48- ABBASİ DÖNEMİNDE IRKÇILIK HAREKETLERİ2


48- ABBASİ DÖNEMİNDE IRKÇILIK HAREKETLERİ

 

Müslümanlar Fars topraklarını fethettikten sonra bu ülkenin ahalisi İslama girdiler. Bu ülkenin ahalisi demekle halkın çoğunlu­ğunu kastediyorum. Çünkü buradaki halkın tümünün İslama giri­şi aynı değildi. (Herkes aynı şuurla İslamı kabul etmiş ve ona ısın­mış bulunmaktaydı.) Kimisi inancında İslama bağlıydı, niyetinde samimiydi. Dolayısıyla dini uğruna bütün gücü ve imkanıyla çalı­şıyordu. Kimisi ise bu seviyeden daha gerideydi. Ancak gene de ik­na olmuş, inanmıştı. Çoğunluğun durumu hep böyledir. Halkın dalgalar halinde İslama girmesi elbette ki toplum içinde dıştan inanmış gibi görünenlerin kalbiyle bir türlü ikna olmayanların varlığına da engel olmadı. Nitekim böyleleri ya eski dinlerine olan bağlılıkları yüzünden veya kılıç korkusuyla içlerinde mecusiliği, yani eski Pers dinini gizleyerek dış görünüşleriyle müslüman ge­çinmeye çalıştılar. Kimisi sadece böyle davranmakla yetindiler. Fakat bazıları ise îslamın aleyhinde de çalıştılar; onun bizzat göl­gesi altında onunla mücadele ettiler. Özellikle ateşgedea[1]'lerde hizmet ederek geçinenler, buralarda çıkar sağlayanlar, İslam dini ya­yılınca bu menfaatlerim kaybettiler. Dolayısıyla İslama kin bağla­dılar, ona düşman kesildiler.

Keza, Sasani yönetimi sırasında gerek işbaşında olanlar, gerek­se onların yakın destekçileri, topraklarının müslümanlar tarafın­dan fethedilmesinden sonra İslamı anlamak bile istemiyorlardı. Onu kati surette araştırmayı (İslam nedir, ne değil) bunu bir neb­ze öğrenmeyi bile akıllarından geçirmiyor, merak etmiyorlardı. Sa­dece ona kendi bakış açılarıyla bakıyor, daha önce kendilerine na­sıl yansımış ve kafalarına yer etmişse İslama işte o nazarla bakı­yorlardı. Dolayısıyla resmen müslüman görünmeye çalışsalar ve öyle devam etseler bile İslam düşmanıydılar. Elbetteki her ümmet içinde, her toplum içinde bu tür unsurlar ister istemez bulunur. İs­lam vaktiyle zafere ulaşmasına rağmen bizzat Kureyşlüer içinde bile bu çeşit unsurlar yok muydu?

Keza Medine'de, Hz. Peygamber (sav)'in devlet merkezinde O'nun sahabileri arasında münafık şahıslar yok muydu? Allah Te-ala bu konuda bakınız ne buyuruyor:

"Çevrenizdeki bedeviler içinde ikiyüzlüler ve Medineliler içinde iki yüzlülükte direnenler vardır. Onları siz değil, ancak biz biliriz. Kendilerine iki defa azap edeceğiz; onlar daha sonra da korkunç bir işkenceye çarptırılacaklardır.

Savaştan geri kalanların bir kısmı ise suçlarını itiraf ettiler. Onlar iyi işi kötüyle karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tövbe­sini kabul eder. Çünkü O bağışlayandır, merhamet edendir [2]

Bu gibi durumlar (İslam davası daha ilk aşamalarda) yoluna devam ederken bile ortaya çıkıyordu. Bu normaldir. Nitekim Muh­tar Bin Ebi Ubeyde Es-Sekafi ve benzerleri gibi niceleri çeşitli id­dialarla bu davanın önüne çıkıvermişlerdi ki henüz hicretin birin­ci yüzyılı yaşanıyordu.

Ondan sonraki yüzyıllarda da gerek Araplar gerekse başka milletlerden gelenler arasında Hz. Peygamber (sav) 'in soyundan (Ehi-i Beyt'ten) olduklarını ileri sürenler ortaya çıktı, peygamberlik taş­lananlar ve daha nice davalarla zuhur edenler oldu.

Farslardan, dış görünüşleriyle müslüman geçindikleri halde mecusiliklerinde gizlice ısrar edenler azınlık olsalar bile ırkçılık­tan (milliyetçilikten) ve soydaşlarıyla olan ilişkilerinden yararlanı­yor, içyüzleri gizli kaldığı sürece ve çirkin emellerini gerçekleştir­mek uğruna bir takım roller üstlendikleri müddetçe milliyetçilik duygularım kullanıyorlardı. Fakat -ne yazık ki- diğer taraftan Arapların da ırkçılık yaptıklarını görüyoruz. Arap ırkçılığının Ön­derleri, sadece dış görünüşleriyle müslüman olan, bu tutucu Fars-laiı birbirine bağlayarak onların bir araya gelmelerini sağlayan bu sapık inançlardan, İslama karşı güttükleri derin kinden ve onu yok etmek için giriştikleri tehlikeli eylemlerden söz edip ibret alacak­larına daha şiddetli bir Arap ırkçılığıyla onlara karşı çıktılar ve bü­tün İranlıları suçladılar. Her türlü davranışlarının altında mutlaka İslama ve Araplara karşı bir düşmanlık sebebi aradılar, onların bü­tün tasarruflarını hep böyle yorumladılar.

Arap ırkçılığının bayraktarları gerçekten de bu görüşü tüm Fars-lara teşmil ettiler. Bu da tabi ki karşıt görüş olarak Pers ırkçılığını da­vet etti. Dolayısıyla fanatik Farslar İslama karşı düzenlenen bir çok harekâta katıldılar. Çünkü onlardan bir kısmı üzerinde henüz Me-cusi Cahiliyeti'nin etkileri devam ediyordu. İnançlarına göre hü­kümdarın kutsal bir sıfatı vardı. Hükümdarlık babadan oğula geç­meliydi. Vs. Bu sebepledir ki Şiilik denen hareketi benimsediler ve Hilafet makamının Hz. Peygamber (sav)'den sonra Hz. Ali'ye ve onun soyuna intikal etmesi gerektiğine inandılar. Belki de onlara göre Hilafetin, Hz. Hüseyin'in oğlu Ali Zeynelabidin'in soyuna mahsus kalması ideolojisinde, annesi Sellafe'nin, eski İran İmpara­toru Yezdcerd'in kızı olmasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla Ehl-i Beyt'ten hilafet makamına oturacak olan seçkin şahsiyet aynı za­manda İran İmparatorlarının soyundan gelmiş olacaktı.

Gerçekten de Şii Mezhebinin imamları olarak tescil edilen şahsiyetlerin tümü sadece Hz. Hüseyn'in oğlu Ali Zeynelabidin'insoyundan gelenlerle sınırlandırılmıştır.

Şii geçinenler ise Batınî Hareketleri'nin mensupları, Hz. Pey­gamber (sav)'in soyundan geldiklerini ileri sürenler ve tabiat ka­nunlarına aykırı olduğunu iddia ettikleri birtakım eylemlere giri­şen bazı tasavvuf akımlarının bağlıları idiler. Bilbassa bu derviş ta­kımlarının birçok şarlatanlıkları ve bâtıl davaları oldu.

Bazıları Hulûl [3] inandılar, bir kısmı Vahdet-iVücud1 [4] düşün­cesini ortaya attılar, bazı şeyhler müritlerinden teklifleri kaldırdı­lar. [5] Bütün bu hareketlerin arkasında İslamı yıkıp ortadan kaldır­ma amaçları yatıyordu,

İran'ın, eski Pers İmparatorluğu'mm varisi ve devamı olduğu yolundaki ilanıyla Olcaytu Muhammed Hudabende'nin [6] başa geçtiği Hicri 704 tarihinde ve Safeviler'in 906 da başlayan iktidar­ları döneminde Şii Devleti'nin fiilen kurulmasını da ırkçılık faktö­rüne ilave edebiliriz. Aynı zamanda mezhep kavgalarının bu ko­nuda büyük rolü oldu.

Bu ırkçılığın ortaya çıkmasında tarih faktörünün yeri büyük­tür, ki şimdi ondan bahsedeceğiz:

Bilindiği üzere Hz. Ömer'in hilafeti döneminde, Hicri 21 deyapılan Nihavend Savaşı'ndan sonra İslam ordularının ilerleme­siyle tüm îran topraklan fethedilmiş, ancak bazı bölgeler antlaş-ma'arını çiğneyerek İslam devlet yönetimini tanımaz olmuşlardı. Hz. Osman halife olunca bu asi bölgelerin fetihlerini yeniden ger­çekleştirdi. Böylece ortam kesin bir istikrara kavuştu.

Hz. Ali hilafet merkezini Medine'den Kûfe'ye nakledince Maşrık (yani: sadece İslam Devleti'nin doğu bölgeleri) O'nun ik­tidarına bağlılık gösteriyordu. Hz. Ali'nin Horasan'daki valisi Zi-yad Bin Ebih idi. Bu durum Hz. Ali şehid edilinceye kadar da böyle devam etti. Sonra yerine geçen oğlu Hz. Hasan, Muaviye lehine hilafet makamından çekilince Vali Ziyad, Emevi yönetimi­ni tanımadı ve Horasan'da direndi. Muaviye ise Ziyad'ı razı edip O'nu kendisine yaklaştırmcaya kadar Horasan'a hükmünü bir türlü geçirememişti.

Aslına bakılacak olursa Emeviler, Farslar'a ya da Mevali'ye, (hürriyetleri bağışlanmış köle kitlelerine) karşı Arap ırkçılığı zihni­yetiyle davranmıyorlardı. Bilindiği üzere Fars asıllılar ayrı, mevali ise ayrı kitlelerdi. Bunlardan ileride inşaallah bahsedeceğiz.

Evet elimizdeki tarih kitaplarının ifade ettiklerinin aksine, Emeviler ırkçı değildi. Nitekim bu kitapların (yanlış anlaşılmış bir tek olay hariç) bu konuda ileri sürdüklerini kanıtlayan bir delilleri yoktur. Bu da Ömer Bin Abdulaziz döneminde El-Cerrah El-Ha-kemi ile ilgili olarak cereyan etmiş bir olaydır. Hadise şundan iba­rettir:

Bu zat Horasan'da valiyken buradaki mecusi vatandaşlardan Cizye vergisi tahsil etmişti. Bir müddet sonra bu vatandaşlar müs-lüman olmuş, ancak (bu vergi daha önce tahsil edildiği gerekçe­siyle) kendilerine iade edilmemişti. Vali içtihatta bulunmuş, bun­lar henüz müslüman olmadan önce kendilerinden alınmış bir ver­ginin iade edilemeyeceği ancak bir sonraki yıldan itibaren bu va­tandaşların cizyeden muaf tutulabilecekleri kanaatine varmıştı. Ne varki bunlar zamanın halifesi Ömer Bin Abdulaziz'e davalarını ileterek şikayette bulundular. Halife onların lehinde hüküm vere­rek alınmış olan vergileri yine kendilerine iade etti.

Valiye de, "Allah Hz. Muhammed (sav)'i vergi tahsildarı ola­rak değil, O'nu insanlığa bir hidayet önderi olarak göndermiştir"

meşhur sözüyle cevap yolladı.

(Neden Farslardan, yönetim kademelerine kimse getirilme­miş, diye bir istifham doğacak olursa şunu söylemek gerekir ki:)

İran bölgesinden, Suriye'ye veya, İslam Devletinin batı kesim­lerine vali tayin etmek için zorunlu bir sebep yoktu. Çünkü zaten her bölgenin idarecisini o bölgenin halkından seçmek kâfiydi. Özellikle bu değişik bölgelerin yerlileri arasında dil farkı bulunu­yordu ki bu tür tayinler için engeldi. Bununla beraber Emeviler ih­tiyaca göre gerek duyduklarında İranlı unsurları çalıştırmışlardır. İran'a gelince burada Fars asıllı valiler birçok idari mevkilere gel­mişlerdir. Bu durum bütün İslam memleketlerinde genel bir hu­sustu. Mesela Emeviler hakeza Berberileri ne Suriye'de ne de İran'da görevlendirmişlerdir. Onlara sadece Mağrib ve Endülüs'de vazife vermişlerdir. Keza Abbasiler de böyle yapmışlardır. İslam Devletinin batı kesimlerine İranlı valiler tayin etmemişlerdir.

Buna mukabil Arap unsurların, İslam Devletinin her tarafında görevlendirilmesine gelince, -şunu unutmamak lazımdır ki- ilk İs­lam fetihlerinin hepsi Arapların bilek güçleriyle gerçekleşmişti. Bununla beraber bu memleketlerde Arap fatihlerinden topluluk­lar, hatta kabileler ve boylar gidip yerleşmişlerdi. Onların sevk ve idare makamlarında görev almalarına gelince bulundukları yerle­rin fatihleri sıfatıyla elbetteki bu gayet tabii bir şeydi. Çünkü aynı zamanda halifeler (devlet başkanları) Araplardandı. Nitekim bun­lar da tanıyıp güvendiklerine ancak bu görevleri verebilirlerdi. Bu durum Emevilerde olduğu gibi Abbasiler'de de aynen olmuştur.

El-Muhtar Bin Ebi Ubeyde Es-Sekafi'nin başını çektiği hare­kette, Abdullah Bin Zübeyr'in giriştiği savaşlarda ve Eş'asoğ-lu'nun baş kaldırması olaylarına İranlılar'm da Emeviler'e karşı Araplarla işbirliği yaptıkları iddiasına gelince bu söz tarihe karşı iş­lenmiş büyük bir cinayet sayılır. Sözkonusu olaylar madem ki bu bölgede (yani Arapların yerleşik olduğu mıntıkalarda) cereyan et­miştir. Şu halde bu hareketlere, mesela Berberilerin, ya da Slavların katılmış olabileceği hiç akla gelebilir mi? Peki İranlılar nasıl bu­lunmuş olabilir? Bu olaylar, esasen bölge halkının bizzat kendileri tarafından organize edilmemiş midir? Elbette ki gerçek olan da budur. Diğer yarıdan (yine iddia edildiği gibi) bu olaylara katılan­ların çoğu acaba Farslardan mı oluşuyordu, yoksa tahrikçileri ve organizatörleri bizzat Araplar mıydı? Gerçek şudur ki bu siyasi ha­reketlere katılan gerek askerlerin çoğu, gerekse onları sevk ve ida­re edenlerin hepsi Arap idiler.

Peki şu halde (ileri sürüldüğü gibi Emeviler ırkçı bir zihniyete sahip idiler) neden öyleyse onlara karşı isyan edenlerin hepsi Arap idiler? Şurası bir gerçektir ki birer Arap kabilesi olan Kaysoğulla-n'yla Yemenliler arasındaki kabilecilik taassubu, Araplarla Farslar arasındaki karşıt milliyetçi duygulardan çok daha fazlaydı. Keza Endülüs'te Suriyelilerle Hicazlılar arasındaki kavgalar, Araplarla Berberiler arasmdakilerden çok daha şiddetliydi.

Abbasilik ideolojisi ortaya çıkınca, bu ideolojinin destekçileri­nin çoğu Küfe'de oturuyorlar diye hareketin merkezi olarak bura­sı seçildi. Çünkü Horasan bölgesiyle buradan temas kurmak çok daha kolaydı. Sonra bu davanın idealistleri ve imanın bizzat ken­disi de Horasan'da odaklaşmanın zorunlu olduğu görüşünü pay­laşıyorlardı. Konuya, Horasan, Farslarm ya da Türklerin ağırlık merkezidir diye bakmıyorlardı. Bilakis bu bölgeye fetihlerden son­ra yerleşmiş bulunan Kaysoğulları'yla Yemenliler arasındaki mü­cadele ve hesaplaşma açısından böyle düşünüyorlardı. Çünkü bu mücadeleden yararlanmak ve siyasi çekişmelerden usanmış bulu­nan tarafsız kitleleri kazanmak, ya da bu bölgedeki en büyük Arap topluluğu olan ve Horasan Valisi Nasr Bin Seyyar'a düşmanlık besleyen Yemenliler'i saflarına çekmek istiyorlardı. Çünkü Vali Ye-menliler'e karşı olan Kaysoğulları'mn desteğine dayanıyordu. Ni­tekim Abbasilik Davasi'mn liderleri Horasan'da sözlerine kulak veren kitleler buldular ve burada faaliyet gösterme imkanlarını el­de ettiler. Ta ki başarıya ulaşıncaya kadar. Horasan'ın, İslam Dev-leti'nin diğer bölgelerinden hiç de bir farkı yoktu.

Burada, üzerinde durmamız gereken bir nokta daha vardır. O da şudur: Esasen Horasan halkı Fars asıllı değillerdi. Bilakis Türkidiler ve bilindiği üzere merkezi de Merw Kenti'ydi. Burası günü­müzde Türkmen ülkesi içinde Ruslar'm elinde bulunmaktadır. Af­ganistan'ın kuzeyini, İran'ın kuzeydoğusunu ve Türkmen illerini kapsayan Horasan'ın bugün de halkının çoğunu Türkler oluştur­maktadır. Eskiden de bu bölgede her ne kadar Farslardan bazı ce­maatler ve buraları fetheden Araplardan bazı kitleler bulunuyor idiyse de bölgenin asıl halkı Türklerdi. Buna rağmen Abbasilik da­vasının Horasan'la ilişkisi, bu devletin de zihinlerimize hep Pars­larla irtibatlı olarak yerleşmiş bulunması, Horasan halkının Fars­lardan ibaret olduğu kanaat ve tasavvuruna bizi daima sevk etmiş­tir. Nitekim milletin çoğu da bu kanaattadır. Dolayısıyla İranlılar aleyhinde fanatik bir düşünce hakim olmuştur. Tabi bütün bunla­ra ilaveten Abbasi Devleti'-nin, omuzu üzerinde kurulduğu Ebu Müslim El-Horasani de Horasan'h olarak bilinmiştir. Gerçekte ise bu zat Horasanlı değildir. Bilakis Fars asıllıdır. O'na verilen "Ebu Müslim" adı da takmadır. Esas adı İbrahim Bin Osman'dır.

Abbasi Devleti, Arabıyla, Farsıyla, Türküyle, tüm Horasan hal­kının elleriyle plân ve gizlilik sonucu kuruldu. Tabiatıyla bu deği­şik unsurlardan gelen kimseler devlette yüksek mevkiler elde ede­ceklerdi. İşte bunların arasında bir grup Fars asıllı şahsiyetler de vardı. Halbuki sayı itibariyle diğerlerinden daha az idiler. Ama ma­dem ki toplumun bir kısmını da onlar teşkil ediyordu. Bu mevkile­ri diğerleriyle paylaşmaları gayet normaldi. Nitekim Farslardan bazı şahsiyetler ön plâna çıktı. Bunun üzerine, liderlerin başı Fars asıllıdır diye bazı kimseler, devlet Farslarm eline geçti zannma ka­pıldılar. Liderlerin başı olan zat ise Ebu Müslim El-horasanî idi. Nihayet çok geçmeden bu liderlerle Abbasi Halifeleri arasında çe­kişmeler oldu. Çünkü Abbasiler, ister Arap, ister Fars ister Türk ol­sun, kimsenin otoriteyi ellerinden kapmasını istemiyorlardı. Nite­kim Ebu Müslim'in başına çorap örüp O'ndan nasıl kurtuldu ise­ler, Halife'nin amcası Haşimoğullarmdan Abdullah Bin Ali'nin de çaresine bakıp O'ndan da kurtuldular. Ki Abdullah Bin Ali, Abbasi Devleti'nin (kuruluş sırasında) lideriydi. Dahası var, Halife Man-sur'un bizzat kendisi bu iki şahsiyeti birbirine düşürdü. Bütün bunlara rağmen, art niyetli ırkçılar acaba neden dikkatleri hep Ebu Müslime yapılanlar üzerinde yoğunlaştırmaya, buna mukabilAbdullah Bin Ali'den de kurtulmak için yapılanlar üzerinden dik­katleri dağıtmaya çalıştılar? Halbuki biri Fars diğeri ise Arap olma­sına rağmen ikisinin de siyasi hırsı vardı.

(Art niyetli tarih yazarlarının ileri sürdükleri gibi) Abbasiler'in birinci yüzyılında Araplarla Farslar arasında çıkan kavgalar, -ki as­lında hiç bir kavga çıkmamıştır- bu dönemde bazı sürtüşmeler ol­muşsa da îslam Devletinin son dönemlerinde ve Avrupa'dan bir hastalık gibi bulaşan ırkçı anlamda müslümanlar arasında bir mü­cadele meydana gelmemiştir. Hem sonra neden o devrin Arap Fars kavgası üzerine dikkatler yoğunlaştırmaya çalışılmakta, buna mukabil yine o devirde Kaysoğulları ile Yemenliler arasında cere­yan eden düşmanlıklara hiç d okunulmam akta dır? Çünkü sebep şudur:

Eğer Yemenliler'in, Kaysoğulları'nı kayıran ve destekleyen Emevi idaresine karşı Farslarla işbirliği yaptığını öğrenecek olur­sak bu kavganın milliyetçilikle, ırkçılıkla hiç bir alakası bulunma­dığını, bilakis şahsi çıkarlara dayalı olduğunu anlamış olacağız ki bir mukabele yapacak olursak bu kavga Endülüs'te Suriyeliler'le Hicazlılar arasında çıkan kabileci mücadelelerden tamamen fark­lıdır.

Abbasilerin ilk dönemlerinde cemaatler arasında cereyan eden çekişmeler, hakikatte ırkçı ve milliyetçi ideolojilerden çok menfaat düşüncesinden doğuyordu. Nitekim gerek Ebu Müslim'i, gerekse Bermekiler'i ortadan kaldırdıktan sonra bile Abbasi Hali-feleri'nin safında Farslılardan yine bazı kimseler bulunuyordu ki bunlar da sonra Farslardan başkalarım vurdular. İşin hakikatine bakılacak olursa dikkatleri, sözde o devrin ırkçılığı üzerinde topla­maya çalışan güç, çağımızın ırkçı-laik zihniyetidir. Bu zihniyet, meseleyi böyle abartarak yansıtmış, onu bu özelliğe bürümüş, Ab­basi dönemini böyle özel bir eğitimle nitelemeye ve açıklamaya çalışmıştır. Gerçekte ise bu nitelik ve eğilim o dönemde kesinlikle bilinmemekteydi; [7]

 



[1] Ateşgede; Mecusi tapınağı (Mütercim)

[2] Tevbe Suresi; Ayet: 101-102

[3] Hulul; Aliah Teala'nm (haşa) kainattaki varlıklara girip onlarla birleştiği, eşyanın her parçasında (sözde) O'nun bir parçası bulunduğu yolundaki sapık tasavvuf inancıdır

[4] Vahdet-i Vücud; Kısa bir tarifle , kainatın (haşa) Allah'ın bizzat kendisi olduğu inancıdır. Bu kanaata göre her şey, bir tek şeydir. O da (sözde) Allah'dır

[5] Teklifleri kaldırdılar: Yani sözde; "İnanmış bir insanın namaz kılması, oruç tutması, (özet olarak) ibadet etmesi artık lüzumsuzdur." dediler.

Bu inançta oılanlar Kur'an-i Kerim'in 15 inci suresi olan Hicr Suresi'nin 99 uncu ve son ayetini kendilerince yorumlayarak bu sapık inancı kanıtlamaya ça­lışırlar. (Mütercim)

[6] Olcaytu; Argun'un O da Abaka'nın, O da Hülagu'nun oğludur. Budist­ken İslam'a giren, buna rağmen sürekli olarak Memluklar'a savaş açan kardeşi Gazan'ın öiümünden sonra 704 de İran'da İlhanlı Moğol Devleti'nin başına geç­ti. İbniTeymiyye'nin kendisi ile siyasi görüşmelerde bulunduğu Moğol hüküm­darıdır.

Olcaytu Hıristiyan olarak yetişmişti. Sonraları Müslüman oldu ve Muham­med Hudabende adını aldı. Kendi bölgesinde Şii Mezhebini yaydı. Bundan son­ra İran İlhanlı Devletini'nde İslam dini hakim oldu. Fakat bu devlet Olcaytu'dan sonra parçalandı

[7] İbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 5, s. 343-344, 380-392, 472

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 4/133-141.