Hz. Osman dönemini, Hz. Ömer'in hilafeti sırasındaki merhaleyle karşılaştırdığımız zaman görüyoruz ki bu merhale içinde İslam toplumu faziletlidir, fertler, birbirleriyle yardımlaşma ve dayanışma halindedir. Tabi Hz. Osman Hilafet makamına getirildiği gün halk hemen değişivermedi. Hatta diyebiliriz ki O'nun, Hz. Ömer'e kıyasla yumuşak idaresinden dolayı kendisinden daha çok hoşnut kaldılar. Çünkü Hz. Ömer'in sıkı disiplininden bir çeşit bıkmış görünüyorlardı. Dolayısıyla O'nun gösterdiği aşırı merhamet ve hoşgörü sebebiyle idaresinden memnunluk duymaya başladılar.
Ama her ne kadar bazı tarihçiler, bu iki dönem arasındaki farkı göstermeye ve Hz. Ömer'in dönemini daha tasvib etmeye çalışmış iseler de halkın bu dönemde uygulanan sıkı idareden bezdiklerini saklamak mümkün değildir.
Hz. Osman'ı hilafet makamına getiren Şura üyelerinin toplum üzerinde hiç bir baskısı, hiç bir kötü etkisi olmadı. Bilakis, Hz. Osman'ın hilafet'e getirilmesi çok tabii bir hava içinde gerçekleştirildi. Hiç kimseden herhangi bir tepki gelmedi.
Şura üyelerine gelince Abdurrahman'm kendi isteğiyle adaylıktan çekildiğini görüyoruz. Zübeyr üe Saad da başkasını aday gösterdiler. Hz. Ali'den başka kimse kalmadı. O'nun da Hilafette -aslında- işin başından sonuna kadar katiyyen gözü yoktu. Diğerleri gibi o da oyunu Hz. Osman'a verdi.
Ancak bu sırada büyük dedikodu konusu olarak bir problem ortaya çıktı ki bu da Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah'm, Hürmüzan'ı Cüfeyne'yi ve Ebu Lu'lu'e'nin kızını öldürmesi olayıdır.
Esasen Hz. Ömer'e karşı işlenen suikast, Mecusi, Yahudi ve Hnstiyanlann işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir siyasi cinayet idi. Bu işbirlikçilerin bir kısmı içeride idiler ve müslüman gözüküyorlardı. Bazıları ise dışarıda idiler ve bu komploda elleri vardı.
Şu halde cinayet işlemek ve ideolojik maksatla müslümanların hayatına kasdetmek suçlarından dolayı katillerin idam edilmeleri gerekirdi. Ancak bu cezanın da halife tarafından infaz ettirilmesi lazımdı. Aksi halde O'nun yetkilerini çiğnemek anlamına gelirdi. Bu da idarede anarşi demekti, her isteyenin, kendi şahsi görüşüyle ve müeyyideleri kendi eliyle uygulaması demekti. Buna ise göz yumulamazdı.
Dolayısıyla madem ki Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah, başına buyruk olarak bu işi yapmış, (mevcut nizamı çiğneyerek, babasının intikamını almıştı) O halde hesaba çekilmesi gerekirdi. Fakat netice itibariyle O'nu da hesaba çekecek olan yine Halifeydi. Bu nedenle, Halife, soruşturmayı neticelendirip kararını verinceye kadar, Ubeydullah, yakalanarak hapsedildi. Hz. Osman bu konudaki soruşturmayı başlatmakla Hilafetinin ilk sorunu ile karşılaştı. O'nun, bu cinayetleri işleyene gerekli müeyyideyi uygulaması şarttı. Yani Ubeydullah'ı idam ettirmesi gerekirdi. Hz. Ali ile beraber birkaç sahabi de bu görüşte idiler.
Bir diğer sahabi grubuna göre de, daha dün çirkin ellerle şehid edilen Hz. Ömer'in bugünse oğlunun idam ettirilmesi zor bir meseleydi. Hem sonra bir müslüman, öldürdüğü bir diğer müslüma-nın kanma karşılık ancak idam edilebilirdi. Halbuki halk Hürmü-zan'in müslüman olduğu hakkında şüpheliydiler. Bu sebeble de müslümanların bir kısmı, Hz. Osman'a (İslam hukukuna göre velileri bulunmayan bu yabancılara, Devlet Başkanı sıfatıyla veli olarak) devlet hazinesinden tazminat ödemesini, ancak ne kendilerine Ödenmesi mümkün olan ne de velileri bulunmadığı için, bunu tekrar hazineye kabul etmesi teklifinde bulunurlarken, bir kısmı da bu tazminatı devlet hazinesinden değil, bizzat şahsi malından ödemesi gerektiği görüşünü savundular.
Fakat Halife, bu tür hileli çare arayışlarını kabul ederek Allah'ın koymuş bulunduğu kanunlardan birinin askıya alınmasına hizmet edemezdi. Bu sebeple idamın infaz edilmesi için Ubeydullah'ı, Hürmüzan'm oğlu Kumazeban'a teslim etti. Çünkü Hürmü-zan'm müslüman olduğuna hükmedilmişti.
Kumazeban bu -ibretli- olayı şöyle anlatıyor, diyor ki:
"Sonradan Medine'ye gelip yerleşmiş bulunan (biz) Acemler, birbirimize gider gelir (kendi aramızda daha çok görüşür, haşir neşir olurduk.) Bir gün Feyruz [1] babama uğradı, beraberinde de iki başlı bir hançer vardı. Babam hançeri (bir an için) O'ndan alarak, "Bu memlekette (bunun ne işi var) bununla ne yaparsın?" diye sordu. Feyruz ise:
"Hiç canım, işte Öylesine taşıyorum, onunla avunuyorum,"
diye cevap verdi. Babam hançerini tekrar kendisine iade edince adamın biri bunu görmüş. Ertesi gün de Hz. Ömer katledilince, bu adam gidip -Ben bu hançeri Hürmüzan'da gördüm, Feyruz'a onu veren Hürmüzan'dır diye ihbar etmiş. Bunun üzerine Ubeydullah gidip babamı öldürdü. Hz. Osman Hilafet makamına geçince beni çağırıp Ubeydullah'ı bana teslim etti ve dedi ki:
- Bak evladım! Babanın katili işte budur. Sen babana O'ndan daha evlasın. Al O'nu götür, idamını sen infaz edeceksin.
Ben de bunun üzerine Ubeydullah'ı alıp götürdüm. Medine'de kim var kim yok, yediden yetmişe herkes başıma toplandı.
Kendisini affetmem için ısrarla ricada bulundular. Onlara:
- Şimdi ben bu adamı öldürebilir miyim, diye sordum.
- Elbette, diye cevap verdiler ve Ubeydullah'a ağız dolusu sövmeye başladılar. Sonra onlara:
- Peki O'nu öldüreceğim zaman, O'nu koruyacak (bana engel olacak) mısınız, diye sordum.
- Asla, dediler ve yine O'na sövmeye başladılar. Bunun üzerine Allah'ın rızası ve O'nların hatırı için Ubeydullah'in hayatını bağışladım. Allah'a yemin ederim o kadar sevindiler ki hemen beni omuzladılar, evime kadar adamların omuzları ve elleri üzerinde ulaştım.[2]
Böylece hak sahibi kendi rızasıyla hakkından vazgeçti ve Ubeydullah'ı affetti. Tazminatını da Hz. Osman bizzat kendi malından ödedi.'[3] Diğer ikisinin ise velileri bulunmadığından Hz. Osman'ın onlar için çıkardığı tazminat da Devlet hazinesine Ödendi. Bu suretle sorun, barışçı bir şekilde halledilmiş oldu. Dolayısıyla dedikodular da kesildi, halk yine eskisi gibi rüşdüne döndü. Yar-dimlaşan faziletli bir cemiyet olarak hayatım sürdürmeye başladı. Fakat ne varki bu çok uzun sürmedi. Toplum yavaş yavaş Ölçülerini kaybetmeye yüz tuttu. Bunun da elbette sebepleri vardır. Bunların bazısı bizzat Halife ile ilgiliydi, bazısı değişen dünya ve ülke şartlarıyla, bazısı ise uygulanan siyasetle ilgiliydi.
Bilindiği üzere Hz. Ömer, çok ciddi, kuralcı ve tayin ettiği yöneticilere karşı affetmez bir tutuma sahipti. Bu durum insanların O'ndan çekinmesine ve kalplerine heybetinin sinmesine sebep olmuştu. Dolayısıyla kimse O'nun emir ve talimatlarına aykırı davranmaya cesaret edemezdi. İbn'ül-Cevzi şöyle bir olay nakletmektedir. Diyor ki:
"Hz. Ömer bir keresinde Mekke'ye gelmişti. Şehir halkı kendisine baş vurarak:
-Ya Emir'el-Mü'minin! Ebu Süfyan sel yatağının içinde bir set bina etmiş, burada toplanacak yağmur sularıyla evlerimizin yıkılmasına sebep olacaktır, diye şikayette bulundular.
Bunun üzerine Hz. Ömer elinde çubuğu bulunduğu halde Ebu Süfyan'm yanma gitti. Baktı ki gerçekten de taşları yığarak bir set yapmış. O'na seslenerek sert bir ifade ile:
- Kaldır bakayım şu taşı, diye emretti. Ebu Süfyan taşı hemen kaldırdı. Hz. Ömer, yığın halindeki taşları göstererek aynı tavırla:
- Haydi şunu da kaldır, şunu da şunu da, diyerek hepsini O'na sür'atle kaldırttı. Sonra da Kabe'ye yüzünü çevirerek:
- Şu Mekke'nin göbeğinde Ömer'in, Ebu Süfyan'a emretmesini ve O'nun da itiraz etmeden bu emirleri yerine getirmesini müyesser kılan Allah'a hamd olsun. (Allah'ım ne büyüksün, nelere kaadirsin!) diye bir yandan Allah'a şükrederken, bir zamanların Kureyş lideri ve Mekke'-nin Reisi Ebu Süfyan'ın, kendisinden ne kadar çekindiğine de hayret ediyordu.
Tarihçi Taberi de şunları anlatıyor, diyor ki:
"Hz. Ömer'e dışarıdan bir ganimet malı getirilip teslim edilmişti. O da oturmuş halka dağıtıyordu. Ortalık kalabalıktı. Bir ara Saad Bin Ebi Vakkas, kalabalığı yararak O'na ulaştı. Hz. Ömer dayanamayarak elindeki çomakla O'nu döverken:
"Allah'ın yeryüzündeki otoritesine saygısızlık edip geldin, şunu da bilmiş ol ki bu durumda Allah'ın yeryüzündeki otoritesi de sana saygılı olmaz" [4] diyerek O'nu haşladı.
Hz. Osman'a gelince o çok yumuşaktı. Dolayısıyla O'nun bu tutumu, halkın kendisinden yüz almasına sebeb oldu. O'ndan çok şey istediler. Bunların başında yöneticilerin görevden alınması geliyordu. Bu sebebledir ki Küfe Valüiği'nden Muğira Bin Şabe'yi alarak yerine Saad Bin Ebi Vakkas'ı tayin etti. Sonra O'nu da azlederek yerine Velid Bin Ukba'yı görevlendirdi. O'nu da vazifesinden alarak yerine Said Bin El-As'ı tayin etti. Sonra O'nu da azlederek Ebu Musa El-Eş'ari'yi tayin etti. Keza Ebu Musa El-Eş'ari Basra Valisi'yken O'nu oradan alarak yerine Abdullah Bin Amir Bin Kurayz'ı tayin etti. Amr Bin El-As'ı Mısır valiliğinden alarak yerine Abdullah Bin Saad Bin Ebi Serh'i tayin etti.
Hz. Osman'ın, tayin ettiği yöneticilere karşı muamelesi çok yumuşak idi. O'nun bu tutumu, O'nların zaman zaman cüretli itirazlarına ve kendisine dil uzatmalarına bile sebeb oluyordu. Hz. Osman çok nazikti. Buna mukabil Hz. Ömer müthiş sertti.
Hz. Ömer, aile halkına karşı da çok sertti. Bir yasaklama yaptığı zaman aile halkını çağırır onlara şöyle derdi:
"Bakın, ben halka falan ve filan şeyi yasaklamış bulunuyorum. Onlar, sizi akbabaların leşi gözetlemesi gibi gözetlemektedirler. Siz eğer yasağı çiğneyecek olursanız, onlar da çiğnerler. Yok saygı gösterirseniz onlar da saygı gösterirler. Bakınız Allah'a yemin ediyorum, birgün içinizden birini yasakladığımı çiğnemiş olarak getirecek olurlarsa, sırf bana olan yakınlığından sebep başkalarının hakettiği cezanın iki katıyla onu cezalandırırım. Şimdi isteyen suç işlemeyi göze alsın, isteyen de terbiyesinde otursun! [5]
Hz. Osman ise aile halkına ve yakınlarına karşı yumuşak huyluydu. Aslında bütün insanlara karşı böyleydi. Nitekim her şeyden önce ve her zaman, insanın kendi yakınlarına sevgi ve şefkatle muamele etmesi gereklidir.
Hz. Osman'ın merhamet duygusu o kadar büyüktü ki İslam Devletinin kurulduğu ilk günlerde orduya hesapsız bağışlarda bulunmuştu. Müslümanların en kritik günlerinde böyle davranmıştı.
Elbeteki O'nun hilafet makamına getirilmesinden sonra genişleyen fetih hareketleriyle birlikte servetler ve ganimetler Medine'ye akmaya devletin ekonomisi güçlenmeye başlayınca Hz. Osman yakınlarına daha çok iltifat etti ve meşru maldan onları da faydalandırarak kendilerine yaklaştı, onları da kendine yaklaştırdı. El-betteki yakın ve akrabayı sevmek onlara ilgi göstermek şayanı tercih bir tutumdur. Ancak O'nun bu yumuşaklığı şefkat ve ilgisi onları da değiştirdi. Gerçekte o yakınlarından bazısını, işin üstesinden gelebilir güçte olmaları, yöneticilik yapabilecek yetenek ve yeterliliğe sahib bulunmaları nedeniyle görev başına getiriyordu. Bu sebeple akrabalarının bazısı Hz. Osman tarafından yönetim mevkiine getirilmiş bulunuyorlardı. Öteden beri O'nun akrabalarını, çok sevdiği de biliniyordu.
Hz. Ömer'in, yönetime geldiği günler devletin ekonomik gücü henüz çok zayıftı. Halk mali açıdan güçsüzdü. Bu bakımdan basit hayat tarzına alışık, ne bulurlarsa ona razı ve zorluklara karşı sabırlı idiler. Dolayısıyla yöneticilerinin emir ve talimatlarına daha çok uyuyorlardı.
Buna ek olarak İslama davetin yaygınlaştırılması, ilahi mesajın insanlığa iletilmesi amacıyla sürekli olarak fetih ve cihad ile meşgul idiler. Cepheden cepheye koşuyorlardı. Ancak devletin sınırları bir anda genişleyip içeriye ganimet ve servetler akmaya ve bu mallar, paralar mücahitlere ve halka dağıtılmaya başlayınca halk kısa zamanda zenginleşti.
Hem devlet hazinesinin dolup taşması hem de Hz. Osman'ın cömert huyu, zaman zaman beytülmal (Devlet Hazinesinde meydana gelen aşırı birikimin halka akıtılmasına sebep oluyordu. Hatta bazan Hz. Osman bununla da yetinmiyor, kendi şahsi malını da dağıtıyordu. İşte bütün bunlar zamanla şartların ve ortamın tedricen değişmesine, Hz. Ömer'le Hz. Osman dönemleri arasında açının büyümesine, bu açının Hz. Osman döneminin son günlerine doğru daha da büyük farklar yapmasına yol açtı.
Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman döneminde sürüp giden fetih hareketleri müslümanları Allah yolunda cihada itiyordu. Bu sebeple onların bir kısmı devamlı olarak serhadlerde ve cephelerde kalıyor, diğer bir kısmı ise bu stratejik mevkilere yakın, şehirleş-tirilmiş yörelerde yerleşiyorlardı.
Bunun sebebi de savaş alanlarına yakın olmaktı. Bunlar işte bu mevkilerde birer mekan ediniyor, hatta aile ve çoluk çocuk sahibi de oluyorlardı. Tabiki bunların hepsi Hz. Peygamber (sav)'in sahabileri değillerdi. Daha çok Temim, Kinde, Kuzaa, Kelb, Bahi-le, Abdülkays ve Bekr Bin Vail kabilelerine mensup göçebe Araplardan oluşuyorlardı. Fakat fetih hareketlerinde bunların rolü büyüktü. îslamı ilk kabul etmiş kıdemliler kadar önemli, onlar seviyesinde hesaba katılacak kadar güçlü, önemsenecek, hatta uyulacak kadar üstün görüşlü olduklarına inanıyor, kendilerine bir siyasi güç nazarıyla bakıyorlardı. Önce de anlattığımız gibi sürekli fetihlerin tabii bir sonucu olarak mal ve servet sahibi de olmuşlardı. Dolayısıyla savaşlara ara verildiğinde bu kabilelerle başa çıkmak zor ve bunlara disiplin uygulamak da büyük sorunlar doğurabilirdi.
Aynı zamanda bu sıralarda Arap yarımadasında şehirlerin, özellikle de Medine-i Münevvere'nin nüfusu azalmıştı. Yine fetihlerin bir neticesi olarak bu şehirlere daha çok köleler ve harp esirleri doluşmuşlardı. Dolayısıyla buralardaki eski yeknesaklık ve sosyal yapıdaki denge ve uyum bozulmuş, ilkel ve göçebe insan anlayışı buralara hakim olmuştu.
Ayrıca dışarıdan gelip bu şehirlere yerleşen insanların mensup oldukları din ve medeniyetlerin çeşitliliği sebebiyle buralarda kozmopolit topluluklar oluşmuştu. Fetihlerin doğurduğu bu sonuçla bir araya gelen değişik kökenli ve değişik anlayıştaki insanlar nihayet öyle bir ortamın doğmasına sebep oldular ki artık toplumu idare etmek, ya da en azından bazı kesimlere hakim olmak fevkalade güçleşti. İnsanlar birbirlerine farklı bakmaya başladılar. Öyle ki İsîamm asla onaylamadığı ve benimsenmesine izin vermediği farklı sınıflar, bu tutumun hazırladığı düşünce ortamında artık neredeyse doğacak oldu.
İşte bu aşamada müslüman gözüken ancak içlerinden kötü niyet besleyen bazı güruhlar ortaya çıktı ki, bunlardan biri de İbnus-Sevda (karaoğlu) adıyla tanınan, San'a yahudilerinden Abdullah Bin Sebe'dir.
Yahudilerin ise hangi amaçlara hizmet ettikleri ve akla hayale sığmayan ne hilelere başvurdukları bilmen bir hakikattir. Hem sonra yahudi kişi bilir ki müslüman olduğunu ilan ettiği zaman artık tüm müslümanlar gibi mütalaa edilir, çünkü İslam nizamında sınıf farkı diye bir şey yoktur. Sadece ilk devirlerde çok önceleri müslüman olmuş ve Bedir Savaşı'na katılmış bulunan büyük sa-habilere bazı öncelikler tanınırdı. Hepsi o kadar. Keza bir kimse İslama girdiği zaman geçmişi ne kadar kötü olursa olsun, İslam onu da affeder. İşte kötü niyetli yahudiler bütün bu avantajlardan faydalanarak İslamı arkadan vurmaya hazırlanıyorlardı.
Daha önce de işaret edildiği gibi, Hz. Ömer, büyük sahabilerin Medine dışına çıkmalarım yasaklamıştı. Kendisine danışmanlık etsinler, yardımcı olsunlar diye onları yanında alıkoymuştu. Ayrıca bundan amacı, bu büyük insanların merkezden ve kontrolden uzak memleketlerde belki de kapılabilecekleri dünya cazibesinden onları uzak tutmak, yeni müslüman olanların da İslama uygun davranışlarını değiştirmiş olan bu sahabileri örnek alarak:
"İşte bakınız, bizzat Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları böyle davranıyor, şöyle yapıyor" demelerine engel olmaktı. Hz. Ömer onlara şöyle diyordu:
"Hz. Peygamber (sav)'le beraber yaptığınız cihad ve değerli hizmetler, İslam uğruna emek olarak size yeter."
Ne varki Hz. Osman yönetime gelince onlara artık Medine'den çıkmaya ve istedikleri yere gitmeye müsaade etti.
Bunun üzerine bu kıdemli sahabiler de Medine'den çıkıp başka şehirlere gittiler. Oralarda mal ve mülk sahibi oldular. Kendilerine evler inşa ettiler.
Nitekim Zübeyr Bin El-Avam gerek Basra'da, gerek Küfe'de gerekse Mısır'da kendine birer ev inşa etmişti. Keza Talha Bin Ubey-dullah da Kufe'de kendine bir ev yapmıştı. Böylece onlar da artık bu değişik yerlerdeki evlerini mülklerini ve çiftliklerini ziyaret edip dolaşıyorlardı.
Buna ilaveten Abdurrahman Bin Avf, Zeyd Bin Sabit ve diğerleri de Medine'de kendilerine birer ev yapmışlardı. İslam topraklarına yeni yeni katılmış bulunan şehirlerin yerlileri böylece bu sa-habilerle bir araya gelme imkanı buluyor, onlarla haşir neşir oluyorlardı.
Hz. Osman döneminde toplum işte böylece yavaş yavaş değişti. Halbuki kendisi hiç değişmemiş, İslam nizamından hiç bir şey değiştirmemiş, Hz. Peygamberin ve kendisinden önceki iki Hali-fe'nin ahlak ve izlerinden hiç ayrılmamıştı.
Hakkındaki dedikodular, O'nun yakınlarına ve akrabalarına gösterdiği haklı ilgiden, köle ve esirlerin Medine'ye doluşmalarından kaynaklanıyordu.
Büyük sahabilerin Medine dışında bulunmaları ise kötü niyetli insanların ve İslam düşmanlarının çeşitli yıkıcı faaliyetlere girmelerini cesaretlendiriyor, halkın zenginleşmesi ise dillerinin uzamasına neden oluyordu. Halife hakkında ileri geri konuşulmaya başlanması ise toplumu ve devlet düzenini yıkmaya yönelik ilk hareket noktasını oluşturdu.
San'a yahudilerinden Abdullah Bin Sebe'in, kıvılcımı tutuş-turmasıyla esasen İslam dünyasında ilk fitne de fiilen başladı.
Bu adam, İslam topraklarına sonraları katılmış bulunan bölgelerin cahil yerlilerini ve yeni müslüman olmuş göçebe Arapları yoldan çıkarmak, akıllarını bulandırmak için Hz. Osman döneminde sadece dışından müslüman gözüküyordu. Şehir şehir dolaşarak propagandalarını yaymaya çalışıyordu. Turuna önce Hicaz Bölgesinden başladı. Sonra Basra'ya, oradan Kûfe'ye, oradan da Suriye'ye geçti.
Ne ilginçtir ki Şam bölgesi halkı üzerinde bir etki uyandırama-dı. Üstelik, O'nu bu bölgeden kovdular. Nihayet Mısır'a gidip yerleşti. Bu adam nereye giderse hemen halkla temasa geçiyor, gözüne kestirdiği bazı şahıslarla diyalog kuruyor, onlarla konuşup İslamı nasıl anladığım ve onu nasıl yorumladığını anlatarak bilgiçlik taslıyor, bir ilim diliyle izahlarım yaparak akılları şu ifadeleriyle bulandırmaya çalışıyordu ve diyordu ki:[6]
"Hz, İsa'nın, tekrar geri döneceğini ileri sürüp de Hz. Mu-hammed'in (bu dünyaya) tekrar geri geleceğini yalanlayana şaşarım! Nitekim Allah Teala buyuruyor ki" 'Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir.' Hz. Muham-med, bu dünyaya tekrar dönmeye, Hz. İsa'ya kıyasla daha layık ve daha evla değil mi?"[7]
İnsanlar henüz yeni yeni müslüman olmuş, eski inanç ve alışkanlıklarından henüz tamamen kopamamış, felsefi tartışmaları daha hiç bilmez bir durumdayken, bu adam işte böylece onlarda şüpheler uyandırmaya, zihinlerim karıştırmaya çalışıyordu. Hele onlarla birlikte yaşayan bedeviler (cahil ve ilkel çöl Arapları) çok daha kaba ve basit düşünceli insanlardı. Bir şeye inanıverdikleri zaman onları artık caydırabilmek, hakkı ve hakikati kendilerine benimsetmek.bir çeşit imkansızdı.
Bu kurnaz yahudi baktı ki büyük sahabiler arasında saygınlık ve takdir bakımından başta Hz. Ali gelmektedir, bir bakıma da Ha-life'den sonra ikinci adam olarak kendisine bakılmaktadır. Önceki iki halife nezdinde sahip olduğu yer ve O'nlann her konuda ve her sorunun hallinde görüşüne başvurmaları, ayrıca derin bilgileri ve Hz. Peygamber (sav)'e olan yakınlığı sebebiyle bu hain ve hilebaz yahudi O'nu koz olarak seçti. Hz. Ali'yi sevdiği için değil, temelde toplum içinde fitne ateşini tutuşturmak ve ortalığı karıştırmak niyetiyle, O'nun lehinde yoğun propagandalara girişti. Amacı kurduğu komploların ortaya çıkmasını Örtbas etmek, insanları şüphe ve tereddüdlere sürüklediğinin bilinmemesini temin etmekti.
İşte sahabilerden büyük bir şahsiyetin lehinde tavır alması, O'nu her yerde ve her münasebette övmesi, O'na koyu bir taraftar gibi görünmesi kötü niyetlerinin gizli kalmasına yarayacak, yıkıcı faaliyetlerine rahatça devam edebilecekti. Sapık fikirlerini bu sayede insanlara çok daha kolay kabul ettirme imkanını bulacaktı. Dolayısıyla Hz. Ali'nin bilhassa üstün şahsiyetini takdir eden kimselerin yanında şöyle konuşurdu:
"Hz. Ali, Hz. Muhammed (sav)'in sırdaşıdır. Çünkü her peygamberin bir sırdan vardır."
Ne varki aynı adam bir süre sonra bizzat Hz. Ali ve O'nun tayin ettiği yöneticilere bu kez de dil uzatmaya başladı. O'nun, seviye olarak diğer büyük sahabilerden sonra geldiğini, gerek kendisinin gerekse tayin ettiği yöneticilerin, bir Önceki Halife'ye akraba olmak gibi avantajlar sayesinde ancak işgal ettikleri mevkilere gelebildiklerini, bir önceki Halife çok yaşlı olduğu için ellerinde kuklaya döndüğünü ileri sürüyor, zehir kusup duruyordu. Burada şunu da belirtmekte yarar vardır ki hakikatte daha üstün bir kimse varken, O'na denk olmayan birini halife seçmek caizdir. Ancak güçlü bir müslümanm da ne kadar faziletli olursa olsun -otorite tesis edemeyecek kadar- hoşgörülü ve mülayim bir müslümanm halife seçilmesinden daha hayırlı, çok daha şayan-ı tercihtir. Buna ilaveten diyebiliriz ki zaten Hz. Osman döneminin yöneticilerinin çoğu vaktiyle Hz. Ömer tarafından ve onun devrinde tayin edilmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla bu konuda Hz. Osman'da kabahat aramaya çalışmak büyük haksızlıktır.
Hz. Osman döneminde ilk fitne Küfe'de baş gösterdi. Küfe Valisi Said Bin El-As hakkında bazı dedikodular çıktı ve bunlar Hali-fe'nin de kulağına geldi. Tabi bu dedikoduları, îslama henüz yeni girmiş, ancak îslamın güzelliklerini sindirememiş, ahlak ve faziletinden nasip alamamış cahil kimseler uyduruyorlardı. İşte bunların birkaçı:
Malik Bin Haris El-Eşter En-NahH, Sabit Bin Kays En-Nah'î, Kamil Bin Ziyad En-Nah'î, Ziyad bin Seyhan El-Abdî, Cundub Bin Züheyr El-Ğamiri, Cundub Bin Kaab El-Ezdi, Urva Bin El-Caad ve Amr Bin El-Ahmak EI-Huzaî gibi çöl ve kabile adamlarıydı.
Bu olaylar Hz. Osman döneminin sonlarına doğru ortaya çıkmaya başladı. Hilafet makamım teslim almasının üzerinden henüz on yıl geçmişti. Hicretin otuzdördüncü yılıydı. Bu sapık adamlar önce Kufe'den Şam'a sürüldüler. Fakat tekrar Kufe'ye getirildiler. Adamlar "Ne Küfe ne de Şam bize diyar olmaz" demişler. Çünkü faaliyetlerini buralarda rahat sürdüremiyorlardı.
Dolayısıyla izin almadan Cezire'ye doğru yön tuttular. Fakat Cezire Valisi Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman bunlara karşı biraz sert davrandı. Bunlardan Ester Medine'ye gönderildi. Halife O'na nerede isterse orada oturmakta serbest olduğuna dair izin verince O da yine Cezire'yi tercih etti. Yani Abdurrahman Bin Halid Bin El-Velid'in bölgesini seçti. [8]
Bu sıralarda İbn'us-Sevda (Abdullah Bin Sebe') başka şehirlerde etkisi altına almış bulunduğu kimselerle haberleşmesine devam ederek fitne ateşini boyuna körükleyip duruyordu.
Toplumda baş gösteren bu gelişmeler üzerine Hz. Osman Hicretin 34'ncü yılının hac mevsiminde eyalet valilerini davet ederek onları bir araya getirdi. Bunlar Muaviye Bin Ebisüfyan, Amr Bin El-As, Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh, Said Bin El-As ve Abdullah Bin Amir idiler.
Onlarla oturup bu sapıkların sebeb oldukları sorunları ve yaymakta oldukları propagandaları görüştü. Onlardan kimisi bu adamları cephelere sevketmesini ve böylece kendi meseleleriyle meşgul edilerek serlerinin önlenmesini, kimisi de hallerinde düzelme görülünceye kadar müslümanlara dağıtılan ganimet gelirlerinden faydalandırılmamalarını Halife'ye teklif ettiler.
Fakat Hz. Osman bu görüşlerden hiç birini kabul etmedi. Hatta valiler yerlerine döndükten sonra Küfe Valisi Said Bin El-As hakkında şikayetler çoğalıp yerine Ebu Musa El-Eş'ari istenince Halife hemen bu isteklerini kabulle Said'i azlederek yerine Ebu Musa'yı görevlendirdi. Aynı zamanda Küfe halkına bir mesaj yollayarak kendilerine şöyle dedi:
"İstediğiniz şahsı size vali olarak tayin etmiş ve Said'i de başınızdan almış bulunuyorum. Allah'a yemin ederim ki (sorumluluğunuzu taşıyan ben halifeniz olarak) şeref ve namusumu her türlü şikayet ve eleştirilerinize açık tutacağım. Elimden geldiği kadar da size karşı sabırlı ve hoşgörülü davranacağım. Allah'a asi olmamak şartıyla neyi ister ve neyi reddederseniz onu yapmaya çalışacağım. Ta ki (yarın hesap günü Allah huzurunda) elinizde beni suçlayabileceğiniz bir deliliniz bulunmasın."
Bu sıralarda Huzeyfe İbn'ül-Yaman bir kuvvetin başında Bab'ul-Ebvab denilen bölgeye bir sefer düzenliyordu.[9]
Halife'nin tüm çabalarına rağmen, aldığı tedbirler bu yıkıcı şahısları caydırıp engelleyemedi. Bilakis faaliyetlerinde ve propagandalarında devam ettiler. Bunun üzerine Halife, halkın nabzını yoklamak ve bu yıkıcı propagandaların etkisine girip girmediklerini tesbit etmek için sahabeden bazılarını eyaletlere vazifeli olarak gönderdi.
Bunlardan Muhammed Bin Mesleme'yi Kufe'ye, Usama Bin Zeyd'i Basra'ya, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ı Şam'a ve Ammar BinYasir'i de Mısır'a gönderdi. Ayrıca başkalarını da görevlendirdi. Ammar Bin Yasir'den başka hepsi bir süre sonra iyi intibalarla döndüler. Yalnız Ammar gecikti ve bazı dedikoduların yayıldığını haber verdi.
Hicretin 35'nci yılı Receb ayında Mısır'dan Hicaz'a heyet kimliğinde bir kalabalık geldi. Sözde Umre yapmaya gelmişlerdi. Fakat niyetlerinde Halife'yle tartışmak vardı. O'nunla münakaşalara girip Medine'de karışıklık çıkarmak istiyorlardı.
Nihayet Halife'yle karşı karşıya geldiler. Şikayetlerini dinleyen Hz. Osman, fikirlerini ortaya koydu. O'nları bizzat ya da aralarında Hz. Ali ve Muhammed Bin Mesleme'nin de bulunduğu bazı sa-habiler vasıtasıyla ikna etti. Medine dışında bir yerde ağırlanan bu kalabalıktan bazıları şehre girerek Hz. Osman'ın bir konuşmasınıda dinlediler. Hz. Osman hutbesinde bu misafirleri övmüş, onlara Allah'dan mağfiret dilemiş, hatta kendilerine karşı duyduğu sorumluluktan dolayı ağlamış ve hazır bulunanları dahi ağlatmıştı. Ardından bu Mısırlı kalabalık, dönüp memleketlerine gittiler.
Ne varki bu adamlar Mısır'a varır varmaz diğer eyaletlerin yerlileriyle gizli gizli temasa geçerek onları ayaklandırmaya ve idarecileri şikayet bahanesiyle Medine'ye yürümelerini teşvik ettiler. Çünkü Medine'de anarşi çıkarmak çok daha önemliydi. Zira orası devletin merkeziydi. Fitne buradan her yere daha etkin bir biçimde yayılabilirdi.
Sonra yine bu adamlar, aynı yılın Şevval ayı içinde tekrar Medine'ye toplu olarak gitmek üzere yeniden sözleştiler. Aynı zamanda sahabileri yanıltmak için hac kafileleri içinde yerlerini alarak gitmeyi kararlaştırdılar. Bu şekilde hareket etmek fitnenin daha çok yayılmasına imkan verebilirdi.
Organize olmuş bu Mısırlı şer topluluğu: 600 ya da 1000 kişi kadar vardı. Bu adamların ayarttığı Kufe'li ve Basra'lı anarşist gruplar da aynı zamanda yola çıktılar. Hicaz'da hep bir araya geleceklerdi. Bu toplulukların her biri dört gruba ayrılmış bulunuyordu. Her grubun başında bir sorumlu vardı. Hepsinin başında ise genel bir reisleri bu organizasyonu yürütüyordu.
Açıkça görülüyor ki gayet ince hesaplara dayalı bir örgütlenme sözkonusu idi.
Mısırlı anarşistlerin başında El-Ğafıki Bin Harb El-Ka'ki bulunuyordu. Yahudi Abdullah Bin Sebe' de bunlarla beraberdi. Sözde bunlar Hz. Ali'nin destekçileri, sempatizanları rolünü oynuyor, O'nun hilafet makamına getirilmesini istiyorlardı. Küfe anarşistlerinin başında da Amr Bin El-Asam bulunuyordu. Zeyd Bin Savhan El-Abdi de bunlarla birlikte idi. Basrah anarşist grubunun başında ise Harkus Bin Züheyr El-Saadi bulunuyordu. Hakim Bin Cebe El-Abdi de bunlarla beraberdi.
Tabiidir ki büyük kalabalıklar halindeki hacı kafileleri içinde gizlenmeleri sebebiyle, idareciler bunların farkına varamadılar.
Ayrıca bu çetenin gidip de Medine'nin içinde Devlet merkezinde Halife'ye suikast yapabileceğini asla düşünemiyorlardı bile...Bu nedenle böyle bir muhalif topluluğun varlığından haberdar olmuş olsalar bile onların hacılarla birlikte çıkmalarına, ya da Medine'ye girmelerine engel olma gereğini duymamışlardı.
Üç ayrı noktadan gelen anarşist gruplar nihayet Medine yakınlarına vardılar. Verilen randevuya göre Mısırlı grup Zi'I-Mar-va'da, Kûfeliler El-A'vas'da, Basralılar ise Zi'1-Haşab denilen mevkide konakladılar. Bu arada Medine halkı, olup bitenleri duydu. Bu adamların şehre girmesini istemiyorlardı. Hatta bu konuda görüşmelerde bulundular. Bunun üzerine Hz. Osman Hz. Ali ile konuşarak bu sergerdeleri Medine'ye girmekten engellemek için atlanıp kendisiyle beraber bulunmasını istedi.
Hz. Ali derhal icabet etti. Aynı zamanda Talha, Zübeyr, Mu-hammed Bin Mesleme ve sahabüerin ileri gelenleri de heyet halinde Hz. Osman'a refakat ettiler. Anarşistler, sahabilerin, Hicret Yurdunu (Medine-i Münevvere'yi) onlara karşı korumakta ısrarlı olduklarım görünce korktular.
Özellikle Hz. Ali onlara hitaben konuşunca, nizam ve düzene karşı saygılı olduklarını, boyun eğdiklerini göstermeye çalıştılar. Memleketlerine hemen dönmek arzusunda olduklarım, döndükten sonra da sükunetlerini koruyacaklarını ifade ettiler ve fiilen de döndüler. Böylece hem Hz. Ali hem de diğer müslümanlar, Medine için artık bir korku kalmadığını, tehlikenin zeval bulduğunu sanarak şehre döndüler. Ancak Medine'ye girer girmez bir de ne görsünler, sokaklar tekbir sesleriyle çınlıyordu. Hz. Osman'ın evi ise kuşatılmıştı.
Hz. Ali onları toplayıp neden tekrar döndüklerini sorunca, (Halife'nin, memleketleri olan Mısır'a varır varmaz, derhal kılıçtan geçirilmelerine dair Valiye yazılı emir gönderdiğini) bundan dolayı da gitmek istemediklerini ileri sürdüler. Peşinden de kanıt olarak Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'in Mısır Valisi tarafından idam edilmesine ilişkin (sözde) Halife tarafından gönderilmiş bir mektup çıkararak Hz. Ali'ye gösterdiler. Bu sefer Hz. Ali:
"Peki şu Kufe'Iilere de ne oluyor, onlar niçin memleketlerine dönmüyorlar?" diye azarlayıcı bir ifadeyle sorunca Kûfeliler:
"Arkadaşlarımıza yardımcı olmak üzere söz verdik de ondan!.." diye pervasızca bir cevap verdiler. Tabi Basralılar da aynı cevabı verdiler. Bundan da bellidir ki Medine'ye girmek için bu çok Önceden planlanmış bir hileydi. Aynı zamanda Mısırlı anarşistler tarafından çıkarılıp Hz. Ali'ye gösterilen mektubun da bir düzmece olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
Önceleri, Hz. Osman'ın evi üzerindeki kuşatma önemsizdi. Çünkü Halife dışarı çıkıyor, camiye gidip halka namaz kıldırabili-yor, sahabiler kendisine uğruyor, o da sahabileri ziyaret edebiliyordu. Sonra durumun vahametini hissedince eyalet valilerine haber yollayarak kendisine yardımcı olmak üzere askeri kuvvet göndermelerini ve asileri Medine'den çıkarmalarını istedi.
Ancak asiler, Halife'nin emri üzerine Medine'yi kurtarmak maksadıyla Habib Bin Mesleme'nin, bir kuvvetin başında Şam'dan, Muaviye Bin Hudeyc'in Mısır'dan, Ka'ka' Bin Amr'm Kufe'den ve Muşaci' Es-Sülemî'nin de Basra'dan hareket ettiklerini duyar duymaz kuşatmayı şiddetlendirdiler.
Bir Cuma günüydü. Hz. Osman yine halka Cumayı kıldırmak üzere çıkmıştı. Cuma konuşmasını yaptı. Bu arada asilere de hitab etti. Bir münasebetle Muhammed Bin Mesleme ayağa kalkarak Halife'yi teyid edince elebaşılardan Hakim Bin Cebele O'nu susturmaya çalıştı. Sonra Zeyd Bin Sabit müdahale etmek isteyince de bu sefer, yine elebaşılardan Muhammed Bin Kutayra O'nu susturmaya çalıştı. Bunun üzerine halk galeyana geldi. Birbirlerini taşlamaya başladılar. Bu taşlardan birinin Hz. Osman'a da isabet etmesi üzerine fenalık geçirdi. Hz. Osman taşınarak evine nakledildi. Bu gergin duruma sebep olan asilere karşı sahabiler ve çocukları tepki gösterdiler.
Aralarında Hz. Ali'nin oğlu Hasan, Saad Bin Ebi Vakkas, Ebu Hureyre, Zeyd Bin Sabit ve başka sahabüerin de bulunduğu bir grup, asilere karşı silah kullanmak istediler. Fakat Halife onlara izin vermedi. Kendisinden sebep bir olay çıkmasını istemiyordu.
Bu hadiseden sonra Hz. Osman, Hz= Ali'yi, Talha'yı ve Zübeyr'i evlerinde teker teker ziyaret etti. Evine döndükten sonra kuşatma büsbütün aşılmaz hale getirildi. Şehid edilinceye kadar artık evinden hiç çıkamadı.
Hz. Osman bu kuşatma altında mahsur bulunduğu günlerde asiler, sözde halka namaz kıldırmak için birini görevlendirmişlerdi. Bu adam, Mısır'dan gelen anarşistlerin elebaşısı El-Ğafıki Bin Harb El-Ka'kî idi. Ancak Hz. Ali veya Talha'dan biri bulunduğu zaman onlar namazı kıldırıyorlardı.
Asiler, Hz. Osman'ın evine su taşınmasını yasaklamışlardı. Bu yüzden zor durumda kalan Hz. Osman, Hz. Ali'ye, Talha, Zübeyir, Hz. Ayşe ve müminlerin diğer annelerine haber yollayarak yardım istedi. Hz. Ali ve Rasulullah'm hanımlarından Ümmü Habibe Ramle kendisine mümkün olan yardımı yapmayı denediler. Asileri azarlıyorlardı. Ama söz artık kâr etmiyordu.
Bazen de Hz. Osman bizzat kendisi asilere evin içinden hitab ediyor, onlara nasihatlerde bulunuyordu. Fakat O'nu da hiç saymıyorlardı. O kadar azmışlardı ki bir keresinde Ümmü Habibe O'na su ulaştırmak istemişti. Asiler Ümmü Habibe'nin katırım ürküttüler. Hz. Peygamber (sav)'in hanımı neredeyse hayvanın üzerinden düşecekti. Bu raddeye varmış olan saygısızlık Medine halkını çok düşündürdü. Öyle ki artık hiç kimse silahsız dışarıya çıkmaz oldu. Rasulullah'm saygıdeğer Hicret Yurdu'nda ne yazık ki artık güvenlik ortadan kalkmış bulunuyordu. Hz. Osman'ın hayatından ciddi şekilde endişe duyan sahabiler, O'nu korumak üzere genç çocuklarını evine gönderdiler.
Bunlar Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah, Zübeyr'in oğlu Abdullah, Hz. Ali'nin her iki oğlu Hasan ve Hüseyin, Talha'nın oğlu Muhammed ve daha başka birkaç delikanlıydılar. Hz. Osman bu delikanlılardan, asilere karşı katiyyen silah çekmemelerini istedi ye aksine hareket etmek isteyenleri şiddetle uyardı.
Bu sıralarda Hz. Ayşe hacca gitmeye niyet etmişti. O gidince Hz. Osman Medine'den hacca gideceklerin başında bulunmak üzere Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah'ı görevlendirdi. Ancak Abdullah, diğer genç arkadaşlarıyla birlikte O'nu korumak için kalmak istedi. Fakat Hz. Osman emrinde ısrar edince mecburen ayrılıp gitti.
Kısa bir süre sonra Medine'yi asilerden temizlemek üzere gelen imdad kuvvetlerinin yaklaşmış bulunduğu, Şam'dan gelen kuvvetlerin Vadi'l-Kura'ya ulaştıkları haberi geldi. Bunun üzerine asiler panik içine düştüler. Bir an önce menfur emellerine ulaşmak için evden içeriye girmek istediler. Ancak kapıyı koruyan ve aralarında Hz. Ali'nin oğlu Hasan'm, Zübeyr'in oğlu Abdullah'ın, Talha'nın oğlu Muhammed'in, Hakem'in oğlu Mervan'ın , Asoğlu Said'in ve emsallerinin bulunduğu bir grup sahabi gençleri onlara engel oldular. Fakat buna rağmen asiler, Hz. Osman'ın evi ile Ömer Bin Hazm'in evi arasında bulunan bir menfezden içeriye sızarak evin kapısını ateşe verdiler.
Bu esnada bile ellerini kana bulamamaları için Hz. Osman sahabi çocuklarını uyarıyor, asilere silah çekmemelerini ısrarla tekrarlıyordu. Sırf Halife'nin emrini çiğnememek, O'na saygısızlık etmemek için onlardan kılmçlarım bir kenara atanlar bile vardı. Ne varki bütün bu çaresizlikler içinde bekleyen sahabi yiğitlerinin adeta gözleri Önünde asiler kudurarak Halife'nin üzerine hücum ettiler. Bedbaht El-Gafıkî Bin Harb El-Ka'kî Hz. Osman'ın başına bir demirle vurarak O'nu şehid etti. Bu sırada kocasını korumak için araya giren Halife Hz. Osman'ın hanımı Naile Hatun'a saldıran Kutayra Bin Hamran adında bir anarşist de üzerine indirdiği bir darbeyle, müslümanların bu saygıdeğer annesinin parmaklarını kesti. Bu anarşistin Sudan Bin Hamran adındaki kardeşi ve Ki-nane Bin Bişr Bin Utab da Halife'nin katilleri arasındaydılar. Bir rivayete göre de Hz. Osman'ı, bu asilerden Amr Bin El-Ahmak adında bir bedbaht şehid etmiştir.
Hz. Osman'ın hizmetçilerinden biri katillerden Sudan Bin Hamran'ı öldürmeyi başardı. Ancak katilin kardeşi Kutayra Bin Hamran da bu hizmetçiyi şehid etti. Bu kez Hz. Osman'ın bir başka hizmetçisi de bu Kutayra'yı öldürdü. Artık ortalık iyice karışmıştı. Hz. Osman'ın evi ve Beyt'ul-Mal (Devlet Hazinesi) yağma edildi. Bu musibet Allah'ın kaçınılmaz bir kaderiydi ki olan oldu. Hulefa-i Raşidîn'in üçüncüsü olan Osman Bin Affan Hazretlerinin şahadeti Hicretin otuzbeşinci yılı Zilhicce ayının 18'nci gününe rastlamıştı. Böylece hilafet süresinin 12 yıla varmasına sadece 12 gün vardı. Şelıid edildiğinde 82 yaşındaydı.
Hacılar döndüklerinde Halifelerinin -ne yazık ki - katledilmiş olduğunu ve asayişin de henüz temin edilmediğini şaşkınlık içinde gördüler.
Meşhur Uruma Kuyusu'nu kendi parasıyla satın alıp müslü-manların genel menfaatine sunan Kur'an-ı Kerim'i elimizdeki düzen içerisinde toplayan ve cemaatin çoğalmasıyla camiin artık dar gelmesi üzerine Hz. Peygamber (sav)'in rağbetine cevap olarak camii ilk defa genişleten Hz. Osman'dır. Sayılamayacak kadar daha birçok faziletleri vardı. Allah'ın rızası üzerine olsun. [10]
[1] Hz. Ömer'e karşı süikastte bulunarak O'nu, namaz kıldırdığı bir sırada şehid eden iranlı. (Mütercim
[2] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 81-82
[3] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 244
[4] Anlatılan bu olaydan sahabiler arasındaki ilişkilerin, ya da davranışlarının ilkei olduğu sonucunu çıkarmak yanlıştır. Bilakis bu olay; deveyi hamutuyla yutan, bir yandan nazik, kibar ve uygar görünmeye özen gösteren, diğer yandan gizlice her türlü melaneti işleyen hırsız devlet adamlarıyla karşılaştırıldıklarında onların ne kadar saf ve temiz yürekli, ne kadar gerçekçi ve her şeyleriyle ne kadar meydanda olduklarını sergilemektedir. (Mütercim)
[5] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 64
[6] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 149; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 276-277
[7] Kasas Suresi, Ayet: 85
[8] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 142-149
[9] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 138,152-155; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere,c. 7, s. 275-279
[10] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 156-187; îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 281-325.
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/155-174.