15- MEKKE'NİN FETHİ2

Huneyn Savaşı5

Taif Kuşatması7

Tebuk Seferi8

Taif Heyeti14

Hz. Ebubekir'in Hac Seferi14

Hz. Peygamber(Sav)1 Ziyaret Eden Heyetler14

Hz. Peygamber(Sav)İn Hanımları15

Huvaylid Kızı Hatice. 15

Zem'a Kızı Şevde. 16

Hz. Ebubekir'in Kızı Hz. Ayşe. 16

Hz. Ömer'in Kızı Hafsa. 16

Huzeyme Kızı Zeyneb. 17

Ebu Ümeyye Kızı Hind (Ümmü Seleme)17

Cahş Kızı Zeyneb. 17

Ebu Süfyan Kızı Ramle (Ümmü Habibe)17

El-Haris Kızı Cüveyriye. 18

Hüyey Bin Ahtab'ın Kızı Saflyye. 18

Hilaloğullarından Haris Kızı Meymune. 18

Hz. Peygamber(Sav)in Çocukları19

1- Kasım.. 19

2- Abdullah. 19

3- İbrahim.. 19

1-Zeyneb. 19

2-Rukiyye. 19

3- Ümmü Gülsüm.. 20

4- Hz. Fatıma. 20

Hz. Peygamber(Sav)'in Katipleri20

Hz. Peygamber(Sav)in Sahabileri20


15- MEKKE'NİN FETHİ

 

Hudeybiye Barışı sırasında Huzaa Kabilesi Hz. Peygamber (sav)e, Bekiroğulları ise Kureyşlilere taraf olmuşlardı. Çok geçme­den Huzaa Kabilesi, olduğu gibi İslam dinine girdi. Huzaa Kabile­si ile Bekiroğulları arasında eskiden beri kan davası vardı. Hudey­biye Antlaşmasından sonra cahiliyet adetleri yeniden hortladı.

Huzaa Kabilesi, El-Vetîr adını taşıyan kendi bölgesi içindeki bir su üzerinde yerleşik bulunurken Bekiroğulları'mn saldırısına uğradılar. Huzaa'dan birkaç kişiyi öldürdüler. Bunun üzerine iki taraf savaşa tutuştu. Bu durum karşısında Kureyşliler hemen hare­kete geçerek müttefikleri olan Bekiroğulları'na mal ve silah yardı­mında bulundukları gibi gece karanlığında asker de gönderdiler. (Tarafgirliklerini ve bu tecavüzlerini müslümanlara sezdirmemek için böyle yapıyorlardı.)

Huzaalılar sıkışarak Harem'e (Kutsal Bölgeye) sığındılar. An­cak düşmanları Harem-i Şerife saygısızlık ederek baskını sürdür­düler. Bu sefer de Budeyl Bin Varka El-Huzaî'ye ait sahaya iltica ederek korunmaya çalıştılar. Bu arada kardeşleri olan ve aynı üm­metin üyesi bulunan Medine'deki müslümanlardan da imdat iste­diler.

Amr Bin Salim El-Huzaî, Kabilesini temsilen Medine'ye gide­rek Hz. Peygamber (sav)'e başvurdu. Kabilesinin uğradığı saldırıyı haber verdi. Hz. Peygamber O'na:

"Ey SaHmoğlu Amr! Yardımına koşulacaktır" buyurdu. Keza Budeyl Bin Varka El-Huzaî de halkından bir heyetin başında Me­dine'ye gelerek, düşmanları tarafından uğradığı saldırı ve Kureyş-lilerin Bekiroğullanna yaptıkları yardım ve destek hakkında Hz. Peygamber'e bilgi verdi.

Bu sırada Kureyşliler, barışta ısrarlı olduklarını anlatması ve barış süresini uzatması için Ebu Süfyan'ı Medine'ye gönderdiler. Ebu Süfyan, yolculuğu sırasında Usfan Mevkiinde Medine'den dönmekte bulunan Budeyl Bin Varka'vi da gördü. Medine'ye va­rınca Hz. Peygamber {sav)'in hanımı olan kızı Ramle'y [1] ziyaret etti. Eve girince Hz. Peygamber'e mahsus olan minderin üzerine oturmak isterken Ramle hemen davranarak minderi katlayıp kal­dırdı. Babası O'na:

"Yavrucuğum! Minderi mi bana yakıştırmadın, yoksa beni mi mindere yakıştırmadın? Bir türlü anlayamadım" deyince Ramle: "Bak! Bu minder Hz. Peygamber (sav)'e mahsustur. Sen putlara tapan pis bir adamsın! Hz. Peygamber (sav)'in minderinin üzeri­ne oturmanı istemedim" diye sert bir cevap verdi.

Bunun üzerine Ebu Süfyan kızına:

"Yavrucuğum! Yemin olsun ki benden ayrıldıktan sonra sa­pıtmış bulunuyorsun" karşılığında bulundu ve ayrılarak Hz. Pey­gamber (sav)'in yanma vardı. Kendisine durumu izah etmeye ça-üşü, ancak Hz. Peygamber hiç bir cevap vermedi. Çaresiz ayrılarak bu sefer de Hz. Ebu Bekir'e baş vurdu. Meseleyi Hz. Peygamber'e nakletmesi için aracı olmasını rica etti. Fakat Hz. Ebu Bekir kısaca:

"Yapamam!" cevabını verip O'nu savdı. Ondan sonra Hz. Ömer'e gitti. Fakat Hz. Ömer:

"Ne sanıyorsun! Sizi affetmesi için ben mi Hz. Peygamber (sav)'e yalvarayim istiyorsun? Allah'a yemin ederim ki -elimden gelse- kundaktaki bebelerden başka kimse bulamayacak olsam yine sizinle savaşırdım!" diyerek ağır konuştu. Ebu Süfyan, ondan sonra Hz. Ali'ye gitti. O sırada hanımı: (Hz. Peygamber (sav) 'in kı­zı) Fatıma da yanmda oturmuş bulunuyordu. Kucağında yavrusu Hz. Hasan vardı. Ebu Süfyan, Hz. Ali'ye:

"Ey Ali! Sen yakınlarım arasında bana karşı en, çok şefkatle davranan birisin. Ben önemli bir mesele için gelmiş bulunuyo­rum. Geldiğim gibi ümitsizce ve hayal kırıklığı içinde dönmeye­ceğim. Allah'ın elçisine gidip benim için af dilemeni istiyorum"

dedi. Ancak Hz. Ali O'na şu cevabı verdi:

"Sen ne anlatmaya çalışıyorsun Ey Ebasüfyan! Allah'a yemin ederim ki: Hz. Peygamber (sav)'i, yapmayı tasarladığı bir şeyden caydırmak için asla konuşamayız."

Ebu Süfyan, bu kez orada oturmakta bulunan Fatıma'ya:

"Ey Muhammed'in Kızı! kendisine sığındığımı halk arasında ilan etmesi için şu yavruna izin verir misin? Bak eğer bunu yapa­cak olursa dünyanın sonuna kadar Arap milletinin efendisi ola­rak anılacaktır" diye yalvarmaya başladı. Fatıma O'na:

"Fakat, yavrucuğum daha küçük, henüz buluğa ermiş değil ki sığınmayı kabul edebilsin, hem sonra, Hz. Peygamber (sav)'e karşı iltica eden birini hiç kimse kabul edemez!" cevabını verdi.

İyice köşeye sıkışan Ebu Süfyan bu sefer de Hz. Ali'ye:

"Ey Hasan'ın babası! Görüyorum ki olaylar bütün şiddetiyle üzerime yüklenmiş bulunuyor. Bana bir akıl ver" dedi. Hz. Ali O'na:

"Valla sana yarayabilecek bir şey bilemiyorum, fakat sen Ki-naneoğullarmin efendisisin. Kendin meydana çık, halk arasında gez ve: İltica etmek istiyorum! diyerek derdini anlat. Sonra da git güven içinde halkına katıl" dedi.

Bunun üzerine Ebu Süfyan: "Bunun bir faydası olacak mı?" diye sorunca Hz. Ali: "Vallahi sanmıyorum. Ancak bundan başka bir çıkar yol da göremiyorum" dedi. Ebu Süfyan hiç değilse güven içinde Mekke'ye dönebilmek maksadıyla mescidin kapısına giderek: "Ey Ahali! Ben halk arasında serbest dolaşabilmek için güven istiyorum" talebinde bulunduktan sonra devesine binip hareket etti. Mekke'ye dönünce, Kureyşliler O'na:

"Ne haber?" diye görüşmelerin sonucunu merakla sordular. Ebu Süfyan olup bitenleri şöyle anlattı:

"Vallahi gidip Muhammed'le meseleyi görüşmek istedim. Be­nimle bir kelime bile konuşmadı. Sonra, Ebu Kuhafe oğlu'na [2]' git­tim. O'ndan da işe yarayacak bir cevap alamadım. Sonra Hattaboğ-lu'na gittim. Onu en gaddar bir düşman olarak buldum. En sonda da Ali'ye gittim. Aralarında en yumuşak huylusu oydu. Bana bazı yollar gösterdi, fakat yarayıp yaramadığını da bilemiyorum."

Kureyşliler:

"Sana ne gibi yollar gösterdi?" diye sorunca:

"Bana: Çık halkın arasında gez, derdini anlat, güven iste, fi­lan, dedi. Ben de öyle yaptım" cevabını verdi. Bu sefer Kureyşliler:

"Peki Muhammed bunu onayladı mı?" diye sordular. Ebu Süfyan:

- Hayır! cevabını verince Kureyşliîer:

"Yazıklar olsun sana! Adamın seninle bir oynamadığı kalmış. Anlattıklarının da sana hiç bir yaran yoktur" dediler.

O da: "Vallahi ne yapayım başka çarem yoktu" deyip sustu.

Bu hadiseden sonra Hz. Peygamber (sav), Mekke üzerine yü­rümek niyetinde olduğunu sezdirerek halka hazırlanmalarım em­retti ve:

"Allahim! Kureyş'in casuslarına ve istihbaratına darbe indir ta ki yurdunda O'nu basıp etkisiz hale getirelim" diye dua etti.

Müslümanların Mekke'yi ani bir baskınla işgal etmeleri halin­de, orada mahsur bulunan ailesinin ayaklar altında çiğnenebileceği endişesine kapılan Hatıb Bin Ebi Beltaa adındaki sahabi bu sırada -ailesini kurtarmak için- gizli bir plan hazırladı.

Hz. Peygamber (sav)'in yakında Mekke'ye ani bir baskın dü­zenlemek niyetinde olduğuna dair ailesine mektup yazıp, bir kadı­na vererek kendisine bir ücret ödeyeceği vadiyle gönderdi. Kadın mektubu örüklerinin içine saklayarak yola koyuldu. Allah Teala, meseleyi Hz. Peygamber (sav)'e sezdirdi.

O da hemen Hz. Ali ile Zübeyir Bin Avam'i görevlendirerek kadı­nı derhal izleyip yakalamaları için emir verdi. Peşine düşüp O'nu Zülhulayfa denilen yerde yakalayarak ifadesini aldılar. Fakat inkar etti. Eşyasında arama yaptılar, yine bir şey bulamadılar. Bunun üze­rine mecburen kendisini tehdit ettiler. Hz. Peygamber (sav) 'in yalan söylemesine imkan bulunmadığını, aramanın O'nun emri üzerine yapıldığını anlatınca kadın örüklerinin içinden mektubu çıkarıp verdi. Getirip Hz. Peygamber (sav)'e takdim ettiler. O da Hatıb'ı ça­ğırarak neden böyle yaptığını sorunca Hatıb:

"Ey Allah'ın Elçisi! Şu bir hakikattir ki Ben Allah'a ve Rasulü-ne şüphesiz iman etmiş bulunan bir kimseyim. İnancımdan hiç bir şey değiştirmiş ve kaybetmiş değilim. Ancak benim Mekke'de ne arkam ne de aşiretim vardır. Fakat ailem ve çocuklarım orada­ki insanların arasında mahsur bulunuyorlar. Ben de onları kur­tarmak için böyle bir yola başvurdum" diye cevap verdi.

O sırada hazır bulunan Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Elçisi! Bu adam münafıklık (ikiyüzlülük) ediyor, izin ver de kafasını hemen uçurayım" diyerek kızgınlığını dile ge­tirdi. Ancak Hz. Peygamber:

"Ne biliyorsun ya Ömer! Olaki Allah Teala Bedir Savaşı'na ka­tılanlar hakkında:

- Artık ne isterseniz yapın, sizi affetmiş bulunuyorum, buyur­muştur diyerek O'nu yatıştırmaya çalıştı.

Hz. Peygamber (sav), Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayının onuncu günü ordusunun başında Mekke'ye yürüdü. Gerek kendisi, gerek asker oruçluydu. Ancak Kedid Mmtıkası'na gelince sefer dolayısıyla oruçlarını bozdular.

Hz. Abbas, önceden Islami kabul etmiş olduğu halde bu sıra­da ailesiyle Mekke'den ayrılarak Rabığ yakınlarında, Cuhfa adıyla bilinen yerde îslam ordusuyla karşılaştı. Ailesi yoluna devam ede­rek Medine'ye yollanırken kendisi orduya katılarak Hz. Peygamber {sav)'le birlikte Mekke'ye döndü.

Hz. Peygamber (sav), aynı zamanda Mekke ile Medine arasın­da bir yerde amcası oğlu Ebu Süfyan Bin Elharis Bin Abdilmutta-lib ile halası oğlu ve aynı zamanda, eşi Ümmü Seleme'nin kardeşi (yani kayınbiraderi) Abdullah Bin Ümeyye'ye rastladı, ikisi de müslüman oldular.

Hz. Peygamber (sav) ordusuyla birlikte Mekke yakınlarında, bir diğer adı da Fatma Vadisi olan Marruzzahran Mevkiine vardı. Burada mola verdiği sırada (son ümitlerle çırpınan Kureyş'in Lide­ri) Ebu Süfyan ile Hekim Bin Hazzam ve Budeyl Bin Varka1 istih­barat maksadıyla bu bölgeye gelmiş bulunuyorlardı.

Hz. Abbas bunlara rastladı. Hz. Peygamber (sav)'den onları ce­zalandırmamak için teminat almak üzere Ebu Süfyan'ı alıp huzu­runa getirdi. Diğer iki arkadaşı ise hemen Mekke'ye döndüler. Hz. Abbas, can kaybı olur ve kendi halkı olan Kureyşliler silinir gider endişesiyle Hz. Peygamber (sav)'in Mekke'ye silah zoruyla girme­mesine, Kureyşlilerin teslim olmasından sonra îslam ordusunun savaşsız bir şekilde şehre girmesine taraftardı. Bu maksatla Ebu Süfyan için Hz. Peygamber (sav)'den teminat aldı. Ebu Süfyan da hemen müslüman oldu. Bunun üzerine Hz. Abbas O'na:

"Ey Ebasüfyan! Acele halkına dön ve onları direnişte bulun­mamaları için uyar ve ikna et!" diye nasihat etti. Ebu Süfyan tez elden Mekke'ye dönüp avazı çıktığı kadar bağırarak halka şöyle seslendi:

"Ey Kureyş topluluğu! İşte Muhammed, asla karşı koyup başa çıkamacağınız kadar büyük bir orduyla gelmiş bulunmaktadır. Kim evime sığınacak olursa, kim kendi evine çekilip kapısını kitleyecek olursa ve kim Mescidu'l-Haram'a (Ka'be'ye) sığınacak olursa güven içinde olacaktır." Bu uyarı üzerine halk dağılarak ki­misi evine gidip saklandı. Kimisi de Kabe'ye sığındı. Ebu Süfyan bu şekilde halkını mukadder bir faciadan kurtarmış oldu. Böylece Hz. Peygamber ordusuyla birlikte herhangi bir direnişle karşılaş­madan savaşsız bir şekilde Mekke'ye girdi.

Zituva Mevkiine gelindiği zaman Allah Teala'nm kendisine müyesser kıldığı bu fetih nimetinden dolayı başını önüne eğerek saygı gösterdi. Öyleki mübarek sakalı eğerin ön kısmına değecek oluyordu.

Zituva'da Hz. Peygamber (sav) orduyu yeni bir düzene sokarak taksim etti. Ordunun sol kanadının başına Zübeyir İbn'ül Avam'ı koydu, bu kanat Mekke'ye Keda semtinden girdi. Saad İbn'ül-Ubade'yi de başka bir birliğin basma geçirdi. Bunlar da Keda sem­tinden Mekke'ye girdiler. Hz. Ali de sancağı aldı.

Halid'in, maiyetindeki birlik ise aşağıdan kutsal şehre girdi. Sağ kanadı sevk ve komuta ediyordu. Ebu Ubeyde İbn'ül-Cerrah da Hz. Peygamber (sav)'in önünde ileriliyordu. Mekke'nin üst te­pelerine varınca Hz. Peygamber (sav)'in istirahatı için burada bir çadır kuruldu.

Halid Bin Velid'in komutasındaki birliğe karşı Handeme sem­tinde bir çete tarafından girişilen hareketten başka Mekke fethi sı­rasında îslam ordusu herhangi bir direnişle karşılaşmadı. Bu çete­nin başında Ebucehil'in oğlu îkrime, Safvan Bin Ümeyye ve Sü­heyl Bin Amr vardı, iki taraf arasında kısa bir çatışma cereyan et­tikten sonra müşrikler kaçtılar.

Hz. Peygamber (sav), fetihten önce, herhangi bir karşı hareket olmadıkça silaha katiyyen başvurmamaları konusunda orduya sı­kı talimat vermişti. Ancak bu arada birkaç isim saymış bunları is­tisna etmişti. Haklarında "Vur!" emri verilenler şunlardı:

Saad Bin Abdulah Bin Ebi Şerh, îkrime Bin Ebicehl, Abdullah Bin Hatal, EI-Huveyris Bin Nukayz, Mikyas Bin Hubbabe, Kâab Bin Züheyr, El-Haris Bin Hişam, Züheyr Bin Ebi Ümeyye, iki kadin şarkıcı, Safvan Bin Ümeyye, Hubayra Bin Ebi Vehb, Hebbar Bin El-Esved Hz. Hamza'nın katili Vahşi ve Ebu Süfyan'ın karısı Hind Binti Utba.

Bunlardan Saad Bin Ebi Şerh, vaktiyle müslüman olmuş, hat­ta Hz. Peygamber (sav)'in vahiy katipliğini bile yapmıştı. Sonra ir-tidad etti. {İslam dininden çıktı) ve tekrar Kureyşlilere kaçtı. Hz. Peygamber (sav) Mekke'ye girince bunun için "Vur!" emri çıkardı. O da kaçıp bir yolunu bularak Hz. Osman'a sığındı. Onun süt kar­deşiydi. Hz. Osman O'nu kısa bir süre sakladı. Sonra Hz. Peygam­ber (sav) den teminat alarak O'nu ortaya getirdi. Saad tekrar müs­lüman oldu ve sonraları gidişatının iyi olduğu gözlendi. Hz. Ömer ve Hz. Osman, dönemlerinde O'nu önemli mevkilere getirdiler. Bi­zans'a karşı yapılan savaşlarda tanınmış komutanlardan biri oldu.

Ebucehl'in oğlu İkrime'ye gelince, Hz. Peygamber (sav)'in Mekke'ye girişi sırasında Yemen'e kaçtı. Hanımı Ümmü Hekîm müslüman olmuştu.

O'nu aramaya çıkıp Yemen'e gitti. Kendisini alıp Hz. Peygam­ber (sav)'e getirdi. Böylece İkrime de müslüman oldu. Şam'ın alı­nışım gerçekleştiren kahramanlardan biri de İkrime idi.

Abdullah Bin Hatal ise vaktiyle müslüman olmuştu. Bir müs-lümanı öldürüp İslamdan dönerek Kureyşlilere kaçtı. Müslüman­lar Mekke'ye girince Hz. Peygamber'in emriyle idam edildi.

Huveyris Bin Nukayz da Hz. Peygamber (sav)'e vaktiyle çok eziyetler etmişti. Medine'ye hicret ettikten sonra da acımasızca muamelelerini bu kez ailesine karşı sürdürmüştü. Bir türlü piş­manlık duymayan bu bedbaht adam Mekke'nin fethi sırasında la­yık olduğu cezayı buldu.

Hakkında ölüm cezası verilenlerden Mikyas Bin Hubbabe de

vaktiyle müslüman olmuş, sonra Ensar'dan birini öldürerek, di­ninden dönüp kaçmıştı. Bu adam da yakalanarak öldürüldü. Çün­kü Mürtedin cezası ölümdür.

Kâab Bin Züheyr'e gelince bu zat şairdi. Hz. Peygamber (sav)'i şiirlerinde yerer, O'nunla alay ederdi. Mekke'nin fethi sırasında

kaçıp gizlendi. Sonraları Medine'ye gelerek Hz. Peygamber (sav)'den özür diledi ve O'na övgü olarak meşhur (Burda veya Bur'a) kasidesini söyledi ve îslama girdi. Hz. Peygamber de O'nu affetti.[3]

Gıyaben ölüm cezasına çarptırılan El-Haris Bin Hişam ile Zü-heyr Bin Ebi Ümeyye de Hz. Peygamber (sav)'in amcası kızı Üm-mühani'ye sığınarak af dilediler. Hz. Peygamber (sav) onları affet­tikten sonra müslüman oldular. Bunlardan ikincisi yani Züheyr Hz. Peygamber (sav)'in halası Atike'nin oğluydu.

Abdullah Bin Hatal'm iki şarkıcısına gelince, bunlar da efendi­lerini eğlendirmek için Hz. Peygamber (sav)i yeren şarkılar söyler­lerdi. Bu bakımdan onunla birlikte idam edilmelerini emretti.

Safvan Bin Ümeyye de fetih sırasında Cidde'ye giderek deniz yoluyla Yemen'e kaçmak istedi. Umeyr Bin Vehb, kendisine doku­nulmayacağına dair Hz. Peygamber (sav)'den teminat aldıktan sonra Cidde'ye varıp O'nu buldu ve geri getirdi. Sonraları müslü­man oldu. Halid BinVelid'in kızkardeşi Fahite Binti'l-Velid O'nun hanımıydı. O da müslüman olduktan sonra Hz. Peygamber (sav)'den ayrıca kocası için güven almıştı.

Hz. Peygamber (sav)'in amcası kızı (ve aynı zamanda Hz. Ali'nin hemşiresi) Ümmühani'nin kocası Hubayra Bin Ebi Vehb ise karısının müslüman olmasına çok içerlenmişti. Fetih sırasında kaçtı ve (muhtemelen üzüntüsünden dayanamayarak) kafir olarak öldü.

Hebbar Bin El-Esved de Hz. Peygamber (sav)'e Ca'rane'de bu­lunduğu sırada gelerek müslüman oldu. Keza Hz. Hamza'nın kati­li Vahşi ile Ebu Süfyan'ın karısı Hind Binti Utba da Mekke'nin fet-hedildiği gün müslüman oldular.

Mekke'de fetihten sonra ortalık iyice yatışınca Hz. Peygamber (sav) Kâbe-i Muazzama'yı tavaf etti. Sonra Kabe'nin anahtarını ta­şıyan Osman Bin Talha'yı çağırarak kapısını açtırıp içerisine girdi.

İçeride ne kadar resim varsa hepsini bertaraf etti. Putları kırdı. Anahtarı tekrar Osman Bin Talha'ya verdi ve (Kabe ev sahipliği) hizmetlerinin eskiden olduğu gibi yine bu aile tarafından deruhte edilmesini kararlaştırdı. Sonra Kabe kapısında durarak halka şöy­le hitab etti:

"Allah'dan başka ibadet edilmeye layık bir ilah yoktur. O tek­tir, eşi, ortağı yoktur. Allah, verdiği sözü yerine getirdi. Kulunu za­fere ulaştırdı. Aleyhimizde birleşen bütün düşmanlarımızı yalnız o dağıttı, perişan etti. Şunu iyi biliniz ki tüm eski (kötü) adetler bütün kan ve mal davaları artık şu iki ayağımın altındadır. (Bu davalar artık geçersizdir.)[4]

Yalnızca Kabe'de hacılara ev sahipliği ve su dağıtma hizmetle­ri (istisna olarak bu işleri eskiden yapanlar tarafından yine deruh­te edilmek üzere) yürürlükte bırakılmıştır. Malum olaki yanlışlıkla vuku bulan öldürme hadiselerinde ceza, kamçı ve asa ile infaz edi­lecektir, böyle bir suç için ağır diyet (mali ceza) vardır. Bu ceza: kır­kı hamile olmak üzere yüz devedir.

Ey Kureyş topluluğu! Allah, cahiliyet devrinden kalma gururu ve atalarla iftihar etme (soyluluk taslama) adetlerini artık kaldırdı. İnsanların hepsi Adem'in soyundan, Adem ise topraktandır."

Hz. Peygamber sonra şu ayet-i kerimeyi okudu:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Tanışa-sınız diye sizi çeşitli milletlere ve boylara, oymaklara ayırdık. Şu varki Allah katında en üstününüz, Allah'ın ölçülerine en ziyade uyanınızdır.[5]

Hz. Peygamber (sav) nutkunu bu şekilde tamamladıktan son­ra, Mekke halkına hitaben şu soruyu sordu:

"Ey Kureyşliler! Şimdi size nasıl bir muamelede bulunacağı­mı sanıyorsunuz?" Orada hazır bulunan müşrikler endişe içinde ve yalvarırcasına hep bir ağızdan:

"Senden hayırlı bir muamele bekleriz. Sen pek değerli bir kardeşimiz ve âlicenap bir yeğenimizsin" cevabını verdiler. Bu­nun üzerine Hz. Peygamber (sav), kendisine yakışan bir tavırla:

"Hepiniz hürsünüz" dedi. Böylece Mekke'nin Fethi İslamm ve hakkın batıla karşı şanlı bir zaferi olarak tarihe altın harflerle işle­yecek şekilde kemale ermiş oldu [6]

Bundan sonra Hz. Peygamber (sav), Mescid'ul-Haram'da oturdu. Önce Kureyş'in erkekleri gelip müslüman olduklarını ilan ederek O'na bey'at ettiler. Sonra da kadınlar gelip: Allah'a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyecek­lerine, çocuklarını Öldürmeyeceklerine, başka bir kimseden ha­mile kalarak onu kocalarına isnad etme iftirasında, bulunmaya­caklarına ve Peygamber {sav)*e hiçbir meşru işte, karşı gelmeye­ceklerine dair bey'at ettiler." Bey'at merasimi de sona erdikten sonra Hz. Peygamber (sav), Kabe'nin damında bir ezan okunma­sını emretti.

Fetihten sonra Mekke'de ondokuz gün kaldı. Bu süre içinde namazlarını hep seferi olarak kıldı. Attab Bin Esid'i de Mekke'ye vali olarak tayin etti. [7]

Hz. Peygamber (sav) fetihten sonra Mekke'de oturduğu süre­nin beşinci günü, Halid BinVelid'i otuz kişilik bir süvari birliğinin başında, Kureyşlilerin en büyük putu olan Batn-ı Nahle'deki Uzza heykelini yıkmakla görevlendirdi.

Aynı zamanda Amr Îbn'ül-As'ı, Huzeyl Kabilesi'nin, Mekke'ye

üç mil uzaklıkta bulunan en büyük putu: Suva'ı yıkmakla, Saad Bin Zeyd El-Eşheli'yi yirmi kişilik bir süvari bölüğünün başında, Kelboğulları ile Huzaa kabilelerinin putu olan Menat'ı yıkmakla görevlendirdi. Menat putu Cidde'nin yüzyetmiş kilometre kuze­yinde Kızıldeniz sahilinde Es Selel adıyla bilinen bir dağın üzerin­de bulunuyordu.

Keza. Hz. Peygamber (sav), Halid Bin Velid'i, Cüzeyme Kabile-

si'ni İslama davet etmek için (yine bir askeri birliğin başında) gön­derdi. O'nu kesinlikle silahlı bir harekat için gördermemişti. Buna rağmen kan döktü. Hz. Peygamber (sav), bunu haber alınca derhal Hz. Ali'yi göndererek harekatı durdurdu.[8]

 

Huneyn Savaşı

 

Mekke'nin fethinden ve kalabalık halk kitlelerinin İslama yö­nelmelerinden sonra, ortam ve şartlar îslamın lehinde gelişirken Hevazin ve Sakif kabilelerinin günahkarlık damarı tuttu. Kendi aralarında dediler ki: "Müslümanlar henüz üzerimize yürüme­den biz önce davranalım."

İki kabilenin eşrafı bu görüş üzerinde birleştiler. Başlarına da Malik Bin Avf En-Nasri'yi geçirdiler ve Hz. Peygamber (sav)'in süt anası Halime'nin mensup olduğu Saadoğulları Kabilesi'nin de aralarında bulunduğu bir çok kabileler bunlara katıldı. Kadınları­nı, çocuklarını ve direnmelerine yardım edecek eşya yiyecek ve malzemelerini de yanlarına alarak hareket ettiler.

Hz. Peygamber (sav) Hevazin ve Sakif kabilelerinin, giriştiği savaş hazırlıklarını haber aldı. Düşmanın Mekke'yi basıp kutsal yerlere karşı saygısızlık etmelerine meydan vermemek için önce­den davranıp üzerlerine yürümeye niyet etti. O sırada Mekke'de henüz İslama girmemiş putperestler de bulunuyordu ki bunlar ce­reyan edecek bir savaşta müslümanlarm aleyhine dönebilir veya en azından çekimser kalıp olumsuz bir rol oynayabilirlerdi. Hz. Peygamber (sav) onikibin kişilik bir orduyla düşmanın üzerine yü­rüdü. İkibini Mekke'li idiler, geriye kalanlar ise Mekke'yi fethetmek üzere Hz. Peygamber (sav)'le birlikte Medine'den gelenlerdi. Müs­lümanlar o gün sayıca çok kalabalık olmalarına seviniyor, böbür­leniyorlardı.

Fakat bu çokluğun onlara faydası olmadı. Çünkü kuvvet ger­çek anlamda, yalnız sayıca çok olmaya veya silah üstünlüğüne de bağlı değildir. Esasen üstünlük manevi ruha (moral yüksekliğine) ve uğrunda mücadele verilen davaya gönülden inanmaya bağlıdır. Nitekim Allah Teala bu hadise ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"And olsun ki: Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun si­zi böbürlendirdiği fakat bir faydası da olmadığı, yeryüzünün ge­niş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanıza dön­düğünüz Huneyn gününde yardım etmişti.

Bozgundan sonra Allah, Peygamberine, müminlere güvenlik verdi ve göremediğiniz askerler indirdi. İnkar edenleri cezalan­dırdı. İnkarcıların cezası budur [9]

İslam ordusunun seyri esnasında, vadinin dar bir yerinde, ön­deki birlikler düşman tarafından pusuya düşürüldü. Düşman şa­fak henüz sökmeden İslam ordusunu aniden bozguna uğrattı. Sü­vari birliğini ok yağmuruna tuttular. Müslüman süvariler geri çe­kildiler. Bu baskınla karşılaşmaları ani oldu. O bakımdan şiddetli bir paniğe kapıldılar ve düzenleri bozulup dağıldılar.

Ancak Hz. Peygamber (sav), etrafında sahabilerinden bir ce­maat ve aile halkıyla birlikte düşmana karşı direndiler. O'nunla beraber bulunanlardan bazıları şunlardı:

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Hz. Abbas, Hz. Abbas'ın oğlu Fadl, Hz. Peygamber (sav)'in amcasıoğlu El-Muğira Bin El-Haris ve oğlu Cafer, Ebu Leheb'in oğlu Mut'ib, Usama Bin Zeyd, Eymen Bin Ubeyd ile muhacir ve Ensar'dan bir grup. Bu arada Kureyş'ten ye­ni müslüman olmuş, ancak gönülleri henüz İslama ısınamamış olanlar kendi aralarında:

"Müslümanların uğradığı bu bozgunun denize kadar sonu gelmez! [10]diye dedikodular yapıyorlardı.

Onlardan kimisi bunu gizli kimisi de hiç çekinmeden açık açık söylüyordu. Her şeye rağmen Hz. Peygamber (sav), etrafın d akiler-le birlikte düşmana karşı direnerek İslamda mertliğin parlak ör­neklerini sergiliyor ve bir taraftan da:

Yalan değil peygamberim Abdülmuttaliboğlu bir erim.

diye haykırarak sahabilerine maneviyat kazandırmaya çalışıyor­du. Sonra amcası Hz. Abbas'a, bozgun halindeki askeri toparlama­sı için çağrıda bulunmasını emretti. Hz. Abbas gür sesliydi.

"Ey Ensar! Ey Rıdvan ağacının altında Peygamber'e bey'atte bulunan mert Medine'liler!" diye haykınnca dağılmış bulunan as­kerler bir anda O'na doğru toplanmaya başladılar. İlk şoklarını at­latarak yavaş yavaş kendilerine geldiler, yeniden peygamberleri­nin etrafında kümelendiler. Büyük sayıda bir toplanma oldu. Allah Teala onların kalplerine güvenini indirerek kendilerine bir rahat­lanma hissi verdi. Katından göremedikleri askerler (melekler) in­direrek onlara destek verdi. Müslümanlar yeniden düşmana karşı hamlelere geçtiler.

Hevazîn ve Sakif Kabilelerinin mensupları bir anda kaçışma­ya, savaş alanından firar etmeye başladılar. Ölüm kalım mücade­lesi süsünü vermek için birlikte getirmiş bulundukları çoluk ço­cuklarına, kadınlarına bile dönüp bakmadan kaçıp ortadan kay­boldular. Müslümanlar da peşlerine düşerek onlardan kimilerini öldürüyor, kimilerini esir alıyorlardı. Sonra hayvanlarını, kadın ve çocuklarını toplayıp getirdiler.

Kureyş'ten yeni müslüman olanlar, işte o anda artık Allah'ın müslümanlara olan destek ve inayetine inanmaya başladılar. Dü­şünceleri değişti, iman yavaş yavaş gönüllerine oturdu. Onlarda iyi birer müslüman gidişatı gözlenmeye başlandı. Halbuki savaşın başlarında esasen niyetleri sadece ganimetlerden istifade etmekti. Müslümanların bozguna uğramaları da bunların yüzünden ol­muştu. Nitekim müslümanlarm zafer kazanması veya yenilmesi bunlar için pek farketmezdi. Bu sebeple bunlar islam ordusu için­de hiç faydası olmayan bir sayı teşkil ediyorlardı. Hatta firar ve kaçiş için birer sebep bile olabiliyorlardı. Çünkü direnmek için bir sebep bulamıyorlardı.

Bu bakımdan îslam davasına inanmayan ve onu bir din olarak kabul etmeyen fertlerin İslam ordusuna alınmasında hiç bir yarar yoktur. Ve işte bu sebepledir ki îslam nizamına göre Kitap Ehli (Ya­ni Hıristiyanlar ve Yahudiler) îslam ordusuna muvazzaf asker ola­rak katılmaz, ancak, İslam devletinin, kendilerini korumasına kar­şılık Cizye (vergi) verirler.

Hz. Peygamber Huneyn Savaşı sırasında ele geçirilen gani­metleri Ca'rane Mevkiinde topladı. Bu ganimetler: yaklaşık, yirmi-dörtbin deve, kırkbin koyun ve dörtbin okka gümüşten oluşuyor­du. Kaçan müşrik ordusu ise dağıldı. Onların bir kısmı Taife gitti­ler. Başlarında da liderleri Malik Bin Avf En-Nasri bulunuyordu. Bir kısmı da Batn-ı Nahle'de toplandılar. Bir diğer kısmı ise Evtas adıyla bilinen bir vadide kamp kurdular. [11]

Hz. Peygamber (sav), Evtas Vadisi'nde toparlanmaya çalışan müşrikleri cezalandırmak için Ebu Amir El-Eş'ari'yi bir askeri bir­liğin başında görevlendirdi. Ebu Amir bu çetelerle çarpıştı, onları dağıttı. Ancak kendisi de harekât sırasında bir okla isabet alarak şehid oldu. Bunun üzerine komutayı, O'nun kardeşi oğlu Ebu Mu­sa El-Eş'ari hemen ele alarak başarılı bir şekilde harekatı bitirdi.' [12]

 

Taif Kuşatması

 

Hz. Peygamber Huneyn Savaşı'ndan sonra beraberindeki as­keri kuvvetlerle birlikte Taif üzerine yürüdü. Taif'in yerli halkı olan SakifoğuIIan Kabilesi ile müttefikleri olan Hevazin'Iiler Taif Kale-si'ne girerek kendilerini savunmaya başladılar. Bu sırada kendile­rine savaşta yetebilecek kadar yiyecek stoku da yapmışlardı. Ku­şatma esnasında Taifliler İslam ordusunu ok yağmuruna tuttular. Bu vuruşmalarda Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah isabet aldı. Ebu Süfyan'ın bir gözü kör oldu, Said Bin Said Bin El-As ile Hz. Pey­gamber (sav)'in halasıoğlu Abdullah Bin Ebu Umeyye şehid düş­tüler, kuşatma onsekiz gün sürdü.

Bu sırada müslümanlar Taif Kalesini mancınıklarla dövdüler, iki debbabe (koçbaşı) ile de içeriye girmeye çalıştılar. Fakat başa­ramadılar. Bunun üzerine müslümanlar kuşatmayı kaldırırken Hz. Peygamber (sav), Beni Sakif Kabilesi için:

"Allahım! Sakiflilerî hidayete erdir ve onları bize müslüman olarak getir" diye dua etti.

Rasulullah (sav) yanındaki müslümanlarla birlikte, Huneyn Savaşı'nda ele geçirilmiş bulunan ganimetlerin toplandığı Ca'rane Mevkiine döndüler. Bu sırada Hevazin Kabilesi'nden kendisine bir heyet gelerek, savaş sırasında esir alınmış olan kadın ve çocukları­nın geri verilmesi ricasında bulundular. Onların bu isteğini yerine

getirdi. Ayrıca Saidfoğullan ile beraber bulunan Hevazin Kabilesi lideri Malik Bin Avf a da haber yollayarak, eğer gelirse ailesinin serbest bırakılacağı gibi yüz deve ile de ödüllendirileceğini müjde­ledi. Malik Bin Avf bu haberi alınca Hz. Peygamber (sav)'e gelip müslüman oldu. Sonra Hz. Peygamber savaş ganimetlerini dağıtıp beşte birini de İslam Maliyesi adına yeni müslüman olanlara -kalplerini İslama ısındırmak için- bölerek dağıttı.

Bu şahıslar şunlardı:

Ebu Süfyan, oğulları: Muaviye ve Yezid, Hekîm Bin Hizam, El-Akra' Bin Habis, Abbas Bin Mirdas, Uyeyne Bin Hosn, Süheyl Bin Amr, Safvan Bin Umeyye, El-Haris ve daha birçokları...[13]

Hz. Peygamber (sav), ganimetleri bu şekilde Kureyşlilere ve Bedevi Araplara dağıtınca Ensariler (Medineli Müslümanlar) alın­dılar. Sonra ileri gelenlerinden Saad Bin Ubade bu konuda Hz. Peygamber'le konuşunca toplanmalarını emretti. Karşılarına çıkıp önce Allah'a hamd ettikten sonra şöyle konuştu:

"Ey Ensar topluluğu! Söylediğiniz bir söz bana intikal etmiş bulunmaktadır. İçinizden bana gücenmiş mi bulunuyorsunuz? Bakın. Size geldiğim zaman dalâlet içinde değil miydiniz, ki ben gelince Allah sizi hidayete erdirdi. Yoksul değil miydiniz ki ben geldikten sonra Allah size varlık verdi? Birbirinize düşman değil miydiniz ki ben geldikten sonra Allah gönüllerinizi birleştirdi?..."

Ensar Hz. Peygamber (sav)'ın bu konuşmasına karşı: "Elbette öyledir! Allah ve Rasulü bizim için daha minnet ve ihsan sahibi ve daha değerlidir" diye cevap verdiler. Sonra Hz. Peygamber (sav) "Peki Ey Ensar topluluğu! Bana bir cevap vermiyecek misiniz?" di­ye sorunca:

"Sana hangi sözle karşılık verebiliriz ki ya Rasulellah.. ihsan ve üstünlük Allah'ın ve Rasulünündür" diyerek mahcup oldukları­nı ifade etmeye çalıştılar. Fakat Hz. Peygamber onları iyice ikna et­mek için şunları söyledi:

"Bakınız, Allah'a yemin ederim ki isteseydiniz şu cevabı vere­bilirdiniz, doğru da söylemiş olurdunuz; aynı zamanda doğrula-nırdınız da. Şöyle diyebilirdiniz:

"Sen davanda yalanlanmış olarak bize geldin, sana inandık, seni doğruladık. Perişan olarak bize geldin, seni destekledik. Ko­vulmuş olarak bize geldin, seni barındırdık. Bize yoksul olarak geldin, sana malen yardımda bulunduk.

Fakat Ey Ensariler! Gönülleri İslama ısınsın diye bir gruba dünyalık bir şey verdiğim, sizi ise (bundan çok daha büyük bir ni­met olan) müslümanlığmızla başbaşa bıraktığım için mi bana gücendiniz?

Ey Ensar halk koyunlarla develerle buradan dönerken siz de Allah'ın Rasulü ile beraber memleketinize dönmeyi tercih etmez misiniz?

Muhammed'in canını kudret elinde bulunduran Allah'a ye­min ederim ki eğer hicret olmasaydı ensardan biri olmak ister­dim. İnsanlar bir yol tuttukları zaman ben Ensar'ın yolundan yü­rürdüm.

Allahım! Ensar'a, çocuklarına ve torunlarına rahmet eyle!"

Sonra Ca'rane'den Hz. Peygamber (sav), ömreye niyetli olarak Mekke'ye girdi. Ömrenin ikmalinden sonra Hicretin sekizinci yılı Zilka'de ayının yirmiyedinci günü de Medine'ye döndü. Mekke'ye vali olarak Attab Bin Esid'i bıraktı. Ona yardımcı olması, halka İs-lamı anlatması ve Kur'an'ı öğretmesi için de ayrıca ashabdan Mu-az Bin Cebel'i görevlendirdi. [14]

Rasulullah (sav) Medine'ye varınca kendisine Şada' Kabilesin­den bir heyet gelerek İslama girdiklerini açıkladılar.

Bu sırada Hz. Peygamber (sav), Uyeyne Bin Hısn'ı, elli kişilik bir süvari birliğinin başında Teymoğulları Kabilesi'ne gönderdi. Bunlar Hz. Peygamber (sav)'in elçisi Bişr Bin Süfyan'ın zekat tahsil memuru olarak Kaaboğulları Kabilesi'ne gidip görevini yerine getirmesini engellemişlerdi.

Uyeyne, Teymoğullarıyla çatışmaya girdi. Onlardan onbir er­kek, yirmi kadın ve otuz tane de çocuk esir alıp getirdi.

Hadisenin ardından bu kabileyi temsilen: Utarid Bin Haciib, Zeberkan Bin Bedir ve Amr Bin EI-Ehtem'den oluşan bir heyet Medine'ye geldi. -Hucurat Suresi bunların hakkında inmiştir.-

Sonra İslamı kabul edip dini konularda iyice aydınlanmak için bir süre Medine'de kaldılar.

Yine bu sıralarda Hz. Peygamber Mustalıkoğulları'nın zekatı­nı toplamak için Ukba Bin Mu'ayyit'ı görevlendirerek yolladı. Ka­bile halkı O'nu karşılamak için kalabalık halde kendisine doğru gelirlerken kendisiyle çatışacakları şüphesine kapılarak panik içinde geri döndü ve olayı Hz. Peygamber (sav)'e anlattı.

Bu kez Hz. Peygamber Halid BinVelid'i gönderdi. Ancak Ha-lid, kabilenin bulunduğu çevreye girince (ezan sesleri duydu, de­ğerlendirmenin bir yanlış anlamadan doğduğunu tesbit etti) Kabi­le halkının müslüman olduğunu gördü ve döndü.

Bir ara Hz. Peygamber (sav), başıboş insanlardan oluşan bir kitlenin korsanlık yapıp Cidde'ye hücum etmek üzere oldukları haberini aldı. Alkarna Bin Müczir'i üçyüz kişilik bir askeri birliğin başında üzerlerine gönderdi. Korsanlar kaçtılar, Alkarna da dön­mek üzere yola koyuldu. Emrindeki askerlerin bir kısmını, Medi­ne'ye önceden varmaları için ayırarak, başlarına da Abdullah Bin Huzafe Es-Sehmi'yi tayin edip hızla yollanmalarını emretti.

Abdullah şakacı bir zattı. Mola verdikleri bir yerde emrindeki müfrezeye bir ateş yaktırıp onlara "Siz emrime uymak zorunda değil misiniz?" diye sordu.

Hepsi bir ağızdan:

"Elbette!" cevabını verdiler. Bunun üzerine Abdullah onlara:

"O halde size emrediyorum, hepiniz teker teker kendinizi bu ateşe atın" deyince onlardan kimisi:

"Esasen biz ateşten (yani cehennemden) kurtulmak için müslüman olmuş bulunurken nasıl olur kendi elimizle kendimi­zi ateşe atarız!" diye itirazda bulundular.

Buna rağmen, amire isyan olmaz düşüncesiyle bir kısmı da gerçekten kendilerini ateşe atacak oldular. Ancak Abdullah davra­narak:

"Sakın ha! Ben sadece şaka yaptım" deyip onlara engel oldu.

Medine'ye varıp bu olayı Rasulullah (sav) a anlatınca: "Yaratı­cıya karşı gelinerek yaratığa boyun eğilmez!" buyurdu.

Hicretin dokuzuncu yılı Rabiul'evvel ayında Hz. Peygamber (sav), elli kişilik bir süvari birliğinin başında Hz. Ali'yi Tay Kabile­si'ne ait Fels adındaki putu yıkmakla görevlendirdi. O da gidip pu­tu yıkıp yaktı, ona tapanlarla savaştı, koyun ve deve sürülerine -müslümanlara ganimet olmak üzere- el koydu. Aynı zamanda ka­dınlarını da esir alarak döndü. Aralarında (cömertliğiyle meşhur) Hatem Kızı Sefane de vardı.

Hz. Ali ganimet ve esirlerle Medine'ye dönünce Sefane Hz. Peygamber (sav)'e müracaat ederek hürriyetinin bağışlanıp malla­rının geri verilmesi ricasında bulundu. Hz. Peygamber (sav)'de is­teğini yerine getirdi.

Buna çok memnun olan Sefane Hz. Peygamber'e şu meşhur duada bulundu:

"Varlıklıyken yoksul düşen her el sana minnettar kalsın. Son­radan görmüşler sana asla musallat olmasın. Allah, yaptığın iyi­liklerin yerini doldursun ve seni alçak insanlara muhtaç kılma­sın. Malı elinden alınmış şerefli her kimseye malının iadesinde seni yardımcı ve sebep kılsın."

Hz. Peygamber (sav)'in Sefane'ye yaptığı bu güzel muamele, kabilesi müslümanlar karşısında yenilgiye uğradıktan sonra gizle­nip kaçan biraderi Hatemoğlu Adiy'in sonraları müslüman olma­sına sebep oldu. Sefane Kabilesine dönünce kardeşi gelip Hz. Pey­gamber (sav) hakkındaki düşüncelerini sordu.

Sefane kardeşine:

"Bana kalsa, çabuk ol git kendisiyle bizzat sen görüş. Eğer gerçekten peygamber ise, bilmiş ol ki O'na önce inananın ayrıca­lığı vardır. Yok eğer hükümdar ise nasıl istersen öyle davran" di­ye öğütte bulundu.

Adiy, kardeşinin bu tavsiyesi üzerine Medine'ye geldi ve Hz. Peygamber (sav)'le görüştü. Rasulullah (sav) adını sordu.

"Hatemoğlu Adiy" deyince O'nu alıp evine götürdü ve kendi­sini ağırladı. Bunun üzerine, daha önce Hıristiyan olan Adiy müs-lüman oldu.[15]

 

Tebuk Seferi

 

Öyle görülüyor ki Hz. Peygamber (sav)'in muhtelif yönlere gö­revlendirip çıkardığı askeri birliklere, müslümanların tümü katıl­mamışlardı. Halbuki İslam ümmeti mücahit bir ümmettir. Bu üm­met hiç bir zaman cihadı ve batılla mücadeleyi bir kenara bıraka­maz. Ta ki yeryüzünden zulmün kökü kazılıncaya kadar. Bu ne­denle zaman zaman tertip edilen savaşlara {sırayla katılarak) tüm müslümanların fiili cihad yapmaları şarttı.

Bu sayede ancak her müslüman, bir sahada diğerine intikal ederek hareket için idmanlı bir vasıf kazanabilir ve gevşeyen bir haleti ruhiyeye nefisler bu suretle meyletmemiş olabilirdi.

Tebuk Savaşi'nın cereyan ettiği sıralarda, kuraklığın hakim ol­duğu, verimin düştüğü, semalardan yağışın kesildiği ve yeşilliğin yok olmaya yüz tuttuğu günler yaanıyordu. Bu durum ise cihada karşı olan isteği baltalıyordu. Aynı zamanda şiddetli sıcakların hü­küm sürdüğü ve meyvelerin olgunlaştığı bir mevsim de gelip çat­mıştı ki gölgelikler aranır olmuştu.

Nefisler rahatlığa ve hayatın tadını çıkarmaya^ meylediyordu. Bu sebepledir ki İslama karşı samimi olmayan hasta ruhlu insan­lar savaşa katılmaktan kaçmıyor, buna mukabil imanla dolu gö­nüller ise bu dünyanın zevale mahkum olan tüm geçici zevklerini ayak altına alarak yüceliyor kalıcı olan Ahiretteki nimetlerine ancak rağbet gösteriyordu. Öyle görülüyor ki, Bizanslılar, Arap yarı­madasındaki Arapların, İslama girdikten ve Mu'te'de kendilerine karşı nasıl kahramanca savaştıklarını bizzat görüp Zatu's-Selâsil mevkiinde de Kuzaa ve boylarına karşı nasıl üstünlük elde ettikle­rini duyduktan sonra kanaatleri değişti. Baktılar ki müslüman Arapları cezalandırmak için sadece müttefikleri olan Arap kabile­lerini ve bu amaçlarla kullandıkları Gassaniler'i devreye sokmak hiç bir sonuç vermeyecektir, çünkü bu müttefikleri kuvvet ve si­lahla desteklemek gerekiyordu; Bu sebeple Medine'ye karşı topye-kun bir savaşa girişmek için kuvvet yığmaya ve askeri hazırlıklar yapmaya başladılar.

Hz. Peygamber (sav) Bizanshlar'ın yığmak yaptıkları ve birta­kım askeri hazırlıklar içine girdikleri haberini aldı. Dolayısıyla O da müslümanlara muhtemel bir savaş için hazır olmaları emrini verdi. Fetihten sonra Mekke'den döneli beri sekiz aydan fazla bir zaman geçmiş bulunuyordu.

Yani Hicretin sekizinci yılı Zilhicce ayından, dokuzuncu yılı Recep ayına kadar bir süre geçmişti. Hz. Peygamber (sav), Mekke halkını ve diğer bedevi kabilelerini de askere çağırarak Bizanslı­lar'a karşı savaş yapacaklarını haber verdi.

Hz. Peygamber (sav), bir askeri operasyon hazırlığı içine girdi­ği zaman, nereye yöneleceğini baştan açıklamaz, (gerektiğinde) ima ile yetinirdi. Bu (Askeri bir prensip olarak) O'nun adetiydi. An­cak bu kere, mesafenin uzaklığı, olayın (tahmin edilen) dehşeti, düşmanın, imkan ve sayı bakımından üstünlüğü dolayısıyla sava­şa gerektiği gibi hazırlanmaları için nereye gideceklerini halka ön­ceden açıklamada bulundu.

Aynı zamanda, Rasulullah (sav), hali vakti yerinde olanlara or­duya yardımda bulunmaları, orduyu teçhiz etmeleri için özendirici tavsiyeler yaptı. Bunun üzerine Hz. Osman onbin dinar, üçyüz de­ve ve elli at vererek orduya para ve mal bağışında bulundu. Hz. Pey­gamber O'nun bu örnek davranışından o kadar memnun oldu ki:

"Allahım! Osman'dan razı ol. Ben O'ndan hoşnudum" diye kendisine dua etti. Hz. Ebu Bekir de varını yoğunu getirip bağışladi. Bütün mal varlığı dörtbin dirhemden ibaretti, hepsini verdi. Hz. Peygamber (sav) O'na:

"Peki ailen için bir şeyler bıraktın mı?" diye sorunca: "Onlara Allah'ı ve Rasulünü bıraktım" cevabını verdi.

Hz. Ömer malının yansını, Abdurrahman Bin Avf yüz okka ka­dar bir mal, Abbas ve Talha da büyük miktarlarda mal bağışında bulundular. Keza Asım Bin Adiy ve başka bir çok zenginler de ba­ğışlarda bulundular. Zira müslüman kişi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaktan başka bir maksatla edinmediği malını böyle bir gün­de saklayıp cimrilik edemezdi. Çünkü o, bu dünya hayatında Allah için cihad etmek, Allah yolunda mücadele vermekten daha hayır­lı bir amelde bulunamazdı. Bu bakımdandır ki gerçek müslüman bu gibi hallerde mal varlığının tümünü bağışlar, bununla beraber yaptığını da gözönünde büyütmez, bilakis bu yaptığı işin esasen görevi ve imanının gereği olduğuna inanır.

İşte İslam toplumu bu gibi insanlardan oluştuğu zaman o top­lumun içinde muhtaç kimselerin bulunması artık mümkün değil­dir. Aynı zamanda toplum fertleri (yaklaşık ve) vasat derecede mal varlığına sahip bulunacaklarından ümmet, zaman zaman (sınıf farkları yüzünden) zayıf duruma düşmeye maruz kalmamış ola­caktır.

Fakat kavramlar ve ölçüler değişip insanoğlunun amacı sırf başkalarına karşı üstünlük taslamak veya geleceğinden duyduğu endişe ile servet yığmak olursa bu sonuç kaçınılmaz olur.

Çünkü zenginlerle mevki sahipleri sık sık sorunlarla karşılaşır­lar. Nitekim ancak dış desteklerle ve belli görevler için getirilmiş oldukları mevkiler, bu görevlerin bitmesiyle günün birinde son bulacak diye bekleyiş içinde olan bu adamlar, (zamanımızda) pa­ralarını daima dış bankalara yatırırlar ve servetlerinin meşru ya da gayrimeşru kaynaklardan kazandıklarına hiç bakmazlar. Tabi du­rum böyle olursa ümmet geriler, çeşitli hastalıklara ve ahlak çö­küntülerine uğrar. Ümmetin kalkınması ve ilerlemesi için tasarla­nan projelerin sayısı ve verimi düşer, hatta gerçekleştirilmeleri imkansızlaşır, vurgunlar artar, ortalık anarşiye boğulur ve ülke de ge­riler. Nitekim ümmetimiz bu duruma düşmüştür. Çünkü ilahi ni­zamı uygulamaktan el çekmiştir.

Bizanslılar'a karşı savaş hazırlıklarının sürdüğü sıralarda En-sar'dan hali vakti iyi olmayan bir grup Hz. Peygamber (sav)'e gele­rek kendilerini de savaş için donatması (binek ve silah tahsis et­mesi) ricasında bulundular. Ancak onlara:

"Size binek bulamıyorum" dedi.

Bunun üzerine kendileri de harcayacak para bulamadıkları için üzüntüden gözyaşı dökerek geri döndüler. Sonra Hz. Osman onlardan üçünü Hz. Abbas diğer ikisini, Yamin Bin Amr da bir di­ğer ikisini donattılar. Hz. Peygamber (sav), Medine'ye naib olarak Muhammed Bin Mesleme'yi ailesi için koruyucu olarak da Hz. Ali'yi görevlendirdikten sonra otuzbin kişilik bir kuvvetin başında hareket etti. Münafıklar yine reisleri olan Abdullah Bin Ubey'in tahrikleriyle orduya katılmadılar. Bedeviler de katılmamak için birtakım mazeretler ileri sürdüler. Bu kesimler müslümanlara, içinde bulundukları mali zorluklar ve sayıca az olmaları bakımın­dan Bizanshlar'a karşı yenilgiye uğrayacaklarına kesin bir gözle bakıyorlardı. Halbuki müslümanlar maddi imkanlar bakımından fakir idiyseler de gönülleriyle zengin bulunuyorlardı.

Allah'a ve imanlarına dayanarak güçlü idiler. Bu vasıflara sahip ve üstelik aralarında şehid olma arzusu, cesaret, cömertlik ve iman Örneklerinden birer abide olan Hz. Peygamber'in (sav)'in seçkin sahabelerinin bulunduğu bir topluluk için yenilgi asla söz-konusu olamazdı.

Cidd Bin Kays adında bir diğeri de gelerek Hz. Peygamber (sav)'e "Bizans kadınlarına karşı kendilerine hakim olamayaca­ğı" gerekçesiyle savaşa katılmak istemediğini, kendisini bu ma-azeretten ötürü muaf tutmasını istedi. Bütün bunlar müslümanlar aleyhinde dedikodular yapıyor, onların dirlik ve düzenine halel getirmeye çalışıyorlardı.

Keza müslümanlardan küçük bir grup bile savaştan geri durmaya çalışmışlardı. Ebu Hayseme, Kaab Bin Malik, Hilal Bin Ümeyye ve Mirare Bin Rabi bunlardandı. Sonra Ebu Hayseme konvoya henüz Tebuk'a varmadan önce kavuştu,

İslam ordusunun sancağı Hz. Ebu Bekir'in elindeydi. Muhacir­lerin flaması Zübeyir Bin Avam'in, Evs'in flaması Üseyyid Bin Hu-dayr'ın Hazrec'in flaması ise Hubbab Bin Münzir'in elindeydi. Or­dunun nizamiye karakol komutanlığı ise Ubad Bin Büşr'e veril­mişti.

Hz. Peygamber (sav), Medain yöresinden geçerken yüzünü el­bisesiyle örterek bineğini de hızlandırdı ve:

"(Vaktiyle Allah'a karşı baş kaldırarak) nefislerine zulmetmiş (ve bu sebeple cezaya çarptırılarak helak edilmiş) olan kavmin di­yarından ağlayarak geçiniz. Onların uğramış olduğu cezaya çarpıl­maktan korkarak böyle yapınız" buyurdu.[16]

Tebuk'e vardığı zaman, kendisine gelen haberlerin tam aksi­ne Bizanslılara ait hiç bir iz bulmadı. On günden fazla bir süre burada konakladı. Bu sırada Eyle Emiri Yuhanna, Cerba ve Ezruh halkı kendisini ziyaret ettiler. Cizye vereceklerine dair anlaşma yaptılar.

Hz. Peygamber (sav) Medine'ye döndüğünde, münafıkların, sırf müslümanları parçalamak, dirlik ve düzenlerini bozmak için Dırar Mescidi adı altında bir cami inşa ettiklerini gördü. O'nu, ge­lip bu camide namaz kılması için davet ettiler. Bu camii inşa etme­lerinin neden icab ettiğini onlara sorduğunda masum tavırlar ta­kınıp, Allah rızası için bunu yaptıklarını ileri sürüp durdular. Hal­buki Allah onların yalan söylediğine bizzat şahadet ediyordu. Ni­tekim Hz. Peygamber fitne yuvası olan bu camiin derhal yıkılma­sını emretti ve hemen yerle bir edildi.

Sefere katılmayan asker kaçakları teker teker gelip bir takım yalanlar uydurarak Hz. Peygamber (sav)'e maazeretlerini açıkla­maya uğraştılar. O da dış görünüşlerine bakıp içlerindekini ise Allah'a havale ederek maazeretlerini kabul etti. Kendilerini affetme­si için Allah'a dua etti.[17]

Sonra gerçek müminlerden, sefere katılmayan diğer üç kişi de özür dilemek için geldiler. Bunlar Kaab Bin Malik, Hilal Bin Ümeyye ve Mirara Bin Rabi' idiler. Suçlarını itiraf edip özür dile­diler. Bunlardan Kaab Bin Malik'i dinleyelim.

Kendisini şöyle anlatıyor:

"Ben Bedir Savaşından başka hiç bir savaştan geri durmadım. Bedr'e katılmayanları ise ne Allah ne de Rasulu tekdir etti. Çünkü Hz. Peygamber (sav), esasen savaş niyetiyle değil Kureyşlilere ait ticaret kervanını ele geçirmek için çıkmıştı. Ne varki Allah Teala O'nu ve düşmanını, önceden herhangi bir zamanlama yapmadan birbirleriyle karşılaştırdı. Akabe'de îsîam üzerine birbirimize te­minat verdiğimiz saatte ben Rasulullah ile beraber bulundum. Be-dir'in, her ne kadar halk arasında ünü varsa da, bilseniz Akabe'de­ki o saati ne kadar da çok Bedr'e tercih ederim.

Şöyle bir durumum vardı:

Ben Tebuk Seferi'nde Hz. Peygamber (sav)'den geri kaldığım gün kadar hiç bir zaman güçlenmemiş ve bolluk görmemiştim. Vallahi hiç bir zaman iki binek hayvanına birden sahip olmamış­ken Tebuk Seferi sırasında iki hayvanım vardı. Sonra Hz. Peygam­ber hangi sefere çıkarsa genellikle nereye gideceğini başka bir he­defle gizlerdi. Ta ki Tebuk Seferi'ne hazırlandı,

Şu varki çok sıcak bir mevsimde kalabalık bir düşman ordusu­na karşı ve uzun bir sefere hazırlandı. Nereye gideceğini de halka açıkça söyledi ki halk ona göre hazırlansın. Hz. Peygamber (sav)'in de müslümanlardan o kadar kalabalık taraftarları vardı ki bunların yazılı bir listesi de yoktu. Dolayısıya tek tük de olsa biri kaytardı mı Allah, vahyile bildirmediği müddetçe o kimse gizli kalacağını zan­nederdi.

Hz. Peygamber bu sefere çıktığı zaman meyvalar olgunlaşmış, gölgeler sevilir olmuştu. Halk gölgeliklere yöneliyordu. O hazırla­nınca müslümanlar da O'nunla birlikte hazırlandılar. Ben de bu arada hazırlanmak üzere gittim, fakat bir şey yapmadan tekrar döndüm. Kendi kendime, eğer istersem benim bu işe gücüm yeter diyordum, ama yine de tereddüt içindeydim. Halk silkinip gidin­ceye kadar benim bu tereddütlü halim uzayıp gitti. Hz. Peygamber (sav), müslümanlarla birlikte ayrılıp gidinceye kadar ben böylece hiç bir hazırlık yapmadım.

Sonra dedim ki: O'ndan, bir ya da iki gün sonra hazırlanır, ar­kadan da gider onlara yetişirim. Onlar ayrılıp gittikten sonra yine hazırlanmaya niyet ettim. Fakat dönüp durdum hiç bir şey yap­madım. Bu durum yine böyle uzayıp gitti. Ta ki hızlanıp uzaklaştı­lar ve sefere katılma fırsatı da böylece kaçmış oldu. Bir ara onlara arkadan yetişmek için tekrar azmettim ve keşke gitseydim. Ama olmadı. Sonra geride kalmış olan halkın arasına çıkıp şöyle bir gezdim. Fakat çok üzüldüm. Çünkü ya ikiyüzlülükle mimlenmiş birine, ya da Allah'ın mazul kıldığı zayıf bir kimseye rastlıyordum.

Hz. Peygamber (sav), Tebuk'e varıncaya kadar beni hatırlama­mış. Fakat bir ara, Tebuk'te cemaatle beraber oturmuş bulunuyor-larken "Malik oğlu Kaab ne yaptı?" diye sormuş.

Selemoğullan'ndan orada bulunanlardan biri:

"Ya Rasulallah! O'nu cakalı elbiseleri ve sağma soluna kibirli bakışları bize katılmaktan alıkoydu" demiş.

Muaz Bin Cebel dayanamayarak:

"Ne kadar da çirkin konuştun" diyerek O'nu tersledikten son­ra "Ey Allah'ın Elçisi! Yemin ederim ki O'nda güzellikten başka bir şey görmedik" ifadesini kullanmış. Hz. Peygamber (sav) de bunun üzerine başka bir şey söylememiş.

Hz. Peygamber (sav)'in Tebuk'dan dönmekte olduğu haberini alınca heyecanlandım ve maazeret beyan etmek için uyduracak bir yalan hatırlamaya çalıştım. Kendi kendime:

"Acaba Hz. Peygamber (sav)'in öfkesinden kurtulabilmek için yarın ne yapmalıyım? diye soruyordum.

Bu arada yakınlarımdan aklı başında herkesten bu konuda yardım dilenmeye koyuldum. "Neredeyse Hz. Peygamber (sav) şehre girmek üzeredir" denildiği sırada, (kurtuluş arayışı ile ilgili) sahte düşüncelerim yok oldu. Ancak doğruyu söylemekle kurtula­bileceğime inandım ve doğruyu söyleyeceğime kesinlikle karar verdim.

Hz. Peygamber (sav), sabahla beraber Medine'ye girdi. O bir seyahatten döndüğü zaman doğruca Mescid'e giderdi, yine öyle yaptı ve iki rekat namaz kıldıktan sonra halkı kabul etmek için oturdu. Bu sırada savaş kaçakları O'nu ziyaret etmeye geldiler. Ye­minler edip özür dilediler. Bunlar seksen küsur kişiydiler. Hz. Pey­gamber dış görünüş itibariyle maazeretlerini haklı kabul ederek, içlerindeki esas niyetlerini de Allah'a havale etti. Sonra ben de gel­dim. O'na selam verdim. Öfkeli bir kimsenin gülümsemesi gibi gü­lümsedi. Sonra bana:

"Gel bakalım" dedi. Yaklaştım ve önünde diz çökerek otur­dum. Bana:

"Neden geri kaldın? Sırt çevirmeyeceğine söz vermemiş miy­din?"[18] diye serzenişte bulundu. Şu cevabı vermeye çalıştım:

"Ey Allah'ın Elçisi! Allah'a yemin ederim ki eğer şu dünya eh­li arasında, senden başka birinin yanında oturmuş olsaydım, mutlaka bir maazeret uydurup Öfkesinden kurtulabilirdim. Ger­çekten (Allah tarafından) bana bir tartışma gücü verilmiştir. Fa­kat yemin ederim ki şimdi bir yalan uydurup seni razı etsem bile Allah'ın bana öfkelenmesi bir an meselesi olur. Fakat buna mu­kabil, doğruyu söylesem de bana kizsan, sonunda Allah'ın beni affetmesini umarım. Allah'a yemin ederim ki hiç bir maazeretim yoktu. Hem sonra senden geri kaldığım günkü kadar hayatımda güçlenmemiş, bolluk görmemiştim."

Hz. Peygamber (sav) bu sözlerim üzerine:

"Bu söylediklerin onaylanmış bulunuyor. O halde Allah, hak­kında hüküm verinceye kadar (git) bekle!" diyerek huzurundan beni uzaklaştırdı.

Ben de kalkıp gittim. Oradan ayrılırken Selemoğulları'ndan iki kişi de arkamdan beni izleyip, bana şöyle dediler:

"Yemin olsun, daha Önce bu kadar büyük bir suç işlediğini hiç hatırlamıyoruz. Diğer kaçaklar gibi Rasulullah'a bir maazeret beyan etmekten ne kadar da aciz kaldın! Eğer bir gerekçe ileri sü­rüp (Hz. Peygamber (sav)'i ikna edebilseydin) günahının affı için O'un Allah'a dua etmesi senin için yeterliydi."

Bu iki şahıs o kadar ısrar ettiler ki bir ara Hz. Peygamber (sav) 'e tekrar dönüp kendimi yalanlamayı bile düşündüm. Sonra onlara:

-Benim bu durumuma düşen başka bir kimse daha oldu mu? diye sordum.

"Aynen senin gibi ifade veren iki kişi daha var. Sana ne denil­diyse onlara da öyle cevap verildi" dediler. Bu iki kişinin kim ol­duklarını sordum.

"Mirara Bin Rabi'a El-Amri ile Hilal Bin Ümeyye El-Vakıfî"dediler.

İki dürüst ve iyi insanın ismini vermiş oldular. Bana bu iki ki­şinin adını verince sustum. Sonra Rasulullah (sav) savaştan tüm kaçanlar arasında üçümüzü (yasaklı ilan ederek) kimsenin bizim­le konuşmamasını emretti. Biz de halkın arasından çıktık, onların da bize karşı tutumları değişti. Kendim bulunduğum yeri bile ta­nıyamaz duruma düştüm. Sanki bu yerler daha önce bildiğim yer­ler değildi. Sanki yabancı bir diyardaydım. Elli gün bu durumu ya­şadık. Diğer iki arkadaşım da evlerine kapanmışlardı. Fakat ben halk arasına çıkıyordum. Onlarla haşir neşir oluyor, yüz çevirme­lerine karşı sabır gösteriyordum. Müslümanlarla birlikte namaz­larda bulunuyor, çarşılarda geziyordum. Buna rağmen kimse be­nimle konuşmuyordu.

Hz. Peygamber (sav)'e, namazdan sonraki oturumlarında yak­laşır, kendisine selam verirdim, -içimden de, "Acaba selamımı al­mak için dudaklarını kıpırdattı mı?" diye kendi kendime sorar­dım.

Sonra yaklaşır hep yakınında namaz kılmaya, kaçamaklı ba­kışlarla O'na bakmaya çalışırdım. Ben namaza durunca O bana bakardı, fakat O'na doğru baktığım zaman da bu kez benden yüz çevirirdi. Müslümanların bu boykotu bana öyle uzun geldi ki artık ne yapacağımı şaşırdım, gidip Ebu Katade'lerin duvarının üzerin­den atlayarak içeri girdim. Amcamın oğlu ve insanlar arasında en sevdiğim biriydi. Selam verdim. Vallahi de selamımı almadı.

Kendisine dedim ki:

"Ey Katade'nin babası! Allah aşkına söyler misin? Ben Allah'ı ve Rasulünü gerçekten sevmiyor muyum?"

Hiç cevap vermedi. Tekrar ettim, yine cevap vermedi, üçüncü kez tekrar ettim. Bana sadece:

"Allah ve Rasulü bilir" cevabını verdi. Bunun üzerine gözle­rimden yaş aktı. Hemen duvarın üzerinden atlayıp çıktım, çarşıya gittim. Baktım ki Suriye'nin Nabatiyye Kenti'nden gelip Medine'de yiyecek maddesi pazarlayan biri beni arıyor..

"Kim bana Malik oğlu Kaab'i gösterebilir?" diye soruyor.

Halk da beni işaret ederek gösteriyorlar. Sonra adam bana gel­di ve Gassan Emiri'nden bir mektup iletti. Mektupta şunlar yazı­lıydı:

"Selamdan sonra... Adamının [19] sana eziyet yaptığını duyduk. Allah seni, hiçe sayılıp (çiğnenip) kaybolacağın bir memlekette (zorla) tutmuş değil. Hemen bize katıl, sana yardımcı olalım."

Ben bu mektubu okuyunca kendi kendime: "Bu da ikinci bir bela. Demek öyle bir durumda kaldım ki putperestlerden biri bile bana umut bağlamaya başladı" dedim. Ve hemen mektubu tandıra atıp yaktım. Müslümanların bu boykotu üzerinden henüz kırk gün geçmişti. Hz. Peygamber (sav)'in elçisi bana gelip:

"Hz. Peygamber (sav) emrediyor: Hanımına yanaşmayacak­sın!" dedi. O'na:

"Peki, yani boşayayım mı, yoksa nasıl davranayım?" diye sor­dum.

"Hayır, sadece yanaşmayacaksın (cinsel ilişkide bulunmaya­caksın) Ondan uzak duracaksın" cevabını verdi. Diğer iki arkada­şıma da aynı emri verdi. Bunun üzerine ben eşime:

"Git ailene katıl ve Allah bu meselede hükmünü verinceye kadar onların yanında kal" dedim. Bu sırada diğer iki arkadaşım­dan Hilal Bin Ümeyye'nin hanımı Hz. Peygamber (sav)'e gidip:

"Ey Allah'ın Elçisi! Hilal pek yaşlı bir adamdır, O'na hizmet edecek biri de yoktur, (yanında kalıp) hizmet etmeme mi karşı­sın?" diye sormuş. O da: "Hayır, karşı değilim, fakat sana yaklaş­masın" diye cevap verince Hilal'in hanımı:

"Ey Allah'ın Elçisi! Vallahi O'nda artık, bana yanaşacak bir güç ve hareket kalmış değildir. Bu olayın başından beri O, bugü­ne kadar ağlayıp duruyor, gözlerini kaybedecek diye korkuyo­rum" diye dert dökmüş.

Bunu duyan yakınlarımdan bazıları bana:

"Ne dersin, sen de Hz. Peygamber (sav)'e gidip hanımın için izin alsan iyi olmaz mı? Bak, Hilal Bin Ümeyye'nin, hanımının hizmet etmesi ve yanında kalması için izin vermiş" diye tavsiye­lerde bulundular. Kendilerine:

"Hayır, vallahi gidip O'nun için izin almam. Çünkü böyle bir talep için kendisine başvurursam Hz. Peygamber (sav)'in bana ne gibi bir cevap vereceğini bilemem ve çekiniyorum. Hem sonra ben Hilal gibi yaşlı biri değil, henüz gencim" karşılığını verdim.

Bundan sonra bir on gün daha böyle kaldık. Böylece Hz. Peygamber (sav)'in bizimle konuşmayı yasaklaması üzerinden tam elli gün geçmiş bulunuyordu. Ellinci günün sabahı, evlerimizden birinin damında sabah namazını kıldım. Allah Teala bizi Kur'an'da nasıl anlatmışsa [20] işte aynen o hal içindeyim. Yeryüzü bütün ge-nişliğiyle başımıza daralmış bulunuyordu. Ben o sıralarda bir tümsek üzerinde kendime bir çadır kurmuştum. Vaktimi içinde oturarak geçirirdim. Bir ara, birinin bu tümsek yere çıkıp avazı çık­tığı kadar:

"Ey Malik oğlu Kaab sana müjdeler olsun, sevin!" diye bağır­dığını duydum. Hemen secdeye kapandım ve anladım ki kurtuluş kapısı açıldı...

Hz. Peygamber (sav) sabah namazını kıldığı sırada Allah Te-ala'nın tövbelerimizi kabul buyurduğunu halka ilan etmişti. Bunun üzerine halk bizi müjdeledi. Benim diğer iki arkadaşıma da gidip müjde verdiler. Adamın biri at üstünde hızla bana doğru geliyordu. Eşlem Kabilesi'nden bir adam da tepeye doğru gitti, nihayet tepeye çıkarak müjdeyi ilan etti. Adamın sesi attan daha hızlıydı.

Ben, beni müjdeleyinin sesini duyunca üzerimde bulunan iki elbisemi de hemen çıkararak O'na mükafat olarak giydirdim. Ye­min olsun o gün için onlardan başka da elbisem yoktu. Çünkü git­tim, ödünç olarak iki elbise alıp giydim ve hemen Rasulullah (sav)'ı aramaya çıktım.

Bu sırada halktan bana rastlayanlar Allah Teala'nın tövbemi kabul etmiş olmasından dolayı beni kutlamaya çalışıyor, "Gözün aydın, Allah tövbeni kabul buyurdu" diyorlardı. Ben mescide gi­rinceye kadar bu tebrikler böyle devam etti. İçeriye girdim.

Rasulullah (sav) oturmuş, etrafında halktan bir kalabalık var­dı. İçlerinden Talha Bin Ubeydullah kalkıp beni selamladı ve teb­rik etti. Muhacirler arasında O'ndan başka kimse kalkmadı. Tal-ha'nın bu sıcak ilgisini hiç bir zaman unutamadım.

Yaklaşıp Hz. Peygamber (sav)'e selam verince -Yüzünde bir sevinç ifadesi vardı- Bana:

"Sevin! Doğduğun günden beri şimdiye kadar yaşadığın gün­lerin en hayırlısıyla seni müjdeliyorum" dedi.

"Bu müjde senin tarafından mı, yoksa Allah tarafından mı?"

diye sordum.

-  Evet Allah tarafındandır, diye cevap verdi. Hz. Peygamber çok sevinçliydi. O sevindiği zaman yüzü bir ay parçasına dönerdi. O'nun sevincini yüzünün ifadesinden anlardık. Önünde diz çöke­rek dedim ki:

- Ey Allah'ın elçisi! Allah'a karşı günahlarımdan tövbe ettiği­min bir nişanesi olarak malımın hepsini sadaka niyetiyle dağıt­mak istiyorum. Bana:

- Hayır bir kısmını elinde tut, senin için daha hayırlı olur, bu­yurdu. Bunun üzerine:

- O halde Hayber'deki malımı elimde tutacağım, sadece onu istisna edecek, geriye kalanını dağıtacağım, dedim. Sonra da Hz. Peygamber (sav) ile şöyle konuştum, dedim ki:

"Ya Rasulallah! Allah'a karşı tövbemin bir nişanesi olarak, hayatta olduğum müddetçe asla doğru sözden başkasını söyle­meyeceğim."

Bunları ben Hz. Peygamber (sav)'e söylediğim günden şimdi­ye kadar (doğru söz söylemek konusunda) Allah Teala'nın, benim gibi başka birini daha bu derece imtihan ettiğim bilmiyorum. Ye­min olsun ki Hz. Peygamber (sav)'le aramızda geçen bu konuşma­dan sonra bu güne kadar asla yalana tevessül etmedim. Allah'ın beni bundan sonra da yalan konuşmaktan korumasını diliyorum.

Allah (cc) beni İslam ile şereflendirdikten, bu nimeti bana ih­san ettikten sonra o gün Hz. Peygamber (sav)'e yalan söylememiş olmak gibi daha büyük bir nimeti bana ihsan ettiğini hatırlamıyo­rum. Eğer yalan söylemiş olsaydım, diğerleri gibi ben de mahvo­lurdum.

Çünkü Allah Teala onlar için şöyle buyurdu:

"Döndüğünüzde kendilerine çıkışmamanız için Allah'a ye min edeceklerdir. Siz onlardan yüz çevirin. Çünkü pistirler. Yap tıklarının karşılığı olarak varacakları yer cehennemdir. Kendile­rinden hoşnut olasınız diye size yemin ederler. Siz onlardan hoş-nud olsanız bile, Allah (cc) yoldan çıkmış kimselerden razı olmaz.[21]

Hz. Peygamber (sav) biz üç kişiyi daha önce kendisine gidip yemin etmeleri üzerine mazeretlerini kabul ettiği ve affolmaları için Allah'a duada bulunduğu şahıslardan ayırmış, durumumuzu, Allah (cc) hükmünü verinceye kadar ertelemişti. Bunun üzerine Allah Teala "Savaştan geri kalmış üç kişi" hakkında hükmünü bil­dirdi.

Ancak Allah'ın bu ayette zikretmiş bulunduğu {geri kalma) meselesi "savaştan geri kalmamızı değil, Hz. Peygamber (sav)'in tövbemizi ertelemesini, O'na yemin edip mazeretlerini kabul bu­yurduğu kimselerden sonraya bizi bırakmamızı anlatmaktadır. [22]

Şimdi de, yapılan bu Tebuk Seferi ile Malik oğlu Kaab'ın yap­mış olduğu bu konuşmalar ışığında İslam toplumunun nasıl ol­ması gerektiğini inceliyelim:

Bu örnekte görüyoruz ki kurallara uyan bir toplumun fertle­rinden her biri, hürriyetinin sınırlarım çok iyi bilmekte ve sorum­luluğunun bilincindedir.

Bu konuda ayrıca başka birinin onu denetlemesine gerek yok­tur. Çünkü o kendi kendini kontrol etmekte ve yaptığı her işte Al-lah'dan korkmaktadır. (Allah'a hesap vereceğine inanmaktadır.)

Mesela otuzbin kişinin bakıyorsunuz ki bir tek komutanı var­dır. Her meselelerinde O'na başvururlar. Komutan onları irşad eder, onları aydınlatır. Onlar da kendisine kulak verirler, onlara emreder, derhal emrini yerine getirirler. Komutan kalkıp hiç birini yapmakta olduğu görevde kontrol etmez. Şimdi biz bu toplumu gelin de ilahi düzenden uzaklaşmış bulunan çağımızın toplumla­rından biriyle karşılaştıralım. Görmüş olacağız ki otuz bin kişilik bir ordunun sevk ve komutası için normalde beşbin astsubay ve ikibin subaya ihtiyaç vardır. Bilindiği gibi bunların her biri orduda devamlı olarak askeri kontrol eder. Bununla birlikte yine de çok kere disiplin temin edilememektedir. Hırsızlıklar, keyfi muamele­ler, çeşitli sorunlar devam eder gider. İkinci bir husus daha vardır:

Otuz bin kişi daha önce hiç bir celb yapılmadan, sadece Hz. Peygamber (sav) 'in bir tek isteği üzerine bir anda toplanıvermiştir. Günümüzde eğer insanlar savaşa gidip gitmeyecekleri konusunda muhayyer bırakılacak olsalar, bir kişi bile gitmeyecektir. Eğer gö­rüşleri alınacak olsa, kendi evlerinin içinde düşmanın baskınına uğramaları ihtimali karşısında bile hepsi maazeret beyan edecek, gitmekten çekineceklerdir.

Şimdi de bu ilk İslam toplumunun, savaş sonrası durumuna bir göz atalım:

Hz. Peygamber (sav) savaşa katılmayan o üç kişiye karşı (en yakınları ve kendilerini en çok sevenler dahil) müslümanlardan, gizli aşikâr her yerde boykot yapmalarını isteyince, cümlesi bu emre kesin bir şekilde uydular. Öyleki bu üç kişi, gerçekten de yap­tıklarının cezasını kat kat çektiler. Bu cezanın acısını fazlasıyla tat­tılar.

Hz. Peygamber (sav) , onlara hanımlarına yanaşmamalarını emretti. Bu emre uydular. Halbuki bu mahrem bir meseledir, on­ların eşlerine yanaşıp yanaşmadıklarını Allah'tan başka kimse bil­mezdi.

İnsan görünürde emre uyacağını söylediği halde, kendi başına kaldığı zaman bunu uygulamayabilir. Fakat bu cezalılar Allah'ın, kendilerini mahrem kaldıklarında da gördüğüne inanıyorlardı. Çünkü hiç bir şey Allah'dan gizli değildir. İşte gerçek müslüman böyledir. Allah'dan korkar ve emirlerini behemehal yerine getirir.

Gayrimüslim ise şeytanın emirlerinden korkar, onun gafil ol­duğu anlarda (şeytanın gafletinden istifade ederek) emirlerinden kaçar. Çünkü şeytan onun her yaptığını kontrol edemez. Müslü­man üstelik sırf korktuğu için değil, bilakis severek, rağbet duyarak Allah'ın emirlerini uygular. Malik oğlu Kaab'ın, Gassanilerin va-adettikleri avantajları nasıl elinin tersiyle ittiğini gördük. Halbuki O en sıkıntılı anlarını yaşıyordu. Üstelik toplumun ona karşı uygu­ladığı boykota her zamankinden daha çok tepki gösterecek du­rumdayken bu teklifi reddetmişti. Bu olayda son olarak uygula­makta olduğu rejimin adil, medeni ve insancıl olduğuna inanan bir devlet örneğini de görüyoruz. Bu devlet, vatandaşlarını tanı­makta ve kanunlarına nasıl boyun eğdiklerini, seve seve kurallara nasıl uyduklarını görmekte bu sebeple de, düşman bir ülkeden başkentine kâfirlerin gelip ticaret yapmalarına müsamaha göster­mektedir. Bundan herhangi bir endişe duymamaktadır.

Günümüzün devletleri ise geniş istihbarat kadrolarıyla yalnız düşmanlarını değil tüm vatandaşlarını da gizli gizli takip ve göze­tim altında tutmakta, onların dışarıda bile düşmanlarla ilişki kur­mamaları için sıkı tedbirler almaktadır.

Ancak düşmanların içeride cirit atmalarına ne demeli!

Nitekim bu sıkı tedbirler düşmanın, içeride devletin ne alem­de olduğunu, (devlet-vatandaş ilişkisini) ne kadar iyi bildiğini or­taya koymaktadır. Dolayısıyla devletin kendi vatandaşından duy­makta olduğu kuşku düşmanından duyduğu kuşkudan o kadar çoktur ki, vatandaşına karşı uyguladığı takip ve tedbirler, düşma­na karşı yapılanlardan bugün kat kat fazladır.[23]

 

Taif Heyeti

 

Hz. Peygamber (sav) Tebuk Seferi'nden dönünce Taifden kendisiyle görüşmek üzere bir heyet geldi.

Hz. Peygamber (sav) bir süre önce Taifden dönerken, henüz Medine'ye ulaşmadan, Taif eşrafından Urva Bin Mesud O'nu izle­yerek kendisiyle görüşme imkanını bulmuş ve müslüman olmuştu. Bu zat bir süre sonra Hz. Peygamber (sav)'den, halkına dönüp onları îslama davet etmek için izin istemişti.

Ancak Rasulullah (sav):

"Seni öldürürler!" diye kendisini uyarmıştı. Fakat O:

"Ey Allah'ın Elçisi! Beni gözlerinden daha çok severler" de­miş, gitmekte ısrar etmişti. Gerçekten de Urva Bin Mesud halkının arasında sevilen ve sayılan bir kimseydi. Ne varki gidip halkını îs­lama davet edince O'nu okla vurup şehid ettiler.

Bu hadiseden hemen sonra da muhitlerinin yakın çevresinde İslamı kabul etmiş bulunan bedevi kabilelerinin baskınına uğra­maktan korktular, onlara karşı kendilerini zayıf hissettikleri için hemen Hz. Peygamber (sav)*e bir heyet gönderdiler. Bu heyet Me­dine'ye varır varmaz müslüman oldular. Hz. Peygamber (sav) on­lara Osman Bin Ebi'1-as'ı başkan tayin etti. Bu zat heyetin en genç üyesi ve İslamı öğrenmeye hepsinden çok daha hevesliydi. Bu he­yet Taife döndükten sonra Hz. Peygamber (sav), Taif'li Sakifoğul-lan Kabilesi'nin putu olan Lat heykelini yıkmak için Ebu Süfyan ile Muğıra Bin Şabe'yi görevlendirip gönderdi. Onlar da gidip bu putu yıktılar, yerle bir ettiler. Sakifoğulları Kabilesi, bu olaydan sonra topyekun müslüman oldular.'[24]

 

Hz. Ebubekir'in Hac Seferi

 

Hicretin dokuzuncu yılı Zilkade ayının son günlerinde Hz. Peygamber (sav), hacca giden halkın başında Hz. Ebubekir (ra)'i gönderdi. O'nunla birlikte üçyüz kişi yola çıktılar. Kurbanlarını da birlikte götürdüler. Daha yeni yola çıkmışlardı ki Tevbe Suresi'nin ilk ayetleri indi.

Hz. Peygamber (sav) hemen Hz. Ali'yi bu ayetleri gidip müslü-manlara okuması, gelen ilahi emirlerden onları haberdar etmesi için görevlendirdi. O da Kurban Bayramı sabahı halka karşı bu ayetleri okudu. Bu ayetlerde, verdikleri sözü yerine getirmeyen müşriklerle yapılmış anlaşmanın geçersiz olduğu, sözünde duran­ların müslümanlara saldırmayan ve hainlik etmeyenlerin ise süre­sinin bitimine kadar geçerli olacağı, o yıldan sonra hiç bir müşrik haccedemeyeceği ve cahiliyet devrinde olduğu gibi hiç kimsenin çıplak vaziyette Kabe'yi tavaf edemeyeceği ilan edildi.

Hac müddetince halka, Hz. Ebu Bekir namaz kıldırdı. Hz. Ali ise cemaatle birlikte O'na uydu.

Yine bu yılın Zilkade ayında münafıkların başı Abdullah Bin Ubey Bin Selul öldü. Böylece müslümanlar O'ndan kurtulmuş ol­dular. [25]

 

Hz. Peygamber(Sav)1 Ziyaret Eden Heyetler

 

Tebuk Seferi'nden sonra çeşitli yönlerden ve Arap yarımadası ile civarında en çok savaşan kabilelerden birçok heyet, Hz. Pey­gamber (sav)'i sık sık ziyaret etmeye başladılar.

Bu cümleden olarak önce Benî Amir Kabilesi'ni temsilen, ka­bile reisleri Amir Bin Tufayl ile Erbid Bin Kays geldiler. Bu iki lider Hz. Peygamber (sav)'e suikast tertip etmek niyetiyle gelmişlerdi. Fakat başarılı olamadılar. Allah onlarla isteklerinin arasına engel koydu. Sonra memleketlerine döndüler. Yolculuk sırasında bu iki adamdan Amir Bin Tufayl koleraya yakalanarak, Erbid Bin Kays'a da yıldırım çarparak öldüler. [26]

Sonra Saadoğullan Kabilesi'nin Dimam Bin Sa'lebe başkanlı­ğındaki heyeti geldi. Dimmam müslüman oldu. Memleketine dö­nünce halkım îslama davet etti. Kabile halkının tümü, bilâ istisna müslüman oldular.

Sonra Carud Bin Amr başkanlığında Abdülkaysoğullan Kabi­lesi'nin heyeti geldi. Bu zat müslüman oldu ve İslamda iyi bir gidişat gösterdi. Halkı riddet hareketleri sırasında İslamdan dönerken o İslama bağlı kaldı.[27]

Bu ara Hanifeoğullan Kabilesi'nin heyeti geldi. Aralarında Müseylimetu'I-Kezzab (Yalancı Müseylime) de vardı. Hepsi müs-lüman oldular. Fakat memleketleri olan Yemame'ye dönünce Mü­seylime peygamberliğini ilan etti. Onunla birlikte, halkından bir­çok kimse de dininden döndü [28]

Peşinden Tayoğullan Kabilesi'nin temsilcileri geldiler. Arala­rında Zeyd'ul-Hayl de vardı. Hz. Peygamber (sav), reisleri olan bu zatın lakabını değiştirerek Ona Zeyd'ul-Hayr (Hayırlı Zeyd) adını verdi. Bu zat çok geçmeden vefat etti. [29]

Bu sırada Yemen'in kuzeyinden Farva Bin Museyk adında biri gelip Hz. Peygamber (sav)'i ziyaret etti ve müslüman oldu. Rasu-lullah (sav) bu zatı Yemenli Muradoğulları, Zübeydoğullan ve Muzhicoğulları kabilelerine başkan tayin etti ve zekatlarını topla­mak üzere de beraberinde Haîid Bin Said Bin El-As'ı gönderdi. Halid Bin Said Hz. Peygamber (sav) ıin vefatına kadar buradaki gö­revine devam etti.

Yine Zübeyd Kabilesinin temsilcisi olarak Amr Bin Ma'di Kerib başkanlığında bir heyet Hz. Peygamber (sav)'i ziyaret etti. Bunlar da müslüman oldular ve Farva Kabilesi'ne katıldılar. Fakat Arapla­rın Riddet (irtica) hareketleri sırasında Amr da irtidad ederek İs­lamdan döndü.

Sonra Eş-Eş'as Bin Kays, Kinde Kabilesi'ni temsilen seksen ki­şilik bir heyetin başında Hz. Peygamber (sav)'i ziyaret etti. Hepsi îslamı kabul ettiler.

Bu heyetlerden biri de Asîr bölgesinden Ezd Kabilesi'ni temsi­len Süred Bin Abdullah başkanlığında Hz, Peygamber (sav)'i ziya­ret etti, Bunlar da müslüman oldular. Hz. Peygamber (sav) bu zati, kabilesinden müslüman olanlara başkan tayin etti. Bunlar kabi­lelerine dönünce onlarla mücadele ettiler, ta ki hepsi müslüman oluncaya kadar. Sonra Hz.Peygamber (sav)'e, Himyer hükümdar­larının mesajını taşıyan bir heyet geldi. Bu mesajda, müslüman ol­duklarını, daha önce Allah'dan başka, ibadet ettikleri putlardan vazgeçtiklerini haber veriyorlardı.[30]

Hz. Peygamber bu sırada Muaz Bin Cebel'i Yemen'in El-Kû-ra'1-Ulya bölgesine, Ebu Musa'1-Eş'ar i'yi de El-Kûra's-Süfla bölge­sine görevli olarak gönderdi. Muaz Bin Cebel, Hz. Peygamber (sav)'in vefatına kadar orada kaldı. Ebu Musa'I-Eş'arî ise Hz. Pey­gamber (sav)'in Veda haccı sırasında Mekke'ye geldi.

Keza Necran'dan altmış süvariden oluşan bir heyet geldi. Bun­lar Hıristiyan idiler. (Dinlerini değiştirmediler). Cizye vermeye ra­zı oldular[31]

Bu ara, Bizans'ın Maan ve dolaylarındaki Araplara eyalet valisi olarak tayin ettiği Farvaa Bin Amr El-Cüzamî'nin elçisi Hz. Pey­gamber (sav)'i ziyaret ederek Farva'mn müslüman olduğunu ha­ber verdi ve hediyesini sundu. Bizans'a Farva'mn müslüman ol­duğu haberi ulaşınca O'nu tutukladılar, sonra da öldürdüler.

Hz. Peygamber (sav)'e daha sonra Kuzaa'nın bir kolu olan Sa-idoğulları'nın ve aralarında Darrar İbn'il-Ezur ile sonraları pey­gamberlik iddiasında bulunan Talha Bin Abdullah'ın da bulundu­ğu Esedoğulları'nm heyetleri geldi. Ardından Benî Uzra ve Benî Murra kabilelerinin temsil heyetleri geldi. Keza Yemen'den, Holan Heyeti, ayrıca Muhariboğulları, Absoğulları ve Gassaniler'le diğer kabilelerin temsil heyetleri gelip Hz, Peygamber (sav)'i teker teker ziyaret ettiler.'[32]

 

Hz. Peygamber(Sav)İn Hanımları

 

Hz. Peygamber (sav), şehvet ve heves faktörlerinin tamamen dışında ve çeşitli sebeplerden dolayı müteaddid evliliklerde bu­lunmuştur. Çünkü Hz. Ayşe'nin dışında diğerlerinin hepsini yaşlı ve dul olarak almıştır. Bu sebeplerin en Önemlileri: Yakınlık ve ak­rabalık ilişkilerim korumak, müslüman oldukları için ortalıkta kal­mış bulundukları bir sırada onları himaye altına almak, kabilele­rin İslama karşı sempatisini temin etmek ve müslümanları eğit­mek. Zira hanımlarının evleri mümin kadın ve erkekler için birer okul mesabesindeydi.

Hz. Peygamber (sav)'in hanımları şunlardır:[33]

 

Huvaylid Kızı Hatice

 

Hz. Muhammed (sav), henüz peygamberlik vazifesiyle görev­lendirilmeden yirmibeş yaşındayken O'nunla evlendi. Hz. Hatice ise bu sırada kırk yaşındaydı. O'nun ilk nikahladığı eşidir. Hz. Ha­tice O'ndan önce Ebu Hâle ile evliydi. Ebu Hale'den önce de Utay-yık Bin Abid ile evli bulunuyordu. Utayyık'dan Abdullah adında bir çocuk, Ebu Hale'den de Hale ve Hind adlarında iki erkekle Zey-neb adında bir kız çocuğu dünyaya getirmişti.

Hz. Peygamber (sav)'le beraber yirmibeş yıl yaşadı. Yani Hz. Peygamber (sav)'e vahiy gelmeden önce onbeş yıl, vahiy geldikten sonra da on yıl hayatta kaldı. Rasulullah (sav), O hayatta bulundu­ğu müddetçe başka bir hanımla evlenmemiştir.

Hz. Hatice İslam davası uğrunda çok büyük hizmetlerde bu­lunmuştur.

Hz. Peygamberin üç oğlu: Kasım, Tayyib, Tahir ve kızlarının hepsi: Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatima Hz. Hatice'den doğmuşlardır.

Hz. Hatice Hicretten üç yıl önce altmışbeş yaşlarındayken Mekke'de vefat etti. [34]

 

Zem'a Kızı Şevde

 

Hz. Peygamber (sav), Hz.Hatice'nin vefatından bir ay kadar sonra Şevde ile evlendi. Şevde daha önce Kureyş'in Amiroğulları oymağına mensub Sekran Bin Amr ile evliydi.

Sekran vaktiyle müslüman olmuş bu sebeple başta biraderi Süheyl Bin Amr olmak üzere yakınlarının baskı ve çekilmez işken­celerine maruz kaldığı için hanımı ve aynı zamanda amcasının kı­zı Şevde ile Habeşistan'a hicret etmişti, ikinci hicretten de Mek­ke'ye dönünce vefat eti, Hanımı ise putperest ve O'nu günün bi­rinde yoldan çıkarabilecek olan akrabalarının arasında korumasız kaldı.

Hz. Peygamber (sav) 'in O'nu yanma alması artık kaçınılmazdı. Yaşı da ellibeşe varmıştı. Hz. Peygamber(sav) ile beş yıl kadar ya­şadı ve Hicretten iki yıl sonra Medine'de vefat etti.

Şevde Hz. Peygamber (sav)'den çocuk doğurmamıştır. Çünkü yaşlıydı. [35]

 

Hz. Ebubekir'in Kızı Hz. Ayşe

 

Bakire olarak evlendiği tek hanım budur. O'nunla evlenmek­ten amaç çok samimi dostu olan Hz. Ebu Bekir ile sevgi bağlarını güçlendirmekti. Henüz Mekke'deyken Hz. Hatice'nin vefatından iki ay sonra O'nu babasından istedi. Ancak sonraları Medine'de evlenmeleri gerçekleşti.

Bakire kızların (o devirde) erken evlenmeleri bir kural ve sıcak ülkelerde erken erginlik bir vakıa olmakla birlikte, yine de Hz. Ay­şe evlendiği yaşta küçüktü. Doğrusu da budur. Ancak gerek İbni Hişam'm, gerekse diğer bazı siyer yazarlarının kaydettiklerine ba­kılacak olursa -ki bunlar Hz. Ayşe'nin İslama ilk girenler arasında olduğunu yazmaktadırlar- O'nun bu sırada onbeş yaşının üzerin­de olduğu anlaşılmaktadır.[36]

Keza Hz. Ayşe, Hz. Peygamber (sav)'den önce Cübeyr Bin Mut'im için istenmişti. Ayrıca bütün bunlar O'nun onyedi yaşın­dan daha büyük olduğunu göstermektedir. Şunu da bilmek gere­kir ki O'nu Hz. Peygamber (sav)'e teklif eden Osman Bin Maz'un'un hanımı Hekim Kızı Havle'dir.

Şimdi şunu sormak lazımdır: Acaba (dul kalmış) bir erkeğe, ölen hanımının boşluğunu doldurarak ona hizmet edebilecek yaş­ta biriyle mi yoksa koruması altına alacak küçük yaşta bir kız ço­cuğuyla mı evlenmesi için teklif yapmak daha akla yakındır. [37] Hz. Ayşe Rasulullah'm vefatından sonra uzun bir müddet daha yaşadı ve Muaviye devrinde Hicretin 58. yılında vefat etti. Hz. Ayşe Hz. Peygamber (sav)'den hiç çocuk doğurmamıştır.[38]

 

Hz. Ömer'in Kızı Hafsa

 

Hz. Peygamber (sav), (Hz. Ebu Bekir'den sonraki) ikinci saha-bisi Hz. Ömer'le akrabalık tesis etmek için kızı Hafsa ile evlendi.

Hafsa, Hz. Peygamber (sav)'den önce Huneys Bin Huzafaile evliy­di. Bu zat, Bedir Savaşı'nda güzel bir sınav vermiş ve şehid edil­mişti, îsîam davası uğrunda çok büyük fedakarlıklarda bulunmuş­tu. Şehid olunca Hafsa dul kaldı. Pek güzelliği de yoktu, kimse O'nu beğenmiyordu. Çünkü babası O'nu bir çok kimseye teklif et­miş ancak kabul görmemişti. Bu yüzden Hz. Peygamber O'na yar­dımcı olabilmek için çare olarak kendisiyle evlendi.

Hafsa anamız da Hz. Peygamberden sonra bir süre daha yaşa­dı. O da Muaviye devrinde Hicretin 45.yılında Medine'de vefat et­ti. Hz. Peygamber (sav)'den hiç çocuk doğurmamıştır.'[39]

 

Huzeyme Kızı Zeyneb

 

Zeyneb altmış yaşındayken Hz. Peygamber O'nunla evlendi. Daha önce Bedir Savaşı'nda şehid olan, Hz. Peygamber (sav)'in anıcasıoğlu Ubeyde Bin Haris ile evliydi. Kocasını kaybedince pe­rişan oldu. Çünkü O'na bakacak biri kalmadığı gibi yaşlı olduğu için kimse de onunla evlenmiyordu. Eşi Hz. Peygamber (sav)'in amcazadesiydi. Dolayısıyla O'nu ailesine katmaktan başka çare yoktu. Yanında iki yıl yaşadı ve Hz. Peygamber (sav) henüz hayat­tayken O vefat etti [40]

 

Ebu Ümeyye Kızı Hind (Ümmü Seleme)

 

Daha önce Hz. Peygamber (sav)'in halasının oğlu Ebu Seleme Abdullah Bin Abdil'esed'in nikahlısıydı. Kocası Ebu Seleme, Mek-keli putperestlerden gördüğü şiddetli baskı yüzünden Medine'ye hicret eden ilk müslümandır. Hanımı Ümmü Seleme ise, yakınları tarafından Mekke'de zorla alıkondu. Sonraları O'nu serbest bırak­tılar. Gidip Medine'de eşine kavuştu.

Ümmü Seleme'nin kocası Abdullah, Uhud Savaşı'nda bir okyarası almıştı. Bir müddet sonra iyileşti. Hz. Peygamber (sav), O'nu Esedoğulları üzerine bir askeri harekatta görevli olarak gön­dermişti. Dönünce eski yarası yeniden azdı ve çok geçmeden vefat etti.

Öksüz kalan çocukları: Seleme, Amr, Rukiyye ve Zeyneb'e on­dan başka bakacak kimse yoktu. Kendisi ise yaşlıydı.

Hz.Peygamber (sav) O'nu himaye etmek maksadıyla nikahına aldı. Ümrnü Seleme, kocası vefat ettikten sonra zaman zaman şöyle dua ederdi:

"Ya Rabbi! Uğradığım felaketten dolayı bana sevap ihsan et ve aldığından daha hayırlısını bana ver. [41]

 

Cahş Kızı Zeyneb

 

Hz. Peygamber (sav)'in halası Ümeyme Binti Abdülmutta-lib'in kızıdır.

Zeynep, kardeşleri: Abdullah, Abd, Ubeydullah ve Hamne ile

birlikte müslüman olmuştu. Adı Berre idi. Hz. Peygamber sonrala­rı O'na Zeyneb adını verdi. Soyu ve güzelliğiyle daima övünürdü.

Hz. Peygamber gerek kendisinin gerekse ailesinin (Zeyd için köle azadlısıdır diye) küçümseyerek bu teklife karşı koymalarına rağmen O'nu evlatlığı Zeyd ile evlendirdi. Bu direniş şu ayet-i ke­rimenin inmesine kadar devam eti.

Allah şöyle buyurdu:

"Allah ve Rasulü bir meselede hüküm verdikten sonra inan­mış erkek ve kadın artık başka bir yol seçemezler. Allah'a ve pey-gamber'e baş kaldıran ise hiç şüphesiz açıkbir şekilde doğru yol­dan sapmış olur." [42]

Bu ayetin inmesinden sonra o da ailesi de artık tavırlarını de­ğiştirerek razı oldular. Buna rağmen Zeyd O'nunla geçinemiyordu. Çünkü Zeyd'i küçümsüyordu. Bu sebeple Zeyd O'nu birkaç defa Hz. Peygamber (sav)'e şikayet etti. En sonda da boşanmaya mec­bur oldu. Bunun üzerine Allah Teala Evlatlık müessesesini kaldır­mak üzere Hz. Peygamber (sav)'e Zeyneb'le evlenmeyi emretti. O zamana kadar Zeyd, halk arasında Muhammed oğlu Zeyd diye çağrılıyordu. Cahiliyet adetlerine göre de bir kimsenin, evlatlığının boşadığı kadınla evlenmesi doğru karşılanmıyordu.

Allah Teala: "Evlatlıkları öz babalarına nisbet ediniz" [43] ayet-i kerimesini indirince artık Harise Oğlu Zeyd diye çağırılmaya baş­landı. Dolayısıyla evlatlık müesseseninin Allah tarafından kaldırıl­ması konusunda Zeyneb ağırlık noktasını oluşturdu.

Bu evlilik elbette ki Allah tarafından takdir buyuruldu ve hük­me bağlandı. Keza Zeyneb Hz. Peygamber'in halası kızıydı ve O'nu Zeyd ile evlenmeye başta Hz. Peygamber (sav)'in bizzat kendisi mecbur etmişti. O halde Zeyneb'den O sorumlu idi. Dolayısıyla O'nu ihmal edemezdi ve Zeyneb'i, Zeyd'den daha üstün birinin al­ması gerekirdi.

Zeyneb de Hz. Peygamber (sav)'den çocuk doğurmamıştır.

Hz. Peygamber (sav)'in vefatından sonra Hicretin yirminci yı­lında, Hz. Ömer'in halifeliği döneminde vefat etti[44]

 

Ebu Süfyan Kızı Ramle (Ümmü Habibe)

 

Önceleri, Hz. Peygamber (sav)'in halasıoğlu Ubeydullah Bin Cahş'ın nikahlısrydı. Kocasıyla beraber Habeşistan'a hicret etmiş­ti. Eşi orada irtidad edince (İslam dininden dönünce) ondan ayrıl­dı ve Habeşistan'da kaldı.

Babası, (Ebu Süfyan) Kureyş halkının lideri olduğu için, O'nu, babasına eş statüde ve kocasından daha üstün birinin alması ge­rekirdi.

Bu sebeple Hz. Peygamber (sav), Habeşistan Necaşisine (Ha­beş Kiralına) haber yollayarak Ümmü Habibe'yi kendisi için istet­ti. O da teklifini yerine getirip Ümmü Habibe'yi sahabilerden Şu-rahbil Bin Hasene ile beraber Medine'ye yolladı. Bu suretle Hz. Peygamber O'nunla evlendi.

Ümmü Habibe Rasulullah'dan sonra epey yaşadı ve biraderi Muaviye döneminde vefat etti.

Hz. Peygamber (sav)'den hiç çocuk doğurmamıştır.[45]

 

El-Haris Kızı Cüveyriye

 

Cüveyriye, Mustalıkoğulları Kabilesi'nin Reisi Haris Bin Dar-rar'm kızıdır. Daha önce bu kabileyle yapılan savaş sırasında öldü­rülen Safvan Bin Müsafi' ile evliydi.

Bu savaşta kabile halkının tümü aynı zamanda müslümanlara esir düşmüşlerdi. Kabile Başkanı Haris kızını kurtarmak için gel­miş, ancak fidye olarak getirdiği develerden birini kendisi için giz­lice ayırmıştı.

Hz. Peygamber (sav) O'nun bu davranışını kendisine açıkla­yınca hayret etmiş müslüman olmuştu. Bunun üzerine kızını Hz. Peygamber (sav)'le evlendirdi.

Bu evlilik üzerine, müslüman mücahitler bu kabileden aldık­ları esirlerin tümünü, -Hz. Peygamber (sav)'in akrabalarıdır diye-serbest bıraktılar. Esasen Hz. Peygamber (sav) de onların imanla-nndaki samimiyet derecelerini ve peygamberlerine olan bağlılık durumlarını görmek için böyle yapmalarını istiyor ve bekliyordu. Cüveyriye Hz. Peygamber (sav)'den sonra uzun bir süre yaşadı ve Muaviye zamanında vefat etti. Hz. Peygamber (sav)'den hiç çocuk doğurmamıştır.[46]

 

Hüyey Bin Ahtab'ın Kızı Saflyye

 

Yahudi Benî Nadıyr Kabilesi Reisinin kızıdır. Hz. Peygamber (sav)'den önce (Yahudi) Kinane Bin Ebi'I-Hukayk'm eşiydi.

Kocası Hayber Kuşatması sırasında öldürüldü. O da müslü-manlara esir düştü. Sahabiler, bu hanımın, Beni Nadıyr Kabilesi reisinin kızı olması hasebiyle O'nun Hz. Peygamber (sav)'e veril­mesini uygun gördüler.

Esirlerin paylaşılması sırasında, Safiyye, Mücahitlerden Dah-ye'nin payına düşmüştü. Hz. Peygamber O'nu kendisi için aldı, hürriyetini bağışlayarak müslüman olması veya tekrar halkına dönmesi arasında bir seçim yapabilmesine imkan verdi. Bunun üzerine o müslüman olmayı tercih etti.

Hz. Peygamber (sav) de O'nun bu isabetli davranışına karşı bir jest ve mükafat olmak üzere kendisiyle evlendi. Aynı zamanda bel­ki yahudiler de bu davranışı takdir eder, müslüman olurlar diye ümitlenmişti. [47]

Fakat kinle dolu gönüllerinin, içinde bulunduğu saplantıdan kurtulup doğruya yönelmesi mümkün müydü?[48]

 

Hilaloğullarından Haris Kızı Meymune

 

Hz. Abbas'ın hanımı Lübabe'nin kızkardeşidir. Yani Abbasoğ-lu Abdullah'ın ve aynı zamanda Halid Bin Velid'in teyzesidir. Hz. Peygamber (sav), bu hanımıyla Hicretin yedinci yılının sonlarında kaza umresi sırasında [49] Serf denilen mevkide evlendi.

Hicretin 51. yılında Muaviye döneminde ve yine Serf mevkiin­de vefat etti. Hz. Peygamber (sav)'den hiç çocuğu olmadı.[50]

Mısır'lı Mariye ise Hz. Peygamber (sav)'in nikahlısı değil, cari­yesi idi. O'nu Mısır'ın Roma Eyalet Valisi Rahip Mukavkıs Hz. Pey­gamber (sav)'e Hicretin yedinci yılında kardeşi Şirinle birlikte he­diye olarak göndermişti.

Hz. Peygamber Mariye'nin kardeşi Sirin'i sahabilerinden şair Hassan Bin Sabit'te verdi. Mariye'yi de yanında alıkoydu. Hz. Pey­gamber (sav)'den İbrahim'i dünyaya getirince anne sıfatını kaza­nan Mariye İslama göre hürriyetine kavuşmuş oldu.

Mariye Hz. Peygamber (sav)'den sonra da yaşadı ve Hicretin 16. yılında Hz. Ömer'in Hilafeti döneminde vefat etti [51]

 

Hz. Peygamber(Sav)in Çocukları

 

Rasulullah'ın oğlu İbrahim'den başka diğer bütün erkek ve kız çocuklarım hanımı Hz. Hatice dünyaya getirmiştir. Diğer hanım­ları ise çocuk doğurmamışlardır.

Hz. Hatice'nin dünyaya getirdiği çocuklar:

Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Gülsüm ve Fatıma adındaki kızlarla onlardan sonra doğurduğu Kasım ve Abdullah adlarındaki erkek çocuklardır. Hz. Peygamber (sav)'in çocuklarından:[52]

 

1- Kasım

 

 Vahiy inmeden yaklaşık üç yıl önce dünyaya geldi. Yürümeye başladı ise de henüz sütten kesilmemişken öldü. [53]

 

2- Abdullah

 

Bu da Vahiy inmeden önce dünyaya geldi. Vahiy indikten son­ra Hz. Peygamber (sav) O'na ayrıca Tayyib ve Tahir adlarım taktı. Bu sebepledir ki bazı tarihçiler bunu iki çocuk, bazıları da üç ço­cuk zannetmiş ve öyle kaydetmişlerdir. Abdullah da uzun yaşama­dı. Henüz iki yaşını bitirmeden öldü. [54]

 

3- İbrahim

 

Annesi Mısırlı Mariye'dir. Hz. Peygamber (sav)'in, Hz. Hati­ce'den başkasından doğan tek çocuğudur. Hicretin sekizinci yılın­da dünyaya geldi. Ancak o da çok yaşamadı. Hicretin onuncu yı­lında Öldü.

Hz. Peygamber (sav)'in kızları ise: [55]

 

1-Zeyneb

 

En büyük kızıdır. Vahiy inmeden Önce teyzesinin oğlu Ebu'l-As Bin Rabi' ile evlendi. Vahiy inince müslüman oldu.

Ancak kocası (önceleri) İslamı kabul etmedi. Bedir Savaşı'nda da müslümanîara esir düştü. Zeyneb o zaman henüz Mekke'deydi.

Kocasının fidyesini ödeyerek onu esaretten kurtardı. Hz. Pey­gamber (sav), kızı Zeyneb'i Medine'ye göndermek kaydıyla O'nu serbest bıraktı. Nitekim (damad) Ebu'I-As sözünü yerine getirdi. (Yani Zeyneb'i Medine'ye gönderdi). Ne varki bir ticaret kafılesiyle birlikteyken tekrar müslümanlar tarafından esir alındı. Bu kez de Medine'de bir yolunu bulup eşi Zeyneb'e sığındı.

Bu olay üzerine müslümanlar hem onu hem de kafilesini ser­best bıraktılar. Ebu'l-As Mekke'ye dönüp zimmetinde bulunan emanetleri sahiplerine dağıttıktan sonra müslüman oldu ve mu­hacir olarak Medine'ye döndü.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav), yeni bir nikahla kızı Zey-neb'in hayatını O'nunla tekrar birleştirdi.

Zeyneb, Ebu'l-As'dan Ali adında bir erkek ve Umame adında bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Ali henüz küçükken öldü. Uma­me ise büyüdü.

Teyzesi Hz. Fatıma vefat edince Hz. Ali O'nunla evlendi. Zey­neb, Hicretin sekizinci yılma kadar yaşadı. Henüz Hz. Peygamber (sav) hayattayken O vefat etti. [56]

 

2-Rukiyye

 

Hz. Peygamber (sav)'in Zeyneb'den sonraki ikinci büyük kızı­dır. Vahiy inmeden önce dünyaya geldi ve yine o devrede Ebu Le-heb'in oğlu Utba ile evlendi.

Vahiy inince müslüman oldu. Kayın pederi Ebu Leheb bu ola­ya çok öfkelendi ve oğluna O'nu boşamasını emretti.

Utbe'den ayrılan Rukiyye bu sefer Hz. Osman'la evlendi ve O'nunla birlikte birinci ve ikinci Habeşistan hicretlerinde bulun­du. Sonra Medine'ye eşiyle birlikte yerleşti.

Hz. Osman'dan çocuk doğurmamıştır.

Rukiyye, Bedir Savaşı'nın cereyan ettiği günlerde ve henüz Hz. Peygamber (sav) hayattayken vefat etti.

O sıralarda hasta olan Rukiyye'ye bakmak için Hz. Osman, Hz. Peygamber (sav)'in emriyle Medine'de bırakılmış, savaşa götürül-memişti. [57]

 

3- Ümmü Gülsüm

 

Hz. Peygamber (sav)'in yaş sırasına göre üçüncü kızıdır. Bu da henüz vahiy inmeden önce doğdu, yetişti ve evlendi. Ebu Leheb'in bir diğer oğlu Uteyba ile evliydi.

Vahiy indikten sonra Ebu Leheb Hz. Peygamber (sav)'in so­runlarım daha da ağırlaştırmak için oğlundan Ümmü Gülsüm'ü boşamasını istedi. Bunun üzerine Ümmü Gülsüm de babasının diğer aile efradıyla birlikte Medine'ye göçtü.

Kardeşi Rukiyye'nin vefatından sonra da Hz. Osman'la evlen­di. Fakat o da çok geçmeden Hicretin dokuzuncu yılında ve henüz Hz. Peygamber hayattayken öldü.

Hz. Osman'dan hiç çocuk doğurmarmştir. [58]

 

4- Hz. Fatıma

 

Vahiy inmeden beş yıl Önce dünyaya geldi.

Medine'de Hicretin ikinci yılında Hz. Ali ile evlendi ve O'ndan Hasan ve Hüseyin adında iki erkekle Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlarında iki kız çocuğu dünyaya getirdi.

Hz. Peygamber (sav)'den sonra altı ay daha yaşadı ve Hicretin onbirinci yılında vefat etti. RasuluUah (sav)'dan[59]

 

Hz. Peygamber(Sav)'in Katipleri

 

İslamm başlangıcı sırasında Mekke'de okur-yazar sayısının bir hayli az olmasına rağmen -ki bunların sayısı o sırada onyedi kişi­yi geçmiyordu- bunların bir kısmı müslüman oldular ve Hz. Pey­gamber (sav)'e katiplik ettiler; hem inen vahyi, hem de O'nun ih­tiyaç duyduğu hususları kaydettiler.

Hz. Peygamber (sav)'in Mekke'de katipleri şunlardı:

Hz. Ali, Hz. Osman, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Halid Bin Said Bin El-As, Amir Bin Fuhayra, El-Erkam Bin Ebi'l-Erkam, Ebu Se­leme Abdullah Bin Abdi'1-Esed El-Mahzûmî, Cafer Bin Ebitalib (Hz. Ali'nin biraderi) Hatib Bin Amr, Zübeyir Bin El-Avam, Talha Bin Ubeydullah ve Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah.

Bu katiplere Medine'de de şu zevat katıldı:

Ebu Eyyub EI-Ensarî Halid Bin Zeyd (Eyüp Sultan), Ubey Bin Kaab, Zeyd Bin Sabit, Abdullah Bin Ravvaha, Muaz Bin Cebel, Muaykıb Bin Ebi Fatıma Ed-Devsî, Abdullah Bin Abdullah Bin Übey Bin Selul, Abdullah Bin Zeyd, Muhammed Bin Mesleme, Burayda Bin El-Hasib, Sabit Bin Kays Bin Şemmas, Huzeyfe-tu'bnu'I-Yaman, Hanzala Bin Er-Rabi ve Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh.

Hudeybiye Barışından ve Mekke'nin fethinden sonra da Hz. Peygamber (sav)'in katiplerine şu zevat katıldılar:

Ebu Süfyan Saldır Bin Harb, Yezid Bin Ebi Süfyan, Muaviye Bin Ebisüfyan, Halid Bin Velid, Cehm Bin Saad, Cüheym Bin Es-Salt, Husayn Bin En-Nümeyr, Huvaytıb Bin Abdiluzza, Abdullah Bin El-Erkam, Hz. Abbas, Ebban Bin Said Bin El-As, Said Bin Said Bin El-As, Muğira Bin Şâbe, Amr Bin El-As, Şurahbil Bin Hasene, EI-Ala' Bin El-Hadrami.

Hz. Ali, Hz, Osman, Zeyd Bin Sabit ve Ubey Bin Kaab vahyi, (yani Allah'dan inen Kur'an ayetlerini) yazmakla görevli idiler. Hz. Peygamber (sav)'in krallara ve prenslere hitab ettiği mektuplarını Zeyd Bin Sabit yazardı, muahedeleri (Barış antlaşmalarını) Hz. Ali kaleme alırdı. Halkın meselelerini Muğira Bin Şu'be kaydederdi. Halkın borçlanma ve ticari senetlerini Abdullah Bin El-Erkam ya­zardı. İslam ordularının savaşlarda ele geçirdiği ganimetleri de Muaykıb Bin Ebi Farıma Ed-Devsi kayda alırdı. Bu katiplerden bi­ri bulunmadığı zaman yerini Hanzala Bin Er-Rabi' doldururdu. Bu sebepledir ki, Katip Hanzala olarak ünlenmiştir.[60]

 

Hz. Peygamber(Sav)in Sahabileri

 

Rasulullah'm sahabilerinin sayısı, yüzyirmibinin üzerindeydi. Ancak, onlardan bazılarının, diğerlerine nazaran belli sahalarda daha önemli rolleri olduğu gibi öbürlerinin de bunlardan farklı meziyetleri bulunuyordu.

Islama çağrının başlangıcında önce Hz. Ebu Bekir, bir dava ve iman adamı olarak sivrildi. Rasulullah'm gerçek bir yoldaşı, bir da­va arkadaşı oldu, servetini bu yolda feda etti. Keza Said Bin Zeyd İslama davet görevinde çok önemli rol oynadı. El-Erkam Bin El-Erkam'ın evi hücre evi olarak kullanıldı.

İlk Habeşistan hicreti sırasında müslüman muhacirlerin so­rumluluğunu Osman Bin Maz'un üzerine aldı. İkinci Hicrette ise bu görevi Ebutaliboğlu Cafer yerine getirdi. Hz. Hamza ve Hz. Ömer müslüman olunca İslam için büyük dayanak ve destek ol­dular. Hz. Ali, Zübeyir Bin El-Avam, Saad Bin EbiVakkas ve Talha Bin Ubeydullah, müslüman gençlerin ileri gelenlerinden idiler.

Mekke döneminde Allah tarafından henüz silahlı mücadele emri gelmediği için İslam kahramanları bu dönemde ortaya çık-madılar. Bu aşamada bütün müslümanların aşağı yukarı görevleri aynıydı. Onlardan bir kısmı zaten ezilmiş sindirilmiş durumdaydı.

îlk defa öğretmen olarak tanınan Mus'ab Bin Umeyr, Medi­ne'de dava uğruna giriştiği faaliyetleriyle göze çarptı. Aynı zaman­da, Mekke'li Mus'ab'a ev sahipliği yapan Es'ad Bin Zerrara da onunla birlikte ön plana çıktı.

Keza Birinci Akabe toplantısında bulunan Hazrec'den Ubade Bin Samit ve Evs'den Ebulheysem Bin Tihan ile îkinci Akabe top­lantısında bulunan El-Berra' Bin Ma'rur, Saad Bin Ubade, Saad Bin Rabi' Abdullah Bin Ravvaha ve bunlara ek olarak tanınmış bir çok isim daha vardı. Bunlardan başka Evs eşrafından Saad Bin Muaz ile Üseyid Bin Hudayr'm İslam davası uğrunda verdikleri eşsiz hizmetlerin yeri çok büyüktür.

Hz. Peygamber Medine'ye hicret edince önce evine misafir olarak indiği Halid bin Zeyd Ebu Eyyub El-Ensari (Eyüp Sultan)m adı Ön plana çıktı.

Sonra Allah tarafından silahlı mücadele izni verilince, Hz. Pey­gamber önceleri, küçük birliklere görev vererek askeri çıkarmalar düzenledi. Keşiflerde bulunmak ve Kureyş kervanlarına el koymak için bizzat seferlere katıldı. Civar kabileleriyle antlaşmalar yaptı. Bütün bu ilk askeri faaliyetlerde Medinelilerden yardım istemiyor, sadece Mekke'li müslüman muhacirleri görevlendiriyordu.

Dolayısıyla önceleri Hz. Hamza, Ubeyde Bin El-Haris, Saad Bin Ebi Vakkas, Ebu Seleme Abdullah Bin Abdi'1-Esed El-Mahzû-mî Abdullah Bin Cahş ile Zeyd Bin Sabit önemli isimler olarak or­taya çıktılar. Bu sırada Hz. Peygamber'in sefere çıkarken Medi­ne'ye Naib olarak tayin ettiği, Ensar'dan Saad Bin Ubade de tanın­mış bir şahsiyet idi. Bu müddet içinde sahabilerden Osman Bin Maz'un, Es'ad Bin Zerrara ve Berra Bin Ma'rur vefat ettiler.

Bedir Savaşı çıkınca özellikle Hz. Ali ve Hz. Hamza kahraman­lıkları ile ünlendiler.

Diyebiliriz ki müslümanların Hz. Peygamber ile birlikte girdik­leri savaşlar, O'nun etrafında odaklasan ve O'nun harbiye erkanı­nı oluşturan belli şahsiyetlerin omuzları üzerinde cereyan ederdi. Bu şahsiyetleri şu şekilde sıralayabiliriz:

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah, Abdur-rahman Bin Avf ve Saad Bin Ebu Vakkas... Bunlar muhacirlerden idiler. Aralarında Ensar'dan ise Saad Bin Muaz, Saad Bin Ubade ve Üseyyid bin Hudayr vardı. Sahabilerden silahşor bir grup daha vardı ki savaşların hararetli saatlerinde düşmanı adeta ot gibi bi­çerlerdi. Bunlar kahramanlıklarıyla ve en zor dakikalarda sabır ve direnişleriyle tanınmış şahsiyetlerdi. Bu sivrilmiş isimler arasında muhacirlerden Hz. Ali, Hz. Hamza, Zübeyir Bin EI-Avam ile En­sar'dan Ebu Dücane, Abdullah Bin Ravvaha, Saad Bin Rabi ve Hubbab Bin El-Münzir vardı.

Medine'nin Evs Kabilesi'nden Saad Bin Muaz, Muhammed Bin Mesleme ve Ubad Bin Büşr adlarındaki sahabüer Hz. Rasulul-lah'ın askeri karargahını korumakla ünlenmişlerdi. Öyle görülü-yorki Hz. Peygamber böylesine önemli bir görevi yerine getirmek­te bu üç sahabisine son derece güveniyordu.

İslam ordularının sevk ve idaresinde becerileriyle tanınmış komutanlar arasında Hubbab Bin Münzir, Beşir Bin Saad ve Ab­dullah Bin Ravvaha da vardı. Müslüman olduktan sonra bunlara, Halid Bin Velid ve Amr Bin EI-As da katıldılar.

Keza, Habeşistan Hicreti'nden döndükten sonra Cafer Bin Ebitalib bu komutanlar arasında yerini aldı.

Mekke fethinden sonra müslümanlara, güçlü şahsiyetlerden bir grup daha destekleriyle katıldılar. Bunların başında Abdülmut-taliboğlu Hz. Abbas ve çocukları, Ebu Süfyan ve iki oğlu: Yezid'le Muaviye, Ebucehiloğlu İkrime ve Safvan Bin Ümeyye gelmekte­dir.

Ayrıca Usama Bin Zeyd genç komutanlar arasında sivrilen bir isim oldu. Hem idarecilikte hem de İslama davet hizmetleriyle şöhret yapanlar ise:

Başta Hz. Ali olmak üzere Muaz Bin Cebel, Ebu Ubeyde Bin El-Cerrah, Abdurrahman Bin Avf, Ebu Seleme, Saad Bin Ubade, Ab­dullah Bin Ümmü Mektum, Ebu Lübabe Bin Abdil Münzir ve sa­habilerden diğer bazı şahsiyetlerdir. [61]

 



[1] Ramle'nin bir adı da Ümmü Habibe'dir. Bu tür isimlere Arapçada Künye denir. (Mütercim)

[2] Hz. Ebubekir'in künyesidir

[3] îbn-ül Esir, El-Karnil tere, c. 2, s. 254-256

[4] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 222-224

[5] Hucurat Suresi, Ayet: 13

[6] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 505

[7] lbn-üi Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 243, 252

[8] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 234-237, 241

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/209-220.

[9] Tevbe Suresi, Ayet: 25-26

[10] Yani müslümanlar Kızıîdeniz kıyılarına kaçıncaya kadar bu bozgunları devam edecektir. (Mütercim)

[11] îbn~ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 241-246; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 541-558

[12] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 4. s. 565-569; c. 5, 46-47

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/221-224.

[13] Ibn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 2, s. 246-250

[14] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 251-252

[15] îbn-ül Esir, El-Kamiî tere, c. 2, s. 263-264

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/225-230.

[16] tbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 256-258

[17] tbn-Ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 259-261

[18] Bu ifade metinde "Arkanı satın almış değil miydin?" gibi geçmektedir. Ancak özet olarak yukarıdaki tercüme ile ancak dile getirilebilir. (Mütercim)

[19] Adamın" demekle Hz. Peygamber (sav)'i kastedmektedir. (Mütercim)

[20] Bu hadise Tevbe Suresi'nin25. ve 118. ayet-i kerimelerinde anlatılmak­tadır. (Mütercim)

[21] Tevbe Suresi, Ayet: 95-96

[22] Ibn-i Kesir, El-Bidayeterc., c. 5, s. 95-101

[23] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/231-246.

[24] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 261-262

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/246-247.

[25] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 268-269

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/247-248.

[26] lbn-i Kesir, El-Bidayeterc, c. 5, s. 154-156

[27] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s. 137

[28] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s. 141

[29] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s. 165-166

[30] tbn-İ Kesir, El-Bidaye tere, e 5, s. 176-183

[31] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 5, s. 148-153

[32] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 5, s. 200-205

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/249-251.

[33]  Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/253.

[34] lbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 282-283

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/253-254.

[35] İbn-i Kesir, El-Bidayeterc, c. 3, 206; c. 5, s. 488-499

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/254.

[36] Ibn-i Hişam, Siret tere. c. 1, s. 338, Kahraman Yay., istanbul, 2001

[37] Bu soru ötedenberi Hz. Peygamber (sav)i karalama gayreti içinde bulu­nan oryantalistlerin, O'nun Hz. Ayşe'yi yedi yaşındayken aldığı yolundaki iddi­alarını çürütmek içindir. (Mütercim)

[38] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/255.

[39] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 283

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/255-256.

[40] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 284; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/256.

[41] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 283-284; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 4, s. 109-110

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/256.

[42] Ahzab Suresi, Ayet: 36

[43] Ahzab Suresi, Ayet: 5

[44] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 2, s. 166; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 248-253

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/257-258.

[45] lbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s. 489

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/258-259.

[46] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/259-260.

[47] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 332-335; c. 5, s, 490

[48] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/260.

[49] Bu nikah gerçekleştiği sırada Hz. Peygamber (sav)'in Umre için henüz ihram giymemiş olduğu kesindir. Bu konuda hiç bir kuşku ve tereddüt bulunma­malıdır. (Mütercim)

[50] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 4, s. 390-391

[51] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 5, s. 502-504

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/260-261.

[52] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/263.

[53] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/263.

[54] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/263.

[55] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/264.

[56] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/264.

[57] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/265.

[58] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/265.

[59] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/266.

[60] Esir' E1"KamiI terc"c-2ı s- 287"288; lbn-i Kesir-

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/267-268.

 

[61] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/269-271.