24- HZ. ÖMER DEVRİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN FETİHLER.. 2

Yermuk Savaşı3

Fihl Savaşı8

Dımışk (Şam) İn Fethi:8

Bakaa Olayı10

Marcurrum Savaşı Ve Humus'un Fethi10

Kınnesrî'nın Fethi11

Ecnadeyn'in Fethi11

Kudüs'ün Fethi12

Humus Şehrinin İkinci Kez Fethi12

Cezire (Cizre)'Nin Fetjü. 13

Suriye Sahillerinin Fethi13

Mısır'ın Fethi14

Bu Sırada Doğu Cephesinde Durum.. 15

Nemarık Savaşı16

El-Cisr Savaşı16

El-Buvayb Savaşı16

Kadisiye Savaşı17

Medainin Fethi20

Celula'nın Fethi21

Halvan'ın Fethi21

Tikrit Ve Musul'un Fethi21

Masebzan'ın Fethi22

Ahvaz'ın Fethi22


24- HZ. ÖMER DEVRİNDE GERÇEKLEŞTİRİLEN FETİHLER

 

Öyle görünüyor ki ilk İslam Devletinin Medine-i Münevve­re'deki komuta makamı, mürtedlerle yapılan savaşların sona er­mesinden sonra o günün iki süper gücü olan devletlerle bu kez mücadele vermeyi kararlaştırmış bulunuyordu. Esas ortaya atılan plana göre önce iki cepheden birine karşı bütün şiddetiyle bir ha­rekat başlatılacak, ikinci cepheye karşı ise sadece savunma faali­yetlerinde bulunulacaktı. Tabi bu iki cepheye karşı planlanan ha­rekat yine de her halükarda birinden ötekine sür'atle intikal etme esasına dayanıyordu.

Bu suretle her iki devlet de aynı zamanda bir askeri durum karşısında bulunup sürekli bir panik hali yaşayacak büyük ölçüde moral çöküntüsüne uğrayarak birbirleriyle temas kurma imkanın­dan da bu suretle mahrum kalacaklardı. Çünkü aynı anda her iki cepheye karşı da savaş sürmüş olacaktı. Böyle bir atmosfer içinde ise bu iki devlet birbirleriyle ittifak kurma fırsatını elde edememiş olacaklardı. Çünkü bunların her biri kendi başının çaresine bak­makla meşgul olacaklardı.

Mürtedlerle yapılan harblerin bitmesinden sonra müslüman-lara karşı en büyük tehlikeyi Persler teşkil ediyordu. Esasen mür-tedleri de Persler destekliyor, bu suretle müslümanları, daha he­nüz güçlenmeden yok etmeye çalışıyorlardı. Bunun yanısıra pey­gamberlik iddiasıyla ortaya çıkan her yalancıya da yardımcı olu­yorlardı. Bu sebepledir ki müslümanlar önce Pers cephesiyle işe başlamak istiyorlardı. Ve bundan dolayıdır ki Medine hükümeti El-Müsenna Bin Harise Eş-Şeybanî'nin bu konuda ortaya attığı teklifi uygun görerek onayladı. Bunun üzerine Haiid Bin Velid mürtedlerle giriştiği savaşlardan boşalır boşalmaz, îslam Devleti­nin Medine'deki komuta merkezi O'nun Müsenna Bin Harise em­rindeki birliklere destek olmak üzere derhal Irak'a hareket etmesi­ni emretti. Aynı zamanda komutanlardan Ayad Bin Ganem'in de Irak'ın kuzeyine hareket etmesi emrini verdi.

Halid Bin Velid kısa zamanda Perslere karşı üstünlük elde et­meyi başararak, Irak topraklarında serbestçe hareket etme imka­nını kazandı. Ordusu, Sevad Bölgesiyle birlikte Cezire (Bugünkü Cizre) yöresinin bir bölümünde dolaşabiliyordu. Bu topraklara ila­veten, Fırat Nehri'nin batı yakalarına da hakim olmuştu. Bu du­rum ise Perslerin -daha önce zannettiklerinin tam tersine -İslam ordusunun sahib olduğu savaş kabiliyetini ve teşkilatlanma gücü­nü anlamalarına sebep oldu. Dolayısıyla onlarla hesaplaşmak için Persler de büyük bir hazırlık içine girdiler ve ordular hazırladılar. Bu sıralarda İslam orduları henüz Bizans'a karşı cephede savunma faaliyetleri içindeydi.

Halid Bin Said Bin El-As, komutasındaki birliklerle Bizanslıla­rın ve müttefikleri olan kabilelerin hakim bulundukları bölgelere yakın serhadlerde güvenlik için bekliyordu. Daha önce de anlatıl­dığı üzere Hz. Ebubekir askeri kuvvetler hazırlayarak Suriye üzeri­ne göndermişti. Bizanslılar da mukabil hazırlıklar yapıyorlardı. Çünkü genel ve çok büyük bir savaşın patlak vereceğine büyük ih­timal veriyorlardı. Bu ihtimalden hareket ederek, dört koldan Bi­zans üzerine yürüyen İslam birliklerine karşı çok büyük bir ordu gönderdiler. Aynı zamanda İmparator Herakîeios da, savaşı yakın bir mesafeden takib edebilmek için Kraliyet ve genel komuta merkezini {Bugünkü Suriye'nin) Humus kentine nakletti. İslam ordu­ları komuta heyeti, bu kritik durumu tesbit edince Medine'den destek kuvvet istedi.

İslam orduları başkomutanlığı, ağırlıklarını Irak'dan Suriye cephesine kaydırmak durumundaydı. Çünkü Persler yedikleri darbeden dolayı pek zayıf düşmüşlerdi. Ayrıca içeride meydana gelen taht kavgaları yüzünden sarsılan Perslerin yeniden kendile­rine gelebilmeleri için uzun bir zamana ihtiyaçları vardı. Bu ne­denle Halife, Halid Bin Velid'den Necid'de, komutasındaki askeri biriklerle beraber Suriye cephesinde bulunan îslam ordusuna des­tek olmak maksadıyla derhal hareket etmesi emrini verdi.

Halife'den aldığı emir üzerine Halid Bin Velid, hemen Suri­ye'ye intikal etti. Bizans ordusuyla îslam ordusu arasında Yermuk mevkiinde dehşetli bir meydan savaşı yapıldı. Bu bir ölüm kalım savaşıydı. Tam bu sırada Hz. Ebubekir vefat etmiş, hilafet makamı­na Hz. Ömer seçilmişti. Ne varki bu savaş sona erinceye kadar Persler de toparlanmış, otorite üzerindeki ihtilafları da çözümle­mişlerdi. Bu durumdan istifade ederek müslümanlara karşı savaş­mayı kararlaştırdılar. Bunu göz önünde bulunduran, Medine'deki hilafet makamı, İslam orduları Başkomutanlığından, askerin bir bölümünü, Haşim Bin Utbe Bin Ebi'l-As komutasında Suriye'den tekrar Irak cephesine sevketmesini emretti.

Bunun yanı sıra Irak'daki İslam savaşçılarını desteklemek maksadıyla Arap Yarımadasında umumi seferberlik ilan edildi. Böylece Irak'daki İslam ordusuna peşpeşe destek kuvvetler gelme­ye başladı. Suriye'de ise üstüste tertibedilen savaşlar sayesinde bu topraklarda artık Bizans hakimiyetine son verilmiş, Bizanslılar bu­radan tamamıyla kovulmuşlardı.

Bütün bu gelişmeleri, Hz. Ömer'in hilafeti sırasında görüyo­ruz, îslam ordularıyla Pers güçleri arasında savaşlar önce Irak top­rakları üzerinde cereyan etti. Daha sonraları bu savaşlar Pers top­raklarının iç kesimlerine kayarak nihayet Pers İmparatorluğunun sonunu hazırladı ve Onu ortadan kaldırdı. Pers İmparatorluğunun tarih sahnesinden çekilmesi sırasında Hz. Ömer'in devri henüz sona ermiş değildi.

 Pers Sasani Devletinin ortadan kalkmasıyla bu kez Batı cephe­leri savaşlara sahne olmaya başladı. Çünkü İslam orduları bu defa Mısır'a, Kuzey Afrika taraflarına ve Akdeniz adalarına kaydırıldı. Buradaki savaşlar, Hulefa-i Raşidin'in üçüncüsü olan Hz. Osman devrinde de devam etti.[1]

 

Yermuk Savaşı

 

îslam orduları batı cephesinde şiddetli savaşların içindeyken Hz. Ömer Hilafet makamına getirilmişti. Zira bu sırada müslüman kuvvetler korkunç büyüklükteki Bizans ordularına karşı Yermuk denilen yerde savaş hazırlıkları için toplanmış bulunuyorlardı.

İslam kuvvetleri (günümüzde Suriye'nin Ürdün sınırındaki ka­pısı olan) Der'a Mevkii'nde ordugahlarını kurmuş, savaş hazırlık­ları için burada toplanmışlardı. Birçok tarihçiler, Yermuk Nehri'ni İslam kuvvetleriyle Bizans ordusunun arasını ayıran çizgi olarak göstermekle hataya düşmüşlerdir. Bu bölgeyi dolaşan bir kimse burada bulunan derin vadinin bir savaş için asla meydan olama­yacağını anlamakta gecikmez.

Buna ilave olarak Hz. Ebubekir Suriye'deki îslam ordusu Baş­komutanlığına, askerin, Medine ile rahatça irtibat kurulabilecek ve Medine'den gönderilecek destek kuvvetlerinde kolayca ulaşabi­lecekleri müsait bir alana yerleştirilmesi emrini vermişti. Bu nok­ta göz önüne alınacak olursa, İslam kuvvetleri savaştan önce bu vadiyi kesip öbür tarafa geçtikleri takdirde {ki bunu ancak büyük zorluklarla yapabileceklerdi) imdat kuvvetlerinin arkadan kendi­lerine ulaşması mümkün olamayacak, keza Medine ile temas kur­ma imkanından da mahrum kalmış olacaklardı. Normal bir geçiş­te bu durum sözkonusu olduğuna göre, -bazı tarihçilerin, hoşları­na gittiği şekilde anlattıkları gibi savaşın başlamasıyla seri hare­ketler içindeki ordu bu derin vadiyi nasıl atlayacak veya bu arazi­de nasıl savaşabilecekti?

İşte arazinin bu özelliği yüzündendir ki İslam Ordusu komu­tanlığı, askerin geri saflarını Der'a Mevkiinin kuzeybatısında bırakmış, bunu Der'a'mn arkadan gelecek destek kuvvetler için bir geçit ve Medine ile yapılacak haberleşme için de bir irtibat nokta­sı olması bakımından böyle tertiplemişti. Çünkü vadiyi kesip öbür tarafa bu noktadan geçmek daha kolaydır.

Hem sonra Halid Bin Veîid Yermuk'a Basra'dan geldiğine göre ya Der'a'dan veya biraz daha kuzey cephesinden ulaşmış olması gerekir. Bu takdirde de Yermuk Savaşı'nın, Yermuk Nehri'nin iki kıyısından birinde cereyan etmiş olması akla daha uygun gelmek­tedir. Bu yer de ya Er-Rukâd'dır, veya EI-Alak mevkiidir.

Buradaki savaş düzeni içinde Amr Bin El-As komutasındaki birlikler îslam ordusunun sağında, kuzey cephesinde, Yezid Bin Ebu Süfyan komutasındaki birlikler ordunun solunda, güney cep­hesinde ve Yermuk Nehri'ne çok yakın bir yerde, Ebu Ubeyde ko­mutasındaki birlikler ise bu her iki kanadın arasında yerlerini al­mışlardı.

Müslüman birlikler, sancaklarının altında yürümeye başladı­lar. Ordunun tam sağında Muaz Bin Cebel, tam solunda ise Neffa-se Bin Usama El-Kinanî komutasındaki birlikler bulunuyordu.

Piyade birliklerinin başında Haşim Bin Utbe Bin Ebi Vakkas, süvari birliklerinin başında ise Halid Bin Velid vardı. Ordunun ge­nel sevk ve komutasını yürüten ve görüşüne baş vurulan Halid Bin Velid idi. Azamet ve kibir içinde yaklaşan Bizans ordusu, araziyi kara bir bulut gibi kaplamış, bir insan seli gibi akıp geliyordu. As­kerler çığlıklar atıyor, rahipler ve din adamları Rum ordusuna mo­ral vermek için koro halinde İncil okuyorlardı. Halid Bin Velid sü­vari birliklerinin başında ve İslam ordusunun en önünde bulunu­yordu. Bu sırada Ebu Ubeyde'ye yaklaşarak:

"Sana bir talimat veriyorum!" dedi. Ebu Ubeyde de:

"Allah'ın emri istikametinde talimatını derhal yerine getir­meye hazırım" diye cevap verdi. Bunun üzerine Halid şöyle dedi:

"Ben şu görüşteyim ki: Bu orduya, karşısından kaçıp kurtula­mayacakları çok şiddetli bir hamleyle önce yüklenmek gerekir. Sonra ben sağ ve sol kanatlarımızın bozguna uğramasından çok korkuyorum dolayısıyla süvarileri ikiye bölüp bu kanatların geri saflarına yerleştirmek istiyorum. Bu suretle onlara arkadan des­tek olurlar, ta ki geri püskürtüldükleri zaman süvariler onları ar­kadan korumaya çalışsınlar."

Bu sözleri dinleyen Ebu Ubeyde, Halid'e:

"İsabet ediyorsun, görüşün doğrudur" diyerek O'nu onayladı. Halid, bunun üzerine iki kısma ayırdığı süvarilerden sağ kanadın arkasına yerleştirdiği birliğin başına bizzat kendisi geçti. Kays Bin Hubayra'yı da sol kanadın arkasına yerleştirdiği süvarilerin başına koydu. Ebu Ubeyde'ye de ortadan, ordunun en arka planına kay­masını emretti. Bununla, bozguna uğrayıp da geri çekilenler olur­sa Ebu Ubeyde'nin, başında bulunduğu kuvvetleri görerek cayma­sını ve tekrar ileriye atılmasını temin etmek istemişti. Ebu Ubey­de, komutasındaki birlikle ordunun geri saflarına kayarken yerine Aşere-i Mübeşşere"[2] den Said Bin Zeyd'i geçirdi. Sonra Halid, atını ordunun en arka planında bulunan kadınlara doğru sürerek onla­ra şöyle seslendi:

"Askerlerden geri dönüp kaçanı görürseniz, onu derhal öldü­rün." Nitekim kadınlar da silahlıydılar. Emrini böylece veren Halid tekrar savaş düzenindeki yerini almak üzere döndü. Her iki ordu karşı karşıya gelip saflar halinde dizilince Ebu Ubeyde İslam ordu­suna hitaben va'zederek şöyle dedi:

"Ey Allah'ın kulları! Allah'ın dinine yardımda bulununuz ki size direnme gücü ihsan etsin, sizi yenilmezlikle mükafatlandır­sın. Ey Müslümanlar! Bugün sabrediniz, tahammülkâr olunuz, sabır, küfrün hücumundan sizi kurtaracak, Allah'ın hoşnutluğu­nu kazandıracak ve rezil olmaktan sizi koruyacaktır. Saflarınızı sakın terketmeyiniz! Onlara doğru ilk adım atanlar ve onlara ilk silah çekenler olmayınız. Mızraklarınızı düzgün tutun ve kalkan­larla korununuz, içinizden Allah'ı zikretmekten başka, ben size emir verinceye kadar sesinizi çıkarmayınız."

Komutanlardan Muaz Bin Cebel de ortaya çıkarak askere şöy­le hitab etti:

"Ey Ehl-i Kur'an! Ey İlahî Kitabın okuyucuları! Ey doğru yolunve hakkın savunucuları! Allah'ın rahmetine nail olmak ve cennete girmek sadece kuru temenniyle gerçekleşmez. Allah'ın mağfireti ve geniş rahmeti (Böyle bir günde yapacağı cihadda sadık davranan ve Allah'ın mücahidlere yaptığı vaadi gerçek bir iman ve samimiyet­le) tasdik eden doğrular içindir. Allah Teala'nm şöyle buyurmuş ol­duğunu hiç duymadınız mı? Buyuruyor ki:

"Allah, içinizden inanıp yararlı faaileyetlerde bulunanlar, on­lardan öncekileri halef kıldığı gibi onları da yeryüzüne halef kıla­cağına onlar için beğendiği dini (adil bir düzeni, seçkin bir niza­mı) yerleştireceğine, korkulu hallerini güvenli bir ortamla değiş­tireceğine dair söz vermiştir."

O halde Ey Askerler! Allah'ın rahmeti üzerinize olsun, Al­lah'ın, sizi düşmanınızdan kaçarken görmesinden utanınız. Çünkü sîz her halükârda Allah'ın kudret elleri arasındasmız, O'ndan kaçmanıza imkan yoktur. O'nun yardımı da olmadan aziz olamaz, başarı kazanamaz, yücelemezsiniz."

Yine komutanlardan biri olan Amr Bin El-As da komutasında­ki askerlere şu sözlerle seslendi:

"Ey müslümanlar! Gözlerinizi yumun ve diz çökün. Mızrakla­rınızı düzeltin, uygun şekilde tutun. Düşman üzerinize hamle ya­pacak olursa önce onlara fırsat verir gibi olun. Mızraklarıyla dav­ranmaya başladıkları zaman, aslan avının üzerine nasıl atilıyor-sa işte o şekilde onların üzerine aman vermeden atılınız.

Doğruluktan hoşlanan ve doğru davranana direnme gücü ih­san eden, yalanı cezalandıran iyiliği ise mükafatlandıran Allah'a yemin ederim ki bu diyarı tarla tarla, saray saray bütün köşe ve bucaklarını fethedeceğinizi müjdeleyen sözler dinledim. Onların ne böyle büyük topluluklar halinde karşınıza yığılmaları ne de sayılarının büyüklüğü asla gözünüzü korkutmasın. Eğer feda­karca üzerlerine varırsanız, göreceksiniz ki çil yavrusu gibi dağı­lacaklardır."

Ebu Süfyan ise askere şöyle hitab etti:

"Ey müslümanlar! Biliyorsunuz ki siz Arapsınız. Bugün yaban ellerde yakınlarınızdan çok uzak bir diyarda bulunuyorsu­nuz. Ayrıca Emirülmü'minin, Halife efendimizden ve müsHi-manların size yardım edebileceği bölgeden çok uzaktasınız. Siz şu anda sayıca pek çok ve size diş bileyen düşmanınızın tam kar-şısındasımz. Onları vatanlarından, eş ve çocuklarından koparıp buraya gelmeye siz mecbur etmiş bulunuyorsunuz. Allah'a ye­min ederim ki, bu adamlardan sizi kurtaracak ve yarın kıyamet gününde İlahi hoşnutluğa ulaştıracak bu zor günde doğruluk ve samimiyetle direnmenizden başka bir şey yoktur. Sizi uyarıyo­rum. Bugün kahramanca direnmek şart ve kaçınılmazdır.

Sizinle Emirülmü'minin efendimiz ve gerideki müslümanlar arasında kuş uçmaz kervan geçmez uçsuz bucaksız çöller, sahra­lar vardır. Bu yerlerde hiç bir kimsenin sabırdan ve kahramanca direnmekten başka ne sığınabilecek bir kimsesi ne de yönelip kurtulacağı bir yer vardır. Güvenebileceğiniz tek şey Allah'ın va­adidir. O halde kılıçlarınızla kendinizi korumaya çalışınız ve bir­birinize yardımcı olunuz. Tek sığmağınız budur."

Ebu Süfyan bu konuşmasından sonra kadınların bulunduğu geri saflara giderek onlara da bazı tavsiyelerde bulunduktan sonra tekrar yerine dönüp şöyle seslendi:

"Ey Ehl-i İslam gelip çatmış bulunan hadiseyi görüyorsunuz. İşte Hz. Peygamber ve cennet önünüzde, şeytan ve cehennem ateşi de arkanızda bulunuyor." Bu sözlerden sonra Ebu Süfyan da giderek savaş düzenindeki yerini aldı.

Bunlardan başka Ebu Hureyre de orduya vaazda bulunarak şöyle dedi:

"Cennetteki hurilere sahib olmak ve Allah Teala Hazretleri­nin cennet ve mükafatına nail olmak için bugün davranınız. Siz Allah'ın, daha çok hoşuna gidecek başka bir yerde değilsiniz. Şu­nu çok iyi biliniz ki bugün sabredecek, tahammül gösterecekler için faziletler ve Allah'ın sevindirici mükafatlan vardır."

İki ordu karşı karşıya gelerek iyice birbirlerine yanaşınca, İs­lam ordusu komutanlarından Ebu Ubeyde ve Yezid Bin Ebu Süfyan, yanlarına: Derrar Bin El-Azvar, Haris Bin Hişam ve Ebu Cen-del Bin Süheyl Bin Amr'ı da alarak, Ordu Başkomutanlığı adına Bizans Ordusu komuta heyetiyle görüşmeye gittiler. Bizans ordu­gahına baş vurarak:

"Komutanınızla görüşmek istiyoruz dediler. Komutan Tzarak adına kendilerine giriş izni verildi. İçeri girdiklerinde O'nu, ipekten bir çadır içinde oturuyor, gördüler.

"Biz -inancımıza göre- bu ipekten çadırın içine girmeyi ken­dimize meşru görmüyoruz" diye itirazda bulunup içeri girmek is­temediler. Keza komutan, bu konuklarına üzerinde oturmaları için yeni ipekten minderler koydurunca yine itiraz ettiler. Bunun üzerine Bizanslı komutan, sahabilerin istediği yer ve şekilde on­larla oturmayı kabul etti. İşte sahabiler -Allah'ın rızası onların üze­rine olsun- hep böyle idiler. Islamın hiç bir emrini küçümsemez. Mesele ne kadar basit olursa olsun Allah'ın koymuş bulunduğu kurallar konusunda hiç bir taviz vermezlerdi. Bu olayda da gerek çadır, gerek onlar için serilen mefruşat, elbise cinsinden olmadığı halde -ki ipek olarak erkeklere konan yasak sadece elbise ile sı­nırlıdır- buna rağmen, kendilerini şiddetle alıkoydular. Bu ve ben­zeri olaylardaki tutumları onlara düşmanlarının gözlerinde daima heybet kazandırdı. Düşmanları onlarla geçinmek zorunda kaldı. İşte bu şekilde de, tarihte layık oldukları yere gelebildiler. Ve ken­dilerine mahsus üstün kişilikleriyle diğer milletlerden farklı ve ne­zih bir kimlik kazandılar. Dolayısıyla arzu ettikleri mükafata da nail oldular.

Sahabiler bu görüşme esnasında düşmana ya îslamı kabul et­mek, ya vergi vermek veya savaşmak şıklarından birini kabul et­meleri teklifinde bulundular. Fakat Bizanslılar inad ederek savaşı seçtiler.

Bu arada Bizans ordusu komutanlarından Mahan, iki ordu arasındaki boş alanda, kendisiyle bazı meseleleri görüşmek üzere Halid Bin Velid'i davet etti. Bir araya gelince Mahan O'na şu teklif­te bulundu:

"Öğrenmiş bulunuyoruz M: Sizi memleketinizden buralarakadar sürükleyip getiren sebep yoksulluk ve açlıktır. Öyleyse ge­lin sizden kişi başına onar dinar para vereyim ve hepinizi giydi­reyim. Böylece memleketinize dönersiniz. Sene devrolunca aynı şeyi bir daha yaparız."

Haîid BinVelid ise Mahan'a şu cevabı verdi:

"Bizi memleketimizden buralara getiren sebepler senin an­lattıkların değildir. Ancak şunu bilmiş ol ki biz kan içen bir mille­tiz. Hem sonra Öğrenmiş bulunuyoruz ki Bizarısın kanından da­ha tatlısı da yoktur. İşte bunun için buradayız." Komutan Ma-han'm beraberinde bulunanlar:   

"Allah'a yemin olsun ki Arapları hep böyle bilir, bu vasıflarıy­la anlatırdık diyerek duydukları dehşeti dile getirdiler. [3]

Evet, düşmanın, işte böyle tek kelimeyle ve izzeti nefisle mora­li çökertilmiş oldu.

Bu meydan okuyuştan sonra Halid, atını mahmuzlayarak, orta­nın sağında ve solunda bulunan birliklerin başındaki İkrime Bin Ebu Cehil ve Ka'ka Bin Amr'a ayrı ayrı uğrayarak, hücuma geçip sa­vaşı başlatmaları emrini verdi ve savaş böylece fiilen başlamış oldu. Tarih o gün Hicretin onüçüncü yılı Recep ayının ilk günleriydi.

Bizanslılar, önce îslam ordusunun sağ kanadı üzerine bir hamle düzenleyerek ortaya doğru kaydılar. Bu sırada büyük saha-bi ve ünlü komutanlardan Muaz Bin Cebel şöyle dua ediyordu:

"Allahım! Düşmanımızın ayaklarını kaydır ve gönüllerine kor­ku sal. Bize de sükunet ve dayanma gücü ihsan ederek koymuş bu­lunduğun kuralların daima idraki içinde olmamıza yardım eyle. Düşmanımızla göğüs göğüse gelme rağbetini bize aşıla ve takdir-i ilahiyene boyun eğip razı olmamızı müyesser kıl ya Rabbi!"

İlk çarpışmalar sırasında, Bizans saflarmdaki Arap Zübeydiler yenilgiye uğradılar. Ardından çağrışarak geri çekilmeye başladılar. İslam ordusu ise Bizanslılara iyice yüklenerek, onlardan bozgunauğrayıp kaçanları geri çevirmelerine fırsat vermemek için düşma­nı meşgul etmeye çalıştılar. İslam ordusundan kaçışa hazırlanan­ları da kadınlar önledi. Bu suretle ordu toparlandı.

Savaş bütün şiddetiyle devam ederken komutanlardan İkrime Bin Ebu Cehil şöyle haykırıyordu:

"Ben Rasulullah'a karşı bile, vaktiyle birçok yerde savaşmış bir insanım, bugün sizden mi kaçacağım?"

Bu sözlerden sonra da askere dönerek:

"İçinizden, benimle beraber omuz omuza çarpışarak ölmeye yemin eden var mı?" diye seslendi. Bu çağrıya başta Dırar Bin El-Azvar ve İkrime'nin amcazadesi Haris Bin Hişam olmak üzere as­kerlerin birçoğu katıldı. Tanınmış şahsiyetlerden olan bunların sa­yısı dörtyüzü bulmuştu. Başkomutan Halid Bin Velid'in çadırı önünde çarpışan bu kahramanların hepsi yara aldılar. Aralarında Dırar Bin El-Azvar'm da bulunduğu bir grup bu çarpışma esna­sında şehid oldular. Bu sırada cereyan eden şöyle bir olay nakledil­mektedir: Anlatıldığına göre, bu yaralılara yetiştirilmek üzere bir miktar su getirildi. Bunlardan birincisine uzatılınca, yamndakinin bakışlarına dayanamayarak:

"- Suyu Ona verin!" diye inledi. İkincisine içirilmek istenince o da bir üçüncüsünü göstererek suyu içmedi. Bu devir bir kaç ke­re daha tekrarlandı. Ancak sonuncuya su yetişmeden şehid ol­muştu. Bu kez geriye doğru dönülerek yaralılara su içirilmek isten­di. Ne varki hepsi şehid olmuşlardı. Bu ilk İslam kahramanları can­larını vermek üzereyken bile bu inanılmaz insanlık örneğini vere­rek tarihin şeref sayfasında yerlerini aldılar [4]

Bizans'ın, İslam ordusunun sağma yüklenerek, onu ortaya doğru kaydırdığı bir sırada, Halid BinVelid de başında bulunduğu süvari birliği ile Bizans ordusunun sol kanadına bir hamle düzen­ledi. Bu hengamede müslümanlar altıbin Rum askerini öldürdü­ler. Ardından Halid, komutasındaki sadece yüz süvari ile bin kişi-İlk bir Bizans birliğinin üzerine atılarak onları bozguna uğrattı. Bir süre de onları kovaladı. Döndüklerinde ise -daha önce anlatıldığı üzere- Medine'den karargaha gelen postayla karşılaştılar.

Posta Hz. Ebubekir'in vefat ettiği, Hz.Ömer'in hilafet makamı­na seçildiği ve Ebu Ubeyde'nin de Halid Bin Velid yerine başko­mutanlığa tayin edildiği haberlerini getirmişti.

Bir ara savaşın müsait bir aşamasında Rum safları arasından adının George olduğunu söyleyen bir komutan çıkarak, Halid Bin Velid'le görüşmek istediğini söyledi. Bu görüşmeyi kabul eden Ha~ Hd ortaya çıkınca bu iki komutan birbirlerine o kadar yaklaştılar ki atlarının boynu çapraz duruma geldi. George, Halid'e şöyle dedi:

"Bak Halid! Sana bir şey soracağım, bana doğrusunu söyle, asla yalan söyleme, çünkü hür insan yalan söylemez. Beni de kandırmaya çalışma. Çünkü mert insan Allah'a güvenerek orta­ya çıkmış bulunan birini aldatmaya yeltenmez. Şunu sormak is­tiyorum:

- Acaba Allah peygamberinize gökten -kime karşı kullanırsa­nız onu mutlaka yeneceğiniz- bir kılıç indirmiş bulundu da şimdi bize karşı bu kılıcı mı kullanıyorsunuz?" Halid:

"Kesinlikle hayır!" diye cevap verdi. Bu kez de George:

"Peki, -duyduğuma göre- sana Allah'ın kılıcı diyorlar. Bunun sebebi nedir?"diye sorunca Halid şu açıklamayı yaptı:

"Allah Teala bize elçisini gönderince, O, bizleri önce hakka ve doğruya davet etti. Biz ise hep O'ndan nefret edip yüz çevirdik. Sonraları kimimiz kendisine inanarak izinden yürümeye başla­dı; kimimiz ise O'nu yalanlayıp uzaklaşmaya çalıştı.

İşte ben O'nu yalanlayıp kendisinden daima uzaklaşmaya çalışanlardan biriydim. Ne varki Allah Teala sonunda gönülleri­mize hidayet nuru koyarak doğru yola girmemizi müyesser kıldı. Kendisine biat ettik. İşte o zaman Hz. Peygamber bana:

- Sen, müşriklere karşı Allah'ın, çekmiş bulunduğu bir kılıç­sın, diye buyurarak beni İslama yardım etmeye çağırdı. O zamandan beri de Allah'ın Kılıcı unvanıyla tanınıyordum. Bu sebeple de müşriklere karşı müslümanlarm en şiddetli bir ferdiyim."

Halid'in bu sözlerini dinleyen George:

"Peki Ey Halid! Siz insanları esasen neye inanmaya davet edi­yorsunuz?" diye sordu. Halid Bin Velid ise:

"Allah'ın bir olduğuna, Hz. Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmeye ve Allah tarafından indirilen vahyin tamamını kabul ve ikrar etmeye insanları davet ediyoruz"

cevabını verdi.

"Peki bu davetinizi kabul etmeyene nasıl bir muamelede bu­lunursunuz?" diyen George'a, Halid:

"Onlardan -Cizye- vergisi alırız ve kendilerini düşmandan ko­ruruz diye karşılık verdi.

- Ya cizye vermeyi de kabul etmez ise? diye sorunca da Halid:

"Bu sefer savaş ilan ederiz" dedi. Sonra George ile Halid ara­sında şöyle bir konuşma geçti:

George:

-  Bugün inanıp da aranıza giren bir yabancının durumu ve statüsü ne olur?"

Halid:

- Allah'ın emirleri karşısında hepimizin seviyesi aynıdır. Bi­zim eşrafımızla sıradan vatandaşımız, baştaki ile sondaki insanı­mızın seviyesi aynıdır. Herkes eşittir. Kimsenin kimseye herhan­gi bir üstünlüğü yoktur.

George:

- Bugün dininize girenin, vaktiyle müslüman olmuş kimseler kadar bir sevap kazanma imkanı var mıdır?

Halid:

- Elbette ve hatta daha fazla sevap kazanır.

George:

- Ama siz vaktiyle İslamı kabul etmiş kimselersiniz. Şimdi bi­ri çıkıp da müslüman olunca nasıl sizin kadar sevap sahibi olabi­lir, sizinle nasıl boy ölçüşebilir?

Halid:

- Doğrusu biz Hz. Peygamber henüz aramızda yaşarken bu yüce dini ondan öğrendik, O'nun daveti üzerine hidayete erdik. Henüz aramızda sağ bulunduğu ve kendisine semanın haberleri inmekteyken O'na biat ettik. İlahi kitabı O bizzat bize anlatıyor, mucize ve ayetleri bize gösteriyordu. Dolayısıyla gördüklerimizi gören ve duyduklarımızı duyan kim olursa olsun islamı kabul et­mesi şarttı. Size gelince, O'nun mucize ve delillerinden ne gör­düklerimizi gördünüz, ne de duyduklarımızı duydunuz. Dolayı­sıyla içinizden gerçek manada ve samimi bir niyetle İslamı kabul edenler bizden daha üstün sayılırlar.

George:

- Ey Halid, sen gerçekten bana doğruyu söyledin ve beni al­datmadın.

Halid de:

- Allah'a yemin ederim ki sana doğruyu söyledim. Seni bu so­rularınla yönlendiren ise Allah Teala'dır, diye sözlerini bitirdi.

Bu konuşmadan sonra George hemen elindeki kalkanı yere fırlatarak Halid'e:

"Bana İslamı öğret," diye istekte bulundu. Bunun üzerine Ha­lid Bin Velid O'nu yanına alıp çadırına döndükten sonra kendisine bir abdest aldırarak birlikte iki rekat namaz kıldılar. Bu sırada Bi­zans ordusu, İslam ordusuna şiddetli bir hamleyle yüklenmiş, müslümanları, İkrime ve Amcası Haris'in komuta ettikleri geride­ki savunma saflarına kadar püskürtmüş bulunuyordu.

Bu durumu gören Halid ve George, İslam kuvvetlerinin önüne geçerek Rumların üzerine atıldılar ve Allah'ın yardımıyla onlarıhezimete uğrattılar. Ne varki George bu hamle sırasında isabet alarak şehid düştü. Müslüman olduktan sonra O'na sadece iki re­kat namaz kılmak nasib olmuştu. [5]

Bu İslam şehidinin üzerine Allah'ın rahmeti olsun. Savaşın en çetin bir şekilde cereyan ettiği bu günde İslam ordusu ancak ima ile {yani sadece işaretlerle) öğle ve ikindi namazlarını kılabildiler. Akşam ve yatsı namazlarını da gecikmeli olarak eda ettiler.

Bizans ordusu ise gecenin karanlığından istifade ederek Vaku-sa'ya çekildi. Kaçmasınlar diye zincirlerle bağlanan Rum savaşçı­ları ise öldürüldüler.

Yermuk savaşında hazır bulunan büyük sahabilerden biri de Zübeyir Bin Avam'dır. Bu ünlü şahsiyet, O gün Yermuk Savaşı'na katılan sahabilerin en üstünü, keza en kahraman ve cengaveriydi. İslam ordusunun seçkin savaşçılarından bir grup O'na gelip:

"Önümüze düşmez misin, Bizans üzerine birlikte bir hamle yapalım?" diye teklifte bulundular. Onlara:

"Dayanamazsınız" dedi. Ancak bu kahraman savaşçılar:

"Bilakis, dayanacağız" deyince birlikte hücuma geçip yıldırım gibi düşman kuvvetlerinin üzerine atıldılar. Fakat Rumların aşılmaz saflanyla karşılaşınca Zübeyir hariç hepsi ürkerek tekrar geri çekil­diler. O ise Bizans saflarını bir ok gibi delerek karşı tarafa geçip yine aynı şekilde düşman ordusunun saflarını yararak arkadaşlarına ge­lip kavuştu. Bu denemeyi ikinci bir defa daha başarıyla yaptı, fakat bu hamleler sırasında, omuzunda iki yerden yara aldı.

Bu savaşta İkrime Bin Ebu Cehil, amcası Haris Bin Hişam, İk­rime-nin oğlu Amr, Seleme Bin Hişam, Amr Bin Said, Ebban Bin Said, Hişam Bin El-As ve Amr Bin Tufayi şehid oldular. Amr Bin El-As beraberindeki dört neferle birlikte geri saflara çekilmek zo­runda kaldılar. Kadınların onları ayıplaması üzerine tekrar düş­man üzerine saldırmaya başladılar. Keza Şurahbil Bin Hasene, komutasındaki birlik de bir ara geri çekilmek durumunda kaldı. An­cak Başkomutan tararından uyanlmca yeniden ilerlemeye başla­dılar. O gün Yezid Bin Ebu Süfyan kahramanca savaştı. Bunun se­bebi: O sırada babası Ebu Süfyan, yanına uğrayarak O'na şöyle seslendi:

"Yavrum benim! Sakın Allah'ın emrini çiğneyip namertlik et-meyesin! Sabırlı ol! Bugün şu vadide göğüs göğüse çarpışmayan hiç bir yiğit yoktur. Sen ve emsallerin -ki müslümanların emir ve komutasını ele almış kimselersiniz- Sizin herkesten daha çok zorluklara göğüs germeniz ve kurallara uymanız lazımdır. O hal­de sevgili yavrucuğum! Allah'ın emirlerini çiğnemekten kork. Ta ki emrindeki askerlerden hiç biri senden daha fazla sevap uma­cak ve senden daha çok sabır gösterecek durumda olmasın. Bu hususlarda sen onlardan daha da üstün ol."

Yezid babasının bu sözlerine:

"İnşaallah babacığım, sözünü dinleyeceğim" karşılığını vere­rek gerçekten de o gün kahramanca çarpıştı. Yezid, İslam ordusu­nun ortasında yer almış bulunuyordu.[6]

Said Bin El-Müseyyeb, babasından duyduklarını şöyle nakle­diyor, diyor ki:

"Savaş sırasında, bir ara sükunet çökmüş, ortalığı bir sessiz­lik almıştı. Birden bire kampımızı çınlatan bir nida duyduk. Şöy­le bir çağrıda bulunuyordu: Ey Allah'ın zaferi! Yaklaş artık. Daya­nın, dayanın, ey müslümanlar topluluğu!

Bir de baktık ki böyle bağırıp duran kişi, oğlu Yezid'in sancağı altında çarpışmakta olan Ebu Süfyan'dır.

Ünlü kahraman Malik Ester de Yermuk'da bulunuyordu. -Ka-disiye Harbi'nde bulunmamıştır- Yermuk günü, Bizans safları ara­sından bir savaşçı çıkarak:

"Benimle teke tek dövüşecek var mı?" diye meydan okumayabaşladı. Bunu duyan Ester hemen fırlayarak ortaya çıktı. Karşılıklı olarak birbirlerine bir iki dalış yaptılar. Bu sırada Ester "Al sana!" diye bir darbe havale etti. İsabet almamakla beraber bu usta îslam cengaverine hayran kalan Rum:

"Allah milletimden senin gibilerini çoğaltsın" diye bir dua ve temennide bulundu. Peşinden de:

"Ah eğer sen milletimden olsaydın, şu Rum ordusunu mutlak surette zafere ulaştıracaktım" diyerek bu kahramanı övmekten kendini alamadı.

Anlatıldığına göre Yermuk Savaşı cereyan ederken Bizans İm­paratoru Herakleios da Antakya'da bulunuyordu. Rum ordusu ye­nilerek perişanlık içinde dönünce, komutanları çağırarak:

"Söyleyin bakayım, kahrolası adamlar, karşınıza alıp şu sa­vaştığınız adamlar da sizin gibi birer insan değil miydiler?" diye gürledi.

"Evet" demekten başka çareleri yoktu. Bu sefer İmparator: "Sayıca siz mi, yoksa onlar mı daha çok idiler?" diye sordu.

"Bilakis biz onlardan kat kat fazlaydık" dediler. Bunun üzeri­ne İmparator:

"Peki bu yediğiniz ne halttır ki karşılarında yenik düşüp peri­şan oldunuz" diye sorunca aralarındaki en yaşlı komutan yenilgi­ye uğramalarının sebeplerini şöyle dile getirmeye çalıştı. Dedi ki:

"Haşmetmaab! Onlar gece namaz kılar, gündüz oruç tutarlar. Verdikleri sözü mutlak surette yerine getirirler, doğruyu emreder, kötülüktense sakındırırlar. Kendi aralarında insafla davranır, ada­letle muamele ederler. Bize gelince, içki içer, zina eder, çirkin fiil­lerde bulunuruz. Katiyyen sözümüzde durmaz, öfkelenir, birbiri­mize hep zulmederiz. Kötü şeyleri birbirimize daima tavsiye eder, Allah'ın hoşnutluğunu celbeden her türlü iyilikten de birbirimizi uzaklaştırmaya çalışır, yeryüzünde her türlü mel'aneti işleyerek fitne ve fesat çıkarmaya çalışırız. îşte yenilmemizin ve onların da bize karşı zafer kazanmalarının sebepleri budur."

Bu sözleri dinleyen imparator, çaresiz O'nu tasdik ederek bu perişanlığı onlarla paylaşmak zorunda kaldı.

Ayrıca anlatılmaktadır ki: Bizarısın ileri gelenlerinden biri müttefikleri olan Arap Kuzaa Kabilesi'ne mensup bir şahsı casus olarak müslümanlarm arasına gönderdi. O'na:

"Şu milletin içine gir ve aralarında bir gün bir gece kadar kal. Toplayabildiğin haberlerle bana gel" diye talimat verdi. Bu adam da Arap olduğu için farkedilmeden müslümanlarm arasına daldı. Bir gün bir gece kadar kaldıktan sonra kendisini görevlendiren Bi­zanslı yetkiliye dönünce, adam casusuna:

"Anlat bakayım, ne haberler getirdin?" diye merakla sordu. Bunun üzerine casus şunları söyledi:

"Doğrusu onlar, geceleri rahipler gibi ibadet eder, gündüzle­ri ise atlı birer silahşor kesilirler. Krallarının oğlu bile olsa hırsız­lık edenin elini keserler. Hakkın, yerini bulması için de zina ya­panı recm ederler." Bu sözleri dinleyen Bizanslı yetkili:

"Eğer söylediklerin doğru ise ölüp mezara girmek bu adam­larla karşılaşmaktan çok daha iyidir. Allah'dan dileğim şudur: Ne beni onlarla, ne de onları benimle karşılaştırsın. Ne beni on­lara, ne de onları bana galib kılsın" diyerek müslümanlardan ne kadar korkup heybetlenmiş bulunduğunu dile getirmekten ken­dini alamadı.[7]

İslam mücahidlerinden bir kaçı bu savaşta gözlerini kaybetti­ler. Ebu Süfyan, bunlardan biridir. Daha önce Huneyn Savaşı'nda bir gözünü kaybetmişti. Yermuk Harbi'nde de diğer gözünü kay­betti. Böylece hayatının geriye kalan kısmını âmâ olarak geçirdi.

Bu savaşta gözlerini kaybeden diğer İslam mücahidleri deşunlardır:

Muğira Bin Şa'be, Haşim BinUtba Bin Ebi Vakkas, El-Eş'as Bin Kays, Amr Bin Ma'di Kerib, Kays Bin El-Mekşuh ve diğer birkaçı...

Rumların meydanı bırakıp kaçtıkları ve İslam ordusunun da onları bir süre kovaladıkları Yermuk Savaşı bittikten sonra Dımışk (Bugünkü Şam) Humus kentlerinin halkı müslüm ani arla barış ak-. dinde bulundular. Çünkü bu bölgelerin çoğundan Bizans askerle­ri çekilmiş, korumasız kalmıştı. Aynı zamanda Heracleios Hu-mus'dan, kendine bir çeşit askeri merkez haline getirip, ordularını sevk ve komuta ettiği Antakya'ya gidip yerleşti.

Halid Bin Velid'den sonra başkomutanlık görevini devralmış bulunan Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah, Bizans ordusunun ko­valanmasında görevlendirilmeyen askerin geriye kalan kısmının başında Marc Es-Safar mevkiine intikal etti. Burada Bizans kuv­vetlerinin Fihl denen yerde yeniden toparlanmaya çalıştıkları ha­berini aldı. Bu durumda bir tereddüd geçirdi, orduyla beraber Şam'a girip orada kalmaktan veya Fihl'e hareket etmekten hangi­sini seçeceğine bir türlü karar veremedi. Dolayısıyla durum hak­kında fikrini almak ve talimatları ışığında hareket etmek maksa­dıyla Halifeye bir mesaj gönderdi. Halife Şam'la işe başlamasını, buranın, Bizans'ın bu havzadaki merkezi ve Suriye'nin kalesi ol­duğunu, dolayısıyla Şam'ın büyük bir stratejik önem taşıdığını izah ederek şu talimatı verdi:

"Şam'a hareket et, Fihl Mevkiinde toparlanmakta olan Bi­zans kuvvetlerini de, karşılarında süvarilerinizi koyarak meşgul edin. Eğer Fihl'ın Dımışk'dan önce fethe dilmesini Allah müyes­ser kılarsa, bu bizim arzumuzun gerçekleşmesi demektir. Eğer Şam önce fethedilecek olursa Şam'a hemen bir idareci tayin ede­rek Fihl üzerine yürü. Allah, burayı da fethetmenizi nasib edecek olursa Amr Bin El-As'ı ve Şurahbil Bin Hasene'yi Filistin ve Ür­dün'e idareci tayin edip Halid'le birlikte Humus üzerine yürü."

Nitekim bu emirnamenin Ebu Ubeyde'ye ulaşmasından kısa bir süre sonra Fihl, Şam'dan önce müslümanlarm eline geçerek Halife Hz. Ömer'in isteği gerçekleşmiş oldu.[8]

 

Fihl Savaşı

 

Fihl çok büyük bir süratle fethedildi. Ebu Ubeyde, Şurahbil bin Hasene komutasında buraya bir kuvvet göndermişti. Bizans güçle­rinin buradaki mevcudunun seksenbin civarında olduğunu tesbit etti. Aslında Bizanslılar bölgede bulunan suları kuşatmış, bu suret­le, İslam ordusunun faaliyet imkanlarını kısıtlamak maksadıyla bir­takım tedbirler almak yoluna gitmişlerdi. Fakat buna rağmen, müs-lümanlar Allah'ın izniyle vakit kaybetmeden üstünlük elde ederek Şam'ın fethinden önce Fihl ve Beysan'ı ele geçirdiler.[9]

 

Dımışk (Şam) İn Fethi:

 

Ebu Ubeyde Fihl'in almışından sonra Şam'ın fethini kolaylaş­tırmak maksadıyla Ebu'l-Envar Es-Selemi'yi bir askeri birliğin ba-şında Taberya'yı fethetmek üzere görevlendirdi. Ayrıca bunu, ba­rışı tek taraflı olarak bozan ve güneyde Bizans güçlerinin kendile­rine destek olabilecekleri ümidini besleyen Şam halkına göndere­bilecek imdada mani olmak için böyle düşündü. Bu durum aynı zamanda Humus halkı için de söz konusuydu.

Öyle görülüyor ki, Suriye'nin iç kesimlerinde müslümanlar ko­layca ilerleyebiliyorlardı. Bu da şehirleri istisna edecek olursak, böl­gedeki nüfusun seyrekliğinden, askerin rahatça hareket kabiliyetine sahib olmasından ve bu bölgede kabile hayatının hakim bulunma­sından ileri geliyordu. Şu da mümkündür ki: Göçebe hayat tarzın­dan dolayı ordular tarafından baskına uğrama endişe ve korkusu bu kabilelerin daima barışı çabuk kabul etmelerine sebep oluyordu. Suriye'nin iç kesimlerine nazaran Kudüs şehri de dahil olmak üze­re, toprağının verimliliğinden dolayı sahil bölgesi nüfus bakımın­dan daha kalabalıktı. Kudüs, ayrıca dini bir hüviyete sahip bulun­duğu için daha çok korunan, müdafaa edilen bir özellikteydi.

Suriye'nin, sahil yönünden kuzey bölgesi dağlıktır ve zor aşıla-bilen sarp bir arazi yapısına sahiptir. Bu bölgenin elverişsiz coğrafi özelliğine paralel olarak halkı da sert ve hırçındır. İslam fetihle­rinin gerçekleştirildiği dönemde, bu bölgede Cürcümler ve Mard-lar yaşıyorlardı. Bunlar bu bölgenin en eski yerlileri ve dev yapılı Amâlikalar'ın devamıydılar. Aynı zamanda Bizanslılarla sıkı ilişki­leri vardı.

Başkomutan Ebu Ubeyde, komutasındaki İslam ordusunu alarak Şam yönüne hareket etti. Halid Bin Velid'i ordunun orta kı­tasının başında görevlendirmişti. Kendisi sol kanadın, Amr Bin El-As sağ kanadın sevk ve idaresine bakıyorlardı. Ayad Bin Ganem Süvari birliklerinin Şurahbil Bin Hasene ise piyade kuvvetlerin başında bulunuyordu. Ebu Ubeyde bu sırada emrindeki komu­tanlardan Z'el-Kela'ı bir fırka askerin başında Dımışk'la Humus kentleri araşma sevk etti. Bu tümen, Bizanslıların kuzeyden Şam'a destek kuvvet göndermelerine engel olmaya çalışacaktı. Aynı za­manda Ebu'd-Derda'yı da bir diğer tümenin başında Dımışk (Şam) Kentinin yakınlarındaki Barza Mevkiinde görevlendirerek, şehri kuşatan İslam ordu birliklerine gerektiğinde arkadan destek olması için bıraktı.

Ebu Ubeyde, Şam Kenti'nin fethini kolaylaştırmak ve bu mak­satla şehrin cümle kapıları hakkında bilgi toplamak ve istihbarat yapmak için üç İslam cengaverini seçerek görevlendirip yolladı. Bu üç kişiden biri ve ekibin başı Ebu Umame El-Bahili idi. Bu gö­revi nasıl yaptıklarım kendisi şöyle anlatıyor. Diyor ki:

"Yola koyulduk. Epeyce bir mesafe aldıktan sonra berabe-rimdekiîerden birine, müsait bir mevkide pusuya yatmasını em­rettim. Biraz daha yol aldıktan sonra Öbürünü de pusuya yatır­dım ve yalnız başıma yola devam ederek nihayet şehrin kapısına yaklaştım. Tabi geceydi ve cümle kapısı arkadan sürgülüydü. Atımdan inerek mızrağımı yere sapladım. Sonra atımın gemini de başından çıkararak yem torbasını başına astım ve bir kenara yan gelerek yattım. Şafak sökünce uyandım. Kalkıp abdest alarak sabah namazını kıldım. Tam o sırada kapının gıcırdayarak açıldı­ğını gördüm. Kapı açılır açılmaz yıldırım hızıyla içeriye dalarak nöbetçiye mızrağımı saplayıp onu bir darbeyle öldürdüm. Sonra da atımın sırtına atalayarak hızla uzaklaşmaya çalıştım.

Ancak düşman devriyeleri de peşime düştüler. Pusuya yatır­dığım birinci arkadaşımın hizasına gelince, (Arkadaşım yerinden fırladı) peşimdekiler, burada büyük bir askeri kuvvetin pusuya yatmış olabileceği korkusuyla derhal döndüler. Sonra arkada­şımla birlikte artık telaşa kapılmadan yolumuza devam edip üçüncü arkadaşımızı aldıktan sonra karargahımıza ulaştık. Ebu Ubeyde'ye olup bitenleri anlattım. Şam'ın fethiyle ilgili olarak bir süre daha Hz. Ömer'in talimatını bekledi. Kısa bir süre sonra şeh­rin üzerine yürümesi emrini içeren Halifenin mesajı ulaştı. Ebu Ubeyde Beşir Bin Kaab'ı bir süvari birliğinin başında Yermuk'da bırakarak Şam'ı kuşattı[10]

Müslümanlar, düşmanlarına oranla sayıca kat kat az olmaları­na rağmen, şüphesiz yalnızca güçlü imanları sayesinde girdikleri savaşlarda hasımlarını dize getirdiler. Ve işte bu sarsılmaz imanla­dır ki şu yüce sahabi Ebu Umame tek başına Şam kentinin kapısı eşiğine kadar sokulabildi. Ürpermeden, kılı bile kıpırdamadan düşmanın burnunun dibinde yan gelip yatarak bir gece geçirdi. Sabahleyin kalktı abdestini alıp namazını kıldı ve düşman nöbet­çisini tepeledikten sonra bir görevi başarıyla yerine getirmenin hazzı içinde ordugahına sağlam olarak döndü.

İşte müslümanlann bu sarsılmaz imanları, bu cesaret ve azim­leri, bu cüret ve fedakarlıklarıdır ki Rumların kalbini korkuyla dol­durmuş, halkı endişeye garketmiş ve düşmanın moralini çökert­mişti. Çünkü müslümanlarm düzenledikleri baskınlarla artık böl­gelerine kadar uzanabildiklerini hissedip anladılar. Biliyorlardı ki bir tek müslüman bile onlar için baskın ve telaş demekti. Müslü-manı şöyle biliyorlardı: Gelir baskın yapar, düşmanını tepeler ve hiç paniğe kapılmadan çeker gider.

İslam ordusu Şam'a hareket ederek nihayet El-Ğuta denilen çiftlik ve bahçelerin bulunduğu, şehrin yakın çevresine ilk önce girdi. Bundan maksat, Şam halkının yiyecek ve gıda maddelerini temin ettikleri bu alanın işgal edilmiş olduğuna bakarak daha faz­la direnebilecekleri ümidine kapılmamalarını sağlamaktı. Ordudoğu yönünden şehre ulaşarak, hazırlanan plan ve organizasyona uygun olarak şehri kuşattı. Orta safları sevk ve idare eden Halid, şehrin Doğu kapısından, Keysan kapısına kadar olan sur boylarını kontrolü altına aldı. Oradan kentin güneylerine kadar sarktı. Yezid Bin Ebu Süfyan da Küçük Kapı'dan Keysan Kapısı'na kadar olan mesafeyi denetliyordu. Ebu Ubeyde ise batı yönünden Cabiye Ka­pısına doğru inerek, komutasındaki birliklerle oradan Küçük Ka­pıya kadar olan mesafeyi sardı.

İslam Ordusunun sol kanadındaki birlikler de şehrin kuzeyin­den hareket ederek kuşatmayı sürdürdüler. Amr Bin El-As, komu­tasındaki birliklerin başında Thomas Kapışma indi. Şurahbil Bin Hasene ise Babu'l-Feradis ve Babüsselam kapılarım kontrol altına aldı. Şam'ın kuşatması bu şekilde bir kaç ay kadar devam etti He-racleios, şehrin kurtarılması için gönderilecek kuvvetlerin halka ulaşacağından ümidini kesmişti. Üstelik kış mevsimi de gelip çat­tı. Soğuklar şiddetliydi. Bu sebeple savaşa girmek zordu, göze alı­namazdı. Bu sıralarda şehrin patriğinin bir çocuğu dünyaya geldi. Bebeğinin doğumuna çok sevinen patrik bu münasebetle büyük bir ziyafet ve şenlik tertip ettirerek, askerden ve sivil halktan büyük bir kalabalığı yemeğe davet etti.

O gece davetliler aşırı derecede alkol almış, eğlenmiş, sarhoş ve yorgun düşmüşlerdi. Şehri kuşatma altında tutan İslam Ordusu Başkomutan Yardımcısı Halid BinVelid, ertesi gün, müslüman sa­vaşçılarının taktik hücumlarına cevap veren burçlardaki düşman askerinin az ve zayıf durumda bulunmalarından şüphe ederek şe­hirdeki bu olayı, istihbaratları değerlendirerek öğrenmişti.

Halid'in kendisi de geceleri hemen hemen uykusuz geçiriyor, istihbarat ekiplerinin başında faaliyetler icra ediyor, değerlendir­meler yapıyordu. Şartların, surlara tırmanmak için müsait hale gelmiş bulunduğunu anlayan Halid, Ka'ka Bin Amr ve Maz'ur Bin Adiy gibi ordunun seçkin komutanlarını yanma alarak askeri alar­ma geçirdi. Onlara şu emri verdi:

"Bizim, surlar üzerinde tekbir seslerimizi duyar duymaz der­hal ileri atılacak, surlara çıkacaksınız!"

Sonra yanına aldığı müfrezesiyle beraber, boyunlarına hava ile doldurulmuş tulumlar asarak, surların dışındaki su ile doldurul­muş hendeği yüzerek geçmeye başladılar. Çünkü Dımışk (Şam) kenti, kuzey cephesi hariç her taraftan, surların dış duvarından iti­baren fırdolayı bir hendekle çevriliydi. Ve bu derin hendek su ile doldurulmuştu. Şehrin kuzey cephesinden ise Barada Nehri geçi­yordu ki bu da istihkam açısından diğer cephelerdeki hendek va­zifesini yapıyordu. Çünkü şehrin bu cephedeki surları nehrin kıyı­sına paralel olarak devam ediyordu. Hendeğe paralel olan cephe­lerdeki surlar, öbürküne nazaran daha kıvrımsız ve genellikle doğ­ru olarak uzayıp devam ediyordu.

Nihayet Halid, ekibiyle beraber, surların dibine yanaşıp mer­divenleri surun şerefelerine dayayarak tırmanmaya başladılar. Burçlara çıkar çıkmaz, düşmanı paniğe düşürmek için yüksek ses­le tekbir getirdiler. Oradan da hemen aşağıya atlayarak kapıdaki nöbetçileri öldürüp kapıyı açtılar. İslam ordusunun bu cephedeki birlikleri bir anda sel gibi bu kapıdan şehre akmaya başladı.

Halid karşısına çıkan düşman direnişçilerini kılıçtan geçire­rek, komutasındaki kuvvetlerle şehrin merkezine doğru ilerleme­ye devam ediyordu. Şehrin ileri gelenleri ise bu sırada, kılıçtan kurtulmak için korkularından diğer kapılara ve özellikle Cabiye Kapısına doğru akın ediyor, teslim olduklarım, memleketlerinin müslümanlarca fethe dildi ğini açıkça ilan ediyor, müslümanların silahlarını bırakıp artık barış akdetmelerini istiyorlardı.

Bu sırada İslam ordusunun diğer komutanları da başında bu­lundukları birliklerle öbür kapılardan şehrin içlerine doğru silah kullanmadan ilerliyorlardı. Ne varki Halid, diğer kapılardan kendi­lerine güven vermiş bulunan halka karşı, (başkomutanlıkla olan haberleşme aksaklığı yüzünden) hala silah kullanmaya devam ediyordu. Nihayet kendisine:

"Bizden barış istediler ve şehrin kapılarını açarak teslim ol­dular."

"Bu yaptığın doğru değil" diye ihtar edildiğinde bile:

"Ben, kuvvetlerimle birlikte şehre zorla ancak girmiş bulun­maktayım" diye mazeret ileri sürerek silah kulanmaya bir süre da­ha devam etti. Ta ki Başkomutan Ebu Ubeyde, ondan bu tutumu­na son vermesini sert bir şekilde ihtar etti. Komutanlar, günümüz­de El-Menahiliyye adıyla bilinen, Bakırcılar Çarşısına yakın yerde karşılaştılar. Böylece şehrin fethi tamamen gerçekleşmiş oldu. Ta­rih: Hicretin ondördüncü yılı Recep ayıydı ve Yermuk Savaşı üze­rinden tam bir yıl geçmiş bulunuyordu. Şehrin kuşatması bir kaç ay sürmüştü.[11]

Dımışk'ın fethinden sonra Halife Hz. Ömer, Başkomutan Ebu Ubeyde'ye haber göndererek, vaktiyle Irak'dan getirilmiş bulunan birlikleri Halid Bin Velid ile beraber tekrar Irak'a sevketmesini em­retti. Bu birlikler, îran cephesinde fetih faaliyetlerinde bulunan İs­lam güçlerine destek olacaklardı. Halife bu kuvvetlerin, Haşim Bin Utbe Bin Ebi Vakkas komutasında sevkedilmesi talimatını verdi.

Ebu Ubeyde ayrıca Dımışk'a Yezid Bin Süfyan'ı vali tayin ede­rek, Şurahbil Bin Hasene'yi Ürdün'e, Amr Bin El-As'ı da Filistin'e yani bu komutanları, daha önce görevlendirildikleri yerlere tekrar yolladı.

Dımışk Emiri, Yezid Bin Ebu Süfyan da , (vaktiyle Hz. Peygam­ber (sav) tarafından elçilikle görevlendirilen) Dahya Bin Halife'yi Tedmür halkına, Ebu Zehra El-Kuşeyri'yi de Havran'a göndererek bu iki şehrin ahalisini barış yapmaya davet etti. İslam ordusu Dı­mışk'ı fethetmeye gelirken, Havran'ın batısından, Marcüssafer mevkiinden geçen bir güzergahı takib etmiş, Hatran'a uğramamış­lardı. Bu sebeple Havran ahalisiyle barış antlaşması yapılmamıştı.[12]

 

Bakaa Olayı

 

Yine bu sıralarda Ebu Ubeyde, Halid Bin Velid'i bir kuvvetin başında Bakaa üzerine göndermişti. Ancak Halid bu bölgeye girince günümüzde Zahrulbaydar adıyla bilinen güzergahtan gelen ve Sinan adındaki komutanın başında bulunduğu bir Bizans askeri birliği müslüman kuvvetlere hücum etti. Bu olayın cereyan ettiği Ayn Meysun (Meysun Pınarı) mevkiinde bir grup müslüman asker şehid edildi. O günden bu yana, burası Aynu'ş-Şühedâ (Şehidler pı­narı) adıyla anılmaktadır. Halid bu olaydan sonra yoluna devam ederek Bakaa'nın kuzeyinden Baalbek'e ulaştı ve buranın ahalisiy­le barış akdederek bu bölgeyi de İslam topraklarına katmış oldu[13]

 

Marcurrum Savaşı Ve Humus'un Fethi

 

Ebu Ubeyde'nin bizzat kendisi de bu sırada bir kuvvetin ba­şında kuzeye doğru sefere çıkmış bulunuyordu. Zi't-Tala' denilen bir yere geldi. Burası, günümüzde EI-Kadifa'ya akan Seniyyetü'l-Ukab'ın son noktasıdır. Ebu Ubeyde tam bu sırada, Bizans Kralı Herakleios tarafından müslümanlar üzerine Patrik Teodor komu­tasında bir kuvvet gönderildiği haberini aldı.

Bizans'ın bu güçleri, (günümüzdeki Lübnan'da Sabbura Mın­tıkası olarak bilinen) Marcurrum'a, sözde Dımışk'ı kurtarmaya geliyorlardı. Bunun üzerine Ebu Ubeyde, Teodor komutasındaki Bizans kuvvetleri üzerine yürüdü. Halid de bu kuvvetleri arkadan sardı. Böylece savaş başladı. Rum askerlerinden, -tek tuk kaçan­lardan başka- hiç kimse kurtulamadı. Teodor'u da Halid öldürdü. Ebu Ubeyde ayrıca, Şines adında başka bir patrikle karşılaşmıştı. Vuruşmada Ebu Ubeyde O'nu öldürdü. Peşindeki adamları da Hu-mus'a doğru kaçtılar. Ebu Ubeyde bu çeteleri kovalıyordu. Halid, Teodor'u öldürdükten sonra O da Humus'a doğru ilerleyerek Ebu Ubeyde'yi arkadan izledi. Nihayet Humus'a ulaşarak şehri birlikte kuşattılar. Kuşatma uzun sürdü. Kış mevsimi de gelip çattı. Çok şiddetli soğuklar hüküm sürüyordu. Fakat sahabiler bu kuşatma sırasında, elverişsiz hava şartlarına karşı olağanüstü bir sabır gös­terdiler. Kış şiddetini kaybedince kuşatma ağırlaştırıldı. Şehrin ahalisi dayanamayarak, başlarındaki yetkilileri, müslümanlarateslim olmaya mecbur ettiler ve aynen Dımışk Barışı'nın bir örne­ği ile antlaşma akdedildi. Toprak haraca bağlandı ve mali durum­larına göre şahıslar da cizyeye tabi tutuldu. Elde edilen bu başarı­dan dolayı Halife'ye müjde haberiyle birlikte, devlet hazinesine in­tikal ettirilmek üzere ganimetlerin beşte biri de Ebu Ubeyde tara­fından Abdullah Bin Mes'ud'un sorumluluğu altında Medine'ye yollandı. Aynı zamanda Ebu Ubeyde, Halife Hz. Ömer'den, Herac-leios hakkında görüşünü ve talimatını istiyordu. O'na (özellikle Ebu Ubeyde'ye) Humus'da kalmasına dair Halife'den emir geldi. [14]

 

Kınnesrî'nın Fethi

 

Başkomutan Ebu Ubeyde, Humus'un fethinden sonra Halid BinVelid'i bir askeri kuvvetin başında Kınnesrin [15]üzerine gön­derdi. Halid kenti kuşatarak ahalisiyle girdiği savaşta önce bozgu­na uğradı. Bundan dolayı Ebu Ubeyde'den özür dilemek zorunda kaldı. Daha sonra mücadelesini sürdürerek şehri zaptetmeye mu­vaffak oldu. Tarih: Hicretin onbeşinci yılıydı. Suriye içlerindeki bu hızlı ilerleme -daha önce anlatılan sebeplerden dolayı- sahil böl­gelerinde bir türlü gerçekleştirilemiyordu. İşte bu sebepledir ki Fi­listin Emiri Amr Bin El-As, iç kesimlerdeki ilerlemeye paralel ola­rak müslümanların sahil bölgesinde de mesafe alabilmeleri için güneyde şiddetli bir harekat başlattı [16]

Bu atılım, başkomutanlığın da iç kesimlerden sahile doğru hamleler tertib ederek, bu bölgeyi birbirinden kopuk alanlar hali­ne getirip bölgenin fethini daha kolay hale getirmesi ve güneyden harekata girişmiş bulunan İslam fetih güçlerinin Önündeki engel­leri parçalayarak mevcut gerilimi hafifletmesi gerekiyordu.

Aynı zamanda iç kesimlerden yapılacak bu yüklenmeyle inat­çı Rum direnişçilerinin maneviyatı çökertilmiş bu bölgede tutuna-bileceklerine dair mevcut umutlan kırılmış olacaktı. İç bölgeler­den sahile doğru tertiplenecek hamlelerin askeri amaç ve hedefi buydu.

Bu sebeple Halife Hz.Ömer, Muaviye Bin Ebu Süfyan komuta­sında bulunan kuvvetin başında Suriye'nin kuzeyindeki Kaysari-ye'ye hareket etmesi için görevlendirdi. Aynı zamanda orayı fet­hettikten sonra idaresini de üstlenmesini emretti. Hz. Ömer, Mu­aviye'ye gönderdiği yazılı mesajda şöyle diyordu:

"Seni Kaysariye'ye Emîr tayin ettim. Bu şehrin üzerine he­men yürü ve burayı fethetmek için Allah Teala'dan imdad iste ve zafer dile. Harekat esnasında sık sık şu duada bulun:

"La havle vela kuvvete illa billah'il-Aliyyi'1-Azym. Allah Teala bizim Rabbimiz, güven kaynağımız ve umudumuzdur. O ne bü­yük sahib ve ne büyük yardımcıdır!"

Halifenin emri üzerine Muaviye, Kaysariye üzerine yürüyerek, şehri kuşattı. Teslim olmamakta direnen kuvvetlerle defalarca si­lahlı çatışmaya girdi. En sonra düşman ordusundan yaklaşık sek-senbin kişi ödürerek üstünlük kazandı ve Kaysariye'yi fethetti. Bu hadiseyle Bizans müslümanlar karşısında tutunabileceğine dair son ümidini de artık yitirmiş oldu.

Kaysariye'nin fethinden sonra Halife, bu kez Amr Bin El-As'ı îlia (Kudüs) şehrini fethetmekle görevlendirdi.[17]

 

Ecnadeyn'in Fethi

 

Halife Hz. Ömer'in talimatı üzerine Amr Bin El-As, Ecnadeyn üzerine yürüdü. Burası Filistin'e geçit veren bir yer olup (günü­müzde, Lübnan'da kaplıcasıyla tanınan turistik tatil köyü) Faloga yakınlarında son derece stratejik bir yerdi. Artabon adında Bizans'lı bir komutan, başında bulunduğu önemli bir kuvvetle bu mevkide bekliyordu. Bizans'ın ayrıca biri Ramle'de, diğeri ise Ku-düs'de olmak üzere bu bölgede iki ayrı askeri gücü daha vardı.

Amr Bin El-As komutasındaki birliklere arkadan destek kuv­vetler geldikçe bunları uygun sayılarda kısmen Ramle'ye kısmen de Kudüs'e göndererek, bu iki yerde bulunan Bizans güçlerini meşgul etmeye ve Artabon'a buralardan imdat gelmesini bu şekil­de önlemeye çalışıyordu. Sürekli ve hareketli çabalara rağmen Ec-nadeyn'in fethi gecikiyordu. Bu arada diplomasi trafiği de sıklaş-mıştı.

Taraflar arasında elçiler gidip geliyor, ancak hiç bir netice de alınamıyordu. Bu durum hareketli bir yapıya ve kıvrak bir zekaya sahip olan Amr Bin El-As'ı tatmin etmiyordu. Nihayet bir plan kurdu. Kimliğini gizleyerek, -sözde- Amr Bin El-As'm elçisiymiş gibi, bizzat kendisi Artabon'u ziyaret edecekti.

Nitekim de öyle yaptı. Ecnadeyn'e gitti. Artabon'un huzuruna alındı. Görüşmelere başladılar. Ancak Artabon karşısındaki zatın, Amr Bin El-As'ın bizzat kendisi olduğunu sezinlemiş gibiydi. Ya da kanaatına göre bu zat müslümanlar nezdinde saygın ve etkin bir şahsiyetti.

Kendi kendine şöyle dedi:

"Bu adamı öldürmek kadar, ne yapsam- hasımlarıma daha büyük bir zarar veremem." Artabon, bir komplo kurarak Amr Bin El-As'ı ortadan kaldırmaya karar vermişti. Has adamlarından biri­ni çağırarak, Amr'in döneceği güzergah üzerinde pusuya yatması­nı emretti. Amr'ı dönüşünde öldürecekti. Bu suretle diplomasi ku­ralları da açıkça çiğnenmemiş olacaktı. Ne varki Amr, keskin zeka­sıyla Artabon'un kötü niyetinin farkına hemen varmıştı. O'nun da mukabil bir kurnazlık yapması artık kaçınılmazdı. Amr Bin El-as, Artabon'un ilgisini çekerek şöyle konuştu:

"Ekselans! Birbirimizin fikirlerini karşılıklı olarak dinlemiş ve anlamış bulunuyoruz. Ancak ben Halife Hz. Ömer'in sana gön­derdiği on kişilik bir heyetin yalnızca bir üyesiyim. Şimdi banaizin ver gidip diğer dokuz arkadaşımı da getireyim. Onlar da seni dinlesinler ve senin görüşünü onaylasınlar. Böylece bu sorun da çözümlenmiş olsun."

Artabon, kendi lehinde sonuç alacağına artık kesin gözüyle bakarak sevincinden bu teklifi hemen kabul edip Amr'ı uğurlar­ken, gizlice pusuya yatmış bulunan adamını da yerinden aldırdı.

Böylece Amr Bin El-As, tertiplenmiş kesin bir suikastten kur­tularak ordugahına selametle dönmeye muvaffak oldu. Sonra Ar­tabon meseleyi anlayınca:

"Yazıklar olsun bana! Bu adam beni atlattı. Yemin olsun ki bu şahıs Arapların en zekisidir" diyerek pişmanlığını dile getirdi.

Bu olay Hz. Ömer'e nakledilince, hem Amr'm zekasına hayret etmiş, hem de bu büyük insanı kaybetmediğine fevkalade sevindi­ğini: "Yaşşa be Amr!" diyerek gıyabında O'nu övmüştü.

Sonra Yermuk'da olduğu gibi Ecnadeyn mevkiinde de, müslü-man kuvvetlerle Bizans ordusu arasında çok kanlı bir savaş cere­yan etti.

Sonunda müslümanlar üstünlük elde ederek Ecnadeyn'e gir­diler ve Beyt'ul-Makdis'e doğru ilerlediler.[18]

 

Kudüs'ün Fethi

 

İslam fetih kuvvetleri, Bizans ordularının -Suriye'de- kırılmaz direnişleriyle karşılaşıyorlardı. Bizans'ın bu inadı karşısında mü­teferrik cephelerde savaşmakta olan îslam birliklerinin zaman za­man aynı cepheye celbedilerek yığınak yapılması gerekiyordu.

Nitekim Kudüs'ün fethi sırasında da böyle yapıldı. Başkomu­tan Ebu Ubeyde, Said Bin Zeyd'i Dımışk'a Emir tayin ederek Beyt'ul-Makdis'i kuşatmak ve halkını teslim olmaya mecbur et­mek üzere hareket etti.

Kudüs halkı, bizzat Halifeyle görüşüp konuşmak şartıyla şehri teslim edeceklerini söylediler. Bunun üzerine Ebu Ubeyde konuyu Halife'ye iletti. Hz. Ömer bu meseleyi önce sahabilerle görüşüp onaylarını almak istedi. Hz. Ali Halife'nin gitmesini uygun gör­müş, Hz. Osman ise bu görüşe katılmamıştı.

Ancak Halife, Hz. Ali'nin görüşünü benimseyip kendisini de Medine'ye naib tayin ederek Kudüs'e hareket etti. Yanma da Hz. Abbas'ı aldı. îslam Ordusu komutanları Cabiye'de Hz. Ömer'i kar­şıladılar.

Başlarında Ebu Ubeyde, Halid ve Yezid Bin Ebu Süfyan vardı. Hz. Ömer Cabiye'den Beyt'ul-Makdis'e hareket etti. Sonra Hıristi-yanlarla anlaştı. Ancak Bizans güçlerinin üç gün içinde şehri ter-ketmelerini şart koştu. Kudüs teslim edilince, Mescid-i Aksa'ya, Hz. Peygamber (sav)'in Miraç gecesi girdiği kapıdan müslüman-larla birlikte girerek namaz kıldı.

Sonra Kubbetu's-Sahra'ya girdi ve (Hz. Ömer mescidi olarak bilmen) camiini, Beyt'ul-Makdis'in, kıble cihetinde yaptırdı. Ku­düs fethedildikten sonra komutanların her biri görevli oldukları cephelere tekrar döndüler[19]

 

Humus Şehrinin İkinci Kez Fethi

 

Ebu Ubeyde, Humus'daki karargahına ulaşır ulaşmaz, bu kez Bizanslılar O'nu kuşattılar. Cezire [20] halkı da onlara katılmıştı. Bu arada Ebu Ubeyde, şehrin dışına çıkarak düşmanla meydan sava­şma girmek veya içeride savunmayla yetinmek arasında hangi şık­kı tercih etmesinin daha uygun olacağına dair, ordusunun komu­ta heyetiyle istişarede bulunmuş, müdafaayı tavsiye etmişlerdi. Fakat Kınnesrin'den bir kuvvetin başında O'na destek olmaya gel­miş bulunan Halid, düşmanla surların dışında savaşmaya daha çok taraftar idi.

Ancak Ebu Ubeyde, çoğunluğun görüşünü kabul edip Hali­fe'ye bir mesaj göndererek O'nu da durumdan haberdar etti. Suri­ye'nin müslümanlar tarafından fethedilmiş kentlerinin her birin­de bulunan kuvvetler ancak o bölgede asayişi temin ve otoriteyi devam ettirebilecek durum ve kapasitede idiler. Dolayısıyla hepsi de meşgul bulunuyorlardı.

Bu sebeple eğer Ebu Ubeyde'ye, yeni fethedilmiş bu şehirlerin herhangi birinden imdat gelmiş olsaydı bu sefer o bölgedeki ni­zam ve disiplin tehlikeye düşebilirdi. Üstelik, Bizansm bu bölgede, yer yer askeri yığınakları bulunuyordu. Bunlar müslümanlar için birer tehlike unsuru olduğu gibi bu şehirlerden birinde İslam kuv­vetlerinin seyrekleşmesiyle birlikte halk bir karışıklık çıkarabilirdi. Bu nazik durumu göz Önünde bulunduran Halife, Irak'ta bulunan Saad Bin Ebi Vakkas'a bir mesaj göndererek, komutasında bulu­nan Ka'ka Bin Amr'ı bir kuvvetin başında derhal imdad için Hu-mus'a göndermesini, ayrıca Ayad Bin Ganem komutasında bir kuvveti de, Bizanslılara destek olmaya çalışan Cezire halkı üzerine göndermesini emretti. Bu emir üzerine Kufe'den iki askeri birlik yola çıkarak bunlardan mevcudu dörtbin kişilik olan biri Ka'ka Bin Amr komutasında Humus'a, diğeri ise Ayad Bin Ganem ko­mutasında Cezire'ye hareket etti. Aynı zamanda bizzat Halife Hz.Ömer de Ebu Ubeyde'ye destek olmak maksadıyla bir kuvvetin başında Medine'den hareket etti.

Bu sırada Humus'u kuşatmış bulunan Bizans kuvvetlerine yardım etmekle meşgul bulunan Cezire ahalisi İslam ordularının, memleketlerinin eşiğine geldiklerini duyunca derhal Humus'u terkedip memleketlerine döndüler. Aynı zamanda îslam Halifesi­nin de bizzat, bir kuvvetin basıda Humus'daki müslümanların yardımına gelmekte olduğunu Bizans'a haber verdiler. Bu haberi alan Bizanslıların maneviyatı çöktü, zayıf düşüp çözülmeye başla­dılar. Bu durumu gören Halid Bin Velid, artık surların dışına çıka­rak düşmanla savaşmayı teklif etti. O da muvafakatta bulundu ve yapılan savaşta Allah Teala mümin kullarına zaferi nasib etti. Bu sırada Kufe'den gelmekte olan Ka'ka' komutasındaki imdat kuvvet de henüz ulaşmış değildi.

Müslümanların Humus'da zafer elde etmelerinden ancak üç gün sonra bu kuvvet ulaşabildi. Hz. Ömer de bu sırada Cabiye'de bulunuyordu. Ve savaş haberlerini burada aldı. Komutasındaki kuvvetler de savaşçı addedilerek alman ganimetlerden istifade et­tirildi. Aynı zamanda, Haleb, Menbic ve Antakya halkıyla barış ak­dedildi. [21]

 

Cezire (Cizre)'Nin Fetjü

 

Kufe'den hareket eden Ayad Bin Ganem, başında bulunduğu kuvvetlerle Cezîre'ye ulaşarak, Harran, Reha ve Rakka ahalisiyle barış akdettikten sonra Ebu Musa El-Eş'ari'yi Nusaybin'e, Amr Bin Saad Bin EbuVakkas'ı Ra'su'l-Ayn'a gönderdi; kendisi de Da-ra'ya [22] hareket ederek burayı aldı. Aynı zamanda Osman Bin Ebi'1-As'ı da Armenia [23] üzerine yolladı. Osman önce bölge halkıy­la savaşa girdi, sonra hane başına bir dinar cizye üzerinde anlaştı­lar. [24]

 

Suriye Sahillerinin Fethi

 

Karkıysa, Amr Bin Malik vasıtasıyla fethedildi. Sonra Hit hal­kıyla barış yaparak onları vergiye bağladı. Bu sıralarda Yezid Bin Ebu Süfyan, Kardeşi Muaviye'yi öncü kuvvetlerin başında Suriye sahillerine (bugünkü Lübnan topraklarına) göndermişti. Başko­mutan Ebu Ubeyde'nin emri üzerine Akdeniz sahilindeki Sur, Sayda, Beyrut, (bugün mevcut olmayan) Arka ve Trablus'u fethet­ti. Böylece Suriye topraklarının tümü müslümanlann eline geçmiş oldu. [25]

Ne varki bu fethin gerçekleştirilmesi sırasında (olumsuz etki­leri günümüze kadar yaşanan) büyük bir hata işlenmiş bulunmak­tadır. Şöyle ki:

Müslümanlar bu bölgede fethettikleri yöreleri iyice taramadı­lar, buralarda gelecekte baş kaldırabilecek ve Suriye'yi tekrar ele geçirme sevdasında olan Bizanslılara destek olabilecek topluluk­lara tamamen hakim olamadılar. Onları etkisiz hale getirmediler.

Akıllarınca buraları, kendileri için bir kuvvet ve otorite merke­zi olarak kalacak ve devam edecekti. Çünkü daha önce de gördü­ğümüz gibi, müslümanlar önce iç kesimlerin fethiyle meşgul ol­muşlardı. Buralar, onların esas hareket alanı sayılıyordu ve Baş­kent Medine'yle daha irtibatlıydı. İşin garip tarafı müslümanlar, Başkomutanlık emriyle sahillerinde Bizans'a ait birtakım deniz üslerinin ve deniz filosunun bulunduğu Lübnan kıyılarından, -sanki- hep uzak durmaya çalıştılar. Bu sırada Bizans filosu bu sa­hilleri dolaşıyordu. Müslümanların elinde ise henüz bir deniz gü­cü mevcut değildi. Tabi her şeyden önce, müslümanlar çöl çocuk­larıydılar. Çoğu deniz bile görmemişti ki Hz. Ömer bunlardan biri­dir. Keza bu kıyıların, yarı m adalarındaki dağlık kesimleri denetim­leri altına almadılar. Sadece engebelerin çevresini çembere al­makla yetindiler.

Bu kesimlerde yaşayan nüfusun seyrek olması, onlara bir teh­like olma imkanı vermeyeceği kanaatindeydiler. Buradaki ahali­nin ister istemez müslümanların hükmüne boyun eğmek zorunda olduklarına inanıyor, bu sebeple hiç bir endişe duymuyorlardı. Üstelik buralarda oturan insanlar pek yoksul, bölgenin coğrafyası ise çok elverişsizdi.

Bu hatanın aynısı İslam fatihleri tarafından Endülüs'de de iş­lenmiştir. Orada da müslümanların başına en büyük belalar böl­gedeki zirvelerden gelmiş ve uzun süre devam eden hakimiyetleri­ne rağmen rnüslümanlan alaşağı etmiştir. İşte bu hataların acıla­rını bugün hâlâ Suriye sahillerinde (Lübnan'da) tadıyoruz!

İslam fütuhatının sürdüğü o günlerde Lübnan'ın dağlık kesim­lerinde bulunan topluluklar, Bizans güçleri sahillerde ortaya çıktıkça onlara destek oluyor, yardımlarına koşuyorlardı. Dolayısıyla Bizanslı (Rum)lar da ihtiyaç duydukça, bu engebelerde yardıma çağırabilecekleri hazır bir kuvvetin mevcut bulunduğunu hesaba katarak daima yeniden dönmek ümidiyle yaşıyorlardı. Rumların bel bağladıkları ikinci bir kuvvet daha vardı. Şöyle ki:

İslam orduları tarafından Bizanslılar, Suriye topraklarını ter-ketmeye zorlanınca, müttefikleri olan ve aynı zamanda Hristiyan-laşmış bulunan Gassan, Tenuh, Eyad, Lahm, Cüzam, Amile, Kin­de, Kays ve Kinane kabileleri de onlarla beraber bu topraklardan çekildiler. Bunlar sanıyorlardı ki Bizanslılar bu alanları, yeni fatih­lere bırakmayacak, tekrar geri alacaklardır. Bu kabilelerin, bölgede önemli merkezleri ve destekçileri de vardı. İşte bütün bu faktörler de Bizanslılara, yeniden bu bölgeyi ele geçirmek için cesaret ve ümit veriyordu.

Nitekim Bizanslılar, Lübnan sahillerinin bir kısmını, bir ara tekrar ellerine geçirdiler. Ancak çok geçmeden yine kovuldular. O dönemde işlenmiş hatalardan biri de belki müslümanların Cur-cumlar'dan askeri alanlarda faydalanmak istemesi oldu. Bu insan­lar Curcuma adıyla bilinen bir yörede oturuyorlardı. Burası Antak­ya'nın kuzeyinde bulunan Amanos dağı yakınında bir kent idi. Curcumlar'ın burada bir devleti vardı ve merkezleri Maraş'dı. Bunların Hititler'in devamı oldukları sanılmaktadır. Suriye Fatihi ve İslam orduları Başkomutanı Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah, Antakya'lılarlar barış akdetmek isteyince Curcumlar korkuya ka­pılarak Bizans topraklarına hicret etmek istediler. Fakat müslü­manlar bu hadiseyi hiç önemsemediler. Ancak çok geçmeden An­takya antlaşmayı tek taraflı çiğnedi. Bu durum karşısında müslü­manlar ikinci defa şehri fethetmek zorunda kaldılar. Ebu Ubeyde, Curcumlara karşı savaşmaya hazırlanan Habib Bin Mesleme'yi buraya Emir tayin etti.

Curcumlar'a gelince bunlar sık sık tutum değiştiriyor, menfa­atlerine nasıl uygun düşüyorsa öyle davranıyorlardı. Nitekim, za­man zaman müslümanları daha güçlü bulduklarında onlara, üs­tünlük Bizanslılara geçtiğinde de bu kez Bizanslılara.destek olma­ya bakıyorlardı. Bu durum ise Bizans'a ümit veriyor, tekrar Suriye'ye dönmek için onları cesaretlendiriyordu. Öyle anlaşılıyor ki müslü mani arın da bu aşamada askere ihtiyaçları vardı. Bununla birlikte Curcumlar'da askerliğe istidatlı ve savaşçı bir topluluk özelliğini görmüş, askeri alanlarda onlardan destek almak istemiş­lerdi. Bundan faydalandılar. Ancak bunlar hakka iman etmedikle­ri için onlara güvenilmemeliydi. Çünkü sırf menfaatlerini düşünü­yorlardı. Bu sebepledir ki zaman zaman Rumların yanında yer alı­yor, bazen de tutumlarını tamamen değiştirerek müslümanları destekliyorlardı. îslam fetihlerinden sonra bu bölgenin dağlık ke­simlerine dağılarak parçalandılar. Ancak ülke ve sonraki nesiller için her zaman tehlike olarak devam ettiler ve zamanımıza kadar birtakım acayip inançları olan topluluklar olarak yaşadılar. [26]

 

Mısır'ın Fethi

 

Müslümanların, giriştikleri Suriye fethi tamamlanınca ve Amr Bin EI-As da Filistin'i İslam topraklarına katınca, bu kez Mısır'ı fet­hetmek üzere Halife Hz. Ömer'den izin istedi. Hz. Ömer bu teklifi onayladığı gibi, fetih faaliyetleri sırasında Zübeyir Bin Avam'ı ar­kasından bir kuvvetin başında göndererek O'nu destekledi. Zübe-yir'le beraber, komutanlardan Bişr Bin Artata, Harice Bin Huzafa ve Umeyr Bin Vehb El-Cemhi de bulunuyorlardı.

Önce görüşmek üzere her iki tarafın ululan, Mısır'ın girişinde buluştular. Mısır'ı temsilen, müslümanlarla görüşmeye Ebu Mer­yem admda bir yetkili ile yamnda Ebu Miyam admda bir kardinal gelmiş bulunuyorlardı.

Bunları, Mısır Kralı (ya da Roma'nın Mısır Eyalet Valisi) Mu-kavkas İskendireye'den göndermişti. Amr Bin El-As, ya müslüman olmak, ya Cizye vermek veya savaş olmak üzere üç şıktan birini kabul etmeleri teklifinde bulundu ve kendilerine üç gün de süre tanıdı. O'ndan, süreyi uzatmasını istediler. Amr, süreye sadece birgün daha ilave etti. Ancak İslamı veya cizyeyi kabul etmedikleri için taraflar arasında savaş çıktı. Ne varki Mısırlılar yenildiler ve çok sayıda kayıp verdiler. Bu savaş sırasında ölenlerden biri de Su­riye'den Mısır'a kaçan ve müslümanîara karşı direnmeleri için Mı­sırlıları kışkırtıp bunda ısrar eden Meşhur Artabon idi.

Müslümanlar Aynşems'i kuşattılar. Zübeyr Bin Avam surlara çıkmayı başardı. Halk bu durumu görünce telaşlanarak Amr Bin El-As'ın dışarıdan zorlamakta olduğu kapıya doğru bu kez akın et­meye başladılar. Ancak Zübeyr çok geçmeden şehre girmeye mu­vaffak olmuş ve Amr'ın bulunduğu kapıya kadar ulaşmıştı. Halk çaresiz Amr ile barış yapmak zorunda kaldı. Akdedilen barış ant­laşmasını da Zübeyir imzaladı.

Bu olay üzerine Mısır halkının tümü aynı zamanda teslim olup müslümanlarla barış yapmak zorunda kaldılar. Çünkü bu sı­rada Aynşems dolaylarına gönderilmiş bulunan Abdullah Bin Hu­zafa da Fustat'da olduğu gibi bu yörenin tüm arazi ve köylerine hakim olmuş onlarla barış akdinde bulunmuştu.

Bu bölgenin ele geçirilmesinden sonra Amr Bin El-As, bu kez bizzat Mukavkas'ın, oturmakta olduğu İskenderiye üzerine bir kuvvet gönderdi. Müslümanlar şehri kuşatınca Mukavkas çaresiz onlarla cizye şartını kabul ederek barış yapmak zorunda kaldı. Amr Bin El-As, buraya Abdullah Bin Huzafa'yı Emir tayin etti.

Amr Bin El-As'ın, karargahını kurduğu sahaya da Fustat kenti inşa edildi. Fustat'da, bugün Amr Bin El-As adıyla anılan cami de O'nun, çadırının bulunduğu yerde yapıldı. Sonra etrafına evler in­şa edilerek Fustat kenti bu şekilde tamamlandı. Buranın fethinden boşalan Amr, Halife'nin emri üzerine Said bölgesine, Abdullah Bin Ebi Sarh komutasında bir kuvvet gönderdi. Burayı fetheden Abdullah, aynı zamanda idaresini üstlendi.

Amr, yine bu sırada Harice Bin Huzafa'yı, Feyyum ve havalisi üzerine yolladı. Harice de bu yöreyi fethetti. Amr, keza Umeyr Bin Vehb El-Cimhi'yi de Dimyatt üzerine yolladı. Bu yörenin de fethi gerçekleştirilerek halkıyla barış yapıldı.

Mısır'ın fethi tamamlanınca Amr Bin EI-As, bu kez batıya doğ­ru seferine devam ederek önce Barka'yı aldı. Ve halkıyla barış dü­zenledi. Zuvayla üzerine gönderdiği Ukba Bin Nafi de buraları fet­hettikten sonra An-Navba bölgesine doğru seferini sürdürdü.

Amr, sonra (bugün Libya'nın başkenti olan) Trablus'u bir ay kadar kuşattıktan sonra fetheder etmez arkasında Sabrata ve Şu-rust şehirlerini de ele geçirdi. Ancak bu sırada Halife kendisine gönderdiği bir emirle, batıya doğru daha fazla devam etmesini en­gelledi. [27]

 

Bu Sırada Doğu Cephesinde Durum

 

İranda halk yönetimle ihtilaf içinde bulunuyordu. Aynı za­manda idareciler de kendi aralarında anlaşmazlık içindeydiler. Halid Bin Velid Bizans'a karşı İslam ordusunu sevk ve idare etmek üzere vaktiyle Irak cephesinden ayrılarak Suriye'ye geçince Persler bu cephede İslam kuvvetlerinin azaldığı kanaatine kapılmış, bir fırsatını bulup Irak cephesindeki İslam askeri birliklerine hücum etmeyi ve akıllarınca müslümanları ülkelerinden kovmayı düşü­nüyorlardı.

Pers Kralı Şehriyar işte bu umutla El-Müsenna Bin Harisete'ş-Şeybani komutasındaki İslam birlikleri üzerine onbin kişilik bir ordu gönderdi. Fakat giriştikleri ve bizzat kendilerinin başlattığı bu savaşta Persler yenilgiye uğradılar.

Irak cephesinde bulunan İslam birliklerinin komutanı El-Mü­senna Bin Harise vaktiyle (daha Hz. Ebu Bekir'in hayatta bulun­duğu günlerde) Medine'den destek kuvvet talebinde bulunmuş, ancak Hz. Ebu Bekir'in cevabı gecikmişti. Çünkü Halife Suriye cephesinde savaşan kuvvetlerle meşguldü. Bu sebeple Komutan El-Müsenna, dayanamayarak, yerine Beşir Bin El-Has şasiye'yi bı­rakıp bizzat kendisi Medine'ye gitti. Başkente vardığı sırada Hz.Ebu Bekir, son saatlerini yaşıyordu. Yerine de Hz. Ömer'i tayin et­mişti. Hz. Ebu Bekir, El-Müsenna ile görüştükten sonra Hz. Ömer'e şu tavsiyede bulundu:

"Bak, ölürsem sen daha akşamlamadan halkı El-Müsenna ilebirlikte Irak cephesine gitmek üzere hemen askere çağır! Sonra eğer Ailah (cc) Suriye'deki komutanlarımıza fethi müyesser kılarsa o cephede bulunan, Halid'in askerlerim tekrar Irak cephesine şev­ket. Çünkü onlar o bölgeyi çok daha iyi biliyorlar. Dolayısıyla daha başarılı savaş verebilirler."

Nitekim Hz. Ebu Bekir vefat eder etmez, Hz. Ömer halkı Irak cephesinde cihada gitmek üzere askere çağırdı. Ebu Ubeyde Bin Mes'ud Es-Sakafi'yi de mücahidlerin başına komutan olarak gö­revlendirdi. Zira, cihad için yapılan çağrıya ilk önce bu zat icabet etmişti. Ancak sahabi değildi. Şunu da bilmek lazımdır ki Hz. Ömer sahabi olmayanları idari ve askeri mevkilerde görevlendir-mezdi.

Ancak Ebu Ubeyde Bin Mes'ud Es-Sakafî'yi neden emir tayin ettiği kendisine sorulunca şu cevabı verdi:

"Ben davete ilk icabet edenleri her zaman idareci tayin ede­rim. Siz sahabiler, İslama yapılan daveti herkesten Önce kabul et­miş kimselersiniz. (Bu sebepledir ki önemli mevkilere ancak sizi getiriyorum.) Şimdi de cihad için yaptığım çağrıya herkesten Ön­ce bu zat icabet etmiş bulunmaktadır. (Onun için kendisini Irak'a gönderilecek mücahit kuvvetlere O'nu komutan oîarak tayin et­tim.)" Ondan sonra Hz. Ömer bu zatı çağırarak Allah'ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı kalmasını, emrindeki müslüman askerlere iyi dav­ranmasını ve daima Hz. Peygamber (sav)'in yüce sahabilerine akıl danışmasını emrederek O'nu ve ordusunu Irak'a uğurladı.

Hz. Ömer aynı zamanda, Suriye'de bulunan İslam orduları baş­komutanı Ebu Ubeyde Amir Bin El-Cerrah'a bir mesaj göndererek, vaktiyle Halid Bin Velid komutasında Suriye'deki islam ordusuna gelip katılmış olan kuvvetleri tekrar Irak'a sevketmesini emretti. O da bu emir üzerine ve Şam'ın fethinden sonra bu kuvvetleri Haşim Bin Utbe Bin Ebu Vakkas komutasında Irak'a şevketti.

Hz. Ömer ayrıca dörtbin kişilik bir kuvveti de Cerir Bin Abdil-lah El-Biceli komutasında imdad olarak yine Irak'a gönderdi. Bu kuvvet Kufe'ye doğru hareket etmekteyken sefer esnasında Persle-re ait bir askeri birlikle aniden karşılaştı. Aralarında çıkan savaşta Persler çok kötü bir yenilgiye uğrayarak, imha edildiler ve nehre döküldüler. [28]

 

Nemarık Savaşı

 

Pers Kuvvetleri Başkomutanı Rüstem, Irak'da bulunan, Ebu Ubeyde komutasındaki İslam ordusu üzerine büyük bir kuvvet gönderdi. İki ordu Nemarık denilen yerde karşılaştılar. Burası Hî-re ile Kadisiye arasında bir mevkidir. İslam süvari birliklerinin ba­şında El-Müsenna Bin Harise bulunuyordu. Persler burada boz­guna uğradılar. Ve gerisin geriye kaçarak Kesker'e gittiler. Ebu Ubeyde peşlerini bırakmadı. Pers ordusuna arkadan yeni bir im­dad kuvveti gelmesine rağmen, Ebu Ubeyde arkadan yetişerek on­ları ikinci kez bozguna uğrattı. Pers güçleri bu olaydan sonra Me-dain'e kaçarak ancak canlarını kurtarabil diler.[29]

 

El-Cisr Savaşı

 

Persler, gerek Nemarık ve gerekse sonraki karşılaşmalarda sü­rekli olarak müslümanlara yenik düşünce Komutan Rüstem'in et­rafında toparlanmaya çalıştılar. Rüstem, müslümanlarm üzerine büyük bir ordu gönderdi. Biri Kisra'nın diğeri de Feridun'un olmak üzere iki sancak altında hareket eden Pers ordusunun müslüman-larla karşılaştığı yerde, iki ordu arasında bir köprü vardı, Perslerce taraflardan birinin köprüyü geçmesi konusunda İslam ordusuna teklifte bulunulması üzerine, İslam ordusundaki yetkililer, Komu­tan Ebu Ubeyde'ye:

"Teklif et, onlar bu yana geçsinler!" diye görüş beyan ettiler. Ebu Ubeyde ise şu cevabı verdi:

"Onlar bizim gibi ölümü göze alacak kadar cesur değildirler. Varalım biz geçelim öbür tarafa." Bunun üzerine îslam ordusu köprüyü geçerek Perslerle karşılaştı. îki taraf arasında çok şiddetli bir savaş cereyan etti. Pers ordusunda bulunan filler karşısında müslümanlar zorlanıyor, atları ürküyordu. Bu durumu gören Ko­mutan Ebu Ubeyde Bin Mes'ud Es-Sakafi, askerlerine: "Önce fil­leri tepeleyin" emrini verdi. Askerler bu emir doğrultusunda sava­şı sürdürürken, Ebu Ubeyde'nin kendisi de Pers ordusu tarafından kullanılan büyük bir fil üzerine hücum ederek hortumunu kesti. Yaralanan bu azgın fil, aldığı yaranın etkisiyle korkunç sesler çıka­rarak, Ebu Ubeyde'yi çiğneyip öldürdü.

Ebu Ubeyde'den sonra îslam ordusunun sevk ve komutasını ele alan bir kaç komutan daha şehid oldular. Ta ki komuta sırası EI-Müsenna Bin Harisete'ş-Şeybani'ye geldi.

Müslümanlar bu sırada çok zayıf düşmüş bulunuyor, geri çe­kilme eğilimini gösteriyordu. Nitekim bozgun başgösterdi ve mey­dana gelen izdiham sebebiyle köprünün çökmesi üzerine Pers kuvvetleri arkalarını dönmüş bulunan panik içindeki müslüman saflarında büyük kayıplara sebep oldular. Bir kısmı öldürülürken bir kısmı da nehire düşerek boğuldular. Bu sırada Komutan Mü-senna, bir grup cengaverle Pers hamlelerine karşı askerlerini koru­maya çalışarak, köprünün yeniden yapılmasını temin etti ve geri­ye kalan askerini, izdihamı önleyerek karşıya geçirdi.

Bu savaş, Hicretin onüçüncü yılı, Şaban ayında, yani Yermuk Savaşı'ndan kırk gün sonra vuku bulmuştur. Persler bu savaştan sonra, yönetim üzerinde tekrar ihtilafa düştüler. Rüstem'i göre­vinden almışlardı. Ancak tekrar sevk ve komutayı O'na verirken Feyruzan adında birini de yanına kattılar. Fakat Pers Kuvvetleri ar­tık Medain'e çekiliyordu. İçindeki çöküntüyü sezen El-Müsenna bu durumdan istifade ederek arkadan takib etti ve onları yenilgiye uğrattı. Karşısında direnmeye çalışan büyük bir sayıyı kılıçtan ge­çirdi ve bu arada, diğer cephelerdeki îslam ordularından imdat istedi. Bir yandan kendisine imdat kuvvetler gönderilirken diğer ta-rafdan Cerir Bin Abdullah El-Buceli de başında bulunduğu birlik­lerle gelip O'na katıldı. [30]

 

El-Buvayb Savaşı

 

Pers yönetimi, bu cephedeki îslam ordusuna yeniden birkaç destek gücün daha katıldığını haber alınca bu kez çok daha büyük bir ordu hazırlayarak, müslümanlar üzerine sefer düzenlendi. Kü­fe yakınlarında El-Buvayb denilen yerde iki ordu karşılaştı. Bu kez yine hangi ordunun karşıya geçeceği tartılış ılın ca îslam ordusu komutanı El-Müsenna, Perslerin beri kıyıya geçmesini istedi. Bu­nu kabul eden Pers ordusu karşıya geçince iki taraf arasında kanlı bir savaş cereyan etti ve Mecusiler büyük bir bozguna uğradılar. Büyük bir kısmı imha edildi. Bir kısmı da nehire düşerek boğuldu­lar. Böylece bu savaşta müslümanlar El-Cisr olayında uğradıkları kayıpların öcünü fazlasıyla almış oldular ve büyük ganimetler el­de ettiler. Ayrıca Pers komutanlarından Mehran da bu savaşta öl­dürüldü. Tarihse, Hicretin Onüçüncü yılı Ramazan ayıydı.

Perslerin uykusunu kaçıran El-Buvayb Savaşı'ndan sonra Sa-sani İmparatorluğunun ileri gelenleri (taht kavgalarına son ver­mek amacıyla) ve oy birliği ile Şehriyar'm oğlu Yezdücerd'i işbaşı­na getirdiler. Bu konuda, kendi aralarında anlaştılar ve alman ka­rarı imparatorluğun her tarafında ilan ettiler. Temin edilen bu sü­kûnetten cesaret alan mecusi halktan vaktiyle müslümanların egemenliğini kabul etmiş bölgelerde bulunanlar bu kez baş kaldı­rarak antlaşmalarını tek taraflı çiğnemeye başladılar. Bu bölgede­ki serhadlerde bulunan müslüman yetkililer durumu Emir'ül-Mü-minin Hz. Ömer'e bildirdiler.

Bunun üzerine Hz. Ömer, halkı cihada davet ettiği gibi, Hz.Ali'yi yerinde naib bırakarak, yanma Hz. Osman'ı ve sahabile-rin ileri gelenlerinden bazılarım da alıp, bizzat kendisi de bir kuvvetin başında Medine'den hareket etti. Sırar çayına varınca orada bizzat cepheye kadar gitmesinin doğru olup olmayacağı konusu­nu tartışmak üzere bir danışma meclisi kurdu. Bu arada kurulda bulunmak üzere Medine'den Hz. Ali'yi de davet etti. Abdurrah-man Bin Avf hariç, şura üyelerinin hepsi O'nun savaşa katılma ko­nusundaki isteğine "evet" dediler.

Abdurrahman Bin Avf ise Halife'ye şöyle dedi:

"Ben şundan korkuyorum: Sen eğer düşman karşısında kırı­lacak olursan, dünyanın her tarafında müslümanlar zayıf düşe­ceklerdir. Bu sebeple ben şu görüşteyim: Yerine başka birini gön­der, sen Medine'-ye dön."

Hz. Ömer bu görüşü benimsedi ve Saad Bin Ebi Vakkas da or­duya komutan olarak seçildi. Hz. Ömer O'na gerekli talimat ve tav­siyelerde bulundu. Ayrıca Irak cephesi komutanı El-Müsenna ve yardımcısı Cerir Bin Abdullah'a mesaj göndererek, derhal Saad Bin EbiVakkas'm komutası altına girmeleri emrini verdi. Bu suret­le Irak Cephesinde bulunan bütün komutanlar Saad'a bağlanmış oldular. Ancak Saad cepheye ulaşıncaya kadar, El-Müsenna, önce­ki savaşlarda almış olduğu bir yaranın nüksetmesi sonucu vefat etmiş bulunuyordu.

Hz. Ömer'in verdiği emir doğrultusunda ve Saad Bin EbiVak­kas'm yaptığı zamanlamaya uygun olarak Irak Cephesinde bulu­nan birlikler tayin edilen günde Kadisiye'de toplandılar.

Orduda askeri yargıya Halife tarafından Abdurrahman Bin Rabia El-Bahili, icra ve infaz işlerine de Selman-ı Farisi tayin edil­mişti. Bu cephede üçyüzden fazla sahabi bulunuyordu. Aralarında yetmişden fazlası Bedr'e katılmış kahramanlardandı.

Saad, güzergahı üzerinde bulunan Uzeyb suyuna varınca bu­rada aniden, Pers kuvvetlerinden biriyle karşı karşıya geldi. Onları yendi ve bir çok ganimet de elde etti. Bu savaşlardan da anlaşıl­maktadır ki müslümanlar çok kere araziyi iyice taramadan bazı yöreleri atlayarak ilerliyorlardı. Bu da fethedilen topraklarda bazı çetelerin kalmasına, îslam kuvvetlerini arkadan meşgul ettikleri

için de Perslerin bu durumları fırsat bilerek ilk savaşların cereyan ettiği sahalara kadar tekrar uzamalarına yol açıyordu.[31]

 

Kadisiye Savaşı

 

Uzeyb olayından sonra Saad kuvvetlerini toparlayarak seferi­ne devamla nihayet Kadisiye'ye ulaştı. Burada bir ay kadar bekle­mesine rağmen, Perslerden hiç bir esere rastlamadı, hiç bir hare­ketle karşılaşmadı. Aralıklarla bazı yönlere çıkardığı küçük birlik­ler, ganimetlerle dönüyorlardı. Bu çıkarmalardan, Persler ve müt­tefikleri olan kabileler huzursuzluk duyuyorlardı. Durumu impa­ratorları olan Yezdgerd'e bildirerek, yardım gönderip kendilerini korumadığı takdirde ellerinde ne varsa müslümanlara teslim et­mek zorunda kalabileceklerini veya onlarla barış yapacaklarım haber verdiler. Bu da Yezdgerd'in başkomutan Rüstem'i büyük bir orduyla müslümanlar üzerine göndermesine sebep oldu.

Gerçi Rüstem, İmparatordan, kendisini mazur görmesini ve bu görevden bağışlanmasını çok istedi ve O'na, müslümanlar üze­rine bir tek ordu göndermenin büyük bir yanlışlık olacağını, müs-lümanlan zayıf düşürmek için üzerlerine peşpeşe birlikler gönder­menin çok daha isabet kaydedeceğim anlattıysa da imparatora laf dinletemedi. İmparator, hazırlanmış bulunan ve mevcudu yüzyir-mi bini bulan bu büyük ordunun başında O'nu göndermekte ısrar etti ve aynı sayıda bir orduyu da arkasından imdad olarak gönde­receği vaadinde bulundu.

Rüstem, ordusunun başında cepheye hareket ederek Sabat denilen bir yerde kampını kurdu. Bu arada Irak Cephesi'ndeki İs­lam ordusu komutanı Saad, Halife'ye her gün bir mesaj göndere­rek O'nu durumlardan günü gününe haberdar ediyordu. Rüstem ordusuyla yaklaşınca Saad, komutasında bulunan müslümanlarm ileri gelen şahsiyetlerinden bir cemaat seçerek onları, -her şeyden önce- Rüstem'i Allah'a iman etmeye çağırmaları için gönderdi. Buheyetde: Numan Bin Mukarnn, Muğîra Bin Şabe, El-Eş'as Bin Kays, Furat Bin Habban, Utarid Bin Hacib, Hanzala Bin Er-Rabi' ve Amr Bin Madi-Yekrub gibi şahsiyetler vardı. Müslüman temsil­ciler Rüstem'le yüzyüze gelince:

"Evet, hangi maksatla geldiniz?" diye sordu. - îslami kabul et­mesinden ümitli olmadıkları için -şu cevabı verdiler:

"Biz, Allah'ın, bize vadettiğini gerçekleştirmeye geldik: Ülke­nizi fethedeceğiz, sizi tepeleyip çoluk çocuğunuzu, esir edeceğiz, mal ve servetlerinize el koyacağız. Bundan kesin olarak eminiz."

Rüstem, bir süre önce ordusunu bu kadar yakm mesafeye ge­tirmeden dört ay kadar Medain'de beklemiş, Saad'm, belki de fik­rini değiştirip Kadisiyeden geri gideceği ümidini beslemişti. Çün­kü galibiyetin müslümanlara ait olacağına kesin gözüyle bakıyor­du. Zira müslümanlarm cephelerdeki hüner ve başarılarını, sahip odukları disiplin ve ahlakı haber alıyor, bundan çok ürküyordu. Özellikle müslüman temsil heyetinin bu korkunç tehditleri karşı­sında hem kendisinin hem de huzurunda bulunan Pers komuta heyeti üyelerinin dizlerinin bağı çözülmüştü.

İki ordu birbirlerine iyice yaklaşarak son savaş hazırlıkları içi­ne girdikten sonra, Rüstem, Saad Bin Ebi Vakkas'a yine haber yol­layarak, O'ndan, sorularına cevap verebilecek, olgun ve seviyeli bir elçi göndermesini istedi. Saad bu taleb üzerine, Muğira Bin Şa-be'yi gönderdi. Rüstem şöyle konuştu:

"Bakın, siz bizim komşularımizsınız. Biz vaktiyle size birçok iyiliklerde bulunuyor, dış baskılara karşı sizi koruyorduk, gelin etmeyin, tekrar ülkenize dönün, memleketimize girip ticaret yapmanıza katiyyen engel olmayacağız."

Bu sözleri dinleyen elçi Muğira şu cevabı verdi:

"Bizim asıl maksadımız dünya kazancı değil. Bilakis bütün düşünce ve talebimiz, Allah'ın rızasına nail olmak ve ebedi Ahiret hayatını kazanmaktır. Şuna önemle işaret etmek isterim ki: Allah Teala bize bir elçi gönderdi. Ve O'na da şöyle buyurdu:

"Ben sana iman eden şu topluluğu, dinime girmeyenlerin üze­rine salacağım, bu topluluk vasıtasıyla onlardan intikam alacağım. Bunlara da -bana inanıp bağlandıkları müddetçe- daima galebe ve zafer nasib edeceğim."

Bağlanmış bulunduğumuz bu din hak ve hakikattir. Kim yüz çevirecek ve bu dini kabul etmeyecek olursa -hiç şüphe yok ki-Allah onu zelil ve hakir kılacak ve kim ki ona sarılacak olursa mutlaka yücelecek, aziz olacaktır."

Bu dini merak eden Rüstem bu kez Muğira'ya şunları sordu: "Peki nedir bu dininiz?"

Bu soru üzerine Muğira İslamı Rüstem'e şöyle anlatmaya ça­lıştı:

"Bu dinin temel direğine gelince -ki bu olmadan hiç bir şey doğru olmaz-: Her şeyden önce Allah'dan başka ibadete layık hiç bir ilah bulunmadığına ve Hz. Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna Allah'tan getirmiş bulunduğu bütün hakikatlere inanmak, iman etmektir."

Rüstem:

"Ne güzel şey!" diyerek hayranlığını belirttikten sonra:

"Peki başka neler var?" diye sordu. Muğira şöyle devam etti:

"İnsanı, insana, kul ve köle olmaktan kurtarıp sadece Allah'a boyun eğer hale getirmek, O'nu insan şerefine layık olduğu mer­tebeye çıkarmaktır." Rüstem yine:

"Çok güzel!" diyerek İslama karşı duyduğu hayranlığı bir kez daha dile getirdikten sonra Muğira'ya açıklamalarına devam et­mesini istedi. Muğira da konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Bakın, bütün insanlar Adem'in çocuklarıdırlar. Hepsi esa­sında kardeştirler, bir anne ve bir babadan çoğalmışlardır."

Rüstem bu sözler karşısında o kadar etkilendi ve mest oldu ki Muğira'nın sözünü keserek şöyle dedi:

"Peki biz dininize girecek olursak, yakamızı bırakır ülkenize döner misiniz?" diye sorunca Muğira:

"He vallahi! Gideriz de ticaret gibi meşru maksatlar hariç semtinize kötü niyetle ayak bile basmayız" karşılığını verdi.

Rüstem yine:

"Gayet güzel" demekten kendini alamadı.

Fakat bu konuşma gerek Rüstem'in gerekse komutasında bu­lunanların maneviyatını iyice çökertmişti. Kendilerine olan gü­venlerini tamamen kaybetmişlerdi. Kesinlikle inanıyorlardı ki -er veya geç- zafer müslümanlarm olacaktır. Üstelik bu yeni dine de gönülleri yatkın hale gelmişti. Nitekim Rüstem İslama girmek is­tediğine dair niyetini ordusunun ileri gelenlerine açıklamaktan bi­le çekinmedi. Fakat şiddetli bir muhalefetle karşılaştı. Allah da on­lara, sonunda layık oldukları cezayı verdi.

Rüstem ve Pers otoriteleri bu sefer de saltanat ve debdebe gös­terisi yaparak müslümanlarm bir çeşit gözlerini boyamak, onları bu suretle etkileyerek ikna etme yollarına başvurdular. Rüstem'in otağını altın işlemeli ipek sergilerle donattılar. İnci yakut ve kıy­metli taşlarla her tarafını süslediler. Otağı bir ziynet ve azamet tab­losu haline getirdiler.

Rüstem krallar gibi, altından yapılmış bir taht üzerine kurul­du. Başında da işlemeli çok kıymetli bir tac vardı, islam Ordusu Komutanı Saad Bin Ebi Vakkas'a tekrar haber yollayarak yeniden bir elçi istedi. Saad bu kez de Rıb'î bin Amir adında bir zatı görev­lendirerek Rüstem'e yolladı. İslam ordusu komutanının bu elçisi eski ve yıpranmış elbiseler içinde, mütevazı bir silah kuşanarak ve ufak tefek bir at üstünde otağın önüne geldi. Hiç durmadan, ota­ğın dışına kadar uzanan, ipekten yapılmış halıların üzerine kadar atıyla yüreyerek bu nadide sergileri çiğnedi. Sonra atından inip bu ipekli sergilerden birini yırtarak atını onunla bağladı. Silahını çı­karmadan Rüstem'in bulunduğu bölüme doğru yürümeye başla­dı. Nöbetçiler kendisini durdurup:

"Silahını burada bırakacaksın!" ihtarında bulununca:

"Sizi, ben kendiliğimden ziyarete gelmiş değilim. Bilakis da­vetiniz üzerine gelmiş bulunuyorum. Dolayısıyla önümden çeki­lir de böylece Rüstem'le görüşmeme müsaade ederseniz görüşü­rüm, aksi halde şuracıktan dönerim!" diye sert bir çıkışta bulun­du. Söylediklerini Rüstem'e naklettiler. Rüstem çaresizdi, taviz ve­rerek:

"Bırakın, gelsin" diye emir verdi. Elçi Rıb'î Bin Amir, baston niyetine kullandığı sivri uçlu mızrağına dayanarak ipek halıları de-le dele Rüstem'e yaklaştı. O'na:

"Neden üzerimize geldiniz, bunun gerçek sebebi nedir?" di­yerek açıklama istediler. Rıb'î şöyle konuştu:

"Allah Teala, kulu, kul ve köle olmaktan çıkarıp, yalnızca ken­dine kul yapmak, dünyanın darlık ve perişanlığından çıkarıp onu rahat bir hayata kavuşturmak ve batıl din ve inanışların zu­lüm ve kötülüklerinden kurtarıp İslanım adaletiyle muamele et­mek istediği insanların elinden tutmak ve onlara yardımcı olmak üzere bizleri göndermiş bulunmaktadır. Allah (cc) bizleri, hak di­nini insanlara iletmekle görevlendirmiştir ki halkı davet edelim. Kim bu daveti kabul edecek olursa biz de ondan razı ve memnun olur, tekrar geldiğimiz yere giderizi. Ama red edecek olursa Al­lah'ın bize vadettiği mükafatı elde edinceye kadar onunla savaşı­rız." Rıb'î'nin bu konuşmasını dinleyen Pers komuta heyeti O'na:

"Peki sözünü ettiğin mükafat nedir?" diye sorunca Rıb'î:

"Davetimizi reddedenlere karşı savaşırken şehid olanlarımı­zın gideceği cennet ve sağ kalanların da kazanacakları zaferdir"

cevabını verdi. Bunun üzerine Rüstem:

"Söylediklerinizi anlamış bulunuyorum. Hem siz hem de biz meseleyi bir daha gözden geçirebilmemiz için bize bir süre vere­bilir misiniz?" diye teklifte bulundu. İslam ordusunun elçisi: "Ta­bii, ne kadarhk bir süre istiyorsunuz? Bir gün mü, iki gün mü?"

diye sorunca Rüstem:

"Hayır, bu iş öyle kolay değil, her şeyden önce bir karara va­rabilmemiz için devletimizin ileri gelenlerine ve büyüklerimizemesajlar gönderip onlara danışmamız gerekmektedir. Bu ba­kımdan uzun bir süreye ihtiyacımız var" dedi. Ancak Elçi Rıb'i çok ciddi ve tavizsiz bir ifadeyle:

"Hayır! Peygamberimiz, bize, düşman safları karşısındayken onlara üç günden daha fazla bir süre tanımamamızı emretmiştir. Bu nedenle düşün ve bu sürenin bitiminde ya müslüman olmak, ya cizye vergisi vermeyi kabul etmek veya savaşmaktan birini se­çerek kararını ver" dedi. Rüstem artık ne yapacağını şaşırmıştı. RıbTye:

"Sen onların başkomutanı mısın?" diye sordu. Rıb'î:

"Hayır, fakat müslümanlar bir tek vücud gibidirler. Araların­da sıradan olan biri bile toplum adına sığınma taleblerini kabul edebilir. Bu yetkiye sahiptir" cevabını vererek O'nu iyice kendi gözünde küçülttü. Bunun üzerine Rüstem, ordusunun ileri gelen­leriyle bir oturum düzenleyerek onlara:

"Hayatınızda bu adamın anlattıklarından daha tok, daha gü­zel ve tercih edilebilir bir söz duydunuz mu?" diye sordu. Tepki gösterdiler ve:

"Yoksa dinini bırakıp da bu köpeğin sözlerine mi kanacaksı­nız? Şu hırpani kılık kıyafetine baksana! Bunu da adamdan mı sayıyorsun?" diyerek Rüstem'in yumuşamasına şiddetle karşı çık­tılar. Fakat Rüstem şöyle konuştu:

"Yahu siz kılık kıyafetlerine ne bakıyorsunuz. Asıl onların dü­şüncelerine, sözlerine ve ahlakına bakınız. Şunu da bilmenizi iste­rim ki Araplar esasen ne kılık kıyafete, ne de boğaza pek önem ver­mezler. Onlar daha çok soyluluğa ve dürüstlüğe önem verirler."

Persler, zor durumda oldukları için, sürekli olarak zaman ka­zanmaya çalışıyorlardı. Nitekim ertesi gün yine îslam ordugahına haber yollayarak bir elçi daha istediler. Esasen bunda amaçları şuydu:

Müslümanlardan değişik örnekler görerek onlar hakkında daha fazla bilgiler elde etmek istiyorlardı. Onların hepsinin deaynı inanç, aynı görüş ve kararlılıkta olup olmadıklarını öğren­mekten başka bir şey değildi bu taktikler... Bir arayış içindeydiler, acaba bir boşluk bulup bundan istifade edebilecekler miydi? Bü­tün maksatları buydu. Binaenaleyh istekleri üzerine komutan Saad Bin Ebi Vakkas, bu kez de Huzeyfe Bin Mihsan'ı gönderdi. O da aynen RıbTnin üslubu ile hareket ederek görüşmesini ta­mamlayıp döndü.

Bu elçi isteği üçüncü gün bir daha tekerrür etti. Saad bu kez de Muğira Bin Şabe'yi gönderdi. Rüstem, içinde bulunduğu çaresiz­liğin etkisiyle olacak, bu sefer ağzım bozarak Muğira'nm yüzüne karşı şu yakışıksız konuşmasını yaptı:

"Topraklarımıza şu gelişinizde, sizleri uzaktan bal görüp bir türlü ona ulaşamayan sineğe benzetiyorum. Öyle aç gözlü bir si­nek ki: -Beni şu bal çanağına kim ulaştıracak olursa kendisine iki dirhem ücret vereceğim' der. Ama balın üzerine konunca da içi­ne batarak boğulmaktan kendisini kurtaracak birini bekler an­cak, imdadına koşacak kimseyi de bulamaz. Bu kez de:

Kim beni kurtaracak olursa ona dört dirhem mükafat verece­ğim, der. Fakat yine kimseyi bulamaz. Boğulur gider.

Keza sizi ben, üzüm çalmak üzere bir bağa girmiş ve orada bir kovuğa gizlenmiş zayıf bir tilkiye de benzetiyorum. Bağ sahibi onu böyle çelimsiz görünce merhamete gelir hiç dokunmaz. Til­ki bu hoşgörüden yararlanarak orada yiyip içer ve şişmanlayınca da bağı tahrib etmeye başlar. Bu kez bağ sahibi tutumunu değiş­tirmek zorunda kalarak adamlarıyla çiftliğindeki hizmetçüeriyle üzerine gelir. Onu kovuktan çıkarmaya çalışırlar. Ancak semirdi-ği için onu bir türlü bu kovuktan çıkaramazlar, çareyi onu kovuk­ta öldürmekte bulurlar. İşte siz de memleketimizden böyle kovu­lacaksınız!"

Rüstem bu konuşmasından sonra daha da küstahlaşarak, sa­lakça şu tehdidi savurdu:

"Güneşe yemin ederim ki yarın hepinizin leşini yere serece­ğim!"

İslam ordusunun elçisi Muğira ise gayet vakur bir ifadeyle:

"O halde sonucu göreceksin!" karşılığını verdi. Rüstem aklın­ca bir nabız daha yoklamak istedi. Muğira'ya:

"Ne dersin, size birer kat elbise ve komutanınıza da bir kat el­biseyle bin dinar ve bir binek ikram edeyim. Çekin gidin, olmaz

m?" diye teklifte bulununca, Muğira artık dayanamayarak şu ceva­bı yapıştırdı:

"Bak, memleketinizi ayaklarımızın altına alıp, şerefinizi çiğ­nememiz, topraklarınızın içlerine doğru uzanıp giderken karşı­mızda boyun bükerek bize cizye vermeniz çok mu uzak bir hadi­sedir sanıyorsun? Şurası kesindir ki burnunuz sürtecek bizlere köle olacaksınız!.."

Muğira İslam ordugahına dönünce karar kesinleşti. Ancak Başkomutan Saad hastaydı ve karargahta göğsüne bir yastık daya­mış yatıyordu. Ata binecek halde değildi. Bu sebeple sevk ve ko­mutayı Halid Bin Arfata'ya bırakmıştı. Bununla beraber talimat ve emirlerini bulunduğu yerden vermeye çalışıyordu. Savaş düzeni­ne geçen askerin sağ kanadını Cerir Bin Abdullah El-Büceli, sol kanadını ise Kays Bin Makşuh sevk ve idare ediyorlardı.

Saad öğle namazını ordusuna kıldırdıktan ve bir konuşma ya­parak askere savaş konusunda cesaret vermeye çalıştıktan sonra harekât başlatıldı. Karanlık çökünceye kadar devam etti. Ertesi gün sabahtan itibaren cenk yeniden başlatılarak üç gün kadar sür­dü. Dördüncü gün Pers ordusundaki filler İslam cephesine zor sa­atler yaşattılar. Çünkü müslüman süvarilere ait atlar bu fillerden ürküyor, bu durum ise müslümanların harp alanındaki hareket ve manevralarını olumsuz etkiliyordu. Bu sebepledir ki sahabiler her şeyden önce bu fillerle mücadele etmeyi ön plana alarak üzerleri­ne hücumla onları süvarileriyle birlikte imha ettiler.

Bu savaş sırasında komutanlardan: Cerir Bin Abdillah El-Bu-celi, Ka'ka' Bin Amr, Tulayhatu'l-Esedi, Amr Bin Ma'di Yakrub, Ha­lid Bin Arfata ve Dirar Bin El-Haktab çok zor dakikalar yaşadılar. Çünkü bunlar hayatlarını tamamen tehlikeye atarak fillere hücumediyor, gözlerini oyarak daha da azmalarına sebep oluyorlardı. Bu durumda filler başlarım alarak gelişigüzel kaçışmaya başlıyorlardı. Bu suretle süvarileri tarafından artık zaptedilemeyen bu fillerle birlikte ancak üstlerindeki savaşçılar da öldürülebiliyorlardı.

Kadisiye adıyla bilinen bu meydanda Pers ve İslam ordusu arasında cereyan eden savaşın dördüncü günü öğle saatleriydi. Tarih: Hicretin ondördüncü yılı, Muharrem ayının ondördüncü Pazartesi günüydü. Pers ordugahının bulunduğu tarafta şiddetli bir fırtına esmeye başladı. Öyleki çadırları bile yerlerinden söküp atan bir şiddette esiyordu. Pers ordusu saflarında bozgun başladı, canlarını kurtarmak için kaçmayan kalmadı. Bu sırada Müslüman komutanlardan Ka'ka Bin Amr Et-Temimî ve Hilal Bin Alkarna Et-Temimî yardımlaşarak Pers Ordusu başkomutanı Rüstem'i öldür­düler. Kaçan Pers askerlerini kovalayan müslümanlar İmparator Yezdgerd'in idare merkezi olan Medain kentine girdiler.

Kadisiye Meydan Savaşı'nda dördüncü gün, yaklaşık onbin ki­şi, sonraki günlerde de bir o kadar asker öldürüldü. Yani Pers ordu­sunun verdiği kayıp sayısı yirmibin civarındaydı. Müslümanlar­dan ise tüm savaş süresi içinde şehid olanların toplamı sadece binbeşyüz kişiydi. Bununla birlikte müslümanlar çok büyük mik­tarlarda ganimet ele geçirdiler. Halife'ye zafer müjdeleri gönderil­di. Çünkü Hz. Ömer bu savaşa çok önem veriyor, üzerinde duru­yordu. Hatta Medine'de zaman zaman sabırsızlanarak şehrin dışı­na çıkıyor, gelen geçen yolculardan haber almaya çalışıyordu. Vak­tiyle Halid Bin Velid'in Irak taraflarında fethettiği bazı yörelerin halkı baş kaldırmış, antlaşmalarını tek taraflı olarak bozmuşlardı. Ancak müslümanların Kadisiye'de zafer kazanmaları üzerine bunlar ürküp ahitlerine sadık bulunduklarını açıklayarak, esasen Pers otoritelerinin kendilerini tahrik edip böyle yoldan çıkardıkla­rını ifade ettiler ve özür dilediler.

Sonra îslam ordusu komutanları, birliklerini alıp birbirlerinin peşisıra yola koyularak Zuhra Bin Haviyya komutasında Medain'e yürüdüler. Güzergahları üzerinde Pers kuvvetlerinden birine rast­ladılar. Bunu da bozguna uğrattılar. Bunların bir kısmı Babil'e bir kısmı da Nihavend'e kaçtı. Saad, Babil'de birkaç gün kaldıktansonra Medain'e hareket ederken yine yolunun üzerinde rastladığı bir Pers birliğini yendi. Keza Sabat'da, bizzat Yezdgerd'e ait bazı çetelere rastladı. Onları da öncekilerin akibetine uğrattı. îslam or­dularının iç kesimlere doğru ilerlemesini engellemek ya da gecik­tirmek maksadıyla Yenik İmparator Yezdgerd'in harekat güzergahı üzerine saldığı azgın bir arslanı vardı. Etrafa dehşet saçarak müs-lüman askerleri ürküten bu arslanı cengaverlerden Haşim Bin Ut-ba Bin Ebi Vakkas öldürdü. Tarih: Hicretin ondördüncü yılının sonlarına doğruydu.

Pers'in darmadağın olmuş ordusundan geriye kalan çeteler, Medain yakınlarında bulunan Behr-i Seyr köyünde bir araya gele­rek İslam ordusuna karşı burada korunmaya çalışıyorlardı. Bu köy Medain'den sadece Dicle nehriyle ayrılıyordu. Pers ordusu buraya yakın bir mevkide bozguna uğramıştı. Şu kadar varki bu çetelerin burada yeniden toparlanıp korunmaya çalışmaları, müslümanla-rın azmini etkilemiyor, onları ürkütmüyordu.

Persler Medain'e kaçınca İslam birlikleri de aman vermeden onları şehre kadar kovaladılar. Bu civara gelince İmparator (Kis-ra)'nm beyaz renkli muhteşem sarayı büyüleyici manzarasıyla gö­rünmeye başladı. Bu sırada İslam birlikleri, mevsim dolayısıyla taşmakta olan Dicle nehrini her şeye rağmen geçmeye muvaffak oldular. Bu durum, Medain'de yeniden toparlanmaya çalışan Pers çeteleri arasında paniğe yol açtı. [32]

 

Medainin Fethi

 

Müslümanlar Medain'e girdiklerinde, Perslerden pek kimseye rastlamadılar. Çünkü halkın tümü kaçan İmparator'a katılıp bura­ları terketmişlerdi. Sadece sarayın içinde az sayıda direnişçi Pers askerleri bulunuyordu. Selman-i Farisi bunları üç gün sürekli ola­rak teslim olmaya çağırdı. Nihayet kurtulamayacaklarını anlayın­ca teslim oldular, Kadisiye Fatihi ve Irak cephesi İslam ordusu Baş komutanı Saad Bin Ebi Vakkas, tahliye edilen bu saraya ilk girişin­de şu ayeti okudu:

"Orada nice bahçeler, pınarlar, ekinler, güzel konaklar, eğle­nip durdukları nimetler bırakmışlardı.

Bu böyledir. Onları başka bir millete miras bıraktık.

(Onları böyle cezalandıracağımız zaman} gök ve yer onlar için gözyaşı dökmedi. Cezaları da ertelenmedi. [33]

Saad, İyvan-ı Kisra adıyla meşhur olan bu sarayı mescid hali­ne getirerek, Hicretin onaltıncı yılının Safer ayı içinde de burada ordusuna bir Cuma namazı kıldırdı.

Allah Teala İslam ordularına Celula, [34] Tikrit ve Musul (Nino-va)'nm fethini müyesser kılıncaya kadar müslüman aileler gelip buraya yerleştiler. Daha sonra bu aileler Kufe'ye taşındılar.

Saad, çeşitli yönlere doğru kaçarak dağılan Pers çetelerini ta­kip etmek üzere buradan küçük sayılarda birlikler görevlendirerek çıkarıyordu. Son olarak buraları terkeden İmparatora bağlı muha­fızların, taşıyamadıkları için bırakıp kaçtıkları O'na ait çok değerli eşya ve elbiseler bu küçük birlikler tarafından ele geçirilerek Me­dain'e getirilip ordu komutanlığına teslim edildi.

Saad, devletin hissesi olan ganimetlerin beşte birini ayırarak Beşir Bin El-Hassasiye adlı komutanın sorumluluğu altında Medi­ne'ye gönderdi. Bunların arasında, İmparatorun tacı, süs eşyaları ve mefruşatı da vardı.

Hz. Ömer bunları görünce:

"Bu değerli eşya gerçekten de emin ellere teslim edilmiş bu­lunuyor" diyerek Devlete ait olan bu malların suistimale uğrama­yacağını ifade etmek istedi. Hz. Ali de o'nu tasdik ederek:

"Sen, sana yakışmayan davranışlar göstermeye tenezzül et­meyince halkın da seni örnek alarak işte böyle dürüst davranı­yor" dedi [35]

 

Celula'nın Fethi

 

İmparator Yezdgerd, Medain'den kaçınca, darmadağın olmuş bulunan PersOrdusundan bir çok kimseler yeniden O'nun etrafın­da toparlanmış bulunuyorlardı. İmparator, Halvan'a doğru çeki­lirken bu kuvvetlerin başına Mihran adında bir komutan tayin edip kendisi de Ceîula'ya geçti. Pers kuvvetleri bu kez de burada direnmeye başladılar. Şehrin etrafına hendekler kazıdılar, İslam birliklerinin içeriye girmesine böylece engel olmaya çalışıyorlardı.

Başkomutan Saad, Halife Hz. Ömer'e ulak göndererek, O'nu durumdan haberdar edince, Hz. Ömer, kendisinin Medain'de kal­masını öncülerin başında Ka'ka' Bin Amr Et-Temimi, sağ kanadın başında Saad Bin Malik, sol kanadın başında Amr Bin Malik ve gerideki destek kuvvetlerin başında da Amr Bin Murra El-Cuheni olmak üzere kardeşi oğlu Haşim Bin Utba Bin Ebi Vakkas komuta­sında orduyu Celula'daki Pers direnişçilerinin üzerine gönderme­sini emretti.

Bunun üzerine Haşim orduyu alarak Celula'ı kuşattı. Savaş yi­ne bütün şiddetiyle başladı. Her iki tarafa da sürekli olarak arka­dan yardımcı kuvvetler gelip katılıyordu. Nihayet Allah (cc) Celû-la'nın fethini müslümanlara nasib etti. O kadar büyük sayıda Pers askerleri imha edilmişti ki ortalıkta cesetlerden başka bir şey gö­rünmüyordu.

Bu savaşta komutanlardan Ka'ka Bin Amr, Amr Bin Madi Yek-rub, Hacar Bin Adiy, Kays Bin Makşuh ve Tulayha El-Esedi adlı kahramanlar çok üstün başarılar gösterdiler.[36]'

 

Halvan'ın Fethi

 

Saad Bin EbiVakkas'dan sonra ikinci komutan olan Haşim Bin Utba bozguna uğrayıp kaçan Pers askerlerini takib etmek üzere bir askeri birliğin başında Ka'ka' Bin Amr'ı görevlendirmişti. Bunların uğradığı yerlerden Persler devamlı kaçıyor, ağırlıklarını bırakıyor­lardı. Dolayısıyla Ka'ka Bin Amr'm yönettiği bu çıkarmalarda çok büyük ganimetler ele geçirildi. O kadar ki Celula'da elde edilen ga­nimetler, Sasani İmparatorluğunun başkenti Medain'de ele geçiri­lenlerden hiç de az değildi. Komutan Ka'ka' Bin Amr bu kovalama­ca sırasında nihayet, Pers ordusunu son olarak yönetmeye çalışan Mihran'ı yakalayarak O'nu öldürdü. Sonra İran'ın Rey {Bugünkü Tahran) şehrine geçerek oradan da Halvan üzerine yürüdü. Kısa sü­rede Halvan ve civarını da İslam topraklarına kattı.[37]

 

Tikrit Ve Musul'un Fethi

 

Haşim Bin Utba Ceîula'ya yürüdüğü sırada, Abdullah Bin Mut'im de bir askeri birliğin başında ve Halife'nin bizzat emriyle Tikrit üzerine gitti. Varınca ahalisinin kısmen Rumlardan, kısmen Hıristiyanlaşmış Arap îyad ve Tağlib kabilelerinden ve bir miktar da Musul'dan gelmiş bulunan halktan oluştuğunu gördü. Kırk gün kadar şehri kuşatma altında tuttu. Bu süre içinde de yirmi dört de­fa hücumlarda bulundu. Hepsinde de başarılar elde ettikten son­ra nihayet burayı fethetti. Müslüman olanlar hariç, sonuna kadar karşı koyan halkının hepsini kılıçtan geçirdi. Bundan sonra da Rıb'î, Musul üzerine yürüdü. Musul halkı vergi vermeyi kabul ede­rek barış yaptılar.[38]

 

Masebzan'ın Fethi

 

Pers güçlerinden bir topluluğun bu kez de Halvan'in sağına ve Hemedan yolu üzerine düşen Masebzan'da toparlanmaya çalış­tıkları haberi bu arada Başkomutan Saad'a ulaştı. Saad bu durumu hemen Halife'ye gönderdiği bir haberle bildirerek kendisinden Dı-rar Bin El-Hattab El-Fahri komutasında bir imdat kuvveti gönder­mesi talebinde bulundu.

Hz. Ömer'in, O'nun bu isteğini yerine getirmesinden sonra gi­riştiği harekatta üstünlük kazandı. Masebzan halkı ise şehirden kaçarak dağlara sığındılar. Sonra Komutan Dırar, yer yer bunları sıkıştırınca teslim oldular, kimisi Islamı, kimisi de cizye vermeyi kabul etti. [39]

 

Ahvaz'ın Fethi

 

Pers ordularının ünlü komutanlarından Hürmüzan, Ahvaz bölgesini nüfuzu altına almış, buralara hakim olmuştu. Perslerin tanınmış sülalelerinden birine mensuptu. Kadisiye Savaşından kaçıp canını kurtaranlardan biri de Hürmüzan'dı. Bu kez yeniden toparlanmıştı ve müslümanlarm hakimiyet elde ettikleri yörelere baskınlar düzenliyordu. Biri Küfe'den, Küfe Valisi Utba Bin Gazvan komutasında, diğeri ise Basra'dan, yine Basra Valisi Ebu Musa'I-Eş'ari komutasında iki askeri kuvvet birden Hürmüzan'ın üzerine yürüyerek O'nu barış yapmaya mecbur ettiler. Ne varki çok sür­meden, Hürmüzan Kürtlerin yardımıyla baş kaldırarak, müslü-manlarla yapmış olduğu antlaşmayı tek taraflı olarak çiğnedi. Bu­nun üzerine, İslam kuvvetleri üstüne yürüdüler. Yenilerek kaçıp Tüster (Bugünkü Şuşter) kentine girerek burada direnmeye çalış­tı. Fakat buna rağmen bölge halkı müslümanlarm adil idaresinden ötürü memleketlerinin menfaatini düşünerek cizye vermeyi kabul edip barışı tercih edince Hürmüzan da mecburen ikinci kez müs-lümanlarla barış yapmak durumunda kaldı [40].

Bu arada Pers idaresine bağlı birkaç şehir ahalisi daha barış yaptılar. Bunların başında Tüster ve Cendisabur geliyordu. İslam ordusu komutanlarından Harkus Bin Zuheyr de bu sırada Suk'ul-Ehvaz'ı feth etmişti ki İmparator Yezdgerd'in tahrikleriyle Hür­müzan tekrar sözünden cayarak müslümanlara karşı baş kaldırdı. Hz. Ömer bu olayı haber alınca Küfe'deki birliklerin Numan Bin EI-Mukarrın komutasında Hürmazın'ın üzerine gitmesini emretti. Küfe Irak cephesi başkomutanı Saad Bin EbiVakkas tarafından başkomutanlık merkezi haline getirilmişti.   .

Halife, Hürmüzan'ın üzerine giden birliğe Basra'daki kuvvetin de Süheyl Bin Adiy komutasında refakat etmesini, bu kuvvetlerin genel sevk ve komutasına ise Ebu Sebra Bin Ebi Rahm'in bakma­sını emretti. Küfe birlikleri komutanı, Hürmüzan'la karşılaşınca komutasındaki kuvvetleri hemen bozguna uğrattı. Hürmüzan, Tüster'e kaçarak ancak canını kurtarabildi. Bu kez de Süheyl Bin Adiy O'nu burada kıstırdı ve tam bu sırada Numan, kuvvetleriyle beraber buradaki kuşatmaya katıldı. Bu kuvvetlerin genel komuta­sı Hz. Peygamberin halası oğlu Ebu Sebra Bin Ebi Rahm'daydı.

Hürmüzan'ın emrinde küçümsenemeyecek bir gücün bulun­duğu anlaşılınca Hz. Ömer'e haber gönderilerek, durum hakkında kendisine bilgi verildi. Bunun üzerine o da Ebu Musa'l-Eş'ariye Irak cephesindeki İslam birliklerinin imdadına gitmesini emretti. Ebu Musa'l-Eş'ari'nin katkısıyla Pers ordusu çembere alınarak tes­lim olmaya zorlandı ve şehre ancak kuvvet kullanılarak nihayet gi­rildi. Bu sırada Hürmüzan kaleye sığınmış direniyordu. Kale kuşa­tılarak Hürmüzan sağ ele geçirildi ve Hz. Ömer'e teslim edilmesi için -aralarında EI-Ahmed Bin Kays ve Enes Bin Malik'in de bu­lunduğu bir heyet refakatinde Medine'ye gönderildi. Böylece em­rinde bir kuvvetin de bulunduğu Ebu Sebra Bin Ebi Rahm, bera­berinde Ebu Musa'l-Eş'ari ve Numan Bin El-Mukarın olduğu hal­de Hürmüzan'ı alarak Medine'ye hareket ettiler. Bu yolculuk esna­sında Pers idaresindeki Sus şehrini kuşattılar. Durumdan Hz. Ömer'i haberdar etmek için gönderilen mesaja cevap olarak Hali­fe, Ebu Musa'l-Eş'ari'nin Basra'ya dönmesini, Zer Bin Abdullah Bin Kuleyb'in ise Cendisabur üzerine yürümesini emrediyordu. Gereği yerine getirilirken ganimetin (devlet hissesi olan) beşte bi­riyle beraber Hürmüzan da Medine'ye gönderildi.

Heyet Hürmüzan'la birlikte Medine'ye ulaşınca, önce doğru Hz. Ömer'in evine gittiler. Onlara: Kûfe'den gelecek olan heyeti karşılamak üzere Mescid'e gittiği söylendi. Ancak mescide uğra­yınca, içeride kimseyi bulamadılar. Dönmek isterlerken kapıda oynayan çocuklar Hz. Ömer'in camiin bir köşesinde uyumakta olduğunu haber verdiler. Heyettekiler işaret edilen yeri yoklaymca gerçekten de Halife'nin burada uyumakta olduğunu gördüler. Hürmüzan, gözlerine inanamayarak:

- Halife Ömer nerede? diye sordu. O'nu işaret ederek:

- İşte budur, dedikleri zaman hayretten donakaldı. Çünkü Hz. Ömer'in etrafında ne nöbetçiler, ne koruma görevlileri, ne de sal­tanat bendeleri vardı. Hürmüzan'm ise Pers İmparatorlarının et­rafında hep böyle şeyleri görmeye gözü alışmıştı.

Bu arada Sus'un kuvvetle fethedildiği haberi geldi. Uzun bir kuşatmadan sonra ahalisi barış talebinde bulunmuş, şehir teslim olmuştu. Keza Zer Bin Abdullah da Cendisabur'u fethetti.

Hz. Ömer'in devrinde, İslam orduları ikinci bir cepheden de Pers topraklarının içlerine doğru ilerliyorlardı. Bu sırada Bahreyn Valisi bulunan Ala' Bin El-Hadrami de bir yandan fetih hareketle­riyle neredeyse Saad Bin Ebi Vakkas'la yarışıyordu. Esasen Saad Bin Ebi Vakkas, Kadisiye'de zafer kazanınca, -Tabi bu zafer büyük yankı yaptı- Ala' Bin El-Hadrami de Perslere karşı başka bir cephe açarak başarılar elde etmek istedi. Bu sebeple de halkı cihada ça­ğırdı. Davetini kabul eden kitleler büyük bir ordu oluşturdular Ala bu ordunun başına geçerek denizi aşıp -Halife'den izin almadan-Pers topraklarına girdi ve İstahr şehrine doğru yürüdü. Fakat Pers güçleri Ala'm ordusuyla gemileri arasına giriverdiler.

Müslümanlar kendilerim bir anda düşmanla deniz arasında buldular. Durumun vahametini anladıkları için büyük bir gayret sarfederek düşmanla giriştikleri savaşta üstünlük elde ettikten sonra buradan Basra'ya yöneldiler. Ancak gemilerine ulaşamadı­lar. Çünkü Pers güçleri aralarına girerek yolu kesmiş bulunuyorlar­dı. Bu sebeple de düşman kuvvetleri tarafından kuşatılmış vazi­yette beklemek zorunda kaldılar. Bu haber Hz. Ömer'e ulaşınca çok müteessir oldu. Üzüldü ve gücendi. Ala'yı derhal azlederek sür'atle Saad Bin Ebi Vakkas'ta iltihak etmesi için emir gönderdi. Aynı zamanda da Utba Bin Gazvan'ı Ala'ya imdat yetiştirmek üze­re görevlendirdi.

O da Sabra Bin Ebi Rahm'ı beraberinde: Haşim Bin Utba Bin Ebi Vakkas, Asık Bin Amr, El-Ahnaf Bin Kays, Huzeyfe Bin Mihsan ve Arfaca Bin Herseme gibi komutanlar da bulunduğu halde bü­yük bir kuvvetin başında Ala'm imdadına gönderdi. Bu kuvvet onikibin kişilik bir orduydu. Nihayet kuşatma altındaki İslam or­dusunun bulunduğu yöreye ulaştılar. Tam zamanında gelmişlerdi. Çünkü mahsur kalmış olan müslümanlarla düşman güçler arasın­da neredeyse bu sıralarda çarpışmalar başlamak üzereydi. Cere­yan eden meydan savaşı müslümanların lehinde parlak bir zafer­le sona erdi. Buradaki islam birlikleri Utba Bin Gazvan'ın sevk ve komuta merkezi olan Basra'ya döndüler.

Bu kez de Pers güçleri Nihavend'de yığınak yapmaya başladı­lar. Hz. Ömer, dağılıp perişan olabileceklerinden endişe ettiği için İslam ordularının Pers toprakları içinde daha fazla yayılıp açılma­larına taraftar değildi. Hürmüzan'ı ve ganimetleri götüren heyetin başındaki El-Ahnef Bin Kays, Medine'ye gidinceye kadar Hz. Ömer'in öngördüğü şekilde bekleyiş böylece kısa bir süre daha de­vam etti. Görüşme sırasında Hz. Ömer fethedilmiş olan bölgeler­de, müslümanların, zimmilere (yani gayrimüslim vatandaşlara) karşı nasıl davrandıklarını El-Ahnef Bin Kays'a sorarak bilgi alma­ya çalıştı. O, müslümanların diğer dinlere mensup vatandaşlara karşı kötü muamelede bulunmalarından endişe ediyordu. Zira adaletsizliğin tepki getireceğini biliyor, bu konu üzerinde titizlikle duruyordu. El-Ahnef özetle:

"Biz ahde vefa ve güzel muameleden başka bir şey bilmiyo­ruz" diye açıklamada bulununca Hz. Ömer O'nun durumu biraz daha izah etmesini isteyerek:

"Bu nasıl olur, biraz daha aydınlatır mısın?" dedi. Bunun üze­rine El-Ahnef şöyle konuştu:

"Ya Emir'eî-Müminin! Malum olduğu üzere Pers toprakların­da daha fazla yayılıp açılmaktan bizi menettin ve fethetmiş bu­lunduğumuz yerleri korumakla yetinmemizi emrettin. Fakat şu hususun bilinmesi de lazımdır ki: Pers imparatoru halen sağ ve milletinin arasında bulunuyor. O'nun varlığı Persler için bizekarşı daima bir tahrik unsurudur. Nitekim o sağ bulunduğu için halkını sürekli olarak bize karşı tahrik ediyor. Dolayısıyla Pers-lerle aramızda sık sık çatışmalar çıkıyor. Bize hücum ediyorlar. Zira bir ülkede iki ayrı otoritenin birlikte devam etmesi mümkün değildir. Mutlaka biri diğerini saf dışı edecektir. Şu da bir haki­kattir ki: Persler zaman zaman bize karşı baş kaldırdıkça ancak biz de üzerlerine yürüyor ve topraklarının bir kısmını daha fet­hediyoruz. Onları kışkırtan ise şu anda aralarında bulunan kral­larıdır. Şimdi eğer bize izin verirsen, biz de Pers topraklarına açı­lır ve bu adamı ortadan kaldırarak halkının üzerindeki etkisini bu suretle bertaraf edecek olursak işte o zaman Perslerin saraya bağlamış oldukları ümit ve idealleri yıkılacak, îslamm adaletine inanmak fırsat ve imkanına kavuşacaklardır."

Bu sözlerden etkilenen Hz. Ömer, EI-Ahmed Bin Kayşa:

"Gerçekten doğru söyledin ve yemin ederim ki meseleyi hak­kıyla açıklığa kavuşturarak beni aydınlattın" diyerek tatmin ol­duğunu ifade etti.

İşte bu sıralardaydı ki Hz. Ömer'e Perslerin, Nihavend'de yığı­nak yaptıkları haberi geldi. Bunun üzerine o da, İslam ordularının Pers topraklarına artık açılabilecekleri emrini verdi. Hatta kendisi de bir kuvvetin başında cepheye giderek fetih hareketlerine katıl­mak istedi. Ancak istişarede bulunduğu sahabiler bu görüşe karşı çıktılar . Bunun üzerine o da bu kararından vazgeçti. Bunda Hz. Ali'nin rolü büyük olmuştu [41]

Halife Hz. Ömer, bir durum değerlendirmesi yaptıktan sonra, cephedeki komutanlardan Huzeyfe Bin El-Yaman'a bir mesaj göndererek, komutasındaki Küfe ordusuyla, Ebu Musa El-Eş'ari'ye de bir mesaj göndererek emrindeki Basra ordusuyla, ke­za Numan Bin Mukarrın'a da bir mesaj göndererek başında bu­lunduğu kuvvetle hareket etmelerini, cephede bir araya geldikle­rinde ise yine her komutanın kendi kuvvetlerinin sevk ve idaresine bakmasını, ancak genel komutadan Numan Bin Mukarrm'm sorumlu olduğunu, şehid düştüğü takdirde yerine Kays Bin Mak-şuh'un geçmesini emretti. Komutanlar safında meydana gelecek kayıplar nedeniyle genel komutaya kimlerin bakacağını da sırayla bildiren bir açıklama gönderdi.

Bunun üzerine İslam ^kuvvetleri Nihavend'e doğru hareket et­tiler. Bu birlikler toplam olarak otuzbin civarındaydı. Halbuki Ni­havend'de Pers yığmaklarının sayısı yüzellibinin üzerindeydi. Çar­pışma başladığı Çarşamba sabahından itibaren ertesi Perşembe günü akşamına kadar iki günboyu devam etti. Üstünlük yine müs-lü m anlardaydı. Sıkışan Pers kuvvetleri şehir surlarının gerisine çe­kilerek ancak savunmalarım yapabiliyorlardı. İslam kuvvetleri şehri kuşattı. Muhasara uzun sürünce cephe komutanı Numan, yardımcılarıyla bir istişare toplantısı yaparak nasıl bir taktik uygu­lamaları gerektiğine dair görüşlerini almak istedi. O'na: Taktik ola­rak geri çekilmeyi önerdiler.

Bu durumdan ümitlenecek olan Perslerin şehirden çıkarak İs­lam kuvvetlerini kovalama girişimlerinde bulunacağını, bu fırsat­tan istifade ederek geri dönüp arzu ettikleri sonucu elde edebile­ceklerini söylediler. Numan, bu görüşü onaylayarak önce Pers kuvvetlerine hücum edip daha sonra da geri çekilme taktik hare­katını başlatması için emrindeki kumatanlardan Ka'ka'a talimat verdi.

Nitekim vuruşma başlatılarak İslam kuvvetleri geri çekildi. Bu sırada arkadan baskına yeltenen Pers kuvvetleriyle İslam birlikleri arasında çok kanlı bir savaş cereyan etti. Harb meydanı adeta in­san cesetleriyle kaplanmıştı. Pers ordusu yüzbin savaşçısını kay­betti. Ancak îslam ordusunun Nihavent cephesi Komutanı Nu­man Bin El-Mukarrm da atından düşerek şehid oldu. Kardeşi Nu-aym'den başka bu hadiseyi hiç kimse bilmiyordu. Askerlerin mo­ralini bozmamak için Nuaym, biraderinin Ölümünü gizleyerek, düşen sancağı alıp komutanlardan Huzeyfe Bin El-Yaman'ta tes­lim etti. Orduyu Numan'ın yerine bu kez Huzeyfe yönetiyordu. Ve savaş O'nun komutasında sona erdirildi. Ondan sonra Nuaym, bi­raderinin ölüm haberini ilan etti.

Pers Ordusu komutanı Firuzan ise savaş alanından kaçmıştı. Fakat İslam birliklerinin başındaki komutanlardan Ka'ka, Firu-zan'ı izleyerek O'nu Hemedan tepelerinde yakalayıp öldürdü. Böylece İslam ordusu kuvvet kullanarak sonunda Nihavend'e gir­di. Ardından Ciy olarak bilmen îsbahan zaptedildi. Sonra Ebu Mu-sa'1-Eş'ari, Kum ve Kaşan kentlerini fethetti. Süheyl Bin Adiy de Kerman'ı aldı. Nihavend Savaşı'nda olup bitenler Hz. Ömer'e an­latılınca, şehrin fethi sırasında şehid düşen İslam kahramanları­nın kaybından dolayı öyle müthiş bir üzüntüye boğuldu ki kendi­ni tutamayarak hüngür hüngür ağladı.[42]

Bu arada hiç tanımadığı şehid askerlerin adları açıklandığı sı­rada da yine çok ağladı ve şöyle dedi:

"Ben onları şahsen teker teker tanıyamıyorsam da ne farke-der? Allah Teala onları tanıyor, biliyor ya. Nitekim onları şehadet mertebesine yücelterek mükafatlandırmış bulunuyor. Ömer'in onları tanıması kendilerine ayrıca ne yarar sağlayacaktır ki?"

Aslında Hz. Ömer'in, komutan ve idareci tayin etmesi konu­sundaki siyaseti üzerinde burada bir nebze durmakta yarar vardır. Evet onun her halükarda komutanlık makamına daima sahabileri getirdiği bunda ısrarlı olduğu doğrudur. Fakat O'nun zaman za­man, rütbesiz bir neferi bile komutan tayin ettiği vakidir. Ne varki bu komutanı gerektiğinde tekrar rütbesiz bir nefer olarak orduda­ki safına iade ediyor, başka birini onun başına komutan olarak ge­çiriyordu. Böylece değişen bu statüsüyle, daha dün, emrinde hiz­met veren astının, bu kez kendisi emrine girerek hizmet verir bir duruma gelmiş oluyordu ki bu değişiklikle Hz. Ömer insanın bü-yüklenme kompleksine kapılmaması, herkesle esasen eşit olduğu düşüncesini sindirerek toplumdaki gerçek yerini iyice tanıyıp te­vazu ve hoşgörü duygusunu yitirmemesi, herkesin ancak ve sırf Allah rızası için mücadele ettiğine inanması imkan ve fırsatını ver­mek istiyordu.

Nihavend fethedilince, endişeleri bertaraf olmuşa benzeyenHz. Ömer, İslam Ordusunun Pers topraklarında artık ilerleyebile­ceği iznini verdi. Nitekim, İslam birliklerinin sayısı ne olursa ol­sun, keza silah ve teçhizatına pek bakılmaksızın ve karşılaşabile­ceği düşman kuvvetlerinin sayısına da perva etmeden genel bir harekata girişilmesi için yedi komutana emir çıkarıldı. Çünkü işin esasına bakılacak olursa müslümanların, cephelerde elde ettikleri mucizevi başarılar ve kazandıkları parlak zaferler hiç de onların sayıca ve teçhizat bakımından yeterlilikleriyle açıklanamazdı. On­lar, bu üstünlükleri daima, sarsılmaz imanlarıyla, sınır tanımaz fe-dakarlıklarıyla kazandılar.[43]

Hz. Ömer tarafından yedi komutan arasında yapılan iş bölü­müne göre şu şekilde hareket ettiler:

1-Nuaym Bin Mukarrm, Hemedan üzerine yürüyerek şehri fethettikten sonra Yezid Bin Kays'ı buraya idareci bırakarak Rey' e (Bugünkü Tahran)a hareket etti ve burayı da zaptetti. Ardından Hz. Ömer'in de onayını alarak kardeşi Suved Bin Mukarrm'ı bir kuvvetin başında Kus üzerine gönderdi. Suveyd, kendisine karşı direnmeyen bu şehrin halkıyla barış akdederek burayı aldı. Bu du­rumu haber alan Cürcan ve Taberistan ahalileri de komutan Su-veyd'e müracaat ederek îslam egemenliğini kabul ettiler.

Bu cephenin genel komutanı Nuaym, Hemedan'daki kararga­hında ayrıca Bekkir Bin Abdullah'ı Azerbaycan üzerine göndere­rek, arkadan da Semmak Bin Hırsa komutasında O'na yardım edecek bir imdad kuvveti şevketti. Utba Bin Farkad'ın da ikinci bir cepheden harekata girdiği Azerbaycan'da Abdullah Bin Bekkir, bazı fetihler gerçekleştirerek başarılar elde etti.

2- Surraka Bin Amr da Hazar Denizinin Batı sahillerinde bu­lunan Babu'l-Ebvab üzerine yürüdü. Komutasındaki birliklerin öncü kuvvetleri başında Abdurrahman Bin Rabi'a bulunuyordu. Abdurrahman, komutam, Surraka'nm onayını aldıktan sonra bu bölgenin hükümdarıyla barış antlaşması yaptı. Sonra KomutanSurraka bu bölgenin dağlık kesimlerine, Bekkir Bin Abdullah, Ha-bib Bin Mesleme, Huzeyfe Bin Useyyid ve Süleyman Bin Rabi'a

komutasında birlikler çıkararak fetih faaliyetlerini sürdürmeye ça­lıştı. Ancak bu sıralarda vefat etti. O'nun yerine sevk ve komutayı Abdurrahman Bin Rabi'nin üstlenmiş bulunduğunu, Hz. Ömer daha sonra haber aldıysa da buna hiç itiraz etmedi ve görevini onayladı. [44]

3- El-Ahnef Bin Kays da Tabseyn üzerinden Horasan'a girerek, bu bölgede Herat şehrini zorla aldı. Şehre Sahhar Bin Fulan El-Abdi'yi sorumlu bırakarak, Herat Nehri'ni takiben bu kez de Merv-i Şahcıhan üzerine yürüdü ve burayı da zaptetti. Harise Bin Nu-man'ı şehre idareci bırakıp, Murgab vadisinden seferine devam ederek Yezdgerd'i yakalamak için Merv-i Ruz'a yürüdü. Bu sırada Kufe'den gelen imdat kuvvetleri de kendisine yetişti. Yezdgerd, bu kez de kaçarak Belh şehrine sığındığı için imdad güçleri oraya sev-kedildi. Kufe'den gelen kuvvetler gerçi hemen Belh'e girdiler ama Yezdgerd buradan da kaçmayı başarmış, Mavera'ün-Nehr bölge­sine kapağı atmıştı.

Komutan El-Ahnef Bin Kays, Küfe Kuvvetlerinin peşinden Belh'e varıncaya kadar şehrin fethedilmiş olduğunu gördü. Böyle­ce bu geniş bölgenin tek selahiyetli otoritesi kimliğini kazandı. Ötede beride direnen, baş kaldıran tek tük güçleri dize getirdi. El-Ahnef bu sırada Merv'e doğru seferine devam ederken yolda Mu-tavvıf Bin Abdullah'ı, Nisabor [45] üzerine, El-Haris Bin Hassanı da Serahs üzerine yürümeleri için görevlendirdi.

Pers İmparatorluğunun kuzey kesimleri ve Hazar Denizi kıyı­larında geniş fetih hareketlerini yöneten komutan El-Ahnef Bin Kays Taharistan bölgesinin sorumluluğunu Rıb'î Bin Amir Et-Te-mîmi'ye bırakarak Merv-i Rûz'a döndükten sonra Hz. Ömer'e Ho­rasan'ın fethiyle ilgili bir mesaj gönderdi. Gelen mukabil cevapda Halife Hz. Ömer şöyle diyordu:

Sakın nehrin öbür kıyısına artık geçmeyiniz. Elinizde bu­lunan topraklan korumaya çalışınız. Hangi şartlarla Horasan'a girebildiğinizi hatırlıyorsunuz. Bu şartlara bağlı kaim ta ki zafe­riniz devam etsin. Sakın ola ki karşıya geçmeyesiniz. Dağılır pe­rişan olursunuz![46]

4-Pers Cephesi komutanlarından Osman Bin Ebi'l-As da bir kuvvetin başında İstahr üzerine yürüdü. Bahreyn'den körfezi aşa­rak önce Berkavan Adasını fethettikten sonra İran topraklarına girdi.

Daha sonra Cur, İstahr ve Şiraz kentlerinin fethini de gerçek­leştirdi. Halife'nin emriyle Osman Bin Ebi'I-As'a bu seferinde Ebu Musa'l-Eş'ari de eşlik etmişti. Bu fetihler sırasında Komutanın kardeşi Hakem Bin Ebil-As'in da büyük yardımları oldu.[47]

5-Yine Pers Cephesi komutanlarından Sariye Bin Zenim El-Kinani Harekat güzergahının üzerinde bulunan bir Pers yığmağı­nı hedef alarak, başında bulunduğu kuvvetlerle üzerlerine yürüdü. Önce onları kuşattı. Fakat Pers kuvvetleri Kürtlerden yardım iste­diler. Onlar da destek oldular. Düşman sayısı artınca İslam birlik­leri çok büyük bir tehlike karşısında kaldı. Tek çareleri engebeler­den istifade etmekti. Nitekim de öyle yaptılar.

Komutan Sariye çıktığı bir dağın zirvelerini siper edinerek bir yandan gerideki kuvvetlerini korumaya çalışırken diğer yandan da Pers güçlerine karşı çetin mücadelesini devam ettirdi. Nihayet üs­tünlük elde etti.

Bu harekat sırasında Hz. Ömer Medine'de Cuma namazı kıldı­rıyordu. O'nun İlahi bir kerametle bu hadiseyi (telepatik olarak) hissettiği ve hutbeyi keserek, komutana hitaben:

"Ey Sariye! Dağa doğru, dağa doğru!...Kurdun hilesine karşı gaflet içinde olan çoban, koyunlarına zulmetmiş olur" diye ba­ğırdığı nakledilmektedir. Aynı zamanda Sariye ve komutasındaki İslam mücahidlerinin de bu sesi gayet açık bir şekilde duydukları rivayet edilmiştir. Bu emre gösterilen itaatin bir neticesi olarak Al­lah O mekanın fethini İslam kuvvetlerine nasib etti.[48]

6- Komutanlardan Asım Bin Amr Et-Temîmi de Basra'Ulardan oluşan bir kuvvetin başında Sicistan Bölgesine yürüyerek bu eya­letin başkenti olan Zerenc'e uzun bir kuşatmadan sonra girip böl­ge halkını barış taleb etmek zorunda bıraktı. Kendisi de bu eyale­tin sorumluluğunu üstlenerek asayişi sağladı.

7- Pers Cephesi Komutanlarından Süheyl Bin Adiy El-Hazrecî de bir kuvvetin başında Kirraan'ı Perslerden alrak İslam toprak­larına kattı.

8-Yine komutanlardan Hakim Bin Amr Et-Tağlebi, komuta­sındaki kuvvetle Mikran üzerine yürüdü. Geriden onları izleyen destek bir güç daha vardı. İslam ordusunun düşmanla karşılaştığı sahada iki kuvvet arasında bir nehir bulunuyordu. Pers güçleri müslümanlardan önce nehri karşıya geçtiler. Fakat İslam ordusu karşısında fazla dayanamadılar. Müslümanlar bir anda Pers safla­rı araşma dalarak onlara büyük kayıplar verdirdikten sonra bölge­yi tamamen fethettiler.[49]

9- Önceden anlatıldığı gibi Utba Bin Farkad da Pers yurdunun kuzey Batı bölgesine girerek buraları fethetmişti. Bu suretle Sasani Devleti ortadan kaldırılmış, aşağı yukarı İran topraklarının tümü­ne yakın kısmı İslam devletinin egemenliği altına alınmış oldu.[50]



[1] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/7-10.

[2] Aşere-i Mübeşşere: Hz. Peygamber tarafından cennetle müjdelenmiş on kişi demektir. Bunlar: Dört Halife ile Said, Saad, Talha, Zübeyir, Abdurrahman ve Ebu Ubeyde'dir

[3] tbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 20

[4] İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 23

[5] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 378; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s

[6] Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 27

[7] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 382

[8] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c, 2, s. 376-383; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 12-

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/10-27.

[9] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 393-396; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 44-4

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/28.

[10] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere. c. 7, s. 30-31

[11] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 392-393; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 37-40

[12] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 44

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/28-34.

[13] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 44

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/34-35.

[14] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 449-450; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 89

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/35-36.

[15] Suriye'nin Kuzeyinde bir şehir. Malh Bataklığına dökülen Kuveyk Irma­ğının kenarındadır. Günümüzde harabeleri mevcuttur

[16] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 452-453; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 7, s. 90-91

[17] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, e 2, s. 456-457

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/36-37.

[18] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 382-383; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 93-94

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/37-39.

[19] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 94-103

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/39-40.

[20] Günümüzdeki, Şırnak ili Cizre ilçesi

[21] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 485-486; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 125-126

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/40-43.

[22] Dara: Suriye'nin, bugünkü Deyruzzur vilayeti (Mütercim)

[23] Armenia: Ermenistan. Bugünkü Doğu Anadolu'nun güneydoğusu. Ve­ya tümü. Arap kaynaklarında Ermeniye diye geçer. (Mütercim)

[24] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 486-489; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 126-128

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/43.

[25] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 394-395

[26] Yazar'ın, bu topluluklardan: Dürzüler, Maroniler ve Nusayrüer gibi çe­şitli din ve mezheplere mensup küçük kitleleri kastettiği anlaşılmaktadır. (Mü­tercim)

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/43-46.

[27] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 514-519; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 7, s. 162-167

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/46-49.

[28] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 396-397; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 45-47

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/49-51.

[29] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 47-48

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/51.

[30] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 400-403; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 48-50

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/51-53.

[31] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 412-416; îbn-i Kesir, Ei-Bidaye tere, c. 7, s. 61-64

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/53-55.

[32] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 416-445; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 65-76

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/55-64.

[33] Duhan Suresi: Ayet; 25-29

[34] Celula: Irak'da harabeleri bulunan ve eskiden Babilon'u İran'a bağla­yan ticaret yolu üzerinde kurulmuş eski bir şehir.

[35] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 469-475; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 7, s. 107-115

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/64-66.

[36] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 476-478; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 115-119

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/66.

[37] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/67.

[38] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/67.

[39] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 479-480; îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 119-121

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/67-68.

[40] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 136

[41] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 496-503; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 9136-145

[42] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 24-25

[43] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 11-21; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 176-187

[44] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 33-34

[45] Nisabur ve Nişapur olarak da yazılıp okunmaktadır. (Mütercim)

[46] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 39-43

[47] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 39-43

[48] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 216-219

[49] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 219

[50] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 23, 32-33

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/68-79.