Yeniçeri Ocağının Kaldırılması
Cezayir'in Fransızlar Tarafından İşgali
Mehmet Ali Paşa'nın Suriye'ye Girmesi
Rusya İle İmzalanan, Hünkar İskelesi Antlaşması
Savaşın Suriye'de Yeniden Patlak Vermesi
Hünkar İskelesi Antlaşmasının, İptal Edilmesi Gayretleri
Lübnan Sorunu Ve Etnik Savaşlar
Suriye'deki Azınlıklar Arasında Patlak Veren Olaylar
Saînt İstephanos (Ayastefanos) Antlaşması
Aralarındaki ihtilaflara rağmen hıristiyan ülkelerinin Osmanlı devleti aleyhinde işbirliği yapmalarından, ona karşı birlikte savaşıp topraklarını bölüşmek üzere aralarında anlaşmalarından ve Avrupa'da Rönesans'ın gerçekleşmesiyle Osmanlı devletinin büyük ölçüde gücünü kaybetmesinden sonra gerileme ve çöküş devri başladı. Avrupalılar'ı Osmanlı devleti aleyhinde bu şekilde davranmaya iten sebep haçlılık ruhu idi. Onların müslümanlar aleyhinde vardıkları bu ittifak Avrupa'daki kaynaklarda doğu sorunu yani Avrupa'nın doğusuna düşen ülkelerle ilgili sorunlar başlığı altında geçmektedir. Bu dönemin belirgin bazı özellikleri vardır ki en önemlileri şunlardır:
1- Gizli hıristiyan işbirliği: Bu tavır haçlılık kini ile zaman zaman çok açık bir biçimde ortaya çıkmakla beraber gerek İslam topraklarını bölüşmek konusunda aralarında baş gösteren rekabet sebebi ile gerekse daha başka özel çıkarları sebebi ile onların bu tavrı gizli bir şekilde devam ediyordu. Eğer aralarında tamamen anlaşmış olsalardı ve bu çıkar kavgası daha sonraları açıkça ortaya çıkmasaydı, Avrupalıların kendi aralarında baş vurdukları bu işbirliğinin gerçekleştiği daha ilk günlerde -Allah bilir ama- Osmanlı devleti ortadan kalkardı.
2- Bu dönemin özelliklerinden biri de herşeye rağmen güçlü kişiliğe sahip bazı halifelerin iş başına gelmeleridir. Ne var ki devletin gücünü kaybetmiş olması, Avrupalılar'm Osmanlılar aleyhinde işbirliği içine girmiş olmaları ve içerdeki hıristiyan azınlıklar aracılığıyla düzeni bozmaya çalışmaları, keza Avrupalılar'in Osmanlılar'dan kopardıkları kapitülasyonlar, içerdeki çıkarcıların Avrupalılar'a alet olmaları gibi birçok sebepler bu güçlü halifelerin büyük ölçüde faydalı olmalarını sekteliyordu.
3- Gerileme devrinin özelliklerinden biri de 1003 tarihinden itibaren unutulmaya yüz tutan saraydaki kardeş idamının tamamen terkedilmişidir. Bilindiği üzere III. Mehmed'in tahta oturunca ondokuz kardeşini boğdurarak onları babasının cenazesi ile birlikte aynı gün defnetmek suretiyle sarayda gerçekleştirdiği katliam Osmanlı hanedanı tarihinde yapılan en büyük ve en sonuncu katliamdır. Allah'a şükür ki bu çirkin ananenin sonuncusu oldu. Ancak III. Mehmed'den sonra H. 1012'de tahta oturan I. Ah-med hanedan üyelerini sarayda kafese kapatma geleneğini devam ettirdi. Kardeşi ve aynı zamanda veliahtı olan I. Mustafa'yı bütün donemi boyunca kafese kapattı. Bu sebeple de I. Mustafa H. 1026'da yönetimi devralınca devlet idaresi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Dolayısıyla da iki kez tahtından indirildi. Ondan sonra da sarayda kardeş öldürme geleneği yerine kardeşi devirmek ve yönetimden uzaklaştırmak gibi bir gelenek başlamış oldu.
4- Askeri zihniyetin devlet idaresinde devam etmesi: Orduyu sevk ve idare eden komutan, savaşta başarısızlığa uğrayınca ya da zafer elde etmeyince hemen ona karşı bir ayaklanma başlıyor ve idamı isteniyordu. Çok kere de bu durumdaki komutanın sonu idamla bitiyordu. Sözde kendisinden sonra bu görevi devralan kimse için ibret olsun diye ve yeni komutan eğer geri çekilecek olursa böyle bir sonla karşılaşacağını daha önceden bilsin diye böyle yapılıyordu. Tabi ki bu, düşman karşısında dayanıp ölünceye kadar savaşmak, yenilgiye uğrayıp sonunda da idam olmaktan daha iyi bir seçenekti. Ne var ki bu zihniyette bir tutuculuk ve zulüm vardı. Çünkü komutan esasen uğraşmak, elinden geleni yapmak ve savaş meydanında direnmeye çalışmak durumundadır. Ancak zafer Allah'ın elinde olan birşeydir. Onu istediğine nasip eder. Nitekim daha önceki asırlarda da müslümanlar zaman zaman düşmanları karşısında yenilgiye uğramışlardır. Ancak Osmanlılar döneminde içine girilen bu tutucu görüş yüzünden hiçbir zaman eskilerin durumu akıllarına gelmemiştir. Hem sonra Osmanlılar devrinde yeniçeriler zaman zaman halifeye kafa tutuyor, onu tahttan indirmek istiyorlardı. Bazen de onların bu isteği yerine getiriliyordu. Ya da sadrazamın idamını talep ediyorlardı. Sırf onların şerrim defetmek ve rızalarını almak için istedikleri yerine getiriliyordu.
5- II. Sultan Mahmud zamanında yeniçeri ocağı kaldırıldı. Böylece onların toplum üzerindeki baskılarına, sadrazamları öldürmek, devlet büyüklerinin hayatını ortadan kaldırmak ve halifeyi tahttan indirmek gibi tecavüzlerine son verildi. Yerlerine ise Ni-zam-ı Cedit ordusu kuruldu.
6- Osmanlı toplumunda kişilik açık şekilde bozuldu. İnsan kişiliği çöküntüye uğradı. Avrupa'yı körükörüne izlemek, Avrupa çizgisini her konuda adım adım takip etmek bu devirde övülen takdir gören ve başkasına karşı bir iftihar sebebi olarak benimsenen alışkanlık haline geldi. Avrupa'dan, orduyu eğitmek üzere askeri danışmanlar getirmek ve Avrupa'dan faydalanmak üzere heyetler göndermek artık adetler haline geldi. Aynı zamanda bu dönemden kaldıran sebeplerden biri olarak Şövenist cereyanlar ortaya çıktı.
7- Osmanlı devletinin son döneminde gerek îslami isimlerin arkasında gizlenerek topluma entegre olmuş gibi görünen dönemler, gerekse açık bir şekilde dinlerine bağlı olarak faaliyet gösteren Yahudiler'in etkileri arttı. Bunlar hedeflerine ulaşabilmek ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için çaba harcıyor ve hiristiyanları da emellerine alet ediyorlardı. Dolayısıyla başta halife II. Abdülha-mit olmak üzere önlerindeki her engeli kaldırdılar. Ve nihayet hilafet müessesesini yok ettiler.
8- Bu dönemdeki halifelerin hilafet süreleri nisbeten uzun sürdü. H. 1171-1327 yılları arasında yani birbuçuk asırlık süre içinde dokuz halife iş başına geldi.
Sıra ile şunlardır: [1]
III. Mustafa, III. Ahmed'in oğludur. H. 1129 yılında dünyaya geldi. Ve amcazadesi III. Osman'dan sonra H. 1171 yılında hilafet makamına oturdu. Bu sırada kırk iki yaşındaydı. Devrin sadrazamı Mehmet Ragıp Paşa ona destek oldu. Ve ıslahatçılara da örnek oldu. Fakat H. 1176'da da öldü.
Bu dönemde Osmanlı devleti henüz fitneleri yaygınlaşmamış bulunan Rusya'yı cezalandırmak istedi. Ancak Rusya'ya bağlı bulunan Kafkasya, bazı sınır noktalarında Osmanlı topraklarına tecavüzlerde bulunuyordu. Bunu gerekçe gösteren Osmanlı devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etmek istedi. Devletin emri üzerine Kırım hanı Kerim Giray Rus topraklarına girerek bazı köyleri yakıp yıktı. Ve büyük sayıda Ruslar'dan esir alarak geri geldi. Yıl 1182.
Keza, Ruslar'm bazı yerlerde devam ettirdikleri kuşatmaları kaldırtmak üzere sadrazam bir sefer düzenledi. Fakat başarısızlığa uğradı. Sonuç olarakta idam edildi. Peşinden yerine geçen sadrazam, bu harekâtı devam ettirmek istediyse de Dinester nehrini geçerken yenilgiye uğradı. Çünkü bu nehri geçmeye çalıştığı sırada büyük bir sel dalgası ile karşılaştı. Büyük sayıda askerleri ve araçları battı. Aynı zamanda sağ kıyıda bulunan birlikler nehri geçmeden geri çekildiler. Sol kıyıdaki birlikler ile Rus kuvvetleri tarafından öldürüldüler. (Yıl 1183) Ondan sonra da Rusya Eflak ve Boğ-dan'ı işgal etti.
Ruslar Osmanlı topraklarında yaşayan Ortadoks hıristiyan Rumlar'ı devlete karşı kışkırtmaya başladılar. Aynı zamanda Mora yarımadasındaki Rumları da kışkırttılar. Bunlar da devlete karşı ayaklandılar. Bunun üzerine Ruslar bu isyancı Rumlar'a destek olmak için Avrupa'yı dolaşıp gelen bir donanma gönderdiler. Fakat bu donanma Osmanlı güçlerinin karşısında yenilgiye uğradı. Donanmadan kaçan bazı gemiler yemden bir manevra yaparak Osmanlı savaş gemilerini yaktılar. Hatta Rus amirali İstanbul'a saldırmayı bile düşündü. Fakat bunu başaramadı. Peşinden de Mo-ra'daki ayaklanma bastırıldı.
Ruslar sonra Trabzon'a saldırdılar. Fakat şehre girmeyi basaramadılar. Bununla beraber Kırım'ı işgal edip burayı Osmanlı topraklarından koparabildiler. Ve Kırım Rusya'nın egemenliği altına girdi. Başına da Şahin Giray Rus çarı tarafından H. 1185'de han olarak tayin edildi. Ondan sonra Avusturya'nın arabuluculuğuyla bir takım barış görüşmeleri yapıldı. Fakat Rusya Kırım Tatarla-rı'nm bağımsızlığını, Rus gemilerinin Osmanlı denetimi altında bulunan gerek Karadeniz'de gerekse diğer denizlerde serbestçe dolaşmasını ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks hıristi-yanlara ait hakların Rusya tarafından korunmasını istiyordu. Ancak bu isteklerle ilgili görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Ve yeniden patlak veren savaşta üstünlüğü Osmanlılar kazandılar.
Ruslar Osmanlı vatandaşı olan Rumlar'ı ayaklandırmaya çalıştıkları sıralarda Osmanlı devletinin menfaatçi ve siyasi mevki peşinde olan bazı devlet ileri gelenlerini de yoldan çıkarmaya gayret ediyorlardı. Nitekim Akdeniz'de dolaşan Rus donanmasının komutanı elçiler vasıtası ile Osmanlılar'in Mısır valisi olan ve bağımsız gibi davranan Alî Bey'le temas kurmayı başarmış. Ve Suriye üzerinde hakimiyet kurması için onu Osmanlılar'a karşı savaş açmaya teşfik etmiş kendisine yardımcı olacağı konusunda vaatlerde bulunmuştu. Rusya bütün bunları Osmanlı devleti içinde anarşi çıkarmak ondan sonra da devleti arkadan hançerleyip Rus cephesinde dize getirmek istiyordu. Nitekim Ali Bey Ruslar'm bu isteğine olumlu cevap verdi. Onlara alet oldu. Ya da onların bu kışkırtması Ali Bey'in içinden zaten geçmekte olan niyetini harekete geçirmiş oldu. Böylece ordusunu alarak Suriye'ye doğru sefere çıktı. Ve Gazze, Nablus, Kudüs, Yafa ve Dımaşk'ı işgal ettikten sonra bu kez de Anadolu'yu ele geçirmek için kuzeye doğru ilerlemeye başladı. Ruslar'm niyeti de bu gaileden yararlanarak kuzeyden Osmanlı topraklarına girmekti.
Fakat tam bu sıralarda Ali'nin, yerinde bıraktığı naibi Muham-med Ebu Zeheb Kahire'de ayaklanmıştı. Bu sebeple Ali Bey tekrar Mısır'a dönmek ve Muhammed Ebu Zeheb'e karşı savaşmak zorunda kaldı. Fakat Ebu Zeheb'e yenilerek vaktiyle bir vergi tahsildarı iken, yol kesen eşkıyadan biri olan Dahir el-Ömer adında birine sığındı. Bu adam, yağma ve soygunlarından faydalanmak için etrafına eşkiyadan oluşan bir güç toplamış, bu sayede görevli olduğu Safad kentinin idaresini ele geçirmişti. Hat buradan da hareket etmiş Akka vilayetine girerek buranın valiliğini teslim almıştı. Rusya ile giriştiği savaşın gaileleriyle meşgul olan Osmanlı sultanı da bu adamın valiliğini onaylamak zorunda kalmıştı.
Ali Bey Dahir el-Ömer'e sığınınca Osmanlılar'a karşı savaşmak üzere ikisi aralarında anlaştılar. Rusya'da onlara harekattan önce yardımda bulundu. Ve emellerine hizmet etti. Böylece birlikte Sayda'yı işgal etmek üzere harekete geçtiler. Şehrin dışında Osmanlı güçleriyle karşılaşarak onlara karşı üstünlük elde ettiler. Bu sırada Rus donanması da Akdeniz'de bulunuyordu. Ve onların gidişatına göre hareket ediyor, bir yandan onlara destek verirken diğer yandan da Osmanlı kuvvetlerim ve sahil kentlerini vuruyordu. Nitekim Rus donanması bu sıralarda Beyrut'u topa tutmuş ve şehrin bir bölümünü harabeye çevirmişti.
Ali Bey ile Dahir el-Ömer gerçekleştirdikleri bu başarıdan sonra Ali Bey ayrılarak kendisine karşı ayaklanmış bulunan Mu-hammed Ebu Zeheb'den kurtulmak için Mısır'a döndü. Müttefiki Dahir el-Ömer'le birlikte Anadolu üzerine hareket etmeden önce yerini sağlamlaştırmak istiyordu. Bu amaçla Ali Bey Mısır'a doğru hareket etti. Dört yüz nefer kadar Rus askeri de onunla beraber bulunuyordu. Bu hadisenin cereyan ettiği tarih ise H. 1187 yılıdır. Nihayet Ali Bey'le Muhammed Ebu Zeheb karşılaştılar. Cereyan eden çarpışmada Muhammed Ebu Zeheb üstünlük kazandı. Ali Bey ise yanında bulunan yüksek rütbeli dört yüz Rus subayı ile birlikte Muhammed Ebu Zeheb tarafından esir alındılar. Ali Bey'le beraber bulunanların tümü öldürüldüler. Ali Bey ise aldığı yaranın etkisiyle öldü [2] Onun ve Rus subaylarının başları kesilerek Mısır'ın Osmanlı valisi Halil Paşa'ya gönderildi. Halil Paşa'da bu kelleleri İstanbul'a yolladı. Halife III. Mustafa I. 1187 tarihinde öldü. Yerine ise kardeşi I. Abdülhamit hilafet makamına geçti. [3]
I. Abdülhamit 1137 yılında doğdu. Ve kardeşi III. Mustafa'nın iktidarı boyunca kafes tabir edilen saraydaki hapishanede bulundu. Biraderinin 1187'de ölümü üzerine idareyi üstlendi. Bu sıralarda Rusya Osmanlı devletinden öc almak için hazırlık yapıyordu. Bu amaçla Karadeniz sahili üzerinde bulunan Bulgar kenti Varna'ya büyük bir askeri güç şevketti. Burada Osmanhlar'ı bozguna uğrattı. Ve sadrazamın bizzat kendisi tarafından Varna'nın batısında sevk ve idare edilen Osmanlı ordusunun kamplarına kadar onları takip etti. Bunun üzerine sadrazam barış talebinde bulundu. Böylece H. 1187'de Bulgaristan'ın Kaynarca şehrinde iki taraf arasında barış akdedildi.
Buna göre Osmanlı devleti Kırım Tatarlarının, Besarabya'mn ve Kuban'm bağımsızlığını tanımış oluyordu. Ancak Osmanlı devleti bu bölgeler için dini mercii olarak mevkiini koruyordu. Keza, Rus gemilerine, gerek Karadeniz'de gerekse Akdeniz'de serbestçe dolaşma hakkı tanınıyordu. Osmanlı devleti hıristiyanlıkta geçerli olan miladi yılın her başlangıcından itibaren üç taksitte ödenmek üzere savaş tazminatı olarak Rusya'ya on beş bin kese altın ödeyecekti. Osmanlı vatandaşı Ortadoks hıristiyanların haklarının korunması yetkisi ise Rusya'ya veriliyordu. Aynı zamanda İstanbul'da bir Rus kilisesi inşa edilmesine izin veriliyordu.
İşte bu suretle Rusya bütün umduklarına kavuşmak oldu. Bundan sonra artık Osmanlılar'a karşı sürekli olarak savaşmaktan başka Rusya'nın bir işi kalmamıştı. Nitekim yapılan antlaşmaya rağmen Rusya, Osmanlı topraklarının bazı kısımlarım ülkesine katmak için devamlı surette hazırlıklar yaptı. Bu arada Kırım'da karışıklıklar çıkartarak halkın, başlarındaki Devlet Giray Hanı devirmelerine sebep oldu. Halbuki Devlet Giray Han, Kaynarca antlaşmasına göre seçilmiş bir devlet başkanıydı. Devlet Giray Han, devrilince yerine Rusya tarafından desteklenen Şahin Giray seçildi. Halk siyasi anlaşmazlıklar içine girerek iki kısma ayrıldılar. Kırım'da fitnenin ateşi neredeyse her tarafı sarıyordu. Bunu fırsat bilen Rusya atak davranarak Kırım topraklarını işgal etti. Bunun üzerine Osmanlı devletinde halk ayağa kalktı. Ve eğer Fransa'nın yatıştırma çabaları olmasaydı, Osmanlı devleti neredeyse Rusya'ya karşı savaşa giriyordu. Ancak Fransa, Ruslar'in sahip oldukları güç ve imkanı Osmanlılar'm gözünde büyütünce susmayı ve başa geleni kabul etmeyi tercih ettiler. Özellikle Fransa, Rusya ile Avusturya'nın aralarında anlaşmış bulunduklarını ve Osmanlı devleti üzerine birlikte hareket edebileceklerini, Rusya'nın Eflak, Boğdan ve Besarabya'yı ele geçirerek kendisiyle Osmanlı devleti arasında tampon bir alan teşkil etmek üzere burada bağımsız or-tadoks bir devlet kurdurmak istediğini haber vermişti. Aynı zamanda Avusturya Sırbistan'ı, Bosna'yı, Hersek'i ve Dalmaçya kıyılarını işgal edecek, Venedik'te, Yunanistan'ı, Mora'yı, Girit'i ve Kıbrıs'ı alacaktı. Sonra bütün bu müttefikler birleşip İstanbul'u işgal ettikleri takdirde yeniden Bizans devletini ihya edecek kuracaklardı.
Rusya'nın esas maksadı yeniden savaşı alevlendirip bu sayede daha başka menfaatler elde etmekti. Onun için her bahaneye baş vurarak Osmanlılar'la sürtüşüyordu. Onları tahrik ediyordu. Nitekim Sivastopol limanını tahkim etti. Karadeniz'de dolaşan çok sayıda savaş gemisi inşa etti. Gürcistan'ı koruması altına aldı. Eflak, Boğdan ve Yunan memleketlerinde casusları çoğalmaya başladı. Rusya Osmanlı devletini tahrik edip onu savaşa itmek için bütün bu yollara başvuruyordu. Ondan sonra Rus imparatoriçesi Kathe-rina Kırım'ı ziyaret etti. Ve burada çok sıcak bir ilgiyle karşılandı. Kahterina'yı memnun etmek için zafer taklan üzerinde "Yolumuz Bizans'a" [4] diye sloganlar yazılmıştı. Osmanlı devleti Rusya'nın bu tavırlarla savaş istediğini anladı. Ancak Rusya'dan önce savaşı eğer kendisi başlatacak olursa buna bir gerekçe gösteremiyeceğini anladı. Bu sebeple de Rus elçisinden hükümetine Osmanlı devletinin şu isteklerde bulunduğunu bildirmesini istedi.
1- Osmanlı devletine karşı başkaldırıp Rusya'ya sığınmış bulunan Eflak Voyvodasını teslim etmek.
2- Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan Gürcistan'ın korunmasını üstlenmekten vazgeçmek.
3- Bulundukları yerlerde yerli halkı Osmanlı yönetimine karşı kışkırtan konsolosları azledip Osmanlı devletinin Karadeniz limanlarında bulundurmak istediği konsolosları kabul etmek.
4-Dolaşan Rus gemilerinin silah taşıyor olabilecekleri endişesiyle bu gemilerin Osmanlılar tarafından aranabilmesi hakkını tanımak.
Rusya bütün bu şartları reddetti. Bu sebeple de H. 1200 yılında Osmanlı devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Rusya'nın silahlı kuvvetler komutanı, savaşa girmek için henüz hazırlıklı olmadıklarını imparatoriçeye bildirerek Rus kuvvetlerinin Kırım'dan çekilmesine izin vermesi talebinde bulundu. Fakat imparatoriçe bu talebi reddederek komutana ilerlemesini emretti. O da bu emri yerine getirerek H. 1203 yılında Özi limanını işgal etti.
Aynı zamanda Avusturya da Rusya'nın yanında yerini alarak Osmanlı devletine karşı savaş ilan etti. Avusturya imparatoriçesi Maria Tereza'nm oğlu II. Josef de bu maksatla harekâta başlayarak Belgrad'ı işgal etmeye çalıştı. Ancak başarısızlığa uğradı. Ve kendisini kovalayan Osmanlı güçlerinin karşısında perişan oldu.
Osmanlı halifesi I. Abdülhamit döneminde Suriye'de olup bitenlere gelince halife, Mısır valisi Muhammed Ebu Zeheb'e isyancı Dahir el-Ömer'i kovalamasını emretmişti. Bunun üzerine vali Ebu Zeheb onu Alcka'da sıkıştırarak kuşatma altına aldı. İsyancı el-Ömer buradan da kaçarak Safad dağlarına sığındı. Ondan sonra 1188 yılında öldürüldü. Ve devlet ondan kurtuldu.
I. Abdülhamit 1203 yılında öldü. Yerine ise kardeşinin oğlu geçti. O da III. Mustafa'nın oğlu III. Selim'dir. [5]
III. Selim halife III. Mustafa'nın oğlu ve gerileme devrinin halifelerinin birincisidir. III. Selim 1175 yılında dünyaya geldi. Ve amcası I. Abdülhamit'in ölümü üzerine H. 1203'te yönetimi devraldı. Bu sıralarda bir takım savaşlar cereyan ediyordu. Onun için hep savaşlarla meşgul oldu. Ne var ki ordu zayıf düşmüştü. Düşman cephesinde ise Rusya ve Avusturya orduları birleşmişlerdi. Bu yüzden Rusya Eflak Boğdan ve Besarabya bölgelerini istila etmeyi başardı. Keza Avusturya Sırbistan'ı işgal ederek Belgrat'a girdi.
Fakat Rusya ve Avusturya arasındaki işbirliği fazla sürmedi. Çünkü Avusturya imparatoru II. Leopold bu sırada Fransa'da meydana gelen devrimin karışıklıklarıyla meşguldü. Nitekim ihtilalin sonucu olarak Fransa kralı XVI. Lui öldürülmüştü. Bu yüzden Avusturya imparatoru da Fransa'da meydana gelen bu olayların ülkesine de sıçramasından korkuyordu. Dolayısıyla Osmanlılar'la barışma istidadmdaydı. Nitekim Osmanlılar'la Avusturya arasında barış yapıldı. Ve bu barışın neticesi olarak Sırbistan ve Belgrat tekrar Osmanlı devletine iade edildi. Hiç şüphe yok ki bu da Osman-lılar'm lehinde bir gelişmeydi. Yıl 1205.
Rusya'ya gelince savaşa devam etti. Ve bazı kentleri ele geçirerek buralarda dille ifade edilemiyecek cinayetler işledi. Ondan sonra İngiltere, Pollanda ve Prusya iki taraf arasında barış yapılması için arabuluculuk yapmaya başladılar. Bu savaşın, bir takım menfaatlerini baltalayacağından korkuyorlardı. Nitekim bu girişimler sayesinde H. 1206'da iki taraf arasında bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Rusya Kırım'ı kesin surette egemenliği altına aldı. Besarabya bölgesini, Çerkez topraklarının bir kısmını ve aynı zamanda Bağ nehri ile Dinester nehri arasındaki bölgeyi de ilhak etti. Dinester nehri iki devlet arasında sınır olarak kaldı. Keza, Osmanlı devleti Rusya lehinde Uzi kentinden vazgeçti.
Savaşın tüm cephelerde yatışmasından sonra halife, içerde bir takım ıslahat hareketlerine girişti. Önce her fitnenin kaynağı haline gelmiş bulunan yeniçeri ordusundan kurtulmak için Nizami orduya bir çeki düzen vermek istedi. Bu yönde Osmanlı devletini çok geride bırakmış bulunan Avrupa'yı örnek aldı. Bu dönemde Avmpa'daki, özellikle Fransa'daki gemilerin şekil ve tertibatı esas alınarak, gemiler inşa edildi. İsveç'ten getirilen uzmanlar denetiminde toplar döküldü. Fen ve askerlik konularında yazılmış Avrupa kaynakları Türkçe'ye tercüme edildi.
H. 1213 yılında Napolyon Bonapart Mısır'a girerek buradaki Memluklar'a karşı üstünlük kazandı. Bunun üzerine Osmanlı devleti Fransızlar'ı Mısır'dan çıkarmak için savaş hazırlıklarına girişti. Rusya ve Avusturya bu sırada Fransız ihtilalinin sebep olduğu gelişmelerle meşgul idiler. Bu gelişmelerin sebep olabileceği sonuçlardan endişe ediyorlardı. Bu sırada ingiltere, Hindistan'daki çıkarlarına zarar gelebileceği korkusuyla Osmanlı Devleti'ne yardım teklifinde bulundu. O da kabul etti. Keza Fransızlar'a karşı girişeceği savaşta Osmanlı Devleti'ne, Rusya'da yardım teklifinde bulundu. Osmanlı Devleti bu teklifi kabul etti. Bunun üzerine Rus savaş gemileri Karadeniz'den Akdeniz'e geçtiler. Napolyon da, Os-manlılar'ı, henüz savaş hazırlıklarını tamamlamadan vurmaya niyetlendi. Ve Suriye'yi işgal etmeye karar verdi. Nitekim bu işe teşebbüs de etti. Ancak Akka'ya saldırınca, şehri güçlü bir şekilde tahkim edilmiş olması vali Ahmet el-Cezzâr'ın direniş göstermesi ve İngiliz donanmasının deniz yönünden destek vermesi sayesinde Napolyon başarısızlığa uğradı. Bununla beraber Nasır'a yakınlarındaki Tabur dağında Osmanlı kuvvetlerine karşı üstünlük elde etti. Ondan sonra da Akka'dan çekilerek Mısır'a döndü ve Fransa- ya kaçtı. Mısır'da yerine bıraktığı sorumlu Kaliber H. 1215'te Süleyman el-Halebî tarafından öldürüldü ardından da Fransızlar'a karşı bir ayaklanma başladı. İlk olaylar, Mısır'ın ünlü el-Ezher Üni-versitesi'nde patlak verdi. Ardından Osmanlılar, İngiliz kuvvetlerinin eşliğinde Mısır'a çıkarma düzenleyerek, Kahire'ye ulaştılar. Bunun üzerine H. 1216 yılında Ariş'te yapılan antlaşma gereği nihayet Fransızlar Mısır'dan çekilmek zorunda kaldılar.
Sonra Napolyon Bonapart, Osmanlı Devleti'yle Fransa arasında, yeniden iyi ilişkilerin kurulması için ikili görüşmelere başladı. Bu da, Fransızlar'm Mısır'ı terketmelerine ve Osmanlılar'm eskiden Fransızlar'a ödedikleri kapitülasyonları te'yid etmelerine karşın H. 1216 yılında sağlandı. Keza H. 1217'de İngiltere ile Fransa Emyan Antlaşmasıyla ittifaka vardılar. Bu antlaşma gereği, İngilizler Mısır'dan çekildi, Rusya örnek alınarak, Fransa'ya da Karadeniz'de gemilerini bulundurma hakkı doğdu. Yunanistan'da ise, Rusya ile antlaşmaya varılarak Osmanlı Devleti'nin himayesi altında bir cumhuriyet kuruldu. Aynı zamanda Fransa'ya Osmanlı topraklarında üzerine el konmuş mülkleri iade edildi, imtiyazları yenilendi.
Osmanlı Devleti'nde bu dönemde Nizam-ı Cedit ordusu kurulmaya başlandı. Fakat Yeniçeriler bu orduyu kaldırtmak istedi-ler. Halife III. Selim aynı zamanda deniz topçusunu da yeniçerilerden ayırmak istedi.
Osmanlı Devleti'yle Fransa arasındaki ilişkilerin düzeldiğine işaret etmiştik. Napolyon bu hususu te'yid etmek için daha sonra padişaha bir elçi de gönderdi. III. Selim Eflak ve Boğdan Voyvodalarını görevlerinden aldı. Çünkü ikisi de Rusya tarafından destekleniyorlardı. Bu karar üzerine Rusya şiddetli bir tepki gösterdi ve açıkça ilan etmeden Osmanlı Devleti'ne karşı hemen savaşa girişti. İngiltere de Rusya'yı destekleyerek, savaş gemilerini Çanakkale Boğazı'na gönderdi. Halife'ye baskı yaparak Osmanlı Devleti'yle İngiltere arasında bir pakt yapılmasına onay vermesini, Osmanlı Donanmasıyla Çanakkale Boğazı üzerindeki kaleleri İngiliz güçlerine teslim etmesini, Rusya lehinde Eflak ve Boğdan'dan vazgeçmesini ve Fransa'ya karşı savaş ilan etmesini istedi. Ancak Osmanlı Devleti İngiltere'nin bu isteklerini reddetti. Bunun üzerine İngiliz gemileri (Boğaz muhafızlarının bayram namazında bulunmalarından istifade ederek} Marmara'ya girdiler ve İstanbul açıklarında demir atarak şehri tehdit etmeye başladılar. Halk korkuya kapıldı. III. Selim İngiltere'nin isteklerini kabul etmeye eğilim gösterdi. Fakat -İngilizler'in baskısıyla- İstanbul'dan çıkarılmak üzere kendisine bildirim yapılan Fransa elçisi, Halife'nin huzuruna çıkarak, Fransa'nın, Osmanlı Devleti'ni destekleyeceği ve Fransız Donanmasını yardıma çağırabileceği teklifini iletti. Keza İngiltere lehinde bir şeyden vazgeçmemesi, aksine bunun tehlikeli olacağı yolunda uyarıda bulundu.
Halife III. Selim de Fransız elçisinin bu teklif ve uyarılarını kabul ederek İstanbul'un ve boğazın korunması için hazırlıklara girişti. Fransızlar da bu tahkimat çalışmalarına yardımcı oldular. İngiliz deniz güçleri ise bu durum karşısında Marmara'da kuşatılmaktan korkarak Çanakkale boğazından çıkıp gitmeye mecbur oldular. Fakat İngiliz amirali uğradığı bu başarısızlığın lekesini biraz silebilmek için, Frizer komutasında İskenderiye üzerine bir güç şevketti. Bu kuvvet 1222 yılında İskenderiye'yi işgal etti. Ayrıca Re-şid noktasına da bir fırka yolladı. Fakat bu birlik bozguna uğradı. Bunu birkaç ay sonra tekrarladıysa da bir önceki akibete uğradı. Sonra Mısır'ı savunmak üzere Mehmet Ali ortaya çıktı. Bunun üzerine İngilizler altı ay sonra Mısır'ı terketmek zorunda kaldılar. Mehmet Ali de Fransizlar'ı Mısır'dan çıkarmak için gelen askerlerle birlikte bulundu ve gerek Memlükler'le gerek burayı temsil eden ileri gelenlerle, gerek Osmanlılar'la ve gerekse halkla yaptığı te-maslardaki kurnazlığı ve siyasi manevraları sayesinde nihayet 10. Rabiussani 1220 yılında Mısır valiliğini elde etti.
İngiltere, Osmanlılar nezdinde Kavalah Mehmet Ali Paşa'nın görevden alınması ya da başka yere nakledilmesi için girişimlerde bulununca da bu kez alimler ve Mısır'ın ileri gelenleri ona yapıştılar. Bu yüzden devlet, 1221 yılında Onu yine makamında bırakmayı uygun buldu {ya da böyle yapmak zorunda kaldı) Mehmet Ali Paşa 1226 yılında da Mısır uleması arasında ihtilaf çıkartıp onları birbirine kırdırarak, sebep olduğu meşhur kale olayı sayesinde Memluklar'dan kurtuldu. Ortam tamamen onun lehinde hazır hale geldi. Böylece Mısır'da tek ve rakipsiz bir lider oldu.
İstanbul'da ise nizami olmayan askerler ayaklandılar. Yeniçeriler de onları destekledi. Hep birlikte isyan çıkararak Nizam-ı Cedit taraftarlarını öldürdüler. Onların baskısı karşısında Halife, Nizam-ı Cedit ordusunu lağvetmek zorunda kaldı. Ne var ki isyancılar bununla yetinmediler, Halife'nin de hal edilmesini (Hilafet makamından indirilmesini) kararlaştırdılar. Dolayısıyla 21. Rabiussa-ni, 1222 günü Halife III. Selim tahttan indirildi ve yaklaşık 1 yıl, bir ay kadar da hapiste kaldı. Sonra öldü. [6]
Dördüncü Mustafa I. Abdülhamid'in oğludur. H. 1193 tarihinde dünyaya geldi. Amcazadesi III. Selim'in tahttan indirilmesi üzerine yönetimi devraldı ve ihtilalcilerin elinde onların istediği şekilde hareket eder oldu. Nitekim isyancıbaşı kabakçı oğlunu "turnacıbaşhk payesi" ile boğaz kaleleri muhafızlığına tayin etti. Nizam-ı Cedit ordusunun düşmanları üstünlük elde ettiler ve yönetime hakim oldular. Hatta yeniçeriler bu sırada Rusya ile savaşmakta olan ordunun başındaki sadrazamı Öldürmek bile istediler. Rusya bu esnada Napolyon'a karşı savaşıyordu. Ordusu bozguna uğramıştı. Nihayet Fransa ile Rusya arasında barış akdedildi. Bu kez Fransa, birbirleriyle savaşmakta olan Osmanlı Devleti'yle Rusya arasına girerek savaşa son vermeleri için arabuluculuk yapmaya çalıştı. Teklif şöyleydi:
Rusya, Eflak ve Boğdan'dan vazgeçecek. Buralara Osmanlı orduları da girmeyecektir. Osmanlı Devleti bu teklifi reddedecek olursa Fransa ile Rusya sözbirliği edecek bununla beraber Avusturya'yı da yanlarına alarak, Avrupa'da Osmanlı Devleti'ne bağlı vilayetleri ondan koparıp kendi aralarında paylaşacaklardı. Her iki taraf da Napolyon'un tekliflerini kabul ettiler. Ne var ki Rusya, Eflak ve Boğdan'dan vazgeçmedi. Bununla birlikte Rusya ile Osmanlı Devleti arasında, iki yıl kadar savaşlar durdu.
Devletin bu dönemdeki iç durumuna gelince III. Selim'i deviren Kabakçı Mustafa ayaklanmasının elebaşıları aralarında anlaşmazlığa girmişlerdi. Bu sırada Kabakçıoğlu öldürüldü. Hareketin basma geçenler bu kez de III. Selim'in yeniden tahta geçirilmesini diretmeye başladılar. Fakat III. Selim, bu sırada hayatta değildi. Halife IV. Mustafa bu ayaklanmanın elebaşısını öldürüp III. Selim'in de ölmüş bulunduğunu ilan edince bu sefer onu tahttan indirip saray mahbesine koydular ve yerine II. Mahmud'u H. 1223'te tahta oturttular.[7]
İkinci Sultan Mahmut H. 1199 yılında doğdu. 24 yaşındayken hilafet makamını teslim aldı ve Alemdar Mustafa Paşa'yı sadrazamlık makamına getirdi. Ondan yeniçeri ordusunu ıslah etmeyi istedi. Ancak yeniçeriler tepki gösterdiler. Araya anlaşmazlık girdi. Yeniçeriler devrik IV. Mustafa'yı yemden tahta oturtmak isteyince öldürüldü [8] ve sadrazamın, köşkünde kuşatılmış ve ateşe verilmiş olduğu bir sırada IV. Mustafa'nın cesedi ortaya çıkarılarak isyancılara gösterildi. Bu sefer de Alemdar Mustafa Paşa'nın yandaşları ile yeniçeriler birbirlerine girdiler.
Alemdar'm taraftarları yeniçerilere üstün gelip Halifenin de emriyle neredeyse onları tamamen ortadan kaldırmak üzere bulunuyorlardı. Ne var ki yeniçeriler bu sırada şehri ateşe verdiler. Bu yüzden Halife II. Mahmut onlara mühlet tanıdı, yeniden fırsat vermek zorunda kaldı ve isteklerini kabul etti.
II. Sultan Mahmut, H. 1224 yılında İngiltere'yle bir barış antlaşması yaptı, Rusya ile de böyle bir barış akdemek istedi ancak anlaşma sağlanamadı. Peşinden savaş alevlendi ve sadrazam Yusuf Ziya Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bozguna uğradı. Ruslar bazı yerleri ellerine geçirdiler. Sadrazam da görevden alındı. Yerine ise Ruslar'a karşı üstünlük kazanan Ahmet Paşa, sadrazam tayin edildi. Ahmet Paşa, Ruslar'ı işgal etmiş oldukları topraklardan kovdu. Ancak gelip tekrar buraları ele geçirdiler. Bu sırada Fransa ile Rusya arasındaki ilişkiler kötüleşti. Neredeyse aralarında savaş patlak vermek üzereydi ki Rusya bu sırada Osmanlı Dev-leti'yle barış yapmak istedi. Bunun üzerine taraflar arasında Bükreş Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma, Eflak, Boğdan ve Sırbistan'ın Osmanlı Devleti'nin elinde, Besarabya'mn da Rusya egemenliğinde kalmasını öngörüyordu. Bu da Rusya'nın, Osmanlı cephesinden ordularını çekerek, kendisine karşı savaş ilan etmiş bulunan Napolyon'a direnmek üzere kullanmasına imkan verdi. Rusya üstünlük kazanınca bu alay, Osmanlı Devleti'nin Napolyon'a ihanet ettiği şekilde değerlendirildi.
Öte yandan Sırplar, Bükreş Antlaşması'yla tekrar Osmanlı Devleti'nin egemenliği altına iade edildiklerini öğrenince ayaklandılar. Fakat Osmanlı kuvvetleri onları kuvvet kullanarak dize getirdiler. Ayaklanmanın elebaşıları Avusturya'ya kaçtılar. Fakat onlardan Teodor Fetiç adında biri, Osmanlilar'a taraftarmış gibi görünerek arkadan ise onların aleyhinde hep çalışıp durdu. Halk, bu adam tarafından kendilerine aşılanan isyan ruhuyla iyice şartlanınca H. 1230 yılında Osmanlı Devleti'ne baş kaldırdı. İki yıl kadar, aralarında savaşlar cereyan ettikten sonra, Sırbistan'ın iç işlerine Osmanlılar'm müdahale etmesine boyun eğdi. Aynı zamanda bu bölgede bulunan kale ve hisarları kontrolleri altında bulunduran Osmanlı valisinin vazifesi devam edecekti, Yıl. 1232. Vaktiyle Rusya'ya kaçmış, sonra gizlice dönmüş bulunan Kara Yorgi de bu sıralarda öldürülerek başı İstanbul'a gönderildi. Bu, Sırbistan'ın Osmanlı Devleti'ne bağlı olduğunu anlatan bir işaretti. Halbuki Kara Yorgi bir zamanlar Sırbistan'ın efendisiydi ve Taçlı bir kral gibi hareket ediyor, buradaki Osmanlı valisine hiç danışmıyordu. [9]
Osmanlı Devleti'nin, içine düştüğü geriliğin ve buna karşın Avrupa'da başlayan Rönesans hareketlerinin, keza Osmanlı Devleti'nin hemen her köşesinde baş gösteren bozgunların ve hatta İslam kentlerinde gözlenen manevi çöküntülerin bir sonucu olarak İslam topraklarında iki değişik hareketin doğmasını artık zorunluydu ve öyle de oldu. Bu iki hareketten biri, mevcut çöküntünün içinden silkinip güçlenebilmenin, ancak her yönüyle Avrupa'yı örnek almakla ve adım adım Avrupa çizgisinde yürümekle ancak mümkün olabileceğine inanıyordu. Nitekim bu görüşte olanlardan biri, Mısır'ın idaresini ele geçirmeyi ve buraya vali olmayı başardı. Ondan sonra da Avrupa'yı izlemeye ya da inandığı gibi hareket etmeye çalıştı. [10]
Nitekim Avrupa ülkelerine, özellikle Fransa'ya heyetler yolluyor ve genelde tüm Avrupa, Mısır'daki bu hareketi destekleyip cesaretlendiriyordu. Çünkü bu yönelişte kendi düşünce sisteminin, dışa yayılmasını, aynı zamanda müslümanlarm güç kaynağı olarak gördüğü, varlık ve şereflerinin, temel sebebi olarak mütalaa ettiği İslam'dan kopmaları için bunu bir faktör gibi değerlendiriyordu. Çünkü Avrupa, müslümanları eğer bu suretle değerlerinden koparabilirse, en büyük bir ganimet elde etmiş olacaktı ve çünkü hiçbir şey kaybetmeden bu suretle müslümanları zayıf düşürebilecekti. Müslümanlar Avrupa'nın zevk düşünce ve kültürünü aşılandıktan sonra zaman içinde kendiliklerinden batmm potasında erimiş olacaklardı. Zira her şeyden önce batı dillerini öğrenecek bununla birlikte kendi dillerini ihmal ederek dinlerinden bu suretle uzaklaşmak durumuna düşeceklerdi. Çünkü müslümanlarm en büyük güç kaynağı, birlik ve beraberliklerinin temel sebebi Kur'an-ı Kerim'dir. Onun da dili Arapça'dır. Müslümanlar batı dillerine önem verip bu dili ihmal edince dinlerinden daha çok uzaklaşmış olacaklardı.
İşte bu sebepten dolayı bütün Avrupa Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan memnundu ve yayınlarında hep onu Övüp duruyorlardı. Avrupa'dan işte bunları ya da onların düşünce sisteminin bir kısmını aldık.
Yukarıda bahsedilen bu iki görüşten diğerini benimseyenler ise, İslam ülkelerindeki mevcut geri kalmışlığı, İslam'ı tam anlamıyla bilmemeye bağlıyorlardı. Bizi her zaman öğrenmeye teşvik eden, düşünmeye davet eden, hurafelerden uzaklaştırmaya çalışan, şüphelerden kurtaran, bütün imkanlarımızla ve bütün gücümüzle düşmanlara karşı hazırlık içinde bulunmamızı öğütleyen ve zulmü bize yasaklayan dinimizi tam manasıyla bilmemekten, gerçeklerini kavrayamamaktan dolayı geri kalmış olduğumuza inanıyorlardı^ Aynı zamanda bu görüşün savunucuları, memleketlerimizde mevcut oldu, halkın adet haline getirmiş bulunduğu, bazan da din adına işledikleri birçok şeyin esasen İslam'da yasak ve reddedilmiş olmasıydı. Bu kanaatta olan bazı İslam alimleri müslü-manların içine düşmüş bulundukları bu durumu eleştiriyorlardı.
Bunlardan biri de Arap topraklarının orta bölgesi Necid'de yetişmiş bulunan Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'dır. Onun yaşadığı dönemde bir çok hurafeler ve batıl inanışlar yayılmış, dinden olmayan şeyler dine mal edilmişti. Aslında Şeyh Muhammed Bin Abdülvahhab yeni bir şey getirmiyor, sadece doğru olan gerçek İslam'ın uygulanması için çağrıda bulunuyordu. İslam inancına doğru olan şekliyle uymaya davet ediyordu. Ne var ki hurafeleri adet haline getiren ve bid'atlerle amel eden bazı kimseler yapmakta oldukları bu şeyleri dinin sözünden sayıyor ve bu sebeple de Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm dine yeni şeyler mal etmeye çalıştığını sanıyorlardı. Dolayısıyla aleyhinde konuştular, bilmeden ve gerçeğe ters düşerek onun çağrısına karşı direndiler.
Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'a karşı girişilen bu direniş sadece bir tek yönden gelmiyor, bilakis her taraftan hücuma uğruyordu. Bu direniş her şeyden önce cahil insanların önem verdikleri din adamları tarafından gösteriliyordu. Esasen bu kimseler, halk üzerinde sahip bulundukları nüfuz ve etkiye yapışıyor, dinden zannettikleri bid'at ve hurafeleri korumayı istiyorlardı. Ayrıca din adına adet haline getirmiş bulundukları batıl inanışlara aykırı olduğu için Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm İslam dinine yeni şeyler kattığı kanaatinde olan kimselerden de bu hücum ve direnişler geliyordu. İşte bu iki sınıf insan, Osmanlı Devleti'nin her tarafında yaygın durumda idiler, hatta islam dünyasının her yanında bu insanlar vardı ve toplumun çoğunluğunu oluşturuyorlardı.
Keza, otorite ve mevkilerini korumak isteyen yöneticilerden de bu hücum geliyordu. Dini kötüye kullanan din adamları da bunlara yaranmak için Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm sözde kötülükleri ve bozuk inanca sahip olduğu yolunda fetvalar veriyorlardı. Halbuki kendileri de yöneticiler gibi cahil idiler. Tabiatıyla bu hücum Avrupa hayranlarından ve körü körüne Avrupa'yı taklit etme arzusunda olanlardan da geliyordu ki bunları Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa temsil ediyordu. Mısır'ın tek otoritesi ve en büyük gücü oydu. Hiç şüphe yok ki Osmanlı Devleti'nin üzerinde, gittikçe etkisi ve baskısı artan, aynı zamanda Mısır valisi Mehmet Ali Paşa üzerinde de tesiri olan Avrupa, Arabistan'daki bu gelişmeye karşı çıkıyor ve bunu kendi çıkarları açısından çok tehlikeli bulunuyordu. Çünkü Avrupa, bu hareketin temelinde, müslümanlara ruh üfleyen, cihad düşüncesinin İslam toplumunda yeniden ihyasını görüyordu. Dolayısıyla eğer bu hareket genişleyecek ve yayılacak olursa, İslam Devleti'nin, bu sayede hayat bulmasıyla Avrupa, çıkarlarını kaybedecekti. Onun için ne pahasına olursa olsun bu hareket bas-tırılmalıydı. Nitekim Avrupa gizli bir şekilde bu amaca hizmet etti. Hareketin bastırılmaya çalışıldığı aşamada Osmanlı Devleti'yle çarpıştığı cephelerde savaş halini durdurdu.
Devletin, içine düşmüş bulunduğu çöküntü ve eski kudretini kaybeden ordularının çeşitli cephelerde çarpışıyor olmaları (Arabistan gibi merkezden çok uzak) ve çöllerin ortasında bulunan yerlere kadar kuvvet göndererek bu hareketi bastırmasına engel oluşturuyordu. Devletin Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nm elindeki kuvvet ise henüz genç, diri eğitimli bulunuyordu. Aynı zamanda henüz herhangi bir savaşa da girmediği için yıpranmış da değildi. Onun için Osmanlı Devleti, Arap yarımadamasmda meydana gelen bu hareketin bastırılması görevini H. 1222'de M. Ali Paşa'ya verdi.'
Şeyh Muhammed Abdülvehhab'a gelince, muhitinin halkı onu davasında desteksiz bırakınca memleketi olan Uyayna'dan çıkarak Der'iye'ye hakim olan Muhammed İbni Suud'a gitti ve 1157 tarihinde işbirliği yapmak üzere anlaştılar. Etkinlikleri de gittikçe arttı. Ta ki Arap Yarımadasi'nın büyük kısmına hakim oldular. Devletleri de kuruldu. Devletin basma Muhammed b. Suud'tan sonra Abdülaziz geçti. Sonra Abdülaziz'in oğlu Büyük Suud geçti. Devletin en geniş sınırlara sahip olduğu dönem bu hükümdarın zamanına rastlar. Çünkü sınırlar Irak'ta Kerbela'ya, Suriye'de de Havran'a kadar genişlemiş ve Yemen hariç, hemen hemen Arap Yarımadası'nm tümü devletin topraklan içine girmişti.
Mehmet Ali Paşa, Suudi Devletine karşı savaşmak için Osmanlı Devleti'nden aldığı görevi kabul etti. Ancak Suudiler yarımadanın kuzeyine hakim bulundukları ve ana güzergahının üzerinde odaklaştıkları için kara yoluyla buraya intikal etmenin çok zor olacağını tahmin eden Mehmet Ali Paşa Deniz yolunu tercih etti. Bunun üzerine Bulak mevkiinde, bu iş için kendisine lazım olan sayıda gemi inşa ettirerek bunları develerle önce Süveyş'e naklettirdi. Askerlerini de, kanala ulaştırdığı bu gemilere bindirerek buradan, Medine-i Münevvere'nin batısına düşen Yenbu Limanına nakletti. Askerleri hareket etmeden önce Mısır'da Memluk gailesinden ve Memluktu rakiplerinden (hesaplaşarak) kurtuldu. Çünkü bu harekata giriştiği sırada arkadan vurulmaktan çekiniyordu. Onun için bir plan hazırlayarak oğlunun, Arabistan'a gidecek olan ordunun başında sefere çıkması münasebetiyle H. 1226 yılında bir tören düzenleyerek kale içine davet ettiği Memluklar'ı burada tamamen yok etti.
Suudilerin üzerine yürüyen Tosun Paşa komutasındaki Mısır ordusu Medine-i Münevvere'ye girmeyi başardı. Tosun Paşa bu olayı babasına yazılı olarak bildirdi. Ancak sonra Taif'te kuşatıldı. Bunun üzerine bizzat M. Ali Paşa kendisi Mekke'ye gelerek, Şerif [11] Galib'i görevden aldı. Yerine ise Yahya b. Surur'u nasbetti ve bir takım başarılar gerçekleştirdi. Bu yüzden Suudî Devleti'nin bu bölgedeki etkinliği zedelendi. Hükümdar Suud el-Kebir de öldü. Yerine ise H. 1229'da oğlu Abdullah geçti.
Sonra Tosun Paşa bu kez Necid'e doğru sefere çıktı ve Ress ile Kasıym kentlerini ele geçirdi. Bunun üzerne Abdullah b. Suud, Osmanlı egemenliğini kabul etmek niyetiyle istediği barış görüşlerini Tosun Paşa'yla yapmak üzere temsilcisini gönderdi.
Tosun Paşa da, bir süre önce seferinden Mısır'a dönen babasının görüşünü alamadan bu teklifi kabul etti ve barış yapıldı. Ancak Babası, Mısır'dan haber yollayarak Abdullah b. Suud'un İstanbul'a (kendini affettirmek için) gitmesi gerektiğini, bunun zorunlu olduğunu, kabul etmeyecek olursa Suudi Devleti'nin merkezi olan Der'iye'ye kadar yürümesini emretti.
Tam bu sırada Tosun Paşa Mısır'da babasına karşı bir ayaklanma hareketinin cereyan etmekte olduğu haberini aldı. Bunun üzerine ordusunu, komutanlarından birinin emrinde bırakarak H. 1230 yılında Kahire'ye döndü.
Durum Kahire'de böyleyken Mehmet Ali Paşa bu kez de en büyük oğlu İbrahim Paşa komutasında Arap yarımadasına yeni bir hamle daha şevketti, İbrahim Paşa ile beraber bazı Fransız danışmanlar da vardı. Nihayet Der'iyye'ye ulaştılar. Bunun üzerine Abdullah b. Suud 7 Zilkade 1233 günü barış talebinde bulundu.
Der'iyye teslim edildikten sonra barış akdedildi. Abdullah b. Suud'da Kahire yoluyla İstanbul'a gitmeyi kabul ederek 12 Muharrem 1234 tarihinde Kahire'ye ulaştı ve burada Mehmet Ali Paşa'yla görüştü iki gün sonra da İstanbul'a vardı ve kısa bir süre sonra burada öldürüldü/ [12] Böylece sultan vermiş olduğu sözde durmadı.
İbrahim Paşa ise 21 Safer 1335 tarihinde Arap Yarımadasından döndü. [13]
Osmanhlar'm fethetmiş bulundukları ülkelerdeki milletler, Avrupa'da (Rönesansla birlikte) meydana gelen ilerlemeden etkileniyor, hayranlık duyuyorlardı. Bunlardan bazıları Avrupa'nın çizgisini takip etmek istiyorlardı ki hiç şüphesiz bu Avrupa hayranlarının başında hıristiyanlar geliyordu. Üstelik aralarında müslümanlar bile vardı. Bunlar çocuklarını öğrenim için Avrupa'ya göndermeye başladılar. Osmanhlar'm en büyük yanlışlıklarından biri, bu ülkeleri fethettikten sonra yerlilerinden vergi almakla yetinip onları dinlerinde, dil ve adetlerinde serbest bırakmış olmaktır. Bunun anlamı ise (himaye altına alınmış bulunan) bu muhtelif hiristiyan mozayik ile Avrupa ülkeleri arasındaki temasın devamına göz yummaktı. Bu irtibatın sağlam kalmasını bile bile kabul etmekti.
Nitekim bu fırsattan istifade eden Yunanlılar işte bu aşamada Avusturya ve Rusya'da gizli cemiyetler kurdular. Osmanlılar'la olan temel ayrılıklar sebebiyle devletten kopmak için uğraştılar. Bu temel ayrılık ise Osmanlılar'la Yunanlılar arasındaki din ve inanç farkıydı. Kurdukları gizli cemiyetlerin en önemlileri ise, Avusturya'nın başkenti Viyana'da ve Rusya'nın Karadeniz kıyısında bulunan Odesa kentindeki kardeşlik dernekleriydi. Ode-sa'daki merkezleri daha sonra Ukrayna'nın başkenti Kier'e taşındı. Bu derneğin, gittikçe üyeleri çoğaldı ve Osmanlı Devleti'nin, Ali Paşa'ya karşı giriştiği mücadelenin gailelerini fırsat bilerek harekete geçtiler. Hurşit Paşa, Yanya valisi Ali Paşa harekatım bastırır bastırmaz Yunanlılar derhal isyan ettiler, Birinci derecede Rusya'nın kırkırtmasıyla ayaklandılar. Osmanlı Devleti onları dize getirmek için Hurşit Paşa'yı görevlendirdi. Fakat Yunanlılar, üzerlerine gönderilen Hurşit Paşa'yı bozguna uğrattılar. Ordusunu darmadağın ettiler. O da bunun üzerine H. 1237 yılının sonlarına doğru zehir içerek intihar etti.
Halife II. Mahmut, Yunan ayaklanmasını bastırması için bu sefer de Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'yı görevlendirdi. M.Ali Paşa Sudan'ın fethinden yeni boşalmıştı. II. Mahmut bir ferman çıkararak onu bu kez de Yunan topraklarından Mora Yarım adası'yla Girit'e vali tayin etti. Çünkü Yunan ayaklanmasının merkezi bu iki bölge idi. Böylece burası da, elinin altındaki diğer topraklara ek olarak Mehmet Ali Paşa'nm idaresi altına girmiş olunuyordu.
Osmanlı Devleti'nden aldığı bu yetkiyle Mehmet Ali Paşa'nm orduları, oğlu İbrahim Paşa komutasında ye müşaviri Fransız Süleyman'ın yardımıyla H. 1239 yılında İskenderiye'den deniz yoluyla Rodos'a hareket etti. Oradan da Girit Adası'na geçerek burayı işgal etti. Buradan da Mora Yarımadası'na geçti. Ayaklanma, adanın her tarafında ateşini tutuşturmuştu. İki liman hariç, isyancılar, adanın her tarafına hakim olmuşlardı. İbrahim Paşa, büyük zorlukla ancak askerlerini buraya çıkarabildi. Çünkü bütün Avrupa, Yunan ayaklanmasını arkadan destekliyordu. Onları haçlıhk faktörüyle müslüman Osmanlılar'a karşı tahrik ediyordu. Avrupa'da Yunan hayranları adı altında çeşitli dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, Yunanlılar'a, müslümanları öldürmek için sürekli şekilde mal ve silah gönderiyorlardı. Aynı zamanda bu derneklerin birçok üyesi Yunan topraklarında Osmanlılar'a karşı gönüllü olarak çarpışıyorlardı.
İşte bunlardan biri de Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk cumhurbaşkanı Washington'un oğlu, bir diğeri ise İngiliz şairi Byron George Gordon'dur. Bunlar gibi daha birçok kimseler vardı. Yunanlılar için kahramanlık destanları yazılıyordu.
İbrahim Paşa bu harekatında zafer elde etmeyi, 1240 tarihinde Navarin Kenti'ni ele geçirmeyi başardı ve Osmanlılar İngiliz amirali Lord Coshran'm gösterdiği direnişe rağmen H. 1241'de Atina'ya girdiler. Sonra Avrupalılar, görünüşte sadece Yunanlılar'ı korumak amacıyla ancak açıkça anlaşılan bir haçlı kiniyle araya girdiler. Rusya zaten Yunan hareketini açıkça destekliyor, Yunanlı mülteciler Rusya'ya sığmıyorlardı. Rusya tam bu sırada İstanbul'un eski durumuna çevirilmesi için fırsatın gelip çattığını görüyordu. Çünkü Konstantiniye Ortodoksluğun vaktiyle merkeziydi. İngiltere'de Rusya'nın yanında yerini aldı ve 27 Safer 1242 tarihinde Osmanlı İmparatorluğu'ylaAkkerman Konvansiyonu imzalandı. Bu konvansiyonda yer alan önemli maddeler şöyleydi.
Rusya, Akdeniz'de, denizcilik faaliyetlerinde bulunabilecek, gemilerini, aramaya tabi tutulmadan Osmanlı boğazlarından geçirebilecektir.
Eflak ve Boğdan voyvodalarını seçecek, Osmanlı Devleti, Rusya'nın onayına baş vurmadan bunların birini ya da ikisini birden azledemeyecek (görevden alamayacaktır.
Sırbistan vilayeti bağımsız olacaktır. Osmanlı Devleti, sadece burada, aralarında Beîgrad kalesinin de bulunduğu üç kaleyi uhdesinde koruyacaktır.
Avusturya, Prusya ve Fransa'da bu konvansiyonu tasdik ettiler. Bu konvansiyon Yunan ayaklanması dolayısıyla düzenlenmesine rağmen içinde bu sorunla ilgili hiçbir şey yer almadı. [14]
İngiltere, 8 Recep 1242 tarihinde hıristiyan Avrupa ülkelerinin, Osmanlı Devleti'yle bu devletin egemenliği altında bulunan gayri müslim azınlıklar arasına, arabulucu olarak girmesi isteğinde bulundu. Ancak Osmanlı Devleti bu isteği reddetti. Çünkü bu talep aslında devletin iç işlerine açıkça karışmak demekti. Ne var ki olumsuz cevap, savaşların devleti siyasi alanda zayıf düşürmesinden ve Akkerman konvansiyonu ile topraklarının birçok bölgelerini kaybetmesinden sonra tekrar nüksetmesine sebep oldu.
îngilizler'in esas amacı savaşı tutuşturmak için bahane yapmak ya da bir bahanenin ortaya çıkabilmesi için zemin hazırlamaktı. Bu maksatla Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne -miktarı üzerinde iki tarafın anlaşabileceği bir vergi ödemesine karşılık- bu devlete bağımsızlığını vermesi için, Rusya, Fransa ve İngiltere 11 Zilhicce günü Osmanlı Devleti'ni, bu teklifi kabul etmeye zorlamak üzere anlaştılar. Aynı zamanda Yunanistan'a karşı şiddet hareketlerini durdurulması için Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom verdiler ve ona bir ay süre tanıdılar. Eğer Osmanlı Devleti bu isteğin gereğini yerine getirmekten aciz kalır ya da reddederse hıristi-yan ittifakı uygun göreceği bir çözüme baş vuracaktı. Vakıa Halife bu konuda hiçbir şey yapmadı. Bunun üzerine bir ay sonra Rusya, Fransa ve İngiltere donanmalarına, Yunan sahillerine doğru hareket emrini verdiler.
İbrahim Paşa'dan da savaşı durdurması isteğinde bulundular, İbrahim Paşa'nın verdiği cevap çok tabii idi. O "Müslümanların Halifesi'nden ya da babasından alacağı emre göre ancak hareket edebileceğini" bildirdi. Bu iki otoritenin dışından emir alamazdı. Bununla birlikte yetkililerden talimat gelinceye kadar yirmi gün müddetle savaşa ara verdi. Avrupalı -müttefik- devletlerin donanmaları Navarin limanında toplanarak Osmanlı donanmasını ablukaya aldılar. Osmanlı Donanması'nın tamamını ve Mısır Donanmasının çoğu darmadağın edildi ve otuzbin kadar Mısır askeri öldürüldü. Halife İkinci Mahmut, olayı protesto etti. Fakat hiç faydasını görmedi. Bu sefer de Avrupalılar tarafından savaşın, siyasi değil bilakis dini gayretlerle yapıldığına dair vatandaşlarına bir bildiri çıkardı ve onları bu tecavüze karşı dinlerini savunmaya davet etti. Özellikle bu konuda Rusya'yı hedef gösterdi. Rusya da bundan etkilenerek 11 Şevval 1242 tarihinde Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan etti.
Mısır valisi Mehmet Ali Paşa bu durumu görünce oğluna, ordusuyla birlikte çekilmesini, sadece elinde bulunan şehirlere -Osmanlılar buraları teslim alıncaya kadar- küçük sayıda, bir kuvvet bırakmasını emretti. Böylece buralardan çekilen Mısır birliklerinin boşluğunu, Fransız güçleri hemen doldurmaya başlıyorlardı. Osmanlılar'a karşı savaşan bu üç devlet Londra'da bir konferans düzenlediler. Osmanlı Devleti de davet edildi. Fakat Osmanlı Devleti konferansa katılmayı reddetti.
Bu konferans, Yunanistan'ın bağımsızlığını ve hıristiyan bir şahıs tarafından yönetilmesini ilan etmeyi kararlaştırdı. Yunanistan'ı yönetecek olan kimse, bu üç devlet {Rusya, Fransa, İngiltere) tarafından seçilecekti. Aynı zamanda bu üç devletin koruması altında bulunacaktı. Ancak Yunanistan Osmanlı Devleti'ne beşyüzbin kuruş miktarında yıllık bir cizye (vergi) ödeyecekti. Fakat Osmanlı Devleti bu konferansı ve egemenliği altında bulunan topluluklar hakkında verdiği kararları red etti. Hiç kimsenin devletin iç işleriyle ilgili olarak karar vermeye hakkı yoktu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, kendisine karşı savaş ilan etmiş blunan Rusya ile dövüşmek için harekete geçti. [15]
Rusya, Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan ettikten sonra Rus orduları iki devlet arasını ayıran ve Tuna ile, denize döküldüğü noktaya yakın bir yerde kesişen Prut Nehrini geçerek nehrin kıyısında bulunan Boğdan'ın başkenti Yaş'ı işgal etti. Ondan sonra da Eflak'ın başkenti Bükreş'e girdi. Bu iki bölgeye kendi tarafından birer hükümdar seçerek tayin etti. Daha sonra Rus ordular bu kez Tuna nehrini geçerek Bulgaristan'da Karadeniz kıyısına düşen Varna kentini kuşatmak üzere ilerlemeye başladı ve nihayet şehri karadan ve denizden kuşattı. Aynı zamanda Rus ordusunu takviye etmek üzere karadan ve denizden destek güçler geldi.
Ne var ki Ruslar burayı almaktan ümitlerini tamamen kesmiş bulundukları bir sırada Osmanlılar'a hıyanet edilerek şehir H. 1244 yılı Rabiussanî ayının birinci günü Ruslar'a teslim edildi. Bu hiyanet Osmanlı Devlet adamlarından -bu olayda Rusya'ya kaçıp sığman- Yusuf Paşa'nm eliyle gerçekleşti. Keza Rusya, Anadolu'nun doğusuna düşen Kars'a da girerek, ayrıca batı yönünden ilerlemeye başladı ve Edirne'ye girdi. Bunun üzerine Fransa ve İngiltere, Rusya'nın İstanbul'u işgal etmesinden endişe etmeye başladılar. Çünkü bu, onların çıkarlarını tehdit etmiş oluyordu. Bu sebeple Ruslar'ı durdurabilmek için sür'atle harekete geçtiler. Prusya'nın da çabalarıyla H. 1245 yılı Rabiülevvel ayının ortalarında taraflar arasında Edirne antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın önemli maddeleri şöyleydi:
1- Eflak, Boğdan, Dobruca, Bulgaristan, Balkanlar, Kars ve Erzurum Osmanlı Devleti'ne iade edilecek.
2- Prut Nehri iki devlet arasında sınır kabul edilecek.
3- Tuna Nehri'nin denize döküldüğü çevrede her iki devlet de denizcilik faaliyetlerinde bulunma hakkına sahip olacak.
4- Rusya, Karadeniz'de gemilerini serbestçe dolaştırabilecek.
5- Rus gemileri, Osmanlı boğazlarından geçerken aranmayacak.
6- Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş tazminatı Ödeyecek.
7- Her iki ülke ellerindeki esirleri karşılıklı olarak serbest bırakacak.
8- Sırbistan bağımsız olacak ve Osmanlı Devleti'nin elinde bulunan topraklarının geriye kalan kısmı da bu devlete iade edilecek.
Diğer Avrupa ülkeleri için uygulanan imtiyazların aynısı Rus konsolos ve vatandaşlarına da tanınacak ve kapitülasyonlar yenilenecektir. [16]
Yeniçeri ocağının son zamanlarda içine düştüğü durumdan ve yeniçerilerin davranışlarından Halife II. Mahmut çok sıkıntı duyuyordu. Modern askeri teşkilatları da çok beğeniyordu. Özellikle Yunan savaşı sırasında Mısır ordusunu pek ziyade beğenmişti. Bu yüzden Yeniçeri Ocağım kaldırmayı kafasına koydu. Bir ara devlet adamlarını ve yeniçeri ağalarını Şeyhülislam konağına davet etti. Sadrazam burada bir konuşma yaparak, mevcut duruma açıklık getirdi. Davette bulunanların tümü onu bu görüşlerinde desteklediler. Ancak yeniçeriler hemen arkasından isyan ettiler ve ayaklanmak için hazırlıklara giriştiler.
At meydanında toplandıkları H. 1240 yılının 9. Zilkade günü toplar her taraftan onları kuşattı. Ertesi gün bu ordunun kaldırıldığı resmen kararlaştırıldı.
Avrupa'dan getirirken yabancı askeri danışmanlardan faydalanılarak yeni askeri teşkilat kurulmaya başlandı. Bu olaydan sonra Osmanlı ülkesi Avrupa'yı örnek aldı. Halife Avrupa kıyafeti giydi. Bunu askerlere ve sivil hayata da uyguladı. Amemiye kaldırarak yerine fesi getirdi. [17]
Fransa üs edinmek amacıyla Mağrip sahillerinin bir kısmını işgal etmeye hevesleniyordu ve bahane olarak da Mağripli korsanların, Akdeniz'de dolaşan gemilerine karşı tecavüzlerde bulunduğunu ileri sürüyordu. Dolayısıyla buraları işgal etmeye karar vermişti. Bu maksatla da Cezayir Bayı Hüseyin'le olan geçimsizlikten istifade ederek bir bahane arayışı içindeydi. En basit bir sebeple savaşa girişecekti.
Nihayet 13 Şaban 1245 yılında Fransa kralı, Cezayir'in, işgal edilmesinin zorunlu olduğuna karar verdi. Ve buraya 28 bin savaşçı ile bir donanma şevketti. Donanma yüz gemiden oluşuyordu. Ayrıca üç büyük gemi de 27 bin bahriye askeri taşıyordu. Bu Fransız kuvvetleri, Cezayir kendinin yakınlarında sahile çıktılar. Burada cereyan eden şiddetli çarpışmalardan sonra Cezayir şehrine girdiler. Bu kez de Abdülkadir el-Cezairî liderliğinde bir direniş başladı. Ta ki 24 Recep 1263'te teslim oluncaya kadar ondan sonra, Cezayirliler'in Fransızlar'a karşı direnişleri şiddetli bir şekilde zaman zaman kendini gösterdiyse de Fransızlar artık Cezayir'e hakim oldular.
İngiltere, kendisine karşı rekabete girişeceğini sandığı Fransa'nın bu atılımından korkmaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti'nden, valisine talimat verecek Fransızlar'a kolaylık göstermesi talebinde bulundu. Belki bu suretle Fransa, meşgul edilecek planlarını bozmak mümkün olabilirdi. Osmanlı Devleti de bu istek üzerine Cezayir valisine bir temsilci gönderdiyse de bu temsilci Fransızlar tarafından yakalanarak esir edildi. Ve Fransa buradaki işlerini bitirinceye kadar da hapiste kaldı. [18]
Kavalalı Mehmet Ali Paşa topraklarını genişletme hevesindey-di. Suriye'yi de ülkesine katmak istiyordu. Mehmet Ali Paşa'nın koyduğu ağır vergileri ödemekten aciz kalarak bir grup Mısırlı ka-
çıp Akka valisi Abdullah el-Cezzar Paşa'ya sığınınca, üstelik Abdullah Paşa bunları geri vermemekte direnince Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasında hem denizden hem de karadan hazırladığı bir orduyu Suriye üzerine gönderdi. Deniz güçleri H. 1247 yılı 26 Cemaziyelevvel günü hareket etti. Karadan giden güçler ise daha önce hareket etmişler ve Gazze, Yafa, Kudüs ile Nab-lus'a girmiş bu kentlere hakim olmuşlardı. Sonra da bu kuvvetler Hayfa'da bir araya gelmişlerdi. Bunların ardından İbrahim Paşa giderek Akka'yı hem karadan, hem denizden kuşattı.
Bu gelişme üzerine Halife II. Mahmut, Halep'teki valisi Osman Paşa'yı görevlendirerek Ona, İbrahim Paşa'nın üzerine yürümesi için emir verdi. İbrahim Paşa da Akka kuşatmasını küçük bir askeri birliğe bırakan Osman Paşa ile karşılaşmak için hareket etti. Her iki ordu Hams yakınlarında yüzyüze geldiler. Cereyan eden çarpışmalardan sonra Osman Paşa yenik düşerek geri çekildi. İbrahim Paşa ise tekrar dönerek Akka kuşatmasına hız verdi ve şehre girdi. Ondan sonra kuzeye doğru yön tuttu.
Halife II. Mahmut, İbrahim Paşa'ya karşı bu kez de Hüseyin Paşa'yı gönderdi. Hüseyin Paşa'nm, kısa bir süre önce Halep'e giren Mısır ordusu karşısında ön güçleri bozguna uğramıştı. Hüseyin Paşa geri çekilerek Suriye ile Anadolu arasında tabii yol sayılan Bilan Geçidi'nde sipere girdi. Mısırlılar ise üstünlük kazandılar. Bunun üzerine Halife, bu kez de Reşit Paşa komutasında bir ordu şevketti.
Reşit Paşa, Toroslar'ı geçip Adana'yı da işgal eden İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusuyla Konya yakınlarında karşılaştı. Cereyan eden savaşta, İbrahim Paşa zafer elde ederek Osmanlı komutanını esir aldı. Böylece İstanbul kapılan artık İbrahim Paşa'ya açılır gibi oldu. Ancak bu olay Avrupalılar'ı ürkütmeye başladı. Mehmet Ali Paşa'nm Osmanlı Devleti'ni ele geçirip bu devlete yeniden ruh verebileceğinden onu tekrar hayata döndürebilece-ğinden korkuyorlardı. Bu devletler arasında en çok endişelenen ise Rusya idi. Nitekim kapıldığı bu panik üzerine Osmanlı Devle-ti'ne destek vereceğine dair Halife'ye teklifte bulundu. Hatta istanbul'u korumak için 15 bin kadar da asker yolladı. Bu sefer de İngiltere ile Fransa Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne müdahalede bulunabileceğinden çekinerek Mehmet Ali Paşa ile anlaşmaya varmanın zorunlu olduğunu Halife II. Mahmut'a ilettiler. [19]
Osmanlı Devleti ile Mısır'daki valisi Mehmet Ali Paşa, H. 1248 yılında Kütahya'da aşağıdaki şartlan içeren bir antlaşma imzaladılar. Şartlar şöyleydi:
1- Mehmet Ali Paşa'nm ordusu. Toroslar'in gerisine kadar çekilerek Anadolu topraklarını terkedecek.
2- Mısır Valiliği, Mehmet Ali Paşa'ya, hayatı boyunca verilecek.
3- Suriye'nin dört vilayeti olan Akka, Trablus, Dımaşk ve Ha-lep'e ayrıca Girit adasına Mehmet Ali Paşa kendi tarafından birer vali tayin edecektir.
4- Mehmet Ali Paşa'nm oğlu İbrahim Paşa'da Adana'ya vali ta-yin edilecek. Burası Anadolu'ya sınırdaş olan bir bölgedir.
Öyle anlaşılıyor ki Sultan, Mehmet Ali Paşa'ya karşı ikinci bir savaşa girebilmek (bu asi valiyi cezalandırabilmek) için aşama olarak bu şartlan kabul etmiştir. Aynı zamanda Mehmet Ali Paşa da, devletlerin soruna el atıp onu geri çekilmek zorunda bırakmalarından ürkerek bu antlaşmayı kabul etti. Çünkü o, aslında bağımsızlığını ilan etmeye niyetlenmişti. Bunu gerçekleştirebilmek için de kabul ettiği bu antlaşmayı bir aşama sayıyordu. İşte bu esnadadır ki Halife, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" başlığı altında bir ıslahat fermanı çıkardı. [20]
İstanbul'u korumak amacıyla Rus güçlerinin, Osmanlı topraklarında bulundukları sırada bir ayrıntı olarak bu devlet, Osmanlı-lar'la bir antlaşma daha imzaladı. Buna göre gerekirse Mehmet Ali Paşa'ya karşı ya da herhangi bir tecavüze karşı Rusya, Osmanlı Devleti'ni korumayı üzerine alıyordu. Böylece devletin iç işlerine karışma imkanını elde etmiş oluyordu. Aynı şekilde Halife, bu antlaşmaya da sadece zaman kazanmak için bir aşama olarak rıza gösteriyordu. [21]
İbrahim Paşa yönetimine karşı Suriye'de ard arda ayaklanma, isyanlar çıkıyordu. İbrahim Paşa bu hareketleri kanlı bir şekilde bastırdı. Ortalık yatıştı ama halkın yüreğinde bazı şeyler kıpırdıyordu. Bu sırada Mehmet Ali Paşa, Mısır'daki yabancı devlet temsilcilerine sırrını açarak Mısır'ı, Suriye'yi ve Arap Yarını adası'm istediğini, bu toprakların idaresinin, kendisine ve daha sonra da çocuklarına ait olmak üzere niyetini açıkladı. Onun bu istekleri Osmanlı Devleti'ne iletildi.
Osmanlı Devleti de ona bir temsilci göndererek: Mısır ile Arap Yarımadası'nm, babadan oğula intikal edecek şekilde yönetiminin Mehmet Ali Hanedam'na kalması Suriye'nin ise sadece Mehmet Ali Paşa'nın hayatı boyunca elinde bulunması ve Toroslar'm Suriye ile Anadolu arasında smır oluşturması konusunda kendisiyle anlaşmaya varılabileceği yolunda bilgi verildi. Ancak Halife Toros zirvelerinin Osmanlı Devleti'ne ait olması şartını koşuyordu. Bu suretle Toros etekleri de Osmanlılar'm kontrolü altında bulunmuş olacaktı. Ne var ki Mehmet Ali Paşa bu şartın aksi üzerinde ısrar etti ve bu yüzden ihtilaf çıktı.
Sonuç olarak Hafız Paşa Osmanlı ordusunun başında Ermeni-ye ve Sivas'tan hareket ederek Suriye'ye doğru ilerlemeye başladı ve H. 1255 yılı Rebiussani ayının onbirinci günü Nizip [22] yakınlarında İbrahim Paşa ordusuyla karşı karşıya geldi.
Cereyan eden savaşta Osmanlılar yenilgiye uğradılar. Cephanelerini savaş meydanında bırakarak geri çekildiler. Bunun üzerine Mısırlılar terkedilen Osmanlılar'a ait 166 top ile 20 bin kadar tüfeğe el koydular. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başında Alman komutan Won Moldke de vardı.
Halife II. Mahmud, bu savaşın haberlerini alamadan 19 Rebu-issani 1255 günü öldü. [23]
Birinci Abdülmecid 1237 tarihinde dünyaya geldi ve babasının vefatından sonra hilafet makamını devraldı. Bu sırada henüz onsekiz yaşını doldurmamıştı. II. Mahmut ölünce Osmanlı bahriye komutanlarından Ahmet Paşa, emrindeki deniz kitalarıyla İskenderiye'ye giderek bu kuvvetleri Mehmet Ali Paşa'ya teslim etti. Bu komutan, Mehmet Ali Paşa'da Avrupa'ya karşı koyabilecek bir güç görüyordu. Çünkü biraz cahildi ve dünya meselelerini kavrayıp takdir edebilecek bilgiye sahip değildi. Ayrıca sadrazamlığa getirilen Hüsrev Paşa ile anlaşmazlık içindeydi.
İşbu Ahmet Paşa vaktiyle Mısır valisiydi. Sonraları, ulemanın ve yerli halkın zorlamalarıyla buradan kovulmuş, yerine Mehmet Ali Paşa tayin edilmişti. Bu olaydan Avrupalılar ürkmeye başladılar. Çünkü Osmanlı Devleti'ni artık ne denizde koruyabilecek ne de karada savunabilecek bir güç kalmıştı. Onun için eğer Mehmet Ali Paşa, İstanbul üzerine yürüyecek olsa ya da bir süre önce imzalanan antlaşma gereği Rusya -sözde- İstanbul'u savunmak bahanesiyle Osmanlı topraklarına girecek olsa devlet bunlara karşı koyamayacaktı. Bunun üzerine Rusya, Prusya, Avusturya, Fransa ve İngiltere ortak bir layiha hazırlayarak Halife I. Abdülmecid'e ilettiler bu layihada ondan Mısır valisi hakkında kendilerine danışmadan herhangi bir karar vermemesi uyarısında bulundular. Aynı zamanda bu sorunun çözülmesi için arabuluculuk yapmaya da hazır olduklarını bildirdiler.
Halife, bu layihayı kabul etti. Bunun üzerine adı geçen devletlerin elçileri, sadrazamla bir toplantı yaparak görüş alışverişinde bulundular. Ancak görüşler arasında uçurumlar ortaya çıktı. Rusya Osmanlı Devleti'ni koruması altında bırakan, -yakın geçmişte imzaladığı- antlaşmanın devam etmesini, İngiltere ve Fransa da bu durumdan çekmiyorlardı. Bu yüzden ortaklaşa boğazlarda kuvvet bulundurmayı istiyorlardı. Böylece Rusya'nın, kendi başına hareket ederek Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını önleyebileceklerdi. Diğer yönden Fransa, Mehmet Ali Paşa'yı desteklemek ve onun üzerindeki nüfuz ve etkisini korumak istiyordu. İngiltere de Mısır'da sahip olduğu etki yüzünden, Fransa ile rekabet ederek bunu istemiyordu. Keza Fransa'nın, Hindistan yolu üzerinde de kendisiyle olan rekabetinden korkuyordu. Avusturya ve Prusya ise Mehmet Ali Paşa'nın Avrupa için bir tehlike olduğunu görüyor, dolayısıyla Osmanlı Devleti'ni ele geçirmesinden kork-muyorlardı. Bu iki devlet görüş bakımından daha çok İngiltere'ye yakın idiler.
Bu amaçla yapılan birçok görüşmelerin sonuçsuz kalmasından, bu müdahaleden el çekmeleri için yapılan tehditlerden ve tekrar akdedilecek konferanslarda buluşmak için yapılan davetlerden sonra nihayet Fransa'nın aradan çekilerek Osmanlı Devle-ti'yle doğrudan bir antlaşma yapmak, ayrıca İngiltere'nin isteklerini red etmesi için Mehmet Ali Paşa'ya cesaret vermek istemesinden sonra H. 1256'da İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya arasında bir deklarasyon imzalandı. İngiltere Mehmet Ali Paşa'ya karşı çıkacak olursa Fransa Mehmet Ali'yi destekleyecekti. Yine de yapılan antlaşma şu noktaları içeriyordu.
1- Mehmet Ali Paşa girmiş bulunduğu Osmanlı topraklarını tekrar devlete iade edecek, Akka hariç, Suriye'nin güneyindeki toprakları elinde tutacak.
2- Suriye'nin Akdeniz'deki limanlarına çıkarak yapmak ve buradaki halkın Mehmet Ali yönetimini reddederek tekrar Osmanlı yönetimine dönmelerini temin etmek amacıyla, İngiltere Avusturya ile işbirliği yapabilecek. Bunun da anlamı halkı isyana teşvik etmekti.
3- Mısırhlar'm saldırısına uğraması halinde İstanbul'u korumak üzere Rusya, İngiltere ve Avusturya savaş gemileri İstanbul'a girebileceklerdir. Ancak herhangi bir saldırı sözkonusu olmadığı sürece kimse buraya giremeyecektir.
4- İşbu deklarasyonun iki ay zarfında ve Londra'da imzalanması gereklidir. Aynı zamanda Halife'nin kendisi de imzalayacaktır.
Ardından İngiltere, Cebel-i Lübnan'da oturan: Dürziler'den, Marani ve Nusayriler'den oluşan azınlıkları Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtmaya başladı, bir yandan da İngiliz ve Fransız donanmaları Akdeniz'de Suriye kıyılarında dolaşmaya manevralar yapmaya başladılar. Sonra yapılmış olan bu antlaşma, Mehmet Ali Pa-şa'ya da duyuruldu.
İşte bu gelişmelerden sonradır ki (İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya) konsolosları Mehmet Ali Paşa'yı ziyaret ederek, Ona devletleri adına, Mısır'ın yönetiminin, veraset sistemiyle, Akka vilayetinin ise hayatı boyunda kendisine ait olması teklifinde bulundular. Bu teklife herhangi bir cevap vermesi için de Ona, on günlük bir süre tanıdılar. Ayrıca Fransa'nın kendisine yardımcı olamayacağını da anlattılar. Ongun sonra bu konsoloslar tekrar Mehmet Ali Paşa'ya geldiler. Bu sırada beraberlerinde Osmanlı Devleti'nin bir temsilcisi de bulunuyordu.
Konsoloslar Mehmet Ali Paşa'ya, sadece Mısır vilayeti üzerinde hakkı bulunduğunu bildirdiler. Mehmet Ali Paşa bu sınırlamayı reddederek konsolosları da ülkesinden kovdu. Bunun üzerine konsolosla, Ona yeniden on günlük bir süre tanıyarak düşünmesini istediler ve eğer tekliflerini red edecek olursa bu devletlerin, kendisi hakkında gerekli tedbirler alma yoluna gideceklerini bildirdiler. Nitekim bu on günlük sürenin bitiminden sonra konsoloslar, İstanbul'da bulunan, devletlerinin büyük elçilerine konuyu yazılı olarak ilettiler. Bunun üzerine adı geçen devletlerin büyük elçileri Osmanlı sadrazamıyla bir toplantı yaparak Mısır'ın Mehmet Ali Paşa'dan alınması noktasında ortak bir karara vardılar. Bunun sonucu olarak Fransa zayıf bir mevkide kalmış oldu ve deniz güçlerini önce Yunan sularına, daha sonra da Fransa'ya çekti. Bu suretle Mısır ve Suriye sahillerini İngiliz savaş gemilerine terketti. Bunun üzerine, Fransız kamuoyu, Mehmet Ali Paşa'yı Osmanlı Devleti'ne karşı Önce direnişe teşvik eden ancak ona uygun zamanda gerektiği kadar destek vermeyen kendi, hükümeti aleyhinde galeyana geldi.
Ancak Mısır'a karşı anlaşmış bulunan dört devletten Rusya İstanbul'dan uzaklaştıktan sonra, bu soruna ilgisiz kaldı. Prusya'nın da o gün için savaş gemileri zaten yoktu. Böylece Avusturya'nın biraz yardımıyla bütün ağırlıklar İngiltere'nin üzerinde kaldı. Suriye şehirlerinde bildiriler dağıtıldı. Mısırlılar burada sıkı yönetim ilan ettiler. Suriye limanlan ve özellikle Beyrut ve Akka limanı iyice tahkim edildi. Fransız Süleyman Paşa'nm isteği üzerine İbrahim Paşa, Baalebek yakınlarındaki karargahından Beyrut'a geldi ve İngilizler bu sırada kuvvetlerini Beyrut'un kuzeyine çıkardılar ve çarpışmalar başladı. Şehrin büyük kısmı yıkıldı ve yakıldı. Keza Suriye'nin diğer stratejik mevkileri de tahrip edildi.
Nihayet İngiliz kuvvetleri, beraberlerinde bulunan güçlerle birlikte Suriye limanlarını ele geçirmeyi ve Mısırlılar'ı buralardan temizlemeyi başardılar. Mehmet Ali Paşa da, bu müttefik güçlere karşı koyamayacağı için oğlu İbrahim Paşa'nın geri çekilmesini emretti. O da çekildi. Ancak bu çekilme sırasında Araplar'm birçok saldırılarına uğrayarak beraberindeki güçlerin dörtte üçünü kaybetti.
Sonra İngiliz deniz güçleri komutanı, Mehmet Ali Paşa'ya, şayet Suriye vilayetinden vazgeçer ve Ahmet Paşa'nm kaçırıp kendisine teslim etmiş olduğu deniz birliklerini tekrar Osmanlı Devleti'ne iade edecek olursa Mısır'ın yönetiminin, kendisine ve sülalesine bırakılması için onunla Osmanlı Devleti arasında arabuluculuk yapabileceğine dair teklifte bulundu. Bu teklifi hem Mehmet Ali Paşa, hem de {Mısır ordusunun 18 bin kişiyle sınırlandırılması şartıyla) Sultan kabul etti. Bununla beraber Mehmet Ali Paşa zorunlu hallerde ancak bu sayıyı artırabilecekti. Keza, Mısır ne savaş gemileri inşa edebilecek, ne de vali, teğmenden daha yüksek rütbeli bir subay tayin edebilecekti. Bundan daha yüksek rütbelerin tayini ancak sultana aittir. Ayrıca Mısır hükümeti, her yıl Osmanlı Devleti'ne 18 bin kese altın vergi ödeyecekti. [24]
Rus gemilerinin, istedikleri zaman ve hiçbir aramaya tabi tutulmadan Osmanlı boğazlarından geçebileceklerim öngören ve Hünkar İskelesi antlaşması olarak bilinen Osmanlı-Rus ittifakna-mesinin yürürlükten kalkması amacıyla İngiltere ve Rusya çalışmalara başladılar. Nitekim bu iki devlet, boğaların istisnasız, bütün devletlere kapalı tutulması konusunda (Rusya da dahil) bütün devletler anlaştılar. Ve 23. Cemaziyelevvel 1257 tarihinde boğazlar antlaşması adıyla bilinen antlaşma imzalandı. [25]
Fransa, Lübnan'da Maronîler'i, İngiltere ise Dürzüler'i destekliyordu. H. 1257'de Dürzüler, Maronîler'e saldırdılar ve Deyrülka-mer'e girerek burada en rezil tecavüzlerde bulundular.
Keza H. 1261 yılında da aynı şeyleri tekrarladılar. Bunun üzerine Halife I. Abdülmecid, Dürzüler'in emiri, Beşir eş-Şahabî'yi görevinden uzaklaştırdı ve yerine, Osmanlı bir vali tayin etti. Aynı zamanda Cebel-i Lübnan Emirliğine, o tarihe kadar tanınmış bulunan imtiyazlar kaldırıldı. Ne var ki Avrupalılar bu karara itiraz ettiler. Bunun üzerine Halife bu imtiyazları tekrar tanımak ve bir Dür-zü ile bir Maroniyi yönetici tayin etmek zorunda kaldı. Yıl 1258. Ancak farklı kültür ve inançlara bağlı halk, köylerde karışık yaşadıkları için ortaklık yine de sükunete kavuşamadı.
Bu sebeple Halife, Cebel-i Lübnan'ın kuzey bölgesini yani, Maroniler'in yaşadığı yöreyi Trablusşam vilayetine bağlamak [26] istedi. Fakat Maroniler bu karara itiraz ettiler. Bunun üzerine merkezi yönetim, bu sorunu incelemek ve çözüme kavuşturmak için buraya heyet gönderdi. Nevar ki bunun da bir faydası olmadı. Dürzüler, Maroniler'i idareleri altında bulundurmakta ısrar ediyorlardı. Maroniler bunu anlayınca Dürzüler'in merhametine ter-kedilmektense (yerlileri sünni müslüman olan) başka bir vilayete bağlanmayı tercih ettiler. Halife de bunu uygun gördü. Fakat bu çözüm Dürzüler'in hoşuna gitmedi ve yukarıda anlatıldığı üzere H. 1261 yılında ikinci kez Maronîler'e saldırdılar.
Durum bu raddeye varınca devlet ordularını göndererek bölgeyi işgal etti ve burada sıkı yönetim ilan etti. Sonra, hem dürzü, hem de maroni üyelerden oluşan bir meclis tarafından bölgenin, yönetilmesi konusunda Avrupalı devletler Halife I. Abdülmecit'le anlaştı iseler de sorun ancak H. 1277 tarihinde patlak veren katliamlarla son buldu. [27]
Eflak ve Boğdan halkı, bu iki eyaletle birlikte Transilvanya'yı da kapsayacak bir devlet kurma arzusuyla ayaklandılar. Bu olaylar üzerine her iki eyaletin Voyvodaları kaçtılar. Ardından geçici bir hükümet kuruldu. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, durumu eski şekline getirmek amacıyla buraya Ömer Paşa komutasında bir ordu gönderdi. Fakat Rusya daha atak davranarak Boğdan ve Eflak'ı işgal edip geçici hükümeti devirdi ve kovdu. Osmanlı Devleti Rusya'nın bu davranışını protesto etti. Neredeyse iki taraf kapışacak oldular. Sonra H. 1265 tarihinde İstanbul-Baltaliman'da bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmaya göre her iki eyaletin Voyvodalarını tayin etme hakkı Osmanlı Devleti'ne ait olacak ve ortalık yatışın-caya kadar yedi yıl müddetle bölgede bir Osmanlı-Rus (barış) gücü bulundurulacaktı. [28]
Fransa hükümeti, Osmanlı ülkesindeki konsoloslarına tanınan imtiyazların öngördüğü hükümlerden yararlanarak Kudüs'teki kiliseleri denetleme hakkına, sahip bulunuyordu. Rusya'da Fransa'nın Napolyon savaşlarıyla meşgul olmasından istifade ederek bu imtiyazları elde etmişti. Fransa, içinde bulunduğu gailelerden kurtulunca tekrar bu imtiyazları elde etmek istedi. Bu gelişmeler sebebiyle, Katolik kiliselerle Ortodoks kiliselerin din adamları arasında anlaşmazlık başgösterdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti (bu kiliseler üzerinde hangi devletin denetleme hakkında sahip olduğu belirlemek üzere) çeşitli hıristiyan mezheplerine mensup din adamlarından bir komisyon oluşturdu. Komisyon bu hakkı Fransa'ya verince Rusya kararı protesto ederek Osmanlı Devletî'ne karşı savaş açacağına dair tehditler savurdu ve prens Mençikofu olağanüstü elçi olarak İstanbul'a yolladı. Rusya'nın (bu çabalarla maksadı) ayrılıkçılığı körüklemekti. Bu vesileyle, Osmanlı devletinin, vaktiyle savunulması hakkını Rusya'ya veren Hünkar İskelesi Antlaşmasını da yenilemek için çabalar sarfetti. Fakat Halife bunu kabul etmedi.
Rus çarı Nikola, ülkesindeki İngiltere büyük elçisiyle bu sırada temas kurarak, Osmanlı Devleti'ni, aralarında bölüşmek suretiyle bu devletin tamamını ortadan kaldırmak üzere Mısır'a girmesini teklif etti. Fakat sözünü dinletemedi. Bu sefer de Fransa ile temasa geçerek, Ona Tunus'u işgal edip, İngiltere'nin karşısında durmasını teklif etti. Fransa'dan da tatmin edici bir cevap alamadı.
Osmanlı Devleti'nde yaşayan hıristiyan vatandaşları koruma hakkını elde etmek için yönettiği isteği de Halife red etti. Hatta bir süre önce Rusya'yı memnun edebilmek için görevden almış bulunduğu sadrazam Mustafa Reşit Paşa'yı yeniden sadaret makamına getirdi. Rus elçisi halife I. Abdülmecid'e ültimatom vererek ona sekiz günlük bir süre tanıdı. Ancak halife ona hiç bir cevap vermedi. Bunun üzerine Rus elçisi Eflak ve Boğdan'i işgal edeceklerine dair tehditler savurarak İstanbul'dan ayrıldı.
Halife, olup. bitenleri, devletlerin İstanbul'daki elçilerine bildirdi. Bunun üzerine İngiltere, Malta'da bekleyen birliklerine, Fransız kuvvetlerinin bulunduğu Yunan Suları'na doğru hareket etmeleri ve bütün faaliyetlerde bu kuvvetlere katılmaları için emir verdi. Sonra bu birleşik güçler, beklenen savaşın cereyan edeceği çevreye yakın bir yerde üslenmek üzere Çanakkale Boğazı'na doğru ilerlemeye başladılar.
Rusya'nın olağanüstü Büyükelçisi tarafından İstanbul'da sa-vurulan tehditler doğrultusunda Rus orduları ilerleyerek Eflak ve Boğdan'i işgal etti. Ancak Avusturya, Osmanlı Devleti'yle Rusya arasında arabuluculuk yaparak barış maksadıyla Viyana'da bir konferans düzenlendi. Rusya Avusturya'yı, bu konferansta yanına çekebileceğini sanıyordu. Çünkü daha Önce Avusturya'da meydana gelen ayaklanma sırasında. Rusya, patlak veren isyana karşı Avusturya'yı desteklemişti. Bu suretle de ayaklanmanın alevleri Avusturya arşidükü François Josseph lehinde söndürülmüştü.
Nihayet, Osmanlı Devleti'yle Rusya arasındaki barışı hedefleyen konferans H. 1269 yılının son ayında akdedildi. Konferans sırasında Avusturya, Prusya, İngiltere ve Fransa tarafları barıştırmak için çaba sarfettiler. Bazı teklifler sunuldu. Rusya bunları kabul ettiyse de Osmanlı Halifesi reddetti. Bu arada İngiltere ve Fransa, Ruslar'ın isteklerine boyun eğmemesi için Osmanlı Devleti'ni cesaretlendirmeye çalıştılar. Bu yüzden, görüş birliği sağlanmadan konferans dağıldı. Osmanlı Devleti, H. 01/01/1270 tarihinden 15 gün sonra Eflak ve Boğdan vilayetlerini boşaltması için Rusya'ya bir nota vererek, aynı zamanda komutan Ömer Paşa'ya da bu sürenin bitiminden itibaren bu iki vilayete girmesi için hareket etmesini emretti. Nitekim Ömer Paşa Safer ayının başlarında buralara fiili bir şekilde girdi ve üstünlüğü elde ederek Ruslar'ı çekilmeye zorladı. Osmanlılar aynı zamanda Kafkasya cephesinde de zafer kazandılar ve bazı kaleleri ele geçirdiler. Ancak daha sonra ağır kış şartları ve şiddetli soğuklar yüzünden silah bırakıldı.
Bir ara Rus çarı, Avusturya İmparatoru nezdinde temasa geçerek Osmanlı Devleti'yle Rusya arasında sürmekte olan savaşa Batı devletleri şayet karışacak olurlarsa kendisine destek vermesi talebinde bulundu. Fakat Avusturya İmparatoru, buna olumlu cevap vermedi. Bilakis böyle bir yardımda bulunamayacağından kendisini mazur görmesini istedi.
Bunun üzerine, Rus donanması Karadeniz'de Sinop Lima-
nı'nda bulunan Osmanlı donanmasını tahrip etti. Bu sırada Fransız ve İngiliz savaş gemileri İstanbul'a yaklaşmış bulunuyorlardı. Bu gemiler Ruslar'ın (Sinop'taki) tecavüzlerinden sonra Kaıadeniz'e geçtiler. Bu arada barış maksadıyla herhangi bir temas ve yazışmanın yapıldığına da şahit olmadılar. İngiltere ile Fransa'nın böyle davranıyor olmaları, aslında müslümanları sevdiklerinden değil, bilakis çıkarlarını kaybedecekler diye korktuklarından kaynaklanıyordu. Sonra durum öyle gösterdi ki Rusya Avusturya'nın düşmanları safında yer aldığını gördü. Rusya'nın tutumundan da şüpheleniyordu.
İşte bu ortamda Rusya'ya karşı savaşmak üzere Osmanlı Dev-leti'yle Fransa ve İngiltere arasında H. Cemaziyelevvel 1270 günü bîr antlaşma imzalandı. Bu antlaşma, Fransa'nın ellibin, İngiltere'nin ise yirmibeşbin asker göndererek Rusya ile yapılacak barıştan beş hafta sonra Osmanlı topraklarında bulunan Rus kuvvetlerinin buradan çıkarılmasını öngörüyordu.
Bunun üzerine Fransa, İngiltere ile işbirliği ederek Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Sonra, bu iki müttefik güçten birinin Rusya ile herhangi bir surette temas kurmamasını yada anlaşmaması taahhüde bağlamak ve Osmanlı topraklarından herhangi bir yerin Rusya tarafından alınmasını önlemek amacıyla aynı yılın Recep ayının 12nci günü bu iki devlet birbirleriyle sözleştiler ve askerlerini Gelibolu'da ve İstanbul'da toplandılar.
Bu müttefiklere ait kara kuvvetleri daha ulaşmadan savaş fiilen başladı. Çünkü İngiliz komutanlardan biri Odesa limanında bulunan İngiliz vatandaşları kurtarmak amacıyla emrindeki deniz araçlarından birini göndermişti. Bu gemi beyaz bayrak çekmiş bulunuyordu. Buna rağmen Rus surlarından top ateşine tutuldu. Şehrin valisi de özür dilemeyi reddedince İngiliz ve Fransız savaş gemileri şehrin surlarını topa tutarak yıktılar. Sonra da olay donanmaya sıçradı. Bunun üzerine Rus Çan Nikola 13. Recep 1270 günü ülkesine saldıran devletlere karşı savaş ilan etti.
Rus kuvvetleri Danup (Tuna) nehrini geçerek Silistre kentini otuzbeşgün kadar kuşatma altına aldılar, fakat şehre giremediler. Sonra Osmanlılar'a arkadan destek güçleri geldi. Bunun üzerine Ruslar kuşatmayı bırakıp geri çekildiler. Osmanlılar kaçan Ruslar'ı arkadan kovalayıp Boğdan ve Eflak topraklarını da işgal etmek istediler. Çünkü, Rusya buraları boşaltmıştı. Fakat bu kez, Avusturyalılar bu iki bölgeye girerek Osm anlılar'in karşısında direndiler.
Rusya'ya karşı çarpışan birleşik güçler, savaşı ileriye doğru iterek nihayet Rus topraklarının içine naklettiler ve Sivastopol limanını kuşatma altına aldılar. Rus güçleri bozguna uğradı. Bu arada Avusturya da birleşik kuvvetlere katılmak için ikna edilmeye çalışıldı. O da bunu kabul etti. Fakat Prusya, Avusturya tarafından yönetilen bu teklifi kabul etmedi. Kısa bir süre sonra İtalya yarımadasında bulunan Piemonte Krallığı da bu birleşik güçlere katıldı. Bunun üzerine Rusya'nın boşaltmış bulunduğu Sivastopol kentini kurtarmaya gelebilecek imdat güçlerine engel olmak için birleşik kuvvetler Azof (Azak) Denizi'ne girerek Kerç limanını işgal edip burayı yaktılar ve 26 Zilhicce 1271 günü buraya fiilen girdiler. Savaşın cereyan etmekte olduğu süre içinde bazı Fransız ve İngiliz savaş gemileri Baîtık Denizi'ndeki Rus limanlarını top ateşine tutarak buralardaki ticari hayatı sekteye uğratmışlardı. Sonra birleşik güçler Kuzey Akdeniz'in girişini kontrol altına alarak Atlas Okyanusu üzerinde bulunan bazı limanlara da hakim oldular ve Si-vastopol'dan sonra Ukrayna topraklarında ilerlemeye başladılar.
Kafkasya cephesine ise Ruslar, Kars'ı işgal ettiler. Sonra kış mevsimi gelip çatınca savaşlar durakladı. Bu arada İsveç de birleşik güçlere katıldı. Önceleri düşmanlarının isteklerine boyun eğmeyen Rusya, nihayet onların tekliflerini kabul etti. Hatta bu tekliflere ek olarak ileri sürülen katı şartlan bile kabullendi ve böylece aşağıdaki maddeleri içeren PARİS ANTLAŞMASI akdedildi.
1- Her iki tarafın da işgal ettiği topraklar boşaltılacak, bütün esirler karşılıklı olarak serbest bırakılacak ve her iki taraf da, devletlerinin düşmanlarıyla işbirliği ederek cezaya çarptırılmış bulunan suçluları affedecektir.
2- Karadeniz'de serbestçe dolaşma hakkı bütün devletlere tanınacak gerek Rusya, gerekse Osmanlı Devleti Karadeniz'de askeri üsler inşa etmeyecektir.
3- Tuna nehri üzerinde ulaşım özgürlüğü temin edilecek.
4- Eflak ve Boğdan vilayetleri Osmanlı Devleti'nin koruması altında kalacak.
5- Sırbistan, Osmanlı Devleti'ne bağlı kalacak. Fakat iç işlerinde serbest bulunacak ve bu statü taraf devletlerin garantisi altında bulunacaktır.
Bu antlaşmayı kısa bir süre sonra Avrupa sorunlarını ele alan, araştırmalar izledi. Sonuç olarak Eflak ve Boğdan'ın birleşik prenslikler adı altında yarı bağımsız bir devlet olarak kurulması üzerine ortak bir karara varıldı. Bu ülke, bütün taraf devletlerin garantisi altında olacaktı; yani Osmanlı Devleti'ne bağımlı olmaktan çıkarılacaktı. Bu ittifakname H. 1275 tarihinde Pariste imzalandı.
Halife I. Abdülmecid kısa bir süre önce devlet yönetimine bir takım yeni düzenlemeler getirmek amacıyla 1272 tarihinde Hatt-ı Hümâyûn adıyla bilmen bazı idari talimatlar çıkarmıştı.
Keza hiristiyan devletler Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Her-sek'le ilgili olarak birtakım sorunlar çıkardılar. Bunu, Osmanlı Devleti'nden buraları koparmak için yapıyorlardı. İşte bu yüzden ayaklanmalar başladı. Avrupa devletleri ise Osmanlı Devleti'ni tehdit ederek bu memleketlerde patlak veren isyanları bastırmaktan onu devamlı engellemeye çalışıyorlardı. Onunla siyasi ilişkilerini kesiyorlardı. Hatta çok kere onların bizzat kendileri bu isyanları körüklüyorlardı. Bu devletlerin elçileri de yönetime sanki ortak olmuşlardı. Tam bu sıralarda Girit meselesi ortaya getirildi. Cidde'de de hıristiyanlara karşı tepkiler gösterildi. Olaylar sırasında Fransız konsolosluğu isabet aldı. Mekke valisi ortalığı yatıştırdı ise de İngilizler Cidde'yi top ateşine tuttular. [29]
Sultan Abdülmecid Avrupa devletleriyle ılımlı bir siyaset izledi. Bu sayede Eflak, Boğdan ve Sırbistan'da ortam yatıştı. Ancak bu kez de fitne alevleri Suriye'de tutuşmaya başladı. H. 1276'da Maroniler dürzülere saldırdılar, dürzüler de intikam almaya kalkıştılar. Ortalığı saran bu fitnenin alevi Cebel-i Lübnan'dan Trab-lusşam'a, oradan Sayda'ya, Zahle'ye, Deyrülkamere, Laikiye'ye ve nihayet Dımaşk'a kadar sıçradı. Bunun üzerine devlet sür'atle hareket ederek bölgeye Fuat Paşa'yı gönderdi, fitneyi bastırdı ve olaylara sebep olan sorumluları hak ettikleri cezaya çarptırdı.
Bunu bahane eden Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'ni protesto ederek onu, meseleye karışmak üzere tehdit etmeye başladılar. Esasen önce aralarında görüş birliği yoktu. Fakat ortak bir karara vardılar. Buna göre Osmanlı Devleti eğer bu olayları bastıra-mayacak olursa, sözde Fransa bu fitnenin ateşini söndürmek için Osmanlı Devleti'nin yardımına altıbin asker gönderecekti. Bu ise Fransa'nın iddiasına ve ileri sürdüğü bahanesine göre olacaktı. Ancak Fransa 22 Muharrem 1277 günü kuvvetlerini Beyrut'a çıkardı. Bunu da, Avrupa devletlerinin, bu olaydan bir hafta önce yani 15 Muharrem günü aldıkları ortak karara göre yaptı.
Aslında bu karar, düpedüz Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaktı. Ne var ki Avrupa devletlerinin asıl amacı, Lübnan'daki hıristiyan araplara yardım etmek, onlara destek vermekti; onların da (müslümanlar karşısında) bir güç olduklarını ve tüm Avrupa'nın onların arkasında olduğunu ortaya koymak ve kuvvet gösterisinde bulunmaktı. Sonuç olarak da onların gücüne güç katmaktı ki karşıtları onlardan çekinsin.
Bu askeri çıkarmadan sonra Avrupalılar, hıristiyanların olaylar sırasında uğradıkları zarar ve ziyanın tazmin edilmesi, Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında Cebel-i Lübnan halkına otonomi verilmesi ve bu devlete üç yıl süreyle, Osmanlı Devleti'nin, görevden alamayacağı hıristiyan birinin başkanlık etmesi konularında Fuat Paşa'yla anlaşmaya vardılar. Buraya başkanlık edecek adayı, Osmanlı Devleti seçecek ancak Avrupalılar'm onayından geçecekti. Böylece Otonom el-Cebel Devlet Başkanlığına ilk defa Davud el-Ermeni seçildi. Osmanlı Devleti'nin Avrupalılar'a göstermiş bulunduğu bu yumuşak muamele, sonuçta Fransa'nın Suriye'den çekilmesinde etkili oldu. Nitekim bu devlet, girdiği bu topraklardan 27 Zilhicce 1277 tarihinde yani işgalden on ay sonra çekilmeye başladı.
Osmanlı Halifesi I. Abdülmecid de bu sıralarda, 17 Zilhicce 1277 günü öldü. [30]
Sultan Abdülaziz H. 1245 yılında doğdu ve kardeşi I. Abdülme-cid'in ölümü üzerine H. 1277 yılının sonlarında hilafeti üstlendi.
Halife Abdülaziz devrinde Girit'de bir ayaklanma oldu. 1283'de bastırıldı. 1285'te, Süveş Kanalı açıldı ve aynı yıl içerisinde Mecelle-i Ahkam-i Adliyye [31] yürürlüğe kondu. H. 1279'da da deniz ticareti yasası çıkarıldı. Aynı zamanda Mısır vilayeti'nin yönetimi veraset yoluyla İsmail Paşa'nm çocuklarına tahsis edilerek, onlara "Sultanın naibi" anlamına gelmek üzere "Hidiv" unvanı verildi.
Halife Abdülaziz Avrupa'yı ziyaret ederek, edindiği izlenimlerle devlet işlerini çok düşündü. Ülkesinin bir İslam devleti sıfatını taşıması bakımından Avrupalılar'm Osmanlı Devleti aleyhinde daima birleştiklerini gördü. Genelde müslüman olan Osmanlı toplumuna karşı Avrupalılar'm ruh derinliklerine kadar işlemiş bulunan haçlılık kinini ebediyyen unutmadıklarını, sadece özel çıkarları yüzünden ancak geçici olarak zaman zaman anlaşmazlığa düştüklerini ve Rusya'ya nazaran batılı ülkelerin İstanbul'da daha çok etkili olduklarını tesbit etti. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinin zaman zaman çıkar yüzünden kendi aralarında düştükleri anlaşmazlıklardan yararlanmayı düşündü. Bu arada eğer Rusya'ya (politik olarak) bir eğilim gösterecek olursa Avrupalı! ar'in, çıkarlarını korumak amacıyla ve Rusya'dan korktukları için Osmanlı Devle-ti'ne bazı kolaylıklar tanıyacaklarını sanıyordu. Onun için Rus büyükelçisini sık sık davet etmeye başladı. Avrupalılar onun bu tutumundan endişeye kapıldılar. Bu yüzden Onun çok müsrif olduğu, devlet malını har vurup harman savurduğu yolunda dedikodular yaymaya başladılar.
Bu sırada Sadrazam Mithat Paşa [32] onu tahttan indirmeyi planlıyordu. Nitekim H. 1293'te hal edildi. Ondan sonra da öldürülmesi için komplolar kuruldu ve nihayet öldürüldü.
Ondan sonra da olay onun intihar ettiği şeklinde kamuoyuna yansıtıldı. Sonra yerine kardeşi Abdülmecid'in oğlu Beşinci Murat tahta geçirildi. [33]
Beşinci Murad 25 Recep 1256 tarihinde doğdu ve amcası Ab-dülaziz'in tahttan indirilmesi üzerine halifeliği devraldı. Bu sırada otuzyedi yaşındaydı. Üç ay üç gün sonra o da hilafet makamından azledildi. Yani 7 Cemaziyelevvel günü kendisine beyat edildi. Aynı yılın, 10 Şaban günü tahttan indirildi (1293). Ondan sonra yerine biraderi II. Abdülhamid getirildi. Beşinci Murad'ın -sözde- akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle azledildiği yaygın haber haline getirildi. [34]
İkinci Abdülhamid, H. 1259 yılında, Abdülmecid'in ikinci eşinden doğdu ve H. 1293 yılında kardeşi Beşinci Murad'm tahttan indirilmesi üzerine hilafet makamına getirildi. Bu sırada otuz-dört yaşındaydı.
Şovenist eğilimler Halife II. Abdülhamid zamanında başladı. Daha doğrusu ırkçılık propagandaları Onun günlerinde açıkça ortaya çıktı. Onun döneminden önce de bu eğilimler vardı. Fakat pek güçlü değildi. Irkçılık propagandalarıyla birlikte siyasal amaçlı birçok dernekde kurulmaya başladı.
Bu dernekler her ne kadar bilimsel ve edebi uğraşlar adı altında birtakım ad ve niteliklerle ortalıkta gözüküyor idiyseler de asıl amaçları siyasal faaliyetlerde bulunmaktı. Bu derneklerin en önemli merkezleri ise Beyrut ve İstanbul'du.
Birinci merkezde (yani Beyrut'ta) Hıristiyanlık büyük rolünü oynadı. Buraya, dışarıda gönderilen misyonerlik örgütlerinin tesirleri hemen kendini gösteriyordu. Bazı hiristiyan şahsiyetler burada ünlendiler. Bunların sözkonusu dernekler, hatta ilmi hareketler üzerinde büyük etkileri oldu. Halkı etraflarında toplayabilmek için özellikle de bu alanda faaliyet gösterdiler.
Bu arada Amerikan misyonerlik teşkilatlarının denetimi altında Cem'iyyetü'l-Ulûmi ve' [35]-Fünûn (yani Bilim ve Sanat Cemiyeti) kuruldu. Bu derneğin kurucularından bazıları da Butros el-Bustâ-nî ve Nasif el-Yazıcı'dır.m Bunların asıl amacı batının anlayış ve kültürünü yaymak ve Avrupa ülkelerinin (İslam topraklarında) reklamını yapmaktı. Bu derneğe kuruluşundan itibaren iki yıl içinde elli üyeden başka kimse kaybolmadı. Bunların hepsi de Suriyeli hırisuyanlardan idiler.
H. 1266'da "el-Cem'iyyetü'ş-Şarkiyya" derneğini kurdular. Bu derneğin de üyelerinin tümü yine hıristiyan idiler. Bu derneğin en önde gelen kurucuları, aynı zamanda birinci derneğin de kurucuları olan Butros el-Bustanî ile Nasif el-Yazıcı idiler.
Çok ilginçtir ki birinci derneği protestan misyonerlik örgütü, ikinci derneği ise katolik misyonerlik örgütü destekliyordu. Fakat bu iki örgüt arasındaki mezhep uçurumuna rağmen netice itibariyle her iki tarafa da hıristiyanlardan oluştuklarına ve hederleri de aynı olduğuna göre herhangi bir yol ve yöntemle çalışmak ya da herhangi bir telden çalmak için engel yoktu.
Hem sonra hıris tiy ani arın -esasen- ırkçılıktan, yani aynı kökenden gelmiş olmanın ortak yanlarını sömürmekten başka propagandasını yapabilecekleri bir dava ve ideolojileri de yoktu.
Üyeleri sırf hıristiy ani ardan oluştuğu ve haçlıhk ruhunun itici gücüyle Avrupalılar tarafından desteklendikleri, keza İslam ümmetini parçalamaya yönelik niyetleri bilindiği için rnüslümanlarm uzak durmaya çalıştıkları bu dernekler, beklenen meyvalarım vermeyince, kurdukları planlar başarıya ulaşamayınca, hıristiyanlar, haçlılığm direktifiyle bu kez hıristiyan olmayanları da aralarına alan başka bir dernek kurma girişiminde bulundular. Aralarında hem dürzülerin, hem de müslüm ani arın bulunmasını tercih ediyorlardı. Ta ki İslamı, bizzat çocuklarının eliyle vurmak mümkün olsun.
Bunun üzerine 1273te "el-Cem'iyyetü' [36]-İlmiyyetü'l-Arabiy-ye" Arap Bilim Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet el-Bustânî ve el-Yazıcı gibi yüz elli hıristiyan şahsiyeti de arasına aldı. Aynı zamanda bunların içinde Şidyak [37] gibi İslam kisvesine bürünmüş sinsi hı-ristiyanlar da vardı, dürzüler de vardı. Bunların tümü de bu toprakların öz çocukları olmakla beraber onları hareketlendirip iten güç esasen dışarıdan geliyordu. Bu arada Avrupalı bazı siyasilerle Suriye ve Lübnan'daki bu çeşitli fikir kamplarına mensup şahsiyetler arasındaki ilişkiler de çok iyi gidiyordu.
İdeolojik kampların ikinci merkezi ise İstanbul'du. Burada da çeşitli unsurlardan oluşan birçok dernek vardı. Bunların çoğu Türk-ler'den meydana geliyor idiyse de hemen hepsi Avrupa hayranlığıy-la çarpılmış idiler. Düzeni değiştirmek istiyor ve şovenist ideolojinin propagandasını yapıyorlardı, bazıları da çıkar sağlamak için uğraşan menfaatperest kimseler idi. Bunların arasında Yahudiler, özellikle yahudi dönmeleri vardı; ya da genel anlamda bunların tümü mevcut düzene karşı idiler, onu değiştirmek istiyorlardı. Aynı zamanda İslam'a da karşı idiler, onu vurmak istiyorlardı.
Bu derneklerin en ünlüsü ise, Paris'te kurulan Jön Türkler örgütüydü. Bu örgütün, Paris'teki ana merkezine ilaveten Berlin'de Selanik'te ve İstanbul'da da birer şubesi vardı. Bu teşkilatın başkanlığını, Avrupa hayranı olan ve Fransız ihtilalinin getirdiği düşüncelerin etkisini yaşayan Ahmet Rıza Bey yürütüyordu. Meşveret adı altında bir gazete yayınlamıştı. Makaleleri, Avrupa'ya ayak uydurmayı ve Osmanlı yönetim biçiminde merkezden bağımsızlığı propaganda ediyordu. Havadis diye bir gazeteleri daha vardı ki gizlice İstanbul'a getirilirdi. Tabiiki Masonluk locaları bu harekete hemen kucak açtılar. Jön Türkler'in Berlin şubesi ılımlıydı. Fakat yönlendirme Paris'teki ana merkezden yapılıyordu. Selanik'teki şube ise ideolojik faaliyet bakımından diğerlere oranla daha tutucu idi. Bu cemiyette ayrıca askeri bir kanaat oluşturan bir grup subay da örgüt bünyesine alındı. Bunlar daha sonra İttihad ve Terakki Cemiyeti adı altında tanındılar.
Bu grupların toplantıları ise Jön Türkler örgütü ile îttihad ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyetlerine çok büyük önem veren mason localarında düzenleniyordu.
Avrupa'ya ve batı düşüncesine sevdalananlar arasında şurayı devlet reisi Mithat Paşa gibi devlet yönetiminde çok önemli yerleri olan Osmanlı siyaset adamları da bulunuyordu ki, Mithat pa-şa'nın, gerek Halife Abdülazız'in öldürülmesinde, gerekse V. Mu-rad'ın tahttan indirilmesinde parmağı vardı.
Şu da bir gerçek ki bu Avrupa hayranları, İslamı kavramaktan çok uzak kimselerdi. Onun için halifeleri [38] despotlukla suçluyorlardı ve devlet için bir anayasa konmasını istiyorlardı. Çünkü Os-manlı-îslam toplumundaki düzeni, Avrupa'daki hıristiyan devletlerin düzenlerine benzemesini, Avrupa anayasalarında olduğu gibi bu devletin de anayasasının insan tarafından belirlenmesini istiyorlardı.
Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in ümmet için anayasa olmasını istemiyorlardı. Çünkü İslam'da halifenin davranış ve yetkilerini sınırlayan Kur'an-ı Kerim'dir. Onların bu tutumu ve düşüncesi ise İslam'a karşı düşmanlık etmekten Avrupa'daki yaşam tarzına bilinçsizce vurulmaktan, ruhsal planda bozguna uğramış olmaktan, nefsani ve süfli birtakım hevesleri doyuma ulaştırmaktan başka bir şey değildi.
Bu ortamda yahudi emellerinin belirlemesi ve bir grup dönme yahudi tarafından devletin en üst mevkilerinin ele geçirilmesiyle birlikte Siyonist etkiler de arttı. Halk da bunların kökenlerini unutmuş, içyüzlerini ve Yahudi unsurunun nasıl bir ahlak ve tabiata sahip olduğunu bilmez hale gelmişti[39]
Çünkü İslam kisvesiyle halkın karşısına çıkıyor. İslam'ın çocuklarıyla beraber yaşıyorlardı. Onlara karışıyor, hatta önlerine geçip onlara namaz bile kıldırıyor ve hacca dahi gidiyorlardı.
Sonra hasta adamın işini bitirmek için, Avrupa ülkeleri dayanışması daha da arttı. Avrupalılar Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" adını takmışlardı. Her ne kadar bu konuda görüş ayrılıkları çıkıyor ise de en çok Rusya, taraflardan birini oluşturuyor, diğer ülkeler ise ikinci bir taraf oluyorlardı.
II. Abdülhamid, işte bu cereyanların ve çarpışan dalgaların egemen olduğu bir ortamda hilafeti teslim aldı. Devleti herhangi bir tehlikeyle karşılaştırmadan selamet sahiline çıkarması gerekiyordu. Dolayısıyla kendisine haber uçuracak adamlarını artırdı. Bunlar, ülkenin çocukları arasında önemli mevkilerde bulunan yönetim düşmanlarının davranışlarını gizlice gözlüyorlardı. Kamu oyunda yankı uyandırmadan bu adamların birini ezmeye imkan buldukça, Sultan Abdüîhamid gerekeni yapmaktan geri durmuyordu. İşte bu sebepledir ki ona Kızıl Sultan adı takılmıştı. Onu çokça suçladılar ve aleyhinde propagandalar yaydılar.
II. Abdülhamid birine, herhangi bir iyiliğe karşılık onu kendi safına çekme imkanına sahip oldukça bunu yapmaktan çekinmemiştir. Hatta saraydaki prenseslerle ve cariyelerle evlendirerek bile olsa bunu yapıyordu. Bu yüzdendir ki onun, Çerkeş halayıklarının çokluğu dedikodulara konu olmuştu. Nihayet baskılara dayanmayarak insan kalemiyle düzenlenmiş bir anayasayı (kanun-iesasi)yi ilan etmek zorunda kaldı. Ancak bir süre sonra güçlenince onu yürürlükten kaldırdı.
II. Abdülhamid, İslam ümmetinin birliğini sağlamak için çaba harcıyor ve rnüslümanlara musallat olmuş emperyalistlerin aleyhinde onlardan yararlanmak için, her yerde desteklerim arıyordu. Bu suretle istediği zaman onları harekete geçirmeyi ya da Avrupa'yı tehdit etmeyi düşünüyorduk. Bu niyetten hareket ederek İslam birliğinin kurulması çağrısında bulundu. Bu konuda büyük ölçüde başarı da sağladı. Alimleri kendine yaklaştırarak öğütlerini dinledi, tarikatçılarla geçinmeye çalıştı; Eski mahkemeleri düzene koydu; İslam şeriatına göre hazırlanan Mecelle-i Ahkam-ı Adliye'yi esas alarak çalışmaları sürdürdü; Devletin birçok bölgelerinde yaygın bulunan feodal düzeni ortadan kaldırmak gibi bazı büyük ıslahatlar yaptı; rüşvete ve yönetimde görevi kötüye kullanmaya karşı mücadele etti.
II. Abdülhamid, Avrupa devletlerinden birinin, Osmanhlar'a
karşı baskı kullanmak ve devleti parçalamaya yönelik faaliyetlerde bulunmak istediğini sezdiği zaman o devlete karşı yumuşak bir siyaset izlemeye ve o ülkeye karşı hayranlık besleyen birini sadaret makamına getirmek suretiyle ona yaklaşma gösterisinde bulunmaya çalışıyordu.
Nitekim işbaşına getirmiş olduğu sadrazamlardan mesela: Kamil Paşa İngiliz politikasını desteklemeyi uygun görüyor, Said Paşa, Fransa'ya yaklaşmayı istiyor, Halil Paşa, Rusya ile geçinme arzusunu gösteriyor, Tevfik Paşa ise ülke üzerindeki Alman etkisinin artmasını seviyor ya da bu etkide Osmanlı Devleti'ne karşı beslenen kötü emellerin en azını görüyordu. İşte böylece II. Abdülhamid, öngördüğü politika için en uygun olan şahsiyetleri sadrazam olarak tayin ediyordu.
Öyle anlaşılıyor ki bu dönemde Rusya'nın etkisi daha büyüktü. Bu da Rusya'nın güçlü olmasından, Osmanlı Devleti'ne karşı daha çok kötü emeller beslediğinden ve devlete sınırdaş olmasından ileri geliyordu. Ondan sonra ise Avusturya'nın etkisi onu izliyordu. Çünkü Avusturya'nın Sırbistan ve tüm Balkan toprakların-da gözü vardı ve bu alanda Rusya ile rekabet halindeydi. II. Abdül-hamid'in son günlerine doğru Almanya'nın Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi her ne kadar artmış idiyse de esasen Avusturya'dan sonra İngiltere'nin, ondan sonra da Fransa'nın etkisi izliyordu.
II. Abdülhamid, azınlıklara ve değişik unsurlara karşı Türk-ler'den farklı ve Özel bir muamelede bulunuyordu. Bunu, onlardaki ırkçı düşünceyi zayıflatmak, etnik bilinci söndürmek için yapıyordu. Bu amaçla onların zaman zaman yaptıkları bazı kötülüklere karşı susmak zorunda kalıyordu. Avrupalılar'ın, Osmanlı Devle-ti'nin iç işlerine karışmalarına yol açmak niyetiyle Ermeni taşnak çetelerinin Anadolu'da ortalığa korku salmalarına karşı güttüğü tutum gibi. Keza Cuma namazından çıkarken Ermeni-Yahudi işbirliğiyle ona yapılan başarısız suikaste karşı takındığı tavır gibi. Bütün bu yapılanlara karşı hep sessiz kaldı. Ta ki hıristiyan devletlerin girebilecekleri açık bir kapı bırakmış olmasın.
Ne var ki bütün bunlar onun işine yaramadı ve çeşitli kamplar tarafından, aleyhinde yayılan dedikodu hamlelerini de bir türlü hafifletmedi. Bu kampların başında ise, Filistin'e hicret etmelerini yasaklamış bulunduğu yahudilerle, -Ruslar'm emellerine hizmet eden- Ermeniler ve genelde bütün hıristiyanlar; keza şovenist ideoloji sahipleri ve her cinsten Avrupa hayranları geliyordu. Bu ırkçı kampların başında ise Türkler ve Araplar vardı. Hatta Osmanlı Devleti yine eski gücüne kavuşur diye korktukları için bütün Avrupa ülkeleri bu devletin topraklarını parçalayıp bölüşmek için aralarında anlaşmışlardı.
Genel bir meclis düzenlenmesi için II. Abdülhamid 5 Şevval 1293 günü bir irade-i seniyye çıkardı. Bu genel meclis, iki ayrı meclisten oluşacaktı. Biri halk tarafından seçilecek ve buna Mec-Iis-i Mebusân denecekti. İkincisi ise Ayan Meclisi (senato) olacak ve üyeleri devlet tarafından tayin edilecekti.
Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa yaşlanmıştı. Bu yüzden istifa etti. Sultan Abdülhamid onun yerine, Ahmet Mithat Paşa'yı tayin etti. Dört gün sonra da ilân etmek üzere ona kanun-i esasi'yi gönderdi. (Bu ilk anayasa) 119 maddeden oluşuyordu. Devletin bütün vatandaşlarına, kanun önünde özgürlük ve eşitlik veriyor, öğrenimde serbesti getiriyor ve bunu Osmanlılar'a mecburi kılıyordu. Keza basın hürriyeti getiriyor, soruşturma esnasında işkenceyi, mala el koymayı ve angaryayı yasaklıyor, meşru bir gerekçe gösterilmeden kadıların işine son verilemeyeceğini öngörüyordu.
Jön Türkleri desteklediği, ideolojilerini yaymaya çalıştığı ve II. Abdülhamid'i tahttan indirip yerine -iyileştiğine dair dedikoduların yaygınlık kazandığı- V. Murad'ı yeniden tahta geçireceği ortaya çıkan sadrazam Mithat Paşa, 21 Muharrem 1294 günü azledildi. Mithat Paşa, laiklik taraftarıydı ve Osmanlı Halifesinin, devlet sınırları dışında yaşayan müslümanlan temsil edemeyeceği görüşünde idi. Halbuki dünyanın her yerinde müslümanlar, Halife'yi en üst merci sayıyorlardı. Onları parçalayıp bu hale getiren nedenler ise bizzat müslümanların zayıf düşmüşlüğü ve özellikle haçlılar başta olmak üzere İslam düşmanlarının güçlenmiş olmalarıydı. Böylece Mithat Paşa'nın sadaret müddeti iki ayı geçmedi. Ondan sonra bu makama Mehmet Ethem Paşa getirildi.
4 Rebiülevvel 1294 günü Osmanlı Meclisi toplandı. Bu sırada Hersek'te, Karadağ halkı ve Sırplar tarafından körüklenen bir ayaklanma patlak vermişti. Ancak kısa sürede bastırıldı.
Bu gelişmelerden sonra Avrupalılar'ın Osmanlı Devleti'nin iç sorunlarına karışmak için bir bahane bulmamaları amacıyla Sultan Abdülhamid, nisbeten yumuşak bir siyaset izledi. Yargı ile icra organını birbirinden ayıran kadıların, halk tarafından seçilerek göreve getirilmesini ve müslümanlara hıristiyanlar arasında vergi eşitliğini öngören bir karar çıkardı. Ne var ki halk buna da razı olmadı ve yeniden ayaklandı. Ayaklanma tekrar bastırıldı. Bütün bu olup bitenler Avusturya'yı yumuşatmadı. Çünkü bu ayaklanmaların arkasında o vardı ve Bosna-Hersek'i kendi topraklarına katmak istiyordu.
Bu arada Avusturya, Sultan Abdülhamid'e teklif edilmek üzere Rusya ve Almanya ile ortaklaşa bir deklerasyon hazırlayarak ondan, gerekli bir takım düzenlemeler yapması isteniyordu. Bu deklerasyon hakkında İngiltere ve Fransa'nın da görüşleri alındıktan sonra Osmanlı Devleti'ne sunuldu ve Sultan Abdülhamid tarafından kabul edildi. Fakat Bosna ve Hersek'li hıristiyanlar bunu reddederek daha başka istekler direttiler.
Bu arada birçok devletin siyaset adamlarını meşgul eden bir olay cereyan etti. Mesele de şuydu.
Selanik'te hıristiyan bir genç kız İslam dinini kabul etmiş ve bunu tescil ettirmek için mahkemeye gitmişti. Ancak hıristiyanlar kızın yolunu kesip onu kaçırmışlardı. Bu olay müslümanlarm tepki göstermesine neden oldu. Müslümanlar hükümeti kızın hayatından sorumlu tutarak onu bulmasını talep ettiler. Selanik valisi bunu halka vadetti. Ancak kızı bulamadı. Bunun üzerine müslü-manlar bir camide ikinci kez toplanarak hükümeti burada protesto ettiler. Bu olay üzerine Almanya ve Fransa konsolosları camiye gelip halkla doğrudan muhatap olunca kaçırılan kızın, Alman konsolosunun evinde saklı tutulduğu yakında dedikodular yayılmaya başladı. Kabaran halk konsolosluğa saldırdı. Bu olaylar hakkında devlete haber ulaşınca liderler arasında kaynaşma başladı. Sonuç olarak Berlin'de, bir ültimatom hazırlanarak Rusya, Avusturya ve Almanya tarafından onaylandı. Ondan sonra Fransa ve İtalya'da bunu imzaladılar ve hıristiyan vatandaşlarının durumunu düzeltmesi, onlara karşı adil davranması konusunda bir uyarı olmak üzere bu ültimatomu Osmanlı Devleti'ne verdiler. Ayaklananlarla anlaşarak bu olayı soruşturmak üzere uluslararası bir divan kurulması isteğinde bulundular. Aksi halde Avrupa devletlerinin zor kullanacağı bildirildi. [40]
Rus nüfuzunu (Rus etkisini) Bulgaristan'da ki Ortodoks mezhebine mensup Slavlar arasında yaymak amacıyla buralarda birçok gizli cemiyetler kurulmuştu. Bu cemiyetleri Rusya destekliyor, mensuplarına silah temin ediyordu. Bu örgütler de Sırplar'ı Bosna ve Hersek'teki hıristiyanları ayaklandırmak ve Osmanlı Devleti aleyhinde onları isyana teşvik etmek için faaliyet gösteriyorlardı. Bu sıralarda Osmanlı Devleti bazı Çerkez aileleri Bulgaristan'a yerleştirdikten ve Rusya'nın buraları işgal etmesi üzerine Çerkezler'in buralardan kaçmasından sonra Bulgarlar arasında Osmanlı hükümetinin bu toprakları "iktâ" sistemi ile Çerkezler'e dağıtacağına ilişkin dedikodular yayılmaya başladı. Zaten Rusya ve Avusturya Bulgarlar'ı destekliyorlardı. Çünkü Bulgar topraklarını bu tür gizli cemiyetlerin kurulması için uygun bir ortam olarak görüyorlardı. Bu gizli örgütleri buralarda süahlandırabilirdi. Fakat Osmanlı Devleti bu hareketi bastırabildi. Bunun üzerine Avrupa devletleri Osmanlı askerlerinin Bulgar toplumuna karşı -sözde- vâhşiyane muamelelerde bulunduklarına dair dünya kamuoyunda dedikodular yaymaya başladılar. Halbuki Osmanlı askerleri bu tür davranışlarda bulunmamışlardı. Bilakis Bulgarlar bu bölgede oturan müslü-manlara karşı saldırılarda bulunuyor ve onları toplu halde öldürüyorlardı.
Ne var ki Avrupahlar'ın Osmanlılar aleyhinde yaydıkları dedikoduların sonucu olarak dünya kamuoyunda Osmanlılar'a karşı nefret uyanmaya başladı. Bu gelişmelerin ardından Avrupa hükümetleri Osmanlılar aleyhinde şiddeüi tedbirler alınması için çağrıda bulundular. Bulgar çıkarlarının korunması amacıyla bir soruşturma açılması ve uğradıkları zarar ziyanın tazmin edilmesi ve tayin edilecek hıristiyan bir hakim tarafından icraya konması için bir deklarasyon hazırlandı. [41]
Rusya, Avusturya ve Almanya, Sırpları ve Karadağ halkını Osmanlılar'a karşı silahlı mücadele yapmak için kışkırtıyorlardı. Çünkü Rusya Bulgaristan yönünde, Avusturya'da Bosna ve Hersek yönünde sınırlarını genişletmek istiyorlardı. Bu iki devlette de Sırbistan ve Karadağ beylerine destek sözü vermiş, üstünlük elde ettikleri takdirde ordularının gelip Osmanlılar'ı burada yok edeceklerini vadetmişlerdi. Yok eğer Osmanlılar'a yenilecek olursa Rus ordusu düşmana karşı Sırplar'ın ve Karadağlıların yanında yer alacaktı. Bu ilişkiden sonra Rus askerleri gizli bir şekilde Sırbistan'a ve Karadağ'a akın etmeye başladılar. Onun için bu topraklarda Osmanlılar'a karşı çıkan ayaklanmalar esnasında Osmanlı ordusuna karşı Sırp ve Karadağ adı altında esasen Rus askerleri çarpışıyorlardı.
İşte Rusya'nın ve Avusturya'nın bu kışkırtması sonucudur ki Sırp ve Karadağ Prensleri asker toplamaya başladılar. Neden askeri yığmak yaptıkları sadrazam tarafından bunlara sorulduğunda ise, Arnavutlar'ın zaman zaman giriştikleri akınları püskürtmeyi ve iç güvenliği temin etmeyi gerekçe olarak gösterdiler. Sırp ve Karadağ orduları hazır hale gelince Sırbistan prensi Bosna'daki ayaklanmayı bastırma görevinin kendisine verilmesini Osmanlı Devle-ti'nden istedi. Çünkü burada bulunan Osmanlı birlikleri onun ülkesini tehdit ediyordu. Aynı zamanda karadağ prensi de Osmanlı Devleti'nden Hersek topraklarının bir kısmını istiyordu. Bütün bunlar savaş çıkarmak için birer bahaneden başka birşey değildi. Osmanlı Devleti ikisininde isteklerine cevap vermeyince Sırp ve Karadağ birlikleri Osmanlı topraklarına girmeye başladılar.
Osmanlı Devleti de savaş için gerekli hazırlıkları tamamlamış ve askeri yığmak yapmıştı. Aynı zamanda Mısır'dan da birlikler geldi. Bu suretle birkaç mevkide cereyan eden çarpışmalarda Osmanlı orduları Sırplar'a karşı zafer kazandılar [42] Böylece Belgrad yolu açılmaya başladı. Ne var ki Avrupa devletlerinin müdahale edebilecekleri ihtimali üzerine harekâtı durdurması için cephedeki Osmanlı komutanına savaşı durdurma talimatı geldi. Bu arada Osmanlı Devleti bir takım şartlar ileri sürdü ise de hıristiyanlar bunu kabul etmediler. Bunun üzerine cephedeki Osmanlı komutanı ilerlemesine devam etti. Ancak bu sırada da Avrupalılar soruna müdahale ettiler. Ve savaşın derhal durdurulması için emir verilmesini istediler. Aksi halde diplomatik ilişkilerin kesilmesine ve savaş beklentilerine işaret olmak üzere Avrupa ülkeleri elçilerinin İstanbul'u terkedeceklerini bildirdiler.
Rusya'nın tek başına hareket ederek Osmanlı Devleti'ne saldırmasından ve başkent İstanbul ile boğazlan işgal etmesinden korkan Avrupa ülkelerinin temsilcileri İstanbul'da toplandılar ve birtakım çözüm önerilerinde bulundular. Bu önerilerin önemli maddeleri şöyleydi: Bulgaristan topraklarının iki vilayete bölünmesi ve valilerin yabancı ya da Osmanlı vatandaşı hıristiyanlardan olması, Osmanlı askerlerinin sadece kalelerde ve büyük şehirlerde bulundurulması, Bulgar polisinin hıristiyanlardan oluşturulması, subayların ise yarısının müslümanlardan, diğer yarısının da Bulgarlardan tayin edilmesi, bu konudaki kararların uygulanması için uluslararası bir komisyon oluşturulması bu hak ve ayrıcalıkların aynı zamanda Bosna ve Hersek'e de verilmesi keza, Sırbistan ve Karadağ ile yapılacak barışta Osmanlı Devleti'nin bu iki ülke lehinde toprakların bir bölümünden vazgeçmesi...
Fakat bütün tehditlere rağmen Osmanlı Devleti bu önerileri reddetti. Kanun-i Esasi de zaten ilan edilmiş idi. Böylece bu öneriler reddedildi. Aynı zamanda devletin Yahudi ve Hıristiyan vatandaşları da bu önerileri reddettiler. Buna karşı bir tepki olmak üzere Avrupa devletlerinin temsilcileri ve elçileri İstanbul'u ter-kettiler.
Osmanlı Devleti, işte bu aralarda tek başına Sırplar'la bir barış akdetti. Bunun gereği olarak ve Sırplar tarafından yeni kaleler inşa edilmemesi, keza, Osmanlı egemenliğinin devam ettiği anlamına gelmek üzere bayrağının Sırbistan bayrağıyla birlikte dalgalandırıl-ması şartlarıyla Osmanlı Devleti ordularını Sırbistan topraklarından geri çekti. Bırakışma aynı zamanda Karadağ ile de yapıldı. Ancak Karadağ ile barış akdedilmedi. Çünkü Karadağ, ülkesine katmak üzere Osmanlı Devleti'nden toprak talebinde bulunuyordu.
Rusya, bu fırsatı değerlendirerek Osmanlı Devleti'yle olan sorununu tek başına halletmek istiyordu. Fakat başka devletlerinde bu arada hesabını yapıyordu. Onun için ne yapacağına dair onlarla da görüşüyor, istişarede bulunuyordu. Nitekim İngiltere'ye yazılı bir teklifte bulundu. Uygun görürse onaylamasını istiyordu. İngiltere'de bunu onayladı. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinin temsilcileri Londra'da toplanarak bir deklerasyon hazırladılar. Ve Osmanlı Devleti'ne sundular. Bu deklerasyonda Osmanlı Devleti'nin hıristiyan vatandaşlarına bir takım haklar tanınması ve durumlarının iyileştirilmesi yolunda Avrupalıların isteklerini içeriyordu.
Keza, Bosna, Hersek ve Bulgaristan'da ıslahat yapılması Karadağ'la Osmanlı Devleti'nin sınırlarının kesinleştirilmesi, seyahat hürriyetinin tanınması Karadağ ve Sırbistan'la barış yapılması konularına da yer veriyordu. Aynı zamanda Avrupa ülkelerinin İstanbul'daki elçileri ve vilayetlerdeki temsilcileri tarafından bu deklarasyon maddelerinin uygulanışının denetlenmesini de öngörüyordu. Ancak Rusya, İngiltere, Avusturya, Almanya, Fransa ve İtalya tarafından imzalanan bu deklarasyon Osmanlı Devleti tarafından kabul edilmedi. Çünkü bu devletler aslında hıristiyanlarm haklarının korunması bahanesi ile Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmak istiyorlardı.
Nitekim bu kararları alırlarken bile ne Osmanlı Devleti'ne danışmışlardı ne de Osmanlı Devleti bu sorunların tartışılmasına katılmıştı. Bu yüzden Osmanlı Devleti, meydana gelen anarşinin esasen dış müdahalelerin tabii bir sonucu olduğunu, gerekli ıslahat ve düzenlemelerin devam ettiğini devletin bu ıslahatı büyük bir duyarlılıkla sürdürdüğünü ve bütün vatandaşlar arasında eşit muamele yapıldığını açıkladı. Buna göre istanbul'daki elçileri ve diğer vilayetlerdeki konsolosluklar kanalıyla devletler Osmanlılar'in iç işlerine hangi gerekçe ile karışabilirlerdi?! [43]
Rusya, Romanya (Eflak ve Boğdan)'la hemen bir antlaşma imzaladı. Buna göre Romanya bütün imkanlarını Rusya'nın tasarrufu altına koyuyordu. Ondan sonra da Rusya Osmanlı Devleti ile ilişkilerini kesti. Ve Londra deklarasyonunu reddettiği gerekçesi ile de ona karşı savaş ilan etti. Bunun üzerine Bab-ı Ali Rusya'yı bu tutumundan dolayı ikinci kez Avrupa ülkelerine şikayet etti. Ancak vaktiyle yapılmış antlaşmaya ve özellikle Kırım savaşından sonra imzalanan barışa rağmen hiçbir olumlu cevap almadı (Yıl 1294).
Rusya Romanya sınırlarını çiğneyerek topraklarına girdi. Os-manh Devleti bunu protesto etti. Çünkü Romanya hala Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında bulunuyordu. Rus orduları, Danup (Tuna) nehrini geçerek birkaç yerde Osmanlılar'ı yendiler. Ondan sonra Rus orduları karşılaştığı direnişin önünde durakladı. Osmanlı orduları, ise savunma durumundan saldırı durumuna geçtiler. Ne var ki kaydedilen basit bir ilerlemeden sonra üstünlük tekrar Rus tarafının eline geçti. Osmanlı ordularının komutanı Gazi Osman Paşa teslim olmak zorunda kaldı. Osman Paşa yaralıydı. Avrupa cephesindeki savaş da bu sırada durmuş oldu.
Anadolu'nun doğusuna gelince burada Ruslar birçok kale ve kentleri kuşatma altına almışlardı. Bu kentlerin arasında Kars ve Batum'da vardı. Fakat Ahmet Muhtar Paşa ve İsmail Hakkı Pa-şa'nın verdikleri mücadele karşısında Ruslar ve kuşatmaları kaldırıp geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu cephede cereyan eden çarpışmalar sırasında Osmanlı kuvvetleri Rus ordularına karşı altı yerde üstünlük kazandılar. Rusya bu savaşlarda destek istemiş ona çok kalabalık ordular halinde imdat güçleri gelmişti. Buna mukabil Osmanlılar cepheye destek güç gönderememişlerdi. Bu yüzden Osmanlı kuvvetleri üzerine ikinci bir saldırı geldi. Ve Osmanlı günleri geri çekildiler.
Ahmet Muhtar Paşa Erzurum'a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Bu suretle Kars şehri düşman eline düştü. Ardından Ruslar, Ahmet Muhtar Paşa'yı Erzurum'da sardılar. Doğu Anadolu'da Kars'ın, batıda ise bir ay sonra Plevne'nin düşmesiyle birlikte bu sefer de Sırplar cesaretlendiler. Ve Sırp prensiyle Rus çarı arasında yapılan bir görüşmeden sonra Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan ettiler. Aynı zamanda Karadağ halkı Osmanlılar'a karşı vuruşmaya devam ediyordu. Bu sırada Bab-ı Ali bir bildiri yayınlayarak Sırp prensinin görevden alınmış bulunduğunu, Sırbistan halkına onun işlediği bu vatana hıyanet suçunu açıklamaya çalışıyordu. Ne var ki bunun hiçbir faydası olmadı.
Rus kuvvetleri batıdan ilerleyerek günümüz Bulgaristan devletinin başkenti olan Sofya'ya girdiler. Ruslar buradan Edirne üzerine yürüdüler. Burayı da ele geçirdikten sonra bu kez de İstanbul üzerine hareket ettiler. O kadar yaklaştılar ki Rus kuvvetleriyle İstanbul arasında elli kilometreden fazla bir mesafede kalmadı. Rus kuvvetleri Bulgar topraklarına girince Bulgarlar cesaretlenerek buradaki müslümanlara saldırdılar. Onları boğazladılar, kestiler ve parçaladılar. Bu katliamda bazı gruplar İstanbul yönüne doğru kaçmış gelip kentin sokaklarını ve caddelerini doldurmuşlardı. Bu sırada gelen göçmenlere yardım maksadıyla İstanbul'da kampanyalar kurulmuştu. H. 1294 yılı Zilhicce ayının yedinci günü Meclis-i Mebusan toplandı. Sultan adına yapılan bir konuşmayı dinlediler. Ondan sonra da meclisin dağılmasına dair bir emirname okundu.
Bab-i Ali çarpışmaları durdurmak maksadıyla Namık ve Surur
Paşa'dan oluşan askeri bir heyeti Rus yetkililerle görüşmek üzere gönderdi. Heyet Rus kuvvetlerinin komutanı ile görüştü ve H. 1295 yılı başlarında çarpışmalar durdu. Bu arada Bab-ı Ali Karadeniz sahillerindeki Rus mevkilerine koymuş olduğu kuşatmaları kaldırdığını ilan etti.
Bu esnada bir takım olaylar patlak verdi. Bunların bazıları iç meselelerdi. Bazıları ise dışarıda cereyan ediyordu. İçerideki olaylar devrimci grupların iç tepkileri ve mevcut anarşiyi fırsat bilerek giriştikleri hadiselerdi. Dıştaki olaylara gelince İngiltere Rus güçlerinin İstanbul yakınlarına kadar sokulduklarını öğrenince deniz kuvvetlerine zor kullanmak suretiyle dahi olsa Çanakkale boğazından içeri girmeleri emrini verdi. Nitekim bu emir yerine getirildi. Ancak Rusya'da buna karşılık olarak ve hıristiyan Osmanlı vatandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle İstanbul üzerine kuvvet göndermek istedi. Fakat ardından bu iki devlet anlaştılar. Bu suretle ortalık da yatışmış oldu. [44]
Osmanlı Devleti'nin temsil heye,ti ile Rus temsil heyeti İstanbul yakınlarında ve Marmara kıyısı üzerinde bulunan Ayastefanos kasabasında karşı karşıya geldiler. Tabi ki bu karşılaşma kısa bir süre önce ateşkes hattının belirlenmesi konusunda Rusya'nın yapmış olduğu görüşmelerden sonra düzenlendi.
Bu karşılaşmada Rus temsil heyeti bazı peşin şartlar ileri sürerek bunların kabul edilmesini istedi. Aksi halde Rus ordularının İstanbul'u işgal edeceği tehdidini savurdu. Osmanhlar'm iş bu şartları imzalamaktan başka seçenekleri yoktu. Ayastefanos antlaşması şu maddeleri içeriyordu.
1- Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki anlaşmazlığın sona erdirilmesi için iki ülke arasında yeni bir sınır belirlenecek, bu prenslik bağımsızlığına kavuşacak ve eğer iki ülke arasında yeni bir anlaşmazlık çıkacak olursa bunu Rusya ile Avusturya çözümleyecekti.
2- Sırbistan bağımsızlığına kavuşacak ve bu ülkeye de yeni topraklar verilecek, Rusya'nın yardımıyla ekteki haritaya göre bu ülkenin sınırları belirlenecektir.
3- Bulgaristan yalnızca idari alanda bağımsızlığını alacak ve Osmanlı Devleti'ne belli bir vergi ödeyecektir. Bulgaristan devletinin memur ve askerleri hırisuyanlardan seçilecek iki devletin sınırlan ancak Osmanlı-Rus ortak kararıyla belirlenecek Bulgaristan prensi halkın seçimiyle yönetime gelecek, Osmanlılar Bulgaristan'dan askeri güçlerini kesin şekilde çekecek ancak Osmanlılar bu askerlerini Bulgaristan'ın diğer vilayetine nakledebileceklerdir.
4- Romanya devleti tamamiyle bağımsızlığına kavuşacaktır.
5- Bab-ı Ali gerek hıristiyan azınlıkları gerekse Kürtleri ve Çerkezleri koruyacağına dair garanti verecektir.
6- Bab-ı Ali hükümeti Girit adasında bulunan hıristiyanlarm sosyal durumlarını iyileştirmeye çalışacaktır.
7- Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak 245.217.391 altın lira Ödeyecek, gerekirse Rusya bu para karşılığında toprak da alabilecektir.
8- İstanbul ve Çanakkale boğazlan gerek savaş gerekse barış zamanında Rus gemilerine açık tutulacaktır.
9- Osmanlı ülkesinden kopmuş bulunan topraklarda yaşayan müslümanlar isterlerse taşınmaz mallarını satabilecek ve Osman-152h Devleti'nin herhangi bir bölgesine göçerek burada yerleşebileceklerdir.
Diğer devletlere gelince özellikle İngiltere Rusya'nın İstanbul'u işgal ederek sıcak denizlere ulaşmasından ve gittiği bölgelerde kendisiyle rekabete girişmesinden çekiniyordu. Avusturya ise Osmanlı topraklarını Rusya ile birlikte paylaşmaktan, Bosna ve Hersek'i egemenliği altına alarak Selanik limanına ulaşmaktan yana idi. Çünkü bu kapıdan Akdeniz'e girme imkanını bulacaktı. Almanya ise bu meselelerle fazla ilgilenmiyordu. Belki de Rusya'nın tutumuna eğilim gösteriyordu. Keza, İtalya'nın da bu konuda çıkarı azdı. Fransa ise tarafsız bir tutum izliyordu. Özellikle de 1288 yılında Almanya'ya yenilmesinin açılarıyla inliyordu. [45]
Avusturya, devletleri Berlin'de bir konferansa çağırdı. Avusturya bu konferans için bilhassa Berlin'i seçiyordu. Çünkü Almanya, Avusturya'nın Bosna ve Hersek eyaletlerini işgal etmesini zorunlu görüyordu. İngiltere'de Ayastefanos antlaşmasının tekrar gözden geçirilmesini istiyordu. Bu yüzden Rusya ile anlaşmazlığa girdi. Hatta neredeyse aralarında savaş patlak verecekti. Fakat Rusya gerek İngiltere'nin gerekse onun yanında yer almış olan diğer devletlerin ısrarı ve müslümanların Bulgaristan'da giriştikleri misilleme hareketlerinin karşısında yumuşamaya başladı. Çünkü Bulgaristan'daki müslümanlar, dağlara yaslanmış, hem bir yandan Rus kuvvetlerine saldırarak onlara ağır darbeler indiriyor, diğer yandan vaktiyle onlara karşı soy kırıma girişen Bulgar hıristi-yanlardan intikam almaya çalışıyorlardı. Sonra ortalık yatıştı.
Fakat İngiltere'nin Rusya'ya karşı duyduğu korku ve endişe devam ediyordu. Rusya'nın İstanbul'a doğru ilerlemesinden endişe eden İngiltere, Osmanlı Devîeti'yle ortak bir savunma paktı oluşturmak için teklifte bulundu. Keza, Kıbrıs'a girmesine izin verilmesi, Rusya'dan yardım istememeleri için de hıristiyan azınlıklara hak ve özgürlükler verilmesi konusunda Bab-ı Ali'den istekte bulundu. Osmanlı Devleti'de kendisim tehdit etmekte olan Rusya'ya karşı duyduğu endişe sebebi ile bu isteklere uyacağını kabul etti. Böylece Rusya Kars ve Batum'u boşalttığı takdirde İngiltere Kıbrıs'tan çekileceğini garanti edince Bab-ı Ali Kıbrıs'ı feda etmiş oldu. Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yapılan iş bu savunma sözleşmesi, Berlin antlaşmasının süresi bitinceye kadar gizli kaldı.
Ayastefanos antlaşmasının yeniden gözden geçirilmiş şekli olan Berlin'deki konferansın, üyeler tarafından üzerinde anlaşmaya varılan maddelerinin en önemlileri şunlardı:
1- Bulgaristan'a bağımsızlık verilmesi ve hudutlarının yeniden düzenlenmesi. Çünkü Bulgaristan batı yönünden doğuya doğru Sırbistan lehinde, güneyden de kuzey yönüne doğru Osmanlı Devleti lehinde içe çekilmişti. Bu suretle kuzey Ege sahilleri Osmanlılar'a kalmıştı. Aynı zamanda yapılan bu düzenlemeye göre Balkanlar'ın güneyinde Doğu Rumeli adıyla bir vilayet oluşturulacak, bu vilayet siyasi ve askeri bakımdan Osmanlı egemenliğinin altında bulunacak fakat bir hıristiyan yönetici tarafından idare edilecektir. Bu yönetici ise konferansta taraf olan devletlerin ortak kararı ile beş yıl süre için seçilecektir. Aynı zamanda Rusya'ya ait askeri bir güç Bulgaristan'da ve Doğu Rumeli'de bulunacak bu askeri kuvvetin sayısı elli bin kişi ile sınırlı olacaktı.
2- Yunanistan hududu biraz kuzeye doğru sarkmıştır. Bilindiği üzere Yunanistan savaş konusuna girmemiştir. Ve Ayastefanos antlaşması Yunanistan topraklarının hiçbir kısmını kapsamıştır.
3- Bosna ve Hersek Avusturya'ya verilmiştir.
4- Besarabya Romanya'dan alınarak Rusya'ya iade edilmiştir. Romanya'ya ise Dobruca ile bazı adalar verilmiştir. Berlin antlaşması altmış dört maddeden ibaret olarak imzalanmıştır. Tarih Recep ayı 1295.
Rusya, Avusturya ve İngiltere Osmanlı topraklarının bir kısmına işte bu şekilde sahiplendiler. Almanya ve İtalya'mnsa bu yönde doğrudan bir emel ve istekleri yoktu. Tarafsız bir tutum izleyen Fransa da bu mirastan nasibini almak istiyordu. Nitekim 1288 yılında Almanya karşısında uğradığı yenilgiden sonra artık kendine gelmiş ve güçlenmiş de bulunuyordu. 1299'da Tunus taraflarından Cezayir toprakları üzerine doğru bir takım ihlallerin yapıldığını ileri sürerek güvenliği sağlamak bahanesiyle buraya otuzbin kişiden oluşan bir kuvvet gönderdi. Sonra bunu başka bir kuvvetle destekledi.
Fransız güçleri Tunus'un başkentine doğru harekete geçtiler. Bunun üzerine Tunus bayı Fransız işgalini kabul edip hegemonyasını tanıdığına dair antlaşmayı imzalamak zorunda bırakıldı. Keza hıristiyan devletlerde bu işgalin meşruluğunu onayladılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Trablus'ta Tunus hudutları üzerinde bulunan kuvvetlerini desteklemek için biri deniz, diğeri de kara gücü olmak üzere iki askeri birlik gönderdi. Bu yüzden neredeyse Fransız kuvvetleriyle Osmanlı kuvvetleri arasında savaş patlak verecek oldu. Almanya Osmanlı sultanına kuvvetlerini uzak mesafeye çıkarmaması yolunda tavsiyelerde bulundu. Ve karşılıklı görüşmeler yoluyla sorunun çözüme kavuşturulması için arabuluculuk yapacağına dair rağbetini bildirdi.
Öyle anlaşılıyor ki İngiltere, Kıbrıs'ta kaz an di ki arıyla yetinmemişti. Onun için de gözü Mısır'daydı. Özellikle Fransa'nın Tunus'u işgal etmesinden sonra Süveyş kanalının açılması sebebi ile hükümetin omuzuna yüklenen ağır borçların bir sonucu olarak Mısır'da patlak veren olayları ve Hidiv İsmail Paşa'mn müsrifane tutumu yüzünden tahttan indirilerek yerine oğlu Tevfik Paşa'mn geçirilmesini fırsat bilerek Mısır'ın iç işlerine karışmaya başladı. îki ülke kuvvetleri arasında meydana gelen savaşta İngiltere orduları Ahmet Arabi komutasındaki Mısır ordusuna karşı üstünlük kazandı. Ve 1299'da ülkeyi işgal etti.
İşte tam bu sıralardadır ki Sudan'da Mehdi hareketi başladı. Ve bütün Sudan'a hakim oldu. Mısır'a egemen bulunan İngiltere eskiden buraya bağlı olan Sudan'da ve vaktiyle Osmanlı Devleti'nin Mısır lehinde vazgeçtiği doğu Afrika'da bulunan Mısır askeri güçlerini Mehdi hareketinin yayılmasından sonra geri çekmeyi uygun gördü. İngiltere'nin asıl niyeti daha sonra İngiliz komutanlarının sevk ve idaresinde Mısırlı askerlerden oluşan bu ordularla Sudan'ı dize getirmekti.
Nitekim İngiltere Sudan'daki Mehdiciler'e karşı üstün gelmeyi, hareketlerini bastırmayı ve ülkeye yeniden egemen olmayı başardı. Doğu Afrika'ya gelince burayı da Fransa, italya ve Habeşistan'la bölüştü.
Avrupa devletleri o aşamada Osmanlı Devleti'nden istediklerini işte bu şekilde koparıp aldılar. Ondan sonra da içeride tutuşan ateşle onu yalnız bıraktılar. Dışarıdan seyrettiler, içeriden ise kışkırttılar. Aynı zamanda gerek Afrika'da gerekse başka bölgelerde etki alanlarını aralarında paylaşıp durdular. İtalya ve Almanya gibi Osmanlı topraklarından fiilen parça almayan devletler bile hisse kaptılar. Aynı zamanda bu ülkeler bazen kendi aralarında rekabete de girdiler. Kimi vakitler birbirleriyle çekiştiler. Ama hep bu çekişmeler mahalli kaldı. [46]
II. Abdülhamid döneminde Mithat Paşa'mn sadaret makamına getirilmesiyle Avrupa hayranları hedeflerine ulaştıklarına inanmaya başladılar. Çünkü Mithat Paşa'mn bizzat kendisi bu Avrupa sevdalılarının en önde geleni idi. Nitekim Sultan Abdülhamid sadrazama, Namık Kemal ve Ziya Paşa'yı Meclis-i Vâla azahğma tayin edeceğine dair söz vermesiyle birlikte Osmanlı toplumunda düşüncenin artık hıristiyanlaşacağı yolunda Avrupa ülkelerinin umutları yeşermeye başladı. Sultan, aynı zamanda Mithat Paşa'ya Kanuni Esasi'yi de ilan edeceğini vaadetmişti. Nitekim ilan da etti. Ve Meclis-i Mebusan'ı da topladı. Fakat çok geçmeden onu sadaret makamından uzaklaştırdı. [47] Böylece Mithat Paşa'mn sadrazamlığı iki aydan fazla sürmedi. Sultan Abdülhamid'de Meclis-i Vâla azahğına tayin edeceğini şahsiyetler için verdiği sözde durmadı. Aynı zamanda Kanuni Esasi'yi askıya aldı. Ve H. 1295 yılının Saf er ayında Meclis-i Mebusan'i süresiz olarak kapattı.
Sultan Abdülhamid Kanun-i Esasi'yi destekleyenlerin çoğunun Avrupalı siyaset adamlarıyla gizli ilişkiler içerisinde olduklarını ve İslam kanunlarına karşı düşmanlık beslediklerini sanıyordu. Böyle bir kanaate sahipti. Onun için batı düşüncesini propaganda eden herkese karşı sert muamele yapmaya başladı.
Aynı zamanda ordunun eğitimine ve hilafet otoritesinin güçlenmesine önem verdi.
Keza, İslam birliğinin kurulması için çağrıda bulundu. Onun bu girişimleriyle birlikte Avrupa hayranları hayal kırıklığına uğradılar. Bunlar kendilerini Kanuni Esasi taraftarları olarak lanse ediyorlardı. Her yerde düşüncelerini yaymaya çalışıyor, gerek siviller arasında gerekse askerler arasında gizli cemiyetler kuruyorlardı.
Bu cümleden olarak H. 1316 yılında Paris'te İttihat ve Terakki Cemiyeti [48] 1323 yılında da Selanik'te Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sonra bu iki dernek birleşerek ittihatçılar'in Paris'teki umumi cemiyeti oldu. Bu hareketin yönetim merkezi Selanik'te idi. Osmanlı gençlik cemiyetlerinin en eskisi ise H. 1282 yılında İstanbul'da kurulmuş olan dernektir. [49] Fakat bu cemiyet gizli değil bilakis aleni idi. Gizli kurulan örgütlerin ilki ise Niyazi Bey'in Resne'de kurmuş olduğu örgüttür. Ayrıca Enver Bey'ini [50] Raif Bey'in, Hasan Bey'in ve Selahaddin Bey'in kurdukları örgütler de eskidir. Böylece çeşitli gizli askeri örgütler bitmeye ve süratle gelişip yayılmaya başladılar. Hükümet ise bir yandan orduyu güçlendirmekle, bir yandan da gerek dönme yahudiler, gerek masonlar ve gerekse yurt dışındaki siyonist Yahudiler tarafından girişilen gayretlerle çok açık bir şekilde gözükmeye başlayan yahudi tehlikesine karşı tedbirler almaya çalışıyordu. Çünkü bu çeşitli Yahudi toplulukları Osmanlı Devleti'ni yıkmak için içeride oluşan gizli örgütlere yardımda bulunuyor, onları destekliyorlardı.
Aynı zamanda Yahudiler, kendi meselelerini görüşmek amacıyla da dünya yahudilerine çağrıda bulundular. Ve H. 1314 yılında İsviçre'nin Bazel kentinde bu maksatla bir kongre düzenlediler. Gerek mal ve servet sömürüsü, gerek yabancı unsurları kullanmak, gerekse bayramlarda yaptıkları hamursuza sırf kan temin etmek için masum insanları öldürmek gibi özel inanç ve düşüncelerinden sebep bütün dünyada milletlerin baskılarına uğradıklarından, bir vatan kurup dindaşlarını belli bir toprak parçası üzerinde toplamayı bu kongrede görüştüler. Kongreye katılan yahudi ileri gelenlerinden Hertze!, o gün için seçilecek olan vatanın Filistin oldu)
masını istiyor bu görüşünde ısrar ediyordu. Yahudi idealinin gerçekleşmesi için ona yetkiler verildi.
Böylece onun gayretleriyle Siyonizm diye bir ideoloji peydahlandı. Hertzel zaman zaman Sultan Abdülhamid ile temas kuruyor, aralarındaki ilişkiyi güçlendirmek için dalkavukluk yapıyor onu yüceltmeye çalışıyordu. Fakat buna rağmen Abdülhamid bu yahudiye yüz vermiyordu. Bunun üzerine Teodor Hertzel bu kez de Avrupa devletleri aracılığıyla amacını gerçekleştirmeye çalıştı. Bunlardan özellikle Mısır üzerinde emelleri olan İngiltere'yi seçti. Çünkü aynı zamanda Hindistan'a giden deniz yolu üzerindeki Süveyş kanalı İngilizler'in denetimi altında bulunuyordu. Ayrıca Mısır Filistin'e komşuydu.
İşte bu stratejik sebeplerden dolayı Teodor Hertzel amacına alet etmek için İngiltere'yi seçti. Ve Filistin'de bağımsız bir yahudi devleti kurma düşüncesini îngüizler'e sundu. Bu devlet de (bir vefa borcu olarak) şayet Mısır yolu zorlaşırsa İngilizler'in Hindistan'a ulaşmalarında yardımcı olacaktı. Aynı zamanda bu amaçla Filistin'den Basra körfezine kadar bir demiryolu bağlantısı kurmak mümkündü. Bu şekildeki bir yardım (yahudi düşmanlığıyla tanınan ve) İngilizlerle daima çekişen Almanlar'a karşı da bir rekabet olacaktı. Çünkü Almanya, özellikle Sultan Abdülhamid iktidarının son günlerinde Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir etkisi sahibi olmuş, İstanbul'u Bağdat'a da uğrayacak şekilde Basra'ya bağlanan demiryolu imtiyazını almıştı. Ayrıca Yahudi-İngiliz pazarlığına göre Yahudiler çöküntü içinde bulunan Osmanlı ekonomisinin kurtarılması için gerekli parayı da verebileceklerdi. Çünkü Filistin'de artık söz sahibi olmuş olacaklardı.
Teodor Hertzel bu projesini aynı zamanda Rusya'ya sundu. O gün için Rusya'nın iç işleri bakanı devlet adına Hertzel'le görüştü. Ve Rusya'nın, büyük sayıda yahudi vatandaşlarının Filistin'de yerleşmelerine izin verebileceğini, ancak Rusya'daki bütün yahudiler için bu izni veremiyeceğini bildirdi. Çünkü Rusya, düşünce potansiyeli olarak varlığına ihtiyaç duyduğu bir yahudi kitlesini ülkesinde alıkoymak istiyordu. Teodor Hertzel, Sultan Abdülhamit'le kurduğu temasta başarı gösteremedi. Onun için parayla veya başka vaatlerle yoldan çıkarabileceği bazı Osmanlı Devlet adamlarından faydalanma yollarını aradı. Keza, gerek bizzat sultanla ya da nüfuz ve etkinlik sahibi kimselerle ilişkisi olan yabancı dostlarından da faydalanmak istedi. Bunlardan bazıları da Almanya ve Avusturya elçileriyle. Ancak gerek yabancılardan, gerek Hertzel'in bizzat kendisinden, gerekse bazı Osmanlı devlet adamlarından gelen bu teklifleri, Sultan Abdülhamid kesinlikle reddetti. Ondan sonra Teodor Hertzel, devlete karşı başkaldıran Ermeni ve Yunan âsileri aleyhinde Sultan Abdülhamit'e bazı hizmetlerde bulunmak sureti ile ondan istifade etmeye yollarını aradı. Fakat bu çabaların da faydası olmadı.
H. 1315 yılında Alman imparatoru İstanbul'u ziyaret edip ondan sonra Suriye'ye geçince Teodor Hertzel, süratle hareket ederek ona yetişti. Ve Almanya başbakanı aracılığıyla imparatorla görüştü. Keza, beraberinde bulundurduğu Yahudi Hamamı Moşe Levi ile birlikte İstanbul'da Almanya elçiliği vasıtasıyla Sultan Abdülhamit'le görüşme imkanını buldu. Ona çok cazip tekliflerde bulundular. Ancak Sultan Abdülhamid onları huzurundan kovdu. Ve Filistin'e Yahudiler'in göçmelerini yasakladı. İşte bu olaydan sonradır ki Yahudiler kolları sıvayıp onu tahttan indirmek için aleyhinde faaliyetlere giriştiler. Ve gizli Ermeni örgütlerine yardımda bulundular.
Masonluğa gelince bu uluslararası bir takım irtibatlı örgütler şebekesidir. Birbirlerine yardımda ve hizmette bulunmak üzere çeşitli dinlere mensup çeşitli kökenlerden gelen çeşitli milletlerden insanları bünyesinde toplar. Fakat çalışmalarında faaliyet ve amaçlarında Yahudilikten ve Yahudi dinini esrarından ilhamını alır. Bu örgütlere genellikle büyük desteğe ihtiyaçları olan şahsiyetler ve daha çok çeşitli ülkelerin devlet adamları bu örgüte girer. İşte Sultan Abdülhamit'e karşı faaliyet gösteren gizli cemiyetlere Masonluk örgütü destek veriyordu. Aynı zamanda gerek başlangıçta Filistin'e göç etmeleri konusundaYahudilere yardımcı olmak bakımından, gerekse bu konu ile ilgili olarak Rusya'ya teklifte bulunmak bakımından Mason locaları ellerinden gelen yardımı esirgemediler. Ve nihayet Sultan Abdülhamit'i yönetimin başından uzaklaştırdılar. Masonlar bu hareketlerini Osmanlılar'ın safları içinde gizli olarak sürdürüyorlardı. Çünkü Masonluk cemiyeti esasen gizli bir örgüttür. Bu örgüt kalbur üstü şahsiyetlerden bir çok kimseyi bünyesine almayı da başarmıştı. Aslında Masonluk önemli mevkide bulunan sivrilmiş kimselerden faydalanmak, bunları ve daha başkalarını örgüte çekebilmek için görevlendirmek ya da bunlar vasıtasıyla bazı hedeflerini gerçekleştirmek için bunlara çok önem verir.
Masonluk örgütünün kazanmış olduğu bu şahsiyetlerden biri de Mehmet Talat Paşa idi. Talat Paşa [51]' Masonluk teşkilatının Osmanlı doğu locasına başkan seçilmişti. Masonluk örgütüne girenlerden biri de Ahmet Celal Paşa'dır. Bu örgüt Osmanlı devletini çok büyük siyasal sorunların içine itti. Devlet sonunda büyük zararlara uğradı. Bunlardan biri de Trablusgarp savaşlarıdır. İtalya buraları ele geçirebilmek için Masonluk teşkilatına çok büyük paralar verdi. Bunu sırf Osmanlı Devleti'nin buradaki askeri güçlerini çekmesi için yapıyordu. Yine Masonluk teşkilatıdır ki Osmanlı Devleti'nin Yemen'e asker göndermesi için çaba harcamıştır. Dolayısıyla denebilir ki Osmanlı Devleti Talat Paşa ve Cemal Pa-şa'nın da rolleriyle genel anlamda Masonluk teşkilatının etkisi altına girmişti. Nitekim Talat Paşa düzenlenen komploların farkına varınca yine Masonlar'in tertipleriyle Berlin'de Ermeniler tarafından öldürüldü.
Yahudi dönmelerine gelince onlardan da biraz söz etmek faydalı olur.
Bilindiği üzere H. 10. yy'm sonlarında Endülüs'te Yahudiler'e karşı ağır vicdan baskıları uygulanmış, bu yüzden çoğu engizisyon mahkemelerinden açarak dağılmışlardı. Birçok Yahudi Endülüs'ten Rusya'ya kaçmış, başlarını alıp dünyaya dağılmışlardı. İnsanlar toplumlar ve devletler onların çirkin muamelelerinden nefret ediyorlardı. Yahudiler Osmanlı topraklarında yerleşebilmek için bu ülkeye baş vurmaktan başka çare bulamadılar.
Nitekim aradıklarını da Kanuni Sultan Süleyman'ın Yahudi asıllı zevcesi Rokselana da buldular. Rokselana (Hürrem Sultan) sultanın nezdinde arabuluculuk yaparak Yahudiler'in Osmanlı ülkesine göçmeleri için izin almayı başardı. Bu göçmen Yahudilerin bir kısmı İzmir'e yerleştiler. H. 1035 yılında doğan Sabatay'a Sevi ailesi İzmir'e yerleşen bu grup arasında bulunuyordu. Türkiye'deki dönme Yahudiler işte bu adama bağlıdırlar. Sabatay Sevi, bir ara Mesih olduğunu ileri sürdü. H. 1057 yılında da peygamberlik iddiasında bulundu. Bunun üzerine Yahudi din adamları tarafından idama mahkum edildi. Fakat devlet savaşla meşgul olduğu için bu hükmü infaz ettirmedi. Ondan sonra Sabatay Sevi İstanbul'a, oradan da Atina'ya gitti. Sonra İzmir'e döndü. Oradan da tekrar İstanbul'a geldi. Fakat İstanbul'da kalmayı uygun bulmadı. Buradan tekrar İzmir'e dönerek Sara adında Yahudi bir kızla evlendi. Bir süre sonra da tutuklandı. Vaktiyle yapılan iki soruşturması sırasında ileri sürdüklerini bu sırada inkar etti. Bunun üzerine Çanakkale'de hapsedildi. Burada tutukluyken onu bir ara Polonyalı bir haham ziyaret etti. Sabatay Sevi, yine Mesih olduğunu ileri sürmekte ısrar edince, aralarında anlaşmazlık çıktı. Ardından da Sabatay Edirne'ye nakledildi.
Sabatay idam edilmekten korkarak burada İslam dinine girdi. Ve İslam'ı yakınları arasında yaymaya çalışacağını ileri sürdü. Sabatay Sevi, serbest bırakıldıktan sonra onun taraftarları gerçekten de İslamî bir yaşam tarzı içinde topluma gözükmeye çalışırlarken bir taraftan da gizlice, İslam ve müslümanlar aleyhinde faaliyet icra etmeye başladılar. Avcı Sultan Mehmet devrinden itibaren bu sinsi faaliyetlerini sürdüren Yahudi sevi kabilesinin toplum üzerindeki etkileri nihayet İttihat ve Terakki derneğine girince çok daha artmaya başladı. Bu Yahudi ailesinin üyeleri gün geçtikçe İttihat ve Terakki Partisi'nin saflarında sayıca çoğalmaya başladılar. Özellikle ordu saflarında bunların tehlikeleri daha da arttı.
Sonra İttihat ve Terakki örgütünün devlet üzerindeki planlarında gizli bir taraf kalmadı. Halk da zamanla bunu öğrendi. Çünkü subaylar arasında güçlendiler. Bir kötülük yapmak istedikleri zaman hükümetin karşısında direnebilecek çeteler kurdular. Bu askeri çeteler, merkezi İstanbul'da bulunan birinci ordu üzerinde denetim ve kontrolü ele geçirmiş bulunuyorlardı. Başkent üzerindeki güçleri kaybolmasın diye birinci orduyu buradan kımıldata-mıyorlardi. Diğer yandan subaylar arasında azımsanamıyacak bir topluluk, İttihat ve Terakki Partisi'ne bağlı idiler. İkinci ve üçüncü ordunun karargahları ise Avrupa kanadından bulunuyordu. Bunlar da aynı şekilde İttihat ve Terakki cemiyetinin kontrolü altında bulunuyordu. Dördüncü ordunun karargahı ise Erzurum'da idi. Bu ordunun subayları arasında hem devlet taraftarları hem de İttihat ve Terakki Partisi'ne bağlı olanlar vardı.
Hükümet Niyazi Bey'i yakalamak için üçüncü ordu komutanı Ferik Arnavut Şemsi Paşa'yı görevlendirdi. Fakat Şemsi Paşa görevini yerine getirmeden öldürüldü. Miralay Niyazi Bey ise Res-ne'de telgraf merkezini ele geçirdi. Şemsi Paşa'nın suikaste kurban gitmesi ise başkentte halkın ayaklanmasına sebep oldu. Bunun üzerine devlet İzmir'deki ihtiyat güçler arasında otuz fırkayı seferber etti. Bunlardan İttihat ve Terakki Partisi'nin adamlarına katılınca kuvvetlendiler.
Bunun üzerine Niyazi Bey sultana bir telgraf çekerek hak ve hürriyetler düsturu adını verdiği bir bildiri yayınlayacağını dolayısıyla bunu kayıtsız ve şartsız kabul etmesini istiyordu. Sultan müfettişi umumi Hüseyin Hilmi Paşa'ya bir telgraf çekerek İttihatçıların oradaki güçleri ve direnebilme imkanları hakkında bilgi istedi. Gelen cevap onların direniş imkanını sahip olduklarını bildiriyordu. Bunun üzerine sultan bu kezde Selanik'te bulunan Müşir Hay-ri Paşa'yı görevlendirmek istediyse de Hayri Paşa bu görevi reddetti. Ondan sonra bazı birliklerin ömir ve komutanı yürütmekte olan ibrahim Paşa bu görevi üstlendi ise de bir şey yapamadı.
İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleri Avrupa kanadında bulunan Selanik, Manastır, Üsküp ve Serez gibi büyük şehirlerden sadrazama telgraflar çekerek Kanun-i Esasi'yi ilan etmediği takdirde İstanbul üzerine yürüyeceklerine dair tehditlerde bulundular.
Bunun üzerine sultan kabineyi toplantıya davet etti. Bu arada gazeteler de, bakanlar kurulu toplantısının gecikmesi üzerine ancak geç vakitte baskıya verildiler. Halbuki İttihat ve Terakkiciler Vükelâ heyetinin (bakanlar kurulunun) toplanmasını bile beklemeden Selanik'te ve Manastır'da Masonların birer sembolü olan adalet, eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla hürriyeti ilan etmişlerdi bile. Bu sebeple sultan da Kanun-i Esasi'nin kabul edildiğine dair îrade-i Seniyye çıkarmak zorunda kaldı.
Bunun üzerine İttihat ve Terakki'nin bir grup ileri gelenleri İstanbul'a geldiler. Olağanüstü bir hava içinde karşılandılar. Ve hemen ardından da vaktiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin aleyhinde olan birçok zaptiye amiri hemen idam edildiler. Ondan sonra da Damat Ferit Paşa'mn sadrazamlıktan istifa ettiği, yerine ise Sait Paşa'nın bu göreve tayin edildiği açıklandı. Ve Kanun-i Esasi ile beraber -sözüm ona- hürriyet de ilan edildi. Peşinden af çıkarılarak hapishanelerin kapıları açıldı. Bu yüzden her çeşit cürüm ve cinayet işlemiş her cins ve ülkeden bir sürü suçlu ortalığa yayıldılar.
Ondan sonra da meclis toplandı ve İttihatçılar büyük bir çoğunlukla iktidara geldiler. Ahmet Rıza Bey'de Meclis-i Mebusan reisi oldu. Paris'te ilk Jön Türkler örgütünü kuran işte bu Ahmet Rıza Bey'dir. İttihat ve Terakkiciler hedeflerin ancak bazılarını gerçekleştirebilmiş olduklarını düşünüyorlardı ya da başarılan onları şımartarak istedikleri doğrultusunda daha ileri gitmeye bakıyorlardı. Veyahut da sultan Abdülhamid onların isteklerini kabul edip Kanun-i Esasi'yi kabul etmekle aslında kat etmek istedikleri yolu ortasından kesmiş bulunuyordu. Onun içindir ki geriye kalan hedeflerini gerçekleştirebilmek için bu yolda yine devam etmek ve önlerinde büyük bir engel teşkil etmekte olan Sultan Abdülhamit'i tahttan indirmek istiyorlardı. İşte bu niyetle hapishanelerden salıverdikleri suçluların yardımıyla ortalığı karıştırmak istediler. Bazan aralarından biri, başka kisvelere girerek dine, kutsal değerlere ve fes gibi halkın adetlerine kılık kıyafetlerine saldırmaya çalıştı. Ba-zan da sadrazamın ve hilelerini örtbas etmek için onunla birlikte yönetimdeki bazı adamlarının -sözde- azledilmesini istediler. Böyle yapmakla güya bu adamların Sultan Abdülhamit'in yandaşları olduğunu ileri sürerek bahanelerine meşruluk süsü vermeye çalışıyorlardı. Kimi zaman da sözde İslam şeriatının yeniden ihya edilmesi çağrısında bulunarak ya da Meclis-i Mebusan binasına ve Yıldız Sarayı'na doğru düzenledikleri gösterilerde (kalabalıklara şeriat isteriz sloganlarını attırarak) provokasyon yapıyor, ortalığı anarşiye boğmaya çalışıyorlardı. Nitekim bu gösteriler sırasında birçok fitneler kopuyor ve zaman zaman cinayetler işleniyordu.
Saraydaki şahsiyetlere mal edilen fakat bilakis İttihatçılar tarafından diretilen istekler şunlardır.
1- İslam Şeriat nizamının yeniden ihya edilmesi.
2- Sadrazamın Harbiye ve Bahriye nazırlarının görevlerine son
verilmesi.
3- Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit Bey, Cavit Bey, Rahmi Bey, Talat Bey ve İsmail Hakkı'nm Meclis-i Mebusan'dan ihraç edilmesi.
4- Mahmut Muhtar Paşa'nın azledilmesi.
5- Genel af çıkarılması.
Bu isteklere kim bakacak olursa listede adı bulunan bu şahsiyetlerin İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne düşman olduklarını sanır. Çünkü bunların yönetimden uzaklaştırılmaları istenmektedir. Fakat tam tersine bu adamlar onlardandı. Ancak onlar aleyhine bu gerçek olmayan isteklerde bulunmak esasen ortalığı anarşiye boğmak ve başkalarına suç damgası vurmak amacını güdüyordu.
Bab-ı Aliye bu istekler sunulduğu sırada gazeteler ittihatçıların yönlendirmesiyle Sultan Abdülhamit'e övgüler yağdırıyordu. Bu gösteri ise sırf Abdülhamit'in eski gücünü kazandığına, İttihatçıların etkileri ve baskılan altında bulunmadığına Bab-ı Aliye sunulan bu isteklerin esasen onu destekleyenlere ait olduğuna dair halkı ikna etmekti. Bu propagandalar ise Kanun-i Esasi'yi ve hürriyet diye adlandırdıkları şeyi destekleyenlerin hamasi duygularını ve morallerini yükseltiyor. Sultan Abdülhamit'in tekrar eski gücüne kavuşmasından ve İslam birliğine yeniden çağrıda bulunmasından korkan İttihatçılara dış destek sağlayacaktı.
Sultan Abdülhamid sahnelenen bu oyunlarla kendisine mal edilenleri reddetti. İstanbul'daki askerlere üçüncü ordunun ya da hareket ordusu olarak isimlendirilen askeri birliğin aynen kendileri gibi müslüman er ve subaylardan oluştuğuna dair hitapta bulundu. Hareket ordusu dışındaki askeri kanadı bu uyarısıyla yatıştırmaya çalışan Sultan Abdülhamid onlara, bu orduya karşı çıkmamaları ve uygun olmayan bir nazarla onlara bakmamaları için tavsiyede bulunurken ancak hareket ordusu mensuplarına da ortaya yaymaya çalışılmış dedikodulara inanmamaları, kışlalarında kalıp kimseye karşı silah kullanmamaları uyarısında bulundu. Bu tedbirle vatan hainlerinin kolladıkları fırsatı onlara kaçırtmak istiyordu. Hareket ordusunun aldığı yolu bu tedbirle kesebilmek için onlara karşı direniş gösterilmemesini emretti.
Fakat İttihatçılar İstanbul'daki askeri birliklerin başındaki komutanları başkentten uzaklaştırdılar. Bu komutanlardan İsmail Hakkı Bey'den başka kimse kalmadı. O da hareket ordusunun İstanbul'a girişi sırasında meydanda toplanan İstanbul'daki askerlerin sükunetlerini korumaları ve verilen buyrukları yerine getirmeleri konusunda emir verdi. Bu sebeple İttihatçıların artık kötüye kullanabilecekleri açık bir kapı kalmamış oldu.
Sonra Mebusan Meclisi toplandı. Ancak bu toplantıda bulunan üyelerin sayısı elliyi aşmıyordu. Bununla beraber İttihatçıların bütün isteklerini kabul ettiklerine dair karara vardılar. Ve aynı zamanda bunu Sultan Abdülhamit'e bildirdiler. Bunun üzerine sadrazam azledilerek yerine Tevfik Paşa tayin edildi. Ethem Pa-şa'da Harbiye Nazırı oldu. Ve genel bir af çıkarıldı. Bu münasebetle askerler arasında şenlikler ve törenler düzenlendi. Bu arada sırf anarşinin her tarafa hakim olduğu izlenimini uyandırmak amacıyla sürekli silah kullanıldı. Havaya mermiler sıkıldı. Sonra meclis toplanarak Ahmet Rıza Bey'in Meclis-i Mebusan başkanlığından istifasını kabul etti.
Çok geçmeden İttihatçılar Kanun-i Esasi'nin kaldırılmak istendiği, padişah tarafından sürdürülmekte olan İstibdad (Totoli-ter rejim) sebebiyle özgürlüğün tehdit altında bulunduğu bahane edilerek, Selanik'teki ordunun, aslında Kanun-i Esasi'yi ve Mec-lis-i Mebusan'ı korumak amacıyla Mahmut Şevket Paşa [52] komutasında İstanbul'a gelmiş olduğu bahanesini uydurdurdular. Ne var ki bu ordunun safları içerisinde subay kılığına girmiş şüpheli şahıslar da vardı. Bu suretle adına Hürriyet ordusu da denilen bu ordu Mahmut Şevket Paşa komutasında hiçbir direnişle karşılaşmadan ve hiçbir engel görmeden başkente ulaştı ve kenti kuşattı. Bu ordu kötüye kullanabilecek karşıt bir direnişin beklentisi içerisinde sabaha kadar fırsat kollayıp durdu. Ne var ki hiçbir direnişle karşılaşmasına rağmen kışlaları ateş yağmuruna tuttu. Peşinden de kanlı çatışmalar oldu. Bunun üzerine İsmail Hakkı Bey teslim olduklarına dair işaret olmak üzere askerlerine beyaz bayrak çekmeleri emrini verdi. Bu şekilde çatışmalar durdu.
Ancak ardından Enver Paşa adamlarıyla ortaya çıkarak yollarının üzerinde kimi buldu iseler onu hemen öldürdüler. İsmail Bey'in bulunduğu karargaha giderek onu da öldürdüler. Ve subayların tümünü silahlarından soyutladilar. Ondan sonra da halifenin oturmakta olduğu Yıldız Sarayı'nı basarak saray muhafızlarını öldürdüler. Sarayı yağmaladıktan sonra ortada hiçbir sebep yokken burayı adeta bir mezbahaya çevirdiler. Ve bunu hadiselerin peşinden Ahkâm-i Örfiye (sıkı yönetim) ilan edildi. Akşamdan sonra sokağa çıkma yasağı kondu.
Meclis-i mebusan toplanarak bir saltanat heyeti oluşturdu. Bu heyet Hareket Ordusunun denetimi altındaki meclisle birlikte Şeyhülislamdan sağlanan bir fetvaya dayanarak sultan Abdüihamit'in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar. Meclis-i Mebusan Ayan heyetiyle toplanarak ortak bir oturumda Şeyhülislam'dan alınan fetvadan sonra Sultanı tahttan indirmek üzere karar aldı. Bu karar ittihatçıların baskısı altında alındı ve sultan Abdülhamit'e bildirmek üzere sadrazam Tevfik Paşa davet edildiyse de Tevfik Paşa bu teklifi reddetti. Bunun üzerine meclis bahriye feriki (deniz generali) Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Yahudi Emanuel Karaso [53] ve Arnavut Esat Toptani'den oluşan bir heyeti bu iş için görevlendirdi. Bu heyet sultan Abdüihamit'in huzuruna çıkararak Şeyhülislam'm fetvasını okudu. Fetvayı dinleyen sultan Abdülhamid bunu saygıyla kabullendiğim ancak onlara Karaso'yu işaret ederek,
- Fakat bu Yahudi'yi ne için hilafet makamına getirdiniz diye onlara serzenişte bulundu.
Gerçekten de İttihat ve Terakki Partisi'nin başındaki adamları, en büyükleri otuz yaşını geçmemiş bulunan bu gençleri bir inceleyecek olursanız, bu adamların koskoca İslam ümmetiyle ve bu ümmetin idaresiyle nasıl oynadıklarım anlamakta gecikmezsiniz. Üzerlerindeki etkiye göre her birinin saatbaşı görüşü ve düşüncesi değişiveriyordu.
Mesela Enver Paşa bazan en katı bir tutucu oluyor, bazan ise en tehlikeli bir devrimci oluyordu. Davranış ve tutumlarında belki de insanların mantıktan en uzak olanıydı. Onun 31 Mart günü İstanbul'daki kışlalar önünde takındığı tavırda, askerleri ve İsmail Hakkı Bey'i öldürmekte gösterdiği vaziyetler gibi... Bazan da İslam'ın en büyük destekçisi, en büyük savunucusu olurdu. Onun Libya'da İtalyanlar'a karşı, keza Buhara'da Ruslar'a karşı gösterdiği anlaşılıyor ki bu gençlerin çok büyük hayalleri, çok büyük hırs ve idealleri vardı. Onlardan kimisi gelecekteki parlak mevkiini hayal ediyor ve onun bu iç dünyasını keşfeden Yahudiler ve İngiliz istihbarat servisleri, onlara bu yolda bir takım planlar çiziyor, onlar ise nasıl yönlendirildiklerini ve nereye doğru gitmekte olduklarını bilemiyorlardı. Aralarında ülkesine ve şahsına karşı samimi olanlar da vardı, olmayanlar da vardı. Fakat hiç biri kendisiyle nasıl oynandığının farkında değildi.
İttihat ve Terakkiciler'in gerçekleştirdikleri bu devrim oldu bittisinden sonra Sultan Abdülhamid, ailesi ve refakatçiler iyi e beraber Selanik kentine nakledilerek, Balkan Savaşı'mn patlak verdiği günlere kadar burada İttihatçıların göz hapsinde kaldı. Ancak savaş çıkınca Selanik'ten İstanbul'a nakledildi ve ölünceye kadar Beylerbeyi Sarayı'nda kapalı tutuldu.
Sultan Abdülhamid'in iktidar süresi otuzüç yıldan fazla devam etti. Bu süre içerisinde birçok hizmetler gerçekleştirdi. Her şeyden önce Rusya ile girişilen savaştan sonra devleti yıkılmaktan kurtardı. Girit'teki ayaklanmayı bastırdı. Yunan'a karşı zafer kazandı. Almanya'dan getirilen uzmanlar denetiminde ordunun modern sistemlerle eğitim görmesini sağladı.
Okullar ve Darülmuallimîn adı altında öğretmen yetiştirme kurumları ile bir üniversiteyi tekmil fakülteleri ile, bir yüksek mülkiye mektebi, bir Darülbedayi (Güzel Sanatlar Yüksek Okulu) müzeler, kütüphaneler, bir tıp fakültesi, bir çocuk hastanesi, Darülaceze ve bir posta merkezi kurdu. Ayrıca su şebekeleri, nüfus idaresi, ziraat, sanayi ve ticaret odaları, seramik ve porselen fabrikalası inşa ettirdi.
Dımaşk'tan, Medine-i Münevvere'ye kadar 1327 km. uzunluğunda Hicaz Demiryolu'nu döşetti. Bu projenin gerçekleşmesi H. 1320-1327 yıllan arasında tam yedi sene sürmüştür.
Sultan Abdülhamid, Dünya İslam Birliği'ni kurmak için bütün müslümanlara yaptığı çağrısıyla ünlüdür.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yerine kardeşi Mehmet Reşat geçti. Sultan Abdülhamit ise H. 1336 yılında ölünceye kadar Beylerbeyi sarayında gözetim altında kaldı. [54]
[1] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/89-91.
[2] Bulutkapan Cin Ali Bey, (1728-1773). Kavalah Mehmet Ali Paşa ile karıştırılmamalıdır. Kavaialı (1769-1848} yılları arasında yaşamıştır, İkinci Mahmud döneminin Mısır valisidir (Mütercim).
[3] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/92-94.
[4] Gerek Çarlık gerekse komünist düzen döneminde Rusya'nın en büyük emellerinden biri, istanbul'u ele geçirip Ortodoks mezhebinin korucusu, Doğu Roma Devletİ'ni,yeniden ihya etmek olmuştur. Moskova her dönemde Konstan-tiniye'nin geçici varisi gibi hareket etmiştir. Rusya bu ideolojinin gizli propagandasını yaparak sıcak denizlere ulaşabilmek için daima zemin hazırlamaya çalışmıştır. Rusya en büyük düşman olarak müslümanları görmektedir. Çünkü müs-lünıan Tatarlar Rus topraklarına girmiş ve müslüman Osmanlılar, istanbul'u fet-hetmişlerdir. Tatarlarla Osmanlılar aslında aynı kökten gelmekte ve aynı dine mensup bulunmaktadırlar ki o da İslam'dır. Ruslar doğuya doğru topraklarını genişletmek için Tatarlar'a karşı savaş verirler. İnsanların seyrek oldukları bu bölgeye doğru hep açılmak isterler. Çünkü Rus topraklan kalabalıktır. Hem sonra doğu yönünde kaydedecekleri her ilerleme müslümanlar için bir kayıp ola çaktır. Dinlerin tümüne karşı savaş ilan eden komünizm Rus topraklarında ancak tutunabilmiştir. Bu her ne kadar böyle ise de komünizm esasen yahudilik ve Hıristiyanlıktan çok İslam'a karşı savaş bayrağını açmıştır. Keza etkin çevreler bu inanca mensup kimselerdi. Bunlar da Rus miüi birliğinin alt yapısını oluşturuyorlardı. Ve milli birliği sağlamayı amaçlıyorlardı. Savaşın tümü esasen İslam'a karşı icra ediliyordu (Yazar).-
[5] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/95-98.
[6] Yazar, belki de okuyucuyu, faydalı olacağına inanmadığı bazı yorumlarla meşgul etmek istememiştir. Aslında III. Selim şimşirlik denen saray hapishanesinde ve eşi Re'fet kadının gözleri önünde tüyler ürpertici şekilde (kılıç üşüştürme tabir edilen} bir çeşit linç etmek suretiyle hunharca öldürülmüştür. Halbuki ondan önce Genç Osman ve Deli İbrahim kementle boğularak öldürülmüşlerdir (Mütercim}
Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/98-102.
[7] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/102-103.
[8]IV. Sultan Mustafa, kardeşi II. Mahmud'un 28 Temmuz 1808 günü tahta çıkışından yaklaşık üçbuçuk ay sonra ve onun emriyle şimşirlik denen, saray hapishanesinde "nizam-ı alem için"{!) idam edilmiştir (Mütercim}
[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/103-104.
[10] Yazar, bu kimseden Kavalah Mehmet Aii Paşa'yı kastetmektedir. (Müter
[11] Osmanlı yönetimi zamanında Mekke ve Medine'yi içine alan kutsal bölgenin valiliği daima Hz. Peygamber'in soyundan gelen kimselere verilirdi. Bunlara ŞERİF denirdi (Mütercim)
[12] 17 Aralık 1818 günü idam edilmiştir (Mütercim).
[13] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/105-109.
[14] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/110-112.
[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/112-114.
[16] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/114-115.
[17] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/115.
[18] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/116.
[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/116-118
[20] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/118.
[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/188-119.
[22] Nizip: Gaziantep'in ilçesi. Türkiye'de Fırat'ın batısına düşer Suriye'nin Crablus kenti kuzeyinde, sınıra 25 km. mesafededir
[23] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/119-120.
[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/120-123.
[25] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/124.
[26] Lübnan'ın Trablusşam vilayetinin halkı eskiden beri sünni müslüman-dır. (Mütercim)
[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/124-125.
[28] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/125.
[29] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/125-130.
[30] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/130-132.
[31] ) Mecetle-i Ahkam-i Adliyye: Gelişen hayat ve değişen sosyal şartlar karşısında kişisel fetva ve ictihadlarm ihtiyaca cevap vermemesi üzerine İslam fıkhından istifade edilerek hazırlanan medeni kanundur. Miladi 1869 tarihinde Cevdet Paşa başkanlığında oluşturulan bir ulema heyeti tarafından hazırlandı. Bir mukaddime ve onaltı kitaptan oluşan Meceile'nin tamamı 1851 maddedir (Mütercim).
[32] Mithat Paşa: (Miladi 1822-1884). Sultan Abdülaziz döneminde sadrazamlık makammdayken Onun aleyhinde giriştiği gizli faaliyetlerden Ötürü dikkatleri çekince görevinden ayrıldı. Sonraları Mütercim Rüştü Paşa kabinesinde adliye nazırı (Adalet Bakanı) oldu. Kabinedeki Şeyhülislam Hayruîlah Efendi ve Serasker (Gnl.Kur.Bşk.) Hüseyin Avni Paşa ile anlaşarak Abdülaziz'in hilafet makamından indirdi ve bir süre vSonra da ona karşı düzenlenen suikaste adı karıştı. 5. Murat zamanında şurayı devlet reisliğine II. Abdülhamid zamanında da Sadrazamlığa getirildi. Ancak daha sonraları sözkonusu cinayetten sanık olarak tutuklandı, Taife sürüldü ve orada öldürüldü (28 Temmuz 1891).
26 Haziran 1951 günü kemikleri İstanbul'a getirilerek Hürriyet Tepesi Me-zarlığı'nda gömüldü. Kemiklerinin nakledilmesi olay ise, bu ailenin kimliğini, 60 yıl sonra müslümaniarm gözlerinin önüne çok daha net bir şekilde ortaya sermiştir (Mütercim)
[33] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/132-133.
[34] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/133.
[35] BUTROS el-BUSTANÎ (1819-1883) Hıristiyan araplar tarafından "Mualli-mü'1-Karni't-tasi1 aşar" yani on dokuzuncu yüzyılın üstadı unvanıyla tanınır. Ayn Varka Maronhî Medresesinde arap diii gramer ve edebiyatı ile Süryanice öğrendi. Tarih, coğrafya, matematik, ilahiyat ve felsefe okudu. Sonra Latince ve İngilizce de öğrendi. Kavalah İbrahim Paşa'yı Beyrut'tan kovmak için şehri işgai eden İngilizler'e mütercimlik yaptı ve etkilerinde kaîarak kısa bir süre sonra Protestan mezhebine girdi. Aynı zamanda onlara Arapça öğretti. Amerikalı Oryantalist Fandik'le beraber çalıştı. ei-Medresetü'1-Vataniyye (Milli Medrese)yi kurdu. Birçok eserler verdi. Bunların en ünlüsü, Dairetü'i-Maarif (el-Bustânî Ansiklopedisi) dir.
ŞEYH NASÎF el-YAZICI (1800-1871) Arap kültür ve edebiyat rönesansının önderlerinden sayılır. Ortodoks mezhebine mensupken katolik olan bir ailenin çocuğudur. Lübnan'ın Şuvayfat Kenti yakınlarındaki Kafarşayma köyünde doğdu. Köyün papazı Metta eş-Şeybânî'den ilk öğrenimini gördü. Sonra Katolik patriği Agnatius el-Kattan'm dikkatini çekti ve bir süre katipliğini yaptı. Bir süre de Lübnan Dürzüleri Emiri Beşir eş-Şahâbi'nin emrinde çalışan Şeyh Nazif, bu sırada Fransız şairi Lamartin'le de tanıştı. Daha sonra birçok eserler vererek büyük şöhret oidu.
Bu iki şahsiyet, ilmi ve edebi alanda bırakmış oldukları nadide eserleriyle bilim ve sanat zevkine erişmiş insanları daima hayran bırakacaklardır.
Ancak yazar Mahmut Şakir'in de ifade ettiği gibi'bunlann ve daha nicelerinin asıl amacı İslam birliğini parçalamak ve dindaşları olan Avrupalılar'ı desteklemek, onların sömürgecilik faaliyetlerine ve emperyalist emellerine hizmet etmekti.
Bu isimlerden bazıları da şunlardır:
Farah Antuan, Cibran Halil, Cibran Corci Zeydan, Nikola Fayyad, Bayan Mey Ziyada, Mardinli Rahip Louis Shaykho; Halil, Şükrü, Faris veWadi el-Khori; Selim ve Bişara Takla kardeşler ve Rahip Anastas el-Karmali gibi.
Bunlar, müsiümanlan hayrette bırakacak derecede kur'an'ı ve îslâmiyeti çok iyi bilen hıristiyan entellektüellerdi. Hatta aralarında Şeyh Nasif el-Yazı-cı'nın oğfu Şeyh ibrahim el-Yazıcı gibi Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş olanlar bile vardı:
Özellikle Arap dünyasındaki bilinçli müslümanlar ve İslamcı hareketlerin üyeleri, bu şahısların, ilim, edebiyat ve sanat perdesi arkasında islam ümmetinin başına ne çoraplar ördüklerini çok daha iyi bilmektedirler (Mütercim).
[36] Yasuîler: Saint Agnatius Diloyola tarafından M. 1540'ta kurulmuş bir ruhban teşkilatıdır. Bunlar haçlıhk ideolojinin müslüman Araplar'a aşılamak için, Suriye ve Lübnan'daki hristiyan Araplar'ın yardımıyla bu topraklara dağılmış ve yerleşmişlerdir. Bu bölgede birçok kiliseleri vardır. Yoğun misyonerlik faaliyetleri devam etmektedir. Dil olarak Arapça'yı kullanmaktadırlar. Ünlü el-Müncid Lügatinin sahibi bunlardandır (Mütercim).
[37] Adı Faris eş-Şidyak'tır. 1884'de Lübnan'ın Aşkut beldesinde doğdu. Ma-roni hıristiyan bir ailenin çocuğudur. Kardeşi Esat'ın Amerikalı misyonerlerin etkisiyle protestan olması üzerine Maroni rahipleri tarafından yıllarca bir kiliseye kapatılarak daha sonra da işkenceyle öldürülmesi üzerine o da protestan oldu. Mısır'da, Paris'te, Malta'da ve Tunus'ta oturdu. Tunus Bayı'nin ona verdiği bol paralar karşılığında müslüman oldu. Sonra İstanbul'a yerleşti. Sultan Abdülme-cid'den ilgi gördü. Burada 1861'de Arapça el-Cevaib adlı bir gazete yayınladı. 1887'de İstanbul'da öldü. Vasiyeti üzerine cenazesi Lübnan'a götürüldü. Onun bu vasiyeti, gerçek kimliğini ortaya sermiştir (Mütercim)
[38] Dikkat edilirse yazar Mahmut Şakir Yavuz Sultan Setim'den beri Osmanlı padişahlarını halife unvanıyla anmakta, böylece onların birer İslam halifesi olduklarına ilişkin kanaatlerini sergilemektedir.
Bu ilginç kanaat, Araplar'm -sözde- tarih boyunca Türkler'i halife kabul etmedikleri yolunda Türkiye Milli Eğitiminin, günümüz lise inkılâp tarihlerine yazdırmış olduğu ifadeleri açıkça yalanlamaktadır (Mütercim).
[39] Türkiye'de toplumun çok büyük bir kısmı şimdi de dönme yahudi kitlesini yakından tanımamaktadır.
Örneğin medyanın, Tahtakale piyasasının, borsaların, bankaların, büyük holdinglerin dönme yahudiler tarafından denetlendiğini, keza T. C. hükümetlerinin ve meclisin, her dönemde bunlar tarafından yönlendirildiğini, hatta, Teşvikiye ve Şişli Camii ile Zincirlikuyu ve Abide-i Hürriyet gibi- Yahudi o mayan bilinçsiz bazı ailelerin de cenazelerini zaman zaman gömme gafletinde bulundukları- mezarlıkların bunlara ait olduğunu bilen vatandaş sayısı hala yok denecek kadar azdır (Mütercim).
[40] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/135-144.
[41] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/144-145.
[42] Arazinin sarp ve elverişsiz olması sebebiyle Karadağ'daki çarpışmalar azdı. Bu nedenle devrimciler Osmanlı kuvvetlerini aşamadıkları ve Sırplar'a yardım için mevkilerini terk edemediklerinden engebelerde direnmek zorunda kalmışlardı. Aynı zamanda Osmanlı kuvvetleri de onları bu sarp mevkilerinden in-diremiyor ve onları dize getiremiyorlardı
[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/145-148.
[44] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/148-150.
[45] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/150-152.
[46] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/152-155.
[47] Aslında Mithat Paşa'mn sadrazamlıktan atılması, onun İngilizler'le olan gizli ilişkilerinin bir sonucudur. Çünkü İngiltere'nin Yahudi asıllı başkanı Benja-min Disraeli (1804-1881) ile sürekli temas halindeydi. Ayrıca -sözde- Osmanlı topraklarının başka ülkeler tarafından kopanlmaması için, devletin, İngiltere koruması altında bulunması eğilimini yansıtıyordu. Keza Meclis-i Mebusan'm 117 üyesinden 48'inin hıristiyan unsurlardan seçilmesini sağlamıştı. Bütün bunlarla birlikte Sultan Abdülaziz'e yapılan suikastten sorumlu tutularak yargılandı ve bu cinayetin arka planında bulunduğu ortaya çıktı. Boynunda toplumuna ihanet etmek ve siyasi cinayet işlemek gibi suçlar vardı. Onu kurtarmak için ingiltere bütün ağırlığını koydu. (Yazar)
[48] îttahat ve Terakki Cemiyeti, Jön Türkler örgütünün, askeri kanadını oluşturuyordu. Bu kanat Türk kökenli olmayan unsurların nefretini çekmemek için Türk ırkçılığının aşamalarla gevşemesi amacıyla çalışmalar yaptı. Başlangıçta başarılı da oldu. Çünkü bu kanat güçlendikçe Jön Türk adı da zamanla kayboldu
[49] Osmanlı Gençlik Teşkilatı (Genç Osmanlı Fırkası) H. 1282'de İstanbul'da kuruldu. Hedefi Osmanlı Devleti'ni batılılaştırmaktı. Gizli bir örgüttü. 1284'de altı kişiden fazla üyesi yoktu. Bu sayı daha sonra aniden 245'e yükseldi. Sadrazam Mehmet Emin Ali Paşa bu örgüte karşı baskıya başvurunca cemiyetin merkezi Paris'e nakledildi. Ali Paşa'nın 1299'da ölümünden sonra bunlar hakkında af çıkarıldı. Bunun üzerine İstanbul'a döndüler. Paris'te ise faaliyetleri geriledi. Çünkü bu örgütün üyeleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne geçtiler
[50] Enver Bey (Enver Paşa M. 1881-1922): H, 1299'da İstanbul'da doğdu. Sultan Abdülhamid'e yakın zevattan Ahmet Bey'in oğludur. Sultan'ın yeğeni (Şehzade Süleyman Efendilnin kızı Naciye Sultan'la evlendi. Harp Akademisinden Kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Selanik'te üçüncü orduyu tayin edildi. H. 1321 yılında Makedon çetelerine karşı Osmanlı izleme güçlerini sevk ve komuta etti. H. 1324'de Manastır'da III. orduda görevliyken kolağası, sonra da binbaşı oldu. Ve burada İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. Mahmut Şevket Pa-şa'yı da bu cemiyetin içine çekti. H. 1327'de Berlin Askeri Ataşeliğine tayin edildi. Ve burada Almanca'yı Öğrendi. Sonra Berlin'i terk ederek, Libya'daki Osmanlı direniş hareketine katıldı. H. 1331'de Bingazi Emİri oldu. Sonra İstanbul'a dönerek rakipleri rakipleri olan İtilaf ve Hürriyet Partisi üyelerine karşı bir devrim gerçekleştirdi. II. Balkan savaşı sırasında Edirne'yi geri aldı.
1336 yılında patlak veren bolşevik devriminden sonra Baku'yu ele geçirdi. Sonra Almanya'ya kaçtı. 1339'da Moskova'ya gitti. Sonra Anadolu'ya geçmek için tekrar Berlin'e döndü. Ruslar onu alıkoymak için çaba sarfettiler. Ancak Enver Paşa bir yolunu bulup kaçtı. Ve Bolşevik devrimcilerine karşı Buhara'daki bir ayaklanmaya katıldı. Ruslar'dan, burayı boşaltmalarını istedi ve bolşeviklere karşı giriştiği bir çarpışma sırasında H. 1342 yılında Tacikistan'ın Belçivan yakınlarında şehid edildi (Yazar).
[51] Talat Bey (Talat Paşa M. 1874-1921) H. 1292 yılında Edirne'de doğdu. Babası küçük bir memurdu. Selanik'te hukuk okudu. Sonra telgraf memuru oldu ve burada Jön Türkler örgütüne girdi. Yedi arkadaşıyla birlikte katıldığı ittihat ve Terakki Partisi'nde ilk hücrenin sorumlusu oldu. Sonra gizli siyasi faaliyetlerden dolayı tutuklandı, iki yıl sonra serbest bırakılarak Selanik'te posta memurlarının şefi oidu. H. 1326'da Edirne mebusu seçildi. Ardından İçişleri Bakanlığı, sonra posta ve Telgraf Bakanlığı yaptı. 1330'da İttihat ve Terakki Cemiyeti Gnl. Sekreterliğini üstlendi. Enver Paşa'mn etkisiyle Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya'yı destekledi. Ermeniler'in Suriye topraklarına zorunlu göçünde rolü oldu. H. 1337 yılında Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilgiye uğraması üzerine istifa etti ve Almanya'ya gitti. H. 1340 yılında Sogoman Tayleryan adındaki bir Ermeni tarafından) Berlin'de öldürüldü (Yazar)
[52] Mahmut Şevket Paşa: (M. 1856-1913) H. 1276'da Bağdat'ta doğdu. İstanbul'da Harbiye Mektebi'ni bitirerek H. 1300'de kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1304'de bir heyet içinde Almanya'ya gitti ve general rütbesiyle döndü. 1327 harekatını sevk ve komuta etti. Sonra Harbiye Nazın (savaş bk. veya Milii Savunma Bakanlığı) oldu. 1331 yılında sadrazamlık makamını devraldı. Ancak altı ay sonra suikaste uğrayarak öldürüldü (Yazar).
[53] Emanuel Karaso: Selanik'te ünlenen bir yahudidir. Hem Osmanlı hem de İtalyan vatandaşıydı. Siyasete atıldığı günden beri Talat Paşa'yı etkisi altına aldı ve birlikte tutuklandılar. Sonra hem kendini, hem de Talat Paşa'yı kurtarmayı başardı. Sultan Abdülhamid'e.karşi başlatılan siyasi hareketin öncülüğünü yapıyordu. Bu amaçla İtalyan Bankası'ndan 400 bin altın lira para çekerek İttihatçılara teslim etti ve Meclis'te Selanik mebusu oidu. aynı zamanda Sultan Abdülha-mid'e tahttan indirildiğini bildiren heyette üye olarak bulundu (Yazar).
[54] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/155-168.