118- GERİLEME DEVRİ2

1-Iii. Mustafa. 3

2-1. Abdülhamit4

3- Iıı. Selim.. 5

4- Iv. Mustafa. 6

5- Iı. Sultan Mahmut7

Arap Yarımadasındaki Savaşlar7

Yunan Ayaklanması9

Savaşın Yeniden Nüksetmesi10

Osmanlı Rus Savaşi11

Yeniçeri Ocağının Kaldırılması11

Cezayir'in Fransızlar Tarafından İşgali11

Mehmet Ali Paşa'nın Suriye'ye Girmesi12

Kütahya Antlaşması12

Rusya İle İmzalanan, Hünkar İskelesi Antlaşması13

Savaşın Suriye'de Yeniden Patlak Vermesi13

6-Labdulmecid. 13

Hünkar İskelesi Antlaşmasının, İptal Edilmesi Gayretleri14

Lübnan Sorunu Ve Etnik Savaşlar15

Baltaliman İttifaknamesi15

Kırım Savaşı15

Suriye'deki Azınlıklar Arasında Patlak Veren Olaylar17

7- Sultan Abdülaziz. 17

8- Beşinci Murad. 18

İkinci Abdülhamid. 18

Bulgar Ayaklanması22

Sırp Ve Karadağ Ayaklanması22

Osmanlı Rus Savaşı23

Saînt İstephanos (Ayastefanos) Antlaşması24

Berlin Antlaşması24

Îç Hareketler26


118- GERİLEME DEVRİ

 

Aralarındaki ihtilaflara rağmen hıristiyan ülkelerinin Osmanlı devleti aleyhinde işbirliği yapmalarından, ona karşı birlikte sava­şıp topraklarını bölüşmek üzere aralarında anlaşmalarından ve Avrupa'da Rönesans'ın gerçekleşmesiyle Osmanlı devletinin bü­yük ölçüde gücünü kaybetmesinden sonra gerileme ve çöküş dev­ri başladı. Avrupalılar'ı Osmanlı devleti aleyhinde bu şekilde dav­ranmaya iten sebep haçlılık ruhu idi. Onların müslümanlar aley­hinde vardıkları bu ittifak Avrupa'daki kaynaklarda doğu sorunu yani Avrupa'nın doğusuna düşen ülkelerle ilgili sorunlar başlığı al­tında geçmektedir. Bu dönemin belirgin bazı özellikleri vardır ki en önemlileri şunlardır:

1-  Gizli hıristiyan işbirliği: Bu tavır haçlılık kini ile zaman za­man çok açık bir biçimde ortaya çıkmakla beraber gerek İslam topraklarını bölüşmek konusunda aralarında baş gösteren rekabet sebebi ile gerekse daha başka özel çıkarları sebebi ile onların bu tavrı gizli bir şekilde devam ediyordu. Eğer aralarında tamamen anlaşmış olsalardı ve bu çıkar kavgası daha sonraları açıkça ortaya çıkmasaydı, Avrupalıların kendi aralarında baş vurdukları bu iş­birliğinin gerçekleştiği daha ilk günlerde -Allah bilir ama- Osman­lı devleti ortadan kalkardı.

2-  Bu dönemin özelliklerinden biri de herşeye rağmen güçlü kişiliğe sahip bazı halifelerin iş başına gelmeleridir. Ne var ki dev­letin gücünü kaybetmiş olması, Avrupalılar'm Osmanlılar aleyhinde işbirliği içine girmiş olmaları ve içerdeki hıristiyan azınlıklar aracılığıyla düzeni bozmaya çalışmaları, keza Avrupalılar'in Os­manlılar'dan kopardıkları kapitülasyonlar, içerdeki çıkarcıların Av­rupalılar'a alet olmaları gibi birçok sebepler bu güçlü halifelerin büyük ölçüde faydalı olmalarını sekteliyordu.

3- Gerileme devrinin özelliklerinden biri de 1003 tarihinden itibaren unutulmaya yüz tutan saraydaki kardeş idamının tama­men terkedilmişidir. Bilindiği üzere III. Mehmed'in tahta oturun­ca ondokuz kardeşini boğdurarak onları babasının cenazesi ile birlikte aynı gün defnetmek suretiyle sarayda gerçekleştirdiği kat­liam Osmanlı hanedanı tarihinde yapılan en büyük ve en sonun­cu katliamdır. Allah'a şükür ki bu çirkin ananenin sonuncusu ol­du. Ancak III. Mehmed'den sonra H. 1012'de tahta oturan I. Ah-med hanedan üyelerini sarayda kafese kapatma geleneğini devam ettirdi. Kardeşi ve aynı zamanda veliahtı olan I. Mustafa'yı bütün donemi boyunca kafese kapattı. Bu sebeple de I. Mustafa H. 1026'da yönetimi devralınca devlet idaresi hakkında hiçbir bilgiye sahip değildi. Dolayısıyla da iki kez tahtından indirildi. Ondan sonra da sarayda kardeş öldürme geleneği yerine kardeşi devir­mek ve yönetimden uzaklaştırmak gibi bir gelenek başlamış oldu.

4- Askeri zihniyetin devlet idaresinde devam etmesi: Orduyu sevk ve idare eden komutan, savaşta başarısızlığa uğrayınca ya da zafer elde etmeyince hemen ona karşı bir ayaklanma başlıyor ve idamı isteniyordu. Çok kere de bu durumdaki komutanın sonu idamla bitiyordu. Sözde kendisinden sonra bu görevi devralan kimse için ibret olsun diye ve yeni komutan eğer geri çekilecek olursa böyle bir sonla karşılaşacağını daha önceden bilsin diye böyle yapılıyordu. Tabi ki bu, düşman karşısında dayanıp ölünce­ye kadar savaşmak, yenilgiye uğrayıp sonunda da idam olmaktan daha iyi bir seçenekti. Ne var ki bu zihniyette bir tutuculuk ve zu­lüm vardı. Çünkü komutan esasen uğraşmak, elinden geleni yap­mak ve savaş meydanında direnmeye çalışmak durumundadır. Ancak zafer Allah'ın elinde olan birşeydir. Onu istediğine nasip eder. Nitekim daha önceki asırlarda da müslümanlar zaman za­man düşmanları karşısında yenilgiye uğramışlardır. Ancak Osmanlılar döneminde içine girilen bu tutucu görüş yüzünden hiç­bir zaman eskilerin durumu akıllarına gelmemiştir. Hem sonra Osmanlılar devrinde yeniçeriler zaman zaman halifeye kafa tutu­yor, onu tahttan indirmek istiyorlardı. Bazen de onların bu isteği yerine getiriliyordu. Ya da sadrazamın idamını talep ediyorlardı. Sırf onların şerrim defetmek ve rızalarını almak için istedikleri ye­rine getiriliyordu.

5- II. Sultan Mahmud zamanında yeniçeri ocağı kaldırıldı. Böylece onların toplum üzerindeki baskılarına, sadrazamları öl­dürmek, devlet büyüklerinin hayatını ortadan kaldırmak ve halife­yi tahttan indirmek gibi tecavüzlerine son verildi. Yerlerine ise Ni-zam-ı Cedit ordusu kuruldu.

6- Osmanlı toplumunda kişilik açık şekilde bozuldu. İnsan ki­şiliği çöküntüye uğradı. Avrupa'yı körükörüne izlemek, Avrupa çizgisini her konuda adım adım takip etmek bu devirde övülen takdir gören ve başkasına karşı bir iftihar sebebi olarak benimse­nen alışkanlık haline geldi. Avrupa'dan, orduyu eğitmek üzere as­keri danışmanlar getirmek ve Avrupa'dan faydalanmak üzere he­yetler göndermek artık adetler haline geldi. Aynı zamanda bu dö­nemden kaldıran sebeplerden biri olarak Şövenist cereyanlar or­taya çıktı.

7-  Osmanlı devletinin son döneminde gerek îslami isimlerin arkasında gizlenerek topluma entegre olmuş gibi görünen dö­nemler, gerekse açık bir şekilde dinlerine bağlı olarak faaliyet gös­teren Yahudiler'in etkileri arttı. Bunlar hedeflerine ulaşabilmek ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için çaba harcıyor ve hiristiyanları da emellerine alet ediyorlardı. Dolayısıyla başta halife II. Abdülha-mit olmak üzere önlerindeki her engeli kaldırdılar. Ve nihayet hila­fet müessesesini yok ettiler.

8- Bu dönemdeki halifelerin hilafet süreleri nisbeten uzun sür­dü. H. 1171-1327 yılları arasında yani birbuçuk asırlık süre içinde dokuz halife iş başına geldi.

Sıra ile şunlardır: [1]

 

1-Iii. Mustafa

 

III. Mustafa, III. Ahmed'in oğludur. H. 1129 yılında dünyaya geldi. Ve amcazadesi III. Osman'dan sonra H. 1171 yılında hilafet makamına oturdu. Bu sırada kırk iki yaşındaydı. Devrin sadrazamı Mehmet Ragıp Paşa ona destek oldu. Ve ıslahatçılara da örnek ol­du. Fakat H. 1176'da da öldü.

Bu dönemde Osmanlı devleti henüz fitneleri yaygınlaşmamış bulunan Rusya'yı cezalandırmak istedi. Ancak Rusya'ya bağlı bu­lunan Kafkasya, bazı sınır noktalarında Osmanlı topraklarına te­cavüzlerde bulunuyordu. Bunu gerekçe gösteren Osmanlı devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etmek istedi. Devletin emri üzerine Kı­rım hanı Kerim Giray Rus topraklarına girerek bazı köyleri yakıp yıktı. Ve büyük sayıda Ruslar'dan esir alarak geri geldi. Yıl 1182.

Keza, Ruslar'm bazı yerlerde devam ettirdikleri kuşatmaları kaldırtmak üzere sadrazam bir sefer düzenledi. Fakat başarısızlığa uğradı. Sonuç olarakta idam edildi. Peşinden yerine geçen sadra­zam, bu harekâtı devam ettirmek istediyse de Dinester nehrini ge­çerken yenilgiye uğradı. Çünkü bu nehri geçmeye çalıştığı sırada büyük bir sel dalgası ile karşılaştı. Büyük sayıda askerleri ve araç­ları battı. Aynı zamanda sağ kıyıda bulunan birlikler nehri geçme­den geri çekildiler. Sol kıyıdaki birlikler ile Rus kuvvetleri tarafın­dan öldürüldüler. (Yıl 1183) Ondan sonra da Rusya Eflak ve Boğ-dan'ı işgal etti.

Ruslar Osmanlı topraklarında yaşayan Ortadoks hıristiyan Rumlar'ı devlete karşı kışkırtmaya başladılar. Aynı zamanda Mora yarımadasındaki Rumları da kışkırttılar. Bunlar da devlete karşı ayaklandılar. Bunun üzerine Ruslar bu isyancı Rumlar'a destek ol­mak için Avrupa'yı dolaşıp gelen bir donanma gönderdiler. Fakat bu donanma Osmanlı güçlerinin karşısında yenilgiye uğradı. Do­nanmadan kaçan bazı gemiler yemden bir manevra yaparak Os­manlı savaş gemilerini yaktılar. Hatta Rus amirali İstanbul'a sal­dırmayı bile düşündü. Fakat bunu başaramadı. Peşinden de Mo-ra'daki ayaklanma bastırıldı.

Ruslar sonra Trabzon'a saldırdılar. Fakat şehre girmeyi basaramadılar. Bununla beraber Kırım'ı işgal edip burayı Osmanlı top­raklarından koparabildiler. Ve Kırım Rusya'nın egemenliği altına girdi. Başına da Şahin Giray Rus çarı tarafından H. 1185'de han olarak tayin edildi. Ondan sonra Avusturya'nın arabuluculuğuyla bir takım barış görüşmeleri yapıldı. Fakat Rusya Kırım Tatarla-rı'nm bağımsızlığını, Rus gemilerinin Osmanlı denetimi altında bulunan gerek Karadeniz'de gerekse diğer denizlerde serbestçe dolaşmasını ve Osmanlı topraklarında yaşayan Ortodoks hıristi-yanlara ait hakların Rusya tarafından korunmasını istiyordu. An­cak bu isteklerle ilgili görüşmeler başarısızlıkla sonuçlandı. Ve ye­niden patlak veren savaşta üstünlüğü Osmanlılar kazandılar.

Ruslar Osmanlı vatandaşı olan Rumlar'ı ayaklandırmaya çalış­tıkları sıralarda Osmanlı devletinin menfaatçi ve siyasi mevki pe­şinde olan bazı devlet ileri gelenlerini de yoldan çıkarmaya gayret ediyorlardı. Nitekim Akdeniz'de dolaşan Rus donanmasının ko­mutanı elçiler vasıtası ile Osmanlılar'in Mısır valisi olan ve bağım­sız gibi davranan Alî Bey'le temas kurmayı başarmış. Ve Suriye üzerinde hakimiyet kurması için onu Osmanlılar'a karşı savaş aç­maya teşfik etmiş kendisine yardımcı olacağı konusunda vaatler­de bulunmuştu. Rusya bütün bunları Osmanlı devleti içinde anar­şi çıkarmak ondan sonra da devleti arkadan hançerleyip Rus cep­hesinde dize getirmek istiyordu. Nitekim Ali Bey Ruslar'm bu iste­ğine olumlu cevap verdi. Onlara alet oldu. Ya da onların bu kışkırt­ması Ali Bey'in içinden zaten geçmekte olan niyetini harekete ge­çirmiş oldu. Böylece ordusunu alarak Suriye'ye doğru sefere çıktı. Ve Gazze, Nablus, Kudüs, Yafa ve Dımaşk'ı işgal ettikten sonra bu kez de Anadolu'yu ele geçirmek için kuzeye doğru ilerlemeye baş­ladı. Ruslar'm niyeti de bu gaileden yararlanarak kuzeyden Os­manlı topraklarına girmekti.

Fakat tam bu sıralarda Ali'nin, yerinde bıraktığı naibi Muham-med Ebu Zeheb Kahire'de ayaklanmıştı. Bu sebeple Ali Bey tekrar Mısır'a dönmek ve Muhammed Ebu Zeheb'e karşı savaşmak zo­runda kaldı. Fakat Ebu Zeheb'e yenilerek vaktiyle bir vergi tahsil­darı iken, yol kesen eşkıyadan biri olan Dahir el-Ömer adında bi­rine sığındı. Bu adam, yağma ve soygunlarından faydalanmak için etrafına eşkiyadan oluşan bir güç toplamış, bu sayede görevli ol­duğu Safad kentinin idaresini ele geçirmişti. Hat buradan da hare­ket etmiş Akka vilayetine girerek buranın valiliğini teslim almıştı. Rusya ile giriştiği savaşın gaileleriyle meşgul olan Osmanlı sultanı da bu adamın valiliğini onaylamak zorunda kalmıştı.

Ali Bey Dahir el-Ömer'e sığınınca Osmanlılar'a karşı savaş­mak üzere ikisi aralarında anlaştılar. Rusya'da onlara harekattan önce yardımda bulundu. Ve emellerine hizmet etti. Böylece birlik­te Sayda'yı işgal etmek üzere harekete geçtiler. Şehrin dışında Os­manlı güçleriyle karşılaşarak onlara karşı üstünlük elde ettiler. Bu sırada Rus donanması da Akdeniz'de bulunuyordu. Ve onların gi­dişatına göre hareket ediyor, bir yandan onlara destek verirken di­ğer yandan da Osmanlı kuvvetlerim ve sahil kentlerini vuruyordu. Nitekim Rus donanması bu sıralarda Beyrut'u topa tutmuş ve şeh­rin bir bölümünü harabeye çevirmişti.

Ali Bey ile Dahir el-Ömer gerçekleştirdikleri bu başarıdan sonra Ali Bey ayrılarak kendisine karşı ayaklanmış bulunan Mu-hammed Ebu Zeheb'den kurtulmak için Mısır'a döndü. Müttefiki Dahir el-Ömer'le birlikte Anadolu üzerine hareket etmeden önce yerini sağlamlaştırmak istiyordu. Bu amaçla Ali Bey Mısır'a doğru hareket etti. Dört yüz nefer kadar Rus askeri de onunla beraber bulunuyordu. Bu hadisenin cereyan ettiği tarih ise H. 1187 yılıdır. Nihayet Ali Bey'le Muhammed Ebu Zeheb karşılaştılar. Cereyan eden çarpışmada Muhammed Ebu Zeheb üstünlük kazandı. Ali Bey ise yanında bulunan yüksek rütbeli dört yüz Rus subayı ile birlikte Muhammed Ebu Zeheb tarafından esir alındılar. Ali Bey'le beraber bulunanların tümü öldürüldüler. Ali Bey ise aldığı yaranın etkisiyle öldü [2] Onun ve Rus subaylarının başları kesilerek Mı­sır'ın Osmanlı valisi Halil Paşa'ya gönderildi. Halil Paşa'da bu kel­leleri İstanbul'a yolladı. Halife III. Mustafa I. 1187 tarihinde öldü. Yerine ise kardeşi I. Abdülhamit hilafet makamına geçti. [3]

 

2-1. Abdülhamit

 

I. Abdülhamit 1137 yılında doğdu. Ve kardeşi III. Mustafa'nın iktidarı boyunca kafes tabir edilen saraydaki hapishanede bulun­du. Biraderinin 1187'de ölümü üzerine idareyi üstlendi. Bu sıralar­da Rusya Osmanlı devletinden öc almak için hazırlık yapıyordu. Bu amaçla Karadeniz sahili üzerinde bulunan Bulgar kenti Var­na'ya büyük bir askeri güç şevketti. Burada Osmanhlar'ı bozguna uğrattı. Ve sadrazamın bizzat kendisi tarafından Varna'nın batısın­da sevk ve idare edilen Osmanlı ordusunun kamplarına kadar on­ları takip etti. Bunun üzerine sadrazam barış talebinde bulundu. Böylece H. 1187'de Bulgaristan'ın Kaynarca şehrinde iki taraf ara­sında barış akdedildi.

Buna göre Osmanlı devleti Kırım Tatarlarının, Besarabya'mn ve Kuban'm bağımsızlığını tanımış oluyordu. Ancak Osmanlı dev­leti bu bölgeler için dini mercii olarak mevkiini koruyordu. Keza, Rus gemilerine, gerek Karadeniz'de gerekse Akdeniz'de serbestçe dolaşma hakkı tanınıyordu. Osmanlı devleti hıristiyanlıkta geçerli olan miladi yılın her başlangıcından itibaren üç taksitte ödenmek üzere savaş tazminatı olarak Rusya'ya on beş bin kese altın ödeye­cekti. Osmanlı vatandaşı Ortadoks hıristiyanların haklarının ko­runması yetkisi ise Rusya'ya veriliyordu. Aynı zamanda İstan­bul'da bir Rus kilisesi inşa edilmesine izin veriliyordu.

İşte bu suretle Rusya bütün umduklarına kavuşmak oldu. Bundan sonra artık Osmanlılar'a karşı sürekli olarak savaşmaktan başka Rusya'nın bir işi kalmamıştı. Nitekim yapılan antlaşmaya rağmen Rusya, Osmanlı topraklarının bazı kısımlarım ülkesine katmak için devamlı surette hazırlıklar yaptı. Bu arada Kırım'da karışıklıklar çıkartarak halkın, başlarındaki Devlet Giray Hanı de­virmelerine sebep oldu. Halbuki Devlet Giray Han, Kaynarca ant­laşmasına göre seçilmiş bir devlet başkanıydı. Devlet Giray Han, devrilince yerine Rusya tarafından desteklenen Şahin Giray seçil­di. Halk siyasi anlaşmazlıklar içine girerek iki kısma ayrıldılar. Kı­rım'da fitnenin ateşi neredeyse her tarafı sarıyordu. Bunu fırsat bi­len Rusya atak davranarak Kırım topraklarını işgal etti. Bunun üzerine Osmanlı devletinde halk ayağa kalktı. Ve eğer Fransa'nın yatıştırma çabaları olmasaydı, Osmanlı devleti neredeyse Rus­ya'ya karşı savaşa giriyordu. Ancak Fransa, Ruslar'in sahip olduk­ları güç ve imkanı Osmanlılar'm gözünde büyütünce susmayı ve başa geleni kabul etmeyi tercih ettiler. Özellikle Fransa, Rusya ile Avusturya'nın aralarında anlaşmış bulunduklarını ve Osmanlı devleti üzerine birlikte hareket edebileceklerini, Rusya'nın Eflak, Boğdan ve Besarabya'yı ele geçirerek kendisiyle Osmanlı devleti arasında tampon bir alan teşkil etmek üzere burada bağımsız or-tadoks bir devlet kurdurmak istediğini haber vermişti. Aynı za­manda Avusturya Sırbistan'ı, Bosna'yı, Hersek'i ve Dalmaçya kı­yılarını işgal edecek, Venedik'te, Yunanistan'ı, Mora'yı, Girit'i ve Kıbrıs'ı alacaktı. Sonra bütün bu müttefikler birleşip İstanbul'u iş­gal ettikleri takdirde yeniden Bizans devletini ihya edecek kura­caklardı.

Rusya'nın esas maksadı yeniden savaşı alevlendirip bu sayede daha başka menfaatler elde etmekti. Onun için her bahaneye baş vurarak Osmanlılar'la sürtüşüyordu. Onları tahrik ediyordu. Nite­kim Sivastopol limanını tahkim etti. Karadeniz'de dolaşan çok sa­yıda savaş gemisi inşa etti. Gürcistan'ı koruması altına aldı. Eflak, Boğdan ve Yunan memleketlerinde casusları çoğalmaya başladı. Rusya Osmanlı devletini tahrik edip onu savaşa itmek için bütün bu yollara başvuruyordu. Ondan sonra Rus imparatoriçesi Kathe-rina Kırım'ı ziyaret etti. Ve burada çok sıcak bir ilgiyle karşılandı. Kahterina'yı memnun etmek için zafer taklan üzerinde "Yolumuz Bizans'a" [4] diye sloganlar yazılmıştı. Osmanlı devleti Rusya'nın bu tavırlarla savaş istediğini anladı. Ancak Rusya'dan önce savaşı eğer kendisi başlatacak olursa buna bir gerekçe gösteremiyeceğini anladı. Bu sebeple de Rus elçisinden hükümetine Osmanlı devle­tinin şu isteklerde bulunduğunu bildirmesini istedi.

1- Osmanlı devletine karşı başkaldırıp Rusya'ya sığınmış bulu­nan Eflak Voyvodasını teslim etmek.

2-  Osmanlı devletinin egemenliği altında bulunan Gürcis­tan'ın korunmasını üstlenmekten vazgeçmek.

3- Bulundukları yerlerde yerli halkı Osmanlı yönetimine karşı kışkırtan konsolosları azledip Osmanlı devletinin Karadeniz li­manlarında bulundurmak istediği konsolosları kabul etmek.

4-Dolaşan Rus gemilerinin silah taşıyor olabilecekleri endişe­siyle bu gemilerin Osmanlılar tarafından aranabilmesi hakkını ta­nımak.

Rusya bütün bu şartları reddetti. Bu sebeple de H. 1200 yılın­da Osmanlı devleti Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Rusya'nın silahlı kuvvetler komutanı, savaşa girmek için henüz hazırlıklı olmadık­larını imparatoriçeye bildirerek Rus kuvvetlerinin Kırım'dan çekil­mesine izin vermesi talebinde bulundu. Fakat imparatoriçe bu ta­lebi reddederek komutana ilerlemesini emretti. O da bu emri yeri­ne getirerek H. 1203 yılında Özi limanını işgal etti.

Aynı zamanda Avusturya da Rusya'nın yanında yerini alarak Osmanlı devletine karşı savaş ilan etti. Avusturya imparatoriçesi Maria Tereza'nm oğlu II. Josef de bu maksatla harekâta başlayarak Belgrad'ı işgal etmeye çalıştı. Ancak başarısızlığa uğradı. Ve kendi­sini kovalayan Osmanlı güçlerinin karşısında perişan oldu.

Osmanlı halifesi I. Abdülhamit döneminde Suriye'de olup bi­tenlere gelince halife, Mısır valisi Muhammed Ebu Zeheb'e isyan­cı Dahir el-Ömer'i kovalamasını emretmişti. Bunun üzerine vali Ebu Zeheb onu Alcka'da sıkıştırarak kuşatma altına aldı. İsyancı el-Ömer buradan da kaçarak Safad dağlarına sığındı. Ondan sonra 1188 yılında öldürüldü. Ve devlet ondan kurtuldu.

I. Abdülhamit 1203 yılında öldü. Yerine ise kardeşinin oğlu geçti. O da III. Mustafa'nın oğlu III. Selim'dir. [5]

 

3- Iıı. Selim

 

III. Selim halife III. Mustafa'nın oğlu ve gerileme devrinin ha­lifelerinin birincisidir. III. Selim 1175 yılında dünyaya geldi. Ve amcası I. Abdülhamit'in ölümü üzerine H. 1203'te yönetimi dev­raldı. Bu sıralarda bir takım savaşlar cereyan ediyordu. Onun için hep savaşlarla meşgul oldu. Ne var ki ordu zayıf düşmüştü. Düş­man cephesinde ise Rusya ve Avusturya orduları birleşmişlerdi. Bu yüzden Rusya Eflak Boğdan ve Besarabya bölgelerini istila et­meyi başardı. Keza Avusturya Sırbistan'ı işgal ederek Belgrat'a girdi.

Fakat Rusya ve Avusturya arasındaki işbirliği fazla sürmedi. Çünkü Avusturya imparatoru II. Leopold bu sırada Fransa'da meydana gelen devrimin karışıklıklarıyla meşguldü. Nitekim ihti­lalin sonucu olarak Fransa kralı XVI. Lui öldürülmüştü. Bu yüzden Avusturya imparatoru da Fransa'da meydana gelen bu olayların ülkesine de sıçramasından korkuyordu. Dolayısıyla Osmanlılar'la barışma istidadmdaydı. Nitekim Osmanlılar'la Avusturya arasında barış yapıldı. Ve bu barışın neticesi olarak Sırbistan ve Belgrat tek­rar Osmanlı devletine iade edildi. Hiç şüphe yok ki bu da Osman-lılar'm lehinde bir gelişmeydi. Yıl 1205.

Rusya'ya gelince savaşa devam etti. Ve bazı kentleri ele geçire­rek buralarda dille ifade edilemiyecek cinayetler işledi. Ondan sonra İngiltere, Pollanda ve Prusya iki taraf arasında barış yapıl­ması için arabuluculuk yapmaya başladılar. Bu savaşın, bir takım menfaatlerini baltalayacağından korkuyorlardı. Nitekim bu giri­şimler sayesinde H. 1206'da iki taraf arasında bir antlaşma yapıldı. Bu antlaşmaya göre Rusya Kırım'ı kesin surette egemenliği altına aldı. Besarabya bölgesini, Çerkez topraklarının bir kısmını ve aynı zamanda Bağ nehri ile Dinester nehri arasındaki bölgeyi de ilhak etti. Dinester nehri iki devlet arasında sınır olarak kaldı. Keza, Os­manlı devleti Rusya lehinde Uzi kentinden vazgeçti.

Savaşın tüm cephelerde yatışmasından sonra halife, içerde bir takım ıslahat hareketlerine girişti. Önce her fitnenin kaynağı hali­ne gelmiş bulunan yeniçeri ordusundan kurtulmak için Nizami orduya bir çeki düzen vermek istedi. Bu yönde Osmanlı devletini çok geride bırakmış bulunan Avrupa'yı örnek aldı. Bu dönemde Avmpa'daki, özellikle Fransa'daki gemilerin şekil ve tertibatı esas alınarak, gemiler inşa edildi. İsveç'ten getirilen uzmanlar deneti­minde toplar döküldü. Fen ve askerlik konularında yazılmış Avru­pa kaynakları Türkçe'ye tercüme edildi.

H. 1213 yılında Napolyon Bonapart Mısır'a girerek buradaki Memluklar'a karşı üstünlük kazandı. Bunun üzerine Osmanlı dev­leti Fransızlar'ı Mısır'dan çıkarmak için savaş hazırlıklarına girişti. Rusya ve Avusturya bu sırada Fransız ihtilalinin sebep olduğu ge­lişmelerle meşgul idiler. Bu gelişmelerin sebep olabileceği sonuç­lardan endişe ediyorlardı. Bu sırada ingiltere, Hindistan'daki çıkar­larına zarar gelebileceği korkusuyla Osmanlı Devleti'ne yardım teklifinde bulundu. O da kabul etti. Keza Fransızlar'a karşı girişe­ceği savaşta Osmanlı Devleti'ne, Rusya'da yardım teklifinde bu­lundu. Osmanlı Devleti bu teklifi kabul etti. Bunun üzerine Rus sa­vaş gemileri Karadeniz'den Akdeniz'e geçtiler. Napolyon da, Os-manlılar'ı, henüz savaş hazırlıklarını tamamlamadan vurmaya ni­yetlendi. Ve Suriye'yi işgal etmeye karar verdi. Nitekim bu işe te­şebbüs de etti. Ancak Akka'ya saldırınca, şehri güçlü bir şekilde tahkim edilmiş olması vali Ahmet el-Cezzâr'ın direniş göstermesi ve İngiliz donanmasının deniz yönünden destek vermesi sayesin­de Napolyon başarısızlığa uğradı. Bununla beraber Nasır'a yakın­larındaki Tabur dağında Osmanlı kuvvetlerine karşı üstünlük elde etti. Ondan sonra da Akka'dan çekilerek Mısır'a döndü ve Fransa- ya kaçtı. Mısır'da yerine bıraktığı sorumlu Kaliber H. 1215'te Sü­leyman el-Halebî tarafından öldürüldü ardından da Fransızlar'a karşı bir ayaklanma başladı. İlk olaylar, Mısır'ın ünlü el-Ezher Üni-versitesi'nde patlak verdi. Ardından Osmanlılar, İngiliz kuvvetleri­nin eşliğinde Mısır'a çıkarma düzenleyerek, Kahire'ye ulaştılar. Bunun üzerine H. 1216 yılında Ariş'te yapılan antlaşma gereği ni­hayet Fransızlar Mısır'dan çekilmek zorunda kaldılar.

Sonra Napolyon Bonapart, Osmanlı Devleti'yle Fransa arasın­da, yeniden iyi ilişkilerin kurulması için ikili görüşmelere başladı. Bu da, Fransızlar'm Mısır'ı terketmelerine ve Osmanlılar'm eski­den Fransızlar'a ödedikleri kapitülasyonları te'yid etmelerine kar­şın H. 1216 yılında sağlandı. Keza H. 1217'de İngiltere ile Fransa Emyan Antlaşmasıyla ittifaka vardılar. Bu antlaşma gereği, İngi­lizler Mısır'dan çekildi, Rusya örnek alınarak, Fransa'ya da Kara­deniz'de gemilerini bulundurma hakkı doğdu. Yunanistan'da ise, Rusya ile antlaşmaya varılarak Osmanlı Devleti'nin himayesi al­tında bir cumhuriyet kuruldu. Aynı zamanda Fransa'ya Osmanlı topraklarında üzerine el konmuş mülkleri iade edildi, imtiyazları yenilendi.

Osmanlı Devleti'nde bu dönemde Nizam-ı Cedit ordusu ku­rulmaya başlandı. Fakat Yeniçeriler bu orduyu kaldırtmak istedi-ler. Halife III. Selim aynı zamanda deniz topçusunu da yeniçeri­lerden ayırmak istedi.

Osmanlı Devleti'yle Fransa arasındaki ilişkilerin düzeldiğine işaret etmiştik. Napolyon bu hususu te'yid etmek için daha sonra padişaha bir elçi de gönderdi. III. Selim Eflak ve Boğdan Voyvoda­larını görevlerinden aldı. Çünkü ikisi de Rusya tarafından destek­leniyorlardı. Bu karar üzerine Rusya şiddetli bir tepki gösterdi ve açıkça ilan etmeden Osmanlı Devleti'ne karşı hemen savaşa giriş­ti. İngiltere de Rusya'yı destekleyerek, savaş gemilerini Çanakkale Boğazı'na gönderdi. Halife'ye baskı yaparak Osmanlı Devleti'yle İngiltere arasında bir pakt yapılmasına onay vermesini, Osmanlı Donanmasıyla Çanakkale Boğazı üzerindeki kaleleri İngiliz güçle­rine teslim etmesini, Rusya lehinde Eflak ve Boğdan'dan vazgeç­mesini ve Fransa'ya karşı savaş ilan etmesini istedi. Ancak Osmanlı Devleti İngiltere'nin bu isteklerini reddetti. Bunun üzerine İngi­liz gemileri (Boğaz muhafızlarının bayram namazında bulunma­larından istifade ederek} Marmara'ya girdiler ve İstanbul açıkla­rında demir atarak şehri tehdit etmeye başladılar. Halk korkuya kapıldı. III. Selim İngiltere'nin isteklerini kabul etmeye eğilim gös­terdi. Fakat -İngilizler'in baskısıyla- İstanbul'dan çıkarılmak üzere kendisine bildirim yapılan Fransa elçisi, Halife'nin huzuruna çıka­rak, Fransa'nın, Osmanlı Devleti'ni destekleyeceği ve Fransız Do­nanmasını yardıma çağırabileceği teklifini iletti. Keza İngiltere le­hinde bir şeyden vazgeçmemesi, aksine bunun tehlikeli olacağı yolunda uyarıda bulundu.

Halife III. Selim de Fransız elçisinin bu teklif ve uyarılarını ka­bul ederek İstanbul'un ve boğazın korunması için hazırlıklara gi­rişti. Fransızlar da bu tahkimat çalışmalarına yardımcı oldular. İn­giliz deniz güçleri ise bu durum karşısında Marmara'da kuşatıl­maktan korkarak Çanakkale boğazından çıkıp gitmeye mecbur ol­dular. Fakat İngiliz amirali uğradığı bu başarısızlığın lekesini biraz silebilmek için, Frizer komutasında İskenderiye üzerine bir güç şevketti. Bu kuvvet 1222 yılında İskenderiye'yi işgal etti. Ayrıca Re-şid noktasına da bir fırka yolladı. Fakat bu birlik bozguna uğradı. Bunu birkaç ay sonra tekrarladıysa da bir önceki akibete uğradı. Sonra Mısır'ı savunmak üzere Mehmet Ali ortaya çıktı. Bunun üzerine İngilizler altı ay sonra Mısır'ı terketmek zorunda kaldılar. Mehmet Ali de Fransizlar'ı Mısır'dan çıkarmak için gelen askerler­le birlikte bulundu ve gerek Memlükler'le gerek burayı temsil eden ileri gelenlerle, gerek Osmanlılar'la ve gerekse halkla yaptığı te-maslardaki kurnazlığı ve siyasi manevraları sayesinde nihayet 10. Rabiussani 1220 yılında Mısır valiliğini elde etti.

İngiltere, Osmanlılar nezdinde Kavalah Mehmet Ali Paşa'nın görevden alınması ya da başka yere nakledilmesi için girişimlerde bulununca da bu kez alimler ve Mısır'ın ileri gelenleri ona yapıştı­lar. Bu yüzden devlet, 1221 yılında Onu yine makamında bırakma­yı uygun buldu {ya da böyle yapmak zorunda kaldı) Mehmet Ali Paşa 1226 yılında da Mısır uleması arasında ihtilaf çıkartıp onları birbirine kırdırarak, sebep olduğu meşhur kale olayı sayesinde Memluklar'dan kurtuldu. Ortam tamamen onun lehinde hazır ha­le geldi. Böylece Mısır'da tek ve rakipsiz bir lider oldu.

İstanbul'da ise nizami olmayan askerler ayaklandılar. Yeniçe­riler de onları destekledi. Hep birlikte isyan çıkararak Nizam-ı Ce­dit taraftarlarını öldürdüler. Onların baskısı karşısında Halife, Ni­zam-ı Cedit ordusunu lağvetmek zorunda kaldı. Ne var ki isyancı­lar bununla yetinmediler, Halife'nin de hal edilmesini (Hilafet ma­kamından indirilmesini) kararlaştırdılar. Dolayısıyla 21. Rabiussa-ni, 1222 günü Halife III. Selim tahttan indirildi ve yaklaşık 1 yıl, bir ay kadar da hapiste kaldı. Sonra öldü. [6]

 

4- Iv. Mustafa

 

Dördüncü Mustafa I. Abdülhamid'in oğludur. H. 1193 tarihin­de dünyaya geldi. Amcazadesi III. Selim'in tahttan indirilmesi üzerine yönetimi devraldı ve ihtilalcilerin elinde onların istediği şekilde hareket eder oldu. Nitekim isyancıbaşı kabakçı oğlunu "turnacıbaşhk payesi" ile boğaz kaleleri muhafızlığına tayin etti. Nizam-ı Cedit ordusunun düşmanları üstünlük elde ettiler ve yö­netime hakim oldular. Hatta yeniçeriler bu sırada Rusya ile savaş­makta olan ordunun başındaki sadrazamı Öldürmek bile istediler. Rusya bu esnada Napolyon'a karşı savaşıyordu. Ordusu bozguna uğramıştı. Nihayet Fransa ile Rusya arasında barış akdedildi. Bu kez Fransa, birbirleriyle savaşmakta olan Osmanlı Devleti'yle Rus­ya arasına girerek savaşa son vermeleri için arabuluculuk yapma­ya çalıştı. Teklif şöyleydi:

Rusya, Eflak ve Boğdan'dan vazgeçecek. Buralara Osmanlı or­duları da girmeyecektir. Osmanlı Devleti bu teklifi reddedecek olursa Fransa ile Rusya sözbirliği edecek bununla beraber Avusturya'yı da yanlarına alarak, Avrupa'da Osmanlı Devleti'ne bağlı vilayetleri ondan koparıp kendi aralarında paylaşacaklardı. Her iki taraf da Napolyon'un tekliflerini kabul ettiler. Ne var ki Rusya, Ef­lak ve Boğdan'dan vazgeçmedi. Bununla birlikte Rusya ile Osman­lı Devleti arasında, iki yıl kadar savaşlar durdu.

Devletin bu dönemdeki iç durumuna gelince III. Selim'i devi­ren Kabakçı Mustafa ayaklanmasının elebaşıları aralarında anlaş­mazlığa girmişlerdi. Bu sırada Kabakçıoğlu öldürüldü. Hareketin basma geçenler bu kez de III. Selim'in yeniden tahta geçirilmesi­ni diretmeye başladılar. Fakat III. Selim, bu sırada hayatta değildi. Halife IV. Mustafa bu ayaklanmanın elebaşısını öldürüp III. Se­lim'in de ölmüş bulunduğunu ilan edince bu sefer onu tahttan in­dirip saray mahbesine koydular ve yerine II. Mahmud'u H. 1223'te tahta oturttular.[7]

 

5- Iı. Sultan Mahmut

 

İkinci Sultan Mahmut H. 1199 yılında doğdu. 24 yaşındayken hilafet makamını teslim aldı ve Alemdar Mustafa Paşa'yı sadra­zamlık makamına getirdi. Ondan yeniçeri ordusunu ıslah etmeyi istedi. Ancak yeniçeriler tepki gösterdiler. Araya anlaşmazlık girdi. Yeniçeriler devrik IV. Mustafa'yı yemden tahta oturtmak isteyince öldürüldü [8] ve sadrazamın, köşkünde kuşatılmış ve ateşe verilmiş olduğu bir sırada IV. Mustafa'nın cesedi ortaya çıkarılarak isyancı­lara gösterildi. Bu sefer de Alemdar Mustafa Paşa'nın yandaşları ile yeniçeriler birbirlerine girdiler.

Alemdar'm taraftarları yeniçerilere üstün gelip Halifenin de emriyle neredeyse onları tamamen ortadan kaldırmak üzere bulu­nuyorlardı. Ne var ki yeniçeriler bu sırada şehri ateşe verdiler. Bu yüzden Halife II. Mahmut onlara mühlet tanıdı, yeniden fırsat vermek zorunda kaldı ve isteklerini kabul etti.

II. Sultan Mahmut, H. 1224 yılında İngiltere'yle bir barış ant­laşması yaptı, Rusya ile de böyle bir barış akdemek istedi ancak anlaşma sağlanamadı. Peşinden savaş alevlendi ve sadrazam Yu­suf Ziya Paşa komutasındaki Osmanlı kuvvetleri bozguna uğradı. Ruslar bazı yerleri ellerine geçirdiler. Sadrazam da görevden alın­dı. Yerine ise Ruslar'a karşı üstünlük kazanan Ahmet Paşa, sadra­zam tayin edildi. Ahmet Paşa, Ruslar'ı işgal etmiş oldukları toprak­lardan kovdu. Ancak gelip tekrar buraları ele geçirdiler. Bu sırada Fransa ile Rusya arasındaki ilişkiler kötüleşti. Neredeyse araların­da savaş patlak vermek üzereydi ki Rusya bu sırada Osmanlı Dev-leti'yle barış yapmak istedi. Bunun üzerine taraflar arasında Bük­reş Antlaşması yapıldı. Bu antlaşma, Eflak, Boğdan ve Sırbistan'ın Osmanlı Devleti'nin elinde, Besarabya'mn da Rusya egemenliğin­de kalmasını öngörüyordu. Bu da Rusya'nın, Osmanlı cephesin­den ordularını çekerek, kendisine karşı savaş ilan etmiş bulunan Napolyon'a direnmek üzere kullanmasına imkan verdi. Rusya üs­tünlük kazanınca bu alay, Osmanlı Devleti'nin Napolyon'a ihanet ettiği şekilde değerlendirildi.

Öte yandan Sırplar, Bükreş Antlaşması'yla tekrar Osmanlı Devleti'nin egemenliği altına iade edildiklerini öğrenince ayaklan­dılar. Fakat Osmanlı kuvvetleri onları kuvvet kullanarak dize getir­diler. Ayaklanmanın elebaşıları Avusturya'ya kaçtılar. Fakat onlar­dan Teodor Fetiç adında biri, Osmanlilar'a taraftarmış gibi görü­nerek arkadan ise onların aleyhinde hep çalışıp durdu. Halk, bu adam tarafından kendilerine aşılanan isyan ruhuyla iyice şartla­nınca H. 1230 yılında Osmanlı Devleti'ne baş kaldırdı. İki yıl kadar, aralarında savaşlar cereyan ettikten sonra, Sırbistan'ın iç işlerine Osmanlılar'm müdahale etmesine boyun eğdi. Aynı zamanda bu bölgede bulunan kale ve hisarları kontrolleri altında bulunduran Osmanlı valisinin vazifesi devam edecekti, Yıl. 1232. Vaktiyle Rusya'ya kaçmış, sonra gizlice dönmüş bulunan Kara Yorgi de bu sıralarda öldürülerek başı İstanbul'a gönderildi. Bu, Sırbistan'ın Osmanlı Devleti'ne bağlı olduğunu anlatan bir işaret­ti. Halbuki Kara Yorgi bir zamanlar Sırbistan'ın efendisiydi ve Taç­lı bir kral gibi hareket ediyor, buradaki Osmanlı valisine hiç danış­mıyordu. [9]

 

Arap Yarımadasındaki Savaşlar

 

Osmanlı Devleti'nin, içine düştüğü geriliğin ve buna karşın Avrupa'da başlayan Rönesans hareketlerinin, keza Osmanlı Devle­ti'nin hemen her köşesinde baş gösteren bozgunların ve hatta İs­lam kentlerinde gözlenen manevi çöküntülerin bir sonucu olarak İslam topraklarında iki değişik hareketin doğmasını artık zorun­luydu ve öyle de oldu. Bu iki hareketten biri, mevcut çöküntünün içinden silkinip güçlenebilmenin, ancak her yönüyle Avrupa'yı ör­nek almakla ve adım adım Avrupa çizgisinde yürümekle ancak mümkün olabileceğine inanıyordu. Nitekim bu görüşte olanlar­dan biri, Mısır'ın idaresini ele geçirmeyi ve buraya vali olmayı ba­şardı. Ondan sonra da Avrupa'yı izlemeye ya da inandığı gibi hare­ket etmeye çalıştı. [10]

Nitekim Avrupa ülkelerine, özellikle Fransa'ya heyetler yollu­yor ve genelde tüm Avrupa, Mısır'daki bu hareketi destekleyip ce­saretlendiriyordu. Çünkü bu yönelişte kendi düşünce sisteminin, dışa yayılmasını, aynı zamanda müslümanlarm güç kaynağı ola­rak gördüğü, varlık ve şereflerinin, temel sebebi olarak mütalaa et­tiği İslam'dan kopmaları için bunu bir faktör gibi değerlendiriyor­du. Çünkü Avrupa, müslümanları eğer bu suretle değerlerinden koparabilirse, en büyük bir ganimet elde etmiş olacaktı ve çünkü hiçbir şey kaybetmeden bu suretle müslümanları zayıf düşürebi­lecekti. Müslümanlar Avrupa'nın zevk düşünce ve kültürünü aşı­landıktan sonra zaman içinde kendiliklerinden batmm potasında erimiş olacaklardı. Zira her şeyden önce batı dillerini öğrenecek bununla birlikte kendi dillerini ihmal ederek dinlerinden bu suret­le uzaklaşmak durumuna düşeceklerdi. Çünkü müslümanlarm en büyük güç kaynağı, birlik ve beraberliklerinin temel sebebi Kur'an-ı Kerim'dir. Onun da dili Arapça'dır. Müslümanlar batı dil­lerine önem verip bu dili ihmal edince dinlerinden daha çok uzak­laşmış olacaklardı.

İşte bu sebepten dolayı bütün Avrupa Kavalalı Mehmet Ali Paşa'dan memnundu ve yayınlarında hep onu Övüp duruyorlardı. Avrupa'dan işte bunları ya da onların düşünce sisteminin bir kıs­mını aldık.

Yukarıda bahsedilen bu iki görüşten diğerini benimseyenler ise, İslam ülkelerindeki mevcut geri kalmışlığı, İslam'ı tam anla­mıyla bilmemeye bağlıyorlardı. Bizi her zaman öğrenmeye teşvik eden, düşünmeye davet eden, hurafelerden uzaklaştırmaya çalı­şan, şüphelerden kurtaran, bütün imkanlarımızla ve bütün gücü­müzle düşmanlara karşı hazırlık içinde bulunmamızı öğütleyen ve zulmü bize yasaklayan dinimizi tam manasıyla bilmemekten, ger­çeklerini kavrayamamaktan dolayı geri kalmış olduğumuza inanı­yorlardı^ Aynı zamanda bu görüşün savunucuları, memleketleri­mizde mevcut oldu, halkın adet haline getirmiş bulunduğu, bazan da din adına işledikleri birçok şeyin esasen İslam'da yasak ve red­dedilmiş olmasıydı. Bu kanaatta olan bazı İslam alimleri müslü-manların içine düşmüş bulundukları bu durumu eleştiriyorlardı.

Bunlardan biri de Arap topraklarının orta bölgesi Necid'de ye­tişmiş bulunan Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'dır. Onun yaşa­dığı dönemde bir çok hurafeler ve batıl inanışlar yayılmış, dinden olmayan şeyler dine mal edilmişti. Aslında Şeyh Muhammed Bin Abdülvahhab yeni bir şey getirmiyor, sadece doğru olan gerçek İs­lam'ın uygulanması için çağrıda bulunuyordu. İslam inancına doğru olan şekliyle uymaya davet ediyordu. Ne var ki hurafeleri adet haline getiren ve bid'atlerle amel eden bazı kimseler yapmak­ta oldukları bu şeyleri dinin sözünden sayıyor ve bu sebeple de Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm dine yeni şeyler mal etmeye çalıştığını sanıyorlardı. Dolayısıyla aleyhinde konuştular, bilme­den ve gerçeğe ters düşerek onun çağrısına karşı direndiler.

Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'a karşı girişilen bu direniş sadece bir tek yönden gelmiyor, bilakis her taraftan hücuma uğru­yordu. Bu direniş her şeyden önce cahil insanların önem verdikle­ri din adamları tarafından gösteriliyordu. Esasen bu kimseler, halk üzerinde sahip bulundukları nüfuz ve etkiye yapışıyor, dinden zannettikleri bid'at ve hurafeleri korumayı istiyorlardı. Ayrıca din adına adet haline getirmiş bulundukları batıl inanışlara aykırı ol­duğu için Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm İslam dinine yeni şeyler kattığı kanaatinde olan kimselerden de bu hücum ve dire­nişler geliyordu. İşte bu iki sınıf insan, Osmanlı Devleti'nin her ta­rafında yaygın durumda idiler, hatta islam dünyasının her yanın­da bu insanlar vardı ve toplumun çoğunluğunu oluşturuyorlardı.

Keza, otorite ve mevkilerini korumak isteyen yöneticilerden de bu hücum geliyordu. Dini kötüye kullanan din adamları da bunlara yaranmak için Şeyh Muhammed b. Abdülvahhab'm sözde kötülük­leri ve bozuk inanca sahip olduğu yolunda fetvalar veriyorlardı. Halbuki kendileri de yöneticiler gibi cahil idiler. Tabiatıyla bu hü­cum Avrupa hayranlarından ve körü körüne Avrupa'yı taklit etme arzusunda olanlardan da geliyordu ki bunları Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa temsil ediyordu. Mısır'ın tek otoritesi ve en büyük gücü oydu. Hiç şüphe yok ki Osmanlı Devleti'nin üzerinde, gittikçe etkisi ve baskısı artan, aynı zamanda Mısır valisi Mehmet Ali Paşa üzerinde de tesiri olan Avrupa, Arabistan'daki bu gelişmeye karşı çı­kıyor ve bunu kendi çıkarları açısından çok tehlikeli bulunuyordu. Çünkü Avrupa, bu hareketin temelinde, müslümanlara ruh üfleyen, cihad düşüncesinin İslam toplumunda yeniden ihyasını görüyor­du. Dolayısıyla eğer bu hareket genişleyecek ve yayılacak olursa, İs­lam Devleti'nin, bu sayede hayat bulmasıyla Avrupa, çıkarlarını kaybedecekti. Onun için ne pahasına olursa olsun bu hareket bas-tırılmalıydı. Nitekim Avrupa gizli bir şekilde bu amaca hizmet etti. Hareketin bastırılmaya çalışıldığı aşamada Osmanlı Devleti'yle çar­pıştığı cephelerde savaş halini durdurdu.

Devletin, içine düşmüş bulunduğu çöküntü ve eski kudretini kaybeden ordularının çeşitli cephelerde çarpışıyor olmaları (Ara­bistan gibi merkezden çok uzak) ve çöllerin ortasında bulunan yer­lere kadar kuvvet göndererek bu hareketi bastırmasına engel oluş­turuyordu. Devletin Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'nm elindeki kuv­vet ise henüz genç, diri eğitimli bulunuyordu. Aynı zamanda henüz herhangi bir savaşa da girmediği için yıpranmış da değildi. Onun için Osmanlı Devleti, Arap yarımadamasmda meydana gelen bu hareketin bastırılması görevini H. 1222'de M. Ali Paşa'ya verdi.'

Şeyh Muhammed Abdülvehhab'a gelince, muhitinin halkı onu davasında desteksiz bırakınca memleketi olan Uyayna'dan çı­karak Der'iye'ye hakim olan Muhammed İbni Suud'a gitti ve 1157 tarihinde işbirliği yapmak üzere anlaştılar. Etkinlikleri de gittikçe arttı. Ta ki Arap Yarımadasi'nın büyük kısmına hakim oldular. Devletleri de kuruldu. Devletin basma Muhammed b. Suud'tan sonra Abdülaziz geçti. Sonra Abdülaziz'in oğlu Büyük Suud geçti. Devletin en geniş sınırlara sahip olduğu dönem bu hükümdarın zamanına rastlar. Çünkü sınırlar Irak'ta Kerbela'ya, Suriye'de de Havran'a kadar genişlemiş ve Yemen hariç, hemen hemen Arap Yarımadası'nm tümü devletin topraklan içine girmişti.

Mehmet Ali Paşa, Suudi Devletine karşı savaşmak için Os­manlı Devleti'nden aldığı görevi kabul etti. Ancak Suudiler yarı­madanın kuzeyine hakim bulundukları ve ana güzergahının üze­rinde odaklaştıkları için kara yoluyla buraya intikal etmenin çok zor olacağını tahmin eden Mehmet Ali Paşa Deniz yolunu tercih etti. Bunun üzerine Bulak mevkiinde, bu iş için kendisine lazım olan sayıda gemi inşa ettirerek bunları develerle önce Süveyş'e naklettirdi. Askerlerini de, kanala ulaştırdığı bu gemilere bindire­rek buradan, Medine-i Münevvere'nin batısına düşen Yenbu Li­manına nakletti. Askerleri hareket etmeden önce Mısır'da Memluk gailesinden ve Memluktu rakiplerinden (hesaplaşarak) kurtuldu. Çünkü bu harekata giriştiği sırada arkadan vurulmaktan çekini­yordu. Onun için bir plan hazırlayarak oğlunun, Arabistan'a gide­cek olan ordunun başında sefere çıkması münasebetiyle H. 1226 yılında bir tören düzenleyerek kale içine davet ettiği Memluklar'ı burada tamamen yok etti.

Suudilerin üzerine yürüyen Tosun Paşa komutasındaki Mısır ordusu Medine-i Münevvere'ye girmeyi başardı. Tosun Paşa bu olayı babasına yazılı olarak bildirdi. Ancak sonra Taif'te kuşatıldı. Bunun üzerine bizzat M. Ali Paşa kendisi Mekke'ye gelerek, Şerif [11] Galib'i görevden aldı. Yerine ise Yahya b. Surur'u nasbetti ve bir takım başarılar gerçekleştirdi. Bu yüzden Suudî Devleti'nin bu bölgedeki etkinliği zedelendi. Hükümdar Suud el-Kebir de öldü. Yerine ise H. 1229'da oğlu Abdullah geçti.

Sonra Tosun Paşa bu kez Necid'e doğru sefere çıktı ve Ress ile Kasıym kentlerini ele geçirdi. Bunun üzerne Abdullah b. Suud, Os­manlı egemenliğini kabul etmek niyetiyle istediği barış görüşleri­ni Tosun Paşa'yla yapmak üzere temsilcisini gönderdi.

Tosun Paşa da, bir süre önce seferinden Mısır'a dönen babası­nın görüşünü alamadan bu teklifi kabul etti ve barış yapıldı. Ancak Babası, Mısır'dan haber yollayarak Abdullah b. Suud'un İstan­bul'a (kendini affettirmek için) gitmesi gerektiğini, bunun zorun­lu olduğunu, kabul etmeyecek olursa Suudi Devleti'nin merkezi olan Der'iye'ye kadar yürümesini emretti.

Tam bu sırada Tosun Paşa Mısır'da babasına karşı bir ayaklan­ma hareketinin cereyan etmekte olduğu haberini aldı. Bunun üze­rine ordusunu, komutanlarından birinin emrinde bırakarak H. 1230 yılında Kahire'ye döndü.

Durum Kahire'de böyleyken Mehmet Ali Paşa bu kez de en bü­yük oğlu İbrahim Paşa komutasında Arap yarımadasına yeni bir hamle daha şevketti, İbrahim Paşa ile beraber bazı Fransız danış­manlar da vardı. Nihayet Der'iyye'ye ulaştılar. Bunun üzerine Ab­dullah b. Suud 7 Zilkade 1233 günü barış talebinde bulundu.

Der'iyye teslim edildikten sonra barış akdedildi. Abdullah b. Suud'da Kahire yoluyla İstanbul'a gitmeyi kabul ederek 12 Muhar­rem 1234 tarihinde Kahire'ye ulaştı ve burada Mehmet Ali Paşa'yla görüştü iki gün sonra da İstanbul'a vardı ve kısa bir süre sonra bu­rada öldürüldü/ [12] Böylece sultan vermiş olduğu sözde durmadı.

İbrahim Paşa ise 21 Safer 1335 tarihinde Arap Yarımadasından döndü. [13]

 

Yunan Ayaklanması

 

Osmanhlar'm fethetmiş bulundukları ülkelerdeki milletler, Av­rupa'da (Rönesansla birlikte) meydana gelen ilerlemeden etkileni­yor, hayranlık duyuyorlardı. Bunlardan bazıları Avrupa'nın çizgisi­ni takip etmek istiyorlardı ki hiç şüphesiz bu Avrupa hayranlarının başında hıristiyanlar geliyordu. Üstelik aralarında müslümanlar bile vardı. Bunlar çocuklarını öğrenim için Avrupa'ya göndermeye başladılar. Osmanhlar'm en büyük yanlışlıklarından biri, bu ülke­leri fethettikten sonra yerlilerinden vergi almakla yetinip onları dinlerinde, dil ve adetlerinde serbest bırakmış olmaktır. Bunun anlamı ise (himaye altına alınmış bulunan) bu muhtelif hiristiyan mozayik ile Avrupa ülkeleri arasındaki temasın devamına göz yummaktı. Bu irtibatın sağlam kalmasını bile bile kabul etmekti.

Nitekim bu fırsattan istifade eden Yunanlılar işte bu aşamada Avusturya ve Rusya'da gizli cemiyetler kurdular. Osmanlılar'la olan temel ayrılıklar sebebiyle devletten kopmak için uğraştılar. Bu temel ayrılık ise Osmanlılar'la Yunanlılar arasındaki din ve inanç farkıydı. Kurdukları gizli cemiyetlerin en önemlileri ise, Avusturya'nın başkenti Viyana'da ve Rusya'nın Karadeniz kıyı­sında bulunan Odesa kentindeki kardeşlik dernekleriydi. Ode-sa'daki merkezleri daha sonra Ukrayna'nın başkenti Kier'e taşın­dı. Bu derneğin, gittikçe üyeleri çoğaldı ve Osmanlı Devleti'nin, Ali Paşa'ya karşı giriştiği mücadelenin gailelerini fırsat bilerek hare­kete geçtiler. Hurşit Paşa, Yanya valisi Ali Paşa harekatım bastırır bastırmaz Yunanlılar derhal isyan ettiler, Birinci derecede Rus­ya'nın kırkırtmasıyla ayaklandılar. Osmanlı Devleti onları dize ge­tirmek için Hurşit Paşa'yı görevlendirdi. Fakat Yunanlılar, üzerle­rine gönderilen Hurşit Paşa'yı bozguna uğrattılar. Ordusunu dar­madağın ettiler. O da bunun üzerine H. 1237 yılının sonlarına doğ­ru zehir içerek intihar etti.

Halife II. Mahmut, Yunan ayaklanmasını bastırması için bu sefer de Mısır valisi Mehmet Ali Paşa'yı görevlendirdi. M.Ali Paşa Sudan'ın fethinden yeni boşalmıştı. II. Mahmut bir ferman çıka­rarak onu bu kez de Yunan topraklarından Mora Yarım adası'yla Girit'e vali tayin etti. Çünkü Yunan ayaklanmasının merkezi bu iki bölge idi. Böylece burası da, elinin altındaki diğer topraklara ek olarak Mehmet Ali Paşa'nm idaresi altına girmiş olunuyordu.

Osmanlı Devleti'nden aldığı bu yetkiyle Mehmet Ali Paşa'nm orduları, oğlu İbrahim Paşa komutasında ye müşaviri Fransız Sü­leyman'ın yardımıyla H. 1239 yılında İskenderiye'den deniz yo­luyla Rodos'a hareket etti. Oradan da Girit Adası'na geçerek bura­yı işgal etti. Buradan da Mora Yarımadası'na geçti. Ayaklanma, adanın her tarafında ateşini tutuşturmuştu. İki liman hariç, isyan­cılar, adanın her tarafına hakim olmuşlardı. İbrahim Paşa, büyük zorlukla ancak askerlerini buraya çıkarabildi. Çünkü bütün Avru­pa, Yunan ayaklanmasını arkadan destekliyordu. Onları haçlıhk faktörüyle müslüman Osmanlılar'a karşı tahrik ediyordu. Avru­pa'da Yunan hayranları adı altında çeşitli dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, Yunanlılar'a, müslümanları öldürmek için sürekli şekilde mal ve silah gönderiyorlardı. Aynı zamanda bu derneklerin birçok üyesi Yunan topraklarında Osmanlılar'a karşı gönüllü ola­rak çarpışıyorlardı.

İşte bunlardan biri de Amerika Birleşik Devletleri'nin ilk cum­hurbaşkanı Washington'un oğlu, bir diğeri ise İngiliz şairi Byron George Gordon'dur. Bunlar gibi daha birçok kimseler vardı. Yu­nanlılar için kahramanlık destanları yazılıyordu.

İbrahim Paşa bu harekatında zafer elde etmeyi, 1240 tarihin­de Navarin Kenti'ni ele geçirmeyi başardı ve Osmanlılar İngiliz amirali Lord Coshran'm gösterdiği direnişe rağmen H. 1241'de Atina'ya girdiler. Sonra Avrupalılar, görünüşte sadece Yunanlılar'ı korumak amacıyla ancak açıkça anlaşılan bir haçlı kiniyle araya girdiler. Rusya zaten Yunan hareketini açıkça destekliyor, Yunanlı mülteciler Rusya'ya sığmıyorlardı. Rusya tam bu sırada İstan­bul'un eski durumuna çevirilmesi için fırsatın gelip çattığını görü­yordu. Çünkü Konstantiniye Ortodoksluğun vaktiyle merkeziydi. İngiltere'de Rusya'nın yanında yerini aldı ve 27 Safer 1242 tarihin­de Osmanlı İmparatorluğu'ylaAkkerman Konvansiyonu imzalan­dı. Bu konvansiyonda yer alan önemli maddeler şöyleydi.

Rusya, Akdeniz'de, denizcilik faaliyetlerinde bulunabilecek, gemilerini, aramaya tabi tutulmadan Osmanlı boğazlarından ge­çirebilecektir.

Eflak ve Boğdan voyvodalarını seçecek, Osmanlı Devleti, Rusya'nın onayına baş vurmadan bunların birini ya da ikisini bir­den azledemeyecek (görevden alamayacaktır.

Sırbistan vilayeti bağımsız olacaktır. Osmanlı Devleti, sadece burada, aralarında Beîgrad kalesinin de bulunduğu üç kaleyi uh­desinde koruyacaktır.

Avusturya, Prusya ve Fransa'da bu konvansiyonu tasdik etti­ler. Bu konvansiyon Yunan ayaklanması dolayısıyla düzenlenme­sine rağmen içinde bu sorunla ilgili hiçbir şey yer almadı. [14]

 

Savaşın Yeniden Nüksetmesi

 

İngiltere, 8 Recep 1242 tarihinde hıristiyan Avrupa ülkelerinin, Osmanlı Devleti'yle bu devletin egemenliği altında bulunan gayri müslim azınlıklar arasına, arabulucu olarak girmesi isteğinde bu­lundu. Ancak Osmanlı Devleti bu isteği reddetti. Çünkü bu talep aslında devletin iç işlerine açıkça karışmak demekti. Ne var ki olumsuz cevap, savaşların devleti siyasi alanda zayıf düşürmesin­den ve Akkerman konvansiyonu ile topraklarının birçok bölgele­rini kaybetmesinden sonra tekrar nüksetmesine sebep oldu.

îngilizler'in esas amacı savaşı tutuşturmak için bahane yap­mak ya da bir bahanenin ortaya çıkabilmesi için zemin hazırla­maktı. Bu maksatla Yunanistan'ın Osmanlı Devleti'ne -miktarı üzerinde iki tarafın anlaşabileceği bir vergi ödemesine karşılık- bu devlete bağımsızlığını vermesi için, Rusya, Fransa ve İngiltere 11 Zilhicce günü Osmanlı Devleti'ni, bu teklifi kabul etmeye zorla­mak üzere anlaştılar. Aynı zamanda Yunanistan'a karşı şiddet ha­reketlerini durdurulması için Osmanlı Devleti'ne bir ültimatom verdiler ve ona bir ay süre tanıdılar. Eğer Osmanlı Devleti bu iste­ğin gereğini yerine getirmekten aciz kalır ya da reddederse hıristi-yan ittifakı uygun göreceği bir çözüme baş vuracaktı. Vakıa Halife bu konuda hiçbir şey yapmadı. Bunun üzerine bir ay sonra Rusya, Fransa ve İngiltere donanmalarına, Yunan sahillerine doğru hare­ket emrini verdiler.

İbrahim Paşa'dan da savaşı durdurması isteğinde bulundular, İbrahim Paşa'nın verdiği cevap çok tabii idi. O "Müslümanların Halifesi'nden ya da babasından alacağı emre göre ancak hareket edebileceğini" bildirdi. Bu iki otoritenin dışından emir alamazdı. Bununla birlikte yetkililerden talimat gelinceye kadar yirmi gün müddetle savaşa ara verdi. Avrupalı -müttefik- devletlerin donan­maları Navarin limanında toplanarak Osmanlı donanmasını ablu­kaya aldılar. Osmanlı Donanması'nın tamamını ve Mısır Donan­masının çoğu darmadağın edildi ve otuzbin kadar Mısır askeri öl­dürüldü. Halife İkinci Mahmut, olayı protesto etti. Fakat hiç fay­dasını görmedi. Bu sefer de Avrupalılar tarafından savaşın, siyasi değil bilakis dini gayretlerle yapıldığına dair vatandaşlarına bir bildiri çıkardı ve onları bu tecavüze karşı dinlerini savunmaya da­vet etti. Özellikle bu konuda Rusya'yı hedef gösterdi. Rusya da bundan etkilenerek 11 Şevval 1242 tarihinde Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan etti.

Mısır valisi Mehmet Ali Paşa bu durumu görünce oğluna, or­dusuyla birlikte çekilmesini, sadece elinde bulunan şehirlere -Os­manlılar buraları teslim alıncaya kadar- küçük sayıda, bir kuvvet bırakmasını emretti. Böylece buralardan çekilen Mısır birlikleri­nin boşluğunu, Fransız güçleri hemen doldurmaya başlıyorlardı. Osmanlılar'a karşı savaşan bu üç devlet Londra'da bir konferans düzenlediler. Osmanlı Devleti de davet edildi. Fakat Osmanlı Dev­leti konferansa katılmayı reddetti.

Bu konferans, Yunanistan'ın bağımsızlığını ve hıristiyan bir şa­hıs tarafından yönetilmesini ilan etmeyi kararlaştırdı. Yunanistan'ı yönetecek olan kimse, bu üç devlet {Rusya, Fransa, İngiltere) tara­fından seçilecekti. Aynı zamanda bu üç devletin koruması altında bulunacaktı. Ancak Yunanistan Osmanlı Devleti'ne beşyüzbin ku­ruş miktarında yıllık bir cizye (vergi) ödeyecekti. Fakat Osmanlı Devleti bu konferansı ve egemenliği altında bulunan topluluklar hakkında verdiği kararları red etti. Hiç kimsenin devletin iç işleriyle ilgili olarak karar vermeye hakkı yoktu. Dolayısıyla Osmanlı Devleti, kendisine karşı savaş ilan etmiş blunan Rusya ile dövüş­mek için harekete geçti. [15]

 

Osmanlı Rus Savaşi

 

Rusya, Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan ettikten sonra Rus orduları iki devlet arasını ayıran ve Tuna ile, denize döküldüğü noktaya yakın bir yerde kesişen Prut Nehrini geçerek nehrin kıyı­sında bulunan Boğdan'ın başkenti Yaş'ı işgal etti. Ondan sonra da Eflak'ın başkenti Bükreş'e girdi. Bu iki bölgeye kendi tarafından birer hükümdar seçerek tayin etti. Daha sonra Rus ordular bu kez Tuna nehrini geçerek Bulgaristan'da Karadeniz kıyısına düşen Varna kentini kuşatmak üzere ilerlemeye başladı ve nihayet şehri karadan ve denizden kuşattı. Aynı zamanda Rus ordusunu takviye etmek üzere karadan ve denizden destek güçler geldi.

Ne var ki Ruslar burayı almaktan ümitlerini tamamen kesmiş bulundukları bir sırada Osmanlılar'a hıyanet edilerek şehir H. 1244 yılı Rabiussanî ayının birinci günü Ruslar'a teslim edildi. Bu hiyanet Osmanlı Devlet adamlarından -bu olayda Rusya'ya kaçıp sığman- Yusuf Paşa'nm eliyle gerçekleşti. Keza Rusya, Anado­lu'nun doğusuna düşen Kars'a da girerek, ayrıca batı yönünden ilerlemeye başladı ve Edirne'ye girdi. Bunun üzerine Fransa ve İn­giltere, Rusya'nın İstanbul'u işgal etmesinden endişe etmeye baş­ladılar. Çünkü bu, onların çıkarlarını tehdit etmiş oluyordu. Bu se­beple Ruslar'ı durdurabilmek için sür'atle harekete geçtiler. Prus­ya'nın da çabalarıyla H. 1245 yılı Rabiülevvel ayının ortalarında taraflar arasında Edirne antlaşması imzalandı. Bu antlaşmanın önemli maddeleri şöyleydi:

1- Eflak, Boğdan, Dobruca, Bulgaristan, Balkanlar, Kars ve Er­zurum Osmanlı Devleti'ne iade edilecek.

2- Prut Nehri iki devlet arasında sınır kabul edilecek.

3- Tuna Nehri'nin denize döküldüğü çevrede her iki devlet de denizcilik faaliyetlerinde bulunma hakkına sahip olacak.

4- Rusya, Karadeniz'de gemilerini serbestçe dolaştırabilecek.

5- Rus gemileri, Osmanlı boğazlarından geçerken aranmayacak.

6- Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş tazminatı Ödeyecek.

7- Her iki ülke ellerindeki esirleri karşılıklı olarak serbest bıra­kacak.

8- Sırbistan bağımsız olacak ve Osmanlı Devleti'nin elinde bu­lunan topraklarının geriye kalan kısmı da bu devlete iade edilecek.

Diğer Avrupa ülkeleri için uygulanan imtiyazların aynısı Rus konsolos ve vatandaşlarına da tanınacak ve kapitülasyonlar yeni­lenecektir. [16]

 

Yeniçeri Ocağının Kaldırılması

 

Yeniçeri ocağının son zamanlarda içine düştüğü durumdan ve yeniçerilerin davranışlarından Halife II. Mahmut çok sıkıntı duyu­yordu. Modern askeri teşkilatları da çok beğeniyordu. Özellikle Yunan savaşı sırasında Mısır ordusunu pek ziyade beğenmişti. Bu yüzden Yeniçeri Ocağım kaldırmayı kafasına koydu. Bir ara devlet adamlarını ve yeniçeri ağalarını Şeyhülislam konağına davet etti. Sadrazam burada bir konuşma yaparak, mevcut duruma açıklık getirdi. Davette bulunanların tümü onu bu görüşlerinde destekle­diler. Ancak yeniçeriler hemen arkasından isyan ettiler ve ayaklan­mak için hazırlıklara giriştiler.

At meydanında toplandıkları H. 1240 yılının 9. Zilkade günü toplar her taraftan onları kuşattı. Ertesi gün bu ordunun kaldırıldı­ğı resmen kararlaştırıldı.

Avrupa'dan getirirken yabancı askeri danışmanlardan faydala­nılarak yeni askeri teşkilat kurulmaya başlandı. Bu olaydan sonra Osmanlı ülkesi Avrupa'yı örnek aldı. Halife Avrupa kıyafeti giydi. Bunu askerlere ve sivil hayata da uyguladı. Amemiye kaldırarak yerine fesi getirdi. [17]

 

Cezayir'inFransızlar Tarafından İşgali

 

Fransa üs edinmek amacıyla Mağrip sahillerinin bir kısmını iş­gal etmeye hevesleniyordu ve bahane olarak da Mağripli korsanla­rın, Akdeniz'de dolaşan gemilerine karşı tecavüzlerde bulunduğu­nu ileri sürüyordu. Dolayısıyla buraları işgal etmeye karar vermiş­ti. Bu maksatla da Cezayir Bayı Hüseyin'le olan geçimsizlikten is­tifade ederek bir bahane arayışı içindeydi. En basit bir sebeple sa­vaşa girişecekti.

Nihayet 13 Şaban 1245 yılında Fransa kralı, Cezayir'in, işgal edilmesinin zorunlu olduğuna karar verdi. Ve buraya 28 bin savaş­çı ile bir donanma şevketti. Donanma yüz gemiden oluşuyordu. Ayrıca üç büyük gemi de 27 bin bahriye askeri taşıyordu. Bu Fran­sız kuvvetleri, Cezayir kendinin yakınlarında sahile çıktılar. Bura­da cereyan eden şiddetli çarpışmalardan sonra Cezayir şehrine girdiler. Bu kez de Abdülkadir el-Cezairî liderliğinde bir direniş başladı. Ta ki 24 Recep 1263'te teslim oluncaya kadar ondan son­ra, Cezayirliler'in Fransızlar'a karşı direnişleri şiddetli bir şekilde zaman zaman kendini gösterdiyse de Fransızlar artık Cezayir'e hakim oldular.

İngiltere, kendisine karşı rekabete girişeceğini sandığı Fran­sa'nın bu atılımından korkmaya başladı. Bunun üzerine Osmanlı Devleti'nden, valisine talimat verecek Fransızlar'a kolaylık göster­mesi talebinde bulundu. Belki bu suretle Fransa, meşgul edilecek planlarını bozmak mümkün olabilirdi. Osmanlı Devleti de bu is­tek üzerine Cezayir valisine bir temsilci gönderdiyse de bu temsil­ci Fransızlar tarafından yakalanarak esir edildi. Ve Fransa burada­ki işlerini bitirinceye kadar da hapiste kaldı. [18]

 

Mehmet Ali Paşa'nın Suriye'ye Girmesi

 

Kavalalı Mehmet Ali Paşa topraklarını genişletme hevesindey-di. Suriye'yi de ülkesine katmak istiyordu. Mehmet Ali Paşa'nın koyduğu ağır vergileri ödemekten aciz kalarak bir grup Mısırlı ka-

çıp Akka valisi Abdullah el-Cezzar Paşa'ya sığınınca, üstelik Ab­dullah Paşa bunları geri vermemekte direnince Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa komutasında hem denizden hem de karadan hazırladığı bir orduyu Suriye üzerine gönderdi. Deniz güçleri H. 1247 yılı 26 Cemaziyelevvel günü hareket etti. Karadan giden güç­ler ise daha önce hareket etmişler ve Gazze, Yafa, Kudüs ile Nab-lus'a girmiş bu kentlere hakim olmuşlardı. Sonra da bu kuvvetler Hayfa'da bir araya gelmişlerdi. Bunların ardından İbrahim Paşa giderek Akka'yı hem karadan, hem denizden kuşattı.

Bu gelişme üzerine Halife II. Mahmut, Halep'teki valisi Osman Paşa'yı görevlendirerek Ona, İbrahim Paşa'nın üzerine yürümesi için emir verdi. İbrahim Paşa da Akka kuşatmasını küçük bir aske­ri birliğe bırakan Osman Paşa ile karşılaşmak için hareket etti. Her iki ordu Hams yakınlarında yüzyüze geldiler. Cereyan eden çarpış­malardan sonra Osman Paşa yenik düşerek geri çekildi. İbrahim Paşa ise tekrar dönerek Akka kuşatmasına hız verdi ve şehre girdi. Ondan sonra kuzeye doğru yön tuttu.

Halife II. Mahmut, İbrahim Paşa'ya karşı bu kez de Hüseyin Paşa'yı gönderdi. Hüseyin Paşa'nm, kısa bir süre önce Halep'e gi­ren Mısır ordusu karşısında ön güçleri bozguna uğramıştı. Hüse­yin Paşa geri çekilerek Suriye ile Anadolu arasında tabii yol sayı­lan Bilan Geçidi'nde sipere girdi. Mısırlılar ise üstünlük kazandı­lar. Bunun üzerine Halife, bu kez de Reşit Paşa komutasında bir ordu şevketti.

Reşit Paşa, Toroslar'ı geçip Adana'yı da işgal eden İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusuyla Konya yakınlarında karşılaş­tı. Cereyan eden savaşta, İbrahim Paşa zafer elde ederek Osmanlı komutanını esir aldı. Böylece İstanbul kapılan artık İbrahim Pa­şa'ya açılır gibi oldu. Ancak bu olay Avrupalılar'ı ürkütmeye başla­dı. Mehmet Ali Paşa'nm Osmanlı Devleti'ni ele geçirip bu devlete yeniden ruh verebileceğinden onu tekrar hayata döndürebilece-ğinden korkuyorlardı. Bu devletler arasında en çok endişelenen ise Rusya idi. Nitekim kapıldığı bu panik üzerine Osmanlı Devle-ti'ne destek vereceğine dair Halife'ye teklifte bulundu. Hatta is­tanbul'u korumak için 15 bin kadar da asker yolladı. Bu sefer de İngiltere ile Fransa Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne müdahalede bulunabileceğinden çekinerek Mehmet Ali Paşa ile anlaşmaya varmanın zorunlu olduğunu Halife II. Mahmut'a ilettiler. [19]

 

Kütahya Antlaşması

 

Osmanlı Devleti ile Mısır'daki valisi Mehmet Ali Paşa, H. 1248 yılında Kütahya'da aşağıdaki şartlan içeren bir antlaşma imzaladı­lar. Şartlar şöyleydi:

1- Mehmet Ali Paşa'nm ordusu. Toroslar'in gerisine kadar çe­kilerek Anadolu topraklarını terkedecek.

2- Mısır Valiliği, Mehmet Ali Paşa'ya, hayatı boyunca verilecek.

3- Suriye'nin dört vilayeti olan Akka, Trablus, Dımaşk ve Ha-lep'e ayrıca Girit adasına Mehmet Ali Paşa kendi tarafından birer vali tayin edecektir.

4- Mehmet Ali Paşa'nm oğlu İbrahim Paşa'da Adana'ya vali ta-yin edilecek. Burası Anadolu'ya sınırdaş olan bir bölgedir.

Öyle anlaşılıyor ki Sultan, Mehmet Ali Paşa'ya karşı ikinci bir savaşa girebilmek (bu asi valiyi cezalandırabilmek) için aşama ola­rak bu şartlan kabul etmiştir. Aynı zamanda Mehmet Ali Paşa da, devletlerin soruna el atıp onu geri çekilmek zorunda bırakmala­rından ürkerek bu antlaşmayı kabul etti. Çünkü o, aslında bağım­sızlığını ilan etmeye niyetlenmişti. Bunu gerçekleştirebilmek için de kabul ettiği bu antlaşmayı bir aşama sayıyordu. İşte bu esnada­dır ki Halife, "Gülhane Hatt-ı Hümayunu" başlığı altında bir ısla­hat fermanı çıkardı. [20]

 

Rusya İle İmzalanan, Hünkar İskelesi Antlaşması

 

İstanbul'u korumak amacıyla Rus güçlerinin, Osmanlı toprak­larında bulundukları sırada bir ayrıntı olarak bu devlet, Osmanlı-lar'la bir antlaşma daha imzaladı. Buna göre gerekirse Mehmet Ali Paşa'ya karşı ya da herhangi bir tecavüze karşı Rusya, Osmanlı Devleti'ni korumayı üzerine alıyordu. Böylece devletin iç işlerine karışma imkanını elde etmiş oluyordu. Aynı şekilde Halife, bu ant­laşmaya da sadece zaman kazanmak için bir aşama olarak rıza gösteriyordu. [21]

 

Savaşın Suriye'de Yeniden Patlak Vermesi

 

İbrahim Paşa yönetimine karşı Suriye'de ard arda ayaklanma, isyanlar çıkıyordu. İbrahim Paşa bu hareketleri kanlı bir şekilde bastırdı. Ortalık yatıştı ama halkın yüreğinde bazı şeyler kıpırdı­yordu. Bu sırada Mehmet Ali Paşa, Mısır'daki yabancı devlet tem­silcilerine sırrını açarak Mısır'ı, Suriye'yi ve Arap Yarını adası'm is­tediğini, bu toprakların idaresinin, kendisine ve daha sonra da ço­cuklarına ait olmak üzere niyetini açıkladı. Onun bu istekleri Os­manlı Devleti'ne iletildi.

Osmanlı Devleti de ona bir temsilci göndererek: Mısır ile Arap Yarımadası'nm, babadan oğula intikal edecek şekilde yönetiminin Mehmet Ali Hanedam'na kalması Suriye'nin ise sadece Mehmet Ali Paşa'nın hayatı boyunca elinde bulunması ve Toroslar'm Suri­ye ile Anadolu arasında smır oluşturması konusunda kendisiyle anlaşmaya varılabileceği yolunda bilgi verildi. Ancak Halife Toros zirvelerinin Osmanlı Devleti'ne ait olması şartını koşuyordu. Bu suretle Toros etekleri de Osmanlılar'm kontrolü altında bulunmuş olacaktı. Ne var ki Mehmet Ali Paşa bu şartın aksi üzerinde ısrar etti ve bu yüzden ihtilaf çıktı.

Sonuç olarak Hafız Paşa Osmanlı ordusunun başında Ermeni-ye ve Sivas'tan hareket ederek Suriye'ye doğru ilerlemeye başladı ve H. 1255 yılı Rebiussani ayının onbirinci günü Nizip [22] yakınla­rında İbrahim Paşa ordusuyla karşı karşıya geldi.

Cereyan eden savaşta Osmanlılar yenilgiye uğradılar. Cepha­nelerini savaş meydanında bırakarak geri çekildiler. Bunun üzerine Mısırlılar terkedilen Osmanlılar'a ait 166 top ile 20 bin kadar tü­feğe el koydular. Bu savaşta Osmanlı ordusunun başında Alman komutan Won Moldke de vardı.

Halife II. Mahmud, bu savaşın haberlerini alamadan 19 Rebu-issani 1255 günü öldü. [23]

 

6-Labdulmecid

 

Birinci Abdülmecid 1237 tarihinde dünyaya geldi ve babası­nın vefatından sonra hilafet makamını devraldı. Bu sırada henüz onsekiz yaşını doldurmamıştı. II. Mahmut ölünce Osmanlı bahri­ye komutanlarından Ahmet Paşa, emrindeki deniz kitalarıyla İs­kenderiye'ye giderek bu kuvvetleri Mehmet Ali Paşa'ya teslim etti. Bu komutan, Mehmet Ali Paşa'da Avrupa'ya karşı koyabilecek bir güç görüyordu. Çünkü biraz cahildi ve dünya meselelerini kavra­yıp takdir edebilecek bilgiye sahip değildi. Ayrıca sadrazamlığa ge­tirilen Hüsrev Paşa ile anlaşmazlık içindeydi.

İşbu Ahmet Paşa vaktiyle Mısır valisiydi. Sonraları, ulemanın ve yerli halkın zorlamalarıyla buradan kovulmuş, yerine Mehmet Ali Paşa tayin edilmişti. Bu olaydan Avrupalılar ürkmeye başladı­lar. Çünkü Osmanlı Devleti'ni artık ne denizde koruyabilecek ne de karada savunabilecek bir güç kalmıştı. Onun için eğer Mehmet Ali Paşa, İstanbul üzerine yürüyecek olsa ya da bir süre önce im­zalanan antlaşma gereği Rusya -sözde- İstanbul'u savunmak ba­hanesiyle Osmanlı topraklarına girecek olsa devlet bunlara karşı koyamayacaktı. Bunun üzerine Rusya, Prusya, Avusturya, Fransa ve İngiltere ortak bir layiha hazırlayarak Halife I. Abdülmecid'e ilettiler bu layihada ondan Mısır valisi hakkında kendilerine da­nışmadan herhangi bir karar vermemesi uyarısında bulundular. Aynı zamanda bu sorunun çözülmesi için arabuluculuk yapmaya da hazır olduklarını bildirdiler.

Halife, bu layihayı kabul etti. Bunun üzerine adı geçen devlet­lerin elçileri, sadrazamla bir toplantı yaparak görüş alışverişinde bulundular. Ancak görüşler arasında uçurumlar ortaya çıktı. Rusya Osmanlı Devleti'ni koruması altında bırakan, -yakın geçmişte imzaladığı- antlaşmanın devam etmesini, İngiltere ve Fransa da bu durumdan çekmiyorlardı. Bu yüzden ortaklaşa boğazlarda kuvvet bulundurmayı istiyorlardı. Böylece Rusya'nın, kendi başı­na hareket ederek Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmasını ön­leyebileceklerdi. Diğer yönden Fransa, Mehmet Ali Paşa'yı destek­lemek ve onun üzerindeki nüfuz ve etkisini korumak istiyordu. İn­giltere de Mısır'da sahip olduğu etki yüzünden, Fransa ile rekabet ederek bunu istemiyordu. Keza Fransa'nın, Hindistan yolu üze­rinde de kendisiyle olan rekabetinden korkuyordu. Avusturya ve Prusya ise Mehmet Ali Paşa'nın Avrupa için bir tehlike olduğunu görüyor, dolayısıyla Osmanlı Devleti'ni ele geçirmesinden kork-muyorlardı. Bu iki devlet görüş bakımından daha çok İngiltere'ye yakın idiler.

Bu amaçla yapılan birçok görüşmelerin sonuçsuz kalmasın­dan, bu müdahaleden el çekmeleri için yapılan tehditlerden ve tekrar akdedilecek konferanslarda buluşmak için yapılan davet­lerden sonra nihayet Fransa'nın aradan çekilerek Osmanlı Devle-ti'yle doğrudan bir antlaşma yapmak, ayrıca İngiltere'nin istekle­rini red etmesi için Mehmet Ali Paşa'ya cesaret vermek istemesin­den sonra H. 1256'da İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya ara­sında bir deklarasyon imzalandı. İngiltere Mehmet Ali Paşa'ya karşı çıkacak olursa Fransa Mehmet Ali'yi destekleyecekti. Yine de yapılan antlaşma şu noktaları içeriyordu.

1- Mehmet Ali Paşa girmiş bulunduğu Osmanlı topraklarını tekrar devlete iade edecek, Akka hariç, Suriye'nin güneyindeki toprakları elinde tutacak.

2- Suriye'nin Akdeniz'deki limanlarına çıkarak yapmak ve bu­radaki halkın Mehmet Ali yönetimini reddederek tekrar Osmanlı yönetimine dönmelerini temin etmek amacıyla, İngiltere Avus­turya ile işbirliği yapabilecek. Bunun da anlamı halkı isyana teşvik etmekti.

3- Mısırhlar'm saldırısına uğraması halinde İstanbul'u koru­mak üzere Rusya, İngiltere ve Avusturya savaş gemileri İstanbul'a girebileceklerdir. Ancak herhangi bir saldırı sözkonusu olmadığı sürece kimse buraya giremeyecektir.

4- İşbu deklarasyonun iki ay zarfında ve Londra'da imzalanma­sı gereklidir. Aynı zamanda Halife'nin kendisi de imzalayacaktır.

Ardından İngiltere, Cebel-i Lübnan'da oturan: Dürziler'den, Marani ve Nusayriler'den oluşan azınlıkları Osmanlı Devleti'ne karşı kışkırtmaya başladı, bir yandan da İngiliz ve Fransız donan­maları Akdeniz'de Suriye kıyılarında dolaşmaya manevralar yap­maya başladılar. Sonra yapılmış olan bu antlaşma, Mehmet Ali Pa-şa'ya da duyuruldu.

İşte bu gelişmelerden sonradır ki (İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya) konsolosları Mehmet Ali Paşa'yı ziyaret ederek, Ona devletleri adına, Mısır'ın yönetiminin, veraset sistemiyle, Akka vi­layetinin ise hayatı boyunda kendisine ait olması teklifinde bulun­dular. Bu teklife herhangi bir cevap vermesi için de Ona, on gün­lük bir süre tanıdılar. Ayrıca Fransa'nın kendisine yardımcı olama­yacağını da anlattılar. Ongun sonra bu konsoloslar tekrar Mehmet Ali Paşa'ya geldiler. Bu sırada beraberlerinde Osmanlı Devleti'nin bir temsilcisi de bulunuyordu.

Konsoloslar Mehmet Ali Paşa'ya, sadece Mısır vilayeti üzerin­de hakkı bulunduğunu bildirdiler. Mehmet Ali Paşa bu sınırlama­yı reddederek konsolosları da ülkesinden kovdu. Bunun üzerine konsolosla, Ona yeniden on günlük bir süre tanıyarak düşünmesi­ni istediler ve eğer tekliflerini red edecek olursa bu devletlerin, kendisi hakkında gerekli tedbirler alma yoluna gideceklerini bil­dirdiler. Nitekim bu on günlük sürenin bitiminden sonra konso­loslar, İstanbul'da bulunan, devletlerinin büyük elçilerine konuyu yazılı olarak ilettiler. Bunun üzerine adı geçen devletlerin büyük elçileri Osmanlı sadrazamıyla bir toplantı yaparak Mısır'ın Meh­met Ali Paşa'dan alınması noktasında ortak bir karara vardılar. Bu­nun sonucu olarak Fransa zayıf bir mevkide kalmış oldu ve deniz güçlerini önce Yunan sularına, daha sonra da Fransa'ya çekti. Bu suretle Mısır ve Suriye sahillerini İngiliz savaş gemilerine terketti. Bunun üzerine, Fransız kamuoyu, Mehmet Ali Paşa'yı Osmanlı Devleti'ne karşı Önce direnişe teşvik eden ancak ona uygun za­manda gerektiği kadar destek vermeyen kendi, hükümeti aleyhin­de galeyana geldi.

Ancak Mısır'a karşı anlaşmış bulunan dört devletten Rusya İs­tanbul'dan uzaklaştıktan sonra, bu soruna ilgisiz kaldı. Prusya'nın da o gün için savaş gemileri zaten yoktu. Böylece Avusturya'nın biraz yardımıyla bütün ağırlıklar İngiltere'nin üzerinde kaldı. Suri­ye şehirlerinde bildiriler dağıtıldı. Mısırlılar burada sıkı yönetim ilan ettiler. Suriye limanlan ve özellikle Beyrut ve Akka limanı iyi­ce tahkim edildi. Fransız Süleyman Paşa'nm isteği üzerine İbra­him Paşa, Baalebek yakınlarındaki karargahından Beyrut'a geldi ve İngilizler bu sırada kuvvetlerini Beyrut'un kuzeyine çıkardılar ve çarpışmalar başladı. Şehrin büyük kısmı yıkıldı ve yakıldı. Keza Suriye'nin diğer stratejik mevkileri de tahrip edildi.

Nihayet İngiliz kuvvetleri, beraberlerinde bulunan güçlerle birlikte Suriye limanlarını ele geçirmeyi ve Mısırlılar'ı buralardan temizlemeyi başardılar. Mehmet Ali Paşa da, bu müttefik güçlere karşı koyamayacağı için oğlu İbrahim Paşa'nın geri çekilmesini emretti. O da çekildi. Ancak bu çekilme sırasında Araplar'm birçok saldırılarına uğrayarak beraberindeki güçlerin dörtte üçünü kay­betti.

Sonra İngiliz deniz güçleri komutanı, Mehmet Ali Paşa'ya, şa­yet Suriye vilayetinden vazgeçer ve Ahmet Paşa'nm kaçırıp kendi­sine teslim etmiş olduğu deniz birliklerini tekrar Osmanlı Devle­ti'ne iade edecek olursa Mısır'ın yönetiminin, kendisine ve sülale­sine bırakılması için onunla Osmanlı Devleti arasında arabulucu­luk yapabileceğine dair teklifte bulundu. Bu teklifi hem Mehmet Ali Paşa, hem de {Mısır ordusunun 18 bin kişiyle sınırlandırılması şartıyla) Sultan kabul etti. Bununla beraber Mehmet Ali Paşa zo­runlu hallerde ancak bu sayıyı artırabilecekti. Keza, Mısır ne savaş gemileri inşa edebilecek, ne de vali, teğmenden daha yüksek rüt­beli bir subay tayin edebilecekti. Bundan daha yüksek rütbelerin tayini ancak sultana aittir. Ayrıca Mısır hükümeti, her yıl Osmanlı Devleti'ne 18 bin kese altın vergi ödeyecekti. [24]

 

Hünkar İskelesi Antlaşmasının, İptal Edilmesi Gayretleri

 

Rus gemilerinin, istedikleri zaman ve hiçbir aramaya tabi tu­tulmadan Osmanlı boğazlarından geçebileceklerim öngören ve Hünkar İskelesi antlaşması olarak bilinen Osmanlı-Rus ittifakna-mesinin yürürlükten kalkması amacıyla İngiltere ve Rusya çalış­malara başladılar. Nitekim bu iki devlet, boğaların istisnasız, bü­tün devletlere kapalı tutulması konusunda (Rusya da dahil) bütün devletler anlaştılar. Ve 23. Cemaziyelevvel 1257 tarihinde boğazlar antlaşması adıyla bilinen antlaşma imzalandı. [25]

 

Lübnan Sorunu Ve Etnik Savaşlar

 

Fransa, Lübnan'da Maronîler'i, İngiltere ise Dürzüler'i destek­liyordu. H. 1257'de Dürzüler, Maronîler'e saldırdılar ve Deyrülka-mer'e girerek burada en rezil tecavüzlerde bulundular.

Keza H. 1261 yılında da aynı şeyleri tekrarladılar. Bunun üzeri­ne Halife I. Abdülmecid, Dürzüler'in emiri, Beşir eş-Şahabî'yi gö­revinden uzaklaştırdı ve yerine, Osmanlı bir vali tayin etti. Aynı za­manda Cebel-i Lübnan Emirliğine, o tarihe kadar tanınmış bulu­nan imtiyazlar kaldırıldı. Ne var ki Avrupalılar bu karara itiraz etti­ler. Bunun üzerine Halife bu imtiyazları tekrar tanımak ve bir Dür-zü ile bir Maroniyi yönetici tayin etmek zorunda kaldı. Yıl 1258. Ancak farklı kültür ve inançlara bağlı halk, köylerde karışık yaşa­dıkları için ortaklık yine de sükunete kavuşamadı.

Bu sebeple Halife, Cebel-i Lübnan'ın kuzey bölgesini yani, Maroniler'in yaşadığı yöreyi Trablusşam vilayetine    bağlamak [26] is­tedi. Fakat Maroniler bu karara itiraz ettiler. Bunun üzerine mer­kezi yönetim, bu sorunu incelemek ve çözüme kavuşturmak için buraya heyet gönderdi. Nevar ki bunun da bir faydası olmadı. Dürzüler, Maroniler'i idareleri altında bulundurmakta ısrar ediyorlardı. Maroniler bunu anlayınca Dürzüler'in merhametine ter-kedilmektense (yerlileri sünni müslüman olan) başka bir vilayete bağlanmayı tercih ettiler. Halife de bunu uygun gördü. Fakat bu çözüm Dürzüler'in hoşuna gitmedi ve yukarıda anlatıldığı üzere H. 1261 yılında ikinci kez Maronîler'e saldırdılar.

Durum bu raddeye varınca devlet ordularını göndererek böl­geyi işgal etti ve burada sıkı yönetim ilan etti. Sonra, hem dürzü, hem de maroni üyelerden oluşan bir meclis tarafından bölgenin, yönetilmesi konusunda Avrupalı devletler Halife I. Abdülmecit'le anlaştı iseler de sorun ancak H. 1277 tarihinde patlak veren katli­amlarla son buldu. [27]

 

Baltaliman İttifaknamesi

 

Eflak ve Boğdan halkı, bu iki eyaletle birlikte Transilvanya'yı da kapsayacak bir devlet kurma arzusuyla ayaklandılar. Bu olaylar üzerine her iki eyaletin Voyvodaları kaçtılar. Ardından geçici bir hükümet kuruldu. Bunun üzerine Osmanlı Devleti, durumu eski şekline getirmek amacıyla buraya Ömer Paşa komutasında bir or­du gönderdi. Fakat Rusya daha atak davranarak Boğdan ve Eflak'ı işgal edip geçici hükümeti devirdi ve kovdu. Osmanlı Devleti Rus­ya'nın bu davranışını protesto etti. Neredeyse iki taraf kapışacak oldular. Sonra H. 1265 tarihinde İstanbul-Baltaliman'da bir antlaş­ma imzaladılar. Bu antlaşmaya göre her iki eyaletin Voyvodalarını tayin etme hakkı Osmanlı Devleti'ne ait olacak ve ortalık yatışın-caya kadar yedi yıl müddetle bölgede bir Osmanlı-Rus (barış) gü­cü bulundurulacaktı. [28]

 

Kırım Savaşı

 

Fransa hükümeti, Osmanlı ülkesindeki konsoloslarına tanı­nan imtiyazların öngördüğü hükümlerden yararlanarak Kudüs'te­ki kiliseleri denetleme hakkına, sahip bulunuyordu. Rusya'da Fransa'nın Napolyon savaşlarıyla meşgul olmasından istifade ede­rek bu imtiyazları elde etmişti. Fransa, içinde bulunduğu gailelerden kurtulunca tekrar bu imtiyazları elde etmek istedi. Bu geliş­meler sebebiyle, Katolik kiliselerle Ortodoks kiliselerin din adam­ları arasında anlaşmazlık başgösterdi. Bunun üzerine Osmanlı Devleti (bu kiliseler üzerinde hangi devletin denetleme hakkında sahip olduğu belirlemek üzere) çeşitli hıristiyan mezheplerine mensup din adamlarından bir komisyon oluşturdu. Komisyon bu hakkı Fransa'ya verince Rusya kararı protesto ederek Osmanlı Devletî'ne karşı savaş açacağına dair tehditler savurdu ve prens Mençikofu olağanüstü elçi olarak İstanbul'a yolladı. Rusya'nın (bu çabalarla maksadı) ayrılıkçılığı körüklemekti. Bu vesileyle, Os­manlı devletinin, vaktiyle savunulması hakkını Rusya'ya veren Hünkar İskelesi Antlaşmasını da yenilemek için çabalar sarfetti. Fakat Halife bunu kabul etmedi.

Rus çarı Nikola, ülkesindeki İngiltere büyük elçisiyle bu sırada temas kurarak, Osmanlı Devleti'ni, aralarında bölüşmek suretiyle bu devletin tamamını ortadan kaldırmak üzere Mısır'a girmesini teklif etti. Fakat sözünü dinletemedi. Bu sefer de Fransa ile tema­sa geçerek, Ona Tunus'u işgal edip, İngiltere'nin karşısında dur­masını teklif etti. Fransa'dan da tatmin edici bir cevap alamadı.

Osmanlı Devleti'nde yaşayan hıristiyan vatandaşları koruma hakkını elde etmek için yönettiği isteği de Halife red etti. Hatta bir süre önce Rusya'yı memnun edebilmek için görevden almış bu­lunduğu sadrazam Mustafa Reşit Paşa'yı yeniden sadaret maka­mına getirdi. Rus elçisi halife I. Abdülmecid'e ültimatom vererek ona sekiz günlük bir süre tanıdı. Ancak halife ona hiç bir cevap vermedi. Bunun üzerine Rus elçisi Eflak ve Boğdan'i işgal edecek­lerine dair tehditler savurarak İstanbul'dan ayrıldı.

Halife, olup. bitenleri, devletlerin İstanbul'daki elçilerine bil­dirdi. Bunun üzerine İngiltere, Malta'da bekleyen birliklerine, Fransız kuvvetlerinin bulunduğu Yunan Suları'na doğru hareket etmeleri ve bütün faaliyetlerde bu kuvvetlere katılmaları için emir verdi. Sonra bu birleşik güçler, beklenen savaşın cereyan edeceği çevreye yakın bir yerde üslenmek üzere Çanakkale Boğazı'na doğ­ru ilerlemeye başladılar.

Rusya'nın olağanüstü Büyükelçisi tarafından İstanbul'da sa-vurulan tehditler doğrultusunda Rus orduları ilerleyerek Eflak ve Boğdan'i işgal etti. Ancak Avusturya, Osmanlı Devleti'yle Rusya arasında arabuluculuk yaparak barış maksadıyla Viyana'da bir konferans düzenlendi. Rusya Avusturya'yı, bu konferansta yanına çekebileceğini sanıyordu. Çünkü daha Önce Avusturya'da meyda­na gelen ayaklanma sırasında. Rusya, patlak veren isyana karşı Avusturya'yı desteklemişti. Bu suretle de ayaklanmanın alevleri Avusturya arşidükü François Josseph lehinde söndürülmüştü.

Nihayet, Osmanlı Devleti'yle Rusya arasındaki barışı hedefle­yen konferans H. 1269 yılının son ayında akdedildi. Konferans sı­rasında Avusturya, Prusya, İngiltere ve Fransa tarafları barıştır­mak için çaba sarfettiler. Bazı teklifler sunuldu. Rusya bunları ka­bul ettiyse de Osmanlı Halifesi reddetti. Bu arada İngiltere ve Fransa, Ruslar'ın isteklerine boyun eğmemesi için Osmanlı Devle­ti'ni cesaretlendirmeye çalıştılar. Bu yüzden, görüş birliği sağlan­madan konferans dağıldı. Osmanlı Devleti, H. 01/01/1270 tarihin­den 15 gün sonra Eflak ve Boğdan vilayetlerini boşaltması için Rusya'ya bir nota vererek, aynı zamanda komutan Ömer Paşa'ya da bu sürenin bitiminden itibaren bu iki vilayete girmesi için ha­reket etmesini emretti. Nitekim Ömer Paşa Safer ayının başların­da buralara fiili bir şekilde girdi ve üstünlüğü elde ederek Ruslar'ı çekilmeye zorladı. Osmanlılar aynı zamanda Kafkasya cephesinde de zafer kazandılar ve bazı kaleleri ele geçirdiler. Ancak daha son­ra ağır kış şartları ve şiddetli soğuklar yüzünden silah bırakıldı.

Bir ara Rus çarı, Avusturya İmparatoru nezdinde temasa geçe­rek Osmanlı Devleti'yle Rusya arasında sürmekte olan savaşa Batı devletleri şayet karışacak olurlarsa kendisine destek vermesi tale­binde bulundu. Fakat Avusturya İmparatoru, buna olumlu cevap vermedi. Bilakis böyle bir yardımda bulunamayacağından kendi­sini mazur görmesini istedi.

Bunun üzerine, Rus donanması Karadeniz'de Sinop Lima-

nı'nda bulunan Osmanlı donanmasını tahrip etti. Bu sırada Fran­sız ve İngiliz savaş gemileri İstanbul'a yaklaşmış bulunuyorlardı. Bu gemiler Ruslar'ın (Sinop'taki) tecavüzlerinden sonra Kaıadeniz'e geçtiler. Bu arada barış maksadıyla herhangi bir temas ve ya­zışmanın yapıldığına da şahit olmadılar. İngiltere ile Fransa'nın böyle davranıyor olmaları, aslında müslümanları sevdiklerinden değil, bilakis çıkarlarını kaybedecekler diye korktuklarından kay­naklanıyordu. Sonra durum öyle gösterdi ki Rusya Avusturya'nın düşmanları safında yer aldığını gördü. Rusya'nın tutumundan da şüpheleniyordu.

İşte bu ortamda Rusya'ya karşı savaşmak üzere Osmanlı Dev-leti'yle Fransa ve İngiltere arasında H. Cemaziyelevvel 1270 günü bîr antlaşma imzalandı. Bu antlaşma, Fransa'nın ellibin, İngilte­re'nin ise yirmibeşbin asker göndererek Rusya ile yapılacak barış­tan beş hafta sonra Osmanlı topraklarında bulunan Rus kuvvetle­rinin buradan çıkarılmasını öngörüyordu.

Bunun üzerine Fransa, İngiltere ile işbirliği ederek Rusya'ya karşı savaş ilan etti. Sonra, bu iki müttefik güçten birinin Rusya ile herhangi bir surette temas kurmamasını yada anlaşmaması taah­hüde bağlamak ve Osmanlı topraklarından herhangi bir yerin Rusya tarafından alınmasını önlemek amacıyla aynı yılın Recep ayının 12nci günü bu iki devlet birbirleriyle sözleştiler ve askerle­rini Gelibolu'da ve İstanbul'da toplandılar.

Bu müttefiklere ait kara kuvvetleri daha ulaşmadan savaş fi­ilen başladı. Çünkü İngiliz komutanlardan biri Odesa limanında bulunan İngiliz vatandaşları kurtarmak amacıyla emrindeki deniz araçlarından birini göndermişti. Bu gemi beyaz bayrak çekmiş bu­lunuyordu. Buna rağmen Rus surlarından top ateşine tutuldu. Şehrin valisi de özür dilemeyi reddedince İngiliz ve Fransız savaş gemileri şehrin surlarını topa tutarak yıktılar. Sonra da olay do­nanmaya sıçradı. Bunun üzerine Rus Çan Nikola 13. Recep 1270 günü ülkesine saldıran devletlere karşı savaş ilan etti.

Rus kuvvetleri Danup (Tuna) nehrini geçerek Silistre kentini otuzbeşgün kadar kuşatma altına aldılar, fakat şehre giremediler. Sonra Osmanlılar'a arkadan destek güçleri geldi. Bunun üzerine Ruslar kuşatmayı bırakıp geri çekildiler. Osmanlılar kaçan Ruslar'ı arkadan kovalayıp Boğdan ve Eflak topraklarını da işgal etmek istediler. Çünkü, Rusya buraları boşaltmıştı. Fakat bu kez, Avustur­yalılar bu iki bölgeye girerek Osm anlılar'in karşısında direndiler.

Rusya'ya karşı çarpışan birleşik güçler, savaşı ileriye doğru ite­rek nihayet Rus topraklarının içine naklettiler ve Sivastopol lima­nını kuşatma altına aldılar. Rus güçleri bozguna uğradı. Bu arada Avusturya da birleşik kuvvetlere katılmak için ikna edilmeye çalı­şıldı. O da bunu kabul etti. Fakat Prusya, Avusturya tarafından yö­netilen bu teklifi kabul etmedi. Kısa bir süre sonra İtalya yarıma­dasında bulunan Piemonte Krallığı da bu birleşik güçlere katıldı. Bunun üzerine Rusya'nın boşaltmış bulunduğu Sivastopol kenti­ni kurtarmaya gelebilecek imdat güçlerine engel olmak için birle­şik kuvvetler Azof (Azak) Denizi'ne girerek Kerç limanını işgal edip burayı yaktılar ve 26 Zilhicce 1271 günü buraya fiilen girdiler. Sa­vaşın cereyan etmekte olduğu süre içinde bazı Fransız ve İngiliz savaş gemileri Baîtık Denizi'ndeki Rus limanlarını top ateşine tu­tarak buralardaki ticari hayatı sekteye uğratmışlardı. Sonra birle­şik güçler Kuzey Akdeniz'in girişini kontrol altına alarak Atlas Ok­yanusu üzerinde bulunan bazı limanlara da hakim oldular ve Si-vastopol'dan sonra Ukrayna topraklarında ilerlemeye başladılar.

Kafkasya cephesine ise Ruslar, Kars'ı işgal ettiler. Sonra kış mevsimi gelip çatınca savaşlar durakladı. Bu arada İsveç de birle­şik güçlere katıldı. Önceleri düşmanlarının isteklerine boyun eğ­meyen Rusya, nihayet onların tekliflerini kabul etti. Hatta bu tek­liflere ek olarak ileri sürülen katı şartlan bile kabullendi ve böyle­ce aşağıdaki maddeleri içeren PARİS ANTLAŞMASI akdedildi.

1-  Her iki tarafın da işgal ettiği topraklar boşaltılacak, bütün esirler karşılıklı olarak serbest bırakılacak ve her iki taraf da, dev­letlerinin düşmanlarıyla işbirliği ederek cezaya çarptırılmış bulu­nan suçluları affedecektir.

2- Karadeniz'de serbestçe dolaşma hakkı bütün devletlere ta­nınacak gerek Rusya, gerekse Osmanlı Devleti Karadeniz'de askeri üsler inşa etmeyecektir.

3- Tuna nehri üzerinde ulaşım özgürlüğü temin edilecek.

4-  Eflak ve Boğdan vilayetleri Osmanlı Devleti'nin koruması altında kalacak.

5- Sırbistan, Osmanlı Devleti'ne bağlı kalacak. Fakat iç işlerin­de serbest bulunacak ve bu statü taraf devletlerin garantisi altında bulunacaktır.

Bu antlaşmayı kısa bir süre sonra Avrupa sorunlarını ele alan, araştırmalar izledi. Sonuç olarak Eflak ve Boğdan'ın birleşik prenslikler adı altında yarı bağımsız bir devlet olarak kurulması üzerine ortak bir karara varıldı. Bu ülke, bütün taraf devletlerin ga­rantisi altında olacaktı; yani Osmanlı Devleti'ne bağımlı olmaktan çıkarılacaktı. Bu ittifakname H. 1275 tarihinde Pariste imzalandı.

Halife I. Abdülmecid kısa bir süre önce devlet yönetimine bir takım yeni düzenlemeler getirmek amacıyla 1272 tarihinde Hatt-ı Hümâyûn adıyla bilmen bazı idari talimatlar çıkarmıştı.

Keza hiristiyan devletler Sırbistan, Karadağ ve Bosna-Her-sek'le ilgili olarak birtakım sorunlar çıkardılar. Bunu, Osmanlı Devleti'nden buraları koparmak için yapıyorlardı. İşte bu yüzden ayaklanmalar başladı. Avrupa devletleri ise Osmanlı Devleti'ni tehdit ederek bu memleketlerde patlak veren isyanları bastırmak­tan onu devamlı engellemeye çalışıyorlardı. Onunla siyasi ilişkile­rini kesiyorlardı. Hatta çok kere onların bizzat kendileri bu isyan­ları körüklüyorlardı. Bu devletlerin elçileri de yönetime sanki or­tak olmuşlardı. Tam bu sıralarda Girit meselesi ortaya getirildi. Cidde'de de hıristiyanlara karşı tepkiler gösterildi. Olaylar sırasın­da Fransız konsolosluğu isabet aldı. Mekke valisi ortalığı yatıştırdı ise de İngilizler Cidde'yi top ateşine tuttular. [29]

 

Suriye'deki Azınlıklar Arasında Patlak Veren Olaylar

 

Sultan Abdülmecid Avrupa devletleriyle ılımlı bir siyaset izle­di. Bu sayede Eflak, Boğdan ve Sırbistan'da ortam yatıştı. Ancak bu kez de fitne alevleri Suriye'de tutuşmaya başladı. H. 1276'da Maroniler dürzülere saldırdılar, dürzüler de intikam almaya kalkıştılar. Ortalığı saran bu fitnenin alevi Cebel-i Lübnan'dan Trab-lusşam'a, oradan Sayda'ya, Zahle'ye, Deyrülkamere, Laikiye'ye ve nihayet Dımaşk'a kadar sıçradı. Bunun üzerine devlet sür'atle hareket ederek bölgeye Fuat Paşa'yı gönderdi, fitneyi bastırdı ve olaylara sebep olan sorumluları hak ettikleri cezaya çarptırdı.

Bunu bahane eden Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'ni pro­testo ederek onu, meseleye karışmak üzere tehdit etmeye başladı­lar. Esasen önce aralarında görüş birliği yoktu. Fakat ortak bir ka­rara vardılar. Buna göre Osmanlı Devleti eğer bu olayları bastıra-mayacak olursa, sözde Fransa bu fitnenin ateşini söndürmek için Osmanlı Devleti'nin yardımına altıbin asker gönderecekti. Bu ise Fransa'nın iddiasına ve ileri sürdüğü bahanesine göre olacaktı. Ancak Fransa 22 Muharrem 1277 günü kuvvetlerini Beyrut'a çıkar­dı. Bunu da, Avrupa devletlerinin, bu olaydan bir hafta önce yani 15 Muharrem günü aldıkları ortak karara göre yaptı.

Aslında bu karar, düpedüz Osmanlı Devleti'nin iç işlerine ka­rışmaktı. Ne var ki Avrupa devletlerinin asıl amacı, Lübnan'daki hıristiyan araplara yardım etmek, onlara destek vermekti; onların da (müslümanlar karşısında) bir güç olduklarını ve tüm Avru­pa'nın onların arkasında olduğunu ortaya koymak ve kuvvet gös­terisinde bulunmaktı. Sonuç olarak da onların gücüne güç kat­maktı ki karşıtları onlardan çekinsin.

Bu askeri çıkarmadan sonra Avrupalılar, hıristiyanların olaylar sırasında uğradıkları zarar ve ziyanın tazmin edilmesi, Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında Cebel-i Lübnan halkına otonomi verilmesi ve bu devlete üç yıl süreyle, Osmanlı Devleti'nin, görev­den alamayacağı hıristiyan birinin başkanlık etmesi konularında Fuat Paşa'yla anlaşmaya vardılar. Buraya başkanlık edecek adayı, Osmanlı Devleti seçecek ancak Avrupalılar'm onayından geçecek­ti. Böylece Otonom el-Cebel Devlet Başkanlığına ilk defa Davud el-Ermeni seçildi. Osmanlı Devleti'nin Avrupalılar'a göstermiş bulunduğu bu yumuşak muamele, sonuçta Fransa'nın Suriye'den çekilmesinde etkili oldu. Nitekim bu devlet, girdiği bu topraklar­dan 27 Zilhicce 1277 tarihinde yani işgalden on ay sonra çekilme­ye başladı.

Osmanlı Halifesi I. Abdülmecid de bu sıralarda, 17 Zilhicce 1277 günü öldü. [30]

 

7- Sultan Abdülaziz

 

Sultan Abdülaziz H. 1245 yılında doğdu ve kardeşi I. Abdülme-cid'in ölümü üzerine H. 1277 yılının sonlarında hilafeti üstlendi.

Halife Abdülaziz devrinde Girit'de bir ayaklanma oldu. 1283'de bastırıldı. 1285'te, Süveş Kanalı açıldı ve aynı yıl içerisinde Mecelle-i Ahkam-i Adliyye [31] yürürlüğe kondu. H. 1279'da da de­niz ticareti yasası çıkarıldı. Aynı zamanda Mısır vilayeti'nin yöne­timi veraset yoluyla İsmail Paşa'nm çocuklarına tahsis edilerek, onlara "Sultanın naibi" anlamına gelmek üzere "Hidiv" unvanı verildi.

Halife Abdülaziz Avrupa'yı ziyaret ederek, edindiği izlenimler­le devlet işlerini çok düşündü. Ülkesinin bir İslam devleti sıfatını taşıması bakımından Avrupalılar'm Osmanlı Devleti aleyhinde da­ima birleştiklerini gördü. Genelde müslüman olan Osmanlı toplu­muna karşı Avrupalılar'm ruh derinliklerine kadar işlemiş bulu­nan haçlılık kinini ebediyyen unutmadıklarını, sadece özel çıkar­ları yüzünden ancak geçici olarak zaman zaman anlaşmazlığa düştüklerini ve Rusya'ya nazaran batılı ülkelerin İstanbul'da daha çok etkili olduklarını tesbit etti. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinin zaman zaman çıkar yüzünden kendi aralarında düştükleri anlaş­mazlıklardan yararlanmayı düşündü. Bu arada eğer Rusya'ya (po­litik olarak) bir eğilim gösterecek olursa Avrupalı! ar'in, çıkarlarını korumak amacıyla ve Rusya'dan korktukları için Osmanlı Devle-ti'ne bazı kolaylıklar tanıyacaklarını sanıyordu. Onun için Rus büyükelçisini sık sık davet etmeye başladı. Avrupalılar onun bu tutu­mundan endişeye kapıldılar. Bu yüzden Onun çok müsrif olduğu, devlet malını har vurup harman savurduğu yolunda dedikodular yaymaya başladılar.

Bu sırada Sadrazam Mithat Paşa [32] onu tahttan indirmeyi planlıyordu. Nitekim H. 1293'te hal edildi. Ondan sonra da öldü­rülmesi için komplolar kuruldu ve nihayet öldürüldü.

Ondan sonra da olay onun intihar ettiği şeklinde kamuoyuna yansıtıldı. Sonra yerine kardeşi Abdülmecid'in oğlu Beşinci Murat tahta geçirildi. [33]

 

8- Beşinci Murad

 

Beşinci Murad 25 Recep 1256 tarihinde doğdu ve amcası Ab-dülaziz'in tahttan indirilmesi üzerine halifeliği devraldı. Bu sırada otuzyedi yaşındaydı. Üç ay üç gün sonra o da hilafet makamından azledildi. Yani 7 Cemaziyelevvel günü kendisine beyat edildi. Aynı yılın, 10 Şaban günü tahttan indirildi (1293). Ondan sonra yerine biraderi II. Abdülhamid getirildi. Beşinci Murad'ın -sözde- akli dengesinin yerinde olmadığı gerekçesiyle azledildiği yaygın haber haline getirildi. [34]

 

İkinci Abdülhamid

 

İkinci Abdülhamid, H. 1259 yılında, Abdülmecid'in ikinci eşinden doğdu ve H. 1293 yılında kardeşi Beşinci Murad'm taht­tan indirilmesi üzerine hilafet makamına getirildi. Bu sırada otuz-dört yaşındaydı.

Şovenist eğilimler Halife II. Abdülhamid zamanında başladı. Daha doğrusu ırkçılık propagandaları Onun günlerinde açıkça or­taya çıktı. Onun döneminden önce de bu eğilimler vardı. Fakat pek güçlü değildi. Irkçılık propagandalarıyla birlikte siyasal amaç­lı birçok dernekde kurulmaya başladı.

Bu dernekler her ne kadar bilimsel ve edebi uğraşlar adı altın­da birtakım ad ve niteliklerle ortalıkta gözüküyor idiyseler de asıl amaçları siyasal faaliyetlerde bulunmaktı. Bu derneklerin en önemli merkezleri ise Beyrut ve İstanbul'du.

Birinci merkezde (yani Beyrut'ta) Hıristiyanlık büyük rolünü oynadı. Buraya, dışarıda gönderilen misyonerlik örgütlerinin te­sirleri hemen kendini gösteriyordu. Bazı hiristiyan şahsiyetler bu­rada ünlendiler. Bunların sözkonusu dernekler, hatta ilmi hareket­ler üzerinde büyük etkileri oldu. Halkı etraflarında toplayabilmek için özellikle de bu alanda faaliyet gösterdiler.

Bu arada Amerikan misyonerlik teşkilatlarının denetimi altın­da Cem'iyyetü'l-Ulûmi ve' [35]-Fünûn (yani Bilim ve Sanat Cemiyeti) kuruldu. Bu derneğin kurucularından bazıları da Butros el-Bustâ-nî ve Nasif el-Yazıcı'dır.m Bunların asıl amacı batının anlayış ve kültürünü yaymak ve Avrupa ülkelerinin (İslam topraklarında) reklamını yapmaktı. Bu derneğe kuruluşundan itibaren iki yıl için­de elli üyeden başka kimse kaybolmadı. Bunların hepsi de Suriye­li hırisuyanlardan idiler.

H. 1266'da "el-Cem'iyyetü'ş-Şarkiyya" derneğini kurdular. Bu derneğin de üyelerinin tümü yine hıristiyan idiler. Bu derneğin en önde gelen kurucuları, aynı zamanda birinci derneğin de kurucu­ları olan Butros el-Bustanî ile Nasif el-Yazıcı idiler.

Çok ilginçtir ki birinci derneği protestan misyonerlik örgütü, ikinci derneği ise katolik misyonerlik örgütü destekliyordu. Fakat bu iki örgüt arasındaki mezhep uçurumuna rağmen netice itiba­riyle her iki tarafa da hıristiyanlardan oluştuklarına ve hederleri de aynı olduğuna göre herhangi bir yol ve yöntemle çalışmak ya da herhangi bir telden çalmak için engel yoktu.

Hem sonra hıris tiy ani arın -esasen- ırkçılıktan, yani aynı kö­kenden gelmiş olmanın ortak yanlarını sömürmekten başka pro­pagandasını yapabilecekleri bir dava ve ideolojileri de yoktu.

Üyeleri sırf hıristiy ani ardan oluştuğu ve haçlıhk ruhunun itici gücüyle Avrupalılar tarafından desteklendikleri, keza İslam üm­metini parçalamaya yönelik niyetleri bilindiği için rnüslümanlarm uzak durmaya çalıştıkları bu dernekler, beklenen meyvalarım ver­meyince, kurdukları planlar başarıya ulaşamayınca, hıristiyanlar, haçlılığm direktifiyle bu kez hıristiyan olmayanları da aralarına alan başka bir dernek kurma girişiminde bulundular. Aralarında hem dürzülerin, hem de müslüm ani arın bulunmasını tercih edi­yorlardı. Ta ki İslamı, bizzat çocuklarının eliyle vurmak mümkün olsun.

Bunun üzerine 1273te "el-Cem'iyyetü' [36]-İlmiyyetü'l-Arabiy-ye" Arap Bilim Cemiyeti kuruldu. Bu cemiyet el-Bustânî ve el-Ya­zıcı gibi yüz elli hıristiyan şahsiyeti de arasına aldı. Aynı zamanda bunların içinde Şidyak [37] gibi İslam kisvesine bürünmüş sinsi hı-ristiyanlar da vardı, dürzüler de vardı. Bunların tümü de bu top­rakların öz çocukları olmakla beraber onları hareketlendirip iten güç esasen dışarıdan geliyordu. Bu arada Avrupalı bazı siyasilerle Suriye ve Lübnan'daki bu çeşitli fikir kamplarına mensup şahsi­yetler arasındaki ilişkiler de çok iyi gidiyordu.

İdeolojik kampların ikinci merkezi ise İstanbul'du. Burada da çeşitli unsurlardan oluşan birçok dernek vardı. Bunların çoğu Türk-ler'den meydana geliyor idiyse de hemen hepsi Avrupa hayranlığıy-la çarpılmış idiler. Düzeni değiştirmek istiyor ve şovenist ideoloji­nin propagandasını yapıyorlardı, bazıları da çıkar sağlamak için uğ­raşan menfaatperest kimseler idi. Bunların arasında Yahudiler, özellikle yahudi dönmeleri vardı; ya da genel anlamda bunların tü­mü mevcut düzene karşı idiler, onu değiştirmek istiyorlardı. Aynı zamanda İslam'a da karşı idiler, onu vurmak istiyorlardı.

Bu derneklerin en ünlüsü ise, Paris'te kurulan Jön Türkler ör­gütüydü. Bu örgütün, Paris'teki ana merkezine ilaveten Berlin'de Selanik'te ve İstanbul'da da birer şubesi vardı. Bu teşkilatın baş­kanlığını, Avrupa hayranı olan ve Fransız ihtilalinin getirdiği dü­şüncelerin etkisini yaşayan Ahmet Rıza Bey yürütüyordu. Meşve­ret adı altında bir gazete yayınlamıştı. Makaleleri, Avrupa'ya ayak uydurmayı ve Osmanlı yönetim biçiminde merkezden bağımsızlı­ğı propaganda ediyordu. Havadis diye bir gazeteleri daha vardı ki gizlice İstanbul'a getirilirdi. Tabiiki Masonluk locaları bu harekete hemen kucak açtılar. Jön Türkler'in Berlin şubesi ılımlıydı. Fakat yönlendirme Paris'teki ana merkezden yapılıyordu. Selanik'teki şube ise ideolojik faaliyet bakımından diğerlere oranla daha tutucu idi. Bu cemiyette ayrıca askeri bir kanaat oluşturan bir grup su­bay da örgüt bünyesine alındı. Bunlar daha sonra İttihad ve Terak­ki Cemiyeti adı altında tanındılar.

Bu grupların toplantıları ise Jön Türkler örgütü ile îttihad ve Terakki Cemiyeti'nin faaliyetlerine çok büyük önem veren mason localarında düzenleniyordu.

Avrupa'ya ve batı düşüncesine sevdalananlar arasında şurayı devlet reisi Mithat Paşa gibi devlet yönetiminde çok önemli yerle­ri olan Osmanlı siyaset adamları da bulunuyordu ki, Mithat pa-şa'nın, gerek Halife Abdülazız'in öldürülmesinde, gerekse V. Mu-rad'ın tahttan indirilmesinde parmağı vardı.

Şu da bir gerçek ki bu Avrupa hayranları, İslamı kavramaktan çok uzak kimselerdi. Onun için halifeleri [38] despotlukla suçluyor­lardı ve devlet için bir anayasa konmasını istiyorlardı. Çünkü Os-manlı-îslam toplumundaki düzeni, Avrupa'daki hıristiyan devlet­lerin düzenlerine benzemesini, Avrupa anayasalarında olduğu gi­bi bu devletin de anayasasının insan tarafından belirlenmesini is­tiyorlardı.

Allah'ın kitabı olan Kur'an-ı Kerim'in ümmet için anayasa ol­masını istemiyorlardı. Çünkü İslam'da halifenin davranış ve yetki­lerini sınırlayan Kur'an-ı Kerim'dir. Onların bu tutumu ve düşün­cesi ise İslam'a karşı düşmanlık etmekten Avrupa'daki yaşam tar­zına bilinçsizce vurulmaktan, ruhsal planda bozguna uğramış ol­maktan, nefsani ve süfli birtakım hevesleri doyuma ulaştırmaktan başka bir şey değildi.

Bu ortamda yahudi emellerinin belirlemesi ve bir grup dönme yahudi tarafından devletin en üst mevkilerinin ele geçirilmesiyle birlikte Siyonist etkiler de arttı. Halk da bunların kökenlerini unutmuş, içyüzlerini ve Yahudi unsurunun nasıl bir ahlak ve tabiata sa­hip olduğunu bilmez hale gelmişti[39]

Çünkü İslam kisvesiyle halkın karşısına çıkıyor. İslam'ın ço­cuklarıyla beraber yaşıyorlardı. Onlara karışıyor, hatta önlerine geçip onlara namaz bile kıldırıyor ve hacca dahi gidiyorlardı.

Sonra hasta adamın işini bitirmek için, Avrupa ülkeleri daya­nışması daha da arttı. Avrupalılar Osmanlı Devleti'ne "Hasta Adam" adını takmışlardı. Her ne kadar bu konuda görüş ayrılıkla­rı çıkıyor ise de en çok Rusya, taraflardan birini oluşturuyor, diğer ülkeler ise ikinci bir taraf oluyorlardı.

II. Abdülhamid, işte bu cereyanların ve çarpışan dalgaların egemen olduğu bir ortamda hilafeti teslim aldı. Devleti herhangi bir tehlikeyle karşılaştırmadan selamet sahiline çıkarması gereki­yordu. Dolayısıyla kendisine haber uçuracak adamlarını artırdı. Bunlar, ülkenin çocukları arasında önemli mevkilerde bulunan yönetim düşmanlarının davranışlarını gizlice gözlüyorlardı. Kamu oyunda yankı uyandırmadan bu adamların birini ezmeye imkan buldukça, Sultan Abdüîhamid gerekeni yapmaktan geri durmu­yordu. İşte bu sebepledir ki ona Kızıl Sultan adı takılmıştı. Onu çokça suçladılar ve aleyhinde propagandalar yaydılar.

II. Abdülhamid birine, herhangi bir iyiliğe karşılık onu kendi safına çekme imkanına sahip oldukça bunu yapmaktan çekinme­miştir. Hatta saraydaki prenseslerle ve cariyelerle evlendirerek bi­le olsa bunu yapıyordu. Bu yüzdendir ki onun, Çerkeş halayıkları­nın çokluğu dedikodulara konu olmuştu. Nihayet baskılara da­yanmayarak insan kalemiyle düzenlenmiş bir anayasayı (kanun-iesasi)yi ilan etmek zorunda kaldı. Ancak bir süre sonra güçlenince onu yürürlükten kaldırdı.

II. Abdülhamid, İslam ümmetinin birliğini sağlamak için çaba harcıyor ve rnüslümanlara musallat olmuş emperyalistlerin aley­hinde onlardan yararlanmak için, her yerde desteklerim arıyordu. Bu suretle istediği zaman onları harekete geçirmeyi ya da Avru­pa'yı tehdit etmeyi düşünüyorduk. Bu niyetten hareket ederek İs­lam birliğinin kurulması çağrısında bulundu. Bu konuda büyük ölçüde başarı da sağladı. Alimleri kendine yaklaştırarak öğütlerini dinledi, tarikatçılarla geçinmeye çalıştı; Eski mahkemeleri düzene koydu; İslam şeriatına göre hazırlanan Mecelle-i Ahkam-ı Adli­ye'yi esas alarak çalışmaları sürdürdü; Devletin birçok bölgelerin­de yaygın bulunan feodal düzeni ortadan kaldırmak gibi bazı bü­yük ıslahatlar yaptı; rüşvete ve yönetimde görevi kötüye kullan­maya karşı mücadele etti.

II. Abdülhamid, Avrupa devletlerinden birinin, Osmanhlar'a

karşı baskı kullanmak ve devleti parçalamaya yönelik faaliyetlerde bulunmak istediğini sezdiği zaman o devlete karşı yumuşak bir si­yaset izlemeye ve o ülkeye karşı hayranlık besleyen birini sadaret makamına getirmek suretiyle ona yaklaşma gösterisinde bulun­maya çalışıyordu.

Nitekim işbaşına getirmiş olduğu sadrazamlardan mesela: Ka­mil Paşa İngiliz politikasını desteklemeyi uygun görüyor, Said Pa­şa, Fransa'ya yaklaşmayı istiyor, Halil Paşa, Rusya ile geçinme ar­zusunu gösteriyor, Tevfik Paşa ise ülke üzerindeki Alman etkisinin artmasını seviyor ya da bu etkide Osmanlı Devleti'ne karşı besle­nen kötü emellerin en azını görüyordu. İşte böylece II. Abdülha­mid, öngördüğü politika için en uygun olan şahsiyetleri sadrazam olarak tayin ediyordu.

Öyle anlaşılıyor ki bu dönemde Rusya'nın etkisi daha büyük­tü. Bu da Rusya'nın güçlü olmasından, Osmanlı Devleti'ne karşı daha çok kötü emeller beslediğinden ve devlete sınırdaş olmasın­dan ileri geliyordu. Ondan sonra ise Avusturya'nın etkisi onu izli­yordu. Çünkü Avusturya'nın Sırbistan ve tüm Balkan toprakların-da gözü vardı ve bu alanda Rusya ile rekabet halindeydi. II. Abdül-hamid'in son günlerine doğru Almanya'nın Osmanlı Devleti üze­rindeki etkisi her ne kadar artmış idiyse de esasen Avusturya'dan sonra İngiltere'nin, ondan sonra da Fransa'nın etkisi izliyordu.

II. Abdülhamid, azınlıklara ve değişik unsurlara karşı Türk-ler'den farklı ve Özel bir muamelede bulunuyordu. Bunu, onlarda­ki ırkçı düşünceyi zayıflatmak, etnik bilinci söndürmek için yapı­yordu. Bu amaçla onların zaman zaman yaptıkları bazı kötülükle­re karşı susmak zorunda kalıyordu. Avrupalılar'ın, Osmanlı Devle-ti'nin iç işlerine karışmalarına yol açmak niyetiyle Ermeni taşnak çetelerinin Anadolu'da ortalığa korku salmalarına karşı güttüğü tutum gibi. Keza Cuma namazından çıkarken Ermeni-Yahudi iş­birliğiyle ona yapılan başarısız suikaste karşı takındığı tavır gibi. Bütün bu yapılanlara karşı hep sessiz kaldı. Ta ki hıristiyan devlet­lerin girebilecekleri açık bir kapı bırakmış olmasın.

Ne var ki bütün bunlar onun işine yaramadı ve çeşitli kamplar tarafından, aleyhinde yayılan dedikodu hamlelerini de bir türlü hafifletmedi. Bu kampların başında ise, Filistin'e hicret etmelerini yasaklamış bulunduğu yahudilerle, -Ruslar'm emellerine hizmet eden- Ermeniler ve genelde bütün hıristiyanlar; keza şovenist ide­oloji sahipleri ve her cinsten Avrupa hayranları geliyordu. Bu ırkçı kampların başında ise Türkler ve Araplar vardı. Hatta Osmanlı Devleti yine eski gücüne kavuşur diye korktukları için bütün Avru­pa ülkeleri bu devletin topraklarını parçalayıp bölüşmek için ara­larında anlaşmışlardı.

Genel bir meclis düzenlenmesi için II. Abdülhamid 5 Şevval 1293 günü bir irade-i seniyye çıkardı. Bu genel meclis, iki ayrı meclisten oluşacaktı. Biri halk tarafından seçilecek ve buna Mec-Iis-i Mebusân denecekti. İkincisi ise Ayan Meclisi (senato) olacak ve üyeleri devlet tarafından tayin edilecekti.

Sadrazam Mütercim Rüştü Paşa yaşlanmıştı. Bu yüzden istifa etti. Sultan Abdülhamid onun yerine, Ahmet Mithat Paşa'yı tayin etti. Dört gün sonra da ilân etmek üzere ona kanun-i esasi'yi gön­derdi. (Bu ilk anayasa) 119 maddeden oluşuyordu. Devletin bütün vatandaşlarına, kanun önünde özgürlük ve eşitlik veriyor, öğre­nimde serbesti getiriyor ve bunu Osmanlılar'a mecburi kılıyordu. Keza basın hürriyeti getiriyor, soruşturma esnasında işkenceyi, mala el koymayı ve angaryayı yasaklıyor, meşru bir gerekçe göste­rilmeden kadıların işine son verilemeyeceğini öngörüyordu.

Jön Türkleri desteklediği, ideolojilerini yaymaya çalıştığı ve II. Abdülhamid'i tahttan indirip yerine -iyileştiğine dair dediko­duların yaygınlık kazandığı- V. Murad'ı yeniden tahta geçireceği ortaya çıkan sadrazam Mithat Paşa, 21 Muharrem 1294 günü azle­dildi. Mithat Paşa, laiklik taraftarıydı ve Osmanlı Halifesinin, dev­let sınırları dışında yaşayan müslümanlan temsil edemeyeceği gö­rüşünde idi. Halbuki dünyanın her yerinde müslümanlar, Halife'yi en üst merci sayıyorlardı. Onları parçalayıp bu hale getiren neden­ler ise bizzat müslümanların zayıf düşmüşlüğü ve özellikle haçlı­lar başta olmak üzere İslam düşmanlarının güçlenmiş olmalarıy­dı. Böylece Mithat Paşa'nın sadaret müddeti iki ayı geçmedi. On­dan sonra bu makama Mehmet Ethem Paşa getirildi.

4 Rebiülevvel 1294 günü Osmanlı Meclisi toplandı. Bu sırada Hersek'te, Karadağ halkı ve Sırplar tarafından körüklenen bir ayaklanma patlak vermişti. Ancak kısa sürede bastırıldı.

Bu gelişmelerden sonra Avrupalılar'ın Osmanlı Devleti'nin iç sorunlarına karışmak için bir bahane bulmamaları amacıyla Sul­tan Abdülhamid, nisbeten yumuşak bir siyaset izledi. Yargı ile icra organını birbirinden ayıran kadıların, halk tarafından seçilerek göreve getirilmesini ve müslümanlara hıristiyanlar arasında vergi eşitliğini öngören bir karar çıkardı. Ne var ki halk buna da razı ol­madı ve yeniden ayaklandı. Ayaklanma tekrar bastırıldı. Bütün bu olup bitenler Avusturya'yı yumuşatmadı. Çünkü bu ayaklanmala­rın arkasında o vardı ve Bosna-Hersek'i kendi topraklarına kat­mak istiyordu.

Bu arada Avusturya, Sultan Abdülhamid'e teklif edilmek üze­re Rusya ve Almanya ile ortaklaşa bir deklerasyon hazırlayarak ondan, gerekli bir takım düzenlemeler yapması isteniyordu. Bu deklerasyon hakkında İngiltere ve Fransa'nın da görüşleri alındıktan sonra Osmanlı Devleti'ne sunuldu ve Sultan Abdülhamid ta­rafından kabul edildi. Fakat Bosna ve Hersek'li hıristiyanlar bunu reddederek daha başka istekler direttiler.

Bu arada birçok devletin siyaset adamlarını meşgul eden bir olay cereyan etti. Mesele de şuydu.

Selanik'te hıristiyan bir genç kız İslam dinini kabul etmiş ve bunu tescil ettirmek için mahkemeye gitmişti. Ancak hıristiyanlar kızın yolunu kesip onu kaçırmışlardı. Bu olay müslümanlarm tep­ki göstermesine neden oldu. Müslümanlar hükümeti kızın haya­tından sorumlu tutarak onu bulmasını talep ettiler. Selanik valisi bunu halka vadetti. Ancak kızı bulamadı. Bunun üzerine müslü-manlar bir camide ikinci kez toplanarak hükümeti burada protes­to ettiler. Bu olay üzerine Almanya ve Fransa konsolosları camiye gelip halkla doğrudan muhatap olunca kaçırılan kızın, Alman konsolosunun evinde saklı tutulduğu yakında dedikodular yayıl­maya başladı. Kabaran halk konsolosluğa saldırdı. Bu olaylar hak­kında devlete haber ulaşınca liderler arasında kaynaşma başladı. Sonuç olarak Berlin'de, bir ültimatom hazırlanarak Rusya, Avus­turya ve Almanya tarafından onaylandı. Ondan sonra Fransa ve İtalya'da bunu imzaladılar ve hıristiyan vatandaşlarının durumu­nu düzeltmesi, onlara karşı adil davranması konusunda bir uyarı olmak üzere bu ültimatomu Osmanlı Devleti'ne verdiler. Ayakla­nanlarla anlaşarak bu olayı soruşturmak üzere uluslararası bir di­van kurulması isteğinde bulundular. Aksi halde Avrupa devletleri­nin zor kullanacağı bildirildi. [40]

 

Bulgar Ayaklanması

 

Rus nüfuzunu (Rus etkisini) Bulgaristan'da ki Ortodoks mez­hebine mensup Slavlar arasında yaymak amacıyla buralarda bir­çok gizli cemiyetler kurulmuştu. Bu cemiyetleri Rusya destekliyor, mensuplarına silah temin ediyordu. Bu örgütler de Sırplar'ı Bosna ve Hersek'teki hıristiyanları ayaklandırmak ve Osmanlı Devleti aleyhinde onları isyana teşvik etmek için faaliyet gösteriyorlardı. Bu sıralarda Osmanlı Devleti bazı Çerkez aileleri Bulgaristan'a yerleştirdikten ve Rusya'nın buraları işgal etmesi üzerine Çerkezler'in buralardan kaçmasından sonra Bulgarlar arasında Osmanlı hükü­metinin bu toprakları "iktâ" sistemi ile Çerkezler'e dağıtacağına ilişkin dedikodular yayılmaya başladı. Zaten Rusya ve Avusturya Bulgarlar'ı destekliyorlardı. Çünkü Bulgar topraklarını bu tür gizli cemiyetlerin kurulması için uygun bir ortam olarak görüyorlardı. Bu gizli örgütleri buralarda süahlandırabilirdi. Fakat Osmanlı Dev­leti bu hareketi bastırabildi. Bunun üzerine Avrupa devletleri Os­manlı askerlerinin Bulgar toplumuna karşı -sözde- vâhşiyane mu­amelelerde bulunduklarına dair dünya kamuoyunda dedikodular yaymaya başladılar. Halbuki Osmanlı askerleri bu tür davranışlar­da bulunmamışlardı. Bilakis Bulgarlar bu bölgede oturan müslü-manlara karşı saldırılarda bulunuyor ve onları toplu halde öldürü­yorlardı.

Ne var ki Avrupahlar'ın Osmanlılar aleyhinde yaydıkları dedi­koduların sonucu olarak dünya kamuoyunda Osmanlılar'a karşı nefret uyanmaya başladı. Bu gelişmelerin ardından Avrupa hükü­metleri Osmanlılar aleyhinde şiddeüi tedbirler alınması için çağrı­da bulundular. Bulgar çıkarlarının korunması amacıyla bir soruş­turma açılması ve uğradıkları zarar ziyanın tazmin edilmesi ve ta­yin edilecek hıristiyan bir hakim tarafından icraya konması için bir deklarasyon hazırlandı. [41]

 

Sırp Ve Karadağ Ayaklanması

 

Rusya, Avusturya ve Almanya, Sırpları ve Karadağ halkını Os­manlılar'a karşı silahlı mücadele yapmak için kışkırtıyorlardı. Çünkü Rusya Bulgaristan yönünde, Avusturya'da Bosna ve Hersek yönünde sınırlarını genişletmek istiyorlardı. Bu iki devlette de Sır­bistan ve Karadağ beylerine destek sözü vermiş, üstünlük elde et­tikleri takdirde ordularının gelip Osmanlılar'ı burada yok edecek­lerini vadetmişlerdi. Yok eğer Osmanlılar'a yenilecek olursa Rus ordusu düşmana karşı Sırplar'ın ve Karadağlıların yanında yer alacaktı. Bu ilişkiden sonra Rus askerleri gizli bir şekilde Sırbis­tan'a ve Karadağ'a akın etmeye başladılar. Onun için bu topraklarda Osmanlılar'a karşı çıkan ayaklanmalar esnasında Osmanlı ordusuna karşı Sırp ve Karadağ adı altında esasen Rus askerleri çarpışıyorlardı.

İşte Rusya'nın ve Avusturya'nın bu kışkırtması sonucudur ki Sırp ve Karadağ Prensleri asker toplamaya başladılar. Neden aske­ri yığmak yaptıkları sadrazam tarafından bunlara sorulduğunda ise, Arnavutlar'ın zaman zaman giriştikleri akınları püskürtmeyi ve iç güvenliği temin etmeyi gerekçe olarak gösterdiler. Sırp ve Ka­radağ orduları hazır hale gelince Sırbistan prensi Bosna'daki ayak­lanmayı bastırma görevinin kendisine verilmesini Osmanlı Devle-ti'nden istedi. Çünkü burada bulunan Osmanlı birlikleri onun ül­kesini tehdit ediyordu. Aynı zamanda karadağ prensi de Osmanlı Devleti'nden Hersek topraklarının bir kısmını istiyordu. Bütün bunlar savaş çıkarmak için birer bahaneden başka birşey değildi. Osmanlı Devleti ikisininde isteklerine cevap vermeyince Sırp ve Karadağ birlikleri Osmanlı topraklarına girmeye başladılar.

Osmanlı Devleti de savaş için gerekli hazırlıkları tamamlamış ve askeri yığmak yapmıştı. Aynı zamanda Mısır'dan da birlikler geldi. Bu suretle birkaç mevkide cereyan eden çarpışmalarda Os­manlı orduları Sırplar'a karşı zafer kazandılar [42] Böylece Belgrad yolu açılmaya başladı. Ne var ki Avrupa devletlerinin müdahale edebilecekleri ihtimali üzerine harekâtı durdurması için cephede­ki Osmanlı komutanına savaşı durdurma talimatı geldi. Bu arada Osmanlı Devleti bir takım şartlar ileri sürdü ise de hıristiyanlar bu­nu kabul etmediler. Bunun üzerine cephedeki Osmanlı komutanı ilerlemesine devam etti. Ancak bu sırada da Avrupalılar soruna müdahale ettiler. Ve savaşın derhal durdurulması için emir veril­mesini istediler. Aksi halde diplomatik ilişkilerin kesilmesine ve savaş beklentilerine işaret olmak üzere Avrupa ülkeleri elçilerinin İstanbul'u terkedeceklerini bildirdiler.

Rusya'nın tek başına hareket ederek Osmanlı Devleti'ne sal­dırmasından ve başkent İstanbul ile boğazlan işgal etmesinden korkan Avrupa ülkelerinin temsilcileri İstanbul'da toplandılar ve birtakım çözüm önerilerinde bulundular. Bu önerilerin önemli maddeleri şöyleydi: Bulgaristan topraklarının iki vilayete bölün­mesi ve valilerin yabancı ya da Osmanlı vatandaşı hıristiyanlardan olması, Osmanlı askerlerinin sadece kalelerde ve büyük şehirlerde bulundurulması, Bulgar polisinin hıristiyanlardan oluşturulması, subayların ise yarısının müslümanlardan, diğer yarısının da Bul­garlardan tayin edilmesi, bu konudaki kararların uygulanması için uluslararası bir komisyon oluşturulması bu hak ve ayrıcalıkların aynı zamanda Bosna ve Hersek'e de verilmesi keza, Sırbistan ve Karadağ ile yapılacak barışta Osmanlı Devleti'nin bu iki ülke le­hinde toprakların bir bölümünden vazgeçmesi...

Fakat bütün tehditlere rağmen Osmanlı Devleti bu önerileri reddetti. Kanun-i Esasi de zaten ilan edilmiş idi. Böylece bu öne­riler reddedildi. Aynı zamanda devletin Yahudi ve Hıristiyan va­tandaşları da bu önerileri reddettiler. Buna karşı bir tepki olmak üzere Avrupa devletlerinin temsilcileri ve elçileri İstanbul'u ter-kettiler.

Osmanlı Devleti, işte bu aralarda tek başına Sırplar'la bir barış akdetti. Bunun gereği olarak ve Sırplar tarafından yeni kaleler inşa edilmemesi, keza, Osmanlı egemenliğinin devam ettiği anlamına gelmek üzere bayrağının Sırbistan bayrağıyla birlikte dalgalandırıl-ması şartlarıyla Osmanlı Devleti ordularını Sırbistan toprakların­dan geri çekti. Bırakışma aynı zamanda Karadağ ile de yapıldı. An­cak Karadağ ile barış akdedilmedi. Çünkü Karadağ, ülkesine kat­mak üzere Osmanlı Devleti'nden toprak talebinde bulunuyordu.

Rusya, bu fırsatı değerlendirerek Osmanlı Devleti'yle olan soru­nunu tek başına halletmek istiyordu. Fakat başka devletlerinde bu arada hesabını yapıyordu. Onun için ne yapacağına dair onlarla da görüşüyor, istişarede bulunuyordu. Nitekim İngiltere'ye yazılı bir teklifte bulundu. Uygun görürse onaylamasını istiyordu. İngilte­re'de bunu onayladı. Bunun üzerine Avrupa ülkelerinin temsilcileri Londra'da toplanarak bir deklerasyon hazırladılar. Ve Osmanlı Devleti'ne sundular. Bu deklerasyonda Osmanlı Devleti'nin hıristiyan vatandaşlarına bir takım haklar tanınması ve durumlarının iyileşti­rilmesi yolunda Avrupalıların isteklerini içeriyordu.

Keza, Bosna, Hersek ve Bulgaristan'da ıslahat yapılması Kara­dağ'la Osmanlı Devleti'nin sınırlarının kesinleştirilmesi, seyahat hürriyetinin tanınması Karadağ ve Sırbistan'la barış yapılması konularına da yer veriyordu. Aynı zamanda Avrupa ülkelerinin İs­tanbul'daki elçileri ve vilayetlerdeki temsilcileri tarafından bu dek­larasyon maddelerinin uygulanışının denetlenmesini de öngörü­yordu. Ancak Rusya, İngiltere, Avusturya, Almanya, Fransa ve İtalya tarafından imzalanan bu deklarasyon Osmanlı Devleti tara­fından kabul edilmedi. Çünkü bu devletler aslında hıristiyanlarm haklarının korunması bahanesi ile Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmak istiyorlardı.

Nitekim bu kararları alırlarken bile ne Osmanlı Devleti'ne da­nışmışlardı ne de Osmanlı Devleti bu sorunların tartışılmasına ka­tılmıştı. Bu yüzden Osmanlı Devleti, meydana gelen anarşinin esasen dış müdahalelerin tabii bir sonucu olduğunu, gerekli ısla­hat ve düzenlemelerin devam ettiğini devletin bu ıslahatı büyük bir duyarlılıkla sürdürdüğünü ve bütün vatandaşlar arasında eşit muamele yapıldığını açıkladı. Buna göre istanbul'daki elçileri ve diğer vilayetlerdeki konsolosluklar kanalıyla devletler Osmanlı­lar'in iç işlerine hangi gerekçe ile karışabilirlerdi?! [43]

 

Osmanlı Rus Savaşı

 

Rusya, Romanya (Eflak ve Boğdan)'la hemen bir antlaşma im­zaladı. Buna göre Romanya bütün imkanlarını Rusya'nın tasarru­fu altına koyuyordu. Ondan sonra da Rusya Osmanlı Devleti ile ilişkilerini kesti. Ve Londra deklarasyonunu reddettiği gerekçesi ile de ona karşı savaş ilan etti. Bunun üzerine Bab-ı Ali Rusya'yı bu tutumundan dolayı ikinci kez Avrupa ülkelerine şikayet etti. Ancak vaktiyle yapılmış antlaşmaya ve özellikle Kırım savaşından sonra imzalanan barışa rağmen hiçbir olumlu cevap almadı (Yıl 1294).

Rusya Romanya sınırlarını çiğneyerek topraklarına girdi. Os-manh Devleti bunu protesto etti. Çünkü Romanya hala Osmanlı Devleti'nin egemenliği altında bulunuyordu. Rus orduları, Danup (Tuna) nehrini geçerek birkaç yerde Osmanlılar'ı yendiler. Ondan sonra Rus orduları karşılaştığı direnişin önünde durakladı. Os­manlı orduları, ise savunma durumundan saldırı durumuna geçti­ler. Ne var ki kaydedilen basit bir ilerlemeden sonra üstünlük tek­rar Rus tarafının eline geçti. Osmanlı ordularının komutanı Gazi Osman Paşa teslim olmak zorunda kaldı. Osman Paşa yaralıydı. Avrupa cephesindeki savaş da bu sırada durmuş oldu.

Anadolu'nun doğusuna gelince burada Ruslar birçok kale ve kentleri kuşatma altına almışlardı. Bu kentlerin arasında Kars ve Batum'da vardı. Fakat Ahmet Muhtar Paşa ve İsmail Hakkı Pa-şa'nın verdikleri mücadele karşısında Ruslar ve kuşatmaları kaldı­rıp geri çekilmek zorunda kaldılar. Bu cephede cereyan eden çar­pışmalar sırasında Osmanlı kuvvetleri Rus ordularına karşı altı yerde üstünlük kazandılar. Rusya bu savaşlarda destek istemiş ona çok kalabalık ordular halinde imdat güçleri gelmişti. Buna muka­bil Osmanlılar cepheye destek güç gönderememişlerdi. Bu yüzden Osmanlı kuvvetleri üzerine ikinci bir saldırı geldi. Ve Osmanlı gün­leri geri çekildiler.

Ahmet Muhtar Paşa Erzurum'a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Bu suretle Kars şehri düşman eline düştü. Ardından Ruslar, Ahmet Muhtar Paşa'yı Erzurum'da sardılar. Doğu Anadolu'da Kars'ın, batıda ise bir ay sonra Plevne'nin düşmesiyle birlikte bu sefer de Sırplar cesaretlendiler. Ve Sırp prensiyle Rus çarı arasında yapılan bir görüşmeden sonra Osmanlı Devleti'ne karşı savaş ilan ettiler. Aynı zamanda Karadağ halkı Osmanlılar'a karşı vuruşmaya devam ediyordu. Bu sırada Bab-ı Ali bir bildiri yayınlayarak Sırp prensinin görevden alınmış bulunduğunu, Sırbistan halkına onun işlediği bu vatana hıyanet suçunu açıklamaya çalışıyordu. Ne var ki bunun hiçbir faydası olmadı.

Rus kuvvetleri batıdan ilerleyerek günümüz Bulgaristan devle­tinin başkenti olan Sofya'ya girdiler. Ruslar buradan Edirne üzeri­ne yürüdüler. Burayı da ele geçirdikten sonra bu kez de İstanbul üzerine hareket ettiler. O kadar yaklaştılar ki Rus kuvvetleriyle İs­tanbul arasında elli kilometreden fazla bir mesafede kalmadı. Rus kuvvetleri Bulgar topraklarına girince Bulgarlar cesaretlenerek bu­radaki müslümanlara saldırdılar. Onları boğazladılar, kestiler ve parçaladılar. Bu katliamda bazı gruplar İstanbul yönüne doğru kaçmış gelip kentin sokaklarını ve caddelerini doldurmuşlardı. Bu sırada gelen göçmenlere yardım maksadıyla İstanbul'da kampan­yalar kurulmuştu. H. 1294 yılı Zilhicce ayının yedinci günü Meclis-i Mebusan toplandı. Sultan adına yapılan bir konuşmayı dinlediler. Ondan sonra da meclisin dağılmasına dair bir emirname okundu.

Bab-i Ali çarpışmaları durdurmak maksadıyla Namık ve Surur

Paşa'dan oluşan askeri bir heyeti Rus yetkililerle görüşmek üzere gönderdi. Heyet Rus kuvvetlerinin komutanı ile görüştü ve H. 1295 yılı başlarında çarpışmalar durdu. Bu arada Bab-ı Ali Karadeniz sahillerindeki Rus mevkilerine koymuş olduğu kuşatmaları kaldır­dığını ilan etti.

Bu esnada bir takım olaylar patlak verdi. Bunların bazıları iç meselelerdi. Bazıları ise dışarıda cereyan ediyordu. İçerideki olay­lar devrimci grupların iç tepkileri ve mevcut anarşiyi fırsat bilerek giriştikleri hadiselerdi. Dıştaki olaylara gelince İngiltere Rus güçle­rinin İstanbul yakınlarına kadar sokulduklarını öğrenince deniz kuvvetlerine zor kullanmak suretiyle dahi olsa Çanakkale boğa­zından içeri girmeleri emrini verdi. Nitekim bu emir yerine getiril­di. Ancak Rusya'da buna karşılık olarak ve hıristiyan Osmanlı va­tandaşlarının haklarını korumak bahanesiyle İstanbul üzerine kuvvet göndermek istedi. Fakat ardından bu iki devlet anlaştılar. Bu suretle ortalık da yatışmış oldu. [44]

 

Saînt İstephanos (Ayastefanos) Antlaşması

 

Osmanlı Devleti'nin temsil heye,ti ile Rus temsil heyeti İstan­bul yakınlarında ve Marmara kıyısı üzerinde bulunan Ayastefanos kasabasında karşı karşıya geldiler. Tabi ki bu karşılaşma kısa bir süre önce ateşkes hattının belirlenmesi konusunda Rusya'nın yapmış olduğu görüşmelerden sonra düzenlendi.

Bu karşılaşmada Rus temsil heyeti bazı peşin şartlar ileri süre­rek bunların kabul edilmesini istedi. Aksi halde Rus ordularının İs­tanbul'u işgal edeceği tehdidini savurdu. Osmanhlar'm iş bu şart­ları imzalamaktan başka seçenekleri yoktu. Ayastefanos antlaş­ması şu maddeleri içeriyordu.

1- Osmanlı Devleti ile Karadağ arasındaki anlaşmazlığın sona erdirilmesi için iki ülke arasında yeni bir sınır belirlenecek, bu prenslik bağımsızlığına kavuşacak ve eğer iki ülke arasında yeni bir anlaşmazlık çıkacak olursa bunu Rusya ile Avusturya çözümle­yecekti.

2- Sırbistan bağımsızlığına kavuşacak ve bu ülkeye de yeni topraklar verilecek, Rusya'nın yardımıyla ekteki haritaya göre bu ülkenin sınırları belirlenecektir.

3- Bulgaristan yalnızca idari alanda bağımsızlığını alacak ve Osmanlı Devleti'ne belli bir vergi ödeyecektir. Bulgaristan devleti­nin memur ve askerleri hırisuyanlardan seçilecek iki devletin sı­nırlan ancak Osmanlı-Rus ortak kararıyla belirlenecek Bulgaristan prensi halkın seçimiyle yönetime gelecek, Osmanlılar Bulgaris­tan'dan askeri güçlerini kesin şekilde çekecek ancak Osmanlılar bu askerlerini Bulgaristan'ın diğer vilayetine nakledebileceklerdir.

4- Romanya devleti tamamiyle bağımsızlığına kavuşacaktır.

5- Bab-ı Ali gerek hıristiyan azınlıkları gerekse Kürtleri ve Çer­kezleri koruyacağına dair garanti verecektir.

6-  Bab-ı Ali hükümeti Girit adasında bulunan hıristiyanlarm sosyal durumlarını iyileştirmeye çalışacaktır.

7- Osmanlı Devleti savaş tazminatı olarak 245.217.391 altın li­ra Ödeyecek, gerekirse Rusya bu para karşılığında toprak da alabi­lecektir.

8-  İstanbul ve Çanakkale boğazlan gerek savaş gerekse barış zamanında Rus gemilerine açık tutulacaktır.

9- Osmanlı ülkesinden kopmuş bulunan topraklarda yaşayan müslümanlar isterlerse taşınmaz mallarını satabilecek ve Osman-152h Devleti'nin herhangi bir bölgesine göçerek burada yerleşebile­ceklerdir.

Diğer devletlere gelince özellikle İngiltere Rusya'nın İstan­bul'u işgal ederek sıcak denizlere ulaşmasından ve gittiği bölgeler­de kendisiyle rekabete girişmesinden çekiniyordu. Avusturya ise Osmanlı topraklarını Rusya ile birlikte paylaşmaktan, Bosna ve Hersek'i egemenliği altına alarak Selanik limanına ulaşmaktan ya­na idi. Çünkü bu kapıdan Akdeniz'e girme imkanını bulacaktı. Al­manya ise bu meselelerle fazla ilgilenmiyordu. Belki de Rusya'nın tutumuna eğilim gösteriyordu. Keza, İtalya'nın da bu konuda çı­karı azdı. Fransa ise tarafsız bir tutum izliyordu. Özellikle de 1288 yılında Almanya'ya yenilmesinin açılarıyla inliyordu. [45]

 

Berlin Antlaşması

 

Avusturya, devletleri Berlin'de bir konferansa çağırdı. Avus­turya bu konferans için bilhassa Berlin'i seçiyordu. Çünkü Al­manya, Avusturya'nın Bosna ve Hersek eyaletlerini işgal etmesini zorunlu görüyordu. İngiltere'de Ayastefanos antlaşmasının tekrar gözden geçirilmesini istiyordu. Bu yüzden Rusya ile anlaşmazlığa girdi. Hatta neredeyse aralarında savaş patlak verecekti. Fakat Rusya gerek İngiltere'nin gerekse onun yanında yer almış olan di­ğer devletlerin ısrarı ve müslümanların Bulgaristan'da giriştikleri misilleme hareketlerinin karşısında yumuşamaya başladı. Çünkü Bulgaristan'daki müslümanlar, dağlara yaslanmış, hem bir yan­dan Rus kuvvetlerine saldırarak onlara ağır darbeler indiriyor, di­ğer yandan vaktiyle onlara karşı soy kırıma girişen Bulgar hıristi-yanlardan intikam almaya çalışıyorlardı. Sonra ortalık yatıştı.

Fakat İngiltere'nin Rusya'ya karşı duyduğu korku ve endişe devam ediyordu. Rusya'nın İstanbul'a doğru ilerlemesinden endi­şe eden İngiltere, Osmanlı Devîeti'yle ortak bir savunma paktı oluşturmak için teklifte bulundu. Keza, Kıbrıs'a girmesine izin ve­rilmesi, Rusya'dan yardım istememeleri için de hıristiyan azınlık­lara hak ve özgürlükler verilmesi konusunda Bab-ı Ali'den istekte bulundu. Osmanlı Devleti'de kendisim tehdit etmekte olan Rusya'ya karşı duyduğu endişe sebebi ile bu isteklere uyacağını kabul etti. Böylece Rusya Kars ve Batum'u boşalttığı takdirde İngiltere Kıbrıs'tan çekileceğini garanti edince Bab-ı Ali Kıbrıs'ı feda etmiş oldu. Osmanlı Devleti ile İngiltere arasında yapılan iş bu savunma sözleşmesi, Berlin antlaşmasının süresi bitinceye kadar gizli kaldı.

Ayastefanos antlaşmasının yeniden gözden geçirilmiş şekli olan Berlin'deki konferansın, üyeler tarafından üzerinde anlaşma­ya varılan maddelerinin en önemlileri şunlardı:

1- Bulgaristan'a bağımsızlık verilmesi ve hudutlarının yeniden düzenlenmesi. Çünkü Bulgaristan batı yönünden doğuya doğru Sırbistan lehinde, güneyden de kuzey yönüne doğru Osmanlı Devleti lehinde içe çekilmişti. Bu suretle kuzey Ege sahilleri Os­manlılar'a kalmıştı. Aynı zamanda yapılan bu düzenlemeye göre Balkanlar'ın güneyinde Doğu Rumeli adıyla bir vilayet oluşturula­cak, bu vilayet siyasi ve askeri bakımdan Osmanlı egemenliğinin altında bulunacak fakat bir hıristiyan yönetici tarafından idare edilecektir. Bu yönetici ise konferansta taraf olan devletlerin ortak kararı ile beş yıl süre için seçilecektir. Aynı zamanda Rusya'ya ait askeri bir güç Bulgaristan'da ve Doğu Rumeli'de bulunacak bu as­keri kuvvetin sayısı elli bin kişi ile sınırlı olacaktı.

2- Yunanistan hududu biraz kuzeye doğru sarkmıştır. Bilindiği üzere Yunanistan savaş konusuna girmemiştir. Ve Ayastefanos antlaşması Yunanistan topraklarının hiçbir kısmını kapsamıştır.

3- Bosna ve Hersek Avusturya'ya verilmiştir.

4- Besarabya Romanya'dan alınarak Rusya'ya iade edilmiştir. Romanya'ya ise Dobruca ile bazı adalar verilmiştir. Berlin antlaş­ması altmış dört maddeden ibaret olarak imzalanmıştır. Tarih Re­cep ayı 1295.

Rusya, Avusturya ve İngiltere Osmanlı topraklarının bir kısmı­na işte bu şekilde sahiplendiler. Almanya ve İtalya'mnsa bu yönde doğrudan bir emel ve istekleri yoktu. Tarafsız bir tutum izleyen Fransa da bu mirastan nasibini almak istiyordu. Nitekim 1288 yı­lında Almanya karşısında uğradığı yenilgiden sonra artık kendine gelmiş ve güçlenmiş de bulunuyordu. 1299'da Tunus taraflarından Cezayir toprakları üzerine doğru bir takım ihlallerin yapıldığını ileri sürerek güvenliği sağlamak bahanesiyle buraya otuzbin kişi­den oluşan bir kuvvet gönderdi. Sonra bunu başka bir kuvvetle destekledi.

Fransız güçleri Tunus'un başkentine doğru harekete geçtiler. Bunun üzerine Tunus bayı Fransız işgalini kabul edip hegemon­yasını tanıdığına dair antlaşmayı imzalamak zorunda bırakıldı. Keza hıristiyan devletlerde bu işgalin meşruluğunu onayladılar. Bunun üzerine Osmanlı Devleti Trablus'ta Tunus hudutları üze­rinde bulunan kuvvetlerini desteklemek için biri deniz, diğeri de kara gücü olmak üzere iki askeri birlik gönderdi. Bu yüzden nere­deyse Fransız kuvvetleriyle Osmanlı kuvvetleri arasında savaş pat­lak verecek oldu. Almanya Osmanlı sultanına kuvvetlerini uzak mesafeye çıkarmaması yolunda tavsiyelerde bulundu. Ve karşılık­lı görüşmeler yoluyla sorunun çözüme kavuşturulması için arabu­luculuk yapacağına dair rağbetini bildirdi.

Öyle anlaşılıyor ki İngiltere, Kıbrıs'ta kaz an di ki arıyla yetinme­mişti. Onun için de gözü Mısır'daydı. Özellikle Fransa'nın Tunus'u işgal etmesinden sonra Süveyş kanalının açılması sebebi ile hükü­metin omuzuna yüklenen ağır borçların bir sonucu olarak Mı­sır'da patlak veren olayları ve Hidiv İsmail Paşa'mn müsrifane tu­tumu yüzünden tahttan indirilerek yerine oğlu Tevfik Paşa'mn ge­çirilmesini fırsat bilerek Mısır'ın iç işlerine karışmaya başladı. îki ülke kuvvetleri arasında meydana gelen savaşta İngiltere orduları Ahmet Arabi komutasındaki Mısır ordusuna karşı üstünlük ka­zandı. Ve 1299'da ülkeyi işgal etti.

İşte tam bu sıralardadır ki Sudan'da Mehdi hareketi başladı. Ve bütün Sudan'a hakim oldu. Mısır'a egemen bulunan İngiltere es­kiden buraya bağlı olan Sudan'da ve vaktiyle Osmanlı Devleti'nin Mısır lehinde vazgeçtiği doğu Afrika'da bulunan Mısır askeri güç­lerini Mehdi hareketinin yayılmasından sonra geri çekmeyi uygun gördü. İngiltere'nin asıl niyeti daha sonra İngiliz komutanlarının sevk ve idaresinde Mısırlı askerlerden oluşan bu ordularla Su­dan'ı dize getirmekti.

Nitekim İngiltere Sudan'daki Mehdiciler'e karşı üstün gelmeyi, hareketlerini bastırmayı ve ülkeye yeniden egemen olmayı başar­dı. Doğu Afrika'ya gelince burayı da Fransa, italya ve Habeşis­tan'la bölüştü.

Avrupa devletleri o aşamada Osmanlı Devleti'nden istedikleri­ni işte bu şekilde koparıp aldılar. Ondan sonra da içeride tutuşan ateşle onu yalnız bıraktılar. Dışarıdan seyrettiler, içeriden ise kış­kırttılar. Aynı zamanda gerek Afrika'da gerekse başka bölgelerde etki alanlarını aralarında paylaşıp durdular. İtalya ve Almanya gibi Osmanlı topraklarından fiilen parça almayan devletler bile hisse kaptılar. Aynı zamanda bu ülkeler bazen kendi aralarında rekabe­te de girdiler. Kimi vakitler birbirleriyle çekiştiler. Ama hep bu çe­kişmeler mahalli kaldı. [46]

 

Îç Hareketler

 

II. Abdülhamid döneminde Mithat Paşa'mn sadaret makamı­na getirilmesiyle Avrupa hayranları hedeflerine ulaştıklarına inan­maya başladılar. Çünkü Mithat Paşa'mn bizzat kendisi bu Avrupa sevdalılarının en önde geleni idi. Nitekim Sultan Abdülhamid sadrazama, Namık Kemal ve Ziya Paşa'yı Meclis-i Vâla azahğma tayin edeceğine dair söz vermesiyle birlikte Osmanlı toplumunda düşüncenin artık hıristiyanlaşacağı yolunda Avrupa ülkelerinin umutları yeşermeye başladı. Sultan, aynı zamanda Mithat Paşa'ya Kanuni Esasi'yi de ilan edeceğini vaadetmişti. Nitekim ilan da et­ti. Ve Meclis-i Mebusan'ı da topladı. Fakat çok geçmeden onu sa­daret makamından uzaklaştırdı. [47] Böylece Mithat Paşa'mn sadrazamlığı iki aydan fazla sürmedi. Sultan Abdülhamid'de Meclis-i Vâla azahğına tayin edeceğini şahsiyetler için verdiği sözde dur­madı. Aynı zamanda Kanuni Esasi'yi askıya aldı. Ve H. 1295 yılının Saf er ayında Meclis-i Mebusan'i süresiz olarak kapattı.

Sultan Abdülhamid Kanun-i Esasi'yi destekleyenlerin çoğu­nun Avrupalı siyaset adamlarıyla gizli ilişkiler içerisinde oldukları­nı ve İslam kanunlarına karşı düşmanlık beslediklerini sanıyordu. Böyle bir kanaate sahipti. Onun için batı düşüncesini propaganda eden herkese karşı sert muamele yapmaya başladı.

Aynı zamanda ordunun eğitimine ve hilafet otoritesinin güç­lenmesine önem verdi.

Keza, İslam birliğinin kurulması için çağrıda bulundu. Onun bu girişimleriyle birlikte Avrupa hayranları hayal kırıklığına uğra­dılar. Bunlar kendilerini Kanuni Esasi taraftarları olarak lanse edi­yorlardı. Her yerde düşüncelerini yaymaya çalışıyor, gerek siviller arasında gerekse askerler arasında gizli cemiyetler kuruyorlardı.

Bu cümleden olarak H. 1316 yılında Paris'te İttihat ve Terakki Cemiyeti [48] 1323 yılında da Selanik'te Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sonra bu iki dernek birleşerek ittihatçılar'in Paris'teki umumi ce­miyeti oldu. Bu hareketin yönetim merkezi Selanik'te idi. Osman­lı gençlik cemiyetlerinin en eskisi ise H. 1282 yılında İstanbul'da kurulmuş olan dernektir.  [49] Fakat bu cemiyet gizli değil bilakis ale­ni idi. Gizli kurulan örgütlerin ilki ise Niyazi Bey'in Resne'de kurmuş olduğu örgüttür. Ayrıca Enver Bey'ini [50] Raif Bey'in, Hasan Bey'in ve Selahaddin Bey'in kurdukları örgütler de eskidir. Böyle­ce çeşitli gizli askeri örgütler bitmeye ve süratle gelişip yayılmaya başladılar. Hükümet ise bir yandan orduyu güçlendirmekle, bir yandan da gerek dönme yahudiler, gerek masonlar ve gerekse yurt dışındaki siyonist Yahudiler tarafından girişilen gayretlerle çok açık bir şekilde gözükmeye başlayan yahudi tehlikesine karşı ted­birler almaya çalışıyordu. Çünkü bu çeşitli Yahudi toplulukları Os­manlı Devleti'ni yıkmak için içeride oluşan gizli örgütlere yardım­da bulunuyor, onları destekliyorlardı.

Aynı zamanda Yahudiler, kendi meselelerini görüşmek ama­cıyla da dünya yahudilerine çağrıda bulundular. Ve H. 1314 yılın­da İsviçre'nin Bazel kentinde bu maksatla bir kongre düzenlediler. Gerek mal ve servet sömürüsü, gerek yabancı unsurları kullan­mak, gerekse bayramlarda yaptıkları hamursuza sırf kan temin et­mek için masum insanları öldürmek gibi özel inanç ve düşüncele­rinden sebep bütün dünyada milletlerin baskılarına uğradıkların­dan, bir vatan kurup dindaşlarını belli bir toprak parçası üzerinde toplamayı bu kongrede görüştüler. Kongreye katılan yahudi ileri gelenlerinden Hertze!, o gün için seçilecek olan vatanın Filistin oldu)

masını istiyor bu görüşünde ısrar ediyordu. Yahudi idealinin ger­çekleşmesi için ona yetkiler verildi.

Böylece onun gayretleriyle Siyonizm diye bir ideoloji peydah­landı. Hertzel zaman zaman Sultan Abdülhamid ile temas kuru­yor, aralarındaki ilişkiyi güçlendirmek için dalkavukluk yapıyor onu yüceltmeye çalışıyordu. Fakat buna rağmen Abdülhamid bu yahudiye yüz vermiyordu. Bunun üzerine Teodor Hertzel bu kez de Avrupa devletleri aracılığıyla amacını gerçekleştirmeye çalıştı. Bunlardan özellikle Mısır üzerinde emelleri olan İngiltere'yi seçti. Çünkü aynı zamanda Hindistan'a giden deniz yolu üzerindeki Sü­veyş kanalı İngilizler'in denetimi altında bulunuyordu. Ayrıca Mı­sır Filistin'e komşuydu.

İşte bu stratejik sebeplerden dolayı Teodor Hertzel amacına alet etmek için İngiltere'yi seçti. Ve Filistin'de bağımsız bir yahudi devleti kurma düşüncesini îngüizler'e sundu. Bu devlet de (bir ve­fa borcu olarak) şayet Mısır yolu zorlaşırsa İngilizler'in Hindis­tan'a ulaşmalarında yardımcı olacaktı. Aynı zamanda bu amaçla Filistin'den Basra körfezine kadar bir demiryolu bağlantısı kur­mak mümkündü. Bu şekildeki bir yardım (yahudi düşmanlığıyla tanınan ve) İngilizlerle daima çekişen Almanlar'a karşı da bir reka­bet olacaktı. Çünkü Almanya, özellikle Sultan Abdülhamid iktida­rının son günlerinde Osmanlı Devleti üzerinde büyük bir etkisi sa­hibi olmuş, İstanbul'u Bağdat'a da uğrayacak şekilde Basra'ya bağlanan demiryolu imtiyazını almıştı. Ayrıca Yahudi-İngiliz pa­zarlığına göre Yahudiler çöküntü içinde bulunan Osmanlı ekono­misinin kurtarılması için gerekli parayı da verebileceklerdi. Çünkü Filistin'de artık söz sahibi olmuş olacaklardı.

Teodor Hertzel bu projesini aynı zamanda Rusya'ya sundu. O gün için Rusya'nın iç işleri bakanı devlet adına Hertzel'le görüştü. Ve Rusya'nın, büyük sayıda yahudi vatandaşlarının Filistin'de yer­leşmelerine izin verebileceğini, ancak Rusya'daki bütün yahudiler için bu izni veremiyeceğini bildirdi. Çünkü Rusya, düşünce potan­siyeli olarak varlığına ihtiyaç duyduğu bir yahudi kitlesini ülkesin­de alıkoymak istiyordu. Teodor Hertzel, Sultan Abdülhamit'le kurduğu temasta başarı gösteremedi. Onun için parayla veya başka vaatlerle yoldan çıkarabileceği bazı Osmanlı Devlet adamların­dan faydalanma yollarını aradı. Keza, gerek bizzat sultanla ya da nüfuz ve etkinlik sahibi kimselerle ilişkisi olan yabancı dostların­dan da faydalanmak istedi. Bunlardan bazıları da Almanya ve Avusturya elçileriyle. Ancak gerek yabancılardan, gerek Hertzel'in bizzat kendisinden, gerekse bazı Osmanlı devlet adamlarından gelen bu teklifleri, Sultan Abdülhamid kesinlikle reddetti. Ondan sonra Teodor Hertzel, devlete karşı başkaldıran Ermeni ve Yunan âsileri aleyhinde Sultan Abdülhamit'e bazı hizmetlerde bulun­mak sureti ile ondan istifade etmeye yollarını aradı. Fakat bu ça­baların da faydası olmadı.

H. 1315 yılında Alman imparatoru İstanbul'u ziyaret edip on­dan sonra Suriye'ye geçince Teodor Hertzel, süratle hareket ede­rek ona yetişti. Ve Almanya başbakanı aracılığıyla imparatorla gö­rüştü. Keza, beraberinde bulundurduğu Yahudi Hamamı Moşe Levi ile birlikte İstanbul'da Almanya elçiliği vasıtasıyla Sultan Ab­dülhamit'le görüşme imkanını buldu. Ona çok cazip tekliflerde bulundular. Ancak Sultan Abdülhamid onları huzurundan kovdu. Ve Filistin'e Yahudiler'in göçmelerini yasakladı. İşte bu olaydan sonradır ki Yahudiler kolları sıvayıp onu tahttan indirmek için aleyhinde faaliyetlere giriştiler. Ve gizli Ermeni örgütlerine yar­dımda bulundular.

Masonluğa gelince bu uluslararası bir takım irtibatlı örgütler şebekesidir. Birbirlerine yardımda ve hizmette bulunmak üzere çeşitli dinlere mensup çeşitli kökenlerden gelen çeşitli milletler­den insanları bünyesinde toplar. Fakat çalışmalarında faaliyet ve amaçlarında Yahudilikten ve Yahudi dinini esrarından ilhamını alır. Bu örgütlere genellikle büyük desteğe ihtiyaçları olan şahsi­yetler ve daha çok çeşitli ülkelerin devlet adamları bu örgüte girer. İşte Sultan Abdülhamit'e karşı faaliyet gösteren gizli cemiyetlere Masonluk örgütü destek veriyordu. Aynı zamanda gerek başlan­gıçta Filistin'e göç etmeleri konusundaYahudilere yardımcı olmak bakımından, gerekse bu konu ile ilgili olarak Rusya'ya teklifte bu­lunmak bakımından Mason locaları ellerinden gelen yardımı esir­gemediler. Ve nihayet Sultan Abdülhamit'i yönetimin başından uzaklaştırdılar. Masonlar bu hareketlerini Osmanlılar'ın safları içinde gizli olarak sürdürüyorlardı. Çünkü Masonluk cemiyeti esa­sen gizli bir örgüttür. Bu örgüt kalbur üstü şahsiyetlerden bir çok kimseyi bünyesine almayı da başarmıştı. Aslında Masonluk önemli mevkide bulunan sivrilmiş kimselerden faydalanmak, bunları ve daha başkalarını örgüte çekebilmek için görevlendir­mek ya da bunlar vasıtasıyla bazı hedeflerini gerçekleştirmek için bunlara çok önem verir.

Masonluk örgütünün kazanmış olduğu bu şahsiyetlerden biri de Mehmet Talat Paşa idi. Talat Paşa [51]' Masonluk teşkilatının Os­manlı doğu locasına başkan seçilmişti. Masonluk örgütüne giren­lerden biri de Ahmet Celal Paşa'dır. Bu örgüt Osmanlı devletini çok büyük siyasal sorunların içine itti. Devlet sonunda büyük za­rarlara uğradı. Bunlardan biri de Trablusgarp savaşlarıdır. İtalya buraları ele geçirebilmek için Masonluk teşkilatına çok büyük pa­ralar verdi. Bunu sırf Osmanlı Devleti'nin buradaki askeri güçleri­ni çekmesi için yapıyordu. Yine Masonluk teşkilatıdır ki Osmanlı Devleti'nin Yemen'e asker göndermesi için çaba harcamıştır. Do­layısıyla denebilir ki Osmanlı Devleti Talat Paşa ve Cemal Pa-şa'nın da rolleriyle genel anlamda Masonluk teşkilatının etkisi al­tına girmişti. Nitekim Talat Paşa düzenlenen komploların farkına varınca yine Masonlar'in tertipleriyle Berlin'de Ermeniler tarafın­dan öldürüldü.

Yahudi dönmelerine gelince onlardan da biraz söz etmek fay­dalı olur.

Bilindiği üzere H. 10. yy'm sonlarında Endülüs'te Yahudiler'e karşı ağır vicdan baskıları uygulanmış, bu yüzden çoğu engizisyon mahkemelerinden açarak dağılmışlardı. Birçok Yahudi Endü­lüs'ten Rusya'ya kaçmış, başlarını alıp dünyaya dağılmışlardı. İn­sanlar toplumlar ve devletler onların çirkin muamelelerinden nef­ret ediyorlardı. Yahudiler Osmanlı topraklarında yerleşebilmek için bu ülkeye baş vurmaktan başka çare bulamadılar.

Nitekim aradıklarını da Kanuni Sultan Süleyman'ın Yahudi asıllı zevcesi Rokselana da buldular. Rokselana (Hürrem Sultan) sultanın nezdinde arabuluculuk yaparak Yahudiler'in Osmanlı ül­kesine göçmeleri için izin almayı başardı. Bu göçmen Yahudilerin bir kısmı İzmir'e yerleştiler. H. 1035 yılında doğan Sabatay'a Sevi ailesi İzmir'e yerleşen bu grup arasında bulunuyordu. Türkiye'de­ki dönme Yahudiler işte bu adama bağlıdırlar. Sabatay Sevi, bir ara Mesih olduğunu ileri sürdü. H. 1057 yılında da peygamberlik iddi­asında bulundu. Bunun üzerine Yahudi din adamları tarafından idama mahkum edildi. Fakat devlet savaşla meşgul olduğu için bu hükmü infaz ettirmedi. Ondan sonra Sabatay Sevi İstanbul'a, ora­dan da Atina'ya gitti. Sonra İzmir'e döndü. Oradan da tekrar İstan­bul'a geldi. Fakat İstanbul'da kalmayı uygun bulmadı. Buradan tekrar İzmir'e dönerek Sara adında Yahudi bir kızla evlendi. Bir sü­re sonra da tutuklandı. Vaktiyle yapılan iki soruşturması sırasında ileri sürdüklerini bu sırada inkar etti. Bunun üzerine Çanakkale'de hapsedildi. Burada tutukluyken onu bir ara Polonyalı bir haham ziyaret etti. Sabatay Sevi, yine Mesih olduğunu ileri sürmekte ısrar edince, aralarında anlaşmazlık çıktı. Ardından da Sabatay Edir­ne'ye nakledildi.

Sabatay idam edilmekten korkarak burada İslam dinine girdi. Ve İslam'ı yakınları arasında yaymaya çalışacağını ileri sürdü. Sa­batay Sevi, serbest bırakıldıktan sonra onun taraftarları gerçekten de İslamî bir yaşam tarzı içinde topluma gözükmeye çalışırlarken bir taraftan da gizlice, İslam ve müslümanlar aleyhinde faaliyet ic­ra etmeye başladılar. Avcı Sultan Mehmet devrinden itibaren bu sinsi faaliyetlerini sürdüren Yahudi sevi kabilesinin toplum üze­rindeki etkileri nihayet İttihat ve Terakki derneğine girince çok daha artmaya başladı. Bu Yahudi ailesinin üyeleri gün geçtikçe İt­tihat ve Terakki Partisi'nin saflarında sayıca çoğalmaya başladılar. Özellikle ordu saflarında bunların tehlikeleri daha da arttı.

Sonra İttihat ve Terakki örgütünün devlet üzerindeki planla­rında gizli bir taraf kalmadı. Halk da zamanla bunu öğrendi. Çün­kü subaylar arasında güçlendiler. Bir kötülük yapmak istedikleri zaman hükümetin karşısında direnebilecek çeteler kurdular. Bu askeri çeteler, merkezi İstanbul'da bulunan birinci ordu üzerinde denetim ve kontrolü ele geçirmiş bulunuyorlardı. Başkent üzerin­deki güçleri kaybolmasın diye birinci orduyu buradan kımıldata-mıyorlardi. Diğer yandan subaylar arasında azımsanamıyacak bir topluluk, İttihat ve Terakki Partisi'ne bağlı idiler. İkinci ve üçüncü ordunun karargahları ise Avrupa kanadından bulunuyordu. Bun­lar da aynı şekilde İttihat ve Terakki cemiyetinin kontrolü altında bulunuyordu. Dördüncü ordunun karargahı ise Erzurum'da idi. Bu ordunun subayları arasında hem devlet taraftarları hem de İt­tihat ve Terakki Partisi'ne bağlı olanlar vardı.

Hükümet Niyazi Bey'i yakalamak için üçüncü ordu komutanı Ferik Arnavut Şemsi Paşa'yı görevlendirdi. Fakat Şemsi Paşa gö­revini yerine getirmeden öldürüldü. Miralay Niyazi Bey ise Res-ne'de telgraf merkezini ele geçirdi. Şemsi Paşa'nın suikaste kur­ban gitmesi ise başkentte halkın ayaklanmasına sebep oldu. Bu­nun üzerine devlet İzmir'deki ihtiyat güçler arasında otuz fırkayı seferber etti. Bunlardan İttihat ve Terakki Partisi'nin adamlarına katılınca kuvvetlendiler.

Bunun üzerine Niyazi Bey sultana bir telgraf çekerek hak ve hürriyetler düsturu adını verdiği bir bildiri yayınlayacağını dolayı­sıyla bunu kayıtsız ve şartsız kabul etmesini istiyordu. Sultan mü­fettişi umumi Hüseyin Hilmi Paşa'ya bir telgraf çekerek İttihatçıla­rın oradaki güçleri ve direnebilme imkanları hakkında bilgi istedi. Gelen cevap onların direniş imkanını sahip olduklarını bildiriyor­du. Bunun üzerine sultan bu kezde Selanik'te bulunan Müşir Hay-ri Paşa'yı görevlendirmek istediyse de Hayri Paşa bu görevi reddet­ti. Ondan sonra bazı birliklerin ömir ve komutanı yürütmekte olan ibrahim Paşa bu görevi üstlendi ise de bir şey yapamadı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin ileri gelenleri Avrupa kanadında bulunan Selanik, Manastır, Üsküp ve Serez gibi büyük şehirlerden sadrazama telgraflar çekerek Kanun-i Esasi'yi ilan etmediği takdir­de İstanbul üzerine yürüyeceklerine dair tehditlerde bulundular.

Bunun üzerine sultan kabineyi toplantıya davet etti. Bu arada gazeteler de, bakanlar kurulu toplantısının gecikmesi üzerine an­cak geç vakitte baskıya verildiler. Halbuki İttihat ve Terakkiciler Vükelâ heyetinin (bakanlar kurulunun) toplanmasını bile bekle­meden Selanik'te ve Manastır'da Masonların birer sembolü olan adalet, eşitlik ve özgürlük sloganlarıyla hürriyeti ilan etmişlerdi bi­le. Bu sebeple sultan da Kanun-i Esasi'nin kabul edildiğine dair îrade-i Seniyye çıkarmak zorunda kaldı.

Bunun üzerine İttihat ve Terakki'nin bir grup ileri gelenleri İs­tanbul'a geldiler. Olağanüstü bir hava içinde karşılandılar. Ve he­men ardından da vaktiyle İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin aleyhin­de olan birçok zaptiye amiri hemen idam edildiler. Ondan sonra da Damat Ferit Paşa'mn sadrazamlıktan istifa ettiği, yerine ise Sait Paşa'nın bu göreve tayin edildiği açıklandı. Ve Kanun-i Esasi ile be­raber -sözüm ona- hürriyet de ilan edildi. Peşinden af çıkarılarak hapishanelerin kapıları açıldı. Bu yüzden her çeşit cürüm ve cina­yet işlemiş her cins ve ülkeden bir sürü suçlu ortalığa yayıldılar.

Ondan sonra da meclis toplandı ve İttihatçılar büyük bir ço­ğunlukla iktidara geldiler. Ahmet Rıza Bey'de Meclis-i Mebusan re­isi oldu. Paris'te ilk Jön Türkler örgütünü kuran işte bu Ahmet Rıza Bey'dir. İttihat ve Terakkiciler hedeflerin ancak bazılarını gerçek­leştirebilmiş olduklarını düşünüyorlardı ya da başarılan onları şı­martarak istedikleri doğrultusunda daha ileri gitmeye bakıyorlardı. Veyahut da sultan Abdülhamid onların isteklerini kabul edip Ka­nun-i Esasi'yi kabul etmekle aslında kat etmek istedikleri yolu or­tasından kesmiş bulunuyordu. Onun içindir ki geriye kalan hedef­lerini gerçekleştirebilmek için bu yolda yine devam etmek ve önle­rinde büyük bir engel teşkil etmekte olan Sultan Abdülhamit'i tahttan indirmek istiyorlardı. İşte bu niyetle hapishanelerden salı­verdikleri suçluların yardımıyla ortalığı karıştırmak istediler. Bazan aralarından biri, başka kisvelere girerek dine, kutsal değerlere ve fes gibi halkın adetlerine kılık kıyafetlerine saldırmaya çalıştı. Ba-zan da sadrazamın ve hilelerini örtbas etmek için onunla birlikte yönetimdeki bazı adamlarının -sözde- azledilmesini istediler. Böy­le yapmakla güya bu adamların Sultan Abdülhamit'in yandaşları olduğunu ileri sürerek bahanelerine meşruluk süsü vermeye çalışı­yorlardı. Kimi zaman da sözde İslam şeriatının yeniden ihya edil­mesi çağrısında bulunarak ya da Meclis-i Mebusan binasına ve Yıl­dız Sarayı'na doğru düzenledikleri gösterilerde (kalabalıklara şeri­at isteriz sloganlarını attırarak) provokasyon yapıyor, ortalığı anar­şiye boğmaya çalışıyorlardı. Nitekim bu gösteriler sırasında birçok fitneler kopuyor ve zaman zaman cinayetler işleniyordu.

Saraydaki şahsiyetlere mal edilen fakat bilakis İttihatçılar tara­fından diretilen istekler şunlardır.

1- İslam Şeriat nizamının yeniden ihya edilmesi.

2- Sadrazamın Harbiye ve Bahriye nazırlarının görevlerine son

verilmesi.

3- Ahmet Rıza, Hüseyin Cahit Bey, Cavit Bey, Rahmi Bey, Talat Bey ve İsmail Hakkı'nm Meclis-i Mebusan'dan ihraç edilmesi.

4- Mahmut Muhtar Paşa'nın azledilmesi.

5- Genel af çıkarılması.

Bu isteklere kim bakacak olursa listede adı bulunan bu şahsi­yetlerin İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne düşman olduklarını sanır. Çünkü bunların yönetimden uzaklaştırılmaları istenmektedir. Fa­kat tam tersine bu adamlar onlardandı. Ancak onlar aleyhine bu gerçek olmayan isteklerde bulunmak esasen ortalığı anarşiye boğ­mak ve başkalarına suç damgası vurmak amacını güdüyordu.

Bab-ı Aliye bu istekler sunulduğu sırada gazeteler ittihatçıla­rın yönlendirmesiyle Sultan Abdülhamit'e övgüler yağdırıyordu. Bu gösteri ise sırf Abdülhamit'in eski gücünü kazandığına, İttihat­çıların etkileri ve baskılan altında bulunmadığına Bab-ı Aliye su­nulan bu isteklerin esasen onu destekleyenlere ait olduğuna dair halkı ikna etmekti. Bu propagandalar ise Kanun-i Esasi'yi ve hürriyet diye adlandırdıkları şeyi destekleyenlerin hamasi duyguları­nı ve morallerini yükseltiyor. Sultan Abdülhamit'in tekrar eski gü­cüne kavuşmasından ve İslam birliğine yeniden çağrıda bulunma­sından korkan İttihatçılara dış destek sağlayacaktı.

Sultan Abdülhamid sahnelenen bu oyunlarla kendisine mal edilenleri reddetti. İstanbul'daki askerlere üçüncü ordunun ya da hareket ordusu olarak isimlendirilen askeri birliğin aynen kendile­ri gibi müslüman er ve subaylardan oluştuğuna dair hitapta bu­lundu. Hareket ordusu dışındaki askeri kanadı bu uyarısıyla yatış­tırmaya çalışan Sultan Abdülhamid onlara, bu orduya karşı çık­mamaları ve uygun olmayan bir nazarla onlara bakmamaları için tavsiyede bulunurken ancak hareket ordusu mensuplarına da or­taya yaymaya çalışılmış dedikodulara inanmamaları, kışlalarında kalıp kimseye karşı silah kullanmamaları uyarısında bulundu. Bu tedbirle vatan hainlerinin kolladıkları fırsatı onlara kaçırtmak isti­yordu. Hareket ordusunun aldığı yolu bu tedbirle kesebilmek için onlara karşı direniş gösterilmemesini emretti.

Fakat İttihatçılar İstanbul'daki askeri birliklerin başındaki ko­mutanları başkentten uzaklaştırdılar. Bu komutanlardan İsmail Hakkı Bey'den başka kimse kalmadı. O da hareket ordusunun İs­tanbul'a girişi sırasında meydanda toplanan İstanbul'daki asker­lerin sükunetlerini korumaları ve verilen buyrukları yerine getir­meleri konusunda emir verdi. Bu sebeple İttihatçıların artık kötü­ye kullanabilecekleri açık bir kapı kalmamış oldu.

Sonra Mebusan Meclisi toplandı. Ancak bu toplantıda bulu­nan üyelerin sayısı elliyi aşmıyordu. Bununla beraber İttihatçıla­rın bütün isteklerini kabul ettiklerine dair karara vardılar. Ve aynı zamanda bunu Sultan Abdülhamit'e bildirdiler. Bunun üzerine sadrazam azledilerek yerine Tevfik Paşa tayin edildi. Ethem Pa-şa'da Harbiye Nazırı oldu. Ve genel bir af çıkarıldı. Bu münasebet­le askerler arasında şenlikler ve törenler düzenlendi. Bu arada sırf anarşinin her tarafa hakim olduğu izlenimini uyandırmak amacıy­la sürekli silah kullanıldı. Havaya mermiler sıkıldı. Sonra meclis toplanarak Ahmet Rıza Bey'in Meclis-i Mebusan başkanlığından istifasını kabul etti.

Çok geçmeden İttihatçılar Kanun-i Esasi'nin kaldırılmak is­tendiği, padişah tarafından sürdürülmekte olan İstibdad (Totoli-ter rejim) sebebiyle özgürlüğün tehdit altında bulunduğu bahane edilerek, Selanik'teki ordunun, aslında Kanun-i Esasi'yi ve Mec-lis-i Mebusan'ı korumak amacıyla Mahmut Şevket Paşa  [52] komu­tasında İstanbul'a gelmiş olduğu bahanesini uydurdurdular. Ne var ki bu ordunun safları içerisinde subay kılığına girmiş şüpheli şahıslar da vardı. Bu suretle adına Hürriyet ordusu da denilen bu ordu Mahmut Şevket Paşa komutasında hiçbir direnişle karşılaş­madan ve hiçbir engel görmeden başkente ulaştı ve kenti kuşattı. Bu ordu kötüye kullanabilecek karşıt bir direnişin beklentisi içeri­sinde sabaha kadar fırsat kollayıp durdu. Ne var ki hiçbir direnişle karşılaşmasına rağmen kışlaları ateş yağmuruna tuttu. Peşinden de kanlı çatışmalar oldu. Bunun üzerine İsmail Hakkı Bey teslim olduklarına dair işaret olmak üzere askerlerine beyaz bayrak çek­meleri emrini verdi. Bu şekilde çatışmalar durdu.

Ancak ardından Enver Paşa adamlarıyla ortaya çıkarak yolları­nın üzerinde kimi buldu iseler onu hemen öldürdüler. İsmail Bey'in bulunduğu karargaha giderek onu da öldürdüler. Ve subay­ların tümünü silahlarından soyutladilar. Ondan sonra da halifenin oturmakta olduğu Yıldız Sarayı'nı basarak saray muhafızlarını öl­dürdüler. Sarayı yağmaladıktan sonra ortada hiçbir sebep yokken burayı adeta bir mezbahaya çevirdiler. Ve bunu hadiselerin peşin­den Ahkâm-i Örfiye (sıkı yönetim) ilan edildi. Akşamdan sonra sokağa çıkma yasağı kondu.

Meclis-i mebusan toplanarak bir saltanat heyeti oluşturdu. Bu heyet Hareket Ordusunun denetimi altındaki meclisle birlikte Şey­hülislamdan sağlanan bir fetvaya dayanarak sultan Abdüihamit'in tahttan indirilmesini kararlaştırdılar. Meclis-i Mebusan Ayan heyetiyle toplanarak ortak bir oturumda Şeyhülislam'dan alınan fetva­dan sonra Sultanı tahttan indirmek üzere karar aldı. Bu karar itti­hatçıların baskısı altında alındı ve sultan Abdülhamit'e bildirmek üzere sadrazam Tevfik Paşa davet edildiyse de Tevfik Paşa bu teklifi reddetti. Bunun üzerine meclis bahriye feriki (deniz generali) Arif Hikmet Paşa, Ermeni Aram Efendi, Yahudi Emanuel Karaso [53] ve Arnavut Esat Toptani'den oluşan bir heyeti bu iş için görevlendirdi. Bu heyet sultan Abdüihamit'in huzuruna çıkararak Şeyhülislam'm fetvasını okudu. Fetvayı dinleyen sultan Abdülhamid bunu saygıy­la kabullendiğim ancak onlara Karaso'yu işaret ederek,

- Fakat bu Yahudi'yi ne için hilafet makamına getirdiniz diye onlara serzenişte bulundu.

Gerçekten de İttihat ve Terakki Partisi'nin başındaki adamla­rı, en büyükleri otuz yaşını geçmemiş bulunan bu gençleri bir in­celeyecek olursanız, bu adamların koskoca İslam ümmetiyle ve bu ümmetin idaresiyle nasıl oynadıklarım anlamakta gecikmezsiniz. Üzerlerindeki etkiye göre her birinin saatbaşı görüşü ve düşünce­si değişiveriyordu.

Mesela Enver Paşa bazan en katı bir tutucu oluyor, bazan ise en tehlikeli bir devrimci oluyordu. Davranış ve tutumlarında belki de insanların mantıktan en uzak olanıydı. Onun 31 Mart günü İs­tanbul'daki kışlalar önünde takındığı tavırda, askerleri ve İsmail Hakkı Bey'i öldürmekte gösterdiği vaziyetler gibi... Bazan da İs­lam'ın en büyük destekçisi, en büyük savunucusu olurdu. Onun Libya'da İtalyanlar'a karşı, keza Buhara'da Ruslar'a karşı göster­diği anlaşılıyor ki bu gençlerin çok büyük hayalleri, çok büyük hırs ve idealleri vardı. Onlardan kimisi gelecekteki parlak mevkiini hayal ediyor ve onun bu iç dünyasını keşfeden Yahudiler ve İngiliz is­tihbarat servisleri, onlara bu yolda bir takım planlar çiziyor, onlar ise nasıl yönlendirildiklerini ve nereye doğru gitmekte olduklarını bilemiyorlardı. Aralarında ülkesine ve şahsına karşı samimi olan­lar da vardı, olmayanlar da vardı. Fakat hiç biri kendisiyle nasıl oy­nandığının farkında değildi.

İttihat ve Terakkiciler'in gerçekleştirdikleri bu devrim oldu bittisinden sonra Sultan Abdülhamid, ailesi ve refakatçiler iyi e be­raber Selanik kentine nakledilerek, Balkan Savaşı'mn patlak ver­diği günlere kadar burada İttihatçıların göz hapsinde kaldı. Ancak savaş çıkınca Selanik'ten İstanbul'a nakledildi ve ölünceye kadar Beylerbeyi Sarayı'nda kapalı tutuldu.

Sultan Abdülhamid'in iktidar süresi otuzüç yıldan fazla de­vam etti. Bu süre içerisinde birçok hizmetler gerçekleştirdi. Her şeyden önce Rusya ile girişilen savaştan sonra devleti yıkılmaktan kurtardı. Girit'teki ayaklanmayı bastırdı. Yunan'a karşı zafer ka­zandı. Almanya'dan getirilen uzmanlar denetiminde ordunun modern sistemlerle eğitim görmesini sağladı.

Okullar ve Darülmuallimîn adı altında öğretmen yetiştirme kurumları ile bir üniversiteyi tekmil fakülteleri ile, bir yüksek mül­kiye mektebi, bir Darülbedayi (Güzel Sanatlar Yüksek Okulu) mü­zeler, kütüphaneler, bir tıp fakültesi, bir çocuk hastanesi, Darüla­ceze ve bir posta merkezi kurdu. Ayrıca su şebekeleri, nüfus idare­si, ziraat, sanayi ve ticaret odaları, seramik ve porselen fabrikalası inşa ettirdi.

Dımaşk'tan, Medine-i Münevvere'ye kadar 1327 km. uzunlu­ğunda Hicaz Demiryolu'nu döşetti. Bu projenin gerçekleşmesi H. 1320-1327 yıllan arasında tam yedi sene sürmüştür.

Sultan Abdülhamid, Dünya İslam Birliği'ni kurmak için bü­tün müslümanlara yaptığı çağrısıyla ünlüdür.

Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra yerine kardeşi Mehmet Reşat geçti. Sultan Abdülhamit ise H. 1336 yılın­da ölünceye kadar Beylerbeyi sarayında gözetim altında kaldı. [54]

 



[1] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/89-91.

[2] Bulutkapan Cin Ali Bey, (1728-1773). Kavalah Mehmet Ali Paşa ile karış­tırılmamalıdır. Kavaialı (1769-1848} yılları arasında yaşamıştır, İkinci Mahmud döneminin Mısır valisidir (Mütercim).

[3] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/92-94.

[4] Gerek Çarlık gerekse komünist düzen döneminde Rusya'nın en büyük emellerinden biri, istanbul'u ele geçirip Ortodoks mezhebinin korucusu, Doğu Roma Devletİ'ni,yeniden ihya etmek olmuştur. Moskova her dönemde Konstan-tiniye'nin geçici varisi gibi hareket etmiştir. Rusya bu ideolojinin gizli propagan­dasını yaparak sıcak denizlere ulaşabilmek için daima zemin hazırlamaya çalış­mıştır. Rusya en büyük düşman olarak müslümanları görmektedir. Çünkü müs-lünıan Tatarlar Rus topraklarına girmiş ve müslüman Osmanlılar, istanbul'u fet-hetmişlerdir. Tatarlarla Osmanlılar aslında aynı kökten gelmekte ve aynı dine mensup bulunmaktadırlar ki o da İslam'dır. Ruslar doğuya doğru topraklarını genişletmek için Tatarlar'a karşı savaş verirler. İnsanların seyrek oldukları bu bölgeye doğru hep açılmak isterler. Çünkü Rus topraklan kalabalıktır. Hem son­ra doğu yönünde kaydedecekleri her ilerleme müslümanlar için bir kayıp ola çaktır. Dinlerin tümüne karşı savaş ilan eden komünizm Rus topraklarında an­cak tutunabilmiştir. Bu her ne kadar böyle ise de komünizm esasen yahudilik ve Hıristiyanlıktan çok İslam'a karşı savaş bayrağını açmıştır. Keza etkin çevreler bu inanca mensup kimselerdi. Bunlar da Rus miüi birliğinin alt yapısını oluşturu­yorlardı. Ve milli birliği sağlamayı amaçlıyorlardı. Savaşın tümü esasen İslam'a karşı icra ediliyordu (Yazar).-

[5] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/95-98.

[6] Yazar, belki de okuyucuyu, faydalı olacağına inanmadığı bazı yorumlar­la meşgul etmek istememiştir. Aslında III. Selim şimşirlik denen saray hapisha­nesinde ve eşi Re'fet kadının gözleri önünde tüyler ürpertici şekilde (kılıç üşüş­türme tabir edilen} bir çeşit linç etmek suretiyle hunharca öldürülmüştür. Hal­buki ondan önce Genç Osman ve Deli İbrahim kementle boğularak öldürülmüş­lerdir (Mütercim}

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/98-102.

[7] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/102-103.

[8]IV. Sultan Mustafa, kardeşi II. Mahmud'un 28 Temmuz 1808 günü tahta çıkışından yaklaşık üçbuçuk ay sonra ve onun emriyle şimşirlik denen, saray ha­pishanesinde "nizam-ı alem için"{!) idam edilmiştir (Mütercim}

[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/103-104.

[10] Yazar, bu kimseden Kavalah Mehmet Aii Paşa'yı kastetmektedir. (Müter

[11] Osmanlı yönetimi zamanında Mekke ve Medine'yi içine alan kutsal böl­genin valiliği daima Hz. Peygamber'in soyundan gelen kimselere verilirdi. Bun­lara ŞERİF denirdi (Mütercim)

[12] 17 Aralık 1818 günü idam edilmiştir (Mütercim).

[13] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/105-109.

[14] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/110-112.

[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/112-114.

[16] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/114-115.

[17] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/115.

[18] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/116.

[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/116-118

[20] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/118.

[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/188-119.

[22] Nizip: Gaziantep'in ilçesi. Türkiye'de Fırat'ın batısına düşer Suriye'nin Crablus kenti kuzeyinde, sınıra 25 km. mesafededir

[23] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/119-120.

[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/120-123.

[25] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/124.

[26] Lübnan'ın Trablusşam vilayetinin halkı eskiden beri sünni müslüman-dır. (Mütercim)

[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/124-125.

[28] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/125.

[29] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/125-130.

[30] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/130-132.

[31] ) Mecetle-i Ahkam-i Adliyye: Gelişen hayat ve değişen sosyal şartlar kar­şısında kişisel fetva ve ictihadlarm ihtiyaca cevap vermemesi üzerine İslam fık­hından istifade edilerek hazırlanan medeni kanundur. Miladi 1869 tarihinde Cevdet Paşa başkanlığında oluşturulan bir ulema heyeti tarafından hazırlandı. Bir mukaddime ve onaltı kitaptan oluşan Meceile'nin tamamı 1851 maddedir (Mütercim).

[32] Mithat Paşa: (Miladi 1822-1884). Sultan Abdülaziz döneminde sadra­zamlık makammdayken Onun aleyhinde giriştiği gizli faaliyetlerden Ötürü dik­katleri çekince görevinden ayrıldı. Sonraları Mütercim Rüştü Paşa kabinesinde adliye nazırı (Adalet Bakanı) oldu. Kabinedeki Şeyhülislam Hayruîlah Efendi ve Serasker (Gnl.Kur.Bşk.) Hüseyin Avni Paşa ile anlaşarak Abdülaziz'in hilafet ma­kamından indirdi ve bir süre vSonra da ona karşı düzenlenen suikaste adı karıştı. 5. Murat zamanında şurayı devlet reisliğine II. Abdülhamid zamanında da Sad­razamlığa getirildi. Ancak daha sonraları sözkonusu cinayetten sanık olarak tu­tuklandı, Taife sürüldü ve orada öldürüldü (28 Temmuz 1891).

26 Haziran 1951 günü kemikleri İstanbul'a getirilerek Hürriyet Tepesi Me-zarlığı'nda gömüldü. Kemiklerinin nakledilmesi olay ise, bu ailenin kimliğini, 60 yıl sonra müslümaniarm gözlerinin önüne çok daha net bir şekilde ortaya ser­miştir (Mütercim)

[33] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/132-133.

[34] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/133.

[35] BUTROS el-BUSTANÎ (1819-1883) Hıristiyan araplar tarafından "Mualli-mü'1-Karni't-tasi1 aşar" yani on dokuzuncu yüzyılın üstadı unvanıyla tanınır. Ayn Varka Maronhî Medresesinde arap diii gramer ve edebiyatı ile Süryanice öğren­di. Tarih, coğrafya, matematik, ilahiyat ve felsefe okudu. Sonra Latince ve İngi­lizce de öğrendi. Kavalah İbrahim Paşa'yı Beyrut'tan kovmak için şehri işgai eden İngilizler'e mütercimlik yaptı ve etkilerinde kaîarak kısa bir süre sonra Protestan mezhebine girdi. Aynı zamanda onlara Arapça öğretti. Amerikalı Oryantalist Fandik'le beraber çalıştı. ei-Medresetü'1-Vataniyye (Milli Medrese)yi kurdu. Bir­çok eserler verdi. Bunların en ünlüsü, Dairetü'i-Maarif (el-Bustânî Ansiklopedi­si) dir.

ŞEYH NASÎF el-YAZICI (1800-1871) Arap kültür ve edebiyat rönesansının önderlerinden sayılır. Ortodoks mezhebine mensupken katolik olan bir ailenin çocuğudur. Lübnan'ın Şuvayfat Kenti yakınlarındaki Kafarşayma köyünde doğ­du. Köyün papazı Metta eş-Şeybânî'den ilk öğrenimini gördü. Sonra Katolik pat­riği Agnatius el-Kattan'm dikkatini çekti ve bir süre katipliğini yaptı. Bir süre de Lübnan Dürzüleri Emiri Beşir eş-Şahâbi'nin emrinde çalışan Şeyh Nazif, bu sı­rada Fransız şairi Lamartin'le de tanıştı. Daha sonra birçok eserler vererek büyük şöhret oidu.

Bu iki şahsiyet, ilmi ve edebi alanda bırakmış oldukları nadide eserleriyle bilim ve sanat zevkine erişmiş insanları daima hayran bırakacaklardır.

Ancak yazar Mahmut Şakir'in de ifade ettiği gibi'bunlann ve daha niceleri­nin asıl amacı İslam birliğini parçalamak ve dindaşları olan Avrupalılar'ı destek­lemek, onların sömürgecilik faaliyetlerine ve emperyalist emellerine hizmet et­mekti.

Bu isimlerden bazıları da şunlardır:

Farah Antuan, Cibran Halil, Cibran Corci Zeydan, Nikola Fayyad, Bayan Mey Ziyada, Mardinli Rahip Louis Shaykho; Halil, Şükrü, Faris veWadi el-Khori; Selim ve Bişara Takla kardeşler ve Rahip Anastas el-Karmali gibi.

Bunlar, müsiümanlan hayrette bırakacak derecede kur'an'ı ve îslâmiyeti çok iyi bilen hıristiyan entellektüellerdi. Hatta aralarında Şeyh Nasif el-Yazı-cı'nın oğfu Şeyh ibrahim el-Yazıcı gibi Kur'an-ı Kerim'i ezberlemiş olanlar bile vardı:

Özellikle Arap dünyasındaki bilinçli müslümanlar ve İslamcı hareketlerin üyeleri, bu şahısların, ilim, edebiyat ve sanat perdesi arkasında islam ümmeti­nin başına ne çoraplar ördüklerini çok daha iyi bilmektedirler (Mütercim).

[36] Yasuîler: Saint Agnatius Diloyola tarafından M. 1540'ta kurulmuş bir ruhban teşkilatıdır. Bunlar haçlıhk ideolojinin müslüman Araplar'a aşılamak için, Suriye ve Lübnan'daki hristiyan Araplar'ın yardımıyla bu topraklara dağıl­mış ve yerleşmişlerdir. Bu bölgede birçok kiliseleri vardır. Yoğun misyonerlik fa­aliyetleri devam etmektedir. Dil olarak Arapça'yı kullanmaktadırlar. Ünlü el-Müncid Lügatinin sahibi bunlardandır (Mütercim).

[37] Adı Faris eş-Şidyak'tır. 1884'de Lübnan'ın Aşkut beldesinde doğdu. Ma-roni hıristiyan bir ailenin çocuğudur. Kardeşi Esat'ın Amerikalı misyonerlerin etkisiyle protestan olması üzerine Maroni rahipleri tarafından yıllarca bir kilise­ye kapatılarak daha sonra da işkenceyle öldürülmesi üzerine o da protestan ol­du. Mısır'da, Paris'te, Malta'da ve Tunus'ta oturdu. Tunus Bayı'nin ona verdiği bol paralar karşılığında müslüman oldu. Sonra İstanbul'a yerleşti. Sultan Abdülme-cid'den ilgi gördü. Burada 1861'de Arapça el-Cevaib adlı bir gazete yayınladı. 1887'de İstanbul'da öldü. Vasiyeti üzerine cenazesi Lübnan'a götürüldü. Onun bu vasiyeti, gerçek kimliğini ortaya sermiştir (Mütercim)

[38] Dikkat edilirse yazar Mahmut Şakir Yavuz Sultan Setim'den beri Osman­lı padişahlarını halife unvanıyla anmakta, böylece onların birer İslam halifesi ol­duklarına ilişkin kanaatlerini sergilemektedir.

Bu ilginç kanaat, Araplar'm -sözde- tarih boyunca Türkler'i halife kabul et­medikleri yolunda Türkiye Milli Eğitiminin, günümüz lise inkılâp tarihlerine yazdırmış olduğu ifadeleri açıkça yalanlamaktadır (Mütercim).

[39] Türkiye'de toplumun çok büyük bir kısmı şimdi de dönme yahudi kitle­sini yakından tanımamaktadır.

Örneğin medyanın, Tahtakale piyasasının, borsaların, bankaların, büyük holdinglerin dönme yahudiler tarafından denetlendiğini, keza T. C. hükümetle­rinin ve meclisin, her dönemde bunlar tarafından yönlendirildiğini, hatta, Teş­vikiye ve Şişli Camii ile Zincirlikuyu ve Abide-i Hürriyet gibi- Yahudi o mayan bi­linçsiz bazı ailelerin de cenazelerini zaman zaman gömme gafletinde bulunduk­ları- mezarlıkların bunlara ait olduğunu bilen vatandaş sayısı hala yok denecek kadar azdır (Mütercim).

[40] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/135-144.

[41] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/144-145.

[42] Arazinin sarp ve elverişsiz olması sebebiyle Karadağ'daki çarpışmalar azdı. Bu nedenle devrimciler Osmanlı kuvvetlerini aşamadıkları ve Sırplar'a yar­dım için mevkilerini terk edemediklerinden engebelerde direnmek zorunda kal­mışlardı. Aynı zamanda Osmanlı kuvvetleri de onları bu sarp mevkilerinden in-diremiyor ve onları dize getiremiyorlardı

[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/145-148.

[44] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/148-150.

[45] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/150-152.

[46] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/152-155.

[47] Aslında Mithat Paşa'mn sadrazamlıktan atılması, onun İngilizler'le olan gizli ilişkilerinin bir sonucudur. Çünkü İngiltere'nin Yahudi asıllı başkanı Benja-min Disraeli (1804-1881) ile sürekli temas halindeydi. Ayrıca -sözde- Osmanlı topraklarının başka ülkeler tarafından kopanlmaması için, devletin, İngiltere koruması altında bulunması eğilimini yansıtıyordu. Keza Meclis-i Mebusan'm 117 üyesinden 48'inin hıristiyan unsurlardan seçilmesini sağlamıştı. Bütün bun­larla birlikte Sultan Abdülaziz'e yapılan suikastten sorumlu tutularak yargılandı ve bu cinayetin arka planında bulunduğu ortaya çıktı. Boynunda toplumuna ihanet etmek ve siyasi cinayet işlemek gibi suçlar vardı. Onu kurtarmak için in­giltere bütün ağırlığını koydu. (Yazar)

[48] îttahat ve Terakki Cemiyeti, Jön Türkler örgütünün, askeri kanadını oluş­turuyordu. Bu kanat Türk kökenli olmayan unsurların nefretini çekmemek için Türk ırkçılığının aşamalarla gevşemesi amacıyla çalışmalar yaptı. Başlangıçta başarılı da oldu. Çünkü bu kanat güçlendikçe Jön Türk adı da zamanla kaybol­du

[49] Osmanlı Gençlik Teşkilatı (Genç Osmanlı Fırkası) H. 1282'de İstanbul'da kuruldu. Hedefi Osmanlı Devleti'ni batılılaştırmaktı. Gizli bir örgüttü. 1284'de altı kişiden fazla üyesi yoktu. Bu sayı daha sonra aniden 245'e yükseldi. Sadra­zam Mehmet Emin Ali Paşa bu örgüte karşı baskıya başvurunca cemiyetin mer­kezi Paris'e nakledildi. Ali Paşa'nın 1299'da ölümünden sonra bunlar hakkında af çıkarıldı. Bunun üzerine İstanbul'a döndüler. Paris'te ise faaliyetleri geriledi. Çünkü bu örgütün üyeleri İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne geçtiler

[50] Enver Bey (Enver Paşa M. 1881-1922): H, 1299'da İstanbul'da doğdu. Sultan Abdülhamid'e yakın zevattan Ahmet Bey'in oğludur. Sultan'ın yeğeni (Şehzade Süleyman Efendilnin kızı Naciye Sultan'la evlendi. Harp Akademisin­den Kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. Selanik'te üçüncü orduyu tayin edildi. H. 1321 yılında Makedon çetelerine karşı Osmanlı izleme güçlerini sevk ve komuta etti. H. 1324'de Manastır'da III. orduda görevliyken kolağası, sonra da binbaşı oldu. Ve burada İttihat ve Terakki Cemiyeti'ne girdi. Mahmut Şevket Pa-şa'yı da bu cemiyetin içine çekti. H. 1327'de Berlin Askeri Ataşeliğine tayin edil­di. Ve burada Almanca'yı Öğrendi. Sonra Berlin'i terk ederek, Libya'daki Osmanlı direniş hareketine katıldı. H. 1331'de Bingazi Emİri oldu. Sonra İstanbul'a döne­rek rakipleri rakipleri olan İtilaf ve Hürriyet Partisi üyelerine karşı bir devrim gerçekleştirdi. II. Balkan savaşı sırasında Edirne'yi geri aldı.

1336 yılında patlak veren bolşevik devriminden sonra Baku'yu ele geçirdi. Sonra Almanya'ya kaçtı. 1339'da Moskova'ya gitti. Sonra Anadolu'ya geçmek için tekrar Berlin'e döndü. Ruslar onu alıkoymak için çaba sarfettiler. Ancak Enver Paşa bir yolunu bulup kaçtı. Ve Bolşevik devrimcilerine karşı Buhara'daki bir ayaklanmaya katıldı. Ruslar'dan, burayı boşaltmalarını istedi ve bolşeviklere karşı giriştiği bir çarpışma sırasında H. 1342 yılında Tacikistan'ın Belçivan yakın­larında şehid edildi (Yazar).

[51] Talat Bey (Talat Paşa M. 1874-1921) H. 1292 yılında Edirne'de doğdu. Babası küçük bir memurdu. Selanik'te hukuk okudu. Sonra telgraf memuru oldu ve burada Jön Türkler örgütüne girdi. Yedi arkadaşıyla birlikte katıldığı ittihat ve Terakki Partisi'nde ilk hücrenin sorumlusu oldu. Sonra gizli siyasi faaliyetlerden dolayı tutuklandı, iki yıl sonra serbest bırakılarak Selanik'te posta memurlarının şefi oidu. H. 1326'da Edirne mebusu seçildi. Ardından İçişleri Bakanlığı, sonra posta ve Telgraf Bakanlığı yaptı. 1330'da İttihat ve Terakki Cemiyeti Gnl. Sekre­terliğini üstlendi. Enver Paşa'mn etkisiyle Birinci Dünya Savaşı'nda Almanya'yı destekledi. Ermeniler'in Suriye topraklarına zorunlu göçünde rolü oldu. H. 1337 yılında Osmanlı Devleti'nin, Birinci Dünya Savaşı'nda yenilgiye uğraması üzeri­ne istifa etti ve Almanya'ya gitti. H. 1340 yılında Sogoman Tayleryan adındaki bir Ermeni tarafından) Berlin'de öldürüldü (Yazar)

[52] Mahmut Şevket Paşa: (M. 1856-1913) H. 1276'da Bağdat'ta doğdu. İs­tanbul'da Harbiye Mektebi'ni bitirerek H. 1300'de kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun oldu. 1304'de bir heyet içinde Almanya'ya gitti ve general rütbesiyle dön­dü. 1327 harekatını sevk ve komuta etti. Sonra Harbiye Nazın (savaş bk. veya Milii Savunma Bakanlığı) oldu. 1331 yılında sadrazamlık makamını devraldı. An­cak altı ay sonra suikaste uğrayarak öldürüldü (Yazar).

[53] Emanuel Karaso: Selanik'te ünlenen bir yahudidir. Hem Osmanlı hem de İtalyan vatandaşıydı. Siyasete atıldığı günden beri Talat Paşa'yı etkisi altına al­dı ve birlikte tutuklandılar. Sonra hem kendini, hem de Talat Paşa'yı kurtarmayı başardı. Sultan Abdülhamid'e.karşi başlatılan siyasi hareketin öncülüğünü yapı­yordu. Bu amaçla İtalyan Bankası'ndan 400 bin altın lira para çekerek İttihatçı­lara teslim etti ve Meclis'te Selanik mebusu oidu. aynı zamanda Sultan Abdülha-mid'e tahttan indirildiğini bildiren heyette üye olarak bulundu (Yazar).

[54] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/155-168.