Hz. Osman Dönemindeki Fetihler
Doğu Cephesinde Sürdürülen Fetihler
Hz. Osman baba tarafından Hz. Peygamber (sav)'le uzaktan akraba olur ve soyca, aşağıdan yukarıya doğru dördüncü kuşakta (yani dördüncü atası Abdi Menafda) O'nunla birleşir. Kendisi Ab-dimenafoğlu, Ab diş ems oğlu, Ümeyyeoğlu, Ebi'l-Asoğlu Affan'm çocuğudur. Anne tarafından da yine Hz. Peygamber (sav)'le akraba olur. Zira Hz. Osman'ın annesi Arva, Kurayz'm kızıdır. Arva'nın annesi ise Abdülmuttalib'in kızı, yani Hz. Peygamber (sav) halası Bayza'dır.
Hz. Osman, Hicretten 47 yıl önce Taif de doğdu. Bu da O'nun Hz. Peygamber (sav)'den yaklaşık altı yaş küçük olduğunu göstermektedir.
Babası Affan, ticaretle uğraşan zengin bir kimseydi. Ticaret için çıktığı bir seyahat esnasında.Şam'da ölmüştü. O'ndan oğlu Osman'a büyük bir servet kaldı. Osman da ticaretle uğraştı. Kazandı ve elindeki imkanlarla daima halkma yardım ve iyiliklerde bulundu. Dolayısıyla halkı O'nu sever, kendisine saygı gösterirlerdi. Mensub olduğu ÜmeyyeoguUarı ailesinin efendisi olduğu gibi Kureyş halkının da ileri gelen seçkin bir şahsiyetiydi.
işte bunlar O'nun cahiliyet dönemindeki hayatıyla ilgili olarak tarihin koruyup bize kadar intikal ettirdiği bilgilerdir. O'nun cahi-Hyetteki hayatı aşağı yukarı, diğer sahabilerin o dönemdeki hayatına benzemektedir.
Fakat sahabilerin İslam dönemindeki yaşayışları bütün ayrıntılarıyla zaptedilmiş durumdadır ve gayet açık bir şekilde bilinmektedir. Zira onları hayata yeniden hazırlayan, eğiten ve olgunlaştıran İslamdır. Ondan sonradır ki tarih O'nları bütün hayatlarıyla en parlak sayfalarında altın harflerle kaydetmektedir.
Hz. Muhammed (sav)'e ilk vahiy indiği sıralarda Hz. Osman 34 yaşlarmdaydı. Çok geçmeden İslamı kabul ederek kıdemliler safında yerini aldı. Bu sıralarda müslümanlar El-Erkam Bin Ebi'I-Erkam'm evinde geceleri toplanıp örgütsel faaliyetlerine henüz yeni başlamışlardı.
Hatta, Hz. Osman, müslüman olan ilk on kişiden biridir. Tarihi haberler O'nun İslama girişini şöyle kaydetmektedir: Talha Bin Ubeydullah ile müşterek bir ticaret için gittiği Şam'dan geri dönüyordu. Seyahati sırasında hafif uyuklar gibi bir haldeyken Hz. Muhammed (sav)'in Mekke'de insanlığa Allah tarafından elçi olarak gönderildiğine dair bir nida işitti.
İbni Hacer El-İsaba adlı eserinde rivayetle diyor ki: Hz. Osman'ın teyzesi olan Kurayz'ın kızı Su'da Cahüiyet devrinde kehanette bulunurdu. Bir ara O'na, Hz. Muhammed'in Peygamber olacağını söylemişti. Hz. Osman da "Teyzemin sözü hep aklımı kurcalardı" diyor ve şöyle devam ediyor:
"Ben sık sık Ebubekir'e giderdim. Oturur konuşurduk. Bir keresinde yine kendisini ziyaret etmiştim. Yanında kimsecikler yoktu. Beni düşünceli görmüş. Sebebini sordu. Ebu Bekir, gerçekte, vakur, mantıklı ve ileri görüşlüydü. Teyzemden duyduklarımı O'na naklettim. Bana şöyle dedi:
- Yahu Osman, sen aklı başında bir adamsın, doğruyu eğriden seçelebilen birisin. Düşünmüyor musun, milletimizin tapmakta olduğu şu putlar nedir? Birer kör ve sağır taştan ibaret değil midirler?
- Çok doğru söylüyorsun, dedim. Bunun üzerine:
- Senin teyzen asıl doğruyu söylemiş. Şu Allah'ın Rasulü Abdullah oğlu Muhammed var ya, O'nu Allah Teala elçilikle görevlendirerek mesajını bütün insanlığa iletmek üzere göndermiş buIlınmaktadır. O'nu biraz dinlemek ister misin? diye bir teklifte bulundu.
- Hayır! diye cevap verdim. Fakat tam bu sırada, Hz. Peygamber (sav) beraberinde Hz. Ali olduğu halde yakınımızdan geçiyorlardı. Ebu Bekir hemen kalkarak O'na doğru gitti. Yaklaşarak kulağına bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine Rasulullah (sav) bana yaklaşarak :
- Ey Osman! Gel Allah'ın davetini kabul et ve cennetine gir. Şu bir gerçektir ki: Ben bütün insanlığa olduğu gibi sana da gönderilmiş Allah'ın elçisiyim, deyince kendimi tutamadım, hemen müslüman oldum [1]
Hz. Osman'ın îslamı kabul etmesi olayı, Kureyş halkı arasında bir şok tesiri yaptı. Korkunç etkilendiler ve hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü Osman Kureyşliler arasında sevilen ve sayılan biriydi. Amcası El-Hakem Bin Ebi'l-As, Hz. Osman'ı caydırmak için çok uğraştı. Başaramayınca da O'na dayanılmaz baskı ve işkenceler yaptı.
Ancak bu zulüm ve insanlık dışı muamelelerin hiç biri işe yaramadı, Osman'ın azmini ve İslama olan bağlılığını hiç değiştirmedi. Amcası her şeye rağmen O'nun direndiğini ve bildiği yolda hiç çekinmeden yürümeye devam ettiğini görünce artık yakasını bıraktı. Bu kez de annesi Kurayz kızı Arva kendisini ikna etmeye çalıştı. Ne varki O'nun da bu yolda sarfettiği tüm çabaları boşa çıktı. O yine de kendisi için çizdiği yolda devam edip durdu.
Hz. Osman'ın, bilhassa iki büyük fazileti vardı. Birincisi: Derin bir utanma hissine sahipti. Üstün bir şeref ve haysiyet anlayışı vardı. Bu sebeple de herkes O'ndan haya duyar, çekinir, hürmet ederdi. Öyle ki Hz. Peygamber (sav) bile O'na bu meziyetinden dolayı derin bir saygı duyardı ve "Meleklerin bile kendisinden haya edip çekindikleri bir kimseden nasıl olur da ben haya duymam?" derdi.
Tarihçi İbni Asakir, Hz. Peygamber (sav)'in Hz. Osman için: "O, şayan-ı hayadır (Saygın kişiliğine karşı ölçülü davranılması gereken) bir kimsedir" buyurduğunu kaydetmektedir.
O'nun ikinci büyük meziyeti ise cömertliğiydi. Çok eli açık bir zattı. Öyleki Kureyşliler arasında O'ndan daha cömert biri yoktu. Hz. Osman, müslüman olunca Rasulullah'ın kızı Rukiyye ile evlenerek O'nunla akrabalık tesis etti. Rukiyye'den bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Abdullah adını verdikleri bu çocuk uzun yaşamadı. Altı yaşındayken öldü.
Kureyşlilerin müslümanlara karşı baskıları şiddetlenince Hz. Osman, Rasulullah (sav)'den izin alarak hanımı Rukiyye ile birlikte-, Habeşistan'a göç etmek üzere bulunan müslümanlara katılmak istedi ve izin alarak gitti. Bir müddet sonra memleketi olan Mekke'ye tekrar döndü. Ancak çok geçmeden Habeşistan'a giden ikinci hicret kafilesine yeniden katılarak göç etti.
Akabe Toplantısından sonra, baskı altındaki Mekke'li müslü-manlar Medine'ye peyderpey hicret etmeye başlayınca o da yine hanımı Rukiyye ile birlikte bu kez Habeşistan'dan Medine'ye döndü. Bu sırada Büyük Bedir Savaşı cereyan etti, ancak Hz. Osman, bu savaşa katılamadı. Mazereti vardı. Hanımı Rukiyye ağır hastaydı. O'na bakmak üzere Hz. Peygamber'den izin alarak kaldı. Fakat yine de Hz. Peygamber O'nu harbe katılmış gibi kabul ederek savaş ganimetlerinden kendisine pay ayırdı. Müslümanlar Bedir Sa-vaşı'ndan henüz dönmemişlerdi ki Rukiyye vefat etti. Hz. Osman, bu olay üzerine büyük bir kedere boğuldu.
Cahiliyet döneminde Hz. Osman, Ebu Amr künyesiyle tanınırdı. Rukiyye Abdullah'ı doğurunca bu sefer de Ebu Abdullah diye anılmaya başlandı. Rukiyye vefat ettikten sonra Hz. Osman, O'nun kızkardeşi Ümmü Gülsüm'le evlendi. Fakat ondan hiç çocuğu olmadı ve o da hemşiresi gibi Hz. Osman hayattayken öldü.
Hz. Osman'ın daha sonra evlendiği hanımlar şunlardır:
Fahite Binti Gazvan: Abdullah El-Asgar'ı doğurdu. Bu çocuk küçükken öldü.
ÜmmüAmr Bînti Cündüb: Amr, Halid, Ebban ve Ömer'i doğurdu.
Fatıma Binti'l Velid El Mahzumiyye: Said, Velid ve Ümmü Sa-id'i doğurdu.
Ümmü'I-Benin Binti Uyeyne Bin Hisn: Abdülmelik'i doğurdu. Fakat çocuk yaşamadı.
Ramle Binti Şeybe Bin Rabi'a: Ayşe, Ümmü Ebban ve Ümmü Amr adında üç kız çocuğu doğurdu. Hiç erkek çocuğu olmadı.
Naile Binti'l-Farafîsa: Meryem'i doğurdu.
Demek ki böylece Hz. Osman -muhtelif zamanlarda- toplam sekiz defa evlenmiştir. Şehid edildiği zaman ise nikahının altında sadece Ümmü'I-Benin, Fahite ve Naile bulunuyorlardı.[2]
Hz. Osman'ın 9 erkek çocuğu olmuştu. Üçü çok küçükken öldüler ki bunlar Abdullah, Abdullah EI-Asgar ve Abdülmelik'dir. Diğerleri ise yaşadılar. Onlar da: Amr, Halid, Ebban, Ömer, Velid ve Said'dir. Altı tane de kızı vardı. Bunlar da: Meryem, Ümmü Said, Ayşe, Ümmü Ebban, Ümmü Amr ve Meryem'üs-Suğra (Küçük Meryem) dir.
Hz. Osman hemen bütün büyük hadiselerde Hz. Peygamber (sav)'le beraber bulundu. Bu olayları O'nunla birlikte yaşadı.
Hicretin altıncı yılıydı. Hz. Peygamber (sav) Kabe'yi ziyaret etmek ve bir umre yapmak üzere yanına müslümanîardan büyük bir topluluk alarak Mekke'ye hareket etti. Fakat şehre girmeden Kureyşliler yolunu kesip müslümanlarm Mekke'ye girmelerine engel olmak istediler. Savaş niyetiyle geldiğini ve Mekke'ye zorla girmek istediğini sanıyorlardı.
Kureyş ileri gelenlerinden bazıları Hz. Peygamber'in şehre girişini onayladıkları halde Kureyşliler inatlarında ısrar ederek bu talebi reddettiler. Hz. Peygamber, Kureyşlileri ikna etmek, savaşniyetiyle değil, bilakis sadece ibadet maksadıyla geldiğine onları inandırmak için sahabilerden birini Mekke'ye göndermek istedi. Bu sebeple Hz. Ömer'i çağırarak O'na fikrini açınca, Hz. Ömer:
"Ya Rasulallah! Ben Kureyşlilerden çekmiyorum ve Mekke'ye girersem hayatımdan endişe ederim. Çünkü şehirde, mensub olduğum Adiyoğulları ailesinden de kimse bulunmamaktadır. Dolayısıyla zor bir anda beni Mekke'de koruyacak hiç bir yakınım yoktur. Hem sonra Kureyşliler, benim onlara karşı ne kadar sert olduğumu, kendilerinden ne kadar nefret ettiğimi de biliyorlar. Bu sebeple ben size bu konuda Affan Oğlu Osman'ı tavsiye edebilirim" diyerek özür diledi.
Bunun üzerine Rasulullah (sav) Hz. Osman'ı görevlendirerek Mekke lideri Ebu Süfyan ve diğer liderlerle görüşmek üzere elçi olarak gönderdi.
Hz. Osman da aldığı talimat üzerine Kureyş eşrafryla görüşüp meseleyi anlatmaya çalıştı. Fakat onlar kendisine şöyle dediler:
"Sen Kabe'yi tavaf etmek istersen et. Sana engel olmayız. Ama diğerlerine hayır!" Hz. Osman ise:
"Ben Hz. Peygamber (sav) 'i ihmal edip de o tavaf etmeden, Kabe'yi ben kendi başıma yalnız tavaf etmem!" cevabını verdi. Ne varki: Kureyşliler, Müslümanların Kabe'yi ziyaret etmekteki arzularının karşısında şiddetle direndiler.
Hz. Osman Kureyşliler nezdindeki girişimlerini bir süre daha devam ettirince gerek Hz. Peygamber (sav) gerekse beraberinde bulunan müslümanlar O'nun hayatından endişe duymaya başladılar. Kureyşlilerin O'na bir kalleşlik yapmış olabileceği ihtimali üzerinde duruyorlardı. Bu endişeler öyle sinir bozucu bir raddeye ulaştı ki Hz. Peygamber (sav) dahi ileri derecede tedirginlik duyarak: "Bu adamlarla hesaplaşmadan buradan ayrılmayız!" demekten kendini alamadı ve sahabilerini beklemediği olağanüstü bir hal karşısında zinde tutabilmek için onlardan, girişebileceği bir silahlı karşılaşma konusunda Bey'at (onay) aldı.
'Rıdvan Beratı' olarak tarihe geçen bu ünlü onay Hz. Osmandolayısıyla alınmıştır. Hadisenin ana meselesini teşkil eden Hz. Osman'ın hayatı uğruna alınan bu onayda, en son Hz. Peygamber (sav) iki eliyle -tokalaşır gibi yaparak- bunun da (Osman'ın onayı) olduğunu ifade etti. Mesele çok ciddiydi.[3]
İmam-ı Buhari Sahihi'nde (Hz. Osman'dan yıllar sonra cereyan eden bir konuşmayı) şöyle naklediyor:
"Mısır halkından biri hacca gelmişti. Bir kenarda oturan bir kalabalık gördü.
- Bu adamlar kimdir, diye merakla sordu.
- Bunlar Kureyşlilerdir, dediler. Bu sefer de:
- Aralarındaki şu yaşlı zat kim oluyor, diye sordu.
- Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'dır, diye cevap verdiler. O'na yaklaşarak:
- Ey Ömeroğlu! Senden bir şey sormak istyorum. beni aydınlatır mısın, dedikten sonra:
- Hz. Osman'ın Uhud günü çekilip kaçtığını biliyor musun, diye sordu. Abdullah:
- Evet, dedi. Sonra:
- Bedir günü de savaş alanında hazır bulunmadığını da biliyor musun, diye sordu. Abdullah yine:
- Evet, diye cevap verdi. Bu kez de:
- Rıdvan Bey'atı sırasında da mevcut bulunmadığından haberin var mı, dedi. Abdullah yine:
- Evet bunu da biliyorum, dedikten sonra (adam bütün bunlara Hz. Osman'ı küçülten sebeplermiş gibi bakarak)
- Allahuekber! dedi. (Hayret etmişti.) O'nun bu tavrını anlayan Abdullah Hz. Osman hakkındaki şüphelerini dağıtmak için O'na:
- Gel meselenin gerçek yönünü sana anlatayım, dedi ve şöyle anlattı:
- O'nun Uhud Savaşı'ndan firar etmesine gelince ben şahadet ederim ki Allah Teala O'nun bu konudaki taksiratını af ve mağfiret etmiştir.
Bedr'e katılmamasının sebebine gelince Hz. Peygamber'in kızı Rukiyye O'nun nikahı altındaydı ve ağır hastaydı. (O'na bakmak için Hz Peygamber'in izniyle geri kaldı.) Nitekim Hz. Peygamber 'Bedr'e katılanlar kadar senin de sevabın ve ganimetten payın vardır' demiş (rızasını açıklamıştır.)
"Rıdvan Bey'atı" sırasında hazır bulunmamasına gelince, eğer O'ndan daha aziz (daha saygın) biri bulunmuş olsaydı, el-betteki Hz. Peygamber (sav) yerine onu gönderecekti. Osman'ı, Hz. Peygamber (sav)'in bizzat kendisi göndermişti. Bu beyat ise Osman Mekke'ye gittikten sonra icra edildi. Bu sırada Hz. Peygamber (sav) sağ eli için:
- İşte bu, Osman'ın elidir, diyerek öbür elinin üzerine koyup:
- Bu da Osman'ın yerine, demiştir.
Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Mısırlı adama bunları anlattıktan sonra
- Şimdi al bu bilgileri istediğin yere götür, dedi.[4]
Hz. Peygamber (sav) Tebuk Seferi'ne çıkmak üzereyken halk büyük bir darlık ve sıkıntı içindeydi. îslam ordusu ise otuz bin kişiden oluşuyordu. Hz. Peygamber orduyu teçhiz edebilmek için halkı bağış yapmaya davet etti ve bu daveti de tekrarladı. Bunun üzerine Hz. Osman orduyu tek başına öyle bir donattı ki bir gem ya da bir yular bile noksan kalmadı.
O'nun Hz. Peygamber (sav)'in komutasında Tebuk Seferi'ne çıkmak üzere olan İslam ordusuna dokuzyüzelli deve ve elli at bağışladığı, ayrıca bez içinde bin dinar da para getirerek Hz. Peygamber (sav)'in önüne döktüğü anlatılmaktadır. Bu eşsiz fedakarlık ve cömertlik örneği karşısında Hz. Peygamber (sav) duyduğu büyük memnuniyeti dile getirmiş ve Hz. Osman'dan razı olarak vefat etmiştir. Hz. Ebu Bekir devrinde Halife'nin birinci katibi sayılırdı. Hz. Ömer devrinde ise, devlet işlerini Halifeden sonra yürütülen ikinci otoriteydi.[5]
Bir ara Hz. Ebu Bekir devrinde bir kıtlık yaşanmıştı. Halk, Ha-life'ye müracaat ederek:
"Ey Rasulullah'm Halifesi! Ne yağmur yağıyor, ne toprak yeşeriyor, halk açlıktan ölmek endişesi içindedir. Ne düşünüyorsun?" demişlerdi.
Oda:
"Gidin biraz bekleyin, ümid ediyorum ki Allah Teala size bir kapı açacaktır," diyerek bir yandan vatandaşları teselli etmeye çalışmış diğer yandan da hummalı bir arayış içine girmişti. O gün akşama doğru Hz. Osman'a aid bir ticaret kervanının Şam'dan gelmekte olduğu ve ertesi sabah kervanın Medine'ye ulaşacağı haberi geldi. Halk sevinç içindeydi. Kervan yaklaşınca herkes seyre çıktı.
Kervan bin tane yüklü deveden oluşuyordu ve yükleri buğday, zeytinyağı ve kuru üzümdü.
Develer, Hz. Osman'a ait sahaya alınıp yükleri indirilince tacirler gelip başına toplandılar, Hz. Osman onlara:
- Evet ne istiyorsunuz, diye sorunca
- Ne için geldiğimizi biliyorsun, şu malını çabuk bize sat da gidelim. Bak halk aç perişan, bekliyor, dediler.
Bunun üzerine Hz. Osman:
- Peki hay hay, ama söyleyin bakayım, bana ne kadar kâr bırakacaksınız, diye sorunca:
- Ölçek başına bir veya iki dirhem veririz, dediler. Hz. Osman:
- Bundan daha fazlasını veren oldu, diye itiraz edince:
- Peki dört dirhem verelim, diyerek pazarlığa devam ettiler. Fakat Hz. Osman bu kez de yine:
- Bundan daha fazlasını verdiler, dedi. Tacirler bu sıkı pazarlık karşısında
- Peki beş dirhem verelim, yetmez mi, deyince o yine:
- Hayır, daha fazlasını verdiler, diye diretti. Buna hayret eden tüccar takımı:
- Ey Amr'ın babası! Medine'de bizden başka tüccar yok. Bizden önce de buraya başka birileri gelmediğine göre sana bundan daha fazla kâr veren kim olabilir ki, diyerek hayretlerini ifade ettiler. Bunun üzerine Hz. Osman
- Allah Teala her dirheme karşılık bana on mislini vadetmiştir.[6] Siz bu kadarını verebilir misiniz, diye sorunca:
- Elbet hayır, dediler.
Dünyada cennetle müjdelenmiş on kişiden biri olan Hz. Osman, içinden müthiş bir karar vermişti. İşte şimdi bu kararı açıklıyordu. Medine'nin büyük tacirlerine şöyle hitab etti:
"Bakınız, Allah şahidimdir, bu kervanın yükünün tamamını -sırf Allah rızası için- perişan durumdaki insanlara ve müslüman-ların fakir fukarasına sadaka olarak dağıtmaya niyet etmiş bulunuyorum."
Hz. Ömer'in hilafet makamına tayin kararım, Hz. Ebu Bekir'in emriyle yazan Hz. Osman'dır.
O, Hz. Ömer devrinde ikinci adamdı. Halk Hz. Ömer'den bir şey istemeyi düşündükleri zaman, önce Hz. Osman'a başvururlardı. Halkın nüfus kütüklerine yazılması, Muharrem ayından başlayarak hicri tarihin kullanılması fikirlerini halifeye ilk defa teklif eden odur. Hz. Ömer'in sertliği, Hz. Ebü Bekir'in yumuşak huyu yanında nasıl ki bir denge unsuru idiyse Hz. Osman'ın da halim selim tutumu Hz. Ömer'in sert muamelesiyle birlikte dengeyi sağlıyordu. Dolayısıyla bu iki devirde de devlet idaresinde pek değişen bir şey olmadı. Çünkü, sert muamelenin yanında onu dengeleyen bir yumuşaklık, şiddetin yanında onu yatıştıran bir nezaket ve merhamet vardı.[7]
Hz. Ömer'in cenaze namazı Suhayb tarafından kıldırılıp defnedildikten sonra, Mikdad Bin Amr Şura (Danışma Meclisi) üyelerini davet ederek onları El-Müsevvir Bin Mahrama'nm evinde hemen bir araya getirdi. Bunlardan Hz. Osman, Hz. Ali, Abdurrah-man Bin Avf, Zübeyir Bin El-Avam ve Saad Bin Ebi Vakkas olmak üzere sadece beşi mevcuttu. Danışman ve denetçi olarak Hz. Ömer'in oğlu Abdullah da aralarında vardı. Üyelerden Talha Bin Ubeydullah ise Medine dışındaydı. Şura üyelerinin, toplantı yaptıkları evi, Ebu Talha El Ensari koruyordu. Emrindeki elli kişilik güvenlik kuvvetiyle bu evi sıkı bir koruma altında tutuyor, içeriye hiç kimsenin girmesine katiyyen izin vermiyordu.
Üyeler bu mahrem mekanda konuyu görüşmeye başladılar. Her biri ümmetin birlik ve beraberliği konusundaki arzu ve iştiyaklarını, ayrılıktan doğacak tehlikelere ilişkin endişelerini dile getirdikten sonra Abdurrahman Bin Avf şunları söyledi. Zaten baştan da ilk konuşan o olmuştu. Şöyle dedi:
"Söyleyin bakalım: İçinizden hanginiz kendini (hilafet için) aday göstermeyecek ve bunu, aramızda en faziletli gördüğü kimseye bırakacaktır?"
Bu soruya önce hiç kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Abdurrahman;
- Önce ben çekiliyorum, dedi. Osman da:
- İlk çekilmeye razı olanlardan biri de benim. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in:
"...(Bu sorumluluğun altına girmeyenler) Yerde de gökte de (Allah nezdinde de kul nezdinde de) emniyettedir (ler)" buyurduğunu duymuştum, dedi. Hz. Ali hariç, geriye kalan şura üyeleri de;
- Biz de çekilmeye razıyız, dediler. Bunun üzerine Abdurrah-man Hz. Ali'ye hitaben:
- Evet ey Hasan'm babası! Sen ne diyorsun? (Madem ki bu işe hevesli görünüyorsun) öyleyse: Daima hakkı (en doğruyu) tercih edeceğine, hevesinle hareket etmeyeceğine, yakınların lehinde özel muamele yapmayacağına, ümmetin menfaatleri sözkonusu olduğu zaman geri durmayacağına dair söz verir misin? sorusunu yöneltince o da:
- Siz de, gerçekleri çarpıtacak, işleri rayından çıkaracak şahıs ve güçlere karşı vereceğim mücadelede benim yanımda olur, beni destekler misiniz? Görevlendireceğim yöneticilerden razı olacağınıza {emir ve talimatlarına uyacağınıza) dair söz verir misiniz? Eğer söz veriyorsanız, ben de hiç bir akrabam lehinde Özel muamele yapmayacağıma ve müslümanların meselelerini ihmal etmeyeceğime dair size söz veriyorum" diye cevap verdi ve aynı şekilde de onlardan söz aldı.
Sonra Abdurrahman Bin Avf, Ali'nin kanaatini araştırarak O'na:
"Sen diyorsun ki: Ben, bu makama kendilerini aday gösterenlerden daha öncelikliyim. Bunu da Hz. Peygamber'e olan akrabalığına İslamdaki kıdemine (Birçok kimselerden önce İslamı kabul etmiş olmana) ve bu din uğruna verdiğin büyük hizmetlere bağlıyorsun. Fakat farzet ki bu İş sana verilmedi. Böyle bir durumda bu topluluk içinde Hilafet makamına en çok kimi layık görüyorsun, diye sorunca Hz. Ali:
- Osman'ı layık görüyorum, cevabını verdi. Bu sefer de Abdurrahman Bin Avf, Hz. Osman'ı bir kenara çekerek O'na aynı soruyu sordu. O da:
- Ali'yi layık görüyorum, dedi.
Bu kez de Zübeyr'le başbaşa kalarak aynı soruyu O'na yöneltti. O da Ali'nin bu makamı daha layıkıyla doldurabileceğini ifade etti. Aynı soruya en son muhatab olan Saad Bin Ebi Vakkas ise Hz. Osman üzerinde duruyordu. Bu dengeli ortamı hazırlayan Abdurrahman Bin Avf, kendi kanaatini açıklayıp terazinin iki kefesinden birinin ağır basmasını istemiyordu. Çünkü Hz. Ali ve Hz. Osman üzerinde ikişer oy toplamıştı. Ayrıca bu zevat, Abdurrahman'm kimi seçer, kimi tayin ederse isabet edeceği gözüyle O'na bakıyorlardı. Bencil davranmak gibi kendilerine yakışmayan tutumlardan son derece uzak idiler.
Abdurrahman Bin Avf, Şûra üyeleri arasında, hilafet meselesinin görüşülmesini bu seviyede bırakarak ayrıca halkın da kanaatlerini öğrenmek istedi. Bu gayeyle halk arasına çıkıp, Medine'de bulunan eşraf ve komutanlardan fikirlerini aldı. Onlarla istişarelerde bulundu. Bunların çoğu Hz. Osman üzerinde duruyorlardı. Halifenin mutlak surette içinde seçilmesi gereken üç günlük süre artık bitmek üzereydi. O gece Abdurrahman Bin Avf, gece yansı toplantının icra edildiği El-Müsevvir Bin Mahrama'mn evine geldi. O'nu uykudan kaldırarak:
"Sana ne oluyor ki bu kadar uyuyorsun, ben ise bu gece hemen hemen gözlerimi yummadım sayılır! Kalk çabuk git Zübeyr'le Saad'ı çağır bakalım" diyerek öfkelenip çıkıştı. Anlaşılıyor ki Abdurrahman artık meseleyi halletmek istiyordu. Konuyu şura üyeleri arasında tartışmaya koyup nihayetlendirmek için telaşlanıyordu. Bundan dolayı asabileşmişti. Tabi, Şura üyelerinin dışında, kendileriyle istişarede bulunduğu zevatın da görüşünü hesaba katarak bir neticeye varmak arzusundaydı. Zübeyr ve Saad'm yanında, iki adam olan Hz. Osman veya Hz. Ali'nin de oyunu alarak Halife'yi seçmek istiyordu.
Fakat Zübeyr ve Saad ile görüştükten sonra kanaatlerinin değişmediğini gördü. Bu durumda sahabilerin huzurunda bu ikisinden biri için bey'at taleb etmeye azmetti kî böyle bir Bey'at güçlü olsun ve herhangi bir meyle dayalı olmadığı ortaya çıksın. Bu durumda ikisinden birinin itiraz etmeye de hakkı kalmasın.
O gün müslümanîar camide sabah namazını eda ettikten sonra Abdurrahman, Şûra üyelerini yine bir araya getirdi. Keza gerek muhacir ve gerekse Ensar'm ileri gelenlerinden ve mevcut bulunan komutanlardan Medine'de kim varsa hepsini topladı. Öyle kalabalık oldu ki cami dolup taştı. Abdurrahman ayağa kalkarak şöyle konuşmaya başladı:
"Ey Nas! Diğer şehirlerden buraya gelmiş bulunan yöneticilerin seçilecek yeni halifelerini görüp tanıdıktan sonra hemen memleketlerine dönmeleri konusunda Şûra üyeleri görüş birliğine varmış bulunmaktadırlar."
Sözün bu aşamasında bazıları görüşlerini beyan etmek istediler. Bu arada Aşere-i Mübeşşere'den (Dünyada cennetle müjdelenmiş on kişiden) Said Bin Zeyd söz alarak oyunu Abdurrahman Bin Avf a verdiğini açıkladı. "Bu işe seni ehil görüyoruz" dediyse de Abdurrahman:
-Hayır, bundan başka bir görüş getirin! diyerek bu teklifi kabui etmedi. Sonra Ammar Bin Yasir ayağa kalkarak Hz. Ali'yi desteklediğini açıkladı. Mikdad Bin Amr da O'na katıldı. Sonra Abdullah Bin Ebi Şerh ayağa kalkarak Hz. Osman'a oyunu verdiğini açıkladı. O'na da Abdullah Bin Ebi Rabi'a katıldı. Ondan sonra da her kafadan bir ses çıkmaya başlayınca Saad Bin Ebi Vakkas kalkarak;
- Ey Abdurrahman! Ortalık karışmadan elini çabuk tut ve bu işi bir an evvel bitir, diye ciddi bir uyarıda bulundu. Fakat Abdurrahman bunun üzerine Şûra üyelerine şöyle hitab etti:
- Arkadaşlar! Ben bu meseleyi ayrıca halkla beraber de tartıştım, onlarla da istişare ederek fikir ve kanaatlerini aldım. Ancak sakın (dışmdakilerinizin) size müdahale etmelerine izin vermeyiniz, diyerek orada cereyan eden tartışmaların (havayı bulandırmaya-cağına dair) güven vermek istedi. Sonra Hz. Ali'yi çağırarak O'na şöyle dedi:
"Allah'ın kitabı ve Rasulünün sünnetiyle amel edeceğine ve bir önceki iki halifenin icraatına da uyacağına dair söz verir misin?" Hz. Ali de:
"Umarım bilgimin ve gücümün yettiği kadarıyla yapmaya çalışırım," diye cevap verdi. (Büyük ihtimalle bu ifadeden kesin bir sonuç çıkarmadığı için) Abdurrahman bu kez de Hz. Osman'a aynı teklifi yapıp O'ndan:
"Evet," diye kesin bir karşılık alınca hemen kendisine Bey'at etti. Bunu gören cemaat de Hz. Osman'a bey'at ettiler.[8] Böylece Halife ilan edilmiş oldu ve Abdurrahman Bin Avf da bu suretle herhangi bir ihtilaf ve kargaşaya meydan vermeden meseleyi halletmeyi, Hz. Osman'ı destekleyen şura üyelerinin görüşünden başka bir eğilimin ağır basmasına engel olmayı ve oyları eşit duruma gelmiş iki adaydan birini destekleyerek taraf tutar bir duruma düşmemeyi başardı. Bu başarıya da elbette ki her iki yüce sahabi-nin tabiatını çok iyi bildiği için ulaşmış oldu.
Hz. Osman'ın seçildiği gün şura üyelerinden Talha Bin Ubey-dullah da Medine'ye döndü. Ona,
Git Osman'a oyunu ver, dediler.
- Kureyş'in hepsi O'ndan razı mı, diye sordu.
- Evet, dediler. Bu sefer de:
- Bütün halk O'na bey'at etti mi? (O'na oyunu verdi mi?) yine:
- Evet, dediler. Bunun üzerine:
- Tüm halkın görüş birliği içinde olduğu bir meselede elbette ki ben onlardan ayrılmam, dedi ve o da Hz. Osman'a hemen bey'at etti. [9]
Tarihçiler, ilk tslam döneminin şura üyeleri hakkında ve bu üç gün boyunca aralarında geçen tartışmalarla ilgili olarak çok çeşitli görüş ve fikirler kaydetmişlerdir. Dolayısıyla onların rivayetleri arasında bir çok çelişkiler ortaya çıkmıştır. Bu sebeple desanki sahabiler arasında anlaşmazlıklar ve sürtüşmeler varmış gibi bir izlenim uyanmış dolayısıyla bazı okuyucular o seçkin topluluğun üyeleri ve bu ümmetin o değerli önderleri arasında devamlı bir siyasi rekabetin hakim olduğu zehabına kapılmışlardır. Halbuki onlarda asla böyle bir eğilim yoktu. Nitekim böyle bir tutum onların Allah'a olan sağlam ve sarsılmaz imanlarına, tertemiz ahlak ve seciyelerine uymazdı. Başa geçip de insanları peşlerinden sürüklemek, dünya hevesine kapılmak gibi bir derekeye düşmek, her an içlerinde duydukları Allah korkusu anlayışına son derece aykırıydı.
Hülasa bu mevzuda gerçek şudur ki : Hz. Osman'ın halife seçilmesi görüşmelerinde hiç bir problem çıkmamıştır. Keza bu seçim, sonrasında ümmeti parçalayıcı, ayırıcı bir hadiseye veya böyle bir olay için kaynaklık edecek bir sebebin ortaya çıkmasına da yol açmamıştır.
Hz. Osman, halife seçildikten sonra minbere çıkarak kısa bir konuşma yaptı. Şura üyeleri arasında en düşünceli ve üzgün olanı da O'ydu. Konuşmasında halka nasihatte bulundu. Onlara ahiret hayatını hatırlatarak dünya fitnelerine bulaşmamalarını öğütledi. Hz. Osman'ın bey'ati, Hicretin yirmidördüncü yılı, Zilhicce ayının sonlarına rastladı/ [10] Bu sırada vilayetlerin valileri şunlardı:
Mekke Valisi: Nafi Bin Abdilharis El-Huza'i
TaifValisi: Süfyan Bin Abdullah Es-Sakafi.
Sana Valisi: Ya'la Bin Münebbih
Cened Valisi: Abdullah Bin Ebi Rabi'a El-Mahzumi
Küfe Valisi: El-Muğıra Bin Şa'be Es-Sakafi
Basra Valisi: Ebu Musa El-Eş'ari
Şam Valisi: Muaviye Bin Ebisüfyan
Humus Valisi: Umeyr Bin Saad
Mısır Valisi: Amr Bin El-As
Bahreyn Valisi: Osman Bin Ebi'l-As. [11]
Hakikatte Hz. Osman'ın dönemi fetihlerle doludur. Bu atılımlar esasen Hz. Ömer devrinde başlatılmış bulunan fetihlerin bir çeşit devamı ve tamamlayıcısı oldu, on yıl boyunca hem karada hem denizde devam etti.
Ne varki Hz. Osman devrinin son iki yılı kargaşa içinde geçti. Öyle ki, bu kargaşa ve fitneler önceki yılların tüm güzelliklerini unutturdu. Hatta artık insanlar Hz. Osman'ın tüm yönetim yıllarının böyle anarşi içinde geçtiği ve hüküm süren kargaşanın, O'nun halife seçilmesinden kaynaklandığı hissine kapıldılar. Ne yazık ki bu olaylar gittikçe azdı ve nihayet O'nun şehid edilmesine de se-beb oldu.
Bu sırada Şam Valisi Muaviye Bin Ebisüryan'dı. Muaviye Bizans üzerine bir sefer düzenledi ve o devirde Ammuriye adını taşıyan (bugünkü) Ankara'ya kadar ulaştı. Hz. Peygamber'in sahabilerin-den Ubade Bin Es-Samit, Halid Bin Zeyd, Ebu Zer El Ensari ve Şeddad Bin Evs de O'nunla beraber bulunuyorlardı.
Müslümanlar, bu devirde aldıkları topraklann genişliğine kıyasla asker sayısı bakımından az olmalarına rağmen büyük yerler fethettiler. Keza düşman kuvvetlerine nazaran yine çok az idiler.
Bu sebepledir ki fethettikleri bölgelerde çok küçük birlikler bırakmak zorunda kalıyorlardı. Çünkü önlerinde açık cepheler ve geniş serhadler vardı ki buraları sürekli olarak korumak mecburi-yetindeydiler.
Savunmak durumunda bulundukları merkezler ve gerektiğinde imdat kuvvetler olarak lüzumlu yerlere ve cephelere sevkedil-mek üzere yığınak yaptıkları noktalar vardı.
Bütün bu sebepler yeni yeni fethedilen memleketlerde ancak çok az sayılarda askeri kuvvetler bırakmak gibi bir sonuç doğurmuştu.
Bu da zaman zaman bu memleketlerin yerlilerinin cesaretlenerek cizyelerini ödemekte zorluk göstermelerine ve istedikleri takdirde müslümanları hezimete uğratıp, otoritelerine karşı baş-kaldırabilecekleri zannına kapılmalarına sebep oluyordu.
Ülkelerinin müslümanlar tarafından fethedilmiş olmasına, işledikleri bir hatanın belki de bir yanlış ihtimal değerlendirmesinin bir sonucu olarak bakıyor. Bunun ancak sonradan farkına varabildiklerine inanıyorlardı. Sonra da aziz ve üstün oldukları eski günlerini ve tarihe gömülmüş devletlerini düşünerek hasret çekiyor, yeniden o günleri ihya etme idealleri ve hayalleriyle yaşıyorlardı. Bu sebeple de her an, müslümanlarm üstüne çullanacakları uygun bir fırsatın arayış ve bekleyişi içindeydiler.
Tabi insanoğlunun fıtri yapısı böyledir, hep fırsat kollar. Dolayısıyla islam devletinin artık vatandaşları olmuş bu gayrimüslim kitleler sık sık baş kaldırıyor, antlaşmaları bozuyorlardı.
Nitekim fethedilmiş bulunan İran ve Bizans topraklarında halk Hz. Ömer'in vefatını fırsat bilerek yer yer idareye karşı baş kaldırdılar. Müslümanların zayıf düştüklerini zannediyorlardı. Fakat güçlerinden hiç bir şey kaybetmediklerini gözleriyle gördüler.
Hz. Osman devrinin bu konuda Hz. Ömer devrinden hiç de farklı olmadığına kanaat getirdiler. Müslümanlar ikinci kez bu asi toplulukları terbiye etmek zorunda kalmışlardı.[12]
Hicretin yirmibeşinci yılında İskenderiye, Antlaşmasını tek taraflı olarak bozunca Mısır Valisi Amr Bin El-As üzerlerine yürüdü. Savaşarak onları tekrar dize getirdi. Hz. Ömer, komutanlarından Amr Bin El-As'm, Trablus'un fethinden sonra Afrika'da daha fazla açılmasını menetmişti. Fakat Hz. Osman bu konuda yeniden izin verdi ve Abdullah Bin Saad Bin Ebi Serh'i bir kuvvetin başında bu yöne doğru gönderdi.
Abdullah Trablus'u geçerek kıyıda bulunan Romalılara ait bir çok gemileri ele geçirdikten sonra Kuzey Afrika'daki seferine devam ederek Hicretin 27'nci yılında, (günümüzdeki Tunus şehirlerinden) Kayravan'm Güneybatısında Subaytıla denilen yerde bir Bizans ordusuyla karşılaştı. Kayravan Kenti o tarihlerde henüz kurulmuş değildi. Bizans ordusunu Georg adında bir komutan yönetiyordu. İslam ordusunun saflarında bulunan Abdullah Bin Zü-beyr yapılan bu savaşta Bizanslı komutan Georg'u öldürdü. Müslümanların burada elde ettikleri zaferde Abdullah'ın büyük payı oldu.
Fakat İslam ordusu komutam Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh
o günün mevcut şartlan karşısında Bizanslılarla barış akdederek her yıl belli bir miktar cizye ödemelerine karşılık Afrikayı tahliye etti. Bunu, güney yönünden Mısır'ı tehdit eden Nuba'ları engellemek maksadıyla yapmak zorunda kalmıştı. [13]
Şam Valisi Muaviye, daha Hz. Ömer devrinde denizden de fetihleri sürdürmek istediğini ve Humus kenti civarındaki köyleri de İslam topraklarına katmak arzusunda bulunduğunu Halife'ye ısrarla teklif ediyor, hatta Humus köylerinden birinin halkı, aradaki yakm mesafeden dolayı Rum köylerinden gelen köpek ve horoz seslerini rahatça duyduklarını anlatıyor, böylece O'nu ikna etmeye çalışıyordu. Bu ısrar karşısında Hz. Ömer neredeyse Muavi-ye'nin teklif ve isteğini onaylamak üzereydi. Bu maksatla bir istihbarat yapmak istedi. Hz. Ömer denize son derece yabancıydı.
Bu konuda bilgi almak için Amr Bin El-As'a bir mesaj göndererek özetle:
"Bana denizle, denizde seyahat yapan insan hakkında bilgi ver. Zira nefsimle kavga halindeyim" diyordu. Amr Bin El-As esprili bir ifadeyle şu karşılığı yazarak gönderdi:
"Deniz üzerinde birçok yaratıkların, bir tek yaratığa bindiğini gördüm. Deniz sakinleşti mi ödleri patlar, azdığı zaman da kendilerini kaybederler.
Deniz yolculuğunda, inanç azalır, tahmin ve tereddütler artar. İnsanlar bu yolculukta bir dal üzerine konmuş böceklere benzerler. Gemi yan yattı mı denize dökülür, boğulurlar. Kurtuldu mu, bu kez de yolcularını gurbetle, yerlerinden ve yakınlarından ayırmış olur."
Hz. Ömer Amr'in bu mektubunu okuyunca Muaviye'ye şöyle bir cevap yazdı:
"Hayır! Muhammed'i hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki hiç bir müslümanı denize bindirmem."
Hz. Osman, halife seçilince Muaviye O'na da müracaat ederek bu isteğinde ısar etti.
Bunun üzerine Halife, bir gemi ile çıkmasını onayladı ve kendisine şu talimatı verdi:
"Seçerek veya kura çekerek kimseyi askere alma, halkı mu-hayer bırak, kim kendi isteğiyle gelirse onu al götür ve ona yardımcı ol."
Muaviye de öyle yaptı ve Beni Fezara Kabilesinin taraftarlarından Abdullah Bin Kays El-Casi'yi de askerinin başında görevlendirdi.
Hicretin 28'nci yılında Kıbrıs'a bir sefer düzenleyerek halkını yılda 7 bin dinar vergiye bağladı. İslam Devletinin bir eyaleti olan Mısır, Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh komutasında bir kuvvet göndererek Kıbrıs'ın fethi için Muaviye'ye yardımda bulundu.
Ancak Abdullah varıncaya kadar Muaviye'nin fethi gerçekleştirip halkın tamamının başında bulunduğunu, (asayişi temin ettiğini) gördü.
Kıbrıs fatihleri arasında Rasulullah (sav)'m sahabilerinden Ubade Bin Samit, Mikdad Bin Amr, Şeddad Bin Evs ve Ebuzer El-Ğifari de vardı. Bunlardan Ubade Bin Samit, zevcesi Ümmü Ha-ram'ı da beraber götürmüştü.[14]
Bu arada, Hicretin 28'inci yılında Habib Bin Mesleme, Suriye'de henüz Bizans'ın elinde bulunan bazı yerleri daha alarak İslam topraklarına kattı.[15]
Hicretin 31 'nci yılında da İslam ve Bizans orduları arasında Ki-likya [16] sahillerinde Araplar tarafından Zatu's-Savari [17] olarak anılan kanlı bir savaş cereyan etti. Sebebine gelince her iki taraf birbirlerine önce güven vererek filolarını birbirlerine yaklaştırıp iki tarafa aid gemilerin yelken direklerini birbirlerine bağladılar. Fakat sonra Bizans kuvvetleri komutanı savaşa karar verdi. İslam filosu komutanı, Mısırdan gelen kuvvetin başındaki Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh idi. Bizanslıları ise İmparator Konstantin'in bizzat kendisi idare ediyordu. Filosu beşyüz gemiden fazlaydı. Buna rağmen savaş alanından kaçtı. Bizanslılar korkunç bir yenilgiye uğradılar/ [18]Gemilerinin direkleri servi ve çamdandı. Bu da bir bakıma ağaç ve ormanların her iki taraf için ne kadar önem taşıdığını ortaya koymaktır. Bölgenin sahilleri bu cins ağaçlardan oluşan ormanlarla kaplıydı.
Şam Valisi Muaviye Bin Ebisüfyan Bizans'ın elinde bulunan Malatya yakınlarındaki Hisn'ul-Mar'a (kadın kalesi)yı da ele geçirdi. Bu sırada Afrika İslam Devletiyle antlaşmasını bozup başkaldırınca Mısır Emiri Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh üzerlerine yürüdü. Bu bölgeyi ikinci defa fethederek ahalisini, -vermemekte direndikleri cizyeyi- yeniden vermeye mecbur edip onları dize getirdi. [19]
Vaktiyle Hz. Ömer döneminde Azerbaycan ve Ermenistan eyaletleri İslam Devleti adına Huzeyfe Bin El-Yaman ile barış akdederek, ödemek taahhüdünde bulundukları vergiyi vermemek isteyince Hz. Osman döneminin komutanlarından El-Velid Bin Ukba bir orduyla üzerlerine yürüdü. Öncü Kuvvetlerin başında Selman Bin Rabi'a El-Bahili bulunuyordu. Nihayet bu iki eyaletin halkı yeniden barış yapmak zorunda kaldılar.
Habib Bin Mesleme Bin Halid El Fehri batıdan Ermenistan'a sefer düzenlediği sırada, komutasında bulunan Şam Bölgesine mensup kuvvetlere Kufeliler de Selman Bin Rabİ'a EI-Bahili komutasında sekizbin kişilik bir kuvvetle imdada gitmişlerdi. Bu arada, Hz. Osman Devrinin fetih harekatı şöyle devam etti:
Horasan Emiri Omeyr Bin Osman Bin Saad Hicretin 29'ncu yılında (Şimdiki Özbekistan sınırlan içinde bulunan) Fergana Kenti üzerine bir sefer düzenledi. Aynı yıl içerisinde Sicistan Emiri Abdullah Bin Omeyr El-Leysi Kabil'e, Kirman Emiri Ubeydul-lah Bin Muammer Et-Temimi, Sina Nehri'ne kadar ulaştılar. Keza Istahr ahalisi baş kaldırdığı için, asayişi temin etmek üzere Basra Emiri Abdullah Amir Bin Kurayz bir kuvvetin başında üzerlerine yürüdü. Komutasındaki kuvvetin öncü birliklerinin başında Osman Bin Ebi'l-As vardı.
Bu arada Küfe Emiri Said Bin El-As, beraberinde Hz. Ali'nin iki oğlu Hasan ve Hüseyn, Abdullah Bin Abbas, Abdullah Bin Ömer ve Abdullah Bin Zübeyr oldukları halde Horasan'a bir sefer düzenlemişti. Fakat başka bir yönden, Basra Emiri Abdullah Bin Amir buraya daha önce gelip ulaşmış bulunuyordu. Küfe Emiri Said Bin El-As, bu durumu haber alınca yönünü değiştirerek Komes'e gitti.
Buranın halkı Nihavend Savaşı sırasında Huzeyfe Bin El-Ya-man'la akdetmiş bulundukları barışa sadık bulunuyorlardı. Bu sebeple Said buradan Cürcan üzerine yürüyerek buranın halkını yılda ikibin dinar vergiye bağlayarak sahraya ulaşıncaya kadar kuzeyden seferine devam etti. Fakat Cürcan halkı sözlerinden cayarak küfürlerini yeniden açığa vurup yol kesmeye, gelen geçeni soymaya devam ettiler. Bu durum, Kuteybe Bin Müslim El-Bahili, Horasan idaresini üstleninceye kadar böyle sürüp gitti.
Pers halkı yine ayaklanmıştı. Abdullah Bin Amir bir kuvvetle üzerlerine giderek bu topraklan ikinci kez fethetti. Bu harekat sırasında artık perişan duruma düşmüş ve köşe bucak kaçan son Sa-sanî İmparatoru, Yezdgerd, Kirman'a kaçtı. O'nu izlemek üzere Müşaci' Bin Mes'ud Es-Silmî görevlendirilmişti. Yezdgerd, kaçarken Morgab Nehri kenarında bulunan bir değirmene uğradı. Nihayet sonraları, (kesin olarak bilinmeyen bir sebeple burada) değirmenci tarafından öldürüldüğü anlaşıldı.
Horasan halkı da ayaklanmıştı. İsyanı bastırmak üzere Abdullah Bin Amir bir kuvvetin başında buraya yürüdü. Öncülerir nin başında El-Ahnef Bin Kays bulunuyordu. Bu sefer esnasında Tus, Ebyord ve Nese'yi zaptederek Serahs'a ulaştı. Merv aharisiy-le barış akdederek bu suretle Horasan bölgesini bir kez daha fethetmiş oldu.
Hicretin 32'nci yılında Hz. Osman, Küfe Emiri Said Bin El-As'a bir mesaj yollayarak, Selman Bin Rabi'a'yı, El-Bab bölgesine sefer düzenlemek üzere görevlendirmesini emretmişti.
Selman, halifenin bu emri üzerine tayin edilmiş bulunan hedefe doğru hareket etti. Bu sırada kardeşi Abdurrahman Bin Rabi'a El-Bahili de başka bir yönde savaş halinde bulunuyordu ve bu savaşta şehid oldu. Bunun bir sonucu olarak emrindeki birlikler bozguna uğramış dağılmışlardı. Bunlardan bazıları Geylan'a, bazıları ise Cürcan'a gittiler.
Sahabilerden Ebu Hureyre ve Selman-ı Farisi de bunların arasında bulunuyorlardı. Dağılmış bulunan bu birlikten bir grup da Selman Bin Rabi'a'ya gidip sığınarak ancak kurtul ab il diler. Bu seferde komutanlardan Huzeyfe Bin El-Yaman da Selman'la beraber bulunuyordu. Hz. Osman, Ermenistan'da bulunan Şam kuvvetlerinin başındaki Habib Bin Mesleme'ye haber yollayarak El-Bab mıntıkasında savaşan Selman Bin Rabi'a El-Bahilî'ye destek kuvvet göndermesini ve kendisine yardımcı olmasını emretti. Halifenin bu emri yerine getirildi.
Ne varki Horasan yeniden ayaklanmıştı. Bunun üzerine Abdullah Bin Amir, yardımcılarından, komutan El-Ahnef Bin Kays'ı Merv-i Ruz'a gönderdi. Buranın ahalisiyle bir antlaşma yaptı. Fakat Talegan, Faryab, Cüzcan ve Taharistan bölgelerinin tüm ahalileri birleşerek üzerine geldiler. Ancak Allah'ın izniyle, müslüman-lar yine de bunlara karşı üstünlük elde ettiler. Ayrıca Belh halkıyla da barış akdettiler. Sonra EI-Akra' Bin Habis, Cevzican üzerine gönderildi. Burası da fethedildi ve böylece El-Ahnef Hicretin 33'ncü yılında üçüncü kez Horasan'a girmiş oldu.
Hz. Osman döneminde fetih hareketleri işte böyle geniş şekilde sürüp gidiyordu. Afrika, Kıbrıs ve Ermenistan bölgesinde İslam topraklarına yeni yeni yerler ilave edilirken bunun yanı sıra Pers ülkesinde Horasan'da ve Babül-Ebvab'da antlaşmalarını tek taraflı olarak bozan kitleler itaate yeniden mecbur edildiler. Keza Sind bölgesi Kabil ve Fergana kentleri İslam devletine kazandırıldı. [20]
[1] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 326-327
[2] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 351-352
[3] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 2, s. 188-189
[4] tbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 334-335
[5] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 327-328
[6] Hz. Osman; bu ifadeyle Allah Teala'nın şu sözüne işaret etmek istemiştir. "Kim bir iyilikte bulunursa, O'na -mükafat olarak- yaptığının on katı verilecek, bir kötülük yapan ise sadece misli ile cezalandırılacaktır." En'am Suresi: Ayet; 160 (Mütercim)
[7] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/125-136.
[8] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 70-76
[9] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 77
[10] İbn-i Kesir, El~Bidaye tere, c. 7, s. 228
[11] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 82
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/139-144.
[12] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/145-146.
[13] lbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 91-92, 94-97
[14] İbn-ülEsir, El Kamil tere, c. 3, s. 101-104
[15] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 251-252
[16] Kilikya: Günümüz Türkiye'sinin Adana ve Mersin illeriyle Konya ilinin güneyini ve Antalya ilinin doğu yörelerini içine alan bölgenin, eski adıdır.
[17] Zat'us-Savari: Yelken direkleri savaşı demektir
[18] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 122-124
[19] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 142
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/147-150.
[20] Ibn-üIEsir, El Kamil tere, c. 3, s. 114-116, 129-134, 136-138; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 260-266
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/150-153.