30- EMEVİLER DÖNEMİ2

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136. 24


30- EMEVİLERDÖNEMİ

 

Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin sonuncusu ve Resullerin imamı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Selleme, tüm âl ve ashabına ve kıyamete kadar onun yolunu iz­leyenlere salatve selam olsun.

Şurası bir hakikattir ki {Emevîler olarak da bilinen) Benî Ümeyye sülalesinin tarihi çok çarpıtılmıştır. Bu sebeple sanki Eme-vi Devri, Dört Halife devrinden kesin bir çizgiyle kopmuştur. Dola­yısıyla bir çok kimse islam nizamının, Hz. Peygamber (sav)'in dö­nemiyle Dört Halife devrinde ancak uygulanabildiği zannına kapıl­mışlardır. Tabi iş bu noktaya varınca daha da ileri gidilerek bir as-rm çeyreğinden daha az bir süre uygulanabilen İslam nizamının destekçileri, o devirde egemen olan basit ve göçebe hayat şartların­dan istifade ederek ancak bu düzeni uygulayab il dikleri ileri sürül­müştür. Yine bu anlayışa göre: Fetihlerden sonra medeniyetin akis­leri Medine'ye ulaşıp müslümanlar Fars ve Roma m ede niyetleriyle yüzyüze gelince artık İslamın bu uygarlıklar karşısında tutunama­dığı, bundan sonra sahabiler arasında ihtilaflar çıktığı, özellikle bu hususun, Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan anlaşmazlıklarda ifa­desini bulduğu, zira bunlardan Hz. Ali İslama bağlı kalırken Muavi-ye'nin Roma uygarlığından etkilendiği, çünkü Şam'da bu uygarlık­la doğrudan temas halinde bulunduğu savunulmaktadır.

Emevi tarihin çarpıtılması, bazen, sadece bu sülaleye mensup olanların hedef alınmasıyla sınırlı kalmaktadır. Fakat bununla be­raber yine temelde İslama dokunulmaktadır.

Bu dönem muhtelif çevreler tarafından suçlanmıştır. Ezcümle, Emeviler, düşmanları olan Abbasiler tarafından suçlanmışlardır. (Bu düşmanlığı tescil eden) tarih de Abbasiler zamanında yazıldı. Bunlardan başka, geleneksel düşmanları olan Şiiler ve Hariciler tarafından suçlanmışlardır ki bunlar Emeviler'in elinden acılar tatmış, büyük darbeler yemişlerdir. Ayrıca islam nizamının Dört Halife devrinde dayandığı şura esasından uzaklaştırılarak Emevi­ler döneminde babadan oğula geçen krallık sistemine intikal etti-rilmesiyle olumsuz yönde etkilenmiş insaflı müslümanlarca da Emeviler suçlanmışlardır. Esasen bu mesele müslümanlar açısın­dan çok büyük önem taşımaktadır.[1] Aynı zamanda Emevi Devrin­de peygamber soyunun uğradığı felaketler Kabe'ye karşı yapılan saygısızlıklar, Zübeyr ailesinin uğradığı zulümler ve halkın uğradı­ğı baskılar, müslümanlara zor gelmiş nefretlerini çekmiştir.

Keza dilden dile dolaşan aslı esası bilinmeyen yaygın propaganda ve haberlerden, elden ele intikal eden yazarları meçhul ki-taplardaki tek taraflı yazılardan etkilenen, tarih hakkında bilgileri olmayan cahil insanlar da duyduklarından ve okuduklarından et­kilenerek Emeviler'i suçlamışlardır. Bütün bu çevre ve unsurlar hiç bir ayırım yapmaksızın Emeviler hakkında ulu orta konuş­muşlardır. Bunların bir kısmı kasıtlı diğer bir kısmı ise kasıtsız ola­bilir. Ancak ne olursa olsun Ümeyyeoğulları hakkındaki şayiaları tahlil etmeden, incelemeden, dikkatle bakıp aslını araştırmadan propaganda etmişlerdir. Tabi ki sonra da bu dedikodular gerçek­miş gibi sürekli anlatılmış onları devamlı kotüleyen bilgiler olarak çok çirkin şekilde işlenmiştir.

Esasen bu dedikoduların kabul görmesinde müslüm ani arın, Emevi Devri'nde zulüm görmüş Peygamber (sav)'in soyuna karşı duydukları saygı ve sevginin büyük tesiri vardır. Bir de şu var ki in­san zulüm gören bir kimseye karşı daima acı ve merhamet duyar. Bu musibetler çokça konuşulur, dilden dile dolaşır, gönüller hü-zünlenir ve gözleryaş akıtır. Bu devirde Hz. Peygamber (sav)'in so­yuna reva görülen zulümler, belki tasvir edildiğinden çok daha elim ve acı bir şekilde cereyan etmiş olabilir. Ancak bu olayların mahiyetini çok iyi araştırıp incelemek gerekir. Bu konuda baş vu­rulmuş içtihadlar, mübalağa ve hatalar hesab edilmeli mesele ile ilgili olarak Islami hükümlerle sathi, duygusal ve kuru sevgi ara­sında ayırım yapmalı, bunlar birbirlerine karıştırılmamalıdır.

Emeviler aleyhindeki bu gibi rivayetlerin halk arasında tutun­masına yol açan bir sebep de onların, başta İslamı kabul etmekte gecikmeleri, hatta İslam davasına karşı çıkan kuvvetlerin safında yerlerini almaları ve Kureyş'lilerin önüne geçerek İslama karşı sa­vaş bayrağını açmaları, ordular hazırlayarak müslümanların üze­rine yürümeleri meselesidir. Bunların başında Ebu Süfyan Sahr Bin Harb geliyordu ki ilk Emevi ailesi bunun soyundan gelmekte­dir. Hatta Mekke fethedilmek üzereyken Ebu Süfyan'ın îslamı ka­bul etmesi O'nun sırf kılıçtan korkmasının bir sonucuydu. Bu va­ziyetteyken müslümanlarla birlikte Huneyn Savaşına katıldı. On­larla birlikte Taif Seferi'ne çıktı ki bu sırada bile (cahiliyet ve şirk adetlerinden olan) fal okları hâlâ torbasında bulunuyordu. Müellefe-i Kulûb [2] dan sayıldıkları için gerek kendisine gerekse çocuk­larına büyük miktarlarda savaş ganimetleri verildi. îşte bütün bu sebepler O'nun sonraları iyi bir müslüman olduğu gerçeğim in­sanlara unutturmuştur. Vakıa O, bu Huneyn Savaşi'ndan sonra müslüman olarak iyi bir gidişat kaydetmiş, Hz. Peygamber tarafın­dan Necran'a idareci tayin edilmişti. Hz. Peygamber, O'ndan razı olarak vefat etmişti. Keza Hz. Ebu Bekir O'nu Yemen'e Devlet adı­na zekat gelirlerini teslim almak üzere gönderdi. Sonra İslam Da­vası uğruna iyi cihad örnekleri verdi. Yetmiş yaşlarındayken Suri­ye fethine giden îslam ordusuna katıldı. Yermuk Savaşı sırasında büyük yararlıklar gösterdi. Çocuklarım Allah yolunda cihada az­mettirdi. Ebu Süfyan, Suriye Fethine çıkan oğlu Yezid'in ordusun­da görevliydi. Savaş başlamak üzereyken oğlu Komutan Zeyd'e söylediği şu sözler dikkate değer mahiyettedir:

"Yavrum! Seni Allah'ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olmaya ve dayanıklılık göstermeye davet ediyorum. Şu vadide bulunan bü­tün müslümanlar bugün bir savaşla karşı karşıya bulunmakta­dırlar. Ancak müslümanların yönetimini eline almış sen ve senin gibi kimselerin bugün rolü acaba nasıl olmalıdır? Gerçek şu ki bu mevkide bulunan kimseler daha çok dayanmaya, daha iyi örnek­ler vermeye layıktırlar. O halde evladım! Allah'ın koyduğu sınır­ları çiğnemekten çekin. Ta ki silah arkadaşlarından hiç biri savaş sırasında sevap kazanmak ve metanet göstermekte sahip olacağı azim ve rağbet seninkini geçmesin ve İslam davası uğrunda se­nin Allah katında nail olacağın mükafat hepsininkinden daha fazla olsun."

Bu konuşmayı dinleyen Yezid ise babasına: "İnşaallah dediğin gibi olacağım" diye cevap vermişti.

Yine Ebu Süfyan savaşın cereyan ettiği Yermuk günü haykıra-rak müslümanların heyecanını kamçılayan konuşmalar yapmış şöyle demişti:

"Ey Müslümanlar! Biliyorsunuz, sizler Arapsıniz. Bugünse yabancıların toprağında, ailelerinizden ve Emir'ül-Mü'mi-nin'den çok uzaklarda bulunuyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki sayısı pek fazla ve size karşı kini pek derin bir düşman karşısın-dasınız* Bugün onların, canlarının, topraklarının ve ailelerinin üzerine yürüyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki sizi Allah'ın rıza­sından başka, zor saatlerde göstereceğiniz sabır ve metanetten başka bunların elinden kurtaracak bir kuvvet yoktur. Çok dikkat­li olun ki sizin için gerekli olan budur, vatanınız ise arkanızda kalmıştır. Sizin ve Emir'ül-Mü'minin'le müslümanlar arasında artık çöller ve uzun mesafeler bulunmaktadır ki bu boşlukta sa­bırdan ve Allah'ın vadettiği mükafattan başka ne kaçacak ne de sığınacak bir yer vardır. Allah Teala ise güvenilecek en hayırlı da­yanaktır. Kılıçlarınızla canlarınızı korumaya çalışınız."

Ebu Süfyan bu konuşmadan sonra da cephe gerisinde bulu­nan kadınların yanma giderek onlara da bazı tavsiyelerde bulun­du. Sonra tekrar dönerek askere şöyle hitap etti:

"Ey Müslümanlar topluluğu! Şu anda şahid olduğunuz du­rum artık gelip çatmış bulunmaktadır. îşte Rasulullah ve cennet önünüzde şeytan ve cehennem de arkanızda durmaktadır!"

Bu cümlelerle İslam savaşçılarına moral verdikten sonra cep­he düzeni içindeki yerine geçti.

Ebu Süfyan arada bir bölükleri teker teker gezerek askerlerin azmini kamçılamaya çalışıyor:

"Allah Allah! Sizler Arap mîlletinin gücü ve îslamın fedaileri­siniz. Karşınızdakiler ise Rum'un gücü ye şirkin fedaileridirler. Allah'ım! Bugün takdir buyurduğun önemli günlerden biridir. Al-lahım! Şu kullarına zafer nasip et!" diye dua ediyordu.

Said Bin El-Müseyyeb babasından naklen şunları anlatıyor:

"Yermuk günü bir ara ses seda kesilmişti. Aniden kampı çın­latan bir haykırma duyduk, şöyle diyordu:

"Ey İlahi zafer! Yetiş artık. Direnin, ey müslümanlar, direnin!"

Bu sesin geldiği yere doğru baktık ki haykıran Ebu Süfyan'dır.

Müslümanlar Yermuk'da zaferi kazandılar. Fakat Ebu Süfyan ikin­ci gözünü de burada kaybetti Bir gözünü daha önce Taif Kuşat­ması sırasında kaybetmişti.[3]

Yermuk Savaşı'ndan sonra karanlık dünyası içinde bir kenara çekilerek artık günlerini ibadetle geçirdi. Vaktiyle insanları Allah'ın yolundan alıkoyduğuna karşı pişmanlık duyuyor, korku içinde ya­şıyordu. Emevileri suçlayanlar Ebu Süfyan gibi hatta, İslama kar­şı ondan çok şiddetli mücadeleler vermişken Islama girdikten sonra samimi birer müslüman örneğini vermiş nice kimseler var­dır ki insanların dikkati bunların üzerinden kayıyor ve nedense hep Emevîler'in üzerinde yoğunlaşıyor! îşte bunlardan biri de Ha-Iid Bin Velid'dir ki vaktiyle her meydanda müslümanlara karşı sa­vaşlara girişti, her yerde Hz. Peygamber (sav)'in karşısına can düş­manı olarak dikildi ve Uhud Savaşı'nda nice müslüman kanı dök­tü. Uhud'da müslümanlarm uğradığı o büyük felaketin belki de yegane sebebi Halid Bin Velid idi. Fakat sonra müslüman oldu. Ni­tekim bizzat kendisi müslüman oluşunu ve Hz. Peygamber (sav)'e bey'atte bulunmasını şöyle anlatıyor:

"Rasulullah (sav)'e bey'at ederken O'na:

"Ey Allah'ın Elçisi! Vaktiyle insanları Allah'ın yolundan alıkoy­muş olmaktan dolayı işlediğim günahları affetmesi için Allah'a dua etmeni istiyorum" dedim. Bana:

"îslam kendisinden öncekini siler" cevabını verdi. Ben ısrar ederek:

"Bununla beraber yine istiyorum" deyince bu kez:

"Allahım! İnsanları senin yolundan alıkoymuş bulunmaktan dolayı sen Halid Bin Velid'in günahlarını mağfiret buyur" diye dua etti.[4]

Bu herhalde Halid Bin Velid için geçerli olduğu gibi, Amr Bin El As, Ebu Süfyan, Süheyl Bin Amr, İkrime Bin Ebi Cehl, Züheyr Bin Ebi Ümeyye El-Mahzumi, Safvan Bin Ümeyye Bin Halef El-Cimhi ve benzerleri için de geçerlidir.

Emeviler aleyhindeki suçlamaların halk arasında tutunup ya­yılmasında bir sebep de İkinci Emevi ailesinin kurucusu olan Mervan Bin Hakem'in tutum ve davranışlarıdır. Bu şahıs sonrala­rı aniden sahneye çıkıp tanındı. Daha önce pek tanınmazdı. Çün­kü Hz. Peygamber (sav) vefat ederken o daha sekiz yaşlarmdaydı. Hz. Osman döneminin son günlerinde adı duyulmaya başladı. Önemli meselelerde katkısı oldu. Hz. Osman O'na güvenir, önem­li hizmetlerde kendisine itimat ederdi. Bunu tarihçiler böyle ileri sürüyor. Asiler Hz. Osman'a baş kaldırdıkları sırada O'nu cansipe­rane bir şekilde savundu. Cemel Olayı'nda bulundu. O kadar çok yaralandı ki nihayet kadınların bulunduğu geri hizmet çadırların­dan birine alınarak tedavi edildi.

Emeviler aleyhindeki propagandaların tutunmasının bir se­bebi de Hz. Ali'nin, küçüklüğünden beri ve İslama çağrının başla­masından itibaren Hz. Peygamber (sav) ile omuz omuza girdiği sa­vaşlarla, müşriklere ve yahudilere karşı Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve Huneyn'de verdiği büyük emekler, değerli hizmetler ve kahramanca mücadelelerle insanların zihninde canlandırdığı par­lak tablodur. Aslında Hz. Ali buna lâyıktı. Çünkü o savaş meydan­larının eşsiz bir kahramanıydı. Vaktiyle yıldızı parlakken Hz. Pey­gamber (sav)'in vefatı ve Halifeler Devrinin başlamasıyla birlikte sesi artık eskisi gibi duyulmamaya başladı. Tabiatiyle bu geçiciydi ve gerçek bir unutulma değildi. Çünkü Halife Ömer'in isteği üzeri­ne Hz. Ali'nin katılmadığı fetih hareketlerinin üzerinde dikkatler yoğunlaşmıştı. Kimse artık O'nu pek sahnede görmüyordu.

Bilindiği üzere Hz. Ömer sahabilerin ileri gelenlerini Medi­ne'den dışarı çıkarmıyor, onları yanıbaşmdan ayırmak istemiyor­du. Daima onların görüşlerini alıyor, fikirlerinden istifade etmeye çalışıyordu. Onların Hz. Peygamber (sav)'le birlikte verdikleri ci­hadı hizmet olarak yeterli buluyordu. Bu sırada da Fatihlerin yıldı­zı parlamıştı. Medine'nin içinde ise Halife'den başka adı Ön plana çıkan yoktu. Haddizatında Hz. Ali'nin mevkii daima saygınlığını ve ehemmiyetini korumuştu. Nitekim İrtidad (gericilik ve dinden dönme) hareketlen sırasındaki o karanlık günlerde Hz. Ebu Be­kir'in yanında yerini aldı. Keza Hz. Ömer'e daima yardımcı oldu. O'nun müşaviri ve ayrıldıkça Medine'deki naibiydi. Hukuki mese­leler ondan sorulur, davalar O'na havale edilirdi. Hz. Osman'a da çok yardımcı olmuştu. O da Hz. Ali'ye önemli meselelerde danışır­dı. Bazıları, hilafetin baştan beri Hz. Ali'nin üzerinden adeta kay­dırıldığını ileri sürmektedirler. Bunlara göre halkın gönlü O'na ve başarılarına bağlanmıştı. Dolayısıyla bazı kimseler O'nun hilafet için herkesten daha layık ve öncelikli olduğu görüşündeydiler. Ge­rekçeleri ise O'nun Hz. Peygamber (sav)'e olan yakınlığı, yani; da­madı olması, (Peygamber'in çok sevdiği torunları) Hasan ve Hüse­yin kardeşlerin babası olmasıydı. Öyle anlaşılıyor ki bunlara göre de Hilafet akrabadan akrabaya intikal eden bir veraset gibiydi. Halbuki Emeviler'e Abbasi'lere ve sonrakilere karşı yapılan en bü­yük itiraz onların, İslamın şûra nizamını kaldırıp yerine krallık dü­zenini getirmelerine ilişkindir. Bu düşüncede olanlar Hz. Ali'nin asla hilafeti istemediği noktasına da hiç bakmıyor, işin bu yanma önem vermiyorlar. Bu husus ise Hz. Ali'nin bir konuşmasından açıkça anlaşılmaktadır. Şöyle diyor:

"Kuru daneyi toprakta çatlatıp ona can vererek yeşerten ve rüzgarı ilahi nizamıyla estiren Allah'a yemin ederim ki eğer (bu işe) ehil olan kimse burada hazır olmasaydı, hakka destek vere­cek kimsenin de varlığına dair delil bulunmasaydı ve de zalimin azgınlığına, mazlumun da aç bırakılmasına karşı susmayacakla­rına dair, Allah Teala, bilginlerden eğer söz almamış olsaydı bu işin ipini bırakacak, hayatımın ilk gününde hangi tasla su içmiş isem son günümde de aynısıyla suyumu yudumlayacaktım. Ni­hayet, şu dünyanızın (bütün servet, saltanat ve alayişiyle) gözüm­de bir keçinin fırlatıp attığı sümük kadar bile bir değer taşımadı­ğını görecektiniz."

Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği sırada Hz. Ali henüz gençti, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman ise yaşlanmışlardı. Arapla­rın Hz. Ali'yi bir kenara bırakarak onları öne geçirmelerinde, dev­let başkanlığı için onları tercih etmelerinde, yaşça daha büyük olmalarının tesiri vardır. Keza toplum O'nun, düşmanlarından önce bizzat tarafdarlarmın inadından neler çektiğini bir türlü takdir edemedi. Sözde bu dostları ve taraftarları en zor günlerinde O'na itaat etmekten en uzak kimseler oldular. Halbuki bunlar vaktiyle kendisini çok sevdiklerini, öğütlerine bağlı olduklarım ileri sürü­yorlardı. İtaatsizlikleri o dereceye vardı ki Hz, Ali konuşmalarında:

"Fakat, emirlerine itaat edilmeyen bir başkanın ortaya koya­bileceği hiç bir görüş yoktur" sözünü sık sık tekrar eder oldu. Bu durum öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali artık onlardan bıktı onlar­la birlikte yaşamaktan usandı ve onlardan ayrılmak istedi. Bu usanç içinde şöyle dua ederdi:

"Allahım! Ben artık bu adamlardan bıktım, onlar da benden bıkmış bulunuyorlar. Onlardan bana nefret geldi, onlar da ben­den nefret ediyorlar. Allahım! Onların yerine bana daha hayırlı arkadaşlar nasip et, onlara ise benden daha kötüsünü ver."

Hz. Ali'nin kendisi, tarafdarlarından nasıl bir muamele gör-düyse -Ne yazık ki- O'nu sevdiklerini, Ehl-i Beyt'e bağlı oldukları­nı iddia eden bu insanlardan, çocukları da aynı muameleyi gördü­ler. Sözde bu tarafdarlar, Hz. Ali düşmanlarının yaptıklarını kendi tavırlarıyla daha da pekiştirdiler. Ellerinden çektiği belaları da so­nunda unuttular. Fakat her halükarda Hz. Ali'nin gerek dostların­dan gerekse düşmanlarından çektikleri, başına gelen felaketler ve ahde vefasızlıklar, gerçek müslümanlarm O'na daha çok meylet­melerine, O'na karşı zaten mevcud olan eski sevgi ve bağlılıklarına ilaveten O'nu daha çok sevmelerine yol açtı ki Hz. Ali esasen buna ziyadesiyle layıktır. Çünkü hiç şüphesiz ki O, Hilafet makamına se­çildiği gün devrinin en üstün bir şahsiyeti idi.

Ümeyyeoğulları aleyhindeki dedikoduların yayılmasına, üçüncü Halife Hz. Osman devrinde, yahudüer ve Özellikle Yahudi Abdullah Bin Sebe'in başlatıp Hıristiyanların ve Mecusüerin yar­dımıyla alevlendirdikleri fitnelerin de büyük rolü olmuştur. Bu fit­neler Hz. Ali devrinde söndürülemeyince bu durum O'nun için -haksız yere- beceriksizlik olarak vasıflandırılırken, Hz. Osman'ın da müslümanlara karşı şiddet kullanmadığı, kimseyi incitmek istemediği şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki Hz. Osman'ın tayin et­tiği valiler, fitnecilere karşı şiddete baş vurdukları içindir ki, düş­manlarının sahip oldukları kanıtlardan biri de bu oldu. Onlara karşı hamleye geçtiler ve şiddet tarafdarı zalimler olarak onları damgaladılar. Tabi ki bu valiler de Hz. Osman gibi Emevi ailesin­den geldikleri için Hz. Osman'ı yakınlarına iltimas yaptığı gerekçe­siyle suçluyorlardı. Nihayet bütün bu hadiselerin ceremesini de Hz. Osman çekti. Ne ilginç bir tecelli-i ilahidir ki insanlara karşı hoşgörülü davranıldığı zaman beceriksiz, güçlü göründüğü za­man da zalim, insafsız diye damgalarlar! Peki insanların tercih et­tiği tip nasıl olmalıdır acaba?

Bir zaman gledi ki Hz. Osman'a sanki Hulefa-i Raşidin'den bi­ri değilmiş gibi bakılmaya başlandı. O'nun Hz. Peygamber (sav)'le olan akrabalığı, Hudeybiye Günü tüm zor saatlerde ve halifeliği­nin ilk günlerinde İslam davası uğrunda malıyla canıyla gösterdi­ği tüm fedakarlıklar, halifeliğinin ilk yıllarında müslümanlarm ulaştığı refah ve bolluk, O'nun servetini müslümanlara nasıl dağıt­tığı, arazilerinden onları nasıl istifade ettirdiği, bir anda unutulu­verdi. Bütün bu emek,, iyilik ve fedakârlıkları kimse hatırlamaz ol­du. Ki Hz. Osman fitnenin meydana geldiği ve ortalığın karıştığı gün hariç hiç bir zaman bu yaptıklarını anlatmamıştır.

Ümeyyeoğulları'mn kusurlarını ortaya çıkarıp yaymaya sebep olan faktörlerden biri de Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden olaylardır. Aslında ikisi de îslam toplumunun lehinde ve onların menfaati doğrultusunda içtihad etmiş, -Biz meşru halifenin Hz. Ali olduğuna kanaat getirmiş bulunsak dahi- ikisi de doğru yolda yürümek üzere tahminlerde bulunmuşlardır. Esasen yalnız ve yal-nız Halife'nin yetkisi içinde olan bir meselede Valinin halifeye mu­arız olması ve o meseleyi kendisine maletmesi hiç de doğru değil­dir. Fakat Medine-i Münevvere'ye musallat olmuş fitnecilerin çı­kardığı karışık durum Muaviye'ye meseleyi daha başka bir suret içinde gösterdi. Buna rağmen Hz. Ali'nin tarafdarları veya (gerçek anlamda O'nu desteklemedikleri halde) böyle görünenler, Muavi-ye'nin sahip olduğu faziletlerin tümünden O'nu soyutluyor, O'nun Hz. Peygamber (sav)'le olan beraberliğini, O'nun vahiy katiplerinden biri olduğunu, O'nun fetihlerini ve -ilerideki sayfalar­da da dile getireceğimiz gibi- Hz. Ali'ye karşı olan saygı ve takdir­lerini görmemezlikten geldiler. Sözde Muaviye'nin Hz. Ali'yi (ha­şa!) lanetlediğini O'nu aşağıladığını ileri sürdüler ki hiç bir mümin bunu kabul edemez, hiç bir müslüman bunu doğruîayamaz [5]

Keza bu şayiaların halk arasında tutunmasına sebep olan ha­diselerden biri de Emevi saltanatı döneminde Ehl-i Beyt'in uğra­dığı felaketlerdir. Özellikle Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in kardeş­lerinden ve çocuklarından çoğunun şehid edildikleri Kerbela Ola-yı'nm bunda etkisi çok büyüktür. Hz. Hüseyin gerçekte o gün üm­metin en faziletlisi en üstünüydü. Ancak O merkezi idareye karşı baş kaldırmasında -her ne kadar- müctehid idiyse de, her ne kadar en doğrusunu yaptığı kanaatinde idiyse de şeriat bakımından O'nu haklı çıkaracak hiç bir delil mevcut değildir. Keza siyasi, as­keri ve sosyal bakımlarından da O'nun bu tavır va davranışı doğru değildi. Bir kere beraberinde bulunan kalabalık, çoğu çocuk ve ka­dın olmak üzere yüz kişiyi bile bulmuyordu. Üstelik bu kalabalık anarşinin kol gezdiği bir bölgeye gidiyor ve buradan, karakteri ida­resi ve otoritesi zayıf Krala karşı cihad bayrağım açarak İslam niza­mını daha sağlam ve daha doğru bir şekilde tatbik etmek üzere si­lahlı mücadeleye teşebbüs ediyordu. Hem sonra bu topluluk, Emevi tahtının topluma güçlü bir şekilde hakim durumda bulu­nan ve gerek bu küçük cemaate gerekse tarafdarlarına karşı son derece acımasız olan valisine karşı silahla mücadele edebileceği­ne in anıyordu. [6]

Emevi askerlerinin, hatta valilerinden birinin bu kanlı olayda işlediklerine dikkat ediyoruz da Hz. Hüseyin'i tahrik ederek bu ha­disenin içine sürükledikten sonra en zor saatte O'nu ortada bıra­kan yapayalnız bırakarak kaçan, üstelik Hz. Hüseyin'in elçisi olan amcası oğlu Müslim Bin Ukayl'ı düşmanlarına teslim eden, bu­nunla da kalmayıp Hz. Hüseyin'e karşı savaşan Emevi askerlerinin saflarına geçerek bizzat ona silah çeken ve şehid edildiği sırada O'nu seyredenlerden niçin hiç bahsetmiyoruz! Hz. Hüseyin'in esas katilleri bunlar değil mi? Nitekim bu da gösteriyor ki bu ola­yın yaygın kanaate göre işlenmesini temin edenler bu faciaya se­bep olanların bizzat kendileridir. Düşmanlarının yaptıklarını yaz­dılar, kendi elleriyle işlediklerini ise bunun dışında bıraktılar. Hz. Hüseyin'e karşı yaptıkları hıyanetleri, düşmanlarının saflarına ge­çerek O'na karşı silah çekmelerini, O'na ve aile halkına karşı işle­nen cinayetlere karışmalarını hiç de söz konusu etmediler. Kerbe-la Faciasına ilaveten Hicret'in 122'nci yılında ve Halife Hişam Bin Abdilmelik döneminde Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd Bin Ali'nin giriştiği harekat sırasında, O'nu yakalayıp hasımlarına teslim edenler, vaktiyle dedesine bu muameleyi yapanların, yani burada­ki halkın yine bizzat kendisiydi. Yine bu adamlar Zeyd Bin Ali'yi tahrik etmiş, O'nu idareye karşı baş kaldırmaya davet etmişlerdi. Ne varki harekete geçince de etrafından uzaklaştılar. O'nunla be­raber olmayı Rafz ettiler. (Yani reddettiler.) Bu sebeple de o gün bu gün bu adamlara Rafızî1  [7] denildi. [8]

Bütün bunlara rağmen bu yörenin halkı hiç bir zaman sözleri­ne sadık kalmadılar, doğru düşünmediler. Karıştıkları ve işledikle­ri her olaydan sonra sözde tövbe ettiler ama hiç bir zaman da töv­belerini tutmadılar. Daha çok önceleri Hz. Ali'ye karşı çıkanlar da bunlardı. Arzu etmediği şeye karşı daima O'nu azmettirmeye çalı­şırlardı. Ta ki onlardan bıkıp usandı. O'ndan sonra da Hz. Hasan'a destek vaad edip peşinden kendisini yalnız bıraktılar. Bu sebeple­dir ki sonunda Muaviye'ye bey'at etmeyi daha uygun gördü. Ama bu sefer O'nu kınamaya, ayıplamaya başladılar. Bu Rafızîler eğer samimi idiyseler, imamlarının bizzat yeni halife'ye bey'at ettikleri halde kendileri neden bey'at etmiyorlardı.

"İmamlarımız masumdur, yanılmazlar" diye inandıklarına göre neden onların yaptıklarına uymuyorlardı?

Neden Hz. Hüseyin'i ve Zeyd Bin Ali'yi Emevi İdaresine karş baş kaldırmaya azmettirdikten sonra O'nları desteklemediler. O'nları yapayalnız bıraktılar?

Elimizdeki tarih kitaplarını incelediğimizde görüyoruz ki Ha-ricîler'in uğradığı katliamlar, Ehl-i Beyt'in [9] maruz kaldığı felaket­lerden daha çoktur. Bununla beraber Hariciler'e karşı verilen sa­vaşlar, devletin içinde bulunduğu şartların bir gereği olarak göste­rilmektedir. Nitekim Devlet haklıydı. Ama Ehl-i Beyt, mevcut niza­mın karşısında ayaklanınca bu kez de "Başkaldıranlar haklı, dev­letse zalimdir, şeriatı tatbik etmekten uzaklaşmıştır" demeye baş­ladılar!

Bu nasıl iştir ki devlet bir zümreye karşı adil olur da başka bir zümreye karşı zulmeder?

Nasıl olur bir zümre için şeriatı uygular da başka bir zümre içinse aykırı davranır?

Üstelik Hariciler, kim ehilse Onun halife seçilmesini ve İslam şeriatının uygulanmasını istiyorlardı. Tabi, aynı görüşte olmadık^ lan müslümanlara küfür damgası basmak, günah işleyenlerin ce­hennemde ebediyen yanacaklarına inanmak gibi birtakım aykırı inanç ve düşünceleri olmakla beraber esas maksatları demin deği­nildiği gibi ehil olanın halife seçilmesi ve İslam şeriatının nok­sansız tatbik edilmesiydi. Şiilere gelince bunlar idarenin, baba­dan oğula geçecek şekilde Ehl-i Beyt'e teslim edilmesini istiyorlar­dı. Halbuki Ehl-i Beyt'in dışında da verasetle geçen sülale idaresi­ne karşı çıkıyorlar. İşte bu gerçekler, suçu ihbar eden parmağın belli bir yönü gösterdiğini kanıtlamaktadır ki esasen bu yönün, ta­rihe olayların yanlış geçmesinde böylece yayılmasında ve insanla­rın çoğunun bunlara gerçekmiş gibi inanmasında büyük rolü ol­muştur.

Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra.O'na sıkıca bağlı olanla­rın O'nu destekleyenlerin uğradıkları akıbetler de yine Emeviler aleyhindeki propagandaların yayılmasına ve tutunmasına yardım etmiştir. Hz. Ali'nin taraftarlarından bir çoğu çeşitli şekilde katle­dildiler. Bunların başında Hucr Bin Adiyy gelmektedir. Bu zat, Şam'ın 25 kilometre kuzeydoğusuna düşen Murc-i Azra mevkiin­de öldürüldü. Bu hadiseyle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu konu­da Muaviye de suçlanmıştır [10]

Kûfa, Basra ve civarına, Emevi idaresine karşı boyun eğdiren Ziyad Bin Ebih ve O'nun yolunu izleyen oğlu Ubeyduüah ile Hac-cac Bin Yusuf Es-Sakafî gibi sert yönetimleriyle tanınmış valilerin halka uyguladıkları baskı yüzünden de Emeviler kötü ünlenmiş-lerdir. Bu valilerin, özellikle Haccac'ın giriştikleri terör, darbıme­sellere konu olmuştur. Fakat bu adamların hangi bölgeye vali ola­rak atandıklarına bakılırsa neden bu tiplerin seçildiği hemen anla­şılır. Bunlar yalnızca Irak bölgesinin valileriydiler. Çünkü bu böl­gede anarşi ve kaynaşmalar yaygındı. Bunlara hoşgörülü bir yöne­tici tayin edilince hemen baş kaldırıp O'nu çiğnerlerdi/ [11] Buna mukabil sert biri tayin edildi mi O'na boyun eğer, hemen hizaya gelirlerdi. Bunun üzerine ortalık yatışır, işler de yoluna girerdi. Onun için buraya tayin edilen valinin, behemehal halka karşı şid­detle muamele etmesi onları disiplin içinde idare etmesi gerekir­di. Ancak bu şekilde davrandığı takdirde otorite tesis edebilir, gö­revinde kalması mümkün olabilirdi. Ne varki arzu edilen bu ol­makla beraber, bu şekilde davranan idarecilerin aleyhinde de bu kez zalim, gaddar ve acımasız olduğu yolunda dedikodular yayar­lardı. Esasen bu bölgede fitne çıkaranların, ortalığı karıştıranların yüzünden halkın zulme uğradığı hiç de hatırlanmazdı.

Emeviler'in Irak'a tayin ettikleri valilerden Ziyad Bin Ebih görevi alınca sıkı bir disiplin uyguladı. Bunun üzerine ortalık yatıştı. Güvenlik temin edildi. Ziyad görevim teslim aldığı sırada Irak hal­kına ve özellikle Basra'lılara hitaben bir konuşma yaptı. Bu meş­hur konuşmasının bazı bölümlerinde şöyle diyordu:

"Görüyorum ki bu ümmet başta ne ile ıslah olmuş (ne ile hi­dayet bulmuş) ise sonunda da yine onunla ancak ıslah olabilir (onunla doğru yolu bulabilir.) Benim idaremde zaaf değil, yumu­şaklık, baskı ve zulüm değil, disiplin vardır. Allah'a yemin ederim ki yakının yakınına, yerleşik bulunanın yolcuya, gelenin gidene, sağlamın hastaya yapacağı haksızlık ve zorbalığın acı cezasını, faillerine çektireceğim! Ta ki ya biriniz diğerine rastladığı zaman:

'Ey Saad! Aman Said'i hiç sorma, O öldü, sen kendi başının ça­resine bak' diyecektir. Veya sonunda hepiniz bana karşı boyun eğer hale geleceksiniz.

Kürsüde (halka karşı) söylenecek yalan meşhur olur. Eğer benim bir yalanımı yakalayacak olursanız bana karşı gelmek si­ze helal olsun. Eğer benden bir yalan duyacak olursanız beni ondan dolayı ayıplayınız ve biliniz ki daha başka yalanlarım da vardır. Bakınız, içinizden kimin gece vakti güvenliğine (malına ve canına bir zarar) bir tecavüz vuku bulursa sorumlusu benim. Gece vakti insanların güvenliğine kasdedenleri mutlak surette bana getirin. İnsanları gece vakti rahatsız edip de kim bana ge­tirilecek olursa mutlak surette kanını dökerim. Bu konuda ih­barın Kûfe'ye ulaştırılıp bana bildirilmesine kadar ancak size süre tanıyorum.

Sakın içinizden biriniz cahiliyet davasıyla (Küfür, şirk, batıl inanış gibi suçlarla) karşıma getirilmesin. Bu gibi şeylere tevessül edenin mutlak surette dilini keserim. Biliyorsunuz ki hiç olma­dık şeyler işleyip icad ettiniz. Biz de her çeşit suç için bir ceza koymuş bulunuyoruz. Kim insanları suda boğarsa biz de onu bo­ğarız. Kim yangın çıkarıp insanları yakarsa biz de onu yakarız. Kim delik açıp bir eve girecek olursa biz de onun kalbini deleriz. Kim bir mezar açacak olursa onu diri diri gömeriz. Onun için el­lerinizi ve dillerinizi benden koruyun ki ben de elimi ve cezamı sizden men edeyim. Genelin kabul ettiği bir şeye kim ters düşe­cek olursa hemen boynunu vururum."

Benimle bazı kimseler arasında birtakım hoşnutsuzluklar vardı. Ben bu meseleleri artık kulağımın ardına ve ayaklarımın altına almış bulunuyorum. İçinizden kimin gidişatı iyi ise daha da iyi olmaya çalışsın, kimin de kötü ise artık vazgeçsin. Bilsem ki içinizden biri bana karşı duyduğu kin ve nefretten dolayı ve­rem olup ölmüş, içyüzü ortaya çıkıncaya kadar onun asla sırrını ortaya açmayacağım, onu rezil etmeyeceğim. Şimdi artık işleri­nize yeniden başlayın ve nefislerinize karşı kendinize yardımcı olunuz. Bizim bu göreve gelmemizle ümitsizliğe kapılmış nice kimseler vardır ki yakın gelecekte (fikirlerini değiştirip) sevine­ceklerdir. Buna mukabil gelişimizle nice ümitvar olan kimseler vardır ki onlar da bu ümitlerini kaybedeceklerdir. Ey ahali! Bakı­nız, bugün başınıza idareci olmuş bulunuyoruz. Sizi korumaya çalışacağız. Allah'ın bize ihsan buyurduğu otorite ile sizi idare et­meye ve bize verdiği selahiyetle sizi korumaya çalışacağız. Ön­gördüğümüz hususlarda sözlerimizi dinlemek ve itaat etmek du­rumundasınız. Biz de size karşı adaletle muamele etmek mecbu­riyetindeyiz. O halde adaletimize uyunuz ve öğütlerimizi dinle­yerek izimizde yürüyünüz. Şunu da bilmiş olunuz ki neyi ihmal edersem edeyim ama üç şeyi ihmal etmem:

Bir sorunu için biri bana gece bile gelse ondan saklanmam,

Birinin hak ettiği bir rızkı (maaş, ücret, istihkak, pay vs.) vak­tinden sonraya bırakıp geciktirmem.

Askeri de zamanı gelince serhadlerden cephelerden ailesine dönmesini engellemem.

Size tavsiyem şudur: Misafirlerinizin (idarecileriniz) ıslahı için dua ediniz. Onlar sizin nizam ve intizamınızı temin eden yö­neticileriniz, zor anlarda baş vuracağınız sığmaklarınızdırlar. Siz ıslah olursanız onlar da olurlar. Sakın onlara karşı kin besleme­yiniz. Onların da sizlere karşı kinleri alevlenmiş olur ki bunun neticesi olarak siz devamlı üzülürsünüz. Hüznünüz devam eder gider, üstelik maksadınıza da ulaşamazsınız. Bununla beraber eğer yöneticileriniz size baş eğecek olurlarsa bu da sizin için kö­tülük olur.

Allah'ın herkese her meşru işinde yardım etmesini dilerim. Bizi, bir kararı tatbik ederken görürseniz onu kolaylaştırmamıza yardım ediniz. Allah'a yemin ederim ki içimizde yere sereceğim çok adamlar da vardır. O halde leşini yere sereceğim biri olmak­tan korununuz." [12]

Ziyad, Emevî idaresini güçlendiren ve Muaviye'nin otoritesini ayakta tutan yöneticilerin ilkiydi. Halkı idareye karşı boyun eğmeye mecbur etti. Şiddet kullanmakta ileri gitti, kılıcı kınından çıkarmış­tı. Zan ve şüpheyle insanları cezalandırıyordu. Halk O'ndan öyle korkmuştu ki birinden bir mal bir para düşse, sahibi tekrar gelip onu düşürdüğü yerde buluncaya kadar kimse o şeye dokunamaz, dokunmaya cesaret edemezdi. Bir kadıncağız kapısım.kitlemeden evinde rahatça uyuyabilirdi. Emsali görülmemiş bir siyaset izledi. Halk, daha önce kimseden korkmadıgı kadar O'ndan korkardı. O da halka bolluk getirdi, servet dağıttı ve Rızık kentini inşa etti.

Emeviler'in Irak'a tayin ettikleri valilerden Haccac da Küfeye varınca camiin minberinden halka şöyle hitap etmişti: [13]

"Ünüm var, insanların, sökerim dişlerini, Çıkarayım kavuğu da gözünüz görsün beni!"

Ey Irak Halkı! Allah'a yemin ederim ki kötülüğü hak edene kötülük yapacağım. Kim ne suç işlerse onu aynısıyla cezalandı­racağım. Hem sonra şunu da söyliyeyim:

"Ben aranızda öyle kelleler görüyorum ki artık olgunlaşmış ve devşirilmelerinin neredeyse zamanı gelmiş bulunmaktadır. Sarıklarla sakallar arasından dökülecek kanları sanki şimdiden görür gibi oluyorum."

"Paçasını sıvamış,

Yayın teli de gergin;

Deve kemiği gibi, hatta daha da çok sert.

Gerekli olmayan şey, bugün artık gerekli...

Şimdi gayret zamanı,

Ey davarlar toplanın!

İnsafsız bir güdenle, gece sizi kuşatmış,

Aslında O ne deve ne de Koyun çobanı,

Ne de kütük üstünde et doğrayan bir kasap,

Gece sizi kuşatmış, hamarat bir güdenle;

Öyle ki develerin gece yürüyüşünden,

Daha çok ürpertici.

O bir bedevi değil, aslında o bir göçmen,

Tabi ki alemi yok kızmamın anarşiden,

Çünkü gerçekte beni,

-İplerini koparmış bir deve sürüsüdür-

Buraya, bu diyara, uzaklardan getiren.

Allah'a and olsun ki ey Irak halkı! Beni kurumuş tulum şakır-tısıyla ürkütemezsiniz. Ben sahip olduğum, keskin zeka sebebiy­le en büyük hedefi gerçekleştirmek için buraya gönderilmiş bu­lunuyorum. Emir'ül-Mü'minin Abdülmelik Hazretleri oklarını önüne döküp onları teker teker sınadı, aralarından en sert olarak beni seçip başınıza idareci diye buraya gönderdi. Şu bir gerçek ki; uzun zamandır kendinizi fitneye kaptırdınız ve fenalık için çeşit­li yollar icad ettiniz. Fakat Allah'a yemin olsun ki ağacın lifleri na­sıl sökülüp çıkarıhyorsa sizin de liflerinizi öylece söküp çıkaraca­ğım. Dallar nasıl budanıyorsa sizi de öyle budayacağım. Sürüden kaçan deveye nasıl dayak atıhyorsa sizi de aynen öyle cezalandı­racağım. Allah'a yemin ederim ki "Yapacağım" dediğim şeyi mut­laka yaparım. Gücüm yetip de yapmayacağım hiç bir şey yoktur. Yönetim aleyhtarı toplulukları ve sağda solda konuşulanları (dedikodulan) muhakkak bana bildirin. Böyle hadiselere karışmak sizin neyinize?

Allah'a yemin olsun ki, ya yola gelirsiniz, ya da her birinizin vücudunda sizi uğraştıracak bir şey bırakırım, (her birinizin başı­na bir dert açarım.) Üçüncü kez ağzını bozana, dil uzatana rast­larsam kanını döker, evini yağma ettiririm [14]

Evet, Ziyad Bin Ebih'den sonra biraz zayıflayan Emevi idaresi Haccac'm işte bu şiddete dayanan siyasetiyle ancak yeniden güç­lendi. Bu baskı olmasaydı belki bu bölge istikrar bulamazdı, anar­şi her tarafa yayılırdı. Müslümanlar da bir daha fetih hareketlerini yeniden başlatamazlardı. Yine eğer bir bakıma ve her şeye rağmen bu valilerin baskı idaresi sayesinde içeride güvenlik sağlanmasay-dı Emeviler zamanında İslam dini de yayılamayacaktı. Halbuki Haccac döneminde birkaç yönde fetihler gerçekleştirildi. Muham-med Bin Kasım Es-Sakafî'yi Sind bölgesine ve Kuteybe Bin Müs­lim El-Bahilî'yi de Maveraünnehr taraflarına gönderen Hac-cac'dır ki Hz. Ömer'in dönemi hariç bu asırda İslamın en çok ya­yıldığı günler işte bu sıralardır. [15]

Evet Haccac'ın, Said Bin Cübeyir gibi ilim ehlinden ve Tabi­iler [16] 'in en büyüklerinden birini katlettiği doğrudur. Fakat Said Bin Cübeyr de, neredeyse devleti darmadağın edecek olan İbn'ül-Eş'as hareketine katılmıştı. Bu hareket yüzünden fitne fırtınaları İslam devletinin üzerinde esip duruyordu. [17]

Emeviler'in kötü ünlenmelerinin bir sebebi de Muaviye'nin oğlu Yezid döneminde ve Hicri 63 yılında cereyan eden El-Harra (Medine'nin basılması) olayıdır.

Müslim Bin Ukba El-Murrî komutasındaki bir Emevi ordusu Medine'ye girerek 3 gün boyunca halkın ırzına ve canına tecavüz etti, sonra da (Müstakil olarak Mekke'yi idare eden) Abdullah Bin Zübeyr'i kuşatmak için Mekke'ye yön tuttu. Fakat yolda bu adam öldü. O'nun yerine komutayı El-Husayn Bin Numeyr teslim alarak Mekke'yi kuşattı. Ancak bu sırada da Yezid'in ölüm haberi gelince kuşatmayı kaldırarak geri döndü. [18]

Sonraları Emeviler'in Suriye'de otoriteleri güçlenince bu kez Haccac Bin Yusuf Es-Sakafî komutasında ikinci bir Emevi ordusu gelerek Mekke'yi kuşattı. Şehre hakim tepelerden Kabe mancınık­larla dövülerek tahrip edildi. Haccac, Abdullah Bin Zübeyr'i öldü­rerek Beyt'ül-Haram'a girdi. Faziletlere sahip Abdullah Bin Zü-beyr gibi müstesna bir şahsiyetin katledilmesi ve Harem-i Şerifin, Kabe gibi mukaddes bir mekanın çiğnenmesi müslümanlan fev­kalade incitmiştir. Bu kadar korkunç bir olay ne ilginçtir ki Kerbe-la faciasının yanında müslümanlarm üzerindeki etkisi bakımın­dan ikinci planda kalmıştır. Bu iki olaydan her biri İslam tarihinin bu zaman kesiti içinde cereyan eden hadiselerin esasen hangi dü­şünceye sahip eller tarafından kaleme alındığını göstermektedir. [19]

Aslında Emeviler'in düşmanları, onların döneminde meyda­na gelen bu olayları kullanıp onlardan önce meydana gelmiş hadi­selerden de faydalanmaya çalışarak tarihi genel manada çarpıt­mışlar dır.

İşte tarihi çarpıtan bu insanlar, Emeviler'e karşı (propaganda-larıyla) öyle korkunç saldırılarda bulunmuşlardır ki onları îslam dışı saymışlardır. Hücumları halifelere, o devrin valilerine ve Eme­vi tarafdarlarma karşıydı. Bu hücumlardan sahabiler de kurtulma­mışlardır. Hatta Hz. Ali'nin taraftarları bile bu saldırılara hedef ol­muşlardır. Mesela Ebu Musa EI-Eş'ari gibi yumuşak bir tutum iz­lemiş bulunan Hz. Ali taraftarları dahi bunların saldırılarına uğra­mışlardır. Bunlar Hulefa-i Raşidin'den ilk üçünün sözde Hz. Ali'ye karşı aralarında sözbirliği etmiş bulunduklarım, Hilafet makamını ondan uzak tutmaya çalıştıklarını ileri sürmüş, dolayısıyla, bu zevat da iftiracıların zehirli sözlerine hedef olmuşlardır. Bunlar Hu-İefa-i Raşidin hakkında, onların can düşmanlarının bile söyleme­diklerini söylemişlerdir. Bunlar anarşiyi körükleyen, hatta El-Eşter En-Nah'i gibi fitnenin başını çeken birini, sırf Hz. Ali'yi destekle­diği, bir ara O'nunla omuz omuza mücadele verdiği için, övmüş göklere çıkarmışlardır.

Bu adamlar, dikkatleri Ümeyyeoğulları'nm (Yani Emevilerin) daha müslüman olmadan önceki günleri üzerinde yoğunlaştırma­ya çalışmışlardır. İslamm daha başlangıcından beri bu ailenin müslüman olmuş bulunan Hz. Osman, Said Bin El-As, Halid Bin Said Bin El-As ve Amr Bin Said Bin El-As gibi çocukları bile bun­ların dilinden kurtulamamışlardır. Bunlar Emevi ailesinin büyü­ğüdür diye zehirlerini daima Ebu Süfyan Sahr Bin Harb üzerine döküp durdular. Onu küfrün başı diye saydılar. Evet daha önce öy­leydi. Fakat müslüman olduktan sonra da O'nu yine müslüman saymadılar. O'nun pabuç pahalı olduğu için, kılıç korkusuyla İsla-mi kabul ettiğini ileri sürerek, buna da Hz. Peygamber (sav)'in kendisine ve çocuklarına ganimet dağıtmak suretiyle gönüllerini İslama ısındırmasını kanıt diye göstermeye çalıştılar. Tabii ki bu da doğrudur. Ancak kalbi İslama ısındıktan ve iyi bir gidişat kaydet­tikten sonra (ki Hz. Peygamber (sav) O'na bazı görevler vermiş, Hz. Ebu Bekir O'nu maliye hizmetleri için Yemen'e göndermiştir) yine de O'nu kötülemekten vazgeçmediler. O'nun Yermuk Savaşı sırasında gösterdiği yararlılığı, gözlerini kaybetmesini Hz. Osman devrinde 17 yıl âmâ olarak hayatım ibadetle geçirmesini ise hiç sözkonusu etmediler.

Tarihi çarpıtanlar, Hz. Osman'ın normal olmayan yollardan Hilafete geldiğini, sözde Hz. Ali'yi bu makama getirmemek için Abdurrahman Bin Avf'la birlikte bunu tezgahladığını, aynı za­manda O'nun Ümeyyeoğullan ailesine mensup yakınlarını kendi­ne yaklaştırıp valiliklere ve yüksek makamlara getirdiğini, istedik­leri şekilde davranmalarına göz yumduğunu, zayıf görüşlü olduğu için amcası oğlu Mervan Bin Hakem'in kuklası durumuna düştü­ğünü, bunun da nihayet bela ve fitnelere kaynaklık eden anarşiye yol açtığını ileri sürdüler.

îşin gerçek yüzüne bakılacak olursa liyakat sahibi bir çok sa-habi Hz. Osman döneminde, yönetimde görev almayı kabul etmi­yorlardı. Tabi ki devlet otoritesi onları mecbur edemezdi. Bu se­bepledir ki Hz. Osman, güvendiği yakınları arasından istenen ye­terliliğe sahip olanları devlet kademelerinde görevlendiriyordu. Keza bazı yakınları O'na baş vurarak vazife istiyorlardı ki bu zevat hem Kureyş'e mensup ve herşeyden önce vaktiyle İslam ile müşer­ref olmuş, Rasulullah'ın sahabisi olma mazhariyetine ermiş kim­selerdi. Hz. Osman'ın bunlara görev vermemesi için bir sebep yoktu. Ancak zaman zaman onları denetleyerek bir kusurlarım bulunca hemen kabahat işleyeni görevinden alıyor ve gerekirse onu cezalandırıyordu. O'nun vazifeden attığı nice akrabası vardır. Onları suçlu sayar, ancak sonraları iyi bir gidişat izlediklerini tes-bit edince yeniden kendilerine görev verirdi. Bu zevatın fetih faali­yetlerinde, cihad hizmetlerinde ve İslam davası uğrunda önemli rolleri olmuştur.

Bu tarih çarpıtıcıları, Muaviye'yi izzet ve ikbal peşinde bulu­nan bir bencil olarak suçladılar. O'nun, (akrabası olan) Hz. Os­man'ın katillerini istemekte ısrar etmesinin, aslında arzu ettiği he­defe ulaşabilmek için başvurduğu bir siyasi manevradan başka bir şey olmadığı, açıkça şeriate aykırı olduğu halde bu gerekçe ile Ha-life'ye karşı baş kaldırdığı, istediği mevkii elde edince de daha dü­ne kadar üzerinde şiddetle ısrar ettiği Hz. Osman'ın kanını unutu-verdiği şeklinde O'na suçlamalar yönelttiler.

Keza aleyhinde olan herkesin ölümünden veya Öldürülmesin­den hep O'nu sorumlu gördüler. Halbuki ortalığa anarşi hakimdi ve her tarafta kaynaşmalar vardı, biri diğerinin kanma girmişti.

Mesela Hz. Ali Hariciler tarafından öldürüldü. Muaviye'nin bizzat kendisi bile onlar tarafından suikaste uğrayarak yaralandı. Keza Mısır Kadısı Harice öldürüldü. Suikasti düzenleyen O'nu Amr Bin EI-As zannetmişti. Eğer bu olaylar bu kadar açık şekilde tesbit edilmemiş olsaydı Hz. Ali'ye ve Amr Bin El-As'a karşı dü­zenlenen suikastlerden dolayı yine Muaviye suçlanacaktı. Yani her halükârda kimin katili ortaya çıkarılamıyor idiyse O'ndan Muavi­ye sorumlu tutuluyor, tanınmış şahsiyetlerden kim ölüyor idiyseO'na muhakkak Muaviye zehir yedirdi diye suçlanıyordu.

Nitekim, Hz. Hasan'a hanımı: El-Eş'as Bin Kays El-Kindi'nin kızı Cu'da aracılığıyla zehir yedirilerek öldürülmesinden yine Mu­aviye suçlu gösterildi. Muaviye bu kadına şöyle yazmıştı:

"Eğer Hasan'ı bir hileyle öldüreöilirsen, sana yüzbin dirhem para göndereceğim ve seni (oğlum) Yezid'le evlendireceğim."

Bu kadın vasıtasıyla Hz. Hasan'ı zehirlettiren o oldu. Nitekim Hz. Hasan vefat edince Muaviye kadına vadettiği parayı ödedi ve ayrıca kendisine şu haberi yolladı:

"Biz Yezid'in hayatı üzerinde çok titizlik gösteriyoruz. Bunu takdir etmelisin. Aksine seni O'nunla evlendirmek isterdik.[20]

Bu suçlamanın zayıf olduğu ortadadır. Hatta bu kaynağın biz­zat kendisi bile rivayetin zayıf olduğunu göstermektedir. Kaynak­ta olay Hz. Hasan'ın diliyle şöyle nakledilmektedir.

"Bana birkaç defa zehir yedirilmiştir. Fakat hiç biri bu seferki kadar kötü tesir yapmadı. Midemden parçalar küsmüştüm. Elimdeki çöple karıştırıyordum. Kardeşim Hüseyin bana, 'Acaba kim sana bu zehiri içirdi dersin birader' diye sordu.

O'na "Öğrenip de ne yapacaksın? Eğer o, zannettiğim kimsey-se, hesabını O'ndan Allah sorsun, yok başkası ise birinin şüphe ile cezalandırılmasını istemiyorum." diye cevabını verdi. [21]

Bu konuşma Hz. Hasan'ın sadece zan ettiğini, bilakis kesin şe­kilde zehirleyen kimseyi suçlamadığım kanıtlamaktadır. Aynı za­manda bu zannı yürüten bir otorite sahibi de değildir ki gereğini icra edebilsin. Bunu ancak ilgili merci yapar ki Halife ve İmam Muaviye idi. O'nun cezayı tatbik ettirmesi gerekirdi. Hz. Hüse­yin'e gelince devlet başkanı mevcutken o müdahale edemezdi.

Muaviye, El-Eşter En-Nah'i'nin öldürülmesinden dolayı da suçlanmıştır. Mes'udî bu olayı şu şekilde nakletmektedir:

Hz. Ali, El-Eşter'i Mısır'a vali tayin etmişti. O'nu bir askeri bir­liğin başında görevinin mahalline gönderdi. Muaviye bunu du­yunca Mısır'ın Ariş bölgesinde bulunan bir eyalet başkanı ile te­mas kurarak Eşter'i zehirleyebildiği takdirde kendisinden 20 yıl vergi almayacağı vaadinde bulundu. O da bir yolunu bulup El-Eş-ter'in yiyeceğine zehir kattı. Olay şöyle cereyan etmişti: El-Eşter, Ariş'e varınca (Muaviye'ye bağlı bu Eyalet Reisi) sözde kendisine ikramda bulunmak üzere El-Eşter'in hangi yiyeceklerden hoşlan­dığım sordu. Kendisine, O'nun baldan hoşlandığım söylediler. O da gidip bir miktar bal getirerek El-Eşter'e balın faydalarını sayıp durdu. El-Eşter, o gün oruçluydu. Ancak adamın bu vasıflandır­maları karşısında dayanamayarak getirilen baldan yedi. Daha mi­desine yeni girmişti ki hemen oluverdi. Beraberinde bulunanlar, balı getiren şahısla adamlarının hakkından geldiler. Bu olayın, Kulzum'da (Kızıl Deniz kıyılarında) meydana geldiği de söylen­mektedir. Ancak birincisi kanıtlanmıştır. Hz. Ali bu hadiseyi du­yunca:

"Ellerinin ve ağzının günahını çekti (nefsine hakim olamadı)" diye konuştu. Muaviye ise:

"Allah'ın baldan da askerleri vardır" dedi.[22]

Muaviye'ye Hucr Bin Adiyy El-Kindi'nin öldürülmesi cinayeti de mal edilmektedir. Bu zat İslam tarihinde (fikrinden cayarak kurtulması mümkünken) direnerek öldürülen ilk şahsiyettir.

Muaviye'nin valilerinden Ziyad Bin Ebih, dokuzu Kûfe'li dör­dü de başka yerden olan arkadaşlarıyla birlikte O'nu alıp götürür­ken Şam'a 12 mil uzaklıktaki Marc-ı Azra'ya varınca, istihbarat görevlileri durumu Muaviye'ye bildirdiler. O da görevli olarak kör bir adamı gönderdi. Bu adam Hucr ve arkadaşlarına yaklaşınca aralarından biri:

"Eğer tahminim doğru çıkarsa grubumuzun yarısı öldürüle­cek, diğerleri ise kurtulacaklardır" diye bir söz etti. O'na, 'Böyle olacağını nereden biliyorsun?' diye sorunca, 'Yahu adamın bir gö­zünün kör olduğunu görmüyor musun?' dedi.

Bu kör cellat Hucr'a yaklaşınca O'na:

"Ey fitnenin başı! Ey küfür ve sapıklığın kaynağı! Ey Ebu Tu-rab'ın (Yani Hz. Ali'nin) yardakçısı! Emir'ül-Mü'minîn, senin ve arkadaşlarının canım almak üzere beni görevlendirmiş bulun­maktadır. Ancak küfrünüzden vazgeçer ve adamınıza (Hz. Ali'ye) lanet okur, O'nunla hiç bir ilişkiniz kalmadığına dair açıklama yapar (Teberri ederseniz) infazınız geri alınacaktır" dedi.

Hucr ve düşüncesini paylaşan arkadaşları bu adama:

"Yaptığın teklifi kabul edip de Allah'ın ve elçisinin huzuruna yüzü kara gitmek ve ateşe girmektense kılıcın acısına dayanmak bize daha kolay gelir" diye cevap verdiler. Ancak arkadaşlarının yarısı celladın teklifini kabul ettiler. Hucr idam edilmek üzere orta yere getirilince:

"Bana müsaade edin iki rekat namaz kılmak istiyorum" dedi. Verilen izin üzerine namazını uzatınca O'na:

"Ölümden korktuğun için namazını uzattın, değil mi?" diye sorulunca:

"Hayır, ben sırf namaz kılmak için ne zaman abdest aldıysam mutlaka namaz kıldım ve hiç bir zaman da bu kadar kısa namaz kılmış değilim. Ama her şeye rağmen nasıl olur da şuracıkta kazıl­mış bir mezar, sıyrılmış bir kılıç ve yayılmış bir kefen görür de ür-permem!"

Sonra öne yaklaştırılarak boğazlandı ve peşinden aynı fikirde olan diğer arkadaşları da idam edildiler.

Muaviye, Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman'm öldürülme­sinden dolayı da suçlanmaktadır. Abdurrahman (son zamanlar­da) ünlendiği Şam'da şöhret kazandığı, babasının bıraktığı izle­nimler sayesinde halk tarafından rağbet gördüğü ve Bizans top­raklarında uyandırdığı heybetiyle müslümanlara pek ihtiyaç duymadiği' sebeplerinden dolayı Muaviye'nin O'ndan korktuğu, bu yüzden İbni Esal adında (vergiye bağlanmış) bir Bizans şövalyesi aracılığıyla, O'nu hayatı boyunca vergiden muaf tutmaya karşılık zehirlettiği söylenmektedir.

Abdurrahman'ın bir ara Bizans topraklarından Homs'a dönü­şü sırasında İbni Esal O'na kuleleriyle birlikte zehirli bir şerbet içirdi. Abdurrahman şerbeti içer içmez Homs'da öldü. Muaviye bunun üzerine İbni Esal'a vadettiklerini yerine getirerek O'nu ver­giden muaf tuttu ve Homs Bölgesi haracını devlet adına toplama­ya da memur etti.[23]

Muaviye, valilerinden Ziyad Bin Ebih'in, babası (Ebu Süf-yan'm) dölünden olduğunu iddia etmekle de suçlanmıştır. Yani babasının (bir çeşit) zina ettiğine şehadet etmişti. Hatta kendisi daha dünyada yokken bu olayın meydana geldiğine şahitlik etmiş­tir. Dinini çiğneme pahasına ve sırf Ziyad Bin Ebih'i yanma çek­mek (bağlılığını kazanmak) için böyle yaptığı ileri sürülmektedir. Tarihçi Mes'udi bu olayı şöyle anlatmaktadır:

"Muaviye, Hicri 44 yılında Ziyad Bin Ebih'in, babası Ebu Süf-yan'ın sulbünden geldiğini ispat etmeyi aklına koyunca, Ziyad Bin Esma El-Harmâzi, Malik Bin Rabîa Es-Selûlî ve Zübeyr Bin Avam'in oğlu Münzir gelip bu olayın gerçek olduğuna dair yanın­da şehadette bulunarak şöyle dediler:

"Bizzat Ebu Süfyan, Ziyad Bin Ebih'in kendi oğlu olduğunu ileri sürerek, Hz. Ömer'in huzurunda Ziyad'dan söz açıldığı bir sı­rada Hz. Ali'ye hitaben manzum olarak şunları söyledi:

"Rastlamaktan korkmasam düşmanlardan birine Açıklardım sırrımı, yemin olsun ey Ali! Fakat bir belalının yakam düşer eline, diye açıklayamam başımdan geçen hali. Eskiden uzun yıllar gittim sakif iline Yavrum orada kaldı, aklımdaysa hayali"

Özellikle Ebu Meryem Es-Selûli'nin bu konuda şahitlik yap­ması O'nun bu yoldaki kanaatini daha da kuvvetlendirdi. Çünkü Ebu Meryem'in meselenin başlangıcı hakkında herkesten daha çok malumatı vardı! Sebebine gelince: Esasen cahiliyet devrinde Ebu Süfyan'la Ziyad'm annesi Sümeyye'yi bir araya getirip zina yapmalarını temin eden Ebu Meryem'di.

Sümeyye, bölgenin derebeyi Haris Bin Kelde'ye vergi veren sancak sahiplerinden biriydi. Taif'de şehrin dışında Fahişeler Ma­hallesi olarak bilinen ve fahişelerin faaliyet gösterdikleri bir semte bazen uğrardı,

Muaviye'nin bu iddiada bulunmasının sebebi şudur:

Ebu Ubeyde Muammer Bin Müsenna'nm anlattığına göre Hz. Ali Süheyl Bin Huneyf i İran'daki görevinden aldıktan sonra yeri­ne Ziyad'ı tayin etmişti. Ziyad, bu bölgede halkı birbirine kırdıra­rak sonunda ortalığa hakim olabildi. Yerleşik yöreleri devamlı do­laşıp denetledi ta ki Pers topraklarında istikrarı tamamen sağla-yıncaya kadar. Sonra Hz. Ali O'nu İstahr'a vali tayin etti. Muaviye ise devamlı O'nu tehdit ediyordu. Sonra (Muaviye'nin adamların­dan) Busr Bin Artaa O'nun Ubeydullah ve Salim adlarındaki iki oğlunu rehin alarak, Muaviye'nin emrine girmediği takdirde bu iki oğlunu öldüreceğine dair bir yazı gönderdi. Muaviye'de, ayrıca kendisine tabi olduğu takdirde O'nu görevinde bırakacağını vade­den bir yazı gönderdi. Bunun üzerine Ziyad, Muaviye'ye gitti, bir miktar para ve mücevherat karşılığında O'nunla barıştı. Bu kez Muaviye Ziyad'ı kendine veliaht seçmek istediyse de Ziyad bunu kabul etmedi. Henüz Muaviye'yi ziyaret etmeden önce vaktiyle Muğire Bin Şu'be O'na şöyle demişti:

- Ey Ziyad! Sen büyük ideali gerçekleştirmeye bak. Fuzuli iş­lerle uğraşma. Hilafet makamına Ali Oğlu Hasan'dan başka layık biri bulunmadığı halde O bile Muaviye'ye bey^at etti. Onun için kesin kararını vermeden iyice düşün. Bunun üzerine Ziyad O'na:

-  Peki öyleyse bana bir akıl ver, nasıl davranayım, deyince Muğira:

- Soyunu O'nun soyuyla birleştirir, ipini O'nun ipine bağlar­sın, halk da artık kulaklarını sana karşı tıkar, bu iş oluverir, diye öğütledi. Ziyad o an için Muğira'ya:

- Ey Şa'be'nin oğlu ye sermeyeceği toprağa bir fidan mı dike­yim ki ona ne hayat verecek bir kaynak, ne de su içirecek bir kök var, diye itirazda bulunduysa da sonraları bu tezi kabullenmeye niyet ederek Şu'be Oğlu Muğire'nin görüşünü benimsedi. Peşin­den Muaviye'nin kızkardeşi Cuveyriye haber yollayarak Ziyad'ı çağırttı. Ziyad gelince de bulunduğu odaya girmesine izin vererek (kardeş olduklarını kanıtlamak maksadıyla) yanında saçını başını açtı ve:

- Sen benim kardeşimsin. Bunu bana Ebu Meryem söyledi, di­ye konuştu. Sonra Muaviye Ziyad'ı alarak camiye gitti ve halkı top­ladı. Bu sırada Ebu Meryem ayağa kalkarak şu açıklamayı yaptı:

"Ben şu olayın bizzat şahidiyim ki, vaktiyle Cahiliyet döne­minde ben Taifde meyhanecilik yapıyordum. Bir ara Ebu Süfyan bana uğrayarak kendisine bir kadın bulmamı istedi. O'na: "El-ha-ris Bin Kelde'nin cariyesi Sümeyye'den başkasını bulamadım" dedim. Bana : "Olsun, O'nu kiriyle, pasıyla getir" dedi.

Bu sırada Ziyad Ebu Meryem'in konuşmasını keserek:

"Ağzını topla Ey Eba Meryem! Sen buraya elalemin namusu­na küfretmek için değil sadece bir olaya şahitlik etmek için geti­rilmiş bulunuyorsun!" deyince Ebu Meryem:

"Beni baştan bağışlasaydınız da hiç konuşmasaydım daha iyi olurdu. Ben sadece gördüklerimi anlatıyorum. Vallahi de Ebu Süf­yan kadının kolundan tuttuğu gibi onu içeri aldı. Kadıncağız ürke­rek oturdu. Sonra Ebu Süfyan kapıyı arkadan kitledi. Neden sonra çıkıp yanıma geldi. Alnının terini silip duruyordu. O'na:

- Nasıl, beğendin mi, dedim.

-  Sarkık göğüsleri, bir de ağzının kokusu olmasa...Bu kadar hoşuma giden birine şimdiye kadar hiç rastlamadım, dedi.

Ziyad yine ayağa kalkarak:

"Ey halk! Bu adam şahittir, söylediklerini de duydunuz. Ashn-dajioğru mu yalan mı? Onu da bilmiyorum. Ama Ubeyd iyi bir baba ve övgüye layık bir aile reisiydi.[24] Şahitlerse söyledikleri şeyler hakkında daha ziyade malumat sahibi kimselerdir."

Tam bu sırada, (Ubeyd Kızı Safiyye'nin biraderi, yani Sümey-ye'nin hanımefendisinin biraderi) Yunus ayağa kalkarak, Muavi-ye'ye şöyle hitap etti:

"Ey Muaviye! Allah ve Rasulü, ancak meşru (veya meşru hük­mündeki) birleşmelerin mahsulü olan çocuğun nesebinin geçerli­liğine hükmetmiş, zina mahsulünün nesebini de reddetmişlerdir. Sen ise tam tersine Ebu Süfyan'ın yaptığı zina hakkında Ebu Mer­yem'in şahitlik yapması üzerine çocuğu zina edene yapıştırıp meşru çocuğu ise babasından kopararak Allah'ın kitabına ve Rasu-lullah'm sünnetine ters düştün. Bunun üzerine Muaviye O'na:

- Bak Yunus! Ya susarsın veya seni ağır ağır parçalarım! diye tehdit ederek susturdu.[25]

Bu rivayetin de zayıf olduğu ortadadır. Bir kere Ziyad, karşısın­da bu konuşmaların yapılmasına nasıl razı olabilir, Muaviye bunu nasıl kabul edebilir, halk Devlet Başkanının böyle davranmasına nasıl razı olabilirlerdi. Halk, namus ve haysiyet duygusunu bu de­rece yitirmiş miydi acaba? Din bu kadar mı yok olmuştu? Hz. Pey­gamber (sav)'in sahabileri daha hayatta değil miydiler?

Bu anlatılanlardan başka, Muaviye aralarında Hz. Ebu Be­kir'in Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin de bulunduğu büyük sahabilere dil uzattığı yolunda da suçlanmıştır. Ezcümle Hz. Ali'nin Mısır'a vali olarak tayin ettiği Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'e gönderdiği bir yazıda şu sözleri sarfettiği ileri sürülmektedir:

"Baban da dahil hepimiz Ebu Talib'in oğlu (Ali)nin bize olan üstünlüğünü ve uymamız gereken haklarını kabul ediyorduk. Allah Teala Yüce Elçisi için irade ettiklerini takdir buyurduktan, O'na vadettiğini gerçekleştirdikten, dâvasını başarıya ulaştırıp delillerini açıkça ortaya koyduktan ve nihayet ruhunu kabzede-rek O'nu huzuruna aldıktan sonra ilk defa Ali'nin hakkını çiğne­yen baban ve O'nun Faruk'u (Ömer) oldular. Ona ters düşüp bu konuda da aralarında işbirliği ettiler. Sonra O'nu evlerine davet ettiler. O ise ağırdan aldı. (Onları onaylamakta) çekimser kaldı. Bunun üzerine aleyhinde kötü şeyler düşündüler ve başına bü­yük dertler açmak istediler. Sonra, kendilerine bey1 at edip idare­yi teslim edince de O'nu ne kendi işlerine karıştırdılar, ne de ölünceye kadar O'na sırlarını açıkladılar. Sonra Osman onların yerine geçince sen ve arkadaşın (Ali) O'nu öyle ayıpladınız ki memleketin en uzak köşesindeki günahkarlar bile (yüzalıp) ve O'na baş kaldırdılar. Siz de O'nun başına gaileler açtınız ve O'na karşı kininizi kusarak nihayet muradınıza erdiniz. Bak Ebu Be­kir'in oğlu! Ayağını denk al, karısını kulacınla kıyasla ta ki hoş­görüsüyle dağlan tartabilenin (benim gibi güçlü birinin) yanın­da boyunun ölçüsünü görebilesin. Ben mızrağı zor altında bü-külemeyen, üstün kişiliği dille anlatılamayan biriyim. Aslında senin baban bizzat kendi eliyle makamını hazırladı, tahtını ku­rup hakim oldu. Eğer şimdi bizim yaptığımız doğruysa, bunu ilk defa baban böyle yaparak bize örnek oldu. Dolayısıyla bu konu­da O'nunla ortağız. Eğer baban daha önce böyle davranmasaydı Ebu Talib'in oğluna (Ali'ye) muhalif olmazdık. O'na idareyi tes­lim ederdik. Fakat bizden önce baban O'na bu muameleyi yaptı. Biz de babanı örnek aldık. O halde şimdi gördüklerinden dolayı önce babanı ayıpla veya bu meseleden vazgeç. Boyun eğenlere selam olsun. [26]

Bu rivayetin de açıkça zayıf olduğu ve düşmanlar tarafından sonraları uydurulduğu görülmektedir. Nitekim ilk başta Şiilerin İmamiye Mezhebi'nin aşırıları daha çok Hz. Ali'yi övdüğü halde sonraları (Hz. Ali de dahil) Hulefa-i Raşidin'e dil uzatmakta, daha sonra da Muaviye'yi onlara katmaktadır.

Keza, Kays Bin Saad Bin Ubade'nin Hz. Ali tarafından Mısır Valiliğinden azledilmesinden sonra Muaviye'nin O'na bir yazı göndererek kendisine:

"Sen bir yahudisin [27] dediği de ileri sürülmektedir ki Allah korusun!

Yine sözde Muaviye, minberlerden Hz. Ali'ye lanet okumakla ve halkı da O'nu lânetlemekle emrettiği biçiminde tarihi çarpıtan-larca suçlanmıştır. Sözde, O'nun tayin ettiği valiler de böyle yapı­yorlardı. Aslında bu gibi rivayetleri kabul edenler bütün müslü-manları aynı zamanda suçlamış olmaktadırlar. Bunların karşısın­da susanlar için de aynı şey söz konusudur. Çünkü hiç bir müslü-man yoktur ki Hz. Ali'yi sevmiş olmasın. Ve hiç bir müslüman Hz. Ali'ye dil uzatamaz. Dolayısıyla bundan daha büyük bir iftira ola­maz. Muaviye ve Hz. Ali arasındaki siyasi görüş ve düşünce farkı­na rağmen Muaviye O'na saygı gösterir, üstünlüğünü kabul eder, mevkiini bilir, karşısında O'nu över, arkasından da O'nu rahmetle anardı. O'ndan razıydı. Tarihe ilaveler yapan, onu tahrif eden şah­siyetleri suçlayanlar daha sonraki kuşaklara mensup fanatik kim­selerdir. Bu gibi hücumlar öyle bir raddeye vardı ve halk üzerinde öyle kötü tesirler uyandırdı ki Hz. Ali taraftarlarıyla diğer bütün müslümanlar arasındaki uçurum da git gide büyüdü. Halbuki vak­tiyle durum hiç de böyle değildi. Her iki tarafa mensup insanlar birlikte namaz kılar, birlikte cihada çıkar, birlikte fetih faaliyetleri­ne katılırlardı. Ne var ki daha sonra iki fırkaya ayrıldılar. Şiiler ar­tık müslümanların imamları arkasında namaz kılmaz oldular. İlmi kaynaklarını kabul etmez oldular. Meymun El-Kaddah gibi birisi tarafından yazılmış olsa bile ancak kendilerince makbul sayılanla­rın eserlerine sadece itibar etmeye başladılar.

Muaviye, ayrıca -yerine, kendisinden sonra geçmek üzere- oğ­lu Yezid'i veliahd seçtiği gerekçesiyle de suçlanmıştır. Halbuki O'ndan daha üstün olanlar da, (daha hayattayken) kendi yerlerine geçecek kimseleri seçtiler. Ezcümle Hz. Ebu Bekir, vefatından son­ra yerine geçmek üzere Hz. Ömer'i seçmiştir. Muaviye'ye gelince, O, kendi oğlunu herkesten daha üstün gördüğü ve O'nu (oğludur diye) çok sevdiği için veliahd tayin etmiştir. Halbuki O'ndan daha hayırlı kimseler vardı. Tabiki Muaviye böyle yapmakla, İslamdaki şûra sistemini kaldırmış, O'nu bir krallık düzeni haline getirmişti.

Keza, Muaviye, Suriye'nin yönetimine getirildiği günden beri sürdüğü saltanat ve ihtişamla İran Kisralarını ve Roma Sezarlarım örnek aldığı {İslam Halifelerine has mütevazi hayat ve muamele tarzını bir kenara ittiği) yolunda da suçlanmıştır. Belki de devlinin şartlan O'nun böyle bir yol izlemesini gerektiriyordu. Çünkü esa­sen bu bölge halkının örf ve anlayışında Devlet Başkanına olan ba­kışlarında bu adet vardı. Tarihçi Taberi bu inceliğe temas ediyor ve diyor ki:

Hz. Ömer bir keresinde Şam'ı ziyaret ederken Muaviye'yi, ken­disini debdebe içinde bir kortejle karşıladığını görünce O'na:

"Ey Muaviye! Görüyorum ki böyle heyet ve erkanla gidip ge­liyorsun, hem sonra evde oturuyor muş sun, halkının ise, dertleri­ni sana anlatabilmek için gelip kapında beklediklerini duydum, bu doğru mu?" diye sorunca şu cevabı vermiş:

"Ya Emir'el-Mü'minîn! Düşman, yakında yambaşımızda bu­lunuyor. Aramızda da casusları var. Ben böyle yapmakla onlara sadece îslamın heybetini yansıtmak istedim"

Bu sözleri beğenen Hz. Ömer:

"Bu akıllı bir insanın hilesine benziyor!" deyince Muaviye bu kez de Halife nasıl istiyorsa öyle davranabileceğini anlatmak için:

"Ya Emir'el-Mü'minîn! Nasıl istiyorsan, bana emret öyle ya­payım" demiş. Bunun üzerine de Hz. Ömer:

"Yahu, ne zaman bir meseleyi seninle tartiştıysam bana öyle cevap yetiştirdin ki, bu işi yap ya da yapma demeye bir türlü ka­rar veremiyorum" cevabını vermiş. [28]

Eğer Hz. Ömer, O'nun böyle davranmasında (İslam ölçüleri­ne) en ufak bir muhalefet görmüş olsaydı -ki Hz. Ömer, insanların içinde gözü en tok, tekellüften en uzak ve valilere karşı en sert bir devlet başkanıydı- Mutlaka kendisim cezalandırır, hatta O'nu bu görevde bir gün bile bırakmazdı.

Muaviye'nin, bir vakit sonra artık köşkte oturması ve mühür kullanması ise zamanın şartlarının bir gereğiydi. Bunda hiç bir mahzur yoktur.

Muaviye'nin oğlu Yezid de suçlanmıştır [29] Hatta Muaviye ve oğlu Yezid, en çok suçlanan insanlardan sayılmaktadırlar. İkisi hakkında çok dedikodular yapılmış, iftiralar edilmiştir. Babası Mu­aviye Hz. Ali'ye karşı giriştiği mücadeleden dolayı, kendisi ise, devrinde meydana gelen Kerbela Faciası sebebiyle daha çok suç­lanmışlardır. Edilen iftiralar her ne kadar tüm Beni Ümeyye ailesi­ni hedef alıyor idiyse de özellikle devlet başkanlığı yapmış olanla­rından Muaviye ve Yezid'e daha çok yönelik idi.

Mesela Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinin baş müsebbibi ola­rak Yezid suçlanmaktadır. Aslında mesele, gerçek yönüyle hiç de böyle değildir. Çünkü bir kere Yezid'in bulunduğu yerle, Hz. Hüse­yin'e karşı silahlı saldırının cereyan ettiği yer arasında (o günkü öl­çülerle) bir aylık mesafe bulunuyordu. Oraya kadar emirlerini na­sıl ulaştırabilir, nasıl engelleyebilir, nasıl (anında) hükmedebilir di -ki öyle güçlü bir halife de değildi- Ortalıkta istikrar da yoktu. Esa­sen hadiselerin cereyan ettiği Irak'da o gün için Ubeydullah Bin Ziyad hakimdi. Yezid, Hz. Hüseyin'in Öldürülmesinden dolayı se­vindiği ileri sürülerek de suçlanmaktadır. Bu da doğru değildir. Bi­lakis olayı haber alınca ağladı ve (Hz. Hüseyin'in katili) Şimr'e ve Irak Valisi Ubeydullah Bin Ziyad'a lanetler okuyarak:

"Allah'a yemin ederim ki Bin Ziyad'ın yerinde olsaydım O'nu bağışlardım" dedi. Kerbela'dan Şam'a getirilen, Hz. Hüseyin'in ai­le halkını kendi kadın ve çocuklarının bulunduğu bölüme aldırdı. Yezid'in hareminde üç gün boyunca ağlama sesleri ve feryadlar devam etti, yanında misafir kaldıkları süre içinde, Yezid, Hz. Hüse­yin'in oğlu Ali Zeynel Abidin'i sofrada yanına oturtmadan hiç ye­mek yemedi. Sonra Hz. Hüseyin'in aile halkını, yol boyu hizmeti­ne bir muhafız birliği görevlendirerek Medine'ye gönderdi. Keza halkı Emevi idaresine karşı baş kaldırdığı için Harra olayında Me-dine-i Münevvere'yi basarak üç gün süreyle cana, mala, İrz ve na­musa tecavüz eden Emevi ordusu esasen kontrolden çıkmıştı.

Yezid içki müptelası olmakla da suçlanmış. Hatta, hakim oldu­ğu her yerde içkinin yayılmasına da gayret ettiği ileri sürülmüştür. Bu görüşü kabul etmek pek de gariptir. Çünkü hiç bir devirde içki ve fuhuş, İslam Devletlerinin sınırları içinde açık şekilde yayılma­mıştır. Bu durum Yezid'den sonra bile vaki olmadığına göre, saha-bi çocukları hatta bizzat bazı sahabiler henüz hayattayken nasıl böyle bir hal yaşanabilirdi?

Tarihçi Mesudî Yezid hakkında şunları kaydetmektedir:

"Yezid eğlenceyi seven, şahinleri, av köpekleri, maymunları ve kaplanları olan, içki ve işretle haşir neşir bir kimseydi. Hz. Hüse­yin'in şehid edilmesinden sonra bir gün gene içki sofrasında otu­ruyordu. Sağında da Ziyadoğlu vardı. Saki'ye dönerek şöyle dedi:

Bir kadeh badeden al sun da serinlet içimi, Bir diğer tane de al yandaki ahlaksıza ver, O benim arkadaşımdır bilir ezber içimi, Cenkçidir bolca ganimet getirir hizmet eder.

Yezid'in işlediği çeşitli ahlaksızlıklar arkadaşlarına ve yöneti­me getirdiği kimselere de sirayet etmişti. O'nun döneminde Mek­ke'ye müzik girdi, eğlence yerleri açıldı. Halk aleni şekilde içki kul­lanmaya başladı [30]

Hele -Emevi hükümdarlarından- Mervan Bin Hakem hakkın­da neler neler anlatılmıştır. Ezcümle Hayat'ül-Hayevan adlı eser­de şunlar kaydedilmektedir:

"Fitneler ve Kavgalar" adlı kitapta, Hakim, Abdurrahman Bin Avf in şöyle dediğini rivayet etmektedir:

"Bir çocuğu dünyaya gelip de onu Hz. Peygamber'e getirmeye olmazdı. Hemen getirirlerdi. O da çocuğa dua ederdi. İşte böyle {bir gün de) Mervan Bin Hakem (bebekken) O'na getirildi. Hz. Peygamber O'na : "Yılan oğlu yılan! Mel'un oğlu mel'un!" dedi. Rivayetçi bu hadisin sahih olduğunu söylemektedir. Sonra Amr Bin Murra El-Cuhenî'den de şu sözler rivayet edilmektedir:

"El-Hakem Bin Ebi'l-As (Mervan'ın babası) bir gün Hz. Pey-gamber'in huzuruna girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (sav): 'Bırakın girsin, O'ndan ve sulbünden gelenlerin üzerine Allah'ın laneti olsun, sadece o soydan gelecek müminler hariç, onlarsa çok azdır. Dünyada müreffeh yaşayacak, ahireti ise kaybedeceklerdir. Hilekâr ve aldatıcıdırlar. Bu dünyada onlara fırsat verilecektir, an­cak ahirette nasipsizdirler."

Keza Ümeyye Oğulları'nı kötüleyici ne kadar hadis varsa "El-İşaa Fi Eşrat'is-Saa" [31] adlı kitapta bir araya getirilmiştir. Bunlar­dan bir tanesinde şöyle denilmektedir:

"Hz. Peygamber buyurdu ki rüyada Hakemoğullarını, -may­munların toplaştığı gibi- minberimin üzerinde toplaştıklarmı gördüm."

Bu rüyadan sonra vefat edinceye kadar Hz. Peygamber (sav) 'in bir daha güldüğü, bir daha neşelendiği hiç görülmedi. Bu hadisi Ebu Ya'la, Hakim ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.

Hz. Hasan diyor ki:

"Rasurullah (sav), rüyasında Ümeyyeoğullarını, teker teker minberine çıkıp hutbe okuduklarını gördü. Buna çok üzüldü. Bu­nun üzerine Kevser Suresi indi. Sonra da "Doğrusu biz Kur'an'i Ka­dir Gecesinde indirdik. Kadir Gecesinin ne olduğunu sen bilir mi­sin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır ayet-i kerimeleri indi."

Kasım Bin El-Yetim Bin El-Fadl diyor ki:

"Emevi saltanatının müddetini hesapladık baktık ki -ne faz­la ne de eksik- tam bin ay devam etmiş." Bunu da Tirmizi, Hakim ve Beyhaki rivayet ediyorlar.

Zühri ve Ata'ul-Horasani'den rivayet edildiğine göre Rasulul-lah (Mervan'in babası) Hakem'e şöyle dedi:

"(Senin) çocuklarının minberime çıkıp indiklerini sanki görür gibi oluyorum." Bunu da Fakihi naklediyor.

Cübeyr Bin Mut'im de şunları anlatıyor, diyor ki:

"Hz. Peygamber (sav) 'le beraberdik. O sırada yakınımızda Ha­kem geçti. Hz. Peygamber (sav): "Ah ümmetim bu adamın zürri-yetinin elinden neler çekecektir!" buyurdu. Buna benzer hadisler çoktur.

Görüldüğü gibi manalarından da açıkça yalan oldukları anla­şılan bu rivayetlerin nakil senetleri üzerinde tartışmaya bile gerek yoktur. Hz. Peygamber, lanet okumaktan, (beddua etmekten nice nice sakındırmış ve sırtında bulundukları) develerine sırf beddua ettikleri için sahabüerinden nicesini devesinden indirmiştir! Keza "Ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim" buyurmuştur. Küfür ve inatlarındaki şiddete rağmen Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukba Bin Ebi Muayyıt, Ubey Bin Halef, Velid Bin El Muğira, Abdullah Bin Selul ve benzerleri hakkında bile böyle beddua okunmamış iken, Ümeyyeoğullan'na lanet dolu bu hadisler nereden geldi acaba?

Mesela: Bu sülaleden Mervan Bin Hakem halife idi. Sahabiler O'nu ziyaret ederlerdi. O da aralarında emreder, nehyederdi. İmam olarak önlerinde namaz kılardı. Bu hiç şüphe götürmeyen bir gerçektir. Çünkü halifeler küçük imameti (namaz imamlığını) büyük imametle (Devlet başkanlığı göreviyle birlikte) yaparlardı. Hatta onların tayin ettiği valiler de sahabilerin önünde imam ola­rak namaz kılarlardı. Haccac'ın kendisi bile halkın önünde namaz kılardı. Dolayısıyla buna ehil olmayanların uygunsuz tutum ve davranışları karşısında tüm halkın susmuş olması ya da buna rağ­men peşlerinde namaz kılmış olmaları imkansızdır.

Halkın rahatça Mervan'ın huzuruna girip çıkması ve O'nun halkı yargılaması, sorunlarını çözümlemeye çalışması meseleleri­ne gelince, Buharı ve Müslim'den rivayet edildiğine göre -ki bu ifade Buhari'ye aittir- Salih Es-Semman'm şunları söylediğini naklediyor, diyor ki:

"Bir Cuma günü Ebu Said El-Huderi'yi gördüm. (Secde ettiği yere basmasınlar diye) koyduğu bir engelin arkasında namaz kı­lıyordu. Ebu Muayıtoğullarından bir genç bu engelin gerisinden geçmek isteyince, Ebu Said O'nu göğsünden itti. Genç, geçecek başka bir yol bulamayınca yine aynı yerden geçmeyi denedi. Fa­kat Ebu Said bu kez O'nu daha şiddetli bir şekilde iterek geçme­sine mani olmaya çalıştı. Bunun üzerine genç de O'nu döverek peşinden de Halife Mervan'a çıkıp, kendisinden gördüğü mu­ameleden dolayı Ebu Said'i şikayette bulundu. Peşinden Ebu Sa­id de Mervan'ın huzuruna girdi. Bunun üzerine Mervan O'na:

"Ya Eba Said! Şu yeğeninle ne alıp veremediğiniz var?" deyin­ce Ebu Said şu cevabı verdi:

"Hz. Peygamber (sav)'den duydum, şöyle buyurmuştu:

"Biri, halkın gelip geçmesinden korunmak için koyduğu bir engelin arkasında namaz kılarken biri bu engelin gerisinden geçmek isterse (namaz kılan kişi) onu itsin. Eğer direnecek olur­sa onunla mücadele etsin,-çünkü o şeytandır."

Bu olay Mervan'ın, halkla kendi arasındaki perdeyi ne kadar hafiflettiğini, onlara, huzuruna girmeleri konusunda ne kadar ko­laylık tanıdığım, Hz. Peygamber'in emirlerine uyarak onları nasıl bizzat yargıladığım, meseleleriyle yakından ilgilendiği yönden sa­hip olduğu fazileti göstermektedir.

Mervan aynı zamanda Hz. Peygamber (sav) den hadis rivayet edenlerden biriydi. Hz. Ömer'den şu hadisi rivayet etmiştir:

"Sılayı rahim için (akrabalık bağını kuvvetlendirmek maksa­dıyla) bir bağışta bulunan, onu bir daha geri alamaz."

Mervan keza, Hz. Osman'dan, Zeyd Bin Sabitden, Busra Bin-ti Safvan'dan Sehl Bin Saad Es-Saidi'den de hadis rivayet etmiştir. Medine'de valiyken Hz. Peygamber (sav) 'in sahabilerini toplar, on­lara danışır ve üzerinde birleştikleri görüşü uygulamaya kordu. Bin Saad onu Tabiiler'in birinci tabakasından saymaktadır.

Yine Ümeyyeoğulları'nm suçlanmalarıyla ilgili olarak Hıristi­yan Araplardan Şair El-Ahtal'ın, boynunda haçı ve sakalından şa­rap damlarken Halife'nin huzuruna girdiği ve şu şiirini okuduğu söylenmektedir:

Üstünlükler Kureyş'in, Kureyş yüce ve aziz, Çirkeflikse Ensar'ın, başının altındadır. Ey Neccaroğullan! Ey onurdan nasipsiz! Alnı tırmığınızı, nasibiniz bundadır. Savaştan kaçarsanız izlenir hep iziniz, Ey Çiftçi veletleri, aklınız samandadır. Hele şu Fari'a'nm oğlunu bir bilseniz, Sanki eşek sıpası, damgası alnmdadır.[32]

Sahabi ya da Tabii olan bir Halife'nin huzurunda Rasulullah'm sahabilerine, dayılarına ve şairine bu şekilde ağır bir dille sövül­mesine izin vereceği hiç düşünülebilir mi? -Çünkü bu şiirin Mu-aviye'nin huzurunda okunduğu da söylenmektedir- Veya hangi müslüman bir halife, hatta herhangi bir devirdeki bir kral, huzuru­na sarhoş bir adamın girmesine izin verir?

Yine Emevi hükümdür 1 arından Süleyman Bin Abdülmelik'in

çok obur olduğu, fetih ordularında komutanlık yapmış zevatı görevlerinden attığı ya da onları öldürttüğü ileri sürülmektedir. Bu zevat: Muharnmed Bin Kasım Es-Sekafi, Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ve Musa Bin Nusayr'dır. Çünkü bunlar vaktiyle Halife bulu­nan El-Velid Bin Abdülmelik'in, kardeşi Süleyman'ı azlederek ye­rine kendi oğlunu veliahd tayin etmesini onaylarmşiardı. Fakat bunu gerçekleştirmeye fırsat bulmadan öldü. O'nun yerine Halife olan Süleyman da bu komutanlardan intikam aldı.[33]

Aslına bakılacak olursa bu komutanlar Emevi Devleti'nin ser-hadlerinde, staretejik mevkilerinde görev yapıyorlardı. Halifeyle aralarında binlerce kilometrelik mesafeler vardı. Görüşlerinin alınması için postaların aylarca beklenmesi gerekildi. Hem sonra ne zaman Emevi hükümdarları komutanlara danışmışlardı ki? Bu Emevilerde adet değildi. Onlar sadece saray erkanına danışırlardı. Bu adet Abbasiler devrinde başladı. Abbasiler zamanındadır ki hükmedenler, karar verenler artık komutanlardı. Adalet yerine kuvvet hükmediyordu. Abbasi Halifeleri komutanların elinde birer kukla olmuşlardı. Bu bile, anlatılan suçların Emeviler'e hangi de­virde mal edildiğini göstermektedir ki bu devir Emevi düşmanla­rının işbaşına geldikleri Abbasiler devridir.

Ayrıca, yeni halife, Musa Bin Nusayr'ı davet edince yerine oğ­lu Abdülaziz'i Endülüs'e vali tayin etti. Yine bu Musa Bin Nu-sayr'ın Abdullah adındaki başka bir oğlu da Afrika valisiydi. Baba­sının yerine Endülüs Valisi olan Abdülaziz, ondan sonra da fetih­lere ve babasının yarıda bırakmış olduğu projelerini gerçekleştir­meye devam etti. Eğer Halife, Musa Bin Nusayr'ı görevinden al­mak üzere davet etmiş olsaydı, yerine oğlunu değil başka birini va­li tayin edecekti veya başkasını gönderecekti. Hatta böyle bir du­rumda Vali'nin oğlunun, babasının yerine geçmesini asla kabul et­meyecekti. Şu da bir vakıadır ki Halife Süleyman Bin Abdülmelik, Hicri 97 yılında Musa Bin Nusayr'ı beraberinde hacca götürmüş­tür ve Musa bu sırada Medine'de vefat etmiştir. Musa Bin Nusayr, Endülüs'den döndükten sonra vefat edinceye kadar yaklaşık bir yıl süreyle Hükümdar'a-askeri konularda müşavirlik yaptı.

Halife Süleyman Bin Abdülmelik tarafından öldürüldükleri ileri sürülen komutanlardan Muhammed Bin Kasım'a gelince, bunun giriştiği fetihler sırasında (uzak doğu ülkelerinden) Sind alınırken ülkenin kralı Daher öldürülmüş kızı Sayta da esir alın­mıştı. Sayta başkent Şam'a getirilince babasının intikamı niyetine bu komutana iftirada bulundu. Halife'nin gerekli soruşturmayı ya­pabilmesi için elbette ki komutanı tutuklaması gerekirdi. Nitekim de öyle yaptı. Ne varki Komutan Muhammed Bin Kasım hapistey­ken (öldürülen Sind Kralı) Daher'in yandaşları tarafından zehir yedirilerek öldürüldü. Sonra da Halife'ye mal edildi.

Bu komutanlardan Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ise, emrin­deki askerler tarafından öldürüldü. Çünkü Halife'ye baş kaldırdı. Bu davranışından dolayı korkuya kapıldığı (dolayısıyla daha da ileri giderek) bey'at istemeye kalkıştığı için, emrindeki askerler (kendilerini kurtarmak maksadıyla) bu olayı kullanarak O'nu öl­dürdüler. Sonra da mekikler iftira dokumaya başladı ve bu suç Ha­life'ye isnad edildi.

Devlet gelirlerinde azalma olmaması için sonradan müslü-man olanlardan Cizye vergisi almaya devam ettikleri yolunda da Emevi Halife'leri suçlanmışlardır. Ama sormak lazımdır: Acaba Devlet hazinesi Emeviler devrinde o kadar fakir miydi ki bu yola tevessül edilsindi? Bilindiği üzere her taraftan ganimet gelirleri akıp geliyordu. Devlet hazinesi o kadar zengin ve dolu idi ki nere­ye nasıl sarfedileceği bile sorun olmuştu. Hem sonra îslamı kabul eden bir kimseyi Cizye'den muaf tutmak şeriatın emridir. Halife bu konuda şahsi bir tasarrufta bulunmayı acaba göze alabilir miy­di? İlim erbabının rolü nerede kalacaktı? Bu suçlamalar öyle bir raddeye geldi ki neredeyse Ümeyyeoğulları İslamı artık reddetti­ler ve İslam ehlini de yok ettiler demeye getirildi.

Bu konuda bütün olup bitenler sadece şu olaydan ibarettir: Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz [34]  devrinde Horasan Valisi El-Cerrah Bin Abdullah El-Hikemi, gayrimüslim bir va­tandaş cemaatten cizye tahsil etmişti. Bunlar sonradan müslü-man oldular. Cizye daha önce tahsil edildiği için kendilerine tabii ki iade edilmedi. Halife o bölgeye şu meşhur mesajını gönderdi:

"Allah Hz. Muhammed'i vergi toplayıcısı olarak değil, hidayet rehberi olarak göndermiştir."

Bazı kimseler bu sözden Emeviler'in fethedilen topraklardaki vatandaşlar arasında müslüman olanlardan cizye vergisini kaldır­madıkları anlamını çıkardılar.

Emevi halifelerinden El-Velid Bin Yezid aleyhinde de çok ifti­ralar edilmiştir. Hayat'ul-Hayevan adlı kitaptaki biyografisinde şunlar zikredilmektedir:

"O, Ümeyyeoğulları ailesinin en edib, en fasih ve en nüktedan şahsiyetiydi. Onların içinde, Arap dil gramerini ve hadisi en iyi bi­lendi. Çok cömert ve saygıdeğerdi. Buna rağmen yine Ümeyye-oğullan'nın içinde O'nun kadar kendini içkiye ve eğlenceye ver­miş, O'nun kadar ar ve namus perdesini yırtmış, millet ve memle­ket meselelerini ihmal etmiş biri de yoktu. Hakkında şöyle bir olay nakledilmektedir:

Anlatıldığına göre, sarhoşken cariyelerinden biriyle cinsi mü­nasebette bulunur. O esnada müezzin gelip O'nu namaza çağırır. Halife Velid de bunun üzerine, cariyesinin gidip halka namazı kıl­dırması için yeminle zorlar. Cariye de hem cünup hem de sarhoş olduğu halde Halife'nin elbisesini giyerek O'nun kılığına girip hiç kimseye farkettirmeden (sözde) halka namazı kıldırır. [35]

Ayrıca Velid hakkında şunu anlatırlar:

"Bir havuz yaptırarak şarapla doldurmuştu. Eğlenip coştuğu zaman gidip kendini bu havuza atardı. Ondan öyle içerdi ki ha­vuzun seviyesinin düştüğü bile farkedilirdi."

Maverdi Edeb'ud-Dünya ve'd-Din adlı eserinde şu ilginç olayı anlatmaktadır:

Velid, tasarladığı bir işin uğurlu olup olmayacağını öğrenmek için fal niyetine bir gün Kur'an-i Kerim'i açtı. Şu ayet çıktı:

"Allah'dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsrana uğradı.' [36]

Buna çok öfkelenen Velid, Kur'an'ı tutup yırttıktan sonra ona manzum olarak şöye hitap etti:

"Her serkeşi her zalimi tehdid mi edersin! Al işte benim, al, o inat asi günahkâr! Git Rabbine çık söyle Kıyamet günü, bilsin: -Ya Rab! Beni yırtan şu Velid'dir, diye yalvar."

Bu olaydan çok kısa bir süre sonra Velid korkunç bir şekilde Ödürüldü. Başı kesilerek önce sarayının, sonra da şehrin surları üzerinde teşhir edildi.

Bir hadiste şöyle denilmektedir:

"Bu ümmet içinde Velid adında bir adam gelecektir ki Fira-vun'dan daha şerli olacaktır."

Alimler, onun işte bu Velid olduğu şeklinde hadisi yorumla­mışlardır.

Hasımları, O'nu öldürmek üzere sarayına girince Velid, adam­larını, silah çekmekten engelleyerek onlara "Bugün Hz. Osman'ın günü gibidir" dedi ancak, "Hiç de aynı değildir" karşılığı verilerek başı kesildi ve önce Şam'da gezdirilerek teşhir edildi. Sonra sarayı­nın üzerine, daha sonra da şehrin surları üzerine kondu. Tarih: Hicretin 126'ncı yılı Cemaziyeievvel Ayı idi. Hilafet müddeti bir yıl sürdü. Velid insanların en güzellerinden en biçimlilerinden, en güçlülerinden ve en güzel şiir söyleyenlerinden biriydi. Aslına ba­kılacak olursa Velid hakkında en insaflı konuşan tarihçilerin piri Ibni Haldun olmuştur. O'nun için şöyle diyor:

"Velid başa geçtikten sonra da heveslerinden ve ahlaksızlığın­dan vazgeçmedi. Bu sebeple de, sözde fal niyetine Kur'an-ı Kerim'i açtığı, bu sırada Allah'dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsra­na uğradı' mealindeki ayet-i kerime çıkınca öfkelenerek iki beyit-lik çirkin bir şiir söylediği kendisine mal edildi. Bu iki beytin ma-nasmdaki rezaletten sebep onları burada zikretmek istemedim. Vakıa Velid hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştır. Ancak bu sözle­ri yalanlayanlar da çoktur. Düşmanları tarafından kendisine mal edildiği söylenmiştir."

El-Medaini diyor ki:

"Bir keresinde Yezidoğlu Îbn'ül-Ğamr Abbasi Halifesi Harun Reşid'in huzuruna girdi. Harun O'na:

- Sen kimlerdensin, diye sordu. O da:

- Kureyş'tenim, diye cevap verince Harun bu kez de:

- Peki hangi ailesindensin, diye sordu.

İbn'ül Ğamr cevap vermekten çekindi. Bu durumu sezen Ha­run O'na:

- Mervan bile olsan yine konuş, emniyettesin, deyince İbn'ül-Gamr, güven duyarak kimliğini açıkladı. Bunun üzerine Halife:

"Allah Velid'e rahmet Yezid'i Nakıs'a  [37] da lanet etsin! O oybir­liğiyle, halifeliği kabul edilmiş biriydi. Şimdi sen, isteğin nedir onu açıkla" dedi. O da maksadını arzedince hemen isteği yerine getirildi.

Şebib Bin Şebbe anlatıyor, diyor ki:

"{Üçüncü Abbasi Halifesi) El-Mehdi'nin yanında oturuyor­duk. Bir ara Velid'den söz açıldı. EI-Mehdi:

"Velid zındıktı" diye bir söz etti. Bunun üzerine Fukaha'dan İbni Allane ayağa kalkarak şöyle konuştu:

"Ya Emir'el-Mü'minîn! Bir zındığın, Hz. Peygamber (sav)'in makamını işgal etmesine ilahi adalet e! vermez. O'nunla bizzat düşüp kalkan, beraber yiyip içen, abdestinde namazında O'nu görüp seyreden biri bana anlattı ki: Namaz vakti gelince Velid üzerindeki çocuksu ve rengarenk elbiseleri çıkarır, güzel bir ab-dest alarak getirilen beyaz tertemiz bir elbise giyer ve Rabbiyle meşgul olurdu. Allah'a inanmayan biri hiç böyle yapar mı? Esası­na bakılacak olursa eşi dostu arasında kıskanılıyordu. Ailesinin ileri gelenleri ve amcazadeleri onunla şiddetli bir rekabet için­deydiler. Tabi o da eğlenceye daldığı için bu yaşantısıyla hasımla­rına koz vermiş oldu. Meziyetlerinden biri de muhatablarma şi­irle karşılık vermek ve güzel konuşmaktı. Amcalarından Hi­şam'a, ölen bir diğer amcası Meslemeyi örnek alması için bir ke­resinde şöyle hitap etti:

- Doğrusu -hayatta kalmış bulunanların sonu, ölenlere gidip kavuşmaktır- bildiğin gibi Mesleme'den sonra artık avlanmak için meydan da keskin nişancınındır. Diş kendisim kavrayan et zayıfla­yınca düşüverdi. Elbette ki kalanlar da göçenlerin peşinden gide­ceklerdir. O halde (ahiret yolculuğu için şimdiden) azığınızı hazır­layınız ve bilmiş olunuz ki bu yolculuk için en hayırlı azık, Allah'ın koymuş olduğu sınırlara saygılı olmaktır."

Hişam bu konuşmadan etkilenerek artık ayağını denk almış, erkan da susmuştu.

Velid'e düşmanlarının yapmış oldukları iftiralara, amcalarının çocukları tarafından yapılan iftiralar da eklenmektedir. Çünkü O'nunla amcazadeleri arasında, tıpkı genelde akrabalar arasında çıkan ve özellikle de siyaset adamlarıyla halefleri arasında baş gös­teren ihtilaflar gibi bir takım sürtüşmeler mevcuttu. Şurası bir va­kıadır ki Velid'in yerine amcası çocuğu ve katili olan Yezid Bin EI-Velid geçti. Yezid'e Nakıs (eksik) diye bir lakab takılmıştı. Çünkü memurların ve askerlerin maaşlarını kısmıştı. Velid kendi döne­minde maaşları arttırmıştı, fakat Yezid başa geçince Hişam Bin Ab-dülmelik zamanındaki seviyelere tekrar indirdi. Yezid-i Nakıs, adil ve namusluydu. Bu sebepledir ki "Mervanoğullarının en adil hali­feleri Ömer (Bin Abdülaziz) le Yezid-i Nakıs'dır" sözü meşhurdur.

Ne varki Velid, amcası oğlunun eliyle öldürüldü. Öldürülen tek Emevi Halifesi de O'dur. Esasen O'nun sonunu hazırlayan perva­sızlığıydı. Yaptıklarından dolayı eşi dostu, aile halkı ve yakınları O'na bizzat bu cezayı verdiler. Şu halde O'nun Emevileri temsil edemeyeceği (işlediklerinden dolayı Emevileri suçlamanın doğru olamayacağı) söylenebilir. Çünkü bu aile O'na karşı gazaba gel­miştir, O'ndan teberri etmiş (kendisiyle ilişkileri bulunmadığına dair ikrarda bulunmuş) sonra da O'nu öldürüp vücudunu ortadan kaldırmışlardır.' [38]

İftiracılar gerek Muaviye'yi gerekse tüm Şam halkını, dinlerin­de şaibeli, idrak ve şuurdan mahrum, tutucu ve hatta erkekle dişi deveyi, cuma ile çarşamba gününü birbirinden farkedemeyecek kadar cahil olmakla suçlamış, çarşamba günü cuma namazı kıl­dıklarım, aralarında kendilerini uyaracak bir tek kişinin bile orta­ya çıkmadığını iddia etmişlerdir.

Şimdi de gelin birlikte tarihçi Mesudi'yi dinleyelim. Muavi­ye'yi kastederek diyor ki:

"Siyasetinde öyle üstün bir seviyeye ulaşmış, öyle büyük bir maharet kazanmıştı ki (halkını hayvan gibi güdüyordu.) Nitekim Sıffin Savaşı'ndan sonra Kufe'li (Hz. Ali'nin askerlerinden) biri er­kek bir deveye binmiş olarak Şam'a girer, o sırada Şam'lı biri bu­na asılarak:

"Bu benim dişi devemdir. O'nu Sıffin'de elimden aldın şimdi geri istiyorum, diye tutturur. Mesele Muaviye'ye kadar intikal eder. Şam'lı adam, bu dişi deve'nin kendisine ait olduğuna dair el­li kişiyi de şahit gösterir. Nihayet Muaviye devenin Şam'lıya ait olduğuna hükmederek onu Kûfe'liden alıp kendisine teslim eder ve O'nu savar. Kufe'li şahıs Muaviye'ye ;

- "Efendimiz! Bir kere deve dişi değildi. Bu nasıl iştir?" diye hayret içinde olup bitenlere itiraz edince Muaviye O'na:

"Bak kuzum, hüküm verilmiş, bu iş bitmiştir" dedikten sonra devenin değerini sorar ve bir kat fazlasıyla Kufe'liye ödedikten ve kendisine epeyce iyilik ve ihsanlarda bulunduktan sonra O'na şöyle der:

"Şimdi git ve Ali'ye yüzbin kişilik bir orduyla üzerine geldiğimi ve bu ordu içinde erkekle dişi deveyi birbirinden farkedecek bir tek kişi bile bulunmadığını ağzımdan bildir, anladın mı?" Şam'lı-lar, Muaviye'ye boyun eğmekte o hale gelmişlerdi ki: {Hz. Ali'yle çarpışmak üzere) Siffîn Savaşı'na gittikleri bir Çarşamba günü Muaviye onlara Cuma namazı kıldırdı. O'na kellelerini körü körü­ne ödünç vermişlerdi. Hz. Ali'nin güya Ammar BinYasir'i kendisi­ne yardım etsin diye savaşa götürürken öldürdüğü yolunda Amr Bin El-As'm sözlerine kesinlikle inanıyorlardı. Bu boyun eğme on­larda öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali'ye (haşa!) lanet okumak ar­tık yaygın bir hale gelmişti. Öyle ki: Çocuk, bu adetin içinde dün­yaya gözünü açıyor ve bunu ölünceye kadar sürdürüyordu. [39]

Şam halkının o devirde, içinde bulundukları cehalete -sözde-örnek olarak, yine Mes'udî şunları anlatıyor, diyor ki:

Hikayecilerden biri, Şam halkının ileri gelenlerinden ve akıl danışılanlarından birine:

-  İmamların minber üzerinde (her Cuma günü) kendisine la­net okudukları şu Ebu Turab [40] da kimdir acaba, diye sorar. Adam masum masum:

- Galiba hırsızın biri olacak, diye cevap verir.

Bu kez de Cahız, avamdan hacca gitmek üzere olan bir adam­dan duyduklarını şöyle anlatıyor ve diyor ki:

-  O'na Kabe'den bahsetmişler. (Tabi adam Kabe'nin ne oldu­ğunu bilmiyor) Bana dedi ki:

-  Acaba Beyt'den kim benimle konuşacak? (Sorusunun esas sebebi şuydu:) Bir arkadaşı kendisine Kabe'den söz ederken "on­lardan biri" diye bir ifade kullanmış. (O da herhalde Kabe'yi bir grup insan zannetmiş olmalı.) Ayrıca bu arkadaşının Hz. Muham-med'i anarken salavat getirdiğini duyunca da kendisine:

-  Şu sözünü ettiğin Muhammed kim olmalı acaba? Yoksa Rabbimiz o mu? diye bir soru sorduğunu da anlattı.

Arkadaşlarımdan biri de bir keresinde bana şöyle bir şey daha anlatmıştı:

Darüsselam'da (yani Bağdat'ta) yine avamdan bir adam kom­şusunun zındık olduğuna dair Vali'ye şikayette bulunur. Vali de adamın mezhebini sorar (görüş ve inanışları hakkında bilgi ister) şikayetçi de şöyle anlatır:

- Efendim O, Mürcî'dir, Kaderî'dir, Nasibi ve Rafızî'dir. [41]

(Adam biraz daha bilgi vereyim derken) bu kez de:

- O, As oğlu Ali'yi katleden Hattaboğlu Muaviye'ye kin besle­mektedir, deyince artık vali dayanamaz ve O'na:

- Be adam! Bilmiyorum ki seni hangi üstün meziyetinden do­layı kıskanayım, felsefe konusundaki derin bilgilerine mi yoksa soybilimindeki geniş malutamına mı imreneyim? diyerek adamı kovar. Yine arkadaşlarımdan biri anlatıyor, diyor ki:

İlim erbabından bazı arkadaşlarla oturup Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Muaviye ile ilgili olarak konuşur münazaralar yapardık. Ancak ilim ehlinin konuştuklarını dile getirirdik. Bu sıralarda da avamdan bazı kimseler gelir bizi dinlerlerdi. Bir defasında bu adamların arasından ve en akıllılarından biri, -kocaman da bir sa­kalı vardı- bize:

-  Şu Muaviye'den ve falandan filandan ne kadar da çok söz ediyorsunuz! Ben de O'na:

- Peki senin görüşün nedir, dedim.

- Kimi kastediyorsun, kimin hakkında, diye sordu.

- Hz. Ali hakkında, dedim. Ne dese beğenirsiniz?

- Haa...Şu Fatıma'mn babası değil mi, dedi. Bu sefer ben:

- Peki Fatıma kimdir? diye sordum. Buna da:

-Kim olacak! O, Hz. Peygamber'in hanımı, Hz. Ayşe'nin kızı ve Muaviye'nin de kızkardeşidir, diye bir cevap yapıştırınca O'na bu kez de:

- Peki sen Hz. Ali hakkındaki olayı biliyor musun, diye sordum. Bunu da şöyle cevaplandırdı:

-  Elbette, O Huneyn Savaşı'nda Hz. Peygamberle birlikte şe-hid edilmiştir.

Abbasî'lerin öncülerinden ve Emeviler'i ortadan kaldıran Ab­dullah Bin Ali, son Emevi Hükümdarı Mervan'i yakalamak üzere Şam'a gidince, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden ve komu­tanlarından bir grup toplayarak yeğeni olan ilk Abbasi Halifesi Ebu'I-Abbas Es-Seffah'a gönderdi. O'na yemin ederek şöyle dediler:

"Siz idareyi ele alıncaya kadar, Hz. Peygamber (sav)'in Eme-vilerden başka akrabaları ve varisleri bulunduğunu kesinlikle bilmiyorduk![42]

Görüldüğü gibi bu rivayetlerin hiç birini, ciddiye alarak yalan­lamaya bile değmez. Çünkü kendi kendini reddetmekte ve birbi­riyle çelişmektedir. Bu rivayetlerle o günün toplumunun tümü suçlanmış, fesada uğramış bir güruh olarak nitelenmiştir. Aynı za­manda bu iftiraların bir neticesi olarak İslamın Hz. Peygamber (sav)'le Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devirlerinden başka hiç bir zaman bir hayat nizamı olarak uygulanamadığı yolunda bir takım şayiaların yayılmasına da sebep olmuştur. Çünkü Emevi ailesine mensup olmasından dolayı Hz. Osman hakkında bile o kadar çok şey söylenmiştir ki birçok kimse tarafından bu konudaki gerçekle­rin bilinmemesine yol açmıştır. Toplumun, o devirde kokuşmuş olduğu yolunda ortaya attıkları dedikoduları bazı şairlerin sözle­riyle kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın konulu veya müstehcen şiirleriyle tanınmış kimselerin adlarını kullanıyor, on­lara, söylememiş bulundukları kasideleri mal ederek veya şiirler uydurarak onların kasideleri arasına yerleştirip bu işleri yapıyor­lardı.

Bunlardan biri de Ömer Bin Ebi Rabia'mn kasideleridir. O günkü toplumu bu zatın şiirleriyle canlandırmaya çalıştılar. İşin esasına bakılacak olursa Şair Ömer'e mal edilen kasidelerin hep­sini o söylememiştir. Eğer bunları bizzat kendisi bile söylemiş ol­sa, sadece hayallerini bu şiirlerinde dile getirmiştir. Gerçek hayat­ta cereyan etmiş olaylar değildir. Zira kendileriyle karşılaştığını, görüşüp sohbet ettiğini ileri sürdüğü Mısır'lı Şam'lı ve Irak'lı ha­nımlarla esasen bir araya gelmesi o kadar da kolay değildi. Olsa ol­sa bir ihtimalle hac mevsiminde onları görmüş, onlar da kendisi­ni görmüş, birbirlerini sevip beğenmiş olabilirlerdi. Şiirlerinde söylediği şeyleri de (bu ilgiyle) ancak hayalen yazmış, duygularını da böylece tatmin etmiş, kasideler nazmederek, sanatını beğen­miş, bu şiirlerini arkadaşlarına sohbet toplantılarında okumak üzere saklamış olabilir ki sonraları ele geçirilmiş ve kasıt peşinde olan kimselerce istedikleri gibi kullanılarak o günün toplumu işte anlatıldığı gibi bu suretle canlandırılmıştır.

Tabi eğer bu şiirler kesin olarak O'na aitse mesele böyledir, yok eğer uydurulmuş ve O'na sonradan mal edilmiş ise bunu da artık Allah bilir.

Yukarıda söylediklerimizi O'nun şiirlerinde görmek mümkün­dür. Mesela Medine-i Münevvere'de, namaza giderken yolunun üzerinde namaza gitmekte olan kızlara rastladığım, torbasında bulunan şeyleri onlara attığını, onlarla sohbet ettikten sonra da ta­sarladığı yere gittiğini anlatmaktadır. Bu şiirinin bir kıtasında di­yor ki:

Küba [43] dan geçerken bana, uğradı bir sürü ceylan, Namazgaha koşuştular, bölük bölük gizli yoldan. Çıktım önüne onların, soyundum ar-u namusdan; Eski huyumdur bu benim, hoşlanırım ben kızlardan.

Burada beyitlerin, hayali bir olaya delalet ettiği açıktır. Çünkü kızlar, hiç şüphe yok ki haya, vakar ve ağırbaşlılık içinde namazga­ha giderlerdi. Nitekim kendisi de öyle anlatıyor. Fakat biraz sonra içinden geçen manzarayı düşünerek bu beyitleri nazmetmiş, (içinde canlandırmıştır.)

Şöyle bir şey daha anlatılmaktadır:

Sözde İbni Ebi Atik, Ömer Bin Rabia'ya amcası kızı Zeyneb Binti Musa El-Cimhiyye'nin üstün zekasını ve güzelliğini anlat­mış, şair Ömer de kızı görmeden O'na aşık olup, üzerine uzun ka­sideler yazmıştır. Dolayısıyla O'nu sevdikleri, veya O'nun kendile­rini sevmekle şöhret kazandığı söylenen kadınlar için de aynı şey söz konusudur. Bunlar tanınmış, şöhretli ve saygın kadınlardı. O'nlara ulaşmak onlarla konuşup sohbet etmek o kadar kolay ve pek mümkün değildi.

Bu hanımlardan bir kaçının adını vermekle söylediklerimizin ne kadar gerçek olduğu daha da anlaşılacaktır. Bu kızların en ta­nınmışları şunlardı:

Hz. Hüseyin'in kızı Sekine, Abdurrahman Bin Avf m kızı Su'da, Talha Bin Ubeydullah'm kızı Ayşe, Abdullah Bin Abbas'm kızı Lü-babe, Abdülmelik Bin Mervan'm kızı Fatıma, Mervan Bin El-Ha-kem'in kızları Ümmü Muhammed ve Ramle, Muhammed Bin El-Eş'as'ın kızı Fatıma, Halid Bin Mus'ab'ın kızı Sekine, Mahzumo-ğullanndan Saad'm kızı Gülsüm, Abdullah Bin El-haris Bin Ümey-ye'nin kızı Süreyya (Süheyl Bin Abdülaziz Bin Mervan'ın hanımıy­dı), ayrıca NuamEl-Cimhiyye, Abdullah Bin Halef El-Huzaî'nin kı­zı Ramle ve Musa El-Cimhi'nin kızı Zeynep.

Bu hanımlar yaşadıkları asrın veya yaşadıkları toplumun seçkin tabakasının başında gelen en saygın hanımefendileri idiler. Ta­bi toplumu muhtelif tabakalara ayırmak eğer doğru ise bunu söy­lemek mümkündür ki îslam böyle bir düzeni ve böyle bir taksima­tı asla tanımamakta ve kabul etmemektedir. Ancak şu noktayı da bilhassa işaret etmek gerekir ki: Acaba hac mevsiminde ve bizzat o kutsal mekanlarda üstelik büyük sahabilerden bir çoğunun henüz hayatta bulundukları o günlerde böyle bir davranış gösterebilmek için gerek bu hanımlarda gerekse o şair'de utanma duygusu bu ka­dar da mı azaldı dersiniz? Toplum, acaba bu seviyelerdeki çirkin­likleri ve kutsal değerlere yapılan saygısızlıkları kabul edecek ka­dar da mı kötüleşmişti?.. Gerçek şudur ki: Çağımızın İslam düş­manları Emevi Devrini böyle vasıflandırmak ve müslümanların bu duruma düşmesini istemektedirler.

Onun için bu kasideleri yeniden yayınlayarak, sebeplerini abarta abarta anlatıp onlara başka şeyler daha ilave ederek ger­çekmiş gibi canlandırmış bulunuyorlar. Anlattıklarına göre güya, bahsi geçen hanımlar sırf şair Ömer Bin Rabia ile buluşmak, onla­rı şiirlerinde anlatması, dolayısıyla meşhur olup adlarının yayıl­ması için O'nunla bir araya gelebilmek maksadıyla uzak memle­ketlerden hacca geliyorlardı. Bununla dahi yetinmeyip Nuaym'ın elinde parfüm bulunduğu halde Şair Ömer Bin Rabia ile Mes-cid'ül-Haram'm (yani Kabe'nin) hareminde buluştuğunu rivayet ediyorlar. Sözde Nuaym Şair'in elbisesine güzel kokular sürmüş, O'na gülücükler sunarak geçip gitmiştir.

Keza O'nun bir keresinde Mescid'ül-Haram'a giderken yolda Zeynep'le karşılaştığım, esas gidecekleri yeri bırakarak Mekke ma­hallelerinden birine daldıklarını rivayet ediyorlar. Yine O'nun bir keresinde Abdullah bin Abbas'm kızı Lübabe'yi Kabe'yi tavaf ederken o gün için insanların hiç birinde bulunmayan çarpıcı bir güzellik içinde görüp seyrettiğini, o sırada neredeyse aklını oyna­tacak olduğunu, Lübabe ile tanıştığını ve kimlerden olduğunu öğ­renince de gidip aşkına uzun kasideler yazdığını anlatıyorlar.

Peki sormak lazım, acaba Kabe-i Muazzama ne vakit bu tür oyunlara (kur, ve flört gibi) çirkinliklere sahne olmuş ki onlar da böyle pervasız davranmış olabilsinler? Yoksa hacılar bu iş için mi Kabe'yi ziyaret etmeye geliyorlardı. Yine sormak lazımdır: Acaba ne zaman hacılar bu tür davranışları sadece seyretmekle kalmış, bu gibi şeylere rıza göstermişlerdir? İşte bütün bu sorular, sözko-nusu iddiaları haddizatında reddetmekte, bu kasidelerin hayal mahsulü olduklarını ve sonraları Emeviler'in düşmanları tarafın­dan aleyhlerinde kullanıldıklarını ya da kendilerine ait olan başka beyitler de ilave ederek Şair Ömer Bin Rabi'a'ya isnad ettiklerini kanıtlamaktadır ki bunu maksatları için bir sebep olarak kendileri bizzat hazırlamışlardır.

Tekrar sormak gerekir ki : Devirlerinin asîl hatunları olan bu hanımların yakınları acaba hamiyyet ve haysiyet duygularını o ka­dar da mı kaybetmişlerdi ki onlar hakkında yapılan bunca dediko­duları hoşgördüler veya susmakla yetindiler yahud da sırf Şair Ömer Bin Rabi'a ile buluşmak için hacca gitmelerine göz yumdu­lar?.. Bilindiği üzere bir kadın -İslama göre- beraberinde bir mah­remi bulunmadan hacca gidemez; zaten buna gücü de yoktur. Ri­vayet edilmektedir ki: Abdülmelik Bin Mervan'm kız kardeşi Ram-le hacca gitmişti. Farizasını eda ettikten sonra Şair Ömer Bin Ra­bi'a O'na kendini takdim etti ve dönüşünde Şam'a kadar kendisi­ne refakatte bulundu. Abdülmelik de -bu nezakete karşılık olarak-hemşiresini O'nunla evlendirmek istedi. Keza Ömer Bin Ra-bi'a'nın, Talha Bin Ubeydullah'ın kızı Ayşe'yi, -Mina'da cemreleri attığı sırada- görüp O'na aşık olduğu, şiirlerinde O'nu anlatmaya başladığı, bunu gören ve aynı zamanda Zeynep'in akrabaları olan Hz. Ebu Bekir'in çocuklarının gelip Ömer'e kızdıklarım, O'nu bu davranışından dolayı kınadıklarını, Şair'in de bunun üzerine, kız­dan bir daha bahs etmeyeceğine dair söz verdiğim, ancak dayana­mayıp sonraları Süleyman, Sekine ve Ümmü Büşr gibi müstear isimlerle yine O'nu anmaya devam ettiğini rivayet etmektedirler.

Herhalükârda Emeviler'e yöneltilmiş bulunan ithamlar çeşitli şekiller almıştır. Şöyle ki:

1- Bazı tarihi gerçekler üzerinde bilhassa durularak bir taraf­tan Ümeyyeoğulları'nın itibarı hedef alınmıştır. İslamı geç kabul etmeleri, İslam davasına karşı Kureyş'e ve Birleşik Arap güçlerine vaktiyle öncülük etmeleri gibi... Bir taraftan da Emeviler'in fetihlerle İslama yaptıkları hizmetler üzerinden dikkatleri dağıtmaya çalışmışlardır.

2- Emeviler Devrinde meydana gelen Kerbela Faciası, Harra olayı ve ordunun Medine'de ırz ve namusa tecavüz etmesi, Mek­ke'nin kuşatılarak Kabe'ye yapılan saygısızlıklar ve Abdullah Bin Zübeyr'in Öldürülmesi, Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd'in ayaklan­ması ve öldürülmesi gibi çeşitli hadiselerde yine dikkatler kasıtlı olarak sırf Ümeyyeoğulları üzerinde teksif edilmiş, Nizam'a idare­ye ve devlete baş kaldırmak müslümanlann birliğini bozmak gibi karşıt tarafın hatalı tutum ve davranışları daima dikatlerden uzak tutulmuştur.

3- İnsanın bazen kapılabileceği, bir takım hevesleri ve beşeri zaafları üzerinde durulmuş, şahısların hayırlı ve faydalı icraatları terkedilmiş, dile getirilmemiştir. Bunu Hz. Osman, Ebu Süfyan ve Muaviye gibi sahabiler için dahi düşünmüşlerdir. Esasen maksatla­rı İslama hizmetten başka bir şey olamayan ve ancak bu yüzden Emeviler'in safında yer alan birçok kimseleri tutuculukla Ehl-i Beyt'e düşmanlıkla ve haksıza destek olmakla suçlamışlardır. Hatta Hz. Ali'nin yanında yer aldıkları halde bazı noktalarda içtihadlarıy-la tarafsız hareket eden Ebu Musa El-Eş'ari bile bu ithamlardan kurtulamamıştır. Taassupla suçlanmış bulunan bazı şahsiyetler de şunlardır:

Amr Bin EI-As, Ziyad Bin Ebih, Haccac Bin Yusuf Es-Sakafı, Sa-id Bin El-As, Abdullah Bin Amir ve daha bir çok kimse...

4- Hükümdarlık süreleri çok kısa devam etmiş ve bu yüzden de pek büyük hizmetler yapma fırsatını elde edememiş, veya esa­sen zayıf birer kişiliğe sahip bulunan halifeler hakkında fazlasıya zehirli propagandalar yaymaya çalışılmıştır ki bu halifelere Yezid Bin Muaviye'yi, Velid Bin Yezid Bin Abdilmeiik'i ve Yezid Bin İbra­him'i örnek göstermek mümkündür.

5- Ümeyyeoğuları'na düşman kimselerin karşılaştıkları özel ve nadir hadiseler, aleyhlerindeki şayialar için birer malzeme, ya­lanların çeliştirümesi ve iftiraların yaygınlaştırılması için birer araç olarak kullanılmıştır. Bu gibi şeyler günün birinde bir kerecik görülmüşse artık tarihi bir belge ve yazılı tesbitler için bir kaynak diye ele alınmış, mesele abartılmıştır.

6-Tüm Emevi Devrine şamil olmak üzere ortalığın tamamen fesada uğramış bulunduğu ve İslami değerlerin çiğnendiği yolun­daki zehirli propagandalarına ve fikirlerinin yayılmasına şairleri de örnek göstermişlerdir. İddia edilen deyişleri söylemiş olabilen şairlere yönelerek bu dedikoduları çıkarmışlardır ki bu meyanda Ömer Bin Rabi'a ile Hıristiyan şair El-AhtaTdan bahsetmiştik. Ya­ni bir takım şiirler uydurularak bu gibi kimselere maletmeye çalı­şılmış ya da en azından (onların) şiirleri arasına yerleştirilmiştir.

7- Bütün bunlara ilaveten (Ümeyyeoğulları ailesinde) bazıla­rının gerçekten işlediği çirkin fiilleri ortaya çıkarmış, onların, bu fahiş şeyleri yaymaya çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. Allah Teala ise:

"Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah (ger­çekleri) bilir siz ise bilmezsiniz." [44] buyurmaktadır.

Ümeyyeoğulları'na (Emevilere) yapılan bu iftiraların esasen sağlam bir kanıtı yoktur. Çoğunun kaynağı meçhuldür. Bu da an­latılanların -tabi ki - doğru olmadığını göstermektedir. Eğer cerh ve tadil [45] metoduyla hareket edecek olursak, ki bir haberin doğru olup olmadığını tesbit etmek için izlenecek en doğru yol da budur. Emeviler aleyhinde ileri sürülen bütün bu rivayetleri bir kenara at­mamız gerekecektir.

Biz, Emevi Devri Hz. Peygamber'in ve Halifelerin dönemi gibi sağlam bir İslami idare dönemidir, demiyoruz. Ancak Onun, İslam öncesi ve onlardan (Emeviler'den) sonraki Cahiliyet devri gibi ol­duğunu da söyleyemeyiz. Evet bu dönemi (Emevilerden) sonra (hedef alınan kimseye göre) iftirayı bazı yönleriyle eski cahiliyet-ten daha çok devam ettiren bir dönem olarak da nitelemiyoruz.

Fakat diyoruz ki: Hulefa-i Raşidin devri sona erince İslami ortam biraz gerilemiş, sapma bir açı meydana getirmiş ve gittikçe daha büyüyecek bir seyir takip etmeye başlamıştı.

Evet bu dönem için Hilafet sözkonusu edilse bile, sülale takip eden, verasete dayalı idare şekliyle İslami idare sisteminden sap­ma bu dönemde başladı. Sonra bu sapma, hükümdarların ve vali­lerin arzu ve heveslerine göre Beytülmal (Devlet Hazinesi) üzerin­de çok kere tasarrufta bulunmakla daha da arttı. Nadir durumlar hariç, O'nlann bu arzu ve hevesleri, kendilerini îslamm hak yolun­dan çıkarmıyor idiyse de bu bir vakıadır. Fakat idare şeklinin diğer cepheleri genellikle sağlam ve İslamî olarak kalmakta devam etti.

Bazı tarih kitaplarının pek de güvenilemeyen rivayetlerine gö­re o devrin gerek halifelerinin, gerekse yüksek dereceli devlet adamlarının, evlerinde görülen İslamî hayat şeklinden sapmalara bakacak olursak, her şeye rağmen bu zevat yine de inançlıydılar ve Allah'dan korkuyorlardı. Öyle ki biri kendilerine bir nasihatta bu-lımuverse veya bir uyarıcı onları tenbih etse, hemen gözleri dolar, yapmakta oldukları aşırılıklardan hemen vazgeçerlerdi. Her ne ka­dar alıştıkları şeyleri tekrar yapma eğiliminde idiyseler de bu hu­sus bir gerçektir.

O zamanki İslam toplumuna gelince, Emeviler'den önceki Ra-şid Halifeler devrinde olduğu gibi yine sağlam bir İslami hayat içinde devam ediyordu. Elbette ki halk ne de olsa ellerine geçen savaş ganimetlerinin bolluğu ve cephelerden getirilip evlere (hiz­met için) giren yabancı kadınlar sebebiyle bir takım etkiler altında kalmışlardı. Esasen bu dönemdeki sosyal durum Hz. Ömer devri­nin sonu ile Hz. Osman Devrinin ilk yıllanndakine daha çok ben­zerlik gösteriyordu.

Halkın eline her ne kadar bol bol savaş ganimetleri geçiyor, (ev işlerinde ve çeşitli hizmetlerde) çalıştırmak üzere büyük sayılarda harp esirlerine sahip oluyor idiyseler de -ki bu imkanlar onları daha çok rahata kavuşturuyor, tembellik veriyordu- buna rağ­men yürekleri imanla doluydu. Çünkü cihada davet edilir edilmez, yaşadıkları bolluk ve refahı hemen bir kenara itebiliyor ve Allah rızasi için cihada koşuyorlardı. İşte bu ruhladır ki daha o devirlerde dünyanın geniş bölgelerini fethetmeye muvaffak oldular. Nitekim doğuda Çin sınırlarına, batıda ise Fransa'ya kadar dayandılar. İs­lam devleti, tarihinde en geniş sınırlarına sahip oldu. Daha önce varmamış olduğu sınırlara kadar ulaştı. Bir tek İslam devleti olarak sonraları da bu sınırları bir daha aşamadı. Bilakis Emevilerden sonra içe doğru çekilme ve dumura uğrama merhalesi başladı. Gerçi İslam dünyasının sınırları Ağlebiler ve Fatimiler döneminde Akdenizde ticaret kanalıyla Güneydoğu Asya'da ve Osmanlılar devrinde de Avrupa'nın güney doğusunda geniş alanlara yayılmış­tı. Fakat bütün müslümanları tek bayrak altında toplayan, Emevi-ler döneminde olduğu gibi bir tek İslam devleti değil, sayılan bir­den çoktu. Gerçi biliyoruz ki İslam dini, İslam tarihi boyunca ve şimdiye kadar yayılmaya devam etmiş, fetihlerde bir kaç devir bo­yu gelişme kaydetmiştir. Ancak biz İslam Fütuhatı derken bundan İslamın ilk asrında yani Raşid Halifeler ve Emeviler devrinde ger­çekleştirilenleri amaçlıyoruz. İkinci merhalede gerçekleştirilenler ise birincisinin tamamlayıcısı sayılır. Zira arada bir meydana gelen kesintiler esasen İslam Devletinin dahilinde cereyan eden iç fak­törlerden kaynaklanıyordu. Şu var ki ortalık istikrara kavuştukça fetih faaliyetleri de kaldığı yerden devam ediyordu.

Hikayeci tarihçilerin adet haline getirdikleri üzere toplumun, Şiiler, Hariciler, ayrıca Zübeyr taraftarları, ya da Ümeyyeoğulları taraftarları olarak bir takım kamplara ayrıldığına dair söyledikleri­ne gelince bu doğru değildir. Bu tür kamplaşmalar (devamlı ola­rak) kesinlikle yoktu. Ancak zaman zaman bir ayaklanma veya bir siyasi hareket olurdu, aynı görüşte olanlar bu hareketleri destek­lerlerdi. Sonra tekrar durumlar normale dönerdi. Olağan hallerde ise ortada farklı herhangi bir siyasi fikir olmazdı. Bilakis toplum daima yekvücuttu. Mesela ordular cihad ve fetih için sefere çıkın­ca toplumun her kesimi askere katılırdı. Şunun ya da bunun sem­patizanı olmak, fikirde ayrılıkçılık yapmaksızın her zaman vuku bulan bir gerçektir. Tarihçilerin uydurduğunun aksine kendine mahsus bir özellik içinde ortaya çıkan herhangi bir siyasi kampın varlığı, söz konusu olmadan da falancayı ya da filancayı destekle­mek olağan bir şeydir.

Gayet tabiidir ki insan yaşadığı çevrenin yöneticisine tabi olur. Onunla birlikte savaşa çıkar. Edebiyatçıların bahsettikleri şairler bile farklı kimselere taraftar olurlardı. Onlardan kimisi Zübeyrîy-ken, sonra Ehl-i Beyt'in sempatizanı, daha sonra da Emevüerin destekçisi oluverirlerdi. Tabii ki böyle bir davranış (ahlaki açıdan) doğru değildir. Ancak bilinen husus şudur ki: Şair kişi kâh över, kâh yerer. Dolayısıyla bunlardan o zaman Hicaz'da bulunanın öv­güsü Abdullah Bin Zübeyr lehindeydi. Şam'a intikal edince de bu kez Halife'yi medhü sena ederdi. Hatta bu sefer eğer Bin Zübeyr'in iktidarı sona ermişse, aleyhinde bile tavır alırdı. Devamlı Şam'da bulunup da oradan hiç ayrılmamış olanları istisna edecek olursak şairlerin çoğunun tutumu işte hep böyleydi. Devamlı Şam'da bu­lunanlar ise hep Emevi halifelerim övmüşlerdir. Olabilir ki Hıristi­yan El-Ahtal da bunlardandı. Bütün bunların arasından kendileri­ne has düşünceleri olan müsait bir bölgeye intikal ettikleri ve ora­da yönetime karşı gelerek düşüncelerini ortaya attıkları zaman an­cak fikir ve amaçlan anlaşabilen Haricileri de istisna etmeliyiz. Çünkü toplumun içinde yaşadıkları müddetçe hangi görüşe sahip oldukları anlaşılmazdı. Sadece bazılarının Hariciler gibi düşüne­bileceği zannedilirdi. Toplumun geriye kalan kesimlerinin tümü ise yekvücut bir kütle gibiydi. Emevi iktidarı boyunca da bu böyle devam etmiştir. Ordunun savaşa çıktığı ve yaz kış akınlarının de­vam ettiği esnada toplumun hiç bir kesimi diğerinden ayırt edile­mezdi. Aslında farklı sınıflar da yoktu.

Şu varki toplum içinde iktidara karşı zıt bir hareket başlayınca böyle durumlarda (iç güvenliği sağlamak için ister istemez) fetih faaliyetleri sekteye uğrardı. Bu gibi hallerde herkes bulunduğu bölgenin yöneticisine tabi olur, muhaliflerine karşı onun safında yerini alarak mücadele verirdi. Dolayısıyla bir kuvvet diğerine kar­şı üstünlük kazanınca herkes galibiyeti elde eden yeni idarecinin hakimiyeti altına girerdi. Öyleyse bazı tarihçilerin "çeşitli hizip­ler" diye isimlendirmekten hoşlandıkları topluluklar (zıt fikirli kamplar) halk içinde yoktu.

O halde biz de bu kampları söz konusu etmeyeceğiz. Çünkü aslında böyle bir şey mevcut değildir. Başkalarının yaptığı gibi toplumda esasen mevcut olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek istemeyiz.

Bazı kimseler, sırf İslam hayat sisteminin gerçekte bir kaç yıl­dan daha fazla dayanamadığını göstermek ve şu sonucu çıkarmak için bu yola baş vurmaktadırlar, diyorlar ki:

"Şu anda artık İslam hayat sistemiyle amel edemeyiz. Çünkü uygulanması mümkün değildir."

Biz burada Emevi iktidarı sırasında meydana gelen iç siyasi olaylara dokunmakla yetineceğiz. Bunları da sadece organize edenlere bağlayacağız. Çünkü, bu olaylarda genelin benimsediği bir ideoloji yoktu. Şiiliğe gelince bu fikir ancak üçüncü Hicri yüz­yılın ikinci yarısında ve daha sonra ortaya çıktı. Bazı şahsiyetlere birtakım ideolojiler mal edildi ki aslında bu gibi şeyler onların ak­lından bile asla geçmemiştir. Hatta eğer bu tür düşünceleri duy­muş olsalardı, onları şiddetle reddedeceklerdi. Keza Emevi devrin­de meydana geldiği öne sürülen, dedikodu mevzuu olan hadise­lerden de bahsetmeyeceğiz. Çünkü bunları kanıtlayan ve gerçek rivayetler seviyesine çıkaran dayanakları yoktur. Esas itibariyle bunlar sırf iftiralardan ibaret şeylerdir. Bu sebeple bizim bahsimiz sadece sağlam rivayetlere, halkın genel mânâda bildiği gerçeklere ve güvenilir kitaplarda sabit olan hadiselere dair kalacaktır. Biz, ta­rihi gerçeklerin neredeyse tamamını çarpıtan düşmanların görüş­lerinden uzak duracağız.

Her halükârda tarih gerçekten de Emevilere çok zulmetmiştir. Çünkü onların iyi ve olumlu taraflarını da inkâr etmiş, hiç o yöne dokunmamış, ondan katiyyen söz etmemiştir. Buna mukabil olumsuz taraflarına oldukça geniş yer vermiş, ya da yalan yere on­lara iftirada bulunmuş, hiç yapmadıkları kabahatleri kendilerine mal etmeye çalışmış, devirlerinde meydana gelmemiş olayları, ol­muş gibi göstermiştir. Bunun esas sebebi de İslam tarihinin, Eme-vilerin düşmanı olan Abbasiler döneminde kaleme alınmaya baş­lamasından kaynaklanmaktadır. Sebeplerden biri işte budur. Bir diğer sebep ise tarihin, Abbasiler devrinde ve yönetimi eleştiren Şiiler tarafından yazılmasıdır. Esasen bu karşı tutumun temelinde çeşitli gayeler ve hedefler saklıydı. Bu garazkâr yazarlar Abbasi yö­netimini eleştirirlerken esasen oklarını birinci derecede Emevilere yöneltiyorlardı. Bunlar Emevilerce Ehl-i Beyte reva görülen hadi­seleri işleyerek halkın duygularını kabartmaya ve taraftar kazan­maya çalışıyorlardı. Emevilere mal edilmeye çalışılan haksız tasar­rufların en önemlilerinden biri de onların Hilafet makamını zorla ele geçirmeleri, onu babadan oğlu intikal eden bir miras haline getirmeleri, tayin ettikleri valilerin şiddet ve baskıları, Şam halkı­nın onlara tutkunca bağlılığı ve Ehl-i Beyt'in uğradığı felaketlerdir.

Kısmen doğru olan ve bazılarını da Emevi düşmanlarının çok abarttığı bir kısmını da hayali olarak yazdıkları bu eleştirilerle bir­likte tarihçilerin görmemezlikten geldiği, Emevilere mahsus çok olumlu taraflar da vardır. Bunlara seri bir şekilde şöyle bir göz at­mak mümkündür.

1- Muaviye Bin Ebi Süfyan (Allah ikisinden de razı olsun) yü­ce bir sahabi idi. Sahabilerin tümü ise âdil ve faziletli idiler. Dola­yısıyla O, bazı içtihatlarında her ne kadar isabet kaydedememiş ve olumlu sonuçlar almakta başarılı olamamışsa da yine sahabidir, yine âdil ve faziletlidir.

Mervan Bin Hakem de Tabiilerin ilk tabakasından sayılır. Ömer Bin Hattab, Osman Bin Affan, Zeyd Bin Sabit, Sehl Bin Sa-ad Es-Saidî ve Busra Binti Safvan gibi sahabilerden hadis rivayet etmiştir. Mervan Medine'de valiyken Hz. Peygamber (sav)'in saha-bilerini toplar, onlara akıl danışır ve görüş birliği ettikleri şeyi an­cak tatbik ederdi.

Emevi halifelerinden Abdülmelik Bin Mervan ise ilim ehlin-dendi, bilgiliydi. Hz. Osman, Ebu Hureyre, Ebu Said, Ümmü Sele­me, Muaviye Abdullah Bin Ömer, Ümmüd-Derda ve Burayra'dan hadis dinlemiştir. Urva, Halid Bin Ma'dan, Reca Bin Hayva, İsma­il Bin Ubeydullah, Zühri, Rabia Bin Yezid, Yunus Bin Meysere ve daha birçok zevat kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.

Cerir Bin Hazm, Nafi'den naklen şöyle diyor:

"Medine halkı arasında Abdülmelik'den daha namazlı niyazii, Fıkhı daha iyi bilen, daha dindar ve ondan daha çok Kur'an okuyan birini görmedim."

Ebu Zennad da şöyle diyor: "Medine'de fıkıh alimleri şunlardır:

Said Bin El-Museyyeb, Abdülmelik, Urva ve Kubaysa Bin Zu-veyb."

ismail Bin Ebi Halid de Şa'bî'den naklen şunları anlatıyor:

"Kiminle oturup konuştuysam ondan daha üstün olduğumu daima farkettim, fakat Abdülmelik hariç!"

Bin Saad, Abdülmelik'i Medine halkı arasında Tabiilerin üçün­cü tabakası arasında saymaktadır.

Keza Süleyman Bin Abdülmelik de dindar, fasih ve güzel ko­nuşan âdil ve gazayı seven bir şahsiyetti.

Ibni Sirîn, O'nun hakkında şöyle diyor:

'Allah Süleyman'a rahmet buyursun, hilafetini namazın ih-yasıyla başlattı. Ömer Bin Abdülaziz'i yerine tayin ederek de so­na erdirdi." Süleyman müziği yasaklamıştı.

Ömer Bin Abdülaziz'e gelince bu zat ictihad Önderlerinden yüce bir şahsiyet ve Hulefai Raşidin'den biri sayılır.[46] (Allah'ın rah­meti O'nun üzerine olsun.) Abdullah Bin Cafer Bin Ebu Talib, Es-Saib Bin Yezid, Sehl Bin Saad, Said Bin El-Müseyyeb Urva, Ebu Se­lem, Bin Abdurrahman, Ebu Bekir Bin Adirrahman, Amir Bin Saad ve Yusuf Bin Abdullah Bin Selam'dan hadis rivayet etmiştir. Saad O'nu, Medine ehli arasında Tabiilerin üçüncü tabakasından say­maktadır. Velid Bin Abdülmelik döneminde Medine'de valiyken ilim ehlinden kurra ve fakihlerden fikir alır, onlara akıl danışırdı.

2- Emevilerin olumlu taraflarından biri de onların ilim ve fazi­let sahiplerine imkan ve öncelik tanımalarıydı.

Valilikleri onlara veriyor, orduların sevk ve idaresini onlara tes­lim ediyor, kadılık makamına onları tayin ediyor ve önemli konu­larda onlara danışıyorlardı. Emevî iktidarının tayin ettiği yönetici­ler arasında şu tanınmış şahsiyetleri saymak yeterlidir: Amr Bin El-As ve oğlu Abdullah, Busr Bin Artaa, En-Numan Bin Beşir, Ha­lid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman, Muayiye Bin Hudeyc, Mesîeme Bin Muhallid ve Abdülaziz Bin Mervan. Komutanlarından da şu adları zikredebiliriz: Habib Bin Mesleme El-Fehri, Abdullah Bin Kays ve Cennade Bin Ebi Ümeyye Ed-Devsi. Kadı olarak tayin et­tikleri zevat ise şunlardır: Faddale Bin Ubeyd, Ebu Burda Bin Ebi Musa, Ebu İdris El-Holanî. Akıl danıştıkları müşavirlerinin başın­da da Ruh Bin Zenba' Reca Bin Hayva, Zühri ve ayrıca başka şah­siyetler de gelmektedir ki Musa Bin Nusayr'ı, El-Mühelleb Bin Ebi Safra'yı ve Es-Semh Bin Malik El-Holani gibi zevatı bunların başın­da sayabiliriz.

Emeviler yargıya (adalet mekanizmasına) katiyyen müdahale etmemişlerdir. Bilakis kadıları, bilgili şahsiyetlerin en hayırlıları arasından seçip tayin ederlerdi ve onları işleriyle başbaşa bırakır­lardı. Bu sebeple de bir olaya sebebiyet verip yargı organlarının karşısına çıkmaktan çok korkarlardı. Çünkü bunun anlamı mah­kum olmaktı. Zira egemen zümre olmalarına rağmen kadı onların aleyhinde ne hüküm verirse o, mutlaka yerine gelecekti.

Emevilerin üstünlüğünü itiraf etmek bakımından Hz. Pey­gamber (sav)'in şu hadisini hatırlamak kâfidir:

"İnsanların en hayırlısı çağdaşım olan (müslüman)lardır. Sonra onları izleyen kuşak, sonra da onları izleyenlerdir." Omran diyor ki: "Hazret-i Peygamber (sav)'in, kendi çağdaşlarından son­ra iki kuşak mı yoksa üç kuşak mı saydığını hatırlayamıyorum."

Hz. Peygamber (sav) hadisine devamla şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra öyle kuşaklar gelecektir ki olaylar (savaşlar) görecek ancak şehid olmak istemeyeceklerdir; döneklik edecekler kendilerine güvenilmeyecektir. Vaadedecek ancak sözlerini yerine getirmeyeceklerdir. Aralarında şişmanlık zuhur edecektir. [47]

Ve işte Emeviler, Hz. Peygamber (sav)'in çağdaşlarından sonra gelen kuşaktır. O asırda çok hayırlı insanlar da vardı. Bunların Ernevilere mal edilenleri suskunlukla karşılamış olmaları veya ka­bul ettikleri mümkün değildir. Bununla beraber aralarında şerli kötü insanlar da vardı ki esasen kötülerin bulunmadığı hiç bir de­vir yoktur. Bunlardan biri istediğini yapma imkanını bulsa bile ze­val bulur bulmaz neye layıksa o şekilde anılır.

Yine Emevilerin sahip oldukları üstünlüklerden biri olarak on­ların giriştikleri geniş fetihleri zikredebiliriz. O fetihler ki îslam di­yarı bu sayede Çin'den Endülüs'e ve batıda Fransa'nın güneyine kadar yayıldı. Gerçek şudur ki -sanıldığı gibi- halifeler ve çoluk ço­cukları saraylarda saltanat ve debdebe içinde yaşamaya bakarlar­ken fetihler sadece komutanların gayretleriyle gerçekleşmedi. Bi­lakis halifeler bizzat kendi çocuklarını da cephelere gönderiyorlar-dı. Mesela Muaviye, oğlu Yezid'i bir ordunun başında İstanbulu kuşatmaya gönderdi. Keza Abdülmelik, oğlu Velid'i Bizanslılarla yapılan savaşlara defalarca göndermiştir. İkinci oğlu Mesleme de Bizans cephesinde savaşan îslam ordusunun başkomutanıydı ve savaşları sayılmaya değecek kadar çoktur. Aynı zamanda O'nun Konstantiniye'yi kuşatması tarihte bilinen meşhur bir olaydır. Ke­za Abdülmelik'in kardeşi Muhammed Bin Mervan –Cezireı [48] Emi-ri- çok kere savaş işlerini idare ederdi. Yine, Abdülmelik oğluVe-lid'in çocukları Abbas Abdülaziz, Ömer ve Mervan Bizans cephe­sindeki orduları sevk ve komuta eder, amcaları Mesleme Bin Ab-dülmelik'e yardımcı olurlardı. Keza Süleyman Bin Abdülmelik'in oğlu Davud, komutasındaki kuvvetlerin başında Bizanslılara karşı savaşırdı.

Hişam Bin Abdülmelik'e gelince, Mervanoğulları'nın hepsine (yani saraylıların tümüne) savaşa çıkma mecburiyeti getirmişti. Dolayısıyla aralarından savaşa katılmayanlar, savaş gelirlerinden yararlandınlmazlardı. Halife Hişamın oğullarından Muaviye Sü­leyman, Meslem ve diğerleri savaşçıların önde gelen kişilerinden idiler. Mervan Bin Muhamed'in bizzat kendisi orduları komuta eder, savaş sırasında üstün sabır ve direniş gösterirdi. O'nun çetin savaş şartlarında gösterdiği olağanüstü dayanma gücü sebebiyle­dir ki kendisine Eşek Mervan denilmiştir.

Belki bazı kimseler zannederler ki Emevi komutanları askerin sevk ve idaresini başkalarına havale eder, kendileri şehirde oturur yerlerine naipler gönderirlerdi. Fakat ben bunu daha önce açıkla­dığım gibi şimdi de derim ki: Hayır komutanların bizzat kendileri de savaşı icra eder, öldürülmeye maruz kalır, mücahitlerin ön saf­larında bizzat çarpışırlardı.

Yine bazı kimseler, -başkaları idareye el koyarak kendilerine kötülük yapabilir korkusuyla- emevilerin ancak kendi aralarından seçtikleri kimselere ordunun sevk ve komutasını teslim ettiklerini zannederler. Ben bu konuda derim ki: Bunun böyle olabileceğini ancak zamanımızda yaşayanlar düşünebilirler. Günümüzün aske­ri devrimlerine bakarak o günler için de aynı ihtimallerin geçerli olduğunu, ordunun sivil halkın idaresine de el koyduklarını sana­bilirler. Halbuki durum hiç de öyle değildi. O günlerin savaş ko­mutanının cephe dışında asker üzerinde hiç bir etki ve otoritesi yoktu. Savaştaki etkinliği ise orduyu düzene sokmak, sancakları dağıtmak ve savaş esnasında emir ve komuta etmekten ibaretti. Çünkü cihad sona erince mücahitler memleketlerine dönerlerdi. Öyle günümüzde olduğu gibi başkenti koruyan, sürekli bir muvaz­zaf ordu yoktu. Günümüzün nesillerinin zihninde canlanan ve sultanın yandaşları ya da başkaları tarafından idare edilen hazır kuvvetler o asırda mevcut değildi.

Emevilerin en büyük özelliklerinden biri de onların toprağı ih­ya etmek, kanal ve nehir yatakları açmak gibi faaliyetlerdir. Emevi halifeleri kalkınmış bölgelerden uzak kıyı köşelerde saraylarını yap­tırırlardı. Bu da o bölgenin kalkınmasına esasen hizmet ederdi.

Çünkü devlet başkanının civarına yerleşmek gibi bir eğilimle halk­tan başka kimseler gelerek o çevrede binalar yapar, oraya su getirir ve ekerlerdi. Böylece ölü bir bölge ihya olur kalkınırdı. Eğer sarayın büyük ve heybetli olmasına, çevrenin tabii güzelliğine ve suyun bol­luğuna bakarak yer seçmiş olsalardı, ekili ve ağaçlandırılmış birçok bölgelerde aradıklarını rahatça bulma imkanına sahip idiler. Şu ka­darını da biliyoruz ki Muaviye'nin oğlu Yezid (tedmür yakınlarında) Huvvarin adıyla bilinen bir köyde ölmüştür. Çünkü zaman gelip va­kitlerinin bir kısmım bu köyde geçirirdi. Süleyman Bin Abdülmelik de Ramle mıntıkasını ihya etmiştir. Velid Bin Abdülmelik O'nu bu bölgeye idareci tayin etmişti. O da Lüd adıyla bilinen bir mevkiye yerleşti ve orayı kalkındırdı, şehir haline getirdi. Oraya ilk defa köş­künü ve "Kuyumcular Çarşısı" olarak bilinen bir binayı yaptıran Süleyman Bin Abdülmelik'dir. Sonra mescidin de projesini yaptı ve inşa ettirdi. Burada adıyla bilinen ve gerek kendisi, gerekse civarın­da oturanlar için sulama amaçlı kanalı kazdırdı.

Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz de Marc'a iner, bu bölgenin ihyası için çalışırdı. O da, Marc Bölgesi'nin başlangıcın­da bulunan Şam civarındaki Deyr Sem'ân'da vefat etmiştir.

Yine Emevi halifelerinden Hişam Bin Abdülmelik, Rassafa'yı kalkmdırmıştır. Hişam yazlarını burada geçirirdi ve burada öldü. Buraya kanal kazdırarak su getirten yine O'dur. Bu sebepledir ki Rassafa, ihya olmuş, kalkınmış, ekilmiş ve bağlık bahçelik hale gel­mişti. O dönemde Dımışk ve havzasında kazdırılmış nehir ve ka­nalları hiç unutmamalıyız. Bunlar hâlâ mevcutturlar ve kalkınma­ya o gün için halkın idaresine ve hayati meselelerine verilen öne­mi kanıtlamaktadırlar. İşte bu anlatılanlar, Emevilerin topluma ve İslama yaptıkları hizmetlerin sadece bir kısmıdır. Gerek insaftan yoksun kimselerin ve müsteşriklerin, gerekse Emevi düşmanları­nın yazmış olduklarını okuyarak zihinlerimizde -iftiraların bir ese­ri olarak- dehşet verici bir suret canlanmakta ise de umarız bu imaj onların iyi taraflarını anlayıp kavradıktan sorîra değişir.[49]

 

Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136

 

Emevüer'in halifelik dönemi Hz. Ali'nin Hicri: 17 Ramazan 40 tarihinde şehid edilmesiyle başlar. Emevi Devletinin başlangıcı ise Hz. Hasan'ın Mesken'de Hicri 41 yılının, 25 Rabiulevvel günü Mu-aviye lehinde devlet başkanlığından feragat etmesinden itibaren sayılır. Bu devlet Abbasilerle Emevilere ait kuvvetler arasında, son Emevi halifesi Mervan Bin Muhammed'in yenik düştüğü 11 Ce-maziyelevvel, Hicri 132 yılında cereyan eden Zab Savaşı'na kadar devam etti. Buna göre bu devletin varlığı 91 yılı aşkın bir süre ka­dar devam etmiştir. Devlete Emevilerin iki ailesi hakim olmuştur. İki aileden çıkan halife sayısı toplam onikidir ve sırayla aile ve isimleri şöyledir:

1- Süfyanoğulları: Bunlar Hicri 41-64 yıllan arasında hükmet­miş iki halifedirler:

- Muaviye Bin Ebi Süfyan  H. 41-60

- Yezid Bin Muaviye  H. 60-64

Halifeliği ümmet tarafından onaylanmadığı için Yezid oğlu Muaviye'yi halife saymıyoruz. Çünkü O'nun iktidarda olduğu sü­re içinde Abdullah Bin Zübeyr'e bey'at edilmişti. Aynı zamanda bu ikinci Muaviye bir kaç aydan fazla iktidarda kalmadı ve mese­leyi müslümanlann görüşüne havale ederek hilafet makamından kendi arzusuyla istifa etti.

2- Mervanoğullari: Bunlar da Hicri 64/132 yılları arasında alt-mışyedi yıl hükmetmişlerdir. Bu aileden de on kişi Hilafet maka­mına gelmişlerdir ve adlan şöyledir:

- Abdülmelik Bin Mervan        H. 73-86

- El-Velid Bin Abdilmelik       H. 86-96

- Süleyman Bin Abdilmelik     H. 96-99

- Ömer Bin Abdilaziz              H. 99-101 –

Yezid bin Abdilmelik              H. 101-105

- Hişam Bin Abdilmelik          H. 105-125

- El-Velid Bin Yezid               H. 125-126

- Yezid Bin El-Velid               H. 126-126

- İbrahim Bin El-Velid            H. 126-127

- Mervan Bin Muhammed       H. 127-132

Şunu da unutmamalıyız ki Abdullah Bin Zübeyr Hicaz, Ye­men, Irak ve Horasan'ı kapsayan bölgeler üzerinde dokuz yıl hila­fet makamını temsil etmiştir. Dolayısıyla Hicri 64/74 yılları arasın­daki zaman dilimi için, yani Yezid'in ölümünden, kendisinin şehid edildiği tarihe kadar tek meşru halife O'ydu. Bu sebeple O'nun bu dokuz yıllık hilafeti esnasında, Emevilerden İkinci Muaviye'nin ve Mervan Bin El-Hakem'in iktidar sürelerinin tamamıyla Abdülme-Hk'in iktidarının bir kısmı meşru hilafetten sayılmaz. Olsa olsa bu iktidarlar İslam topraklarının bir kısmı üzerinde tesis edilmiş bir şahsi tercih otoritesi ve idarenin gasp edilmesidir.[50]

 



[1] Şu nokta her müslüman tarafından kesin surette bilinmelidir ki, Allah'ın koymuş bulunduğu Yüce İslam Nizamından başka yeryüzünde insanoğluna la­yık olduğu özgürlüğü vadeden ve bunu teminat altına alan bir başka siyasi sis­tem mevcut değildir.

Emevilerden itibaren başlayan ve İslam Tarihinin üzerine kapkara bir perde gibi çöken, Krallık, Sultanlık ve padişahlık sistemlerinden hiçbirinin îslanı niza-mıyla alakası yoktur. Bu çeşit ilkel idare sistemlerine alternatif olarak gösterilen ve günümüz dünyasında yoğun propagandası yapılan demokrasi ise bizzat ilim adamlarının tabiriyle "Müptezel bir eşkiyalık düzenidir." Bugün değil, daha 2000 yıl önce Aristo, demokrasiyi: "Cumhuriyetin bozulmuş şekli" olarak tarif etmiş, bir başka ifadeyle de; "Yığınların anarşisi olarak" onu vasıflandırmıştır.

İşte islam nizamının Dört Halife Devri'nden hemen sonra tamamen uygu­lamadan kaldırılması, müslümanların içinde onulmaz bir yara açmış, ümitleri­ni kırmış, dünyalarını karartmıştır. Üstelik bu sapma, insanlığın bugünkü kor­kunç manzarasını da hazırlayarak birlikte getirmiştir. Ne var ki sapmanın bütün suçunu Emeviler'e yüklemek, belki de yazarın söylemeğe çalıştığı gibi isabetli bir tutum değildir. Daha doğrusu gelmiş geçmiş tüm müslümanlar bu suçta or­tak olsalar gerektir. (Mütercim)

[2] Müellefe-i Kulûb: Yeni İslama girdikleri için gönülleri İslama ısındırıl-ması gereken kimseler demektir. Ne kadar zengin olurlarsa olsunlar bunlara da zekat verilir

[3] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 19, 22, 27

[4] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere., c. 4, s. 402-403

[5] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 478

[6] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 49-91

[7] Rafızi tabiri, anadolu'da bilhassa Malatya dolaylarında Sünni halk tara­fından Reffazi şeklinde değiştirilmiş olarak telafuz edilir

[8] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 202-206

[9] Ehl-i Beyt: Arapça "Ev halkı" demektir. Hz. Peygamber (sav)'in kızı Hz. Fatıma'nın soyundan gelenlere denir. (Mütercim)

[10] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 478-491

[11] Ne ilginçtir ki Irak bu özelliğini hala korumaktadır. Irak halkı için eski­den beri "Ehl-i Irak, Ehl-i Şikak, Ehl-i Nifak" denildiği meşhurdur. Fazla çeşit sergileyen toplumunun mozayiği, türlü türlü dinlerin, mezhep ve tarikatların, birbirine zıt inanış, düşünce ve felsefelerin, esrarengiz örf ve adetlerin hakim ol­duğu bu ülkenin, daha başka türlü olması elbetteki beklenemez. Eski Mezopo­tamya üzerinde kurulmuş olan bu ülke hakkında söylenecek o kadar ilginç şey­ler vardır ki anlatmakta bitecek gibi değildir. Bu ülkeye kısaca Tarihin çöp sepe­ti diyebilirsiniz. (Mütercim)

[12] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 454-456

[13] Tarihte zulmüyle meşhur olan ve adı sayılı zalimler arasında geçen Haccac Bin Yusuf Es-Sakafı yukarıdaki tehdit doiu konuşmasından da anlaşıla­cağı üzere cami gibi mukaddes bir mekanda bile pervasızca konuşmaktan, ya­şın yanında kuruyu da yakmaktan hiç bir zaman çekinmemiştir.

Resulullah (sav)'in sahabilerini şehid edecek kadar kudurmuş olan bu in­san, İslam tarihine bir kara leke olarak geçmiştir. Allame îmanı Suyuti Tarih'ul-Hulefa adındaki eserinin Emeviler bahsinde bu adamdan söz ederken: "Allah O'na rahmet etmesin, affına mazhar kılmasın!" diye acı bedduada bulunmuş­tur. (Mütercim)

[14] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 338-340; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 9, s. 18-20

[15] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 9, s. 159

[16] Tabii: Sahabileri, yani Hz. Peygamber (sav)'in dava arkadaşlar] nı gören, onlara yetişip ilimlerinden yararlanan müslümana denir

[17] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 9, s. 160-166

[18] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 109-120

[19] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 315-325

[20] Muruc'uz-Zeheb, El Mes'udi, 3-5-1964 Kahire-Mısır

[21] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 76-80

[22] Muruc'uz-Zeheb, El Mes'udi, c. 3 s. 420-421

[23] Taberi Tarihi, c. 5, s. 227

[24] Burada bir kopukluk bulunduğu ve yazarın bunu, olayın evveliyatını bildiği için yaptığı kanaatindeyim (Mütercim)

[25] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 14-16

[26] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 21-22

[27] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 25

[28] Taberi Tarihi, c. 5, s. 331

[29] Burada susmanın, tarafsızlık ve dürüstlük sayılacağına keza, Yezid'i mazur göstermeye çalışan bir tarihçinin de dürüst ve gerçekçi olduğuna inan­mak oldukça güçtür. (Mütercim)

[30] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 77

[31] Adı geçen kitapta kıyamet alametlerinden bahsediliyor

[32] Eğer bu rivayet doğruysa Hıristiyan şair El-Ahtal, gerçekten de Resu-lullah'ın güzide sahabilerine pervasızca dil uzatmaktadır.

Emeviler Kureyş'e mensub oldukları için, Halifeye şirin gözükmek maksa­dıyla E!-Ahtal, Kureyşlileri göklere çıkarırken Ensar'a (Medine'li Sahabilere) ta­hammülü zorlayan bir dille hakaret etmektedir.

El-AhtaTın, "Ey Neccaroğullan!" diye hitab ettiği zümre Ensarilerdir. Onla­ra "Ey çiftçi veletleri" ve "alın tırmığınızı" diye hitab etmesinin sebebi şudur. O devirde çiftçilik araplar tarafından hakir görülen bir meslekti. Dolayısıyla El-Ah­tal, Medinelileri bu sözleriyle aşağılamak istemektedir. EI-Ahtal'ın Feri'a'nm oğ­lu dediği zat ise Hz. Peygamber'i güzel şiirleriyle öven Medine'li Sahabi ve şair Hassan Bin Sabit'tir

[33] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 9, s. 271-275, 278-282, 292

[34] Ömer Bin Abdulaziz, adaletiyle meşhurdur ve islam tarihinin yüz akı­dır. Bu sebeple ikinci Ömer olarak bilinir

[35] Kitabın yazan bu rivayete hayret etmiş olmalı ki, bir dipnotu düşürerek şöyle diyor; "Böyle birşeyi hiç akıl kabul edermi? Cemaatten hiç mi bir kimse ka­dını sesinden tanımadıO) Namazdan sonra halk içinde Her zaman Halife'nin karşısına çıkan O'nunla görüşüp konuşan olurdu. Hiç mi bu kez biri O'nunla ko­nuşmadı ve işin farkında olmadı?!

Yazar'in bu mülahazasına rağmen Velid Bin Yezİd'in kötü ünlendiği çok cid­di ve değerli tarihçilerin kayıtlarından da anlaşılmaktadır. Ezcümle İmam Suyu-ti "Tarih'ul-Hulefa" adlı eserinde Velid için "Ahlaksız Halife" tabirini kullanmak­tadır. (Mütercim)

[36] İbrahim Suresi; Ayet: 15

[37] Yezid'i Nakis: Onuncu Emevi hükümdarıdır. Kendisinden önceki selefi ve amcazadesi Velid'i ortadan kaldırarak yerine geçti

[38] Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 10, s. 20-37

[39] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 41

[40] Ebu Turab Hz. Ali'nin künyelerinden biridir

[41] Halbuki bunların her biri yek diğerinden farklı mezheplerdir

[42] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 42-43

[43] Küba: Medine'de bir semt

[44] Nur Suresi: Ayet; 19

[45] Cerh ve Tadil: Bir hadis istilahi'dır. Habercinin kişiliği gözönünde bu­lundurularak ve haberi iyice araştırılarak hüküm vermek anlamına gelir

[46] Bu büyük insan, îslam tarihinin yüz akı, insanlık tarihinin ise Hz. Ömer'den sonra adaletiyle meşhur eşsiz bir fazilet örneğidir. Ne yazık ki günü­müzün müslümanları, yüce bir veli, büyük bir kahraman ve her yönüyle namus-u mücessem olan bu büyük Önderi yeteri kadar tanımamaktadırlar. O'nun hayat tarihine çok daha geniş veren kitapların okunmasını hararetle tavsiye ederiz. (Mütercim)

[47] Hadiste Hz. Peygamber (sav)'in, çağından çok sonra gelecek olan ku­şaklar arasında aşın refahın ve ondan kaynaklanan dengesizliklerin tıpkı günü­müzde oİduğu gibi bünyelerde fazla kilo alma eğilimini kamçılayacağına dair çok ilginç işaretler vardır. (Mütercim)

[48] Bugünkü Cizre ve dolayları

[49] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/235-298.

[50] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/299-300.