124- HİNDİSTAN VE GÜNEYDOĞU ASYA.. 2

Hindistan'daki İslam Devletini Yöneten Hükümdarlar4

1- Muhammed Babur Şah 4

2- Hümayun Şah. 4

3- Ekber Şah. 5

4- Nurettin Cihangir Selim Şah. 6

5- Sahabettin Muhammed Şah Cihan. 7

6- Muhittin Muhammed Evrengzib Alemgir7

7- Kudbettin Muhammed Muazzam Bahadır Şah. 7

8- Muizzettin Cihandar Şah. 7

9- Azıymüşşanoğlu Farkh-İ Şir7

10- Rafiulkadroğlu Rafiüdderecât8

11- Rafiulkadroğlu Rafiüddevle. 8

12-Muhammed Şah. 8

13- Ahmet Şah. 8

14- Azizüddin Cihandar-Şahoğlu Alemgîr8

15- Kambahşoğlu, Muhyissünne. 9

16- Azizüddinoglu Şahı Alem.. 9

17- Şah-I Alemoğlu Ekber Şah. 9

18- Ekberşahoğlu Bahadır Şah. 9

İngiliz Asalaklığı10

Maldiv. 14

Malezya. 15

Fatani16

Endonezya. 16

Filipinler20


124- HİNDİSTAN VEGÜNEYDOĞUASYA

 

Bu konumuzda Hindistan'dan amaç günümüzdeki Hindistan Devleti değil, başta Hindistan ülkesi olmak üzere Pakistan, Bang­ladeş, Nepal, Bütan ve Srilanka gibi günümüzün bu birkaç devle­tini de içine alan Hint Yarımadası'na bu isim verilmektedir. Sözko-nusu etmekte olduğumuz, tarihin bu aşamasında işte bu Hint Ya­rımadası, müslümanların egemenliği altında bulunuyordu.

Bu toprakların Emevi döneminde Kuzeybatısının, fethedilme-siyle İslâm dini burada yayıldı. Keza Gaznelilef döneminde onlar­dan sonra da Bengal'e kadar ulaşan Gurlular döneminde İslâm Di­ni buralarda yayılmaya devam etti. Daha sonraları Khalac Türkle­ri, Dekin (veya D akın) bölgesini topraklarına kattılar. Özet olarak diyebiliriz ki İslâm dini, özellikle Hindistan'ın kuzey bölgelerinde fetihlerin sonucu olarak yayıldı. Sahiller kesiminde ise ticaret yo­luyla (yani buralara gelen müslüman tüccarların, gerek sergiledik­leri, örnek davranış ve tutumlarla, gerekse özel olarak yaptıkları davet ve tebliğ faaliyetlerinin etkin sonuçları olarak İslâm dini bu­ralarda yayıldı). Hindistan'ın iç kesimlerine gelince İslâm, sırf da­vet faaliyetleri sayesinde ve müslümanların yönetimine egemen oldukları dönemlerde yayılabilmiştir.

Şu anda işlemekte olduğumuz tarihi aşama içinde Hindistan, Moğollar'ın idaresi altında bulunuyordu. Başta Portekizliler, son­ra Hollandalılar onlardan sonra da İngilizler ve Fransızlar gibi emperyalist haçlılar, deniz yoluyla buralara ulaştılar.

Güneydoğu Asya'ya gelince -ki bu bölgede Malezya, Endonezya ve Filipinler'in güney tarafları bulunmaktadır- buralarda İslâm dini sadece ticari ilişkilerle ve sırf davetle yayılmış bulunmaktadır. Fatih­lerin ise asla ayakları buralara basmamıştır. İslâm ilk önceleri bura­larda tedricen yayılmaya başladı. Ondan sonra da yaygın bir durum aldı. İşte tam bu sıralardadır ki Haçlı emperyalistlerin öncüleri, orta­ya çıkmaya başladılar ve peyderpey bu bölgeye ulaştılar. Müslüman­lar buralarda hüküm sürüyorlardı. Haçlılar'in ise müslümanlara kar­şı büyük kinleri vardı. Bu yüzden, haçlılar buralara ulaşınca halkı eziyor, en çirkin cinayetler işliyor, katliamlar yapıyor, topraklan gas-pediyor ve buraların servet kaynaklarına el koyuyorlardı.

Gerek Hindistan'da gerekse Doğu Asya'da halen İslâm Diniyle birlikte Hinduizm, Budizm, Konfiçyüsizm ve daha başka şirk din­lerinin mevcut bulunduğunu görüyoruz. Eğer vaktiyle müslüman-lar çoğunlukta olsa ve bu toprakların hepsini onlar yönetmiş ol­saydı (böyle bir manzara bugün göze çarpmayacaktı). Çünkü İs­lâm Dini, müslümanlann her bakımdan, burada zayıf bulunduk­ları bir dönemde ancak yayılmış ve (tutunabüdiği kadar tutun­muştur.) Dolayısıyla müslümanlann o gün içinde bulundukları şartlar, şirk dinlerinin çoğunlukta olması ve büyük insan kitleleri arasında yaygın bulunması, bu inançların, günümüze kadar kal­mış olmasında bir faktör oluşturmuştur. Bunun yanında Hindis­tan'da yönetimin başına geçen müslüman hükümdarlar, sırf ikti­darlarının devam etmesi amacıyla ve halkın desteğini kazanabil­mek için bu şirk dinlerinin mensuplarına yaranmaya çalışıyorlar­dı. Emeviler devrinde Muhammed b. el-Kasım es-Sekafî komuta­sında Hindistan'ın kuzeybatı kesimlerinin fethedildiği donem -veya daha genel bir ifadeyle- İslâm'ın bu bölgede güçlü ve doku­nulmaz olduğu, şeriatın da nisbeten iyi Ölçülerde uygulandığı dö­nemler, yukarıda anlatılan hallerden istisna edilebilir.

Güneydoğu Asya'ya gelince buralarda zaten yaygın bulunan şirk dinlerinin yanı sıra İslâm Dini'nin yayılması da gelişme gös­terdi. İslâm ve tebaası, bu dinleri ortadan kaldırma, ya da men­suplarını semavi dinlerden birini kabul etmek zorunda bırakma gücüne sahip değildi. Kaldı ki İslâm dini bu bölgede yerleştiktenve kökleri ruh ve gönül derinliklerine kadar indikten sonra bu se­fer de Haçlı emperyalizmi bütün kiniyle buraları sardı. Keza (şu kadarını söyleyebiliriz ki) Asya'nın güneydoğusunda müslüman-lar, güçlerini ancak kaybettikleri bir dönemde îslâm, gelişmesini tamamlamıştı. Hatta henüz îslâm burada çok verimli bir şekilde halkın ruhuna işlemiş değildi. İslâm'ı, buradaki halk henüz ideal şekilde uyguluyor değildi. Vakıa, İslâm'da asıl olan, müslümanla­nn egemen oldukları yerlerde insanların herhangi bir semavi din­den başka bir inancı benimsemelerine izin vermemektedir. Vak­tiyle İslâm'dan Önce İran topraklarında yaygın bulunan Mecusilik de bu cümledendir.

Nitekim Hz. Ömer'den rivayet olunduğu üzere: Diğer kitap eh­li gibi Mecusiler'den de (Hz. Peygamber (sav)'in devlet başkanlığı döneminde) cizye alınmazdı. Bu cümleden olarak büyük sahabi Hz. Abdurrahman b. Avf (ra) Rasulullah (sav) Efendimizin Hecer Mecusileri'nden cizye almadığını gözlemiştir (Bu hadisi İmam Ah-med b. Hanbel, Ebû Davud, Buharı ve Tirmizî rivayet etmişlerdir). Başka bir rivayette de Hz. Ömer'in mecusiler'den söz ederken şu ifadeyi kullandığı nakledilmektedir:

" - Bu kitleyle ilgili olarak nasıl davranacağımı bilmiyorum!"

Bu sırada Abdurrahman b. Avf (r.a.) ona ışık tutarak şunları söyledi:

" - Ben Hz. Peygamber (sav)'den şu sözleri duyduğuma şaha­det ediyorum; şöyle buyurdular:

"Kitap ehline -Hıristiyan ve Yahudiler'e- nasıl muamele edi­yorsanız Mecusiler'e de öyle muamele ediniz." [1]

Şurası bir vakıadır ki îslâm yurdunda (yani ilahi şeriatın uygu­landığı topraklar üzerinde) müslümanlardan, ehli kitaptan ve Me­cusiler'den başka, herhangi bir dine mensup olanların yaşamasıdoğru değildir (caiz değildir). İslâm devlet statüsüne sahip toprak­lardan, (üzerinde müslümanlann ve ehli kitabın yaşamakta oldu­ğu yerlerde), ineklere, putlara ve insanlara tapan, ya da diğer müş­rik ve sapkınlardan kimselerin oturması caiz değildir. Her ne kadar ilim erbabından bazı kimseler, bu kuralın sadece Araplar'a mah­sus olduğunu (yani müşriklerin, yalnızca arap yerleşim merkezle­rinde oturmalarına izin verilemeyeceğini) ileri sürmüş iseler de şunu hemen vurgulamak lazımdır ki yüce îslâm dini bu gibi ko­kuşmuş şovenist görüşlere hiç bir zaman itibar etmez. Sonra vak­tiyle müslümanlann fethetmiş bulundukları ve üzerinde ilahi şe­riatı uyguladıkları ülkelerin gerçekleri de bunu kanıtlamaktadır.

Nitekim sözünü ettiğimiz ülkelerde İslâm fetihlerinden önce ta­mamen müşrik topluluklar yaşadıkları halde, fetihten sonra bunlar tamamen müslüman olmuşlardır. Öyle ki halende bu topraklarda müşrikler bulunmamaktadır. Keza İslâm'ın ilk dönemlerinde, İs­lâm'dan dönen arap Halifeoğulları kabilesine açılan savaşlar sıra­sında Hz. Ebubekr (ra)'in emriyle bu kabileye mensup kadın ve ço­cukların esir muamelesi görerek İslâm toplumunun potasında eri­tilmeleri İslâm'ın, ırkçılığı kesinlikle tanımadığını kanıtlamaktadır.

Hindistan ve Asya'nın güney doğusu esasen İslâm devlet mer­kezine ve hilafetle yönetilen İslâm Devleti'ne hiçbir zaman bağ­lanmamıştır. Yani İslâm diyarının en büyük kısmı üzerinde ege­men olan bir İslâm devletine, ya da başka bir ifadeyle, hilafet mer­kezini oluşturan veya tarihin o aşamalarında en büyük îslâm dev­letinin başkenti konumunda olan Medine-i Münevvere, Dımaşk (Şam), Bağdat, Kahire ve İstanbul gibi İslâm merkezlerine bağlan­mamıştır. Bundan Hindistan'ın kuzeybatısını -ki burası Sind böl­gesidir- hariç tutmak gerekir. Çünkü burası bir süre Dımaşk'a bağ­lanmıştır. Müslümanlar bu bölgelerde hilafet merkeziyle uyum içerisinde yaşıyor, halifeyi en üst merci sayıyor, siyasî ve idarî ol­masa da manevî bakımdan O'na bağlılık gösteriyorlardı. Çünkü halifeyle olan irtibat ve bağlılıkları ancak mahalli hükümdarları ta­rafından düzenleniyordu.

Emperyalistler bu bölgeleri kontrolleri altına alınca sömürü si­yasetine giriştiler. Onları insan gücü olarak da sömürdüler. Çünkünüfus olarak buradaki halk çoktu. Dolayısıyla ordularının, büyük kısmını bunlar oluşturuyordu. Sömürgeciler düşmanlarının üzeri­ne bunları sevk ediyorlardı. Nitekim İngiliz ordusundaki Hintli kuv­vetlerin, ne kadar büyük bir sayı oluşturduğu bilinmektedir. Hatta emperyalistler, askeri güç olarak sömürdükleri bu yabancıları tehli­keye atıyor, ordu içindeki soydaşlarını ise korumaya çalışıyorlardı. Bu konuda açıklama yaparken hiç kuşkusuz Mısır'la Libya arasın­daki bölgede cereyan eden ünlü el-Alemeyn savaşında İngilizlerin Hintli unsurlardan buraya getirdikleri kuvvetler akla gelmektedir. Çünkü buradaki mayınlanmış araziyi temizlemek üzere bölgeye sü­rebilecek kadar ellerinde hayvan yoktu (Bilindiği üzere mayınlı alanların temizlenmesinde, bu gibi yerlere hayvan sürüleri salınır). Bu yüzden İngilizler, ellerinde bulunan Hintli askerleri feda ederek onları bu -mayınla kirletilmiş alanlara- sürdüler.

Bu görevle yükümlü kıldıkları güçleri bu suretle imha ettiler. Aynı zamanda üretmek istedikleri maddelerin elde edilmesinde de hep insanları kullandılar. Bütün bu faaliyetlerinde insanları bir haçlı kiniyle İslâm'a karşı kullandılar ve İslâm'a karşı savaştılar. Ta­bi bu da müslümanları öfkelendirdi. Onları ayaklandırdı. Bu yüz­den Hindistan, halkın inançlarına göre birkaç devlete ayrıldı. Bun­ların bazıları müslümandı. Bazıları Hindu, diğer bazıları ise bu-distti. Emperyalistler, müslümanları güçten düşürdükten, onların servetlerini yağmaladıktan, devlet kademelerinde görev almaları­nı engelledikten ve onları ordularına asker olarak aldıktan sonra çeşitli şekilde sömürdüler, hatta onları hıristiyanlaştırmaya bile çalıştılar. Fakat bunda başarısızlığa uğradılar. Bu kez de Hindular'ı kullanarak onları müslümanlann üzerine saldırttılar. Hindular'a destek verdiler ve onlara devlet kademelerinde yüksek mevkiler vererek, cesaretlendirdiler.

Emperyalistler aynı zamanda Hintli budistleri de kullandılar. Misyonerlik faaliyetleriyle onları hıristiyan olmaya çağırdılar. Ni­tekim bu bapta bazı sonuçlar da elde ettiler, fitneler koparttılar, birlik ve beraberlik içindeki her topluluğu kendi arasında parçala­ra böldüler. Örneğin Kadiyanilik diye sapık bir inanç akımını din kisvesi içinde kurdular. Bunu sırf İslâm'ı içeriden vurmak, müslümanian parçalamak, din ve inançları hakkında onları şaşırtmak için bunu yaptılar. Nitekim Kadiyaniler adı altındaki bu sapkın topluluk, hâlâ İngilizler'in elinde bulunmakta ve bunlar İngiliz-ler'in vaktiyle sömürdükleri ülkelerde hâlâ onlardan yardım gör­mekte (ve İngiliz emellerine hizmet etmektedir). Hindistan'da ol­duğu gibi keza Malayo'da da, İngilizler'in tutumu böyle oldu. Hol­landalılar Endonezya'da, İspanyollar ve Amerikalılar da Filipin müslümanlarma aynen böyle yaptılar.

Emperyalistler işgal ettikleri, tarım ve maden bakımından zen­gin ülkelerin batan servetlerini yağmalayıp aldılar, bu ülkelerde, ka­uçuk, çay ve hurma yağı fabrikaları gibi daha birçok tesis kurarak buralardaki madenleri sömürdüler. Bunların başında ise fosfat ya­takları gelir. Keza petrolü asli kaynağından çıkarıp doğrudan ele ge­çirdiler. Bu ülkelerdeki yerli halk ise yoksulluk ve sefalet içinde kal­dılar. Emperyalistler onlara miras olarak perişanlık bıraktılar.

Timurlenk'in Hindistan üzerine sefer düzenlemeye başlama­sından itibaren devletin gücü zayıflamaya başladı. Nihayet H. 817 yılında Timurlular'm komutanlarından biri Hindistan'ın merkezi Dehîi (Yeni Delhi)'ye girmeyi başardı. Buranın idaresini Timuro-ğulları Devleti'nin bir naibi olan Hızır Han üstlenerek H. 855 yılı­na kadar bu toprakları yöneten bir hanedan kurdu. Bu hanedan Sadat ailesi (ya da diğer adıyla) Hızırhanlar sülalesidir. Sonra bu­ranın yönetimini Afgan asıllı Ludîler (Ludoğulları) sülalesi devral­dı. Ludoğulları'ndan Behlül, H. 855-894 yılları arası bu ülkeyi yö­netti. Sonra yerine oğlu II. İskender geçti (894-922). Sonra onun da yerine oğlu II. İbrahim geçti (923-932). Biz yukarıda adı geçen işte bu İbrahim'in döneminden söz ederken işbu tarihi aşamanın incelemesine başlamış oluyoruz.

Dehli'deki devletin yamsıra Hindistan'da daha birçok beylik­ler de bulunuyordu. Bunların en önemlisi Gucerat Beyliği idi ki bu beylik ticaret alanında büyük bir öneme sahipti; H. 840 yılından beri de bağımsızdı. Sonra bazı beylikleri daha sınırları içine aldı. Ondan sonra da Maloh Beyliği geliyordu ki H. 937'de burayı datopraklarına kattı. Onlardan sonra da önem bakımından Handis Beyliği geliyordu. Bu beylik Hindistan'dan bağımsız hale geldi. Ancak daha sonra Gucerat Beyliği'nin topraklarına katıldı. Bu beyliklerden bazıları da Hindular'a aitti. Hindistan'ın Güney ucundaki Viyankar Beyliği gibi. Bu beylik, müslüman beyliklerle devamlı savaş halindeydi. Nitekim emperyalist Portekizliler bu beyliği esaslı bir müttefik olarak buldular. [2]

 

Hindistan'daki İslam Devletini Yöneten Hükümdarlar

 

1- Muhammed Babur Şah [3]

 

Hindistan'ı yöneten Ludîler, (Ludoğulları) Hanedanı'nm üye­leri kendi aralarında anlaşmazlık içindeydiler. Bu cümleden ola­rak ailenin son hükümdarı İbrahim, rakibi olan bütün prenslere karşı üstünlük elde etti. Onlar da dış tavırlarıyla İbrahim'e boyun eğmiş gibi görünürlerken içlerinden ona karşı hep kin besliyorlar­dı. Bu amaçla da Gazne Hükümdarı Zahîrüddin Muhammed Ba-bür Şah'la ilişki kurarak, ondan Hindistan üzerine yürümesini is­tediler. O da harekâta girişerek H. 930 yılında Lahor'u istila etti. Bu olaydan sonra da ünlü Danipat Meydan Savaşı'nda Ludoğlu II.İbrahim'e karşı kanlı bir savaşa girişti ve İbrahim bu savaşta öldü­rüldü. Bu suretle de Ludîler (Ludoğulları Hanedanı) son bulmuş oldu. Zahîrüddin Muhammed Babür Şah da Hindistan'a girerek H. 932 yılında Agra kentini kendine merkez yaptı ve otoritesinin altında Hindistan'ın kuzeyini birleştirdi.

Bu sırada Hint yarımadasının ortasında en büyük gücü oluştu­ran Racputlar, Muhammed Babür'ün karşısında direnmeye çalış­tılar ve yönetimin başından uzaklaştırılan Ludoğulları prenslerini kullandılar. Nitekim Lu d oğulların d an, Mahmud Han, Rucput-lar'm desteğine dayanarak kendisini Hindistan'a sultan ilan etti. Racputlar da gerçekten O'nu desteklediler. İşbu Mahmud Han, Ludoğlu II. İbrahim'in kardeşidir.

Aynı zamanda Racputlar, (Müslümanlardaki dini duyguyu ha­rekete geçiren ve onları gerek Racputlar'a, gerekse Hindu kâfirle­rine ve onlarla işbirliği içinde olanlara karşı cihada davet eden) Muhammed Babürşah aleyhinde bir birlik oluşturdular. Muham­med Babür Şah ise (daha önceki yaşam tarzını değiştirerek) töv-bekârlığmı ilan etti ve fahiş günahları işlemekten el etek çekti. Onun bu dönüşünü gören halk da emirlerine seve seve boyun ey-meye başladılar.

Buyruğu altındaki komutanlar da ona bakarak durumlarını düzelttiler. Ondan sonra da Muhammed Babür Şah H. 933 yılında düşmanlarına karşı Khano adıyla bilinen en büyük meydan sava­şına girişti ve kesin şekilde zafer elde etti. Öyle ki Racputlar'dan ol­sun, Ludoğulları beylerinden olsun, bazı kalelere sığınanlardan başka O'nun elinden kurtulan olmadı. Kaçıp kalelere sığınanların elinde başka bir kuvvet de yoktu. Muhammed Babür Şah bu zafer­den sonra dini konuda hoşgörü ilan etti. Bununla otoritesini güç­lendirmeyi ve gönüllerdeki kinlerin yatışmasını hedeflemişti. [4]

 

2- Hümayun Şah

 

H. 937 yılında Muhammed Babür Şah ölünce yerine oğlu Hü­mayun Şah geçti. Fakat Kâmran ve Asker adındaki iki kardeşi onakarşı taht kavgasına giriştiler. Aynı zamanda Ludoğulları beyleri de Mahmut Han'ın [5] kardeşlerinden bîrini Kalangar'da yönetimin başına getirmişlerdi. Halbuki Mahmut Han, henüz ortalıkta ha­yattaydı. Ancak Muhammed Babür Şah'm karşısında yenilgiye uğradığı için artık onun, yeniden yönetimin başına gelmemesi ge­rekiyordu. Nitekim yerine H. 940'ta kardeşi oturdu. Mahmut Han aynı zamanda Humayun'un karşısında da yenilgiye uğramıştı. Onu Kalangar kalesinde kuşatma altına aldıktan sonra kendisiyle anlaştılar. Bunun üzerine yönetimi kardeşine bıraktı.

Afganlı Ferid Şir Şah da Hümayun'a karşı mücadele verdi. Ay-nızamanda H. 946 yılında onu yendi. Bu yüzden Hümayun, Bey­han ve Bengal'i yitirdi. Buraların yönetimini ise bu kez Ferid Şir Şah (vaktiyle hizmetlerinde bulunduğu) Ludoğullan'ndan (yada diğer adlarıyla) Nuhanîler'den teslim aldı. Bu Nuhaniler Ludlu-lar'm bir koludurlar. Sonra Hümayun, Pencap'ı ardından da Afga­nistan'ı kaybetti. Ondan sonra Sind topraklarında köşe bucak ka­çıp durdu. Oğlu Celaleddin Mahmud da amcası askerin eline esir olarak düştü. Bu suretle de Genç Moğol Devleti parçalanıp gitti.

Bunlar içeride olup bitenlerdi. Sahil kesiminde cereyan eden olaylara gelince bunlar çok daha tehlikeliydi. Çünkü haçlı Porte­kizliler Hint sahillerine ulaşmış ve buradaki müslüman hüküm­darlarla onlara H. 914 yılında, Mısır'dan bir donanma gönderen müttefikleri, Memlûk kuvvetlerine karşı üstünlük elde etmişlerdi. Portekizliler Hint sahillerinde bazı odak noktalan kurdular ve Hindistan'ın güneyindeki Hindu beylikleri arasında müslümanla-ra karşı kendilerine bir takım müttefik ve yardımcılar da buldular. Bir süre sonra Memlûk Devleti ortadan kalktı. Onların yerini bu sefer Osmanlılar doldurmaya başladılar.

Dolayısıyla Osmanlılar Portekizliler'e karşı savaşlara giriştiler. Bu sırada Gucerat hükümdarı Bahadır Şah Osm anlılar'dan yardım istiyordu. Nitekim buradaki müslümanlara destek olmak için Os­manlı halifesi Kanunî Sultan Süleyman H. 938 yılında Hindistan'a bir kuvvet gönderdi. Bu kuvvet Yemen'in Mukha Lima-ni'ndan hareket ederek Gucerat'daki Diyo mevkiine doğru yöne­len Osmanlı komutanı Mustafa Rumi'nin emrinde bulunuyordu. Komutan Mustafa Rumi, Gucerat'a ulaşınca hükümdar Bahadır Şah Onu karşılayarak ağırladı ve kendisine Rumi Han unvanını verdi. Komutan Mustafa Rumi, Portekizliler'in birçok akınlarına hedef oldu. Fakat sonunda onları perişan etti. Ondan sonra Guce-rat Sultanı Bahadır Şah, H. 941'de Hint Moğol Devleti'nin sultanı Babür'ün oğul Humayun'a karşı savaşa girdi! Ancak Humayun'a karşı Portekizliler'den de yardım istedi. Dolayısıyla Portekiz kralı­nın Hindistan'daki naibi ile bir antlaşma düzenleyerek ona Di­yo'da bir kale yapmasına da izin verdi.

Bu kale H. 942-943 yılları arasında inşa edildi. Fakat Bahadır Şah daha sonraları Hümayun Şah'la barış yapınca Portekizlüer'le yapmış olduğu bu antlaşmayı tek taraflı olarak çiğnedi ve yeniden Portekizlüer'le savaşmaya başladı. Ancak bu savaş sırasında ye­nilgiye uğradı ve öldürüldü. Bunun üzerine H. 943 yılında, Porte­kizliler Diyo'yu ele geçirdiler. Bu sırada Osmanlı Sultanı Kanunî Süleyman Mısır'daki valisi Süleyman Paşa'ya, 120 pare gemiyle Hindistan'da Portekizliler'e karşı savaşması için emir verdi. Sü­leyman Paşa da oraya giderek Diyo'yu kuşattı. Fakat Gucerat'ın yeni hükümdarı Mahmut Şah, Süleyman Paşa'mn, ülkesini ele geçirmek hevesinde olduğunu sanarak onunla bozuştu ve imdadı­na gelmiş bulunan Osmanlı birliğine gıda yardımını kesti. Bu yüz­den Süleyman Paşa Hindistan'ı terk etmek zorunda kaldı ve ora­dan da Süveyş'e geçti. [6]

 

3- Ekber Şah

 

Tekrar Moğol Devletî'ne dönelim: Yeniden geriye göz attığı­mızda H. 962 yılında uzun süren çabalardan sonra Hümayun Şah'ın Kabil'e girebildiğini ve ikinci kez hareket noktası olarak bu­radan çıkış yapmak üzere şehri bir üs ve merkez edinmek istediği­ni görüyoruz. Fakat Hümayun Şah Dehli'yi geri aldıktan sonra H. 963'te öldü. Yerine ise oğlu Mahmut Celalettin geçti. Mahmut Celalettin bu sırada henüz ondört yaşındaydı. Ona Türkmen asıllı lâ-lâsı Bayram, yardım ediyordu. Mahmud Celalettin adına devleti idare eden Türkmen Bayram, H. 963 yılında giriştiği İkinci Bani-pat Meydan savaşında Ferid Şir Şah'ın kurmuş olduğu hanedana karşı üstünlük kazandı. Bu hanedanın yönetim süresi beş hüküm­darın başa geçtiği onaltı yıldan fazla sürmedi. Bayram, yönetimi sırasında daha sonra Ekber Şah unvanıyla tanınan Mahmud Cela-lettin'in devletine, Hindistan'ın Pencap bölgesini de kattı. Fakat Ekber Şah, Türkmen Bayram'dan çekindiği için çok geçmeden O'nu yönetimin başından uzaklaştırarak, idareyi bizzat kendisi ele aldı. Bu da Bayram'ı tahrik eden bir sebep oldu. Bunun üzerine Bayrak, Ekber Şah'a karşı bir ayaklanma hareketine giriştiyse de ardından hemen silahını bıraktı ve hayatının geriye kalan kısmını Mekke-i Mükerreme'de geçirmek üzere ülkeden ayrıldı.

Sonra Ekber Şah'ın kardeşi Mirza Hekim, bir isyan hareketine girişti. Fakat biraderi Ekber'in karşısında yenilgiye uğrayarak yap­tıklarına pişman oldu ve peşinden de kardeşi tarafından affedildi. Ekber Şah ise H. 980 yılında Gucerat'ı 982'de Beyhar'i, 983 yılında Dekkan'ın Barar bölgesini, 984'de de Bengal'i ilhak etti. Vaktiyle Gucerat'a ait olan Maloh ve Handis eyaletleri de dahil olmak üze­re Gucerat'ın hepsini alarak ülkesine katmıştı. Ancak Handis'in Ekber tarafından alınması H. 1008 yılma rastlar. Ekber Şah aynı zamanda H. 1008'de Nizam Şah'ın Dekkan bölgesinde bulunan devletini ve H. 995 yılında da Keşmir'i ülkesine kattı. Bu suretle Ekber Şah devleti, çok geniş bir alanı kapsamış oldu. Çünkü Afga­nistan'ı da içerisine alıyordu.

H. 986 yılında ise Ekber Şah, sapıtarak -kendi ifadesiyle- söz­de müslümanları, brahmanları, çinileri budistleri ve zerdüşleri birleştirecek bir din icad etmek üzere çalışmalara başladı. Aklı sıra bu suretle Hindistan'ı yönetmeyi kolaylaştıracaktı, {siyasi ve sos­yal sorunlara temel bir çözüm yolu olarak icad ettiği bu dinle Ek­ber Şah) hayvan kesimini yasakladı ve halkın sadece gıda olarak bitki ile yetinmelerini kurala bağladı. Brahman kadınlarla ve aksi­ne karşılıklı evlenmelere izin verdi. Dinin dil gibi bir olgu olduğu görüşüne vardı. Yani O'na göre: Dil, Moğollar'm konuştuğu Türkçeile, edebiyat dili olan Farsça ve bunlara ilave olarak giren birçok Arapça ve yabancı kelimelerden oluşan Urdu diliydi. Ekber Şah'ın bu girişimini gözleyen hıristiyan Portekizliler işi bu kadar basitleş­tirmiş bulunan Ekber Şah'i hıristiyanlaştırabileceklerine inanma­ya başladılar. Özellikle buna ortam da hazırdı. Çünkü Ekber Şah, hıristiyan bir Portekizli'yi oğlu Selim için özel hoca tayin etmişti. Ne var ki tahminlerinde yanılarak hayalleri kırılınca bu sefer de kalemlerini Ekber Şah aleyhinde kullanmaya başladılar. Ekber Şah ise yeni başkenti olan Fetihpur şehrini, icad etmiş olduğu bu nevzuhur dinin merkezi haline getirdi.

H. 1009 yılında Ekber Şah1 in oğlu Selim, babasına karşı baş kaldırarak tertip ettiği bir hile sonucu, babasının komutanı Ebü'l-Fadl'i yendi. Sonra da babasının kuvvetleri karşısında yenilgiye uğradı. Fakat ona karşı giriştiği baş kaldırma hareketlerini sürdür­mekte ısrar etti. Sonra babası -mademki veliaht sıfatıyla ileride tahtının varisi olacaktı, öyle ise yaptıklarından vazgeçmesi gerek­tiği yolunda- onu öğütledi ve ikna etti.

İçeride olup bitenler bunlardı. Burada güç, kara kuvvetlerine dayanıyordu (bu yüzden ortama hakim olunabildi). Ancak sahil kesiminde kontrol tamamen Portekizliler'd e bulunuyordu. Tica­ret onların eline geçmişti. Portekizliler'in sahilde güçlü merkezle­ri vardı. Ekber Şah, Portekizliler'den çekiniyordu. Nitekim H. 983 yılında Ekber Şah'ın ailesine mensup prenseslerden (O'nun hala­sı) Calbadan Hatun, hacca gitmek isteyince Ekber Şah Portekizli­ler'den bu bayan için yol güvenliğinin temin edilmesi isteğinde bulunmuş, buna karşılık da Portekizliler'e sahildeki Dâmân mev­kiini bırakmıştı.

Bu prenses, sağ salim döndükten sonra Ekber Şah yeniden Portekizliler'le bozuştu. Devlet askerleri Diyo, Sürt ve Dâmân gi­bi Portekizliler e ait merkezlerin üzerine el koydular. Bunun üze­rine Portekiz kralının naibi, olayı protesto etti. Ekber Şah ise bu­nu bazı devlet görevlilerinin tertiplemiş olabileceğini, kendisinin ise bu gelişmelerden habersiz olduğunu ileri sürerek vaziyeti ida­re etmeye çalıştı ve nihayet H. 1014 yılında öldü. [7]

 

4- Nurettin Cihangir Selim Şah

 

Ekber Şah'tan sonra yerine oğlu Selim Şah geçerek kendine Nurettin  [8] Muhammed Cihangir unvanını taktı ve

da Nurcihan'la evlendi. Selim Şah, Nurcihan'a aşık olmuştu. An­cak Nurcihan evliydi. (Bu amaçla olsa gerektir): Selim Şah, Nur-cihan'm kocasını öldürdükten sonra onunla evlenmek istedi. Nurcihan'sa önce bu isteği reddetti. Fakat daha sonra razı oldu. Selim Şah, ülkesinin idaresini Nurcihan'm eline bıraktı. Nurci­han, hem akıllı, hem güzeldi. Selim Şah H. 1022'de bağımsız ola­rak yönetimi eline aldı ve H. 1037'ye kadar da yönetimin başında devam etti. [9]

 

5- Sahabettin Muhammed Şah Cihan

 

Nurcihan, sonra Cihangir'in oğlu Şehriyar'ı yönetimin başına getirdi. Baş vezir Asaf ise Cihangir'in diğer oğlu Hürrem'i tahta çı­karmak istiyordu. Bu nedenle kardeşler arasında taht kavgası çık­tı. Vezir Asaf, hedefini gerçekleştirip üstün gelmek için bu kez de Cihangir'in torunu, Hüsrevoğhı Davarbahş'm hükümdar olması için propaganda yapmaya başladı. Dolayısıyla bu kez de Şehri-yar'la Davarbahş arasında mücadele başladı. Hürrem bu durumu fırsat bilerek Ekberabad'a girdi, iradeyi ele geçirdi ve kardeşlerini öldürerek Nurcihan'ı da gözetim altında tuttu. Hürrem, kendine Sahabettin Muhammed Şahcihan unvanını taktı. Koyduğu kural­lardan biri de Sultan'm karşısında secdeye varmayı yasaklamak oldu. Bu geleneği, Onun dedesi Ekberşah başlatmıştı. Şahci-han'm dönemi bayındırlık faaliyetleriyle ünlüdür.

Şahcihan'm dört tane oğlu vardı. Bunlardan Dârâ Şükûh, en büyükleri ve babasının veliahtıydı. Babası onu yanında bulundu­ruyordu. İkinci oğlu Muhammed Şüca'dır. Bu da Bengal'de bulu­nuyordu. Bir diğer oğlu Evrengzib, diğeri ise Guceratta bulunan Muradbahş idi.

Şahcihan 1058'de hastalandı. Ancak Dârâ Şükûh, babasının hastalığını kardeşlerinden gizliyordu. Bir süre sonra haberi alan kardeşlerin her biri, bulunduğu yerde hükümdarlığını ilan etti. Buna rağmen kardeşlerin üçüncüsü olan Evrengzib, biraderlerine karşı giriştiği mücadelede üstünlük elde ederek başkente girdi ve babasını emirlik sarayına yerleştirdi. Babası bu suretle on sene da­ha kalarak H. 1068'de öldü Evrengzib daha sonra kardeşi Dârâ Şü-kûh'u öldürdü. Babası Ölünce de H. 1068'de kardeşi Murad Bahş'ı, 3 070'de de Muhammed Şüca'ı ortadan kaldırdı. [10]

 

6- Muhittin Muhammed Evrengzib Alemgir

 

Evrengzib H. 1069 yılında ülkenin idaresini tamamen eline ge­çirerek İslâm fıkhının {yani İslâm hukuku ilimlerinin) yazılması konusunda çalışmalara girişti. Babası Ekber Şah'm ortaya koyduğu bid'atleri (sapık düşünceleri) kaldırdı ve ülkesinin sınırlarını genişletti. Sınırlar bu sırada kuzeyden Buhara'ya ve Harizm'e ka­dar genişledi. Evrengzib H. 1098 yılında da Bicabor'u ülkesine kattı. Bu emirliği, H. 1097'de Baydar'da bulunan Berid Şah'ın dev­leti, topraklarına katmıştı. Evrengzib elli yıl kadar yönetimin ba­şında kaldı. H. 1118 yılında ölürken doksan yaşında bulunuyordu. [11]

 

7- Kudbettin Muhammed Muazzam Bahadır Şah

 

Evrenzib, kendisinden sonra yerine geçmek üzere, kendine Şah-ı Alem Bahadır Şah unvanını veren oğlu Muhammed Muaz-

zam'm geçmesini vasiyet etmişti. Muhammed Muazzam başa ge­çince kardeşleri ona karşı ayaklandılar. Aralarında savaşlar patlak verdi. Bu savaşlarda iki kardeşi: Muhammed A'zam ile Kâmbahş öldürüldüler. Böylece devletin idaresi, yalnızca Onun eline geçmiş oldu. Ortalık da yatıştı.

Muhammed Muazzam Şii mezhebine girdi. Ondan sonra da otoritesi zayıflamaya başladı. Onun döneminde Sikhiler ve Meh-rabalar güçlendiler. Bahadır Şah, Dekkan Bölgesine ait haracın dörtte birini Mehrabalar'a vermek zorunda kaldı. Böylece bu olay­la Hint-Moğol Devleti'nde gerilenme ve parçalanma başlamış ol­du. H. 1124 yılında da Bahadır Şah öldü. [12]

 

8- Muizzettin Cihandar Şah

 

Cihandar Şah, babası Bahadır Şah'tan sonra başa geçti ve kar­deşleri Azıymüşşan, Rafiülkadr ve Cihanşah'la anlaşmazlığa dü­şerek onlara karşı verdiği mücadelede nihayet başarı elde etti ve bunları öldürdü. Sonra kardeşi Azıymüşşan'ın oğlu Farkhı Şir ona karşı ayaklandı. Beyler de O'nu desteklediler. Güçlenen Farkhı Şîr, amcasına üstün geldi ve ülkenin idaresini ele geçirdi. Dolayısıyla Muizzettin Cihandar Şah tahta oturmanın bir aydan fazla zevkini yaşayamadı. [13]

 

9- Azıymüşşanoğlu Farkh-İ Şir

 

Farkh-ı Şir, vaktiyle, amcasına karşı onu destekleyen devleti­nin ileri gelenleriyle -özellikle- Abdullah Han ve Hüseyin Ali Han'la bozuştu. Onlar da hükümdarı H. 1131 yılında devirdiler ve yerine zindandan çıkardıkları amcasının oğlu, Rafülkadroğlu, Ra-fiüdderecât'ı yönetimin başına getirdiler. Rafiüdderecât verem hastasıydı. Dolayısıyla tahta oturduktan dört ay sonra öldü. [14]

 

10- Rafiulkadroğlu Rafiüdderecât

 

Bu hükümdarın elinde hiçbir şey yoktu. Aynı zamanda hastay­dı. Yönetim ise Abdullah Han ile Hüseyin Ali Han'ın elindeydi. Kendisi de onların elinde oyuncak olmuştu.

 

11- Rafiulkadroğlu Rafiüddevle

 

Rafiüdderecât ölünce liderler onun kardeşi Rafiuddevle'yi ye­rine geçirdiler. O da kendine İkinci Şah Cihan unvanını verdi. Ne var ki uzun süre zindanda yatmaktan hastalık kapmıştı. Bu neden­le aynı yıl içinde öldü (H. 1131). [15]

 

12-Muhammed Şah

 

Rafiuddevle ölünce, devletin ileri gelenleri O'nun yerine am­cası Cihanşah'm oğlu Muhammed Şah'ı koymak üzere anlaştılar. Fakat onu başa geçiren devlet adamlarıyla aralan bozuldu ve kar­şılıklı savaştılar. Ancak Muhammed Şah bu savaşta onlara üstün geldi. Karşıt liderlerden iki kişi öldürüldü. Bu suretle Muhammed Şah, artık başına buyruk şekilde devlet yönetimini ele geçirdi. İkti­dar süresi de 29 yıldan fazla devam etti. Muhammed Şah, zamanı­nın çoğunu, eğlenceyle geçiriyordu. Bu suretle devletin zayıflama­sı yüzünden Nadir Şah H. 1151 yılında Timuroğlu Devleti'ne kar­şı savaş ilan etti. Bunun üzerine Muhammed Şalı da sür'atle dav­ranarak harekete geçti. İki ordu, Banipat ovavSinda karşılaştılar. Ancak Muhammed Şah'in bazı komutanları, hükümdarlarına ihanet ederek onun ordusunu bırakıp Nadir Şah'ın saflarına geçtiler. Böylece Muhammed Şah zayıf düştü. Ardından da Nadir Şah'ın Dehli'ye girmesi (Yani bu kenti alması ve Muhammed Şah'm da Hint-Moğol Devleti'nin başında hükümdar kalması şartlarıyla) iki taraf arasında barış akdedildi. Fakat Dehli.kentinin halkı, kendi başlarına Nadir Şah'm askerlerine karşı direniş göstererek onlar­dan ellerine geçirdiklerini teker teker öldürmeye başladılar. (Mün­ferit olarak cereyan eden bu sokak olayları) bu askerlerin komuta­nı tarafından haber alınınca derhal davranarak üç gün boyunca şehrin halkını kılıçtan geçirdi. Ondan sonra da burayı terketti. Ti-muroğulları Devleti'nin hükümdarı Muhammed Şah ise, sadece Nadir Şah'm bir temsilcisi olarak devletin başında kaldı. [16]

 

13- Ahmet Şah

 

Babası Muhammed Şah'ın ölümünden sonra idareyi Ahmet Şah ele aldı. Fakat vezirleri ona musallat oldular. Ahmet Şah da onların görüşlerine uyarak hareket ediyordu. İsimden başka bir rolü de yoktu.

Bu sıralarda Afganistan yönünden gelmekte olan Ahmet Dür-ranî (ya da Devranı) Hindistan'a karşı bir sefer düzenlemiş bulu­nuyordu. Sililer de Pencap bölgesine hakim olmuşlardı. Guru Na-nak adında bir şahıs, Sih Dininiyeni kurmuştu. Mehratalar da Gu-cerat'ı ellerine geçirmiş bulunuyorlardı. Bu arada Ahmet Şah'm veziri Nizamü'1-Mülk Dekkan'da bağımsızlığını ilan etti. Evrengzip tarafından kendisine Mürşit Kulu Han unvanı verilen Bengal vali­si, Nevvab Cafer Han da H. 1116 yılından beri zaten bağımsızlığını ilan etmişti. Nevvab Cafer Han, burada yeni bir kent kurarak şehre Mürşitabad adını verdi ve H. 1138 yılma kadar da yaşadı. Sonra ye­rine vali olarak damadı Şucauddevle geçti. O da H. 1152 yılına ka­dar başta kaldı. Ondan sonra da oğlu Alaüddevle işbaşına geldi. Ancak iki ay sonra veziri onu devirerek yerine kendisi yönetimi üst­lendi. Sonra H. 1169'da Siracüddevle işbaşına getirildi. İngilizlerle karşı karşıya gelen hükümdar budur. Ondan sonra Beyhar ile Gancarasında düşen Oda bölgesi bağımsızlık ilan etti. H. 1150 yılında Mansur AK Han burada basma buyruk duruma geldi ve yönetimi H. 1167 yılına kadar devam etti. Onun da yerine daha sonraları în-gilizler'le savaşan ve onlara yenilen oğlu Şucauddevle geçti. O da H. 1188 yılına kadar işbaşında kaldı. Şucauddevle'nin yerine ise Feyzabat'tan Lekno'ya intikal eden oğlu geçti. Böylece artık Hint-Moğol Devleti, çözülmeye ve devlet zayıf düşmeye yüz tuttu. H. 1167'de de Ahmet Şah, yönetimin başından uzaklaştırıldı. [17]

 

14- Azizüddin Cihandar-Şahoğlu Alemgîr

 

Ahmet Şah, yönetimin başından uzaklaştırılınca yerine, Muiz-züddin Cihandar Şahoğlu Azizüddin nasbedildi ve bu hükümda­ra ikinci alemgir unvanı verildi. Azizüddin döneminde devletin bütün işleri îmadülmülk'ün elinde idi. Yine onun dönemindedir ki Bengal valisi İngilizler'e karşı çarpıştı ve İngilizler onu öldürdü­ler. Bu zat, Siracüddevle'dir. H. 1172"'<İe de Basvezir Imadülmülk, hükümdar Azizüddin'i öldürdü. [18]

 

15- Kambahşoğlu, Muhyissünne

 

Başvezir İmadülmülk, Azizüddin'i öldürünce, Muhyissün-ne'yi zindandan çıkararak, Onu hükümdar sıfatıyla, idarenin başı­na geçirdi ve kendisine ikinci Şahcihan unvanını verdi. Daha bir­kaç gün geçmemişti ki Afganistan kralı Ahmet Dürrânî, Hint-Mo-ğol Devleti üzerine bir sefer düzenleyerek, önce Mehratarlar'la çarpıştı. Bunun üzerine İmadülmülk kaçtı. Ahmet Şah Dürrânî de Muhyissünne'yi devirerek yerine Azizüddinoglu Ali Gevheroğlu Cihanbaht'ı geçirdi. Cihanbaht'm babası Ali Gevher» bu sırada Azıyrnabâd kentinde bulunuyordu. [19]

 

16- Azizüddinoglu Şahı Alem

 

Ali Gevher, Oda Valisi Nevvab Şucaüddevîe'nin yardımıyla oğ­lunun hükümdar tayin edildiğini duyunca Dehli'ye geldi ve oğlunu devirerek idareyi kendisi ele aldı. Ali Gevher ile Şucauddevle İngilizler'e karşı çarpışan Bengal Hükümdarı Kasım Ali Han'a destek vermeye çalıştılar. Fakat H. 1174 yılında İngilizler onları yendi. Sonraları Ali Gevher, Şahı Alem diye bir hükümdarlık un­vanı kullandı.

İngilizler karşısında uğranan yenilgiden sonra Bevvab Şuca­uddevle Oda bölgesinde Şah-ı Alem ise Allahabat da kaldı. Daha sonra Şah-ı Alem Dehli'ye geçti ve burada İngilizler onu ele geçir­diler. (Onları rahat bırakması için) kendisine bir maaş bağladılar ve Şah-ı Alem Dehli'de Mualla kalesinde kaldı. H. 1221'de de öldü. [20]

 

17- Şah-I Alemoğlu Ekber Şah

 

Şah-ı Alem ölünce İngilizler O'nun yerine oğlu Ekber Şah'ı yö­netimin basma getirdiler ve Ekber Şah'a bir maaş bağladılar. Böy­lece Ekber Şah, H. 1254 yılında ölünceye kadar sadece şekilden ibaret bir hükümdar olarak kaldı. [21]

 

18- Ekberşahoğlu Bahadır Şah

 

Babasının yerine geçerek Ebû Zafer unvanını aldı. Onun dö­neminde H. 1273 yılında devrim oldu. Ordu Ebû Zafer'e bağlılık yemini ederek İngilizler'e karşı Dehli'ye (yeni Dehli kentine) doğ­ru harekete geçti. Fakat İngilizler bu devrimi bastırdılar ve Baha­dır Şah'ı yakalayarak Onu Burma'nın başkenti Rangun'a sürdüler. Bahadır Şah, H. 1178 yılında ölünceye kadar orada kaldı. İngilizler ise ülkeyi kontrolleri altına alarak Hint-Moğol Devletini ortadan kaldırdılar ve yönetimin dizginlerini bizzat kendileri ele aldılar.

Evrenzib'den sonra Hint-Moğol Devleti'nde başgösteren du­raklamanın ve bu devletin en güçlü olduğu günlerde bile (karada-kinin aksine) denizde güvenliği kurmamış bulunmanın sonucu olarak Avrupalı Haçlı ülkeler, Hint kıyıları üzerinde etkinliklerini güçlendirdiler. Keza devletin, kendi içinde parçalanmasından,.bir­birleriyle boğuşan güçlü devletçiklere ayrılmasından sebep İngiHzler iç kesimlere doğru yayıldılar. Halbuki bu devletçiklerin her biri, kendi özel meseleleriyle ilgileniyor, diğerleriyle siyasi rekabet ve çekişmelerin içine giriyordu. Bunun sebeplerinden biri de daha çok egemen olmak ve yayılmaktı.

H. 904 yılında Portekizli Haçlılar, Vasco De Gama öncülüğün­de Hindistan'a ulaştılar ve (o zamana kadar) kendilerine anlatıldı­ğından, dinleyip duyduklarından daha çok ve daha değişik şeyleri buralarda gördüler. Bunun üzerine Vasco De Gama ülkesine dön­dü ve gördüklerini devletine haber verdi. Portekiz kralı da Hindis­tan'ı işgal etmek üzere buraya bir donanma gönderdi. Yerli halk ise (emperyalistlere karşı) ülkelerini savunmaya çalıştılar. Fakat Hint-lüer'in, henüz varlığından habersiz oldukları (o gününün) modern silahlarıyla Portekizliler buralara hakim oldular. Aynı zamanda yerli halka ait olanların hiç de sahip bulunmadıkları büyüklükte gemileri vardı. Buna rağmen Portekizliler, Hint halkına oranla sa­yıca çok daha az olduklarından, iç kesimlere doğru ilerleyemedi-ler. Aynı zamanda müslüman güçlerin karşısında özellikle karada zayıf kalıyorlardı. Bu nedenle sahillerde tutunmaya çalışmakla ye­tindiler ve buralarda ticaretle uğraşan merkezler kurdular. Bura­lardaki ticaret potansiyelini, H. 906-1009 yılları arasında yaklaşık bir asır boyu sömürmeye çalıştılar. Ne var ki müslümanlara karşı besledikleri haçlıhk kini, halka karşı işledikleri azgınlık ve son de­rece vahşi davranışları yüzünden (ellerine geçirmiş bulundukları) bu imkanları daha fazla devam ettiremediler.

Buna ek olarak müslümanlar aleyhinde vaktiyle Endülüs'te on­lara yardım etmiş, müslümanların kovalanmasında onlara destek vermiş bulunan diğer Avrupalı haçlı ülkeler de bolluk zamanında bu imkanlardan yararlanamadılar. Bu ülkeler Portekizliler'd en hiç bir kolaylık görmedikleri gibi Uzakdoğu mallarını da onlardan ucu­za akmıyorlardı. Dolayısıyla aralarında baş gösteren rekabet yü­zünden Portekizlilerin müslümanlara karşı buradaki savaşları ar­tık haçlıhk yönünden taşıdığı gerçekleri gizlemeye, onun yerine ekonomik ya da (genel anlamda) bir sömürü savaşma dönüşmeye başladı. Avrupalılar arasında bu yüzden ortaya çıkan rekabet bu kez de karşılıklı kuvvet gösterisi görünümünü aldı. Sonuçta Portekizdevleti, geri adım atarak yapmakta olduğu ticari spekülasyonlardan vazgeçti. Bunun üzerine diğer Avrupalı rakip devletler de buralara sükûn etmeye başladılar. Onlardan ilk gelenler Hollandalılar oldu. Sonra Fransızlar ve İngilizler birbirlerini izlediler.

Hollandalılar baharat fiyatlarım artırınca bu durum İngilizle­rin de rekabete girip Uzakdoğu'yla ticaret alanında doğrudan iliş­kilere girmelerine neden oldu. İngiliz tacirler H. 1008 yılında Londra valisine baş vurarak Hindistan'la doğrudan ticaret yapacak bir şirket kurmayı kararlaştırdılar. Aynı zamanda bu kararlarını kraliçelerine de sundular. Bunun üzerine İngiltere kraliçesi Hint Sultanına elçi göndererek ondan bu şirketin, ülkesinde ticaret yapmasına izin vermesini istedi. Sultan da ona izin verdi. Bu su­retle kraliçe H. 1009 yılında bu şirketin kurulması konusunda bir kraliyet kararnamesi çıkardı. Kurulan bu şirketin o günkü adı "Londra Tüccarları Doğu Hint Şirketi" idi. Sonra aynı amaçla bir diğer şirket daha kuruldu.

Hal böyleyken H. 1121 yılmda birleşinceye kadar, Hindistan'da kurulmuş bulunan bu yabancı şirketler, kendi aralarında kıyasıya rekabete girdiler. Bu şirketler nihayet yukarıda kaydedilen tarihte "Doğu Hindistan'da Ticaretle uğraşan İngiliz Tüccarları Birleşik Şirketi" adını aldı. Bir süre sonra da "Doğu Hint Şirketi" olarak ta­nındı. Bu aşamadan sonra İngilizler Hint adalarıyla "Endonezya" ile ticaret yapmaya başladılar. Hindistan'a giremiyorlardı. Çünkü Portekizliler ve Hollandalılar onları silah zoruyla burada ticaret yapmaktan alıkoyuyorlardı. Dolayısıyla aralarında savaşlar cere­yan ediyordu. Sonra İngilizler karaya çıkarma yapmayı başardılar. İlk girdikleri yer Midras kenti oldu. Böylece ticari faaliyet perdesi altında bir kentten diğerine geçerek ilerlemeye devam ettiler ve Hollandalılar'a karşı üstünlük kazandılar.

Müslümanlar ise bu ortamda, gerek İngilizler'e, gerekse diğer haçlı zümrelere hep şüpheyle ve tereddütle bakıyorlardı. Onlara karşı cesurca çıkışlarda bulunuyorlardı. Müslümanların bu tavrı­na karşı onlar ise sinsi tedbirler alarak birçok araziler satmalıp hal­kın öfkesinden -gerekirse- korunmak amacıyla buralarda kaleler (surla çevrili korunmuş mekanlar) kurdular. Diğer haçlı şirketleride onları bu yolda örnek almaya başladı. Bu kez de gerek şirketler, gerekse bu şirketlerin mensup olduğu ülkeler arasında kavgalar çıktı. Bu devletlerin her biri girdikleri bu topraklan sömürüyordu. Ancak genelde üstünlük, İngiliz şirketlerinin elindeydi.

İngilizler Hindistan'a egemen olunca Hindular'm elinde ku­zeyde Himalayaîar'm eteğinde Nepal ve Bütan olmak üzere iki ül­ke kaldı. Portekizliler'in ise batı kıyılarında üç merkez bulunuyor­du. Bunlar: Bombay'ın kuzeyinde bulunan Daman, Temo ve Diyo adaşıydı. Bu adanın alanı: 1800 mil'dir. Fransızların ise burada dört merkezi vardı. Bunlar: Bonder Yeşiri, Kelekta yakınlarındaki Niger, Niyavun ve Güney Burnu yakınlarındaki Karikal idi. Hin­distan'ın geriye kalan bölümleri ise Tngilizler'in kontrolü altınday­dı. Bu toprakların üzerinde ise müslümanlara ve Brahmanlar'a ait beylikler bulunuyordu. [22]

 

İngiliz Asalaklığı

 

Doğu Hint Şirketi, ilk başlarda sadece Hindistan'da elde ettiği ürünleri Avrupa'ya getiriyordu. Fakat Sanayi devriminden sonra bu kez de Avrupa'dan sanayi ürünlerini Hindistan'a getirmeye başladı. İngiltere, İngiliz fabrikalarının ürettiği mal stoklarını, kalabalık in­san topluluklarının bulunduğu bölgelere nakledip buralarda sat­mak zorundaydı. Hindistan ise bu bölgelerin en büyüklerinden sa­yılmaktadır. Bu bakımdan Doğu Hint Şirketi'nin acentaları, Hindis­tan içlerinde yenipazarlar açma ihtiyacını duyuyorlardı. Bu neden­le İngiltere'nin buradaki rolü artık ticaret yapmaktan çıkıp sömürü­ye dönüştü. Bu bir yandan, diğer yandan ise, kıyı kesiminde bulu­nan İngiliz acentaları, Hindistan'daki mahalli yönetimlere ödedik­leri paralar karşılığında ancak pazar bulabiliyorlardı. Bu yüzden Hint-Moğol Devleti, bu küçük ve kadroları sınırlı İngiliz ticaret acentalarının ülkedeki tehlikelerini pek sezemiyor, az sayıdaki İngi­liz ticaret gemilerinin bu acentalara sağladığı katkının pek farkına varamıyordu. Ne var ki kısa bir süre sonra bu acentaları arkadan destekleyen birer güçlü filo oluştu, ki bunlar Hint sahillerim artık kuşatabilecek duruma geldiler. Aynı zamanda Hindistan bir denizfilosuna da sahip değildi. Buna karşılık, Hint sahillerindeki bu ya­bancı ticaret acentalarının arkasında eğitimli ve disiplinli ordulara sahip devletler bulunuyordu. Ellerinde modern silahlar vardı ve planlı çalışıyorlardı. Bu yüzden kısa zaman içinde şartlar değişti, Hint müslümanları yöneten hükümdarların bu acentalara karşı ba­kış açıları değişmeye başladı, ama ne zaman? Ne çare ki Moğol Dev­leti gerileyip parçalandıktan ve faal bir şekilde direnebilecek gücü kaybettikten sonra bütün bu değişiklikler meydana geldi.

İngiliz ticaret acentaları hintli brahmanlarla ilişki kurmaya başladılar. Bunun sonucu olarak da İngilizler'den etkilendiler, çı­karları, İngiliz çıkarlarıyla birleşmiş oldu. Buna ek olarak brah-manlar zaten dini açıdan müslümanları sevmiyor, onlara kin bes­liyorlardı. Keza bu bölgelerin hükümdarları olarak da müslüman halk üzerinde baskıları vardı. Dolayısıyla çıkarları, bu yönlerden de İngilizler'in çıkarları ile irtibatlanmış oluyordu. İngilizler'le da­ha çok işbirliği içine girdiler. Brahmanlar ticaret adı altında müs­lüman hükümdarların egemen oldukları bölgelere giriyor, sözde bu hükümdarların saraylarına mal satmak için onlar yanaşıyor bu yollarla da müslümanlar arasında bir takım dedikodular yayarak ve ortalığı karıştırarak bölgedeki komşu müslüman beyliklerin ba­şındaki yöneticileri birbirlerine düşülüyorlardı. Brahmanlar'm bölgede bu şekilde sarfettikleri gayretler zaman içinde bu müslü­man beyliklerde otoriteyi zayıf düşürdü ve beyler arasındaki düş­manlık duygularım gittikçe körükledi. Aynı zamanda İngilizler müslümanlara karşı brahmanlardan, kullanabilecek kadar uşakla­ra da sahip olmuş bulundular.

Müslümanlar, zamanla bu tehlikeyi sezmeye başladılar. Bu yüz­den Bengal hükümdarı Siracüddevle, sahil bölgesinde bulunan İn­giliz merkezlerini ele geçirmek istedi ve bu amaçla Fort William ka­lesine saldırarak burayı ele geçirdi ve İngiliz-Hint birleşik kuvvetle­rine karşı üstünlük kazandı (Tarih: H. Şevval, 1169). Bu olay İngilte­re'yi ürküttü. Bunun üzerine İngiltere savaş hazırlıklarına girişti. Fransızlar da Siracüdevle'yi desteklediler. Fransızlar zaten İngiliz­ler'le savaş halindeydiler. Bu gelişmelerle İngiliz-Fransız çatışması, her iki tarafın Hindistan'da egemen oldukları yerlere kadar sıçrayarak genişlemiş oldu. Ancak üstünlüğü İngilizler elde ettiler. Fransız-lar'm ise egemenlik bölgeleri küçüldü. İngilizler bu kez çeşitli hile ve planlara başvurmaya koyuldular ve hükümdar Siracüddevle'nin emrindeki en büyük komutan, Mir Cafer Han'ı parayla yoldan çı­kardılar, O'nu satınaldılar. Halbuki Mir Cafer Han, sözde Siracüd­devle'nin yandaşları arasında O'na en çok bağlı olan biri idi ve aynı zamanda Onun eniştesiydi. Nihayet H. 1170 yılında İngilizlerle Si-racüddevle arasında Plasi denilen yerde bir savaş cereyan etti. Öy­le anlaşılıyor ki sık sık el değiştiriyordu. İlginçtir ki savaşın bir aşa­masında Mir Cafer Han kendi milletinden koparak düşmanların sa­fına geçti. Böylece İngilizler bir zafer gerçekleştirdiler. Siracüddev-le de onlara esir düştü. İngilizler Onu idam ettiler. Mir Cafer Han ise Bengal'in idaresini eline geçirdi. Ne var ki kısa bir süre sonra İngiliz­ler dönüp Mir Cafer Han'ı devirdiler, yerine ise Kasım Ali Han'ı ge­çirdiler. Sonra Onu da yönetimden uzaklaştırarak yerine tekrar Ca­fer Ali Han'ı tayin ettiler. Çünkü her ne kadar Kasım Ali Han'ı iş ba­şına getirenler İngilizler oldu ise de O, İngilizler'e boyun eğmekten sıkıntı duyuyordu. Kasım Ali Han azledilince Hint Moğol hüküm­darı Alem Şah ile birlikte oda bölgesinin eyalet valisi, Sucaüddev-le'den yardım istediler. Üçü birleşerek, arkadan destek kuvvetlerle takviye alan ingilizler'in üzerine yürüdüler. Ancak müslüman güç­ler Pekser denilen yerde ağır bir yenilgiye uğradılar. Hint-Moğol hü­kümdarı, İngilizler tarafından esir alındı. O da esaretten kurtulabil­mek için İngilizler'in bütün şartlarını kabul etti. Bu suretle Bengal, Oresa ve Beyhar bölgeleri İngilizler'in egemenliği altına girmiş ol­du. İngilizler adına Doğu Hint şirketi bu bölgeleri, başına buyruk yönetmeye koyuldu. Bu şirketi ise İngiltere'nin Hindistan askeri komiseri temsil ediyordu. Ondan sonra da ortamın el verdiği şekil­de bazan zor kullanarak, bazan da barışçıl yollardan giderek İngiliz­ler, Hindistan'ı parça parça ellerine geçirmeyi başardılar.

İngilizler'in müslümanlara karşı Hindistan'da giriştiği savaşla­rın en ünlüsü Meysur Eyaletine yaptığı savaştır. Bu bölgede Mirzap hindular, müslümanların egemenliği altında yaşıyorlardı. Müslü­manlardan oluşan merkezi hükümet, gücünü kaybedince onların yönetimi altında bulunan Mirzaplar ellerindeki bölgede başlarına buyruk hale geldiler. Komutanlarından biride Fetih Han'ın oğluHaydar Ali Han'dı. Hükümetteki Hindu bakanlar ondan korkmaya başladılar. Bu yüzden ona bir darbe indirip kendisinden kurtulma­yı tasarlıyorlardı. Haydar Ali Han, onların bu niyetini sezince zor kullanarak yönetimi ele geçirdi. Ve sınırlarını genişletmeye çalıştı. Mihrata ve Midras toprakların çoğu üzerinde egemenlik kurdu. Onun bu şekilde yayılmasından İngilizler korkmaya başladılar. Ona karşı savaş açtılar. Haydar Ali Han'ın, topraklarından bir kısmını kontrolü altına aldığı Mihrataları da yanlarına aldılar ki, Mihratalar Haydar Ali Han'ın can düşmanı idiler. Bununla birlikte Nizamül-mülk de Meysur topraklarında yayılıp sınırlarını genişletme gayret­leri içerisindeydi. Fakat Haydar Ali Han bütün bunlara karşı dayan­maya çalışıyordu. Nitekim onlara üstün geldi de... Bununla beraber, ordu düzenlemek ve eski silahlan kullanmak konusunda klasik yöntemle başarıya ulaşamayacağını takdir ediyor, modern usulle­rin ve gelişmiş silahların kullanılması gereğine inanıyordu. Dolayı­sıyla hedeflerini gerçekleştirmek için Fransızlar'ı kullandı. Onlar za­ten İngilizler'le savaş halinde idiler. Ne var ki haçlı zihniyeti her za­man aynıdır. Çünkü Amerikan bağımsızlık savaşı sona erince Fran­sızlar Haydar Ali Han'ı yalnız bıraktılar. Bu yüzden de İngilizler ona karşı üstünlük elde ettiler. Sonra Haydar Ali Han H. 1196'da öldü. Yerine ise Tipo diye tanınan oğlu Fetih Ali geçti ve savaşa devam et­ti. Ancak İngilizler'e ve müttefiklerine yenildi. Ardından, Serenga batam antlaşmasını imzalamak mecburiyetinde bırakıldı. Fetih Ali bu antlaşma ile H. 1207'de topraklarının bütün kısmını kaybetti ve savaş tazminatı ödedi.

Bir süre sonra Tipo yeniden ordusunu toparlamaya çalıştı. O, Hindistan'da bulunan müslüman beyliklerle işbirliği yapmayı tasar­lıyorlardı. Fakat neredeydi artık onlar! Ne gezerdi müslüman beylik­ler. Çünkü onların çoğu emperyalistlerin eline düşmüştü. Geriye kalanlar da birbirlerinin yakasına düşmüşlerdi. Ya da temelde biri diğerine düşmandı. Bu sıralarda Fransa, Tipo ile işbirliği yapmak niyetindeydi. Aynı zamanda İngilizler'e karşı diğer beyleri de des­teklemek istiyordu. Onlarla temasa geçti. Ne var ki Fransizlar'ın Ti-po'ya gönderdikleri yazılı bir mesaj İngilizler'in eline geçti. Bu da İngilizler'in küplere binmesine sebep oldu. Bu yüzden Tipo'ya karşı baskılarım ve hamlelerini artırdılar. Buna rağmen Tipo onlara karşıüstünlük elde etti. Fransa ve Napolyon ise O'na hiçbir yardımda bulunmadılar. İngilizler Tipo'ya yenilince bu kez ihanet ve hileye başvurmaya koyuldular. Arkadan takviye güçler getirdiler. Mihrata-ları beslediler ve nihayet Tipo'yıı bir kalede kıstırarak üstünlüğü el­lerine geçirdiler. Bu arada Tipo'nun emrindeki komutanlardan (İn­giliz sempatizanı) Mir Sadık'ı da ayarttılar. Çünkü Mir Sadık yenile­ceğini tahmin ediyordu. Kalenin kapısını İngilizlere açtı. Ancak Sul­tan Tipo, İngilizler'e silahla karşılık verdi ve H. 1214 yılında cereyan eden bu savaşta öldürülünceye kadar İngilizlerle çarpıştı.

İngilizler 1234 yılında da cazip vaadlerle hevesleri kamçılayarak Karnatek (Gru Mandel)i aldılar. Bu da şu şekilde oldu. Burası Dehli (Delhi)ye bağlıydı. İngiliz tüccarlar H. 1049 yılında Midras'a girdiler. Asaf Şah -Dekkan'a girince beraberinde Nimetullahoğlu Envered-din de bulunuyordu. Ona H. 1157'de Karanatek'in yönetimini verdi. Ancak Envereddin bağımsızlığını ilan etti. H. 1162'de de öldürüldü. Bu kez yerine oğlu Muhammed Ali Han geçti ve bir süre sonra da Midras'ı kendine başkent yaptı. Fransızlar'dan nefret ettiği için or­dusuna İngilizler'den asker aldı. 1210'da ölünce yerine oğlu Umde-tü'1-ümera geçti. O da 1216'da öldü. Bu sefer yerine Tacü'l-ümera Hüseyin Ali Han geçti. Beyliğin sırtına bu sıralarda ağır borçlar yük­lenmişti. İngilizler, borcunu ödemeye karşılık ülkenin idaresini kendilerine bırakması için teklifte bulundular. Ancak Hüseyin Ali Han bu teklifi reddetti. İngilizler bu kez de aynı teklifte liderlerden Aziymüddevle'ye baş vurdular. O da kabul etti. Çünkü İngilizler onu bol paralarla heveslendirmişlerdi. Ona ve yakınlarına yıllık bü­yük tahsisatlar bağlandılar. Bu sayede de H. 1134 yılında bölgeyi ele geçirdiler ve hükümdarı şekilden ibaret bir duruma koydular. Hü­kümdarlık bununla beraber onun ailesinde devam etti.

İngilizler bu aşamadan sonra artık herhangi bir yolla Hindis­tan'ı parça parça egemenlikleri altına aldılar. Okulların yegane fi-nans kaynağı olan vakıfları ellerine geçirdiler. Bu yüzden eğitim bi­rimleri kapandı müslümanlar arasında cehalet yaygınlaştı. Bunun­la birlikte İngilizler, dairelerindeki eleman ihtiyacını karşılamak ve bu konudaki açıklarını kapatabilmek için hinduları okutmaya ağır­lık verdiler. Bu gayretlerle, müslümanlara karşı onları bir güç olarak'kullanmak ya da onları kullanarak müslümanlara darbe indirmek istiyorlardı. Müslümanların elinde bulunan en verimli arazileri de aldılar. Bu yüzden müslümanlar aşağılanmış olarak yoksulluk ve cehalet içinde kaldılar. Hal böyleyken Hindular arasında eğitime hız verildi: Çünkü İngilizler bir tek müslümanı bile dinden döndü­rüp onu hıristiyanlaştırmanın asla mümkün olamayacağını anla­mışlardı. Halbuki kalabalık sayıda hindulara hıristiyan dinini kabul ettirmek mümkündü. İşte bu yeni hıristiyanlar gelecekte onlara da­yanarak ve destek olacaklardı, ya da sözde onların adına Hindistan'ı yönetebilecek veya, en azından hindularla olan bu din bağı sayesin­de Hindistan üzerinde ağırlıkları olacaktı. İşte bu amaçlan gerçek­leştirebilmek için İngiliz misyoner ekipleri Hindistan'a yayıldılar. Bu örgütler ülkenin eğitim sistemini ellerine geçirdiler. Müslüman neslin ise Haçlı hıristiyan eğitimcilerden ders almaları önlendi. Hindu çocukları ise yığınlarla gelip derslere katılıyorlardı. Hindis­tan piyasalarında akan İngiliz ürünleri yüzünden ve bunu tertiple­yen İngiliz siyaseti nedeniyle ülkede ekonomik durum kötüleşti. Çünkü ticaret emperyalistlerin elindeydi. Tarım ise hiçbir teşvik görmüyordu. Buna ilaveten bir de anarşi vardı ki bu da çiftçilerin tarımı ihmal etmelerine sebep oldu.

Ülkede hüküm süren yoksulluk yüzünden, İngiliz ordusuna yerli halktan yığınlarla insan askere yazıldı. Başlarındaki İngiliz su­baylar ise, onları alaya alıyor aşağılıyordu, dinlerine hakaret ediyor­lardı. Bu muamele ise yerli askerler arasında îngilizler'e karşı nefret uyandırmaya başladı. Askerlerin tepki göstererek baş kaldırmaları­na sebep oldu. Olay şöyleydi: İngilizler, ordudaki Hintli askerlere tüfek dağıttılar ve sözde bu silahlan iç yağıyla silerek bakımını yap­mak için onlara emir verdiler. Sonra, kullanılan bu iç yağlarının do­muzlara ve büyük baş hayvanlara ait olduğu yolunda bir takım de­dikodular yayıldı. Bunu, ister müslüman, ister hindu olsun yerli halkı aşağılamak için yapıyorlardı. Bu yüzden ordu galeyana geldi. Şiddetli tepki gösterdiler. Öyle ki ortalığı yatıştırmak için îngiliz-ler'in Hindistan yönetimi, genelgeler, bildiriler yayınlayarak bu de­dikoduları yalanlamaya, örtbas etmeye çalıştı. Ne var ki kimse bu bildirilerle ikna olup îngilizler'e inanmadı. Bu kez de, bir gözdağı olmak üzere Yeni Delhi'nin 40 km; yakınındaki Mirta'da bulunanİngiliz süvari birliği, orduya iç yağı dağıtarak, askerlerden, bu mal­zemeyi silahın bakımında kullanmaları istendi. Askerler de baskı al­tında istemeyerek -kendilerine dağıtılan- iç yağım aldılar. Ancak 75 kişi bunu reddetti. Bunun üzerine onar yıl hapse mahkum edildiler. Ve buna ilişkin (askeri mahkeme tarafından çıkarılan) karar ordu­daki hindu ve müslüman askerlere okunarak ilan edildi. Mahkum­ların ellerine kelepçeler takılarak iki mil uzaklıktaki hapse kadar ya­ya yürümeye zorlandılar. Ellerindeki zincirlerden sebep bu asker­lerden bazıları yolda bitkin düştüler, yürüyemediler. Diğer askerler de bu durum karşısında çok etkilenerek arkadaşlarını kurtarmak is­tediler. Böyle bir muamele zorlarına gidiyordu. İngilizler'in, karşı koyma çabalarına rağmen askerler, arkadaşlarını kurtarmak için aralarında anlaştılar. Ve İngiliz üstlerine saldırdılar. Onlardan bir subayla bir kaç askeri öldürdüler ve kaçtılar. Bunun üzerine, Yeni Delhi'de bulunan -sembolik hükümdar- Moğol kralı Siracüddin Ebû Zafer Bahadır Şah'a sığınmak üzere kaçan bu hintli askerleri, İngilizler topa tuttular. Halbuki hükümdarın elinde hiçbir yetki yok­tu. Yaşı da doksanın üzerindeydi. Düşmanları ülkeyi ellerine geçir­mişlerdi. Ne var ki bu olay gelişerek büyük bir devrime dönüştü. Tüm ülkeyi kapsadı. Bunun üzerine İngilizler takviye güçler getirdi­ler. İngiltere bu sıralarda Kırım'da, Ruslar'a karşı girişmiş olduğu savaştan, keza İran'a karşı giriştiği savaştan yeni çıkmıştı. Elinde ha­zır kuvvet vardı. Bu ordular Hindistan'a yöneldiler. Yeni Delhi üze­rine yürüyerek şehri birkaç ay kuşattıktan sonra ele geçirdiler. Şahı ve ailesini yakalayarak onları sürgüne gönderdiler. Bu yolculuk sıra­sında İngilizler Bahadır Şah'ın gözleri önünde oğullarını öldürerek etlerinden yemek yapıp ona zorla yedirdiler. Ondan sonra da bu asırlık yaşlı ve bitkin insanı Burma'nm başkenti Rangun'a sürerek burada oturmaya onu mecbur ettiler.

İngilizler'in Delhi'ye girişleri, diğer kentlerdeki halk tarafından duyulunca sorun daha da büyüdü. İsyanlar patlak verdi. Diğer yan­dan ise İngiliz orduları bu şehirleri kuşatmak ve bir süre sonra işgal etmek üzere Hindistan'a akın ediyor, halkından intikam alıyordu.

H. 1274'de bu ayaklanmalar bittikten sonra İngiltere, bu ülke­deki Doğu Hint Şirketi'nin yönetiminin sona ermiş bulunduğunuilân ederek, Hindistan ülkesinin artık Britanya Kraliyet tacına bağlandığını açıkladı. Britanya, nasıl isterse bu ülkeyi öyle yönete­cekti. Bu arada İngilizler Hindistan'da patlak veren ayaklanma ha­reketlerinden müslümanları sorumlu tutuyordu. Onun için şid­detli öfkelerini müslümanlardan çıkarmaya başladılar. Toprakları­na el kondu. Camileri kısmen yerle bir edildi. Bir kısmı da askeri kışlalara dönüştürüldü. Müslüman halk göçe mecbur edildi. Hin­dular İngilizler'in bu tecavüzlerine çok seviniyorlardı. Dolayısıyla İngilizler'in müslümanlara karşı giriştikleri toplu öldürme faali­yetlerine katılarak onlara yardımcı oldular. Müslümanlardan inti­kam ve öc alma zamanının gelip çattığım ileri sürüyorlardı. İngiliz devlet kademelerinde görevler aldılar; Büyük servetlere sahip ol­dular; vaktiyle toprakların sadece % 5'ine sahip oldukları halde bu kez yoğun şekilde arazi satmalmaya teşebbüs ettiler. Müslümanla­rın elinde toprak kalmasın diye bu şekilde davranıyorlardı. İngiliz siyaseti Hinduları kayırıyor, müslümanları ise baskı altında tutu­yordu. Nitekim Lord Allenbro açıkça şöyle diyordu:

"İslâm varlığının bizim temel düşmanımız olduğunu bilerek onlara karşı göz yummam mümkün değildir. Bizim buradaki gerçek siyasetimiz Hinduları kayırmaktır."

Hindistan, bir anlamda İngilizler'in kontrolü altma girmiş ol­makla beraber, irili ufaklı bazı beylikler kısmen müslümanların, kısmen de Hindularm elinde henüz bulunuyordu. Bu beylikler dış işlerinde İngilizler'e bağlı idiler, iç işlerinde ise beyliğin başındaki emîr serbestti. Hindistan bağımsızlığını kazanıp -son şekliyle- bö-lününceye kadar da bu beyliklerden bazıları varlıklarını devam et­tirdiler. Bu beyliklerden biri de Dekken bölgesinde bulunan Hay-darabad idi. Alanı 83 bin milkare kadardı. H. 1161'de ölen Kral Asaf bu beyliği kurduğu için buna Asafiye Devleti deniliyordu. H. 1367 tarihinde Hint orduları buraya girinceye kadar da bu devlet ayaktaydı.

Bu beyliklerden biri de Dekkandaki Bahubal Devleti'ydi. Bu beyliği, Afganisan Dost Muhammed (diğer adıyla Yar Muham-med) kurmuştu. Onu bu beyliğin başına getiren ise Asaf Şah Ba-hubal'dır. Yar Muhammed H. 1167'de bu beyliğin bağımsızlığınıilan etti ve beylik H. 1366'da ortadan kaldırılıncaya kadar ayakta kaldı. Alanı 6764 milkare idi.

Hindistan'daki beyliklerden biri de Gucerat'daki Gonakda beyliği idi. Alam 3383 milkare idi. H. 1171'de kuruldu veli. 1366'da ortadan kaldırılıncaya kadar varlığını sürdürdü. Bunlardan başka birçok beylik daha vardı.

Bu felaketlerden sonra, müslümanlardan bazı kimseler, mey­dana gelen ve müslümanlarm geri kalmasına neden olan boşluk­ları doldurmak için eğitim çağrısında bulundular. Bu konuda on­lardan bazı kimseler batılılara taklit etmeye özeniyordu. İngilizler nezdinde itibar kazanmak için onlara yaklaşmaya çalışan Ahmet Han gibi... Nitekim bu amaçla bir yüksek okulla "Tehzibü'l-Ahlâk" adlı bir gazete de çıkardı. Ancak Hintli müslüman liderlerden ba­zıları da îslâm çizgisinde çalışmak istiyorlardı. Bu yolda atılan adımlardan biri olarak H. 131 l'de Lekno kentinde Alimler Konseyi ile bir konseye bağlı "Daru'1-Ulûm" üniversitesi kuruldu.

Hindistan'da İslâmî akım güçlenince İngilizler korkmaya baş­ladılar. Müslümanların Hindu toplumu içinde kaybolması {onla­rın potasında erimesi) için de milliyetçilik eğilimini körüklemeye başladılar. H. 1303 yılında Hindistan Kongre partisi kuruldu. Bu partiye hindular da müslümanlar da girdiler. Hatta "Cem'iyyetü'l-Ulema", "Dindar Hindular Komitesi" ve "Şiiler konferansı" gibi çeşitli dernekler de bu partiye katıldılar. Bu parti, başlangıçta müslümanlarm duygularına saygılı gibi davranıyordu. Ancak daha sonraları bu tutumunu değiştirerek yabancıların Hindistan'dan kovulmasını kararlaştırdı. Onlara göre müslümanlar da İngilizler gibi yabancı idiler. Bu düşünceyle hareket eden hindularda tutucu davranışlar baş gösterdi. Onlardan, fanatik bir topluluk, müslü-manlara sempati gösteren, ya da onlarla geçinmeye çalışanların öldürülmesi için çağrıda bulundular.

Onların bu fanatik eğilimlerine karşı müslümanlarm da artık örgütlenmesi gerekiyordu. Nitekim H. 1324 yılında Bengal'in Dak­ka kentinde Nevvab Fahharülmülk başkanlığında îslâm Birliği teşkilatı  "Er-Rabıtatü'1-İslâmiyye" kuruldu.  Ondan sonra daKongre Partisi ile Rabıta arasında açık şekilde çekişmeler başladı. Fanatik hindularm çağrısı daha üstün geldi. Şüphesiz kongre par­tisindeki hinduların çoğu bu fanatik topluluğu destekliyordu. Tu­tucuların çağrısı ise dört noktada toplanıyordu.

Ana hatları şuydu:

1 - Sankasan: Yani Hindistan'ın siyasi birliğini korumak.

2- Raja: Bu, Hint ilahı "Ram Raja" anlamına gelmektedir. Bu sembolle istenen şey: Hint halkalarını inançta birleştirmek, bütün toplumu aynı dini kabul etmeye zorlanmaktı.

3- Şuzi: Müslümanlara hinduizmi kabul ettirmek.

4- Afganistan ile sınır bölgelerini fethedip buralardaki halk topluluklarını hinduizme çevirmek.

Hindular, Hintli insan unsurunun ve geleceğinin güven altına alınabilmesi bu dört hedefin geçekleşmesihe bağlıyorlardı. Bu ise müslümanlarla hindularm hiçbir zaman birleş em eyeceğini göste­riyordu. Ne var ki bazı müslümanlar -her şeye rağmen- Hindis­tan'ın birliğinin devam etmesini çok önemli bir mesele olarak gö­rüyorlardı. Onlardan bazıları da, müslümanlarm hindularla birlik­te kalmasını bu topluluğun /amanla İslâm'a kazandırılması bakı­mından önemli görüyorlardı. Bu yüzden müslümanlarm bir kısmı bir süre daha kongre partisinde kaldılar, ancak daha sonra çekildi­ler. H. 1303 tarihinde bu teşkilattan ayrılarak İslâm birliğine katı­lan (Pakistan'ın kurucusu) Muhammed Ali Cinnah gibi... Vakıa hindular ona, partide kalması ve partinin başkanı olması için tek­lifte bulundular. Fakat o, bu teklifi kabul etmedi. Müslümanlardan Ebulkelam azad gibi diğer bazıları da kongre partisinde kalmakta devam ettiler. Nitekim Hindistan, bağımsızlığına kavuşur kavuş­maz bu zat ilk kabinede Milli Eğitim Bakanı oldu.

İngilizler'in de rolüyle Osmanlı Hilafeti ortadan kaldırılınca Hindistan çapında olaylar patlak verdi. Bu olaylar İngilizler'in, Araplar'a verdikleri sözde durmamalarına ve İslâm hilafet maka­mının kaldınlmasmdaki rollerine karşı protesto hareketleriydi ve hilafet hareketi adı altında cereyan etti.

Hindular'ın fanatik tutumu ve müslümanlarm onlara karşı gösterdikleri tepkinin sonucu, keza iki topluluğun inançları ara­sındaki çatışma yüzünden ülkenin parçalanması mukadderdi. Ni­tekim sonunda da öyle oldu. [23]

 

Maldiv

 

Maldiv, Hint Okyanusu'nda, Hindistan ile Seylan'ın güneyba­tısına düşen takım adalardır. Bu adalar, güney yönünden Hindis­tan kara parçasının 480 kilometre mesafede karşısına düşer. Sey­lan adasına olan uzaklığı ise 672 km'dir. Bu adalar, gruplar halinde kuzeyden güneye doğru uzar ve ondokuz takımadadan ibarettir. Adaların sayısı ise ikibinin üzerindedir. Ancak bunlardan bazıları "mecl" hareketi sırasında sular altında kalmaktadır. Bunlardan 1087 ada sürekli olarak deniz seviyesinin üzerinde kalmaktadır. Ne var ki 220'den başka, üzerinde insanların yaşamakta oldukları da yoktur. Bu adaların toplam alanı ise 51.780 km21dir. Bu alana ba­taklıklar da dahildir. Devamlı kuru halde bulunan alanlar ise sade­ce 298 kmz'dir. Bu adalarda yerleşik bulunan insan sayısı da 150.000'i geçmemektedir.

H. 85 yıllarında müslümanlar Maldiv adalarına kadar açıldılar. Bu bölgenin yerli halkı arasında bazı kimseler bu müslüman tüc­carların etkisinde kalarak İslâm dinine girmeye başladılar. Fakat İs­lâm'a çağrı faaliyetlerinde bulunanların bu adalara ulaşmasından sonra, özellikle H. 545 yıllarında müslümanlarm uyandırdığı etki çok daha açık bir şekilde kendini gösterdi. Buralara kadar gelen İs­lâm davetçilerinden biri de Ebulberekât el-Berberî'dir. Bu zat Allah Teâlâ'mn lütuf ve yardımlarıyla buradaki halkın ellerini tutup onla­rı İslâm'a doğru çekmeyi başardı. Halkın tümü İslâm dinine girdiler. Öyle ki bölge sakinlerinden müslüman olmayan hiçkimse kal­madı. Hatta kralın kendisi dahi müslüman oldu ve Muhammed b. Abdillah adım aldı. Ünlü arap gezgini İbni Batuta H. 744'de bu ül­keyi ziyaret etti. Buraya, Zeybetü'1-Mehl adını verdi. İbni Batuta bu memlekette müslümanlardan başka kimselere rastlamadığını kay­detmektedir. Burada bir süre kadılık da yapmıştır.

İslâm dünyasını çembere alma faaliyetleri çerçevesinde Porte­kizliler H. 913 yılında buralara ulaştılar. Portekiz güçleri bu adala­rı işgal ederek halkı kontrolleri altına aldılar. Aynı zamanda inanç­larım etki altına almaya çalıştılar. Fakat bu konuda çok büyük bir başarısızlığa uğradılar. Bununla beraber halkı terörle sindirmek için en vahşiyane cinayetler işlediler. Portekizliler yüz yıl kadar da bu adalarda kaldılar.

H. Onbirinci yüzyılın başlarında Hollandalılar da Seyhan ada­sına ayak basmışlardı. Portekizliler'in yaldızı ise rakipleri olan Hollandalıların, İngilizler ve Fransızlar'ın karşısında artık sönme­ye yüz tutmaya başlamıştı. Hollandalılar bu sıralarda Maldiv Sul­tanı ile bir antlaşma yaptılar. Buna göre Maldiv adaları Hollanda-lılar'm koruması altına artık giriyordu. Daha Önce haçlı selefleri­nin yaptığı gibi onlarda yerli halkın dinini değiştirmeye çalıştılar. Ancak hiçbir sonuç alamadılar. Bilakis halkın şiddetli direnişiyle karşılaştılar. Bu direnişte yabancılara karşı yerli müslümanlarm çok açık bir meydan okuyuşu vardı. O tarihlerde Maldiv Adaları Seylan'ın Hollanda kökenli hükümeti tarafından yönetiliyordu.

Haçlılar'ın kendi aralarındaki rekabetlerinden sonra H. 1211 yılında bu kez Maldiv adalarına İngilizler geldiler. İngilizler rakip­leriyle giriştikleri birçok pazarlıklardan, anlaşmalardan ve etkili oldukları bölgelerin bölüşülmesinden sonra ancak buralara sahip­lendiler. Bu ise Hollandalılar'in yaklaşık ikiyüz yıl kadar Maldiv adalarında kaldıkları anlamına gelmektedir. Sonra H. 1305 yılında ülkede yabancılara karşı birtakım hareketler oldu. Bunun üzerine İngilizler Maldiv Sultanı ile yeni bir antlaşma yaptılar. Bu antlaş­mayla ülkenin artık tamamen İngiliz koruması altına girdiği ilan edildi ve sultanın isimden başka hiçbir şeyi kalmadı.

Ancak H. 1350 yılında Birinci Dünya savaşından sonra izledik­leri yeni siyasetin icabı olarak İngilizler'in bu ülke üzerindeki bas­kıları biraz azaldı. Bunun üzerine Maldiv Sultanı Şemsüddin İs­kender anayasayı ilan etti.

Ne var ki H. 1367'de Seylan, bağımsızlığını kazanınca Maldiv takımadaları devleti tekrar ve doğrudan Britanya krallığının tacına bağlanmış oldu. Fakat genel anlamda tüm emperyalist yönetimler ve özellikle İngiliz emperyalizmi kısa bir süre sonra yönetimi de­ğiştirmeye başladı. Çünkü Ruslar hariç, sömürgeci milletlerin, as­keri yönetim şekilleriyle emperyalizmi sürdürmeleri onların çıkar­malarına uygun düşmüyordu. Sömürdükleri ülkelerde ordu besle­mek ve sıkı baskı uygulamak artık onlara yarar sağlamıyordu. On­lara uygun düşen ekonomik sömürüydü. Yönetim ise sömürgeci­lerin bu ülkelerdeki yandaşlarına ve yardımcılarına teslim edilme­si gerekiyordu.

İşte bu noktadan hareketle H. 1373 tarihinde Maldiv'de Cum­huriyet ilan edildi. Muhammed Emin Didi ülkeye sultan tayin edildi. Bu zat eski cumhurbaşkanının amcası oğludur. İbrahim Nasır da Başbakan oldu. Ardından H. 1376'da Maldiv İngiltere ile

bir antlaşma yaptı.

H. 1380 yılında İngiltere, Maldiv Adalarını ekonomik alanda destekleyeceğine ilişkin söz verdi. Beş yıl sonra da yani H. 1385'te (vaktiyle 1376 yılında yapılan antlaşmaya destek olarak) Maldiv Cumhuriyeti, İngiltere ile yeni bir antlaşma yaptı. Bununla İngil­tere, Asul Eyaletindeki Can Adasında bulunan bir hava üssünün (burada devam etmesini) sağladı. Srilanka'nm başkenti Kolom-bo'da bu antlaşma ile ilgili olarak çok zorlu mücadeleler verildik­ten sonra ülke bağımsızlığına kavuştu ve Maldiv, Birleşmiş Millet­ler örgütüne üye kabul edildi. H. 1388 yılında da İbrahim Nasır, Cumhurbaşkanı seçildi. [24]

 

Malezya

 

Malezya, Malayo yarımadasıyla Bornea Adası'nm kuzey ke­simlerini kapsamakta ve onüç vilayetten oluşmaktadır. Bu vilayet­lerin adlan şöyledir:

Kilantan, Cuhur, Bahang, Seyhangur, Bayrak, Kadeh, Malağa, Baynang, Nigri Semilan, Tringano ve Berliz; Bu vilayetlerden iki tanesi ise Borneo'nun kuzeyine düşmektedir. Bunlar da Saravak ve Sabah vilayetleridir.

İslâm dini tüccarlar vasıtasıyla Malayo Adasi'nda yayıldı. H. 675 yılında Malağa kralı müslüman oldu. Malağa o tarihlerde böl­genin en büyük devletiydi. Kral müslüman olduktan sonra Mu-hammed Şah adını aldı. Halkı da ona uyarak İslâm dinini kabul et­tiler. Kral Muhammed Şah'tan sonra yerine oğlu Muzaffer Şah geçti. Sonra İslâm dini Malaga'dan diğer taraflara yayıldı.

H. 917 yılında Portekizliler buraya ulaşarak aynı yıl içinde ve büyük mücadelelerden sonra bölgeyi işgal ettiler. Birkaç ay süren kuşatmadan sonra ancak buraya girebildiler. Bu topraklar Porte-kizliler'in eline düştüğü gün, Roma'da kilise çanları çalınarak hıris-tiyanlarm müslümanlara karşı kazandığı zafer -büyük bir coşkuy­la- kutlandı Portekizliler işgal sırasında şehirde en vahşi cinayetler işlediler. Müslümanlar ise kalabalık gruplar halinde evlerini terke-derek Cuhur ırmağının yukarı kesimlerine doğru göç ettiler ve bu sefer de Malayo Yarımadasının güney bölgesinde kendilerine yeni bir devlet kurdular. H. 1011 yılında da bölgeye Hollandalılar girdi­ler ve 1044 yılında Maîaga'yı ellerine geçirdiler.

Bu suretle, Portekizlilerin burada kurmuş oldukları devlet orta­dan kalktı. Yerli halk Portekizlilerin yerine Hollandalıların gelme­siyle altında ezildikleri yabancı baskısının artık sona erdiği zannma kapıldılar. Fakat değişen bir şey olmadı. Çünkü çok geçmeden aynı muamelenin devam ettiğini gördüler. Zira her iki emperyalist gü­cün tutumunda herhangi bir değişiklik yoktu. İkisi de haçlıydılar. İkisinin de İslâm'a karşı kini aynıydı. Dolayısıyla Hollandalılar, müslümanlara karşı aynen Portekizlilerin siyasetini güttüler.

Onlardan sonra da sıra İngilizler'e geldi. İngilizler bölgeye gi­rerek H. 1202 yılında Baynang Adasını işgal ettiler. Burayı vaktiyle ingilizler'e ait Doğu Hint şirketi, Kadeh Sultanı'ndan kiralamış bu­lunuyordu. İngilizler burayı Kadeh sultanından aldılar. Sonra H. 1207 yılında Malaga'yı da ele geçirdiler. İngiliz emperyalizminin bölgeye girmesiyle birlikte, Çinliler'den ve Hintlüer'den oluşan in­san seli, çalışmak için Malaya'ya akmaya başladı. İngiltere onlara yol açtı ve müslüman olmamaları şartıyla bu bölgeye girmelerini kolaylaştırdı. İngilizlerin amacı, adadaki müslüman oranını azalt­maktı. İngilizler H. 1233 yılında Malaga'yı Hollandalılara iade et­tiler. Sonra 1239 yılında da Hollandalılarla bir antlaşma imzalaya­rak bu antlaşmayla Malaga'yı geri aldılar. Bu suretle Hollandalılar yarımadanın tümü üzerinde İngiliz egemenliğini tanımış oldular. İngilizler H. 1235 yılında Singapur'a yöneldiler. H. 1240 yılında da İngiliz Doğu Hint Şirketi Singapur'u kontrolü altına aldı. Böylece İngiltere Malaya Yarımadasını Hindistan'dan yönetmeye başladı. Ondan sonra da bu yönetimi Aden'den sürdürdü. İngiltere, baş­langıçta iç kesimlerdeki sultanlıkların iç işlerine karışmıyordu. Bu yüzden yarımada üzerinde bulunan bu küçük devletçikler, iç işle­rinde serbest, dış işlerinde ise Britanya'nın yönetimi altında kal­dılar. Bu beyliklerin her birine özel mahalli bir anayasa vardı.

İngiltere bu, birbirinden kopuk küçük siyasi oluşumların ara­sındaki bölünmüşlüğü ortadan kaldırmak istedi. Bu amaçla H. 1291 yılında Kadeh sultanıyla pazarlıkta bulunarak Ona, bir İngiliz yetkilisinin, ülkesine yerleşerek kendisine danışmanlık yapmasını, islâm dini ve Malaya gelenekleriyle ilgili husus hariç -siyasi, sosyal ve ekonomik meselelerde- ülke yönetimini yönlendirmesini teklifetti. O da bunu kabul etti, ya da kabul etmek zorunda kaldı. Bu teklifi aynı zamanda Seylangur Sultanı da kabul etti. Yani Seylan-gur Sultanı da, yanında bir İngiliz danışmanın bulunmasını kabul­lendi. Aynı şekilde Bahang ve Nigri Seyhan Sultanları da bu teklifi kabul ettiler. Ondan sonra 1303 tarihinde (birer İngiliz danışman tarafından yönlendirilen bu dört vilayet) bir siyasi birlik oluştur­dular. Aynı yıl içinde Cuhur Sultanı da -hiç bir imtiyaz elde etme­den- İngiliz himayesini kabul etti.

Malaya yarımadasının kuzey kesimlerine akınlar düzenleyen Tayland da Kilantan, Tringano ve Berliz vilayetlerinin de bir yıl süreyle birer İngiliz danışman tarafından yöneltilmeleri konusun­da Britanya ile anlaştı. Fakat aynı zamanda bu birliğe ya da İngiliz müstemlekeleri arasına girmeyi reddetti. Dolayısıyla bu sayede bölgenin otoritesi, sultanlarının elinde kalmış oldu. Borneo'nun kuzeyine gelince burası Buruney Sultanına bağlıydı. H. 1300 yılın­da İngiliz Kuzey Borneo şirketi kuruldu ve çok geçmeden İngiliz siyasi egemenliği, sabah, Buruney ve Saravak eyaletlerine kadar yayıldı. Buralar da birer İngiliz müstemlekesi haline geldi.

Bu durum H. 1342 yılma, yani bu tarihi aşamanın sonuna ka­dar böylece devam etti. Her ne kadar bu ülkelerde kauçuk ekimi ve fosfat cevherinin bulunması sebebiyle ekonomik durum ilerlediy-se de siyasi durumda bir değişiklik olmadı. Ancak bu gelişmeler, çalışmak amacıyla cinli ve hintli kalabalık kitlelerin buralara sel gi­bi akmalarına ve bölgede yerleşmelerine neden oldu. Bu ise Mala-yo'daki müslümanlarm oranını düşürdü. Ondan sonra da gelecek­te birçok, sorunlarla karşılaşmalarına neden oldu. [25]

 

Fatani

 

Fatani Malayo'daki vilayetlerden biridir. Burası da yarımada­nın diğer kesimleri gibi Endonezya'da kurulan memleketlere bağ­landı. Bu memleketler gerileyince Malayo yarımadasında birta­kım beylikler bağımsızlıklarım ilan ettiler. Bunlardan biri de Mala-ga'dır. İşte Fatani H. 865 yılında bu beyliğe bağlandı ve H. 917 yı­lında Malağa, Portekizliler tarafından işgal edilince Taylandlılar dakuzeyden ilerleyerek Fatani bölgesini işgal ettiler. Buna ilaveten Kadeh Emirliğini de ele geçirdiler. Ne var ki bu işgal güçlü bir kont­role dayanmıyordu. Dolayısıyla durum Fatani Sultanının, siyasi bağımsızlığını sürdürmesine imkan verdi. Bu sayede Fatani Sulta­nı, gerek Japonya gibi bölgedeki sahil ülkeleriyle olsun, gerekse (uzak yerlerden gelmiş bulunan) Portekizliler, Hollandalılar ve İn­gilizler gibi haçlı emperyalistlerle olsun, ticarî ilişkilerini güçlen­dirdi. Nitekim H. 1009 yılında güçlü alakaları kurdu. Bütün bu ül­kelerin Fatani kentinde birer ticaret merkezi bulunuyordu.

Fatani Emirliği kuzeyden "Kara" sınırlarından günümüzün Malezya hudutlarına kadar uzanan toprakları kapsıyor ve Fatani­liler tarafında yönetiliyordu. Fakat H. 1112 yılında Tayland, Fatani Emirliğinin kuzey kesimlerini ele geçirdi ve Taylandhlar'm, bu ül­kenin diğer bölgelerine karşı giriştikleri saldırılar devam etti. Bu baskınların en önemlileri, H. 1042 ve 1043 yıllarında yapılanlardır. Fakat bu iki hücum da başarısızlıkla sonuçlandı. Nihayet Tayland H. 1201 yılında Fatani'yi işgal etmeyi başardı ve halkın direniş ru­hunu zayıflatmak amacıyla da ülkeyi doğrudan on eyalete böldü. Fakat Fatanililer silahlarını bırakmadılar ve H. 1202 yılında Tanku Ümidin komutasında işgalcilere karşı ayaklandılar. Ardından Fa­tani Sultanı Tayland'dan bağımsızlığını ilan etti. Ne var ki ayak­lanma başarısızlığa uğradı ve Taylandhlar'a karşı verilen silahlı mücadele sırasında Tanku Limidin şehid oldu. Fatani Sultanı da esir alınarak Bangok'un başkenti Tayland'a nakledildi.

Siyam kralı Dato Fanklan, Tayland yönetimi tarafından Fata­ni'ye yeni bir hükümdar olarak tayin edildi. Fakat bu yeni hüküm­dar, H. 1223 yılında Tayland'a karşı baş kaldırarak bağımsızlığını ilan etti. Ne var ki bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlandı. Bunun üzerine Taylandlılar bu ülkeyi parçalamak için yeni bir politika iz­lemeye başladılar ve bu kez de Fatani'yi yönetmek üzere bir kişi yerine iki adam tayin ettiler.

Fatanililer Tayland'a karşı H. 1247 yılında tekrar baş kaldırdı­lar. Kadeh Emirliğinin veliahtı prens Tankodin'in Tayland'a karşı giriştiği devrim hareketine katıldılar. Ancak tekrar yenilgiye uğra­dılar. Tayland orduları Fatani ve Kadeh topraklarına girdi. Mallar

yağmalandı, ortalık yakıp yıkıldı. Yığınlarla erkekler öldürüldü, ka­dınların namusu kirletildi. Her taraf fesada boğuldu. Taylandlılar buralardan kırkbin esir alarak onları Bangok'ta zindanlara attılar. Sonra da devlet topraklarında çalıştırılmak üzere köleleştirildiler. Bu da halka göz dağı oldu. Onları susup sinmeye mecbur etti. Ta-ki dönüp tekrar baştan aynı amaçla hazırlıklar yapabilsinler.

H. 1327 yılında ise Taylandlılar, Fatani'de geriye ayakta kalabil­miş yönetim kalıntılarını da ele geçirerek buraya Taylandlı bir temsilci tayin ettiler. Bunu, Fatani bölgesini artık doğrudan Ban-gok'a bağlamak için yaptılar. Tayland'ın bu girişimi, Prens Tankı Abdülkadir Kamerüddin'in karşıt direnişe geçmesine neden oldu. Abdülkadir, ülkesi için bağımsızlık istiyordu. Fakat yenilgiye uğra­dı ve esir alınarak Bangok'a nakledildi. Ondan sonra da Malayo Yanmadası'nm Kilantan eyaletinde oturmaya mecbur edilerek buraya sürüldü. Fatani'ye ise Mihittin Abdülkadir sözde emir ola­rak tayin edildi. Fakat ülkesinden uzak kalması için öğrenim baha­nesiyle Londra'ya gönderildi.

H. 1327 yılında ise Tayland ile İngiltere, Malayo Yarımada-sı'nda, aralarındaki sınırları kesinleştirmek üzere anlaşmaya vardı­lar. Bunun üzerine İngiltere Kadeh Emirliğini, Tayland ise Fatani'yi aldı. Bu olaylardan önce müslüman Fatanililer, vaktiyle hıristiyan İngiltere'yi, budist olan Tayland'dan daha az tehlikeli görüyor, eh-ven-i şer olarak gerektiğinde İngiltere'den yardım istiyor daima bu ülkeyle anlaşmak arzusunda bulunuyorlardı. Ne var ki daha sonra hıristiyanlarm ne derin bir haçlılık kinine sahip olduklarım gördü­ler ki onların bu sönmez düşmanlık duygulan, budistlerin müslü-manlara karşı besledikleri kinden hiç de az değildi. Nitekim bölge­de kopan fitnelerin altında daima İngiliz parmağı bulunuyordu.

H. 1342'de Fatanililer, Tayland'a karşı yeni bir harekete girişti­ler. Vergi vermemek için direnişe başladılar. Sonra da bağımsızlık isteği doğrultusunda bu hareket genel bir görünüm aldı. Fakat he­men bastırıldı. Gerek Fatanili liderlerden, gerekse halktan birçok kimse tutuklanarak Bangok'a nakledildiler. Ayrıca birçok kimse öldürüldü. Kalabalık gruplara işkenceler yapıldı ve birçok Fatanili müslüman da yurtlarından kovuldular. [26]

 

Endonezya

 

İslâm dini yavaş bir seyirle Endonezya adalarında tüccarlar va­sıtasıyla yayılmıştır. İslâm'ın yayılmasından sonra bu, birbirinden kopuk toprak parçalarında birçok müslüman ülkeler varlık göster­di. Çünkü şurası bir gerçektir ki yeryüzünün herhangi bir bölgesin­de müslüman sayısı çoğalmaya başladıkça hemen oracıkta bir dev­let kurarak merkezi hükümetten kopmaya çalışırlar ki toplum ola­rak uyguladıkları yüce şeriat nizamının mensupları olarak müslü­man olmayan kitlelere ait İslâm dışı rejimlere uymak gibi bir duru­ma düşmesinler. Hicri onuncu yüzyıl gelip çattığı zaman Endonez­ya'da, müslümanlara ait birçok memleketler vardı. Fakat bu parça­lar halindeki küçük devletçikler birbirlerinden kopuk olduğu ve aralarında gayri müslimlerden de bir takım kitleler bulunduğu için müslümanlar zayıf bir durumda idiler. Çünkü İslâm dini, tedrici bir şekilde bu bölgede yayılıyordu. Ve çünkü İslâm dini buraya fetihler sonucu veya zor kullanarak, kitleleri İslâm'ın kanun ve hükümleri karşısında boyun eğmeye mecbur bırakarak yayılmıyordu.

İşte bu dönemlerdedir ki H. 917 yılında Portekizliler Malaya Yarımadasını birkaç ay kuşattıktan sonra Malağa Limanını işgal ettiler. Ondan sonra da Endonezya adalarındaki İslâm devletleri­ne karşı saldırılara başlamak üzere Malaga'yı kendileri için bir üs haline getirdiler. Ondan sonra da derin bir haçlılık kiniyle hareket eden Portekizlüer'le müslümanlar arasında çok şiddetli savaşlar cereyan etti. Bu savaşlarda özellikle Portekizliler'in buralara kadar uzanıp gelmiş olmalanndaki en büyük hedefleri, müslümanların ekonomisini çökertmek onları zayıf düşürmek için de ticaretlerinehakim olmaktı. Sonra da topraklarını ele geçirmek ve kuracakları yönetimin baskısı altında onlara boyun eğdirmek, zaman içinde bile olsa bir süre sonra onları İslâm'dan uzaklaştırmaktı. İşte bu nedenledir ki müslümanlarm Endonezya'da (Haçlı kâfirlerine kar­şı) direnişleri çok çetin olmuştur.

Gayrimüslimlere karşı bile olsa Portekizliler'in giriştiği saldırı­lardan bu bölgenin diğer kesimleri de kurtulamadı. Bunu Porte­kizliler, bölgedeki ticareti ele geçirmek ve müslümanlarm buralar­daki ticari hayatını felce uğratmak için yapıyorlardı. Çünkü bu ta­raflarda ticari alanların büyük bir kısmı üzerinde nüfuz ve etki sa­hibi olanlar müslümanlardı. Nitekim bu nedenledir ki sırf baharat ve diğer kıymetli maddelerin ticaretini tekellerine alabilmek için Siyam, Çin, Molok ya da baharat adaları, istila hedefiyle haçlı Por-tekizliler'in hamlelerine uğradı. Emperyalistler müslümanlarm buradaki ticari hayatını vurmak istiyorlardı. Esasen emperyaliz­min bu ekonomik yönü, aslında onun en büyük hedefini dıştan örterek gizlemeye çalışmıştır ki o da haçhlık ruhudur. Çünkü em­peryalist yayılmacılıkla birlikte ya da (başka bir tabirle} ticareti, ti­cari hakimiyeti ya da ekonomik alandaki mücadeleyi maske edi­nen, -yeni şekliyle- haçhlık hamleleri ile birlikte hıristiyan misyo­nerlik teşkilatlan da harekete geçerek bu bölgelere geldiler. Nite­kim bu misyonerler, birçok Endonezyah'yı aldatarak dinlerine sokmayı başardılar. Bu emperyalist yönetimin başındaki klikler, dinlerini kabul ettirdikleri yerli halkı kullanarak onları emperyalist ve haçlı siyasetlerine âlet ettiler.

Gelişen bu ortamda Endonezya'da birçok emperyalist hıristi­yan tüccar türedi. Bunların Endonezya adalarına yaptıkları sefer­ler ve müslüman tüccarların aracılığına baş vurmadan yerli halkla doğrudan düzenledikleri iş ve muameleler çoğaldı. Bununla en büyük limitlerde kazançlar gerçekleştirmek istiyorlardı. Elbette ki bu çok suretle düşman bildikleri müslüman tüccarları zayıf düşü­receklerdi ki bu da çok olağan bir şeydir. Ne varki bütün bunlarla birlikte onların tecavüzkâr ve küstah davranışları da gittikçe artı­yordu. Emperyalist yönetim de bu hıristiyan tüccarları koruyor, onların yanında yerini alıyor, hatta bu türlü sömürücü faaliyetlerinde süreklilik kazanabilmeleri için onları cesaretlendiriyordu. Gerek emperyalist yönetimin, gerekse hıristiyan tüccarların bu tu­tumu, yerli halkm onlara karşı zaman içinde nefretle dolmasını sonuçlandırdı. Endonezyalılar siyasi planda birçok küçük devlet­çikler olarak birbirlerinden kopuk bulunmalarına ve emperyalist haçlılar karşısında zayıf durumda olmalarına rağmen Portekizli-ler'e birçok kere isyan ettiler. Haçlı emperyalizmine karşı ve özel­likle Endonezya'd aki ülkelerden biri olan Ternat devletinin sulta­nı, Harun'un H. 978 yılında Öldürülmesinden sonra defalarca dev­rim girişimlerinde bulundular. Sultan Harun'un egemenlik alanı, Filipin adalarına kadar devam ediyordu.

Portekiz Devleti, bölgedeki vahşi siyasetini ve ticaret üzerin­deki tekelini H. 988 yılma kadar sürdürdü. Ancak bu tarihte İspan­ya Portekiz'i işgal ederek, gerek Portekiz topraklan, gerekse onun sömürgeleri üzerinde egemenlik sahibi oldu. Şu var ki müslüman-larla ilgili olarak değişen bir şey olmadı. Çünkü -gerçekte- haçlı bir yönetim gitmiş, onun yerine bir diğer haçlı yönetim işbaşına gel­mişti. Fakat İspanya çok hızlı bir şekilde geriledi. Çünkü İngilte­re'nin karşısında yenilgiye uğradı. H. 998 yılında İngiltere ile giriş­tiği Armada deniz savaşında donanması tahrip oldu. Bu durum ise diğer devletlerin fırsattan istifade etmelerine, İspanya'nın büyük ölçüde deniz gücünü kaybetmesine ve Endonezya adalarına doğ­ru kaymasına yol açtı. Bu fırsatı kullanan devletler arasında Hol­landa en ilerideydi. Özellikle Hollanda, İspanya ile savaş halin­deydi. Dolayısıyla İspanya'nın, İngiltere ile giriştiği bu savaşın so­nucu olarak Hollanda İspanyol egemenliğinden kurtuldu ve ba­ğımsızlığını tekrar kazandı. Bu sefer eski efendilerinin rekabeti üzerine Hollandalılar (o gün için sahip oldukları görüşe göre) İs­panya'nın mirasından hak ve paylarını almaya kalktılar. Hollan­dalılar artık İspanya donanmasından korkmuyorlardı. Çünkü bu donanma artık tahrip olmuştu. Dolayısıyla Hollanda gemileri, İs­panya'nın çökmüş olan kuvvetlerine karşı hiçbir endişe duyma­dan artık denizlerde serbestçe dolaşmaya başladılar.

Hollandalılar H. 1005 yılında Sumatra Adasına ulaştılar. Baş­langıçta amaçları -güya- sadece ticaret yapmaktı. Fakat yerli halkönceden bu değişikliği anladılar ve haçlıların aynı amaçlara sahip olduklarını kestirdiler. Bu sebeple Hollandalılara karşı çok şiddet­li bir direniş gösterdiler. Buna rağmen Hollandalılar yine de yerli halktan bazılarını aldatabildiler. Çünkü kuzu postunda kendini gösteriyor ve esasen kurt gibi sahip oldukları kötü niyetlerini giz­liyorlardı. Vaktiyle Portekizliler'in burada bırakmış oldukları haçlı ruhunun çirkin çehresini silmeye çalıştılar. Hollandalılarla halk arasındaki ilişkiler sıcak bir hava içinde cereyan ediyordu. Dış gö­rüşleriyle -sözde- yerli halk Portekizlilerden kurtarmak için gel­mişlerdi. Nitekim Batı Aryan ile Selbiz adası arasına düşen Em-boyna adasında H. 1009 yılında taraflar arasında bu amaçla bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma, baharat ticaretinin, Hollandalı-lar'in tekelinde kalmasına karşılık onların adada savunma ama­cıyla kaleler inşa etmesini öngörüyordu. Hollandalılar da fırsattan yararlanarak bu bölge üzerinde etkili olmak ve egemenlik kurabil­mek için sultanlar ve krallarla antlaşmalar düzenleme yoluna gidi­yorlardı. Bu suretle de bölgedeki bütün adaları kontrollerinin altı­na almayı planlıyorlardı.

Hollanda uyruklu bir grup şirket bu bölgedeki zenginlik kay­naklarını sömürmek amacıyla kuruldular. Bu şirketler sayı bakı­mından çoktu. Endonezya'nın toprakları da bakirdi. Hollandalı­larla Endonezyalı yetkililer arasında düzenlenen her antlaşma­dan sonra yeni bir şirket kuruluyordu. Tabi ki bu şirketler birbirle­riyle rekabet etmeye başladılar. Bu durum ise, Hollanda'nın genel çıkarlarına zarar verdi. Bunun üzerine Hollanda Hükümeti H. 1011 yılında bütün bu şirketleri Hollanda Doğu Hint Şirketi adı al­tında bir tek kuruluş haline getirerek onları birleştirdi. Bu şirket Batavya (Cakarta)yı merkez edinerek ülkenin siyasi egemenliğine de el koydu.

H. 1028 yılında İngiltere ile Hollanda arasında Endonezya'nın

sömürülmesi konusunda rekabet başladı. Yerli halk her ne kadar İngiltere lehinde bir eğilim gösteriyor idiyse de bu çekişmede ta­rafsız kaldı. Çünkü Hollandalılar1! tanımakla beraber İngilizler hakkında geniş bilgileri yoktu. Ya da -başka bir ifadeyle- insanoğ­lunun nefsi doğal olarak genelde değişikliği sevdiği için Endonezyalılar, yabancıların bu rekabet ve çekişmelerinde İngilizlerin ya­nında ve çekişmelerinde İngilizler'in yanında bu kez yerlerini aldı­lar. Hatta onlara bazı yardımlarda bulundular ve destek bile verdi­ler. Bu durum karşısında ülkeye hükmeden Hollanda Doğu Hint şirketinin diktatörü Molok Adalarına kaçtı. İngilizler de Batavya kalelerini aşamadılar. Bu durum karşısında Hollandalılar yerli hal­kın, kendilerini desteklemediklerini görünce, bu topraklardaki devletçiklerin kırallarma ve sultanlarına karşı savaşa başlayarak onları teker teker bertaraf etmeye çalıştılar. Taki bütün adalar üze­rinde otoritelerini tamamen kuruncaya kadar. Bu sıralarda artık İngiltere ile Hollanda arasındaki savaş da sona ermiş bulunuyor­du. Sonuçta Hollanda, Hindistan ve Endonezya'da ticaret üzerin­deki tekelinden el çekmeye mecbur edildi. Evet gerçek Hollanda­lılar bu ülkede ticaret üzerindeki tekellerinden vazgeçtiler ve savaş da durdu. Ancak iki devlet arasında cereyan eden ticaret alanında­ki rekabet devam edip gitti. Bu rekabette İngiltere daha güçlüydü. Bu da onun buradaki kazançlarının artış göstermesine neden olu­yordu. Halbuki Hollandalı şirket kazançlarının birçoğunu kaybet­ti. Hatta zarara bile uğradı. Bunun sonucu olarak Hollanda Hükü­meti H. 1214 yılında şirketi tasfiye etti. Devlet olarak Endonezya Adaları'nın yönetimi -bu şirketin yerine geçmek suretiyle- bizzat üstlendi, ya da başka bir ifadeyle Hollanda sömürü yönetimi, işte bu yıl içinde Endonezya'da başladı.

Hollanda, Endonezya'da endirekt bir sömürü yönetimini uy­guluyordu. Çünkü Hollanda hükümeti esasen buradaki yönetim­lerin başına yerli liderleri getiriyor, halkı ezmek ve onlara vicdan baskısı uygulamak için bu yerli yöneticileri alet olarak kullanıyor­du. Bu ise ülkedeki halkın birbirlerine karşı düşmanlık beslemele­rine, özellikle halkın, Hollanda tarafından kullanılan liderlere kar­şı kin gütmelerine sebep oluyordu. Aynı zamanda bu yerli liderler de halk arasında emellerine alet edip taraftan kazandıkları kimse­ler bulunuyordu.

Napolyon Bonapart zamanında Fransa, Hollanda'yı istila etti ve H. 1226 yılında Hollanda'nın Endonezya'd aki sömürgelerini ele geçirmeye çalıştı. Fakat İngiltere Fransa'dan daha atak davranarak Cava, Timur, Sumatra'nın güneyi ile Spilis'in Makasar kesi­mini kontrolü altına aldı. Çok geçmeden Fransa da yenilgiye uğra­dı. Bu sayede Hollanda yeniden bağımsızlığına kavuştu ve Seylan, Afrika'nın güneyinde bulunan Kab, Doğu ve Batı Hindistan'daki bazı adalardan vazgeçmesine karşılık Endonezya'ya, topraklarının tekrar geri verilmesi konusunda H. 1229 yılında İngiltere ile anlaş­tı. Sonra İngiltere Singapur adasıyla Malayo yarımadasını ele ge­çirdi. Bunun üzerine Hollanda İngiltere'yi protesto etti. Bu yüz­den de iki devlet arasında yeniden anlaşmazlık çıktı. Fakat H. 1240 yılında tekrar anlaştılar ve İngiltere, Sumatra Adası'nin batısında egemen olduğu topraklardan Hollanda lehinde vazgeçti.

Hollanda, uydurduğu gerekçeye bakılacak olursa -sözde- En­donezya'ya ekonomik sıkıntılarını paylaşmak amacıyla, ama as­lında Avrupa kıtasında girişmiş bulunduğu savaşlarda uğradığı za­rarları kapatmak için Endonezyalılar'a ağır vergiler yükledi. Bu­nun üzerine halk emperyalistlere karşı isyan etmeye başladı. Bu durum ise Hollanda'nın Endonezya'ya sömürgeler bakanlığı ka­nalıyla yönetmesine yol açtı. Hollanda ile Sumatra Adası'nm ku­zeyine düşen Açya krallığı arasında savaşlar başladı. Bu bir kutsal savaştı. Çünkü Açya krallığı, emperyalist haçlılara karşı cihad ilan etmişti. Birinci Dünya savaşı patlak verdiği sırada Hollanda Endo-nezya'daki hükümdarların çoğuna, boyun eğdirmiş, onları dize getirmiş bulunuyordu. Bunu, zaman zaman savaşarak, bazan si­yasi hilelerle, bazan da ekonomik sömürü ile başardı. Hollanda bu kralların, yine mevkilerinde kalarak onun adına ülkeyi yönetmele­rini istiyordu. Mevkilerinde sahip oldukları haşmet ve saygılarını korumalarına da taraftar idi.

Birinci Dünya savaşı patlak verip Hollanda çeşitli vaadlerle Endonezyalılar'! ümitlendirdikten ve savaş bittikten sonra, vade-dilenlerin tam tersi oldu ve halk hayal kırıklığına uğradı. Çünkü Hollanda, yine eski emperyalist siyasetini sürdürmeye başladı. Ne milletlerin özgürlüğünü hesaba kattı, ne barış konferansına, ne de zayıf milletlerin sorunlarına hiçbir önem vermedi. Esasen mağlup olmuş ve çökmüş toplumları, güçlü ve zorba devletler yönetiyor­du. Ne var ki Endonezya yeniden direnişe başladı. Şimdi burada

Hollandalıların, Endonezya topraklarına girdikleri tarihten itiba­ren H. 1343 yılma kadar süren işbu tarihi aşama boyunca onlara karşı düzenlenmiş bulunan ayaklanma hareketlerine şöyle bir göz atmakta fayda vardır.

H. Onbirinci yüzyılın başlarından itibaren, direniş hareketini Bentam Krallığının sultanı yönetiyordu. Bu lider bir fedai gücü (yani bir gerilla örgütü) kurdu. Ondan sonra Hollanda'ya karşı di­renişe geçmek için Osmanlı Devleti ve İngiltere ile temasa geçti. Fakat Osmanlı Devleti hem çökmenin eşiğinde bulunuyordu. Hem de bu iki müttefik arasındaki mesafe çok uzundu. Bu bakım­dan Osmanlıların yaptıkları yardımın tesiri çok az oldu. İngilte­re'ye gelince bu ülke aslında Hollanda ile -çıkar gereği- birlik için­deydi. Buna ilaveten aralarında haçlılık ruhuna dayanan bir bağ da vardı. Bütün bunların sonucu olarak direnişin başındaki lider Abdülfettah, Hollanda karşısında yenilgiye uğradı ve hareketi çök­tü. Ondan sonra da Hollandalılar ülkesini işgal ettiler.

Hollandalılara karşı bu sefer de prens Siryati Cava Adasi'nda yıllarca süren bir direniş hareketine girişti. Bu hareket, nihayet onun öldürülmesi, yandaşlarının ve emrindeki liderlerinin ülke­den uzaklaştı olmalarıyla sonuçlandı.

H. 1240 yılında da Cava Adası'nm ulemasından Dibo Nicoro bu kez emperyalistlere karşı bir hareket başladı. Bu hareket karşıt ordular arasında bir savaş şekline dönüştü ve beş yıl devam etti. Öyle ki Hollanda Devleti bu güce karşı üstünlük elde etmeden aciz kaldı. Dolayısıyla hareketin komutanı ile anlaşmak için çaba sar-fetti. Ne var ki bu zat siyasi pazarlıklar sırasında aldatılarak Hol­landalılar tarafından tutuklandı ve Silibis Adası'na sürülerek öldü­ğü H. 1272 yılma kadar da burada sürgün yaşadı.

H. 1237 yıllarında Bedri Cemaati olarak bilinen bir topluluk Hollandalılar'a karşı mücadeleye başladı. Bu mücadele onbeş yıl kadar sürdü. Bu cemaatin ünlü liderlerinden biri de Mustafa Se-hap'tır. Bu savaş H. 1253 yılında sona erdi.

Hollanda bu savaşlardan boşalınca bu sefer Endonezya Dev­letçiklerine karşı harekata girişerek onları teker teker ortadan kaldırdı. Hollanda'nın bu savaşlarda galip çıkmasının sebebi ise onun sahip bulunduğu silah üstünlüğü ve Endonezyalılar'm bir­birlerinden kopuk topluluklar halinde bulunmalarıydı. Bu neden­le Hollanda bu topluluklardan biri ile giriştiği harekâtı bitirdikçe bir diğerine başlıyordu. Bunlardan birini ortadan kaldırdıktan sonra bu kez de bir başkasına karşı saldırıya geçiyordu. Hollanda ayrıca bu başarısında para karşılığı silah altına aldığı çetelerden de yararlanıyordu. Çünkü Hollanda'nın Endonezya halkına oranla nüfusu daha azdı. Buna ilaveten yerlilere karşı çeşitli hilelere ve komplolara baş vuruyor, yerlilerden ahlâk bakımından zayıf bazı kimseleri de parayla özendirerek emellerine alet ediyordu.

Hollanda'nın bu bölgede giriştiği savaşlardan biri de Sumatra adasının kuzeyinde bulunan Açya krallığına karşı yaptığı savaştır. Bu savaş H. 1290 tarihinde 1322 yılma kadar, yani otuz yıldan faz­la bir süre devam etti. Bu ülkenin hükümdarı Sultan İbrahim Mansur Şah, emperyalistlere karşı kutsal cihad ilan etmişti. Bu sa­vaşın en ünlü kahramanlarından biride Tanku Ömer'dir. Bu savaş her ne kadar 1322 yılında bitmiş idiyse de direnişler, birinci dünya savaşının patlak verdiği günlere kadar da devam etti.

Daha sonraları Endonezyalılar kurdukları birçok siyasi dernek ve partilerle emperyalistlere karşı saflarını sıklaştırmaya çalıştılar ki bu dernek ve partilerin en ünlüleri şunlardır:

1- el-Cem'iyyetü'1-Hayriyye (Hayırseverler Cemiyeti): H. 1319 yılında Cakarta'da kuruldu.

2- Cem'iyyetü mekarini'l-Ahlâki'l-Hayriyye (Hayırlı ahlâk ve fa­ziletler Derneği): Cava Adası'nın doğusunda Surabaya'da kuruldu.

3- Şirketi İslâmiye: Bu cemiyet Sulu kentinde H. 1323 yılında Hacı Semnhudi ve Hacı Ömer Said Şükrü tarafından kuruldu. H. 1329 yılında büyük bir siyasi partiye dönüşerek sonraları siyasi alanda çok büyük bir rol oynadı.

4- H. 1330 yılında Hacı Muhammed Dahlan tarafından kuru­lan Cemiyet-i Muhammediye: Bu cemiyet dünyada en büyük bir eğitim kuruluşu sayılırdı. Çünkü 1500 okul, 200 hastane ve 300 ye­tim bakımevine sahiplik ediyordu.

5-  Surabaya'da bulunan Cemiyetü'I-lrşad: H. 130 yılında Ah­met Sakarati tarafından kuruldu.

6- Cem'iyyetü Nahdati'l-Ulema ilim adamları silkiniş ve gayret derneği: H. 1344 yılında Haşim Eş'ari tarafından kuruldu. Daha sonra siyasi alanda önemli rol oynayan bir siyasi partiye dönüştü.

7- el-Cem'iyyetü'I-Aişiyye (Ayşe Hatun Cemiyeti): Bu bir ka­dınlar derneği idi. H. 1335 yılında kuruldu. Merkezi Sumatra Ada-sı'nm ortalarına düşen Meydan kentinde bulunuyordu. Sözünü etmekte olduğumuz bu aşamadan sonra da bu dernek varlığını sürdürdü.

Bu merhalede kurulan en önemli siyasi partilere gelince şun­lardı:

1- Yeşil Gömlekliler Partisi: Belki kademelerle gelişmeyi ve bu yolla bağımsızlık elde etmeyi planlayarak Hollandalı.yönetimlerle geçinmeyi uygun gören bir siyasi partiydi. Onu şirket-i İslâmî par- tisi arkadan destekliyordu. Hollanda Devleti bu partinin istekleri­ne kulak verdi. Parti, Hollanda'ya yardım edecek ve ülkenin yöne­timinde ona ortak olacak bir parlamentonun açılmasını istiyordu. Nitekim istenen bu halk meclisi kuruldu. Parlamento, altmışı En­donezyalı, yirmibeşi Hollandalı ve beşi de Endonezya'da oturan yabancılardan oluşuyordu. Bu meclisin başkanı ise Endonezya'yı yöneten Hollanda kökenli iktidar tarafından seçiliyordu. Bu da mecliste çoğunluğun, emperyalistleri temsil ettiği anlamına geli­yordu. Meclis, Hollandalılar'in elinde bir alet gibiydi. Bu nedenle halk bu meclise destek vermeyi reddetti. Şirket-i İslâmî Partisi de yeşil gömlekleri desteklemekten çekildi. Aynı zamanda H. 1342 yı­lında Endonezyalı üyeler de meclisten çekildiler.

2- Kırmızı Gömlekliler Partisi: Bu parti, ne Hollandalıların En-donezya'daki iktidarıyla dayanışma içine girmeyi istiyor, ne de pa­zarlığa oturmayı bağımsızlığa ulaştıran bir yol olarak görüyordu. Endonezyalıların isteği amacı gerçekleştirmek için direnmeyi ye­gane yol olarak görüyordu. Aynı zamanda komünizm düşüncesi yavaş yavaş bu partiye yerleşmeye başladı. Dolayısıyla partinin sempatizanları ve komünist düşünceye sahip kimseler tarafındanyeni bir siyasi topluluk varlık göstermiş oldu ve bu yeni parti şir-ket-i raiyyet yani Halk Partisi adını aldı.

H. 1336 yılında ise Endonezya'da Hollanda Sosyalist Demok­rat Partisi kuruldu. Bu parti, Hollanda'daki sosyalist partinin bir şubesi, bir parçası gibiydi. Bu bağlantı anlaşılınca bağımsız bir parti haline getirildi ve Halk Partisi doğrultusunda bir çizgi izle­meye başladı.

H. 1339 yılında da bu iki partinin birleşmesiyle komünist par­tisi kuruldu ve uluslararası komünist örgüte bağlandı. Bu parti ko­münist bir örgüt olarak esasen Hollandalılar'm düşünce, inanç ve dünya görüşüne ters olmasına rağmen, yerli halkın İslâmî duygu­larını zayıflatmaya onları İslâm'dan uzaklaştırıp koparmaya yöne­lik faaliyetlerinden dolayı emperyalist iktidar tarafından her türlü yardım ve desteği görüyordu. Böylece bir yandan emperyalizmin desteğiyle, diğer yandan komünizm dünyasının dayanışması sa­yesinde Endonezya komünist partisi güçlendi. Şirketi İslâmî par­tisi de onu destekledi. Şirketi İslâmî Partisi'nin üyelerine göre söz­de halkı emperyalistlere karşı yönlendirme konusunda beraber olunmalı ve bu parti yalnız bırakılmamalıydı. Bu nedenle komü­nist partisi H. 1343 yılına kadar gittikçe güçlendi. [27]

 

Filipinler

 

İslâm dini Filipinler'de yine ticaret erbabı tarafından H. 270 yıllarından itibaren yayılmaya başladı. Hicri onuncu yüzyıla gelin­diği zaman bu adalarda bir grup İslâm beylikleri bile artık mevcut bulunuyordu. Bunların en büyüğü, merkezi günümüzün Manila kentinde olan Raca Süleyman Beyliği idi. Filipin adalarında serpi-li bulunan diğer tüm beyliklerin ve sultanlıkların üzerinde, Raca Süleyman beyliğinin nüfuz ve etkisi vardı.

H. 927 yılında, Amerika taraflarından gelen haçlı Macellan, buraya ulaşarak, Sibo Adası hükümdarı Humabun'a, İspanya kra­liyet tacına bağlı olarak tüm Filibip Adaları'nm kralı olmasına kar­şılık hıristiyan dinini ve katolik mezhebini kabul etmesi için yaptı­ğı teklifi bu adam kabul etti. Ondan sonra Macellan, beraberinde bulunan İspanyollar'la birlikte (kazandığı bu yeni hıristiyan adamı güçlendirmek için) bu kez de Makatan Adası'na geçti. Makatan Adası'ndaki beyliğin başında, Labulabu adında müslüman bir bey bulunuyordu. İspanyollar bu kadar uzak ülkelerde bile müslüman bulunduğu anlayınca, ta İspanya'dan taşıyıp getirmiş oldukları iç­lerindeki haçlı kiniyle kudurmaya başladılar ve halka karşı vahşi-yane cinayetler işlemeye başladılar. Macellan'm adamları kadın­ların namusuna tecavüz ediyor, halkın yiyecek maddelerini elle­rinden gaspederek alıyorlardı. Bu nedenle yerli halk onlara karşı direnişe geçti. Onlar da bu hareketlere karşılık yerlilerin evlerini ateşe veriyorlardı. İnsanlar bu vahşetlere dayanamadılar. Sağ ka­lanlar başlarını alıp köşe bucak kaçtılar.

Makatan Beyliği'nin hükümdarı ise Macellan'daki haçlılık kin ve küstahlığım görünce onun karşısında yumuşamadı. Ona boyun eğmedi. Eğer nazik bir muamele görmüş olsaydı belki de Macel-lan'ın karşısında yumuş ayacaktı. Sonra Labulabu diğer adalarda­ki müslümanları da Macellan'a karşı harekete geçirmeye kalktı. Bunun üzerine bölge halkının ruhundaki isyan duyguları kabardı. İmamları şahlandı. Macellan'ı ise emrindeki güçler ve elindeki modern silahlar şımartıyordu. Düşmanına güçlü bir darbeindire-rek diğer Filipin adalarında bulunan kral ve sultanların hepsine bu suretle bir gözdağı vermek istiyordu. Bu amaçla, modern teçhizat ve donanıma sahip askerlerinden bir birliğin başında Makatan Beyi Labulabu'nun üzerine yürümeye başladı. Küstahça savurdu­ğu kuru sıkıya göre O, sözde Labulabu'yu cezalandırmak(î) istiyor­du. Macelian Labulabu ile karşılaşınca onu teslim olmaya çağıra­rak şöyle seslendi:

"Ben seni Hz. İsa adına teslim olmaya davet ediyorum. Biz çağdaş uygarlığın öncüleri soylu beyat ırkın mensupları olarak bu ülkenin yönetimini üstlenmekte sizden daha öncelikliyiz!"

Ancak Makatan Beyi müslüman Labulabu Macellan'a şu kar­şılığı verdi.

"Din Allah'ındır. Benim ibadet etmekte olduğum yüce Allah çeşitli renklerdeki tüm insanların yaratıcısıdır." Ondan sonra da Macellan'm üzerine hücum ederek onu bizzat eliyle öldürdü. Em­rindeki birliği darmadağın etti ve gerisin geri ülkelerine dönen yandaşlarına (onların tüm yalvarmalarına rağmen) Macellan'ın cesedini teslim etmedi. Onların isteklerini reddetti. Macellan'ın adamları güney Asya yoluyla ülkelerine döndüler ve H. 928 yılı Şevval ayında İspanya'ya ulaştılar.

İspanya, misillemede bulunmak üzere güneydeki adaların en büyüğü olan Mindanao adası üzerine peşpeşe dört hamle gönder­di. Çünkü burada daha çok sayıda müslüman vardı. Fakat bu dört askeri birliğin de bütün fertleri yerliler tarafından öldürdüler. Bir zaman sonra İspanya'ya kral olan Avusturya arşidükü Filip adma bu adalara H. 949 yılında Filipin Adaları denildi. Yukarıda sözüedilen dört askeri birlik yok edildikten sonra H. 973 yılında İspan­ya'nın bu adalarına karşı düzenlendiği büyük çaptaki gerçek sa­vaşlar başladı. Bu kez de Michel Lobiz komutasında bir askeri bir­lik yola çıkarak Sibo Adasına ulaştı. Burada aşılmaz bir kale inşa ederek İspanyollar buradan diğer adalar üzerine hücuma geçtiler. Zorlu savaşlardan sonra Raca Süleyman krallığım ellerine geçirdi­ler ve Raca Süleyman kentinin enkazı üzerinde Manila şehrini kurdular. Aynı zamanda kuzeydeki adalara da egemenliklerini ka­bul ettirdiler. Bu bölgede yaşayan müslümanlara Moro adını taktı­lar. Fakat İspanyollar güney adalarını bir türlü dize getiremediler. Çünkü buradaki müslümanlar işgalci îspanyollar'a karşı çok şid­detli direnişte bulundular. Öyle ki İspanyollar buralara girmekten ümitlerini kestiler ve bölgeden ayrılarak kuzeydeki adalar üzerin­de otoritelerim güçlendirmeye baktılar. Buralarda hırİstiyanlığın katolik mezhebini yaymaya çalıştılar. Nitekim bölge halkının bir kısmı onların propagandalarına kapılarak hıristiyanlaştüar.

Putperest yerliler de merkezden uzak yörelerde kendi ilkel inançlarıyla başbaşa kaldılar. Müslümanlar ise İspanyollar'in ara­sında yaşıyor, dört ayrı beyliğe bağlı bulunuyorlardı. Buraların halkı ticaret ve balıkçılıkla uğraşırdı.

İspanyollar müslümanlar bu kez de terörle sindirmek için en korkunç cinayetler işlemeye başladılar. Fakat bu girişimler müslü­manları perişan etmeye yetmedi. Müslümanlar işgalci îspanyol­lar'a karşı direnişlerini hep sürdürdüler. Kendilerine ait küçük sul­tanlıklar da güneyde varlıkları bağımsız olarak devam ettiler. İs­panyollar ve onlarla geçinmeye çalışan İslâm düşmanları müslü-manlarm bu direniş hareketlerini korsanlık ve eşkıyalıkta niteli­yorlardı. İspanyollar egemen oldukları kesimlerde halkı İspanyol­ca konuşmaya ve katolik hıristîyan olmaya mecbur ediyorlardı. İs-panyollar'ın bu baskısı, güneyde müslümanlar arasındaki bağla­rın güçlenmesine ve onlara karşı baş kaldırmaya sebep oldu.

Bu ayaklanma H. 1290 yılında patlak verdi. Sonra biraz yatış-tıysa da H. 1314 yılında tekrar alevlendi. Bu yüzden bölgenin İs­panyol genel diktatörü buradan Hongkong'a çekilmek zorunda kaldı. Müslümanlarca girişilen devrimi bastırmaya güç yetirinceye kadar bu yolu seçti. Nitekim İspanyollar bu hareketi fiilen bas-tırabildiler. Buna rağmen emperyalistlere karşı direnişi gizlice yö­neten ve onu tahrik eden bir örgüt varlığını devam ettirdi.

Bu arada Amerika Birleşik Devletleri de, İspanyollar'm bu böl­geden kovulmaları amacıyla müslümanlann gizli örgütüyle temas kurdu. Bu örgüte yardım etmek istiyordu. Ne var ki Amerikalılar'm bu yardım etme isteği hiç de iyi niyete dayanmıyordu. Bilakis İs-panyollar'la yer değiştirerek bu adaları sömürmeye hevesleniyor­lardı. Fakat örgütün liderleri Amerika'nın bu kötü niyetlerinden haberdar değillerdi. Dolayısıyla H. 1316 yılında Filipin müslüman -larının gizli örgütü ile Amerikalılar'in ortak faaliyetleri başladı. İs­panya deniz filosu Manila Körfezi'nin içinde tahrip edildi. Ne var ki (İspanya'nın, beş milyon dolar karşılığında adalardan geri çekil­mesi şartıyla) Amerika ile İspanya gizlice anlaştılar. Nitekim temsi­li mahiyette yaptıkları birkaç savaştan sonra İspanya, bölgeden fi­ilen çekildi. Bunun üzerine İspanya'nın Filipinler Genel Diktatörü General Grinaldo, Hongkong'dan dönerek Filipinler'in bağımsızlı­ğını ve İspanyol güçlerinin buralardan çekilişini ilan etti.

Amerika ile İspanya Paris'te aralarında bir antlaşmanın ön­gördüğü şekilde İspanya, Filipinler'den, Küba ve Portoriko'dan Amerika lehinde vazgeçiyordu. İşte bu şekilde Filipinler bu kez de Amerika Birlişek Devletleri'ne bağlanmış oldu. İspanya ise uğra­dığı büyük zararlardan sonra mücadele sahasından çekildi.

Filipin halkı ise, İspanya ile Amerika arasında Paris'te düzen­lenen antlaşmayı tanımıyor ve Amerika Birleşik Devletleri'nin yö­netimini reddediyordu. Nitekim Amerikalılar'a karşı şiddetli bir direniş hareketine giriştiler. Fakat Amerikalılar H. 1319 yılında bu devrimi bastırdılar, İspanya'nın vaktiyle egemen olduğu kuzey ke­simleri üzerine nüfuz ve etkilerini yaymayı başardılar ve buraları Amerika'nın bir vilayeti olarak saydılar. Amerikalılar güney kesim­lerini ise tamamiyle soyutladılar ve ihmal ettiler. Bu yüzden, İs­panya yönetimi zamanında olsun bu dönemde olsun haçlıların emperyalist güçleri tarafından destek gören yerli hıristiyanlara oranla bölgede bulunan müslüman topluluk çok geri kaldı. Bu ül­kede eğitim hıristiyan misyoner örgütlerinin denetimi altındaydı.

Bu yüzden müslümanlar eğitim sistemini reddettiler. Hıristiyanlar ise kabul ettiler ve bunu amaç edindiler. Bu nedenle İslâm kültürü geriledi. Müslüman topluluk arasında eğitimsizlik yaygın hale ge­lirken hıristiyanlar ilerleme kaydettiler.

Müslümanların emperyalist güçlere ve onların yönetim şekli­ne karşı giriştikleri direniş (H. 1319-1339)yılları arasında tam yir­mi yıl sürdü. Ancak ondan sonra güçleri tükendiği için tamamen teslim oldular, düşmanlarının karşısında dize geldiler. Eğitimsizlik imansızlık, yoksulluk ve hastalık sonucu perişan oldular. Silah ve imkanlar bakımından kendilerini geliştirip yenileyemediklerin-den, keza onlardan daha iyi durumda olmayan dünya müslüman-larının o gün için onlara yardım elini uzatamamasından sebep Fi­lipin adalarında, bu uzak ülkedeki müslümanlar kaderleriyle baş-başa kalarak unutuldular. Dünyadaki diğer müslüman kardeşle­rinden tamamen koptular. Özellikle H. 1343 yılında İslâm'ın hila­fet müessesesi de -bir komplo sonucu- ortadan kaldırılınca İslâm dünyasında tamamen irtibatları kesildi. Müslümanlar bu ülkede­ki şehirlerde bile kendi aralarında parçalandılar her biri değişik bir yöne doğru dağılarak üzerlerine çıkan baskının altında inleyip durdular ve artık özel sorunlarıyla şahsi gaileleriyle meşgul olarak tamamen sindiler. [28]

 



[1] Kaynak: el-Muntaka min-Ahbari'1-Mustafa.

Mecdüddin Ebü'l-BerekâtAbdüsselâmb.Teymiyye el-Harrânî, ciltli, s. 836. Tahkik: Muhammed Halit el-Faki, Darü'l-Marife Yayınları, İkinci baskı, H. 1398/M. 1978, Beyrut

[2] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/415-421.

[3] Zahîrüddin Muhammed Babür Şah, H. 888'de doğdu. Babası öldüğü za­man o, henüz yaşça küçüktü. Babasının yerine Fergana site kentinin yönetimini devraldı. Bu sırada amcaları O'na karşı siyasi rekabet içine girdiler. Ancak kısa sü­rede amcaları öldü. Bu suretle de ortam onun lehinde gelişti. Sonra Babur Şah, Semerkant kentini aldı. Fakat bu sırada Özbek Han'ı Muhammed Şeybânî ile ça­tışmak durumunda kaldı ve karşısında yenildi. Ondan sonra da Semerkant'ı ter-kederek gizlice kaçmak zorunda kaldı. Ardından Özbekler'in kovalamacası karşı­sında kaçışan kabileleri etrafında toplayarak onlardan bir güç oluşturdu ve bu sa­yede Kabil ve Gazne kentlerine girmeyi başardı. Burada artık ayakları üzerinde durabilecek kadar güçlendi ve Gazne'yi kendisi için bir çıkış ve hareket merkezi haline getirdi. Ondan sonra da buradan Hindistan üzerine saldırdı. Çünkü o Hin­distan'ı, Timuriular Hanedanı'nm, atalarından kalma bir miras sayıyordu. Yani Hindistan'ı, Timurlenk'in oğlu, Miranşah'm oğlu, Muhammed'in oğlu, Ebusaid'in oğlu Ömer Şeyhin oğlu Babür'ün topraklan olarak görüyordu. Nitekim H. 925 yı­lında Hindistan'ın bazı yerlerini işgal etmeyi de başardı (Yazar)

[4] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/421-422.

[5] Mahmut Han Ludoğullan'ndaridır. Ludlular'Ia Timurlular birbirleriyle savaşıyorlardı (Mütercim).

[6] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/422-424.

[7] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/424-426.

[8] Nurettin ve benzeri: Sahabettin, Tacettiri, Muhittin, Kudbettin gibi adlar Arapça'dır. Ancak Araplar bu adlan kullanmazlar. Bu isimler, daha çok arap ol­mayan müslüman milletler arasında yayılmıştır. Osmanhlar'ın etkisiyle bir za­manlar özenti oîarak bazı Araplar tarafından da bu tür adlar kullanılmış ise de daha sonra bu gelenek bırakılmıştır.

Araplar'ın "el-Bsma' la tuallel" yani: Adların nedenleri üzerinde durulmaz diye bir sözleri vardır. Başkalarına karşı saygısızlık etmemek için bireysel planda bu söz ancak geçerli olabilir. Aşın duygusallıklar üzerinde kurulmuş gelenekle­rin eleştirilmesinde bu sözün bir engel oluşturması gerekir. Çünkü çocuklara bu tür adların verilmesinde esasen pek anlamı olmayan bir dindarlık gösterisi var­dır. Sebebine gelince, Örneğin:

Nurettin: Dinin nuru, Seyfettin: Dinin kılıcı, Necmettin: Dinin yıldızı, Bed­rettin: Dinin dolunayı... anlamlarına gelmektedir ki anne ve baba, çocuklarına böyle bir ad vermekle ona bu ismin taşıdığı anlamdaki bir kişliği peşin olarak seçmiş ve tescil etmiş olurlar. Bunun ne derece doğru olup olmadığı burada tar­tışılamaz ise de bu geleneğin sembolize ettiği mantık yine de ilginçtir.

Bu adların lügat açısından analize gelince, her biri birer isim tamlamasıdır ve iki sözcükten oluşmaktadır. Örneğin, Nurettin: "nur" ve "din" kelimelerinden meydana gelmektedir.

Bu konuda eleştirilebilecek iki nokta vardır:

Birincisi: Bu tip adların günümüzdeki söyleyiş şekilleriyle, ikincisi ise gele­nek haline getirilmiş olmalarıyla ilgilidir.

Hemen ifade etmek gerekir ki bu isimler Türkiye'de cumhuriyet döneminde hem yazılış hem telaffuz olarak çok çirkin bir şekilde çarpıtılmışlardır. Örneğin, "Nurettin" adı, vaktiyle "Nureddin" olarak yazılırken sırf böyle bir değişikliğe uğ­ramakla ortaya çıkan sorun, sanıldığı kadar basit değildir.

Her şeyden önce bu mesele Türkçe'nin tarih boyunca günümüze kadar uğ­radığı erozyonun ve onun artık çözümlenmesi mümkün gibi görünmeyen çeşit­li sorunların bir parçasıdır ki konuyu bu kadar geniş boyutlar içerisinde ele al­mak mümkün değildir.

Şu kadarını söylemek lazımdır ki bu tip isimler, esasen arap dil kurallarında yerine göre üç ayrı şekilde seslendirilerek söylenirler.

Örneğin "Nurettin" adı:  

a) Nuruddîn,

b) Nureddîn,

c)  Nuriddîn olarak yazılması ve buna göre okunması gerekir. Ancak Arap dilbilgisi kuralları Türkçe'ye uygulanamayacağı için en azından bu biçimlerden birinin tercih edilmesi doğru olurdu. Ne var ki bu da yapılmamıştır. Çünkü ya­kın geçmişe kadar bu isimler örneğin:

a) Nuruddîn veya Nureddîn,

b)  Necmuddîn veya Necmeddîn,

c)  Şemsüddîn veya Şemseddîn

olarak iki ayrı tercihle karışık yazılıyordu.

Ne ilginçtir ki bu sorunlardan en çok olumsuz yönde etkilenenlerden biri -hatta yegâne biri- olduğumu söyleyebilirim. Çünkü nüfus kütüğüne aldım, -bu­günkü benzerlerinden farklı ve- çarpıtılmadan Feriduddin olarak yazılmıştır.

Günümüzün kuşağı bu adları hemen hiç doğru telaffuz edemedikleri için resmi dairelerde adımı görevlilere yazdırmak durumunda kaldığım her defasın­da tahmin edilmesi güç sorunlarla karşılaştım. Bu nedenle de genellikle: "Feri­dun" ve muhitimde de "Ferit" olarak anıldım.

Bu tip adlarla ilgili bir diğer konu ise bunların özellikle Türkiye'de yaygın olarak kullanılmasıdır.

Eski Doğu'daki Zehra medreselerinin orta kısımlarında okutulan Şerhu'l-Muğnî (s. 8) adlı bir gramer kitabında övgü ya da yergi amacıyla kullanılan adla­ra arap dilinde "lakap" denildiği ifade edilmektedir. Bilinçli adlandırmalarda bu isimlerin, övgü amacıyla kullanıldığı tahmin edilebilir. Ne var ki bu çürümüş ge­leneği devam ettirmede -tabir caizse- tarihin karanlık dönemlerinden kalma sahte bir dindarlık gösterisi vardır. Nitekim nice Necmettinler, Cemaîettinler, Hüsamettinler ve Bedrettİnler gördük ki hem dine hem de müslümanlara -bu tip adları taşımayanlardan çok daha fazla- zararları dokundu! Bugün bilinçlenmiş olan müslümanlar artık çok iyi bilmektedirler ki böyle süslü ve yapay adlar taşı­maktan çok, samimi olmak ve elden gelen bütün imkanları seferber etmekle an­cak İslama ve ümmete hizmet etmek mümkündür.

Bir ince nokta daha vardır ki o da: Bu adların sonundaki "din" takıları, gü­nümüzde "tin" şeklinde değişmekle, esasen ilahi laboratuvarm kudretli tezgah­larında artık işe yaramayan bir çökelti olarak bu sahte isimlerin gerçeklerinden ayrışmış olmasıdır. Ne ilginçtir ki "dîn" değişmiş, "tin" olmuştur. "Tin" ise incir demektir.

Dolayısıyla örnek vermek gerekirse artık:

* Nurettin: "dinin nuru" demek değil, "İncirin nuru",

* Necmettin: "dinin yıldızı" demek değil, bilakis "İncirin yıldızı" ve

* Kutbettİn: de -artık- "dinin odağı" değü, tam tersine "İncirin odağı" anla­mına gelmektedir.

Hele bu son ismin, özellikle İzmir'de ne esprili bir anlama geldiği de erbap kimseler tarafından bilinmektedir (Mütercim)

[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/427-428.

[10] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/429.

[11] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/429-430.

[12] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/430.

[13] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/430.

[14] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/432.

[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/432.

[16] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/432-433.

[17] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/433-434.

[18] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/434.

[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/434.

[20] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/434-435.

[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/435.

[22] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/435-438.

[23] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/438-448.

[24] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/44-9451.

[25] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/453-455.

[26] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/455-457.

[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/459-468.

[28] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 7/469-473.