Haçlı yayılmacılığının, Suriye topraklan üzerinde gerilemeye başladı ve ilk sıralarda hakim oldukları yerlere artık çekilerek, aynı zamanda onlardan bazı toplulukların bulundukları yörelerde baskınlara uğrayarak, tutunmaktan ümitlerinin kesildiği ve hezimetlere uğradıkları sıralarda, bütün vahşetlerini ortaya sererek buraları nihai şekilde terke deri erken yerli halka barbarca tattırdıkları acılardan sonra ve bu bölgelerde kurdukları prensliklerine veda etmeden önce bu kez de islam topraklarının doğusunda büyük bir güç ortaya çıkmaya başladı. Bu gücün çok büyük ölçüde manevra kudreti ve korkunç savaşma imkanları vardı ki işte bunlar Tatarlar (Moğollar)dı.
Haçlılar, esasen Selçuklu Türkleri, Oğuzlar ve diğer boylardan amca çocukları olan Türkler gibi Tatarların da müslümanlarla kuracakları ilişkinin tabii sonucu olarak İslama gireceklerinden endişe ediyorlardı. Tabi böyle bir olay cereyan edecek olursa müslü-manlar sahip oldukları güce güç katmış olacaklardı. Bu suretle de yalnız Suriye'deki Haçlılara karşı değil, hatta tüm Avrupa üzerinde bile bir tehdit unsuru olacaklardı. Bu nedenle Haçlılar öncelikle bu olayın gerçekleşmesine engel olmalı, sonra da Tatarların müs-lümanlara karşı savaşmasını temin etmeliydiler. Müslümanlar bu takdirde iki ateş arasında kalmış, olacaklardı. Bunlardan biri doğuda Tatarlar diğeri ise batıda Haçlılar olacaktı. İşte bu noktadan hareketle Haçlılar Tatarlar'a sürekli olarak elçiler gönderdiler. Onlara İslam topraklarını, bu toprakların bereketini, bol mahsulünü, zenginliklerini, imkanlarını, güzelliğini, önemini ve bunlardan istifade etme yollarını devamlı surette anlattılar. Ve cazip göstermeye çalıştılar. Onları bu topraklara saldırmaya özendirerek buraları ele geçirmek için Tatarları teşvik etmeye çabaladılar.
Buna ilaveten şunu kaydetmek gerekir ki: Haçlılar elçi olarak hıristiyan kadınları görevlendiriyorlardı. Bu kadınlar daha çok Tatarlarla evlenerek ya da metres olarak Moğol evlerine giriyor. Ve dâvalarına sürekli ve kalıcı şekilde hizmet etmeye çalışıyorlardı. İşte bu taktiklerin sonucu olarak Tatarlar da batıya doğru hareket etme ve İslam topraklarım ele geçirme düşüncesi oluşmaya başladı. Bu raddede onların, İslam topraklarına s aldırabilmeleri için yalnızca bir bahaneden ve doğrudan itici güç olabilecek bir teşvik unsurundan başka bir engel kalmamıştı.
Tatarlar göçebe bir kavim idiler. Gobi Çölü yani Çin ülkesinin kenar bölgelerinde yaşıyorlardı. Şer ve ihanetle meşhur olmuş bir topluluk idiler. Hayatları çobanlık üzerine kuruluydu. Kabile düzeninde yaşıyor, reislerine büyük bir bağlılıkla boyun eğiyor, savaş ve çopulu seviyor, yıldızlara ibadet ediyor ve güneş doğarken ona karşı secdeye kapamyorlardı.Tatarlar bütün hayvanların hatta köpeklerin bile etlerini yerlerdi. îbahiyecilik i!) aralarında yaygındı. Eski dinleri Şamanizm'di. Yırtıcı hayvanlara kurban keser, atalarının ruhlarını kutsal sayarlardı.
Tatarlar daha sonraları kollara ayrılmış bulunan Moğollar, Türkler, Selçuklular ve diğer boylar gibi kabilelerin köküdürler. Ba-zan öyle bir zaman gelirdi ki tarihin herhangi bir aşamasında Moğollar Tatarlar'a hakim olur. Bu takdirde de Moğol adı bütün bunların genel bir simgesi haline gelirdi. Tatar ve Moğol adlarında vaktiyle iki kardeş yaşadığını söyleyenler de vardır. Bunlara göre Moğollar, Cengiz Han ortaya çıkıp da devletleri çiğnemeye başlayınca bu her iki kola da hakim oldu. Ancak her halükârda bugün Tatar ke-
di İbahiyecilik; Cinsellite hiç bir yasak tanımayan görüş, özellikle kadını ve serveti toplumun ortak malı olarak kabul eden görüştür. (Mütercim)
limesi Rusya'nın doğusunda Sibirya'da ve Kırım yarımadasında yaşamakta olan kabilelerin adı olmuştur. Aynı zamanda bu kelime yine bugün Çin ve Afganistan'da yaşamakta olan kabilelere de ad olarak verilmektedir. Cengiz Han'ın döneminde bunlardan hakim olan kavim Moğollardı. Dolayısıyla aynı asıldan aynı kökten gelen bu kabilelerin hepsine birden o gün için Moğol deniliyordu. Aynı zamanda Timur döneminde de hakim olan dolayısıyla adları diğer tüm kabileleri de kapsayan kavim yine bu Tatarlar idi.
Cengiz Han Tatar kabilelerini etrafında toplayarak Çin ülkesinin kuzey doğusuna hareket edip buraları topraklarına katmaya çalışınca İslam topraklarına saldırması için Haçlılar tarafından ona tahrikler gelmeye başladı. Bunun üzerine Cengiz Han batıya doğru yöneldi. Bu sıralarda hicri 606 yılı dolaylarında Fergana'da Tatarlardan bir topluluk ortaya çıkmıştı. Harzem Şahı Muham-med Tokuş Tatarların istilasına uğrayacağı korkusuyla Fergana, Şaş ve Kaşan kentlerini yerle bir etti. Tatarlar da bu taraflara doğru sızmaya çalışıyorlardı. Bu durum hicri 615 yılına kadar sürdü.
Sonra Cengiz Han bir ara Harzem Şahı Muhammed Tokuşa elçiler göndererek mütareke yapmak istedi. Cengiz tüccarların bu iki ülke arasında serbestçe dolaşmasını arzu ediyordu. Harzem Şahı da bu teklifi kabul etti. Bunun üzerine Tatarlardan bir grup tüccar, (Türkistan'ın bu sırada bazı bölgelerine açılmış bulunan Cengiz Han'a) elbise almak üzere Maveraünnehir kentlerine gelmiş bulunuyorlardı. Bu adamlar Harzem topraklarına ulaşınca Harzem Şahı'nın bu bölgedeki naibi {yani Eyalet valisi) ona bunu bildirdi. Harzem Şahı da buradaki valisine bu tüccarları öldürüp mallarına da el koymasını emretti. Bunun sebebi de şuydu:
Harzem Şahı Maveraünnehir topraklarım, hatta ülkesinden kopararak memleketine kattıktan sonra Türkistan'la ülkesi arasındaki yolu, bu ülkenin, kendi topraklarına saldırılarını önlemek için kesmişti. Bu yolu kesmesinin bir sebebi de ülkesinden Türkistan'a mal ve ihtiyaç maddelerinin gitmesini önlemekti. Tatarlar Türkistan'ı ele geçirdikten sonra ihtiyaçlarını karşılayabilmek, bu arada çopul ve yağmadan da istifade edebilmek için Maveraünnehir toprakları üzerine akınlar düzenlemeye başladılar. İşte bu tecavüzlerin bir intikamı olmak üzere Harzem Şahı, onların ülkesine gelmiş bulunan tüccarlarının öldürülmesini emretti. Ve bu hadiseden sonra da ne olup bittiğini öğrenmek için Tatarlardan haber toplamak, istihbarat yapmak ve onların sayısı hakkında bilgi vermek üzere Türkistan'a casuslarını gönderdi. Ancak Tatar'ların sayıca çok kalabalık oldukları, onların üstün savaşma gücü ve kullandıkları silahları bizzat kendileri tarafından imal edildiği hakkında ona haberler gelince yaptığından pişmanlık duymaya ve bir kurtuluş yolu bulmak üzere adamlarına akıl danışmaya başladı. Harzem Şahı bu şekilde meşveretle meşgul iken ona Cengiz Han'dan tehdit dolu bir mesaj geldi.
Cengiz Han mesajında şöyle diyordu: "Tüccarlarımı öldürüyorsunuz ve mallarına el koyuyorsunuz. Öyle mi? Öyleyse asla karşı koyamayacağınız bir orduyla üzerinize geliyorum!" Harzem Şah'ı bu kez de Cengiz Han'ın bu mesajını getirmiş bulunan elçisini öldürdü. Ve beraberinde bulunan heyet üyelerinin de sakallarını traş ettikten sonra başlarına gelenleri Cengiz Han'a bildirmek ve Harzem Şah'ın üzerine yürüyeceğini haber vermeleri için onları geri gönderdi. Harzem Şahı azmettiği gibi fiilen Tatar ülkesi üzerine hareket etti. Buradaki halk ise bu sırada uzaklarda liderlerinden birine karşı savaşmakla meşgul idiler. Bu yüzden Harzem Şahı bulduğu çoluk çocuk ne varsa öldürdü. Ve kadınları da kaçırdı. Tatarlarsa döndüler ve henüz yolda iken bu olup bitenleri haber aldılar. Derhal harekete geçerek Harzem Şahmı henüz topraklarını terk etmemişken yakaladılar. Aralarında korkunç bir savaş cereyan etti. Biribirlerine karşı savaşırken gösterdikleri direnç ve metanet sebebiyle neredeyse iki taraf da yok olacaklardı. Dolayısıyla iki taraf da birbirlerini yenmekten ümitlerini keserek ayrıldılar. Bu arada Harzem Şahı Buhara'ya dönerek savaş için hazırlıklara başladı. Buhara ve Semerkant şehirlerini tahkim etti. Ondan sonra da asker toplamak üzere Harzem ve Horasan'a gitti.
Neden sonra Tatarlar bu ülkeyi bastılar. Ne var ki Harzem Şahı ortalıkta yoktu. O, savaş hazırlıkları için uzaklardaydı. Tatarlar Buhara şehrine halkın güven istemesinden sonra girdiler. Ancak halktan kimileri korunmak için kaleye sığındı. Nihayet Tatar'lar şehre zorla girdiler. Zalim Cengiz Han bu şehrin halkına dehşetli işkenceler ve korkunç katliamlar yaptı. Ondan sonra da Semerkant'a doğru yöneldiler. Halk Cengiz Han'ın ordusu karşısında direndi. Bu sebeple Tatarlar geri çekildiler. Semerkant halkı da bunu bir üstünlük zannederek onların peşine düştüler. Ne var ki önlerinde pusular kurulmuştu. Bu yüzden Semerkantlılar pusuya düştüler. Zalim Cengiz onlara da Buhara halkına yaptıklarının aynısını reva gördü. Ve yirmi bin kişilik bir süvari ordusunu Harzem Şahın peşine düşürdü. Harzem Şahı Mazenderan'a oradan da Hemedan'a kaçtı. Sonra tekrar Mazenderan'a döndü. Ondan sonra da Hazar denizi adalarından birine kaçtı.Ve hicri 620 yılında burada öldü.
Tatar süvarileri Mazenderan üzerine yürüyerek burayı zaptet-tiler. Ondan sonra da Rey ve Hemedan'a yöneldiler. Daha sonra ise Azerbaycan üzerine yürüyerek burayı da zaptettüer. Ve Kürtler, Türkmenler ile Gürcülere karşı üstünlükler elde ettikten sonra Ba-bülevbaba (Derbent'e) girdiler. Oradan da Kafkasya'ya hareket ederek burada Lan ve Çerkez'lerle savaştılar. Onları da yendikten sonra hicri 620 yılında Rusya topraklarına girerek burayı yağmaladılar. Burada Bulgarlar Tatarlar'a karşı savaşarak onları bozguna uğrattılar.Ve Tatarlar'dan çok sayıda insan da öldürdüler. Kurtu-lanlarsa gerisin geri Cengiz Han'a gelip kavuştular. Bu suretle Rusya ve Kafkas toprakları onlardan temizlenmiş oldu.
Cengiz Han'a gelince o, Semerkand'da kaldı ve beraberindeki kuvvetlerin bir kısmım Fergana'ya bir kısmını da Tirmiz' e şevketti. Her iki kuvvet de gittikleri şehirleri işgal ederek Tatarlar'in daha önce girdikleri memleketlerde işlediklerinin aynısını da burada yaptılar. Sonra bu kuvvetler tekrar Cengiz Han'a döndüler. Ordular ikinci kez Cengiz Han'ın etrafında yeniden toplanınca oğullarından birinin komutasında Harzem'e büyük bir ordu şevketti. Horasan'a da başka bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvet Belh şehrine ulaşınca buranın halkı Cengiz Han'ın bu ordusundan aman diledi. Onlara güven verdiler. Ancak bu ordu Tâlegân'a ulaşınca buranın kalesine giremediler. Bu durum Cengiz Han'a haber verildi. Bu kez Cengiz Han'ın kendisi buraya sefer düzenleyerek gelip kaleyi ele geçirdi. Ve tekrar Semerkant'a döndü. Fakat ordusu Merv üzerine yürüyerek şehri kuşattılar. Verdikleri sözden ise şehre girdikten sonra caydılar. Burada arzu ettiklerini işledikten sonra Ni-sabor'a, daha sonra Tus'a oradan da Herat'a geçtiler. Horasan'daki harekâtı bitirdikten sonra tekrar Cengiz Han'a döndüler.
Harzem'e giden kuvvetler ise buraya girmiş sonra da Cengiz Han'a dönmüştü. Bütün bu askerler tekrar Cengiz Han'a dönüp yanında bir araya geldikten sonra onlardan çok güçlü bir ordu teşkil ederek Gazne üzerine şevketti. Gazne'nin başında Harzem Şah'm oğlu Celaleddin bulunuyordu. Bu karşılaşmada müslü-manlar zafer kazandılar. Tatarlar ise Tâlegân'a gerisin geri kaçtılar. Müslümanlar ikinci bir kez daha Tatarlarla Kabil'de yüzyüze geldiler. Bir kez daha onlara karşı üstünlük elde ettiler. Ancak sonra ihtilafa düştüler. Bu sırada Seyfeddin Halaci onlardan ayrıldı. (Hala-cüer bir Türk hanedanıdır.} Ve Hindistan'a giderek burayı ele geçirdi. Celaleddin onu her vesileye baş vurarak geri döndürmek istediyse de bir türlü başaramadı.
Celaleddin bu sırada müslümanlarm içine düştükleri çöküntüyü hissederek Sint taraflarına doğru seferlerine devam etti. Müslümanlarm bu durumunu, Cengiz Han da farkederek Celaled-din'in peşine düştü. Celaleddin Sint Nehrini geçemediği için Tatarlarla savaşmak zorunda kaldı. Netice olarak da müslümanlar yenilgiye uğradılar. Fakat nihayet nehri geçmeyi başardılar. Tatarlar ise Gazne'ye dönerek burayı ele geçirdiler. Burada gerek yapı gerekse insan ve canlı olarak ne varsa hepsini tamamen ortadan kaldırdı, yok ettiler. Bu arada insan cesetlerini parçaladılar. Ve anlatılamayacak kadar korkunç cinayetler işlediler.
Sonra Cengiz Han, Rey ve Hemedan'a, ordusundan bir kuvvet şevketti. Bu iki şehir yeniden imar edilmişti. Cengiz'in kuvvetleri oranın halkını da öldürüp her iki şehri tekrar yerle bir ettiler. Tatarlar ne gariptir ki esirleri meydana çıkarıp onlardan kendilerine karşı savaşmalarını istiyor, esirler böyle bir şey yapmaktan çeki-nince de tutup onları kılıçtan geçiriyorlardı. Onun için Tatarlar çok büyük sayıda insan öldürüyor ve bu taktikle de düşmanları üzerinde sayı olarak çok kalabalık oldukları intibaını uyandırmaya ve işledikleri cinayetlerle de onlara göz dağı vermeye çalışıyorlardı. Düşmanları da bu korku ile savaş alanından kaçıyor, hatta Tatarlar ile karşılaşmadan önce bile korkudan kalpleri duruyordu.
Harzem Şahı, Alaaddin Muhammed Bin Tokuşun oğlu Gıya-şeddin, İsfahan'da direnerek onun bu kentine bir türlü giremeyen Tatarlara karşı kendini kahramanca savundu. Tatarlar çekilip gittikten sonra Gıyaseddin sınırlarım genişleterek Fars topraklarının bir kısmını da zaptetti. Hicri 622 yılında Hindistan'dan dönen kardeşi Celaleddin ona iltihak ederek Huzistan'ı ele geçirmek maksadıyla İsfahan'dan buraya yürüdü. Fakat bunu başaramayınca sadece yağmaladı. Oradan da Irak'a gitti.
Bu esnada halifenin ordusu, karşısına çıkarak onu durdurdular. Ve ilerlemesine engel oldular. Celaleddin, sonra Azerbaycan'a yürüyerek burayı ele geçirdi. Gürcüler onun kuvvetleri karşısında bozguna uğradılar. Sonra Celaleddin onların da ülkesini ele geçirerek sorumlu olarak buraya kardeşi Gıyaseddin'i tayin etti. Kendisi ise Tebriz' e döndü. Oradan da Gürcistan'ın merkezi Tiflis' e geçti. Ve bura halkım İslam'a girmeye zorladı. Bu suretle de zalim bir fatih gibi davrandı. Ne gariptir ki müslümanlar bu sırada Tatarlarla savaşırlarken aynı zamanda birbirlerine karşı da savaşıyor, bibirlerinin topraklarına girerek yağma yapıyor, dolayısıyla musibet onların başında dönüp duruyor, felaketler üzerlerine yağıyordu.
Hal böyle iken savaşan taraflardan her biri sözde Tatarlara karşı durabilmek için müslümanları bir araya topladığını, müslümanlarm birliğini sağladığını sanıyordu. Dolayısıyla bu aşamadaki hadiseler, işte esas musibetlerin ve gelecekteki çöküntünün başlangıcı oldu. Sonra Celaleddin, naibinin, basma buyruk bir şekilde hareket etmeye başladığı Kirman'a giderek burada Tatarlarla temas kurmaya başladı. Ondan sonra da halkının kendisine karşı baş kaldırmış bulundukları Tiflis'e döndü. Oradan da Karadeniz sahili üzerinde bulunan Abazya'ya yürüyerek yine Gürcü'lerle çarpıştı. Sonra Ahlat'da El-Melikul Eşrefe karşı savaştı. Sonra da Türkmenlerle savaştı.
Gürcüler Tiflis'e döndüler. Artık îslam askerlerinden burada kimse yoktu. Şehre girip burayı yaktılar. Celaleddin de Rey kenti yakınlarında Tatarların üzerine yürüdü. Onların îslam topraklarına doğru sefere çıkmış bulunduklarını haber almıştı. Tatarlarla karşılaşarak onları bozguna uğrattı.
Hicri 624 yılında Cengiz Han ölünce yerine üçüncü oğlu Öge-day geçti. Bu olaydan Cengiz'in büyük oğlu Çağatay çok etkilendi. Bu hadise, aynı zamanda enbüyük oğulun, babasının yerine geçmesini öngören Moğol geleneklerine aykırı ikinci bir tayin olmuştu. Ögeday babasının ruhunu şadetmek için kırk tane gencecik ve güzel kız ile çok sayıda at boğazlayarak kurban etti. Ve Moğolların merkezi olan Mongolya'daki Karakurum'a yerleşti.
Ögeday sonra Kuzey Çin İmparatorluğunu yani Kin Devletini, güney Çin'deki Song İmparatorluğu yardımıyla yıktı. Sonra batıya yönelerek bu yöne doğru yüz elli bin savaşçıdan oluşan bir kuvvet sevketti.Ve bu kuvvete, Harzem iline doğru hareket etmesi için emir verdi. Bu sırada Harzem Şahı Celaleddin'in İsmaililere sığınarak onlar tarafından himaye gören kardeşi Giyaseddin'le arası bozulmuştu.
Tatarlar Celaleddin'e karşı savaşmak üzere yeniden Rey taraflarına ulaştılar. Celaleddin'in, Hindistan'dan döndükten sonra yeniden bu kadar açılmış olmasını endişeyle karşılıyorlardı. Nihayet Celaleddin de onların üzerine yürüdü. Ve iki taraf arasında birçok savaşlar cereyan etti. Bu savaşların çoğunda Harzem kuvvetleri yenilgiye uğruyordu. Ancak en sonunda zafer Celaleddin'e nasip oldu. Ne varki sonraları tekrar hezimete uğrayarak İsfahan'a dön-dü.Ve yeniden Tatarlarla savaşa tutuştu. Bu savaştan önce kardeşi Gıyaseddin ordudan bir birlikle beraber ondan ayrıldı. Tatarlar bunu bir savaş taktiği zannederek çekildiler. Bizzat Celaleddin de böyle zannediyordu. Nitekim o da savaş alanından çekildi. Sonunda Tatarlar gerçeği anlayarak döndüler. Ve İsfahan'ı kuşattılar. Bu kez Celaleddin de üzerlerine geldi. Ve Tatarlar perişan oldular. Celaleddin Rey kentine kadar onları kovaladıktan sonra Ermenye'ye dönerek burayı yağmaladı. Ancak tam bu sırada başka bir Tatar ordusu daha üzerine gelince, kaçtı. Ve başını alarak belirsiz bir istikamete doğru uzaklaşmaya çalışırken hicri 629 yılında Kürtlere ait bir köyde bir Kürt çiftçisi tarafından öldürüldü.
Sonra Tatarlar (Moğollar) hicri 628 yılında Azerbaycan'a gelerek burayı istila ettiler. Buradan da Diyarbakır'a ve El-Cezire'ye yöneldiler. Moğollardan bir kalabalık da Erbil üzerine yürüyerek şehri kuşattılar. Bu sırada halife Erbil halkına bir imdat kuvvet gönderdi. Bu sayede Tatarlar çözülerek buradan geri dönerken halkı ezmiş ve en çirkin cinayetler işlemiş bulunuyorlardı; fitne ve fesadın en korkunç şekillerini icra etmişlerdi. Öyle ki halk onlara karşı sürekli bir ürküntü, bir korku ve dehşet duygusu taşıyordu. Tatarlar bu bölgede gerek Kürtlerden gerekse Türkmenlerden çok sayıda insan öldürdüler. Bir çok insan toplulukları da onların dehşet saçtığı yerlerden kaçıp göçtüler. Tarihçi El-Muvaffak Abdüllatif Moğol istilasını şu ifadelerle dile getirmeye çalışıyor:
"Bu olay dünyadaki bütün olayları yutacak kadar dehşetlidir. Bu olayın haberi bütün haberleri basacak kadar korkunçtur. Bu öyle bir tarihtir ki bütün tarihleri insana unutturacak kadar feca-atlarla doludur. Öyle bir musibettir ki bütün musibetleri küçültecek kadar büyüktür. Öyle bir rezalettir ki enine boyuna bütün yeryüzünü doldurmuştur.
Bu Moğol halkına gelince dilleri Hint diline benziyor. Çünkü bu kavim Hindistan'a yakın bir bölgede bulunuyorlar. Onların ülkesiyle Mekke arası dört aylık kadar bir mesafe çeker. Fizik yapılarına gelince Türklere kıyasla çehreleri daha enli, omuzlan daha geniş, gövdeleri daha kısa, kol ve bacakları daha ufak tefekçedir. Gerek bedeni, gerekse fikri bakımdan çok seri bir hareket ve manevra kabiliyetleri vardır. Milletlerin çeşitli haberleri onlara ulaşırken onlar arasında cereyan eden olaylardan, başka milletler kolay kolay haberdar olamazlar. Bir casus kolayca aralarına giremez. Çünkü bir yabancı onlara kendisini benzetemez,
Moğollar bir istikamete doğru gitmek istedikleri zaman bunu son derece gizli tutarlar Ve ani bir silkinişle harekete geçerler. Dolayısıyla bunlar bir şehre girinceye kadar o şehrin halkının haberi olmaz. Keza bir orduyla karşılaşıncaya kadar o ordunun haberi olmaz. Onun için insanlar onlara karşı nasıl tedbir alacağı konusunda çaresiz kalırlar. Ve kaçış yollan dahi insanların önünde daralmaya başlar. Tatarlarda kadınlar da aynen erkekler gibi savaşırlar. Silahlan genellikle oktur. Hangi cinsten et bulunursa onu yerler. Katliamlarında hiçbir istisna ve sıradışı bırakma yoktur. Erkek, kadın, çocuk kime rastlarlarsa öldürürler. Esasen Moğolların amacı toprak ve mal ele geçirmek değil bilakis insan türünü yok etmek ve insanlık alemini ortadan silmekti.
Tarihçi İbnül Esir de yine Moğollarla ilgili olarak şunları kaydediyor: "Yıllarca bu olayı yazmaktan yüz çevirdim. Bu Moğol istilasını dile getirmekten nefret ettiğim için yazmak istemiyordum. Adeta bir adım ileriye atıyor, tekrar geriliyordum. Yani tereddütlüydüm. Düşünüyorum; İslam'ın ve müslümanların ölüm haberini kim kolayca yazabilir? Hangi insana bu olayı anlatmak kolay gelebilir. Bunu yazmak bir yana keşke annem beni doğur-masaydi. Ya da bu olaydan önce ölmüş olup tamamen unutulanlardan olsaydım. Ne varki arkadaşlarımdan bir grup bu olayı kaleme almam için hep beni teşvik ettiler. Bense, hep direnip durdum. Sonra baktım ki bunu yazmamamın hiç bir faydası yok. Onun için önce diyorum ki işte benim bu çalışmam, korkunç bir hadiseyi, gecelerin ve gündüzlerin bir eşine daha şahit olamadıkları, bütün yaratıkları genellikle kapsayan ve müslümanları özellikle ilgilendiren büyük bir musibeti içermekte ve anlatmaktadır. Öyle ki eğer bir kimse "Allah-u Teala, Adem'i yarattığı günden beri şimdiye kadar insanlık dünyasını böyle bir sınavdan ge-çirmemiştir." dese doğru söylemiş olur. Tarihler hiç bir zaman ne buna yakın ne de eşi ve benzeri bir olayı şimdiye kadar kaydetmiş değildir. Tarihçilerin anlattığı en büyük olaylardan biri de Nabukad Nazar'ın» İsrail oğullarına reva görmüş olduğu katliamlar ve onun Beytül Makdis'i yıkıp yerle bir etmesi olayıdır. Halbuki bu mel'unlarm yıkmış oldukları şehirlerin her biri Beytül Mak-dis'ten kat kat daha büyüktü. Keza bunların öldürdükleri her şehrin halkı, İsrailoğullarından sayıca daha fazla idiler. İnsanlar, kıyamet kopuncaya kadar ve dünya yok oluncaya kadar Ye'cüc ve Me'cüc hadisesi hariç, belki de bu olayın artık bir eşini daha görmeyecek ve yaşamayacaklardır. Deccala gelince, o bile kendisine uyacak olanlara asla dokunmayacak, ancak kendisine karşı gelenleri Öldürecektir. Halbuki Moğollar hiç kimseyi sağ bırakmıyor. Bilakis kadın, erkek, çocuk demeden herkesi katlediyorlardı. Moğollar hamile kadınların bile karınlarını deşerek rahimlerin-deki ceninleri dahi çıkarıp Öldürüyorlardı. Öyleyse kıvılcımları her tarafa yayılan, meydana getirdiği yıkım ve tahribatın her tarafı sardığı, rüzgarın önüne katıp götürdüğü bulutlar gibi zararları dünyanın her tarafına yayılan bu hadise için söyleyeceğimiz tek söz şundan ibarettir. "înnâ lillah ve înna îleyhi Raciun. Vela havle vela kuvvete illa bülahil aliyyil azim."
Gene aynı tarihçi şunları anlatıyor. Diyor ki "Moğol orduları arkadan gelecek bir yiyecek yardımına ya da takviye güçlere ihtiyaç duymazlardı. Çünkü beraberlerinde koyun, sığır, at ve daha başka hayvan sürüleri de bulunuyordu. Sırf bunların etlerini yerlerdi. Başka bir şey yemezlerdi. Bindikleri savaş atları bile o kadar vahşi idiler ki durmadan toynaklarıyla yeri, toprağı eşeleyip dururlardı. Bu hayvanlar sırf bitki kökü yer. Arpanın ne olduğunu bile bilmezlerdi. İstilacı Moğol orduları bir alanda konakladıkları zaman dışarıdan hiçbir şeye ihtiyaç duymazlardı. Din ve inançlarına gelince, bunlar güneşe, doğuşu esnasında secde ederlerdi. Hiçbir şeyi haram ve yasak saymaz. Köpek, domuz ve başka ne cins olursa olsun, her türlü hayvanın etini yerlerdi. Nikahın ne olduğunu ise bilmezlerdi. Bir çok erkek aynı kadınla cinsel ilişkide bulunur. Çocuk dünyaya gelince de babasının kim olduğunu tanımazdı [1]
Cengiz Han'ın oğlu Ögeday hicri 637 yılında değişik istikametlere üç ordu şevketti. Birini Kore üzerine, ikincisini daha dün onu Çin'in kuzeyindeki Kin İmparatorluğuna saldırırken destekleyen, Çin'in güneyindeki Song İmparatorluğu üzerine, üçüncüsünü ise Avrupa'nın doğusu üzerine gönderdi. Bu üçüncü ordunun basma da en büyük kardeşi Batu'nun oğlu Cuci'yi görevlendirdi. Batu, Bulgar topraklarına (Kazan'a) girdi. Ondan sonra da Moğollar Moskova'yı işgal ederek buradan da Rusya'nın o gün için en büyük kenti olan Kiev'e yöneldiler. Bu noktadan sonra Batu'nun ordusu iki grubu ayrıldı. Bunlardan biri bizzat onun sevk ve komutası altında Macar topraklarına doğru, ikinci birlikler ise Beydar'm komutasında Polonya üzerine yürüdüler.
Birinci kısım birlikler Macarlar'a karşı üstünlük elde edip bütün Macar ordusunu kılıçtan geçirdiler. İkinci kısım birlikler ise güçlerinin yettiği Polonya şehirlerini yaktılar. Ondan sonra hicri 644'te Ögeday öldü. Durum onun yeğeni olan Batu'nun tekrar Moğolistan'a dönmesini gerektirdi. Ögeday, yerine ise sonraları hicri 646'da ölen oğlu Güyük'ü bırakmıştı. Onun da yerine Karaku-rurn'da meydana gelen bir sürü taht kavgalarından sonra amcası Tuluy'un oğlu Mengü geçti. Kardeşi Kubilay'ı Çin üzerine göndermişti. O da Pekin'de kendine bir merkez edinerek diğer kardeşi Hulagu'yu Oğuzlar ülkesi Fars, Irak ve Suriye üzerine yolladı. Mengü ise hicri 655'te öldü. Ve yerine kardeşi Kubilay geçerek Çin'i egemenliği altına aldı. Böylece bundan sonra Karakurum yerine Pekin şehri Moğolistan'ın merkezi oldu.
Tatarlar Azerbaycan'a ulaşarak onlardan bir kısım, hicri 634 yılında Erbü'e yönelerek burayı kuşattılar. Ve şehre girdiler. Ancak kale direndi. Bu sırada halife Erbil halkına bir imdat kuvvet gönderdi. Nitekim bu sayede Tatarlar bozguna uğradılar. Bu arada Tatarlarm karşısına yenilgiye uğramış bulunan Harzem kuvvetleri de batıya doğru ilerleyerek Suriye'de meydana gelen olaylarda rol oynadılar. Ve burada birbirleriyle çekişen Eyyubi hükümdarlarından bazıları aleyhinde diğerleriyle işbirliği yaptılar.
Hicri 638 yılında Tatarların en büyük hanı Ögeday, bütün İslam ülkelerinin hükümdarlarına mesajlar göndererek onları kendisine boyun eğmeye davet etti. Tatar ordularının sevk ve idaresini Mengü üstlenince, batıya doğru sefere çıkmak ve Fars topraklarına, Irak ve Suriye'ye girmek üzere kardeşi Hülagü komutasında bir ordu hazırladı. Ordunun hazırlanmasından sonra Maveraün-nehir topraklarına doğru harekete geçti. Bu sırada hükümdarlar ona gelerek bağlılıklarını açıkladılar. Sonra Hülagü Fars'a doğru yürüdü. Ve civar ülkelerin hükümdarlarından İsmaililere karşı destek istedi. Nitekim bu davet üzerine Horasan, Azerbaycan ve Gürcistan hükümdarları ona yardıma geldiler. Bu sayede de İsma-üileri yenme imkanını buldu. Liderleri olan Rükneddin Hor Şah'ı esir alarak öldürdü. Ve Hemedan kentini kendine emir ve komuta merkezi haline getirdi. Sonra devrin Abbasi halifesi El-Mustasım' a mesaj göndererek İsmaililere karşı giriştiği mücadele sırasında kendisine yardımda bulunmadığı için onu kınadı ve azarladı. Aynı zamanda halife El-Mustasım'dan kalelerini yıkmasını tahkimat maksadıyla kazdırdığı hendekleri tekrar doldurtmasını, makamından oğlu lehine feragatte bulunmasını ve bizzat gelerek kendisiyle görüşmesini ya da kendi yerine vekaleten veziri Süleyman Şah'ı göndermesini istedi. Hülagü bu mesajında öğütlerini ve buyruklarım dinlemediği takdirde halifeyi tehdit de ediyordu.
Halife ise elçisi Şerafeddin İbnül Cevzi'yi görevlendirerek onun vasıtasıyla Hülagu'ya bir mesaj yolladı. Ancak bu mesajında halife güçlü olduğunu ve onun tehditlerine karşı hazırlıklı bulunduğunu hissettiren bir ifade kullanmıştı. Hülagü bu konuyla ilgili olarak heyeti içinde bulunan müslüman şahsiyetlerle istişarede bulundu. Bu zevattan Hüsameddin El-Felek'i Bağdat'taki hilafet makamına saldırmamasını bu makamın müslümanlar nezdinde-ki kutsal yerine saygı göstermesini tavsiye etti. Ne varki yine bu heyet içerisinde bulunan şahsiyetlerden Nusayruddin Et-Tusi ise, Hülagu'yu Bağdad üzerine yürümesi konusunda cesaretlendirmeye çalışıyordu. Hatta bizzat kendisi Bağdad'ı, doğu yönünden kuşatan Hülagü ordusunun bir bölümünün sevk ve komutasını üzerine aldı. İlginçtir ki bu sırada Musul emiri, Şiraz emiri ve Nu-sayr Et-Tusi gibi bazı müslüman liderler de beraberinde bulunuyordu. Bir diğer birliğin komutanlığım da Baco'ya havale ederek ona da Bağdad'ı, batı yönünden kuşatma görevini verdi.
Hicri 655 yılında Bağdad'ta müslüman Sünnilerle Rafiziler arasında olaylar cereyan etmişti. Bunun sebebi de Rafızilik inancına bağlı olan baş vezir El-Alkami'nin Moğol diktatörü Hülagu'ya yataklık yapmaya çalışmasıydı. Nitekim Baş vezir tbnü'l-Alkami Hü-lagu ile bir araya gelmiş ve onunla görüşmüştü. Halife, Hülagu'ya karşı nasıl davranacağına dair ona akıl danışınca Moğollara karşı tâvizkâr olması tavsiyesinde bulunarak şöyle cevap verdi. "Ben şimdi barış için gidip konuşacağım." Ardından da İbnü'l-Alkami, kendisine dokunulmaması konusunda teminat aldıktan sonra gidip görüştü. Ve dönerek halifeye şunları söyledi:
"Kral, kızını senin oğlun Ebu Bekir ile evlendirmek ve Bizans imparatorunu tahtında bıraktığı gibi seni de hilafet makamında bırakmak istiyor. Senden ona karşı bağlılık göstermenden başka bir arzusu yoktur. Bu, tıpkı ecdadının (yani atalarının) Selçuklu sultanlarına karşı gösterdikleri davranışın aynısı olacaktır. Bu takdirde de ordularını alıp topraklarından çekilecektir. Bu nedenle lütfen efendimiz hazretleri onun bu teklifini kabul buyursunlar. Çünkü böyle bir karar müslümanların kanlarının dökülmesini önlemiş olacaktır. Ondan sonra da ne ki ferman buyurursanız onu icra edersiniz. Ancak görüşüme bakarsanız ona gitmenizi gerekli görüyorum."
Bunun üzerine halife, devletinin ileri gelenlerinden bir heyetle birlikte Hülagu'ya gitti. Onu bir çadıra indirdiler. Sonra vezir El-Alkami hilâfet merkezine dönerek fukahadan ve diğer ileri gelen şahsiyetlerden, sözde barış görüşmelerinde hazır bulunmaları için davette bulundu. Onlar da Bağdad merkezinden ayrıldılar. Ancak Moğol kuvvetleri tarafından teslim alınarak hepsinin boynu vuruldu. Hadise aynen şöyle cereyan ediyordu: İslam devletinin ileri gelen şahsiyetleri hilafet merkezinden bölük bölük çıkıyor. Ve Hülagü'nun karargahına girer girmez hemen Öldürülüyorlardı. Bu suretle alimlerden, komutanlardan, saray görevlilerinden ve devlet büyüklerinden kim var kim yok hepsi öldürüldüler. Ondan sonra köprü kurularak Moğol ordusu Bağdad'a girip halkı kılıçtan geçirmeye başladı. Katliam bu şehirde kırk gün dolaylarında devam etti. Bir milyondan fazla insan öldürüldü. Hasbel kader bir kuyu veya kanalizasyon içinde gizlenen tek tük insan hariç, hiç kimse kurtulamadı. Aynı zamanda halifenin bizzat kendisi dahi savaş at-larmn tekmeleriyle çiğnetilerek Öldürüldü.
Moğolların bu saldırısı sırasında Bagü, batı yönünden Bağdad'a saldırıyordu. Halifenin kuvvetleriyle burada aşure günü çetin bir savaşa tutuşmuş. Bu suretle de doğu yönünden hücum eden Hülagu'nun önünde meydan boşalmıştı. Bu saldırıya katılan Tatar ordusu iki yüz bin savaşçıdan oluşuyordu. Bu çarpışmalarda İslam ordusu da Tatarlara karşı direnmiş ve bu direniş Muharrem aymm ondokuzuncu gününe kadar devam etmişti. Ne var ki sonunda halife artık teslim olmanın gerekliliğine inanmış. Ve diktatör Hülagu'ya ikinci kez elçisi Şerafeddin İbnül Cevzi'yi hediyelerle yollayarak teslim olmak istediğini ve savaşı durdurmak rağbetinde olduğunu haber vermişti. Ancak Moğollar onu yalan vaatlerle aldattılar.
Hadise şöyle cereyan etti:
Dört Safer günü halife El-Musta'sım Hülagu ile görüşmek üzere yanma her üç oğlu Ahmed Ebul Abbas, Abdurrahman Ebul Fa-zail ve Mübarek Ebul Manakıb'ı, aynı zamanda kadılar, fükaha, komutanlar ve şehrin ileri gelenlerinden üç bin kişilik bir heyeti de yanına alarak Hülagu ile görüşmek üzere yola çıktı. Hülagu'nun karargahına yaklaşınca halife ayrı bir çadıra alınarak diğerleri ise onun goremiyeceği bir yere götürüldüler. Sonra kendisine Bağdad halkına silahlarını bırakmaları emrinde bulunması için baskı yapıldı. O da bunu yerine getirdi. Halk silahı bırakınca Hülagu, ordusuna derhal şehre girerek halkı kılıçtan geçirmeleri emrini verdi. Bunun üzerine Moğol ordusu şehre girerek yağmaya, ırz ve namusa tecavüz etmeye, evleri ve sarayları yerle bir etmeye, kitapları yakmaya başladılar. Bu olay kırk gün kadar sürdü. Sonra halife beraberinde Nusayrüddin Et-Tusi ve İbnül-Alkami de bulunmak üzere Hülagu'nun ordusuna altın ve mücevherat hazinelerinin bulunduğu yerleri göstermek üzere Bağdad'a gönderildiler. Dönüşte halife Hülagu'ya gelir gelmez, Hicri 656 yılı Safer aymm on dördüncü Çarşamba günü öldürüldü.
Bu kırk günlük yakıp yıkmadan sonra Bağdad perişan bir hayalet şehir haline girdi. Ondan sonra halka güven içinde oldukları ilan edilince kanallardan, kuyu ve dehlizlerden, mezarlardan tek tük insanlar ortaya çıktı. Bunlar da aynen mezardan çıkmış hortlaklara benziyorlardı. Bütün bunlarla birlikte salgın hastalıklar ortalığa yayıldı. Ve bunun neticesi olarak ta büyük sayıda insanlar telef oldu.
Sonra Hülagu aynı yılın cemaziyel evvel ayında kendi merkezine dönerek Bağdad'm yönetimini emir Ali Bahadır'a bıraktı. Onunla beraber bu yönetimde İbnü'l-Alkami de vardı. [2]
İşte bu suretle nihayet Abbasi devleti de beşyüz yirmi dört yıl sonra tarihe karışmış oldu. [3]
[1] îbn-ül Esir, EI-Kamil tere, c. 12, s. 312-314
[2] Adı Muhammed Bin Ahmed Bin Muhammed Bin Ali'dir. Unvanı; Müey-yidüddin. Künyesi, Ebu Talib İbn'ül-Alkami'dir. Son Abbasi Halifesi El-Mus-ta'sım'm veziridir. El-Mustansır döneminde O'nun hizmetçisiydi. Uzun yıllar hilafet sarayında ders verdi. Sonra EI-Musta'sim'a vezir oldu. Ancak çok kötü bir vezirlik yaptı. Buna rağmen edebiyat ve inşa konusunda ileri derecede bilgi sahibiydi. İnanç ve ahlak bakımından ise kütü niyetli bir rafızı idi. İslam'a ve müs-lümanlara karşı düşmanlık duygularıyla doluydu. Hülagu'ya yardımda bulunduktan sonra onun tarafından horlanıp aşağılandı. 63 yaşında sefalet ve perişanlık içinde öldü. Ondan sonra da vezaret makamına onun ahlaksız oğlu yerine geçti ve aynı yü içinde yani hicri 656 da Öldü. (Müellif)
[3] H. 1. Hasan, Tarih'ul-îslam tere., c. 5, s. 3161-168, 172-198
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 5/397-411.