29- HZ. ALİ'NİN HALİFELİĞİ2

Hz. Ali;Nin Döneminde İslam Toplumunun Durumu. 5

Hz. Ali’nin Şehid Edilmesi15


29- HZ. ALİ'NİN HALİFELİĞİ

 

Hz. Osman'ın şehid edilmesi üzerine Medine başsız kalmıştı. Bu sırada idareyi, anarşistlerin elebaşısı EI-Gafıki Bin Harb El-Ka'ki ele almıştı. Tabiki her şeye, bu adamın yandaşları el koymuş bulunuyorlardı. Medine'nin esas halkı ise -Ki çoğunu sahabiler ve onların çocukları oluşturuyorlardı- hiç bir şeye karışamıyor, doku-namryorlardı. Bu belirsizlik beş gün kadar devam etti.

Elbette ki durumun normale çevrilmesi ve asayişin temin edil­mesi için bir Halifenin mutlak surette seçilmesi gerekiyordu. Ama bu nasıl olacaktı? Her halükarda meseleye Muhacir ve Ensar'ın ile­ri gelenleri bakacak, aralarından birini seçeceklerdi.

Anarşistler, ne olursa olsun bir önceki halifeyi ortadan kaldır­mayı kafalarına koymuş olmalılar ki sonunda bunu yaptılar. Ne varki yeni seçilecek halife üzerinde ihtilafa düştüler. Çünkü ayrıca her grubun çeşitli heves ve amaçları vardı. Bunlardan Mısırlılar, Hz. Ali'yi destekleme eğilimim gösteriyorlardı. Fakat Hz. Ali bun­lara katiyyen yanaşmıyordu.

Basralılar, Talha Bin Ubeydullah'ı istiyorlardı. Fakat köşe bu­cak arıyor O'nu bulamıyorlardı.

Kufelüer ise Zübeyir Bin El-Avam'ı tercih ediyorlardı. Keza Zübeyr bunlardan kaçıyor ve kendilerine yüz vermiyordu.

Anarşinin getirdiği bu siyasi rekabet ortamında Kufeliler ve Basralılar sıkıntı içine girdiler. Çünkü Mısırlı gruba bağlı kalmak mecburiyetine düştüler. Zira bu iki hizib, desteklemek istedikleri sahabilerin hiç birinden yüz bulamıyor, onaylarını alamıyorlardı. Mısırlı grubunsa böyle bir sıkıntısı şimdilik yoktu. Çünkü en azın­dan bu karışık ortamda Medine'nin idaresine el koymuş bulunan adam, Mısırlı sergerdelerin bizzat başındaki adamın kendisiydi.

Yukarıda adları geçen bu üç büyük sahabi, anarşisüerin teklif­leriyle halife olmayı reddedince bu kez de -Yine büyük sahabiler­den- Saad Bin Ebi Vakkas'a baş vurdular. Diğer üçünden başka, şûra üyesi olarak bir o kalmıştı. Tabi o da diğer üç arkadaşı gibi bu teklifi kesinlikle reddetti. Zaten daha önceden de bir köşeye çekil­mişti. Bu sefer de Hz. Ömer'in oğlu Abdullah'a gittiler. Abdullah ise diğer sahabilerden çok daha şiddetle bu tekliflerini yüzlerine çaldı.

Anarşistler bu safhada iyice sıkıntı içine düşmüşlerdi. Çünkü İslam halifesini öldürmüşlerdi, yerine ise bir diğerini seçemiyor-lardı. Keza Medine halkı da şiddetli bir sıkıntı içindeydi. Çünkü Medine'leri, İslamın bu ilk başkenti bir anarşist sürüsünün eline geçmişti. İstediklerini yapıyorlardı. Kendileri ise çaresizlik için­deydiler, ellerinden hiç bir şey gelmiyordu. Fakat içinde bulun­dukları bu kötü durumdan onları kurtaracak, devletin gidişatını normal seyrine oturtacak bir halifenin seçilmesini de kaçınılmaz görüyorlardı. Aradıkları kişiliği ise Hz. Ali'de görüyorlardı. Çünkü Hz. Ali, hem şûra üyesiydi, hem Hz. Peygamber (sav)'in amcasıoğ-luydu. İslamı ilk kabul edenlerdendi ve İslam davası uğruna, kim­senin veremeyeceği değerli hizmetler vermiş, cephelerde cansipe­rane cihad etmişti. Ayrıca geniş malumatı, ilim ve irfanı, çok de­ğerli fıkhi bilgileri de vardı ki, bu makam için O'na liyakat kazan­dırıyordu. Yani genel anlamda o günkü emsalleri arasında hepsin­den üstün meziyetlere sahipti. Bu kez Medine halkı O'na müraca­atta bulundu. Yönetimi üstlenmesini teklif ettiler, reddetti ve şöy­le dedi:

"İdarenizde gözüm yoktur. Hem sonra Emîr değil, vezir kal­mak {Halife değil, halifeye danışmanlık yapmak) benim için da­ha hayırlıdır. Ben yine sizinle beraberim. Kimi seçerseniz, ben razıyım."

Bu iş uzayınca ve anarşistler eyalet askerlerinin Medine'ye ula­şarak idareye el koymalarından, Hz. Osman'ın katillerim yakalayıp cezalandırmalarından iyice korkmaya başlayınca panik içine düş­tüler. Çünkü sür'atle bir sonuca varmak istiyorlardı. Maksatları tez elden bir halife seçtirmekti. Bu ise Muhacir ve Ensar'm yetkisin-deydi. Onların hakkıydı.

Halifeyi seçtirmeye muvaffak olurlarsa ve en kötü ihtimalle Medine'deki güçlerini korudukları sürece halife onların kuklası olacak, şehir ellerinde bulunduğu müddetçe hiç birini de cezalan­dırmaya gücü yetmeyecekti. Ya da sayılarının çokluğu yüzünden onlarla başa çıkamayacak, aleyhlerinde hiç bir işlem yapamaya­caktı. Ama ortam bu belirsizlik içindeyken eğer Medine'yi kurtar­mak üzere harekete geçmiş bulunan eyalet orduları halife seçil­meden yetişecek olurlarsa onlara asla karşı koyamayacaklardı. Üs­telik, kendilerine karşı nefretle dolu bulunan Medine halkı da ge­len askerlerin safına geçecek ve Hz. Osman'ın katillerini mutlak surette cezalandıracaklardı. Sonra da halk onların değil, bizzat kendilerinin istediği kimseyi Halife seçecekti.

Bu noktadan hareketle anarşistler her şeyden önce ve bir an evvel halifeyi seçmek istiyorlardı ve kolları sıvadılar. Hatta halife seçilmeyecek olursa Şûra üyelerini ve büyük saha.bileri öldüre­ceklerine dair Medine halkını tehdid edeceklerdi. Ayrıca Hilafeti kabul edecek bir kimse bulmadıkları takdirde bu cinayetleri işle­yeceklerine ve Medine'de kimi bulurlarsa öldüreceklerine dair hal­kı tehdid edeceklerdi. Planları buydu.

Nitekim halkı toplayıp:

"Ey Medineliler! Haydin bakalım size iki gün süre tanıyoruz, bu müddet içinde halifeyi seçerseniz ne âlâ, yok seçmezseniz başta Ali ve Zübeyr olmak üzere birçok kimseyi öldüreceğiz!" di­yerek ağır tehditler savurdular.

Başta sahabüer olmak üzere tüm Medine halkı hatta İslam devleti büyük bir fitne ile karşı karşıyaydı.

Rasuiullah (sav)'in sahabileri Hz. Ali'ye gidip baş vurdular. Halk da toplanıp O'na:

"Seni seçiyoruz. îslamın başına gelenleri görüyorsun" diye ıs­rarla kendisini göreve davet ettiler. Hz. Ali onlara şöyle bir cevab verdi:

"Benim yakamı bırakın ve başka birini arayın. Çünkü öyle dehşetli öyle korkunç bir olay yaşıyoruz ki bu olayın çeşitli cep­heleri, çeşitli çehreleri ve renkleri vardır. Buna kalpler dayana­maz, akıllar direnemez."

Ancak Medine'liler bu sefer de O'na:

"Seni Allah aşkına göreve çağırıyoruz. Yahu bizim gördükleri­mizi sen görmüyor musun? Îslamın ne hale düştüğünden habe­rin yok mu? Gözlerin bu fitneyi görmüyor mu? Allah'dan kork­muyor musun?" diyerek O'nu çok ağır bir sorumlulukla karşı kar­şıya bıraktılar.

Bunun üzerine Hz. Ali onlara şu cevabı verdi:

"Peki, müşahade etmekte olduğum bu durum karşısında -ça­resiz- teklifinizi kabul etmiş bulunuyorum. Ancak şunu da bilmiş olunuz ki doğruluğuna inandığım her hizmet ve görevde sizi de yanımda görmek isterim. Eğer beni yalnız bırakacak olursanız ben de sadece içinizden bîri gibiyim (her biriniz ne kadar sorum­lu olacaksa benim de sorumluluk payım sadece o kadar olacaktır.) Tabi ben de idarenizi kendisine emanet etmiş bir kimse olarak dertlerinizi en iyi dinleyecek biriyim."

Hz. Ali'nin bu cevabı üzerine halk ertesi gün tekrar toplanmak üzere sözleşerek dağıldılar. Ertesi günü Talha ve Zübeyr'i de yanla­rına alarak toplanıp Hz. Ali'ye bey'at ettiler. Tarih: Hicretin otuzbe-şinci yılı, Zilhicce ayının bitimine beş gün kala ve Cuma günüydü.

Muhacirlerden Saad Bin Ebi Vakkas, Hz. Ömer'in oğlu Abdul­lah, Usama Bin Zeyd ve Suhaym, Ensardan da Hassan Bin Sabit, Zeyd Bin Sabit, Kaab Bin Malik, Muhammed Bin Mesleme, Nu-man Bin Beşir, Rafı Bin Hudeyc, Seleme Bin Vakış, Ebu Said EI-Hudri, Kudama Bin Mez'un, Mesleme Bin Mahled, Abdullah Bin Selam ile Said Bin El-As,Velid Bin Ukba ve Mervan Bin Hakem gi­bi çoğu Ümeyyeoğulları oymağına mensup olup Medine'den Mek­ke'ye gitmiş bulunanlar hariç halkın tümü oylarını Hz. Ali'ye ver­diler.

Hz. Ali iki tercihten birini yapmak zorundaydı. Bunun üçün­cüsü yoktu.

Birincisi: Ya kendisine yöneltilen hilafet teklifini tamamen reddedecekti- ki bu durumda Medine'deki korkunç ortam sürecek, asilerin şehre ve devlete hakimiyeti devam edecekti. Yarı vahşi be­devilerle şehri işgal altında tutan anarşistler istediklerini yapacak­lardı. Belki durum daha da kötüleşecek, asiler şehirde katliamlara bile girişeceklerdi.

Çünkü bu gözüdönmüş adamlar esasen en büyük cinayeti iş­lemiş koskoca İslam Halifesini göz kırpmadan gelip gözler önün­de ve îslamın kalbinde zulmen katletmişlerdi. Zaten insanoğlu bir kere cinayet işlemeyiversin, ondan sonra başka birçok suç işlemek onun için hiç de zor değildir. Hem sonra bu asiler şûra üyelerini ve Rasulullah'ın sahabilerini öldüreceklerine dair zaten açık açık teh­ditler savurmuşlardı.

Ayrıca eğer Eyalet orduları gelir ulaşır da asilerin şehirden çık­masını, katillerin cezalandırılmasını asayişin teminini isteyecek olursa bu durumda da asilerle İslam ordusu arasında kanlı çatış­malar kaçınılmaz olacak, böyle bir olay ise belki birçok şahabının hayatına mal olacak, üstelik müslümanlar parçalanıp birbirlerinin yakasına düşeceklerdi. Böyle bir kargaşanın çıkmasına ise hiç bir iman ve akıl sahibi taraftar olamazdı.

Bununla birlikte bir tehlike daha söz konusu olurdu ki o da as­kerin sivil idareye müdahale etmesi ve Hilafet seçimi gibi halkın işlerine bulaşması ihtimaliydi. Halbuki böyle bir tehlikenin de or­taya çıkmasına engel olmak gerekirdi. İşte Hz. Ali bütün bu büyük sorunları düşünüyor ve muhtemel olan böyle bir karışıklığın daha ortaya çıkmaması için olağanüstü gayretler sarfediyordu. Keza bu sebepten dolayıdır ki halkın hilafet teklifini kabul etti.

İkinci Tercih'e gelince:

Kendisine yöneltilen hilafet teklifini reddetmesi halinde müs-lümanların böylesi kör bir fitneye kurban gidecekleri mukadder olan bir hadise karşısında, teklifi kabul etmekti.

Bununla da müslümanlarm parçalanmasını önlemek, Rasu-lullah'm Hicret yurdunun halkına güven ve moral kazandırmak, asayişi temin etmek, hilafet makamına eski heybet ve saygınlığını kazandırmak ve Allah'ın kanunlarına yeryüzünde yeniden işlerlik kazandırmaktı.

Bununla birlikte Hz. Ali ikinci tercihi yapmanın, yani halkın bey'atmı kabul ederek hilafet makamını teslim almanın da çok zor, çok yorucu ve riskli olduğunu biliyordu. Çünkü halife, mevcut şartlar altında canileri derdest edip onlar hakkında gerekli soruş­turmayı yapacak ve hak ettikleri cezaya onları çarptıracak otorite­ye henüz sahip değildi. Bunu yapabilmesi için daha bir sürenin geçmesi, ortalığın yatışarak asayişin temin edilmesi ve hilafet ma­kamının eski saygınlığını yeniden kazanması gerekiyordu.

Bu ince noktayı ise halkın bir kesimi bir türlü idrak edemiyor­du. Onun için, halifenin henüz gücü yetmediği halde katillere hak etmiş oldukları cezayı mutlak surette vermesi konusunda kendisi­ne baskı yapıyor O'nu sıkıştırıyorlardı.

Halbuki Halife buna henüz muktedir değildi. Çünkü Medine henüz işgal altında bulunuyordu. Her şeyden önce asilerin Medi­ne'den çıkarılması, dağıtılarak memleketlerine gönderilmeleri ve­ya serhadlere sürülmeleri gerekiyordu.

Bu duruma ilaveten ayrıca bazı kimseler muhalefet yapacak O'na oylarını vermeyeceklerdi, ki bu tutum Halife'nin çekimser kalmasına sebep olamazdı. Çünkü O Allah'ın kanunlarını tatbik etmek konusunda kimseden çekinemezdi, kimseden korkacak ha­li yoktu, hakkın tatbikinde kimseye yaranmayı bilmezdi.

Bey'at alma meselesine gelince halkın önemsediği ve meylet­tiği sahabilerin ileri gelenlerinden bazıları hariç, bir kısmından oy almayabilirdi (bu pek önemli olmayabilirdi.) Bu sebepledir ki Sa-ad Bin Ebi Vakkas ve Abdullah Bin Ömer'in bey'atini bırakmış ama Talha ve Zübeyr'in bey'atleri üzerinde ısrar etmişti. Çünkü asiler de bunların üzerinde duruyorlardı.

Hz. Ali, ortam müsait hale gelinceye kadar, cezaları erteleme­nin, halk tarafından anlayışla karşılanacağını sanıyordu. Esasen meselenin bu şartlar altında askıya alınması gerekiyordu. Çünkü her şeyden önce asayişin temin edilmesi ve Hilafet müessesininin işler hale getirilmesi çok önemli ve şer'i bir görevdi. Dolayısıyladır ki Hz. Ali ancak halkın ısrarı üzerine ve elinden geldiğince diren­dikten sonra Hilafet makamını teslim aldı. Aslında O, gerek bu makama gerekse tüm dünya menfaatlerine karşı son derece gözü tok ve çekimserdi.

Hz. Ali, hilafet makamını teslim alır almaz her şeyden önce asayişi temin etmeyi düşünüyordu. Bu da asilerin Medine'den uzaklaştırılmasıyla ancak mümkün olabilirdi.

Asiler ise isteklerinin yerine gelmiş bulunduğuna inandıktan sonra dönmeyi göze alabilirlerdi. Yani onlara göre devlet nizamı eğer eski Halifenin ortadan kaldırılmasıyla istikrara kavuşmuş, es­ki halifenin tayin ettiği eyalet valilerinden de ayrıca kurtulmuş ise­ler ancak bu takdirde belki dağılmayı kabul edebilirlerdi.

Esasen Hz. Ali'nin de eyalet valilerini değiştirmek konusunda bazı düşünceleri vardı. Nitekim onları değiştirme kararını verdi. Bu arada sahabilerden ve ileri gelenlerden bazı kimseler ona, orta­lık yatışıncaya kadar bu kararı ertelemesini öğütledi iseler de ka­bul etmedi. Çünkü halifenin, istediği yöneticiyi azledip istediğini tayin etmeye gücü yetmedi mi devlet otoritesini temin edemeye­ceğine inanıyordu. Öyle ya valinin Halifeye tabi olduğu nereden anlaşılacaktı. Bunun manası nerede kalacaktı. İmam (yani devlet başkanı) eğer bir valiyi azledemiyorsa bu, o valinin kendini Halife seviyesinde gördüğü, Halifenin emirlerini reddettiği ve hatta ken­dini halife ilan ettiği anlamına gelecekti. Bu durumda birden çok Halife (birden çok devlet başkanının varlığı) gibi bir şey ortaya çı­kacaktı. Bu ise asla caiz değildi ve İslamda bunun yeri yoktu.

Bu bir taraftan ayrı bir problem oluştururken diğer taraftan asiler de valiler değişmedikçe ortalığın yatıştığına inanmayacak Medine'de kalmakta direneceklerdi.

Halife ise bu durumda hiç bir şey yapamayacak, eli kolu bağlı kalacak, Allah'ın kanunlarım tatbik etme imkanını bulamayacak­tır. Halbuki Hz. Ali Allah'ın emirlerini harfiyyen yerine getirmek ve adaleti tatbik etmekte hiç kimseden çekinecek biri değildi. O hal­de ne olursa olsun mevcut valilerin azledilmesi ve yerlerine yeni­lerinin tayini şarttı.

Bu konudaki kararını kesinleştirdikten sonra Hz. Ali, yeni vali­leri tayin ederek şehirlere gönderdi. Basra Valiliğine Osman Bin Huneyf i tayin etti. Bu zat Ensar'ın büyüklerindendi. Görevini tes­lim almak üzere Basra'ya girince eski vali Abdullah Bin Amir, hiç bir itirazda bulunmadan şehri terketti. Ancak oradan Mekke'ye hareket etti. Hz. Ali, Küfe Valisi bulunan Ebu Musa El-Eşari'yi ye­rinde bıraktı. Ebu Musa, Hz. Ali'ye önceden kendisinin ve idare­sindeki halkın bey'atini yollamıştı.

Halife, Sehl Bin Huneyf'i de Şam'a vali tayin etti. Fakat yeni görevini teslim almak üzere giden bu zat Şam eyalet sınırlarından geri çevrildi. Kesin bilinmediği için O'nu, ya Şam Valisi Muavi-ye'nin sınır muhafızları bizzat valinin emriyle veya Muaviye adına kendi içtihad ve tahminleriyle geri çevirdiler.

Mısır'a da Kays Bin Saad Bin Ubade'yi vali tayin ederek gön­derdi. Mısır'ın bir önceki valisi Muhammed Bin Ebi Huzeyfe öldü­rülmüştü. Yeni vali görevini teslim alıp, küçük bir grup hariç halife lehinde halkdan bey'at temin etti.

Halife'ye oylarını vermeyen azınlık ise Harbeta denilen semte çekildiler. Bunlar baş kaldırmadılar, kimseyle çatışmadılar. Sadece kendilerini halktan soyutlamakla kaldılar. Hz. Ali bu suretle yeni halife olarak Ensar'dan üç zatı üç önemli eyalete vali tayin etmeye muvaffak oldu.

Bu üç eyalet, cihad bakımından ve serhad olarak büyük önem taşıyordu.

Mekke'ye gelince Hz. Ali buraya da Halid Bin El-As Bin Hişam Bin El-Muğira El-Mahzumî'yi tayin etti. Fakat yeni vali Mekke'ye girince, ortamın karışıklığından dolayı fitneden çekinip Medi­ne'den uzaklaşmış bir kitlenin, Ümeyyeoğullarma mensup bir grubun ve görevlerini bırakmış eski valilerin buraya sökün etmiş olduğunu gördü. Dolayısıyla şehir, yeni valiyi kabul etmedi. Böyle­ce de Mekke valisiz kaldı. Şehirdeki her cemaatin başında o toplu­luğun ileri gelenlerinden biri bulunuyordu. Binaenaleyh araların­da bir mesele çıktığı zaman başlarındaki lidere müracaat ederek sorunlarını halletmeye çalışıyorlardı.

Hz. Ali Yemen'e amcasıoğlu Ubeydullah Bin Abbas'ı vali tayin etti. Ubeydullah Yemen'e varınca eski vali Ya'la Bin Ümeyye göre­vini bırakarak diğer azledilmiş valiler gibi o da Mekke'ye gitti. Böy­lece Şam hariç Yemenle birlikte İslam devletinin tüm eyaletleri Yeni Halife Hz. Ali'nin hilafetini tanıyarak otoritesine baş eğmiş oldu.

Şam vilayetinin başında ise Muaviye Bin Ebi Süfyan bulunu­yordu. Muaviye Hz. Ali'ye bey'at etmedi. Her şeye rağmen Hz. Ali'nin hilafeti toplum tarafından onaylanmış ve meşruluk kazan­mış oldu. Bunun üzerine Muaviye'ye de haber yollayarak kendi­sinden bey'at ve devlet otoritesine bağlılık istedi. Ancak Muaviye işin nereye varacağını ve Medine'deki asi kuvvetlerin durumunun ne olacağı hakkındaki sonuçlan bekleyerek elini ağır tutu. Bey'at konusunda bir görüş bildirmedi [1]

 

Hz. Ali;Nin Döneminde İslam Toplumunun Durumu

 

Hz. Ali döneminde İslam toplumunun durumu, önceki dö­nemlerden pek farklı değildi. Tatbik edilen nizam, Allah'ın şeri­atıydı, uygulanan ve uyulan kanunlar Allah'ın hükümleriydi.

Değişen tek şey şuydu: Vaktiyle toplum daha çok serhadlerde ve cephelerde cereyan eden fetih olaylarıyla meşgulken şimdi içe­ride olup bitenlerle uğraşıyordu. Genel bakımdan halkın tutumu böyle idi.

Valiler ve yöneticilerle ilgili tutumlarına gelince halk bu husus­lara daha fazla önem verir olmaya başladı. Çünkü mahalli yöneti­ciler doğrudan doğruya onlarla ve şehirleriyle ilgiliydiler.

Ayrıca, gözardı edilemeyecek bir nokta daha vardı: O da müs-lümanların, Hz. Ali'nin hilafetini, Hz. Osman'ın hilafeti gibi karşı­lamamaları olayıdır. Çünkü Hz. Osman, büyük sahabilerin bile Medine'den çıkmalarını yasaklayan ve halka sıkı bir disiplin uygu­layan Hz. Ömer'den sonra idareyi teslim almış ve -tam tersine-halka yumuşak bir muamele göstermiş, adet ve alışkanlığı üzere onları para, servet ve zenginliğe boğmuştu. Bu sebeple halk da O'nu sevmiş, Özellikle ilk günlerinde O'nun karşısında yumuşa­mışlardı. Hatta bazı kimseler O'nu bu yüzden Hz. Ömer'e üstün bile tutmuşlardı.

Hz. Ali yönetime gelince o da bir çeşit Hz. Ömer gibi davran­maya başladı. O kadar bol dağıtmadı. Özellikle KureyşHler'in -Mekke ve Medine'den- çıkmalarına devletin diğer bölgelerine gi­dip yerleşmelerine engel olmaya çalıştı. Halkının dağılmasından çekiniyordu. Çünkü bu sıralarda Ümeyyeoğullari'ndan bir kitle Mekke'ye sökün etmiş yerli halkın bir kısmı ise devletin yeni mer­kezlerine dağılıp yerleşmeye başlamışlardı.

Böylece Hz. Ali Hz. Ömer'in disiplinini yeniden yaşatmaya ça­lıştı. Bu ise kolay değildi. Çünkü insanoğlunun tabiatı, yumuşak bir muameleden sonra sertliğe ve disipline karşı dayanmaya mü­sait değildir. Onun için halk, Hz. Ali'nin yönetime geçmesiyle psi­kolojik bir tedirginlik içine girdi.

Buna ilaveten Hz. Osman'ı şehid eden fitnecilerin Medine üzerindeki hakimiyetleri devam ediyordu. Hak ettikleri ceza da henüz kendilerine uygulanmamıştı.

Şimdi de vilayetlerin o sırada içinde bulundukları durumlara ayrı ayrı bir göz atalım:

Yemen'e Hz. Ali tarafından vali olarak tayin edilen Ubeydullah Bin Abbas, görevini teslim almak üzere gidince, kabul gördü. Eski vali Ya'la Bin Ümeyye O'na hemen görevi teslim etti. Bölgede ha­yat normal seyrini sürdürdü, cezalar uygulandı ve şeriat hükümle­ri mükemmel şekilde tatbik edildi.

Mekke-i Mükerreme'de ise durum şöyleydi:

Hac ibadetlerini yaptıktan sonra memleketleri olan Medine'ye dönmekte bulunan birçok kimse Hz. Osman'ın şehid edildiğini yolculuk sırasında duydular. Dehşete düşerek fitneden uzak dur­mak için tekrar Mekke'ye döndüler. Çünkü Mekke güvenli bir me­kandı. Bu mukaddes şehir baskına uğramaz, buraya sığman hiç bir kimse tecavüze maruz kalmazdı.

Medine'li hacılardan başka ayrıca Ümeyye oğulları gibi olup biten hadiselerden dolayı öfkelenmiş birçok kimse de Mekke'ye akın edip gelmişlerdi. Bunlardan biri de Hz. Ömer'in oğlu Abdul-lah'dı. Sonra Hz. Ali tarafından Mekke'ye tayin edilen vali Halid Bin El-As Bin El-Muğira geri çevrildi. Dolayısıyla Mekke valisiz kaldı.

Kısa bir süre sonra (sahabilerin ileri gelenlerinden ve Şura üyelerinden olan} Talha ve Zübeyr de Umre ziyareti için Mekke'ye gitmek üzere Hz. Ali'den izin aldılar. O da izin verdi. Onlar da Mek­ke'ye geldikten sonra bir daha Medine'ye dönmek istemediler. Çünkü buradaki atmosfer, Hz. Osman'ın katillerinin sebeb olduk­ları Medine'deki karışık ve gergin havadan daha elverişliydi.

Bir müddet sonra da Hz. Abbas'm oğlu Kussem, vali tayin edi­lerek gelip Mekke'ye yerleşti. Otoriteyi sağladı. Bu sefer de fitne­den kaçarak vaktiyle gelip Mekke'de yerleşmiş bulunanlar, bura­daki atmosferi kendileri için uygun bulmadılar. Burada, geçinme­nin zor olduğunu, alışmış bulundukları ticaret hayatı için eski şartların artık mevcut olmadığını, o günlerin gelip geçmiş bulun­duğunu, böyle bir hayat için şimdilik Basra'nın daha müsait bir şe­hir haline geldiğim gördüler ve Basra'ya göçmeye karar verdiler. Bu fikri ortaya atanlar, Hz. Ayşe'yi de kendilerine refakatta bulun­ması konusunda ikna ettiler.

Eğer biraderi Abdullah kendisine engel olmasaydı (Hz. Pey-gamber'in bir diğer hanımı olan) müminlerin anası Hz. Hafsa da onlara katılacaktı. Nihayet Mekke'den Basra'ya doğru göç başladı, kafile hareket etti. Kafileye Abdurrahman Bin Attab Bin Üseyyid namaz kıldırıyordu.

Bu zatın babası Attab, Hz. Peygamber (sav)'in, Hz. Ebu Be­kir'in ve Hz. Ömer'in yönetimleri sırasında Mekke Valiliği görevini uzun süre yapmıştı.

Mekke'yi terkeden, bu kafilede bulunanların sayısı 700 kişiy­di. Çoğunluğu Mekke ve Medine halkı oluşturuyordu. Aralarında Talha, Abdullah Bin Amir, Ya'la Bin Ümeyye, Abdurrahman Bin Attab ve Hz. Ayşe de vardı. Yolda Said Bin El As, El-Muğira Bin Şu'be ve Abdullah Bin Halîd Bin Useyyid döndüler. Ancak yol boyunca kafileye sayıları üçbini bulan göçebe bedevilerden de katılanlar oldu.

Bunların Mekke'yi terketmesinden sonra şehirde ortalık yatış­tı. Kafile Hav'ab Suyu civarına varınca yakın bir yerden köpek ses­leri geldi.

Bu sırada Hz. Ayşe bir miktar mola vererek şöyle dedi:

"Allah'a yemin ederim gece vakti Hav'ab köpeklerinin sesini duyacak olan meğer benmişim! Çünkü Hz. Peygamber (sav)'den duydum, (bir ara) hanımlarının yanında şöyle demişti: 'İçiniz­den, (bir gün) Hav'ab köpeklerinin sesini duyacak olanın hangi­niz olduğunu keşke bilseydim."

Bunun üzerine O'na Hav'ab'da neler olduğunu kendisine an­lattılar. O da hemen hareket etti. [2]

Medine'deki duruma gelince, buradaki halk Hz. Ali'ye karşı saygılıydı. Bütün müslümanlar o gün için kendisine nasıl hürmet duyuyor idiyseler Medine halkının O'na karşı tutumu da öyle idi. Çünkü o gerçekten de mevcud bulunanların en üstünü, en efda-liydi. Ondan daha efdal olanlar dünyadan göçmüşlerdi.

Bu nedenledir ki Medine halkı, her şeyden önce O'na karşı duydukları saygının bir nişanesi olarak, ayrıca devlete karşı baş kaldırmış bulunan Hz. Osman'ın katilleri yüzünden şehirde olup biten korkunç durumdan onları kurtarmak için kendisini halife seçmekte süratle davranmış ve bilhassa O'nun seçilmesi konu­sunda ısrar etmişlerdi.

Hz. Ali de yapılan bu ısrar üzerine, -önceleri, tekliflerini kabul etmemekte direnmiş ise de- nihayet bu görevi üstlenmenin zaru­retine inanarak kendilerine icabet etti. Çünkü bozulan düzeni ye­niden rayına oturtmak için "Emir"in varlığı şarttı. Devletin bir ba­şı bulunmalıydı. Fakat görevi teslim alır almaz sahabilerin bir kismı O'ndan hemen, bu canilere hak ettikleri cezayı vermesini iste­diler. O esasen bunun gerekliliğini bilmiyor değildi.

Ne varki ortalığın yatışmasını, Halifenin, toplumun bütün ke­simlerinden güven alarak güçlü hale gelmesini bekliyordu. Ve çünkü anarşist asiler Medine'ye hakim bulundukları müddetçe otoritesini kullanamayacağının pek âlâ farkındaydı. Gerçek şu ki memleketin daha bazı bölgelerinden kendisine Bey'at (Güveno­yu) henüz gelmemişti.

Bu kesimlerin biri Şam Vilayeti, diğeri ise bazı sahabiler idi. Bi­lindiği üzere işler karıştığı zaman insan, aklına nasıl esiyorsa çareyi öylece arıyor ki esas problem de buradan kaynaklanıyordu. İşte sa­habiler bu yüzden Hz. Ali'ye cezalan hemen infaz etmesi için şid­detli baskılar yapıyorlardı. Halbuki Hz. Ali'nin yapabileceği hiç bir şey yoktu. Mevcut şartlarda herhangi bir otoriteye sahih değildi.

İşte vilayetlere valilerini gönderiyor, Şam'a tayin ettiği vali eyalet sınırlarından geri çevriliyordu. Hz. Ali ise sertliği ve disipli­niyle tanınıyordu. Hakkın, yerini bulabilmesi için asla müsamaha­kar davranmazdı. Dolayısıyla her ne kadar bazı kimseler O'na or­talık yatışıncaya kadar Muaviye'yi Şam Valiliği'nde bırakması, Tal-ha'yı Basra'ya, Zübeyr'i de Kûfe'ye vali tayin etmesi konusunda ikna etmeye çalıştı iseler de O, bunları dinlemedi. Nitekim danış­tığı Abdullah Bin Abbas da onunla aynı görüşü paylaşıyordu.

Öyle bir ortam yaşanıyordu ki Hz. Ali Şam idaresini devlete baş eğmeğe mecbur etmek için halkı askere çağırdığı zaman onla­rın ne kadar isteksiz olduklarını gördü. Yine de kimseyi zorlamadı. Sadece gönüllü olarak kendisine katılanlarla birlikte çıktı.

Sancağı, kendi oğlu Muhammed El-Ekber Bin El-Hanefiy-ye'ye verdi. Abdullah Bin Abbas'ı ordusunun sağ kanadının başı­na, Ömer Bin Ebi Seleme'yi sol kanadın başına Ebu Leyla Bin Amr Bin El-Cerrah'ı ise öncü kuvvetlerinin başına geçirerek Şam üze­rine yürüdü. [3]

Kussem Bin Abbas'ı Medine'de yerine naib bırakarak, tayin etmiş bulunduğu Mısır Valisi Kays Bin Saad'a, Küfe Valisi Ebu Musa el-Eş'ari'ye ve Basra Valisi Osman Bin Huneyf e mesajlar yollayarak ayrılıkçılara karşı giriştiği harekata katılmaları için emirler verdi.

Bu durumdan da öyle anlaşılıyor ki Hz. Ali, Hz. Osman'ın ka­tillerinden son derece uzaktı. Onları işine karıştırmamış, arzuları­na uyup, içlerinden hiç birini iş başına getirmemiştir. Halbuki ara­larında azılı ve çok güçlü kimseler de vardı. Hz. Ali böylesi bir ga­ilenin içindeyken büyük bir kalabalığın Mekke'den Basra'ya hare­ket etmiş olduğu haberini aldı. O da hemen Basra'ya doğru (kuv­vetleriyle beraber) yola çıktı. Bu kalabalığın Basra'ya ulaşmasını önlemek istiyordu. Fakat geç kalınmıştı.

Hz. Ali bu kez Şam'dan, yönünü Basra'ya çevirince Medine'ye naib olarak Sehl Bin Huneyf'i bırakarak Kussem'i de Mekke'ye gönderdi. Hz. Peygamber (sav)'in hanımlarından Ümmü Seleme de Hz. Ali ile birlikte sefere katılmak istiyordu ve bu konuda O'na şöyle dedi:

"Allah'a karşı gelmeyeceğimi ve teklifimi reddetmeyeceğini bilsem seninle birlikte çıkardım. Ama işte oğlum Ömer, Allah'a yemin ederim ki O'nu canımdan daha çok seviyorum, seninle beraber olacak, göreceklerini o da görsün. Kaderini seninle pay­laşsın."

Nitekim Ömer Hz. Ali'yle beraber sefere çıktı. Hz. Ali O'nu or­dunun sol kanadında görevlendirdi. Hep O'nunla beraber oldu. Sonra Bahreyn'e görevli olarak gönderdi. Neden sonra da O'nu va­zifesinden azletti.[4]

Bazıları Hz. Ali'ye sefere çıkmamasını, çıktığı takdirde bir da­ha Medine'ye dönemeyeceğini, sadece yaptığı çağrıya icabet edenleri görevlendirerek yollamakla yetinmesini öğütlediyseler de gönüllülerin başında gitmekte ısrar etti. Hz. Ali böylece Medine'den ayrılınca naib olarak yerinde Sehl Bin Huneyf kalarak ida­reyi yürütmeye, şeriat ahkamını Hz. Ali adına uygulamaya çalıştı. Hz. Ali ise nihayet Zî-kâr denilen mevkiye ulaşarak burada, eyalet­lerden ordusuna katılmak üzere gelecek askerleri beklemeye ko­yuldu.

Bu sıralarda Mısır'ın durumuna gelince: Hz. Ali'nin tayin etti­ği yeni vali Kays Bin Saad Bin Ubad görevini teslim almak üzere buraya herhangi bir sıkıntıyla karşılaşmadan girdi. Eski vali Ab­dullah bin Saad Bin Ebi Şerh daha önce idareyi bırakarak buradan ayrılmış, yerini Muhamed Bin Ebi Huzeyfe teslim almıştı. Ancak çok geçmeden öldürülmüştü. Kays Bin Saad Mısır'a girer girmez Hz. Ali lehinde halkın oyunu aldı. Sadece bey'at etmeyen bir grup kaldı. Onlar da toplumdan soyutlanarak Harbeta denilen semte çekildiler ve Hz. Osman'ın katillerinin cezalandırılması talebinde bulundular, ama ne herhangi bir kimseyle çatışmaya girdiler ne de idareye karşı baş kaldırdılar.

Vali Kays da onlara dokunmadı. Bunların arasında: Mesîeme Bin Mahled, Muaviye Bin Hudeyc, Bişr Bin Ebi Artaa ve daha baş­kaları da bulunuyordu. Hz. Ali'nin taraflarından bazı kimseler, O'na bu adamları zor kullanarak idareyi onaylamalarını temin et­mesi için Kays'a emir vermesini istediler, onlara göre bu suretle Mısır muhalif güçlerden temizlenmiş olacaktı. Bunun üzerine Hz. Ali validen böyle yapmasını istediyse de vali kendi görüşünün da­ha doğru olduğuna kanaat getirerek Mısır'ı terketti ve Hz. Ali ile görüşmek üzere Medine'ye döndü.

Yerine Mısır Valiliğini Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed teslim aldı ve Hz. Ali'ye oylarım vermeleri için Harbeta'daki ayrılıkçılara baskı yapmaya başladı. Nihayet taraflar arasında çatışma çıktı. Va­li Muhammed Bin Ebu Bekir ayrılıkçılara karşı başarılı olamayın­ca Hz. Ali bu kez de O'nu görevden alarak yerine El-Eşter En-Nah'i'yi tayin etti. Fakat Ester görevini teslim almak üzere Mısır'a giderken daha yolda zehirlenerek öldü.[5]

Bu sefer de Hz. Ali hiç değilse ortalık yatışincaya kadar Mu-hammed'i yerinde tutmaya çalışarak Küfe halkını O'na yardıma koşmaları için teşvik ettiyse de hiç bir gayret göstermediler. Fakat ısrar edince küçük bir askeri birlik hareket etti. Ne varki henüz Mı­sır'a varmadan Amr Bin El-As, Muaviye adına bu bölgeyi ele geçi­rerek Vali Muhammed Bin Ebu Bekir'i de öldürdü.

Böylece Hicretin 38'nci yılından itibaren Mısır eyaleti Hz. Ali'nin hilafet sınırları dışında kaldı.

Kûfe'ye gelince: Buranın valisi daha önce Ebu Musa El-Eş'ari idi. Hz. Ali halife seçilince yine O'nu yerinde bıraktı. Küfe halkının O'na karşı duydukları yakınlık ve bağlılık sebebiyle böyle yaptı.

Nitekim Ebu Musa da önceden hem kendi adına hem de Küfe halkı adına Hz. Ali'ye bey'at etmişti. Ebu Musa daima barış taraf­tarıydı. Husumeti hiç sevmezdi. Özellikle müslümaniar arasında mücadele çıkmasına son derece karşıydı. Küfe halkının siyasi gö­rüşleri de birbirini tutmuyordu.

Nitekim bir kısmı Zübeyr'i destekliyor, diğer bir kısmı ise Hz. Ali'yi tercih ediyorlardı. Buna rağmen Ebu Musa Küfe halkının ta­mamına karşı idareyi onaylamaları için baskı kullanmak istemi­yordu. Bazı kimseler ise böylesini daha uygun görüyorlardı.

Nitekim Hz. Ali Ebu Musa'ya bir mesaj göndererek O'nu mu­haliflere karşı sert davranmaya çağırdı. Ebu Musa ise hiç kımılda­madı. Bunun üzerine O'nu ikna etmeleri için Muhammed Bin Ebu Bekir ile Muhammed Bin Cafer'i kendisine gönderdi. Bunun da bir faydası olmadı. Ardından da Abdullah Bin Abbas'la El-Eş-ter'i gönderdi. Bu da bir sonuç vermeyince oğlu Hasan'ı ve Am-mar Bin Yasir'i gönderdi. Hasan, gerçekten de Küfe halkına karşı çok güzel ve yapıcı bir konuşma yaparak onları halifelerine yar­dımcı olmaları için davette bulundu. Bu konuşmanın halk üze­rinde etkisi çok olmuştu. Nitekim Hasan Kûfe'den ayrılınca birkaç bin kişi kendisine refakat etti. Bunların bir kısmı Fırat üzerinden,diğer kısmı da karadan hareket ettiler. Toplam sayıları altibin ki­şiydi.

El-Eşter de Vali Ebu Musa'yı valilik binasından çıkmaya mec­bur etti. Ebu Musa ise Kûfe'den ayrılarak Mekke'ye gidip yerleşti. Halife Hz. Ali bu sıralarda Zi-Kar denilen mevkiye kuvvetleriyle beraber ulaşmış, burada Kûfe'den gelecek destek güçleri bekli­yordu.

Basra'ya ise bu sırada Halife, yeni vali olarak Osman Bin Hu-neyf i göndermişti. Osman görevini teslim almak üzere şehre gi­rince eski vali Abdullah Bin Amir, Mekke'ye gitmek üzere burayı terketti. Şehirde görüş ayrılıkları hüküm sürüyordu. Siyasi hava hiç de iyi değildi.

Çok geçmeden Mekke'den hareket eden göç kafilesi de buraya ulaştı. Bunun üzerine eski vali Abdullah Bin Amir gizlice şehre gir­di. Bunu haber alan yeni vali Osman Bin Huneyf tedbir almak is­tedi. Fakat durum çok kötüydü. Basra'hlarm bir kısmı korkuyor, bu sebeple de Vali'ye bağlılık gösteremiyorlardı, bir kısmı öncülük yapmaya çalışıyorlardı, bir kısmı çekimserdi, bazıları Hz. Os­man'ın katillerinin cezalandırılmasını istiyordu, kimileri de Hz. Ali'yi destekliyorlardı.

İşte bu sırada Mekke'den gelen kafile Basra'ya girdi. Şehrin Mirbed denilen semtinde taraflar karşılaştılar. Önce Mekke'den gelenler adına Talha ve Zübeyr birer konuşma yaptılar. Fakat Vali Osman Bin Huneyf'in adamları onlara sert davrandılar. Bunun üzerine ortalık gerginleşti, taraflar neredeyse birbirlerine girecek­lerdi. Bunun üzerine Hz. Ayşe müdahale edince Vali Osman Bin Huneyf'in cemaati de ikiye bölündü. Bunlardan bir kısmı Hz. Ay­şe'nin saflarına geçti. Yanında kalan adamlarının başında ise Ha-kîm Bin Cebele El-Abdi adında biri vardı ki bu adam anarşistin te­kiydi. Vaktiyle Hz. Osman'a dil uzatmış fitneyi körüklemişti. Bu adam nihayet ortalığı kızıştırarak tarafların birbirleriyle çatışmaya girmelerine sebep oldu.

Kavga büyüyecekti. Fakat her şeye rağmen uzlaştılar. Çünkü esasen taraflardan biri diğerine düşman gözüyle bakmıyordu. Bi­lakis birbirlerini kardeş olarak biliyorlardı. İhtilaf ise siyasi görüş farklarından kaynaklanıyordu.

Ne varki kargaşa bazen taraflardan birini aşın davranmaya İti­yordu. Sonunda taraflar, Medine'ye bir elçi gönderip Talha ve Zü-beyr'in zorla mı yoksa istekleriyle mi Hz. Ali'ye oylarını verdikleri­ni tesbit etmek için aralarmda ittifaka vardılar. Eğer Hz. Ali'ye oy vermeye mecbur edildikleri tesbit edilirse (yeni vali) Osman Bin Huneyf, Basra valiliğinden çekilecek, yok eğer istekleriyle oy ver­dikleri anlaşılacak olursa Mekke'den gelen işgalciler Basra'dan çe­kilecekti. Ancak elçi Medine'den dönünceye kadar, taraflardan her biri hakim olduğu yerleri elinde tutmaya devam edecek. Zübeyr ve Talha istedikleri yere gidebilecek, namazı, halka Osman Bin Huneyf kıldıracak, devlet hazinesi de O'nun tasarrufu altında bu­lunacak ve Basra'yı o yönetecekti.

Medine'ye elçi olarak Kaab Bin Sevr gitti. Talha ve Zübeyr 'in

Hz. Ali'ye hangi şartlar altında oy verdiklerini soruşturdu ise de kendisine cevab verecek birini bulamadı. Ancak Usama Bin Zeyd onların baskı altında oy verdiklerini anlattı. Tabi bu cevap Medi­ne'de kötü bir yankı yaptı. Neredeyse çok büyük bir olay çıkacaktı. Çünkü halk çıkan bu fitne ateşini söndürmeye çalışırken böyle bir davranışı tasvip edemezdi. Kaab haberi Basra'da anlatınca yine or­talık karışmaya başladı.

Bunun üzeine Hz. Ali, Basra'daki valisini azarlayarak:

"Esasen, müslümanlar arasında ayrılık çıkmasından korkul­duğu için Talha ve Zübeyr'e beyitte bulunmaları konusunda baskı yapıldı" ifadesini kullandı.

Bunun üzerine Vali Osman Bin Huneyf'in taraftarları azaldı, desteğini kaybetti. Saflarına sızmış bulunan anarşistler bile, bu şe­kilde davranarak otoritesini kaybetmesine kızdılar ve bu kötü ni­yetli adamlar valinin üzerine hücum ederek O'nu hapsettiler. Sa­kalının ve kaşlarının bütün kıllarını söktüler. Sonra da Basra'dan çıkararak O'nu kovdular. Bu vaziyette Hz. Ali'nin bulunduğu Zİ-Kâr mevkiine geldi. Yine ucuz kurtulmuş, Öldürülmemişti. Çünkü esasen Osman Bin Huneyf, taraflardan birine düşman ya da bir savaş suçlusu değildi. Müsbet bir kişiliğe sahipti. Ne varki desteği­ni ve otoritesini kaybetmişti. Tartıştığı hasımları karşısında zayıf görüşüyle mağlup olmuştu. Sonra da ayak takımının hakaretine maruz kalmış, O'nu şehirden çıkarmışlardı.

Eğer bu ihtilaf bazı müminlerin -ne yazık ki- yanlış tasavvur ettikleri gibi olsaydı Osman Bin Huneyf muhakkak öldürülür ya da en azından esir alınırdı. Çünkü O, hasım taraflardan birinin li­deriydi.

O'nun Basra'dan çıkarılmasından sonra halka bu kez, (Eski Mekke Valisi'nin oğlu) Abdurrahman Bin Attab Bin Üseyyid na­maz kıldırmaya başladı. Şehir de Mekke'den gelen işgalcilerin ha­kimiyeti altına girdi. Vaktiyle Basra'dan Medine'ye gidip adları Hz. Osman'ın şehid edildiği olaya karışan cinayet zanlılarının, (Harkus Bin Züheyr El-Adiy hariç) hepsi öldürüldüler. Hiç biri kurtulmadı. Öldürülenlerden biri de elebaşılardan Hakim Bin Cebel El-Abdi idi. Tabi katillerin öldürülmesi sorunun hafifleme­sine hiç de yaramamış, bilakis, yaraya tuz, biber ekmişti. Çünkü katillerin mensup oldukları kabileler bu olay karşısında tepki göstermişlerdi.

Bunlardan biri de Beni Abdilkays (Abdülkaysoğulları) Kabile-si'ydi. Nitekim Hakim Bin Cebele'nin öldürülmesi olayı üzerine Hz. Ali'ye karşı baş kaldırmış, üzerine yürümüşlerdi. Halbuki Hz. Ali bu konuda hiç bir şey söylememişti. Her ne kadar öldürülme­lerine tarafdar idiyse de bu amaçla herhangi bir emir ve talimat vermiş değildi. Çünkü içinden arzu etmekle beraber, meselenin getireceği sonuçları iyi hesaplamadan hemen aceleden karar ver­menin doğru olmadığım biliyordu.

Basra'yı işgal eden kuvvetler, Hz. Osman'ın geriye kalan katil­lerini temizlemek üzere diğer şehirlerdeki yetkililere de mesajlar gönderdiler.

Bu olaylar cereyan ederken Hz. Ali El-Kaka Bin Amr Et-Temî-mi'yi elçi olarak Basra'ya yolladı. Hz. Ali'nin bu temsilcisi Hz. Ay­şe, Talha ve Zübeyr'le görüşüp konuştu. Fitnecilerin öldürülmesi sebebiyle halkın parçalanmakta olduğunu, bu intikam hareketleri eğer her şehirde tekrar edilecek olursa tehlikenin hangi boyutlara ulaşabileceğini kendilerine anlatmaya çalıştı.

O'na, "Peki senin görüşün nedir?" diye sorunca, O şu cevabı verdi:

"Bu öyle bir yaradır ki önce onu teskin etmek gerekir. Önce birlik ve beraberliği sağlamak lazımdır. Ortalık yatışıp halk bir­birlerine karşı güven duygusuna sahip olduktan sonra, bu fitne­yi başlatanların meselesine bakarız. Ben bu sözümü söylüyo­rum, fakat Allah bu ümmetten almak istediğini alıncaya kadar bu fitnenin kolay söneceğini tahmin etmiyorum. Çünkü bu kar­gaşa çok korkunç bir şekilde yayılmış, ümmet büyük bir belaya maruz kalmıştır."

Ka'ka'ı dinleyenler görüşünü beğendiler ve:

"Eğer Ali de bu görüşe katılırsa onunla uzlaşırız" dediler. Elçi Ka'ka' Hz. Ali'nin yanma dönerek yaptığı görüşmeler hakkında bil­gi verip memnun bir şekilde döndüğünü anlatınca Hz. Ali çok se­vindi.

Sonra Basra'dan, karargahı Zi-Kâr'da bulunan Hz. Ali'ye heyet­ler geldi. Öyle bir ortam oluştu ki artık Mudaroğulları, Rabiaoğul-ları, Yemenliler derken taraflara bölünmüş parçalanmış insanlar birbirlerine kavuştular. Herkes oturup artık barışı konuşuyordu. Bütün halk, işlerin artık yoluna girdiğini sanıyordu. Onlara göre barışın gelmesine ramak kalmıştı. Basra'lılar birlikte görüşüp bir çözüme varmak üzere Hz. Ali'yi davet ettiler. O da kabul edip ha­reket etmek istediği sırada beraberinde bulunanlara hitaben:

"Bakın, Hz. Osman'ın şehid edilmesinde parmağı bulunanlar sakın bizimle birlikte gelmesinler!" diye uyanda bulundu.

Hz. Osman'ın katillerinden, Hz. Ali'nin de safları arasına sız­mış bulunan fitneciler, eğer barış yapılırsa elbetteki böyle bir so­nucun, aleyhlerinde olacağını, hak ettikleri cezaya çarptırılacakla­rını anladılar. "Peki neden sonumuzu kendi elimizle hazırlaya­lım?" diyerek hemen harekete geçip yeni bir fitne için aralarında gizlice görüşmelere başladılar.

Onları organize eden Meşhur elebaşı Yemenli yahudi Abdul­lah Bin Sebe' kimsenin fikrini beğenmiyordu.

Nihayet (taraflar birbirlerine yaklaştıkları sırada bir bahane bulup çatışma çıkarılarak) fitnenin yeniden körüklenmesi (orduya sızmış bulunan anarşistler tarafından) gizlice kararlaştırıldı. İki ta­rafa ait kuvvetler birbirlerine yakın mesafede konaklamışlardı. Hz. Ali Abdullah Bin Abbas'ı iyi niyet elçisi olarak Talha ve Zübeyr'e, onlar da Muhammed Bin Talha'yı Hz. Ali'ye gönderdiler.

O gece barış görüşmeleri yapıldı ve gece olaysız geçti.

Hz. Ali, Basra yakınlarında ve Basra'lı kuvvetlere ait askeri kampa yakın bir yerde karargahını kurmuştu. Fitneciler hemen harekete geçtiler. Çok basit sebeplerle Önce taraflara mensup ço­cuklar arasında kavga çıkarttılar. Sonra köleler işe karıştı ve peşin­den hava gerginleşince halktan ayak takımı ve sefih insanlar da kavgaya bulaştılar.

Bu safhaların hiç birinde fitneciler sahnede yoktu. Komploları anlaşılmasın, planlan keşfedilip bozulmasın diye doğrudan olayın içine girmemeye son derece dikkat ediyor, deşifre olmamaya çalı­şıyorlardı.

Nihayet olay öyle gelişti ki her iki tarafa mensup kuvvetler bir­birlerine hücum etmek üzere karşı karşıya durup savaş düzenine geçtiler. Hz. Ali aradaki boşluğa çıkarak Talha ve Zübeyr'i çağırıp onlarla konuştu. Bu arada Zübeyr'e,

"Rasulullah (sav)'in sana Ali ile dövüşeceksin, hem de sen haksız olduğun halde...' buyurduğunu hatırlıyor musun?" diye sordu.

Zübeyr büyük bir pişmanlık içinde, "Evet hatırlıyorum, eğer önceden hatırlamış olsaydım çıkıp buraya gelmezdim" cevabını verdi ve başını alıp uzaklaştı gitti.

Vadi's-Siba' (Aslanlar Vadisi) adıyla bilinen bir yere varınca -ne yazıkki aşere-i mübeşşereden biri olan bu büyük insan- îbni Cur-muz adında bir caninin giriştiği suikast sonucu şehid oldu.

Sebeî fitneciler nihayet müslümanlan birbirlerine kırdıracak savaşı başlatmaya muvaffak olmuşlardı. Savaş başlarken Hz. Ali taraflara bir kez daha silahlarını bırakmaları çağrısında bulundu. Fakat iş artık O'nun kontrolünden çıkmıştı. îki ordu birbirlerine girdiler. Basra ordusu otuzbin kişiden fazlaydı. Hz. Ali komutasın­daki Küfe Ordusu ise yirmibinin üzerindeydi.

Tarih, Hicretin 36'ncı yılı Cemaziyelahir ayının ortalarıydı.

Hz. Ayşe'nin mahfesini taşıyan devenin önünde kanlı bir vu­ruşma cereyan ediyordu. Devenin yularını tutarak Hz. Ayşe'yi ko­rumaya çalışan yetmiş kişi öldürüldü. Nihayet Hz. Ayşe'nin nere­de olduğunun bilinmemesi için devesinin ayakları kesildikten sonra savaşın hızı kesildi ve Basra'lılar yenildiler. Talha ağır yara­landı, kan kaybediyordu. Hz. Ayşe'yi mahfesiyle birlikte Abdullah Bin Halefin evine taşıdılar. Çok elim bir faciaydı bu.

Tarihçilere göre Basra Ordusundan onbin kişi, Hz. Ali'nin or­dusundan da beşbin kişi şehid olmuşlardı.

Korkunç manzarasını bir kat daha artırmaya çalışarak tarihçi­lerin bize naklettikleri bu savaşı biraz inceleyip gerçekten düşman taraflar arasında mı yoksa esas kardeş oldukları halde bir an için şeytana uyan, kendilerini duygularına kaptıran ancak daha sonra akıllarını başlarına alan taraflar arasında mı cereyan ettiğini şöyle bir inceleyelim:

Bunu ancak sonuçlardan anlayabiliriz, şöyle ki:

Basra Ordusunu Talha, Zübeyr ve Hz. Ayşe sevk ve komuta ediyorlardı. Şimdi öbür orduyu idare edenlerin bunlar hakkındaki tutum, davranış ve kanaatlerine bakalım:

Savaşın kızıştığı bir sırada, Hz. Ali ordusunun komutanların­dan ve önemli şahsiyetlerinden El-Ka'ka' Bin Amr Et-Temîmi, Basra ordusu komutanlarından Talha ile bir an yüzyüze geldi. Tal­ha yaralıydı. El-Ka'ka O'na nazikçe:

"Ey Muhammed'in babası! Bak yaralısın. Ne olur sığınaklar­dan birine girsen" diye uyarmaya çalıştı.

Şimdi biraz düşünelim, bir ordunun kahramanı, karşısındaki ordunun komutanına yaralı rastlar da O'na gidip istirahat etmesini, yarasını sarıp kurtulmasını mı, yoksa üzerine hücum edip O'nu öldürmesini mi ister?

îbnî Cermuz savaştan sonra, yediği haltı sözde Hz. Ali'ye müj­delemek üzere gelip huzuruna girmek için görevliye, "Zübeyr'in katili geldi, ne dersin" diye kendini tanıtınca Hz. Ati de, "Girsin, fakat önce O'na cehenneme gireceğini müjdele de öyle içeriye al"

cevabını vermişti.

Burada biraz düşünmek lazımdır:

Acaba bir komutan, karşısındaki düşman ordusu komutanının öldürülmesinden dolayı sevinç mi duyar yoksa, "Kim onu öldür-düyse cehenneme girecektir" der ve O'nun katiline karşı nefretini böyle açıkça dile mi getirir?

Mesele bu kadarıyla da kalmadı, Hz. Ali savaştan sonra Hz. Ay­şe'yi ziyaret etti, aleyhinde konuşanları cezalandırdı.

O'nu Recep Ayı başlarında kardeşi Muhammedle uğurlarken kendisine, layık olduğu Önem ve saygının gösterilmesi tavsiyesin­de bulunarak, "O sizin, dünyada da ahirette de peygamberinizin zevcesidir" dedi.

Kendisine önemli miktarda para vererek gönlünü almaya ça­lıştı ve hizmetinde bulunmaları için bir grup hanımı görevlendir­di. Hz. Ali, Hz. Ayşe'yi Abdullah Bin Halefin evinde ziyaret ettiği sırada, aynı evin başka bölümlerinde ordusuna karşı savaştıkları sırada yaralanmış Basra'li askerler bulunuyordu. Bu hususu çok iyi bildiği, bu durumdan haberdar olduğu halde, tamamen bilme-mezlikten gelerek büyük bir alicenaplık örneği verdi.

Çünkü esas itibariyle iki taraf zaten düşman değillerdi. Eğer birbirlerinin gerçek düşmanları olsalardı, başlarına daha feci akı­betler gelecekti.

Hz. Ali ayrıca savaş sırasında (gerçek düşmanlarla yapılan sa­vaşlardan tamamen farklı bir siyaset izlemiş) askerlerine kaçan hiç bir kimseyi kovalamamalarını, yaralanmış birine karşı artık hamle yapıp onu öldürmemelerini, hiç bir eve girmemelerini, kimsenin malına el koymamalarını, kadınlara, çocuklara, silahsızlara ve sa­vaşa katılmamış bulunanlara karşı silah kullanmamalarını sıkı bir şekilde tembihlemişti.

Bütün bunlar asil bir kardeşlik duygusunun delilleridir. Ne varki şeytan aralarına girmiş onları birbirlerine düşürmüştü.

Taraflardan her birinin kendine mahsus görüşleri vardı. îki ta­rafın da sırf hakkın tecellisi uğruna samimi niyetleriyle uğradıkla­rı bu akıbetlerden dolayı Allah katında büyük mükafatlara nail ol­malarını umarız.'[6]

Savaştan üç gün sonra Abdullah Bin Abbas, Basra'ya Hz. Ali tarafından vali tayin edildi Zaten Basra halkı daha önce 4e Hz. Ali'ye oylarını vermişlerdi. Hz. Ali buradan aynı gün Şam'a hareket etti.

Şam'daki durumlara gelince, buranın valisi ta Hz. Ömer dev­rinden beri Muaviye Bin Ebisüfyan'dı.

Buranın halkıyla iyi ilişkiler kurmuş, halk da O'nu sevmişti. Kendine has üslubu ile onlara karşı yumuşak davranmış, onlar da kendisine boyun eğmişlerdi. Bazen tatlı sert muamele etmiş, böy­le durumlarda da boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Hülasa bir­birlerine alışıp kaynaşmışlardı.

Şam halkı Muaviye'den başkasını başlarında idareci olarak görmek istemiyorlardı. Medine'de fitne koptuktan, asiler idareye el koyup Halife'yi zulmen öldürdükten sonra Numan Bin Beşir, Halife'nin kanlı gömleği ile, içinde hanımının parmaklarını Şam'a götürüp halka gösterince ahali galeyana gelerek Önce Halife'nin böyle tamamen haksız yere katledilmesine fevkalade üzüldüler, feryad edip ağladılar.

Çünkü bir bakıma Halife çok yaşlıydı, sonra rezil ve alçak bir eşkıya sürüsü eliyle katledilmişti. İkinci bir nokta da şuydu ki kim­se bir şey yapamıyor, bozulan düzeni rayına oturtamıyordu. Çünkü bir sürü anarşist Medine'ye musallat olmuş, Rasııluîlah'ın bu hicret yurdunu ellerine geçirmişlerdi.

Şunu da göz ardı etmemek lazımdır ki Medine'den Şam'a bir haberin intikal etmesi bir aylık zaman isterdi. Dönüş için de keza bu kadarlık bir süreye ihtiyaç olurdu. Tabii bu kadarlık uzun bir müddet içinde daha bir çok sorunlar doğar ve bunlardan sebep de yine bir zaman daha kayba uğrardı. îşte bu şartlar altında Hz. Ali'nin halife seçildiği haberi neden sonra Şam'a ulaştı.

Fakat Şûra üyelerinden olan Saad Bin Ebi Vakkas, ayrıca Usa-ma Bin Zeyd, Muhammed Bin Mesleme, Hassan Bin Sabit, Zeyd Bin Sabit, Kaab Bin Malik gibi sahabiler ve daha başkaları da O'na oylarını vermemişlerdi. Bunlara ilaveten, yine Şûra üyeleri olan Talha ve Zübeyr de baskı altında Hz. Ali'ye oylarını vermişlerdi.

O günlerde Şûra üyeleri olarak şu zevat hayatta bulunuyorlar­dı:

Hz. Ali -ki halife adayıydı-, Talha ve Zübeyr -Bunlar da oyları­nı baskı altında Hz. Ali'ye vermişlerdi- Saad Bin Ebi Vakkas ise Hz. Ali'ye hiç oy vermemişti.

Meselenin, esasen incelenmeye ihtiyacı vardı. Bütün bu olup bitenlerle beraber Hz. Ali aslında duruma hakim değildi. Dolayı­sıyla Hz. Osman'ın katillerinin cezasını veremiyordu. Çünkü katil­ler Medine'ye musallat olmuş vaziyetteydiler. İşte Şam'a haberler bu şekilde ulaşmış, Muaviye mevcut durumun bundan ibaret ol­duğunu öğrenmişti. Bu haberler doğru olmakla beraber, Muavi-ye'ye intikal şekli O'nun Hz. Ali'ye oyunu vermesi için bir süre da­ha beklemesini gerektiriyordu.

Buna ilaveten hem kendisi hem Şam halkı Halife'nin katledil­mesinden dolayı son derece büyük bir üzüntü içinde bulunuyor­lardı. Keza ümmetin ulularından olan bazı sahabileriri, sırf fitneye bulaşmamak için Medine'yi terk ederek Mekke'ye çekildikleri veya Medine'de asilere itiraz ettikleri yolunda Şam'a çeşitli haberler ge­liyordu.

Bu arada yeni Halife Hz. Ali de vilayetlere yeni valiler tayin ediyor, Sehl Bin Huneyf i de Şam'a vali olarak gönderiyor, Muaviye'yi azlediyordu.

Yeni vali Sehl Bin Huneyf, Şam eyalet sınırlarından geri çevri­lirken Muaviye ise sonun nereye varacağını beklemeye koyuluyor­du. Bu gergin bekleyiş böyle devam ederken Muaviye, bir süre sonra Halife'ye karşı örgütlenmiş büyük bir kalabalığın Mekke'den Basra'ya hareket ettiğini, başlarında da Müminlerin anası Hz. Ay­şe'nin, Talha ve Zübeyr'in bulunduğunu haber aldı.

O halde bu durumdan Hz. Ali'nin henüz otoriteyi sağlamadı­ğı, dolayısıyla O'na bey'at etmek için bir süre daha beklemek ge­rektiği anlaşılıyordu. Muaviye'nin kanaati buydu. Nitekim sonucu beklemeye devam etti. Şam halkı da O'nunla birlikte sonucu bek­liyordu.

İşte bu sıralardaydı ki -anlattığımız- Basra olayları cereyan et­ti. Cemel Harbi patladı. Müslümanlar üzüntüye boğuldular. Peş-peşe cereyan eden bu gelişmeler, Muaviye'nin Hz. Ali'ye bey'at et­mesini hep geciktiren birer sebep oldu. Muaviye'nin ve beraberin­de bulunanların görüşü buydu ve bu bir içtihattı.

Ernir'ül-Mü'minin Hz. Ali'nin görüşü ise bundan farklıydı. O her şeyden önce Muaviye'ye Halife'nin tayin ettiği bir vali olarak bakıyordu. Halife O'nu görevden aldığı zaman bu makamı tahli­ye etmesi, görevini onayladığı takdirde ancak devam etmesi ge­rekirdi.

Vali bir "Tabi' (Müctehid'e uymak zorunda bulunan)" biriydi. Müctehid değildi. Valiye düşen görev, Halife'ye, idaresindeki aha­liyle birlikte bey'at etmekti. Çünkü esas olan Medine halkının bey'at etmesiydi ki zaten Medine'liler Hz. Ali'ye bey'at etmişlerdi.

O halde bu savsaklamanın anlamı neydi? Görüşünün başta alınması için o, acaba şûra üyelerinden biri miydi? Madem ki Ha­life O'nu azletmişti o halde Halife'nin emrine uymalıydı.

Hz. Ali'nin, Muaviye hakkındaki görüşleri de bu merkezdeydi ve bu görüşler doğruydu. Çünkü ortalığın istikrara kavuşmadığını asilerin henüz Medine'de ve devleti ele geçirmiş durumda bulunduklarını görüyor, her şeyden önce halkın güven oyunu ve deste­ğini alma gereğine inanıyordu.

Halk güçlü bir idareye karşı güven duygusuna kavuştuktan sonra ancak bu asiler memleketlerine gönderilebilir, birlikleri, da­mıtılarak bozulabilirdi. Ve ancak bu suretle hakimiyet sağlanarak hak ettikleri cezaya çarptırılabilirlerdi. Fakat şu anda güçlüydüler, Medine'de istediklerini yapabilirlerdi. Üstelik onları cezalandır­mak da çok zordu. Hatta Emir'ül-Mü'minin onları cezalandırma­ya kalksa belki de karşılıkta bulunacak hem O'nun hem de Medi­ne halkının canına kastedeceklerdi.

Bu da Hz. Ali'nin içtihadıydı ve (samimiyetle sırf îslamı ve müslümanları bu fitneden kurtarmak maksadıyla) böyle düşündü­ğü için umulur ki Allah katında sevap ve mükafata nail olmuştur.

Hz. Ali elbette ki bu nazik dönemde Şam Valisi'nin tutumunu onaylamadı. Zira Valinin verilen emri yerine getirmekten başka bir seçeneği olmamalıydı. Ama mademki başına buyruk olmuştu Hz. Ali de halife olarak hakkın tecellisi için gerekirse şiddete baş vur­maktan geri kalamazdı, yumuşak davranmak O'na göre bir çeşit zaaftı; o halde işleri rayına oturtmak için silkinmek ve Şam üzeri­ne yürümek gerekirdi.

Nitekim bir ordu hazırlamıştı. Şam'a hareket etmek üzereyken Mekke'de örgütlenenlerin gailesi ortaya çıkınca seferinin yönünü değiştirmek zorunda kalmış, Irak üzerine yürümüştü.

Yön bu kez Şam'dan Basra'ya dönmüş, o yılın Cemaziyelahir ayında Cemel Vak'ası patlak vermişti. Hz. Ali, savaştan sonra Bas­ra'ya girerek bu bölgede ortalığı düzeltmeye çalıştı. Üstelik suçlu­ları affetti. Zarar ziyan görenlere sahip çıktı. Yenenlere de yenilen­lere de ihsanlarda bulundu ve Abdullah Bin Abbas'ı Basra'ya vali tayin ederek Kûfe'ye gitti.

Şam'a yapacağı sefere buradan devam edecekti.

Hz. Ali, Hicretin 36'ncı yılı Recep ayının sonlarında Kufe'ye vardı. Burada savaş için 4 ay kadar hazırlık yaptı, asker yığdı.

Vazife uğruna, ne kendine, ne de beraberindekilere acıyordu. O'nun bütün hayatında adeti böyleydi. Karşısına ne kadar engel­ler çıkarsa çıksın o bunlara aldırış etmez, doğru yolda yürümeye devam ederdi. Dava arkadaşları da aynen O'nun gibiydiler. Reisle­rinin peşi sıra idealleri uğrunda mücadele verirken rahatlarını hiç düşünmezlerdi.

Hz. Ali, önce Cerir Bin Abdillah El-Buceli'yi Muaviye'ye gön­dererek O'ndan, kendisine bey'at etmesi talebinde bulundu. Her­kesin kabullenmiş bulunduğu idareyi O'nun da kabullenmesini is­tedi. Fakat Muaviye hiç bir cevap vermedi. Bunun üzerine Cerir herhangi bir sonuç alamadan döndü.

Ne varki Hz. Ali'nin dâva arkadaşlarından bazıları sür'atle bir cevap vermesini istiyorlardı. Bu sebeple de esasen Cerir'in görevi­ni yerine getirmediği yolunda bazı suçlamalarda bulundular. Hat­ta Ester, Cerir'in duyabileceği bir şekilde bu mealde bazı dokun-durucu sözler söyledi. Cerir de bu sözlerden alınarak kampı ter-ketti ve Habur Suyu ile Fırat Nehri'nin birleştikleri yerde bulunan Karkîsa Kenti'ne giderek orada kalmak suretiyle tepkisini gösterdi.

Keza bu arada Muaviye Hz. Ali'ye aralarında Ebu Müslim El-Holani'nin de bulunduğu birkaç elçi göndermişti. Bu elçiler de bir sonuç alamamışlardı. Bu durumun doğurduğu gerginliğin etkisiy­le olacak, arkadaşları Hz. Ali'yi artık Muaviye'nin üzerine yürüme­si için teşvikte bulundular. Dolayısıyla Zilhicce ayı girer girmez Hz. Ali'nin öncü kuvvetleri Şam topraklarına ayak bastılar.

Fakat Hz. Ali, komutasındaki kuvvetlere, kendilerine karşı si­lah kullanılmadıkça savaş için davranmamaları emrini vermişti. Muaviye, Irak ordusunun hareket ettiğini duyar duymaz, o da Şam Kuvvetlerinin başına geçerek Siffin demlen mevkiye vardı.

Ordusunun Fırat Nehri'nden istifade edebileceği uygun bir alanda karargahını kurdu. Hz. Ali'nin ordusu ise bu yöreye girdi­ğinde susuzdu. Muaviye'den iki ordunun da sudan serbestçe isti­fade etmesi için müdahalede bulunmamasını istediyse de bir ce­vap almadı, bu tutum ise sürtüşmeye sebep oldu ve Hz. Ali komu­tasındaki Irak Ordusu harekete geçerek Muaviye'nin askerlerini geri püskürttü. Bununla beraber Hz. Ali iki orduyu da Fırat Su-yu'ndan istifade etmek üzere serbest bıraktı.

Bunun üzerine her iki ordu da nehrin kıyısına yerleşerek bir­kaç gün burada kaldılar. İki tarafın askerleri suyun üzerinde bulu­şuyor, birbirlerine gidip geliyor, hatta oturup kavgasız sohbet bile ediyorlardı. Sadece tartışıyorlardı.

Taraflar arasında çok şiddetli bir düşmanlık duygusu bulun­duğu ve birinin diğeriyle savaşmak konusunda son derece istekli olduğu yolunda tarihçilerin abartarak anlattıklarını insanın bura­da uzun uzun düşünmesi lazımdır. Halbuki bu hiç de doğru değil­dir. Aralarındaki ihtilaf sadece görüş ayrılığından ibaretti. Gönül­leri ise birbirlerine karşı kardeşlik duygusuyla doluydu. Ne varki aralarında bulunan görüş ayrılığından dolayı bu duygu açıktan gözlenemiyordu.

Her şeye rağmen taraflar arasında savaş başladı. Fakat birbir­lerine bütün imkan ve güçleriyle saldırmıyor, birbirlerini yok et­meye çalışmıyorlardı. İki tarafın da komuta merkezleri savaşın böyle bir duruma dönüşmesinden korkuyorlardı. Çünkü esasen amaç bu değildi ve çünkü can kaybı hangi tarafta olursa olsun ne­tice itibariyle bu, müslümanları zayıf düşürmek demekti. Her iki taraf da İslam ordusunun birlikleriydi. Bunların temel görevleri ise İslam devletinin sınırlarını korumak ve fetihleri tamamlamaktı. İş­te bu nedenledir ki taraflardan biri diğerinin üzerine yürürken yi­nede Allah Teala'nın bu gaileleleri sona erdirip ortalığa bir barış ve sükunet ihsan etmesini, herkesin düşünüp aklını başına almasını umuyor bu iyi ve olumlu temenniyi besliyordu.

Bu vuruşmalar aralıklı olarak Zilhicce ayı boyunca devam etti. Muharrem ayı girince savaş durduruldu. Askerler kışlalarına çekil­diler. Barış yapmayı bir sonuca varmayı umuyorlardı. İki taraf ara­sında diplomatik görüşmeler sürdü. Fakat bir sonuç alınamadı. Bu durum tarafların birbirlerine karşı besledikleri derin bir düşman­lık duygusundan ileri geliyordu diye savaşı durdurmak için bir tür­lü akıllarını başlarına alıp düşünemiyorlardı şeklinde yanlış bir ka­naate sapmamak için burada bir parça durmak gerekir. Aslında her iki taraf da birbirlerine karşı sevgi ve yakınlık besliyor, fitnenin sönmesi ve ortalığın yatışması için en ufak bir fırsatı bile değerlen­dirmeye çalışıyorlardı.

Bununla beraber taraflar yine de fikirlerini değiştirmediler, her biri tutumunda ısrar etti. Hz. Ali'nin görüşü gayet açıktı. Mu-aviye ise diyalog için hiç bir eğilim göstermiyordu. O halde genel bir savaş artık kaçınılmazdı.

Nitekim her iki ordu tekrar vuruşmaya başladılar. Bu durum Hicretin 37'nci yılı Safer Ayı'nın başlarına kadar sürdü. Taraflar ge­cikmenin bir sonuç vermeyeceğine kanaat getirince artık genel bir hamle zorunlu hale geldi ve nitekim de öyle oldu. Savaş üç gün de­vam etti. Her iki ordunun saflarında da büyük can kaybı oldu. Hz. Ali'nin saflarında tanınmış şahsiyetlerden Ammar Bin Yasir ve Haşini Bin Utba Bin Ebi'l-As, Muaviye saflarında da Hz. Ömer'in oğlu Ubeydullah öldürüldüler. Muaviye komutasındaki Şam ordu­sunda bozgun emareleri belirmeye başladı. Bunun üzerine mız­raklarının ucuna Kur'an-ı Kerim nüshaları asarak kendilerine hü­cum edilmemesini istediler. Irak ordusunda, başta genel komutan Hz. Ali ve tanınmış komutanlardan El-Eşter En-Nah'i olmak üze­re bir kısmı savaşı sürdürmeye taraftar oldukları halde EI-Eşter'in -daha sonra- "Dur" talimatını almakla beraber vuruşmaya bir sü­re daha devam edildikten sonra savaş son buldu.

Müslümanlar artık her şeyde barış için bir umut pırıltısı bekli­yorlardı. Böyle bir umut olmasaydı zaten savaşın durmasına im­kan yoktu. Çünkü aslında meşru taraf olan Hz. Ali'nin ordusu için zafer ihtimalleri görünmeye başlamıştı; ısrarla da savaşa devam ediyordu.

Ne var ki bu duraklamadan sonra Hz. Ali adına görüşmeye gi­den El-Eşter'e Muaviye, meselenin, tarafları temsil eden iki ha­kemce çözüme kavuşturulması yolunda görüşünü beyan etti. Bu­nun üzerine mütareke yapılarak her iki tarafa mensup şahidler huzurunda tahkim sözleşmesi yazıldı. Buna Şam ordusunun tü­mü razıydılar, fakat Irak ordusundan kimisi razıydı, kimisi ise kız­gındı, ancak baskı altında olduğu için ses çıkaramıyordu. Bu sözleşmeden iki gün sonra savaş ölüleri defnedilip Hz, Ali tarafından orduya Kûfe'ye dönüş emri verildi. Böylece Irak ordusu Kûfe'ye dönerken Muaviye'de ordusuyla Şam'a hareket etti.'[7]

Hz. Ali'nin ordusunun tümü Kûfe'ye girmedi. Onlardan bir kısmı tahkim sözleşmesini protesto ederek ayrılıp Harura denilen mevkiye gittiler. Bu anlaşmaya kızmışlardı Kendi aralarında orga­nize olup başlarına da Şibs Bin Rib'i adında birini reis seçtiler. Ab­dullah Bin El-Kevva adında biri de bu ayrılıkçılara namaz kıldır­mak üzere yetkilendirildi. Hz. Ali onlara temsilciler göndererek dönmelerini, ikilik çıkarmamalarım istedi. Belki onlar da böyle düşünüyorlardı. Nitekim Hz. Ali'den tahkimi kabul etmemesi ve savaş için dönmesi talebinde bulunmuşlardı. Hatta başlarına ko­mutan olarak seçmiş bulundukları Şibs Bin Rib'i bile Hz. Ali'nin saflarına döndü. Sonra Hz. Ali temsilci olarak onlara Abdullah Bin Abbas'ı yolladı. Abdullah bu muhaliflerle uzun uzun tartıştı. On­ları ikna edemeyince bu sefer de bizzat Hz. Ali giderek kendileriy­le görüştü, delillerini ortaya koyunca ikna olup hep birlikte Kû­fe'ye döndüler.

Meselenin çözümlendiği kanaatine varılmıştı ki gerçekte öyle olmadı. Bu ayrılıkçılar fikirlerinde ısrar ediyor aynı teraneyi tekrar edip duruyorlardı.

"Allah'ın hükmünden başka hüküm olmaz. Emir'ül-Mü'mi-nin'in söylemekte olduğu söz ise esasen doğru fakat onunla batıl bir amaç güdülmektedir" diye haykırıyor, münakaşa ediyorlardı. Hz. Ali'nin tekrar savaşa döneceğini, şimdilik orduyu biraz dinlen­dirmeye çalıştığını sanıyorlardı.

Nihayet kararlaştırılan tarihte Hz. Ali ile Muaviye'yi temsil eden hakemler Demet'ül Cendel denilen yerde bir araya gelip gö­rüştü iseler de mutabakata varmadan ayrıldılar. Ancak tarihçilerin bu konuda anlattıkları birçok şey aslında doğru değildir.

Mesela Hz. Ali tarafından gönderilen hakem Ebu Musa El-Eş'ari tarihçilerin öyle vasıflandırdıkları kadar saf ve gafil bir kimse değildi. O yüce bir sahabi ve Hz. Ömer gibi dirayetli ve disiplin­li bir halifenin tayin ettiği valilerden biridir. Hz. Ömer'in, tarihçile­rin vasıflandırdıkları nitelikte birini vali tayin etmesi mümkün de­ğildi. Keza Muaviye'nin tayin ettiği hakem Amr Bin El-As da kalleş, dini eksik, vefasız ve insafsız biri değildi. Bu iki hakem ne olursa olsun tezlerini savunmuş sonuçta da aralarında mutabakata var­madan ayrılmışlardı.

Tahkim sonuç vermeyince Hz. Ali tekrar Şam üzerine yürü­mek için hazırlıklara girişti. Basraya tayin etmiş olduğu valisi Ab­dullah Bin Abbas'dan bölgesindeki halkı askere çağırmasını istedi. O da topladığı savaşçıları gönderdi. Fakat Hz. Ali bu raddede bir an düşünerek daha dün ordusunun saflarını terkedenleri gözünün Önüne getirdi. Ayrılmış tekrar gelip kendisine iltihak etmişlerdi. Bu kararsız adamlar şimdi de Basra'daki yandaşlarına yazı göndererek onların gelip kendilerine katılmalarını istiyorlardı.

Hz. Ali onlara ses çıkarmadı, onları kendi hallerinde bırakmak istiyordu ve:

"Ses çıkarmazlarsa onlara dokunmayız, konuşurlarsa kendi­leriyle mücadele eder tartışırız, fakat karışıklık çıkarırlarsa onla­rı vururuz" diyordu.

Sonra onlardan vazgeçip Şam üzerine yürümek istediği sırada bunların fitne çıkarmaya çalıştıklarını gördü. Zira Abdullah Bin Hubab Bin El-Eret'i öldürmüş, O'nu koyun boğazlar gibi boğazla-mışlardı. Ayrıca beraberinde bulunan bir grup kadını da öldür­müşlerdi. Hz. Ali onlara bir elçi gönderdi, onu da öldürdüler.

Bu durumda Hz. Ali, artık onların üzerine yürümek zorunda kaldı. Şam'a gidip onları arkasında istedikleri fenalıkları işleyebile­cek şekilde serbest bırakmaktansa herhangi bir surette onları te­mizleyip kurtulmak gerekiyordu. İşte bu maksatla üzerlerine yü­rüyerek önce kendileriyle sözlü olarak mücadele etti. Abdullah Bin Hubab'ın katillerini istedi. Fakat tümü bir ağızdan, "Hepimiz onun katiliyiz!" diyerek meydan okudular. Karşı gelmekte direnip peşinden de Hz. Ali'nin askerlerine hücum ederek ilk çatışmayı başlattılar. Hz. Ali de onlarla savaşmak zorunda kaldı ve Nehravan denilen yerde bu asi ayrılıkçıların hepsini öldürerek ortadan kal­dırdı. Bu adamların çoğu Kûfeliydiler. Hz. Ali'nin askerleri de Kû-fe'liydiler.

Mesela Zeyd Bin Adiy Bin Hatem asilerin sanrıdaydı ve öldü­rüldü. Babası Adiy Bin Hatem ise Hz. Ali'nin ordusunda görevliy­di. İşte öldürülenlerin çoğu böyle idiler veya bu örneğe yakın du­rumda idiler.

Bu sebeple de Hz. Ali'nin askerleri üzüntüye boğuldular. O'nun düşmanlarının {yani kendi yakınlarının) öldürülmesinden dolayı perişan oldular, düşünceleri tutum ve tavırları (ister iste­mez) değişti [8]

Ne yazık ki bu karanlık dönemde müslümanlar arasında cere­yan eden savaşlar işte böyle idi. İnsanlar arasında şiddetli görüş farkları vardı. Herkes ayrı bir topluluğa katılarak diğerleriyle sava­şa tutuşuyordu. Öldürülenin belki işi bitiyordu ama öldürene ge­lince kaybettiği yakınlarının felaketiyle tutuşup yanıyordu.

Hz. Ali bu ortamda halkın savaş yorgunluğunu üzerinden at­ması için biraz dinlenmesi ve uğradığı felaketleri biraz unutması için bir süre beklemeyi uygun gördü. Muaviye ise bu sıralarda Şam'da idi ve Hz. Ali'nin Şam üzerine yürümek için hazırlıklar yaptığı yolunda bir haber aldı. Bunun üzerine o da sür'atle hazır­lanarak Sıffın mevkiine ulaştı. Fakat buraya gelince Irak kuvvetle­rine ait hiç bir şeye rastlamadı. Dolayısıyla burada ihtimalleri he­sap ederek beklemeye koyuldu. Bu sıradaydı ki. (ayrılıkçı) Harici­lerle Hz. Ali arasında geçen olayları haber aldı. Meselenin kendisi­ne yanlış intikal ettirildiğini anlayarak gerisin geri Şam'a dönüp ordusunu da istirahate çekti, kendisi de artık rahatına baktı.

Bu kez Hz. Ali, ordusunun dinlenmiş bulunduğunu görüp as­keri yeniden silah kuşanmaya davet ettiyse de kimse yerinden kı­mıldamadı. Onları her ne kadar teşvik etti, azmettirdiyse de hiç kimsene davetine icabet etti ne de sözünü dinledi. Onlara hitap edip sert konuşunca biraz söz dinler gibi oluyor, göreve çıkıyorlar­dı. Fakat hiç bir şey duymamış gibi tekrar gevşeyiveriyorlardı. Öy­le ki Hz. Ali artık bıktı, çok zor günler yaşadı. Vaktiyle onları hiç gö­rüp tanımamayı nice temenni etti. İş işten geçmişti. Hz. Ali'nin, bu insanlarla bütün hayatı meşakkatler, zorluklar, dertler ve acılar içinde geçti. Emrediyor, emri yerine getirilmiyordu, davette bulu­nuyor, cevap alamıyordu. Belki de halifelerine karşı Kufelilerden bir grubun giriştiği silahlı mücadele ya da Nehravan'da yakınları­nı kaybetmeleri veya fetih hareketlerinin durması gibi bazı sebep­ler böyle bir sonucu doğurmuş olabilirdi. Çünkü devletin otoritesi önceki dönemlerin tersine geniş alanlara açılma istidadını artık kaybetmişti. Bilakis zayıflamıştı.

Bundan dolayıdır ki Bizanslılar yeniden Şam serhadlerine göz dikmeye başladılar. Fakat Muaviye ortalık yatışıncaya kadar bir miktar mali yardımda bulunarak onları susturdu.

Doğu sınırları ise Hz. Ali'nin tayin ettiği yöneticileri sıkıntıya sokacak hadiselere sahne oluyordu. Dolayısıyla istikrar temin edi­linceye kadar her defasında çok büyük zorluklarla karşı karşıya ka­lıyordu. Bu disiplinsizliğin ve bozuk düzenin halkın ulaşmış bu­lunduğu aşırı refahdan kaynaklanmış olması ihtimali de vardı. Çünkü Hz. Ali halka çok servet dağıtıyor ve istihkaklarını veriyor­du. Arada bir Beytülmalı (Devlet hazinesini) halka dağıttıktan sonra temizlettirip içinde iki rekat namaz kılmayı çok severdi. Bel­ki de halkın böyle bir tutum içine girmesinde bu bolluk bir teşvik unsuru olmuş, onları aşırı tembelliğe itmiş, rahatlarına onları düş­kün hale getirmişti. İşte Hz. Ali'nin işlerini zorlaştıran hayatını çe­kilmez hale getiren sebepler bunlardı.

Tabiatiyle böyle bir ortamda Muaviye Hz. Ali'ye bey'at etmeyi düşünmez, halkın gittiği yoldan geçmeyi aklına getirmezdi. Çün­kü Halifenin istikrarlı bir ortamda olmadığını, sözünün dinlenme­diğini ve sahabilerden bir grubun da henüz kendisine bey'at et­mediklerini görüyordu.

Bu arada Hz. Ali Nehravan olayından sonra Hariciler'in gaile­sinden artık kurtulmuş bulunduğunu sanıyordu. Oysa bir süre sonra onlardan ancak küçük bir grubu ya da onların bir kısmını bertaraf etmiş olduğunu gördü. Çünkü askerlerinin arasında bir sürü Harici vardı. Fikirlerini açıkça ortaya koyuyor, tartışıyorlardı. Bu durum Hz. Ali'nin üzüntüsünü ve dertlerini kat kat arttırdı. Kendisi düşünce ve inanç meselelerinde hür fikirli bir kimseydi. Hiç bir baskıya baş vurmadan hasımlanyla oturur tartışır, onları sabırla dinlerdi. İstihkaklarını kesmezdi. Onlarsa gerek Hz. Ali ile, gerekse O'nun Basra'daki Valisi ile birlikte yaşadıkları halde gece silahlı gündüz külahlı bir tutum içindeydiler. Gece karanlık çö­künce çıkıp birbirleriyle buluşuyor, çeşitli fitneler çıkarıyorlardı. Bir müslümana rastladılar mı onu öldürürlerdi. Bu olaylar öyle bir raddeye vardı ki artık Hz. Ali ölmeyi bile temenni eder hale geldi.

Nitekim zaman zaman: "Şu en bedbaht adam neden işi bu ka­dar geciktiriyor?" diye söylenirdi.

Aslında bu sözlerle şunu anlatmak istiyordu:

"O'nu öldürmekle insanların en sefil ve en bedbahtı duru­muna düşecek biri çıkıp kendisini neden bir an önce katletmiyor ve O'nu bu çileden kurtarmıyordu?"

Bir gün öldürüleceğini, şehid edileceğim biliyordu. Çünkü Hz. Peygamber (sav) O'nun, bu ümmetin en bedbahtı tarafından öl­dürüleceğini söylemişti. Hz.AliKûfe'de, O'nun valisi Abdullah Bin Abbas da Basra'daydı. Fakat artık sözleri dinlenmiyordu. Öyle ki Abdulllah Bin Abbas bu durumdan bir an önce kurtulmak istiyor­du. Hatta Halife'nin bizzat kendisi de böyle düşünüyordu. Nitekim Abdullah Bin Abbas'ın, Basra Valiliğini Ziyad Bin Ebih'e bırakarak Mekke'ye çekildiği de söylenmektedir. Sözde bunu insanlardan bı­kıp usandığı için yaptığı rivayet edilmektedir. Ancak gerçekte Bas­ra'yı Halife şehid edilinceye kadar terketmemiştir. Hatta Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra Hz. Hasan'ın Muaviye lehinde hilafetten çekilmesine kadar burada kalmış, sonra Mekke'ye gidip yerleşmiştir. Eğer Hz. Ali O'nun yerinde olsaydı halkın elinden çektiği bu çileden dolayı belki böyle davranabilirdi. Ama Hali-fe'nin bunu yapması mümkün değildi.

Şam'daküer, Halife'yi artık kimsenin dinlemediğini, özellikle Şam bölgesi üzerindeki otoritesinin bir sembolden ileriye gitme­diğini, buna rağmen O'nun, yine de ciddi bir irade ile ülkeyi yö­netmek için çabaladığını, daima iyiliği emrettiğini ve kötülükler­den de sakındırdığım görüyorlardı. Bu şartlar altında kendilerine karşı çıkılacak bir durum da yoktu.

Dolayısıyla Amr Bin El-As, Muaviye adına Mısır'ı işgal etmeyi ve Hz. Ali'nin buradaki valisi Muhammed Bin Ebibekr'i öldürdük­ten sonra yönetimini eline almayı başardı. Hz. Ali'nin tayin ettiği yeni vali El-Eşter ise Mısır'a varamadı. Hicretin 38'nci yılıydı, gö­revini teslim almak üzere giderken yolda zehirlenerek öldü.

El-Eşter, Sıffîn Olayı sırasında Hz. Ali ile beraberdi. Dönüşte Hz. Ali O'nu, Cizre yakınlarındaki, (eski görevi olan) Nusaybin Emirliğine tekrar tayin etti. Daha sonra da O'nu Mısır'a gönderdi, îşte bu sırada zehirlenerek öldü. Kays Bin Saad Bin Ubade ise Hz. Ali'nin, polis kuvvetlerinin başındaydı.

Halifenin otoritesinin zayıflığını gören Muaviye, Basra'ya Ab­dullah Bin Amir Eİ^Hadrami'yi gönderdi. Çünkü bu şehirde Hz. Osman'ın intikamının alınmasını isteyen çevreler ve Cemel ola­yında felaketler yaşamış kimseler vardı. Bazı karışıklıklar çıktı ise de bu {Muaviye açısından) pek işe yaramadı.

Muaviye bundan sonra Hicretin 39'uncu yılında Hz. Ali'nin hakimiyeti altında bulunan bölgelerin sınırlarına asker çıkarmaya başladı. Numan Bin Beşir komutasında 2000 kişilik bir kuvveti. Ayn'ut-Temr mevkiine gönderdi. Süfyan Bin Avf'ı da altıbin kişilik bir kuvvetin başında Hit'e şevketti.

Süfyan Bin Avf burada kimseyle karşılaşmayınca oradan En-bar'a geçerek şehri bastı ve geri döndü. Dahhak Bin Kays'ı da Ted-mür taraflarına gönderdi. Fakat Hz. Ali'nin burada bulunan ko­mutanı Hacar Bin Adiy'in karşısında bozguna uğradı. Muaviye bunlardan başka bir de Abdullah Bin Mes'ade El-Fezarî'yi 1700 ki silik bir kuvvetin başında Teyma'ya yolladı. Şam halkının bu bas­kınları, Irak halkının korku ve endişesini günden güne arttırıyor, savaşa karşı büyük bir isteksizliğe ve barıştan yana olmaya onları sevkediyordu.

Bu gelişmelerin yanı sıra, gelip çatan Hac mevsimi münasebe­tiyle Muaviye, Şam'dan Mekke'ye hareket eden hacı kafilesinin ba­şına Yezid Bin Şecere Er-Ravahi'yi Emîr (yönetici) olarak koyup gönderdi. Bu kafile Mekke'ye yaklaşınca, Hz. Ali'nin buradaki va­lisi Kussem Bin Abbas korkuya kapılarak görevinden çekilip halka karıştı. Hicretin 39'uncu yılında halk Osman Bin Talha'yı Hac Emiri olarak seçti.

Hz. Ali, daha sonra Yezid Bin Şecere'nin Muaviye tarafından hacı kafilesi başında Mekke'ye gönderildiğini duyunca O'nu geri çevirmek için halkı karşı koymaya davet ettiyse de ağırdan aldılar. Bunun üzerine Ma'kal Bin Kays'ı bir askeri birliğin başında bu iş­le görevlendirerek şevketti. Fakat bunlar da ulaşıncaya kadar Hac mevsimi sona ermiş hacılar dağılıp gitmişti.

Ancak yine de Şam kafilesini takibe koyuldular ve nihayet ka­filenin geri kısımlarını yakalamayı başardılar. Onlardan bir grubu esir alarak Kufe'ye getirdiler.

Hz. Ali'nin başındaki bu gailelerden sebep bu sefer de Pers ve Kirman halkı cesaretlenerek îslam devletine haraç (vergi) vermeyi reddedip Hz. Ali'nin buradaki valisi Sehl Bin Huneyf'i de kovdular. Bunun üzerine Ziyad Bin Ebih'i göndererek orada disiplini sağladı.

Hicretin 40'ncı yılında Muaviye, Busr Bin Ebi Artaa komuta­sında Hicaz'a üç bin kişilik bir kuvvet şevketti. Bunlar Medine'ye girince Hz. Ali'nin buradaki valisi Ebu Eyyub El-Ensari Medi­ne'den çıkarak Kûfe'ye hareket etti.

Aralarında Cabir Bin Abdullah, Abdullah Bin Zem'a ve Ömer Bin Ebi Seleme'nin de bulunduğu Medine halkı Busr'a bey'at ede­rek Muaviye'nin yönetimini resmen kabul etmiş oldular.

Bunu, Hz. Peygamber (sav)'in hanımlarından Ümmü Sele­me'nin görüş ve tavsiyesine dayanarak böyle yaptılar. Ümmü Se­leme Medine halkının başına bir şey gelir diye korkmuş bu tavsi­yede bulunmuştu. Nitekim halk da endişeliydi.

Sonra Busr Bin Ebi Artaa, buradan Mekke'ye hareket etti. Mekke'de bulunan, (Hz. Ali'nin eski valilerinden) Ebu Musa El-Eş'ari, Muavîye kuvvetlerinin şehre girdiğini görünce kendi haya­tından endişe etmişti. Ancak kendisine dokunulmadı ve affedildi.

Busr bu kez de Yemen'e doğru seferine devam etti. Yemen'i Hz. Ali'nin valilerinden Ubeydullah Bin Abbas idare ediyordu. Yerli halktan çok kaba muamele görmüş, bunu Hz. Ali'ye yazılı bir mesajla bildirerek şikayette bulunmuştu.

Hz. Ali de halka bir mesaj göndererek ıslah olmaları tavsiye­sinde bulundu. Fakat güzellikle muamele etmek fayda vermeyin­ce bu sefer de onları tehdit etti. Bunun üzerine korkuya kapılıp Muaviye'den yardım istediler.

Bunun sonucu olarak Muaviye'nin talimatı üzerine Busr, ko­mutasındaki kuvvetlerle Mekke'den Yemen'e hareket etti. Aslında, gidip onları ezmek istiyordu. Hatta Taif halkına karşı da şiddet kul­lanmak istedi. Ancak Muğira Bin Şabe'nin Öğütlerini dinleyerek bu arzusundan vazgeçti.

Yemen'e vardığı sırada ise Ubeydullah Bin Abbas, yerine Ab­dullah Bin Abdullah El-Meddan'ı bırakarak burayı terketmiş Kû-fe'ye gitmişti. Busr Yemen'e girerek buraya hakim oldu.

Fakat Hz. Ali, peşinden Cariye Bin Kudama'yı ikibin kişilik,. Vehb Bin Mes'ud'u da ikibin kişilik birer kuvvetin başında Hicaz'a sevk etti. Cariye Necran'a varınca Busr, Yemen'den Mekke'ye kaç­tı. Cariye ise O'nu takip ederek Mekke'ye girdi ve Halkdan Hz. Ali'ye bey'at etmelerini istedi. Halk O'na Emir'ül-Mü'minin'in şe-hid edildiği haberini verdiler. Bu kez de Hz. Ali taraftarları kime oy vermiş iseler O'na oy vermeleri talebinde bulundu. Halk da buna muvafakat etti.

Ondan sonra Cariye Medine'ye hareket ederek şehre girdi. Halka Ebu Hurayra namaz kıldırıyordu. Komutan Cariye'nin Me-dineye girmesinden sonra halk Hz. Hasan'a bey'at etti.

Bu son günlerde, siyasi meseleler artık Hz. Ali'yi meşgul etmi­yor, etrafındaki insanların hal ve davranışları, O'nu yalnız bırak­maları, kendisini Allah yolunda yürümekten, derin bilgileriyle, ilim ve irfamyla hareket etmekten alıkoymuyordu.

Hz. Ömer bir zamanlar O'nun için "Ali içimizde en iyi yargı­layandır" diyerek çok değerli bilgilerinden dolayı kendisini öv­müştü.

O da Hz. Ömer gibi siyasetinde disiplinli bir gidişat izlemiş, sa-habilerin Medine'den ayrılmalarını yasaklamıştı. Önceleri o da Hz. Ömer gibi elinde kamçısıyla, haddini aşanları cezalandırıyordu. Sonraları Hıyzurân demlen ağaçtan bir dal taşıyarak halkı te'dib etmekte kullanıyordu.

Çarşı pazarları dolaşarak fiyatları kontrol eder, güzel tavsiye­lerde bulunur, daima kötülükten sakmdırırdı. Camide halk arasın­da oturur sorunlarını halletmeye, şikayetlerini dinleyip aralarını bulmaya çalışırdı. Cemaatlere hitab eder, faydalı nasihatlerde bu­lunurdu [9]

 

Hz. Ali’nin Şehid Edilmesi

 

Bir ara militan Hariciler'den bir grup toplanarak müslümanla-rın içine düşmüş bulundukları fitne ve karışıklıkları konuşmuş, Nehravan'da kaybettikleri yakınlarını hatırlayarak infiale kapıl­mış, tepkilerini dile getirmişlerdi. Sözde bu kaosa Hz. Ali, Muavi-ye ve Amr Bin El-As'ın sebep oldukları kanaatine vararak (bu üç şahsiyeti ortadan kaldıracak olurlarsa ümmetin kurtulacağı inan­cıyla) onları öldürmeyi kararlaştırmışlardı.

Bunlardan Abdurrahman Bin Mülcem El-Muradi adındaki şahıs Hz. Ali'yi, Burak Bin Abdullah Muaviye'yi, Amr Bin Bekr Et-Temîmi de Amr Bin EI-As'ı öldürmeyi üzerine aldı.

Bu sırrı hiç kimseye ifşa etmeyeceklerine ve Hicretin 40'ncı yı­lı Ramazan ayının 17'nci günü sabah namazında bu üç suikasti gerçekleştireceklerine dair aralarında sözleştiler.

Bu üç kafadardan Abdurrahman Bin Mülcem, bir gün Teymurrabâb Kabilesi içinden geçerken burada güzelliğiyle meşhur Kutâm Binti Şecene adında bir kızla tanışmıştı. Bu kız da Nehra-van Mevkiinde yakınlarını kaybetmiş olanlardan biriydi. Bin Mül­cem bu kıza evlenme teklifinde bulundu. Kız, bu teklife karşılık çok büyük bir mehr almayı şart koştu. Miktarı da, üçbin dinar, bir köle, bir cariye ve Hz. Ali'nin başıydı, Abdurrahman, bu sır arala­rında gizli kalmak üzere kendisine söz vererek şöyle dedi:

"Mutabıkız, ama bu, evleneceği kimseyle birlikte pek yaşa­mak istemeyen birinin sözüne benziyor, ne dersin?" deyince kız şu cevabı verdi:

"Tabii eğer kurtulursan birlikte en mutlu şekilde bir hayat sü­receğiz. Ama bu gerçekleşmez ise artık cennette beraber olacağız!"

Evet sevgilisi böyle saçmalıyordu. Gerçekte ise O, (Hz. Pey­gamber (sav)'in işaretine göre) insanların en sefili, en bedbahtı olacaktı. Nihayet suikastin uygulamaya konacağı gün gelip çattı. İbni Mülcem zehirli bir kılıç darbesiyle Hz. Ali'yi şehid etti. [10] Burak Bin Abdullah da Muaviye'yi baldırından yaraladı. Ancak Mu-aviye tedavi görerek kurtuldu. Bu hadiseden sonra da artık özel bir köşkte oturdu. (Güvenlik tedbirleri aldırdıktan sonra ziyaretçi ka­bul ederdi.)

Muaviye'nin Mısır Valisi Amr Bin El-As'a gelince suikast günü rahatsız olduğu için camiye gidememiş, halka namaz kıldırmak üzere polis şefi Harice Bin Huzafa'yı bunun için görevlendirmişti.

Nitekim bu zat, Amr Bin El-As zannedilerek suikastçi tarafın­dan öldürüldü. Hz. Ali isabet aldıktan sonra, yanına Cundub Bin Abdullah girerek O'na:

"Ya Emir'el-Mü'minin! Seni kaybedecek olursak oylarımızı Hasan'a verelim mi?" diye sormuş, o da:

"Bunu ne size tavsiye ederim, ne de vermeyin derim. Siz me­selelerinizi daha iyi bilirsiniz" gibi veciz ve tarafsız bir cevap ver­miş. Sonra, katili parçalamamaları konusunda ilgilileri uyararak şöyle demişti:

"Eğer ölecek olursam O'nu bana karşılık idam edersiniz, ama kurtulursam hakkında kendi görüşümü uygularım."

Hz. Ali, çok geçmeden vefat etti. O'nu çocukları Hasan, Hüse­yin ve yeğeni Abdullah Bin Cafer yıkayıp kefenlediler.

Defnedildiği yer hakkındaysa rivayetler çeşitlidir. Bu bakım­dandır ki mezarının esasen nerede olduğu bilinmemektedir.

Hz. Ali'nin vefatından hemen sonra halk toplanarak Hz. Hasan'a bey'at ettiler. O'na ilk bey'at eden Kays Bin Saad'dır.

Hz. Hasan altı ay kadar hilafet makamında kaldı. Etrafındaki insanların kendisini yalnız bıraktıklarını gördü. Ümmetin birlik ve beraberliğinin herşeyden Önce sağlanması gereğine inanıyordu. Barışı her şeye tercih etti. Bu gayeyle Muaviye'ye çağrıda bulundu. O da davetini kabul etti.

Hicretin 41'nci yılı Rabiülevvel ayında hilafet makamından Muaviye lehinde feragatte bulundu. Bunun üzerine Muaviye Kûfe'ye geldi. Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin de Medine'ye taşındılar. Öyle anlaşılmaktadır ki bu karara Hz. Hüseyin ve Kays Bin Saad karşıydılar.

Nihayet Hilafet-i Raşide (Yani Hz. Peygamber'in koymuş bulunduğu hakkaniyet ve gerçek adalete dayalı siyasi yönetim biçimi) böylece noktalanmış oldu. Ondan sonra da hak ve adaletten uzaklaşmakla meydana gelen açı gittikçe büyümeye devam etti.[11]

 



[1] Ibn-til Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 195-203, 205-208; îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 360-371

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/187-195.

[2] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 373

[3] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 371

[4] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 226-227

[5] îbn-i Kesir, E!-Bidaye tere, c. 7, s. 405-409

[6] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 209-271; tbn-i Kesir, El-Bidaye tere , c 7, s. 371-405

[7] İbn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 409-447

[8] İbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 275-332, 335-341; İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 447-487

[9] Ibn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 357-397; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 490-498, 501-50

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/197-227.

[10] Allah'ın arslam, Resulullah (sav)'in amcazadesi, Sevgili damadı, danış­mam, zor günlerdeki can yoldaşı, yüce halifesi, Bedir, Uhud ve Hayber kahra­manı, ilim ve irfan kaynağı Hasaneyn'in (Hasan ve Hüseyin'in) şefkatli babaları, Cennet dilberlerinin hanımefendisi Hz. Fatıma'nın değerli eşi, büyük sahabi Hz.Ali (ra), bu ümmetin en büyük şahsiyeti erindendir. Hayatında cennetle müj­delenmiş on kişiden biridir.

Onun şehid edilmesi olayını tarihçiler çeşitli çarpıcı üslup ve anlatım biçim-leriyle dramatize ederek okuyucular ve dinleyiciler üzerinde daima derin izler brakmayı amaçlamış, bu konuya daha çok duygusal yönden yaklaşmaya gayret etmişlerdir. Oysa bu büyük insanın hem hayatı, hem de şehid edilmesi olayından çok, bu olayın sonuçlandırdığı gelişmeler üzerinde durmak daha uygundur.

Hz. Ali (ra)'nın şehid edilmesi olayı esasen Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle patlak veren ve İslam tarihinde ilk ve büyük fitne olarak nitelenen gelişmelerin ikinci halkasıdır. Günümüze kadar yankıları devam eden bu gelişmeler 1400 yıl­lık bir zaman içinde başlıca üç ayrı düşünce kampının varlık göstermesine ne­den oldu. Felsefî, ruhanî, siyasi ve ideolojik yaklaşımlarıyla, radikal tutum ve ta­vırlarıyla islamm çizgisinden ayrılan bu üç kamp: Hariciler, Şiiler ve Sûfîler'dir. İslam ümmetinin parçalanmasına neden olan bu aşırı uçlardan Hariciler, söz konusu üç kamp arasında askeri ve siyasi anlamda teşkilatlanabilmiş olan ilk oluşumdur.

Gerçi harîcilik Hz. Ali (ra) döneminden başlamak üzere ikiyüzyıl içinde önemini kaybederek ondan sonra sönmüş bir yanardağ gibi ancak varlığını sür­dürdü, fakat Hz. Ali (ra)'yı Şehid etmekle Şiilik ve Sûfîlik fitnelerinin doğmasına hizmet etmiş oldu. Bu nedenle haricilik, sadece bir cinayet şebekesi olarak kal­mamıştır; Bilakis İslam Ümmeti'nin birlik ve beraberliğini, tarihin her aşama­sında sabote eden, müslümanlan yüce Kur'an'ın dosdoğru çizgisinden daima saptırmaya çalışan, çeşitli batıl dinlerin Öğretileriyle beslenerek binbir türlü bid'at ve hurafelerle müslümanlann inanç ve ibadetlerini değiştiren, onları gü­nümüzde laisizm, putçuluk ve demokrasi gibi sapık düşünce ve eşkiyalık rejim­leriyle yönetip yönlendirmeye çalışan kliklerin, askeri ve sivil cuntaların potan­siyel güçlen olan şiilik ve sufîlik gibi kamplar, esasen hariciliğin hazırladığı or­tamda oluşabilmişlerdir.

Dolayısıyla günümüzde İslam Ümmetinin temel sorunlarını araştırırken daima çok gerilere dönmek ve tarihin eskimiş sayfalan arasındaki olaylar zinci­rinin ilk halkasını yakalamak gerekir. Bununla birlikte Hz. Ali (ra)'nin şehid edil­mesi olayından başlayarak bu halkalar arasındaki uzak yada yakın ilişkileri asla ihmal etmemek lazımdır. Zira bu halkalardan her biri diğerini tamamlamakta­dır. (Mütercim)

[11] îbn-ül Esir, El Kamil tere, c. 3, s. 397-404, 406-411; Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 7, s. 508-525

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/229-232.