Hz. Osman Döneminde Genel Durumu

 

Hz. Osman dönemini, Hz. Ömer'in hilafeti sırasındaki merha­leyle karşılaştırdığımız zaman görüyoruz ki bu merhale içinde İs­lam toplumu faziletlidir, fertler, birbirleriyle yardımlaşma ve daya­nışma halindedir. Tabi Hz. Osman Hilafet makamına getirildiği gün halk hemen değişivermedi. Hatta diyebiliriz ki O'nun, Hz. Ömer'e kıyasla yumuşak idaresinden dolayı kendisinden daha çok hoşnut kaldılar. Çünkü Hz. Ömer'in sıkı disiplininden bir çeşit bıkmış görünüyorlardı. Dolayısıyla O'nun gösterdiği aşırı merha­met ve hoşgörü sebebiyle idaresinden memnunluk duymaya baş­ladılar.

Ama her ne kadar bazı tarihçiler, bu iki dönem arasındaki far­kı göstermeye ve Hz. Ömer'in dönemini daha tasvib etmeye çalış­mış iseler de halkın bu dönemde uygulanan sıkı idareden bezdik­lerini saklamak mümkün değildir.

Hz. Osman'ı hilafet makamına getiren Şura üyelerinin toplum üzerinde hiç bir baskısı, hiç bir kötü etkisi olmadı. Bilakis, Hz. Os­man'ın hilafet'e getirilmesi çok tabii bir hava içinde gerçekleştiril­di. Hiç kimseden herhangi bir tepki gelmedi.

Şura üyelerine gelince Abdurrahman'm kendi isteğiyle aday­lıktan çekildiğini görüyoruz. Zübeyr üe Saad da başkasını aday gösterdiler. Hz. Ali'den başka kimse kalmadı. O'nun da Hilafette -aslında- işin başından sonuna kadar katiyyen gözü yoktu. Diğerle­ri gibi o da oyunu Hz. Osman'a verdi.

Ancak bu sırada büyük dedikodu konusu olarak bir problem ortaya çıktı ki bu da Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah'm, Hürmüzan'ı Cüfeyne'yi ve Ebu Lu'lu'e'nin kızını öldürmesi olayıdır.

Esasen Hz. Ömer'e karşı işlenen suikast, Mecusi, Yahudi ve Hnstiyanlann işbirliği ile gerçekleştirilmiş bir siyasi cinayet idi. Bu işbirlikçilerin bir kısmı içeride idiler ve müslüman gözüküyorlardı. Bazıları ise dışarıda idiler ve bu komploda elleri vardı.

Şu halde cinayet işlemek ve ideolojik maksatla müslümanların hayatına kasdetmek suçlarından dolayı katillerin idam edilmeleri gerekirdi. Ancak bu cezanın da halife tarafından infaz ettirilmesi lazımdı. Aksi halde O'nun yetkilerini çiğnemek anlamına gelirdi. Bu da idarede anarşi demekti, her isteyenin, kendi şahsi görüşüy­le ve müeyyideleri kendi eliyle uygulaması demekti. Buna ise göz yumulamazdı.

Dolayısıyla madem ki Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah, başına buyruk olarak bu işi yapmış, (mevcut nizamı çiğneyerek, babası­nın intikamını almıştı) O halde hesaba çekilmesi gerekirdi. Fakat netice itibariyle O'nu da hesaba çekecek olan yine Halifeydi. Bu nedenle, Halife, soruşturmayı neticelendirip kararını verinceye kadar, Ubeydullah, yakalanarak hapsedildi. Hz. Osman bu konu­daki soruşturmayı başlatmakla Hilafetinin ilk sorunu ile karşılaştı. O'nun, bu cinayetleri işleyene gerekli müeyyideyi uygulaması şarttı. Yani Ubeydullah'ı idam ettirmesi gerekirdi. Hz. Ali ile bera­ber birkaç sahabi de bu görüşte idiler.

Bir diğer sahabi grubuna göre de, daha dün çirkin ellerle şehid edilen Hz. Ömer'in bugünse oğlunun idam ettirilmesi zor bir me­seleydi. Hem sonra bir müslüman, öldürdüğü bir diğer müslüma-nın kanma karşılık ancak idam edilebilirdi. Halbuki halk Hürmü-zan'in müslüman olduğu hakkında şüpheliydiler. Bu sebeble de müslümanların bir kısmı, Hz. Osman'a (İslam hukukuna göre ve­lileri bulunmayan bu yabancılara, Devlet Başkanı sıfatıyla veli ola­rak) devlet hazinesinden tazminat ödemesini, ancak ne kendileri­ne Ödenmesi mümkün olan ne de velileri bulunmadığı için, bunu tekrar hazineye kabul etmesi teklifinde bulunurlarken, bir kısmı da bu tazminatı devlet hazinesinden değil, bizzat şahsi malından ödemesi gerektiği görüşünü savundular.

Fakat Halife, bu tür hileli çare arayışlarını kabul ederek Al­lah'ın koymuş bulunduğu kanunlardan birinin askıya alınmasına hizmet edemezdi. Bu sebeple idamın infaz edilmesi için Ubeydul­lah'ı, Hürmüzan'm oğlu Kumazeban'a teslim etti. Çünkü Hürmü-zan'm müslüman olduğuna hükmedilmişti.

Kumazeban bu -ibretli- olayı şöyle anlatıyor, diyor ki:

"Sonradan Medine'ye gelip yerleşmiş bulunan (biz) Acemler, birbirimize gider gelir (kendi aramızda daha çok görüşür, haşir neşir olurduk.) Bir gün Feyruz [1] babama uğradı, beraberinde de iki başlı bir hançer vardı. Babam hançeri (bir an için) O'ndan ala­rak, "Bu memlekette (bunun ne işi var) bununla ne yaparsın?" di­ye sordu. Feyruz ise:

"Hiç canım, işte Öylesine taşıyorum, onunla avunuyorum,"

diye cevap verdi. Babam hançerini tekrar kendisine iade edince adamın biri bunu görmüş. Ertesi gün de Hz. Ömer katledilince, bu adam gidip -Ben bu hançeri Hürmüzan'da gördüm, Feyruz'a onu veren Hürmüzan'dır diye ihbar etmiş. Bunun üzerine Ubeydullah gidip babamı öldürdü. Hz. Osman Hilafet makamına geçince beni çağırıp Ubeydullah'ı bana teslim etti ve dedi ki:

- Bak evladım! Babanın katili işte budur. Sen babana O'ndan daha evlasın. Al O'nu götür, idamını sen infaz edeceksin.

Ben de bunun üzerine Ubeydullah'ı alıp götürdüm. Medi­ne'de kim var kim yok, yediden yetmişe herkes başıma toplandı.

Kendisini affetmem için ısrarla ricada bulundular. Onlara:

- Şimdi ben bu adamı öldürebilir miyim, diye sordum.

- Elbette, diye cevap verdiler ve Ubeydullah'a ağız dolusu söv­meye başladılar. Sonra onlara:

- Peki O'nu öldüreceğim zaman, O'nu koruyacak (bana engel olacak) mısınız, diye sordum.

- Asla, dediler ve yine O'na sövmeye başladılar. Bunun üzeri­ne Allah'ın rızası ve O'nların hatırı için Ubeydullah'in hayatını bağışladım. Allah'a yemin ederim o kadar sevindiler ki hemen beni omuzladılar, evime kadar adamların omuzları ve elleri üze­rinde ulaştım.[2]

Böylece hak sahibi kendi rızasıyla hakkından vazgeçti ve Ubeydullah'ı affetti. Tazminatını da Hz. Osman bizzat kendi ma­lından ödedi.'[3] Diğer ikisinin ise velileri bulunmadığından Hz. Os­man'ın onlar için çıkardığı tazminat da Devlet hazinesine Ödendi. Bu suretle sorun, barışçı bir şekilde halledilmiş oldu. Dolayısıyla dedikodular da kesildi, halk yine eskisi gibi rüşdüne döndü. Yar-dimlaşan faziletli bir cemiyet olarak hayatım sürdürmeye başladı. Fakat ne varki bu çok uzun sürmedi. Toplum yavaş yavaş Ölçüleri­ni kaybetmeye yüz tuttu. Bunun da elbette sebepleri vardır. Bun­ların bazısı bizzat Halife ile ilgiliydi, bazısı değişen dünya ve ülke şartlarıyla, bazısı ise uygulanan siyasetle ilgiliydi.

Bilindiği üzere Hz. Ömer, çok ciddi, kuralcı ve tayin ettiği yö­neticilere karşı affetmez bir tutuma sahipti. Bu durum insanların O'ndan çekinmesine ve kalplerine heybetinin sinmesine sebep ol­muştu. Dolayısıyla kimse O'nun emir ve talimatlarına aykırı dav­ranmaya cesaret edemezdi. İbn'ül-Cevzi şöyle bir olay nakletmek­tedir. Diyor ki:

"Hz. Ömer bir keresinde Mekke'ye gelmişti. Şehir halkı ken­disine baş vurarak:

-Ya Emir'el-Mü'minin! Ebu Süfyan sel yatağının içinde bir set bina etmiş, burada toplanacak yağmur sularıyla evlerimizin yı­kılmasına sebep olacaktır, diye şikayette bulundular.

Bunun üzerine Hz. Ömer elinde çubuğu bulunduğu halde Ebu Süfyan'm yanma gitti. Baktı ki gerçekten de taşları yığarak bir set yapmış. O'na seslenerek sert bir ifade ile:

- Kaldır bakayım şu taşı, diye emretti. Ebu Süfyan taşı hemen kaldırdı. Hz. Ömer, yığın halindeki taşları göstererek aynı tavırla:

- Haydi şunu da kaldır, şunu da şunu da, diyerek hepsini O'na sür'atle kaldırttı. Sonra da Kabe'ye yüzünü çevirerek:

- Şu Mekke'nin göbeğinde Ömer'in, Ebu Süfyan'a emretmesi­ni ve O'nun da itiraz etmeden bu emirleri yerine getirmesini mü­yesser kılan Allah'a hamd olsun. (Allah'ım ne büyüksün, nelere kaadirsin!) diye bir yandan Allah'a şükrederken, bir zamanların Kureyş lideri ve Mekke'-nin Reisi Ebu Süfyan'ın, kendisinden ne kadar çekindiğine de hayret ediyordu.

Tarihçi Taberi de şunları anlatıyor, diyor ki:

"Hz. Ömer'e dışarıdan bir ganimet malı getirilip teslim edil­mişti. O da oturmuş halka dağıtıyordu. Ortalık kalabalıktı. Bir ara Saad Bin Ebi Vakkas, kalabalığı yararak O'na ulaştı. Hz. Ömer da­yanamayarak elindeki çomakla O'nu döverken:

"Allah'ın yeryüzündeki otoritesine saygısızlık edip geldin, şu­nu da bilmiş ol ki bu durumda Allah'ın yeryüzündeki otoritesi de sana saygılı olmaz" [4] diyerek O'nu haşladı.

Hz. Osman'a gelince o çok yumuşaktı. Dolayısıyla O'nun bu tutumu, halkın kendisinden yüz almasına sebeb oldu. O'ndan çok şey istediler. Bunların başında yöneticilerin görevden alınması ge­liyordu. Bu sebebledir ki Küfe Valüiği'nden Muğira Bin Şabe'yi alarak yerine Saad Bin Ebi Vakkas'ı tayin etti. Sonra O'nu da azle­derek yerine Velid Bin Ukba'yı görevlendirdi. O'nu da vazifesin­den alarak yerine Said Bin El-As'ı tayin etti. Sonra O'nu da azlede­rek Ebu Musa El-Eş'ari'yi tayin etti. Keza Ebu Musa El-Eş'ari Bas­ra Valisi'yken O'nu oradan alarak yerine Abdullah Bin Amir Bin Kurayz'ı tayin etti. Amr Bin El-As'ı Mısır valiliğinden alarak yerine Abdullah Bin Saad Bin Ebi Serh'i tayin etti.

Hz. Osman'ın, tayin ettiği yöneticilere karşı muamelesi çok yumuşak idi. O'nun bu tutumu, O'nların zaman zaman cüretli iti­razlarına ve kendisine dil uzatmalarına bile sebeb oluyordu. Hz. Osman çok nazikti. Buna mukabil Hz. Ömer müthiş sertti.

Hz. Ömer, aile halkına karşı da çok sertti. Bir yasaklama yaptı­ğı zaman aile halkını çağırır onlara şöyle derdi:

"Bakın, ben halka falan ve filan şeyi yasaklamış bulunuyo­rum. Onlar, sizi akbabaların leşi gözetlemesi gibi gözetlemekte­dirler. Siz eğer yasağı çiğneyecek olursanız, onlar da çiğnerler. Yok saygı gösterirseniz onlar da saygı gösterirler. Bakınız Allah'a yemin ediyorum, birgün içinizden birini yasakladığımı çiğnemiş olarak getirecek olurlarsa, sırf bana olan yakınlığından sebep başkalarının hakettiği cezanın iki katıyla onu cezalandırırım. Şimdi isteyen suç işlemeyi göze alsın, isteyen de terbiyesinde otursun! [5]

Hz. Osman ise aile halkına ve yakınlarına karşı yumuşak huy­luydu. Aslında bütün insanlara karşı böyleydi. Nitekim her şeyden önce ve her zaman, insanın kendi yakınlarına sevgi ve şefkatle muamele etmesi gereklidir.

Hz. Osman'ın merhamet duygusu o kadar büyüktü ki İslam Devletinin kurulduğu ilk günlerde orduya hesapsız bağışlarda bu­lunmuştu. Müslümanların en kritik günlerinde böyle davranmıştı.

Elbeteki O'nun hilafet makamına getirilmesinden sonra genişle­yen fetih hareketleriyle birlikte servetler ve ganimetler Medine'ye akmaya devletin ekonomisi güçlenmeye başlayınca Hz. Osman yakınlarına daha çok iltifat etti ve meşru maldan onları da fayda­landırarak kendilerine yaklaştı, onları da kendine yaklaştırdı. El-betteki yakın ve akrabayı sevmek onlara ilgi göstermek şayanı ter­cih bir tutumdur. Ancak O'nun bu yumuşaklığı şefkat ve ilgisi on­ları da değiştirdi. Gerçekte o yakınlarından bazısını, işin üstesin­den gelebilir güçte olmaları, yöneticilik yapabilecek yetenek ve ye­terliliğe sahib bulunmaları nedeniyle görev başına getiriyordu. Bu sebeple akrabalarının bazısı Hz. Osman tarafından yönetim mev­kiine getirilmiş bulunuyorlardı. Öteden beri O'nun akrabalarını, çok sevdiği de biliniyordu.

Hz. Ömer'in, yönetime geldiği günler devletin ekonomik gücü henüz çok zayıftı. Halk mali açıdan güçsüzdü. Bu bakımdan basit hayat tarzına alışık, ne bulurlarsa ona razı ve zorluklara karşı sa­bırlı idiler. Dolayısıyla yöneticilerinin emir ve talimatlarına daha çok uyuyorlardı.

Buna ek olarak İslama davetin yaygınlaştırılması, ilahi mesajın insanlığa iletilmesi amacıyla sürekli olarak fetih ve cihad ile meş­gul idiler. Cepheden cepheye koşuyorlardı. Ancak devletin sınırla­rı bir anda genişleyip içeriye ganimet ve servetler akmaya ve bu mallar, paralar mücahitlere ve halka dağıtılmaya başlayınca halk kısa zamanda zenginleşti.

Hem devlet hazinesinin dolup taşması hem de Hz. Osman'ın cömert huyu, zaman zaman beytülmal (Devlet Hazinesinde mey­dana gelen aşırı birikimin halka akıtılmasına sebep oluyordu. Hat­ta bazan Hz. Osman bununla da yetinmiyor, kendi şahsi malını da dağıtıyordu. İşte bütün bunlar zamanla şartların ve ortamın tedri­cen değişmesine, Hz. Ömer'le Hz. Osman dönemleri arasında açı­nın büyümesine, bu açının Hz. Osman döneminin son günlerine doğru daha da büyük farklar yapmasına yol açtı.

Gerek Hz. Ömer, gerekse Hz. Osman döneminde sürüp giden fetih hareketleri müslümanları Allah yolunda cihada itiyordu. Bu sebeple onların bir kısmı devamlı olarak serhadlerde ve cepheler­de kalıyor, diğer bir kısmı ise bu stratejik mevkilere yakın, şehirleş-tirilmiş yörelerde yerleşiyorlardı.

Bunun sebebi de savaş alanlarına yakın olmaktı. Bunlar işte bu mevkilerde birer mekan ediniyor, hatta aile ve çoluk çocuk sa­hibi de oluyorlardı. Tabiki bunların hepsi Hz. Peygamber (sav)'in sahabileri değillerdi. Daha çok Temim, Kinde, Kuzaa, Kelb, Bahi-le, Abdülkays ve Bekr Bin Vail kabilelerine mensup göçebe Arap­lardan oluşuyorlardı. Fakat fetih hareketlerinde bunların rolü büyüktü. îslamı ilk kabul etmiş kıdemliler kadar önemli, onlar seviyesinde hesaba katılacak kadar güçlü, önemsenecek, hatta uyulacak kadar üstün görüşlü olduklarına inanıyor, kendilerine bir siyasi güç nazarıyla bakıyorlardı. Önce de anlattığımız gibi sürekli fetihlerin tabii bir sonucu olarak mal ve servet sahibi de olmuşlardı. Dolayısıyla savaşlara ara verildiğinde bu kabilelerle başa çıkmak zor ve bunlara disiplin uygulamak da büyük sorun­lar doğurabilirdi.

Aynı zamanda bu sıralarda Arap yarımadasında şehirlerin, özellikle de Medine-i Münevvere'nin nüfusu azalmıştı. Yine fetih­lerin bir neticesi olarak bu şehirlere daha çok köleler ve harp esir­leri doluşmuşlardı. Dolayısıyla buralardaki eski yeknesaklık ve sosyal yapıdaki denge ve uyum bozulmuş, ilkel ve göçebe insan anlayışı buralara hakim olmuştu.

Ayrıca dışarıdan gelip bu şehirlere yerleşen insanların mensup oldukları din ve medeniyetlerin çeşitliliği sebebiyle buralarda koz­mopolit topluluklar oluşmuştu. Fetihlerin doğurduğu bu sonuçla bir araya gelen değişik kökenli ve değişik anlayıştaki insanlar niha­yet öyle bir ortamın doğmasına sebep oldular ki artık toplumu idare etmek, ya da en azından bazı kesimlere hakim olmak fevka­lade güçleşti. İnsanlar birbirlerine farklı bakmaya başladılar. Öyle ki İsîamm asla onaylamadığı ve benimsenmesine izin vermediği farklı sınıflar, bu tutumun hazırladığı düşünce ortamında artık ne­redeyse doğacak oldu.

İşte bu aşamada müslüman gözüken ancak içlerinden kötü niyet besleyen bazı güruhlar ortaya çıktı ki, bunlardan biri de İbnus-Sevda (karaoğlu) adıyla tanınan, San'a yahudilerinden Abdullah Bin Sebe'dir.

Yahudilerin ise hangi amaçlara hizmet ettikleri ve akla hayale sığmayan ne hilelere başvurdukları bilmen bir hakikattir. Hem sonra yahudi kişi bilir ki müslüman olduğunu ilan ettiği zaman ar­tık tüm müslümanlar gibi mütalaa edilir, çünkü İslam nizamında sınıf farkı diye bir şey yoktur. Sadece ilk devirlerde çok önceleri müslüman olmuş ve Bedir Savaşı'na katılmış bulunan büyük sa-habilere bazı öncelikler tanınırdı. Hepsi o kadar. Keza bir kimse İs­lama girdiği zaman geçmişi ne kadar kötü olursa olsun, İslam onu da affeder. İşte kötü niyetli yahudiler bütün bu avantajlardan fay­dalanarak İslamı arkadan vurmaya hazırlanıyorlardı.

Daha önce de işaret edildiği gibi, Hz. Ömer, büyük sahabilerin Medine dışına çıkmalarım yasaklamıştı. Kendisine danışmanlık etsinler, yardımcı olsunlar diye onları yanında alıkoymuştu. Ayrı­ca bundan amacı, bu büyük insanların merkezden ve kontrolden uzak memleketlerde belki de kapılabilecekleri dünya cazibesin­den onları uzak tutmak, yeni müslüman olanların da İslama uy­gun davranışlarını değiştirmiş olan bu sahabileri örnek alarak:

"İşte bakınız, bizzat Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları böy­le davranıyor, şöyle yapıyor" demelerine engel olmaktı. Hz. Ömer onlara şöyle diyordu:

"Hz. Peygamber (sav)'le beraber yaptığınız cihad ve değerli hizmetler, İslam uğruna emek olarak size yeter."

Ne varki Hz. Osman yönetime gelince onlara artık Medine'den çıkmaya ve istedikleri yere gitmeye müsaade etti.

Bunun üzerine bu kıdemli sahabiler de Medine'den çıkıp baş­ka şehirlere gittiler. Oralarda mal ve mülk sahibi oldular. Kendile­rine evler inşa ettiler.

Nitekim Zübeyr Bin El-Avam gerek Basra'da, gerek Küfe'de ge­rekse Mısır'da kendine birer ev inşa etmişti. Keza Talha Bin Ubey-dullah da Kufe'de kendine bir ev yapmıştı. Böylece onlar da artık bu değişik yerlerdeki evlerini mülklerini ve çiftliklerini ziyaret edip dolaşıyorlardı.

Buna ilaveten Abdurrahman Bin Avf, Zeyd Bin Sabit ve diğer­leri de Medine'de kendilerine birer ev yapmışlardı. İslam toprakla­rına yeni yeni katılmış bulunan şehirlerin yerlileri böylece bu sa-habilerle bir araya gelme imkanı buluyor, onlarla haşir neşir olu­yorlardı.

Hz. Osman döneminde toplum işte böylece yavaş yavaş değiş­ti. Halbuki kendisi hiç değişmemiş, İslam nizamından hiç bir şey değiştirmemiş, Hz. Peygamberin ve kendisinden önceki iki Hali-fe'nin ahlak ve izlerinden hiç ayrılmamıştı.

Hakkındaki dedikodular, O'nun yakınlarına ve akrabalarına gösterdiği haklı ilgiden, köle ve esirlerin Medine'ye doluşmaların­dan kaynaklanıyordu.

Büyük sahabilerin Medine dışında bulunmaları ise kötü niyet­li insanların ve İslam düşmanlarının çeşitli yıkıcı faaliyetlere gir­melerini cesaretlendiriyor, halkın zenginleşmesi ise dillerinin uza­masına neden oluyordu. Halife hakkında ileri geri konuşulmaya başlanması ise toplumu ve devlet düzenini yıkmaya yönelik ilk ha­reket noktasını oluşturdu.

San'a yahudilerinden Abdullah Bin Sebe'in, kıvılcımı tutuş-turmasıyla esasen İslam dünyasında ilk fitne de fiilen başladı.

Bu adam, İslam topraklarına sonraları katılmış bulunan bölge­lerin cahil yerlilerini ve yeni müslüman olmuş göçebe Arapları yoldan çıkarmak, akıllarını bulandırmak için Hz. Osman döne­minde sadece dışından müslüman gözüküyordu. Şehir şehir dola­şarak propagandalarını yaymaya çalışıyordu. Turuna önce Hicaz Bölgesinden başladı. Sonra Basra'ya, oradan Kûfe'ye, oradan da Suriye'ye geçti.

Ne ilginçtir ki Şam bölgesi halkı üzerinde bir etki uyandırama-dı. Üstelik, O'nu bu bölgeden kovdular. Nihayet Mısır'a gidip yer­leşti. Bu adam nereye giderse hemen halkla temasa geçiyor, gözü­ne kestirdiği bazı şahıslarla diyalog kuruyor, onlarla konuşup İslamı nasıl anladığım ve onu nasıl yorumladığını anlatarak bilgiçlik taslıyor, bir ilim diliyle izahlarım yaparak akılları şu ifadeleriyle bulandırmaya çalışıyordu ve diyordu ki:[6]

"Hz, İsa'nın, tekrar geri döneceğini ileri sürüp de Hz. Mu-hammed'in (bu dünyaya) tekrar geri geleceğini yalanlayana şa­şarım! Nitekim Allah Teala buyuruyor ki" 'Kur'an'a uymayı sana farz kılan Allah, seni döneceğin yere döndürecektir.' Hz. Muham-med, bu dünyaya tekrar dönmeye, Hz. İsa'ya kıyasla daha layık ve daha evla değil mi?"[7]

İnsanlar henüz yeni yeni müslüman olmuş, eski inanç ve alış­kanlıklarından henüz tamamen kopamamış, felsefi tartışmaları daha hiç bilmez bir durumdayken, bu adam işte böylece onlarda şüpheler uyandırmaya, zihinlerim karıştırmaya çalışıyordu. Hele onlarla birlikte yaşayan bedeviler (cahil ve ilkel çöl Arapları) çok daha kaba ve basit düşünceli insanlardı. Bir şeye inanıverdikleri zaman onları artık caydırabilmek, hakkı ve hakikati kendilerine benimsetmek.bir çeşit imkansızdı.

Bu kurnaz yahudi baktı ki büyük sahabiler arasında saygınlık ve takdir bakımından başta Hz. Ali gelmektedir, bir bakıma da Ha-life'den sonra ikinci adam olarak kendisine bakılmaktadır. Önceki iki halife nezdinde sahip olduğu yer ve O'nlann her konuda ve her sorunun hallinde görüşüne başvurmaları, ayrıca derin bilgileri ve Hz. Peygamber (sav)'e olan yakınlığı sebebiyle bu hain ve hilebaz yahudi O'nu koz olarak seçti. Hz. Ali'yi sevdiği için değil, temelde toplum içinde fitne ateşini tutuşturmak ve ortalığı karıştırmak ni­yetiyle, O'nun lehinde yoğun propagandalara girişti. Amacı kur­duğu komploların ortaya çıkmasını Örtbas etmek, insanları şüphe ve tereddüdlere sürüklediğinin bilinmemesini temin etmekti.

İşte sahabilerden büyük bir şahsiyetin lehinde tavır alması, O'nu her yerde ve her münasebette övmesi, O'na koyu bir taraftar gibi görünmesi kötü niyetlerinin gizli kalmasına yarayacak, yıkıcı faaliyetlerine rahatça devam edebilecekti. Sapık fikirlerini bu sa­yede insanlara çok daha kolay kabul ettirme imkanını bulacaktı. Dolayısıyla Hz. Ali'nin bilhassa üstün şahsiyetini takdir eden kim­selerin yanında şöyle konuşurdu:

"Hz. Ali, Hz. Muhammed (sav)'in sırdaşıdır. Çünkü her pey­gamberin bir sırdan vardır."

Ne varki aynı adam bir süre sonra bizzat Hz. Ali ve O'nun tayin ettiği yöneticilere bu kez de dil uzatmaya başladı. O'nun, seviye olarak diğer büyük sahabilerden sonra geldiğini, gerek kendisinin gerekse tayin ettiği yöneticilerin, bir Önceki Halife'ye akraba ol­mak gibi avantajlar sayesinde ancak işgal ettikleri mevkilere gele­bildiklerini, bir önceki Halife çok yaşlı olduğu için ellerinde kukla­ya döndüğünü ileri sürüyor, zehir kusup duruyordu. Burada şunu da belirtmekte yarar vardır ki hakikatte daha üstün bir kimse var­ken, O'na denk olmayan birini halife seçmek caizdir. Ancak güçlü bir müslümanm da ne kadar faziletli olursa olsun -otorite tesis edemeyecek kadar- hoşgörülü ve mülayim bir müslümanm halife seçilmesinden daha hayırlı, çok daha şayan-ı tercihtir. Buna ilave­ten diyebiliriz ki zaten Hz. Osman döneminin yöneticilerinin ço­ğu vaktiyle Hz. Ömer tarafından ve onun devrinde tayin edilmiş bulunuyorlardı. Dolayısıyla bu konuda Hz. Osman'da kabahat ara­maya çalışmak büyük haksızlıktır.

Hz. Osman döneminde ilk fitne Küfe'de baş gösterdi. Küfe Va­lisi Said Bin El-As hakkında bazı dedikodular çıktı ve bunlar Hali-fe'nin de kulağına geldi. Tabi bu dedikoduları, îslama henüz yeni girmiş, ancak îslamın güzelliklerini sindirememiş, ahlak ve fazile­tinden nasip alamamış cahil kimseler uyduruyorlardı. İşte bunla­rın birkaçı:

Malik Bin Haris El-Eşter En-NahH, Sabit Bin Kays En-Nah'î, Kamil Bin Ziyad En-Nah'î, Ziyad bin Seyhan El-Abdî, Cundub Bin Züheyr El-Ğamiri, Cundub Bin Kaab El-Ezdi, Urva Bin El-Caad ve Amr Bin El-Ahmak EI-Huzaî gibi çöl ve kabile adamlarıydı.

Bu olaylar Hz. Osman döneminin sonlarına doğru ortaya çıkmaya başladı. Hilafet makamım teslim almasının üzerinden he­nüz on yıl geçmişti. Hicretin otuzdördüncü yılıydı. Bu sapık adam­lar önce Kufe'den Şam'a sürüldüler. Fakat tekrar Kufe'ye getirildi­ler. Adamlar "Ne Küfe ne de Şam bize diyar olmaz" demişler. Çün­kü faaliyetlerini buralarda rahat sürdüremiyorlardı.

Dolayısıyla izin almadan Cezire'ye doğru yön tuttular. Fakat Cezire Valisi Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman bunlara karşı biraz sert davrandı. Bunlardan Ester Medine'ye gönderildi. Halife O'na nerede isterse orada oturmakta serbest olduğuna dair izin verince O da yine Cezire'yi tercih etti. Yani Abdurrahman Bin Ha­lid Bin El-Velid'in bölgesini seçti. [8]

Bu sıralarda İbn'us-Sevda (Abdullah Bin Sebe') başka şehirler­de etkisi altına almış bulunduğu kimselerle haberleşmesine de­vam ederek fitne ateşini boyuna körükleyip duruyordu.

Toplumda baş gösteren bu gelişmeler üzerine Hz. Osman Hic­retin 34'ncü yılının hac mevsiminde eyalet valilerini davet ederek onları bir araya getirdi. Bunlar Muaviye Bin Ebisüfyan, Amr Bin El-As, Abdullah Bin Saad Bin Ebi Şerh, Said Bin El-As ve Abdullah Bin Amir idiler.

Onlarla oturup bu sapıkların sebeb oldukları sorunları ve yay­makta oldukları propagandaları görüştü. Onlardan kimisi bu adamları cephelere sevketmesini ve böylece kendi meseleleriyle meşgul edilerek serlerinin önlenmesini, kimisi de hallerinde dü­zelme görülünceye kadar müslümanlara dağıtılan ganimet gelirle­rinden faydalandırılmamalarını Halife'ye teklif ettiler.

Fakat Hz. Osman bu görüşlerden hiç birini kabul etmedi. Hat­ta valiler yerlerine döndükten sonra Küfe Valisi Said Bin El-As hakkında şikayetler çoğalıp yerine Ebu Musa El-Eş'ari istenince Halife hemen bu isteklerini kabulle Said'i azlederek yerine Ebu Musa'yı görevlendirdi. Aynı zamanda Küfe halkına bir mesaj yolla­yarak kendilerine şöyle dedi:

"İstediğiniz şahsı size vali olarak tayin etmiş ve Said'i de ba­şınızdan almış bulunuyorum. Allah'a yemin ederim ki (sorumlu­luğunuzu taşıyan ben halifeniz olarak) şeref ve namusumu her türlü şikayet ve eleştirilerinize açık tutacağım. Elimden geldiği kadar da size karşı sabırlı ve hoşgörülü davranacağım. Allah'a asi olmamak şartıyla neyi ister ve neyi reddederseniz onu yapmaya çalışacağım. Ta ki (yarın hesap günü Allah huzurunda) elinizde beni suçlayabileceğiniz bir deliliniz bulunmasın."

Bu sıralarda Huzeyfe İbn'ül-Yaman bir kuvvetin başında Bab'ul-Ebvab denilen bölgeye bir sefer düzenliyordu.[9]

Halife'nin tüm çabalarına rağmen, aldığı tedbirler bu yıkıcı şa­hısları caydırıp engelleyemedi. Bilakis faaliyetlerinde ve propa­gandalarında devam ettiler. Bunun üzerine Halife, halkın nabzını yoklamak ve bu yıkıcı propagandaların etkisine girip girmedikleri­ni tesbit etmek için sahabeden bazılarını eyaletlere vazifeli olarak gönderdi.

Bunlardan Muhammed Bin Mesleme'yi Kufe'ye, Usama Bin Zeyd'i Basra'ya, Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'ı Şam'a ve Ammar BinYasir'i de Mısır'a gönderdi. Ayrıca başkalarını da görevlendir­di. Ammar Bin Yasir'den başka hepsi bir süre sonra iyi intibalarla döndüler. Yalnız Ammar gecikti ve bazı dedikoduların yayıldığını haber verdi.

Hicretin 35'nci yılı Receb ayında Mısır'dan Hicaz'a heyet kim­liğinde bir kalabalık geldi. Sözde Umre yapmaya gelmişlerdi. Fakat niyetlerinde Halife'yle tartışmak vardı. O'nunla münakaşalara gi­rip Medine'de karışıklık çıkarmak istiyorlardı.

Nihayet Halife'yle karşı karşıya geldiler. Şikayetlerini dinleyen Hz. Osman, fikirlerini ortaya koydu. O'nları bizzat ya da araların­da Hz. Ali ve Muhammed Bin Mesleme'nin de bulunduğu bazı sa-habiler vasıtasıyla ikna etti. Medine dışında bir yerde ağırlanan bu kalabalıktan bazıları şehre girerek Hz. Osman'ın bir konuşmasınıda dinlediler. Hz. Osman hutbesinde bu misafirleri övmüş, onlara Allah'dan mağfiret dilemiş, hatta kendilerine karşı duyduğu so­rumluluktan dolayı ağlamış ve hazır bulunanları dahi ağlatmıştı. Ardından bu Mısırlı kalabalık, dönüp memleketlerine gittiler.

Ne varki bu adamlar Mısır'a varır varmaz diğer eyaletlerin yer­lileriyle gizli gizli temasa geçerek onları ayaklandırmaya ve idare­cileri şikayet bahanesiyle Medine'ye yürümelerini teşvik ettiler. Çünkü Medine'de anarşi çıkarmak çok daha önemliydi. Zira orası devletin merkeziydi. Fitne buradan her yere daha etkin bir biçim­de yayılabilirdi.

Sonra yine bu adamlar, aynı yılın Şevval ayı içinde tekrar Me­dine'ye toplu olarak gitmek üzere yeniden sözleştiler. Aynı zaman­da sahabileri yanıltmak için hac kafileleri içinde yerlerini alarak gitmeyi kararlaştırdılar. Bu şekilde hareket etmek fitnenin daha çok yayılmasına imkan verebilirdi.

Organize olmuş bu Mısırlı şer topluluğu: 600 ya da 1000 kişi kadar vardı. Bu adamların ayarttığı Kufe'li ve Basra'lı anarşist gruplar da aynı zamanda yola çıktılar. Hicaz'da hep bir araya gele­ceklerdi. Bu toplulukların her biri dört gruba ayrılmış bulunuyor­du. Her grubun başında bir sorumlu vardı. Hepsinin başında ise genel bir reisleri bu organizasyonu yürütüyordu.

Açıkça görülüyor ki gayet ince hesaplara dayalı bir örgütlenme sözkonusu idi.

Mısırlı anarşistlerin başında El-Ğafıki Bin Harb El-Ka'ki bulu­nuyordu. Yahudi Abdullah Bin Sebe' de bunlarla beraberdi. Sözde bunlar Hz. Ali'nin destekçileri, sempatizanları rolünü oynuyor, O'nun hilafet makamına getirilmesini istiyorlardı. Küfe anarşistle­rinin başında da Amr Bin El-Asam bulunuyordu. Zeyd Bin Savhan El-Abdi de bunlarla birlikte idi. Basrah anarşist grubunun başın­da ise Harkus Bin Züheyr El-Saadi bulunuyordu. Hakim Bin Cebe El-Abdi de bunlarla beraberdi.

Tabiidir ki büyük kalabalıklar halindeki hacı kafileleri içinde gizlenmeleri sebebiyle, idareciler bunların farkına varamadılar.

Ayrıca bu çetenin gidip de Medine'nin içinde Devlet merkezinde Halife'ye suikast yapabileceğini asla düşünemiyorlardı bile...Bu nedenle böyle bir muhalif topluluğun varlığından haberdar olmuş olsalar bile onların hacılarla birlikte çıkmalarına, ya da Medine'ye girmelerine engel olma gereğini duymamışlardı.

Üç ayrı noktadan gelen anarşist gruplar nihayet Medine ya­kınlarına vardılar. Verilen randevuya göre Mısırlı grup Zi'I-Mar-va'da, Kûfeliler El-A'vas'da, Basralılar ise Zi'1-Haşab denilen mev­kide konakladılar. Bu arada Medine halkı, olup bitenleri duydu. Bu adamların şehre girmesini istemiyorlardı. Hatta bu konuda görüş­melerde bulundular. Bunun üzerine Hz. Osman Hz. Ali ile konuşa­rak bu sergerdeleri Medine'ye girmekten engellemek için atlanıp kendisiyle beraber bulunmasını istedi.

Hz. Ali derhal icabet etti. Aynı zamanda Talha, Zübeyr, Mu-hammed Bin Mesleme ve sahabüerin ileri gelenleri de heyet ha­linde Hz. Osman'a refakat ettiler. Anarşistler, sahabilerin, Hicret Yurdunu (Medine-i Münevvere'yi) onlara karşı korumakta ısrarlı olduklarım görünce korktular.

Özellikle Hz. Ali onlara hitaben konuşunca, nizam ve düzene karşı saygılı olduklarını, boyun eğdiklerini göstermeye çalıştılar. Memleketlerine hemen dönmek arzusunda olduklarım, döndük­ten sonra da sükunetlerini koruyacaklarını ifade ettiler ve fiilen de döndüler. Böylece hem Hz. Ali hem de diğer müslümanlar, Medi­ne için artık bir korku kalmadığını, tehlikenin zeval bulduğunu sa­narak şehre döndüler. Ancak Medine'ye girer girmez bir de ne gör­sünler, sokaklar tekbir sesleriyle çınlıyordu. Hz. Osman'ın evi ise kuşatılmıştı.

Hz. Ali onları toplayıp neden tekrar döndüklerini sorunca, (Halife'nin, memleketleri olan Mısır'a varır varmaz, derhal kılıçtan geçirilmelerine dair Valiye yazılı emir gönderdiğini) bundan dola­yı da gitmek istemediklerini ileri sürdüler. Peşinden de kanıt ola­rak Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'in Mısır Valisi tarafından idam edilmesine ilişkin (sözde) Halife tarafından gönderilmiş bir mektup çıkararak Hz. Ali'ye gösterdiler. Bu sefer Hz. Ali:

"Peki şu Kufe'Iilere de ne oluyor, onlar niçin memleketlerine dönmüyorlar?" diye azarlayıcı bir ifadeyle sorunca Kûfeliler:

"Arkadaşlarımıza yardımcı olmak üzere söz verdik de on­dan!.." diye pervasızca bir cevap verdiler. Tabi Basralılar da aynı cevabı verdiler. Bundan da bellidir ki Medine'ye girmek için bu çok Önceden planlanmış bir hileydi. Aynı zamanda Mısırlı anar­şistler tarafından çıkarılıp Hz. Ali'ye gösterilen mektubun da bir düzmece olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.

Önceleri, Hz. Osman'ın evi üzerindeki kuşatma önemsizdi. Çünkü Halife dışarı çıkıyor, camiye gidip halka namaz kıldırabili-yor, sahabiler kendisine uğruyor, o da sahabileri ziyaret edebili­yordu. Sonra durumun vahametini hissedince eyalet valilerine ha­ber yollayarak kendisine yardımcı olmak üzere askeri kuvvet gön­dermelerini ve asileri Medine'den çıkarmalarını istedi.

Ancak asiler, Halife'nin emri üzerine Medine'yi kurtarmak maksadıyla Habib Bin Mesleme'nin, bir kuvvetin başında Şam'dan, Muaviye Bin Hudeyc'in Mısır'dan, Ka'ka' Bin Amr'm Kufe'den ve Muşaci' Es-Sülemî'nin de Basra'dan hareket ettikleri­ni duyar duymaz kuşatmayı şiddetlendirdiler.

Bir Cuma günüydü. Hz. Osman yine halka Cumayı kıldırmak üzere çıkmıştı. Cuma konuşmasını yaptı. Bu arada asilere de hitab etti. Bir münasebetle Muhammed Bin Mesleme ayağa kalkarak Halife'yi teyid edince elebaşılardan Hakim Bin Cebele O'nu sus­turmaya çalıştı. Sonra Zeyd Bin Sabit müdahale etmek isteyince de bu sefer, yine elebaşılardan Muhammed Bin Kutayra O'nu sus­turmaya çalıştı. Bunun üzerine halk galeyana geldi. Birbirlerini taşlamaya başladılar. Bu taşlardan birinin Hz. Osman'a da isabet etmesi üzerine fenalık geçirdi. Hz. Osman taşınarak evine nakle­dildi. Bu gergin duruma sebep olan asilere karşı sahabiler ve ço­cukları tepki gösterdiler.

Aralarında Hz. Ali'nin oğlu Hasan, Saad Bin Ebi Vakkas, Ebu Hureyre, Zeyd Bin Sabit ve başka sahabüerin de bulunduğu bir grup, asilere karşı silah kullanmak istediler. Fakat Halife onlara izin vermedi. Kendisinden sebep bir olay çıkmasını istemiyordu.

Bu hadiseden sonra Hz. Osman, Hz= Ali'yi, Talha'yı ve Zübeyr'i ev­lerinde teker teker ziyaret etti. Evine döndükten sonra kuşatma büsbütün aşılmaz hale getirildi. Şehid edilinceye kadar artık evin­den hiç çıkamadı.

Hz. Osman bu kuşatma altında mahsur bulunduğu günlerde asiler, sözde halka namaz kıldırmak için birini görevlendirmişler­di. Bu adam, Mısır'dan gelen anarşistlerin elebaşısı El-Ğafıki Bin Harb El-Ka'kî idi. Ancak Hz. Ali veya Talha'dan biri bulunduğu za­man onlar namazı kıldırıyorlardı.

Asiler, Hz. Osman'ın evine su taşınmasını yasaklamışlardı. Bu yüzden zor durumda kalan Hz. Osman, Hz. Ali'ye, Talha, Zübeyir, Hz. Ayşe ve müminlerin diğer annelerine haber yollayarak yardım istedi. Hz. Ali ve Rasulullah'm hanımlarından Ümmü Habibe Ramle kendisine mümkün olan yardımı yapmayı denediler. Asile­ri azarlıyorlardı. Ama söz artık kâr etmiyordu.

Bazen de Hz. Osman bizzat kendisi asilere evin içinden hitab ediyor, onlara nasihatlerde bulunuyordu. Fakat O'nu da hiç say­mıyorlardı. O kadar azmışlardı ki bir keresinde Ümmü Habibe O'na su ulaştırmak istemişti. Asiler Ümmü Habibe'nin katırım ür­küttüler. Hz. Peygamber (sav)'in hanımı neredeyse hayvanın üze­rinden düşecekti. Bu raddeye varmış olan saygısızlık Medine hal­kını çok düşündürdü. Öyle ki artık hiç kimse silahsız dışarıya çık­maz oldu. Rasulullah'm saygıdeğer Hicret Yurdu'nda ne yazık ki artık güvenlik ortadan kalkmış bulunuyordu. Hz. Osman'ın haya­tından ciddi şekilde endişe duyan sahabiler, O'nu korumak üzere genç çocuklarını evine gönderdiler.

Bunlar Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah, Hz. Ömer'in oğlu Abdul­lah, Zübeyr'in oğlu Abdullah, Hz. Ali'nin her iki oğlu Hasan ve Hü­seyin, Talha'nın oğlu Muhammed ve daha başka birkaç delikanlıy­dılar. Hz. Osman bu delikanlılardan, asilere karşı katiyyen silah çekmemelerini istedi ye aksine hareket etmek isteyenleri şiddetle uyardı.

Bu sıralarda Hz. Ayşe hacca gitmeye niyet etmişti. O gidince Hz. Osman Medine'den hacca gideceklerin başında bulunmak üzere Hz. Abbas'ın oğlu Abdullah'ı görevlendirdi. Ancak Abdul­lah, diğer genç arkadaşlarıyla birlikte O'nu korumak için kalmak istedi. Fakat Hz. Osman emrinde ısrar edince mecburen ayrılıp gitti.

Kısa bir süre sonra Medine'yi asilerden temizlemek üzere ge­len imdad kuvvetlerinin yaklaşmış bulunduğu, Şam'dan gelen kuvvetlerin Vadi'l-Kura'ya ulaştıkları haberi geldi. Bunun üzerine asiler panik içine düştüler. Bir an önce menfur emellerine ulaş­mak için evden içeriye girmek istediler. Ancak kapıyı koruyan ve aralarında Hz. Ali'nin oğlu Hasan'm, Zübeyr'in oğlu Abdullah'ın, Talha'nın oğlu Muhammed'in, Hakem'in oğlu Mervan'ın , Asoğlu Said'in ve emsallerinin bulunduğu bir grup sahabi gençleri onlara engel oldular. Fakat buna rağmen asiler, Hz. Osman'ın evi ile Ömer Bin Hazm'in evi arasında bulunan bir menfezden içeriye sı­zarak evin kapısını ateşe verdiler.

Bu esnada bile ellerini kana bulamamaları için Hz. Osman sa­habi çocuklarını uyarıyor, asilere silah çekmemelerini ısrarla tek­rarlıyordu. Sırf Halife'nin emrini çiğnememek, O'na saygısızlık et­memek için onlardan kılmçlarım bir kenara atanlar bile vardı. Ne varki bütün bu çaresizlikler içinde bekleyen sahabi yiğitlerinin adeta gözleri Önünde asiler kudurarak Halife'nin üzerine hücum ettiler. Bedbaht El-Gafıkî Bin Harb El-Ka'kî Hz. Osman'ın başına bir demirle vurarak O'nu şehid etti. Bu sırada kocasını korumak için araya giren Halife Hz. Osman'ın hanımı Naile Hatun'a saldı­ran Kutayra Bin Hamran adında bir anarşist de üzerine indirdiği bir darbeyle, müslümanların bu saygıdeğer annesinin parmakları­nı kesti. Bu anarşistin Sudan Bin Hamran adındaki kardeşi ve Ki-nane Bin Bişr Bin Utab da Halife'nin katilleri arasındaydılar. Bir ri­vayete göre de Hz. Osman'ı, bu asilerden Amr Bin El-Ahmak adın­da bir bedbaht şehid etmiştir.

Hz. Osman'ın hizmetçilerinden biri katillerden Sudan Bin Hamran'ı öldürmeyi başardı. Ancak katilin kardeşi Kutayra Bin Hamran da bu hizmetçiyi şehid etti. Bu kez Hz. Osman'ın bir baş­ka hizmetçisi de bu Kutayra'yı öldürdü. Artık ortalık iyice karış­mıştı. Hz. Osman'ın evi ve Beyt'ul-Mal (Devlet Hazinesi) yağma edildi. Bu musibet Allah'ın kaçınılmaz bir kaderiydi ki olan oldu. Hulefa-i Raşidîn'in üçüncüsü olan Osman Bin Affan Hazretleri­nin şahadeti Hicretin otuzbeşinci yılı Zilhicce ayının 18'nci günü­ne rastlamıştı. Böylece hilafet süresinin 12 yıla varmasına sadece 12 gün vardı. Şelıid edildiğinde 82 yaşındaydı.

Hacılar döndüklerinde Halifelerinin -ne yazık ki - katledilmiş olduğunu ve asayişin de henüz temin edilmediğini şaşkınlık için­de gördüler.

Meşhur Uruma Kuyusu'nu kendi parasıyla satın alıp müslü-manların genel menfaatine sunan Kur'an-ı Kerim'i elimizdeki dü­zen içerisinde toplayan ve cemaatin çoğalmasıyla camiin artık dar gelmesi üzerine Hz. Peygamber (sav)'in rağbetine cevap olarak ca­mii ilk defa genişleten Hz. Osman'dır. Sayılamayacak kadar daha birçok faziletleri vardı. Allah'ın rızası üzerine olsun. [10]



[1] Hz. Ömer'e karşı süikastte bulunarak O'nu, namaz kıldırdığı bir sırada şehid eden iranlı. (Mütercim

[2] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 81-82

[3] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 244

[4] Anlatılan bu olaydan sahabiler arasındaki ilişkilerin, ya da davranışları­nın ilkei olduğu sonucunu çıkarmak yanlıştır. Bilakis bu olay; deveyi hamutuyla yutan, bir yandan nazik, kibar ve uygar görünmeye özen gösteren, diğer yandan gizlice her türlü melaneti işleyen hırsız devlet adamlarıyla karşılaştırıldıklarında onların ne kadar saf ve temiz yürekli, ne kadar gerçekçi ve her şeyleriyle ne ka­dar meydanda olduklarını sergilemektedir. (Mütercim)

[5] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 64

[6] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 149; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 276-277

[7] Kasas Suresi, Ayet: 85

[8] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 142-149

[9] tbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 138,152-155; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere,c. 7, s. 275-279

[10] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 156-187; îbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 281-325.

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/155-174.