19- HİLAFET VE BİAT KAVRAMLARI2


19- HİLAFET VE BİAT KAVRAMLARI

 

Müslümanlardan bir şahsın, Allah'ın mümin kulları için koydu­ğu ilahi sisteme uygun bir şekilde halkı yönetmek üzere seçilmesi-dir. Cemiyet hayatını bir düzene sokmak için bu bir zarurettir.

"Hakikatte, mücerred olarak kanun ve müeyyidelerin varlığı toplumun ıslahı: (bir nizam ve disiplin üzere yaşatılması) için ye­terli değildir. Kanunların,insanlığın mutluluğu için bir vesile ola­bilmeleri ancak o kanunları uygulayan bir icra makamının varlı­ğıyla mümkündür.

Bu nedenledir ki Allah Teala indirdiği kanunların yanında ayrıca onları tatbik sahasına koyacak bir icra organını da müyes­ser kılmıştır. İşte Hz. Peygamber (sav) bu maksatla, İslam toplu­munun bütün icra organlarının başkanlığım yapıyordu. İslama davet, İslami tebliğ, onu açıklamak, hükümlerini insanlara izah etmek gibi önemli görevlerin yanında Hz. Peygamber aynı za­manda bu hükümlerin büyük bir titizlik içinde uygulamasıyla da ilgilenirdi. Bu uğurda sarfettiği çaba ve hizmet neticesinde İslam Devletinin vücut bulmasını temin etmiştir. Hz. Peygamber (sav), ceza kanunlarının sadece teşrii ile yetinmez aynı zamanda onla­rın tatbik edilmesine de çok önem verirdi. İnfazları gerçekleşti­rirdi.

Hz. Peygamber (sav)'den sonra müslümanlar tarafından seçi­len halifeler de bu görevleri üstlenmiş ve yerine getirmişlerdir. Ha­lifeler, sadece Islamın hükümlerini açıklamakla yetinsinler diye seçilmezlerdi. Bilakis bu makama getirilmelerinin bir sebebi de İs­lam ahkamının uygulanmasını sağlamaktı. İşte bu sebepledir ki îslamda Hilafet kavramı çok büyük bir önem taşımaktadır."

Şüphesiz Halife, Allah Teala'nm huzurunda toplumdan daima sorumlu olduğunu hissedecek, herhangi bir taksiratından dolayı kıyamette O'na hesap vereceğine inanacaktır.

Bu sebepten dolayıdır ki Raşid Halifeler Allah'dan çok korkar, dolayısıyla gece gündüz insanların hizmetinde çalışırlardı. Gerek Medine'nin dışında, gerekse içindeki pazar yerlerini ve sokakları bir bekçi gibi dolaşarak her saat halkın dertleriyle ilgilenirlerdi.

İlk halife olan Hz. Ebu Bekir, Rasulullah'ın Halifesi diye nitele­nirdi. Şu itibarla ki Hz. Peygamber (sav) Allah tarafından, O'nun ahkamını tatbikle görevlendirilmiş, O'ndan sonra Hz. Ebu Bekir seçilerek kendisine halef olmuştu.

Dolayısıyla seçilen her halife selefinin, yani kendisinden önce­ki halifenin unvanıyla vasmandırılırdı. (Hz. Ebu Bekir'e, Rasulul-lah'm Halifesi, Hz. Ömer'e Hz. Ebu Bekir'in Halifesi, vs.,.) Ancak bu izafe terkiplerinin zincirlenmesinden ve Halife kelimesinin faz­la tekrarından dolayı zamanla seçilen devlet başkanına kısaca Ha­life denildi. Hz. Ömer'in devrinden beri de Halifeler'e, ayrıca Emir'ül-Müminin (Müminlerin Reisi) sıfatı da verildi.

Halife ölmeden önce ya, Hz. Ebu Bekir gibi Şura Meclisi üye­lerine danışarak yerine geçecek kimseyi bizzat belirlerdi; ya Hz. Ömer gibi kendisinden sonra aralarından birini halife seçmek üzere Şura Meclisi'ni görevlendirirdi; veya Hz. Osman'ın şehid edilmesinden sonra Hz. Ali'nin seçilmesinde olduğu gibi, Şura Meclisi üyeleri bir araya gelerek birini Halife seçerlerdi.

Hilafet, (veraset yoluyla birinden diğerine geçmek üzere) bir aileye mahsus olamaz. Ailenin kimliği ne olursa olsun hangi statü­de bulunursa bulunsun, ister Ehl-i Beyt'den ister başka bir soydanolsun, Hilafet belli bir ailenin, verasete dayanan bir hanedanın saltanatı olamaz. İslam böyle bir idare sistemini tanımamaktadır.

Hilafet için uygun bir kişiliğe sahip bulunmak, soya bağlı de­ğildir. Keza, Halife olmak için en uygun şartlara ve meziyetlere sa­hip bulunmak, önceki halifenin yakını ve akrabasından biri olma­ya da bağlı değildir.

Sadece Salih amele sahip bulunmak (Allah'ın emirlerine bağ­lı, dürüst ve samimi olmak) yeterlidir. Üstünlük sadece Takva ile­dir. Yani Allah'ın koymuş bulunduğu sınırları çiğnememekle elde edilen bir mertebedir.

Hz. Ömer'e; kendisinden sonra oğlu Abdullah'ı tayin edip et­meyeceği sorulunca ya da daha doğrusu Muğira Bin Şab'e O'na:

- Kimi seçeceğini sana tavsiye edeyim mi? Abdullah'ı seç, de­yince şu cevabı verdi:

"Allah canını alsın! Yemin ederim ki Allah'ın hoşnutluğunu, böyle davranarak (böyle bir seçim yaparak) kazanabileceğimi hiç düşünmemiştim. Size baş olmaya (aile olarak) bizim ihtiyacımız yoktur. Hem sonra bu makama getirilmiş olmak hiç de hoşuma gitmedi, beni hiç memnun etmedi ki ailemden birinin daha geti­rilmesini arzu edeyim.

Eğer bu görevde bir hayır var idiyse elbette ki ondan bizim de payımıza bir şeyler isabet etmiştir. Yok eğer hayırsız geçtiyse Ömer'in ailesinden bir kişinin, bunun hesabını Allah'a vermesi için sorguya çekilmesi yeterlidir. (Ailemden birinin daha başını yakamam!) Çok çektim. Ailemi ihmal ettim, onları mahrum bırak­tım. Eğer Allah'dan yakamı kurtarabüirsem ne mutlu bana!

Unutulmamalıdır ki Emevüer, şûrayı terkedip, yönetimi bir­birlerine devrederek onu bir aile saltanatı haline getirmeleri yü­zünden çok ağır tenkidlere uğramışlardır. Şu kadar varki, Hz. Ali taraftarlarının, Hilafetin, Ehl-i Beyt'le -zorunlu olarak- sınırlı bu­lunduğu yolundaki iddiaların aksine, bu başka ailelerin Emeviler-den daha üstün olduğu anlamına da gelmez. Bununla beraber (şuraya dayanarak) istediklerine nail olamayacaklarını anlayınca,yazılı vasiyet bırakmak suretiyle birbirlerini işbaşına getirdikleri için yönetim onların elinde kaldı.

Fıkıh alimleri Hilafet için bir takım şartlar koymuş iseler de bu şartlar müslümanlara Halife olabilecek şahsiyette aranacak genel hususlardır. Bu alimler, halifede, müslüman olmak, erkek olmak, rüşd ve adalet gibi şartların bulunması gerektiğine dair kayıtlar koymuş ve fakat halifenin Kureyş soyundan gelmesi konusunda ayrı görüşler beyan etmişlerdir. Müslüman olmak halife için kesin bir şart olarak kabul edilmiştir. Çünkü belli bir yönetim sisteminin başına gelen bir insanın o sisteme inanmadan onu uygulaması mümkün değildir. Öyle ya nasıl olur da adamın biri îslamın siyasi ve idari sisteminin uygunluğuna hiç inanmadan gelir de müslü-manlann başına geçer ve bu sistemi samimiyetle uygular, ona uy­mayanı cezalandırır! Keza halife için erkek olmak şartı da zorunlu­dur. Çünkü kadın erkeğe oranla büyük ölçüde duygusal ve bünye itibariyle de genellikle dayanıksızdır.

Bu makamı işgal edecek kimsenin deruhte etmesi lazım gelen (Cumalarda) imamet, ordu sevk ve idaresi ile ceza infazları gibi çok ağır ve Önemli görevleri yerine getirmeye yapı itibariyle müsa­it değildir.

Halifede aranan Adalet şartına gelince, fertlerdeki adalet mey­li ve anlayışı bakımından insanlar birbirlerinden farklıdır. Çünkü adalet derecesinin tayin ve tesbitine mahsus belli bir ölçü yoktur. Bazen bir grup insanın hepsinde adalet anlayışı tamdır. Özellikle kendilerinden söz ettiğimiz sahabilerin hepsi adalet ehli idiler. Bu bakımdan bazı kimselerin diğerlerine oranla fazilet yönünden da­ha üstün oldukları görülebilir. Dolayısıyla fazilet ölçüleri yönün­den ikinci derecede yer alan kimselerin de İmam olmaları (yani halife seçilmeleri) caizdir.

Bu da demektir ki halife seçilecek kimsenin bütün toplumun en faziletlisi olması şart değildir. Fazilette onunla eşit seviyede ve­ya ondan daha gerilerde bulunan birçok kimse olabilir. Hz. Ebu Bekir Halife seçildiği gün bu ümmetin en üstünü olduğu halde şöyle demişti:

"Ben en hayırlınız (en üstününüz) olmadığım halde başınıza (halife) seçilmiş bulunuyorum." O'nun bu sözü bir bakıma ondan daha üstün kimselerin de cemiyet içinde mevcut bulunduğuna delalet etmektedir. Bununla beraber O'nun halife seçilmesi geçer­li ve O'na itaat etmek de vatandaş için vacip olmuştu.

Halifede aranan Rüşd şartına gelince, bu da buluğa ermiş bir gence de bey'at edilebileceğini (Onun halife seçilebileceğini) hila­fetinin geçerli olabileceğini göstermektedir. Bununla beraber in­san, hissiyatıyla yaşı ilerlemiş tecrübelerle dolu kimselere daha çok saygılı davranmaktadır.

Mesela, Hz. Peygamber kuzey cephesinde bizanslılara karşı savaşmak üzere emir alan ordunun başına Usama Bin Zeyd'i ko­mutan olarak tayin edince elbette ki müslümanlar ister istemez muvafakat edip rıza gösterdiler. Çünkü bunun aksi zaten mümkün değildi. Zira onların yüce peygamberi bu emri vermişti. O, onlara kendi canlarından daha da ileriydi.

Ancak bu tayine muvafakat etmiş olmalarına rağmen içlerin­den bazıları susmadılar, bilakis -orduda Usama'dan daha güçlü şahsiyetlerin bulunduğuna dair- görüş beyan ettiler.

Nitekim orduda Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde gibi zevat bulunu­yordu. Ama Hz. Peygamber (sav)'in fiili, (Onun verdiği karar) bir kanundu ve O'nun bu kararında: Rüşdüne ermiş genç bir şahsın, orduda kendisinden daha güçlü kimselerin bulunmasına rağmen komutan olabileceğine dair delil vardı.

Ne var ki yaş ve tecrübede olgunluğun taşıdığı önem sebebiy­le, ilk halife seçimi sırasında kanaatler Hz. Ebu Bekir üzerinde yo­ğunlaştı. Çünkü o sıralarda yaşı altmışın üzerindeydi. Aksine, par­makla gösterilen büyük sahabüerden Hz. Ali, Zübeyir Bin El-Avam ve Sad Bin Ebi Vakkas gibi şahsiyetler üzerinde fazla durmadılar. Zira bu zevattan hiç biri henüz otuzunu bile geçmemişti. Üstelik Halife olmak akıllarının köşesinden bile geçmiyordu.

Hilafet (yani halkın bir devlet başkanı seçmesi) hem mantık hem de şeriat bakımından vaciptir. (Zorunlu ve kaçınılmazdır.)

Müslümanlar kendilerini yönetecek, devletlerini denetleyecek bir devlet başkanına bir reise muhtaçtırlar. İslamî devlet şekli hilafet­tir. Nasıl ki hiç bir toplumu devletsiz tasavvur edemiyorsak, aynı zamanda müslümanları da, hayattaki rollerini millet olarak yerine getirebilmeleri için, onları Hilafetsiz tasavvur edemeyiz. Devlet ortadan kalktığı zaman halk anarşiye boğulur, düzen bozulur, fe-sad ve karışıklıklar her köşeye hakim olur, cürümler, suç işleme olayları genel bir hal alır ve insanlar adeta birbirlerini yerler.

Hilafetin ortadan kalkmasıyla da islam toprakları yabancı güçler ve yabancı idare sistemlerinin eline düşerek onlar tarafın­dan yağmalanır, değerler tahribata uğrar. Önce orman kanunu or­talıkta hüküm sürer, sonra da ortalığı düzene koymak iddiasıyla küfür yasaları egemen olmaya başlar. Nitekim Hilafet ortadan kalktıktan sonra müslümanlar dünyada işte bu akıbete uğradılar.

İslamda Hilafet, ancak Erbâb-ı Hallü Akd'in (Yani Şura Mecli­si üyelerinin) Halife adayına bey'at etmeleriyle gerçekleşmiş olur. Şura meclisi üyelerinden maksad, toplum içinde adalet ilim ve takva gibi faziletlere sahip seçkin ve ileri gelen şahsiyetlerle amir­lerdir. Aslında bunlar şura meclisinin ilk topluluğunu oluştururlar. Çünkü halifede aranan şartlar, emirde aranan şartların aynısıdır.

Ayrıca amirlerin danıştığı adalet adamları ile bölgesel idarenin şura üyeleri de hilafet şurasını oluştururlar. Amirler (yani valiler veya eyalet reisleri) bölgenin şura üyelerinden halife için bey'at alırlar. Hulefa-i Raşidin devrinde Medine kenti "Erbab-ı Hallü Akd"in (yani parlamentonun) toplandığı bir merkez idi. Çünkü Hz. Peygamber (sav) 'in seçkin sahabilerinin çoğunluğu bu şehirde otururlardı. Ayrıca yönetimde görevli amirler olan diğer sahabiler de buradaydı.

Asrımızda olduğu gibi halkın tümü oylamaya katılmazlardı. Bey'ata (yani oylamaya) sadece Erbab-ı Hallü Akd, katılırdı. Her ne kadar, çoğunluğun Bey'atte bulunması adet ve olağan ise de, halifeler işi bir azamet gösterisi haline getirmezlerdi. Sadece müs­lümanlar arasında tanınmış şahsiyetlerin bu onayda bulunmaları­na bakarlardı. "Erbab-ı Hallü Akd" in tümünün, bey'atte bulunmaları da şart değildi. Onların çoğunluğunun bulunması yeterli idi. Onların Bey'atiyle Hilafet onaylanmış sayılırdı. Bu sebepledir ki sahabilerden az sayıda kimselerin bey'atte bulunmaması, ona­yın gerçekleşmediği anlamına gelmezdi.

Halifeler eğer büyük sayıda katılımın gerçekleşmesine önem vermiş iseler, bu onların toplum tarafından nasıl karşılandıklarım, (gerçek anlamda kabul görüp görmediklerini) sahabilerin kendile­ri hakkındaki kanaatlerini tesbit bakımmdandı.

Halife, seçimi "Erbab-ı Hallü Akd"in oylarıyla gerçekleşebildi­ğine göre, îslam son çağlarda yapılmakta olan seçim ve oylama sis­temlerini tanımamaktadır. Çünkü bu sistemlerde, sonuçlar, daima -adaylığını koyan diktatörün veya politikacının -(propagandaları et­kisiyle) onun çıkarları doğrultusunda gerçekleşir. Kendimiz de biz­zat bu gerçeği son zamanlarda gözlerimizle görmekteyiz.

Bu sistemlerden hareketle siyaset adamları Referandum diye adlandırdıkları bir yöntem daha ortaya koymuşlardır. Bu da yöne­timlerini meşrulaştırmak için kusursuzluk temin etmek gibi bir şeydir. Halk, esasen referandum ile, aday olan kimseye ya taraftar­dırlar veya ona karşıdırlar.

Oy verirken ya adayın proje ve düşüncelerini desteklerler veya ona muhalif olduklarını ortaya koyarlar. Sözde yapılan budur. An­cak şimdiye kadar yapılmış olan referandumların hiç birinde so­nuçlar %96 dan aşağı olmamak üzere daima başkan adayının iste­ği ve çıkarları lehinde tecelli etmiştir.

Bu olay şunu açıklamaktadır : Toplum esasen çeşitli görüş ve kanaatlere sahip kesimlerden oluşur. Bu kesimlerden hiç biri refe­randum uygulamasında kendi çıkarlarım korumak, kendi menfa­atlerinin, ya da hakkın yanında yer almak imkanına gerçek anlam­da sahip değildir. Çünkü bunu kestiremezler.

Halk referandumda, ya başkan adayının süsleyip sunduğu gö­rüşlerine O'nun propagandalarının bir sonucu olarak veya korku belasıyla daima lehte oy kullanır.

Seçimlerde ise cahil tabaka -ki ne yazık bugün toplumların çoğunluğunu bunlar meydana getirirler- şahsi menfaat, şehvet ve heves meyilleriyle daima onlara şahsi çıkar temin edecek kimseye veya propagandasını en etkili biçimde yapan politikacılara oyîarı-nı verirler. Nitekim cahil halk, hergün çeşitli oyunlarını sergileyen tecrübeli sahtekarların oyunlarına vakıf olamazlar. Bu seçimlerin gerçek yüzünü gösteren bir olayı şöyle anatıyorlar:

Avam tabakasından (okumamış, kültür almamış) genç bir kız oyunu kullanmak üzere sandık başına gelir. (Kime oy vereceğinin şaşkınlığı içinde olan bu genç kıza) adaylardan birinin resmini gösterirler. Adayın resmi kızcağızın hoşuna gitmez. Fiziği güzel olan bir diğerinin resmini bu kez gösterirler. îşte bu da filancadır derler. O da oyunu bunun lehinde kullanır. Kazanması ve rakibini geçmesi bir tek oya bağlı olan bu ikinci aday da bu suretle seçimi kazanmış olur.

îşte görüldüğü gibi sırf seçmenin basit düşüncesinden fayda­lanan aday çeşitli hilelere başvurarak seçimi kazanabiliyor. Seçim­lerde bu örnekler çok yaygındır. Dolayısıyla bir toplum cahil oldu­ğu müddetçe kendisine hizmet edebilecek kimseleri temsilci ola­rak seçemez. Seçilenler ise daima duygularıyla hareket eder, çıkar­ları ve şehvetleri uğrunda ancak çalışırlar.

Devlet de zalim olduğu ve topluma baskı yapmak istediği za­man bilgi ilim, irfan ve Allah korkusundan nasipsiz kimselerin se­çilmesini daha çok arzu eder. Veya menfaatine düşkün kimseleri iş başına getirmek için ortam hazırlar ve imkanları seferber eder. Ta ki istediği icraatı yapabilsin ve halkın başına diktiği o menfaatine düş­kün yönetim kadrosundan ilerisi için de destek vaadini alabilsin.

îşte bu sebepledir ki islam, memleketin her tarafında serpili olarak bulunan "Erbab-ı Hallü Akd"dan bey'at almayı kafi görür. Mahalli yöneticiler, amirler ve valiler bu zevatı tanırlar. Keza halk da bu şahsiyetleri tanır ve onlara saygı gösterir. Bu seçkin insan­larda, onları hakkın ve hakikatin dışında bir şey söylemekten en­gelleyen Allah korkusu vardır. Bunlar, Allah'ın insanlar için birer nimetidir.[1]

 



[1] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 2/311-318.