Emevîlerîn Halifelik Dönemi Hicri: 41- 136
Alemlerin Rabbi olan Allah Teala'ya hamd, Peygamberlerin sonuncusu ve Resullerin imamı Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi ve Selleme, tüm âl ve ashabına ve kıyamete kadar onun yolunu izleyenlere salatve selam olsun.
Şurası bir hakikattir ki {Emevîler olarak da bilinen) Benî Ümeyye sülalesinin tarihi çok çarpıtılmıştır. Bu sebeple sanki Eme-vi Devri, Dört Halife devrinden kesin bir çizgiyle kopmuştur. Dolayısıyla bir çok kimse islam nizamının, Hz. Peygamber (sav)'in dönemiyle Dört Halife devrinde ancak uygulanabildiği zannına kapılmışlardır. Tabi iş bu noktaya varınca daha da ileri gidilerek bir as-rm çeyreğinden daha az bir süre uygulanabilen İslam nizamının destekçileri, o devirde egemen olan basit ve göçebe hayat şartlarından istifade ederek ancak bu düzeni uygulayab il dikleri ileri sürülmüştür. Yine bu anlayışa göre: Fetihlerden sonra medeniyetin akisleri Medine'ye ulaşıp müslümanlar Fars ve Roma m ede niyetleriyle yüzyüze gelince artık İslamın bu uygarlıklar karşısında tutunamadığı, bundan sonra sahabiler arasında ihtilaflar çıktığı, özellikle bu hususun, Hz. Ali ile Muaviye arasında çıkan anlaşmazlıklarda ifadesini bulduğu, zira bunlardan Hz. Ali İslama bağlı kalırken Muavi-ye'nin Roma uygarlığından etkilendiği, çünkü Şam'da bu uygarlıkla doğrudan temas halinde bulunduğu savunulmaktadır.
Emevi tarihin çarpıtılması, bazen, sadece bu sülaleye mensup olanların hedef alınmasıyla sınırlı kalmaktadır. Fakat bununla beraber yine temelde İslama dokunulmaktadır.
Bu dönem muhtelif çevreler tarafından suçlanmıştır. Ezcümle, Emeviler, düşmanları olan Abbasiler tarafından suçlanmışlardır. (Bu düşmanlığı tescil eden) tarih de Abbasiler zamanında yazıldı. Bunlardan başka, geleneksel düşmanları olan Şiiler ve Hariciler tarafından suçlanmışlardır ki bunlar Emeviler'in elinden acılar tatmış, büyük darbeler yemişlerdir. Ayrıca islam nizamının Dört Halife devrinde dayandığı şura esasından uzaklaştırılarak Emeviler döneminde babadan oğula geçen krallık sistemine intikal etti-rilmesiyle olumsuz yönde etkilenmiş insaflı müslümanlarca da Emeviler suçlanmışlardır. Esasen bu mesele müslümanlar açısından çok büyük önem taşımaktadır.[1] Aynı zamanda Emevi Devrinde peygamber soyunun uğradığı felaketler Kabe'ye karşı yapılan saygısızlıklar, Zübeyr ailesinin uğradığı zulümler ve halkın uğradığı baskılar, müslümanlara zor gelmiş nefretlerini çekmiştir.
Keza dilden dile dolaşan aslı esası bilinmeyen yaygın propaganda ve haberlerden, elden ele intikal eden yazarları meçhul ki-taplardaki tek taraflı yazılardan etkilenen, tarih hakkında bilgileri olmayan cahil insanlar da duyduklarından ve okuduklarından etkilenerek Emeviler'i suçlamışlardır. Bütün bu çevre ve unsurlar hiç bir ayırım yapmaksızın Emeviler hakkında ulu orta konuşmuşlardır. Bunların bir kısmı kasıtlı diğer bir kısmı ise kasıtsız olabilir. Ancak ne olursa olsun Ümeyyeoğulları hakkındaki şayiaları tahlil etmeden, incelemeden, dikkatle bakıp aslını araştırmadan propaganda etmişlerdir. Tabi ki sonra da bu dedikodular gerçekmiş gibi sürekli anlatılmış onları devamlı kotüleyen bilgiler olarak çok çirkin şekilde işlenmiştir.
Esasen bu dedikoduların kabul görmesinde müslüm ani arın, Emevi Devri'nde zulüm görmüş Peygamber (sav)'in soyuna karşı duydukları saygı ve sevginin büyük tesiri vardır. Bir de şu var ki insan zulüm gören bir kimseye karşı daima acı ve merhamet duyar. Bu musibetler çokça konuşulur, dilden dile dolaşır, gönüller hü-zünlenir ve gözleryaş akıtır. Bu devirde Hz. Peygamber (sav)'in soyuna reva görülen zulümler, belki tasvir edildiğinden çok daha elim ve acı bir şekilde cereyan etmiş olabilir. Ancak bu olayların mahiyetini çok iyi araştırıp incelemek gerekir. Bu konuda baş vurulmuş içtihadlar, mübalağa ve hatalar hesab edilmeli mesele ile ilgili olarak Islami hükümlerle sathi, duygusal ve kuru sevgi arasında ayırım yapmalı, bunlar birbirlerine karıştırılmamalıdır.
Emeviler aleyhindeki bu gibi rivayetlerin halk arasında tutunmasına yol açan bir sebep de onların, başta İslamı kabul etmekte gecikmeleri, hatta İslam davasına karşı çıkan kuvvetlerin safında yerlerini almaları ve Kureyş'lilerin önüne geçerek İslama karşı savaş bayrağını açmaları, ordular hazırlayarak müslümanların üzerine yürümeleri meselesidir. Bunların başında Ebu Süfyan Sahr Bin Harb geliyordu ki ilk Emevi ailesi bunun soyundan gelmektedir. Hatta Mekke fethedilmek üzereyken Ebu Süfyan'ın îslamı kabul etmesi O'nun sırf kılıçtan korkmasının bir sonucuydu. Bu vaziyetteyken müslümanlarla birlikte Huneyn Savaşına katıldı. Onlarla birlikte Taif Seferi'ne çıktı ki bu sırada bile (cahiliyet ve şirk adetlerinden olan) fal okları hâlâ torbasında bulunuyordu. Müellefe-i Kulûb [2] dan sayıldıkları için gerek kendisine gerekse çocuklarına büyük miktarlarda savaş ganimetleri verildi. îşte bütün bu sebepler O'nun sonraları iyi bir müslüman olduğu gerçeğim insanlara unutturmuştur. Vakıa O, bu Huneyn Savaşi'ndan sonra müslüman olarak iyi bir gidişat kaydetmiş, Hz. Peygamber tarafından Necran'a idareci tayin edilmişti. Hz. Peygamber, O'ndan razı olarak vefat etmişti. Keza Hz. Ebu Bekir O'nu Yemen'e Devlet adına zekat gelirlerini teslim almak üzere gönderdi. Sonra İslam Davası uğruna iyi cihad örnekleri verdi. Yetmiş yaşlarındayken Suriye fethine giden îslam ordusuna katıldı. Yermuk Savaşı sırasında büyük yararlıklar gösterdi. Çocuklarım Allah yolunda cihada azmettirdi. Ebu Süfyan, Suriye Fethine çıkan oğlu Yezid'in ordusunda görevliydi. Savaş başlamak üzereyken oğlu Komutan Zeyd'e söylediği şu sözler dikkate değer mahiyettedir:
"Yavrum! Seni Allah'ın emirlerine sıkı sıkıya bağlı olmaya ve dayanıklılık göstermeye davet ediyorum. Şu vadide bulunan bütün müslümanlar bugün bir savaşla karşı karşıya bulunmaktadırlar. Ancak müslümanların yönetimini eline almış sen ve senin gibi kimselerin bugün rolü acaba nasıl olmalıdır? Gerçek şu ki bu mevkide bulunan kimseler daha çok dayanmaya, daha iyi örnekler vermeye layıktırlar. O halde evladım! Allah'ın koyduğu sınırları çiğnemekten çekin. Ta ki silah arkadaşlarından hiç biri savaş sırasında sevap kazanmak ve metanet göstermekte sahip olacağı azim ve rağbet seninkini geçmesin ve İslam davası uğrunda senin Allah katında nail olacağın mükafat hepsininkinden daha fazla olsun."
Bu konuşmayı dinleyen Yezid ise babasına: "İnşaallah dediğin gibi olacağım" diye cevap vermişti.
Yine Ebu Süfyan savaşın cereyan ettiği Yermuk günü haykıra-rak müslümanların heyecanını kamçılayan konuşmalar yapmış şöyle demişti:
"Ey Müslümanlar! Biliyorsunuz, sizler Arapsıniz. Bugünse yabancıların toprağında, ailelerinizden ve Emir'ül-Mü'mi-nin'den çok uzaklarda bulunuyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki sayısı pek fazla ve size karşı kini pek derin bir düşman karşısın-dasınız* Bugün onların, canlarının, topraklarının ve ailelerinin üzerine yürüyorsunuz. Allah'a yemin olsun ki sizi Allah'ın rızasından başka, zor saatlerde göstereceğiniz sabır ve metanetten başka bunların elinden kurtaracak bir kuvvet yoktur. Çok dikkatli olun ki sizin için gerekli olan budur, vatanınız ise arkanızda kalmıştır. Sizin ve Emir'ül-Mü'minin'le müslümanlar arasında artık çöller ve uzun mesafeler bulunmaktadır ki bu boşlukta sabırdan ve Allah'ın vadettiği mükafattan başka ne kaçacak ne de sığınacak bir yer vardır. Allah Teala ise güvenilecek en hayırlı dayanaktır. Kılıçlarınızla canlarınızı korumaya çalışınız."
Ebu Süfyan bu konuşmadan sonra da cephe gerisinde bulunan kadınların yanma giderek onlara da bazı tavsiyelerde bulundu. Sonra tekrar dönerek askere şöyle hitap etti:
"Ey Müslümanlar topluluğu! Şu anda şahid olduğunuz durum artık gelip çatmış bulunmaktadır. îşte Rasulullah ve cennet önünüzde şeytan ve cehennem de arkanızda durmaktadır!"
Bu cümlelerle İslam savaşçılarına moral verdikten sonra cephe düzeni içindeki yerine geçti.
Ebu Süfyan arada bir bölükleri teker teker gezerek askerlerin azmini kamçılamaya çalışıyor:
"Allah Allah! Sizler Arap mîlletinin gücü ve îslamın fedailerisiniz. Karşınızdakiler ise Rum'un gücü ye şirkin fedaileridirler. Allah'ım! Bugün takdir buyurduğun önemli günlerden biridir. Al-lahım! Şu kullarına zafer nasip et!" diye dua ediyordu.
Said Bin El-Müseyyeb babasından naklen şunları anlatıyor:
"Yermuk günü bir ara ses seda kesilmişti. Aniden kampı çınlatan bir haykırma duyduk, şöyle diyordu:
"Ey İlahi zafer! Yetiş artık. Direnin, ey müslümanlar, direnin!"
Bu sesin geldiği yere doğru baktık ki haykıran Ebu Süfyan'dır.
Müslümanlar Yermuk'da zaferi kazandılar. Fakat Ebu Süfyan ikinci gözünü de burada kaybetti Bir gözünü daha önce Taif Kuşatması sırasında kaybetmişti.[3]
Yermuk Savaşı'ndan sonra karanlık dünyası içinde bir kenara çekilerek artık günlerini ibadetle geçirdi. Vaktiyle insanları Allah'ın yolundan alıkoyduğuna karşı pişmanlık duyuyor, korku içinde yaşıyordu. Emevileri suçlayanlar Ebu Süfyan gibi hatta, İslama karşı ondan çok şiddetli mücadeleler vermişken Islama girdikten sonra samimi birer müslüman örneğini vermiş nice kimseler vardır ki insanların dikkati bunların üzerinden kayıyor ve nedense hep Emevîler'in üzerinde yoğunlaşıyor! îşte bunlardan biri de Ha-Iid Bin Velid'dir ki vaktiyle her meydanda müslümanlara karşı savaşlara girişti, her yerde Hz. Peygamber (sav)'in karşısına can düşmanı olarak dikildi ve Uhud Savaşı'nda nice müslüman kanı döktü. Uhud'da müslümanlarm uğradığı o büyük felaketin belki de yegane sebebi Halid Bin Velid idi. Fakat sonra müslüman oldu. Nitekim bizzat kendisi müslüman oluşunu ve Hz. Peygamber (sav)'e bey'atte bulunmasını şöyle anlatıyor:
"Rasulullah (sav)'e bey'at ederken O'na:
"Ey Allah'ın Elçisi! Vaktiyle insanları Allah'ın yolundan alıkoymuş olmaktan dolayı işlediğim günahları affetmesi için Allah'a dua etmeni istiyorum" dedim. Bana:
"îslam kendisinden öncekini siler" cevabını verdi. Ben ısrar ederek:
"Bununla beraber yine istiyorum" deyince bu kez:
"Allahım! İnsanları senin yolundan alıkoymuş bulunmaktan dolayı sen Halid Bin Velid'in günahlarını mağfiret buyur" diye dua etti.[4]
Bu herhalde Halid Bin Velid için geçerli olduğu gibi, Amr Bin El As, Ebu Süfyan, Süheyl Bin Amr, İkrime Bin Ebi Cehl, Züheyr Bin Ebi Ümeyye El-Mahzumi, Safvan Bin Ümeyye Bin Halef El-Cimhi ve benzerleri için de geçerlidir.
Emeviler aleyhindeki suçlamaların halk arasında tutunup yayılmasında bir sebep de İkinci Emevi ailesinin kurucusu olan Mervan Bin Hakem'in tutum ve davranışlarıdır. Bu şahıs sonraları aniden sahneye çıkıp tanındı. Daha önce pek tanınmazdı. Çünkü Hz. Peygamber (sav) vefat ederken o daha sekiz yaşlarmdaydı. Hz. Osman döneminin son günlerinde adı duyulmaya başladı. Önemli meselelerde katkısı oldu. Hz. Osman O'na güvenir, önemli hizmetlerde kendisine itimat ederdi. Bunu tarihçiler böyle ileri sürüyor. Asiler Hz. Osman'a baş kaldırdıkları sırada O'nu cansiperane bir şekilde savundu. Cemel Olayı'nda bulundu. O kadar çok yaralandı ki nihayet kadınların bulunduğu geri hizmet çadırlarından birine alınarak tedavi edildi.
Emeviler aleyhindeki propagandaların tutunmasının bir sebebi de Hz. Ali'nin, küçüklüğünden beri ve İslama çağrının başlamasından itibaren Hz. Peygamber (sav) ile omuz omuza girdiği savaşlarla, müşriklere ve yahudilere karşı Bedir, Uhud, Hendek, Hayber ve Huneyn'de verdiği büyük emekler, değerli hizmetler ve kahramanca mücadelelerle insanların zihninde canlandırdığı parlak tablodur. Aslında Hz. Ali buna lâyıktı. Çünkü o savaş meydanlarının eşsiz bir kahramanıydı. Vaktiyle yıldızı parlakken Hz. Peygamber (sav)'in vefatı ve Halifeler Devrinin başlamasıyla birlikte sesi artık eskisi gibi duyulmamaya başladı. Tabiatiyle bu geçiciydi ve gerçek bir unutulma değildi. Çünkü Halife Ömer'in isteği üzerine Hz. Ali'nin katılmadığı fetih hareketlerinin üzerinde dikkatler yoğunlaşmıştı. Kimse artık O'nu pek sahnede görmüyordu.
Bilindiği üzere Hz. Ömer sahabilerin ileri gelenlerini Medine'den dışarı çıkarmıyor, onları yanıbaşmdan ayırmak istemiyordu. Daima onların görüşlerini alıyor, fikirlerinden istifade etmeye çalışıyordu. Onların Hz. Peygamber (sav)'le birlikte verdikleri cihadı hizmet olarak yeterli buluyordu. Bu sırada da Fatihlerin yıldızı parlamıştı. Medine'nin içinde ise Halife'den başka adı Ön plana çıkan yoktu. Haddizatında Hz. Ali'nin mevkii daima saygınlığını ve ehemmiyetini korumuştu. Nitekim İrtidad (gericilik ve dinden dönme) hareketlen sırasındaki o karanlık günlerde Hz. Ebu Bekir'in yanında yerini aldı. Keza Hz. Ömer'e daima yardımcı oldu. O'nun müşaviri ve ayrıldıkça Medine'deki naibiydi. Hukuki meseleler ondan sorulur, davalar O'na havale edilirdi. Hz. Osman'a da çok yardımcı olmuştu. O da Hz. Ali'ye önemli meselelerde danışırdı. Bazıları, hilafetin baştan beri Hz. Ali'nin üzerinden adeta kaydırıldığını ileri sürmektedirler. Bunlara göre halkın gönlü O'na ve başarılarına bağlanmıştı. Dolayısıyla bazı kimseler O'nun hilafet için herkesten daha layık ve öncelikli olduğu görüşündeydiler. Gerekçeleri ise O'nun Hz. Peygamber (sav)'e olan yakınlığı, yani; damadı olması, (Peygamber'in çok sevdiği torunları) Hasan ve Hüseyin kardeşlerin babası olmasıydı. Öyle anlaşılıyor ki bunlara göre de Hilafet akrabadan akrabaya intikal eden bir veraset gibiydi. Halbuki Emeviler'e Abbasi'lere ve sonrakilere karşı yapılan en büyük itiraz onların, İslamın şûra nizamını kaldırıp yerine krallık düzenini getirmelerine ilişkindir. Bu düşüncede olanlar Hz. Ali'nin asla hilafeti istemediği noktasına da hiç bakmıyor, işin bu yanma önem vermiyorlar. Bu husus ise Hz. Ali'nin bir konuşmasından açıkça anlaşılmaktadır. Şöyle diyor:
"Kuru daneyi toprakta çatlatıp ona can vererek yeşerten ve rüzgarı ilahi nizamıyla estiren Allah'a yemin ederim ki eğer (bu işe) ehil olan kimse burada hazır olmasaydı, hakka destek verecek kimsenin de varlığına dair delil bulunmasaydı ve de zalimin azgınlığına, mazlumun da aç bırakılmasına karşı susmayacaklarına dair, Allah Teala, bilginlerden eğer söz almamış olsaydı bu işin ipini bırakacak, hayatımın ilk gününde hangi tasla su içmiş isem son günümde de aynısıyla suyumu yudumlayacaktım. Nihayet, şu dünyanızın (bütün servet, saltanat ve alayişiyle) gözümde bir keçinin fırlatıp attığı sümük kadar bile bir değer taşımadığını görecektiniz."
Hz. Peygamber (sav) vefat ettiği sırada Hz. Ali henüz gençti, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman ise yaşlanmışlardı. Arapların Hz. Ali'yi bir kenara bırakarak onları öne geçirmelerinde, devlet başkanlığı için onları tercih etmelerinde, yaşça daha büyük olmalarının tesiri vardır. Keza toplum O'nun, düşmanlarından önce bizzat tarafdarlarmın inadından neler çektiğini bir türlü takdir edemedi. Sözde bu dostları ve taraftarları en zor günlerinde O'na itaat etmekten en uzak kimseler oldular. Halbuki bunlar vaktiyle kendisini çok sevdiklerini, öğütlerine bağlı olduklarım ileri sürüyorlardı. İtaatsizlikleri o dereceye vardı ki Hz, Ali konuşmalarında:
"Fakat, emirlerine itaat edilmeyen bir başkanın ortaya koyabileceği hiç bir görüş yoktur" sözünü sık sık tekrar eder oldu. Bu durum öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali artık onlardan bıktı onlarla birlikte yaşamaktan usandı ve onlardan ayrılmak istedi. Bu usanç içinde şöyle dua ederdi:
"Allahım! Ben artık bu adamlardan bıktım, onlar da benden bıkmış bulunuyorlar. Onlardan bana nefret geldi, onlar da benden nefret ediyorlar. Allahım! Onların yerine bana daha hayırlı arkadaşlar nasip et, onlara ise benden daha kötüsünü ver."
Hz. Ali'nin kendisi, tarafdarlarından nasıl bir muamele gör-düyse -Ne yazık ki- O'nu sevdiklerini, Ehl-i Beyt'e bağlı olduklarını iddia eden bu insanlardan, çocukları da aynı muameleyi gördüler. Sözde bu tarafdarlar, Hz. Ali düşmanlarının yaptıklarını kendi tavırlarıyla daha da pekiştirdiler. Ellerinden çektiği belaları da sonunda unuttular. Fakat her halükarda Hz. Ali'nin gerek dostlarından gerekse düşmanlarından çektikleri, başına gelen felaketler ve ahde vefasızlıklar, gerçek müslümanlarm O'na daha çok meyletmelerine, O'na karşı zaten mevcud olan eski sevgi ve bağlılıklarına ilaveten O'nu daha çok sevmelerine yol açtı ki Hz. Ali esasen buna ziyadesiyle layıktır. Çünkü hiç şüphesiz ki O, Hilafet makamına seçildiği gün devrinin en üstün bir şahsiyeti idi.
Ümeyyeoğulları aleyhindeki dedikoduların yayılmasına, üçüncü Halife Hz. Osman devrinde, yahudüer ve Özellikle Yahudi Abdullah Bin Sebe'in başlatıp Hıristiyanların ve Mecusüerin yardımıyla alevlendirdikleri fitnelerin de büyük rolü olmuştur. Bu fitneler Hz. Ali devrinde söndürülemeyince bu durum O'nun için -haksız yere- beceriksizlik olarak vasıflandırılırken, Hz. Osman'ın da müslümanlara karşı şiddet kullanmadığı, kimseyi incitmek istemediği şeklinde yorumlanmıştır. Halbuki Hz. Osman'ın tayin ettiği valiler, fitnecilere karşı şiddete baş vurdukları içindir ki, düşmanlarının sahip oldukları kanıtlardan biri de bu oldu. Onlara karşı hamleye geçtiler ve şiddet tarafdarı zalimler olarak onları damgaladılar. Tabi ki bu valiler de Hz. Osman gibi Emevi ailesinden geldikleri için Hz. Osman'ı yakınlarına iltimas yaptığı gerekçesiyle suçluyorlardı. Nihayet bütün bu hadiselerin ceremesini de Hz. Osman çekti. Ne ilginç bir tecelli-i ilahidir ki insanlara karşı hoşgörülü davranıldığı zaman beceriksiz, güçlü göründüğü zaman da zalim, insafsız diye damgalarlar! Peki insanların tercih ettiği tip nasıl olmalıdır acaba?
Bir zaman gledi ki Hz. Osman'a sanki Hulefa-i Raşidin'den biri değilmiş gibi bakılmaya başlandı. O'nun Hz. Peygamber (sav)'le olan akrabalığı, Hudeybiye Günü tüm zor saatlerde ve halifeliğinin ilk günlerinde İslam davası uğrunda malıyla canıyla gösterdiği tüm fedakarlıklar, halifeliğinin ilk yıllarında müslümanlarm ulaştığı refah ve bolluk, O'nun servetini müslümanlara nasıl dağıttığı, arazilerinden onları nasıl istifade ettirdiği, bir anda unutuluverdi. Bütün bu emek,, iyilik ve fedakârlıkları kimse hatırlamaz oldu. Ki Hz. Osman fitnenin meydana geldiği ve ortalığın karıştığı gün hariç hiç bir zaman bu yaptıklarını anlatmamıştır.
Ümeyyeoğulları'mn kusurlarını ortaya çıkarıp yaymaya sebep olan faktörlerden biri de Hz. Ali ile Muaviye arasında cereyan eden olaylardır. Aslında ikisi de îslam toplumunun lehinde ve onların menfaati doğrultusunda içtihad etmiş, -Biz meşru halifenin Hz. Ali olduğuna kanaat getirmiş bulunsak dahi- ikisi de doğru yolda yürümek üzere tahminlerde bulunmuşlardır. Esasen yalnız ve yal-nız Halife'nin yetkisi içinde olan bir meselede Valinin halifeye muarız olması ve o meseleyi kendisine maletmesi hiç de doğru değildir. Fakat Medine-i Münevvere'ye musallat olmuş fitnecilerin çıkardığı karışık durum Muaviye'ye meseleyi daha başka bir suret içinde gösterdi. Buna rağmen Hz. Ali'nin tarafdarları veya (gerçek anlamda O'nu desteklemedikleri halde) böyle görünenler, Muavi-ye'nin sahip olduğu faziletlerin tümünden O'nu soyutluyor, O'nun Hz. Peygamber (sav)'le olan beraberliğini, O'nun vahiy katiplerinden biri olduğunu, O'nun fetihlerini ve -ilerideki sayfalarda da dile getireceğimiz gibi- Hz. Ali'ye karşı olan saygı ve takdirlerini görmemezlikten geldiler. Sözde Muaviye'nin Hz. Ali'yi (haşa!) lanetlediğini O'nu aşağıladığını ileri sürdüler ki hiç bir mümin bunu kabul edemez, hiç bir müslüman bunu doğruîayamaz [5]
Keza bu şayiaların halk arasında tutunmasına sebep olan hadiselerden biri de Emevi saltanatı döneminde Ehl-i Beyt'in uğradığı felaketlerdir. Özellikle Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hüseyin'in kardeşlerinden ve çocuklarından çoğunun şehid edildikleri Kerbela Ola-yı'nm bunda etkisi çok büyüktür. Hz. Hüseyin gerçekte o gün ümmetin en faziletlisi en üstünüydü. Ancak O merkezi idareye karşı baş kaldırmasında -her ne kadar- müctehid idiyse de, her ne kadar en doğrusunu yaptığı kanaatinde idiyse de şeriat bakımından O'nu haklı çıkaracak hiç bir delil mevcut değildir. Keza siyasi, askeri ve sosyal bakımlarından da O'nun bu tavır va davranışı doğru değildi. Bir kere beraberinde bulunan kalabalık, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere yüz kişiyi bile bulmuyordu. Üstelik bu kalabalık anarşinin kol gezdiği bir bölgeye gidiyor ve buradan, karakteri idaresi ve otoritesi zayıf Krala karşı cihad bayrağım açarak İslam nizamını daha sağlam ve daha doğru bir şekilde tatbik etmek üzere silahlı mücadeleye teşebbüs ediyordu. Hem sonra bu topluluk, Emevi tahtının topluma güçlü bir şekilde hakim durumda bulunan ve gerek bu küçük cemaate gerekse tarafdarlarına karşı son derece acımasız olan valisine karşı silahla mücadele edebileceğine in anıyordu. [6]
Emevi askerlerinin, hatta valilerinden birinin bu kanlı olayda işlediklerine dikkat ediyoruz da Hz. Hüseyin'i tahrik ederek bu hadisenin içine sürükledikten sonra en zor saatte O'nu ortada bırakan yapayalnız bırakarak kaçan, üstelik Hz. Hüseyin'in elçisi olan amcası oğlu Müslim Bin Ukayl'ı düşmanlarına teslim eden, bununla da kalmayıp Hz. Hüseyin'e karşı savaşan Emevi askerlerinin saflarına geçerek bizzat ona silah çeken ve şehid edildiği sırada O'nu seyredenlerden niçin hiç bahsetmiyoruz! Hz. Hüseyin'in esas katilleri bunlar değil mi? Nitekim bu da gösteriyor ki bu olayın yaygın kanaate göre işlenmesini temin edenler bu faciaya sebep olanların bizzat kendileridir. Düşmanlarının yaptıklarını yazdılar, kendi elleriyle işlediklerini ise bunun dışında bıraktılar. Hz. Hüseyin'e karşı yaptıkları hıyanetleri, düşmanlarının saflarına geçerek O'na karşı silah çekmelerini, O'na ve aile halkına karşı işlenen cinayetlere karışmalarını hiç de söz konusu etmediler. Kerbe-la Faciasına ilaveten Hicret'in 122'nci yılında ve Halife Hişam Bin Abdilmelik döneminde Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd Bin Ali'nin giriştiği harekat sırasında, O'nu yakalayıp hasımlarına teslim edenler, vaktiyle dedesine bu muameleyi yapanların, yani buradaki halkın yine bizzat kendisiydi. Yine bu adamlar Zeyd Bin Ali'yi tahrik etmiş, O'nu idareye karşı baş kaldırmaya davet etmişlerdi. Ne varki harekete geçince de etrafından uzaklaştılar. O'nunla beraber olmayı Rafz ettiler. (Yani reddettiler.) Bu sebeple de o gün bu gün bu adamlara Rafızî1 [7] denildi. [8]
Bütün bunlara rağmen bu yörenin halkı hiç bir zaman sözlerine sadık kalmadılar, doğru düşünmediler. Karıştıkları ve işledikleri her olaydan sonra sözde tövbe ettiler ama hiç bir zaman da tövbelerini tutmadılar. Daha çok önceleri Hz. Ali'ye karşı çıkanlar da bunlardı. Arzu etmediği şeye karşı daima O'nu azmettirmeye çalışırlardı. Ta ki onlardan bıkıp usandı. O'ndan sonra da Hz. Hasan'a destek vaad edip peşinden kendisini yalnız bıraktılar. Bu sebepledir ki sonunda Muaviye'ye bey'at etmeyi daha uygun gördü. Ama bu sefer O'nu kınamaya, ayıplamaya başladılar. Bu Rafızîler eğer samimi idiyseler, imamlarının bizzat yeni halife'ye bey'at ettikleri halde kendileri neden bey'at etmiyorlardı.
"İmamlarımız masumdur, yanılmazlar" diye inandıklarına göre neden onların yaptıklarına uymuyorlardı?
Neden Hz. Hüseyin'i ve Zeyd Bin Ali'yi Emevi İdaresine karş baş kaldırmaya azmettirdikten sonra O'nları desteklemediler. O'nları yapayalnız bıraktılar?
Elimizdeki tarih kitaplarını incelediğimizde görüyoruz ki Ha-ricîler'in uğradığı katliamlar, Ehl-i Beyt'in [9] maruz kaldığı felaketlerden daha çoktur. Bununla beraber Hariciler'e karşı verilen savaşlar, devletin içinde bulunduğu şartların bir gereği olarak gösterilmektedir. Nitekim Devlet haklıydı. Ama Ehl-i Beyt, mevcut nizamın karşısında ayaklanınca bu kez de "Başkaldıranlar haklı, devletse zalimdir, şeriatı tatbik etmekten uzaklaşmıştır" demeye başladılar!
Bu nasıl iştir ki devlet bir zümreye karşı adil olur da başka bir zümreye karşı zulmeder?
Nasıl olur bir zümre için şeriatı uygular da başka bir zümre içinse aykırı davranır?
Üstelik Hariciler, kim ehilse Onun halife seçilmesini ve İslam şeriatının uygulanmasını istiyorlardı. Tabi, aynı görüşte olmadık^ lan müslümanlara küfür damgası basmak, günah işleyenlerin cehennemde ebediyen yanacaklarına inanmak gibi birtakım aykırı inanç ve düşünceleri olmakla beraber esas maksatları demin değinildiği gibi ehil olanın halife seçilmesi ve İslam şeriatının noksansız tatbik edilmesiydi. Şiilere gelince bunlar idarenin, babadan oğula geçecek şekilde Ehl-i Beyt'e teslim edilmesini istiyorlardı. Halbuki Ehl-i Beyt'in dışında da verasetle geçen sülale idaresine karşı çıkıyorlar. İşte bu gerçekler, suçu ihbar eden parmağın belli bir yönü gösterdiğini kanıtlamaktadır ki esasen bu yönün, tarihe olayların yanlış geçmesinde böylece yayılmasında ve insanların çoğunun bunlara gerçekmiş gibi inanmasında büyük rolü olmuştur.
Hz. Ali'nin şehid edilmesinden sonra.O'na sıkıca bağlı olanların O'nu destekleyenlerin uğradıkları akıbetler de yine Emeviler aleyhindeki propagandaların yayılmasına ve tutunmasına yardım etmiştir. Hz. Ali'nin taraftarlarından bir çoğu çeşitli şekilde katledildiler. Bunların başında Hucr Bin Adiyy gelmektedir. Bu zat, Şam'ın 25 kilometre kuzeydoğusuna düşen Murc-i Azra mevkiinde öldürüldü. Bu hadiseyle ilgili çeşitli rivayetler vardır. Bu konuda Muaviye de suçlanmıştır [10]
Kûfa, Basra ve civarına, Emevi idaresine karşı boyun eğdiren Ziyad Bin Ebih ve O'nun yolunu izleyen oğlu Ubeyduüah ile Hac-cac Bin Yusuf Es-Sakafî gibi sert yönetimleriyle tanınmış valilerin halka uyguladıkları baskı yüzünden de Emeviler kötü ünlenmiş-lerdir. Bu valilerin, özellikle Haccac'ın giriştikleri terör, darbımesellere konu olmuştur. Fakat bu adamların hangi bölgeye vali olarak atandıklarına bakılırsa neden bu tiplerin seçildiği hemen anlaşılır. Bunlar yalnızca Irak bölgesinin valileriydiler. Çünkü bu bölgede anarşi ve kaynaşmalar yaygındı. Bunlara hoşgörülü bir yönetici tayin edilince hemen baş kaldırıp O'nu çiğnerlerdi/ [11] Buna mukabil sert biri tayin edildi mi O'na boyun eğer, hemen hizaya gelirlerdi. Bunun üzerine ortalık yatışır, işler de yoluna girerdi. Onun için buraya tayin edilen valinin, behemehal halka karşı şiddetle muamele etmesi onları disiplin içinde idare etmesi gerekirdi. Ancak bu şekilde davrandığı takdirde otorite tesis edebilir, görevinde kalması mümkün olabilirdi. Ne varki arzu edilen bu olmakla beraber, bu şekilde davranan idarecilerin aleyhinde de bu kez zalim, gaddar ve acımasız olduğu yolunda dedikodular yayarlardı. Esasen bu bölgede fitne çıkaranların, ortalığı karıştıranların yüzünden halkın zulme uğradığı hiç de hatırlanmazdı.
Emeviler'in Irak'a tayin ettikleri valilerden Ziyad Bin Ebih görevi alınca sıkı bir disiplin uyguladı. Bunun üzerine ortalık yatıştı. Güvenlik temin edildi. Ziyad görevim teslim aldığı sırada Irak halkına ve özellikle Basra'lılara hitaben bir konuşma yaptı. Bu meşhur konuşmasının bazı bölümlerinde şöyle diyordu:
"Görüyorum ki bu ümmet başta ne ile ıslah olmuş (ne ile hidayet bulmuş) ise sonunda da yine onunla ancak ıslah olabilir (onunla doğru yolu bulabilir.) Benim idaremde zaaf değil, yumuşaklık, baskı ve zulüm değil, disiplin vardır. Allah'a yemin ederim ki yakının yakınına, yerleşik bulunanın yolcuya, gelenin gidene, sağlamın hastaya yapacağı haksızlık ve zorbalığın acı cezasını, faillerine çektireceğim! Ta ki ya biriniz diğerine rastladığı zaman:
'Ey Saad! Aman Said'i hiç sorma, O öldü, sen kendi başının çaresine bak' diyecektir. Veya sonunda hepiniz bana karşı boyun eğer hale geleceksiniz.
Kürsüde (halka karşı) söylenecek yalan meşhur olur. Eğer benim bir yalanımı yakalayacak olursanız bana karşı gelmek size helal olsun. Eğer benden bir yalan duyacak olursanız beni ondan dolayı ayıplayınız ve biliniz ki daha başka yalanlarım da vardır. Bakınız, içinizden kimin gece vakti güvenliğine (malına ve canına bir zarar) bir tecavüz vuku bulursa sorumlusu benim. Gece vakti insanların güvenliğine kasdedenleri mutlak surette bana getirin. İnsanları gece vakti rahatsız edip de kim bana getirilecek olursa mutlak surette kanını dökerim. Bu konuda ihbarın Kûfe'ye ulaştırılıp bana bildirilmesine kadar ancak size süre tanıyorum.
Sakın içinizden biriniz cahiliyet davasıyla (Küfür, şirk, batıl inanış gibi suçlarla) karşıma getirilmesin. Bu gibi şeylere tevessül edenin mutlak surette dilini keserim. Biliyorsunuz ki hiç olmadık şeyler işleyip icad ettiniz. Biz de her çeşit suç için bir ceza koymuş bulunuyoruz. Kim insanları suda boğarsa biz de onu boğarız. Kim yangın çıkarıp insanları yakarsa biz de onu yakarız. Kim delik açıp bir eve girecek olursa biz de onun kalbini deleriz. Kim bir mezar açacak olursa onu diri diri gömeriz. Onun için ellerinizi ve dillerinizi benden koruyun ki ben de elimi ve cezamı sizden men edeyim. Genelin kabul ettiği bir şeye kim ters düşecek olursa hemen boynunu vururum."
Benimle bazı kimseler arasında birtakım hoşnutsuzluklar vardı. Ben bu meseleleri artık kulağımın ardına ve ayaklarımın altına almış bulunuyorum. İçinizden kimin gidişatı iyi ise daha da iyi olmaya çalışsın, kimin de kötü ise artık vazgeçsin. Bilsem ki içinizden biri bana karşı duyduğu kin ve nefretten dolayı verem olup ölmüş, içyüzü ortaya çıkıncaya kadar onun asla sırrını ortaya açmayacağım, onu rezil etmeyeceğim. Şimdi artık işlerinize yeniden başlayın ve nefislerinize karşı kendinize yardımcı olunuz. Bizim bu göreve gelmemizle ümitsizliğe kapılmış nice kimseler vardır ki yakın gelecekte (fikirlerini değiştirip) sevineceklerdir. Buna mukabil gelişimizle nice ümitvar olan kimseler vardır ki onlar da bu ümitlerini kaybedeceklerdir. Ey ahali! Bakınız, bugün başınıza idareci olmuş bulunuyoruz. Sizi korumaya çalışacağız. Allah'ın bize ihsan buyurduğu otorite ile sizi idare etmeye ve bize verdiği selahiyetle sizi korumaya çalışacağız. Öngördüğümüz hususlarda sözlerimizi dinlemek ve itaat etmek durumundasınız. Biz de size karşı adaletle muamele etmek mecburiyetindeyiz. O halde adaletimize uyunuz ve öğütlerimizi dinleyerek izimizde yürüyünüz. Şunu da bilmiş olunuz ki neyi ihmal edersem edeyim ama üç şeyi ihmal etmem:
Bir sorunu için biri bana gece bile gelse ondan saklanmam,
Birinin hak ettiği bir rızkı (maaş, ücret, istihkak, pay vs.) vaktinden sonraya bırakıp geciktirmem.
Askeri de zamanı gelince serhadlerden cephelerden ailesine dönmesini engellemem.
Size tavsiyem şudur: Misafirlerinizin (idarecileriniz) ıslahı için dua ediniz. Onlar sizin nizam ve intizamınızı temin eden yöneticileriniz, zor anlarda baş vuracağınız sığmaklarınızdırlar. Siz ıslah olursanız onlar da olurlar. Sakın onlara karşı kin beslemeyiniz. Onların da sizlere karşı kinleri alevlenmiş olur ki bunun neticesi olarak siz devamlı üzülürsünüz. Hüznünüz devam eder gider, üstelik maksadınıza da ulaşamazsınız. Bununla beraber eğer yöneticileriniz size baş eğecek olurlarsa bu da sizin için kötülük olur.
Allah'ın herkese her meşru işinde yardım etmesini dilerim. Bizi, bir kararı tatbik ederken görürseniz onu kolaylaştırmamıza yardım ediniz. Allah'a yemin ederim ki içimizde yere sereceğim çok adamlar da vardır. O halde leşini yere sereceğim biri olmaktan korununuz." [12]
Ziyad, Emevî idaresini güçlendiren ve Muaviye'nin otoritesini ayakta tutan yöneticilerin ilkiydi. Halkı idareye karşı boyun eğmeye mecbur etti. Şiddet kullanmakta ileri gitti, kılıcı kınından çıkarmıştı. Zan ve şüpheyle insanları cezalandırıyordu. Halk O'ndan öyle korkmuştu ki birinden bir mal bir para düşse, sahibi tekrar gelip onu düşürdüğü yerde buluncaya kadar kimse o şeye dokunamaz, dokunmaya cesaret edemezdi. Bir kadıncağız kapısım.kitlemeden evinde rahatça uyuyabilirdi. Emsali görülmemiş bir siyaset izledi. Halk, daha önce kimseden korkmadıgı kadar O'ndan korkardı. O da halka bolluk getirdi, servet dağıttı ve Rızık kentini inşa etti.
Emeviler'in Irak'a tayin ettikleri valilerden Haccac da Küfeye varınca camiin minberinden halka şöyle hitap etmişti: [13]
"Ünüm var, insanların, sökerim dişlerini, Çıkarayım kavuğu da gözünüz görsün beni!"
Ey Irak Halkı! Allah'a yemin ederim ki kötülüğü hak edene kötülük yapacağım. Kim ne suç işlerse onu aynısıyla cezalandıracağım. Hem sonra şunu da söyliyeyim:
"Ben aranızda öyle kelleler görüyorum ki artık olgunlaşmış ve devşirilmelerinin neredeyse zamanı gelmiş bulunmaktadır. Sarıklarla sakallar arasından dökülecek kanları sanki şimdiden görür gibi oluyorum."
"Paçasını sıvamış,
Yayın teli de gergin;
Deve kemiği gibi, hatta daha da çok sert.
Gerekli olmayan şey, bugün artık gerekli...
Şimdi gayret zamanı,
Ey davarlar toplanın!
İnsafsız bir güdenle, gece sizi kuşatmış,
Aslında O ne deve ne de Koyun çobanı,
Ne de kütük üstünde et doğrayan bir kasap,
Gece sizi kuşatmış, hamarat bir güdenle;
Öyle ki develerin gece yürüyüşünden,
Daha çok ürpertici.
O bir bedevi değil, aslında o bir göçmen,
Tabi ki alemi yok kızmamın anarşiden,
Çünkü gerçekte beni,
-İplerini koparmış bir deve sürüsüdür-
Buraya, bu diyara, uzaklardan getiren.
Allah'a and olsun ki ey Irak halkı! Beni kurumuş tulum şakır-tısıyla ürkütemezsiniz. Ben sahip olduğum, keskin zeka sebebiyle en büyük hedefi gerçekleştirmek için buraya gönderilmiş bulunuyorum. Emir'ül-Mü'minin Abdülmelik Hazretleri oklarını önüne döküp onları teker teker sınadı, aralarından en sert olarak beni seçip başınıza idareci diye buraya gönderdi. Şu bir gerçek ki; uzun zamandır kendinizi fitneye kaptırdınız ve fenalık için çeşitli yollar icad ettiniz. Fakat Allah'a yemin olsun ki ağacın lifleri nasıl sökülüp çıkarıhyorsa sizin de liflerinizi öylece söküp çıkaracağım. Dallar nasıl budanıyorsa sizi de öyle budayacağım. Sürüden kaçan deveye nasıl dayak atıhyorsa sizi de aynen öyle cezalandıracağım. Allah'a yemin ederim ki "Yapacağım" dediğim şeyi mutlaka yaparım. Gücüm yetip de yapmayacağım hiç bir şey yoktur. Yönetim aleyhtarı toplulukları ve sağda solda konuşulanları (dedikodulan) muhakkak bana bildirin. Böyle hadiselere karışmak sizin neyinize?
Allah'a yemin olsun ki, ya yola gelirsiniz, ya da her birinizin vücudunda sizi uğraştıracak bir şey bırakırım, (her birinizin başına bir dert açarım.) Üçüncü kez ağzını bozana, dil uzatana rastlarsam kanını döker, evini yağma ettiririm [14]
Evet, Ziyad Bin Ebih'den sonra biraz zayıflayan Emevi idaresi Haccac'm işte bu şiddete dayanan siyasetiyle ancak yeniden güçlendi. Bu baskı olmasaydı belki bu bölge istikrar bulamazdı, anarşi her tarafa yayılırdı. Müslümanlar da bir daha fetih hareketlerini yeniden başlatamazlardı. Yine eğer bir bakıma ve her şeye rağmen bu valilerin baskı idaresi sayesinde içeride güvenlik sağlanmasay-dı Emeviler zamanında İslam dini de yayılamayacaktı. Halbuki Haccac döneminde birkaç yönde fetihler gerçekleştirildi. Muham-med Bin Kasım Es-Sakafî'yi Sind bölgesine ve Kuteybe Bin Müslim El-Bahilî'yi de Maveraünnehr taraflarına gönderen Hac-cac'dır ki Hz. Ömer'in dönemi hariç bu asırda İslamın en çok yayıldığı günler işte bu sıralardır. [15]
Evet Haccac'ın, Said Bin Cübeyir gibi ilim ehlinden ve Tabiiler [16] 'in en büyüklerinden birini katlettiği doğrudur. Fakat Said Bin Cübeyr de, neredeyse devleti darmadağın edecek olan İbn'ül-Eş'as hareketine katılmıştı. Bu hareket yüzünden fitne fırtınaları İslam devletinin üzerinde esip duruyordu. [17]
Emeviler'in kötü ünlenmelerinin bir sebebi de Muaviye'nin oğlu Yezid döneminde ve Hicri 63 yılında cereyan eden El-Harra (Medine'nin basılması) olayıdır.
Müslim Bin Ukba El-Murrî komutasındaki bir Emevi ordusu Medine'ye girerek 3 gün boyunca halkın ırzına ve canına tecavüz etti, sonra da (Müstakil olarak Mekke'yi idare eden) Abdullah Bin Zübeyr'i kuşatmak için Mekke'ye yön tuttu. Fakat yolda bu adam öldü. O'nun yerine komutayı El-Husayn Bin Numeyr teslim alarak Mekke'yi kuşattı. Ancak bu sırada da Yezid'in ölüm haberi gelince kuşatmayı kaldırarak geri döndü. [18]
Sonraları Emeviler'in Suriye'de otoriteleri güçlenince bu kez Haccac Bin Yusuf Es-Sakafî komutasında ikinci bir Emevi ordusu gelerek Mekke'yi kuşattı. Şehre hakim tepelerden Kabe mancınıklarla dövülerek tahrip edildi. Haccac, Abdullah Bin Zübeyr'i öldürerek Beyt'ül-Haram'a girdi. Faziletlere sahip Abdullah Bin Zü-beyr gibi müstesna bir şahsiyetin katledilmesi ve Harem-i Şerifin, Kabe gibi mukaddes bir mekanın çiğnenmesi müslümanlan fevkalade incitmiştir. Bu kadar korkunç bir olay ne ilginçtir ki Kerbe-la faciasının yanında müslümanlarm üzerindeki etkisi bakımından ikinci planda kalmıştır. Bu iki olaydan her biri İslam tarihinin bu zaman kesiti içinde cereyan eden hadiselerin esasen hangi düşünceye sahip eller tarafından kaleme alındığını göstermektedir. [19]
Aslında Emeviler'in düşmanları, onların döneminde meydana gelen bu olayları kullanıp onlardan önce meydana gelmiş hadiselerden de faydalanmaya çalışarak tarihi genel manada çarpıtmışlar dır.
İşte tarihi çarpıtan bu insanlar, Emeviler'e karşı (propaganda-larıyla) öyle korkunç saldırılarda bulunmuşlardır ki onları îslam dışı saymışlardır. Hücumları halifelere, o devrin valilerine ve Emevi tarafdarlarma karşıydı. Bu hücumlardan sahabiler de kurtulmamışlardır. Hatta Hz. Ali'nin taraftarları bile bu saldırılara hedef olmuşlardır. Mesela Ebu Musa EI-Eş'ari gibi yumuşak bir tutum izlemiş bulunan Hz. Ali taraftarları dahi bunların saldırılarına uğramışlardır. Bunlar Hulefa-i Raşidin'den ilk üçünün sözde Hz. Ali'ye karşı aralarında sözbirliği etmiş bulunduklarım, Hilafet makamını ondan uzak tutmaya çalıştıklarını ileri sürmüş, dolayısıyla, bu zevat da iftiracıların zehirli sözlerine hedef olmuşlardır. Bunlar Hu-İefa-i Raşidin hakkında, onların can düşmanlarının bile söylemediklerini söylemişlerdir. Bunlar anarşiyi körükleyen, hatta El-Eşter En-Nah'i gibi fitnenin başını çeken birini, sırf Hz. Ali'yi desteklediği, bir ara O'nunla omuz omuza mücadele verdiği için, övmüş göklere çıkarmışlardır.
Bu adamlar, dikkatleri Ümeyyeoğulları'nm (Yani Emevilerin) daha müslüman olmadan önceki günleri üzerinde yoğunlaştırmaya çalışmışlardır. İslamm daha başlangıcından beri bu ailenin müslüman olmuş bulunan Hz. Osman, Said Bin El-As, Halid Bin Said Bin El-As ve Amr Bin Said Bin El-As gibi çocukları bile bunların dilinden kurtulamamışlardır. Bunlar Emevi ailesinin büyüğüdür diye zehirlerini daima Ebu Süfyan Sahr Bin Harb üzerine döküp durdular. Onu küfrün başı diye saydılar. Evet daha önce öyleydi. Fakat müslüman olduktan sonra da O'nu yine müslüman saymadılar. O'nun pabuç pahalı olduğu için, kılıç korkusuyla İsla-mi kabul ettiğini ileri sürerek, buna da Hz. Peygamber (sav)'in kendisine ve çocuklarına ganimet dağıtmak suretiyle gönüllerini İslama ısındırmasını kanıt diye göstermeye çalıştılar. Tabii ki bu da doğrudur. Ancak kalbi İslama ısındıktan ve iyi bir gidişat kaydettikten sonra (ki Hz. Peygamber (sav) O'na bazı görevler vermiş, Hz. Ebu Bekir O'nu maliye hizmetleri için Yemen'e göndermiştir) yine de O'nu kötülemekten vazgeçmediler. O'nun Yermuk Savaşı sırasında gösterdiği yararlılığı, gözlerini kaybetmesini Hz. Osman devrinde 17 yıl âmâ olarak hayatım ibadetle geçirmesini ise hiç sözkonusu etmediler.
Tarihi çarpıtanlar, Hz. Osman'ın normal olmayan yollardan Hilafete geldiğini, sözde Hz. Ali'yi bu makama getirmemek için Abdurrahman Bin Avf'la birlikte bunu tezgahladığını, aynı zamanda O'nun Ümeyyeoğullan ailesine mensup yakınlarını kendine yaklaştırıp valiliklere ve yüksek makamlara getirdiğini, istedikleri şekilde davranmalarına göz yumduğunu, zayıf görüşlü olduğu için amcası oğlu Mervan Bin Hakem'in kuklası durumuna düştüğünü, bunun da nihayet bela ve fitnelere kaynaklık eden anarşiye yol açtığını ileri sürdüler.
îşin gerçek yüzüne bakılacak olursa liyakat sahibi bir çok sa-habi Hz. Osman döneminde, yönetimde görev almayı kabul etmiyorlardı. Tabi ki devlet otoritesi onları mecbur edemezdi. Bu sebepledir ki Hz. Osman, güvendiği yakınları arasından istenen yeterliliğe sahip olanları devlet kademelerinde görevlendiriyordu. Keza bazı yakınları O'na baş vurarak vazife istiyorlardı ki bu zevat hem Kureyş'e mensup ve herşeyden önce vaktiyle İslam ile müşerref olmuş, Rasulullah'ın sahabisi olma mazhariyetine ermiş kimselerdi. Hz. Osman'ın bunlara görev vermemesi için bir sebep yoktu. Ancak zaman zaman onları denetleyerek bir kusurlarım bulunca hemen kabahat işleyeni görevinden alıyor ve gerekirse onu cezalandırıyordu. O'nun vazifeden attığı nice akrabası vardır. Onları suçlu sayar, ancak sonraları iyi bir gidişat izlediklerini tes-bit edince yeniden kendilerine görev verirdi. Bu zevatın fetih faaliyetlerinde, cihad hizmetlerinde ve İslam davası uğrunda önemli rolleri olmuştur.
Bu tarih çarpıtıcıları, Muaviye'yi izzet ve ikbal peşinde bulunan bir bencil olarak suçladılar. O'nun, (akrabası olan) Hz. Osman'ın katillerini istemekte ısrar etmesinin, aslında arzu ettiği hedefe ulaşabilmek için başvurduğu bir siyasi manevradan başka bir şey olmadığı, açıkça şeriate aykırı olduğu halde bu gerekçe ile Ha-life'ye karşı baş kaldırdığı, istediği mevkii elde edince de daha düne kadar üzerinde şiddetle ısrar ettiği Hz. Osman'ın kanını unutu-verdiği şeklinde O'na suçlamalar yönelttiler.
Keza aleyhinde olan herkesin ölümünden veya Öldürülmesinden hep O'nu sorumlu gördüler. Halbuki ortalığa anarşi hakimdi ve her tarafta kaynaşmalar vardı, biri diğerinin kanma girmişti.
Mesela Hz. Ali Hariciler tarafından öldürüldü. Muaviye'nin bizzat kendisi bile onlar tarafından suikaste uğrayarak yaralandı. Keza Mısır Kadısı Harice öldürüldü. Suikasti düzenleyen O'nu Amr Bin EI-As zannetmişti. Eğer bu olaylar bu kadar açık şekilde tesbit edilmemiş olsaydı Hz. Ali'ye ve Amr Bin El-As'a karşı düzenlenen suikastlerden dolayı yine Muaviye suçlanacaktı. Yani her halükârda kimin katili ortaya çıkarılamıyor idiyse O'ndan Muaviye sorumlu tutuluyor, tanınmış şahsiyetlerden kim ölüyor idiyseO'na muhakkak Muaviye zehir yedirdi diye suçlanıyordu.
Nitekim, Hz. Hasan'a hanımı: El-Eş'as Bin Kays El-Kindi'nin kızı Cu'da aracılığıyla zehir yedirilerek öldürülmesinden yine Muaviye suçlu gösterildi. Muaviye bu kadına şöyle yazmıştı:
"Eğer Hasan'ı bir hileyle öldüreöilirsen, sana yüzbin dirhem para göndereceğim ve seni (oğlum) Yezid'le evlendireceğim."
Bu kadın vasıtasıyla Hz. Hasan'ı zehirlettiren o oldu. Nitekim Hz. Hasan vefat edince Muaviye kadına vadettiği parayı ödedi ve ayrıca kendisine şu haberi yolladı:
"Biz Yezid'in hayatı üzerinde çok titizlik gösteriyoruz. Bunu takdir etmelisin. Aksine seni O'nunla evlendirmek isterdik.[20]
Bu suçlamanın zayıf olduğu ortadadır. Hatta bu kaynağın bizzat kendisi bile rivayetin zayıf olduğunu göstermektedir. Kaynakta olay Hz. Hasan'ın diliyle şöyle nakledilmektedir.
"Bana birkaç defa zehir yedirilmiştir. Fakat hiç biri bu seferki kadar kötü tesir yapmadı. Midemden parçalar küsmüştüm. Elimdeki çöple karıştırıyordum. Kardeşim Hüseyin bana, 'Acaba kim sana bu zehiri içirdi dersin birader' diye sordu.
O'na "Öğrenip de ne yapacaksın? Eğer o, zannettiğim kimsey-se, hesabını O'ndan Allah sorsun, yok başkası ise birinin şüphe ile cezalandırılmasını istemiyorum." diye cevabını verdi. [21]
Bu konuşma Hz. Hasan'ın sadece zan ettiğini, bilakis kesin şekilde zehirleyen kimseyi suçlamadığım kanıtlamaktadır. Aynı zamanda bu zannı yürüten bir otorite sahibi de değildir ki gereğini icra edebilsin. Bunu ancak ilgili merci yapar ki Halife ve İmam Muaviye idi. O'nun cezayı tatbik ettirmesi gerekirdi. Hz. Hüseyin'e gelince devlet başkanı mevcutken o müdahale edemezdi.
Muaviye, El-Eşter En-Nah'i'nin öldürülmesinden dolayı da suçlanmıştır. Mes'udî bu olayı şu şekilde nakletmektedir:
Hz. Ali, El-Eşter'i Mısır'a vali tayin etmişti. O'nu bir askeri birliğin başında görevinin mahalline gönderdi. Muaviye bunu duyunca Mısır'ın Ariş bölgesinde bulunan bir eyalet başkanı ile temas kurarak Eşter'i zehirleyebildiği takdirde kendisinden 20 yıl vergi almayacağı vaadinde bulundu. O da bir yolunu bulup El-Eş-ter'in yiyeceğine zehir kattı. Olay şöyle cereyan etmişti: El-Eşter, Ariş'e varınca (Muaviye'ye bağlı bu Eyalet Reisi) sözde kendisine ikramda bulunmak üzere El-Eşter'in hangi yiyeceklerden hoşlandığım sordu. Kendisine, O'nun baldan hoşlandığım söylediler. O da gidip bir miktar bal getirerek El-Eşter'e balın faydalarını sayıp durdu. El-Eşter, o gün oruçluydu. Ancak adamın bu vasıflandırmaları karşısında dayanamayarak getirilen baldan yedi. Daha midesine yeni girmişti ki hemen oluverdi. Beraberinde bulunanlar, balı getiren şahısla adamlarının hakkından geldiler. Bu olayın, Kulzum'da (Kızıl Deniz kıyılarında) meydana geldiği de söylenmektedir. Ancak birincisi kanıtlanmıştır. Hz. Ali bu hadiseyi duyunca:
"Ellerinin ve ağzının günahını çekti (nefsine hakim olamadı)" diye konuştu. Muaviye ise:
"Allah'ın baldan da askerleri vardır" dedi.[22]
Muaviye'ye Hucr Bin Adiyy El-Kindi'nin öldürülmesi cinayeti de mal edilmektedir. Bu zat İslam tarihinde (fikrinden cayarak kurtulması mümkünken) direnerek öldürülen ilk şahsiyettir.
Muaviye'nin valilerinden Ziyad Bin Ebih, dokuzu Kûfe'li dördü de başka yerden olan arkadaşlarıyla birlikte O'nu alıp götürürken Şam'a 12 mil uzaklıktaki Marc-ı Azra'ya varınca, istihbarat görevlileri durumu Muaviye'ye bildirdiler. O da görevli olarak kör bir adamı gönderdi. Bu adam Hucr ve arkadaşlarına yaklaşınca aralarından biri:
"Eğer tahminim doğru çıkarsa grubumuzun yarısı öldürülecek, diğerleri ise kurtulacaklardır" diye bir söz etti. O'na, 'Böyle olacağını nereden biliyorsun?' diye sorunca, 'Yahu adamın bir gözünün kör olduğunu görmüyor musun?' dedi.
Bu kör cellat Hucr'a yaklaşınca O'na:
"Ey fitnenin başı! Ey küfür ve sapıklığın kaynağı! Ey Ebu Tu-rab'ın (Yani Hz. Ali'nin) yardakçısı! Emir'ül-Mü'minîn, senin ve arkadaşlarının canım almak üzere beni görevlendirmiş bulunmaktadır. Ancak küfrünüzden vazgeçer ve adamınıza (Hz. Ali'ye) lanet okur, O'nunla hiç bir ilişkiniz kalmadığına dair açıklama yapar (Teberri ederseniz) infazınız geri alınacaktır" dedi.
Hucr ve düşüncesini paylaşan arkadaşları bu adama:
"Yaptığın teklifi kabul edip de Allah'ın ve elçisinin huzuruna yüzü kara gitmek ve ateşe girmektense kılıcın acısına dayanmak bize daha kolay gelir" diye cevap verdiler. Ancak arkadaşlarının yarısı celladın teklifini kabul ettiler. Hucr idam edilmek üzere orta yere getirilince:
"Bana müsaade edin iki rekat namaz kılmak istiyorum" dedi. Verilen izin üzerine namazını uzatınca O'na:
"Ölümden korktuğun için namazını uzattın, değil mi?" diye sorulunca:
"Hayır, ben sırf namaz kılmak için ne zaman abdest aldıysam mutlaka namaz kıldım ve hiç bir zaman da bu kadar kısa namaz kılmış değilim. Ama her şeye rağmen nasıl olur da şuracıkta kazılmış bir mezar, sıyrılmış bir kılıç ve yayılmış bir kefen görür de ür-permem!"
Sonra öne yaklaştırılarak boğazlandı ve peşinden aynı fikirde olan diğer arkadaşları da idam edildiler.
Muaviye, Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman'm öldürülmesinden dolayı da suçlanmaktadır. Abdurrahman (son zamanlarda) ünlendiği Şam'da şöhret kazandığı, babasının bıraktığı izlenimler sayesinde halk tarafından rağbet gördüğü ve Bizans topraklarında uyandırdığı heybetiyle müslümanlara pek ihtiyaç duymadiği' sebeplerinden dolayı Muaviye'nin O'ndan korktuğu, bu yüzden İbni Esal adında (vergiye bağlanmış) bir Bizans şövalyesi aracılığıyla, O'nu hayatı boyunca vergiden muaf tutmaya karşılık zehirlettiği söylenmektedir.
Abdurrahman'ın bir ara Bizans topraklarından Homs'a dönüşü sırasında İbni Esal O'na kuleleriyle birlikte zehirli bir şerbet içirdi. Abdurrahman şerbeti içer içmez Homs'da öldü. Muaviye bunun üzerine İbni Esal'a vadettiklerini yerine getirerek O'nu vergiden muaf tuttu ve Homs Bölgesi haracını devlet adına toplamaya da memur etti.[23]
Muaviye, valilerinden Ziyad Bin Ebih'in, babası (Ebu Süf-yan'm) dölünden olduğunu iddia etmekle de suçlanmıştır. Yani babasının (bir çeşit) zina ettiğine şehadet etmişti. Hatta kendisi daha dünyada yokken bu olayın meydana geldiğine şahitlik etmiştir. Dinini çiğneme pahasına ve sırf Ziyad Bin Ebih'i yanma çekmek (bağlılığını kazanmak) için böyle yaptığı ileri sürülmektedir. Tarihçi Mes'udi bu olayı şöyle anlatmaktadır:
"Muaviye, Hicri 44 yılında Ziyad Bin Ebih'in, babası Ebu Süf-yan'ın sulbünden geldiğini ispat etmeyi aklına koyunca, Ziyad Bin Esma El-Harmâzi, Malik Bin Rabîa Es-Selûlî ve Zübeyr Bin Avam'in oğlu Münzir gelip bu olayın gerçek olduğuna dair yanında şehadette bulunarak şöyle dediler:
"Bizzat Ebu Süfyan, Ziyad Bin Ebih'in kendi oğlu olduğunu ileri sürerek, Hz. Ömer'in huzurunda Ziyad'dan söz açıldığı bir sırada Hz. Ali'ye hitaben manzum olarak şunları söyledi:
"Rastlamaktan korkmasam düşmanlardan birine Açıklardım sırrımı, yemin olsun ey Ali! Fakat bir belalının yakam düşer eline, diye açıklayamam başımdan geçen hali. Eskiden uzun yıllar gittim sakif iline Yavrum orada kaldı, aklımdaysa hayali"
Özellikle Ebu Meryem Es-Selûli'nin bu konuda şahitlik yapması O'nun bu yoldaki kanaatini daha da kuvvetlendirdi. Çünkü Ebu Meryem'in meselenin başlangıcı hakkında herkesten daha çok malumatı vardı! Sebebine gelince: Esasen cahiliyet devrinde Ebu Süfyan'la Ziyad'm annesi Sümeyye'yi bir araya getirip zina yapmalarını temin eden Ebu Meryem'di.
Sümeyye, bölgenin derebeyi Haris Bin Kelde'ye vergi veren sancak sahiplerinden biriydi. Taif'de şehrin dışında Fahişeler Mahallesi olarak bilinen ve fahişelerin faaliyet gösterdikleri bir semte bazen uğrardı,
Muaviye'nin bu iddiada bulunmasının sebebi şudur:
Ebu Ubeyde Muammer Bin Müsenna'nm anlattığına göre Hz. Ali Süheyl Bin Huneyf i İran'daki görevinden aldıktan sonra yerine Ziyad'ı tayin etmişti. Ziyad, bu bölgede halkı birbirine kırdırarak sonunda ortalığa hakim olabildi. Yerleşik yöreleri devamlı dolaşıp denetledi ta ki Pers topraklarında istikrarı tamamen sağla-yıncaya kadar. Sonra Hz. Ali O'nu İstahr'a vali tayin etti. Muaviye ise devamlı O'nu tehdit ediyordu. Sonra (Muaviye'nin adamlarından) Busr Bin Artaa O'nun Ubeydullah ve Salim adlarındaki iki oğlunu rehin alarak, Muaviye'nin emrine girmediği takdirde bu iki oğlunu öldüreceğine dair bir yazı gönderdi. Muaviye'de, ayrıca kendisine tabi olduğu takdirde O'nu görevinde bırakacağını vadeden bir yazı gönderdi. Bunun üzerine Ziyad, Muaviye'ye gitti, bir miktar para ve mücevherat karşılığında O'nunla barıştı. Bu kez Muaviye Ziyad'ı kendine veliaht seçmek istediyse de Ziyad bunu kabul etmedi. Henüz Muaviye'yi ziyaret etmeden önce vaktiyle Muğire Bin Şu'be O'na şöyle demişti:
- Ey Ziyad! Sen büyük ideali gerçekleştirmeye bak. Fuzuli işlerle uğraşma. Hilafet makamına Ali Oğlu Hasan'dan başka layık biri bulunmadığı halde O bile Muaviye'ye bey^at etti. Onun için kesin kararını vermeden iyice düşün. Bunun üzerine Ziyad O'na:
- Peki öyleyse bana bir akıl ver, nasıl davranayım, deyince Muğira:
- Soyunu O'nun soyuyla birleştirir, ipini O'nun ipine bağlarsın, halk da artık kulaklarını sana karşı tıkar, bu iş oluverir, diye öğütledi. Ziyad o an için Muğira'ya:
- Ey Şa'be'nin oğlu ye sermeyeceği toprağa bir fidan mı dikeyim ki ona ne hayat verecek bir kaynak, ne de su içirecek bir kök var, diye itirazda bulunduysa da sonraları bu tezi kabullenmeye niyet ederek Şu'be Oğlu Muğire'nin görüşünü benimsedi. Peşinden Muaviye'nin kızkardeşi Cuveyriye haber yollayarak Ziyad'ı çağırttı. Ziyad gelince de bulunduğu odaya girmesine izin vererek (kardeş olduklarını kanıtlamak maksadıyla) yanında saçını başını açtı ve:
- Sen benim kardeşimsin. Bunu bana Ebu Meryem söyledi, diye konuştu. Sonra Muaviye Ziyad'ı alarak camiye gitti ve halkı topladı. Bu sırada Ebu Meryem ayağa kalkarak şu açıklamayı yaptı:
"Ben şu olayın bizzat şahidiyim ki, vaktiyle Cahiliyet döneminde ben Taifde meyhanecilik yapıyordum. Bir ara Ebu Süfyan bana uğrayarak kendisine bir kadın bulmamı istedi. O'na: "El-ha-ris Bin Kelde'nin cariyesi Sümeyye'den başkasını bulamadım" dedim. Bana : "Olsun, O'nu kiriyle, pasıyla getir" dedi.
Bu sırada Ziyad Ebu Meryem'in konuşmasını keserek:
"Ağzını topla Ey Eba Meryem! Sen buraya elalemin namusuna küfretmek için değil sadece bir olaya şahitlik etmek için getirilmiş bulunuyorsun!" deyince Ebu Meryem:
"Beni baştan bağışlasaydınız da hiç konuşmasaydım daha iyi olurdu. Ben sadece gördüklerimi anlatıyorum. Vallahi de Ebu Süfyan kadının kolundan tuttuğu gibi onu içeri aldı. Kadıncağız ürkerek oturdu. Sonra Ebu Süfyan kapıyı arkadan kitledi. Neden sonra çıkıp yanıma geldi. Alnının terini silip duruyordu. O'na:
- Nasıl, beğendin mi, dedim.
- Sarkık göğüsleri, bir de ağzının kokusu olmasa...Bu kadar hoşuma giden birine şimdiye kadar hiç rastlamadım, dedi.
Ziyad yine ayağa kalkarak:
"Ey halk! Bu adam şahittir, söylediklerini de duydunuz. Ashn-dajioğru mu yalan mı? Onu da bilmiyorum. Ama Ubeyd iyi bir baba ve övgüye layık bir aile reisiydi.[24] Şahitlerse söyledikleri şeyler hakkında daha ziyade malumat sahibi kimselerdir."
Tam bu sırada, (Ubeyd Kızı Safiyye'nin biraderi, yani Sümey-ye'nin hanımefendisinin biraderi) Yunus ayağa kalkarak, Muavi-ye'ye şöyle hitap etti:
"Ey Muaviye! Allah ve Rasulü, ancak meşru (veya meşru hükmündeki) birleşmelerin mahsulü olan çocuğun nesebinin geçerliliğine hükmetmiş, zina mahsulünün nesebini de reddetmişlerdir. Sen ise tam tersine Ebu Süfyan'ın yaptığı zina hakkında Ebu Meryem'in şahitlik yapması üzerine çocuğu zina edene yapıştırıp meşru çocuğu ise babasından kopararak Allah'ın kitabına ve Rasu-lullah'm sünnetine ters düştün. Bunun üzerine Muaviye O'na:
- Bak Yunus! Ya susarsın veya seni ağır ağır parçalarım! diye tehdit ederek susturdu.[25]
Bu rivayetin de zayıf olduğu ortadadır. Bir kere Ziyad, karşısında bu konuşmaların yapılmasına nasıl razı olabilir, Muaviye bunu nasıl kabul edebilir, halk Devlet Başkanının böyle davranmasına nasıl razı olabilirlerdi. Halk, namus ve haysiyet duygusunu bu derece yitirmiş miydi acaba? Din bu kadar mı yok olmuştu? Hz. Peygamber (sav)'in sahabileri daha hayatta değil miydiler?
Bu anlatılanlardan başka, Muaviye aralarında Hz. Ebu Bekir'in Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin de bulunduğu büyük sahabilere dil uzattığı yolunda da suçlanmıştır. Ezcümle Hz. Ali'nin Mısır'a vali olarak tayin ettiği Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'e gönderdiği bir yazıda şu sözleri sarfettiği ileri sürülmektedir:
"Baban da dahil hepimiz Ebu Talib'in oğlu (Ali)nin bize olan üstünlüğünü ve uymamız gereken haklarını kabul ediyorduk. Allah Teala Yüce Elçisi için irade ettiklerini takdir buyurduktan, O'na vadettiğini gerçekleştirdikten, dâvasını başarıya ulaştırıp delillerini açıkça ortaya koyduktan ve nihayet ruhunu kabzede-rek O'nu huzuruna aldıktan sonra ilk defa Ali'nin hakkını çiğneyen baban ve O'nun Faruk'u (Ömer) oldular. Ona ters düşüp bu konuda da aralarında işbirliği ettiler. Sonra O'nu evlerine davet ettiler. O ise ağırdan aldı. (Onları onaylamakta) çekimser kaldı. Bunun üzerine aleyhinde kötü şeyler düşündüler ve başına büyük dertler açmak istediler. Sonra, kendilerine bey1 at edip idareyi teslim edince de O'nu ne kendi işlerine karıştırdılar, ne de ölünceye kadar O'na sırlarını açıkladılar. Sonra Osman onların yerine geçince sen ve arkadaşın (Ali) O'nu öyle ayıpladınız ki memleketin en uzak köşesindeki günahkarlar bile (yüzalıp) ve O'na baş kaldırdılar. Siz de O'nun başına gaileler açtınız ve O'na karşı kininizi kusarak nihayet muradınıza erdiniz. Bak Ebu Bekir'in oğlu! Ayağını denk al, karısını kulacınla kıyasla ta ki hoşgörüsüyle dağlan tartabilenin (benim gibi güçlü birinin) yanında boyunun ölçüsünü görebilesin. Ben mızrağı zor altında bü-külemeyen, üstün kişiliği dille anlatılamayan biriyim. Aslında senin baban bizzat kendi eliyle makamını hazırladı, tahtını kurup hakim oldu. Eğer şimdi bizim yaptığımız doğruysa, bunu ilk defa baban böyle yaparak bize örnek oldu. Dolayısıyla bu konuda O'nunla ortağız. Eğer baban daha önce böyle davranmasaydı Ebu Talib'in oğluna (Ali'ye) muhalif olmazdık. O'na idareyi teslim ederdik. Fakat bizden önce baban O'na bu muameleyi yaptı. Biz de babanı örnek aldık. O halde şimdi gördüklerinden dolayı önce babanı ayıpla veya bu meseleden vazgeç. Boyun eğenlere selam olsun. [26]
Bu rivayetin de açıkça zayıf olduğu ve düşmanlar tarafından sonraları uydurulduğu görülmektedir. Nitekim ilk başta Şiilerin İmamiye Mezhebi'nin aşırıları daha çok Hz. Ali'yi övdüğü halde sonraları (Hz. Ali de dahil) Hulefa-i Raşidin'e dil uzatmakta, daha sonra da Muaviye'yi onlara katmaktadır.
Keza, Kays Bin Saad Bin Ubade'nin Hz. Ali tarafından Mısır Valiliğinden azledilmesinden sonra Muaviye'nin O'na bir yazı göndererek kendisine:
"Sen bir yahudisin [27] dediği de ileri sürülmektedir ki Allah korusun!
Yine sözde Muaviye, minberlerden Hz. Ali'ye lanet okumakla ve halkı da O'nu lânetlemekle emrettiği biçiminde tarihi çarpıtan-larca suçlanmıştır. Sözde, O'nun tayin ettiği valiler de böyle yapıyorlardı. Aslında bu gibi rivayetleri kabul edenler bütün müslü-manları aynı zamanda suçlamış olmaktadırlar. Bunların karşısında susanlar için de aynı şey söz konusudur. Çünkü hiç bir müslü-man yoktur ki Hz. Ali'yi sevmiş olmasın. Ve hiç bir müslüman Hz. Ali'ye dil uzatamaz. Dolayısıyla bundan daha büyük bir iftira olamaz. Muaviye ve Hz. Ali arasındaki siyasi görüş ve düşünce farkına rağmen Muaviye O'na saygı gösterir, üstünlüğünü kabul eder, mevkiini bilir, karşısında O'nu över, arkasından da O'nu rahmetle anardı. O'ndan razıydı. Tarihe ilaveler yapan, onu tahrif eden şahsiyetleri suçlayanlar daha sonraki kuşaklara mensup fanatik kimselerdir. Bu gibi hücumlar öyle bir raddeye vardı ve halk üzerinde öyle kötü tesirler uyandırdı ki Hz. Ali taraftarlarıyla diğer bütün müslümanlar arasındaki uçurum da git gide büyüdü. Halbuki vaktiyle durum hiç de böyle değildi. Her iki tarafa mensup insanlar birlikte namaz kılar, birlikte cihada çıkar, birlikte fetih faaliyetlerine katılırlardı. Ne var ki daha sonra iki fırkaya ayrıldılar. Şiiler artık müslümanların imamları arkasında namaz kılmaz oldular. İlmi kaynaklarını kabul etmez oldular. Meymun El-Kaddah gibi birisi tarafından yazılmış olsa bile ancak kendilerince makbul sayılanların eserlerine sadece itibar etmeye başladılar.
Muaviye, ayrıca -yerine, kendisinden sonra geçmek üzere- oğlu Yezid'i veliahd seçtiği gerekçesiyle de suçlanmıştır. Halbuki O'ndan daha üstün olanlar da, (daha hayattayken) kendi yerlerine geçecek kimseleri seçtiler. Ezcümle Hz. Ebu Bekir, vefatından sonra yerine geçmek üzere Hz. Ömer'i seçmiştir. Muaviye'ye gelince, O, kendi oğlunu herkesten daha üstün gördüğü ve O'nu (oğludur diye) çok sevdiği için veliahd tayin etmiştir. Halbuki O'ndan daha hayırlı kimseler vardı. Tabiki Muaviye böyle yapmakla, İslamdaki şûra sistemini kaldırmış, O'nu bir krallık düzeni haline getirmişti.
Keza, Muaviye, Suriye'nin yönetimine getirildiği günden beri sürdüğü saltanat ve ihtişamla İran Kisralarını ve Roma Sezarlarım örnek aldığı {İslam Halifelerine has mütevazi hayat ve muamele tarzını bir kenara ittiği) yolunda da suçlanmıştır. Belki de devlinin şartlan O'nun böyle bir yol izlemesini gerektiriyordu. Çünkü esasen bu bölge halkının örf ve anlayışında Devlet Başkanına olan bakışlarında bu adet vardı. Tarihçi Taberi bu inceliğe temas ediyor ve diyor ki:
Hz. Ömer bir keresinde Şam'ı ziyaret ederken Muaviye'yi, kendisini debdebe içinde bir kortejle karşıladığını görünce O'na:
"Ey Muaviye! Görüyorum ki böyle heyet ve erkanla gidip geliyorsun, hem sonra evde oturuyor muş sun, halkının ise, dertlerini sana anlatabilmek için gelip kapında beklediklerini duydum, bu doğru mu?" diye sorunca şu cevabı vermiş:
"Ya Emir'el-Mü'minîn! Düşman, yakında yambaşımızda bulunuyor. Aramızda da casusları var. Ben böyle yapmakla onlara sadece îslamın heybetini yansıtmak istedim"
Bu sözleri beğenen Hz. Ömer:
"Bu akıllı bir insanın hilesine benziyor!" deyince Muaviye bu kez de Halife nasıl istiyorsa öyle davranabileceğini anlatmak için:
"Ya Emir'el-Mü'minîn! Nasıl istiyorsan, bana emret öyle yapayım" demiş. Bunun üzerine de Hz. Ömer:
"Yahu, ne zaman bir meseleyi seninle tartiştıysam bana öyle cevap yetiştirdin ki, bu işi yap ya da yapma demeye bir türlü karar veremiyorum" cevabını vermiş. [28]
Eğer Hz. Ömer, O'nun böyle davranmasında (İslam ölçülerine) en ufak bir muhalefet görmüş olsaydı -ki Hz. Ömer, insanların içinde gözü en tok, tekellüften en uzak ve valilere karşı en sert bir devlet başkanıydı- Mutlaka kendisim cezalandırır, hatta O'nu bu görevde bir gün bile bırakmazdı.
Muaviye'nin, bir vakit sonra artık köşkte oturması ve mühür kullanması ise zamanın şartlarının bir gereğiydi. Bunda hiç bir mahzur yoktur.
Muaviye'nin oğlu Yezid de suçlanmıştır [29] Hatta Muaviye ve oğlu Yezid, en çok suçlanan insanlardan sayılmaktadırlar. İkisi hakkında çok dedikodular yapılmış, iftiralar edilmiştir. Babası Muaviye Hz. Ali'ye karşı giriştiği mücadeleden dolayı, kendisi ise, devrinde meydana gelen Kerbela Faciası sebebiyle daha çok suçlanmışlardır. Edilen iftiralar her ne kadar tüm Beni Ümeyye ailesini hedef alıyor idiyse de özellikle devlet başkanlığı yapmış olanlarından Muaviye ve Yezid'e daha çok yönelik idi.
Mesela Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinin baş müsebbibi olarak Yezid suçlanmaktadır. Aslında mesele, gerçek yönüyle hiç de böyle değildir. Çünkü bir kere Yezid'in bulunduğu yerle, Hz. Hüseyin'e karşı silahlı saldırının cereyan ettiği yer arasında (o günkü ölçülerle) bir aylık mesafe bulunuyordu. Oraya kadar emirlerini nasıl ulaştırabilir, nasıl engelleyebilir, nasıl (anında) hükmedebilir di -ki öyle güçlü bir halife de değildi- Ortalıkta istikrar da yoktu. Esasen hadiselerin cereyan ettiği Irak'da o gün için Ubeydullah Bin Ziyad hakimdi. Yezid, Hz. Hüseyin'in Öldürülmesinden dolayı sevindiği ileri sürülerek de suçlanmaktadır. Bu da doğru değildir. Bilakis olayı haber alınca ağladı ve (Hz. Hüseyin'in katili) Şimr'e ve Irak Valisi Ubeydullah Bin Ziyad'a lanetler okuyarak:
"Allah'a yemin ederim ki Bin Ziyad'ın yerinde olsaydım O'nu bağışlardım" dedi. Kerbela'dan Şam'a getirilen, Hz. Hüseyin'in aile halkını kendi kadın ve çocuklarının bulunduğu bölüme aldırdı. Yezid'in hareminde üç gün boyunca ağlama sesleri ve feryadlar devam etti, yanında misafir kaldıkları süre içinde, Yezid, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Zeynel Abidin'i sofrada yanına oturtmadan hiç yemek yemedi. Sonra Hz. Hüseyin'in aile halkını, yol boyu hizmetine bir muhafız birliği görevlendirerek Medine'ye gönderdi. Keza halkı Emevi idaresine karşı baş kaldırdığı için Harra olayında Me-dine-i Münevvere'yi basarak üç gün süreyle cana, mala, İrz ve namusa tecavüz eden Emevi ordusu esasen kontrolden çıkmıştı.
Yezid içki müptelası olmakla da suçlanmış. Hatta, hakim olduğu her yerde içkinin yayılmasına da gayret ettiği ileri sürülmüştür. Bu görüşü kabul etmek pek de gariptir. Çünkü hiç bir devirde içki ve fuhuş, İslam Devletlerinin sınırları içinde açık şekilde yayılmamıştır. Bu durum Yezid'den sonra bile vaki olmadığına göre, saha-bi çocukları hatta bizzat bazı sahabiler henüz hayattayken nasıl böyle bir hal yaşanabilirdi?
Tarihçi Mesudî Yezid hakkında şunları kaydetmektedir:
"Yezid eğlenceyi seven, şahinleri, av köpekleri, maymunları ve kaplanları olan, içki ve işretle haşir neşir bir kimseydi. Hz. Hüseyin'in şehid edilmesinden sonra bir gün gene içki sofrasında oturuyordu. Sağında da Ziyadoğlu vardı. Saki'ye dönerek şöyle dedi:
Bir kadeh badeden al sun da serinlet içimi, Bir diğer tane de al yandaki ahlaksıza ver, O benim arkadaşımdır bilir ezber içimi, Cenkçidir bolca ganimet getirir hizmet eder.
Yezid'in işlediği çeşitli ahlaksızlıklar arkadaşlarına ve yönetime getirdiği kimselere de sirayet etmişti. O'nun döneminde Mekke'ye müzik girdi, eğlence yerleri açıldı. Halk aleni şekilde içki kullanmaya başladı [30]
Hele -Emevi hükümdarlarından- Mervan Bin Hakem hakkında neler neler anlatılmıştır. Ezcümle Hayat'ül-Hayevan adlı eserde şunlar kaydedilmektedir:
"Fitneler ve Kavgalar" adlı kitapta, Hakim, Abdurrahman Bin Avf in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Bir çocuğu dünyaya gelip de onu Hz. Peygamber'e getirmeye olmazdı. Hemen getirirlerdi. O da çocuğa dua ederdi. İşte böyle {bir gün de) Mervan Bin Hakem (bebekken) O'na getirildi. Hz. Peygamber O'na : "Yılan oğlu yılan! Mel'un oğlu mel'un!" dedi. Rivayetçi bu hadisin sahih olduğunu söylemektedir. Sonra Amr Bin Murra El-Cuhenî'den de şu sözler rivayet edilmektedir:
"El-Hakem Bin Ebi'l-As (Mervan'ın babası) bir gün Hz. Pey-gamber'in huzuruna girmek için izin istedi. Hz. Peygamber (sav): 'Bırakın girsin, O'ndan ve sulbünden gelenlerin üzerine Allah'ın laneti olsun, sadece o soydan gelecek müminler hariç, onlarsa çok azdır. Dünyada müreffeh yaşayacak, ahireti ise kaybedeceklerdir. Hilekâr ve aldatıcıdırlar. Bu dünyada onlara fırsat verilecektir, ancak ahirette nasipsizdirler."
Keza Ümeyye Oğulları'nı kötüleyici ne kadar hadis varsa "El-İşaa Fi Eşrat'is-Saa" [31] adlı kitapta bir araya getirilmiştir. Bunlardan bir tanesinde şöyle denilmektedir:
"Hz. Peygamber buyurdu ki rüyada Hakemoğullarını, -maymunların toplaştığı gibi- minberimin üzerinde toplaştıklarmı gördüm."
Bu rüyadan sonra vefat edinceye kadar Hz. Peygamber (sav) 'in bir daha güldüğü, bir daha neşelendiği hiç görülmedi. Bu hadisi Ebu Ya'la, Hakim ve Beyhaki rivayet etmişlerdir.
Hz. Hasan diyor ki:
"Rasurullah (sav), rüyasında Ümeyyeoğullarını, teker teker minberine çıkıp hutbe okuduklarını gördü. Buna çok üzüldü. Bunun üzerine Kevser Suresi indi. Sonra da "Doğrusu biz Kur'an'i Kadir Gecesinde indirdik. Kadir Gecesinin ne olduğunu sen bilir misin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır ayet-i kerimeleri indi."
Kasım Bin El-Yetim Bin El-Fadl diyor ki:
"Emevi saltanatının müddetini hesapladık baktık ki -ne fazla ne de eksik- tam bin ay devam etmiş." Bunu da Tirmizi, Hakim ve Beyhaki rivayet ediyorlar.
Zühri ve Ata'ul-Horasani'den rivayet edildiğine göre Rasulul-lah (Mervan'in babası) Hakem'e şöyle dedi:
"(Senin) çocuklarının minberime çıkıp indiklerini sanki görür gibi oluyorum." Bunu da Fakihi naklediyor.
Cübeyr Bin Mut'im de şunları anlatıyor, diyor ki:
"Hz. Peygamber (sav) 'le beraberdik. O sırada yakınımızda Hakem geçti. Hz. Peygamber (sav): "Ah ümmetim bu adamın zürri-yetinin elinden neler çekecektir!" buyurdu. Buna benzer hadisler çoktur.
Görüldüğü gibi manalarından da açıkça yalan oldukları anlaşılan bu rivayetlerin nakil senetleri üzerinde tartışmaya bile gerek yoktur. Hz. Peygamber, lanet okumaktan, (beddua etmekten nice nice sakındırmış ve sırtında bulundukları) develerine sırf beddua ettikleri için sahabüerinden nicesini devesinden indirmiştir! Keza "Ben lanet okuyucu olarak gönderilmedim" buyurmuştur. Küfür ve inatlarındaki şiddete rağmen Ebu Cehil, Ebu Leheb, Ukba Bin Ebi Muayyıt, Ubey Bin Halef, Velid Bin El Muğira, Abdullah Bin Selul ve benzerleri hakkında bile böyle beddua okunmamış iken, Ümeyyeoğullan'na lanet dolu bu hadisler nereden geldi acaba?
Mesela: Bu sülaleden Mervan Bin Hakem halife idi. Sahabiler O'nu ziyaret ederlerdi. O da aralarında emreder, nehyederdi. İmam olarak önlerinde namaz kılardı. Bu hiç şüphe götürmeyen bir gerçektir. Çünkü halifeler küçük imameti (namaz imamlığını) büyük imametle (Devlet başkanlığı göreviyle birlikte) yaparlardı. Hatta onların tayin ettiği valiler de sahabilerin önünde imam olarak namaz kılarlardı. Haccac'ın kendisi bile halkın önünde namaz kılardı. Dolayısıyla buna ehil olmayanların uygunsuz tutum ve davranışları karşısında tüm halkın susmuş olması ya da buna rağmen peşlerinde namaz kılmış olmaları imkansızdır.
Halkın rahatça Mervan'ın huzuruna girip çıkması ve O'nun halkı yargılaması, sorunlarını çözümlemeye çalışması meselelerine gelince, Buharı ve Müslim'den rivayet edildiğine göre -ki bu ifade Buhari'ye aittir- Salih Es-Semman'm şunları söylediğini naklediyor, diyor ki:
"Bir Cuma günü Ebu Said El-Huderi'yi gördüm. (Secde ettiği yere basmasınlar diye) koyduğu bir engelin arkasında namaz kılıyordu. Ebu Muayıtoğullarından bir genç bu engelin gerisinden geçmek isteyince, Ebu Said O'nu göğsünden itti. Genç, geçecek başka bir yol bulamayınca yine aynı yerden geçmeyi denedi. Fakat Ebu Said bu kez O'nu daha şiddetli bir şekilde iterek geçmesine mani olmaya çalıştı. Bunun üzerine genç de O'nu döverek peşinden de Halife Mervan'a çıkıp, kendisinden gördüğü muameleden dolayı Ebu Said'i şikayette bulundu. Peşinden Ebu Said de Mervan'ın huzuruna girdi. Bunun üzerine Mervan O'na:
"Ya Eba Said! Şu yeğeninle ne alıp veremediğiniz var?" deyince Ebu Said şu cevabı verdi:
"Hz. Peygamber (sav)'den duydum, şöyle buyurmuştu:
"Biri, halkın gelip geçmesinden korunmak için koyduğu bir engelin arkasında namaz kılarken biri bu engelin gerisinden geçmek isterse (namaz kılan kişi) onu itsin. Eğer direnecek olursa onunla mücadele etsin,-çünkü o şeytandır."
Bu olay Mervan'ın, halkla kendi arasındaki perdeyi ne kadar hafiflettiğini, onlara, huzuruna girmeleri konusunda ne kadar kolaylık tanıdığım, Hz. Peygamber'in emirlerine uyarak onları nasıl bizzat yargıladığım, meseleleriyle yakından ilgilendiği yönden sahip olduğu fazileti göstermektedir.
Mervan aynı zamanda Hz. Peygamber (sav) den hadis rivayet edenlerden biriydi. Hz. Ömer'den şu hadisi rivayet etmiştir:
"Sılayı rahim için (akrabalık bağını kuvvetlendirmek maksadıyla) bir bağışta bulunan, onu bir daha geri alamaz."
Mervan keza, Hz. Osman'dan, Zeyd Bin Sabitden, Busra Bin-ti Safvan'dan Sehl Bin Saad Es-Saidi'den de hadis rivayet etmiştir. Medine'de valiyken Hz. Peygamber (sav) 'in sahabilerini toplar, onlara danışır ve üzerinde birleştikleri görüşü uygulamaya kordu. Bin Saad onu Tabiiler'in birinci tabakasından saymaktadır.
Yine Ümeyyeoğulları'nm suçlanmalarıyla ilgili olarak Hıristiyan Araplardan Şair El-Ahtal'ın, boynunda haçı ve sakalından şarap damlarken Halife'nin huzuruna girdiği ve şu şiirini okuduğu söylenmektedir:
Üstünlükler Kureyş'in, Kureyş yüce ve aziz, Çirkeflikse Ensar'ın, başının altındadır. Ey Neccaroğullan! Ey onurdan nasipsiz! Alnı tırmığınızı, nasibiniz bundadır. Savaştan kaçarsanız izlenir hep iziniz, Ey Çiftçi veletleri, aklınız samandadır. Hele şu Fari'a'nm oğlunu bir bilseniz, Sanki eşek sıpası, damgası alnmdadır.[32]
Sahabi ya da Tabii olan bir Halife'nin huzurunda Rasulullah'm sahabilerine, dayılarına ve şairine bu şekilde ağır bir dille sövülmesine izin vereceği hiç düşünülebilir mi? -Çünkü bu şiirin Mu-aviye'nin huzurunda okunduğu da söylenmektedir- Veya hangi müslüman bir halife, hatta herhangi bir devirdeki bir kral, huzuruna sarhoş bir adamın girmesine izin verir?
Yine Emevi hükümdür 1 arından Süleyman Bin Abdülmelik'in
çok obur olduğu, fetih ordularında komutanlık yapmış zevatı görevlerinden attığı ya da onları öldürttüğü ileri sürülmektedir. Bu zevat: Muharnmed Bin Kasım Es-Sekafi, Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ve Musa Bin Nusayr'dır. Çünkü bunlar vaktiyle Halife bulunan El-Velid Bin Abdülmelik'in, kardeşi Süleyman'ı azlederek yerine kendi oğlunu veliahd tayin etmesini onaylarmşiardı. Fakat bunu gerçekleştirmeye fırsat bulmadan öldü. O'nun yerine Halife olan Süleyman da bu komutanlardan intikam aldı.[33]
Aslına bakılacak olursa bu komutanlar Emevi Devleti'nin ser-hadlerinde, staretejik mevkilerinde görev yapıyorlardı. Halifeyle aralarında binlerce kilometrelik mesafeler vardı. Görüşlerinin alınması için postaların aylarca beklenmesi gerekildi. Hem sonra ne zaman Emevi hükümdarları komutanlara danışmışlardı ki? Bu Emevilerde adet değildi. Onlar sadece saray erkanına danışırlardı. Bu adet Abbasiler devrinde başladı. Abbasiler zamanındadır ki hükmedenler, karar verenler artık komutanlardı. Adalet yerine kuvvet hükmediyordu. Abbasi Halifeleri komutanların elinde birer kukla olmuşlardı. Bu bile, anlatılan suçların Emeviler'e hangi devirde mal edildiğini göstermektedir ki bu devir Emevi düşmanlarının işbaşına geldikleri Abbasiler devridir.
Ayrıca, yeni halife, Musa Bin Nusayr'ı davet edince yerine oğlu Abdülaziz'i Endülüs'e vali tayin etti. Yine bu Musa Bin Nu-sayr'ın Abdullah adındaki başka bir oğlu da Afrika valisiydi. Babasının yerine Endülüs Valisi olan Abdülaziz, ondan sonra da fetihlere ve babasının yarıda bırakmış olduğu projelerini gerçekleştirmeye devam etti. Eğer Halife, Musa Bin Nusayr'ı görevinden almak üzere davet etmiş olsaydı, yerine oğlunu değil başka birini vali tayin edecekti veya başkasını gönderecekti. Hatta böyle bir durumda Vali'nin oğlunun, babasının yerine geçmesini asla kabul etmeyecekti. Şu da bir vakıadır ki Halife Süleyman Bin Abdülmelik, Hicri 97 yılında Musa Bin Nusayr'ı beraberinde hacca götürmüştür ve Musa bu sırada Medine'de vefat etmiştir. Musa Bin Nusayr, Endülüs'den döndükten sonra vefat edinceye kadar yaklaşık bir yıl süreyle Hükümdar'a-askeri konularda müşavirlik yaptı.
Halife Süleyman Bin Abdülmelik tarafından öldürüldükleri ileri sürülen komutanlardan Muhammed Bin Kasım'a gelince, bunun giriştiği fetihler sırasında (uzak doğu ülkelerinden) Sind alınırken ülkenin kralı Daher öldürülmüş kızı Sayta da esir alınmıştı. Sayta başkent Şam'a getirilince babasının intikamı niyetine bu komutana iftirada bulundu. Halife'nin gerekli soruşturmayı yapabilmesi için elbette ki komutanı tutuklaması gerekirdi. Nitekim de öyle yaptı. Ne varki Komutan Muhammed Bin Kasım hapisteyken (öldürülen Sind Kralı) Daher'in yandaşları tarafından zehir yedirilerek öldürüldü. Sonra da Halife'ye mal edildi.
Bu komutanlardan Kuteybe Bin Müslim El-Bahili ise, emrindeki askerler tarafından öldürüldü. Çünkü Halife'ye baş kaldırdı. Bu davranışından dolayı korkuya kapıldığı (dolayısıyla daha da ileri giderek) bey'at istemeye kalkıştığı için, emrindeki askerler (kendilerini kurtarmak maksadıyla) bu olayı kullanarak O'nu öldürdüler. Sonra da mekikler iftira dokumaya başladı ve bu suç Halife'ye isnad edildi.
Devlet gelirlerinde azalma olmaması için sonradan müslü-man olanlardan Cizye vergisi almaya devam ettikleri yolunda da Emevi Halife'leri suçlanmışlardır. Ama sormak lazımdır: Acaba Devlet hazinesi Emeviler devrinde o kadar fakir miydi ki bu yola tevessül edilsindi? Bilindiği üzere her taraftan ganimet gelirleri akıp geliyordu. Devlet hazinesi o kadar zengin ve dolu idi ki nereye nasıl sarfedileceği bile sorun olmuştu. Hem sonra îslamı kabul eden bir kimseyi Cizye'den muaf tutmak şeriatın emridir. Halife bu konuda şahsi bir tasarrufta bulunmayı acaba göze alabilir miydi? İlim erbabının rolü nerede kalacaktı? Bu suçlamalar öyle bir raddeye geldi ki neredeyse Ümeyyeoğulları İslamı artık reddettiler ve İslam ehlini de yok ettiler demeye getirildi.
Bu konuda bütün olup bitenler sadece şu olaydan ibarettir: Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz [34] devrinde Horasan Valisi El-Cerrah Bin Abdullah El-Hikemi, gayrimüslim bir vatandaş cemaatten cizye tahsil etmişti. Bunlar sonradan müslü-man oldular. Cizye daha önce tahsil edildiği için kendilerine tabii ki iade edilmedi. Halife o bölgeye şu meşhur mesajını gönderdi:
"Allah Hz. Muhammed'i vergi toplayıcısı olarak değil, hidayet rehberi olarak göndermiştir."
Bazı kimseler bu sözden Emeviler'in fethedilen topraklardaki vatandaşlar arasında müslüman olanlardan cizye vergisini kaldırmadıkları anlamını çıkardılar.
Emevi halifelerinden El-Velid Bin Yezid aleyhinde de çok iftiralar edilmiştir. Hayat'ul-Hayevan adlı kitaptaki biyografisinde şunlar zikredilmektedir:
"O, Ümeyyeoğulları ailesinin en edib, en fasih ve en nüktedan şahsiyetiydi. Onların içinde, Arap dil gramerini ve hadisi en iyi bilendi. Çok cömert ve saygıdeğerdi. Buna rağmen yine Ümeyye-oğullan'nın içinde O'nun kadar kendini içkiye ve eğlenceye vermiş, O'nun kadar ar ve namus perdesini yırtmış, millet ve memleket meselelerini ihmal etmiş biri de yoktu. Hakkında şöyle bir olay nakledilmektedir:
Anlatıldığına göre, sarhoşken cariyelerinden biriyle cinsi münasebette bulunur. O esnada müezzin gelip O'nu namaza çağırır. Halife Velid de bunun üzerine, cariyesinin gidip halka namazı kıldırması için yeminle zorlar. Cariye de hem cünup hem de sarhoş olduğu halde Halife'nin elbisesini giyerek O'nun kılığına girip hiç kimseye farkettirmeden (sözde) halka namazı kıldırır. [35]
Ayrıca Velid hakkında şunu anlatırlar:
"Bir havuz yaptırarak şarapla doldurmuştu. Eğlenip coştuğu zaman gidip kendini bu havuza atardı. Ondan öyle içerdi ki havuzun seviyesinin düştüğü bile farkedilirdi."
Maverdi Edeb'ud-Dünya ve'd-Din adlı eserinde şu ilginç olayı anlatmaktadır:
Velid, tasarladığı bir işin uğurlu olup olmayacağını öğrenmek için fal niyetine bir gün Kur'an-i Kerim'i açtı. Şu ayet çıktı:
"Allah'dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsrana uğradı.' [36]
Buna çok öfkelenen Velid, Kur'an'ı tutup yırttıktan sonra ona manzum olarak şöye hitap etti:
"Her serkeşi her zalimi tehdid mi edersin! Al işte benim, al, o inat asi günahkâr! Git Rabbine çık söyle Kıyamet günü, bilsin: -Ya Rab! Beni yırtan şu Velid'dir, diye yalvar."
Bu olaydan çok kısa bir süre sonra Velid korkunç bir şekilde Ödürüldü. Başı kesilerek önce sarayının, sonra da şehrin surları üzerinde teşhir edildi.
Bir hadiste şöyle denilmektedir:
"Bu ümmet içinde Velid adında bir adam gelecektir ki Fira-vun'dan daha şerli olacaktır."
Alimler, onun işte bu Velid olduğu şeklinde hadisi yorumlamışlardır.
Hasımları, O'nu öldürmek üzere sarayına girince Velid, adamlarını, silah çekmekten engelleyerek onlara "Bugün Hz. Osman'ın günü gibidir" dedi ancak, "Hiç de aynı değildir" karşılığı verilerek başı kesildi ve önce Şam'da gezdirilerek teşhir edildi. Sonra sarayının üzerine, daha sonra da şehrin surları üzerine kondu. Tarih: Hicretin 126'ncı yılı Cemaziyeievvel Ayı idi. Hilafet müddeti bir yıl sürdü. Velid insanların en güzellerinden en biçimlilerinden, en güçlülerinden ve en güzel şiir söyleyenlerinden biriydi. Aslına bakılacak olursa Velid hakkında en insaflı konuşan tarihçilerin piri Ibni Haldun olmuştur. O'nun için şöyle diyor:
"Velid başa geçtikten sonra da heveslerinden ve ahlaksızlığından vazgeçmedi. Bu sebeple de, sözde fal niyetine Kur'an-ı Kerim'i açtığı, bu sırada Allah'dan zafer istediler ve her inatçı zalim hüsrana uğradı' mealindeki ayet-i kerime çıkınca öfkelenerek iki beyit-lik çirkin bir şiir söylediği kendisine mal edildi. Bu iki beytin ma-nasmdaki rezaletten sebep onları burada zikretmek istemedim. Vakıa Velid hakkında çok kötü şeyler anlatılmıştır. Ancak bu sözleri yalanlayanlar da çoktur. Düşmanları tarafından kendisine mal edildiği söylenmiştir."
El-Medaini diyor ki:
"Bir keresinde Yezidoğlu Îbn'ül-Ğamr Abbasi Halifesi Harun Reşid'in huzuruna girdi. Harun O'na:
- Sen kimlerdensin, diye sordu. O da:
- Kureyş'tenim, diye cevap verince Harun bu kez de:
- Peki hangi ailesindensin, diye sordu.
İbn'ül Ğamr cevap vermekten çekindi. Bu durumu sezen Harun O'na:
- Mervan bile olsan yine konuş, emniyettesin, deyince İbn'ül-Gamr, güven duyarak kimliğini açıkladı. Bunun üzerine Halife:
"Allah Velid'e rahmet Yezid'i Nakıs'a [37] da lanet etsin! O oybirliğiyle, halifeliği kabul edilmiş biriydi. Şimdi sen, isteğin nedir onu açıkla" dedi. O da maksadını arzedince hemen isteği yerine getirildi.
Şebib Bin Şebbe anlatıyor, diyor ki:
"{Üçüncü Abbasi Halifesi) El-Mehdi'nin yanında oturuyorduk. Bir ara Velid'den söz açıldı. EI-Mehdi:
"Velid zındıktı" diye bir söz etti. Bunun üzerine Fukaha'dan İbni Allane ayağa kalkarak şöyle konuştu:
"Ya Emir'el-Mü'minîn! Bir zındığın, Hz. Peygamber (sav)'in makamını işgal etmesine ilahi adalet e! vermez. O'nunla bizzat düşüp kalkan, beraber yiyip içen, abdestinde namazında O'nu görüp seyreden biri bana anlattı ki: Namaz vakti gelince Velid üzerindeki çocuksu ve rengarenk elbiseleri çıkarır, güzel bir ab-dest alarak getirilen beyaz tertemiz bir elbise giyer ve Rabbiyle meşgul olurdu. Allah'a inanmayan biri hiç böyle yapar mı? Esasına bakılacak olursa eşi dostu arasında kıskanılıyordu. Ailesinin ileri gelenleri ve amcazadeleri onunla şiddetli bir rekabet içindeydiler. Tabi o da eğlenceye daldığı için bu yaşantısıyla hasımlarına koz vermiş oldu. Meziyetlerinden biri de muhatablarma şiirle karşılık vermek ve güzel konuşmaktı. Amcalarından Hişam'a, ölen bir diğer amcası Meslemeyi örnek alması için bir keresinde şöyle hitap etti:
- Doğrusu -hayatta kalmış bulunanların sonu, ölenlere gidip kavuşmaktır- bildiğin gibi Mesleme'den sonra artık avlanmak için meydan da keskin nişancınındır. Diş kendisim kavrayan et zayıflayınca düşüverdi. Elbette ki kalanlar da göçenlerin peşinden gideceklerdir. O halde (ahiret yolculuğu için şimdiden) azığınızı hazırlayınız ve bilmiş olunuz ki bu yolculuk için en hayırlı azık, Allah'ın koymuş olduğu sınırlara saygılı olmaktır."
Hişam bu konuşmadan etkilenerek artık ayağını denk almış, erkan da susmuştu.
Velid'e düşmanlarının yapmış oldukları iftiralara, amcalarının çocukları tarafından yapılan iftiralar da eklenmektedir. Çünkü O'nunla amcazadeleri arasında, tıpkı genelde akrabalar arasında çıkan ve özellikle de siyaset adamlarıyla halefleri arasında baş gösteren ihtilaflar gibi bir takım sürtüşmeler mevcuttu. Şurası bir vakıadır ki Velid'in yerine amcası çocuğu ve katili olan Yezid Bin EI-Velid geçti. Yezid'e Nakıs (eksik) diye bir lakab takılmıştı. Çünkü memurların ve askerlerin maaşlarını kısmıştı. Velid kendi döneminde maaşları arttırmıştı, fakat Yezid başa geçince Hişam Bin Ab-dülmelik zamanındaki seviyelere tekrar indirdi. Yezid-i Nakıs, adil ve namusluydu. Bu sebepledir ki "Mervanoğullarının en adil halifeleri Ömer (Bin Abdülaziz) le Yezid-i Nakıs'dır" sözü meşhurdur.
Ne varki Velid, amcası oğlunun eliyle öldürüldü. Öldürülen tek Emevi Halifesi de O'dur. Esasen O'nun sonunu hazırlayan pervasızlığıydı. Yaptıklarından dolayı eşi dostu, aile halkı ve yakınları O'na bizzat bu cezayı verdiler. Şu halde O'nun Emevileri temsil edemeyeceği (işlediklerinden dolayı Emevileri suçlamanın doğru olamayacağı) söylenebilir. Çünkü bu aile O'na karşı gazaba gelmiştir, O'ndan teberri etmiş (kendisiyle ilişkileri bulunmadığına dair ikrarda bulunmuş) sonra da O'nu öldürüp vücudunu ortadan kaldırmışlardır.' [38]
İftiracılar gerek Muaviye'yi gerekse tüm Şam halkını, dinlerinde şaibeli, idrak ve şuurdan mahrum, tutucu ve hatta erkekle dişi deveyi, cuma ile çarşamba gününü birbirinden farkedemeyecek kadar cahil olmakla suçlamış, çarşamba günü cuma namazı kıldıklarım, aralarında kendilerini uyaracak bir tek kişinin bile ortaya çıkmadığını iddia etmişlerdir.
Şimdi de gelin birlikte tarihçi Mesudi'yi dinleyelim. Muaviye'yi kastederek diyor ki:
"Siyasetinde öyle üstün bir seviyeye ulaşmış, öyle büyük bir maharet kazanmıştı ki (halkını hayvan gibi güdüyordu.) Nitekim Sıffin Savaşı'ndan sonra Kufe'li (Hz. Ali'nin askerlerinden) biri erkek bir deveye binmiş olarak Şam'a girer, o sırada Şam'lı biri buna asılarak:
"Bu benim dişi devemdir. O'nu Sıffin'de elimden aldın şimdi geri istiyorum, diye tutturur. Mesele Muaviye'ye kadar intikal eder. Şam'lı adam, bu dişi deve'nin kendisine ait olduğuna dair elli kişiyi de şahit gösterir. Nihayet Muaviye devenin Şam'lıya ait olduğuna hükmederek onu Kûfe'liden alıp kendisine teslim eder ve O'nu savar. Kufe'li şahıs Muaviye'ye ;
- "Efendimiz! Bir kere deve dişi değildi. Bu nasıl iştir?" diye hayret içinde olup bitenlere itiraz edince Muaviye O'na:
"Bak kuzum, hüküm verilmiş, bu iş bitmiştir" dedikten sonra devenin değerini sorar ve bir kat fazlasıyla Kufe'liye ödedikten ve kendisine epeyce iyilik ve ihsanlarda bulunduktan sonra O'na şöyle der:
"Şimdi git ve Ali'ye yüzbin kişilik bir orduyla üzerine geldiğimi ve bu ordu içinde erkekle dişi deveyi birbirinden farkedecek bir tek kişi bile bulunmadığını ağzımdan bildir, anladın mı?" Şam'lı-lar, Muaviye'ye boyun eğmekte o hale gelmişlerdi ki: {Hz. Ali'yle çarpışmak üzere) Siffîn Savaşı'na gittikleri bir Çarşamba günü Muaviye onlara Cuma namazı kıldırdı. O'na kellelerini körü körüne ödünç vermişlerdi. Hz. Ali'nin güya Ammar BinYasir'i kendisine yardım etsin diye savaşa götürürken öldürdüğü yolunda Amr Bin El-As'm sözlerine kesinlikle inanıyorlardı. Bu boyun eğme onlarda öyle bir raddeye vardı ki Hz. Ali'ye (haşa!) lanet okumak artık yaygın bir hale gelmişti. Öyle ki: Çocuk, bu adetin içinde dünyaya gözünü açıyor ve bunu ölünceye kadar sürdürüyordu. [39]
Şam halkının o devirde, içinde bulundukları cehalete -sözde-örnek olarak, yine Mes'udî şunları anlatıyor, diyor ki:
Hikayecilerden biri, Şam halkının ileri gelenlerinden ve akıl danışılanlarından birine:
- İmamların minber üzerinde (her Cuma günü) kendisine lanet okudukları şu Ebu Turab [40] da kimdir acaba, diye sorar. Adam masum masum:
- Galiba hırsızın biri olacak, diye cevap verir.
Bu kez de Cahız, avamdan hacca gitmek üzere olan bir adamdan duyduklarını şöyle anlatıyor ve diyor ki:
- O'na Kabe'den bahsetmişler. (Tabi adam Kabe'nin ne olduğunu bilmiyor) Bana dedi ki:
- Acaba Beyt'den kim benimle konuşacak? (Sorusunun esas sebebi şuydu:) Bir arkadaşı kendisine Kabe'den söz ederken "onlardan biri" diye bir ifade kullanmış. (O da herhalde Kabe'yi bir grup insan zannetmiş olmalı.) Ayrıca bu arkadaşının Hz. Muham-med'i anarken salavat getirdiğini duyunca da kendisine:
- Şu sözünü ettiğin Muhammed kim olmalı acaba? Yoksa Rabbimiz o mu? diye bir soru sorduğunu da anlattı.
Arkadaşlarımdan biri de bir keresinde bana şöyle bir şey daha anlatmıştı:
Darüsselam'da (yani Bağdat'ta) yine avamdan bir adam komşusunun zındık olduğuna dair Vali'ye şikayette bulunur. Vali de adamın mezhebini sorar (görüş ve inanışları hakkında bilgi ister) şikayetçi de şöyle anlatır:
- Efendim O, Mürcî'dir, Kaderî'dir, Nasibi ve Rafızî'dir. [41]
(Adam biraz daha bilgi vereyim derken) bu kez de:
- O, As oğlu Ali'yi katleden Hattaboğlu Muaviye'ye kin beslemektedir, deyince artık vali dayanamaz ve O'na:
- Be adam! Bilmiyorum ki seni hangi üstün meziyetinden dolayı kıskanayım, felsefe konusundaki derin bilgilerine mi yoksa soybilimindeki geniş malutamına mı imreneyim? diyerek adamı kovar. Yine arkadaşlarımdan biri anlatıyor, diyor ki:
İlim erbabından bazı arkadaşlarla oturup Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Muaviye ile ilgili olarak konuşur münazaralar yapardık. Ancak ilim ehlinin konuştuklarını dile getirirdik. Bu sıralarda da avamdan bazı kimseler gelir bizi dinlerlerdi. Bir defasında bu adamların arasından ve en akıllılarından biri, -kocaman da bir sakalı vardı- bize:
- Şu Muaviye'den ve falandan filandan ne kadar da çok söz ediyorsunuz! Ben de O'na:
- Peki senin görüşün nedir, dedim.
- Kimi kastediyorsun, kimin hakkında, diye sordu.
- Hz. Ali hakkında, dedim. Ne dese beğenirsiniz?
- Haa...Şu Fatıma'mn babası değil mi, dedi. Bu sefer ben:
- Peki Fatıma kimdir? diye sordum. Buna da:
-Kim olacak! O, Hz. Peygamber'in hanımı, Hz. Ayşe'nin kızı ve Muaviye'nin de kızkardeşidir, diye bir cevap yapıştırınca O'na bu kez de:
- Peki sen Hz. Ali hakkındaki olayı biliyor musun, diye sordum. Bunu da şöyle cevaplandırdı:
- Elbette, O Huneyn Savaşı'nda Hz. Peygamberle birlikte şe-hid edilmiştir.
Abbasî'lerin öncülerinden ve Emeviler'i ortadan kaldıran Abdullah Bin Ali, son Emevi Hükümdarı Mervan'i yakalamak üzere Şam'a gidince, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden ve komutanlarından bir grup toplayarak yeğeni olan ilk Abbasi Halifesi Ebu'I-Abbas Es-Seffah'a gönderdi. O'na yemin ederek şöyle dediler:
"Siz idareyi ele alıncaya kadar, Hz. Peygamber (sav)'in Eme-vilerden başka akrabaları ve varisleri bulunduğunu kesinlikle bilmiyorduk![42]
Görüldüğü gibi bu rivayetlerin hiç birini, ciddiye alarak yalanlamaya bile değmez. Çünkü kendi kendini reddetmekte ve birbiriyle çelişmektedir. Bu rivayetlerle o günün toplumunun tümü suçlanmış, fesada uğramış bir güruh olarak nitelenmiştir. Aynı zamanda bu iftiraların bir neticesi olarak İslamın Hz. Peygamber (sav)'le Hz, Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in devirlerinden başka hiç bir zaman bir hayat nizamı olarak uygulanamadığı yolunda bir takım şayiaların yayılmasına da sebep olmuştur. Çünkü Emevi ailesine mensup olmasından dolayı Hz. Osman hakkında bile o kadar çok şey söylenmiştir ki birçok kimse tarafından bu konudaki gerçeklerin bilinmemesine yol açmıştır. Toplumun, o devirde kokuşmuş olduğu yolunda ortaya attıkları dedikoduları bazı şairlerin sözleriyle kanıtlamaya çalışıyorlardı. Bilhassa aşk ve kadın konulu veya müstehcen şiirleriyle tanınmış kimselerin adlarını kullanıyor, onlara, söylememiş bulundukları kasideleri mal ederek veya şiirler uydurarak onların kasideleri arasına yerleştirip bu işleri yapıyorlardı.
Bunlardan biri de Ömer Bin Ebi Rabia'mn kasideleridir. O günkü toplumu bu zatın şiirleriyle canlandırmaya çalıştılar. İşin esasına bakılacak olursa Şair Ömer'e mal edilen kasidelerin hepsini o söylememiştir. Eğer bunları bizzat kendisi bile söylemiş olsa, sadece hayallerini bu şiirlerinde dile getirmiştir. Gerçek hayatta cereyan etmiş olaylar değildir. Zira kendileriyle karşılaştığını, görüşüp sohbet ettiğini ileri sürdüğü Mısır'lı Şam'lı ve Irak'lı hanımlarla esasen bir araya gelmesi o kadar da kolay değildi. Olsa olsa bir ihtimalle hac mevsiminde onları görmüş, onlar da kendisini görmüş, birbirlerini sevip beğenmiş olabilirlerdi. Şiirlerinde söylediği şeyleri de (bu ilgiyle) ancak hayalen yazmış, duygularını da böylece tatmin etmiş, kasideler nazmederek, sanatını beğenmiş, bu şiirlerini arkadaşlarına sohbet toplantılarında okumak üzere saklamış olabilir ki sonraları ele geçirilmiş ve kasıt peşinde olan kimselerce istedikleri gibi kullanılarak o günün toplumu işte anlatıldığı gibi bu suretle canlandırılmıştır.
Tabi eğer bu şiirler kesin olarak O'na aitse mesele böyledir, yok eğer uydurulmuş ve O'na sonradan mal edilmiş ise bunu da artık Allah bilir.
Yukarıda söylediklerimizi O'nun şiirlerinde görmek mümkündür. Mesela Medine-i Münevvere'de, namaza giderken yolunun üzerinde namaza gitmekte olan kızlara rastladığım, torbasında bulunan şeyleri onlara attığını, onlarla sohbet ettikten sonra da tasarladığı yere gittiğini anlatmaktadır. Bu şiirinin bir kıtasında diyor ki:
Küba [43] dan geçerken bana, uğradı bir sürü ceylan, Namazgaha koşuştular, bölük bölük gizli yoldan. Çıktım önüne onların, soyundum ar-u namusdan; Eski huyumdur bu benim, hoşlanırım ben kızlardan.
Burada beyitlerin, hayali bir olaya delalet ettiği açıktır. Çünkü kızlar, hiç şüphe yok ki haya, vakar ve ağırbaşlılık içinde namazgaha giderlerdi. Nitekim kendisi de öyle anlatıyor. Fakat biraz sonra içinden geçen manzarayı düşünerek bu beyitleri nazmetmiş, (içinde canlandırmıştır.)
Şöyle bir şey daha anlatılmaktadır:
Sözde İbni Ebi Atik, Ömer Bin Rabia'ya amcası kızı Zeyneb Binti Musa El-Cimhiyye'nin üstün zekasını ve güzelliğini anlatmış, şair Ömer de kızı görmeden O'na aşık olup, üzerine uzun kasideler yazmıştır. Dolayısıyla O'nu sevdikleri, veya O'nun kendilerini sevmekle şöhret kazandığı söylenen kadınlar için de aynı şey söz konusudur. Bunlar tanınmış, şöhretli ve saygın kadınlardı. O'nlara ulaşmak onlarla konuşup sohbet etmek o kadar kolay ve pek mümkün değildi.
Bu hanımlardan bir kaçının adını vermekle söylediklerimizin ne kadar gerçek olduğu daha da anlaşılacaktır. Bu kızların en tanınmışları şunlardı:
Hz. Hüseyin'in kızı Sekine, Abdurrahman Bin Avf m kızı Su'da, Talha Bin Ubeydullah'm kızı Ayşe, Abdullah Bin Abbas'm kızı Lü-babe, Abdülmelik Bin Mervan'm kızı Fatıma, Mervan Bin El-Ha-kem'in kızları Ümmü Muhammed ve Ramle, Muhammed Bin El-Eş'as'ın kızı Fatıma, Halid Bin Mus'ab'ın kızı Sekine, Mahzumo-ğullanndan Saad'm kızı Gülsüm, Abdullah Bin El-haris Bin Ümey-ye'nin kızı Süreyya (Süheyl Bin Abdülaziz Bin Mervan'ın hanımıydı), ayrıca NuamEl-Cimhiyye, Abdullah Bin Halef El-Huzaî'nin kızı Ramle ve Musa El-Cimhi'nin kızı Zeynep.
Bu hanımlar yaşadıkları asrın veya yaşadıkları toplumun seçkin tabakasının başında gelen en saygın hanımefendileri idiler. Tabi toplumu muhtelif tabakalara ayırmak eğer doğru ise bunu söylemek mümkündür ki îslam böyle bir düzeni ve böyle bir taksimatı asla tanımamakta ve kabul etmemektedir. Ancak şu noktayı da bilhassa işaret etmek gerekir ki: Acaba hac mevsiminde ve bizzat o kutsal mekanlarda üstelik büyük sahabilerden bir çoğunun henüz hayatta bulundukları o günlerde böyle bir davranış gösterebilmek için gerek bu hanımlarda gerekse o şair'de utanma duygusu bu kadar da mı azaldı dersiniz? Toplum, acaba bu seviyelerdeki çirkinlikleri ve kutsal değerlere yapılan saygısızlıkları kabul edecek kadar da mı kötüleşmişti?.. Gerçek şudur ki: Çağımızın İslam düşmanları Emevi Devrini böyle vasıflandırmak ve müslümanların bu duruma düşmesini istemektedirler.
Onun için bu kasideleri yeniden yayınlayarak, sebeplerini abarta abarta anlatıp onlara başka şeyler daha ilave ederek gerçekmiş gibi canlandırmış bulunuyorlar. Anlattıklarına göre güya, bahsi geçen hanımlar sırf şair Ömer Bin Rabia ile buluşmak, onları şiirlerinde anlatması, dolayısıyla meşhur olup adlarının yayılması için O'nunla bir araya gelebilmek maksadıyla uzak memleketlerden hacca geliyorlardı. Bununla dahi yetinmeyip Nuaym'ın elinde parfüm bulunduğu halde Şair Ömer Bin Rabia ile Mes-cid'ül-Haram'm (yani Kabe'nin) hareminde buluştuğunu rivayet ediyorlar. Sözde Nuaym Şair'in elbisesine güzel kokular sürmüş, O'na gülücükler sunarak geçip gitmiştir.
Keza O'nun bir keresinde Mescid'ül-Haram'a giderken yolda Zeynep'le karşılaştığım, esas gidecekleri yeri bırakarak Mekke mahallelerinden birine daldıklarını rivayet ediyorlar. Yine O'nun bir keresinde Abdullah bin Abbas'm kızı Lübabe'yi Kabe'yi tavaf ederken o gün için insanların hiç birinde bulunmayan çarpıcı bir güzellik içinde görüp seyrettiğini, o sırada neredeyse aklını oynatacak olduğunu, Lübabe ile tanıştığını ve kimlerden olduğunu öğrenince de gidip aşkına uzun kasideler yazdığını anlatıyorlar.
Peki sormak lazım, acaba Kabe-i Muazzama ne vakit bu tür oyunlara (kur, ve flört gibi) çirkinliklere sahne olmuş ki onlar da böyle pervasız davranmış olabilsinler? Yoksa hacılar bu iş için mi Kabe'yi ziyaret etmeye geliyorlardı. Yine sormak lazımdır: Acaba ne zaman hacılar bu tür davranışları sadece seyretmekle kalmış, bu gibi şeylere rıza göstermişlerdir? İşte bütün bu sorular, sözko-nusu iddiaları haddizatında reddetmekte, bu kasidelerin hayal mahsulü olduklarını ve sonraları Emeviler'in düşmanları tarafından aleyhlerinde kullanıldıklarını ya da kendilerine ait olan başka beyitler de ilave ederek Şair Ömer Bin Rabi'a'ya isnad ettiklerini kanıtlamaktadır ki bunu maksatları için bir sebep olarak kendileri bizzat hazırlamışlardır.
Tekrar sormak gerekir ki : Devirlerinin asîl hatunları olan bu hanımların yakınları acaba hamiyyet ve haysiyet duygularını o kadar da mı kaybetmişlerdi ki onlar hakkında yapılan bunca dedikoduları hoşgördüler veya susmakla yetindiler yahud da sırf Şair Ömer Bin Rabi'a ile buluşmak için hacca gitmelerine göz yumdular?.. Bilindiği üzere bir kadın -İslama göre- beraberinde bir mahremi bulunmadan hacca gidemez; zaten buna gücü de yoktur. Rivayet edilmektedir ki: Abdülmelik Bin Mervan'm kız kardeşi Ram-le hacca gitmişti. Farizasını eda ettikten sonra Şair Ömer Bin Rabi'a O'na kendini takdim etti ve dönüşünde Şam'a kadar kendisine refakatte bulundu. Abdülmelik de -bu nezakete karşılık olarak-hemşiresini O'nunla evlendirmek istedi. Keza Ömer Bin Ra-bi'a'nın, Talha Bin Ubeydullah'ın kızı Ayşe'yi, -Mina'da cemreleri attığı sırada- görüp O'na aşık olduğu, şiirlerinde O'nu anlatmaya başladığı, bunu gören ve aynı zamanda Zeynep'in akrabaları olan Hz. Ebu Bekir'in çocuklarının gelip Ömer'e kızdıklarım, O'nu bu davranışından dolayı kınadıklarını, Şair'in de bunun üzerine, kızdan bir daha bahs etmeyeceğine dair söz verdiğim, ancak dayanamayıp sonraları Süleyman, Sekine ve Ümmü Büşr gibi müstear isimlerle yine O'nu anmaya devam ettiğini rivayet etmektedirler.
Herhalükârda Emeviler'e yöneltilmiş bulunan ithamlar çeşitli şekiller almıştır. Şöyle ki:
1- Bazı tarihi gerçekler üzerinde bilhassa durularak bir taraftan Ümeyyeoğulları'nın itibarı hedef alınmıştır. İslamı geç kabul etmeleri, İslam davasına karşı Kureyş'e ve Birleşik Arap güçlerine vaktiyle öncülük etmeleri gibi... Bir taraftan da Emeviler'in fetihlerle İslama yaptıkları hizmetler üzerinden dikkatleri dağıtmaya çalışmışlardır.
2- Emeviler Devrinde meydana gelen Kerbela Faciası, Harra olayı ve ordunun Medine'de ırz ve namusa tecavüz etmesi, Mekke'nin kuşatılarak Kabe'ye yapılan saygısızlıklar ve Abdullah Bin Zübeyr'in Öldürülmesi, Hz. Hüseyin'in torunu Zeyd'in ayaklanması ve öldürülmesi gibi çeşitli hadiselerde yine dikkatler kasıtlı olarak sırf Ümeyyeoğulları üzerinde teksif edilmiş, Nizam'a idareye ve devlete baş kaldırmak müslümanlann birliğini bozmak gibi karşıt tarafın hatalı tutum ve davranışları daima dikatlerden uzak tutulmuştur.
3- İnsanın bazen kapılabileceği, bir takım hevesleri ve beşeri zaafları üzerinde durulmuş, şahısların hayırlı ve faydalı icraatları terkedilmiş, dile getirilmemiştir. Bunu Hz. Osman, Ebu Süfyan ve Muaviye gibi sahabiler için dahi düşünmüşlerdir. Esasen maksatları İslama hizmetten başka bir şey olamayan ve ancak bu yüzden Emeviler'in safında yer alan birçok kimseleri tutuculukla Ehl-i Beyt'e düşmanlıkla ve haksıza destek olmakla suçlamışlardır. Hatta Hz. Ali'nin yanında yer aldıkları halde bazı noktalarda içtihadlarıy-la tarafsız hareket eden Ebu Musa El-Eş'ari bile bu ithamlardan kurtulamamıştır. Taassupla suçlanmış bulunan bazı şahsiyetler de şunlardır:
Amr Bin EI-As, Ziyad Bin Ebih, Haccac Bin Yusuf Es-Sakafı, Sa-id Bin El-As, Abdullah Bin Amir ve daha bir çok kimse...
4- Hükümdarlık süreleri çok kısa devam etmiş ve bu yüzden de pek büyük hizmetler yapma fırsatını elde edememiş, veya esasen zayıf birer kişiliğe sahip bulunan halifeler hakkında fazlasıya zehirli propagandalar yaymaya çalışılmıştır ki bu halifelere Yezid Bin Muaviye'yi, Velid Bin Yezid Bin Abdilmeiik'i ve Yezid Bin İbrahim'i örnek göstermek mümkündür.
5- Ümeyyeoğuları'na düşman kimselerin karşılaştıkları özel ve nadir hadiseler, aleyhlerindeki şayialar için birer malzeme, yalanların çeliştirümesi ve iftiraların yaygınlaştırılması için birer araç olarak kullanılmıştır. Bu gibi şeyler günün birinde bir kerecik görülmüşse artık tarihi bir belge ve yazılı tesbitler için bir kaynak diye ele alınmış, mesele abartılmıştır.
6-Tüm Emevi Devrine şamil olmak üzere ortalığın tamamen fesada uğramış bulunduğu ve İslami değerlerin çiğnendiği yolundaki zehirli propagandalarına ve fikirlerinin yayılmasına şairleri de örnek göstermişlerdir. İddia edilen deyişleri söylemiş olabilen şairlere yönelerek bu dedikoduları çıkarmışlardır ki bu meyanda Ömer Bin Rabi'a ile Hıristiyan şair El-AhtaTdan bahsetmiştik. Yani bir takım şiirler uydurularak bu gibi kimselere maletmeye çalışılmış ya da en azından (onların) şiirleri arasına yerleştirilmiştir.
7- Bütün bunlara ilaveten (Ümeyyeoğulları ailesinde) bazılarının gerçekten işlediği çirkin fiilleri ortaya çıkarmış, onların, bu fahiş şeyleri yaymaya çalıştıklarını ileri sürmüşlerdir. Allah Teala ise:
"Müminler arasında hayasızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah (gerçekleri) bilir siz ise bilmezsiniz." [44] buyurmaktadır.
Ümeyyeoğulları'na (Emevilere) yapılan bu iftiraların esasen sağlam bir kanıtı yoktur. Çoğunun kaynağı meçhuldür. Bu da anlatılanların -tabi ki - doğru olmadığını göstermektedir. Eğer cerh ve tadil [45] metoduyla hareket edecek olursak, ki bir haberin doğru olup olmadığını tesbit etmek için izlenecek en doğru yol da budur. Emeviler aleyhinde ileri sürülen bütün bu rivayetleri bir kenara atmamız gerekecektir.
Biz, Emevi Devri Hz. Peygamber'in ve Halifelerin dönemi gibi sağlam bir İslami idare dönemidir, demiyoruz. Ancak Onun, İslam öncesi ve onlardan (Emeviler'den) sonraki Cahiliyet devri gibi olduğunu da söyleyemeyiz. Evet bu dönemi (Emevilerden) sonra (hedef alınan kimseye göre) iftirayı bazı yönleriyle eski cahiliyet-ten daha çok devam ettiren bir dönem olarak da nitelemiyoruz.
Fakat diyoruz ki: Hulefa-i Raşidin devri sona erince İslami ortam biraz gerilemiş, sapma bir açı meydana getirmiş ve gittikçe daha büyüyecek bir seyir takip etmeye başlamıştı.
Evet bu dönem için Hilafet sözkonusu edilse bile, sülale takip eden, verasete dayalı idare şekliyle İslami idare sisteminden sapma bu dönemde başladı. Sonra bu sapma, hükümdarların ve valilerin arzu ve heveslerine göre Beytülmal (Devlet Hazinesi) üzerinde çok kere tasarrufta bulunmakla daha da arttı. Nadir durumlar hariç, O'nlann bu arzu ve hevesleri, kendilerini îslamm hak yolundan çıkarmıyor idiyse de bu bir vakıadır. Fakat idare şeklinin diğer cepheleri genellikle sağlam ve İslamî olarak kalmakta devam etti.
Bazı tarih kitaplarının pek de güvenilemeyen rivayetlerine göre o devrin gerek halifelerinin, gerekse yüksek dereceli devlet adamlarının, evlerinde görülen İslamî hayat şeklinden sapmalara bakacak olursak, her şeye rağmen bu zevat yine de inançlıydılar ve Allah'dan korkuyorlardı. Öyle ki biri kendilerine bir nasihatta bu-lımuverse veya bir uyarıcı onları tenbih etse, hemen gözleri dolar, yapmakta oldukları aşırılıklardan hemen vazgeçerlerdi. Her ne kadar alıştıkları şeyleri tekrar yapma eğiliminde idiyseler de bu husus bir gerçektir.
O zamanki İslam toplumuna gelince, Emeviler'den önceki Ra-şid Halifeler devrinde olduğu gibi yine sağlam bir İslami hayat içinde devam ediyordu. Elbette ki halk ne de olsa ellerine geçen savaş ganimetlerinin bolluğu ve cephelerden getirilip evlere (hizmet için) giren yabancı kadınlar sebebiyle bir takım etkiler altında kalmışlardı. Esasen bu dönemdeki sosyal durum Hz. Ömer devrinin sonu ile Hz. Osman Devrinin ilk yıllanndakine daha çok benzerlik gösteriyordu.
Halkın eline her ne kadar bol bol savaş ganimetleri geçiyor, (ev işlerinde ve çeşitli hizmetlerde) çalıştırmak üzere büyük sayılarda harp esirlerine sahip oluyor idiyseler de -ki bu imkanlar onları daha çok rahata kavuşturuyor, tembellik veriyordu- buna rağmen yürekleri imanla doluydu. Çünkü cihada davet edilir edilmez, yaşadıkları bolluk ve refahı hemen bir kenara itebiliyor ve Allah rızasi için cihada koşuyorlardı. İşte bu ruhladır ki daha o devirlerde dünyanın geniş bölgelerini fethetmeye muvaffak oldular. Nitekim doğuda Çin sınırlarına, batıda ise Fransa'ya kadar dayandılar. İslam devleti, tarihinde en geniş sınırlarına sahip oldu. Daha önce varmamış olduğu sınırlara kadar ulaştı. Bir tek İslam devleti olarak sonraları da bu sınırları bir daha aşamadı. Bilakis Emevilerden sonra içe doğru çekilme ve dumura uğrama merhalesi başladı. Gerçi İslam dünyasının sınırları Ağlebiler ve Fatimiler döneminde Akdenizde ticaret kanalıyla Güneydoğu Asya'da ve Osmanlılar devrinde de Avrupa'nın güney doğusunda geniş alanlara yayılmıştı. Fakat bütün müslümanları tek bayrak altında toplayan, Emevi-ler döneminde olduğu gibi bir tek İslam devleti değil, sayılan birden çoktu. Gerçi biliyoruz ki İslam dini, İslam tarihi boyunca ve şimdiye kadar yayılmaya devam etmiş, fetihlerde bir kaç devir boyu gelişme kaydetmiştir. Ancak biz İslam Fütuhatı derken bundan İslamın ilk asrında yani Raşid Halifeler ve Emeviler devrinde gerçekleştirilenleri amaçlıyoruz. İkinci merhalede gerçekleştirilenler ise birincisinin tamamlayıcısı sayılır. Zira arada bir meydana gelen kesintiler esasen İslam Devletinin dahilinde cereyan eden iç faktörlerden kaynaklanıyordu. Şu var ki ortalık istikrara kavuştukça fetih faaliyetleri de kaldığı yerden devam ediyordu.
Hikayeci tarihçilerin adet haline getirdikleri üzere toplumun, Şiiler, Hariciler, ayrıca Zübeyr taraftarları, ya da Ümeyyeoğulları taraftarları olarak bir takım kamplara ayrıldığına dair söylediklerine gelince bu doğru değildir. Bu tür kamplaşmalar (devamlı olarak) kesinlikle yoktu. Ancak zaman zaman bir ayaklanma veya bir siyasi hareket olurdu, aynı görüşte olanlar bu hareketleri desteklerlerdi. Sonra tekrar durumlar normale dönerdi. Olağan hallerde ise ortada farklı herhangi bir siyasi fikir olmazdı. Bilakis toplum daima yekvücuttu. Mesela ordular cihad ve fetih için sefere çıkınca toplumun her kesimi askere katılırdı. Şunun ya da bunun sempatizanı olmak, fikirde ayrılıkçılık yapmaksızın her zaman vuku bulan bir gerçektir. Tarihçilerin uydurduğunun aksine kendine mahsus bir özellik içinde ortaya çıkan herhangi bir siyasi kampın varlığı, söz konusu olmadan da falancayı ya da filancayı desteklemek olağan bir şeydir.
Gayet tabiidir ki insan yaşadığı çevrenin yöneticisine tabi olur. Onunla birlikte savaşa çıkar. Edebiyatçıların bahsettikleri şairler bile farklı kimselere taraftar olurlardı. Onlardan kimisi Zübeyrîy-ken, sonra Ehl-i Beyt'in sempatizanı, daha sonra da Emevüerin destekçisi oluverirlerdi. Tabii ki böyle bir davranış (ahlaki açıdan) doğru değildir. Ancak bilinen husus şudur ki: Şair kişi kâh över, kâh yerer. Dolayısıyla bunlardan o zaman Hicaz'da bulunanın övgüsü Abdullah Bin Zübeyr lehindeydi. Şam'a intikal edince de bu kez Halife'yi medhü sena ederdi. Hatta bu sefer eğer Bin Zübeyr'in iktidarı sona ermişse, aleyhinde bile tavır alırdı. Devamlı Şam'da bulunup da oradan hiç ayrılmamış olanları istisna edecek olursak şairlerin çoğunun tutumu işte hep böyleydi. Devamlı Şam'da bulunanlar ise hep Emevi halifelerim övmüşlerdir. Olabilir ki Hıristiyan El-Ahtal da bunlardandı. Bütün bunların arasından kendilerine has düşünceleri olan müsait bir bölgeye intikal ettikleri ve orada yönetime karşı gelerek düşüncelerini ortaya attıkları zaman ancak fikir ve amaçlan anlaşabilen Haricileri de istisna etmeliyiz. Çünkü toplumun içinde yaşadıkları müddetçe hangi görüşe sahip oldukları anlaşılmazdı. Sadece bazılarının Hariciler gibi düşünebileceği zannedilirdi. Toplumun geriye kalan kesimlerinin tümü ise yekvücut bir kütle gibiydi. Emevi iktidarı boyunca da bu böyle devam etmiştir. Ordunun savaşa çıktığı ve yaz kış akınlarının devam ettiği esnada toplumun hiç bir kesimi diğerinden ayırt edilemezdi. Aslında farklı sınıflar da yoktu.
Şu varki toplum içinde iktidara karşı zıt bir hareket başlayınca böyle durumlarda (iç güvenliği sağlamak için ister istemez) fetih faaliyetleri sekteye uğrardı. Bu gibi hallerde herkes bulunduğu bölgenin yöneticisine tabi olur, muhaliflerine karşı onun safında yerini alarak mücadele verirdi. Dolayısıyla bir kuvvet diğerine karşı üstünlük kazanınca herkes galibiyeti elde eden yeni idarecinin hakimiyeti altına girerdi. Öyleyse bazı tarihçilerin "çeşitli hizipler" diye isimlendirmekten hoşlandıkları topluluklar (zıt fikirli kamplar) halk içinde yoktu.
O halde biz de bu kampları söz konusu etmeyeceğiz. Çünkü aslında böyle bir şey mevcut değildir. Başkalarının yaptığı gibi toplumda esasen mevcut olmayan bir şeyi varmış gibi göstermek istemeyiz.
Bazı kimseler, sırf İslam hayat sisteminin gerçekte bir kaç yıldan daha fazla dayanamadığını göstermek ve şu sonucu çıkarmak için bu yola baş vurmaktadırlar, diyorlar ki:
"Şu anda artık İslam hayat sistemiyle amel edemeyiz. Çünkü uygulanması mümkün değildir."
Biz burada Emevi iktidarı sırasında meydana gelen iç siyasi olaylara dokunmakla yetineceğiz. Bunları da sadece organize edenlere bağlayacağız. Çünkü, bu olaylarda genelin benimsediği bir ideoloji yoktu. Şiiliğe gelince bu fikir ancak üçüncü Hicri yüzyılın ikinci yarısında ve daha sonra ortaya çıktı. Bazı şahsiyetlere birtakım ideolojiler mal edildi ki aslında bu gibi şeyler onların aklından bile asla geçmemiştir. Hatta eğer bu tür düşünceleri duymuş olsalardı, onları şiddetle reddedeceklerdi. Keza Emevi devrinde meydana geldiği öne sürülen, dedikodu mevzuu olan hadiselerden de bahsetmeyeceğiz. Çünkü bunları kanıtlayan ve gerçek rivayetler seviyesine çıkaran dayanakları yoktur. Esas itibariyle bunlar sırf iftiralardan ibaret şeylerdir. Bu sebeple bizim bahsimiz sadece sağlam rivayetlere, halkın genel mânâda bildiği gerçeklere ve güvenilir kitaplarda sabit olan hadiselere dair kalacaktır. Biz, tarihi gerçeklerin neredeyse tamamını çarpıtan düşmanların görüşlerinden uzak duracağız.
Her halükârda tarih gerçekten de Emevilere çok zulmetmiştir. Çünkü onların iyi ve olumlu taraflarını da inkâr etmiş, hiç o yöne dokunmamış, ondan katiyyen söz etmemiştir. Buna mukabil olumsuz taraflarına oldukça geniş yer vermiş, ya da yalan yere onlara iftirada bulunmuş, hiç yapmadıkları kabahatleri kendilerine mal etmeye çalışmış, devirlerinde meydana gelmemiş olayları, olmuş gibi göstermiştir. Bunun esas sebebi de İslam tarihinin, Eme-vilerin düşmanı olan Abbasiler döneminde kaleme alınmaya başlamasından kaynaklanmaktadır. Sebeplerden biri işte budur. Bir diğer sebep ise tarihin, Abbasiler devrinde ve yönetimi eleştiren Şiiler tarafından yazılmasıdır. Esasen bu karşı tutumun temelinde çeşitli gayeler ve hedefler saklıydı. Bu garazkâr yazarlar Abbasi yönetimini eleştirirlerken esasen oklarını birinci derecede Emevilere yöneltiyorlardı. Bunlar Emevilerce Ehl-i Beyte reva görülen hadiseleri işleyerek halkın duygularını kabartmaya ve taraftar kazanmaya çalışıyorlardı. Emevilere mal edilmeye çalışılan haksız tasarrufların en önemlilerinden biri de onların Hilafet makamını zorla ele geçirmeleri, onu babadan oğlu intikal eden bir miras haline getirmeleri, tayin ettikleri valilerin şiddet ve baskıları, Şam halkının onlara tutkunca bağlılığı ve Ehl-i Beyt'in uğradığı felaketlerdir.
Kısmen doğru olan ve bazılarını da Emevi düşmanlarının çok abarttığı bir kısmını da hayali olarak yazdıkları bu eleştirilerle birlikte tarihçilerin görmemezlikten geldiği, Emevilere mahsus çok olumlu taraflar da vardır. Bunlara seri bir şekilde şöyle bir göz atmak mümkündür.
1- Muaviye Bin Ebi Süfyan (Allah ikisinden de razı olsun) yüce bir sahabi idi. Sahabilerin tümü ise âdil ve faziletli idiler. Dolayısıyla O, bazı içtihatlarında her ne kadar isabet kaydedememiş ve olumlu sonuçlar almakta başarılı olamamışsa da yine sahabidir, yine âdil ve faziletlidir.
Mervan Bin Hakem de Tabiilerin ilk tabakasından sayılır. Ömer Bin Hattab, Osman Bin Affan, Zeyd Bin Sabit, Sehl Bin Sa-ad Es-Saidî ve Busra Binti Safvan gibi sahabilerden hadis rivayet etmiştir. Mervan Medine'de valiyken Hz. Peygamber (sav)'in saha-bilerini toplar, onlara akıl danışır ve görüş birliği ettikleri şeyi ancak tatbik ederdi.
Emevi halifelerinden Abdülmelik Bin Mervan ise ilim ehlin-dendi, bilgiliydi. Hz. Osman, Ebu Hureyre, Ebu Said, Ümmü Seleme, Muaviye Abdullah Bin Ömer, Ümmüd-Derda ve Burayra'dan hadis dinlemiştir. Urva, Halid Bin Ma'dan, Reca Bin Hayva, İsmail Bin Ubeydullah, Zühri, Rabia Bin Yezid, Yunus Bin Meysere ve daha birçok zevat kendisinden hadis rivayet etmişlerdir.
Cerir Bin Hazm, Nafi'den naklen şöyle diyor:
"Medine halkı arasında Abdülmelik'den daha namazlı niyazii, Fıkhı daha iyi bilen, daha dindar ve ondan daha çok Kur'an okuyan birini görmedim."
Ebu Zennad da şöyle diyor: "Medine'de fıkıh alimleri şunlardır:
Said Bin El-Museyyeb, Abdülmelik, Urva ve Kubaysa Bin Zu-veyb."
ismail Bin Ebi Halid de Şa'bî'den naklen şunları anlatıyor:
"Kiminle oturup konuştuysam ondan daha üstün olduğumu daima farkettim, fakat Abdülmelik hariç!"
Bin Saad, Abdülmelik'i Medine halkı arasında Tabiilerin üçüncü tabakası arasında saymaktadır.
Keza Süleyman Bin Abdülmelik de dindar, fasih ve güzel konuşan âdil ve gazayı seven bir şahsiyetti.
Ibni Sirîn, O'nun hakkında şöyle diyor:
'Allah Süleyman'a rahmet buyursun, hilafetini namazın ih-yasıyla başlattı. Ömer Bin Abdülaziz'i yerine tayin ederek de sona erdirdi." Süleyman müziği yasaklamıştı.
Ömer Bin Abdülaziz'e gelince bu zat ictihad Önderlerinden yüce bir şahsiyet ve Hulefai Raşidin'den biri sayılır.[46] (Allah'ın rahmeti O'nun üzerine olsun.) Abdullah Bin Cafer Bin Ebu Talib, Es-Saib Bin Yezid, Sehl Bin Saad, Said Bin El-Müseyyeb Urva, Ebu Selem, Bin Abdurrahman, Ebu Bekir Bin Adirrahman, Amir Bin Saad ve Yusuf Bin Abdullah Bin Selam'dan hadis rivayet etmiştir. Saad O'nu, Medine ehli arasında Tabiilerin üçüncü tabakasından saymaktadır. Velid Bin Abdülmelik döneminde Medine'de valiyken ilim ehlinden kurra ve fakihlerden fikir alır, onlara akıl danışırdı.
2- Emevilerin olumlu taraflarından biri de onların ilim ve fazilet sahiplerine imkan ve öncelik tanımalarıydı.
Valilikleri onlara veriyor, orduların sevk ve idaresini onlara teslim ediyor, kadılık makamına onları tayin ediyor ve önemli konularda onlara danışıyorlardı. Emevî iktidarının tayin ettiği yöneticiler arasında şu tanınmış şahsiyetleri saymak yeterlidir: Amr Bin El-As ve oğlu Abdullah, Busr Bin Artaa, En-Numan Bin Beşir, Halid Bin Velid'in oğlu Abdurrahman, Muayiye Bin Hudeyc, Mesîeme Bin Muhallid ve Abdülaziz Bin Mervan. Komutanlarından da şu adları zikredebiliriz: Habib Bin Mesleme El-Fehri, Abdullah Bin Kays ve Cennade Bin Ebi Ümeyye Ed-Devsi. Kadı olarak tayin ettikleri zevat ise şunlardır: Faddale Bin Ubeyd, Ebu Burda Bin Ebi Musa, Ebu İdris El-Holanî. Akıl danıştıkları müşavirlerinin başında da Ruh Bin Zenba' Reca Bin Hayva, Zühri ve ayrıca başka şahsiyetler de gelmektedir ki Musa Bin Nusayr'ı, El-Mühelleb Bin Ebi Safra'yı ve Es-Semh Bin Malik El-Holani gibi zevatı bunların başında sayabiliriz.
Emeviler yargıya (adalet mekanizmasına) katiyyen müdahale etmemişlerdir. Bilakis kadıları, bilgili şahsiyetlerin en hayırlıları arasından seçip tayin ederlerdi ve onları işleriyle başbaşa bırakırlardı. Bu sebeple de bir olaya sebebiyet verip yargı organlarının karşısına çıkmaktan çok korkarlardı. Çünkü bunun anlamı mahkum olmaktı. Zira egemen zümre olmalarına rağmen kadı onların aleyhinde ne hüküm verirse o, mutlaka yerine gelecekti.
Emevilerin üstünlüğünü itiraf etmek bakımından Hz. Peygamber (sav)'in şu hadisini hatırlamak kâfidir:
"İnsanların en hayırlısı çağdaşım olan (müslüman)lardır. Sonra onları izleyen kuşak, sonra da onları izleyenlerdir." Omran diyor ki: "Hazret-i Peygamber (sav)'in, kendi çağdaşlarından sonra iki kuşak mı yoksa üç kuşak mı saydığını hatırlayamıyorum."
Hz. Peygamber (sav) hadisine devamla şöyle buyuruyor: "Onlardan sonra öyle kuşaklar gelecektir ki olaylar (savaşlar) görecek ancak şehid olmak istemeyeceklerdir; döneklik edecekler kendilerine güvenilmeyecektir. Vaadedecek ancak sözlerini yerine getirmeyeceklerdir. Aralarında şişmanlık zuhur edecektir. [47]
Ve işte Emeviler, Hz. Peygamber (sav)'in çağdaşlarından sonra gelen kuşaktır. O asırda çok hayırlı insanlar da vardı. Bunların Ernevilere mal edilenleri suskunlukla karşılamış olmaları veya kabul ettikleri mümkün değildir. Bununla beraber aralarında şerli kötü insanlar da vardı ki esasen kötülerin bulunmadığı hiç bir devir yoktur. Bunlardan biri istediğini yapma imkanını bulsa bile zeval bulur bulmaz neye layıksa o şekilde anılır.
Yine Emevilerin sahip oldukları üstünlüklerden biri olarak onların giriştikleri geniş fetihleri zikredebiliriz. O fetihler ki îslam diyarı bu sayede Çin'den Endülüs'e ve batıda Fransa'nın güneyine kadar yayıldı. Gerçek şudur ki -sanıldığı gibi- halifeler ve çoluk çocukları saraylarda saltanat ve debdebe içinde yaşamaya bakarlarken fetihler sadece komutanların gayretleriyle gerçekleşmedi. Bilakis halifeler bizzat kendi çocuklarını da cephelere gönderiyorlar-dı. Mesela Muaviye, oğlu Yezid'i bir ordunun başında İstanbulu kuşatmaya gönderdi. Keza Abdülmelik, oğlu Velid'i Bizanslılarla yapılan savaşlara defalarca göndermiştir. İkinci oğlu Mesleme de Bizans cephesinde savaşan îslam ordusunun başkomutanıydı ve savaşları sayılmaya değecek kadar çoktur. Aynı zamanda O'nun Konstantiniye'yi kuşatması tarihte bilinen meşhur bir olaydır. Keza Abdülmelik'in kardeşi Muhammed Bin Mervan –Cezireı [48] Emi-ri- çok kere savaş işlerini idare ederdi. Yine, Abdülmelik oğluVe-lid'in çocukları Abbas Abdülaziz, Ömer ve Mervan Bizans cephesindeki orduları sevk ve komuta eder, amcaları Mesleme Bin Ab-dülmelik'e yardımcı olurlardı. Keza Süleyman Bin Abdülmelik'in oğlu Davud, komutasındaki kuvvetlerin başında Bizanslılara karşı savaşırdı.
Hişam Bin Abdülmelik'e gelince, Mervanoğulları'nın hepsine (yani saraylıların tümüne) savaşa çıkma mecburiyeti getirmişti. Dolayısıyla aralarından savaşa katılmayanlar, savaş gelirlerinden yararlandınlmazlardı. Halife Hişamın oğullarından Muaviye Süleyman, Meslem ve diğerleri savaşçıların önde gelen kişilerinden idiler. Mervan Bin Muhamed'in bizzat kendisi orduları komuta eder, savaş sırasında üstün sabır ve direniş gösterirdi. O'nun çetin savaş şartlarında gösterdiği olağanüstü dayanma gücü sebebiyledir ki kendisine Eşek Mervan denilmiştir.
Belki bazı kimseler zannederler ki Emevi komutanları askerin sevk ve idaresini başkalarına havale eder, kendileri şehirde oturur yerlerine naipler gönderirlerdi. Fakat ben bunu daha önce açıkladığım gibi şimdi de derim ki: Hayır komutanların bizzat kendileri de savaşı icra eder, öldürülmeye maruz kalır, mücahitlerin ön saflarında bizzat çarpışırlardı.
Yine bazı kimseler, -başkaları idareye el koyarak kendilerine kötülük yapabilir korkusuyla- emevilerin ancak kendi aralarından seçtikleri kimselere ordunun sevk ve komutasını teslim ettiklerini zannederler. Ben bu konuda derim ki: Bunun böyle olabileceğini ancak zamanımızda yaşayanlar düşünebilirler. Günümüzün askeri devrimlerine bakarak o günler için de aynı ihtimallerin geçerli olduğunu, ordunun sivil halkın idaresine de el koyduklarını sanabilirler. Halbuki durum hiç de öyle değildi. O günlerin savaş komutanının cephe dışında asker üzerinde hiç bir etki ve otoritesi yoktu. Savaştaki etkinliği ise orduyu düzene sokmak, sancakları dağıtmak ve savaş esnasında emir ve komuta etmekten ibaretti. Çünkü cihad sona erince mücahitler memleketlerine dönerlerdi. Öyle günümüzde olduğu gibi başkenti koruyan, sürekli bir muvazzaf ordu yoktu. Günümüzün nesillerinin zihninde canlanan ve sultanın yandaşları ya da başkaları tarafından idare edilen hazır kuvvetler o asırda mevcut değildi.
Emevilerin en büyük özelliklerinden biri de onların toprağı ihya etmek, kanal ve nehir yatakları açmak gibi faaliyetlerdir. Emevi halifeleri kalkınmış bölgelerden uzak kıyı köşelerde saraylarını yaptırırlardı. Bu da o bölgenin kalkınmasına esasen hizmet ederdi.
Çünkü devlet başkanının civarına yerleşmek gibi bir eğilimle halktan başka kimseler gelerek o çevrede binalar yapar, oraya su getirir ve ekerlerdi. Böylece ölü bir bölge ihya olur kalkınırdı. Eğer sarayın büyük ve heybetli olmasına, çevrenin tabii güzelliğine ve suyun bolluğuna bakarak yer seçmiş olsalardı, ekili ve ağaçlandırılmış birçok bölgelerde aradıklarını rahatça bulma imkanına sahip idiler. Şu kadarını da biliyoruz ki Muaviye'nin oğlu Yezid (tedmür yakınlarında) Huvvarin adıyla bilinen bir köyde ölmüştür. Çünkü zaman gelip vakitlerinin bir kısmım bu köyde geçirirdi. Süleyman Bin Abdülmelik de Ramle mıntıkasını ihya etmiştir. Velid Bin Abdülmelik O'nu bu bölgeye idareci tayin etmişti. O da Lüd adıyla bilinen bir mevkiye yerleşti ve orayı kalkındırdı, şehir haline getirdi. Oraya ilk defa köşkünü ve "Kuyumcular Çarşısı" olarak bilinen bir binayı yaptıran Süleyman Bin Abdülmelik'dir. Sonra mescidin de projesini yaptı ve inşa ettirdi. Burada adıyla bilinen ve gerek kendisi, gerekse civarında oturanlar için sulama amaçlı kanalı kazdırdı.
Emevi halifelerinden Ömer Bin Abdülaziz de Marc'a iner, bu bölgenin ihyası için çalışırdı. O da, Marc Bölgesi'nin başlangıcında bulunan Şam civarındaki Deyr Sem'ân'da vefat etmiştir.
Yine Emevi halifelerinden Hişam Bin Abdülmelik, Rassafa'yı kalkmdırmıştır. Hişam yazlarını burada geçirirdi ve burada öldü. Buraya kanal kazdırarak su getirten yine O'dur. Bu sebepledir ki Rassafa, ihya olmuş, kalkınmış, ekilmiş ve bağlık bahçelik hale gelmişti. O dönemde Dımışk ve havzasında kazdırılmış nehir ve kanalları hiç unutmamalıyız. Bunlar hâlâ mevcutturlar ve kalkınmaya o gün için halkın idaresine ve hayati meselelerine verilen önemi kanıtlamaktadırlar. İşte bu anlatılanlar, Emevilerin topluma ve İslama yaptıkları hizmetlerin sadece bir kısmıdır. Gerek insaftan yoksun kimselerin ve müsteşriklerin, gerekse Emevi düşmanlarının yazmış olduklarını okuyarak zihinlerimizde -iftiraların bir eseri olarak- dehşet verici bir suret canlanmakta ise de umarız bu imaj onların iyi taraflarını anlayıp kavradıktan sorîra değişir.[49]
Emevüer'in halifelik dönemi Hz. Ali'nin Hicri: 17 Ramazan 40 tarihinde şehid edilmesiyle başlar. Emevi Devletinin başlangıcı ise Hz. Hasan'ın Mesken'de Hicri 41 yılının, 25 Rabiulevvel günü Mu-aviye lehinde devlet başkanlığından feragat etmesinden itibaren sayılır. Bu devlet Abbasilerle Emevilere ait kuvvetler arasında, son Emevi halifesi Mervan Bin Muhammed'in yenik düştüğü 11 Ce-maziyelevvel, Hicri 132 yılında cereyan eden Zab Savaşı'na kadar devam etti. Buna göre bu devletin varlığı 91 yılı aşkın bir süre kadar devam etmiştir. Devlete Emevilerin iki ailesi hakim olmuştur. İki aileden çıkan halife sayısı toplam onikidir ve sırayla aile ve isimleri şöyledir:
1- Süfyanoğulları: Bunlar Hicri 41-64 yıllan arasında hükmetmiş iki halifedirler:
- Muaviye Bin Ebi Süfyan H. 41-60
- Yezid Bin Muaviye H. 60-64
Halifeliği ümmet tarafından onaylanmadığı için Yezid oğlu Muaviye'yi halife saymıyoruz. Çünkü O'nun iktidarda olduğu süre içinde Abdullah Bin Zübeyr'e bey'at edilmişti. Aynı zamanda bu ikinci Muaviye bir kaç aydan fazla iktidarda kalmadı ve meseleyi müslümanlann görüşüne havale ederek hilafet makamından kendi arzusuyla istifa etti.
2- Mervanoğullari: Bunlar da Hicri 64/132 yılları arasında alt-mışyedi yıl hükmetmişlerdir. Bu aileden de on kişi Hilafet makamına gelmişlerdir ve adlan şöyledir:
- Abdülmelik Bin Mervan H. 73-86
- El-Velid Bin Abdilmelik H. 86-96
- Süleyman Bin Abdilmelik H. 96-99
- Ömer Bin Abdilaziz H. 99-101 –
Yezid bin Abdilmelik H. 101-105
- Hişam Bin Abdilmelik H. 105-125
- El-Velid Bin Yezid H. 125-126
- Yezid Bin El-Velid H. 126-126
- İbrahim Bin El-Velid H. 126-127
- Mervan Bin Muhammed H. 127-132
Şunu da unutmamalıyız ki Abdullah Bin Zübeyr Hicaz, Yemen, Irak ve Horasan'ı kapsayan bölgeler üzerinde dokuz yıl hilafet makamını temsil etmiştir. Dolayısıyla Hicri 64/74 yılları arasındaki zaman dilimi için, yani Yezid'in ölümünden, kendisinin şehid edildiği tarihe kadar tek meşru halife O'ydu. Bu sebeple O'nun bu dokuz yıllık hilafeti esnasında, Emevilerden İkinci Muaviye'nin ve Mervan Bin El-Hakem'in iktidar sürelerinin tamamıyla Abdülme-Hk'in iktidarının bir kısmı meşru hilafetten sayılmaz. Olsa olsa bu iktidarlar İslam topraklarının bir kısmı üzerinde tesis edilmiş bir şahsi tercih otoritesi ve idarenin gasp edilmesidir.[50]
[1] Şu nokta her müslüman tarafından kesin surette bilinmelidir ki, Allah'ın koymuş bulunduğu Yüce İslam Nizamından başka yeryüzünde insanoğluna layık olduğu özgürlüğü vadeden ve bunu teminat altına alan bir başka siyasi sistem mevcut değildir.
Emevilerden itibaren başlayan ve İslam Tarihinin üzerine kapkara bir perde gibi çöken, Krallık, Sultanlık ve padişahlık sistemlerinden hiçbirinin îslanı niza-mıyla alakası yoktur. Bu çeşit ilkel idare sistemlerine alternatif olarak gösterilen ve günümüz dünyasında yoğun propagandası yapılan demokrasi ise bizzat ilim adamlarının tabiriyle "Müptezel bir eşkiyalık düzenidir." Bugün değil, daha 2000 yıl önce Aristo, demokrasiyi: "Cumhuriyetin bozulmuş şekli" olarak tarif etmiş, bir başka ifadeyle de; "Yığınların anarşisi olarak" onu vasıflandırmıştır.
İşte islam nizamının Dört Halife Devri'nden hemen sonra tamamen uygulamadan kaldırılması, müslümanların içinde onulmaz bir yara açmış, ümitlerini kırmış, dünyalarını karartmıştır. Üstelik bu sapma, insanlığın bugünkü korkunç manzarasını da hazırlayarak birlikte getirmiştir. Ne var ki sapmanın bütün suçunu Emeviler'e yüklemek, belki de yazarın söylemeğe çalıştığı gibi isabetli bir tutum değildir. Daha doğrusu gelmiş geçmiş tüm müslümanlar bu suçta ortak olsalar gerektir. (Mütercim)
[2] Müellefe-i Kulûb: Yeni İslama girdikleri için gönülleri İslama ısındırıl-ması gereken kimseler demektir. Ne kadar zengin olurlarsa olsunlar bunlara da zekat verilir
[3] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 7, s. 19, 22, 27
[4] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere., c. 4, s. 402-403
[5] Ibn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 478
[6] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 49-91
[7] Rafızi tabiri, anadolu'da bilhassa Malatya dolaylarında Sünni halk tarafından Reffazi şeklinde değiştirilmiş olarak telafuz edilir
[8] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 5, s. 202-206
[9] Ehl-i Beyt: Arapça "Ev halkı" demektir. Hz. Peygamber (sav)'in kızı Hz. Fatıma'nın soyundan gelenlere denir. (Mütercim)
[10] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 478-491
[11] Ne ilginçtir ki Irak bu özelliğini hala korumaktadır. Irak halkı için eskiden beri "Ehl-i Irak, Ehl-i Şikak, Ehl-i Nifak" denildiği meşhurdur. Fazla çeşit sergileyen toplumunun mozayiği, türlü türlü dinlerin, mezhep ve tarikatların, birbirine zıt inanış, düşünce ve felsefelerin, esrarengiz örf ve adetlerin hakim olduğu bu ülkenin, daha başka türlü olması elbetteki beklenemez. Eski Mezopotamya üzerinde kurulmuş olan bu ülke hakkında söylenecek o kadar ilginç şeyler vardır ki anlatmakta bitecek gibi değildir. Bu ülkeye kısaca Tarihin çöp sepeti diyebilirsiniz. (Mütercim)
[12] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 3, s. 454-456
[13] Tarihte zulmüyle meşhur olan ve adı sayılı zalimler arasında geçen Haccac Bin Yusuf Es-Sakafı yukarıdaki tehdit doiu konuşmasından da anlaşılacağı üzere cami gibi mukaddes bir mekanda bile pervasızca konuşmaktan, yaşın yanında kuruyu da yakmaktan hiç bir zaman çekinmemiştir.
Resulullah (sav)'in sahabilerini şehid edecek kadar kudurmuş olan bu insan, İslam tarihine bir kara leke olarak geçmiştir. Allame îmanı Suyuti Tarih'ul-Hulefa adındaki eserinin Emeviler bahsinde bu adamdan söz ederken: "Allah O'na rahmet etmesin, affına mazhar kılmasın!" diye acı bedduada bulunmuştur. (Mütercim)
[14] îbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 338-340; Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 9, s. 18-20
[15] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 9, s. 159
[16] Tabii: Sahabileri, yani Hz. Peygamber (sav)'in dava arkadaşlar] nı gören, onlara yetişip ilimlerinden yararlanan müslümana denir
[17] îbn-i Kesir, El-Bidaye tere, e 9, s. 160-166
[18] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 109-120
[19] İbn-ül Esir, El-Kamil tere, c. 4, s. 315-325
[20] Muruc'uz-Zeheb, El Mes'udi, 3-5-1964 Kahire-Mısır
[21] Ibn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 8, s. 76-80
[22] Muruc'uz-Zeheb, El Mes'udi, c. 3 s. 420-421
[23] Taberi Tarihi, c. 5, s. 227
[24] Burada bir kopukluk bulunduğu ve yazarın bunu, olayın evveliyatını bildiği için yaptığı kanaatindeyim (Mütercim)
[25] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 14-16
[26] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 21-22
[27] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 25
[28] Taberi Tarihi, c. 5, s. 331
[29] Burada susmanın, tarafsızlık ve dürüstlük sayılacağına keza, Yezid'i mazur göstermeye çalışan bir tarihçinin de dürüst ve gerçekçi olduğuna inanmak oldukça güçtür. (Mütercim)
[30] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 77
[31] Adı geçen kitapta kıyamet alametlerinden bahsediliyor
[32] Eğer bu rivayet doğruysa Hıristiyan şair El-Ahtal, gerçekten de Resu-lullah'ın güzide sahabilerine pervasızca dil uzatmaktadır.
Emeviler Kureyş'e mensub oldukları için, Halifeye şirin gözükmek maksadıyla E!-Ahtal, Kureyşlileri göklere çıkarırken Ensar'a (Medine'li Sahabilere) tahammülü zorlayan bir dille hakaret etmektedir.
El-AhtaTın, "Ey Neccaroğullan!" diye hitab ettiği zümre Ensarilerdir. Onlara "Ey çiftçi veletleri" ve "alın tırmığınızı" diye hitab etmesinin sebebi şudur. O devirde çiftçilik araplar tarafından hakir görülen bir meslekti. Dolayısıyla El-Ahtal, Medinelileri bu sözleriyle aşağılamak istemektedir. EI-Ahtal'ın Feri'a'nm oğlu dediği zat ise Hz. Peygamber'i güzel şiirleriyle öven Medine'li Sahabi ve şair Hassan Bin Sabit'tir
[33] İbn-i Kesir, El-Bidaye tere, c. 9, s. 271-275, 278-282, 292
[34] Ömer Bin Abdulaziz, adaletiyle meşhurdur ve islam tarihinin yüz akıdır. Bu sebeple ikinci Ömer olarak bilinir
[35] Kitabın yazan bu rivayete hayret etmiş olmalı ki, bir dipnotu düşürerek şöyle diyor; "Böyle birşeyi hiç akıl kabul edermi? Cemaatten hiç mi bir kimse kadını sesinden tanımadıO) Namazdan sonra halk içinde Her zaman Halife'nin karşısına çıkan O'nunla görüşüp konuşan olurdu. Hiç mi bu kez biri O'nunla konuşmadı ve işin farkında olmadı?!
Yazar'in bu mülahazasına rağmen Velid Bin Yezİd'in kötü ünlendiği çok ciddi ve değerli tarihçilerin kayıtlarından da anlaşılmaktadır. Ezcümle İmam Suyu-ti "Tarih'ul-Hulefa" adlı eserinde Velid için "Ahlaksız Halife" tabirini kullanmaktadır. (Mütercim)
[36] İbrahim Suresi; Ayet: 15
[37] Yezid'i Nakis: Onuncu Emevi hükümdarıdır. Kendisinden önceki selefi ve amcazadesi Velid'i ortadan kaldırarak yerine geçti
[38] Ibn-i Kesir, EI-Bidaye tere, c. 10, s. 20-37
[39] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 41
[40] Ebu Turab Hz. Ali'nin künyelerinden biridir
[41] Halbuki bunların her biri yek diğerinden farklı mezheplerdir
[42] Muruc'uz-Zeheb, c. 3, s. 42-43
[43] Küba: Medine'de bir semt
[44] Nur Suresi: Ayet; 19
[45] Cerh ve Tadil: Bir hadis istilahi'dır. Habercinin kişiliği gözönünde bulundurularak ve haberi iyice araştırılarak hüküm vermek anlamına gelir
[46] Bu büyük insan, îslam tarihinin yüz akı, insanlık tarihinin ise Hz. Ömer'den sonra adaletiyle meşhur eşsiz bir fazilet örneğidir. Ne yazık ki günümüzün müslümanları, yüce bir veli, büyük bir kahraman ve her yönüyle namus-u mücessem olan bu büyük Önderi yeteri kadar tanımamaktadırlar. O'nun hayat tarihine çok daha geniş veren kitapların okunmasını hararetle tavsiye ederiz. (Mütercim)
[47] Hadiste Hz. Peygamber (sav)'in, çağından çok sonra gelecek olan kuşaklar arasında aşın refahın ve ondan kaynaklanan dengesizliklerin tıpkı günümüzde oİduğu gibi bünyelerde fazla kilo alma eğilimini kamçılayacağına dair çok ilginç işaretler vardır. (Mütercim)
[48] Bugünkü Cizre ve dolayları
[49] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/235-298.
[50] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 3/299-300.