayret ediyorum! Halbuki bugün artık İslamı bilmeyen kal­dı mı?

Hz. Peygamber (sav), seni bana sordu:

- Halid nerededir? dedi. O'na:

- Allah O'nu getirecektir, dedim. Sonra:

- O'nun gibi biri -nasıl olur da- İslamı tammamazlık eder diye hayretini ifade etti. Ve şöyle dedi:

-  Eğer ezici gücünü kullanmak istiyorsa, bunu müslümanlar lehinde kulanması daha hayırlıdır. Fakat O, bu gücünü, başkası için kullanmayı tercih etti."

"Ey Kardeşim! Gel aklını başına topla da kaçırdığın fırsatları yeniden elde et."

Biraderimin bu mektubu elime ulaşınca hemen Mekke'den ayrılmak için havaya girdim. Islama karşı içimde bir rağbet doğ­du. Bilhassa Hz, Peygamber (sav)'in beni sormuş olmasına çok sevindim.

Rüyamda da kuraklığın hüküm sürdüğü bir ülkede olduğumu gördüm. Sonra bu ülkeden ayrılarak yemyeşil ve geniş bir memle­kete gidiyordum. Uyanınca bu hayra alamet çok güzel bir rüya, dedim. Medine'ye varınca da bu rüyamı önce muhakkak Ebu Be­kir'e anlatacağım, diye niyet ettim ve kendisine anlattığımda:

"Senin o kurak ülkeden çıkman, küfürden çıkıp İslama girdi­ğine alamettir" diye yorumlamıştı.

Hz. Peygamber (sav)'e gitmeyi kesin olarak kararlaştırınca, birlikte ayrıca kimleri götüreceğimi düşünmeye başladım. Bu sıra­da Safvan Bin Ümeyye'ye rastladım. O'na:

"Ey Vehb'in babası! Şu içinde bulunduğumuz (kötü ve istik­rarsız) durumu görmüyor musun? Artık kökü çürümüş birer diş­ten farkımız yok. Muhammed ise Arabi da Acemi de sonunda di­ze getirdi. Şimdi ne dersin, gidip O'na tabi olalım. Çünkü Mu-hammed'in kazanmış olduğu üstünlükler bir bakıma bizim üs­tünlüğümüz sayılır."

Safvan bu söylediklerimi şiddetle reddetti. Ve:

- Benden başka bir tek kişi bile kalmayacak olsa yine de O'na gidip asla tabi olmayacağım dedi. Bunun üzerine ayrıldık. Sonra içimden "Bu adamın kardeşi ve babası Bedir'de öldürüldü. Onun için bu tepkiyi gösteriyor" dedim. Dolaşırken bu kez de Ebu Ce-hü'in oğlu îkrime'ye rastladım. Safvan'a yaptığım teklifin aynısını O'na da yaptım. O da Safvan'in verdiği cevabın aynısını verdi.

Ancak kendisine:

"Sakın bu sırrımı kimseye açma! diye ricada bulundum. Ka­bul etti. Oradan evime dönüp hayvanımı hemen hazırlamalarını söyledim. Binip yola koyulduktan bir süre sonra Osman Bin Tai-ha'ya rastladım. îçimden bu benim samimi dostumdur. O'na şu niyetimi açıversem diye düşündüm ve o sırada öldürülen yakınla­rından söz etmek gibi bir şey aklımdan geçti. Sonra kendi kendi­me: Neyine gerek, şu anda bir amaç uğrunda yola koyulmuş gidi­yorsun, dedim. Kestirmeden kendisine meseleyi açtım ve O'na şöyle dedim:

- Arkadaşım! Biz, bir çukura düşmüş ve oradan bir türlü çıka­mayan bir tilkiye benziyoruz. Halbuki o çukura kovalarla su dö­külür doldurulursa tilki oradan çıkabilecektir."

Sonra diğer iki arkadaşıma söylediklerime benzer bazı şeyler daha söyledim. Hemen cevap vermek istedi. Ona:

- Bak işte şu mesele için Medine'ye gidiyorum, dedim:

-  Ben de gelmek istiyorum. Binek hayvanım da Fakh Vadi-si'nde hazır duruyor, dedikten sonra, Ye'cüc'de buluşmak üzere ayrılırken (kim önce varırsa diğerini beklesin) diye sözleştik ve hareket ettik. Şafak sökmeden Ye'cüc'de buluştuk. Yolumuza devam ederek Hedde'ye varınca orada Amr Bin El-As'a rastladık.

Bizi görünce

- Merhaba arkadaşlar, dedi. Merhaba dedik.

- Nereye böyle, diye sordu. Biz de O'na:

-Ya sen nereye? dedik. Sonra İslama girmek ve Hz. Peygam-ber'e tabi olmak istediğimizi kendisine anlattık. O da aynı istekle geldiğim açıkladı.

Birlikte Medine'ye kadar gittik. Medine civarındaki Harra'da hayvanlarımızdan indik. Geldiğimiz, Hz. Peygamber'e haber veril­di. Bu habere çok sevindiğini duyduk. En güzel elbisemi giydikten sonra Hz. Peygamber (sav)'in huzuruna çıkmaya gittik.

Yolda kardeşim beni karşıladı ve bana heyecanla:

"Acele et, geldiğin hakkında Hz. Peygamber (sav)'e haber ve­rildi. Bu habere çok sevinmiş bulunuyor. Şu anda da sizi bekli­yor" dedi. Bunun üzerine biraz hızlandık. Yaklaşınca bana gülüm­seyerek baktı. Karşısında saygıyla durdum ve O'nun peygamberlik sıfatını zikrederek (Ey Allah'ın Elçisi!) diyerek kendisine hitap et­tim, Güler bir yüzle selamımı aldı. Olduğum yerde:

"Allah'dan başka ibadet edilmeye değer bir ilah yoktur, sen de O'nun elçisisin!" diyerek şahadet getirdim. Bana:

"Yaklaş!" dedi ve:

"Seni doğru yola erdiren Allah'a hamd olsun. Senin akıllı bir insan olduğunu biliyor, bu aklının seni hayırlı bir sonuca ulaştır­masını da umuyordum" buyurdu. Bunun üzerine:

"Ey Allah'ın elçisi! Bildiğin gibi o harplerde hakka karşı inat­la direndim. Beni affetmesi için Allah'a dua et!" diye kendisine yalvardım. Bana:

"İslam, kendisinden önceki günahları yok edicidir" buyurdu. Ben yine:

"Ey Allah'ın Elçisi ne olursun!" diye ısrar edince:

"Allah'ım, kullarını senin yolundan çevirmek için Velid oğlu Halid'in işlediklerini affet!" diye dua etti.

Benden sonra Osman Bin Ebi Talha ve Amr Bin El-As da yak­laşarak Hz. Peygamber (sav)'in elini sıktılar. Ona bey'at ettiler.

Medine'ye bu gelişimiz Hicretin sekizinci yılı Safer ayma rast­lamıştı. Yemin ederim ki Hz. Peygamber (sav), dara düştüğü konu­larda sahabilerinden hiç birini benimle bir tutmuyor (bana daha ağırlık veriyor)du.[2]

 

Amr İbn'ul-As'ın Müslüman Oluşu

 

Amr İbn'ul-As müslüman oluşunu şöyle anlatıyor, diyor ki: "Ben îslamdan uzak ve ona karşı inatçı bir tutum içindeydim. Müşrik ordusunda müslümanlara karşı Bedir Savaşı'na katıldım, bundan sağ kurtuldum. Sonra Uhud Savaşi'na katıldım, bundan da sağ kurtuldum. Daha sonra Hendek Savaşı'na katıldım yine sağ kurtuldum. Sonra kendi kendime:

"Bu iş nereye varacak? Vallahi sonunda Muhammed Kureyş'i yenecektir!" dedim. Sonra mal varlığımı yakınlarıma emanet ettim ve dostlarımla da ilişkilerimi kıstım. Hudeybiye barışı akdedilip Hz. Peygamber (sav) Medine'ye gittikten sonra Mekke'ye Kureyşli-lerin yanına dönüp onlara şöyle demeye başladım:

"Bakın! Muhammed ve yandaşları sonunda gelip burayı ele geçireceklerdir. Dolayısıyla ne Mekke'de ne de Taif'de artık otu­rulamaz ve bu diyardan çekip gitmekten daha iyi çare de yoktur."

Ben bu sözleri söylerken henüz Îslamdan pek uzaktım ve bü­tün Kureyşliler müslüman olsa dahi Islamı asla kabul etmeyecek bir görüşteydim. Mekke'ye gelip yakınlarımdan birçok kimseyi ça­ğırıp topladım. Bunlar görüşlerimi paylaşıyor, sözümü dinliyor ve önemli hadiselerde beni önde tutuyorlardı. Onlara:

- Benim, aranızdaki yerim nedir? diye sordum.

- Uğurlu ve bereketli görüşleriyle bizim akıl hocamız ve büyü-ğümüzsün, cevabını verdiler. Bunun üzerine şunları söyledim:

"Vallahi bilmenizi isterim ki Şu Muhammed'in davasının deh­şetli bir şekilde gelişeceği kanaatindeyim. Bu sebeple benim bir görüşüm var, dedim.

- Nedir, açıklar mısın? diye merak ettiler, dedim ki:

Gelin, Habeş Kralı'na sığınalım. Onun yanında kalalım. Eğer Muhammed üstün gelecek olursa Necaşi'nin (Habeş Kralının) hi­mayesinde kalırız. Muhammed'in himayesinde kalmaktansa O'nun himayesinde kalmak daha iyidir. Yok eğer Kureyş üstün ge­lecek olursa zaten kim olduğumuzu anlayacaklardır!.."

Beni dinleyen yakınlarım:

"- En mâkul görüş işte budur" dediler. Onlara:

- Habeş Kralına hediye olarak götürmek üzere, elinizde ne gibi değerli şeyler varsa toplayın getirin, dedim. Bizim de memleketi­mizin en değerli hediyesi deri idi (Deriden yapılmış eşya idi.) Bü­yük miktarda deri eşya topladık ve nihayet Necaşi'ye gittik. Biz ya-mndayken, Hz. Peygamber (sav)'in elçisi Amr Bin Ümeyye Ed-Damrî de huzuruna çıktı. Hz. Peygamber (sav), Kirala O'nunla bir mesaj göndermişti.

Bu mesajda: Habeşistan'daki müslüman muhacirlerden dul kalmış Ebu Süfyan Kızı Ümmü Habibe'yi zevce olarak istediğini, dolayısıyla nikahını kıymasını, ülkesinde bulunan müslüman göç­menleri ve başlarındaki Ebutaliboğlu Cafer'i kollamasını ve islam dinini kabul etmesini istiyordu. Amr Bin Ümeyye Kralın huzuru­na girip mesajı ilettikten sonra çıkıp gitti.

Arkadaşlarıma:

- Şu gördüğünüz adam Amr Bin Ümeyye idi. Kralın huzuruna girip şu adamı istesem, bana teslim etse de boynunu vursam, de­dim. Eğer bunu yapacak olursam Kureyşliler çok sevinecektir.

Çünkü öçlerini almış, Muhammed'in elçisini vurmuş olurum. Bu niyetle Necaşi'nin huzuruna çıktım. Daha önceleri de yaptığım gi­bi önünde diz çöküp secde ettikten sonra bana:

"Hoşgeldin dostum" dedikten sonra "Bana memleketinden bir hediye getirdin mi?" diye sordu.

"Evet kıral Hazretleri, size çok miktarda deri eşya getirdim."

deyip hediyeleri sundum. Çok beğendi. Bir miktarım patriklerine dağıttı. Sonra geriye kalanını da gösterdiği bir yere koymalarını, listesinin yapılıp korunmasını emretti. Kralın sevindiğini görünce O'na şöyle dedim:

"Kral Hazretleri! Demin huzurundan bir adamın çıktığını gördüm; Bu adam, düşmanımız olan Muhammed'in elçisidir. Bu adam bize zulmetti. Eşrafımızı ve en iyi adamlarımızı öldürdü. Şimdi senden ricam: Bu adamı bana teslim et de boynunu vura­yım." Bu sözlerimi duyan Kral müthiş öfkelendi ve elini kaldırıp burnumun üzerine bir yumruk inirdi. Ben burnum kırıldı zannet­tim. Burnumun iki deliğinden kanlar fışkırmaya başladı. Elbisem­le kanı durdurmaya çalıştım. O kadar çiğnenmiş oldum ki bu yüz­den, yer yarılsa da yerin dibine geçsem istedim.

İlk şoku atlattıktan sonra Kral'a dedim ki:

"Haşmetmeab! Eğer bu kadar üzüleceğini bilseydim sana bu teklifi yapmazdım." Kralın bu sözlerim üzerine duygulandığını, utandığını pişmanlık duyduğunu gözledim. Sonra bana:

"Ey Amr! Hz. Musa'ya ve Hz. isa'ya olduğu üzere Namus-i Ek-ber'in [3] kendisine Allah'dan mesaj getirdiği bu zatın elçisini sana teslim edeyim de O'nu öldüresin Öyle mi? diye ciddi tavrını gös­teren bir cevap verdi. İşte o anda düşüncelerim değişmeye başla­dı. Kendi kendime:

"Arabmdan Acemine herkes bu gerçeği anladı da sana ne olu­yor!" diyerek kendimi kınadım. Sonra Krala:

"Peki kral Hazretleri sen O'nun, Allah'ın Elçisi olduğuna ina­nıyor musun?" diye sordum.

"Elbette! Ben Allah huzurunda buna şahadet ederim. Bak Ey Amr! Gel beni dinle de git O'na tabi ol. Allah'a yemin ederim ki O Hak yol üzerindedir. Ve nasıl ki Musa Firavun'a üstün geldiyse bu da düşmanlarına üstün gelecektir" cevabını verdi. Bunun üzerine Krala:

"O'nun adına beni İslama kabul eder misin?" dedim. "Tabi" dedi ve elini uzatarak elimi sıktı.

Ben de şahadet kelimesi getirerek müslüman oldum. Sonra emretti, bir leğen ve su getirdiler. Bizzat kendi eliyle yüzümdeki kanları yıkadı ve bana yeni bir elbise giydirdi. Çünkü elbiselerime kanlar bulaşmış, kanla dolmuştu. Onun için eski elbisemi attım ve ayrılıp arkadaşlarımın yanma vardım. Necaşi'nin bana giydirmiş, olduğu yeni elbisemi üzerimde görünce sevindiler ve:

"Adamından, istediğini alabildin mi?" diye merakla sordular. Onlara:

"İlk görüşme sırasında bu konuda O'na bir şey söylemeyi uy­gun bulmadım. Sonra tekrar huzuruna dönüp konuşacağım" di­ye geçiştirdim. Söylediklerime kanıp:

"Peki nasıl uygun görürsen öyle olsun" dediler.

Ben, bundan sonra sanki özel bir takım işlerim varmış gibi ar­kadaşlarımı atlatıp limana gittim. Yükünü almış, hareket etmek üzere bir gemi buldum. Binip Şabe'ye vardım. Gemiden indiğim­de bir miktar yol azığı da beraberimde vardı. Bir deve satın alıp bi­nerek Medine'ye yollandım.

Marru'z-Zahran'dan geçip Hedde'ye varınca benden biraz ön­ce iki kişinin daha buraya geldiğini, bir yere doğru yolcu oldukla­rını gördüm. Biri çadırın içindeydi, diğeri ise hayvanlarla meşgul­dü. Bir de baktım ki Halid Bin Velid.

"Nereye böyle?" diye sordum.

"Muhamm^d'e gidiyorum. Bütün dünya müslüman oldu. Geriye kalanlarda da tad tuz kalmadı. Allah'a yemin ederim ki: Durduğumuz yerde oturup kalırsak, kaplan nasıl ki ininde sıkış­tırıp enselenirse günün birinde biz de öyle enseleneceğiz!" diye cevap verdi.

"Vallahi ben de Muhammed'e gidiyorum, Artık İslamı istiyo­rum." dedim Osman da çadırdan çıkıp:

"Hoşgeldin" diyerek beni karşıladı. Sonra hep beraber binip Medine'ye vardık. O sırada bir adamın:

"Ya Rabbah, Ya Rabbah, Ya Rabbah!" diye yüksek sesle bağır­dığını hiç unutamıyorum.[4] Ebu Utba Kuyusu civarında bu adama rastladık. Onun bu sözlerini hayra yorumladık. Sonra bize bakar­ken şu sözleri söylediğini duydum:

"Bu iki zattan sonra Mekke yakayı ele verdi!" Bu sözlerle sanı­rım beni ve Halid'i kastediyordu. Sonra arkasını dönüp hızlanarak camiye doğru yürüdü. Zannedersem gelişimizle Hz. Peygamber (sav)'i müjdelemeye gidiyordu. Nitekim zannettiğim gibi çıktı. Biz Herre mevkiinde develerimizi çöktürüp indik. En güzel elbiseleri­mizi giyip şehre girdik. O sırada ikindi ezam okunuyordu. Daha sonra Hz. Peygamber (sav)'in huzuruna çıktık. Yüzü son derece se­vinçli idi. Bizim İslama girmiş olmamızdan dolayı. O'nun etrafın­da toplanmış bulunan müslümanlarm da çok sevinçli olduklarını gözledik. Önce Halid Bin Velid Hz. Peygamber (sav)'e yaklaşarak elini sıktı ve kendisine bey'at etti. Sonra Osman Bin Talha biat et­ti. Sonra da ben yaklaşıp karşısına diz çökerek saygıyla oturdum. Allah'a yemin ederim ki utancımdan başımı kaldırıp yüzüne bak­maya cesaret edemedim. Elini sıkıp bey'atte bulunduktan sonra beni affetmesi için Allah'a dua etmesini istedim. Şöyle buyurdu:

"İslam, kendisinden öncekini kesip temizler. Keza Hicret de hicret öncesi dönemi kesip temizler, (O dönem içinde işlenmiş günahlara keffaret olur.) "Yemin ederim ki İslama girdikten sonra Hz. Peygamber zor günlerde bana ve Halid'e verdiği önem ve ağırlığı sahabüerinden hiç birine vermedi. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer nezdinde de böyleydim. Fakat Hz. Ömer, Halid'e karşı öf­keli gibiydi [5]

 

Buza Kabilesvnin İslama Girmesi

 

Huzaa Kabilesi bir anda tamamen îslamı kabul etti. Zaten Hu-deybiye Antlaşması sırasında Hz. Peygamber (sav) ile ittifak içine girmişlerdi. Antlaşmadan kısa bir süre sonra da topyekün İslama girdiler.[6]

 

Kralların Ve Prenslerin İslama Davet Edilmesi

 

Hz. Peygamber bütün bu gelişmelerden sonra artık kralları ve devlet reislerini İslama davet etme zamanının geldiğine kanaat getirdi. Gerek Arap yarımadası içinde gerekse dışında bulunan bu yöneticileri Islama çağırmayı uygun gördü. Çünkü yahudiler artık ortadan yok olmuşlardı, Kureyşliler ise mütareke halindeydiler. Bedevilere gelince onlara devamlı olarak baskınlar düzenlemek gerekiyordu. Çünkü onlar buna alışkın idiler. Kendilerine karşı baskın düzenlenmediği takdirde onlar baskınlar yapacak, yol ke­secek hatta bizzat Medine'ye hücum edeceklerdi.

Hz. Peygamber (sav), devrinin krallarına mesajlarını şu elçiler­le yolladı:

1- Doğu Roma imparatoru Herakleios'a Dahya Bin Halife El-Kelbi'yi,

2- Pers İmparatoruna, Abdullah Bin Huzafe Es-Sehmi'yi,

3- Necaşi (Habeş Kralı)ye, Amr Bin Ümeyye Ed'Damri'yi,

4-  Roma'nın Mısır Eyalet Valisi Mukavkıs Cyrus'a Hatıb Bin Ebi Beltaa'yı,

5- Bahreyn Meliki El-Münzir Bin Savi'ye El-Ala' Bin El-Hadra-

6- Yemâme Emiri Hevze Bin Ali El-Hanefî'ye Seliyt Bin Amr'ı,

7- Horan Bölgesindeki Gassâni Emiri El-Haris Bin Ebi Şimr'e Şüca' Bin Vehb El-Esedî'yi,

8- Yemen Diktatörü EI-Haris El-Humeyri'ye El-Muhacir Bin Ebi Ümeyye'yi ve

9- Oman'ın kardeş kralları Ceyfer ve Ayyad Celendioğlu'na da Amr İbn'il-As'i gönderdi.

Bu kral ve prenslerden Bahreyn Meliki El-Münzir Bin Savi ve yakın geçmişte ölen Habeşistan Kralı'mn yerine geçmiş bulunan yeni kral İslamı kabul ettiler. Habeşistan Kralı, Ebutaliboğlu Ca­fer'in delaletiyle İslama girdi.

Keza Oman'ın kardeş kralları olan Celendi'nin iki oğlu ve Ye­men diktatörü El-Humeyri ile iki kardeşi de müslüman oldular.

Doğu Roma İmparatoru ve Mısır'daki Eyalet Valisi ise, menfa­atlerini ve tahtlarını kaybetmekten korkarak (içlerinden ikna ol­malarına rağmen) davete icabet etmediler.

Pers imparatoruna gelince bu bedbaht adam, Rasulullah'm mesajım yırtma cüretini göstererek büyük bir küstahlık örneği ver­di. Allah Teala da çok geçmeden tahtını ve tacını elinden alarak onu perişan etti. Devletini parçaladı.

Onun bu tavrına rağmen Yemen'e eyalet valisi olarak tayin et­miş olduğu Bazan adındaki zat îslamı kabul etti.

Gassanilerin Horan Meliki El-Haris Bin Şimr ise Medine'ye karşı savaş açacağı tehdidinde bulunurken, bu krallığın prensle­rinden Cebele Bin EI-Eyhem Hz. Peygamber (sav)'den aldığı bir mesaj üzerine İslamı kabul etti.

Yemâme Emiri Hevze Bin Ali El-Hanefi'ye gelince bu adam da tahtım elinden almadığı takdirde müslüman olmayı şart koştu. [7]

 

Abdullahoğlu Galib Harekatı

 

Hz. Peygamber (sav) Kinane Kabilesinin bir kolu olan Beni Leys'in Beni'l-Mulavvah oymağı üzerine Abdullahoğlu Galib ko­mutasında bir askeri birlik gönderdi.

Bunlar, Beni Ğifar Kabilesi yurdunun güneyinde deniz sahi­linde bir yerdeydiler. Yirmi kişiden daha az olmasına rağmen bu askeri birlik görevini büyük bir başarı ile yerine getirdi. Çünkü bir­kaç kişiyi öldürdüler. Sürüleri alıp getirirlerken kabile adamların­dan oluşan büyük bir topluluk onların üzerine geldi.

Ancak tam bu sırada büyük bir sel koptu bu kalabalıkla müs­lüman müfrezenin arasını böldü. Dolayısıyla birlik Medine'ye, hiç bir engel ve eziyetle karşılaşmadan vardı.[8]

 

Şüca' Bin Vehb Harekatı

 

Hz. Peygamber, Taif in doğusunda yerleşik bulunan Hevazin Kabilesi üzerine Şüca' Bin Vehb komutasında yirmidört kişilik bir askeri birlik gönderdi. Müşrikler harekatın haberini alınca çok korktular. Birliğin büyük bir sayıdan oluştuğunu, küçük bir müfre­zenin bu kadar uzak bir mesafeye gönderiiemeyeceğini sanmışlar­dı. Bu sebeple erkekler kadınları müfrezenin elinde terkederek da­ğılıp kaçtılar. Askerler, koyun sürülerini alıp Medine'ye döndüler.

Bu hadiseden sonra Hevazin Kabüesi'nden bir heyet Hz. Pey­gamber (sav)'e müracaat ederek müslüman olduklarını ifade edip kadınlarının geri verilmesi isteğinde bulundular. O da askerlerle bu konuda görüştü. Hz. Peygamberi kırmadılar, kadınlarını geri verdiler. [9]

 

Kaab Bin Umeyr Harekatı

 

Hz. Peygamber (sav) Kaab Bin Umeyr başkanlığında ondört kişiyi Güney Şam bölgesine göndererek onları insanlara İslamı an­latmakla görevlendirdi.

Fakat bu bölgenin yerlileri olan Gassaniler onların üzerine hü­cum ettiler.

Aralarında cereyan eden çetin bir çarpışmadan sonra hepsini şehid ettiler [10]

 

Mute Savaşı

 

Suriye'ye, Mısır'a, Kuzey Afrika sahillerinin tamamına Ana­dolu'ya ve daha başka bölgelere de hakim olan Bizanslılar Arap­lara hep aşağılayıcı bir gözle bakarlardı. Çünkü birbirlerine karşı daima baskınlar düzenlediklerini, sırf geçim için yağma ve ça­pulculuğu adet haline getirmiş bulunduklarını duyuyorlardı. Ay­rıca Arap yarmadasınm verimsiz ve fakir bir toprak olduğunu da biliyorlardı. Bilhassa kuraklığın hüküm sürdüğü yıllarda Arap ka­bileleri bulundukları yerlere komşu olan bölgelere saldırı düzen­lerlerdi.

Bu sebeple Rumlar bu akınlara karşı durma işini çok kere Araplardan müttefikleri olan Gassaniler'e havale eder, böylece bu gaile ile bizzat meşgul olmaktan, bu dertle kafalarını yormaktan kendilerini kurtarmış olurlardı.

İslam ortaya çıkınca önceleri, Araplara karşı olan bu bakış açı­larında bir değişiklik olmadı. Fakat Medine'den kovulan yahudiler Şam topraklarına peyderpey göç edince buna ek olarak Hz. Pey­gamber (sav)'in mektupları krallara ve prenslere ulaştıktan sonra onlardan kimisi inanıp kimisi de Herakleios örneğinde olduğu gi­bi tahtından tacından olacak diye teklifi reddedince, İslamm uyandırdığı bu yankıya karşı fanatik kilise çevreleri büyük bir kin beslemeye başladılar.

Eğer kralllarm, saltanatlarından mahrum kalma korkusu ol­masaydı kısa zamanda devletleri müslümanlarm başkenti olan Medine'ye bağlanacaktı.

îslama karşı kin ve nefretle dolan kalpleri neredeyse çatlaya­cak oldu. Müttefikleri olan Gassaniler'i de müslümanlara karşı nefretle dolduruşa getirdiler ve müslümanlar tarafından onlara doğru ulaşacak en ufak bir izi dahi silip süpürme işini onlara ha­vale ettiler. İşte bu sebepledir ki Gassaniler Kaab Bin Umeyr baş­kanlığındaki ondört İslam davetçisini katlettiler.

Keza Gassanî prenslerinden Şurahbil BinAmr, Mute'de rastla­dığı Hz. Peygamberin elçisi EI-Haris Bin Umeyr El Ezdi'yi şehid etti. Ona rastladığında nereye gitmek istediğini sormuş o da Şam'a gideceğini söylemişti.

Bunun üzerine:

"Olaki sen de Muhammed'in elçilerinden birisin?" diye sor­muş, o da;

"Evet ben Rasulullah'm elçisiyim" cevabını verince, prens O'nu zincire vurdurmuş ve şehid oluncaya kadar böylece bağlı bı­rakmıştı.

Gassanîler bununla da kalmadılar. Gassani Meliki Elharis, Arap yarımadasına karşı savaş açma ve Medine'yi işgal etme teh­didinde bulundu. Hz. Peygamber (sav), müslümanlarm, akıncı Arap kabileleri gibi gözlerinin vurgun ve yağmada olmadığını is-bat etmek ve gerek Rumlara, gerekse uşakları olan Gassanîler'e müslümanlarm gerçek yüzünü göstermek istedi.

Müslümanların birtakım sebepler ve gerekçelerle hiç bir za­man savaş yapmak arzusunda olmadıklarını, esasen kendilerini İslam davasına adamış bulunduklarım, hem sonra güçlerinin be­devi Arap Kabilelerinkinden farklı olduğunu, dava uğruna müca­dele etmenin, vurgun ve yağma için yapılan baskınlara kesinlikle benzemediğini, hatta bu mücadelenin, bir toprak, vatan, arazi, mera ve su mücadelesi de olmadığını göstermek istedi.

Hz. Peygamber (sav) bu amaçla, daha önce bazı askeri çıkar­maları sevk ve idare ederek cesaret ve manevralanyla kendini is-bat eden Zeyd Bin Harise komutasında üç bin kişilik bir orduyu Bi­zanslıların üzerine gönderdi: Zeyd isabet alacak olursa, O'nun ye­rine Cafer Bin Ebitalib geçsin; O da isabet alacak olursa yerine Ab-dulah Bin Ravvaha geçsin; O da isabet alacak olursa müslümanlar istediklerini başlarına komutan olarak seçsinler, buyurdu.

Halid BinVelid de bu ordunun içinde bulunuyordu. Bu, O'nun İslam ordusuna ilk katılışıydı. Çünkü Halid müslüman olalı henüz üç aydan fazla bir zaman geçmemişti. Hicretin sekizinci yılının Safer Ayı başlarında Medine'ye müslüman olarak gelmişti. Bu ha­rekât da aynı yılın cemaziyelevvel ayı başlarında tertip edildi.[11]

İslam ordusu hareket etti ve bu haber Bizans'ın Güney Suriye Eyalet Valisi Şurahbil Bin Amr'a ulaştı. O da bir yandan olayı Bi­zans'a haber verirken diğer yandan da Bizanslılara bağlı Arap ka­bilelerinden savaş için adam toplamaya başladı. Kardeşi Sedus'u da İslam ordusu hakkında keşif ve istihbarat faaliyetlerinde bu­lunmak üzere elli kişilik bir savaşçı birliği başında önceden yola çı­kardı. Ancak Sedus, Vadil-Kura mevkiinde müslümanlara yakala­nıp öldürüldü.

Prens Şurahbil kardeşinin öldürülmesi üzerine dehşetli bir korkuya ve paniğe kapılarak Bizans'tan imdat istedi. O sırada Bi­zans kralı Herakleios da Kudüs'te bulunuyordu. Nihayet Bizans'ın yüzbin kişilik imdat kuvvetleri geldi. Bu kuvveti göndermekle du­rumun gerçekten ciddi olduğuna inanmışlardı. Çünkü Arap kabi­leleri üzerine asker göndermek gibi bir adetleri yoktu. Arap kabi­lelerinin sınırlara yaptıkları akınları, öteden beri buradaki eyalet güçleri defetmeye çalışıyordu. Bu bakımdan buralara kuvvet yığ­maya ve Bizans'a bağlı Arap kabilelerinden asker toplamaya da hiç bir zaman ihtiyaçları olmamıştı.

Fakat bu kere Bizans'ın merkezinden ilk defa acil imdat isten­mişti. Bununla birlikte onlar da Bizans'a bağlı kabilelerden ve müttefiklerinden yüzbin kişi kadar bir güç topladılar. Bizanslılar tarafından da Herakleios'un kardeşi Theodore komutasında yüz­bin kişilik bir kuvvet daha gönderildi. İslam ordusuna Bizans ve müttefiklerinin hazırladığı kuvvet hakkında haberler geldi. İslam ordusu bu sırada Maan'a ulaşmıştı. Burada durup nasıl hareket edeceklerine dair istişarede bulundular.

Bir kısmı, Medine'ye haber vermeyi, takviye kuvvet istemeyi ve cevap gelinceye kadar beklemeyi Ön gördüler. İkinci kısmın görü­şü ise karşılaşmaktı. Onlara göre cihad asker sayısına ve düşmanın birtakım askeri hesaplarına bağlı değildi. Böylece beklemekle de düşmanı bıktırmış olamazlardı. O halde ya geri dönülecekti ki böyle bir şey düşünülemezdi veya düşmanla karşılaşılacaktı.

Bu arada ikinci alayın sevk ve idaresinden sorumlu ve üçüncü derecedeki komutan Abdullah Bin Ravvaha şöyle bir konuşma yaptı:

"Arkadaşlar! Şimdi çekindiğiniz şey, aslında onu kazanmak arzusuyla yola çıkmış bulunduğunuz şeyin ta kendisidir ki o da şehid olmaktır. Biz esasen sayımızın çokluğuna veya gücümüzün üstünlüğüne güvenerek değil, Allah'ın bizi şereflendirmiş bulun­duğu bu yüce dini yaymak uğruna savaşıyoruz. Allah'a yemin ederim ki Bedir Savaşi'nda iki, Uhud Savaşi'nda ise birden fazla atımız yoktu, bunu gördüm. O halde hemen ileri atılalım, çünkü iki sonuçtan başka bir şey yoktur. Ya gazi olup düşmana üstün gelmek ki Peygamberimiz bunu bize vadetmiştir. Onun vadinin ise aksi düşünülemez, ya da şehid olur, bizden önceki şehid kar­deşlerimize cennetlerde kavuşuruz!"

Bu ateşli konuşma üzerine İslam ordusu galeyana geldi ve Başkomutan Zeyd Bin Harise düşmanla karşılaşmak üzere hemen hareket emri verdi.

Bizans ve müttefikleri ordusu, yüzbini Herakleios'un kardeşi Theodore'un komutasında, yüzbini de Malik Bin Rafıle EI-Belevî komutasında bulunan Arap kabile askerleri olmak üzere ikiyüzbin kişiden ibaretti.

Bu büyük orduyla beraber ayrıca onbinlerce sayıda at bulunu­yordu ki toplam ellibinden fazlaydı.[12]

Bütün bunlara karşılık İslam ordusu üçbin kişinin bile üzerin­de değildi. İslam Ordusu Mûte Mevkiine varınca düşman ordusu tarafından çember içine alınmak korkusuyla planlı savunma ted­birleri aldı. Bizans ordusu komutanları müslümanları bir veya bir­kaç saat içinde tamamen sileceklerini ya da teslim olacaklarını tahmin ediyorlardı. Fakat tahminlerinin tam aksiyle karşılaştılar. Karşılarında, hiç bir şey düşünmeden ileri atılan ve kahramanca çarpışan insanlar gördüler. Sanki önleri bomboştu veya sanki ekin biçiyorlardı. Savaş tam yedi gün bütün dehşetiyle devam etti. Bi­zans ordusu ilk altı gün boyu korkunç manzaralarla karşılaştılar. Şiddetli anlar yaşadılar.

Kendileriyle savaşan bu bir avuç insanın cesaret ve kahraman­lığı karşısında dillerini yuttular. Ölçü kabul etmeyen sayıca üstün­lüklerine rağmen İslam ordusu saflarına dalış yapmayı denedikle­ri her seferinde ağır darbe yediler ve perişan oldular. Nihayet arka­larında büyük sayıda Ölü bırakarak savaş alanını terk ettiler. Müs­lümanlar direnmeye devam ettiler.

Savaşın altıncı günü Komutan Zeyd, düşman safları arasına dalarak epeyce zayiat verdikten sonra maalesef üzerine üşüşen düşman mızrakları altında şehid oldu. Sancak Zeyd'in elinden he­nüz yere düşmeden onu ikinci Komutan Cafer Bin Ebitalip kaptı. Savaşın devam ettiği günler boyu Zeyd ile omuz omuza çarpışmış­tı. Cafer de kahramanca vuruşmuş, Bizans askerleri O'nun karşı­sında dehşete kapılmışlardı. Düşman birliklerini önüne katıp ko­valıyor, İslam savaşçı bölükleri ise O'nun ardından hücuma geçi­yorlardı. Bir ara atının üzerinde düşman safları arasına bir dalış yaptı. Kenetlenmiş olan düşman saflarının sıklığı ve kalabalıktan Cafer'in atı hareket edemedi. Bunun üzerine şiddetle öfkelenen Cafer atından atlayarak onu kılıçla biçtikten sonra piyade olarak göğüs göğüse vuruşmaya başladı. Bu sırada Bizans askerleri tarafmdan çember içine alındı. O hâlâ fırıldak gibi dönüp üzerine ge­lenleri biçiyordu. Bu sırada sağ eli kesildi. Bu kez sol eliyle sancağı kaptı. O da kesilince bu defa da sancağı yere düşmesin diye koltu­ğuna sıkıştırdı. Çünkü sancağın yere düşmesi ordunun yenilmesi anlamına gelirdi. Bununla da savaşçıların morali çökebilirdi.

Nihayet Cafer çok kötü isabetler, derin yaralar alarak şehid düştü. Vücudunda doksandan fazla darbe yeri vardı. Sonunda bir mızrak O'nun vücudunu delip geçmiş, bir kılıç darbesi de O'nu ikiye biçmişti. Ondan sonra sancağı Abdullah Bin Ravvaha aldı. Kahramanca çarpıştı fakat diğerleri gibi o da şehid oldu. Müslü­manların sancağı yere düştü. Askerin maneviyatı sarsıldı. Hatta bazıları kaçmaya bile baktılar.

Fakat bir anda Kutba Bin Amir El-Ensari fırlayarak sancağı yerden kaptı. Sonra Sabit Bin Erkam sancağı alarak orduya seslen­di. Onları itidale davet etti. Bunun üzerine silkinip kendilerine gel­diler. Sonra Sabit, orduya, derhal sancağı teslim alacak bir komu­tan seçmeleri teklifinde bulundu. Onu seçtiler. Fakat kabul etme­di ve sancağı Halid Bin Velid'e teslim etti. Ordudaki ileri gelenler de bunu uygun gördüler.

Savaşın altıncı günü sona eriyordu. Gece karanlığı çöktü, ta­raflar silahlarını bırakıp çekildiler.

îşte bu sırada, gece karanlığında Halid orduyu yeni bir savaş düzenine soktu. Bu çetin durumu kurtarmayı düşünüyordu. Süva­rilerden bir bölük seçip Mute yöresi dışına çıkardı.

Plan şuydu:

Sabah olunca süvari bölüğü, arkadan îslam ordusunu destek­lemeye gelen yeni takviye kuvvetler imiş gibi tozu dumana katarak gelecek ve düşman saflarına hücum edecektir. Aynı zamanda Ha­lid bir gün öncesine kadar askerin sabit bulunan kanatlarını de­ğiştirip sağda bulunan birlikleri sola, solda bulunanları sağa, arka-dakileri öne, öndekileri de arkaya geçirdi. Şafağın sökülmesiyle birlikte vuruşma yeniden başladı. Halid Bizans saflarım sarsan bir şiddetle orduyu dehşetli bir hücuma geçirdi.

Bizanslılar karşılarında dünkünden farklı çehreler buldular. Gece müslümanların imdadına takviye güçler geldiği kanaatine kapıldılar. Bunun üzerine savaşın aleyhte gelişebileceğinden kork­maya başladılar. Onlar böyle düşünürken arkadan tozu dumana katarak gelen süvariler ve yükselen tekbir sesleri karşısında ger­çekten müslümanların imdadına büyük miktarda takviye güçlerin geldiği kanaati Bizanslılarda daha da ağır bastı. Korkulan daha fazla arttı. Takviye güçlerin müslümanları desteklemeye geldiğine kesinlikle inandılar.

îlave güçler getirseler bile onlarla başa çıkamayacaklarına ke­sin gözüyle baktılar. Çünkü küçük bir askeri birlik karşısında peri­şan olmuşlardı. Ya bu birlikten daha büyük kuvvetler karşısında ne yapacaklardı?!

islam ordusu da yedinci günü kahramanca ve sabırla çarpıştı­lar. Ancak çok yorulmuşlardı. Akşam olup karanlık iki cepheyi bir­birinden ayırınca Halid orduyu geri çekti. Bunu yaparken de onla­rı bölüklere ayırarak, Bizarısın arkadan hamle yapabileceği ihti­maline karşı birbirlerinin koruması altında cepheden uzaklaştırdı. Çünkü Bizans ordusu büyük imkanlara sahipti.. Onları arkadan kovalayarak yakalamak için ellibin atlı askerleri vardı. Fakat Bi­zanslılar bu çekilmeden de korktular. Bunun bir savaş hilesi oldu­ğu zannına kapıldılar. Müslümanların geri çekilerek onlar için pu­sular kurmuş olabilecekleri ihtimaline ağırlık vererek takipten vazgeçtiler. İşte bu dahiyane harp planı sayesinde îslam ordusu büyük bir faciayı atlatmış oldu.

Hz. Peygamber (sav) bu durumu öğrenip çok etkilendi. Müslü­manları da durumdan haberdar etti. Ordu dönünce bazı kimseler askerin cepheden kaçtığını zannederek onları suçlayıp ağır sözler kullandılar. Ancak Hz. Peygamber (sav) halkı yatıştırarak onların suçsuz olduğunu anlattı. Kendilerini gösterdikleri kahramanlıktan dolayı tebrik etti.[13]

 

Zatu's-Selasil Savaşı

 

Galiba Bizanslılar, müslümanların, bin kilometreden daha uzak bir mesafeye, yüzbinîerce kişilik bir orduyla karşılarına çıka­bilecek kocaman bir devletle savaşmak için üçbin kişiden daha fazla bir güç gönderemeyecek kadar az ve zayıf olduklarını zan­netmiş olmalılar ki, müslümanlarla ikinci defa karşılaşıp başkent­leri olan Medine'ye savaş açmaya bizzat tenezzül etmemiş (!) bu işi müttefikleri olan Araplara, özellikle Mûte'ye yüzbin kişilik bir güç gönderen Kuzaa Kabilesi'ne bırakmışlardı. Üstelik bu kabile­ye mensup kuvvetlerin komutanı Malik Bin Rafîle, Mûte Meydan Savaşı'nda öldürülmüştü.

Dolayısıyla Bizansın direktifleri üzerine müslümanlardan inti­kam almak üzere Kuzaa Kabilesi kuvvet hazırlamaya ve oymakla­rını savaşa azmettirmeye koyuldu. Bununla birlikte müslümanlar­la yeniden karşı karşıya gelmekten çok korkuyorlardı. Ancak efen­dilerinin emirlerini de yerine getirmek zorundaydılar.

Hz. Peygamber (sav), Kuzaa Kabilesi'nin kuvvet toplama ha­zırlıkları içinde olduğunu haber aldı. Henüz hazırlıklarını tamam­lamadan onları baskına uğratmak istedi. Aynı zamanda üzerlerine çok küçük bir kuvvet göndererek onları ne kadar küçümsediğini de kendilerine sezdirmeyi, Mûte'ye üçbin kişilik bir ordu gönder­miş olmaktan amaç Kuzaa Kabilesi'nin değil Bizanslıların hesaba katıldığını bir çeşit anlatmaktı.

Hz. Peygamber (sav), Artır İbn'ül-As komutasında sadece üç-yüz kişilik bir kuvvet hazırlayarak gönderdi. Aralarında otuz kişilik bir süvari bölüğü vardı. Amr İbn'ül-As müslüman olalı beri henüz dört aydan fazla bir zaman geçmemişti. îslam ordusuna, bu O'nun ilk katılışı idi. Bu birlik sayıca az olmasına rağmen şimdiye kadar sefere çıkarılan en iyi askeri birlik idi. Çünkü gerek Ensarın gerek­se Muhacirlerin en seçkin şahsiyetlerinden oluşuyordu. Bu birlik­te komutanın emrine kayıtsız şartsız uymak gibi İslam terbiyesi­nin çarpıcı örnekleri gözlendi. Madem ki komutan işinin ehli idi böyle yapmak lazım gelirdi. Nitekim Arar İbn'ül-As birinci derece­de mahir bir savaşçı üstün bir silahşordu.İslam ordusu Cemaziyelahir ayında Medine'den hareket ede­rek düşman topraklarına girip Zatu's-Selasil adını taşıyan su üze­rinde kampını kurdu. Bu sırada yapılan istihbarat neticesinde ko­mutan Amr Îbn'ül-As'a, emrindeki kuvvetin baş edemeyeceği ka­dar, düşmanın büyük bir güce sahip bulunduğu haberi geldi.

Bu sebeple Amr, derhal Medine'den takviye güç istedi. Tedbir olarak da imdat gelinceye kadar düşman topraklarından uzaklaş­tı. Aynı zamanda askerin konakladığı her yerde -çölün dondurucu soğuğuna rağmen- gece ateş yakmayı yasakladı. Bu suretle tedbir­lerini daha da artırmış oldu.

Kısa bir süre sonra Ebu Ubeyde Amir İbn'ül-Cerrah komuta­sında ikiyüz kişilik bir imdat gücü daha geldi. Askerlerin bir kısmı, İbn'ül-Cerrah'ın emir ve komutayı ele almasına taraftar olmaları­na rağmen O, böylesine nazik bir durumda ihtilafa meydan ver­meden sevk ve idarenin Amr İbn'ül-As tarafından deruhte edilme­sini istedi.

Nihayet bu, sayıca küçük müslüman birlik ile Kuzaa kuvvetle­ri çarpışmaya başladılar. Ne varki hem sayıca hem de Bizansın yaptığı silah ve mal yardımı sayesinde imkanlar bakımından üs­tün olmalarına rağmen Kuzaalılar müslümanlara karşı savaşmak­tan aciz kaldılar, ancak çok kısa bir süre dayanabildiler.

Ondan sonra da arkalarını çevirip kaçtılar. Müslümanlar, onla­rı kısa bir mesafe kovaladıysa da, pusu kurmuş olabilecekleri ihti­mali ile komutan, takibi daha fazla sürdürmelerine izin vermedi.

Aralarından hiç kimse isabet almadan bu İslam askerleri Me­dine'ye vukuatsız olarak ulaştılar. İçlerinden Avf Bin Malik El-Eş-caî Hz. Peygamber (sav) 'i durum hakkında müjdelemek için önce­den Medine'ye vardı. Verdiği haberlere Hz. Peygamber (sav)'i çok sevindi ve komutanın vermiş olduğu emir ve talimatın hepsini onayladı. Ayrıca Ebu Ubeyde'ye teşekkür etti.[14]

 



[1] Herakleios I: Doğu Roma (Bizans) imparatoru (575-641)

[2] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 400-403

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/181-186.

[3] Namus-i Ekber, Hz. Cebrail'in bir diğer adıdır. (Mütercim)

[4] Ya Rabbah: Ey kazançlı, karlı çıkan kişi; anlamına gelir. (Mütercim)

[5] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 396-399

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/187-192.

[6] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/192.

[7] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 196-201, 216; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 437-457, 464-465

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/193-194.

[8] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 213-214

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/195.

[9] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 214; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 403-404

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/195.

[10] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 214, 252-253; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 404

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/196.

[11] lbn-i Kesir, El-Bİdaye tere., c. 4, s. 405

[12] tbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 407-409

[13] îbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 218-221; İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 4, s. 409-420

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/197-203.

[14] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 215-216; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 458-459

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/204-205.