46- ŞİİLİK VE BATINİLİK HAREKETLERİ
Müslümanlar, Hz. Peygamber (sav)'in Ehl-i Beyt'ine (evhalkına ve soyundan gelenlere) daima saygı ve takdirle bakarlar (bu hep böyle devam edegelmiştir.) Eskiden bu bakış açısının, genel siyasi hayat üzerinde büyük etkisi vardı.
Ehl-i beyt Hanedanı ise Hz. Peygamber (sav)'in amcaları arasında yalnızca Ebu Talib'in îslamı kabul eden: Hz. Ali, Cafer ve Ukayl adlı oğullarıyla diğer amcası (Hz. Hamza'yla beraber) İslama giren Hz. Abbas'm çocuklarından ibarettir. Bilindiği üzere şehitlerin efendisi Hz. Hamza'nın soyu devam etmemiştir.
Hz. Peygamber (sav)'in, Zübeyr, El-Haris ve Ebu Leheb adındaki diğer amcalarının çocukları ise Ehl-i Beyt kapsamına girmemişlerdir. Çünkü bunların İslama girişleri gecikti.
Ayrıca Ehl-i Beyt; Hz. Ali'nin, Rasulullah (sav)'in kızı Fatı-ma'dan doğan çocuklarıyla sınırlı olabileceği de muhtemeldir. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in soyu, Fatıma dışındaki çocuklarıyla yürümemiştir. Buna ilaveten Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber'e olan yakınlığı, çok önceden İslama girmiş olması, Allah düşmanlarına karşı verdiği cihad hizmetleri ve Rasulullah (sav)'e damat olması gibi ayrıcalıkları vardı.
Nitekim bu sebepledir ki -İslam öğretilerine aykırı olmakla beraber- bazı müslümanlar hilafet konusunda O'nun ve kendisinden sonra da çocuklarının öncelikli olduğu kanaatindeydiler. Çünkü (aslına bakılırsa) hilafet verasetle intikal etmez. Bilakis yeterlilik, ahlâk ve hakkı icra edebilecek güç gibi şartlara sahip olan her müslüman halife seçilebilir. Bazı kimseler bu şartlarla birlikte Kureyş soyundan gelmeyi de Halife adayı için şart görüyorlarsa da bunu kanıtlayacak delilleri yoktur.
Hz. Ali Hz. Osman'dan sonra hilafet makamını teslim aldı. Dolayısıyla Hulefa-i Raşidin'in dördüncüsüdür. Hz. Osman'ın katilleri konusunda devrin Şam Valisi Muaviye ile araları bozuldu. Bu anlaşmazlık taraflar arasında, sonuçta Hz. Ali'nin günahkâr bir elle şehid edilmesine kadar varan bir çekişmeye dönüştü.
Hz. Hasan'ın, Hicri 41 yılında Muaviye lehinde hilafet makamından feragat etmesiyle de ortam Muaviye için tamamen müsait hale geldi.
Bu sıralarda müslümanlann dikkatleri en çok Hz. Hasan üzerinde toplanmış bulunuyordu. Çünkü devlinin en büyük şahsiyetiydi. Nihayet Hicri 50 yılında vefat etti. O'nun, yemeğine gizlice zehir karıştırıldığı için vefat ettiği de söylenmektedir. O'ndan sonra da asrının efendisi kardeşi Hz. Hüseyin'di. MuaviyeoğluYezid'e karşı baş kaldırarak, Hicri 61 de Kerbela denilen yerde şehid edildi. Keza aile halkı arasında kardeşlerinden [2]çocuklarından [3] bü-yük biraderi Hz. Hasan'ın çocuklarından [4] ve amcaları Cafer'le [5] Ukayl [6]'in çocuklarından bir kısmı da O'nunla birlikte şehid edildiler.
Hz. Ali'nin bütün çocukları ve torunları Medine'de yerleşmişlerdi. Hepsi de hidayet ehli ve hayırlı insanlardı. Kerbela faciası Medine'de duyulunca şehir halkı Yezid'e karşı ayağa kalktı. Bunun üzerine Yezid'in ordusu hücum ederek gelip Medine'yi bastı. İki taraf arasında Harra adıyla tarihe geçen korkunç bir savaş cereyan etti. Bu savaş sırasında Hz. Ali'nin yeğeni Cafer oğlu Abdullah'ın Ebu Bekir ve Avn El-Asgar adlarında iki oğlu yine şehid edildiler. Bir müddet sonra da Muhtar Bin Ebi Ubeyd Es-Sekafi, Hz. Ali'nin Ubeydullah adındaki oğlunu öldürdü.
Hz. Abbas'in hâne halkına gelince, bunların arasında en çok, oğlu (büyük sahabi) Abdullah'ın çocukları ün kazandılar. Bunların en meşhurları Ali'dir. [7] Ürdün'ün El-Balkâ yöresinde, El-Humay-miye beldesinde otururdu.
Hadiselerin akışından öyle anlaşılıyor ki çok sonraları Hz. Ali'nin torunlarından Muhammed Bin El-Hanefiyye'nin Ebu Ha-şim lakabıyla tanınan oğlu Abdullah, bir ara Halife Süleyman Bin
Abdulmelik'e yaptığı bir ziyaret dönüşünde, yolda rahatsızlanarak öleceğini tahmin etmiş, güzergâhına yakın bir yerde oturan akrabası (Abdullah Bin Abbas'm torunu yukarıda adı geçen Ali'nin oğlu) Muhammed'e uğramıştı [8] Abdullah, bu sırada amcasıoğlu Mu-hammed'den, Emeviler'i devirmek için onlara karşı mücadele vermesini istedi. Çünkü, Süleyman Bin Abdulmelik'in, yemeğine zehir karıştırdığı kendisine anlatılmış, bu da O'nu üzmüş, Emevi-ler'e karşı öfkelendirmiş, çileden çıkarmıştı. Tabi bu Ebu Haşim, esasen Haşimoğullan'nm lideri değildi. Babası da bu sıfata sahip değildi. O'nu Muhtar Bin Ubeyde'nin yandaşları olan Kaysani-ler'den başka hiç kimse bu sıfatla tanınış değildir. Ancak dikkatler bu olaydan sonra Ebu Haşim'in üzerinde toplanmaya başladı ve ölümünün, Ümeyyeoğulları tarafından kendisine siyasi sebeplerle içirilen zehirden kaynaklandığı sayıldı.
Ölen bu Abdullah'ın, {yanında misafir kaldığı sırada) amcazadesi Muhammed Bin Ali'ye söyledikleri gerçekten O'nu etkilemişti. Nitekim hemen kolları sıvadı. Fakat önce açıkça kendi propagandasıyla değil, sadece toplumun Hz. Muhammed (sav)'in, hane halkına karşı hoşnut olması (Onlara karşı daima saygılarını korumaları) yolunda öğütlerle işe başladı.
Bu şekilde davranmak O'nun derin tecrübelerinden kaynaklanıyordu. İşin daha başında, (her şeyden önce) Ehl-i Beyt'in birliğini bozmamak ve destekçilerinin örgütlenmesi için böyle davranıyordu. Aynı zamanda bu suretle dikkatleri de üzerinden dağıtarak hasımlarını şaşırtmaya çalışıyordu. Ama işin gerçek yüzüne bakılacak olursa O aslında kendi propagandasını yapıyordu. Mademki mesele O'nunla irtibatlıydı şu halde gerçek bundan ibaretti. Bu ortamda ise çağrıyı yönlendiriyor, destekçilerini istediği şekilde harekete geçiriyordu. Hasımlarını daha çok şaşırtmak için kendisi hep Ürdün'de El-Humaymiya'ya kaldı, buna karşın propagandasının merkezi olarak Küfe'yi seçmişti. Çünkü davasının büyük adamları burada oturuyor, Ehl-i Beyt'in temasları burada sık sık cereyan ediyordu.
Oturmakta olduğu EI-Humaymiya'ya ise ancak propagandist-lerinin büyükleri geliyorlardı. Onlar da sözde tüccar veya hac yolcu1 arı kisvesinde yanma uğrarlardı; gizlice görüşür, kendisinden talimat alırlardı.
Zeyd Bin Ail [9] nin, Kûfe'de Hicri 122'deki siyasi faaliyetlerinin, burada şehid edilmesinin ve peşinden oğlu Yahya" [10]'nın Belh [11] kentinde Hicri 125 de babasının öldürülmesini müteakip Kûfe'den kaçarak giriştiği hareketlerin davaya ve onun yayılmasına büyük katkısı oldu.
Yahya, sonraları gizlice kendi propagandasını yapmaya çalışıyordu. Bunun üzerine yakalandı. Fakat Halife El-Velid BinYezid'in emriyle salıverilerek Şam'a sevk edildi. Ancak Yahya bu yolculuk esnasında bir ara sipere girerek direndi ve Emeviler'in yandaşla-rıyla çarpıştı. Ta ki öldürülünceye kadar. Keza Cafer'in torunlarından Abdullah Bin Muaviye Bin Abdullah [12]|'ın Yezid Bin El-Veüd döneminde Kûfe'de Hicri 127 de çıkardığı isyanın da devrim hareketlerinin yaygınlaşmasında rolü oldu. Abdullah sonra doğu taraf-larına^intikal etti.
Aralarında Ebul-Abbas Es-Seffah, Ebu Cafer EI-Mansur ve iki amcaları: Abdullah Bin Ali ile İsa Bin Ali'nin de bulunduğu Haşi-moğulları, keza Ümeyyeoğullar'mdan Süleyman Bin Hişam Bin Abdulmelik ve Ömer Bin Süheyl Bin Abdulaziz Bin Mervan daO'na katılmak üzere yola çıktılar.
Son Emevi Halifesi, Muhammed Bin Mervan, yönetime geli-neceye kadar Abdullah Bin Muaviye'nin Doğu bölgesi üzerindeki hakimiyeti devam ediyordu. Ancak sonraları bozguna uğratıldı ve Horasan'a kaçtı. Burada Ebu Müslim El-Horasanî'nin Herat Sorumlusu O'nu yakalayarak Hicri 131 de boğdurdu.
Halifenin apaçık bir "küfür izhar etmesi" [13] ya da akli dengesini yitirmesi gibi durumlar dışında O'na karşı baş kaldırmak Şer'î aykırılıklardan olmasına rağmen halk Emevi iktidarına karşı son zamanlarda isyan bayrağını çekmişti. Çünkü şurası bir gerçektir ki müslüman toplumun geneli daima, felakete uğramış insanlara merhamet nazarıyla bakar. Hele bu kimseler Ehl-i Beyt'ten olur ve kötüleşmiş bir düzeni iyileştirmek için çağrıda bulunurlarsa onların böyle bir çağrısı halk nezdinde elbette ki hüsnü kabul görür. İşte bu duygusal eylemlerdir ki Abbasilik propagandası için uygun olan atmosferi hazırlamış oldu.
Bu dava ortaya atıldığı zaman Hz. Ali'nin torunları (Abbaso-ğullan'nm yanı sıra) bu çağrının (başarıya ulaşabilecek) sonucunda bir pay sahibi olacaklarından hiç şüphe etmiyorlardı.
Ancak Abbasoğulları devletin idaresine hakim olunca bunu yalnızca kendi ellerinde tutmaya çalıştılar. Bu nedenle Hz. Ali soyunun "Şia"sıI [14] da bu kez Abbasiler'e karşı düşmanca bir tavır takındılar. Diğer yandan onları zalim olmakla, çirkin fiiller işlemekle suçladılar; davranışlarını eleştirip alay konusu yaptılar. Buna mukabil Abbasiler de Hz. Ali Soyu'nun destekçilerini daima takip altında bulundurdular, üzerlerine şiddetle gittiler, düşünce ve felsefelerini baskı altında tuttular ve onlara gözdağı vermek için devrimlerini yöneten liderlerini ezdiler. Bazen de {bir devrim yapabilecekleri) korkusuyla ve böyle bir sonuçtan korunmak için onları hoşnut etmeye çabaladılar. (Yönetimin böyle arada bir değişen belirsiz siyaseti karşısında) ve uğradıkları bir çok felaketlerden sonra Şiiler de bu kez kabuklarına çekilerek İslam inancından farklı bir inanç müessesesi oluşturdular.
İmamlarının masum {yamlmaz ve günahsız) olduklarına, onların da (peygamberler gibi) Allah tarafından gönderilmiş bulunduklarına inandılar. Onlara irfanı (gerçekleri vasıtasız olarak kendiliklerinden kavramayı) veTevil'i (hatasız yorum yapabilmek) gibi nitelikleri malettiler. Hz. Peygamber (sav)'in yüce sahabilerine (O'nun, hakkın hakimiyeti uğrunca canlarını feda eden seçkin dâva arkadaşlarına) dil uzattılar. Bu yolda sarfettikleri sözlerin de Ehl-i Beyt tarafından söylendiğini ileri sürdüler. Bazı kitaplar yazarak bunları Ümmet'in büyüklerine mal ettiler.
Mesela Nehc'ül-Belağa gibi. Bu kitap Hz. Ali Efendimize mal edilmiştir. Keza kendilerine mahsus bir fıkıh, bir İslami anlayış tarzı meydana getirdiler ve bunu da yine (Hz. Hüseyin'in torunlarından) Cafer'us-Sadik Hazretlerine nisbet ettiler. Vs.
Bunlarla da kalmayıp Abbasi Halifeleri, özellikle onlardan Ha-run'ur-Reşid gibi güçlü ve yararlı şahsiyetler hakkında yalan ve tezvirlere baş vurdular.
Halbuki Harun bir yandan Hac farizasını yerine getiriyor, bir yandan cephelerde düşmana karşı savaş veriyordu. Keza sünnetiihya eden ve devleti güçlendiren El-Mütevekkil hakkındaki tutumları da böyleydi. Halbuki El-Mütevekkil güçlü bir şahsiyetti.
Şimdi de, ilk bakışta yalan olduğu hemen anlaşılan bu iftiralardan bazılarına şöyle bir göz atalım:
"Es-Selefî, Et-Tuyûriyyât adlı eserde senedle Îbn'ul-Muba-
rek'in şunları söylediğini naklediyor:
Hilafet Reşid'e geçince, bu sıralarda (babası) Mehdi'nin cariyelerinden birine gönlünü kaptırmıştı. O'na bir gün kur yapmaya çalışıyordu. Cariye kendisine:
- Sana yaramam (benimle yatman caiz değildir). Çünkü senin baban benimle yatmıştı, diyerek isteğini reddetti.
Ancak Harun, cariyeye sırılsıklam aşıktı. Onunla temasta bulunmayı kitaba uydurmak için İmam Ebu Yusuf'u fetva almak üzere çağırttı.O'na:
- Ne diyorsun, bunu alabilmem için bir görüşün var mı, diye sorunca Ebu Yusuf O'na:
- Ya Emirel'mü'minin! Bir cariye bir şey ileri sürdükçe hemencecik kendisine inanman mı gerekir? Sakın O'na inanma, çünkü güvenilir değil!
İbn'ül-Mübarek bu sözlerden sonra şöyle diyor:
- Neye şaşıracağımı bilemiyorum; müslümanlann kanını döken mallarını gasbeden, ondan sonra da babasının haremine sarkıntılık eden bu zorbaya mı, inananların başbuğu (!)na namusunu teslim etmemekte direnen bu cariyeye mi, yoksa (hükümdara): Aldırış etme, babanın namusuna tecavüzde bulun, şehvetini tatmin etmeye bak, günahın boynuma (!) diyen yeryüzünün şu en büyük âlimine ve kadısına mı!..."
Şiiler Harun'ur-Reşid ile şair Ebu Nevvas hakkında, başkaca öyle şeyler daha söylemişlerdir ki onları burada ağza almaktan insanın alnı terler (yüzü kızarır). Halbuki Ebu Nevvas, Harun'ur-Re-şid'i gözleriyle dahi görmemiştir, huzuruna bile girmemiştir. Kezaşiiler (şair) Ebu Nevvas'm, sözde Reşid'in hanımı Zübeyde Binti Cafer El-Mansur'la olan ilişkileri hakkında şunları söylüyorlar:
'Ebunevvas t>ir gün Halife'nin sarayına girmişti. Reşid üzerine bir çarşaf örtmüş sırtüstü yatıyordu. Ebu Nevvas, üzerine uza-nıverdi, Reşid doğrularak önce O'nu azarladı. Sonra da:
- Ne oluyor, Ya Eba Nevvas! Ne yapıyorsun böyle, diye sorunca Ebu Nevvas yılışarak:
- Özür dilerim Ya Emirelmü'minin! Vallahi seni Zübeyde Sultan sanmıştım da, diye cevap verdi."
Şiiler Halife Emin'i de şarap içmekle itham ediyorlar. Hem böyle söylüyorlar, hem de Ebunevvas'ı bir gün şarap içerken görmüş O'nu öldürmek istemişti diye çelişkili şeyler anlatıyorlar.
Şimdi de onların, Halife El-Mütevekkil'1 e ilgili olarak, O'nun eğlenceye olan düşkünlüğü ve sayıları çok olan c ar iy el eriyle, arasındaki gönül işleri hakkında söylediklerine bir göz atalım. Edip ve (sözde) en ünlü şairlerden daha güzel ve üstelik irticalen şiir naz-meden, engin manâlı sözleri en güçlü ve harikulade bir ahenk içinde dizmesini beceren, hatta ve hatta kerametleri bile bulu-nan(!) bu harika nedimeler hakkındaki nakillerine bir bakalım. Ama bu kadar abartılmış olan bir anlatımda ne derece bir zorlanma ve asılsızlık bulunduğu da hemen zuhur etmekte, göz Önüne serilmektedir.
Ali Bin El-Cehm'den nakledildiğine göre şöyle anlatıyor:
"Halife El-Mütevekkil'e, Mahbube adında bir cariye hediye edilmişti. Bu cariye Taifte yetişmiş, edebiyat öğrenmiş, şiir rivayet etmişti. Eİ-Mütevekkil bir süre O'na sevdalandı, sonra bir gün kızarak saraydaki cariyelerin kendisiyle konuşmalarını yasakladı. Bir ara El-Mütevekkil'in huzuruna girdim, bana:
- Mahbube'yi rüyamda gördüm, sanki O'nunla barışıyordum, o da benimle barışıyordu, diye söz etti. Ben de :
- İnşaallah hayırdır ya Emirelmü'minin! diye mukabelede bulundum. Bu sefer:
- Kalk, gidip kendisine bir baş vuralım, bakalım ne yapıyor, dedi. Bunun üzerine gidip odasına girdik, baktık ki ud çalıyor ve şu güfteleri terennüm ediyor:
Issız kuytu her yanı, sarayı geziyorum; Derdimi anlatacak yok burada kimseler. Bir günahkârım sanki suçluyum, seziyorum. Ne pişmanlık kurtarır, ne tövbe fayda eder. Affettirecek yok mu suçumu sultanıma, Zira bir ara gelmiş, benimle barışmıştı; Sabahlayınca kalkıp veda etmişti bana, Ne varki sonra kızmış ve bana darılmiştı.
Bu sözleri duyan El-Mütevekkil, sevincinden çığlık atmaya başladı. Cariye de yerinden fırlayarak hükümdarın ayaklarına kapanıp:
- Devletli sultanım, seni bu gece rüyamda gördüm, benimle barışıyordun, diyerek içinde bulunduğu derin sevinci dile getirmeye çalışırken EI-Mütevekkil:
- Ah! Ben de seni bu gece rüyamda gördüm, diye karşılık verdikten sonra O'nu gözdeleri arasındaki eski mevkiine tekrar kavuşturdu.
EI-Mütevekkil öldürüldükten sonra kendisine devredilen (Türk asıllı komutan) Büyük Boğa [15] bu cariyeyi bir gün çağırarak kendisini eğlendirmesini emredince cariye mahzun bir şekilde oturarak, hiç karşılık vermedi. Büyük Boğa:
- Haydi bakalım biraz şarkı söyle, diye ısrar ettiyse de cariye özür diledi. Ancak komutan kendisine yemin ettirip kucağına ud'u koyunca şu güfteleri irticalen terennüm etti:
Hayatın nesinden ben zevk alayım! Öyle hayat ki Cafer'siz geçecek.[16] O sultanımı nasıl unutayım? Kanında yüzerken gördüm, bu gerçek. Dertli aşıklar, sinesi yanıklar, Şifayı buldular, onların tümü. Kara bağlanmış sadece biri var, Satın alacak mutlaka, bulsa ölümü. Andolsun! Evet, varını yoğunu, Verecek, mezara gömülmek için. Sevdiğini yitirmiş; ki artık O'nu, Bundan iyisi yok kurtarmak için.
Boğa bu sözleri duyunca küplere bindi ve cariyeyi hemen zindana attırdı. Bu da onların son beraberliği oldu.
Ebu'I-Ayna'dan nakledildiğine göre, şunları söylüyor, diyor ki:
"EI-Mütevekkil'e şair bir cariye hediye etmiştim. Adı Fazl'dı. O'nu kendisine takdim edince EI-Mütevekkil:
- Sen gerçekten şair misin, diye sordu. Cariye de:
- Beni satan ve alanlar böyle diyorlar, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hükümdar O'na:
- Peki, şiirlerinden biraz söyle de dinleyelim, diye emredince cariye şu beyitleri söylemeye başladı:
Siz hidayet önderi, devletli efendimiz, Otuzüçüne basmak üzereler bugünler. Hilafet makamına geldiğiniz zaman siz, Henüz yirmiyediye basmıştınız o günler.
Ey hidayet önderi! Umuyoruz biz şunu: înşaallah saltanatta yaşın bulur sekseni; Ve Allah kutsamasın kim istemezse bunu, Hem bu duaya içten bir "Amin" demeyeni."
Hicri dördüncü yüzyılda da şöyle bir hikaye uydurulmuştur:
Sözde "Adud'ud-Devleh, [17] Prenses Cemile'tu-Hanıdaniye [18]
ye evlenme teklifinde bulunur. Prenses Cemile ise bu teklifi reddeder. Bunun üzerine Adud'ud-Devleh, neden sonra prensesi esir eder ve bütün servetine el koyar. Bir rivayete göre de büyük meblağda bir para ödemek zorunda bırakır. O'nu, ya bu parayı ödemeye ya da geneleve girmeye mecbur eder. Prenses'in sıkıntısı öyle bir raddeye varır ki nakledildiği sırada kendisine nezaret eden güvenlik güçlerinin gafletinden yararlanarak bir fırsatını bulup Dicle'ye atlayarak intihar eder."
Yukarıdaki rivayetleri nakledenlerin eğer anlattıkları gibi Halifeler (Devleti idare eden şahsiyetler) bu derece aşırı bir gaflet ve eğlencenin, bu kadar büyük bir ahlaksızlığın içinde idiyseler, ülkeyi acaba kimler idare ediyor, kimler milleti ve memleketi koruyor, cephelere kimler orduları sevk ediyordu?
Halbuki çok kere halifelerin bizzat kendileri ya da oğullarından, kardeşlerinden veya amcazedelerinden biri bu orduları sevk ve komuta ederdi. Yukarıdaki rivayetlere bakılacak olursa (Halifelerin yakınları olan) bu kimselerin de bizzat halifeleri gibi davranmaları, O'nun gibi yaşamaları gerekirdi.
Hem sonra eğer gerçekten Halifeler tarihe işlenmiş olduğu üzere bu tür mübtezel bir hayat tarzı içinde yaşadı iseler, şu anda dünya milletleri arasında varlığıyla iftihar ettiğimiz şu büyük İslam medeniyetini, acaba kimler kurdu, kimler vücuda getirdi? Nitekim bu medeniyete ait eserler diğer dünya medeniyetlerinin yanında en yüksek düzeylerde boy göstermektedirler. Acaba hiç emek vermeden, hiç yorulmadan (üstelik seleflerimiz vakitlerini tamamen gaflet içinde geçirirlerken mi) bu eserler meydana geldi? Yoksa başkaları tarafından yapıldı da yalan yere mi atalarımıza mal edildi?..
Hayır, esasen medeniyetimizi kuran atalarımız büyük insanlardır. Fakat onların şanını küçültmeye çalışanlar tarihi çarpıtan garazkâr ellerdir.
Ehl-i Beyt Hanedanı'na mensup olup, vaktiyle müslümanları yönetme sorumluluğunu üzerine alma isteğinde bulunanların siyasi sebeplerle gizlenmeleri ve ortadan tamamen kaybolmaları, birçok fırsatçının Haşimî oldukları yolunda iddialarla ortaya çıkmalarına sebep oldu. Müslümanlar Ehl-i Beyt'e karşı sevgi ve saygı besledikleri için, siyasi makam ve mevki peşinde koşan ihtiras sahibi birçok kimseler bu duygulan sömürmeye çalışarak müslü-manları kendi etraflarında zaman zaman toplamaya çalışmış, sonra da devlete karşı baş kaldırmış isyan etmişlerdir. Nitekim Abbasiler dönemindeki Zenci İsyanı, Fatımiler'in devlet kurmaları, Karmatıy'lar ve Batınî hareketleri tarihte cereyan etmiş ve tarihçiler tarafından doğrusu yanlışıyla karıştırılmış, bu tür hareketlerdir.[19]
[1] BatıniIİk (Batmiyye); Ayet-i Kerimeleri, anlaşıldıkları manalardan farkîı şekilde yorumlayarak, Yüce Allah'ı yakışmayan sıfatlarla niteleyen sapık inanç ve fikir akımlarına verilen genel ad. Dürzilik, Nusayrilİk, Bahailik vs. gibi. Batınili-ğin bu gibi fraksiyonlarına bağlı kimseler müslümanlar arasında genellikle kimliklerini gizlerler. (Mütercim)
[2] Kerbela günü Hz. Hüseyin'le birlikte şehid edilen biraderleri Abdullah, Cafer, Osman, Abbas, Muhammed'ul-Asgar ve Ebu Bekir'dir.
[3] Çocuklarından şehid edilenler; Aliyyulekber ve Abduîlah'dır.
[4] Hz. Hasan'ın şehid edilen çocukları; Ebu Bekir, Kasım ve Abduîlah'dır
[5] Abdullah bin Cafer'in şehid edilen çocukları; Avnulekber, Muhammed ve Abduîlah'dır.
[6] Ukayl ve çocuklarından şehid edilenler ise; Kerbeia'dan önce Müslim Bin Ukayl, Abdurrahman Bin Ukayl, Cafer Bin Ukayl, Abdullah El-Ekber Bin Ukayl, Muhammed Bin Müslim, Abdullah Bin Müslim ve Muhammed Bin Ebi-saidElAhvel
[7] Hz. Abbas oğlu Abdullah oğlu Ali; Hicri 40 yılında Hz. Ali'nin şehid edildiği gün dünyaya geldi. Tabiin Kuşağı'nın seçkin şahsiyetlerinden bir Zat-ı Zi-şan'dır ve Abbasi Hanedanının arasıdır. Çok ibadet eder ve namaz kılardı. Onun için kendisine "seccad" (yani çok secde eden) derlerdi. Çok güzel ve yakışıklıydı. Heybetli ve saygındı. Emevi hükümdarı El-Veîid b. Abdulmelik O'nu aşağıladı, kırbaçlattı ve Hişam bin Abdulmelik de O'nu zindana attı. Hicri 118 de El-Bal-ka'da hapisteyken vefat etti.
[8] Muhammed bin Ali bin Abdullah bin El-Abbas; Yukarıda anılan zatın oğludur. Hicri 62 de EI-Humaymiya'da doğdu. Hicretin yüzüncü yılında {Emeviler'i devirmek için) çağrısına başladı. Hicri 125 de vefat etti. Davasının kendisinden sonra oğlu İbrahim tarafından yürütülmesini tavsiye etti
[9] Zeyd bin Ali Zeynelabİdin; Hz. Hüseyin'in torunudur. Hicri 79 da dünyaya geldi. Haşimoğullan hanedanı'nın hatiplerindendi. imam Ebuhanife O'nun için; " Devrinde O'ndan daha fakih (daha bilgili) daha hazır cevap ve açık konuşan birini görmedim" derdi. Kufe'de otururdu. Mu'tezililerin lideri Vasıl bin Ata'dan ders aldı. Sonra Şam'a gitti. Emevi halifesi Hişam bin Abdulme-lik O'na baskı yaptı ve beş kadar zindana attırdı. Zeyd hapisten çıkınca önce Irak'a oradan da Medine'ye döndü. Kufe'Süerden bir grup Medine'ye gelip O'nunla temas kurarak kendisini Emevilere karşı ayaklanmaya teşvik ettiler. Bunun üzerine Hicri 120 de onlarla birlikte Küfe'ye döndü. Burada Kufe'lilerin bir kısmı O'na bey'at ettiler. Bunu haber alan Emevilerin Irak valisi Yusuf Bin Ömer Es-Sekafi, Zeyd'Ie mücadele etti. Aralarında cereyan eden savaşlar sırasında Ku-fe'Iiler kendisini yalnız bıraktıktan sonra H, 122 de şehid edildi
[10] Yahya Bin Zeyd; Hicri 98'de doğdu. Dehşetli cengaverlerdendi. Babasının öldürüldüğü Belkh kentine giderek orada halkı gizlice kendi etrafında toplamaya çalıştı. Bunu haber alan Irak valisi Yusuf Bin Ömer Es-Sekafı O'nu izlemeye koyuldu. Nihayet Emevilerin Horasan valisi Nasr bin Seyyar O'nu yakaladı. Fakat Halife El-Velid Bin Yezid Yahya'nın bırakılmasını ancak tutuksuz olarak Şam'a gönderilmesini emretti. Yahya Seraks'da ayağını ağır tutarak oradan Bey-hak'a, oradan da Nisabor'a geçti ve burada direndi. Bunun üzerine Nİsabor valisi Amr bin Zerrara 10 bin kişilik bir kuvvetle üzerine yürüdü. Halbuki Yahya ile beraber yalnızca 70 kişi vardı. Buna rağmen onları yenerek Vaİi Amr'ı da öldürdü. Ondan sonra Herat'a geçti. Bu sefer de Nasr Bin Seyyar Cürcan'da O'nunla çarpıştı. Yahya bu sırda bir okla isabet alarak Hicri 125 de öldü.
[11] Belh; Horasan'da bir şehir. Bugün Afganistan sınırları içinde bulunmaktadır
[12] Abdullah bin Muaviye zındıklıkla suçlanmıştır. Çok kan dökücüydü etrafında da çok kötü bir topluluk oluşmuştu
[13] Küfür izhar etmek; İslam dininden çıkmayı gerektiren bir söz sarfet-mekya da bir eylemde bulunmak
[14] Şia: Taraftar, sempatizan, hayran ve destekçi demektir. Dolayısıyla bu kelime, kavram olarak şiiliğin, Fıkhi bir mezhepten çok siyasi bir örgüt olduğunu yansıtmaktadır. (Mütercim)
[15] Büyük Boğa; Onuncu, onbirinci ve onikinci Abbasi halifeleri döneminde halifelerüstü siyasi bir etkinliğe sahip olan Türk asıllı bir komutandır. Onuncu halife El-Mütevekkil'in öldürülmesinde rolü oldu. Ne ilginçtir ki Türk tarih literatüründe O'na ilişkin ayrıntılı bilgilere pek rastlanmamaktadır. (Mütercim)
[16] Cafer; Onuncu Abbasi halifesi El-Mütevekkü Alellah'ın esas adıdır, El-Mütevekkil Alellah ise O'nun unvanıdır. Abbasi halifelerinin her biri buna benzer bir unvan isim taşırdı
[17] Adud-ud Devleh (936-983); Abbasi'leri nüfuzları altına alan Büveyho-ğulları Hanedanındandır. 975 miladide Alptigin komutasındaki türkleri vasıt yakınlarında yenerek halife üzerindeki nüfuzunu pekiştirdi. Halife tarafından kendisine Şahinşah unvanı verildi
[18] Cemile'tul-Hamdanniye; Hamdani hanedanından Nasır'ud-Devle El-Hasan Bin Abdullah'ın kızıdır. Güzellik, zeka ve cömertlikte ünlüydü. Koca hakimiyetine girmemek için hiç evlenmedi.
Adud'ud-Devle, Cemile'nin biraderi Musul Emiri EbuTağlib'i 369'da ele geçirince, Prenses Cemile'yi de hapsetti. Sonra bir deveye bindirerek Önce O'nu teşhir etti, daha sonra da Dicle'ye atarak boğdu
[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/111-123.