45- ABBASİ DEVLETİ2


45- ABBASİ DEVLETİ

 

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamd, Peygamberlerin efendisi ve sonuncusu Hz. Muhammed'e, âline, bütün ashabına ve kıya­met gününe kadar O'nun çağrısıyla insanları hidayete çağıranlara salat ve selam olsun.

İşin esasına bakılacak olursa Abbasoğullan Tarihini Şiiler çar­pıtmalardır. Bununla birlikte daha sonraları, Emeviler'in düşma­nı olan, devrin işbaşmdaki hanedanı ve dönemlerinde İslam tari­hinin kaleme alındığı Abbasiler'le işbirliği yaparak bu kez de Eme-vi Tarihi'ni değiştirmişlerdir.

Sebebi de şuydu: Önceleri sadece Ehl-i Beyt'ten olanların (Ya­ni Hz. Hasan'ın ve Hz. Hüseyin'in soyundan gelenlerin) hilafet makamına getirilmesi yolunda çağrı yapıldığı ve bu sebepten do­layı halkın Emeviler'-den bağlantısı koptuğu halde daha sonra (yakın akrabalık ilgisiyle) Abbasoğullan (Yani Hz. Abbas'm soyun­dan gelenler) amcazadeleri olan Ebutaliboğulları'nı dışlayarak devlet idaresini yalnızca kendi ellerinde tutmaya çalıştılar. Hz. Ali soyunu önlerinden bir kenara ittiler. Hatta yanlarından dahi onla­rı uzaklaştırdılar. İşte Abbasoğullan'nın bu tutumu Ebutaliboğul-Ian'nın onlara kin bağlamasına, onlarla siyasi rekabete girmeleri­ne, ünlerini ve sonuç olarak tarihlerini çarpıtmalarına yol açtı.

Aynı zamanda siyasi çıkar peşinde olan herkes bu hırsla hare­ket ederek, müslümanlarm Ehl-i Beyt'e karşı olan sevgisini sö­mürmeye, onların "Şia"sı (destekçisi ve sempatizanı) kisvesine bürünerek bu yolla arzu ve hedeflerini gerçekleştirmeye çalıştı.

İşte bu sebepledir ki Şiilik görüntüsü içinde birçok siyasi kamplar, siyasi mezhepler ortaya çıktı. Üstelik bunların her biri îs-lamdan son derece uzak birer çizgi izlediler ve işte bu çeşitli gö­rüntülerden birinin içinde Irak'ın güneyinde Zenci Hareketi mey­dana geldi. Keza KarmatîTik, Nusayri'lik İsmailî'lik ve Hamda-nî'lik gibi (sapık ideolojik) kamplar yine Ehl-i Beyt'e karşı olan sevgi sömürüsü üzerinde temellenerek oluştu. Aynı zamanda Ubeydî (Fatımî Devleti bu felsefe üzerinde kuruldu, ki Dürzilik de­nen din) de ondan doğdu. Buna ilaveten Şii Mezhepleri'nden îmamî'lik (İsnaaşeriye) Fırkası da yine bu görünüm içerisinde or­taya çıkarak kendisine has bir felsefe düzdü ve onu şeffaflaştırma­ya çalışarak vaktiyle yaşamış olup {bu düşüncelere hiç sahip bu­lunmayan) bir takım şahsiyetlere mal ettiler ki işin aslı hiç de böyle değildir.

Tabi meselelerin gerçek yönü ve iç yüzü tarihçilere ve anlatım­cılara da çarpık şekilde yansıdı. Zannettiler ki bu fikirler İslamrn ilk devirlerinden beri mevcuttur. Onun için bu düşünceleri, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Zeynel Abidin'e, O'nun oğlu Zeyd'e ve torunu Cafer-i Sadık'a mal ettiler. Bu şekilde de yayıldı. Bu nedenle Hic­retin daha dördüncü yüzyılı başlar başlamaz, Şiilik iddiasında olanlar îslam dünyasının birçok bölgelerinde devlet idaresini elle­rine geçirmişlerdi. Buna rağmen birleşmek için de çalışmıyorlardı. Çünkü (temelde şii olduklarını ileri sürmekle beraber) aynı siyasi kampa mensup değillerdi ve aynı düşünce ve inancı paylaşmıyor­lardı. Hatta hedefleri bile aynı değildi. Bilakis bu parça bölük pör­çük beyliklerin her biri İslam topraklarının belli bir parçası üzerin­de hüküm sürüyordu. Nitekim bu durum, adamların tamahkâr ve siyasi çıkar peşinde olduklarını şiiliği sırf emellerini gerçekleştir­mek ve idareyi ele geçirmek için kullandıklarım kanıtlamaktadır. Örneğin Karmatîler, Asîr Bölgesi hariç tüm Arap Yarımadası'nı egemenlikleri altına alarak Suriye'ye kadar ulaştılar ve Mısır kapılarma dayandılar. Keza Ubeydîler (Fatımîler) Kuzey Afrika'ya hük­mediyorlardı. Daha sonra Mısır'a da boyun eğdirerek burayı oto­ritelerinin merkez üssü haline getirdiler, Hamdanîler'se Suriye'nin kuzeyindeki memleketleri iktidarları altına almışlardı. (İranlı bir hanedan olan) Büveyhoğullan da Abbasi Devleti'ni (yirmiikinci Abbasi Halifesi El-Müstekfi Billah'tan itibaren) nüfuzları altına al­mışlardı. Bütün bu devletleri ele geçirmiş bulunan güçler, şii ol­duklarını ileri sürmelerine rağmen devletleri hep böyle birbirle­rinden ayrı kaldı. Daha da önemlisi çok kere birbirleriyle savaştı­lar, birbirlerini boğazlayıp durdular. Mesela Fatımîler, Karmatî-ler'e karşı durup direndiler, onları Mısır'dan geri püskürttüler. Ke­za Buveyhiler Hamdanîler'le savaştılar.

İslam Fütuhatı Emevi Devri'nin son günlerinden itibaren artık durmaya başlamış; halk iç çekişmelere kapılmıştı. Ta ki Abbasiler silkinip bu karışıklıkların önüne geçinceye kadar. Sonra ortalık on­ların işbaşına gelmesiyle istikrara kavuştu. Bunun tabii bir netice­si olarak halk bir süre rahatladı. Ancak gönlünde birşeyler gizle­mekte olan (niyeti bozuk) herkes bu ortamı fırsat bilerek faaliyete girişti. Mamafih bu fırsatçıların büyük kısmı Mecûsîler'den oluşu­yordu. Bunlar Şii geçiniyor ve kendi ırklarına mensup müslüman îranlılar'm paralelinde Abbasiler'in peşinden yürür gibi görünü­yorlardı. Ancak ne zamanki yönetime geldiler, Fars asıllı bazı kim­seler ellerine geniş yetkiler geçirdiler. Irkçılıktan ve kayırıcılıktan da yararlanarak İslamı yıkmak için büyük gayretler sarfettiler. Bu­nun sonucu olarak da Senbaziye, Meslemiyye, Ravendiyye, Mu-kannaiyye ve Babekiyye gibi sapık inanç akımları ortaya çıktı. Hatta Abbasilik davasının ilk temsilcisi olan Ebu Müslim El-Hora-sanî bile bu konuda suçlanmıştır. Çünkü bu örgütlerin bazılarının O'nunla ilişkili olduğu ileri sürüldü. Ya da mensupları Ebu Müs­lim'in intikamının alınmasını istediler. Her ne kadar böyle bir var­sayım O'nun ortadan kaldırılması ve Abbasilik uğrunda sunduğu büyük hizmetlerden sonra kendisinden kurtulabilmek için bir malzeme olarak kullanıldığı anlaşılıyorsa da gerek Ebu Müslim, gerek Bermekiler, gerekse daha başkaları bu kuşkulara hedef ol­muşlardır ki ırk kayırıcılığının da belirtileri buradan ortaya çık­maktadır.

Abbasiler Devri (H. 132-656) altı asır ve bir çeyrek asır kadar devam etti. Son günlerinde zayıf düşmüştü. Çünkü ırkçılık gittikçe artıyordu ve bu sırada ırkçı düşünceye dayanan bazı devletler ku­rulmuştu. Eğer ırkçılık ideolojisi ve bu ideolojiyi ihya eden dil fak­törü olmasaydı hiç kimse çıkıp bu devletlerin kurulması için pro­paganda yapmayacaktı. Nitekim Samaniler, Gazneliler ve Harzem devletleri işte bu esas üzerinde kuruldular. Ayrıca hiç şüphe yok ki bu devletlerin ortaya çıkmasında rol oynayan temel neden siyasi çıkarlardı. Bu çıkarlar ise ırkçı zihniyetle ve bu zihniyetin halk ta­rafından desteklenmesiyle ancak tutunabildi ve gelişti.

Aynı zamanda bizzat Abbasi Devleti'nin bazı bölgeleri de dev­letten resmen koparak müstakil birer hilafet olduklarını ilan etti­ler. Ezcümle Endülüs'te Emevi Halifeliği ve Mısır'la Kuzey Afri­ka'nın bazı kısımlarını kapsayan bölge üzerinde Fatımî Halifeliği kuruldu. Ne varki bu İslam devletleri kendi aralarında anlaşarm-yorlardı. Bilakis birbirlerine karşı kin güdüyor, birbirlerinin düş­manlarıyla işbirliği yapıyorlardı.

Örneğin Bağdat'taki Abbasiler, Endülüs Emevileri aleyhinde Fransızlarla dostluk içindeydiler. Halbuki bilindiği üzere İslam dünyasının bir tek halifesi ve müslümanlan birleştiren ancak bir tek devlet olabilir. Binaenaleyh bu şekilde parçalanmış olmak o devirde yaşayan müslümanlardaki İslam ruhunun daha öncekile­re oranla ne kadar zayıflamış olduğunu göstermektedir.

Devletin toprakları çok geniş ve nüfusu da çok kalabalıktı. Özellikle başkentte ve eyalet merkezlerinde çeşitli ırklara mensup olan vatandaşların sayısı yoğundu. Bu durum ise devlet otoritesi­ni ayakta tutmak ve güvenliği sağlamak için büyük sayılarda asker beslemeyi gerektiriyordu. Halk bu devirde bir rahatlık ve refah or­tamında yaşadığı için askeri hayattan uzak bulunuyorlardı.

İslam fütuhatı da durduğu, cihad faaliyetleri eskiden olduğu gibi geniş bir alan üzerinde değil de sadece şartlar gerektirdiği za­man ve kısa süreler içinde icra edildiği için vatandaşlar orduya gir­me ihtiyacım da görmüyorlardı. Bu sebeple Halife, henüz müref­feh bir hayata kavuşmamış ya da yakın geçmişte İslama girmiş bulunan uzak bölgelerdeki vatandaş kitleleri arasından askerlik için adam getirtirdi. Ya da esir ve köleleri celbederek onların İslamı ka­bul etmelerinden sonra askeri bir eğitimle yetişmelerini sağlayıp ordusunu kurardı. Nitekim, halife Türklerden oluşan bir ordu ge­tirtmişti. Bu askerler daha sonra terfi ederek yüksek rütbeli komu­tanlar oldular. Ve otorite onların eline geçti. İstedikleri zaman Ha-life'yi tahttan indiriyor, istediklerini destekliyorlardı. Bu sebeple zaman içinde Hilafet makamının heybeti zayıfladı, otorite düştü. Bilindiği üzere aşırı refah insanın büyük görev ve sorumluluklar­dan sıyrılıp kaçmasına, zevk ve safaya dalmasına karşı böbürlenip yarışmasına neden olmaktadır. Lüks içinde hayat sürmenin hiç bir zaman hayırlı sonuçlan görülmemişti. Malın çokluğu ise Allah'ın, kulunu tabi tuttuğu bir sınavdır. Tabi ki insan sahip bulunduğu servet ve imkanları ya hayırlı yollarda ve Allah'ın emirleri doğrul­tusunda sarfedecekve bu suretle O'nun rızasına nail olacaktır, ve­ya Allah'ın emretmediği şekilde onu harcayacak, dolayısıyla da O'nun gazabına uğrayacaktır. Yüce Allah'ın kitabında lüks yaşam­dan sekiz yerde bahsedilmiştir ki bunların hepsi kafirlere, müc­rimlere ve fasiklara yükseltilmiştir.

Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Sizden önceki kuşaklardan hayır sahipleri, ortalıkta çıkarı­lan bozgunculuktan (insanları) sakmdıramazlar mıydı? Onların pek azını kurtardık. Kendilerine yaşattığımız lüks hayatı kötü kullananlara ayak uyduranlar ise suçlu duruma düştüler.[1]

Keza Allah Teala şöyle buyurmuştur:

"Bir şehri yok etmek istediğimiz zaman (Önce) lüks içinde ya­şayan şımarık sakinlerine, yola gelmeleri için emrederiz. Ama onlar (yine de) çirkin davranışlarda bulunurlar. O şehir de artık yok edilmeyi hak etmiş olur. Biz de onu yerle bir ederiz.[2]

Bir ayet-i kerime'de de şöyle buyurmuştur:

"Koşup (kaçarak memleketinizi) terketmeyin. Lüks içinde ya­şatıl dığımz yere, yurtlarınıza dönün, elbette sorguya çekileceksi­niz dedik [3]

Bir diğer ayet-i kerimede de şöyle buyurmuştur:

"O'nu (Nuh'un) inkâr eden ve ahiret (günü) ile yüzyüze gel­meyi yalanlayan halkının ileri gelenleri -Ki biz onları bu dünya hayatında lüks içinde yaşatmıştık- şöyle dediler:

- Bu (Nuh), esasen yediğinizden yiyen, içtiğinizden içen sizin gibi bir insandan başka bir şey değildir. [4]

Başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyrulmuştur:

"Nihayet onların lüks içinde şım ar anlarına işkence yapcaca-ğımiz zaman feryad edeceklerdir. [5]

Keza şöyle buyrulmuştur:

"Doğrusu hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek illa ki orada lüks hayat içinde yaşayanlar, elçilerimize:

-  İletilmesi için gönderildiğiniz şeylere inanmıyoruz, deyip durdular [6]

Başka bir ayette de şöyle geçer:

"Ey Muhammedi Senden önce hangi memlekete bir uyarıcı gönderdiysek, illa ki orada lüks hayat yaşayanlar uyarıcı elçimize:

-Doğrusu atalarımızı bir dine bağlı olarak bulduk, biz de on­ların izlerinden yürümekte, onlara uymaktayız, dediler [7]

Ve nihayet bir diğer ayette de şöyle denilmektedir:

"Ve solcular var ya, vay canına o solcuların! Onlar semum (kaynar su) ve hamim (kapkara bir duman) içinde bulunacaklar­dır. Çünkü onlar daha önce dünyada lüks bir hayat içinde yaşıyor ve büyük günah (lar) işlemekte ısrar ediyorlardı.

Evet gerçekten lüks hayat, sonunda insanı dejenere eder, oto­rite kaybına, devletin yıkılmasına ve ümmetin zeval bulmasına yol açar. Nitekim Emeviler lükse daldıktan sonra yıkıldılar. Keza Ab-basiler'in hayatına lüks girince devletleri yok oldu. Hakeza Endü­lüs halkı kendilerini lükse kaptırınca ülke hristiyanların eline düş­tü ve kesin surette elden çıktı.

Şurası da pek açıkça bilinen bir husustur ki iktidar, askerlerin eline verildiği zaman onu münferit olarak kullanır, diktatörlük ya­par, baskı uygular ve zulmederler. Asker ancak savaş için vardır. Ancak komutan, (askerlerde kahramanlık duygularının coştuğu) cihad günlerinde ve Allah düşmanlarıyla savaş yapıldığı saatlerde hariç, hiç bir zaman ordusunun (gerçek anlamda ve içtenlikle) emre uymalarını temin edemez!

Dolayısıyla (barış zamanlarında) mutlaka bütün askerlerini kendi şahsi amaçlarını gerçekleştirmek, müslümanlan ve liderle­rini ezmek, kurulu düzeni altüst etmek için kullanır ki böyle bir olay sosyal hayatla beraber yürümez. Her ne kadar bu gerçek, hem güçlü hem de yararlı bazı komutanların zaman zaman var olduğu­na engel değilse de bunların iktidarından sonra durumlar yine es­ki kötü şekline derhal döner. Ülkede otoritesini zor kullanarak te­sis eden bir diktatör, muhtemeldir ki, iktidarının heybetini, belli bir zaman için dışarıya yansıtarak (düşman için bir göz dağı olabi­lir.) Ne varki (böyle bir idarenin sonucu olarak) içeride de derhal çöker. Çünkü vatandaşların morali zayıflar, uygulanan baskı süre­since tattıkları aşağılanma acısıyla ve düşünce özgürlüğünden uzun zaman yasaklı kalmakla halk artık şerefsiz yaşamaya alışır. Hem sonra hür olmayan bir toplumla hürriyetin bayraktarlığı ya­pılamaz. Düşünce hürriyetine sahip olmayanlar vasıtasıyla dün­yaya fikir hürriyeti yayılamaz. Şurası muhakkaktır ki dikta düzeni, baskı ve zorbalık insanlardan hürriyetlerini alarak onları köleleşti-rir. Onlara musallat olabilmek için düşünce hürriyetlerini ellerin­den alır.

İşte bu sebepledir ki îslam düşmanı olan devletler müslüman-larm başına daima zalim askerî komutanların (cuntaların) tebelleş olmasını ordunun, silah ve cephaneyle güçlendikçe bir eşkıya çe­tesine dönüşmesini sağlarlar. Halbuki bu hâle gelmiş olan bir or­dunun bir tek savaşta mukadder yenilgiye uğraması, onun artık devamlı olarak yenilgilere uğramasını hazırlar. Çünkü ordunun bir tek defa bile maruz kalacağı bozgunla askerin maneviyatı derhal çöker.

İşte Abbasi Devleti'ne musallat olan askerler de böyleydi. Devleti onlar zayıf düşürdüler, zalim bir yönetim uyguladılar. Dev­letin birçok sorunlarla karşılaşmasına sebep oldular. Irkçıların bu çöküntüyü, Arap olmayan unsurların devlete hakim olmasına bağlamalarına rağmen, askeri dikta düzeni bir ülkeden diğerine bir farklılık göstermez. Elbette ki Arabin uygulayacağı zulüm, baş­kalarının yapacağı zulmün bir benzeri olacaktır, ki sonuçları da aynıdır. Hiç bir sefer yoktur ki, hangi unsurdan olurlarsa olsunlar, askerler iktidarı ele geçirdiklerinde mutlak surette ülke geri kalır ve hemen iktidarlarını bir çöküş izler.

Bir yandan fetihler sayesinde adeta su gibi akarak müslüman-ların eline geçen servetlerin çokluğuyla, maaşlarının ve tahsisatla­rının artmasıyla, diğer yandan hizmet için gerek dışarıdan getir­dikleri insanlar, gerek savaşlarda ele geçirdikleri esirlerin ve satın aldıkları kölelerin efendileri için başardıkları işler ve sarfettikleri emeklerle, aynı zamanda onlar için kazandıkları mallar ve hazırla­dıkları rahat ortam sayesinde müslümanlar refah ve bolluk içeri­sinde yaşıyorlardı.

Müslümanlar o devirde bütün işlerini kölelerine havale edip, onlardan bir kısmı kendilerini ilmi çalışmalara vererek çok faydalı ürünler verdiler (eserler yazdılar); bir kısmı da kendilerini imar fa­aliyetlerine vererek, binalar inşa ettiler. Bir diğer kısmı ise şımarıp heva ve heveslerinin doğrultusunda bir takım çirkinliklere meylet­tiler. Hayvanın çamur içerisinde yuvarlanması gibi ahlaksızlığın balçığı içinde öylece yuvarlanıp durdular. Tabi onların bu şekilde­ki hayat tarzı günümüzün materyalistleri ve destekçilerinin anla­yışıyla medeniyet olarak nitelendirilmektedir.

Onun içindir ki "îslam medeniyeti Abbasiler Devrinde zirve­ye ulaşmıştır" derler.

ı3u adamlar o devre mahsus gerek ilim, gerek bayındırlık ve ge­rek ahlaksızlık alanlarındaki gelişmelere bakarak, (bu yönleri bir­biriyle karşılaştırarak) lükse, zevk ve safaya dalan kesim üzerinde daha çok önemle durmaktadırlar [8] O devrin yoksul kesimine, bu kesimin çektiği çilelere ve bundan doğan çeşitli siyasi hareketlere ise hiç dokunmamakta, bu taraftan hiç söz etmemektedirler. Hal­buki bunun sonucu olarak devlet çöktü ve Moğol darbelerinin al­tında yok oldu. Bir yandan belli bir kesimin yaşadığı lüks hayat di­ğer yandan askerlerin kurduğu zulüm düzeni sebebiyle devlet (ge­len felakete karşı) duramadı. Çeşitli ırkçı (milliyetçi) akımların or­taya çıkması ve Şiiler'in hıyaneti (devlet aleyhindeki gizli faaliyet­leri) yüzünden ülke paramparça oldu. îşte buradan hareketle di­yebiliriz ki Abbasi Devleti'nin gerek tarihinin kaleme alınışında, gerek o devirdeki siyasi akımların ortaya çıkışında, gerekse devle­tin enkazı üzerinde yeniden birtakım devletlerin kurulmasında ve baş gösteren genel çöküntünün temelinde şu dört nokta vardı:

1- Şiilik ve Batınî Hareketleri.

2- Devletin mukadderatına ordunun hâkim olması.

3- Gittikçe gelişerek fitnelere kaynaklık eden milliyetçilik akımları.

4- Maddi ölçüler üzerine kurulan bu devir medeniyetinin gö­rüntüleri.

Abbasi tarihinin, böyle özet yazılmış biçimden çok, gerçeğe daha yakın bir şekilde gözlerimizin önüne serilehilmesi için bu dört noktanın daha ayrıntılı olarak incelenmesi gerekir.[9]

 



[1] Hud Suresi; Ayet: 116

[2] Isra Suresi; Ayet: 16

[3] Enbiya Suresi; Ayet: 13

[4] Mu'minun Suresi; Ayet:33

[5] Mu'minun Suresi; Ayet: 64

[6] Sebe Suresi; Ayet: 34

[7] Zuhruf Suresi; Ayet: 23

[8] Yazar'm bu tesbiti doğrudur. Nitekim arap dünyasının çağdaş entellek-tüellerinden İslama karşı art tutumuyla tanınan Mısır'h Taha Hüseyin gibi kim­seler Abbasi Devri'nin üstünlüklerini, genellikle bu devrin ahlaksızlık edebiyatı temsilcilerinden Ebu Nevvas (M. 762-813) Başşar'ubnu Burd (Öl. H.168), El-Buhteri (M.820-897) ve Ed-Dahhak (M. 779-866) gibilerinin yazıp çizdikleriyle izah etmeye ve daima övmeye çalışırlar. (Mütercim)

[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/99-107.