125- AFRİKA.. 2

Nil Deltası Ve Mısır3

Mısır3

Büyük Ali Bey İsyanı4

Fransızların Mısır Çıkarması5

Suriye'nin Fransızlar Tarafından İşgali6

Fransızların Mısır'dan Kovulması9

Fransızların Çekilmesinden Sonra Mısır Yönetimi Üzerinde Baş Gösteren Anlaşmazlıklar9

Kavalalı Mehmet Ali Paşa. 10

Mehmet Alî Paşa'nın Mısır Valiliği11

Mehmet Ali Paşa'nın Dış Siyaseti11

Mehmet Ali Paşa'nın İç Siyaseti12

Mehmet Ali Paşa'nın Giriştiği Savaşlar13

Sudan. 22

Fong Krallığı22

Magrip Ülkeleri25

Libya. 25

Tunus. 27

Cezayir29

Mağrıp. 31

Batı Afrika. 36

Sahil Bölgesi37

İç Kesimler38

Orta Afrika. 40

Kanem Krallığı40

Waddai Ülkesi41

Bagırmî Krallığı41

1-Gobır Emirliği43

2- Dora Beyliği43

3- Rano Beyliği43

4-Zarya Beyliği43

5- Katısına. 43

6- Kano Emirliği44

7-Bayram Beyliği44

1- Kab Beyliği44

2-Yorib Beyliği44

3- Nubi Emirliği44

4- Zamfara Beyliği44

5- Yavri Beyliği45

6- Barg Beyliği45

7- Garım Beyliği45

Folanl Devleti45

Doğu Afrika. 46


125- AFRİKA

 

Afrika'nın her yanı, tarihin bu aşamasında aynı derecede bir öneme sahip değildi. Elbette ki bu kıtada, İslâm dünyasının mer­kezine yakın olan bölgelerin daha büyük önem taşıması ve bura­larda meydana gelen olayların, müslümanlar tarafından dikkatle izlenmesi doğaldır. Bu bölgelerin, Allah'ın düşmanlarına karşı İs­lâm ümmetinin çocukları tarafından cihad yapma faaliyetlerine sahne olmayan kenar bölgelerine oranla elbetteki önemi daha bü­yüktür.

Bu cümleden olarak Mısır, Afrika'nın en önemli ülkelerinden biriydi. Buna ek olarak İslâm dünyasının da odak noktasına en ya­kın bir yer olan Mısır, Afrika'nın diğer ülkelerine giden bir geçit durumdaydı. İslâm topraklarına saldıran Portekizli haçlı emper­yalistlere karşı gerek Memluklar döneminde, gerekse Osmanlılar zamanında savaşmayı üstlenmiş bir İslâm merkezi olarak da ayrı­ca tüm dünya müslümanlarmm dikkatini üzerine çekiyordu. Aynı zamanda, hem haçlı saldırılarına karşı İslâm dünyasını savunma bayrağını taşıması, hem de doğuya giden yolların üzerinde bir ge­çit görevini yapması bakımından haçlıların da dikkatlerini üzerine çekiyordu. Çünkü Avrupalılar'm gözü daima bu yollara takılıyor­du. Bu nedenledir ki H. 1213 yılında Fransızlar buraya bir askeri çıkarma düzenlediler. Bu saldırı müslümanlarm morali üzerinde büyük bir çöküntüye sebep oldu. Avrupalılar'm yayılmacı ilerleyişleri karşısında aşağılık kompleksine kapıldılar. Buna ilaveten bu Fransız hamlesi, İslâm dünyası üzerinde başkaca kötü etkiler de bıraktı. Şu var ki Kahire'deki el-Ezher Üniversitesi'nin eğitim ve öğretim alanında müslümanlara verdiği değerli hizmetleri ve Afri­kalılar'm hatta Asya kökenli öğrencilerin bu irfan yuvasına göster­dikleri rağbeti, keza düşmanlara karşı cihad bayrağının dalgalan-dırılmasmda ve iman nurunun gönüllerde parlaması uğruna işbu tarihi aşamada el-Ezher'in katlandığı fedakarlıkları asla unutma­mak gerekir.

Mağrib ülkelerine gelince bu memleketler Murabıtiar ve Mu-vahhitler döneminde sahip oldukları durumdan çok daha geride idiler. Bu iki ülke de haçlılara karşı Endülüs'te vaktiyle savaşlara girmişlerdi ve Endülüs'ün, en uç ülkelerden olduğu günler Mağ-rip, İslâm dünyasının ortasında bulunuyordu. Endülüs kaybolun­ca (daha doğrusu kaybedilince) bu kez Mağrip ülkeleri İslâm top­raklarının kenar bölgeleri ve Atlas okyanusunu denetleyen sahiller halinde geldiler ki bu sahillerde sınırlar da yoktu. Bu sebeple haç­lılar, sınır haline gelmiş olan Akdeniz sahilleri üzerindeki Mağrip limanlarına bu kez saldırı düzenliyorlardı. Bunu, müslümanlar, Endülüs'ten kovulduktan sonra arkadan onları daha da kovalamak için yapıyorlardı, fakat müslümanlar, içine düşmüş oldukları çö­küntü ve haçlılar karşısında uğradıkları yenilgilerin sonucu olarak birbirlerinden kopuk ve habersiz hale geldikleri için (denizlerde de güçlerini kaybetmişlerdi. Dolayısıyla) bu limanlar çok dar kap­samlı idiler ve hepsi bir avaz mesafesi kadardı. Mağrip ordularının yönü de artık Afrika'nın içlerine ve batısına doğru değişmiş bulu­nuyordu. Bununla beraber meçhul bölgelerde, ya da Afrika'nın kuş uçmaz kervan geçmez yerlerinde sesi kısılmıştı. Müslümanla­rın kulakları artık ses almıyor dünyanın diğer köşe bucaklarında zulme uğrayan öbür kardeşlerinin öcünü alamayacak kadar zayıf­lamış, çökmüş bulunuyorlardı.

Şu var ki tarihin bu aşamasında İslâm dini, Afrika içlerinde hızla yayılıyordu. Ancak bu yayılma daha düne kadar meçhul kal­mış, adı sanı bilinmeyen yerli kabileler arasında kendini gösteri­yordu, ki (İslâm topraklarım bir daireye benzetecek olursak) o gün için dikkatleri en çok üzerine çeken nokta buralar değil, İslâm da­iresinin orta kesimiydi. Ancak farkmdamıyız ki günümüzde bu da­ire artık müslüman kişinin bile üzerinde yaşamakta olduğu mini­cik bir alandan daha büyük bir yer değildir.

Buna ilaveten bir ayrıntı olarak bu kabilelerin o gün yaşamak­ta oldukları bölgeye bakmak lazımdır ki çağımızda bile bu bölge­nin henüz meçhul bir diyar sayıldığım söyleyebiliriz. Kaldı ki bu­gün dünyada enformasyon çemberi genişlemiş bilgi ve kültür yay­gınlık kazanmış, dikkat çeken alanlar artmış ve nisbeten bir İslâmî uyanış gerçekleşmiştir.

Unutmamamız gerekir ki haçlı emperyalizmi, sözünü ettiği­miz tarihin bu aşamasında Afrika'nın batısına doğru ilerliyor, bu­radaki müslümanlarla diğer ülkelerdeki kardeşleri arasında bulu­nan bağları kesebilmek ve bu suretle de yardım almalarını önle­mek için çabalar sarfediyordu. Aynı zamanda emperyalistler, ege­men oldukları topraklar üzerinde yaşayan insanların yoksulluk, eğitimsizlik ve sefalet baskıları altında apışıp kalmaları ve karşıla­rında iki büklüm olup dize gelmeleri köleleştirilip aşağılanmaları için emperyalistler hırsla uğraş veriyorlardı.

Afrika'nın doğusuna gelince haçlılar, tarihin bu merhalesinin başında müslümanları ezip topraklarını ve nüfuz bölgelerini kont­rolleri altına almayı becerdiler. Fakat çok geçmeden müslümanlar yeniden biraz güçlendiler, Portekizli haçlıları topraklarının bir bö­lümünden kovarak buralarda ayaklarını sağlamlaştırdılar. Osman­lılar Doğu Afrika'da çok geniş yerleri vardı. Hatta kıtanın içlerine doğru ilerleyerek batı taraflar bile yaklaşmışlardı. Ne var ki müslü­manlar yeniden çöküntüye uğradılar. Oman Devleti, Oman ile Doğu Afrika arasında bölündü Haçlılar yeniden güçlendiler ve Af­rika topraklarını bölüşmek için aralarında anlaştılar. Haçlılar'm bu topraklar üzerindeki egemenlik ve kontrolü genel bir hal aldı.

İslâm'ın Afrika ortalarındaki yayılışı ağır seyrediyordu. Büyük sahranın güneyinde İslâm dini kabileler ve emirlikler vasıtasıyla yayılıyordu. Çok geçmeden İslâm, güneyden hatta batı ve doğu yönlerinde yayılmaya başlayan hıristiyanlıkla tekrar yüzyüze geldi. Bu suretle müslümanlar Afrika içlerinde yeniden çember içine alınmış oldular. Yayılma hızları kesildi. Haçlılar onların toprakları­nı kontrol altına aldılar ve onları bu şekilde sıkboğaz etmeye çalış­tılar.

Tarihin bu aşaması son bulduğu zaman müslümanlar çok teh­likeli bir çöküntü içerisine girmiş bulunuyorlardı. Ya da başka bir ifadeyle onları dize getirmiş bulunan düşmanlarına, artık teslim olmuşlardı. Dolayısıyla İslâm düşmanları hiçbir direnişle karşılaş­madan planlarım uygulamaya koyuldular. Her ne kadar bazı İslâm âlimlerinin sesleri emperyalistlere karşı yükseliyor ve halk tarafın­dan destek görüyor idiyseler de çok geçmeden haçlılar tarafından ya da onlara alet olan ve çıkarları uğruna düşünce ve siyasette haçlı zihniyetine ayak uyduran sözde müslümanlar tarafından he­men susturuluyorlardı.[1]

 

Nil Deltası Ve Mısır

 

Tarihin bu aşamasında genelde Nil Havzası ve özellikle Mısır toprakları, İslâm dünyasının en önemli bölgelerinden birini oluş­turuyordu. Haçlılar'm, çabalarını üzerine yönelttikleri Mısır, hem işgal ettiği coğrafi mevki bakımından, hem bu ülke insanlarının, İslâm topraklarının stratejik bir bölgesinde düşmana karşı diren­miş olmaları bakımından, hemen burayı yöneten hükümdarların siyasi hevesleri bakımından, ayrıca daha sonra ortaya çıkan Sü­veyş kanalının taşıdığı değer ya da H. 1287'de bu kanalın açılma­sıyla birlikte bölgenin kazandığı jeopolitik değer bakımından çok büyük bir önem taşımaktaydı. Bu ise haçlıların burayı kontrolleri altına almak için hırs ve heveslerini kabartıyordu. [2]

 

Mısır

 

Mısır bundan bir önceki dönemde (yani Memlükler dönemin­de) sembolik Abbasî hilafetinin merkeziydi. O gün için nisbeten güçlü olan İslâm ülkelerinden biriydi, ki onu en güçlü İslâm ülke­si saymayacak olsak bile, güney yönünden saldırıya geçerek Kızıl-denizini aşmak ve haçlı nüfuzunu Arap Yarımadasının güney ke­simleriyle Basra körfezi ve kenar bölgeleri üzerine yaymak için ça­ba sarfeden Portekizliler'e karşı mücadeleyi üstlenmişti. (Nitekim batılı emperyalistlerin işgaline uğrayan bu topraklardaki müslü­manlar imdat isteyince), onlara ve Hindistan'daki müslümanlara Memluklar tarafından gönderilen askeri birlikler yardıma geldiler.

Bu cümleden olarak Memluk sultanı Kansu Gavri Kürt Hüse­yin komutasında bir askeri hamle şevketti. Bu birlik Hint sahilleri­ne ulaşarak buralara gelmiş bulunan Portekizli işgal güçleriyle ça­tışmaya girdiler ve başlangıçta üstünlük de sağladılar. Ne var ki H. 915 yılında taraflar arasında cereyan eden Diyo savaşında yenilgi­ye uğradılar. Bunun üzerine harekât komutanı Hüseyin el-Kürdî (Kürt Hüseyn) Mısır'a döndü. Sonra çok geçmeden Arap yarıma­dasının kenar bölgelerinden (yani sahildeki emirliklerden) Mem­luklar'a yardım çağrısı gelmeye başladı. Bu nedenle Kürt Hüseyin bu defa ikinci kez olarak bölgeye hareket etti ve buradaki Tahiri Devletini ortadan kaldırarak Yemen'e girdi. Bu yörelere Memluk-lar'dan yöneticiler bırakarak tekrar Mısır'a döndü. İşte bu sıralardadır ki Osmanlılar gelip H. 923'te Mısır'a girdiler ve burayı Os­manlı topraklarına kattılar.

Memluklar Devleti, -tarih sahnesinde- gelişip kalkman bir devlet olarak diğer îslâm ülkeleri arasında varlık göstermişti ki bu ülkelerden biri Anadolu'daki Osmanlı Devleti bir diğeri ise Fars topraklarında ve dağlar bölgesindeki İran Safevîler Devleti idi. Ay­nı zamanda Memluklar bir ara kendilerini güney yönünden gelen haçlı Portekizliler'in saldırıları karşısında buldular. Dolayısıyla bu saldırının, bu meydan okuyuşun (ve hıristiyan dünyasının müslü-manlara karşı reva gördüğü bu küstahlığın) önünde durmayı İslâ-mî bir vecibe olarak gördüler. Bu da Memluklar'ı, bu dönemde di­ğer İslâm ülkeleriyle bir takım siyasi kavgaların içine girmekten alıkoydu. Ne var ki hiç de istemedikleri ve beklemedikleri bu tür davranışa zaman zaman şartlar onları yine de zorluyordu.

İşte bu merhalededir ki Safevîler Osmanlılarla bozuştular. İki taraf arasındaki bu düşmanlığın temelinde inanç farklılığından kaynaklanan sebepler vardı. Bu kavga, Osmanlılar'm batıda Avru-pa'daki savaş cephelerini bırakarak Safevîler'e karşı savaşmak üze­re doğuya yönelmelerine sebep oldu. Nitekim H. 920 yılında onla­rı yenip başkentlerine girmeyi başardılar. Bunun üzerine Safevîler de Osmanhlar'a karşı kendileriyle işbirliği edecek müttefikler ara­maya koyuldular. Önce Memluklarla temasa geçtiler. Ancak Memluk Devletinin dış politikası onların kavgalarda taraf olma­malarını esas alıyordu. Bu nedenle Safevîler'e destek verecekleri­ne ya da tutumlarını onaylayacaklarına dair bir tavır göstermedi­ler. Aynı zamanda isteklerini red de etmediler. Sadece tarafsız kal­mayı yeğlediler. Özellikle Osmanlılar gibi onlarda sünnî idiler. Bu­na karşın Şiîlik'te tutuculuk gösteren Safevîlerle inanç yönünden ihtilaf içerisinde bulunuyorlardı.

Memluklar'm bu tarafsız tutumu Osmanlılar'ı öfkelendirdi. Aynı zamanda Safevîler de îslâm düşmanı olan Portekizlilere ya­naşarak Osmanhlar'a karşı onlarla ortak bir cephe kurmak isteyin­ce durum Osmanlılar'm harekete geçmesine sebep oldu. Ve Os­manlılar henüz Safevîler'den yardım görmemiş olan Portekizlileri, güçlenmeden vurmaya karar verdiler.

Bu gelişmelerden önce Osmanlılar Avrupa'da savaşıyorlardı, Avrupa topraklarında ilerliyor ve deniz yoluyla o gün için imkan­sızlıklardan Ötürü Endülüs müslümanlarma yardım edemedikleri için en azından üzerlerindeki hıristiyan baskısını bu yolla hafiflet­meye çalışıyorlardı. Yani bu aşamada yeterli deniz gücüne sahip bulunmadıklarından bu tercihi yapıyorlardı.

Mağrip'te ve genel olarak tüm Batı Afrika topraklarında müs-lümanları kovalamak isteyen hatta onları her yönden kuşatmayı amaçlayan hıristiyanlarm eliyle Endülüs düşünce -onlar bu hede­fin peşindeyken- tüm Afrika kıtasını çembere almayı başardılar ve güney yönünden müslümanlar üzerine saldırıya geçtiler. Bu ne­denledir ki Osmanlı Devleti İslâmî vecibelerinden biri olarak bu haçlı saldırılarına karşı durmak istedi. Çünkü Memluklar Devleti bu saldırılara karşı duracak güçte değildi. Üstelik H. 914 yılında Diyo meydan savaşında yenilmiş bulunuyordu. Osmanlı Devleti Portekizliler'e karşı savaşmak üzere, Memluklar'dan, toprakların­dan geçme izni isteyince, Memluklar, ülkelerinin işgal edileceği korkusuyla bu isteği reddettiler. Çünkü Osmanlılar'da yayılmacı bir eğilim görüyorlardı. Ya da Safevîler onları bu tür endişelere sev-ketmiş bulunuyorlardı. Buna ek olarak Dulkadiroğulları Beyliği üzerinde her iki devlet arasında anlaşmazlık vardı. Bu yüzden Os­manlılar harekete geçerek Memluk topraklarına girdiler ve H. 922 yılında onları Halep'te yendiler. H. 923'te de Mısır'a girerek devlet­lerini ortadan kaldırdılar.

Osmanlılar Mısır'daki Abbasî Hilafetine de son verdiler. Bu ne­denle başkentleri olan İstanbul hilafetin yeni merkezi sultanları da bütün dünya müslümanları da bütün dünya müslümanlarının halifesi oldu. Bununla beraber Mısır'ı Memluklar'a mahsus bir vi­layet olarak bıraktılar. Aynı zamanda Mısır'ı Portekizli haçlı em­peryalistlere karşı bir mücadele üssü haline getirdiler ve Portekiz­lilerle savaşmak üzere Süveyş'ten askeri hamleler sevk etmeye de­vam ettiler. Bu cümleden olarak Mısır valisi Süleyman Paşa bir as­keri gücün başında Hindistan kıyılarına giderek orada Portekizli­lerle savaştı ve onları yendi. Ondan sonra Gucerat hükümdarıyla arası bozuldu. Bu yüzden Mısır'a dönmek zorunda kaldı. Mısır vilayeti Halife, Kanuni Sultan Süleyman'ın hilafet dönemi boyunca bu görevi sürdürmeye devam etti. Keza Portekizliler'e karşı savaş bayrağını açan Oman Devleti'nin başındaki Ya'rubiler hanedanına da Osmanlılar sürekli olarak destek verdiler. Portekizlileri ortadan kaldırmak amacıyla Oman devleti bu ülkeye karşı rekabet içinde olan hıristiyan devletlerle çoğu kez işbirliği yapıyor, haçlı emper­yalistlerden teker teker kurtulabilmek için onların herbiriyle reka­bette bulunan yekdiğerine karşı işbirliği içine giriyor, ya da amacı­nı gerçekleştirmek için aralarında çıkan kavgalardan yararlanma­ya çalışıyordu. Omanlı Ya'rubiler bu kavgalara da katılıyorlardı.

Hicri onbirinci yüzyılın başlarından itibaren İngilizler gayet normal bir şekilde Mısır'dan geçerek buralara vardılar. Onların Mısır'dan geçişleri katiyyen ticaret amacım aşmamıştı (Yani tica­retten başka bir maksatla bu yolu kullanmamışlardı). Çünkü Os­manlı Devleti henüz bir dereceye kadar heybetini koruyordu. Bu­na ilaveten aralarında Portekizliler'e karşı savaşmak konusunda ayrıntı mahiyetinde anlaşmalar vardı. Tabiiki bütün bu nedenler İngilizler'in Mısır'dan geçişlerini kolaylaştırıyordu. Zaten İngiliz­ler Mısır üzerinde egemenlik kurmak için bir fırsat doğmasını te­menni ediyorlardı ve bu konuda çok büyük bir heves taşıyorlardı. Ne var ki yükselme devrinde olduğu gibi sahip bulunduğu üstün güç ve seviyesini tedricen kaybetmiş ve artık gerilemeye başlamış olmasına rağmen Osmanlı Devleti, henüz İngiltere'nin çekineceği bir güce sahipti.

Vaktiyle Mısır'ın hükümdarları olan, daha sonraları ise Os­manlı valileri tarafından atanarak buraya bağlı yerleri idare eden Memluklara gelince onlar bu toprakları daima doğal bir şekilde yönetmişlerdi. (Osmanlı merkezi yönetimini rahatsız edebilecek) fazla bir şeyde gözleri yoktu. Mısır halkı ise hoşgörülü bir toplum­dur. (Tarih boyunca olduğu gibi) herhangi bir yöneticiye boyun eğer, herhangi bir otoriteye kabul eder. Başına geçen yöneticinin sıfatı ve durumu ne olursa olsun onu yüceltir. Bu sebeple Mısır'da siyasi hava daima sakindir. Nitekim Osmanlılar güçlü oldukları ve ülke üzerine heybetlerini yansıttıkları sürece durum bu şekilde devam etti. [3]

 

Büyük Ali Bey İsyanı

 

Osmanlı Devleti gerileyerek zayıf düşünce Memluklar'ın Mı­sır'da otoriteleri yeniden güçlenmeye başladı. Mahalli yöneticiler durumundayken buranın valileri oldular. Hicrî onikinci yüzyılın ortalarında Memluklardan Büyük Ali Bey, Mısır valisi oldu. Ba­ğımsız olmayı aklından geçiriyordu. Aynı zamanda Osmanlı Dev­leti'nin zayıf düştüğünü görüyor, Osmanlı topraklarını parçalayıp inançlarını söndürmeyi amaçlayan haçlılara karşı devletin girişti­ği savaş gailelerini bu girişim için bir fırsat sayıyordu. Bu vali Os-mânhlar'la savaş halinde olan Rusya'dan da teşvik ve destek alı­yordu. Bu nedenlerle H. 1182 yılında Mısır'ın bağımsızlığını ilan etti. Ondan sonra da devletin ordularına karşı savaşmak için kuze­ye doğru hareket etmeye başladı. İsyancı Büyük Ali Bey'e göre Osmanlılar, Rusya üzerindeki baskılarını bu harekât sayesinde azaltacak ve Hicaz üzerindeki otoritelerini de gevşetmiş olacaklar­dı. Büyük Ali Bey bu girişiminde, birlikte olmak üzere kendisi gibi devrimci olan biriyle de temas kurdu.

Bu adamın babası vaktiyle Akka vilayetinde tahsildardı (yani vergi toplama memuru idi). Adı Dahir el-Ömer olan bu şahıs ise bir süre eşkiyalık etmiş, yol kesip adam soymuş (daha sonraları da her nasıl olmuşsa) Akka'ya vali olmuştu. Ali Bey ile Adam Osman­lı Devleti'ne karşı savaş açmak üzere anlaştılar. Osmanlılar'ın Ruslar'a karşı, şiddetli bir gaile içine girdikleri sırada onları sıkın­tıya sokmak istiyorlardı. Her iki isyancının orduları birleşerek Os-manlılar'a karşı savaşmaya başladılar. Fakat Büyük Ali Bey'in em­rindeki komutanı ve onun aynı zamanda kölesi olan Muhammed Ebü'z-Zeheb, yapmaya çalıştıkları şeyin îslâmî açıdan ne kadar tehlikeli olduğunu sezerek efendisiyle temasa geçti ve onu bu ko­nuda uyardı. Ancak efendisi, savaşa devam etmenin zorunlu oldu­ğunu vurguladı. Komutan Muhammed Ebu'z-Zeheb işledikleri­nin, çok çirkin bir günah olduğuna inanmış ve bu konuda ikna ol­muş bir kimse olarak efendisinin bu ısrarlı tutumunu görünce bu kez, başında bulunduğu orduyla birlikte Mısır'a dönüp efendisini öldürmeye ve Mısır'ı, başına buyruk olarak yönetmeye karar ver­di. Onun bu girişimini Osmanlılar takdirle karşılayarak H. 1187 yılmda kendisini Mısır'a vali tayin ettiler. Böylece Akdeniz'e kadar gelip ulaşmış bulunan Rusya donanması bir sonuç alamadı ve is­yancı Dahir el-Ömer'in hareketi de çöktü. Bu adam Akka'da H. 1189'da kuşatılarak ortadan kaldırıldı. Memluklar da Fransızlar'm Mısır'a çıkarma düzenledikleri H. 1213 yılma kadar Büyük Ali Bey'in döneminden itibaren buranın valiliğini üstlendiler.

Bu hareket, yani Büyük Ali Bey isyanı, Osmanlı Devleti'nin

çökmüş olduğunu ortaya çıkarmış ve bundan önceki ayaklanma girişimlerinden daha çok ve daha açık bir şekilde devletin mah­rem yüzünü gözler önüne sermiş oldu. Aynı zamanda yabancı ül­kelerin ve özellikle sömürge bölgeleri üzerinde rekabet halinde bulunan İngilizler'in ve Fransızlar'm buralara karşı olan hevesini kamçıladı. Haçlılık ruhu onları birleştirmekle beraber İngilizler, Fransızlar, keza işgal ve sömürü amacını taşıyan diğer düşman ül­keler heveslendiler. İngilizler'e ve Fransızlar'a karşı direnecek baş­ka müslüman güçler de yoktu. Onun için bu iki ülke, arasındaki re­kabet ve yarış çok şiddetliydi. Ancak eğer karşılarına dikilecek müslümanlar bulunsaydı. Onlar da aralarında anlaşacak ve bu or­tak düşmanlarım ortadan kaldırmcaya kadar işbirliği edeceklerdi.

İngiltere'ye bakacak olursak bu dönemde Mısır bu ülkenin Hindistan'a giden yolu üzerinde bulunuyordu. Dolayısıyla Mısır'ı yol olarak (bir durak ya da geçit olarak) kullanmaktan başka bura­ya ihtiyacı yoktu. İngiltere eğer bu sıralarda Mısır üzerinde ege­menlik kurmayı göze alacak olsaydı elbette ki bazı engellerle kar­şılaşacaktı. Belki de bazı gelişmelerin sonucu olarak bu yol onun yüzüne kapanabiîirdi. O bakımdan Hindistan'da bu yol sayesinde kazandığı şeylere razıydı. Fransa'ya gelince o, Mısır'ı ele geçirmek suretiyle bu yolu İngilizler'e kapatmayı planlıyordu. Bunu başara-bildiği takdirde istekleri karşısında İngiltere'ye boyun eğdirebile-cekti; keza bu ülkeyle giriştiği savaşlar esnasında kaybetmiş oldu­ğu bazı şeyleri de tekrar geri alabilecekti; üstelik daha başka top­raklar bile elde edebilecekti. Buna ek olarak: Fransa, İngiltere ha­riç, aleyhinde işbirliği etmiş olan Avrupa ülkelerini de yenmiş (gü­cünü kanıtlamıştı). Bu nedenle İngiltere'nin Hindistan'a giden yo­lunu kesmekten başka onu barışa zorlayabilecek diğer bir kozu

yoktu. Şunu da unutmamak gerekir ki Fransız devrim hükümeti gerek devrim sırasında ülke içinde cereyan eden kanlı olaylar se­bebiyle, gerek yönetimdeki anarşi yüzünden, gerekse ayak takımı ve çapulcuların devrim ve özgürlük adma halkı musallat olmala­rından ötürü taşıdığı şaibelerden kurtularak aklanmak, kendini kanıtlamak ve lehinde propaganda aracı olarak kullanmak üzere dışarıda birtakım başarılar elde etmeyi ve halkın dikkatini bu ba­şarı üzerinde toplamayı, bu sayede de ordunun harekata devam etmesini sağlamayı arzu ediyordu.

Olabilir ki Fransız devrim hükümeti, Napolyon Bonapart'ı ge­rek İtalya'ya, gerekse diğer cephelere karşı elde ettiği başarılar se­bebiyle yıldızı parladıktan ve bu başarılar ona mal edildikten son­ra içine düştüğü korku sebebiyle O'nu ülkeden uzaklaştırmayı uy­gun gördü. Çünkü O'nun sapkın tutum ve davranışlarına ve za­man zaman giriştiği tecavüzkâr hareketlerine karşı hükümet dura-mıyordu. O halde en isabetli seçenek: hem ülkenin genel siyaseti­nin icabı olarak hareketlerin gerçekleştirilmesi uğruna hem de iç siyasetin gereği olarak Mısır üzerine bir hamle düzenlemesini O'na teklif etmekti. [4]

 

Fransızların Mısır Çıkarması

 

Fransız askeri hamlesi H. 1212 yılı Zülka'de ayında Toule-use'den hareket etti. Bu birlik kırkbin askerden oluşuyordu. Fran­sızların bu askeri gücü, karşısında direnemeyeceği İngilizlerin Ak­deniz'deki donanmasıyla karşılaşmamak için kıvrımlı bir güzer­gâh izleyerek hareketinden iki ay sonra İskenderiye limanına ulaş­tı. Bu sefer sırasında Malta adasına uğrayarak burayı da işgal etti. Oradan Girit Adası'na geçerek, daha sonra Mısır'a vardı. Fransız gemileri Ebu kıyr Körfezi'nde demir attılar ve Fransız ordusu İs­kenderiye kentini işgal ederek Kahire'ye doğru seferine devam et­ti. Demenhur, Rahmaniye ve Reşit kentlerini işgal ettikten sonra Kahire'ye yöneldi. Sonra El-Ehram civarında Murat Bey komuta­sındaki Memluk ordusuyla Fransız ordusu arasında bir meydan savaşı cereyan etti ki buna Embaba Meydan Savaşı adı verilmiştir.

Bu çarpışmalardan sonra Memluklar Said kentine doğru çekildi­ler. Bu suretle Fransızlar Kahire'ye girdiler. Buradaki Osmanlı Va­lisi de ülkeden ayrıldı. Napolyon onu, burada kalması için bir tür­lü ikna edemedi. îşgal tamamlandıktan sonra Napolyon halka Arapça bir bildiri yayınladı. Bu bildirinin tamamı halkı yanma çek­mek için sahte ve dalkavukça ifadelerle doluydu.

Napolyon bu bildiride halkı Memlukların zulüm ve baskısın­dan kurtarmak için sultanın emriyle gelmiş olduğunu, kendisinin müslüman olduğunu, Kur'an-ı Kerim'e inandığını, Fransızların da İslam mukaddesatına ve Kur'an-ı Kerim'e hürmetkar olduklarını, fakat yalnızca böyle inanmanın kendisine bir fayda vermediğini ifade ediyordu. Ondan sonra da Memlukların, herhangi bir yerde toplandıklarını, onların Kahire üzerine saldırmak için hazırlıklara giriştiklerini, ya da halkı Fransızlara karşı tahrik ettiklerini haber aldığı her defasında Said kentine doğru ilerleyerek geri çekilen Memluk kuvvetlerini kovalamaya başladı.

Napolyon başlangıçta halkın sevgisini kazanma çabası içinde onlara yaklaşma siyasetini güdüyordu. Bu nedenle fırsat düştükçe törenlerde halka katıldı. İslam dinini Fransızlar arasında yayaca­ğını ileri sürdü. İslam alimlerini kendine yaklaştırarak Mısır'ın as­keri valisine yardımcı olacak ve sözde O'na yönetimde katılacak meclis üyelerini seçmek üzere onları görevlendirdi. Nitekim Mı­sır'daki İslam alimleriyle anlaşmaya varılarak bu meclis oluşturul­du ve alimler bu meclise katılımda bulundular. Ancak çok geçme­den vergi konusunda askeri vali ile anlaşmazlığa düştüler. Çok geçmeden Mısır'ın Fransız yönetimi burada meyhaneler açtı, İsla-mın yasakladığı çeşitli günahlar açıkça işlenmeye başladı. Vakıflar idaresi tarafından fakirlere bağlanan maaşlar kesildi. Evler, mes­kenler müsadere edildi.

Mısır gelirlerine dayanmanın verdiği imkanlardan yararlan­mak için Fransızlar vergileri arttırmak istiyorlardı. Çünkü Nelson komutasındaki İngiliz donanması Ebu Kıyr körfezinde Fransız do­nanmasını tahrip etmişti. Ondan sonra da Mısır sahillerini kuşat­ma altına aldı. Bu yüzden Fransızlar siyasi bir çember içerisinde kalmış oldular. Fransa ile temas kınamıyorlardı, Ekonomik açıdan da kuşatma altında bulunuyorlardı. Bu nedenle Mısır'ın sunacağı gelirlere dayanması gerekiyordu. Askerlere maaş vermek için de vergi toplamak zorunluydu. Fakat halk gerek konmuş olan ağır vergilerin altında ezilerek, gerekse Fransızların İslama karşı işle­dikleri saygısız fiillerden dolayı halk sıkıntı ve bunalım içine girdi.

İşte bu sebepledir ki birinci Kahire ayaklanması El-Ezher Üni-versitesı'nden kıvılcım alarak patlak verdi. Ondan sonra da bütün şehre yayıldı. Halk Fransız merkezlerine hücum ederek bu mer­kezlerde bulunan Fransızları öldürdüler. Napolyon ancak şehri top ateşine tutarak ve en katı tedbirler alarak bu devrimi bastıra-bildi. Napolyon kente girdikten sonra siyasetini değiştirdi. Artık hep şiddete baş vurdu. îslam alimlerinden oluşturmuş bulunduğu meclisi lağvederek bu kez de kısmen Mısır'ın yerli hıristiyanlarm-dan, kısmen de Mısır'da bulunan çeşitli hıristiyan kolonilerine mensup kimselerden yeni bir meclis oluşturdu.

Napolyon -sözde- ingilizlerle işbirliği içinde olan ve onlara Hindistan güzergâhını kolaylaştıran Memluklardan kurtulmak için Mısır'ı işgal ettiğine dair ileri sürdüğü mazeretlerle Osmanlı Devletini bir türlü ikna edemedi. Fransız donanması tahrip edil­dikten ve Osmanlı Devleti de artık Fransızlara bir imdat gücü gel­meyeceğine inandıktan sonra savaş için cesaretlenmeye başladı ve bir yandan Fransızlara karşı İngilizlerle anlaşırken, diğer yan­dan da Memluklarla temas kurdu. Ondan sonra da, biri karadan, diğeri ise denizden olmak üzere Mısır üzerine iki ayrı kuvvet gön­derdi. Deniz yoluyla gönderdiği kuvvetler, İngiliz savaş gemileriy­le nakledilmeye başladılar. Sonra Rusya da Fransızlara karşı bu birliğe girdi. Bunun üzerine Napolyon da bu Osmanlı hamlesine karşı hazırlıklara başladı. [5]

 

Suriye'nin Fransızlar Tarafından İşgali

 

Napolyon karadan gelmekte olan Osmanlı ordusuyla, Mısır sı­nırları dışında karşılaşmak istiyordu. Ta ki Osmanlı Ordusu Mı­sır a ulaştığı zaman halk bu orduya katılma imkanı bulmasın, ya da onu destekleyip bir ayaklanma girişiminde bulunmasın. Aynı zamanda Osmanlı ordusu daha Suriye toprakların d ayken eğer Su­riye'ye topraklarını egemenliği altına alacak olursa bu vesileyle sa­hip olduğu gelirleri bir miktar daha arttırmış olacaktı. Aynı za­manda İngiliz savaş gemilerinin, Suriye limanlarında ikmal yap­malarını da önlemiş olacaktı.

Unutmamak gerekir ki haçlı kini ve Kudüs'ü yeniden ele geçir­mek için Fransızların bilinçlerinin altındaki eski haçlı savaşlarına ait anıların bu girişimde rolü vardı. Şimdi ise Kudüs onlara çok ya­kın bir mesafede bulunuyordu. Onun için Fransızlar Suriye top­raklarına bir askeri hamle yapıyorlardı. Tertipledikleri bu sefer sı­rasında güzergâhları üzerinde bulunan Ariş ve Gazze kentlerini iş­gal ettiler. Sonra Yafaya doğru ilerleyerek şehri kuşattılar. Burada­ki muhafız gücü teslim olmak zorunda kaldı. Şehir ellerine geçin­ce halkına gıda temin edemeyecekleri bahanesiyle Yafa ahalisin­den dört bin kişiyi idam ettiler. Halbuki bu vahşi katliamın esas sebebi Fransızların müslümanlara karşı güttüğü haçh kiniydi. Sonra kuzeye doğru yönelerek Akka'ya ulaştılar ve kenti kuşatma altına aldılar. Buranın valisi Kasap Ahmet Paşa idi. Ahmet Paşa şehri tahkim etmişti. Halkı ölesiye bir sabır ve dayanıklılık göste­rerek şehri savunmaya çalıştılar. İngiliz donanmasının komutam Sidney Smith de onlara destek verdi. Smith, Nelson'dan sonra do­nanmanın komutasını teslim almıştı. Dımışk Valisi de Akka'ya yardım etmek için yirmibeş bin kişilik bir ordunun başında bura­ya geldi. Napolyon bu kuvvetle savaşmak için acele davranarak Nasıra yakınlarındaki Tabur Dağı civarında onunla karşılaştı ve onu yenilgiye uğrattı. Bunun üzerine Dımışk valisi geri çekildi. Napolyon da Akka kuşatmasını sürdürmek için geri döndü.

Napolyon Bonapart bu harekât sırasında Cebel-i Lübnan Emiri Beşir Eş-Şahâbî'nin kendisine katılacağım sanıyordu. Çün­kü Beşir din ve inançta Osmanlılardan ayrılıyordu. {Osmanlılar sünni müslüman) Beşir Eş-Şahabî ise dürzü  [6] idi. Fakat Beşir Fransızlara katılma konusunda acele davranmadı. O, Bonapart'm b  kefesinin ağır basmasını bekliyordu. İşte o zaman Fransızların saflarına katılacaktı. Çünkü Napolyon henüz Akka'yı kuşatmış, ancak şehre girmeyi başaramamıştı. Dolayısıyla bu na­zik saatlerde onun yanında yerini alamaz, maceraya anlamazdı. Bu nedenle Napolyon, Suriye topraklarından çekilmeye karar ve­rerek Akka kuşatmasını kaldırdı. Özellikle bu sırada ordusunda ko­lera yayılmaya başlamış, moralini çökertmişti. Napolyon -hiç bir hedef gerçekleştirmediği için tekrar kendim sağ salim Mısır'a ata­bilmek amacıyla ve hayal kırıklığı içinde bin bir hesap yapıyordu  yıktığına ve vali Ka­sap Ahmet Paşa (Ahmet El-Cezzar), teslim olduğu için aynen Akka Valisi olarak görevde bırakıldığına dair ortalığa dedikodular yayma­sını, propagandalar yapmasını emretti. Aynı zamanda güya Fransız ordusu tarafından Suriye'de gerçekleştirilen zaferlerin kutlanması anlamında şehirde törenler düzenlenmesine ve zafer taklan yaptır­masına ilişkin talimat verdi. Napolyon, bütün bunları, Akka surları karşısında uğradığı ağır yenilgiyi gizlemek için yapıyordu.

Napolyon Mısır'a dönünce -sözde- Mısır'ı korumak üzere bu­rada kalmış bulunan Fransız kolonisi tarafından büyük şenliklerle ve törenlerle karşılandı. Ancak tam bu sırada İngiliz savaş gemile­riyle nakledilen Osmanlı deniz gücü de Mısır sahillerine ulaşarak Ebu Kıyr mevkiinde karaya çıktı. Napolyon her zaman şov yaptığı gibi bu sırada da hemen davranarak Osmanlı ordusuna karşı koy­maya çalıştı. Taraflar arasında bir hafta süreyle çarpışmalar devam etti ve Fransızların zaferiyle bu savaş sona erdi. Osmanlı güçleri­nin komutanı Mustafa Paşa da Fransızlara esir düştü.

Bu sırada Napolyon'a bazı haberler ulaştı. Özeti şuydu: Fran­sız devrim hükümeti içeride çok büyük bir sıkıntı geçirmektedir. Çünkü hükümetin aleyhinde Avrupada bir birlik oluşmaktadır. Bu haber karşısında Napolyon'un hevesleri yeniden harekete geçti. Napolyon her şeyi içindeki bu hevese göre yorumlamaya koyuldu. Çünkü O, Mısır'a düzenlemiş bulunduğu bu hamlenin hiç bir so­nuç vermediğini ve hedeflerinden hiç birini gerçekleştiremediği­ni, Mısırda kalmanın artık hiç bir yarar sağlamayacağını, mevcut şartlar altında ise Fransa'nın ona ihtiyaç duyduğunu düşünüyor­du. Gerçekte de Napolyon, Fransa yönetimini eline geçirmeyi ha­yal ediyordu. Şimdi ise bu fırsatın gelip çatmış bulunduğunu gö­rüyordu. Bu nedenle Mısır'dan ayrılmayı ve tez elden Fransaya ha­reket etmeyi kararlaştırdı. Bu amaçla Mısır'daki Fransız kuvvetle­rinin emir ve komutasını Kleber'e bırakarak İngilizlerin gözleri önünde Fransa'ya hareket etti. Onlar ise Napolyon'u görmezlikten geliyorlardı. Bunu, Napolyon biliyor veya bilmiyordu. Bu pek önemli değildi. Önemli olan her şeyi bir kenara atıp, heves ve ha­yal ettiklerini gerçekleştirmekti.

Napolyon'un yerine, Fransız güçlerinin emir ve komutasını teslim alan Kleber bu güçlerin, Mısır'da kalmasının hiç bir faydası olmadığını gördü. Çünkü bu görüşün sahibi ve bu yolda gayret sarfeden bizzat Napolyon'un kendisi burayı terk etmiş bulunuyordu. Ayrıca Fransız hükümeti buraya imdat kuvvetler gönderecek imkanlara sahip de değildi. Osmanlılar ise Mısır kapılarına dayan­mış bulunuyor ve içeriye girmek için hazırlanıyorlardı. Onun için Kleber, Osmanlılarla pazarlığa oturmak amacıyla hükümetinden izin istedi. Hükümeti de ona izin verdi. Bunun üzerine H. 1215 yı­lında El-Ariş kentinde taraflar arasında bir antlaşma düzenlendi. Bu antlaşma, Fransızların sahilde toplanarak, ondan sonra da İn­giliz gemileriyle Mısır'dan çekilip Fransa'ya dönmelerini ön görü­yordu. Bu amaçla, antlaşmadaki taraflardan her biri işbu El-ariş antlaşmasının uygulanması yolunda çalışmalara başladı.

Ancak tam bu sırada İngiliz donanmasının komutanı Kleber'e haber yollayarak İngiliz hükümetinin, ancak bir tek şartla bu El-Ariş antlaşmasını onaylayabileceğini bildirdi. O da Fransızların Mısır'da'harp esirlerini sayarak bunların silahlarının burada bıra­kılması ve ellerindeki savaş malzemesinin de Osmanlı Devleti ile müttefiklerine terk edilmesiydi. Bununla El-Ariş antlaşmasına ay­kırı davranılmış oluyordu. Dolayısıyla yeniden savaş hazırlıkları yapıldı. Bunun üzerine Kleber, Osmanlı sadrazamının Kahire ya­kınlarına kadar gelmiş bulunan ordusuna karşı süratle hareket et­ti ve onu yenilgiye uğrattı, aynı zamanda sınırların dışına kadar da bu orduyu kovaladı.

Kahire halkı, Osmanlılarla savaşmaya hazırlanan Fransız ge­nerali Kleber'in şehirden çıkmasını kolluyorlardı. Kleber Kahi-re'den ayrılır ayrılmaz halk Fransızlara karşı ikinci kez ayaklandı. Tam bu sırada Osmanlılardan ve Memluklardan altibin kişi kadar bir kuvvet Mısır'ın başkenti Kahire'ye girmiş bulunuyorlardı. Bu ayaklanma hareketinin başına ise Nakıyb'ül-Eşrâf Ömer Müker-rem geçti. Bunun üzerine General Kleber, çarpışmadan vazgeçe­rek geri döndü ve Kahire'yi top ateşine tuttu. Bu suretle halkı pa­zarlığa oturmaya mecbur etti. Bunun üzerine Mısır alimlerinden bir grup, Keleber'i ziyaret ederek Kahire'ye girmiş bulunan Os-manlılar'ı ve Memlukları şehir dışına çıkaracaklarını, buna karşılık onun da ateşi kesmesini istediler. Aynı zamanda çok büyük mik­tarda vergi vereceklerine dair onunla anlaştılar. Bunun üzerine General Kleber yeniden Mısır'ın başında kalmak düşüncesiyle döndü. Çünkü onun için artık izleyecek başka bir yol da kalma­mıştı. General Kleber işlerini toparlamaya başladı. O, bu çalışma­ların içindeyken Süleyman El-Halebî adında bir mücahit tarafın­dan hançerlenerek öldürüldü.

Kleber'in yerine bu sefer de Fransız güçlerinin emir ve komu­tasını, en kıdemli subay olarak Mino aldı. Fakat Fransız güçleri arasında branş bakımından diğer subaylardan ayrılıyordu. O, her şeyden önce bir yönetim subayı idi ve hâlâ Mısır'da kalmayı düşü­nüyordu. Halbuki diğer arkadaşları bir an önce Mısır'dan ayrılmak istiyor, hatta buna inanamıyorlardı. Çünkü ailelerinden üç yıldır uzaklarda bulunuyorlardı. Fransa'dan ilişiklerinin kopmuş olma­sıyla onlar kendilerini bir zindanda imiş gibi görüyorlardı. Üstelik Mino, din ve inançlarında da soydaşlarından artık ayrılmıştı. Çün­kü Mısırlı müslüman bir bayanla evlenmiş ve İslam dinine girmiş­ti, dolayısıyla Mısır'da kalmak istiyor, burada istikrar içerisinde yerleşip yaşamayı seviyordu. İşte komutanla onun emrindeki Fransız gücü üyeleri arasında bulunan bu ihtilaf gittikçe daha da artmaya başlarken aynı zamanda Fransız güçlerini Mısır'dan kov­mak isteyen Osmanlı ordusu da her an yaklaşıyordu. İngilizler de bu ara Osmanlılar'a destek veriyorlardı. Hatta İngiltere hem Kızıl -deniz'den, hem Akdeniz'den Mısır'a saldırmak üzere bir kuvvet bile hazırlamıştı. [7]

 

Fransızların Mısır'dan Kovulması

 

İngiliz deniz gücü Ebu Kiyr mevkiine çıkarma yaparak Kahi-re'ye doğru ilerledi ve bu arada bir Osmanlı Deniz gücü de Reşit kentine çıkarma yaparak Nil paralelindeki yolu izledi ve Rahmani­ye kentinde İngiliz kuvvetleriyle birleşti. Böylece İskenderiye'yi sa­vunmak üzere giden Fransız gücü komutanı Abdullah Mino Kahi­re'deki karargâhından uzak düşmüş oldu. Bir Osmanlı Kara kuvve­tinin başında gelen Sadrazam ise bu sırada Kahire'ye yaklaşıyordu. Bu yüzden Abdullah Mino'nun Kahire'deki naibi barış istemek zo­runda kaldı ve buradaki Fransız askerlerinin İngiliz gemileri üze­rinde Fransa'ya nakledilmeleri şartıyla Kahire'ye teslim oldu. Ardından Mısır'da bulunan îngiliz gücüne destele olmak üzere Hin­distan'dan bir kuvvet ulaştı. Ve İskenderiye'de bulunan Mino ko­mutasındaki Fransız güçlerini kuşatarak, Mino'yu bir antlaşma imzalamaya mecbur etti.

Bu antlaşma, H. 1216 yılında Mino'nun naibi tarafından Kahi-re'de imzalanan antlaşmanın aynısıydı. Bu suretle Fransız güçleri Mısır'dan temizlenerek efradı Fransa'ya nakledildiler.

Bu Fransız hamlesinin Mısır üzerinde ve özellikle Mısır'ı çev­releyen komşu ülkeler üzerinde çok kötü etkileri oldu. Bu hamle­yi, Mısır müslümanlarınm psikolojik ve moral çöküntüsüne bir başlangıç sayabiliriz. Aynı zamanda bu Fransız baskınını, Os­manlıların içinde bulundukları çöküntünün Avrupalılar tarafın­dan keşfedildiği aşamaya başlangıç olarak da sayabiliriz. Bütün bunlar hıristiyanlık dünyasının İslam dünyası üzerine yaptığı saldırıyı cesaretlendirmiştir. Çünkü Fransızlar'm Mısır'a düzen­ledikleri bu seferle Mısırlılar, gelişmiş uygarlığın ilerleyen korte­jinden çok geride kalmış bulunduklarının farkına varmışlardır. Fransızların, bilimsel ve örgütsel açıdan ne kadar ileride oldukla­rını görmüş, bu yüzden de aşağılık kompleksine kapılmış ve Fransızların karşısında hem askeri alanda hem de psikolojik açı­dan çökmüşlerdr. Keza, medeniyetin temsilcileri olarak ortaya çıkan Fransızlar, Mısır'da açık ve aleni şekilde alkollü içkiler kul­lanarak toplumsal ve ahlaki yönden çeşitli çirkinlikler sergileye­rek işledikleri fiillerin sonucu, kötü örnekler İslam ümmetinin safları arasında yayılmaya başlamıştır. Bu durum ise Fransızlara, eskiden beri hayranlık besleyenlerin onları örnek almak ve uy­garlıkta onların çizgisini izlemek üzere halka çağrıda bulunmak konusunda cesaretlendirmiştir. Bu yüzden de gelenek ve düşün­cede bir çok değişiklikler meydana gelmiştir.

Kaydedilen gelişmeler ise şöyledir. Mısır'a matbaa ve bir çok aletler girdi. Bölge incelendi. Reşit kentinde bir taş üzerinde bulu­nan kitabeler Yunanca ile karşılaştırılarak çözüldü. Bu Fransız se­feri, Mısır'ın ne kadar önemli bir yere sahip olduğuna ve dünyada­ki mevkiine ilişkin olarak İngilizleri uyandırdı. [8]

 

Fransızların Çekilmesinden SonraMısır Yönetimi ÜzerindeBaş Gösteren Anlaşmazlıklar

 

Mısır, işgalci Fransızları buradan kovmak için büyük çabalar harcayan Osmanlı Devleti'nin topraklarından bir parça idi. Elbet-teki topraklarının bir parçası olan bu bölgeye kimi uygun görürse onu vali tayin etmek için esas hak sahibi olan Osmanlı Devleti idi.

Binaenaleyh Osmanlı Devleti, Hüsrev Paşa adında bir devlet adamını buraya vali tayin etti. Fakat Memlukların görüşü bundan farklıydı. Yani onlar Mısır Valiliğini üstlenmek konusunda, önceliğin kendilerine ait olduğuna inanıyorlardı. Bu konuda her ne kadar Os­manlı Devletiyle kavgaya tutuşmuyor idiyseler de Fransızların Mısır baskını sırasında onlara karşı direnerek göstermiş oldukları yarar­lıktan ötürü, Mısır Valiliği makamının, devlet tarafından kendileri­ne verilmesini bir hak olarak görüyorlardı. Dolayısıyla Hüsrev Pa-şa'nın tayininden dolayı hoşnut olmadılar. Aynı zamanda Mısır ule­masına göre de, Osmanlıların vali tayini konusunda Memlukların görüşünü almaları devletin bir görevi olduğu doğrultusunda idi. Çünkü Fransızlar aleyhindeki girişimleri onlarda yönetmiş, direniş­leri sevk ve idare etmişlerdi. Bu olaylarda halk onların etrafında top­lanmıştı. Dolayısıyla Memlukların görüşü alınmadan Hüsrev Pa­şa'mn Mısır'a vali tayin edilmesine alimler de razı olmadılar.

İngilizlere gelince onların amacı Hindistan'a giden yollarını korumak için İskenderiye yakınlarında, girmiş bulundukları böl­gede kalıp burada tutunabilmek ve diğer devletlerin özellikle de kendileriyle rekabet halinde bulunan Fransa'nın tehditlerine kar­şı Mısır'ı korumaktı. Çünkü Mısır'ın Fransızlar tarafından ikinci kez tehdit edilmesi demek, Hindistan'ı sonsuza dek kaybetmek demekti. Her ne kadar bu yol, işbu kez tehdit ve tehlikelerden kur­tulmuş ise de tekrar ve bir daha aynı tehlikeyle karşılaşmayacak diye bir garanti yoktu. Bu yüzden İngilizler, kendileri için bir daya­nak arıyorlardı. İşte bu niyetle zaten Hüsrev Paşa'nın vali tayin edilmesinden dolayı öfkeli olan Memluklara yanaştılar ve onları Mısır yönetimini elde etme konusunda Osmanlı Devleti'ne istek dayatmak için cesaretlendirdiler. Onları bu yolda teşvik ettiler.

Osmanlılar gelişen bu İngiliz-Memluk yaklaşmasından rahat­sızlık duymaya başladılar. Çünkü her şeyden önce İngilizler Haçlı idiler ve Haçlılık ruhuna sahip idiler. Her ne kadar Fransızların Mı­sır'dan kovulmasında Osmanlılara destek vermiş idiyseler de bunu ne Osmanlıların yararı için ne de Mısır topraklarının korunması için yapmışlardı. Bilakis kendi çıkarları için yapmışlardı. Bu neden­le Memluklara baskı yapması için yeni valiye talimatlarını verdiler. Fakat onu maddi yönden desteklemediler. Bu yüzden o da maaşla­rı ödemekte gecikti. Bunun üzerine ordu ve Özellikle Tahir Paşa ko­mutasında bulunan Arnavut asıllı birliğin mensupları ayaklandılar. Dolayısıyla Hüsrev Paşa, Dimyat yoluyla Mısır'ı terketmek zorunda kaldı. Bu sefer de Osmanlı Sultanından onay gelinceye kadar alim­ler, Tahir Paşa'nın geçici olarak Mısır Valiliği'ne tayin edilmesi ko­nusunda aralarında anlaştılar. Aynı zamanda halkın, bu karışık or­tamın gailelerinden kurtulup iş ve güçlerine dönmeleri ve durum­ların istikrar bulması amacıyla alimler, Said Kenti'nde kümelenen Memluklarla geçici Vali Tahir Paşa'nın arasım bulmaya çalıştılar. Bu suretle de alimler saygınlık kazanarak Mısır diyarında halkın efendileri ve başvuru mercileri haline geldiler. Hem vali, hem de Memluklar bu duruma razı oldular. Halk da onlara uydu.

Bu kez de omuz omuza birleşen halkın ortasında ayrı düşmüş bulunan yeniçeriler, kendilerini yalnız hissederek bu durumdan sı­kıntı duydular ve özellikle valiye karşı ayaklanan Arnavut birlikleri­nin davranışlarından olumsuz etkilendiler. Tabiatiyle duygular da kabararak rolünü oynamaya başladı. Bunun üzerine hevesli bazı genç subaylar bu sırada harekete geçerek Mısır Valiliğini teslim al­mış bulunan Arnavut birliklerinin komutanı Tahir Paşa'yı öldürdü­ler, yerine, o gün için Kahire Valisi olan Ahmet Paşa'yı tayin ettiler.

Ahmet Paşa, halk arasında saygın olan alimlere yanaşıp onla­rın desteğini kazanmaya çalıştı ise de yeniçeriler sunardılar. Bu se­fer de alimler tarafından desteklenen ve Memluklarla anlaşan Ah­met Paşa'nın yardımcısı ve Arnavut birlikleri komutanı Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı tayin etmek istediler. Aynı zamanda yeniçeri­lerle yeni vali Mehmet Ali Paşa anlaşarak H. 1218 yılında Ahmet Paşa'yı Mısır'dan kovdular. [9]

 

Kavalalı Mehmet Ali Paşa

 

Artık Kavalalı Mehmet Ali Paşa Mısır'daki ordunun, ya da baş­ka adıyla buradaki Osmanlı muhafız gücünün genel komutanı ol­du. Memluklara da vergi toplama görevleriyle içişlerinin düzenlen­mesini verdi. Mısırlı alimler de bu karşılıklı anlayış gösterisini des­teklediler. Ne varki ülke çok kötü şartlar geçirmiş bulunuyordu.

îç durumlar ve ekonomi çökmüştü. Paraya büyük ihtiyaç vardı. Bunu temin edecek, halktan başka da bir kaynak yoktu. Bu neden­le sorumlular halka ağır vergiler tarhettiler ki bunlar da Memluk­lardı. Halk ise bu ağır şartlara dayanacak güçte değildi. O bakım­dan Memluklara karşı galeyana geldiler. Halk sokaklara döküldü. Şehrin muhtelif yerlerinden El-Ezher'e doğru gösteriler düzenlen­di. Alimler vergilerin kaldırılması için çalışsınlar diye halk gösteri­leri El-Ezher Üniversitesi karşısında düzenlemişti.

Durum bu raddeye varınca Mehmet Ali Paşa da Memluklara karşı tavır aldı ve halkı destekler mahiyette askeri güçlerini cadde­lere döktü. Bunun üzerine Memluklar Said kentine kaçtılar. Bu su­retle Mehmet Ali Paşa artık halkın rakipsiz lideri haline geldi. Bu arada Memlukların halka reva gördükleri zulüm ve baskıya karşı ol­duğunu ilan etti. Ondan sonra da Mısır'ın bütün yönetimini eline geçirmeyi plânladı.

Mehmet Ali Paşa çok zeki bir şahsiyetti ve büyük imkanlara sahipti. Ele aldığı bütün işlerde başarılı da oldu. Örneğin tütün ti­caretiyle uğraştı ve bol kazançlar elde etti. Çiftçi müstahsillerden mal toplayarak bunda da başarılı oldu. Sonra Fransızların Mı­sır'dan çıkarılması için buraya gelen Osmanlı ordusunda subay olarak tayin edilmişti. Bu sırada aldığı görevlerde büyük bir savaş­ma gücü göstererek kendini kanıtladı. Çok uzun vadeli ve büyük hedeflere yönelik hevesleri vardı. Bir işe başlamadan önce o konu­da bir plan ve tasarı hazırlardı. Genellikle de başarı elde ederdi. Karşıt cepheleri (düşman grupları) birbirine düşürmeyi çok iyi be­cerir, ondan sonra da güçlü tarafın yanında yerini alırdı. İnsanları kullanmayı ve hedefini gerçekleştirmek için onları ezmeyi, kendi­lerinden kurtulmak için de onları suçlamayı çok iyi başarırdı.

Nitekim vergi toplama işini Memluklara vererek onları nasıl tuzağa düşürdüğünü, başlangıçta onlarla anlaşarak, istediği ger­çekleşip halkın Memluklara karşı hoşnutsuzluğunu görünce de onlar aleyhinde nasıl tavır aldığını ve onları nasıl devirerek yöne­timden uzaklaştırdığını biraz önce gördük. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'mn her konuda izlediği yol böyle idi.

Mehmet Ali Paşa Avrupa'yı taklit etmek ve hayatın her alanın­da Avrupa'nın gidişat ve çizgisini izlemek konusunda geniş adım­larla yürüyor, bu konuda İslamî tarz ve düşünceyi, İslamî gelenek­leri, yasakları ve İslam mirasıyla ilgili her şeyi bir kenara itiyordu. Bu nedenle Avrupa, Onun tutum ve davranışlarından hoşnuttu. Onun kımıldayışları ve yayılmacılığı karşısında suskundu. Hatta Avrupa Onu, görüşlerini yaymak için bazan teşvik bile ediyordu. Bundan amaç toplumun, Onun gayretleriyle Avrupaî bir yaşam tarzını seçmesi, bu suretle de din ve inancından kopmasıydı.

Mehmet Ali Paşa politika alanında da Fransız siyasetine eğilim gösteriyor ve onun paralelinde çalışıyordu. Nitekim Fransa Devle­ti de onun bu eğiliminden çıkar sağladıkça Mehmet Ali'yi destek­liyor, çıkarının biraz zedeleneceğini gördüğü zaman da tarafsızlık gösteriyor, duraklıyordu ve herhangi bir tavır koymuyordu.

Keza genellikle bütün hiristiyan ülkeler, Mehmet Ali Paşa'mn haçlılık zihniyeti karşısında bir engel olarakdurmadığını, ya da aleyhinde direniş bayrağı açmadığını gördükleri sürece onun siya­setine bir tehlike gözüyle bakmıyor, bilakis Avrupa çizgisinde yü­rümek için yaptığı çağrıda ve İslamî düşünceye tutunmayışmda onu yollarını açan biri olarak görüyorlardı. Çünkü Mehmet Ali'nin bu siyaseti, müslümanları din ve inançlarından uzaklaştırıyordu. Hıristiyan devletlerin, uğrunda çaba harcadıkları hedef de zaten buydu.

Fakat yeni devletin bedeninde canlanma belirtileri görünce endişelendiler. Onun, Osmanlı Devleti'nin yerine geçeceği, ya da O'nu izleyeceği ürküntüsü içinde Mehmet Ali Paşa'mn bu devleti Osmanlıların yükselme devrindeki düzeyine çıkaracağı yolunda heveslendiğini görünce büsbütün korkmaya başladılar. [10]

 

Mehmet Alî Paşa'nın Mısır Valiliği

 

Halk Mısır'daki Arnavut asıllı askeri gücü ve Mehmet Ali'nin heveslerim görüp ona eğilim gösterince Osmanlı Devleti, İsken­deriye Emiri Hurşit Paşayı Mısır'a vali tayin etti. Nitekim Hurşit Paşa, Mehmet Ali ve ordusundan kurtulabilmek için elinden gelen her çabayı harcadı. Aynı zamanda Arnavut asıllı askeri birliğin Mı­sır'dan çıkarılması konusunda Sultan tarafından ferman bile çıka­rıldı. Fakat halk bunu protesto etti. Bunun üzerine devlet susarak vermiş olduğu emirleri askıya aldı.

Ne varki bu sırada bir yandan valiyle Mısır'daki ordunun, diğer yandan ise vali ile halkın ve onu temsil eden alimlerin arası açıldı. Öyle ki bu hasım taraflar arasında bir fitnenin patlak vermesi çıka­cak bir kıvılcım bekliyordu. Halk valinin kendilerinden ödemeleri­ni istediği vergilen çok büyük bir olay olarak karşıladılar ve bu is­teğe itirazda bulundular. Bunun üzerine fitne patlak verdi. Sonuç­ta vali Hurşit Paşa Mısırı terketmek zorunda kaldı. Tabiatıyla Meh­met Ali Paşa sultantan korktuğu için bu olaylar sırasında herhan­gi bir tavır sergilemedi.

Esasen O, böyle davranmakla amacından kendisini uzaklaştı­racak bir fırtına kopmadan hedefine ulaşmak için susuyordu. Hurşit Paşa'nın ayrılmasıyla Mısır, valisiz kalmıştı. Alimler de dev­letin, zaman zaman kendilerini görmezlikten geldiğini ileri süre­rek Mısır Valiliği makamı için Mehmet Ali Paşa'nın kişiliğinde ara­nan yeterliliği görünce bu konuda davranmayı kararlaştırdılar ve bu amaçla kendisini ziyaret ettiler. Mısır Nakıyb'ül-eşraf'ı Ömer Mükerrem ile El-Ezher Üniversitesi Şeyhi Abdullah Eş-Şarkavî, ona valilik üniformasını giydirdiler ve kendilerine danışmadan herhangi bir karar vermemesi konusunda ondan söz aldılar. Bu­nun üzerine Osmanlı Sultanı da H. 1220 yılında bir ferman çıkara­rak Mehmet Ali Paşa'nın Mısır'a vali atanmasını onayladı. Böyle­ce Mehmet Ali Paşa'nın Mısır Valiliği, güçlü ve sağlam desteklere dayanmış oldu ki bunlar da halkın, etraflarında yumak haline gel­dikleri Mısır alimleri idiler. Mehmet Ali Paşa da otoritesini güçlen­dirmek için daima onlara danışıyordu.

Bu sıralarda İngilizlere gelince bunlar da Fransızlarla imzala­dıkları Emyan Barışı'ndan sonra H. 1217 yılında Mısır'dan tama­men çekilmek zorunda kaldılar. Ancak Mısır Valiliğini teslim almış bulunan Mehmet Ali Paşa ile de anlaşmazlığa düşecekleri beklen­tisi içindeydiler. Çünkü İngilizlerin, Mısır'da çıkarları vardı. Meh­met Ali Paşa da çok hevesli ve kaprisli biriydi. Halkın ve Osmanlı Devleti'nin gözlen önünde güç gösterisi yapmak konusunda sahip olduğu özel yapısı nedeniyle o, bu çıkarları İngilizlere kolayca kap­tıracak değildi. Dolayısıyla çıkarlar çatışacaktı. Ve sonuçta Meh­met Ali, İngiltere ile rekabet içinde bulunan Fransızlara baş vura­caktı. Çünkü Eransizlar en azından Hindistan yolunu ellerinde tu­tabilmek için İngiltere ile rekabet halinde idiler.

İşte sorun bu noktada odaki aşıyordu. Onun için İngilizler Mehmet Ali Paşa'nın Mısır Valiliği'nden azledilmesi için Osmanlı Sultanı'nm nezdinde harekete geçtiler. Ne varki Mehmet Ali Paşa güçlü dayanaklara sahip olduğu ve alimler tarafından desteklen­diği için Sultan onu makamında bırakmak zorunda idi. İngiltere, yeniden onun hasımları olan Memluklarla temas kurmayı ve zor kullanarak Mısır'ı işgal etmeyi düşünmeye başladılar. Çünkü özel­likle bu aşamada Osmanlı devleti nezdinde İngiltere'ye bakımla Fransız siyaseti daha ağır basıyordu.

Bu gelişmelerin sonunda ortam gerginleşince İngiltere H. 1222 yılında Frizer komutasında Mısır üzerine yedibin kişilik bir kuvvet gönderdi. Bu askeri güç, İskenderiye'ye ulaşarak şehri işgal etti ve Reşit Kentine doğru yöneldi. Halk, evlerinden sokaklara dö­külerek bu işgalcilere karşı koymaya çalıştılar. Bunun üzerine İngi­liz kuvvetleri geri çekilmeye mecbur oldu. Mehmet Ali Paşa da bu İngiliz baskınına karşı durmak için gelip ortaya atıldı. Bir süre ön­ce Said Kenti'nde, kendilerine karşı savaş verdiği Memluklarla da barıştıktan sonra İngilizlere karşı harekete geçti. Dolayısıyla İngi­lizler Memluklardan umdukları yardımı göremediler. Çünkü müs-lümanlarm, topraklarım işgal etme gayreti içinde olan saldırgan bir kâfire destek vermeleri mümkün değildi. Aynı zamanda millet­lerarası dünya şartları da İngiltere için bu sırada uygun değildi. Çünkü Fransa ile Rusya barışmış ve bu sıralarda bir birlik oluşturmuşlardı. O bakımdan İngiltere, Osmanlı Devleti'ne yanaşmayı bütün bu düşündüklerinden daha iyi gördü ve Mısır'dan askerleri­ni çekmek zorunda kaldı. Sonuçta Mehmet Ali Paşa ülkenin kur­tarıcısı olarak tanındı. Mısır uleması ve sultan da O'na sevgi göste­risinde bulundular. O zamana kadar Osmanlı Devleti'nin uhdesi altında bulunan Mısır sahillerinin yönetimi de bir hediye kabilin­den Mehmet Ali Paşa'ya bahşedildi. [11]

 

Mehmet Ali Paşa'nın Dış Siyaseti

 

Mehmet Ali Paşa, karşısında durabilecek bütün kuvvetlen ber­taraf etmekle işe başladı. Önce alimlere el attı. Çünkü karşısında duran bir güç ve engel olarak onları görüyordu. Bir kere herşeyden önce kendisini Mısır Valisi olarak tayin etmiş olmakla onlara min­net borçluydu. Keza, her halükârda onlara baş vuracağına dair söz vermişti. Halkın desteğine sahip oldukları için onlara danışmadan hiç bir şey yapması mümkün değildi. Bu nedenle gerek haysiyetli ve şerefli bir yolla, gerek rüşvet vererek onları yoldan çıkarmakla gerek onları öldürüp ortadan kaldırmakla ya da başlarına fitneler, dertler ve belalar açmakla (ve nihayet H. 1224'de Nakıyb'ül- Eşraf Ömer Mükerrem'i Dimyat Kentine sürgüne gönderdiği gibi herhangi bir çareyle) onları teker teker bertaraf etti. Ondan sonra da Memlukla­ra dönerek H. 1226 yılında Suudilere karşı savaşmak üzere oğlu To­sun Paşa'yi uğurladığı sırada düzenlenen bir ziyafet bahanesiyle kale içine davet ettiği Memlukları da ortadan kaldırdı. Bütün bun­lardan sonra artık havanın berraklaştığmı (meydanın kendisine kal­mış olduğunu) görerek ikna oldu, güven içinde olduğuna artık inandı ve istediği siyaseti uygulama alanına koydu. [12]

 

Mehmet Ali Paşa'nın İç Siyaseti

 

Mehmet Ali Paşa, isteklerinin önünde başkalarının engel oluş­turmaması için otoritesini güçlendirmeye baktı. Bu konuda ise izle­necek yolun tam anlamıyla Batıyı taklit etmek olduğuna inanıyor­du. Bu amaçla ordusunu ve özellikle Arnavut asıllı temel birliğini eğitmek için çalışmalar yaptı. Her ne kadar giriştiği savaşlar Onun, ordusuna bu yolda tasarladığı eğitimi tam anlamıyla yaptırmasına engel oluyor idi ise de bu girişimini sürdürdü ve Fransızların Mısır seferi sırasında ülkede kalmış bulunan bir Fransız subayından ya­rarlandı. Bu zat, İslam dinine girmiş bulunan General Seyfettin'dir ki sonradan Süleyman EI-Fransavî (Fransız Süleyman) adını aldı. Mehmet Ali Paşa H. 1235 yılında Asvan'da bir harp akademisi aça­rak denetim ve yönetimini, ayrıca parayla satın aldığı kölelerinin eğitim işini de ona havale etti. Mehmet Ali Paşa, başlangıçta asker­lerini Sudanlılardan, daha sonra ise Mısırlı çiftçilerden seçmeye başladı. Piyade Okulu Süvari Okulu, Topçu Okulu ve Harp Akademi­si gibi modern okullar kurdu. Ve bu amaçla Avrupa'ya, özellikle Fransa'ya heyetler gönderdi. Sonra müslümanlarla birlikte orduya hiristiyanları da aldı. Bunlardan bazıları zamanla yüksek rütbeler alınca -tabiatıyla- bir süre sonra orduda çöküntü baş gösterdi. Çün­kü bunlar, aynı ülkenin ordusuna birlikte katılmış oldukları müslü-manlardan çok, Avrupalı hıristiyan kardeşlerine karşı daha fazla eğilim gösteriyorlardı. Çünkü vicdanlar ve duygular arasındaki bağ­ları ortak inançlar belirlemektedir. Özellikle de Mısır'ın çok eski yerlileri olan Kıpt [13] toplumu ülkeleri oan Mısır topraklarının vaktiy­le müslümanlar tarafından zorla alındığını pekâlâ bilmektedirler.

Mehmet Ali Paşa bir donanma inşa ettirdi. Kahire'de Nil Neh­ri üzerinde, Bulak denilen mevkide yapılan çalışmalar bu donan­manın ilk çekirdeğini oluşturdu. Mehmet Ali Paşa aynı zamanda Avrupa'dan da birçok savga gemileri satın aldı. Bu donanma hicri 1242 yılında cereyan eden Navarin Deniz Savaşında tahrip edildi. Mehmet Ali Paşa bunu yeniden te'sis etti ve İskenderiye'de gemi yapımı için bir tersane ile bir deniz okulu kurdu. Buralarda İngiliz uzmanlar çalıştırdı. Fakat Mehmet Ali Paşa'nm kurduğu düzen, onun ordusu ile birlikte Suriye topraklarından çekildiği H. 1256 yıllarında çökmeye başladı.

Mehmet Ali Paşa eğitime de çok önem verdi. İlkokullar, liseler, tıp ve mühendislik gibi yüksek ihtisas okulları açtırdı. Fakülteler kurdu. Yabancı dillere önem verdi. Meslek ve sanat okulları inşa ettirdi- Mısır'da resmi El-Vakayi Gazetesi onun döneminde çık­maya başladı.

Onun zamanında tarım faaliyetlerine gelince Mehmet Ali Pa­şa Mısır arazilerinin ölçümlerini yaptırdı ve tarımsal arazileri çift­çilere dağıttı. Ne varki bütün Mısır topraklarını kendi mülkiyetine geçirdi ve çiftçi olarak hizmet verenlerin hepsini, çiftliklerinde ça­lışan işçiler statüsüne koydu. Onlara aynı zamanda vergiler de yükledi. Sulama şebekeleri kurdurdu, kanallar açtırdı. Bunların en ünlüleri İskenderiye'ye ulaşan ve Nih Nehri'nin Reşit koluyla bir­leşen kanaldır. Nil sularının yükseltilerek, arazinin bundan yarar­landırılması amacıyla su kemerleri inşa ettirdi. Yeni ürünlerin eki­minde öncülük yaptı ki, bunların en ünlülerinden biri de pamuk­tur. Pamuk ekimi daha sonra çok yaygınlaştı. Aynı zamanda daha önce pek yaygın olmayan zeytin ve dut ağacı dikilmesini ve hay­vancılığı teşvik etti.

Mısır'da o döneme kadar sadece el sanatları bilinmekteydi. Mehmet Ali Paşa zamanında ise iplik ve dokuma fabrikalarında, şeker, sicim, halat ve fes imalathanelerinde yeni alet ve makinalar ithal edilerek kullanılmaya başlandı. Aynı zamanda top ve cepha­ne cinsinden silahlar da üretilmeye başlandı.

Mehmet Ali Paşa, ulaştırmayı da düzene sokarak, yol kesip soygunculuk yapan eşkiyaya karşı mücadele verdi. Mısır'da ticari hayat canlılık kazandı. Özellikle Avrupa ve Hindistan'la ticari faali­yetler gelişti. Fakat Mehmet Ali Paşa iç ticaret üzerinde spekülas­yon yapıyordu. Çünkü çiftçinin mahsulünü istediği fiyatla alıyor ve yabancı tüccarlara satıyordu. Bu ticaretin kârı, her ne kadar devlete akıyor idiyse de esasen Mehmet Ali Paşa'nın bizzat kendi­si devletti.

Mehmet Ali Paşa yönetimine de çeki düzen verdi. Bu cümle­den olarak alimlerden ve üst düzey bürokratlardan oluşan bir şu­ra meclisi kurdu. Bu meclisi ise oğlu İbrahim Paşa'nm başkanlığı altında yönettirdi. Ayrıca uygulamadan önce devletin projelerini inceleyen yüksek divan oluştu. Her idari kademenin ayrıca bir ko­misyonu vardı. Ancak bütün bunlara rağmen Mehmet Ali Paşa her askeri diktatör ve hırslı siyaset adamları gibi her şeyi kendine bağ­lamıştı. [14]

 

Mehmet Ali Paşa'nın Giriştiği Savaşlar

 

Mehmet Ali Paşa, yayılmacı girişimlerine göz yumması ve Mı­sır Valiliği makamını sürekli olarak elinde tutabilmek için başlan­gıçta Osmanlı Sultanı'nm hoşnutluğunu kazanmak istiyordu. Ni­tekim bu sebepledir ki o sıralarda kurulma çabasında olan Suudi Devletini ortadan kaldırmak için Osmanlı Sultanının teklifini ka­bul etti. Çünkü böyle davranmakla sultanı memnun ediyordu. Bu­nun sonucu olarak da sultan onu Mısır Valiliğinde tutmuş olacak­tı. Bu arada Mehmet Ali Paşa'nm egemenlik alanı genişleyecekti.

Öte yandan Suudi Devleti, ne Mehmet Ali Paşa'nm, ne de Os­manlı Devletininkine uyan birçizgide İslama bakış açısı vardı. Su­udi Devleti îslamı yeniden canlandırmak ve onu hayata geçirmek için çabalar sarfediyordu: Aynı zamanda İslam ümmetinin uyuş­muş bedeninde îslamî ruhun, yeniden canlılık kazanmaması için hıristiyan milletler de Mehmet Ali Paşa'nm bu girişiminden mem­nun idiler. Çünkü Suudi Devletinin varlık göstermesiyle birlikte selefilik (yani arı İslama çağrı) faaliyetleri süratle diğer İslam memleketlerine de yayılacak, îslarmn yemden hayata geçirilmesi uğrunda cihad düşüncesi, müslümanlar arasında yeniden canla­nacak ve tutunacaktı. Bu ise Haçlı zihniyetine karşı bir tehlike oluşturacaktı. Ne varki bu hıristiyan ülkeler Mehmet Ali Paşa'nın, egemenlik alanının gereğinden fazla genişlemesine taraftar değil­lerdi. Çünkü İslami çizgide olmasa bile Mehmet Ali Paşa'nın bu girişimleri ve geniş bölgelere yayılması İslam ümmetini yeniden diriltebilirdi. Müslümanların bu suretle kaydedecekleri uyanış, (Suudilerin modelinde sağlanacak düzeyden) daha hafif olacak fa­kat bu suretle de müslümanlar güçlenmiş olacaktı. Mehmet Ali Paşa'nın ölümünden sonra O'nun yerine geçecek kimseler tara­fından cihad ruhu tekrar yayılabilirdi. Bu nedenle Mehmet Ali Pa­şa'nın, Basra Körfezi sularına ulaşmasını bile önlediler.

Mehmet Ali sadece Der'îye kentini yakıp yıktı ve halkının ba­şına felaketler getirdi. Aynı zamanda İngiltere onun Muskat hü­kümdarı Said Bin Sultan'la anlaşmasını önledi. Bu girişimler sıra­sında bile İngiltere ondan birtakım yararlar elde ediyordu. En azından kendisine düşmanlık besleyen Fransızlardan, Mehmet Ali'yi soğutmaya çalışıyordu. Her şeye rağmen haçlılık ruhu, (çıkar çatışması ve rekabet gibi ayrıntılardan önce) hiristiyanlarm ortak noktasıydı. Her halükârda Mehmet Ali Paşa'nın Hicaz'da Arap ya­rımadasının orta bölgeleri ve zaman zaman Asîr üzerinde siyasî etkinliği yayıldı. Bu arada Osmanlı Sultani'nın hoşnutluğunu da kazanmış ve güç denemesi yapmış oldu.

Mehmet Ali Paşa bu kez de Sudan'a doğru püskürmeye başla­dı. Buraya oğlu İsmail Paşa komutasında bir askeri kuvvet şevket­ti. Bu kuvvet H. 1235 yılına Berber, Şendi ve Mavi Nü kıyısında bu­lunan Sinnar Kentine girdi. Mehmet Ali, egemenlik alanını geniş­letmek için bu harekâta girişiyordu. Nitekim bu suretle, takım ve orman ürünlerinden büyük bir servet elde etti. Buna ilaveten çok pahalı olan fildişi ve büyük rezerler halinde bulunduğunu, söylen­ti olarak yayılan altın ve gümüş cevherine de sahip oldu. Ancak bütün bunlardan daha önemli bir konu vardı. Bu da oğlu ile yap­tığı haberleşmelerden anlaşıldığı üzere Sudan'dan büyüksayılarda zencileri getirip bunlardan çok güçlü bir ordu oluşturmasıdır. Ni­tekim Memluklarla arası bozulunca Sudan'ın kuzey bölgesinde toparlanmaya çalıştıkları bir sırada zencilerden oluşan bu ordusunu onların üzerine gönderdi. Ancak Sudan'a girdikten sonra Mısır or­dusunda hastalık yayıldı. Bunun üzerine İsmail Paşa babasından yardım istedi. O da diğer oğlu İbrahim'i kardeşinin imdadına gön­derdi. İbrahim Paşa Arap yarımadasından yeni dönmüş bulunu­yordu. Bu sırada İsmail Paşa da hastalanarak Mısır'a dönmek üze­re yola çıktı. Ancak Şendi Beldesine ulaşınca bu yörenin beyi olan Nemir, düzenlediği bir komplo ile İsmail Paşayı ve beraberindeki heyeti ateşe vererek yaktı. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa öfkele­nerek Sudan üzerine bir ordu daha gönderdi. Bu ordu gelip Şendi kentini yakarak halkından da intikam aldılar.

Ardından H. 1238 yılında(şimdiki Sudan'ın başkenti olan) Har-tum Şehri kuruldu. Bu şehir Mehmet Ali'nin Mısır Eyaletine bağla­nan bu yeni bölgenin, bir üssü olmak üzere tesis edildi. İşte bu su­retle de Mehmet Ali'nin yönetimi altındaki Eyalet çok genişlemiş oldu. Osmanlı Halifesi de onun bu yayılmasından çok memnun ol­muştu. Madem ki Mısır, Osmanlı Devletine bağlı bir eyaletti, şu hal­de bu yayılma, emelde onun adına yapılıyordu. Hıristiyanlık dün­yası ise bu gelişmeden endişe duyuyordu. Komşu hıristiyan Habe­şistan devletinin ortadan kaldırılmasından korkuyorlardı. Hıristi­yanlık dünyası burayı kendileri için bir üs sayıyorlardı. Çünkü Ha­beşistan, İslam denizinin ortasında bir hıristiyan adası gibiydi.

Nitekim, Mehmet Ali Paşa'ya yakınlığıyla bilinen Kahire'deki İngiliz Büyük Elçisi Henry Sowlet bu konudaki endişelerini gizle­memiş, Mehmet Ali Paşa'yla konuşmuştu. Fakat Mehmet Ali Paşa, eğer İngiltere isterse bölgeden çekilebileceğini, İngiltere ile olan dostluğunun bu bölgeyi topraklarına katmaktan daha önemli ol­duğunu ifade ederek onu rahatlatan bir cevap vermişti. Mehmet Ali Paşa, Fransız siyasetine daha çok eğilim göstermesine rağmen hıristiyan ülkelerin, aralarında rekabete girişerek kendisini devire­bilecekleri korkusuyla, İngiltere ile olan dostluğunu da bir kenara atmıyordu. Nitekim Mısır güzergâhını kullanmak konusunda iki devlet arasındaki rekabet de devam edip gitti.

Mehmet Ali Paşa, egemenlik alanım Sudan'a kadar uzatmayı başarır başarmaz bu kez de Osmanlı Devletine karşı serkeşlik yapmaya başlayan Yunanlılar üzerine bir savaş düzenlemesi konu­sunda Osmanlı halifesinden yardım istedi. Yunanlılar Avrupa mil­letlerinden çok büyük destek görüyorlardı. Hatta bu konuda şair­lerin ve düşünürlerin sesleri bile yükseliyordu. Yunanlılara destek veriyorlardı.Hatta bu şair ve düşünürlerden bazı kimseler, Osman­lılara karşı Yunan saflarında yerlerini bile aldılar. Rusya da bu ayaklanmayı duygularıyla destekliyordu. Fakat etkileri kendi top­raklarına sıçrar diye aynı zamanda korkuyordu.

Avusturya Başbakanı Miternik ise hem bu ayaklanmanın, hem de nereden olursa olsun çıkacak herhangi bir kargaşanın aleyhindeydi. İngiltere ise Rusya'nın, bu ayaklanmaya arka çıkma­sından ve isyan başarıya ulaşırsa Rusya'nın Yunanistan'a kadar açılmasından korkuyordu. Bu neden İngiltere, ne Yunan ayaklan­masının başarıya ulaşmasını, ne de Rusya'nın bu ayaklanmayı desteklemesini istiyordu.

İngiltere isyanların gelişerek bütün Avrupa'ya yayılmasından korktuğu için Rusya'ya -bu ayaklanmayı desteklemesi için- öğüt­lerde bulundu ve onu ikna etti. Bunun üzerine Rusya, başlangıç­ta, ayaklanmayı desteklemekten çekildi. Mehmet Ali Paşa'ya ge­lince aslında O, Yunanlıların hareketini içinden destekliyordu. Ni­tekim Yunanistan'a dönüp isyana katılmaları için Mısır'da oturan Yunanlılara dönüş izni bile verdi. Aynı zamanda Yunan asıllı köle­lerin de özgürlüklerini bağışlayarak onları aynı amaçla Yunanista-na gönderdi. Esasen Mehmet Ali Paşa, hıristiyanlarla aynı duygu­ları paylaştığını Avrupalılara göstermek istiyordu. Mehmet AH Pa­şa din ve inanca hiç önem vermezdi. Şurası çok iyi bilinmektedir ki Mısır'ın eski yerlileri olan hıristiyan Kiptiler onun döneminde onun en büyük ilgi ve himayesini görmüşlerdir.

Bu cümleden olarak bu Kıptilerden Bogis Bey başbakan düze­yinde bir statüye sahipti ve onun en büyük danışmanlarından bi­ri idi. Bu adam bir hıristiyan ermeniydi. Avrupanm tavır ve tutu­munu daima destekliyor, dolayısıyla Mehmet Ali Paşa'mn tutu­muna da destek veriyordu. Nihayet Rusya da bütün gücüyle Yunan ayaklanmasına arka çıkmaya başladı. Ancak Avrupa ülkeleri Rus­ya'nın Akdeniz'e kadar ulaşmayı başarmasından korkarak Yunan isyanının karşısında tavır aldılar ve Osmanlı halifesine destek ver­diler. İşte ancak gelişmelerin bu raddesinde Mehmet Ali Paşa, ayaklanmanın bastırılması için halifeden gelen teklifi kabul etti; ya da Avrupalı ülkeler, Mehmet Ali'nin bu isyanı bastırmasına ta­raftar oldular. Çünkü bir bakıma kendileri bu olaya müdahale ede-miyorlardı. Sebebine gelince haçlılık faktörüyle bu ülkelerin halk­ları, Yunan isyanını destekliyorlardı. Nihayet Mehmet Ali Paşa'mn Yunan topraklarındaki Osmanlı güçlerine genel komutan tayin edilmesi konusunda halife tarafından ferman çıkarıldı.

Bunun üzerine Mısır ordusu, İbrahim Paşa komutasıda İsken­deriye'den hareket etti. Bu kuvvet, ellibir savaş gemisinden oluşu­yordu. Ayrıca 146 pare gemi üzerinde onyedibin asker, dört topçu bataryası ve üçyüz süvari nakledildi. Bu askeri hamle öne Girit Adasına bir çıkarma yaparak burayı ele geçirdi. Sonra Yunan top­raklarının güneyine düşen Mora yarımadasına hareket ederek bu­rayı da işgal etti. Sonra Mehmet Ali Paşa'mn bu ordusuna arkadan daha başka destek kuvvetler de gelip katıldı. Bu suretle ordunun mevcudu kırkikibin askeri buldu. Bu ordu Osmanlı kuvvetleriyle birlikte H. 1241 yılında Navarin Kentine girmeyi başardı. Neredey­se isyan bastırılmak üzereydi. Fakat daha sonra Avrupalıların tutu­mu değişti. Tabiatiyle bu yüzden savaşın seyri de değişti. Sebebine gelince tam bu sırada Rus çarı Birinci Aleksandr öldü. Yerine ise savaşa karşı eğilimi olan Birinci Nikola geçti. Dolayısıyla Avrupa­lılar ve özellikle İngiltere, Rusya'nın, Yunan Devrimine karşı bu duygusal tutumunun, Osmanlılarla Rusların kapışmasına sebep olabileceğinden korkmaya başladılar.

Bu durumda Avrupalılar Rusya'ya karşı duramayacaklarından endişe ediyorlardı. Çünkü tüm Avrupa halkları haçlılık faktörüyle Yunan ayaklanmasını duygularıyla destekliyorlardı. İşte bu sebep­le Rusya bazı hedeflerini gerçekleştirebilir ve Akdeniz'e ulaşarak Avrupalıların çıkar kaynağı olan bu bölgeyi Osmanlıların egemen­lik alanından koparabilirdi. Bu amaçla İngiltere Rusya'nın başken­ti Petersburg'a H. 1242 yılında Yunan ayaklanması konusunda gö­rüşmelerde bulunmak üzere temsilcisi Dük Walington'u gönder­di. Burada sağlanan fikir birliği üzerine ingiltere, Osmanlı halifesinden Rus Çarıyla anlaşmasını talep etti. Fakat Halife İngilte­re'nin Öğütlerine hiç kulak vermedi. Bunun üzerine H, 1243 yılın­da İngiltere, Fransa ve Rusya Londra'da bir konferans düzenledi­ler. Varılan anlaşma, gerekirse Osmanlılara ve Yunanlılara zorla si­lah bıraktırmayı öngörüyordu. Bunun üzerine İngiltere, Mehmet Ali Paşa'mn Yunanistan'dan çekilmesi için onunla görüşmeye baş­ladı. Çünkü Mehmet Ali'nin ordusu, Osmanlıların en büyük gücü­nü oluşturuyordu. Bu görüşmeler, İngiltere'nin Kahire büyük elçi­si Henry Sowlet ve Fransızlar kanalıyla yapılıyordu.

Fakat Mehmet Ali Paşa Yunan isyanını bastırdığı takdirde Hali­fe tarafından ödüllendirileceğini düşünüyordu. Halbuki çekildiği takdirde eline hiç bir şey geçmeyecekti. Üstelik Osmanlı İmparator­luğundan Mısır'ın bağımsızlığını koparabilmek için İngiltere'nin desteğini bile kazanamayacaktı. Ne varkiîngiliz temsilcisi ona bu konuda kurnaz bir manevra yapma yolunu gösterdi. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, ordusunun her üç devletin donanması tarafından kuşatılmasına göz yumdu. Güya bu olay onun çekilmesini meşru­laştıran bir tehditti. Ne varki aynı zamanda Avusturya başbakanı Miternik'in temsilcisi, Mehmet Ali Paşa'ya ülkesine yapılacak hiz­met yolunda Yunan ayaklanmasını bastırmanın zorunlu olduğunu vurguluyordu. Fakat Mehmet Ali Paşa Osmanlı Devletine karşı İngi­lizlerle işbirliği ederek İngiliz görüşünü kabul etti.

Müttefik devletlerin (İngiltere, Fransa ve Rusya'nın) donan­maları Mısır donanmasını kuşatarak komplo niyetiyle çok küçük bir olayı bahane edip Mısır ordusuna saldırdı. Neredeyse Mısır or­dusunun tamamım imha edecekti. Çünkü bu saldırı sonucu yir-mibeşbin askerden fazla bir kayıp kaydedildi. Bu sırada İbrahim Paşa ve heyeti orduyla beraber bulunmadığı için bu olay (Mısır'ın da bilgisi altında cereyan ederken) Mısır ordusuna karşı bir ittifak sayıldı. Bu tertip, Mısır ordusunun çekilmesi suretiyle Mehmet Ali Paşa'mn bağımsızlığını ilan etmesi ve Avrupa Devletlerinin de bu bağımsızlığı tanıması amacına yönelik olarak yapılmıştı ki bu su­retle Mehmet Ali Paşa'mn çıkar ve hedefi gerçeleşmiş olacaktı. Ni­tekim Mısır ordusundan sağ kurtulup geriye kalanlar İngiliz gemi­leriyle nakledildiler. Ancak Osmanlı halifesi Avrupa devletlerinin, Yunan sorununa karışmalarına karşı çıktı. Çünkü bu onun devle­tini ilgilendiren bir iç mesele idi. Dolayısıyla Osmanlılara karşı bu hamleye katılan Avrupa devletlerinden, Osmanlı Ordusunun ve donanmasının uğradığı zararları tazmin etmeleri isteğinde bulun­du ve yine aynı nedenle H. 1242 yılında Rusya ile imzaladığı ant­laşmanın uygulanmasını reddetti.

Bu antlaşma, Moldavya, Eflak ve Sırbistan'a özerklik tanın­masını öngörüyordu. Bu antlaşmanın reddedilmesi Rusya'yı öfke­lendirdi. Fakat Rusya bu sıralarda İran'la savaş halideydi. Ancak bu savaştan boşalır boşalmaz, bu kez H. 1245 yılında Osmanlı Devle-ti'ne yönünü çevirdi. Rus orduları İstanbul üzerine yürüyerek Edirne'ye girdiler. Bir ay kadar sonra savaş durdu ve Edirne antlaş­ması imzalandı. Bu antlaşmayla Rusya, Balkanlardaki prensliklere ve Doğu Anadolu'ya sahiplendi. Aynı zamanda boğazlardan geçiş hakkını da elde etti. Ancak İngiltere, Rusya'nın, istediğinden çok fazla şeyleri elde ettiği kanaatindeydi. Bu nedenle Rusya'nın bu kazançlarının önüne geçmek istedi ve bu tutumuyla da sanki Os­manlı halifesinin yanında yer aldığı izlenimini uyandırdı. Avustur-yamn tavrı da böyleydi. Halbuki Fransa ve Prusya, Rusya'nın ya­nında yerlerini almışlardı. Bu kamp, Osmanlı topraklarının büyük bir kısmım istiyordu ve batı dünyasının, komplolarının sona er­mek üzere olduğunu tahmin ediyordu.

Mehmet Ali Paşa siyasetinde Fransız eğilimliydi. Fakat aklı, İn­gilizlerden aldığı ilhamla çalışıyordu. Yunanistan'da yenilgiye uğra­yınca Fransa onu tamamen yanına çekmek ve (ondan yararlana­rak) İngiltere ile rekabete girip hedeflerini gerçekleştirmek istedi. Fransa Mehmet Ali Paşa'ya -tabi ki Fransa adına-Cezair, Tunus ve Libya'yı da ilhak etmesi teklifinde bulundu. Girişeceği bu harekât­ta ona deniz güvenliğini sağlayacak, emrine dört tane savaş gemisi tahsis edecek ve bir miktar da para yardımında bulunacaktı. Buna karşılık Mehmet Ali Paşa da ele geçireceği bu bölgelerde Mısır'ın-kine benzer ayrı bir hükümet, ayrı bir yönetim kuracak, Fransa'nın da burada ekonomik nüfuz ve etkisi bulunacaktı. (Yani bu bölge­nin ekonomisine Fransa hakim olacaktı.) Mehmet Ali, bu tasarıyı kabul etti. Fakat meseleyi İngilizlere de götürüp onlara teklifte bulundu. Bunun üzerine Fransa -öfkelenerek- böyle bir şeye girişecek olursa donanmasını, daha kımıldamadan saldıracağına ve onu Mı­sır yönetiminin başından derhal devireceğine ilişkin, Mehmet Ali Paşa'yı tehdit etti. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa, hem Fran­sa'dan korktuğu için hem de İngiltere ile geçinmek ve arayı bozma­mak amacıyla kurnazca projeden vazgeçti. Bunu Fransa'nın uydu­su olmaktan vazgeçip ondan ya da Avrupa ülkelerinden kopmak için yapmıyordu. Çünkü Mehmet Ali, onların ayaklarının altında bir basamak gibiydi. Fransa ile ingiltere onu yanlarına çekmek için yarışıyorlardı. Arada bir İngiltere onu tahrik ediyor, Mehmet Ali ise Fransa'ya heyetler gönderiyor, bu devletten uzmanlar ve danış­manlar istiyordu. İşte O, bu durumdayken İngiltere ona Suriye'ye yönelmesini (Suriye topraklarım işgal etmesini) önerdi.

Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa'nın orduları Suriye toprakla­rına doğru harekete geçtiler. O, bir zamandan beri buraları Mısır'a bağlamak istiyordu. Nitekim Osmanlı Halifesinin emirlerine bina­en Arap yarımadasına karşı savaş açtığı sırada -halkından silahlı mücadelelerinde yararlanacağı bahanesiyle- Suriye'yi Osmanlı Devletinden istemiş, ancak Halife tarafından reddedilmişti. Ne za­manki Halifenin isteği üzerine bu kez de Yunanistanla savaşmak üzere harekete geçmeye başladı, yine Suriye'yi padişahtan istedi. Ne varki padişah bu isteği aynı şekilde reddetti. Bu kez de İngiliz­ler onu tahrik edince Mehmet Ali Paşa, Mısırlı bazı asker kaçakla­rının ya da vergi kaçıranların gidip Akka Valisi Abdullah Paşa'ya sığınmalarını bahane ederek Suriye'ye saldırdı.

Osmanlıların Akka Valisi Abdullah Paşa'nın, Sina yoluyla Mı­sıra mal kaçakçılığını desteklemesi, Mehmet Ali'nin Yunan sava­şında tahrip edilen donanmasının onarılması için gerekli kereste­leri göndermemesi ve Mısır hazinesine olan borçlarını kapatma­ması, Mehmet Ali'nin hedeflerini gerçekleştirmek için tutunduğu bahaneye tuz biber oldu. Mehmet Ali belki de bu bahaneleri ken­disi icat etti, ya da amacını bunlara dayandırmaya çalıştı. Bilindi­ği üzere bunların hiç biri daha önce yoktu. Bilakis Mehmet Ali Pa­şa bu valiye ve Beşir Eş-Şahabi'ye -Onları yanma çekmek için- da­ima yaranıyordu. Bir süreden beri onu tahrik eden ve bir türlü aklından çıkmayan tasarısını gerçekleştirmek için hep onlardan ya­rarlanmayı düşünüyordu.

Mehmet Ali Paşa nihayet H. 1247 yılında oğlu İbrahim Paşa komutasında kara ve deniz kuvvetlerini Suriye üzerine harekete geçirdi. İbrahim Paşa Gazze ve Yafa'yı ele geçirerek, Akka'yı da kuşatma altına aldı. Kudüs'ü, Trablusşam'ı ve Beyrut'u fethetti.

Kuşatması altı ay sürdükten sonra Akka da teslim oldu. Şam kenti­ne ise hiç bir direnişle karşılaşmadan girdi ve Homs yakınlarında­ki Kutayna Golü kıyısında bir Osmanlı birliğini bozguna uğrata­rak, Homs, Hama ve Halep kentlerini de aldı. Keza H. 1248 yılında Bilan Geçiti civarında bir diğer Osmanlı birliğini dağıttı.

Mehmet Ali Paşa'nın Şam üzerine hareket etmesinden beri Halife, (Onun bu serkeşliğine karşı) halk üzerindeki heybetini ha­fifletmek (saygınlığını zedelemek} için Onu Mısır Valiliğinden az­lettiğine ilişkin bir ferman çıkarmıştı. Ne varki Dürzü inançlı Beşir Eş-Şahabî çıkarı uğruna bu sırada Mehmet Ali Paşa'nın yanında yerini aldı ve bölgede en güçlü kişi haline geldi. Mehmet Ali Paşa Trablusşam kentine ulaşmadan (dürzülerin lideri) Beşir Eş-Şaha­bî her ihtimale karşı ona katılmaktan geri durdu. İbrahim Paşa Anadolu topraklarında ilerleyince bu kez Mehmet AH Paşa, halife­ye Suriye vilayetini kendisine bırakması teklifinde bulundu. Çün­kü artık güçlü bir konumda olduğu için böyle pervasızca konuşu­yordu. Fakat padişah onun bu isteğini reddetti. Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa oğluna, savaşı devam ettirmesi emrini verdi. İb­rahim Paşa da seyrine devam ederek Adana'ya girdi ve Anado­lu'nun kalbinde bulunan Konya'ya doğru ilerleyerek büyük bir Os­manlı ordusunu bozguna uğrattı. Böylece İstanbul'un yolu ona açılmış oldu.

Avrupa devletleri, Mehmet Ali Paşa, ordularının bu şekilde hızlı ilerlemesi karşısında paniğe kapıldılar. Çünkü bu harekât es­nasında askerlerinin güç ve disiplini ortaya çıkmıştı. Avrupalılar İslamî ruhun bölgede yeniden canlanmasından çekiniyorlardı. Bu nedenle (Mehmet Ali'nin yanında yerini alan ve onu cesaretlen­dirmeye çalışan) Fransa hariç diğer Avrupa ülkeleri hemen hare­kete geçerek savaşı durdurması için ona öğüt vermeye çalıştılar.

Fakat Mehmet Ali Paşa da Osmanlı Halifesinin Ruslar tarafın­dan yapılmak istenen yardımı kabul etmesine ve istanbul'a Rus kuvvetlerinin çıkarma yapmasına neden oldu. İşte bu gelişme devletleri korkuttu. Dolayısıyla Fransa da tutumunu değiştirerek İngiltere ile birlikte Mehmet Ali Ali Paşa'yı barışa zorladılar. Nite­kim H. 1249 yılında Kütahya'da yapılan pazarlıklardan sonra barış akdedildi. Suriye'nin Mehmet Ali Paşa'ya verilmesi ve oğlu tbra-him Paşa'nın da bu bölgenin koruyucusu ve denetçisi olarak Ada-na'ya vali tayin edilmesi konusunda padişaha baskı yapılarak ona­yı alındı. Fakat anlaşıldığı kadarıyla padişah bunu geçici olarak ka­bul etmişti. Yeniden gücüne kavuşmak için ve ordusu tekrar disip­lin kazanıncaya kadar zaman kazanmak istiyordu.

Rusya'ya gelince o da Kütahya Antlaşmasından sonra Osman­lı Devletiyle Hünkar iskelesi antlaşmasını imzalayarak bununla -sözde- gelecek herhangi bir saldırıya karşı Osmanlı Devletini ko­rumayı taahhüt ediyordu. Osmanlı Devleti de Rusya'ya saldırmak amacıyla gelebilecek herhangi bir savaş gücüne boğazları kapat­mayı taahhüt ediyordu. Her iki taraf da bu antlaşmanın sekiz yıllık olması konusunda karar verdiler. Bu antlaşma, Rusya ile rekabet içinde olan diğer Avrupa devletlerini korkuttu. Bu nedenle de tu­tumlarını değiştirdiler.

İşte bu sırada Mehmet Ali Paşa İngiltere, Fransa ve Avusturya

büyükelçilerine nota vererek, Osmanlı Devletinden ayrılmak iste­diğini onlara bildirdi. Ne varki bu devletler, hatta Rusya bile bu gö­rüşten memnun değillerdi ve bizzat Rusya, Mehmet Ali Paşa'nın bu devletlere danıştığı konudaki düşünce ve niyetlerine karşı çık­tı. Bunun üzerine MehmetAIi Paşa kendi başına karar vermek du­rumunda olduğunu anladı. Aynı zamanda daha önce İngiltere ve Fransa'nın çıkarlarına uygun hareket ettiği için bir takım başarılar elde ettiğini öğrenmiş oldu. Dolayısıyla çıkarlar çatışınca güçsüz olduğu ortaya çıktı. Bu nedenle tekrar halifeye baş vurarak Os­manlı hazinesine ödeyeceği 600 kese altın karşılığında onun Mısır ve Suriye valiliğini babadan oğula geçecek şekilde tanımasını iste­di. Fakat padişah bu isteği reddetti.

Halbuki Avrupa ülkeleri ve özellikle Rusya ile İngiltere, Meh­met Ali'nin Suriye'yi de yönetmesini, ancak bunun geçici olması­nı istiyorlardı. Çünkü onun Suriye'de geçici olması, Rusya ile Os­manlı Devleti arasında imzalanmış olan Hünkar İskelesi Antlaş­masının uygulanabilirliğini sağlayacaktı ya da (başka ifadeyle) MehmetAIi Paşa'nın kalıcı olmasına izin verilmezse bu takdirde Rusya- Osmanlı Devletiiıin, valisi tarafından tehdit altında bulun-duğu sürece -bu devletin koruyucusu olma sıfatını devam ettire­cekti. Aynı zamanda İngiltere de çıkarları için Osmanlı Devletine karşı bir tehdit unsuru olacaktı. Fakat Mehmet Ali kalıcı olursa İn­giltere ile Rusya, onun yönetiminde, Osmanlı Devletine varis ola­cak güçlü bir devletin peydahlanıp yerini doldurmasından ve geç­mişteki gücünü kısmen de olsa ihya etmesinden çekmiyorlardı.

Bu gelişmeler üzerine, Suriye'de Mehmet Ali ve ordusuna kar­şı halkta nefret başgösterdi. Mehmet Ali Suriye halkını ezdi, onla­rı angarya ile perişan etti, rüşvetle onları sıkıntılara soktu. İdareci­lerin halka reva gördükleri zulüm ve baskının neticesi olarak orta­ya çıkan anarşi ve güvenlik alanındaki boşluk yüzünden, halkı ha­yatından bezdirdi. Bundan daha da kötüsü, Mehmet Ali hıristi-yanlara karşı özellikle Beşir Eş-Şahabi'nin temsil ettiği dürzülere ve (bir başka müşrik topluluk olan) Nusayrilere karşı yakınlık gös­terdi. Onları orduya aldı. O, bu suretle adil davrandığını ve müslü-manlarla bu azınlıklar arasında eşitlik sağladığını sanıyordu. On­lar da ilk başlarda Mehmet Ali'nin bu uygulanmasından memnun oldular. Fakat çok geçmeden askerlikte çektikleri sıkıntılardan do­layı bu meslekten usandılar ve askerlikten nefret etmeye başladı­lar. Bu suretle de anarşi başladı. Bunu halkın elinde bulunan silah­ların toplatılması ve onlardan ağır vergiler istenmesi izledi. Bunun üzerine ayaklanmalar ve isyanlar başladı.

Dürzü Lideri Beşir Eş-Şahabi'ye gelince bu adam Mehmet Ali'den de ayrılamiyordu. Çünkü ayrılacak olursa Mehmet Ali tara­fından cezalandırılacak, ezilecekti. Onunla birlikte kalsa bu kez de dürzüler ondan nefret edecek, ona karşı baş kaldıracaklardı. Böl­gesinden ayrılacak olsa Osmanlılar onu öldüreceklerdi. Bu yüz­den, Vali Mehmet Ali Paşa'nm yanında kalmayı tercih etti. Hıristi­yanların sempatisini kazanmak için Beşir Eş-Şahabi, Maroni Mez­hebi üzerinde hıristiyan dinine girmekle beraber bu tercihi yapı­yordu. O, kendi görüşüyle (orijin bakımından bir dürzü olarak) dürzü topluluğunun kendisine taraf olacaklarını, hıistiyan dinine girmekle de Maroni hıristiyanların sempatisini kazanacaklarını, (yani) bölgede çekişen bu iki dini topluluk tarafından aynı zaman­da tutulacağını düşünüyordu.

Nusayrilere gelince, bölgenin OsmanlıValisi İbrahim Paşa, on­ların oturduğu yörelerde camiler inşa etmeye ve kanaatine göre on­ları İslama ısındırmaya çalıştı. Fakat onlar bunu istemiyorlardı. Bu yüzden İbrahim Paşa'ya karşı kötü hareketlere giriştiler. İbrahim Paşa Suriye'den ayrıldıktan sonra da, Nusayriler onun yapmış oldu­ğu camileri yıktılar. Hatta bu camileri, hayvanları için ahırlara çevir­diler. Müslümanlar da Mehmet Ali'nin uygulamalarından memnun değillerdi. Ona bir yabancı bir ecnebi gözüyle bakıyorlardı. Çünkü İslamla bağdaşmayan icraatlarda bulundu. Bu cümleden olarak İs­lam düşmanı azınlıkları ordu saflarına aldı. Halbuki onlar da asker­liğe karşı ne hevesli idiler, ne de bu mesleği seviyorlardı. Hatta as­kerlikten nefret ediyor, bu işten kurtulmayı istiyorlardı. Bu sebeple ordu saflarında savaşa karşı isteksizlik ve savaş alanlarında yenilgi­ler baş gösterdi. Bu nedenle askerlik mesleği halkın en zor şey kabul ettiği, hatta Mehmet Ali'nin kendilerine iyilikte bulunduğunu sana­rak askere aldığı gayri müslimler ve İslam düşmanı (batini) toplu­luklar tarafından da aynı şekilde karşılandı. Mehmet Ali onları bu konuda müslümanlarla bir tutmuştu. Ancak askere alınma işi onlar için bir bela oldu. Hem onlar, hem de müslümanİar tarafından, Mehmet Ali ve avenelerine karşı bir nefret sebebi oldu.

Savaşların sık sık tekerrür etmesi, ortalığın anarşiye boğulması ve güvenliğin ortadan kalkması nedenleriyle halk her ne kadar Os­manlı yönetiminden vaktiyle şikayetçi idiyse de bu kez Osmanlı yö­netiminin tekrar geri gelmesini temenni ediyor ve Mehmet Ali yö­netiminin eskisinden çok daha kötü olduğunu görüyorlardı. Hiç şüple yok ki İngiltere'nin de bu olup biten karışıklığı körüklemek için bir takım çalışmaları oldu. Fakat Mehmet Ali ve oğlunun yöne­timine karşı halkın kınayıcı tutumunu ortadan kaldırmak için İngil­tere'nin rolü ne kadar abartılmış olursa olsun, yine de etkileri azdı.

Sonra H. 1254 yılında İngiltere ile Osmanlı Devleti arasında bir ticaret anlaşması imzalandı. Bu suretle İngiltere, Suriye ve Mısır da dahil olmak üzere Osmanlı Devletinin her tarafından ticaret yapma hakkını elde etmiş oldu. Aynı zamanda İngilizlerin mülki­yet hakkı da doğdu. Spekülasyon yapmak yasaklandı ve bu antlaş­ma sanki Rusya'ya artık Osmanlı Devleti'nin bir koruyucusu olmadığı hissini vererek bu devletin aleyhinde bir sonuç doğurmuş olu­yordu ki Rusya da zaten bunu tahmin ediyordu.Bu anlaşma aynı zamanda kendi eyaletinde ve üzerinde egemen olduğu bölgelerde ticari spekülasyonlar yapan Mehmet Ali Paşa'nın d aleyhine idi. İngiltere, Mehmet Ali'nin bütün bu davranışlarını görmezlikten gelerek ortamı dondurdu. (Bölgede herhangi bir kıpırdama mey­dana gelmeyecek bir dış politika izledi.) Mehmet Ali, hem bu dur­gunluğu hareketlendirmek, hem de İngiltere'yi harekete geçirerek bu sayede kendisiyle pazarlığa oturmasını sağlamak istedi. Bunu yapmak için de Basra Körfezine ve Yemen'e kuvvet şevketti. İngil­tere bunu da görmezlikten gelerek Osmanlı halifesinden, onun bu girişimlerine engel olması ve Mehmet Ali'yi şiddetle uyarması ta­lebinde bulundu.

Padişah da İngiltere'nin bu isteğine uyarak Mehmet Ali'yi en­gelledi. Çünkü Osmanlı Devleti o günün şartlarında tüm Avrupa devletlerini karşısına alarak onların hepsiyle mücadele etmek, on­ların hepsine karşı cihad açmak ya da tümüyle birden anlaşmak için artık eskisi gibi güçlü değildi. Sadece aralarındaki ihtilaflardan yararlanmaya çabalıyor, onlardan kimisiyle geçinmeye çalışıyor, kimisiyle de anlaşarak vaziyeti idare etmeye çalışıyordu. Bu sıra­larda da Osmanlı Devleti'nin çıkarları îngiltereyle karşı karşıya gelmemeyi gerektiriyordu.

Mehmet Ali Paşa'nın, Avrupa milletleri nezdinde çok büyük itibarı vardı. Çünkü Mehmet Ali Paşa'nın, valisi bulunduğu Mı­sır'da ve egemen olduğu bölgelerde hıristiyanlâra karşı sempati duyduğu, onların hak ve hukukuna riayet ettiği nüfuz bölgesi için­de bulunan hıristiyanlar arasında îslami ruhun, tahrik edilmeme­si, bu insanlar üzerinde îslamlaşürma eğilimlerinin uyandırılma-ması için çalıştığı biliniyordu. Bu ise hıristiyan milletlerin ona kar­şı sempati beslemelerine, aynı zamanda halkları tarafından bir ayaklanma ile karşılaşmamak için hıristiyan ülkelerin hükümetle­ri de Mehmet Ali ile çatışmaktan son derece çekmiyorlardı. Ancak ingiltere, Mehmet Ali ile bozuşmanın, çıkarma daha uygun düşe­ceğini, onun safında oynadığı rolün artık zaman aşımına uğradığı­nı anlayınca, köle ticareti yaptığı, orduları tarafından Afrika ortalarında zencilerin köle niyetine toplatıldığı, diktatör olduğu halkı­nı baskı altında tutarak onlara işkence yaptığ gerekçeleriyle ilk ön­ce Avrupa'da Mehmet Ali Paşa aleyhinde geniş bir propoganda kampanyasına girişti.

Osmanlı Halifesi İkinci Mahmut Mısır'daki Valisi Mehmet Ali Paşa'nın çok güç durumlara düşmüş bulunduğunu, Osmanlı Dev­letinin ise bu sıralarda nisbeten devletler arası forumda daha iyi bir duruma gelmiş bulunduğunu görüyordu. Bu sayede Mehmet Ali'ye kaptırılan toprakların yeniden geri alması gerekiyordu. Onun için halife ikinci Mahmut, bir ordu hazırlayarak Suriye üze­rine şevketti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip Meydan Savaşında Meh­met Ali Paşa ordusunun karşısında çok ağır bir yenilgiye uğradı. Aynı zamanda devlet, donanmasını da kaybetti. Mehmet Ali Paşa, Osmanlı donanmasını Osmanlı Kaptanı Deryası Fevzi Paşa'dan teslim aldı. Tam bu sırada Halife de savaşın henüz sonuçlarım öğ­renmeden öldü. Fakat Mehmet Ali Paşa, gerçekleştirmiş olduğu bu zaferden bir yarar sağlayamadı. Çünkü Fransa ve İngiltere onun, Anadolu topraklarından çekilmesini istediler. O da çekildi.

Bu sırada uluslararası durum değişti. Çünkü Rusya bu sırada askeri bir sıkıntının baskısı altındaydı ve çünkü bir yandan Kafkas­ya'da İslam alimlerinin yönettikleri harekata karşı, diğer yandan ise İran'la savaşıyordu. Bu yüzden de Hünkar İskelesi antlaşması­na göre şayet yardıma çağrılacak olsa Osmanlı Devletine destek verecek durumda değildi. Bu yüzden İngiltere'ye yanaşmaya çalış­tı. Sonra bilgileri dışında Valisi Mehmet Ali Paşa ile bir pazarlığa oturmaması için Osmanlı Halifesine beş büyük Avrupa devleti ta­rafından bir muhtıra verilerek uyarıldı. Bu devletler İngiltere, Rus­ya, Avusturya, Fransa ve Prusya idi.

Mehmet Ali Paşa, dış siyasette soyutlanmış oldu. İç durumlar­da da sıkıntı gittikçe arttı. Çünkü Suriye'de ve özellikle Lübnan'da Mehmet Ali yönetimine karşı ayaklanma hareketleri gittikçe art­maya başladı. Bu bakımdan Mehmet Ali yeniden Osmanlı Devle­tine baş vurarak onunla doğrudan pazarlığa oturmaktan başka ça­re bulamadı. Bunun üzerine padişaha hediyelerle ve büyük mik­tarda paralarla yüklü bir heyet gönderdi. Bu heyet, valinin isteğini padişaha arz etti. Mehmet Ali Paşa'nın isteği birmaaş mukabilin­de Mısır'ı ve Suriye'yi yönetmekti. Ondan sonra da Halife, Mı­sır'dan istediği verginin miktarını belirleyecekti. Fakat Halife bu teklifi kabul etmedi. Sonuçta Avrupa devletleri, yani İngiltere, Rus­ya, Avusturya ve Prusya H. 1256 yılında imzaladıkları Londra dek­larasyonuyla bu sorunu kendi aralarında hallettiler. Osmanlı Dev­leti de bu anlaşmada onlara eşlik etti. Antlaşma, Mısır Valiliğinin, babadan oğula geçecek şekilde Mehmet Ali Hanedanına ait olma­sını; Akka Valiliğinin de sadece Mehmet Ali Paşa'ya yaşam boyu kalmasını ön görüyordu. Mehmet Ali bunu kabul ederse anlaşma yürürlüğe girecek, on gün içerisinde cevap vermediği takdirde ise Akka Valiliği kendisinden alınacak, bir on gün sonra daha görüşü­nü beyan etmediği takdirde keza Mısır Valiliği de elinden alınacak, ya da durumu gözden geçirilecekti.

Nitekim yirmi gün geçti ve cevap verilmeyince İngiltere Devle­ti, kendi donanmasına, Suriye Limanlarını vurması ve Mehmet Ali'ye ait güçleri Suriye topraklarında kuşatması için emir verdi. Nihayet Mehmet Ali Paşa Mısır yönetiminin verasetle ailesine kal­masını kabul ederek Suriye'den çekildi. Bu konudaki anlaşmaya da Mehmet Ali'nin Dış İşleri Bakanı hıristiyan Ermeni Boğis Bey ile İngiliz Komutan Napir, imzalarını koydular.

Bu sırada Fransa siyasi manevralar yaparak Mehmet Ali Pa­şa'nın yanında yer almaya çalıştı. Aslında Londra deklarasyonuna karşı çıkması için Mehmet Ali'yi, Fransa teşvik etmişti. Fakat Fran­sa Kralı Luis Filip, sonuçta çıkabilecek olumsuz gelişmelerden çe­kilerek geri adım attı. Bu yüzden de Fransa'yı Avrupa'dan soyutla-dı. Ve diğer Avrupa ülkelerini öfkelendirdi. Filip'in Mehmet Ali'yi sonuna kadar desteklemekte ısrar eden Başbakanı Tiller'i değişti­rerek, yerine Avrupa Devletleriyle geçinmeyi tercih eden Gu-isau'yu getirmesi bu sebeptendir. İşte böylece Mehmet Ali nihayet ortalıkta yapayalnız kaldı ve anlattığımız gibi sonunda çekilmeye mecbur oldu.

Londra antlaşmasından sonra, Mehmet Ali Paşa tarafından cevap verilmeyince Halife bir ferman çıkararak onu azletmişti. Fa­kat İngiltere bunu istemiyordu. Onun için İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya halifeye bir müzekkire göndererek ondan bu kara­rını geri alması isteğinde bulundular. Bunun üzerine Mısır yöneti­minin babadan oğula geçecek şekilde Mehmet Ali Paşa hanedanı­na ait olmasına ilişkin ikinci kez Halife tarafından bir ferman çıka­rıldı. Aynı zamanda Avrupa ülkeleri tarafından boğazlarla ilgili olarak bir antlaşma imzalandı. Bu suretle Edirne ve Hünkar İske­lesi antlaşmaları ve bu antlaşmalarla Rusya'nın elde etmiş olduğu çıkarlar hükümsüz kalmış oldu. Mehmet Ali Paşa ile müttefikleri de Osmanlı halifeleri karşısında dize gelmiş oldular. Keza bu ant­laşma Mısır vilayetine ait kara ve deniz gücünü de sınırlıyordu.

Hicri 1264 yılında İbrahim Paşa, daha babası hayattayken öl­dü. H. 1265'te de Mehmet Ali Paşa öldü. Yerine ise torunu tosu-noğlu Abbas geçti. Abbas Paşa kendini eğlenceye vererek devletin idaresini ihmal etti. Daima İngiliz Büyükelçisinin görüşüne uyarak hareket ediyordu. Ne varki çok geçmeden H. 1270 yılında Ben-ha'daki sarayında öldürüldü. Yerine ise amcası Mehmet Sait geçti. Çünkü Mısır Valiliği makamına geçmek, hanedanın en yaşlı üyesi­nin hakkıydı. Mehmet Sait Paşa başa geçer geçmez, yakın dostu Fransız mühendis Ferdinand de L'espis, O'na Süveyş Kanalı proje­sini sundu. Mehmet Sait Paşa da ona bu imtiyazı verdi. De L'espis, Fransa'nın İskenderiye Konsolosu'nun oğluydu ve çocukluktan-beri Mehmet Said'in de arkadaşıydı. Ancak bu proje Osmanlıların büyük itirazıyla karşılaştı. Çünkü Mısır, Osmanlı Devleti'nin bir vi­layetiydi. Osmanlı Devletini bu projeye karşı çıkmaya teşvik eden ise İngiltere idi. Çünkü İngilizler Fransa'nın Mısır üzerinde etkili olmasından çekmiyorlardı. Buna karşın Fransa'da Mısır üzerinde daha fazla etki sahibi olabilmek ve Hindistan yolunu kontrol altı­na alabilmek için bu imtiyazı elde etmek istiyordu. Fransa impa­ratoru üçüncü Napolyon bu projeyi bütün gücüyle destekliyor ve bütün imkanlarıyla arkasında duruyordu. Nihayet sonunda Os­manlı Halifesinin de bu konudaki onayını aldı.

Bunun üzerine dörtyüzbin paydan ibaret olan Süveyş Kanalı Şirketi kuruldu. Bu payların yarısını Fransa aldı. 173.642 payını da Mısır aldı. Şirketin imtiyaz müddeti ise kanalın açılacağı tarihten itibaren 99 yıl olarak sınırlandırıldı. Çalışmalar H. 1275 yılında fiilen başladı. Kanalın geçeceği arazi ile Nil nehrinden buraya geti­rilen içme suyu kanallarının geçtiği topraklar Mısır tarafından kar­şılıksız olarak bu şirkete verildi. Keza, işçi masraflarıyla, bilimsel çalışmalar ve mühendislik hizmetleri için yapılan harcamaların tümü Mısır tarafından yapıldı. Aynı zamanda Mısır hükümeti, ara­lıklarla bu çalışmaların mali külfetlerini üstlendi. H. 1279 yılında Mehmet Sait Paşa da öldü. Yerine ise kardeşi İbrahim Paşa'nın oğ­lu İsmail Paşa geçti.

İsmail Paşa kendi propagandası için Avrupa gazetelerine para­lar dağıtarak, sırf sultanın naibi anlamına gelmek üzere Hidiv un­vanını kazanmak için çok israf yaptı. Mısır Valiliği makamına Mehmet Ali hanedanının en yaşlı üyesi yerine kendi soyundan ge­len en büyük üyenin geçeceği şeklinde bir düzenleme yaptı. Gerek H. 1285 yılında Süveyş Kanalının açılış töreni münasebetiyle ve bu törene katılmak üzere Avrupa'dan gelen Kral ve Kraliçelerin ağır­lanması, gerekse karşılanmaları için yapılan park ve saraylara ve Mısır'ı ileri ve kalkınmış bir ülke olarak göstermek için sarfedilen paralarla, sözde Mısır'ın artık İslami prensiplere tutunmadığı izle­nimini uyandırmak ve bu suretle Avrupalılara şirin görünmek için inşa edilen opera binasına harcanan paralarla korkunç düzeylerde israf yapıldı.

Ayrıca Afrika birliğini temsil eden Yukarı Nil (Uganda) organi­zasyonuna girmek için çalışıldı. Bütün bu masrafları yapmak üze­re fahiş faizlerle borçlara girildi. Buna ilave olarak kutsal değerler aşağılandı. Ülkenin ekonomik çöküntüye uğraması yüzünden H. 1289 yılında Kanal Şirketindeki Mısır'ın payları satışa çıkarılmak zorunda kalındı. Bu paylan da İngiltere aldı ve bu yüzden Mısır'da bir etkinlik de elde etti. Bütün bu paralar Mısır'ın borçlarını karşı­lamaya yetmedi. Dolayısıyla Avrupa ülkeleri alacaklarını faizleriy­le birlikte tahsil etmek için Mısır'ı sıkıştırmaya başladılar. Fransa ve İngiltere, Hidiv'in bu borçlan ödeyebilecek durumda olmadığı­nı fırsat bilerek H. 1293 yılında Mısır Maliyesini kontrol altına al­mak ve borçları tahsil etmek üzere ikili bir denetleme komisyonu kurdular. Bu komisyon, Mısır Maliyesini denetlemeye başladı ve gittikçe de güçlenerek bakanların görevden alınması, bunların tayin işleri, yabancı memurların büyük maaşlarla atanması, yaban­cıların baskısından (mali sorunlar bahanesiyle girişilen hu hıristi-yan baskısından) kurtulmak için memnuniyetsizlik gösteren yük­sek rütbeli dindar subayların ordudan uzaklaştırılmasında bu ko­misyon müdahaleci olmaya başladı.

Hıristiyan-Ermeni Başbakan Nubar Paşa, bir bakanlık daha oluşturdu. Bu bakanlığı, Maliyeye bakacak bir İngiliz bakanla ge­nel işleri organize eden bir Fransız bakan idare ediyordu. Bir ara bu baskıcı yönetime karşı hoşnutsuzluk içinde olan 250 kadar su­bay emekliye sevkedilince subaylar bu bakanlığa karşı çıktılar. Bu yüzden Nubar Paşa, istifa etmek zorunda kaldı. Ondan sonra Hi­div İsmail Paşa'nın oğlu, Tevfik Paşa kabineyi kurdu. Ne varki ka­binenin çantasında bu iki yabancı bakan, aynı şekilde yerlerinde kalıyorlardı. Sonra tepkiler gösterildi. Bunun üzerine Şerif Paşa, içinde yabancı bulunmayan bir kabine kurdu. Ancak bu girişimler bütün halkın, orduyla birlikte, bu müdahaleci komisyona karşı çıkmasını sonuçlandırdı. İsmail Paşa, olup bitenleri hissediyordu. O bakımdan bu komisyonun, yetkisini sınırlandırmak için çalış­malara başladı. İsmail Paşa bu komisyona karşı direniyor, onun yetki alanını daraltmaya çalışıyordu.

İngiltere ve Fransa İsmail Paşa'nın ülkesi hakkındaki bu olumlu tutumunu görünce bu sefer de onu Mısır Valiliğinden al­dırması için Osmanlı padişahına baskı yapmaya başladılar. Padi­şah da H. 1297 yılında bu yolda bir ferman çıkardı. Bunun üzerine İsmail Paşa El-Mahrusa gemisiyle ülkeyi terketti. Yerine ise oğlu Tevfik Paşa tayin edildi. Tevfik Paşa İsmail Paşa'nın en büyük oğ­luydu. Bu sırada Şerif Paşa kabinesi de istifa etti. Fakat Hidiv on­dan kabineyi ikinci kez kurmasını istedi. Ancak Şerif Paşa yine reddetti. Sonra kabineyi Riyad Paşa kurdu.

Tevfik Paşa, eğer yabancılar kendisinden memnun olurlarsa ancak başta kalabileceğini biliyordu. Bu sebeple onlara teslim ol­du. Bunun üzerine ülkede Avrupa orijinli bir çok mali ve ekonomik müesseseler kuruldu. Bu da ordunun nefretini körükledi. Buna ila­veten Mısır Hükümeti maaşları ödemekte gecikiyordu. Ayrıca or­dudaki müslüman subaylar terfi ettirilmiyordu. Ahmet Arabi ile bîr grup subay Hidiv Tevfik Paşa'ya bir muhtıra vererek ondan Savaş Bakanı Osman Rıfkı Paşa'yı görevden almasını ve subay terfileri sisteminin düzeltilmesini istediler. Başbakan da bu protestocu su­bayları tutuklatıp mahkemeye sevketmek istedi. Ne varki askerler mahkemeye girerek subaylarını buradan kaçırdılar ve hep birlikte Abidin Paşa'nın sarayına yürüyerek gösteri düzenlediler ve tekrar Hidiv'den Başbakanı görevden almasını istediler. O da bu isteği ye­rine getirmekten başka çare bulamadı. Böylece Osman Rıfkı Paşa azledildi ve yerine Mahmut Sami EI-Brudi getirildi. Fakat çok geç­meden Başbakan Riyad Paşa ile arası bozuldu ve istifa etti. Subay­lar, halkın da desteğiyle yemden bir gösteri düzenlediler ve Abidin Paşa Sarayında oturan Hidiv Tevfik Paşa'ya gittiler.

Ahmet Arabi Hidiv'den Riyat Paşa kabinesini feshetmesini, parlamentoyu seçmesini, orduyu güçlendirmesini ve anayasal ha­yatın yeniden başlatılmasını istedi. Hidiv bu istekleri Önce şiddetle reddetti. Karşılık olarak göstericiler de bu istekler kabul edilinceye kadar yerlerini terketmeyeçeklerini dayattılar. Bunun üzerine Hi­div, boyun eğmek mecburiyetinde kaldı ve Riyad Paşa kabinesini istifa ettirerek, Şerif Paşa'ya yeni bir kabine kurması teklifinde bu­lundu. Yeni Başbakan bir anayasa hazırladı ve seçim yaptırdı. Bu suretle H. 1298 yılı sonlarında Parlamento toplandı. Fakat parla­mento bütçe tartışmaları sırasında Başbakana ters düştü. Şerif Pa­şa bu nazik dönemde {Mısır Maliyesini kontrol altında tutan) ya-bancı Denetleme Komisyonu ile bir sorun çıkmasını istemiyordu. Meclis ise bu tartışmayı sürdürmekte ısrar edince Şerif Paşa istifa etmek zorunda kaldı. Bu sefer de kabineyi Mahmut Sami El-Baru-di kurdu. Ahmet Arabi bu kabinede Savaş Bakanlığım üstlendi. Bu meclis (sırf yabancı müdahalesini Önleyebilmek için} dış borçlar meselesi hariç devlet bütçesinin soyut olarak tartışılmasını mecli­se tekif etti. Meclis Mısır'ın siyasi ortamındaki bu gelişmelere karşı İngiltere ve Fransa karşıt bir tavır aldılar ve devletin iç işlerine ka­rışma imkanını bulabilmek için ortalığı karıştırmaya çalıştılar.

Savaş Bakanı Ahmet Arabi, bu sırada, subaylardan bir grubu­nu salıvermiş, bir grubunu da mahkemeye vermişti. İngiltere ayrı­lık tohumları ekmek için bu suretle fırsat bularak bakanlığın bu şekilde davranmasına karşı Hidiv'i kışkırtmaya başladı. Bu yüzden Hidiv'le bakanlığın arası yeniden bozuldu ve ardından yabancıla­rın manevraları da başladı. Fransız ve İngiliz donanmaları İsken­deriye açıklarında Mısır karasularına girdiler. Fransa ve İngiltere Hidiv'e bir muhtıra vererek emirlerine karşı hareket edenleri vur­ması konusunda onu cesaretlendirmeye çalıştılar ve bu konuda kendisine destek olacaklarını açıkladılar. Bunun üzerine Hidiv, Sa­vaş Bakanı Ahmet Arabi ile yandaşlarını çöle, sürgüne gönderdi. Kendisi ise yabancıların korumasına yakın bir yerde olmak için İs­kenderiye'ye intikal etti. İşte bu şekilde İngiltere ve Fransa'nın da istedikleri gerçekleşmiş oldu. Aynı zamanda Mısır'ı işgal etme ha­yali de pek uzak bir mesele gibi kalmadı. Sadece iş, bir provakos-yon düzenleyerek Ahmet Arabi'yi tedbirsizce davranıp ayaklan­maya kalkışmasını temin etmeye kaldı.

Bu arada İngiltere, Mısır'daki hıristiyan sempatizanlarım tah­rik ederek bu suretle İskenderi'de dini bir mesele yüzünden karı­şıklık çıkardı. İngiliz topçusu da şehri topa tuttu. Bu olayda Fran­sa, İngiltere'ye katılmayı kabul etmedi. Çünkü İngiltere'nin Mısır'ı işgal etme konusunda hevesleri açıkça ortadaydı. Bu kez de Ah­met Arabi Hidiv'e karşı bir ayaklanma başlattı. Mısır halkı da ya­bancılara karşı kahramanca direnişe geçtiler. Ahmet Arabi İsken­deriye'yi savunmak için şehre doğru ilerlerken İngilizler İskende­riye'yi işgal ettiler. Bunun üzerine Ahmet Arabi beraberinde bulu­nan ordusuyla Kafar Ed-Devvar mevkiine çekildi ve orada tahki­mat çalışmaları yaptı. Bu sırada Ahmed Arabi, İngilizlerin doğu­dan kendisine saldıracak bir yol bulmamaları için Süveyş kanalını tekrar doldurmayı düşünüyordu. Fakat İngilizler O'na, sözde Sü­veyş Kanalının bu gibi olaylar sırasında tarafsız bir mevki olarak kalmasını çok istedikleri için Süveyş Kanalını kullanmayacakları­na dair söz verdiler. Ahmet Arabi de onlara inandı. Ne varki İngiliz filosu kanala intikal ederek İsmailiye kentine çıkarma yaptılar ve doğu yönünden ilerlemeye başladılar. Ahmet Arabi de onlarla kar­şılaşmak için süratle hareket etti.

Her iki taraf H. 1299 yılı Ramazanında Et-Telülkebir mevkiine yakın bir yerde kapıştılar. Ahmet Arabi'nin kuvvetleri yenilgiye uğradı ve İngilizler Mısır'ı işgal ettiler. Ahmet Arabi'yi ve arkadaşları­nı yargılayarak önce onları idam cezasına çarptırdılar, daha sonra bu cezayı ömür boyu sürgüne çevirdiler. Ardından orduyu dağıttı­lar ve yerine 9000 kişilik küçük bir ordu oluşturdular. Aynı zaman­da parlamentoyu feshettiler ve her bakanın yanına bir îngilizda-nışman koydular. Ayrıca bakanlıkları kontrol eden genel bir mü­fettiş tayin ettiler. Keza Mısır'ın yönetimindeki yüksek mevkilere İngilizlerden adamlar koydular. Halkın inancını yıkmaya manevi duygulan zayıflatmaya ve bu amaçla çeşitli ahlaksızlıkları yayma­ya çalıştılar. Ancak bütün bu gayretlere rağmen halkın Tslami duy­guları güçlendi. Bu sırada Cemalüddin Afgani, Şeyh Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi ıslahatçı bilgin şahsiyetler ortaya çıktı. Bu arada İngilizler de İslami kisveye bürünmüş bazı istismarcı kimseleri yanlarına çekmeyi başardılar. Ancak Mısır'ın hepsi İngi­lizlerin uyguladığı baskı karşısında dize gelmedi. H. 1310 yılında Hidiv Tevfik öldü. Yerine ise oğlu Abbas Hilmi Paşa geçti.

Abbas Hilmi'nin milliyetçi duyguları ağır basıyordu ve İngiliz­leri sevmediğini gizliyordu. H. 1311 yılında Mustafa Fehmi, kabi­nesini istifa ettirerek Hüseyin Fahri'yi kabineyi kurmak üzere gö­revlendirildi. Bu yüzden İngilizlerle anlaşmazlığa düştü. Sonra on­ları eleştirdiği için tekrar araları bozuldu. Hatta Silahlı Kuvvetler Genel Komutanı olan Keshner'i tehdit etti ki bu adam İngilizdi. Ne çare ki Hidiv Abbas Hilmi nihayet İngilizlerin ileri sürdüğü şartla­ra boyun eğmek zorunda kaldı. Nitekim bir bildiri yayınlayarak İn­giliz askerlerinden ve subaylarından bu bildiride övgüyle söz edi­yordu. Abbas Hilmi'nin bu bildirisi, sanki vaktiyle onlara yönelt­miş olduu hataları itiraf etmekti.

İşte tam bu sıralardadır ki H. 1325'te Mustafa Kamil, El-Hiz-bulvatani {yani milliyetçi parti)yi kurdu. Bu parti, milliyetçi eğili­mi ve İslama en yakın çizgisiyle tanınıyordu. Mustafa Kamil, H. 1324 yılında meydana gelen Danishway olayı üzerine halkın duy­gularını ateşlendirdi. Tabiatiyle bu olay emperyalist güçlerin, sö­mürülen milletleri ne derece ezip değerlerini çiğnediklerini ortaya sermektedir. Bu olayın özeti esasen şudur:

Beş İngiliz subayı ava çıkarlar. Fakat hiç bir şey avlayamazlar.

Canlarının sıkıntısından olacak, uğradıkları bir beldede, kasaba­nın güvercinleri üzerine rastgele kurşun yağdırmaya çalışırlarken bir bayan, bu kurşunlardan biriyle isabet alır. Ayrıca harman ye­rinde yığılı halde bulunan buğday kümeleri ateş alarak yanmaya başlar. Bunun üzerine kasaba halkı bu çılgın subaylarla tartışma­ya başlarlar. Kavga sırasında halktan biri öldürülür. Ondan sonra da ortalık iyice karışınca İngiliz subaylar kaçarlar.Ancak bunlar­dan iri yolda güneş çarpmasından ölür. İngiliz yönetimi bu habe­ri alınca öfkelenir ve bir mahkeme oluşturarak kasaba halkından dört kişiyi idama mahkum eder ve anında da infaz gerçekleştiri­lir...İngilizlerin idam ettikleri bu -masum- dört Mısırlının cesetle­ri uzun süre darağaçlarmda kaldı. Bunlardan başka bir çok kimse daha zindanlara atıldı. Yine halktan bir grup, bizzat yakınlarının gözlen önünde işkence edildiler. İngilizler, bu zulümle Mısır hal­kının pes edeceğini sanıyorlardı. Halbuki bu olaylar halkın öfkesi­ni daha da alevlendirdi.

Bu arada Milliyetçi Parti Lideri Mustafa Kamil, Mısır'la Os­manlı Devleti arasındaki ilişkileri güçlendirmeye çalışıyordu. Mustafa Kamil H. 1326'da öldü. Yerine ise parti liderliğine Mu­hammed Ferid gelerek, Mısır'ın bağımsızlığı için çağrıda bulundu. Ancak siyasi baskılara uğrayarak hapsedildi ve nihayet ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. Muhammed Ferid H. 1338 yılında Avru­pa'da sürgündeyken öldü.

Bu esnada İngiltere, Mısır'da Başbakanlığı yandaşlarından ba­zılarına teslim etti. Bunları güçlendirip gelecek için hazırlıyordu. O zamanın ifadesiyle "Hakkaniyet Bakanlığı" adı altındaki Adalet Bakanlığına H. 1326 yılında Saad Zağlul getirildi. Kısa bir süre son­ra Milli Eğitim Bakanlığı da ona bağlandı. Tabiatıyla bu çok önem­li bir bakanlıktı. Aynı zamanda H. 1331 yılında oluşturulan parla­mentonun, Meclis Başkan Yardımcılığı görevi de ona verildi. Saad Zağlul, İngiltere'nin ve onun Mısır'daki siyasi Komiseri Cromer'in işaretleriyle hareket ediyordu ve onun candan bir dostu idi.

H. 1333 yılında Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşta Osmanlı Devleti Almanya'nın yanında, yani Müttefik Devletler olan İngiltere, Fransa, Rusya, İtalya ve Japonya karşısında yerini aldı. Mısır henüz ismen de olsa Osmanlı Devletine bağlı bir eyalet olduğu, aynı zamanda îslam Dünyasını temsil ettikleri için Os­manlılarla ilişkilerini güçlendirmek isteyen kimseler tarafndan yö­netildiği, ya da İslami duygular bunu gerektirdiği için, Mısır'da Os­manlıların yanında sayılıyordu.

Nitekim Milliyetçi Parti, Osmanlılarla, ilişkilerin güçlendiril­mesi uğrunda teşvik yapıyordu. Bu nedenledir ki İngiltere,Mısır'da sıkı yönetim ilan etti ve Mısır'ın Osmanlı Devleti'nden koparılarak Britanya'nın koruması altına alındığım açıkladı ve Hidiv Abbas Hilmi'yi devirerek yerine amcası Hüseyin Kamil'i geçirdi. Aynı za­manda Osmanlı Sultanım çatlatmak için Statü olarak onun emsa­li imiş gibi göstermek amacıyla Hüseyin Kamu'e Sultan unvanı verildi.Toplantılar yasaklandı. Basma sansür uygulandı, ülke eko­nomisi, İngiliz çıkarları doğrultusunda işletildi. Halk yol inşaatla­rı, kuyuların kazınması ve su kanallarının inşaatı gibi angarya işle­rinde çalıştırıldı. Hüseyin Kamil ise H. 1326 yılında ve henüz Bi­rinci Dünya Savaşı sona ermeden öldü.

H. 1337 yılı başlarında, Birinci Dünya Savaşı sona erdi. Bu sı­rada İngiltere, Mısır için yakında bağımsızlık istemelerinin başla­yacağını tahmin ediyordu. Bu nedenle kurnazca, bu isteğe bizzat kendisinin sahiplenmesini ve Mısır üzerindeki nüfuzu devam et­sin diye buradaki sempatizanlarından biri aracılığıyla bunu ger­çekleştirmeyi planlıyordu. İngiltere, Mısır'dan tamamen çekilse bile etkisinin bu ülke üzerinde devam etmesi arzusunda idi. Nite­kim, aradığını da bulmakta gecikmedi. Bu adam Saad Zağlul idi.

Saad Zağlul harekete geçerek, H. 1337 yılı, Safer ayının altıncı günü bir toplantı akdetti. Bu toplantının sonunda bağımsızlık iste­neceği ve barış konferansına katılarak ülkelerinin meselesini görüş­mek üzere Paris'e bir heyet gönderilmesi kararlaştırıldı. Bu heyet, Saad Zağlul, Ali Şaaravi ve Abdülaziz Fehmi'den oluşuyordu. Heyet seyahat izni almak için, Mısır'daki Britanya temsilcisiyle görüştü ve gerekli izni aldılar. Hatta İngiltere onları ülkenin gerçek liderleri ol­duğunu adeta sergilemek için bu adamları parlak göstermek isti­yordu. Bunun için de şöyle bir plan uygulandı. İngiliz hükümeti ön­ce Mısır'daki temsilcisi kanalıyla onların seyahatten engellenmesi

konusunda bir telgraf çekti ve onları ülke dışına çıkmaktan menet-ti. Bunun üzerine Saad Zağlul, Amerika Cumhurbaşkanına bir telg­raf çekerek İngiltere'nin bu davranışını şikayet etti ve İngiliz koru­masının Mısır üzerinden kaldırılmasını istedi. Fakat cevap alamadı. Ondan sonra da toplantılar ve yazışmalar birbirini izledi; İngiliz hü­kümetinin kontrolü ve gözetimi altında imzalar alınmaya başlandı. Sonra İngilizler, halktan gelen tepkiler üzerine (hazırladıkları senar­yoya göre) sözde İngiliz düşmanı olarak damgalamak istedikleri adamları ön plana çıkardılar. Aslında amaç, bu adamların, halkın desteğini kazanmasıydı. (Yine senaryo gereği) dört kişiyi tutuklaya­rak Malta adasına sürdüler. (İngilizlerle işbirliği içinde olan bu dört figüran) Saad Zağlul, İsmail Sıtkı, Muhammed Mahmut ve Hamed El-Basil idiler. Senaryodan habersiz olan halk ise bu olay karşısıda öfkelendi. Böylece sürgünler meşhur olurken H. 1338 yılında (halk da galeyana gelerek) ayaklanmalar patlak verdi. Yine senaryoya gö­re İngilizler tutukluları serbest bırakmak zorunda kaldılar. Bunun üzerine figüranlar ülkenin rakipsiz liderleri oluverdiler. Heyete de Paris'e gitmeleri için seyahat izni verildi. Ne varki hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü konferansın bütün üyeleri, Mısır'ın İngiliz koru­ması altında kalmasına oy birliğiyle karar verdiler.

Heyet Paris'ten dönünce halk hareketi de yeniden başladı. Bu­nun üzerine Mısırlıların isteklerini incelemek üzere İngiltere, sö­mürgeler Bakanı Milner'i buraya gönderdi. Ancak halk bu adamla görüşmeyi boykot etti. Bağımsızlıktan başka bir şey istemedikleri­ne ilişkin protestolar düzenlendi. Milner ise, Mısır üzerinde İngi­liz himayesine dair görüşü ve bu korumanın düzenlenmesini içe­rek projesini açıkladı. Bunun üzerine Başbakan Adli Yeken baş­kanlığında bir heyet, görüşmeye gitti. Lord Curzon'la yapılan, an­cak başarısızlıkla sonuçlanan görüşmelerden sonra heyet üyeleri ya da (başka bir ifadeyle halkı yönetecek olanlar veya milliyetçiler adını taşıyanlar) kendi aralarında görüş ayrılığına düşerek bölün­düler. Adli Yeken'in de kabinesi istifa etti.

İngiltere, Mısır üzerindeki nüfuzunu teminat altına almak amacıyla -senaryo gereği- aralarında hıritiyanların da bulunması gereken bazı yerli unsurlar üzerinde durmak (onları emellerin alet etmek) için gösteri siyasetine tekrar döndü ve bu siyasetin ica­bı olarak Saad Zağlul Mustafa En-Nahhas, Fethullah Berekat Atıf Berekat, Mükerrem Ubeyd ve Sinod Hanna'yı, önce Aden'e sür­güne gönderdi. Ondan sonra da onları Şeysel adasına nakletti. Bu adamlar, Mısır yönetimini üstlenmek üzere İngiliz planlarıyla ye­tiştirildiler. Bir diğer grup ise ihtiyaç duyulduğunda görevlendiril­mek üzere yedekte tutuldular. Bir süre sonra İngiltere yalnızca Sa­ad Zağlul'u Şeysel Adasından Cebel-iTırak'a nakletti. Bu karar ise bir takım siyasi çalkantıları davet etti ve nihayet Abdülhalik Ser­vet ile Lord Allenbe arasında bir takım siyasi pazarlıkların yapıl­masına sebep oldu. Ardından da İngiltere, Mısır üzerinden koru­masını kaldırdığını ülkeye bağımsızlığını verdiğini ve anayasal yö­netim için ortam hazırlamaya çalıştığını ilan etti. (Tarih: H. 1340 yılının ortalan) Ancak bağımsızlık vaadi dört kayda bağlandı.

1- Britanya İmparatorluğunun Mısır'da kontağını sağlamak.

2- Herhangi bir yabancı saldırıya karşı Mısır'ın savunulması.

3- Azınlıkların ve yabancıların çıkarlarının korunması.

4- Sudan sorununun çözümlenmesi.

Liderler, ingilizlerin ileri sürdüğü bu tedbirler üzerine protes­toda bulundular. Bu arada hükümet uygulamaya bile başlamış ve Abdülhalik Servet, kabineyi kurmuştu. Ardından servet, Anayasa­nın hazırlanması için Hüseyin Rüştü başkanlığında bir komisyon kurdu ve Sultan fuat Mısır kralı ilan edildi. Kral, Hüseyin Kamil'e yetki vererek H. 1341 yılında anayasayı ilan etti. Bir yıl sonra da ye­niden düzenlendi ve seçimler yapıldı. Bu seçimlerin sonunda Sa­ad Zağlul'un partisi en büyük oyu aldı ve Saad Zağlul kabineyi oluşturdu. Tabiatıyla ülkenin lideri de oldu. İşte İngiltere, sözde bu şekilde Mısır'dan çıkmış oldu, ancak bütün etkisi Mısır üzerinde devam etti. Çünkü yönetimi yandaşlarına bırakmıştı. Onlar da sözde milliyetçiliğin ve içtenliğin en uc noktasını temsil eden li­derler olarak, Mısır'ı yönetmeye koyuldular (!) ve Mısır tarihini de istedikleri şekilde yazdılar. Onlardan sonra gelen nesiller de bu ya­zılıp çizilenleri olduğu gibi kabul etti. İngiliz etkisinin Mısır'da de­vam etmesinin yanında sözde İngilizlere karşı olan bir çok kimse anlaşıldığı kadarıyla onlarla dayanışma içindeydi. [15]

 

Sudan

 

Başlangıçta İslam Dini Sudan'da çok yavaş bir şekilde yayılı­yordu. Sonra Sudan toprakları üzerinde birtakım krallıklar ve emirlikler kuruldu. Şu anda işlemekte olduğumuz tarihi aşamada ise Sudan'da üç krallık vardı.

1- Fonc (Fong) Krallığı (H.910-1236) Başkenti Sinnar.

2- Darfor Krallığı (H. 850-1293) Başkenti El-Faşir

3- Kuzey Sudan Krallığı (911-1236).

Buna ilaveten Nuba topraklarında da Takla Krallığı diye bir devlet vardı. [16]

 

Fong Krallığı

 

İslam Dini, bu bölgede vaktiyle başkenti Suba olan ve El-Cezi-re topraklarına hakim bulunan Ulva Krallığının toprakları üzerin­de ilk önceleri varlık göstermeye başladı. Fonglar bu esnada Habe­şistan'a ve Sudan'ın kenar bölgelerine ulaşmayı başardılar. Bunlar -uydurduklarına göre- sözde Emeviler'in torunları olurlar. Bu top­luluğun Ammara Dunguz adındaki liderleri, Suba Kenti'nin yerli­lerinden ve El-Kavasime kabilesinden olan arkadaşı Abdullah Cemma' ile beraber akınlara başladılar. Bu sıralarda Ulva Krallığı içeride liderlerin kavgası yüzünden zor günler yaşıyordu.

İşte bu iki arkadaş şehre girmeyi ve burayı kontrolleri altına al­mayı başardılar. Ammara Dunguz, Beyaz Nil ile Mavi Nil arasında kalan ve doğuda Habeşistan platosunun, eteklerine kadar uzanan toprakları yeni devleti için Mavi Nil kıyısında bulunan Sinnar Şeh­rini başkent edinmişti. Ammara, ayrıca Sudan'ın kuzeydoğusuna düşen Bica bölgesini de topraklarına kattı. Abdullah Cemma' ise Mısır sınırlarına kadar uzanan Kuzey Sudan'ın yönetiminde, O'nun vekili idi. Bu iki adamdan her biri, bir hanedan kurdu. H. 1236 yılın­da, Osmanlı Devleti'nin Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'nm orduları buralara gelinceye kadar bölgeyi bu iki sülale yönetiyordu.

H. 923 yılında, yani Fong Krallığının kurulmasından 12 yıl son­ra Osmanlılar Mısır'a girip orduları Sevakin Limanına ulaşınca Fonglular, Osmanlıların ilerleyişini haber aldılar ve kendilerine bir zararları olur diye korkmaya başladılar.Bunun üzerine Fong Kralı Ammara Dunguz, kuzey Sudan üzerindeki vekili Abdullah Cem-ma'la bir araya gelerek Osmanlı Halifesi Birinci Sultan Selim'e bir mesaj yolladılar. Bu mesajın metni aynen şöyledir:

"Bismillahirrahmanirrahim, Allahın selamı, rahmet ve bere­keti üzerine olsun.

Bana karşı savaş açmış olman ve topraklarımı ele geçirmek istemen konusunda haklı bir gerekçe bulamıyorum.Eğer İslam dinini desteklemek için bunu yapıyorsan,ben ve halkım zaten arabız ve müslümaniz. Resulullahın dinine mensup bulunmakta­yız. Yok eğer maddi bir çıkar amacıyla bunu yapıyorsan yine şunu bil ki halkım yoksul çöl araplarıdır. Esasen kendi öz yurtlarını sırf karınlarını doyurmak için bırakıp bu topraklara göç etmiş bulu­nuyorlar. Ancak onlardan yıllık bir vergi toplayabilirsin."

Dunguz bu mesajına, ayrıca (ülkesinde oturan arap kabileleri­nin) soy şecerelerini de ekleyip gönderdi. Dunguz'un mesajı ve ekindeki arap soyları listesi, Osmanlı Halifesi Yavuz Sultan Selim'e ulaşınca çok hoşuna gitti ve Sudan'ı fethetme düşüncesinden cay­dı. Fonglar döneminde bu bölgede kültür yayıldı. Eğitici şahsiyet­ler yetişti. Bu arada mistik akımlar (Sufilik tarikatları) da bölgeye girdi. Şazeli Tarikatı Muhammed Ebu Dunaba tarafından, Kadiri Tarikat, Tacüddin El-Bahari tarafından Hatmiye Tarikatı Muham­med osman El-Mirgani tarafından ve Summani Tarikatı, Ahmet Et-Tayyip Bin El-Beşir EI-Abbasi tarafından bu bölgeye sokuldu. Fong Devletinin kralları îslam tarihinin ilk aşamalarında olduğu gibi Sudan'da Emirülmüminin (müminlerin emiri) mesabesinde idiler. Zira bir grup memleketler onlara bağlıydı. Bu ülkeleri yöne­tin sülalelerden bazıları da şunlardı:

• Berber'de Abdullah Hanedanı

• Şendi ülkesinde Ca'liler Sülalesi

• Dangala'da Takla hükümdarları vs,

H. 1236yıhnda Mısır Valisi Muhammed Ali, oğlu İsmail Paşa ko­mutasında Sudan'a bir ordu gönderdi. İsmail Paşa, Dangala, Berber ve Şendi ülkelerini ele geçirerek hükümdarlarım devirdi ve bu dev­letleri ortadan kaldırdı .Abdullah Cemma' Sülalesine mensup kralla­rın sonuncusu Nasır ve Da'cib idiler.İsmail Paşa daha sonra Sin-nar'a ulaştı ve Fong krallığını ortadan kaldırarak bu devletin son hükümdarı olan altıncı Badi'nin yönetimine de son verdi. Fakat İs­mail Paşa bu sırada hastalanarak Mısır'a dönmek istedi. Ancak yol­da Şendi ülkesinin hükümdarı olan Calilerden Ekmel Nemir onu bulunduğu bir yerde ateşe verdi (yakarak öldürdü.) Bunun üzerine Mehmet Ali Paşa Şendi halkı üzerine bir askeri birlik göndererek onlardan intikam aldı ve şehri yaktı. Halkın bir kısmını da öldürdü; ler.Geriye kalanlar ise Ekmel Nemir'in ordusuna katıldılar. Ekmel Nemir,Habeşistan'a kaçarak bu ülkeye sığındı. Ondan sonra Meh­met Ali Paşa Hartum kentini kurdu. Sinnar yerine, başkent olsun di­ye bu şehri inşa etti. Fakat Mehmet Ali'nin orduları Sudan'ın batı­sında bulunan Darfor ülkesine giremediler. Dolaysıyla buralar eski hükümdarlarının, yönetimi altında kalmaya devam etti.

Afrika'nın Mehmet Ali tarafından alman bu bölgeleri, artık ona ve ondan sonra da soyuna bağlı kalarak devam etti. Mehmet Ali, H. 1256'de Suriye topraklarından çekildikten sonra her ne kadar bura­ları denetimi altında bulunduruyor idiyse de yönetimi zayıflamıştı. Sonra H.1279 yılında yönetimin başına Mehmet Ali Paşa'nm toru­nu, (yani İbrahim Paşanın oğlu) İsmail geçti.İsmail, emsallerinden çok daha fazla şan ve şöhret heveslisiydi. Yayılmacı siyaseti seviyor­du ve bu yolda devam etti. Osmanlı Devleti bu sıralarda zayıf bir du­rumdaydı. Bu da onun, yönetim merkezine uzak mesafede bulunan bölgeler üzerinde heybet ve otoritesini göstermeye engel oluyordu. Bu sebeple Osmanlı devleti Kızıl Denizin batı kıyılarından ve Aden Körfezinin sahillerinden, İsmail Paşa lehinde vazgeçti.İsmail de Yu­karı Nil'e kadar ülkesinin güney sınırlarındaki yerleri topraklarına katmayı uygun gördü. Bu görevi de yahudi asıllı bir İngiliz subayına havale etti ve ona Mısır generali rütbesini verdi.

O devirde "Hatt-ı İstiva Müdürlüğü" yani Ekvator Organizasyo­nu veya Uganda olarak bilinen bölgenin fetih işini de bu adama ve­rerek ve İngiltere'nin aleyhinde olduğu köle ticaretine karşı durmak için meşru ticareti canlandırmakla da onu görevlendirdi. İngilte­re'nin köle ticareti aleyhinde olması esasen insani sebeplerden de­ğil, bilakis kendi propagandası için ve ekonomik çıkarları için, özel­likle de sanayi alanında yapmak istediği atılımların geleceği için bu­nu yapıyordu. İngiltere, Amerikan mallarının rekabetinden çekini­yordu. Çünkü Afrikadan Amerika'ya köle naklediliyor ve orada ça-lıştırılıyorlardı.Dolayısıyla ham maddenin elde edilmesi ve maliyet­ler ucuz oluyordu. Çünkü ham maddenin üretiminde ve sanayi ala­nında zenciler parasız ve boğaz tokluğuna çalıştırılıyordu.

İsmail Paşa, Baker'in İslam lehinde çalışmasının mümkün ol­madığını unutuyordu. Çünkü İsmail Paşa Uganda Kralının isteği üzerine orduyla beraber bir grup İslama davet elemanlarını da gön­dermişti. Baker'in Sözleşmesi bitince o henüz kendisine verilen gö­revlerin hiç birini yapmamıştı. Bilakis O, bu süre içinde sadece İn-giltereden gelen talimat ve emirleri yerine getirmişti. Bu nedenle İs­mail Paşa yine İngiliz olan ikinci bir subayı bu görevler için seçti. Ancak Gordan'da Ekvator Müdürlüğüne, aynen selefi gibi İngiliz çı­karlarını korumak için gelmişti. Nitekim yerlilerle ilişkiye girerek onlar üzerinde etki uyandırabilecekleri korkusuyla müslümanları-na Frika içlerine ulaşmamalarından endişe eden Gordan Mısır güç­lerinin Viktorya Gölü kıyıların aulaşmalarım engelledi ve aksine burayı İngiliz yayılmacılığı için bir meydan olarak bıraktı. Aynı za­manda İslam Dininin Ugandaya girmesini engellemek üzere Uganda Kralı Motisaiya bir heyet gönderdi. Halbuki Motisa müslüman olmaya niyetlenmişti. Bu heyet hıristiyan propagandası yapıyordu. Gordan'ın, Ekvator Müdürlüğü bölgesinde yönetici olarak sözleş­mesi sona erince mükafat olarak onu Hidiv İsmail bu kez de Su­dan'a vali olarak tayın etti bu arada Ekvator bölgesi, Eritre, Somali ve Harar Bölgeleri de onun yönetim sınırları içinde bulunuyordu. Gordan burada anarşiyi yaydı. Başkaldırmaları daha da körükledi. Yerli halkın, Mısır yönetiminin berbat olduğuna inanması ve İngiliz yönetiminin gölgesine sığınmak istemesi için bölgedeki kabile li­derlerine karşı kötü muamelelerde bulundu. Bu icraatıyla bir taraf­tan Mısırlılarla Sudanlıların arasını açarken keza Sudan'ın kuzeyin­de ve güneyinde oturanların arasım da bozdu. Hem sonra bu bölge­lerin yerli halkı arasında asıl köle ticareti yapanların müslümanlar olduğu propagandasını yaymaya çalıştı. Uydurduğuna göre O, bü­tün bunları sırf Fransızlarla İngilizler arasında denge sağlamak için yapıyordu. Çünkü Fransa'nın, Süveyş Kanalı sayesinde siyasi etkin­liği artmıştı. Aynı zamanda zimmetinde bulunan borçları ödeyebil­mek için İngiltere'nin kendisine kredi vermesini istiyordu. İngiltere ise Süveyş Kanalının, ortaklık paylarından alabilmek için planlar yapıyordu. Nitekim bunu da başardı. Ayrıca Mısır'ı kontrolü altına almak hevesindeydi, bunu da yapabildi.

Bütün bunlar Orta ve Doğu Sudan üzerinde oynanan oyunlar­dı. Kuzeybatı bölgesine gelince burası H. Altıncı yüzyılın başların­dan beri varlık gösteren bir devlete bağlı bulunuyordu.

Batı bölgesine gelince İslam dini burada tedrici bir şekilde ya­yılmaya başlıyordu. Endülüs'ten kaçan Arap kabileleriyel Doğu yönünden gelen kaileler, bunlara ilaveten daha önce Asvan bölge­sinde otururken buralara göçen kabileler vardı. Bütün bu göçmen kabileler buradaki yerlilerle karıştılar ve onlarla evlendiler. Onla­rın aracılığıyla da İslam Dini buralarda yayıldı. Sonra bölgede bir­çok emirlikler kurdular. Vaktiyle Moğollar tarafından H. 656 yılın­da Bağdatta devletleri yıkılan Abbasi Hanedanının Afrikaya kaç­mış olan torunlarının kurduğu emirlikler bu küçük devletçiklerin en Önemlilerindendi. Nitekim tarih kitapları, Abbasi torunların­dan iki kardeşin H. 824 yılında Tunus'a ulaştıklarım,bunlardan büyüğünün Ali, diğerinin ise Ahmet adını taşıdıktan sonra küçük kardeşin Şav Dorşit adında putperest bir hükümdar tarafından yö­netilen Darfor Bölgesinin engebelerinden Murra Dağında yerleşti­ğini, hükümdarın Ahmetle karşılarak onun zeka ve edebini beğe­niyle karşıladığını ve kendisini ağırlayarak devletin yönetim işle­rinde ondan yardım istediğini, Ahmedin de kendisine verilen gö­revlerde tmyük başarı gösterdiğini bu sebeple de kralın sevgisini kazanarak yegane çocuğu olan kızıyla evlendirildiğini, bundan da Süleyman diye isimlendirdiği bir erkek çocuk dünyaya geldiğini kaydetmektedir. Bu çocuk Afrika dilinde Arap demk olan Solong diye çağrıldı. H. 850 yılında anne tarafından dedesinden boşalan tahtına varis olarak oturdu.

Süleyman H, 1293 yılma kadar darfor ülkesini yönetmeye de­vam eden bir sülale kurdu. Daha sonra Zübeyir Paşa, bu ülkenin son hükümdarı olan İbrahim'i ortadan kaldırarak burayı toprakla­rına kattı, ondan sonra da Osmanlı Devletine bağlandığım ilan et­ti. Nihayet H. 1302 yılında buranın hükümdarı olan Salatin Paşa, ülkeyi, Mehdililere teslim edinceye kadar böyle kaldı. Daha önce­leri Darfor ülkesiyle Fong Krallığı arasında Kerdfan Bölgesi üzerin­de anlaşmazlıklar cereyan ederdi. H. 1316 yılında Mehdililerin bozguna uğramalarından sonra biraz önce bahsedilen Solong Ha­nedanından Ali Dinar Darfor'a intikal ederk kendini buranın hü­kümdarı ilan etti ve Hartum hükümetine ödediği belli bir vergi karşılığında bir süre burayı Özerk olarak yönetti. Bu durum Birinci Dünya Savaşma kadar böyle devam etti. Ondan sonra İngilizler sözde onun kendilerine karşı Alman ordularıyla işbirliği ettiğini ileri sürerek suçladılar. Bunun üzerine Sudan Hükümeti Ali Di­nar'ın üzerine asker şevketti. Ordu, H. 1334 yılında Darfora girerek onu öldürdü. Bu zat El-For ülkesinin son kralıdır.

Güney bölgesine gelince burada yerli sultanlarla, güneydeki putperest kabileler arasında savaşlar ve çatışmalar sürüp gidiyor­du. H. 1274 yıllarında bu bölgede Zübeyir adında bir tüccar meş­hur oldu. Ve Niyam Niyam kabilelerine karşı çatışmaya girdi. Bu sı­rada Zübeyr Bahrülgazal'da Sultan Kulu'nun topraklarına girdi. Sultan da vaktiyle Öldürmüş olduğu Zübeyr'in kardeşi Mansur'un öcünü almak üzere Onun bu topraklara geldiğini sanarak Zübeyr'e karşı savaşa girdi. Fakat Zübeyr, savaştan zafer kazanmış olarak çıktı ve kendini Bahrülgazal topraklarına hükümdar ilan ederek Kulu'nun başkenti olan Baya Şehrini de kendisine merkez yaptı. Daha sonraları bu ülke Düveym'üz-Zübeyr adıyla anıldı. Zübeyr burada bölgeyi adeta istila eden {ve Sudan yönetiminin başında bulunup bölgeyi büyük bir nüfuz altına almış İngilizler tarafından desteklenen) hıristiyan misyonerlik faaliyetleriyle yüzyüze geldi. Onlarla çatıştı ve Züreyfat topraklarına girdi. Ondan sonra da Dar­for'a girerek kontrolü altında bulunan toprakların tümünün, (is­men de olsa Osmanlı Devletine tabi olan) Mısır yönetimine bağ­landığını ilan etti. Bunun üzerine mükafat olarak Mısır Hidivi ona Paşa unvanı verdi. Tabiatıyla sömürgeciler ve onların uyduları olan misyonerler Zübeyrin İslami çizgisinden sıkıntı duyarak Mısır yö­netiminin başındaki yetkilileri ona karşı güdümlemeye başladılar. Onların gönüllerini Zübeyr'e karşı kinle doldurmaya çalıştılar. Bu sebeple, Zübeyr ile Sudan Diktatörü İsmail Eyyub'un arası bozul­du. Bu yüzden Zübeyr Mısır'a çağırıldı ve Hidiv onu ceza olarak Os­manlılarla Ruslar arasında cereyan eden savaş cephesine sevk etti. (Tarih : H. 1294) Zübeyr savaştan sonra tekrar Mısır'a döndü ve Mehdilik ayaklanması patlak verinceye kadar da burada kaldı. An­cak bu olaylar sırasında sözde Mehdiyle işbirliği ettiği gerekçesiyle H. 1303 'te suçlanarak tutuklandı ve Cebel-i Tarık'a sürüldü.

İkibuçuk yıl kadar sürgünde kaldıktan sonra Mısır'a, ondan sonra da Sudan'a döndü ve H. 1333'te El-Cebeli köyünde ölerek defnedildi. Burası onun doğduğu yerdir ve Hartum vilayetine bağ­lıdır, Nü Nehrinin doğu kıyısında yer alır. Darfor'a gelince Zübeyr ayrıldıktan sonra Onun oğlu burayı yönetmeye başladı. Ancak o da hıristiyanların komplolarına uğradı.Çünkü İngilizer ona hile ile va-dettikleri güveni verdikten ve babası da İngilizlerin etkisi altında Mısır'dan ona bu yolda tavsiyeler yaptıktan sonra Süleyman, H. 1297 yılında İtalyan komutan Ces'e teslim oldu. Ancak bu adam döneklik ederek onu yediyüz arkadaşıyla birlikte kurşuna dizdi. Devletin liderlerinden sadece Emir Rabih kurtuldu ve adamların­dan bir süvariyle birlikte Çad'a kaçarak burada bir İslami beylik kurdu. H. 1318 yılında emperyalist Fransızlar bu devleti ortadan kaldırmcaya kadar varlığını sürdürdü. Kuzey Sudan'da bir İslam ül­kesidir. Burası yakın geçmişte Mısır'a bağlı idi. Burayı ingiliz Gor-dan ile İtalyan Ces yönetiyorlardı ve İslama karşı kin besliyorlardı. Hıristiyan misyonerlik örgütlerine dayamyorlardı.Henüz puta ta­pan özellikle güney bölgesi yerlilerinden hıristiyan dinine girenler-den,batılı emperyalistler için bir altyapı meydana getirmek istiyor­lardı. Bu amaçla da İslamdan, müslümanlardan ve hatta Mısırlılar­dan nefret eden herkesi emellerine alet etmek istiyorlardı.

Ancak bu çabaların karşısına bir tepki olarak meydana gelen ha­dise Mehdilik hareketidir. Buna ek olarak Sudan'da müslümanların uğradığı çöküntü, gerilik, cehalet, zillet ve düşmanlar tarafından çiğ-nenmeye karşı tepkiler doğdu. Keza gittikçe fitneye dönüşen hıristi-yanlaştırma faaliyetlerine karşı da ayrıca tepkiler gösterildi. Halk Mehdilik hareketini (gerek lehinde gerekse aleyhinde meydana ge­len sonuçlara rağmen) destekledi. Örneğin Muhammed Ahmed Bin Abdullah H. 1299 yılında Beyaz Nil'in Eba adasında Mehdi olduğu­nu ilan ederek ortaya çıktı. Bu ümmeti yeni bir ruha kavuşturmak ve geçmişteki şanlı tarihini ihya etmek ve islam nizamını hayata geçir­mek üzere beklenen Mehdi olduğunu ileri sürüyordu.

İlk olarak "Lailahe illellah, vallahuekber ve lillahil hamd" di­ye haykırdı ve adımlarım atmaya başladı. Başta birçok kimse onun bu atılımına katıldı. O ve arkadaşı Abdullah Et-Teayüşi halka ama­cı açıklamak ve taraftar toplamak için Sudan'ın batısına göçtüler. Etraflarında büyük kalabalıklar toplandı. Bu sırada Mısır'a bağlı askeri kuvvetler onu yakalamak istediler, fakat O, Mısır ordusunu yendi. Üzerine bir hamle daha gönderildi.Ancak bunu da darma­dağın etti. Mehdilik Kerdfan bölgesinde daha da güçlendi. Bu sa­yede bölgenin merkezi EI-Abyad, Mehdi'ye teslim oldu. Ayrıca karşıt cepheden altı bin asker ona esir düştü. Zübeyr'in oğlu Sü­leyman'ın öldürülüşünden ve Emir Rabih'in yöreyi terk edişinden sonra burayı yönetmekte olan Avusturyalı Salatin Paşa da Mehdi-Iilere teslim olduktan sonra Mehdi Darfur'u ele geçirdi. Saİatin Paşa müslüman olmuştu. Sonra Mehdi, Nuba topraklarına girerek Britanya İmparatorluğunun en büyük komutanı olan Higs Pa-şa'nm ordusunu ünlü Sikan Mevkiinde imha etti. Bu olaydan bir-

buçuk ay sonra da H. 1302 de Baker'in kuvvetlerini imha etti. Ar­dından da Mehdi'nin ordusu Hartum'a doğru yürümeye başladı.

İngiltere, Mısır'a, Sudan'dan çekilmeyi tavsiye ettiyse de baş­bakan Şerif Paşa bunu kabul etmedi. Peşinden de istifa etti. Riyad Paşa da kabineyi kurmayı kabul etmedi. Bunun üzerine İngilizlerin istediğini yerine getirmek için hıristiyan Ermeni Nubar Paşa kabi-neyikurdu. Bu kabinenin en büyük planı Sudan'dan çekilmekti. Su­dan'dan çekilme işlemini organize etmek üzere Başbakan Nubar Paşa genel vali olarak Gordan'ı görevlendirdi. Fakat Gardan başarı­sızlığa uğrayarak öldürüldü. Mehdi ise H. 1303'te Hartum'a girdi. Bu çekilmenin sonucu olarak Sudan'a bağlı olan bölgeler de boş kaldı. Bunlar Somali, Harar Bölgesi ve Eritre idi. Bunun üzerine Av­rupa Devletleri hemen davranarak bu topraklan aralarında bölüş­meye çalıştılar. Esasen Sudan'dan çekilmenin amacı da buydu. Mehdi'ye gelince bu zat H. 1303'te öldü. Yerine ise Abdullah Et-Te­ayüşi geçti. Abdullah arkadaşı gibi dirençli değildi. Ekonomik du­rumlar da Sudan'da çok kötüleşti. Kıtlık yıllan peşpeşe geldi.

Tekrar Sudan'a girmek için H. 1314 yılında İngilizlerin komu­tasında bir Mısır ordusu oluşturuldu. Bu ordu, Karari Meydan Sa­vaşından sonra H. 1316 yılında Mehdililerin merkezi, Umdurman kentine girdi. Abdullah Et-Teayüşi kaçtı. Ancak H. 1317 yılında ce­reyan eden Dubaykarat Maydan Savaşı'nda öldürüldü.

Fransızlar batı yönünden yayılarak General Marchan komuta­sında Faşuda'ya ulaştılar ve kuzeyden gelen İngiliz ordusuyla karşı­laştılar. Eğer Fransızlar çekilmeseydi ve Mısır -İngiliz ikili antlaşma­sının hükümleri uygulanıp Sudan hudutları yalaşık bugünkü şekli­ni almasaydı, bu iki emperyalist hasım birbirlerine gireceklerdi.

Solong hanedanından Emir Ali Dinar Bin Zekeriya işgalcilere

karşı birtakım çabalar harcadı. Ali Dinar Mehdililerin yenilgisin­den sonra Darfor'a dönmüştü. Fakat H. 1333'te öldürüldü.

İngiltere Sudan'ın güneyini kuzeyinden hep koparmak istiyor­du. Bu amaçla Hıristiyan misyonerlere geniş özgürlükler tanıdı ve onları destekledi Hatta güney bölgelerini katolik ve protestan mis­yonerlik cemiyetleri arasında böldü. Sudan'ın güney bölgesini kuzeyinden soyutlamaya çalıştı. Fulata ve Bandala toplulukları ile kuzeylileri buradan kovdu. Aynı zamanda arapçayı ortadan kaldır­mak için gayretler sarfetti. Sudan'ın güneyini Uganda'ya ve Doğu Afrika'ya bağlamak istedi Tüm bölgenin ihmale kurban gitmesi için uğraştı ve bu durum H. 1376 yılında bağımsızlık ilan edilince­ye kadar da sürdü. [17]

 

Magrip Ülkeleri

 

Mağrıpta, Muvahhitler Devletinin enkazı üzerinde birtakım devletler varlık göstermeye başladılar. Bunlar Tunustaki Hafsiler Devleti, Tilimsan'daki Beni Abdilvad Devleti ve Mağrıptaki Beni Merrin Devletidir ki daha sonra bunları Beni Vattas Devleti izle­miştir. Bu devletler, kendi aralarında düştükleri anlaşmazlıklar ve hükümdarları arasında cereyan eden çekişmeler sebebiyle za­manla çöküntüye uğradılar.

Bu sebeplerin en önemlisi bu ülkelerde yaşayan insanların, din ve maçlarına (manevi değerlerine) yapışmamaları oldu, ki esa­sen sahip oldukları islam ahlak ve inancı onları böyle dağılmadan bir araya getirebilecek, birlik ve beraberliklerini sağlayacak böyle moralsiz ve maneviyatsız bırakmayacak, bilakis onlara mavi güç kazandıracaktı. Bu insanların içine düştükleri maddi ve manevi çöküntüler, Endülüs'teki düşmanları olan hıristiyanları cesaret­lendirdi. Bu nedenle düşmanlar gerek Afrika'nın kuzey sahillerin­de gerekse batısında bulunan Mağnp kıyılarına saldırdılar ve bu­radaki birçok limanları işgal ettiler. Bazı staretjik mevkilerde odak­landılar. Buna ek olarak Libya'yı kontrolleri altında bulunduran Malta şövalyeleri gibi birtakım hıristiyan kitleler daha Mağribin kuzeyine doğru yöneldiler. Sonra Osmanlılar gelip imkanları dahi­linde buradaki müslümanları kurtarmaya çalıştılar. Taki zamanla tekrar zayıf düşünceye kadar. Ondan sonra da Haçlılar ikinci kez gelip Mağrıp topraklarını işgal ettiler ve bu toprakların servet ve mahsullerini bölüşüp yağmaladılar.

Mağrıptaki bölgelerin ayrı ayrı durumları: [18]

 

Libya

 

Mağrıptaki irili ufaklı İslam ülkeleri zamanla zayıf düşünce Malta şövalyeleri (Orşelimli Aziz Yuhanna'nm şövalyeleri) gelip Libya'daki Barka yöresini işgal ettiler. Aynı zamanda İspanyollar da H. 916 da gelip Trablus'u işgal ettiler. Osmanlı Kaptan-ı Deryası Turgut Reis H. 958 yılında buraya girinceye kadar da İspanyollar Trablus'ta bulunuyorlardı. Daha sonraları İspanyollar tekrar bura­ya girmek için uğraşıp durdu iseler de çabalan sonuçsuz kaldı. An­cak zamanla Osmanlı Devleti zayıf düştü. Bunun üzerine Kara­manlı hanedanı ortaya çıkarak Libya bölgesini kontrolleri altına aldılar.Burası her ne kadar Osmanlı Devletine bağlı idiyse de H. 1123 tarihinden itibaren Karamanlılar, bağımsız gibi hareket edi­yorlardı. Ancak Osmanlı Devleti Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilerek kaybedildiğini ve Mehmet Ali Paşa'nın da Mısır'da devlete karşı baş kaldırarak Suriye topraklarım işgal ettiğini gö­rünce Libya'yı da kaybedeceğinden korkarak H. 1251 yılında Kara­manlı Hanedanını ortadan kaldırdı.

Bu suretle artık Osmanlı Valileri burada söz sahibi oldular ve halkın İslami duygularını harekete geçirerek onları Osmanlılara bağladılar.îki toplumu birbirine bağlayan dini bağların kuvvetini ilan ettiler ve Hıristiyanların İslam topraklarına yönelik hevesleri­ni anlattılar. Aynı zamanda Haçlıların tuzağına düşmüş olan Ceza­yirlilerin ve diğer müslümanlarm ne kadar perişan olduklarını izah ettiler. Buna karşın bölgenin ekonomik durumun düzeltme­ye, halkın üzerindeki vergi ağırlığını hafifletmeye çalıştılar. Buna rağmen Malta Şövalyelerinin işgal döneminden beri İslam toprak­larında yaşayan hıristiyan azınlığın koruma altına alınması baha­nesiyle Avrupa devletlerinin buraya yaptıkları müdahale çabala­rından dolayı bölge rahatlık bulamadı.

Libya, nüfusunun azlığı sebebiyle Osmanlı Devleti, buraya bazı cemaatleri nakletmek suretiyle zaman zaman nüfusu takviye etmek istedi. Bu cümleden olarak H. 1299'dan, 1314 yılma kadar Osmanlılar adına Libya'yı temsileden Vali Ahmet Rasim Paşa'nın teklifi üzerine birçok kurt aileleri Libya'ya nakledilerek Sirt bölge­sine yerleştirildiler ve tarımla uğraşmaları için bunlara yardımda bulunuldu. Ne varki daha öncesindenberi bu işlere pek alışık de­ğillerdi. Dolayısıyla hem bu proje, hem de bölgenin staretejik nok­talarında nöbet tutmak üzere bunların Osmanlı askeri kuvvetleri -nedahil edilmesi düşüncesi de başarısızlığa uğradı.

Aynı zamanda Osmanlılar hıristiyanlar tarafından Malta ada­sında vahşi cinayetlere ve tecavüzlere uğradıktan sonra kurtulan müslümanlan Libya'ya yerleştirmeyi düşündü. Keza H. 1316 yılın­da Osmanlı Devleti Girit Adasından çekildikten sonra burada bu­lunan müslümanlar Barka'ya ve İskenderiye'ye göçmek mecburi­yetinde kalmışlardı. Bu göçler sebebiyle Girit'ten gelen yaklaşık 1000 aile Barka'ya yerleşerek, zaman içinde halkın potasında eri­diler ve müslüman oldukları için yerli halkla kaynaşıp gittiler.

Yahudilerin de Libya'ya yerleştirilmeleri konusunda bir takım çabalar sarfedildi. Osmanlı Devleti Yahudilere karşı yumuşak bir muamele güdüyordu. Nitekim Endülüs'ten kovulduktan sonra Osmanlı Devleti onlara, kendisine bağlı bölgelerden birinde yer­leşmeleri için izin verdi. Fakat yahudiler hep kötülüklerde bulun­dular. İyi niyetleri daima istismar ettiler, hevesleri devamlı olarak arttı ve bazı bölgeleri ele geçirme konusunda kütahlıkları ortaya çıktı. Fakat Sultan Abdülhamit, özellikle onların Filistin'de yayıl­malarına göz yummuyordu.Buna karşın H. 1322 yılından 1327'ye kadar Libya Valiliği yapan Recep Paşa'nın teklifi üzerine yahudile-rin buraya yerleştirilmesi konusunda ılımlı düşünüyordu.

Yahudilerin ise Mısır'da çok eskiden, ta Batlaymuslar döne­minden beri Libya üzerinde etkileri artmıştı. Ancak daha sonra Romalıların baskısı altında ağırlıkları azaldı. Müslümanlar Endü­lüs'ten çıkıp yahudiler de onlarla birlikte kovulunca Afrika'nın ku­zeyine ve Osmanlı topraklarının daha başka yerlerine beraber in­tikal ettiler. Onlardan sekizyüz aileden fazla bir topluluk Libya'da yerleşti. Ondan sonra zaman içinde, gerek denizden, gerek kara­dan yaptıkları ticaret sebebiyle güçlenmeye başladılar. Vali Recep Paşa da onlara karşı yumuşak davranıyordu. İtalyanların yayılma­cılığından endişe ettiği için onlara toprak da dağıtmak istiyordu. İşte bu sebepledir ki Osmanlı Halifesi İkinci sultan Abdülhamit, tahttan indirildiği gün, İtalyanlar Recep Paşa'nın da Libya Valili-ğinden alınması yolunda çabalar harcadılar. Nitekim İttihat ve Te­rakki Cemiyetine mensup devrimciler onu buradan alıp Haribey Nazırlığına tayin etmek istediler. Fakat Recep Paşa tayin edildiği gün öldü. Bu yüzdendir ki yahudiler, dayanaklarını kaybetmiş ol­dular. Recep Paşa kimliğini gizlemekle beraber o da İttihat ve Te­rakki cemiyetine mensuptu. Osmanlı halifesini deviren ondan sonra da hilafet makamını ortadan kaldıran bu örgütün içinde ya-hudilerin de rolü vardı. Belki de bu örgütün hareket ve yönünü or­ganize eden başlıca unsurlar onlardı. Esasen Recep Paşa'nın pro­jesi yahudilerin Libya'da El-Cebel'ül-Akhdar bölgesinde yerleşti­rilmeleri doğrultusundaydı. Nitekim bu konuda yeterli inceleme­ler ve araştırmalar da yapılmıştı. Recep Paşa'nın planıyla İtalyan­ların planı arasındaki ihtilafa rağmen yahudiler İtalyanların Lib­ya'yı işgal girişimlerim destekliyorlardı ve İtalyanlar tarafından Libyalılara karşı işlenen vahşiyane cinayetleri desteklediler.

İtalya, Libya ve Tunus'u Cezayir'in Fransızlar tarafından işgal edilmesinden sonra kendisi için siyasi nüfuz bölgesi olarak sayı­yordu. Nitekim işgalden çok önce İtalya'dan birçok kimseler, bu bölgelere göçerek buralarda bir takım ticari ortaklıklar kurdular. Yerli halka krediler verdiler. Kendi Kolonileri için okullar inşa etti­ler. Onlara hastaneler açtılar ve halk nezdinde onların propagan­dalarını yaptılar. Fakat Fransa Tunus'u işgal etti. Dönemin siyasi şartlan da bu işgali kolaylaştırdı. Böylece Libya bölgesi emperya­list işgalin dışında kaldı. Bu sebeple Fransa H. 1313 yılında Habe­şistan'da Adva Meydan Savaşı sırasında yenilgiye uğradıktan son­ra Doğu Afrika'da yayılmak isterken uğramış olduğu bu zararı kar­şılamak üzere Tunus'u işgal etmek istedi.

Bu sırada İtalya'da siyasi bir kıvraklık örneği vererek Fransa'nın Tuns üzerindeki korumasını tanıdı ve milletler arası bazı forum­larda özellikle H. 1324 yılındaki Girit Konferansında hep Fran­sa'nın yanında yerini aldı.Bu sebeple de Mağrıptaki hareketlerini onaylamasına karşı onunla Libya'da girişeceği yayılmaya göz yumdu. Keza H. 1305 yılında İtalyanların İngiltere tarafndan giri­şilen Mısır işgalini tanımalarına karşılık İngilizlerin de İtalyanlar tarafından girişilen Libya işgalinin onaylanması konusunda Fransızlar İngilizlerle anlaştılar. Onun için İtalya Libya'ya güçlü bir şe­kilde el koydu. Çünkü artık herhangi bir hıristiyan muhalefetiyle karşılaşmayacaktı. Bu sayede Libya'ya karşı mütecaviz girişimine başlamak için uygun bir fırsat kollamaya başladı. Ondan sonra İtalya Libya'da Banko di Roma'nm bir şubesini açtı ve bu banka kanalıyla Libyalı çiftçilere kredi yardımlarında bulunmaya başladı. Çünkü çiftçi kredi borçlarım ödemekte zorlanınca banka, bunla­rın arazilerine el koyacaktı. Bu gelişmelerin ardından İtalya bu kez de hıristiyan katolik misyoner teşkilatlan buraya gönderdi ve daha birçok faaliyetlerde bulundu.

Osmanlı Devleti, İtalya'nın Libya üzerinde oynamaya çalıştığı bu planlardan çekiniyor ve İtalya'nın ne sinsi niyetler beslediğini biliyordu. Onun için buradaki askeri kuvvetleri ve silahlan takviye etmeye başladı. Bunun üzerine İtalya bu tutumu protesto ederek Osmanlı Devletine bir nota çekti ve ondan 24 saat zarfında İtalya le­hinde Libya'dan çekilmesini ihtar etti. Osmanlı Devletine böyle bir ihtarı çekmesinde İtalya'yı cesaretlendirmiş olan şey, Osmanlı Hali­fesi İkinci Abdülhamid'in devrim neticesi tahttan indirilerek İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin yönetimi ele almasıyla birlikte devletin, içi­ne düştüğü çöküntüdür. İtalya Osmanlı Devletinin başına gelen bu felaketin tamamıyla farkındaydı. Keza ittihat ve Terakki Örgütünde bulunan adamları,izlemek durumunda oldukları planları da bili­yorlardı. Hatta bunlardan gerek bilinçli olanlarını gerekse olmayan­larını da birbirlerinden ayırt edebiliyorlardı. Nitekim bilinçsizce komplolara alet olan İttihatçılar bu planlara körler gibi uyuyorlardı. Üstelik bu adamlardan bazıları da güçlü idiler ki bu durum diğerle­rini İttihat ve Terakki partisi hakkında kuşkulara itiyordu.

İtalya'nın zorlamaları karşısında osmanlı Devleti Hıristiyan Avrupa ülkelerini araya koymaya (onlardan arabuluculuk yapma­larını istemeye) çalıştı. Fakat onlar tarafsız kalma gösterisinde bu­lunuyor ya da esasen güçlünün yanında yerlerini alıyorlardı.

Çektiği notanın süresi, yani 24 saat biter bitmez İtalya derhal donanmasını sevkederek Trablusgarb'ı vurmaya başladı, sonra da şehri işgal etti. Aynı zamanda Barka Bölgesinde bulunan Binga-zi'ye ve peşinde Tobruk kentine girdi. Bu sırada Osmanlı Devleti de halkın direnişin yardımcı olması için libya'ya bir ordu gönder­di. Fakat İtalya, Libya'yı işgal ettiğini Osmanlı Devletine kabul et­tirmek ve onun, ordularını geri çekmesini sağlamak için savaş ala­nını genişleterek Anadolu sahillerine yakın adaları da işgal etti. Ay­nı zamanda Rodos'a girdi. H. 1330 yılında Beyrut üzerine bir deniz filosu göndererek şehri topa tuttu, Çanakkale ve İstanbul Boğazla­rım tehdit etmeye başladı; Balkan halkım, Osmanlı Devletine baş kaldırmaları için kışkırttı. Bu gelişmeler ise Osmanlı Devletini, Lo­zan'a yakın bir mesafede bulunan Uşi'de İtalyanlarla bir antlaşma imzalamaya zorladı.

Bu antlaşma gereği Osmanlı Devleti İtalya lehinde Libya'dan vazgeçti. Buna rağmen bazı mücahitler Libya'da kaldılar. Bunlar arasında bazı komutanlar da vardı. Sunusi ailesi Ahmet Şerif Es-Sunusi önderliğinde İtalyanlara karşı direniş hareketlerini yönet­meye çalıştılar. İtalyanlar her ne kadar başlangıçta sahil kesimin­den başka yerlere egemen olamadı iseler de zamanla içerilere doğru da etkili olmaya başladılar ve nihayet tüm ülkeyi kontrolle­ri altına aldılar. [19]

 

Tunus

 

Tunus'taki Hıfsiler Devleti.tarihin bu aşamasına kadar da var­lığını sürdürebilmişti. Fa"kat çöküş artık onu her yönden yokluyor­du. Bu sıralarda -Şarlken'le dost olan Hükümdar Hasan El-Hifsi, devletin başında bulunuyordu. Onun Şarlken'le dostluk içinde ol­ması ise halkın kendisine karşı nefret beslemesine ve Osmanlılar­dan yardım istemelerine sebp oluyordu. Osmanlıların da bu sıra­larda yıldızı parlamış, güçleri artmıştı.

Kanuni Sultan Süleyman, bu sıralarda saldırıları artan Ceno-valı Amiral Andre Doria'ya karşı durmak için H. 940 yılında Amiral Barbaros Hayreddin Paşa'yı davet etti. Gerekli tedbirleri almak için onunla anlaşmak istiyordu. Barbaros da bu davete icabet ede­rek bir takım gemilerle Kanuniyi ziyaret etti. İstanbul'a ulaştığı sı­ralarda Sadrazam İbrahim Paşa da Safevilere karşı savaşmak üze­re hareket etmiş bulunuyordu. Kanuni Sultan Süleyman, Kaptan-ı Deryası Barbaros Hayrettin Paşa'yı karşıladı ve ona, Tunus'u fet­hetmek için yeterli sayıda gemi inşa ettirmesi ve hazırlık yapması konusunda görevlendirdi. Hayreddin Paşa da bu emre uyarak o yıl, kış mevsimi boyunca çalıştı. H. 941 yılı yazının ortalarında Ha­life, doğuya Tebriz taraflarına bir sefer düzenliyordu.

Hayrettin Paşa da Çanakkele Boğazından İtalya'nın güneyine doğru Malta Adasına hareket etti. Buralarda toplanmış bulunan Hıristiyan ülkelerin donanmalarına karşı savaş verecekti. Aslında O, Tunus'taki hedefini gizlemek için müttefik Haçlı donanmasını şaşırtmak istiyordu. Sonra H. 942 yılma Tunus'a doğru hareket et­ti ve Tunus kıyılarına ulaşarak halka, Sultan Mevlaye El-Hasan El-Hıfsi'nin Şarlken ve hıristiyan devletlerle olan dostuğundan se­bep onu tahttan indirmeye geldiğini ilan etti. Halk da onu sıcak bir ilgiyle karşıladı. Bu sayede Barbaros Tunus'u kolaylıkla ele ge­çirdi ve Halk'el-Vad Kalesini Halife Kanuni Sultan Süleyman adı­na teslim aldı.

Barbaros'un bu girişimi üzerine Tunus Sultanı Mevlaye El-Hasan El-Hıfsi, hıristiyanlardan imdat istemeye başladı. Bunun üzerine Şarlken başta Papa olmak üzere İtalya'daki prensler ve Malta'da bulunan Orşelimli AzizYuhanna'mn rahipleriyle anlaşa­rak büyük bir donanma hazırladı. Ondan sonra bazı İspanyol prenslerini de yanma alarak bizzat kendisi bu donanmanın başın­da Barselona'dan hareket etti ve Tunus'u ele geçirerek Hıfsi Sulta­nını tekrar tahtına oturtmayı başardı. Bunun üzerine Hıfsi Devle­tinin Sultanı da ona Halk El-Vad kalesini teslim ederek Şarlken'in otoritesine boyun eğdi. Şarlken bir ay kadar süren kuşatmadan sonra Tunus'a girince askerlerine şehirde istedikleri gibi davran­malarına göz yumdu. Onlar da ortalığı yağmaladılar, halkı soydu­lar, insan öldürdüler, en vahşi cinayetler işlediler ve kötülüklerde bulundular.

Camilerin ve kitapların da elinden kurtulamadığı bu tecavüz­ler sekiz gün işlendikten sonra Şarlken askerlerini artık durdurdu. Bir süre sonra da tüm maddeleri -Tunus adına- şerefsizlikten iba­ret olan bir antlaşmayı, Tunus Sultanı ile imzaladı. Çünkü Tunus Sultanı Halk'el-Vad Kalesini Benzert ve Annaba kentlerini Şarl-ken'e bırakıyor, ona yıllık bir vergi ile savaş tazminatını da üstleni­yor ve hıristiyanlarm Tunus'ta yerleşmelerine izin veriyordu. Bu da halkın, hükümdarlarına, eskisinden daha çok nefret etmelerine sebep oldu. Hatta ona karşı çok şiddetli bir kin beslemeye başladı­lar. Şarlken Tunus'tan ayrılır ayrılmaz siyasi anarşi bu bölgeye ye­niden sökün etti. Şarlken'in burada bırakmış olduğu askeri birlik Hıfsi Devletinin hükümdarını koruyacak güç ve yeterlilikte değil­di. Çünkü Halk El-Vad Kalesinde sadece bin kadar İspanyol askeri ile birkaç parça gemi bırakmıştı.

Nitekim Osmanlıların Trablus Valisi Turgut Reis, H. 963'te Gaf-sa'yi, 965'tede Kayravan'ı işgal etti. İspanya, Turgut Reis'in açılma girişimlerini sınırlamak için 968'de bir donanma gönderdi ise de bu donanma tahrip edildi, Osmanlılar H. 973'te Malta'yı da ele ge­çirdiler ve Cezayir Valisi Tunus'a girmeyi başardı. Ancak daha son­ra buradan çıktı. Nihayet H. 981'de Sinan Paşa Tunus'a girdi ve ar­tık Osmanlılar burada kaldılar.

Sinan Paşa Tunus'tan ayrılınca Halifeyi temsilen buraya bir vali bıraktı. Tunus valileri bundan sona hep "Bay" unvanıyla anılır oldular. Tunus Valisine, oradaki askeri birlikleri temsil eden subay­ların oluşturduğu bir danışma meclisi yardım ederdi. Danışma Meclisi üyelerinin herbirine "dayı" denirdi. Bunlara ilaveten Mali­yeye bakan bir görevli daha bulunurdu. Fakat H. 999'dan itibaren dayılar bay'a karşı kabadayılık yapmaya başladılar ve 1050'ye ka­dar başlarına buyruk hareket ettiler. Bunlar toplanıp esas yöneti­min dayandığı dayıyı aralarında seçerlerdi.

Tunus Bayı H. 1047 yılında askeri birliklerin başındaki liderle­rin yardımıyla otoritesini kurdu. Aynı zamanda Tunus Bayı İbra­him Paşa, H. 1050 yılında beraberindeki dayılarla otoritesini kur­duktan sonra Osmanlı Halifesinden bay unvanını almayı da ba­şardı ve Tunus'u yönetecek olan bir sülale de kurdu.Nitekim he­nüz hayattayken yönetimi oğluna bıraktı. Bu hanedan H. 1114 yı­lına kadar da Tunus'un başında kaldı. Ancak bu tarihte İbrahim Şerif askeri bir devrim gerçekleştirerek Tunus'un yönetimini ele geçirdi ve danışma meclisinden dayı unvanımda elde etmiş oldu. Aynı zamanda Halife ona bay unvanını verdi. Bu suretle İbrahim Şerif, hem askeri hem de sivil otoriteyi elinde tutmuş oldu. H. 1117'de de öldü. Yerine ise yine Halife'den bay unvanını alan Ha-sib Bin Ali Et-Türki geçti. Ancak dayı unvanından (yani askeri oto­riteyi temsil etmekten) feragatte bulundu. Ancak o da yönetimi verasetle devralacak bir hanedan kurdu ki bu sülale Hüseyniye Hanedanı olarak tanındı ve H. 1377 yılına kadar yarı bağımsız ola­rak Tunus'u yönettiler. Tunus'un mahalli meclisinin, H. 1122 tari­hinde almış olduğu kararla Hüseyin Bin Ali Et-Türki ailesinin en yaşlı erkek üyesi tahta oturdu. (Bunlar sivil idareyi temsil etmele­rine rağmen birer askeri diktaör olan) "dayımların ya da başka bir tabirle yeniçeri ağalarının topluma musallat olmalarını önlemiş, onların rollerine son vermiş ve zaman içinde hazırladıkları Mem­luklara idari kademeleri teslim etmişlerdi. Bu ailenin üyeleri ken­di aralarında birtakım siyasi ihtilaf içinde olmalarına rağmen yine de yönetimleri devam etti ve Tunus'un iç işlerinekarışmaya çalı­şan Cezayir dayılarının karşısında direndiler.

Fransa H. 1245 yılında Cezayir'i işgal edince Osmanlı Devleti bu tecavüz girişimini protesto etti ve Cezayir vilayetini geri alabil­mek için Fransa ile siyasi pazarlıklara oturmak istedi. Fakat bir şey beceremedi. Bu kez de askeri yollara baş vurarak önce H. 1251 yı­lında Libya'daki Karamanoğullarmı ortadan kaldırıp onlardan kur­tuldu. Ondan sonra da Cezayir'e yakın bir mesafede bulunmak için Tunus'un başında bulunan Hüseyniye hanedanına son ver­mek istedi. Fakat Fransa da aynı tehditte bulundu. Bu sebeple Os­manlı Donanması, Libya'dan Tunus'a yöneldikçe Fransız donan­ması da doğu yönüne doğru hareket etmeye başlıyordu. Aynı za­manda Fransa, Tunus baylarını bağımsız birer hükümdar gibi gö­rerek onlarla muamelede bulunuyordu. Tabiatıyla Fransa'nın bu tutumu Osmanlı Devletini öfkelendiriyor, protestolarına sebep oluyordu. Vakıa Osmanlıların Tunus'a girdikleri tarihlerden beri Fransa bu ülkede geniş bir etkiye sahipti. Esasen ilk başlarda Fran­sa o gün için Osmanlılarla iyi ilişkiler içinde bulunuyordu. Özellik­le Avusturya Kralı Şarlken'e karşı Osmanlıları destekliyordu. Bu nedenle başta Fransız elçisi olmak üzere genelde bütün hıristiyan-lar Osmanlı Devletinden çok geniş imtiyazlar elde ettiler.

Tunus Bayı, bir ara ülkeyi kalkındırmak için birtakım gayretler sarfetmeye başladı.Fakat bu teşebbüslerinde yabancılardan aldığı borçlara dayanıyordu. O vakitler Fransa, Tunus Bayı'na krediler ve­riyordu. Fakat Tunus Bayının bu borçları kolayca ödeyemeyeceğini de biliyordu. İşte bu, sonuçda ona Tunus'un iç işlerine karışması için ortam hazırlayacaktı. Nitekim sonunda da böyle oldu. Tunus Bayı borçlarını ödeyemedi. Bunun üzerine Fransız hükümeti Tunus Maliyesini kontrol altına alacak bir komisyonu buraya gönderdi. H. 1296 yılında düzenlenen Berlin Konferansında Tunus'un Fransaya ait olduğuna ilişkin İngiltere'nin bu statüyü tanımasına karşılık Fransa'da Kıbrıs'ın tngiltereye ait olduğunu tanıdı. Aynı zamanda Almanya Başbakanı Bismark da Fransa'yı Tunus'a karşı kışkırtıyor­du. Bunu, Fransız güçlerinin, Avrupa kıtasının dışına çıkmasını ve bir süre önce Almanya karşısında uğradığı yenilginin öcünü almak için fırsat bulmamasını ve Elızas ile Loren bölgesinden Almanya le­hinde vazgeçmesini sağlamak amacıyla yapıyordu.

Tunus'ta, sınır üzerinde bazı tecavüzler cereyan etmişti. Fran-sa,H. 1398 yılında Tunuslu bazı kabilelerin Fransız merkezlerine baskınlar üzenlediklerini ileri sürüyordu. Bunun üzerine bir kuv­vet hazırlayarak şevketti. Bu kuvvet, sının geçerek Tunus kenti üzerine yürüdü ve şehri kuşattı. Ondan sonra da kente girerek Tu­nus Bayı Muhammed Es-Sadık'ı H. 1298'de Bardo Antlaşmasını imzalamaya zorladı. Bu antlaşmaya göre Tunus Bayı sınırlar ve sa­hiller üzerindeki önemli stratejik mevkilerin Fransız Kontrolü altı­na girmesini ve Tunus Bayı için bir Fransız danışmanın Tunus'ta yerleşmesini keza Fransa'nın onayı dışında herhangi bir ülkeyle antlaşma imzalamayacağını kabul ediyordu. Fakat hemen Fran­sızlara karşı direniş başladı ve H. 1300 yılında Kayravan'da bir is­yan patlak verdi.

Ne varki Fransa bu ayaklanmayı vahşice bastırarak Tunus Bayı­nı Bardo'da yeni bir antlaşma imzalamaya mecbur etti. Bu antlaş­maya göre Tunus Bayı Fransa'nın Tunus üzerindeki korumasını ay­nı şekilde kabul ediyordu. Bunun üzerine Fransa hükümeti, adına istediği gibi hareket etmesi için Bay'ı mevkiinde bıraktı. Fransızla­rın yerine Tunus yönetiminin başında hiç değilse müslüman olarak Bay'm kalması halkın öfkesini yatıştırmak bakımından daha uygun düşüyordu. Gerçekte ise Bay şekilden başka bir şey değildi.

H. 1326 yılında genç Tunuslular partisi kuruldu. Bu parti Tu­nus'un bağımsızlığını istiyordu. Fransa buna karşı çıktı. Partinin üyelerini baskı altına alarak başkanını da yurt dışına sürgüne gön­derdi. Ardından da partiyi tamamen dağıttı. Sonra hür anayasal parti kuruldu ve H. 1337 yılında Tunus, kendi geleceğini belirleme isteğinde bulunmak üzere Abdülaziz Es-Sealebi başkanlığında Pa­ris'e bir heyet gön d erdi. Fakat o da diğerleri gibi eliboş döndü. Fransız yönetimi halka baskı uygulamaya devam ediyordu. Halkın içinde ise direniş alevleri tutuşuyordu. Ancak bunu dışarıya vur­mak ve bir şey yapmak gücüne sahip değillerdi. Bir yerde herhan­gi bir direniş oldu mu Fransızlar hemen onu şiddetli bir şekilde bastırıyorlardı. [20]

 

Cezayir

 

Cezayir önceleri Orta Mağrıp olarak tanınıyordu. Muvahhidler Devleti'nin parçalanmasından sonra Beni Abdilvad (Abdülvado-ğulları) ve Beni Zeyyan (Zeyyanoğullaır) hanedanları tarafından bu bölge yönetildi. Bunların merkezi Tilimsan kentiydi. H. 796'dan sonra gerilediler.Onların bu topraklarını Tunus'taki Hıfsiler, zaman zaman da Merrinoğulları kontroleri altına alıyorlardı.Bazan da Zeyyanoğulları güçleniyor, burayı bir süre bağımsız olarak yöneti­yorlardı. Durum H. 940 yılma kadar böylece sürüp gitti. Artık İs­panyollar Endülüs'te güçlenmiş bulunuyorlardı. Bu yüzden Akde­niz üzerindeki limanlara saldırılar düzenleyerek buraları istila et­meye başladılar. Özellikle Gırnata'yı müslümanların elinden alıp onları H. 898'de tamamen kovduktan sonra kuzey Afrika toprakla­rını ele geçirmek konusunda emelleri daha da arttı. Nitekim Vah-ran, Cezayir, El-Mersa'1-Kebir ve Bicaye limanlarım işgal etmiş bu­lunuyorlardı. Korsanlarına ait gemiler Afrika'nın kuzeyine kaçmış olan Endülüslü müslümanları kovalayıp duruyordu. Tabiatıyla bu haçlı kinine karşı Afrikalı müslümanlar ve Endülüsten göç edip on­lara sığınmış bulunan müslümanlar tepki gösteriyorlardı. Onlar da misilleme olarak Endülüs sahillerine akınlar düzenliyorlardı. Bu­nun sonucu olarak Akdeniz'de müslümanlarla hıristiyanlar arasın­da savaşlar cereyan edip durdu. Hıristiyanlar, müslümanların gi­riştiği bu operasyonlara korsanlık adını verdiler. Sonra Osmanlı­lar, deniz yoluyla bölgeye geldiler. Onların buraya gelişi Kuzey Afri­kalı müslümanlar tarafından çok büyük bir sevinçle karşılandı. Sa­vaş esasen müslümanlarla hıristiyanlar arasında cereyan ettiği, Os­manlılar da müslüman olarak hıristiyanlara ve genel olarak Avru­palılara karşı mücadele verdikleri için Kuzey Afrikalı müslümanlar tarafından kutlanıyor, sempatiyle karşılanıyorlardı.

Bu dönemde birçok maceraperest insanlar birtakım özel ge­miler satın alıyor ve denizlere açılarak hasımlarına saldırıyor, on­ların üzerine baskınlar düzenliyorlardı. Vaktiyle birer hıristiyan olan, Oruç ve Hayrettin kardeşler de işte böyle korsanlıkla uğraşı­yorlardı. Sonra îslam dinine girerek özellikle İspanyollara ve genel olarak bütün hıristiyanlara karşı çalışmalara giriştiler. Sonra Oruç Tunus'taki Hıfsi Sultanı ile dostluk kurdu. O da Oruç'u destekledi ve limanlarmdan onu yararlandırdı. Oruç da bu limanları kendine üs edindi ve birçok deniz savaşlarında İspanyollara karşı başarı el­de etti. Bunun üzerine halk onu desteklemeye ve cesaretlendirme­ye başladı. Özellikle iç kesimlerdeki halk ona yardımcı oldular.

Oruç bu sayede Bicaye Limanını İspanyollardan almayı başar­dı. Bu da Onun yıldızının parlamasına neden oldu. Bunun üzerine Oruç, karargahını Tunus'tan, Cezayir kentinin doğusuna düşen küçük bir limana nakletti. Bu sırada Cezayir kentinin hükümdarı Salim Es-Salimi, hıristiyan İspanyolların akınlarına karşı Oruç'tan yardım istedi. Oruç da bu isteği kabul ederek H. 922 yılında hıris­tiyanlar tarafından Cezayir üzerine düzenlenen bir hücumu püs­kürttü. Sonra Oruç, Orta Mağrıp'ta beylerin arasındaki parçalan­mışlığı, başında bulundukları beyliklerin küçüklüğünü, onların kendi aralarında verdikleri kavgaları görüp bu sebepler yüzünden zaman zaman birbirlerine karşı hıristiyanlardan yardım istedikle­rini anlayınca bu bölgenin beylerinden uzaklaşıp kendi adına bü­yük bir torite kurmayı düşündü. Azgın haçlı kini karşısında hıristi-yanlarla ancak bu şekilde mücadele edebileceğine inanıyordu. Bu niyetle önce Cezayir Beyinden başlayarak onun devletine son ver­di ve mevkiiini ele geçirdi. Böylece H. 923 yılmdaCezayir kenti Oruç Reis'in deniz üssü ve devletinin merkezi oldu. Oruç Reis bundan sonra iç kesimlere yönelerek buradaki emirlikleri ele ge­çirmeye çalıştı. Bunların en büyüğü Tilimsan'daki Beni Zeyyan (Zeyyanoğullan) Emirliği idi. Emirinin adı ise Ebu Hammud idi. Halkı ondan nefret ediyordu. Çünkü İspanyol hıristiyanlara yar­dım ediyordu. Vatandaşlarından bir kitle ona karşı açıkça düş­manlık bile ediyorlardı. İşte bu adamlar bir ara Oruç Reis'le temas kurdular.O da bu istek üzerine onlara doğru hareket etti ve Tilim-san Kentine girdi. Ancak Tilimsan Emiri Ebu Hammud İspanyolla­ra sığınarak Oruç Reis'e karşı onlardan yardım istedi. İspanyollar da büyük bir kuvvetle Tİlimsan'a gelerek kısa bir kuşatmadan son­ra şehre girmeyi başardılar ve burada bulunan muhafız gücünü imha ettiler. Oruç Reis, buradan kaçmayı önce başarabildiyse de daha sonra İspanyollar onu kovalayarak yakalayıp öldürdüler.

Oruç ve Kardeşi Hayrettin, Osmanlı Halifesi birinci Selim'e bir bağlılık nişanesi olarak, savaşlardan birinde ganimet aldıkları bir gemiyi ona hediye etmişlerdi. O da bunu kabul etmiş ve Orta Mağrp bölgesi üzerine onları vli nasbetmişti. Onlara, Osmanlı kuvvetlerinden bir de küçük bir askeri güç vermişti. Oruç Reis'in şehid edilmesinden sonra Hayrettin Paşa, Cezayir'de bulunduğu sırada H. 924 de Halife'den yardım istedi. O da Hayrettin Paşa'ya 2000 asker vererek yardımda bulundu ve müslümanların Hayret­tin Paşa komutasında gönüllü olarak cihad faaliyetlerine katılma­ları için bir emir çıkardı ve halkı bu konuda teşvik etti. Bu sayede onunla birlikte Haçlılara karşı savaşmak üzere çok sayıda halk onun saflarına girdiler ve bunu Allah yolunda cihad saydılar. Bu­nunla beraber sırf ganimetlerden yararlanmak ve çapulculuk yap­mak için bir grup Sudanlı da ona katıldı. Siyasi çıkar sahibi beylik­ler de Hayrettin'e karşı tavır koydular.

İşte Beni Zeyyan (Zeyyanoğullan) Beyliği ile hıristiyanlardan yardım alan Hıfsiler ve irili ufaklı Berberi liderleri bunlardandı. El-betteki Barbaros Hayrettin Paşa bunlarla savaşmak durumunday­dı. Nitekim onlara karşı giriştiği savaşların birinde bir ara neredeyse Hıfsilere esir düşmek üzereydi. Keza ondan korkan Haçlılara karşı da savaşmak zorundaydı. Nitekim Haçlı donanmalarının korkulu rüyası olmuştu. Barbaros, İspanyolların elinde kalmış bu­lunan müslümanlara ait limanlan özellikle de H. Onikinci yüzyıla kadar İspanya işgalinde kalan Vahran Limanını almak mecburiye­tinde idi. Cezayir kentinin karşısında bulunan bir kalenin, Hayret­tin Paşa tarafından fethedilmesinden sonra, yani H. 936 yılından itibaren Orta Mağrıp Bölgesi artık bir Osmanlı vilayeti haline geldi ve o tarihlerden sonra Orta Mağrıp Bölgesine Cezayir adı verildi.

Hayrettin Paşa Tunus'u da Cezayir'e katmak istiyordu. Fakat İspanyollar, hükümdar El-HasanEl-Hıfsi ile işbirliği yaparak Tu­nus'u işgal ettiler.Haçlılar Arap topraklarının birleştirilmesinden çekmiyorlardı. Bu sebeple imkanlarını birlikte seferber ederek bu hedefin gerçekleşmesini engellemeye çalıştılar. Haçlılara karşı yaptığı mücadele ve Osmanlı Devleti için gördüğü hizmetler sıra­sında harcadığı çabaların bir mükafatı olarak Osmanlı Halifesi Barbaros HayrettinPaşayı Osmanlı donanmasına genel komutan olarak tayin etti. Hayrettin Paşanın faaliyetleri, Cezayir'in kuzey kesimleriyle sınırlı bulunuyordu. Ancak ondan sonra bu görevi üstlenenler güneye doğru açıldılar ve iç kesimlerdeki şehirlere bi­rer Osmanlı muhafız gücü bıraktılar. Öyle ki ta Beskere kentinde bile bir Osmanlı muhafız gücü bulunuyordu. Bu sıralarda Osman­lıların Cezayir'deki temsilcisi Beylerbeyi rütbesini taşıyordu. An­cak burası büyük vilayetlerin statüsünde değildi. Çünkü burayı Paşa rütbesinde bir vali yönetiyordu.

Fakat H. 999'da burası Tunus'tan ayrılıp doğrudan İstanbul'a bağlı bulunan bir vali tarafından yönetilmeye başlayınca Osmanlı Devleti Cezayir'deki yönetimi değiştirdi. Artık Cezayir, üçer yıl sü­reyle bir paşa tarafından yönetilir oldu ve bu yönetim şekli H. 1070 yılma kadar sürdü. Ne varki artık valinin otoritesi, askeri birliklerin başında bulunan dayılar karşısında zayıflamaya başladı. Öyle ki ar­tık dayılar meclisi kendi üyelerinden birini vilayete yönetici olarak seçebiliyorlardı. Ancak daha sonra bu dayılar yönetim üzerinde kavga etmeye başladılar. O bakımdan bunların egemenliği fazla sürmedi. Çünkü bahriye kuvvetlerinin reisleri dayılara galebe çaldılar. Bunlar yeniçerilerden başka idiler. Bu askerler de her ne ka­dar aynı şekilde dayı unvanını taşıyor ve dayı rütbesi deniz kuvvet­lerinin başındaki reislere de veriliyor idiyse de bunlar yeniçeriler­den ayrı idiler. Otorite, dayıların elinde olmakla beraber, Osmanlı Halifesi her üç yılda bir , buraya bir vali paşa tayin ederdi.

Fakat H. 1122 yılında buraya tayin edilen ValiPaşa'yi, Cezayir dayısı kovdu. Bu suretle artık Cezayir'de Osmanlı valileri bulun­maz oldular, ve vilayet yönetiminde yalnızca dayı söz sahibi olarak kaldı. Saygınlık ifade etmesi için dayılar da son zamanlarda paşa unvanını taşımalarına rağmen H. 1246 yılında Fransızlar buraya gelinceye kadar da Cezayir'in dayılar tarafından yönetilmesi bu tarihlere kadar devam etti.Cezayir vilayeti özellikle deniz savun­ması bakımından güçlüydü. Cezayir donanması, Akdeniz'de bulu­nan bütün donanmalardan daha üstündü. Bu sebepledir ki tüm hıristiyan ülkeleri Cezayir'e vergi ödemek mecburiyetinde bırakıl­mışlardı. Bu ülkeler, Cezayir'le dostluk kurabilmek için birbirleriy­le yarışıyorlardı. Sonra Haçlı dünyası bu duruma öfkelenerek bü­tün hıristiyanlığın Cezayir'e karşı işbirliği yapması için çalıştı.

Bunun üzerine İngiltere ve Hollanda H. 1230 yılında Cezayir donanmasına saldırdılar. Ondan sonra H. 1240 yılında İngiliz do­nanması tek başına Cezayir'e saldırdı. Sonra İngiliz ve Fransız do­nanmaları, aralarında anlaşarak H. 1242'de Cezayir donanmasına hileli bir saldırıda bulundular. Bunun üzerine Cezayir, artık sahil­lerini koruyacak bir donanmadan yoksun kalmış oldu. Bu durum ise hıristiyan ülkelerin ve (özellikle Napolyon'un giriştiği savaşlar esnasında sömürgelerini ve sömürgecilik alanındaki rekabet gü­cünü kaybeden) Fransa'nın Cezayir üzerinde siyasi heveslere ka­pılmasına sebep oldu. Bu yüzden Fransa, uğramış olduğu bu za­rarlardan bazısını karşılamak için Fransız Hükümetinin iç politi­kadaki başarısızlığı nedeniyle halkın dikkatini dış dünyaya çevir­mek istedi. Fransa'nın Cezayir'e bu şekilde göz dikmesi Hıristiyan Avrupa ülkeleri tarafından büyük bir destek gördü.

Fransa, gerek ihtilal günlerinde karşılaştığı sorunlar esnasın­da, gerekse ihtilal sonrasında Cezayir'den vadeli olarak buğday sa­tın almıştı. Fakat günler geçmiş, Fransa bu borcunu ödememişti.

Cezayir'in alacak taleplerine de kulak vermiyordu. H. 1242 yılında Fransız elçisi Cezayir Dayısının Ramazan Bayramım kutlamak üzere sarayına geldi. Dayı, gönderdiği mesajına Fransız Kralı tara­fından neden cevap verilmediğini elçiye sorunca Fransız elçisi, ona muhatabının bir kral olduğunu, dolayısıyla diplomatik kural gereği ancak Halife aracılığıyla kendisine cevap verebileceğini söyleyince Cezayir Dayısı (Küstahça verilen bu cevap karşısında) Öfkelenerek ondan sarayı derhal terketmesi isteğinde bulun­du.Bunun üzerine elçi Fransa'ya mesaj göndererek, dayı tarafın­dan hakarete uğradığını bildirince Fransa olayı bahane ederek kuvvetlerini Cezayir üzerine gönderdi ve sahilleri kuşattı. Bu soru­nun çözümlenmesi konusunda siyasi çabalar sonuç vermedi. Çünkü Fransa Cezayir'i işgal etmeyi aklına koymuştu.

H. 1246 yılında gerekli hazırlıkları tamamlayarak 102 pare sa­vaş gemisi ve 40 bin asker taşıyan dörtyüz gemi şevketti. Bu kuvvet­ler karaya çıkarak Sidi Faraj Mevkiini işgal ettiler. Cezayir ordusu, gösterdiği şiddetli direnişe rağmen yenilgiye uğradı. Dayı da Ceza­yir kentini terketmek zorunda kaldı ve İskenderiye'ye hareket etti. Ondan sonra Fransızlar diğer vilayetlere yönelerek önce H. 1249 yı­lında Vahran vilayetine girdiler ve buradaki Osmanlı Valisi Hasan Bey'e karşı üstünlük elde ettiler. H. 1253 yılında da KosantinaVali­si Ahmet Bey'in bütün bu süre boyunca göstermiş olduğu direnişi­ne rağmen şehre girdiler ve nihayet H. 1255 yılında Fransızlar bü­tün Cezayir'i işgal ettiler. Bu da demektir ki Fransızlar, tam dokuz yıl boyunca kendilerine karşı gösterilen direnişten sonra bile Ceza­yirlilerin karşıt hareketlerini tamamen bastıramamışlardır.

Fransa, Cezayir'deki varlığına destek olsunlar diye buraya bir­çok Fransız vatandaşı yerleştirdi ve onlara toprakların en verimli yerlerini dağıttı. Ta ki kendilerine sunulan bu ihsanın önemini an­lasın ve devletlerine karşı samimi olsunlar. Keza bunu, Cezayirlile­ri yoksullaştırmak ve onları bu suretle her şeye boyun eğer hale ge­tirmek için yapıyorlardı. Bununla asıl amaçları buralarda ahlaksız-hğı yaygınlaştırmaktı. Nitekim Fransızlar Cezayir'de müslüman kadının ahi aks ızl aşması, iffetini yitirmesi ve kendi îslami toplu­mundan kopması uğrunda gayretler sarfetmişlerdir.

Fransız Haçlı Emperyalizmine karşı Cezayirli kabileler büyük direniş gösterdiler. Kabilelerin bu direnişini eşraftan (yani Haşimi hanedanından) Şeyh Muhittin El-Hasani yönetiyordu. Onun dire­nişçilerin başındaki sevk ve komutası iki yıl kadar sürdü. (H. 1246-1248) ondan sonra bu görev cihad ilan eden oğlu Abdülkadir'e bı­raktı. Bu savaşın bir hıristiyan-müslüman savaşı (yani dini bir sa­vaş) olduunu açıkladı. Bunun üzerine halk onu destekledi. İşte bu sayededir ki Fransızlar iç kesimlere pek sokulamamışlardır ve Fransız sömürü yönetimi, sadece sahil bölgeleriyle sınırlı kalmıştır.

Fransa, yeniden pazarlık siyasetine başvurmaya bakarak H. 1250 yılında Emir Abdülkadir'le bir antlaşma imzaladı. Bununla sadece Vahran vilayetinden çekileceğini açıkladı. Fakat Abdülka-dir'in kampında doğan bir karışıklığı fırsat bilerek H. 1251'de ver­diği sözden caydı. Ne varki Fransa Abdülkadir'le tutuştuğu savaş­ta yenik düşerek H. 1253'te taraflar arasında yeniden antlaşma dü­zenlendi. Sonra Fransızlara takviye güçler gelince savaş yeniden başladı. Halkı terörle sindirmek için Fransızlar bitek yerleri ateşe veriyorlardı. Abdülkadir Mağrıp'a kaçmak zorunda kaldı. Abdül-kadir'i ülkesinde barındırdığı için Fransızlar Marıp Sultanına kar­şı savaş açtılar. Onu perişan ettiler ve Abdülkadir'i ülkesinden kovmak zorunda bıraktılar, (yıl 1260)

Emir Abdülkadir böylece tekrar Cezayir'e döndü ve H. 1262 yılında Fransızların üzerine atıldı. Fakat H. 1263'te teslim olmak zorunda kaldı. Fransızların eline düşen Abdülkadir Fransa'ya gö­türüldü ve H. 1270 yılma kadar orada sürgün hayatı yaşadı. Ondan sonra da Suriye'ye sürüldü ve H. 1301 yılma kadar arada kaldı. Su­riye'de bulunmasından sebep, onun gerçekten buraya sürgüne mi yoksa Paris'te şartlandırılıp düşünceleri değiştirildikten sonra ve­rilen bir görevi yerine getirmek üzere mi onunFransızlar tarafın­dan buraya gönderildiği hakkında çelişkili dedikodular yayıldı.

Sonra Fransa Cezayir'i ilhak ettiğini (yani ülkesine kattığını) açıkladı. Fakat Cezayirliler bunu reddettiler ve direnişlerini sür­dürdüler. Esasen Fransızlara karşı savaşı üstlenen kabilelerdi. Fa­kat ne yazık ki dağınık ve birbirlerinden kopuk şekilde savaşıyor­lardı. Ne bir plan vardı ne de hareketlerini düzenleyen ortak bir komuta vardı.H. 1276'daBeni Senasin, 1281'deVahran'ın güneyin­de Şeydi Şeyhoğulları, 1288'de Muhammed El-Makrani, 1299'da Ebu Amamoğulları, 1334'de Zeydoğulları, işgalci Fransızlara karşı baş kaldırdılar. Hacı Said Bin Abdiillatif, bu kabileleri sevk ve ko­muta ediyordu. Bütün bu kabilelerin giriştikleri savaşlar, İsîami gayret ve duygularla yapılıyordu. Birinci Dünya Savaşından sonra Cezayir'in bağımsızlığını istemek için, Abdülkadir El-Cezayir'inin torunu Halid Bin El-Haşimi bir heyet oluşturarak Paris'e gönder­di ise de daha öncekiler gibi o da yalnızlığa bırakıldı. Hiç bir des­tek görmedi. Bu nedenle ülkesini terk ederek Dımışk'a gitti ve H. 1354'te ölünceye kadar da burada kaldı.

Bu dönemin sonuna kadar Fransızlara karşı mücadele devam etti. Bu mücadele -eğitimin Arapça yapılması müslüman halkın dini sorunlarına Önem verilmesi, ülkeye bağımsızlık tanınma-si.halka karşı yapılan düşmanlıklara son verilmesi ve zulmün ön­lenmesi şeklinde zaman zaman siyasi bir yön kazanıyordu..- Ne var ki bu düşüncelere öncülük eden ve ülkenin kurtuluşu için da­vetiye çıkaran kimseler, genellikle bu baskılara uğruyorlardı. [21]

 

Mağrıp

 

Muvahhitler Devletinin parçalanmasından sonra uzak Mağ-rıp'ta" [22] idareyi Beni Merrin (Merrinoğullan) Hanedanı ele aldı. Bunların siyasi egemenlik alanları çokkere doğu yönünde genişli­yordu. Sonra bu sülalenin yerini H. 823'te Beni Wattas (Vattaso-ğulları) aldı. Ve yönetimleri 916 yılma kadar sürdü. Portekizliler iş­te bunların döneminde Mağrıp sahillerini işgal ettiler. Müslüman­lar, bu Haçlılık zihniyet ve ideolojisine dayalı yayılmacılıktan dola­yı endişeye kapılıyor, ürküyorlardı. Özellikle de bir zamanlar Por­tekizli ve İspanyol hıristiyanlar tarafından müslümanlar Endülüs-ten kovulmuş, onların en dehşetli zulmüne uğramışlardı. Müslü­manlar, kalabalık gruplar halinde Endülüs'ten Mağrıp toprakları­na akın akın kaçıp göçmüşlerdi. Şimdi de Mağrıp müslümanları,bu Endülüslü göçmen kardeşlerinin perişanlığından etkileniyor, Endülüste halkın başına gelen felaketlere uğramaktan korkuyor­lardı. İşte tam bu sıralardadır ki Beni Wattas ailesinin okları yay­dan fırlamaya başladı. (Vattasoğullan harekete geçtiler.) İşgalci Haçhlığm yayılmasına karşı durmak için halkı örgütleyecek onları sevk ve idare edecek biri artık aranmaya başlıyordu. {Halk öncülük edecek birini arıyordu.) Dikkatler bu sırada Sadiler Kabilesinin şeyhi olan ve günümüz Mağrıp Sahrasının sınırları yakınında, Sus topraklarının güneyinde düşen Vadi Der'a'da Ebu Abdullah Mu­hammed El-Kaim Biemrillah'm üzerinde yoğunlaştı.

Ebu Abdullah da zaten Mağrıp'ı kurtarmayı düşünüyor, hep bunu hayal ediyordu. Bu amaçla işgalciler üzerine bir hamle dü­zenleyeceğini ilan etti. Ebu Abdullah Hz. Ali'nin torunlarından Hz. Hasan oğlu, ikinci Hasan oğlu, Abdullah oğlu Muhammed Zi'nnefs {'iz-Zekiyye'nin soyundan geldiğini de ileri sürüyordu. Anlatılageldiğine göre işbu Muhammed vaktiyle H. 145 yılında Ab­basi yönetimine karşı Medine'de başkaldırmış, ancak onlara yeni­lerek ailesiyle birlikte kaçmıştı. Bu aileden bazı kimseler Mağrıp topraklarına ulaşarak buralarda yerleşmişlerdi. Bunlardan İdrisi-ler (yani Şa'diler) [23] H. 172 yılında devletlerini kurdular.

Bu ailenin lideri Ebu Abdullah, kurtarıcı olarak kendini empo­ze edip halkın da bu sırada bir kurtarıcı araması sonucu H. 916 yı­lında bu zata gidip bey'at ettiler, (onu kendilerine siyasi lider seç­tiler.) O da hemen cihad ilan edip halkı düşmana karşı savaşa ça­ğırdı. Bunun üzerine halk Ebu Abdullah'ın etrafında yumak hali­ne geldi. O da bu sayede önce Beni attas hanedanının yönetimi­ne son verdi. Ondan sonra da Portekizlilere karşı savaşa girişerek onları yendi ve 72 yıl kadar kalmış oldukları Mağrıp'in önemli merkezlerinden kalıntılarım temizledi. Ebu Abdullah'ı bu müca­delesinde iki oğlu El-A'arac adıyla bilinen Ahmet'le, Şeyh lakabıy­la tanınan Muhammed El-Mehdi babalarına yardımcı oldular.

Ebu Abdullah Muhamed El-Kaim Biemrillah'ın ölümünden son­ra Ahmet El-A'arac babasının yerine geçti.

Osmanlılar Saidleri destekliyor, Haçlılara karşı savaşmaya on­ları teşvik ediyor, onlara destek veriyor ve Endülüs'ü tekrar geri al­mak için birlikte mücadele vermeye onları çağırarak cesaretlendi­riyorlardı. Nitekim bu yardımlar sayesindedir ki Sadiler H. 955 yı­lında Fas'a girebildiler.Ne varki müslümanlar bu şekilde dayanış­mak için çalışmalara başlayınca, hıristiyanlar hemen iki tarafın arasını bozmaya çabaladılar. Sözde Osmanlıların Mağrıpı ele ge­çirme hevesinde olduklarına ilişkin dedikodular nakletmeye baş­ladılar ki aslında Osmanlıların böyle bir şeyle alakaları olmadığı anlaşılmaktadır. Bu dedikodular üzerine Sadilerin Sultanı Ah­met'in içine kuşkular girmeye başladı.

Bu sıralarda Barbaros Hayrettin Paşa'nın oğlu Hasan da Ti-limsan kentini işgal etmiş bulunuyordu. (952) Üstelik güneye doğ­ru da yayılmaya çalışıyordu. Bu yüzden Sultan Ahmet El A'rac'ın Osmanlılar hakkındaki kuşkuları (daha da büyüyerek) kesinliğe dönüştü ve Tüimsan'ı Osmanlılardan geri almayı kararlaştırdı. Hı­ristiyanlar da onu bu konuda cesaretlendiriyorlardı ve bütün im­kanlarıyla onu desteklemeye çalışıyorlardı. Bunun üzerine Ahmet El A'rac Wajda üzerine yürüdü ve şehri aldı. Sonra H. 955'te Tilim-san'a doğru hareket ederek burayı da Osmanlıların elinden aldı. Ahmet Osmanlıların bizzat yardımıyla Fas topraklarına girdikten dört ay sonra onlara karşı bu harekete girişti. Bu ise Osmanlıları öfkelendirdi. Çünkü artık Osmanlılar, Sa'diler hanedanını Endü-lüste müslümanlara karşı vahşi muamelelerde bulunan Haçlıların yandaşı olarak görmeye başladılar. Öyle ise hesapları yeniden göz­den geçirmek gerekiyordu. Nitekim Osmanlı Halifesi Kanuni Sul­tan Süleyman artık başka bir siyaset izleyerek Mağrıp'ta girişeceği faaliyetler için şu hazırlıklara başladı:

1- Cezayir Valisi olan Barbaros Hayrettin Paşa'nın oğlu Hasan'ı görevden alarak yerine Salih Paşa'yı atadı.

2- Dünya İslam Birliği çağrısında bulundu ki Mağrıp toprakla­rı koskoca Osmanlı Devletinin yanında küçük bir yerdi.

3- Yönetimleri -kısa bir süre önce- ortadan kaldırılmış bulu­nan BeniWattas (Vattasoğulları) hanedanı ile temas kurdu. Çünkü iktidarı yeniden geçirmek için elbette bunların bir takım siyasi emelleri vardı.

4- Cezayir'deki Osmanlı güçleri hem kara kuvvetleriyle hem de güçlü bir deniz filosuyla takviye edildi.

Beş yıl süren bu hazırlıklardan sonra Osmanlılar doğudan ha­rekete geçerek Uzak Mağrıp topraklarını Osmanlı ülkesine kattık­larını ilan ettiler ve Fas'a kadar ulaştılar. Hatta 961 yılında bu ülke­de Osmanlı Halifesi adına bir tek defa hutbe bile okundu. Bu sıra­larda Sa'diler Sultanı Ahmet El-A'arac bir suikaste kurban gitmiş yerine ise (El-Mütevekkil Alellah) unvanıyla kardeşi Muhammed geçmişti. Muhammed, İspanyollarla ve Portekizlilerle ilişkilerini güçlendirdi ve Portekizlilerle bir antlaşma imzaladı.

Bu antlaşma, Osmanlıları Cezayir'den çıkarmak için Mağrıplı-lardan ve Portekizlilerden bir ordu oluşturmayı ve Mağrıp ordusu­nun Portekiz Devleti tarafından silahlandırılmasını öngörüyordu.

Bu sıralarda Haçlı lobiler Sa'diler Sultanı Ahmet El-A'rac'ın

kurban gittiği komplonun arkasında Osmanlıların bulunduğunu ileri sürüyorlardı. Mağnph liderlerle aralarında bu yüzden başgös-teren sorunlara çözüm bulmak amacıyla Osmanlılar Sa'dilerin ye­ni Sultanına bir heyet gönderdi iseler de Sultan bu heyetle görüş­mek istemedi. Üstelik Osmanlıları bütün Afrikadan kovacağına ilişkin tehditler savurdu. Zaten Portekizliler ve İspanyollar Sa'diler yönetimi ile dostluk ilişkileri içinde olduklarından ve bu sayede Haçlı propagandalarının sonucu olarak Osmanlılara karşı halk nefretle dolduğu için Osmanlılar yerlilerin direnişi karşısında Mağrıptan ayrılmak zorunda kalmışlardı.

Fakat Osmanlılar yeniden ikinci bir tur için hazırlıklara başla­dılar. Çünkü bir süre önce Endülüs'ü geri almayı düşünürlerken şimdi (Endülüs şöyle dursun) Mağrıp topraklarının da haçlıların eline düşeceğinden korkuyorlardı. Bunun üzerine Mağrıp'm eski yöneticileri olan Beni Wattas hanedanıyla gizlice temasa geçerek birlikte planlar kurmaya başladılar. Sadiler ordusunda çalışan Türk birliği de VVattasoğullarmm adamlarına gizlice silah dağıttı­lar. Bu sıralarda Sadiler sultanının iki yeğeni de Wattasoğullarına sığınmış bulunuyorlardı.Bu iki kardeş amcalarını ülkenin tahtını ellerinden alıp gaspetmekten sorumlu tutuyorlardı. Bu kardeşler­den birinin adı Abdülmelik diğerinin ise Ahmet El-Mansur Ez-Ze-hebi idi. Osmanlılar tarafından ortaya atılan İslam birliği çağrısı da bu arada devam ediyordu. Amaç, hırisuyanların müslüman topluluklar arasında yaymaya çalıştıkları, batıl inançları, yıkıcı propaganda ve dedikoduları etkisiz hale getirmekti.

Osmanlılar H. 978 yılında yenilgiye uğrayarak donanmaları İs­panya ve Venedik donanmaları tarafından yakılıp yıkıldıktan son­ra artık Mağnp topraklarına girmeyi akıllarından çıkardılar ve bu­rayı hıristiyan ülkelere karşı girişilecek bir mücadele alam olarak belirlediler. Onların bir defaya mahsus buradaki girişimleri, aleyh­lerinde sonuçlanmakla beraber aslında bu bölgeye karışmıyorlar­dı. Sadece Türkler Endülüsten kaçan müslümanlarla işbirliği ede­rek buradaki yönetimi devirip yerine Sa'diler hanedanından Prens Davut Bin Abdülmü'min başkanlığında bir devlet kurmak iste­mişlerdi. Fakat Sadiler Sultanı El-Mansur, Osmanlılar tarafından bu niyetle kurulmuş bulunan örgütü Vadi der'a 'da ezerek dağıttı.

Sa'diler Hanedanı'ndan Abdülmelik El-Mu1 tasım ile Ahmet El-Mansur kardeşler Osmanlı Halifesine sığınarak ülkelerinin yö­netimini Haçlılarla işbirliği içinde olan amcalarının elinden alıp kendilerine teslim etmesini isteyince Halife bu amaçla onlara beş bin kişilik bir ordu vererek yardımda bulundu. Bu ordu H. 982 yı­lında Fas'a girerek Abdülmelik El-Mu'tasım'ı Mağrıp tahtına oturtmayı başardı. Yönetim, ülkede Abdülmelik lehinde rayına oturduktan sonra da bu kuvvet geri çekildi.

Osmanlılar Mağrıp topraklarım ülkelerine katma düşüncesin­den vazgeçtikten sonra bu kez yalnızca Haçlılara karşı verdikleri mücadelede Mağrıplılara yardım etmek ve onları Haçlıların etki ve baskılarından kurtarma yolunu seçtiler.

Ancak bu kez de Hıristiyanlık dünyası, Endülüs'te yaptığı gibi Mağrıp topraklarını da müslümanlarm elinden almayı ve onları buradan da kovarak hıristiyanları bu topraklarda güçlendirmeyi yeniden tasarlamaya başladı ve bunun için de kolları sıvadı.

Devrik Sa'diler hükümdarı Muhammed El-Mütevekkil, yeni­den otoriteyi eline geçirmek için bu sıralarda Portekiz Kralına sı­ğınmıştı. Bunun üzerine hıristiyan orduları bu sığınmacıya destek vermek için açıkça hareket ederek Mağrıpa saldırmaya başladılar. Aslında Haçlılık ideolojisinin hedeflerini Mağrıp'ta gerçekleştir­mek için İspanyadan, Fransa'dan ve Almanya'dan bu topraklara ordular yürümeye başladı. Ayrıca papanın şövalyeleri de buraya gelerek bütün bu askeri birlikler Portekiz ordusuna katıldı. Bu müttefik haçlı ordularını Portekiz Kralı sevk ve komuta ediyordu. Sadiler Devletinin devrik hükümdarı, sığınmacı Muhammed El-Mütevekkil de onunla beraber bulunuyordu.

Bu müttefik Haçlı ordusunun asker sayısı yüzyirmibeşbin kişi­yi bulmuştu. Buna karşılık Osmanlı Devleti Mağrıpa altıbin okçu, sekizyüz süvari kadar bir güçle yardım etmişti. Gelen Osmanlı as­kerlerinin beraberinde oniki tanede top bulunuyordu. Buna ilave­ten bin kişilik bir piyade birliği de vardı. İslam kuvvetleriyle müt­tefik haçlı ordusu Hicri 986 yılında El-Araiş denilen yerin kuzeyi­ne düşen Vadi'l-Mehazin Mevkiinde karşılaştılar.

Savaş, Haçlıların yenilgisiyle ve ayrıca hem Portekiz Kralının hem de beraberindeki devrik Sadi hükümdarı Muhammed El-Mütevekkil'in öldürülmesiyle sonuçlandı. Keza Sadiler Sultanı, Abdülmelik de bu savaşta şehit oldu. Dolayısıyîadır ki bu meydan savaşma üç krallar savaşı adı verilmiştir. Bu meydan savaşındaki başarıdan sonra Mağrıp Devleti ünlendi ve Osmanlılar da bu Dev­lete dayanarak Haçlılara karşı direnebileceklerine artık inanmaya ve bu devlete güvenmeye başladılar. Dolayısıyla artık bu devle-ti,topraklarına katma düşüncesinden vazgeçtiler. Aynı zamanda bu gelişmenin bir sonucu olarak Portekiz Devleti gittikçe geriledi. İspanya iki yıl sonra H. 988'de Portekiz topraklarını ülkesine kattı. ispanya'nın Portekiz işgali altmış yıl kadar sürdü. Ahmet El-Man­sur, haçlılara karşı girişilen meydan savaşında kardeşi Abdülme-lik'in şehid olmasından sonra ülkenin yönetimini üstlendi; Porte­kizlilerin kovalanmasında ve boğazın aşılarak Endülüsün yeniden geri alınması çabalarında ordusunda çok büyük gayretler gördü. Ancak başarılı bir üslupla askerlerini yatıştırmaya çalıştı. Ve ordu­sunun başında bulunan komutanları gayet usta bir şekilde izleye­rek onları etkisiz hale getirdi. Sebebine gelince bunlar (Türk-Arap) işbirliğiyle bir Endülüs-Osmanlı Devleti kurmayı tasarlıyorlardı.

Mağrıp Sultanına karşı başgösteren halkın nefretinden yarar­lanmaya çalışan İspanya, bir antlaşma önerisi getirdi. Mağrıp Sul­tanı, halkının karşısında direniyor, onların ayaklanmalarını bastır­maya çalışıyordu. Çünkü Osmanlılara katılma düşüncesi hala top­lumu tahrik etmeye devam ediyordu. İspanya ile Mağrıp arasında düzenlenen bu antlaşma, Osmanlılara karşı ortak mücadeleyi ve Mağrıp'ın, El-Ara'iş Limanından İspanya lehinde vazgeçmesini öngörüyordu. Burası İspanya donanmasının üssü olacaktı. Buna karşılık, Vadi'l-Mehazin savaşında alınan esirler serbest bırakıla­cak, Mağrıp ve İspanya ticareti arasında bağ kurulacak ve İngiliz tüccarlarının Mağrıp limanlama ulaşmaları önlenecekti. Bu ant­laşma H. 989 yılında imzalandı ise de herhangi bir sonuç vermedi.

Mağrıp Sultanı El-Mansur, tahta geçmek için mücadele veren Portekiz Prensini destekliyor ve sürgünde bulunduğu İngiltere'den ülkesine dönmesi için ona yardımcı olmaya çalışıyordu. Bu sebep­le İngiltere ile temasları sıklaştı. Ayrıca kuzeyde askeri yığınak yap­maya başladı. Bu ise, İngiltere ile ihtilaf içinde olan ispanya'yı korkutuyordu. Bu yüzden İspanya, Mağrıp'ın kendisiyle İngiltere arasındaki meselelerde tarafsız durmasına karşılık Mağrıp'ın işga­li altında bulunan Asila Limanından Mağrıp lehinde feragat etti. Mağrıp, verilen bu ödüne karşılık, İspanya ile ingiltere arasındaki meselelerde tarafsız davranacak ve Portekiz prensini destekle­mekten vazgeçecekti. Fakat çok geçmeden İspanya İngiltere'nin karşısında yenilgiye uğradı ve H. 997 yılında cereyan eden Arma­da savaşında İspanya donanması tahrip oldu.

İspanya'nın bu gaileleri ise EI-Mansur'a Sudan üzerindeki si­yasi emelleri konusunda fırsat vermiş oldu. Güçlenmiş olan El-mansur, bu kez de bütün dünya müslümanlarmm halifesi olduğu­nu ilan etti. Bunun için de öncelikli olduğunu ileri sürüyordu. Se­bebini de Kureyşli olmasına ve Hz. Peygamber (sav)'in soyundan gelmesine bağlıyordu. Tabiatıyla bu, Osmanlılara karşı korkunç bir savaş açmak demekti. [24]

Ne var ki H. 990 yılında Kanum Krallığı ile Borno ona beyat ederek halifeliğini kabul ettiler. El-Mansur, Sudan'da İslam Dinini yaymak, Songay Krallığının liderlerinden bey'at almak, egemen­lik alanını genişletmek, tuz ve altın rezervlerini ele geçirmek, zen­ci köleler edinerek onları ordusunda çalıştırmak ve Atlas Okyanu­su kıyılarında bulunan Portekiz merkezlerine akınlar düzenlemek gibi birçok amaçlarla H. 992 yılında Songay ülkesi üzerine bir as­keri birlik gönderdi.

El-Mansur, özellikle yazışmalarında Cihad konusu üzerinde ve Endülüsü geri alıncaya kadar Haçlılara karşı mücadelesine de­vam edeceği konusunda çok ısrarlıydı. Esasen hıristiyan İspanyol­ların ve Portekizlilerin Mağrıp ve atlas Okyanusu sahilleri üzerin­deki varlıkları, aynı zamanda Endülüslü göçmenlerin Mağrıp top­rakları üzerinde yığılmaları müslümanları her zaman ürkütüyor, fakat cihad ve İslama çağrı hizmetlerinde itici birer faktör oluştu­ruyorlardı. Elbetteki halkın bu doğrultudaki isteklerini devlet baş­kanı gerçekleştirmek durumundadır.

Şu varki Sultanın bizzat kendisi de bu hedeflen gerçekleştir­meye belki de niyetliydi. El-Mansur'un yönü hep Sudan'a dönük­tü. Aslında bu, yeni tayin edilmiş bir yön de değildi. Çünkü daha önce VattasoğuHan Sudan'a gitmiş, buradan, Atlas Okyanusu kıyı­larında merkezleri çoğalmaya başlayan Portekizlilere karşı işbirli­ği yapmak üzere Mali Krallığına bir elçi göndermişlerdi.

H. 990 yılında El-Mansur, bugünkü Nijer ülkesinin kuzey kesi­mini topraklarına katmayı başardı. Bu başarıyı vaktiyle H. 989'da buraya düzenlediği bir hamlenin peşinden elde etme imkanını buldu. Ne varki H. 991 yılında buraya ikinci kez gönderdiği ordu­su büyük sahranın kumlan tarafından yutularak meçhullere karış­tı. Aynı zamanda El-Mansur, Portekizlilere karşı durmayı ve onla­rı ele geçirmiş oldukları merkezlerinden kovmak için de çok gay­retler sarfediyordu. Nitekim bu maksatla H. 990 yılında bir harekat başlattı. Bu harekat, Gambiya Nehrine kadar ulaştı. Bunun üzeri­ne Foloni kabilelerinin beyleri ve onlardan başka Senegal liderleri El-Mansur'a bey'atte bulundular. Ancak ondan sonra H. 993 yılın­da düzenlediği harekat, başarısızlıkla sonuçlandı.

Ondan sonra güney sahillerine çıkış yapmak için sömürgecile­rin Kanarya adalarında oluşturdukları merkezlere de akınlar dü­zenlemeye çalıştı. Bütün iktidarı boyunca bu konudaki çabalarını sürdürdü. Portekizliler çöktükten sonra onların bir sömürgesi olan "Yeşil Burun" mevkiinin karşısındaki Ergin denilen yere bir baskın düzenlemeye çalıştığı sırada (H. 997) İspanyolların burada Porte­kizlilerin yerine geçmiş olduklarını gördü. Çünkü İspanyollar, Por­tekizlilerin bütün topraklarını işgal etmişlerdi ve onların sömürge­lerini de koruyorlardı. El-Mansur vaktiyle, Portekizlilerin, şimdi­lerde ise İspanyolların sömürgesi olan bu yeri işgal etmeye çalışan İngilizlerin donanmasına yardım etmek istedi. Fakat bundan ba­şarılı olamadı.

El -Mansur'un Sudan topraklarının ortalarına kadar ulaşabil­mesine Kanum ve Borno devletlerinin ona beyat etmeleri ile H. 990 yılında ölen Sangay kralı Eskiya Davut'un oğullan arasındaki taht kavgası yardım etti.Kavgalar Eskiya Davut'un oğlu Eskiya İkinci Hacı Muhammed zamanında başladı. Onun kardeşleri,

Sa'dilerin hükümdarı El-Mansur'a gidip sığınmışlardı. El-Mansur, İslam ülkelerine saldın düzenlediği için ülkesinde muhalefetle karşılaşmasına rağmen sonunda karşıtlarını ikna etmeyi ya da susturmayı başardı. H. 998 yılında Cevzer Paşa komutasında San­gay üzerine büyük bir harekat başlattı. Gönderdiği kuvvetler H.999 yılında Sangay Devletinin Başkenti Gav'a girdiler. Yenilgiye uğrayarak kaçan Sangay kralı İshakla pazarlığa oturuldu.

Devrik Kral İshak, Sadiler Sultanı El-Mansur'un Sudan üzerin­deki egemenliğini kabul ederek ona beyatte bulundu. Fakat Davu-doğlu Prens Muhammed Kağ, bunu reddederek direnişe devam et­ti. Aynı zamanda El-Mansur da buraya yapılan pazarlıkların sonu­cunu kabul etmedi. Bilakis bir emirname göndererek Cevzer Pa~ şa'yı ordu komutanlığından azletti. Bu kez de Mahmut Paşa komu­tasında ikinci bir ordu gönderdi. Bu ordu Sangay'a karşı üstünlük elde etti ve Eskiya Muhammed Kağ öldürüldü. Ondan sonra da Sangay liderleri Mağrıp Sultanının egemenliği altına girdiler. San­gay başkenti de Gav şehrinden-Tombektu'ya nakledildi. Mağnp'a karşı direniş hareketlerini ise H. 1004 yılına kadar Eskiya Nuh yö­netti. Eskiya Süleyman ise Mağrıp'm emri altında idi ve Mağrıp ta­rafını temsil eden vali paşanın komutası altında öldüğü 1004 yılma kadar da savaştı. Yerine geçenler de siyasetinde hep ona uydular.

Ahmed El-Mansur H. 1012 yılında öldü. Oğullan ondan sonra birbirlerinin yakasına düştüler. Yönetimin başına geçmek için Zeydan EI-Kebir adaşıydı. Fakat iki kardeşi Ebul Fevaris ve Me'mun ona karşı birleştiler. Me'mun başa geçti ve ülkenin Mara-keş Bölgesinin basma da kardeşini tayin etti. Fakat çok geçmeden aleyhinde tavır almaya başladı. Onun bu tutumu ise kendisinden intikam alınmasını kolaylaştırdı.Çünkü bu kez devrik kardeşi Zey­dan, yandaşlarını etrafında birleştirerek Fas Bölgesi üzerinde oto­rite kurmayı başarmıştı. Bu suretle Me'mun zayıf düşerek, düş­manları olan İspanyollara baş vurdu. Onlara el-Araiş limanım tes­lim etmeye karşılık yardımlarını diledi. Bu sırada Endülüslüler Ce­zayirlilerin yardımından yararlanarak ellerinden alınmış olan En-dülüse karşı mücadele veriyorlardı. El Me'mun, onların bu gizli ça­balarını ortalığa çıkarınca İspanyollar 1019 yılında Endülüs'te ne kadar geriye kalmış müslüman varsa onların tümünü imha ettiler. Bu yüzden El-Me'mun, müslümanlarm gözünden düştü, nefretle­rini kazandı ve 1022 yılında Tatvan'da [25] öldürüldü. Bu rezalet, onun oğlu Abdullah'a da miras kaldı. Çünkü böyle bir babanın oğ­lu olarak yönetimin başına geçmeyi isteyecek yüzü yoktu. Bu du­rum ise Zeydan'ı güçlendirdi. Fakat Zeydan ülkenin her tarafına nüfuz ve etkisini yayamadı. Bu yüzden Sadiler Hanedanının otori­tesi gittikçe zayıfladı. Müslümanlar da artık kendilerini yönetecek güçlü bir idareyi düşünmeye başladılar. Bu sırada Azmur'da Porte­kizlilere karşı EI-Araiş ve El-Mehdiye de de İspanyollara karşı sa­vaşmaya başlayan Muhammed El-araişi gibi bazı liderler de orta­ya çıkmış bulunuyorlardı.

Aynı zamanda Sicilmasa'da ve Tafillat'da Alevi eşraf (yani Hz. Ali'nin soyundan gelen aristokrat aileler) de siyasi bakımdan epeyce güçlenmişlerdi. Bu aileler buralara H. Sekizinci yüzyılda ulaşmışlardı. Sonra Sadiler zayıflayınca bu seyyitlerin etkinlik alanları da Sus ve Vadi Der'aya kadar genişlemişti. Bu ailenin lide­ri olan Muhammed Bin Ali iyice güçlenince ülkeyi kurtarmak üze­re kendisine bey'at edildi ve haçlı saldırılarına karşı İslamı savun­mak üzere ona sorumluluk verildi. Oda H. 1041 yılında harekete geçti. Ancak kardeşi Reşit, liderliği elinden alarak Sadilere karşı di­renişe geçmeye başladı. Taki H. 1077 yılında Fas'a girinceye kadar. Böylece Sa'diye Devletini kesin şekilde ortadan kaldırdı.Kendisi ise 1083 yılında öldürüldü ve yönetimi böylece kendisinden sonra kardeşi İsmaile bırakmış oldu ki İsmail'in yönetim süresi 1140 yı­lına kadar yani elliyedi yıl devam etti.

Bu şerifler ailesi, müslümanlar tarafından kendilerine edilen biatin gereği olarak aslında haçlılara karşı mücadele verecekleri yerde -ne ilginçtir ki- bir İslam ülkesi olan Cezayir'e karşı savaştı­lar ve ne yazık ki Fransa'nın hedeflerinin gerçekleştirilmesinde onlarla işbirliği ettiler. Bu nedenle iktidara geldikleri günden beri, müslümanlar bu aileden nefret etmeye başladı. Çünkü halk haçhlara karşı savaşan Sadilerle onları karşılaştırarak hükmünü veri­yordu. Bu yüzden hükümdar İsmail'i parçalamak amacıyla birçok teşebbüsler oldu. Fas'ta Er-Rifte Taze bölgesinde hemen hemen her yerde anarşi yayıldı. Bu sırada liderlerden El-Hızir Giylan, Ce­zayir'den Tatvan'a gelmişti. Halk onun etrafında hemen toplandı. Asila ve el-Kasr halkı ona bey'atte bulundular.

Hızır, dava olarak hıristiyan dünyasının karşısında direnebil-mek için İslam birliği çağrısında bulunuyordu. Ne varki beraberin­de bulunan kuvvetlerin sayısı henüz çok az olduğu bir sırada is­mail, kalabalık kuvvetlerle üzerine saldırdı ve bu suretle Hızır öl­dürüldü. Ancak bu olaydan sonradır ki İsmail, Haçlılara karşı sa­vaşmak zorunda kaldı.

Ve H. 1099'da El-Mehdiyye kentini, llll'de El-Araiş'i, 1113'te Asila'yı geri aldı.Tanca'yı da H. 1096'da İngilizlerin elinden kurtar­dı. İngilizler burayı H. 1072 yılında kraliçelerinin nikah mehri sa­yılmak üzere Portekiz kralından almışlardı. Portekizliler ise H. 818 yılında buraya girmişlerdi.

İsmail H. 1140 yılında öldü. Ondan sonra oğulları, Muham­med, Abdülmelik ve Abdullah arasında iç savaş patlak vererek H. 1170 yılına kadar devam etti. Bu iç kavgaların sonunda nihayet Abdullah yönetimi ele geçirmeyi başardı. Fakat ülkede güvenlik ancak Muhammed'in döneminde sağlanabildi. Muhamrned'inse yönetimi yirmi yıl, ya da H. 1207 yılma kadar devam etti. Muham­med Mezağa'yı Portekizlilerin elinden alarak İspanyolların elinde bulunan Septe ve Melile kentleri üzerine akın düzenledi, ancak bu iki kenti fethetmeyi bir türlü başaramadı. Muhammedin Osmanlı Devletiyle ilişkileri iyi gidiyordu. Halbuki O'nun dedesi İsmail, dünya müslümanlarmin halifesi olduğunu ısrarla ileri sürüyor ve Hz. Peygamber (sav)'in soyundan geldiği gerekçesiyle bu konuda kendini Osmanlılardan daha öncelikli sayıyordu.

Muhammed'in yerine geçen Süleyman ise cihad faaliyetlerini durdurdu. Hatta Tunus'a gemilerini bile sattı. Üstelik Napolyon Bonapart İspanya'ya girdiği zaman Septe'yi ve Melile'yi bile on­dan geri istemedi.

Halbuki bu sırada böyle bir istek için mükemmel bir fırsat doğmuş bulunuyordu. H. 1237 yılında yerine geçen oğlu Abdur-rahman ise, yeniden donanmayı inşa etmek için çaba harcadı. Ne varki şansı pek yaver gitmedi. Bu sıralarda Cezayir'i işgal eden Fransızlarla,Tilimsan kenti üzerinde ihtilafa düştü.

Abdurrahman da H. 1277'de öldü. Yerine oğlu Muhammed geçti ve H. 1279'da Ispanyollarla bir antlaşma imzaladı. Bu sulta­nın döneminde, yabancıların ülke üzerindeki etkileri çok artmıştı. Tanca Sağlık Meclisi tamamen yabancılardan oluşuyordu. Bu meclisin başkanlığını sırayla Fransa ve İspanya üstleniyorlardı. Aynı zamanda Mağrıpta yabancı konsoloslara ait mahkemeler ku­rulmuştu.

H. 1291 yılında Muhammed de öldü. Yerine ise oğlu Hasan geçti. Hasan Tunus'u işgal eden, ondan sonra da Mağrıpa doğru açılma eğilimini gösteren Fransaya karşı kendini korumak üzere İngiltere'ye başvurdu. Aynı zamanda H. 1308 yılında birlikte ant­laşma imzalamış olduğu Almanya'dan da yardım istedi.

Hasan da H. 1312 yılında öldü. Onun ise yerine oğlu Abdüla-zizgeçerekH. 1318 yılında Mağrıp'm güney kesimlerini; Fransa ve İspanya ile bölüşmek üzere bu ülkelerle anlaştı. Bunun üzerine Fransa Moritanya'yı, İspanya ise Mağrıp sahrasını kaptı. H. 1316 yılında yani vaktiyle İspanya Efni'yi zaten almıştı. H. 1321 yılında ise Sultan, Tanca kentinin yönetimi için yirmialtı üyeden oluşan bir meclis kurmak zorunda kaldı. Bu üyelerden onunu yabancı konsolosluklar seçecek, onikisi Tanca'da oturan yabancılar tara­fından seçilecek bir üye, yahudi hahamı tarafından tayin edilecek, bir tek üye de sultan tarafından tayin edilecekti. Kentin valisi ise bu meclise müslümanlardan iki üye tayin edecekti.

Ancak bu karar müslümanları Sultana karşı öfkelendirdi ve ardından bir ayaklanma patlak verdi. Sultan'a da "Abdülecanip" yanı yabancıların kulu anlamına gelen bir lakap takıldı. Fransa'da Mağrıp'taki bu bunalımı, ülkenin iç işlerine karışmak için bir fır­sat olarak görüyordu. Fakat İngiltere ile Almanya onun önünde engel olarak duruyorlardı. Fransa ile İngiltere bu sıralarda, aralarında bir dostluk antlaşması imzaladılar. Bu antlaşmayla Fran­sa'nın, Mısır'da İngiltere'nin statüsünü tanımasına karşılık, İngil­tere de Fransa'nın Mağrıp'ta serbestçe faaliyet göstermesini, onaylıyordu. Rif mıntıkası ise İspanya'ya bırakıldı. Alman İmpa­ratoru da tehditler savurarak Tanca'ya geldi. Bunun üzerine Fransa, El-Cezire konferansında, Sultanın kendi toprakları üze­rindeki özgürlüğünü tanıdı. Ancak daha sonra ilerleyerek Wajda ve Darulbayda'yı işgal etti. İspanya'da Er-Rif'i işgal etti. Bunun üzerine Mağrıp müslümanları H. 1325 yılında sultanlarına karşı galeyana gelerek onu devirdiler. Yerine ise kardeşi Abdülhafız'ı geçirdiler. Abdülhafız, kendisine karşı patlak veren isyanı bastır­dı. Bu isyanı Ebu Hammada adında biri yönetiyordu. Fakat bu sultan askeri operasyonları için lazım olan para konusunda bir­takım kredi antlaşmaları yapmıştı. Halkını da çok yordu. Onun için halk ona karşı baş kaldırdı ve onu Fas kentinde kuşattılar. H. 1329 yılında onu asilerin elinden kurtarmak için bir Fransız im­dat gücü gelerek Fas, Miknas ve Rabat kentlerine girdi.

Bunun üzerine Alman İmparatoru öfkesinden küplere bindi ve Mağrıp karasularına bir deniz birliğini şevketti. Fakat Fransa ona Kamerun topraklarından bir parça vererek bu sırada kendisi­ni yatıştırmaya çalıştı. Ancak müslüman halkın Sultana karşı öfke­leri devam ediyordu. Dolayısıyla Fas'taki Fransız muhafız gücü­nün üzerine atılarak bu birliği imha ettiler. Fransa'da misillemede bulunarak iki hafta sonra gelip Fas'a girdi. Sultan ise bütün yaptık­larından pişmanlık duyarak H. 1331 yılında kardeşi Yusuf lehinde yönetimden çekildi. Ondan sonra da diğer kardeşi Abdülaziz'in oturmakta olduğu Tanca'ya sığındı.

Fransızlar daha sonra Birinci Dünya Savaşı sırasında yayılarak Mağnp'ın diğer bütün kesimlerini de işgal ettiler. Aynı zamanda İspanya Er-Rif bölgesini ilhak etti. Rif halkı işgalcilere karşı ayak­landılar ve onları H. 1327 yılında bozguna uğrattılar. Bu sıralarda yine eşraftan (yani Hz. Ali Hanedanından) Beni Urva kabilesine mensup Ahmet Bin Muhammed Bin Abdillah EI-Hasani adında bir zat, Ahmet Er-Resuli unvanıyla ünlenerek Mağrıp Sultanına karşı ayaklandı ve bu sırada Tanca'da Amerikan elçisiyle ailesi kaçırıldı. Bunun üzerine Mağrıp donanması gelerek bir savaş tazmi­natı aldı. Ahmet Er-Resuli ise Tanca'nın yönetimini üstlendi.

Fakat Mağrıp Sultam, yabancı elçilerin baskısı altında onu gö­revden uzaklaştırdı. Ondan sonra Er-Resuli, dağlık bölgede İspan­yollara karşı çarpışmaya başladı. Bu yüzden dağlık bölgenin sulta­nı olarak adlandırıldı. Ondan sonra ona topraklarını geri veren İs-panyollarla arasında bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma gere­ğince kabileler üzerindeki baskıyı hafiflettiler. Bu sefer müslü-manlar Er-Resuli'ye karşı ayaklandılar ve bu sırada Muhammed Bin Abdülkerim El-Hattabi Hareketi patlak verdi. Bu kez de El-Hattabi ile Er-Resuli çatıştılar ve Er-Resuli esir düşerek, Öldüğü H. 1343 yılma kadar da esarette kaldı.

Emir Abdülkerim El-Hattabi Er-Rif Eş-Şarkiyya (Doğu Rif) bölgesinde bir harekat başlattı. El-Hattabi, Beni Vargal (Vargalo-ğulları) lideri adıyla ünlenmişti. H. 1338 yılında ölünce bu hareke­tin emir ve komutasını, El-Hattabi'nin büyük oğlu kadı Muham­med üstlenerek cihad ilan etti ve H. 1339'da Silvester'in ordusunu imha etmeyi başardı. İspanyolların elinde ise Melile Kalesinden başka bir şey kalmamıştı. Nitekim onbeş bin kayıp verdiklerini beşyüz yetmiş kadar askerlerinin esir düştüğünü buna ilaveten otuzbin tüfek dörtyüz havan topu ve yüzyirmidokuz adet de mey­dan topu gibi büyük miktarda silah kaybına uğradıklarını itiraf ediyorlardı. Ne varki Muhammed Bin Abdülkerim El-Haftabi İs-panyollara karşıkazandığı bu parlak zaferin başlangıçta hiç de far­kına varamamıştı. Çünkü eğer harekatını sürdürmüş olsaydı, Me­lile Kalesini de ele geçirebilecek ve İspanyolların hepsini denize dökebilecekti. Fakat durakladı. Böylece İspanyollar için bir fırsat doğdu. Bu sayede de dinlendiler ve altmış bin asker daha getirerek yenilenen savaşın saflarına attılar ve H. 1339 yılında karşıt bir hü­cuma geçerek kaybetmiş oldukları toprakların hepsini geri aldılar. İspanyolların, H. 1340'ta Rif Bölgesinde bulunan askerlerinin sayı­sı yüzelli binden fazlaydı.

Bu gelişmelerin ardından İspanya'da bir askeri devrim gerçek­leşti. Bu yüzden planlar değişti ve İspanya, iç kesimlerden geri çe­kildi. İspanyollar sadece kıyılarda mevzii en dil er. Muhammed BinAbdülkerim, Er-Rif'te bir hükümet oluşturdu. Ondan sonra da El-Hattabi'nin hükümetine karşı İspanya ve Fransa'nın saldırıları başladı. Ta ki El-Hattabi H. 1340 yılında teslim oluncaya kadar. Ar­dından Renonyun Adasına sürüldü. [26]

 

Batı Afrika

 

Tarihin bu aşamasında İslam dünyasının bu parçası üzerindeki iki ayrı bölgede siyasi durumlar farklı şekilde seyretmiştir. Bu bölge­lerden biri sahil kesimidir ki hıristiyan sömürgeler buraya ilk önce sökün etmeye başladılar. Sonra gerek yerlilerinin çoğu müslüman olan batı sahilleri üzerinde olsun, gerekse halkı henüz putperest olan güney sahillerinde olsun, sömürgeciler güç kazandıkça bura­lardan iç kesimlere doğru ilerliyorlardı. Kurdukları yönetimde daya­nabilecekleri beşeri altyapılar hazırlamak amacıyla hıristiyan em­peryalistler bu bölgede hıristiyanlığı yaymaya çalışıyorlardı. Ta ki yerli halk gelecekte otoriteyi tamamen onlara teslim etsin. Müslü­manların oturduğu iç kesimlere gelince buralarda oturanların iple­ri birbirinden kopmuştu, sık sık kapışan küçük beyliklere bölün­müşlerdi. Ya da en azından -diyebiliriz ki- birbirlerinin sorunlarıyla hiç ilgilenmiyorlardı. Durumlar bölgelere göre şöyleydi: [27]

 

Sahil Bölgesi

 

Endülüs'te hıri s uyanlarla müslümanlar arasında çekişmelerin sürdüğü dönemde hıristiyanlarm İslam topraklarını aşarak Afri­ka'nın iç kesimlerine girmeleri gecikti. Bütün Avrupa İspanyolları arkadan destekledikleri halde ve müslümanlar açıkça görülebile­cek bir çöküntü içinde bulunmalarına rağmen bu gecikme oldu. Bu nedenle İspanyol ve Portekizli hıristiyanİar müslümanlarm Afrika kıtasındaki güçlerini öğrenebilmek için bu kez de Afrika'nın batı sahillerine açılmayı düşünmeye başladılar. Çünkü buralarda oturan müslümanlar, Endülüs'teki müslümanlara zor günlerinde arka çıkıyor, onlara destek oluyorlardı. Nitekim Murabıtlar ve Mu-vahhitler döneminde böyle oldu. Hıristiyan sömürgeciler deniz yolunu tercih etmekle sahillere çıkmak, buralarda merkezler tesis etmek ve bu suretle de Mağnp'ta henüz güçlenmemiş olan müslü-manları çembere almak için imkan elde etmiş olacaklardı. Yani müslümanlar yeniden kuvvet kazanamayacak ve Endülüsteki kar­deşlerinin imdadına koşmaya güç yetiremeyeceklerdi. Hıristiyan­lar çıkarma yapmayı düşündükleri bu sahillerde şayet askeri ve si­yasi faaliyet gösteremeyecek olurlarsa bu takdirde güçlenip yeni­den ortaya bir görüş koyuncaya kadar fırsat bulurlarsa yerli halkla ticaret yapmayı tasarlıyorlardı.

H. 747'de bazı hıristiyan tüccarlar Senegal Nehri'nin denize döküldüğü noktaya kadar ulaşarak Yeşil Buruna uğradılar. Fakat buraya yerleşmediler. H. 848 yılında Portekizliler sahile yakın kü­çük Arguin adasını işgal ettiler. Keza Hollandalılar Yeşil Burun karşısındaki Gorya adasını işgal ettiler. Bu işgal H.9. yüzyılın sonu­na kadar, yani Endülüs'ün düştüğü tarihe kadar devam etti. İspan­yollar ve Portekizliler buralarda birçok ganimetler elde edip daha düne kadar onları destekleyenlerden bu kazançları esirgeyince di­ğer hıristiyan topluluklar da harekete geçerek emperyalist faali­yetlerde onlarla yarışmaya başladılar. Örneğin Fransızlar H. 1036 yılında, Senegal Nehrinin denize döküldüğü yörede bir sömürge kurdular. H. 1077 yılında da Saint Luis kalesini inşa ettiler. Fakat Portekizliler sömürgecilekte daha önceden beri büyük mesafeler kaydetmişlerdi.H. 850 yılında Gine sahillerine H. 867'de Siralyan [28] sahillerine, H. 892 yılında Nijerya kıyılarına ve H. 899 yıllarında, yani dokuzuncu asrın sonlarında Kamerun sahillerine ulaşmışlar­dı. Aynı zamanda Portekizliler, iç kesimlere de sızmak için çabalar sarf ettiler. Nitekim altın araştırmak için Senegal topraklarına sıza­rak Necid (Bambok) mevkiine kadar ulaştılar.

Diğer Avrupalı milletler de Portekizlilerle ve İspanyollarla sö­mürgecilikte yanşıyorlardı. Özellikle daha önceleri Fransa, İngilte­re ve Hollanda bu yarışa katılmışlardı. Ekonomik kaynaklan ele geçirmek ve köle ticareti yapmak için birbirleriyle rekabet yapı­yorlardı. Bu amaçlarla İngiltere H. 970 yılma Nijerya sahillerine ulaştı. Avrupalılar burada yerli halkı köle diye alarak götürüp satı­yorlardı. Dolayısıyladır ki Avrupalılar buralara "Köle Sahili" adını vermişlerdr. Keza fildişi elde etmek için (Fil katliamı yaptıkları) bölgeye "Fildişi Sahili" adını vermişlerdir. İngiltere emperyalist faaliyetlerde Fransa ile yarıştığı için Fransızların inşa ettiği Saint Luis kalesini H. 1172 yılında ele geçirdi. Fakat H. 1198'de iki Dev­let arasında imzalanan bir antlaşmadan sonra İngiltere bu kaleyi

tekrar geri verdi.

Müslümanlar çöküş içinde olduklarından hıristiyanlarm kur­makta olduğu bu merkezler hakkında pek ilgi duymuyorlardı. Ay­rıca Avrupalıların bu faaliyetleri başlangıçta ticari birtakım giri­şimler gibi göze çarpıyordu. Ancak gerçekte müslümanlar zayıf durumda oldukları için onlara karşı hiç bir şey yapamıyorlardı.

Bu bir yana, Mağrıp'taki güçlü İslam devletleri zaman zaman düşmanlarına karşı bu merkezlerin sahipleri olan hıristiyanlardan yardım bile alıyorlardı ki düşman bildikleri kimseler arasında ör­neğin Osmanlılar gibi devletler de vardı. Ya da bunlar otoritelerini güçlendirmek, baş kaldıran siyasilere yada diğer hıristiyan devlet­lere karşı üstünlük elde etmek için bu yollara başvuruyorlardı.Me­sela, Sadiler, bunun farkındaydılar. Fakat dönemleri çok kısa sür­dü ve yönetimleri sırasında birçok olaylar cereyan etti. Ancak ne zamanki El-Mansur Ez-Zehebi döneminde ortalık istikrara kavu­şunca El-Mansur, Afrika içlerine doğru harekete geçerek Songay Devletini ortadan kaldırdı. Yani Onun savaşları öncelikle müslü­manlara karşıydı. Belki de niyeti, önce tüm müslümanları bir tek devletin bayrağı altında toplamak, ondan sonra hıristiyan devlet­lere karşı savaş açmaktı. Fakat El-Mansur ölür ölmez oğulları ara­sında fitneler başgösterdi. Keza Mağrıp yönetiminin başına seyyit-ler geçince onlar da Cezayir'de Osmanlılarla ihtilafa düştüler ve (Mağrıp topraklarının güneyindeki Senegal Bölgesine göz dikerekbu topraklar üzerinde siyasi emeller besleyen) Fransızlarla anlaş­maya çalıştılar. [29]

 

İç Kesimler

 

Tarihin bu aşamasında Songay Krallığı, Afrika'nın batı kesim­lerine hakim bulunuyor ve birkaç ülke topraklarını da sınırları içi­ne almış bulunuyordu. Bu ülkelerden biri Mali, diğeri ise Masina Bölgesinde bulunan Folaniler memleketiydi. Songay'ın egemenli­ği altında daha başka yerler de vardı. H. 899 yılından beri Songay ülkesini Eskiya Muhammed yönetiyordu.

Eskiya Muhammed H. 898 yılında egemen bir hükümdarlık hanedanı kurdu ve bugünkü Yukarı Volta Bölgesinde yerleşik bulu­nan putperest Muş Zenci kabileleri üzerine yürüyerek,bunlara kar­şı cihad ilan etti. Bu kabilelerin ya müslüman olmalarını, ya cizye vermelerini istedi. Ancak kabile reisleri bu her iki teklifi de redde­dince Eskiya Muhammed onlara karşı savaş açtı ve topraklarına girdi. Muhammed, aynı zamanda batı yönne doğru açılmaya baş­layarak Mandinğ ve Folani topraklarını da ülkesine kattı. Bu suret­le devletinin sınırları Atlas Okyanusu sahillerine kadar genişledi. Aynı zamanda kuzeyden de büyük sahraya kadar ulaştı. Ondan sonra da Nijerya ve Nijer'in kuzeyinde bulunan Havsa ülkesini de ele geçirdi. Yani özet olarak, Eskiya Muhammed'in devleti, bugün­kü Nijer, Nijerya'nın kuzey Bölgesi,yukarı Volta, Senegal, Gine, Si-ralyun'un batı kesimleri, Fildişi Sahili'nin kuzey kesimleri ile Togo ve Benin ülkelerinin tümünü.simrları içine almış bulunuyordu.

Ancak H. 935 yılında Eskiya Muhammed'in oğulları, babaları­na karşı baş kaldırarak Nijer Nehrinin çok uzaklardaki bir adasına sürgüne gönderdiği oğlu Musa lehinde tahtından vazgeçmesi için ona baskı yaptılar. Ancak daha sonraları H. 938 yılında Musa öldü­rüldü. Yerine ise kardeşi Muhammed Banka geçti. Banka H. 944 yılına kadar ülkeyi yönetebildi. Bu tarihte kardeşlerinden İsmail onu devirerek tahtını ele geçirdi. İşbu Muhammed Banka döne­minde Mali Krallığı, Sangay Krallığı'ndan ayrılmak istiyordu. Bu amaçla Mensi Mali; Afrika'nın batı sahillerinde tutunmaya başlamış olan Portekizlilerden yardım talebinde bulundu. Portekizliler H. 940-41 yılları arasında Mali'ye, Petros Fernando başkanlığında bir elçilik heyeti gönderdiler. Bunun sonucu olarak Folani ve Tak-ran kabileleri Falim Irmağının havzasından kaçmaya başladılar. Burası Maliye bağlıydı. Bu durum ise İkinci Mahmut (Mensi Ma­li) un, Sangay ülkesine karşı baş kaldırmasına neden oldu. Fakat Mensi Mali'nin isyanı şiddetle bastırıldı. Songay kralı İsmail de sürgünde bulunan babasını getirip yeniden yönetimin başına ge­çirdi. Fakat bu zat artık çok yaşlanmış ve gözlerini kaybetmişti. H. 949'da da öldü.

İsmail'den sonra H. 950 yılında Songay ülkesini eskiya îshak yönetmeye başladı ve H. 956 yılma kadar devam etti. Bu sıralarda Songya Krallığı ile Mağrıptaki Sadiler devletinin arasındaki ilişki­ler bozulmuştu. Songay tahtında ise îshaktan sonra kardeşi Davud geçmiş bulunuyordu. Davud'un zamanında, Songay'ın egemenli­ği altındaki Mali Krallığı tekrar Songay'a karşı baş kaldırmıştı. Bu­nun üzerine Davut, Mali üzerine bir askeri hamle sevkederek is­yanını bastırdı. Davud'un Sadlerle ilişkileri de gittikçe bozuluyor­du. Durum, Davud'un H. 990 yılında ölümüne kadar da böyle sür­dü. Davud'un yerine ise beş yıl kadar başta kalan Eskiya İkinci Muhammed geçti. Onun döneminde ise Sadilerle bir takım çatış­malar oldu. Sonra kardeşi, H. 995 yılında onu devirdi. Kardeşler­den biri ülkeyi üç yıl kadar yönettikten sonra H. 998 yılında ikinci İshakbaşa geçti.

İşte bu sıralardadır ki Sadüerin Cevzer Paşa komutasındaki or­dusu Sangaylilar'm üzerine geldi. İshak yenilgiye uğrayarak kaçtı. Ancak daha sonra dönerek mağrip ordusu komutanıyla pazarlığa oturdu. Bu görüşmeler, savaşa son veren bir antlaşmayla bitti ve Eskiya İshak, Sadiler Sultam Ahmet El-Mansur Ez-Zehebi'ye bey'at ederek onun egemenliğini kabul etti. Ne varki sultan Man-sur bu antlaşmayı reddederek Cevzer Paşa'yı da görevden alıp Mahmut Paşa komutasında Sangay üzerine ikinci bir ordu gön­derdi. Bu ordu, Songay'ın başkenti Gav'ı ele geçirdi. Bu suretle ar­tık Songay Krallığı Sadiler'e bağlanmış oldu ve bölgenin merkezi­de Gav kenti yerine Timbektu'ya nakledildi. Sonra Eskiya Nuh tarafından birtakım direnme girişimleri daha cereyan etti. Fakat Sa-dilerin düzenledikleri operasyonlar sonucu H. 1002 yılında Eskiya Nuh, kaçmak zorunda kaldı. Aynı zamanda Songaylılar Haneda­nından Eskiya Muhammedi Kağ da bir süre direnişlerde bulundu. Fakat 1004 yılında bu direnişler yavaşladı.

Sonraları bu bölge, Mağrıp tarafından tayin edilen ve "Arma" diye bir unvan taşıyan Timbektu paşaları tarafından yönetilmeye başlandı. Sadiler Devleti'nin gerilemesiyle birlikte bu paşaların otoriteleri de zayıflamaya başladı. Buna karşın vaktiyle Songaym egemenliği altında bulunan beylikler ve küçük krallıklar, gittikçe güçleniyorlardı. Bu cümleden olarak Bumbara Beyliği güçlenmiş­ti. Bumbaralılar Sigo kentinde bulunan Man dingi er'in bir kolu­durlar. Bumbara, gittikçe genişliyordu. Nihayet H. 1071 yılında Timbektu'nun egemenliğinden kurtulmayı başardı. Üstelik H. 1081 yılında onu vergiye bile bağladı. Bu sıralarda Mağnpta Sadi­ler Devleti de ortadan kalkmış bulunuyordu. Sonra bu beylikte birtakım siyasi kargaşalıklar cereyan etti. Sonuç olarak yönetim H. 1164 yılında Diyara sülalesi'nin eline geçti. Ve H. 1278 yılında Fo-Iani'li Hacı Ömer, bu sülaleye son verinceye kadar da yönetimin başında devam ettiler.

Aynı şekilde Bumbaralılar Senegal Nehri'nin bir kolu olan Ba-koy Irmağının kuzeyinde Kaarta'da bir beylik daha kurdular. Bu beylik Sigo Emiri'nin kardeşi tarafından kuruldu. Çünkü bu prens, kardeşinin yönetimini reddetmiş ve kendine özel bir devlet kur­muştu. Fakat araları bozuldu ve birbirlerine girdiler. Sigo Emiri kardeşine karşı üstünlük elde etti. Onu devirdi, fakat ülkesini orta­dan kaldırmadı. Bu beyliğin emirleri Masası unvanını taşırlardı, H. 1211 yılında başa geçen Ebubekir zamanında bu beylik genişledi. Merkezi Diyoro'ya nakledildi. Nihayet Hacı Ömer burayı ülkesine katarak bölgenin birliğini sağlamaya çalıştığı 1277 yılma kadar bu beyliğin varlığı devam etti.

Aynı zamanda Mandingler tarafından da bu sıralarda bir dev­let kuruldu. Eski devletlerini yeniden ihya anlamında buna da yi­ne Mali Krallığı adı verildi. Bu devleti Manangan kurdu. Maman-gan Sigo topraklan üzerinde H. 1081 yılında genişlemeye çalıştı ise de Sigolular karşısında yenilgiye uğradı ve ülkesi küçüldü. Yeri­ne ise onbeş yıl işbaşında kalabilen Mabikita geçti. Ondan sonra Mabikîta'nın oğulları kendi aralarında ayrılığa düştüler ve yöneti­mi aralarında parçaladılar. Kardeşlerin sonuncusu bugünkü Mali Devletinin başkenti olan Bamako şehrinde yerleşti. İşte böylece Manding halkı, (H. 1277 yılında Samoritoro ortaya çıkıp devletini kuruncaya kadar} çeşitli beyliklerin toprakları üzerinde dağınık halde yaşamaya devam ettiler.

Marding Beyliği'nin yanısıra diğer kabilelere ait bazı beylikler daha ortaya çıktı. Örneğin Timbektu'nun güneyinde Nijer Neh­ri'nin kıyısındaki Masina'da Folamilere ait bir beylik kuruldu. Fo-lanilerden bu bölgede bulunanlar vaktiyle Mali beylerinin, ege­menliğini tanıyorlardı. Daha sonra Timektu paşalarına ve nihayet Sigo'daki Bambara hükümdarlarına bağlandılar. Bunlar Önceleri putlara tapıyorlardı. Fakat onüçüncü yüzyılın başlarından itibaren İslam dinine girmeye başladılar. Onlardan müslüman olanlar soy­daşlarından putperestlere karşı cihad faaliyetlerine giriştiler. Put­perestler ise onlara karşı Bambara hükümdarlarından yardım iste­diler. Fakat müslümanlar onlara karşı üstünlük elde ederek, H. 1225 yılında Masinada müslüman bir devlet kurdular. Bu devlet bütün bölgeye hükmetmeye başladı. Folanilerden Tukulor toplu­luğu da Senegal Nehri'nin, yukarı havzasının güneyinde Futa-ca-lon denilen bölgede, keza bir beylik kurdular. Bunlardan bir süla­le zaten dokuzuncu yüzyıldan beri bölgeyi yönetiyordu. Onüçün­cü yüzyılın başından itibaren bu ülke önem kazandı. Yüzyılın or­talarında da güçlü bir lider olarak Hacı Ömer ortaya çıktı ve Futa-Calon'dan Timbektu'ya kadar bütün Batı Sudan'ın birliğini, kendi otoritesi altında toplanmayı sağladı.

Hıristiyan devletler, Afrika'nın iç kesimlerindeki rnüslümanla-nn ne derece zayıf düştüklerinin farkına vardılar.Sahillerdeki mer­kezlerinde onların ne güçte olduklarını da tahmin ediyorlardı. Bu sefer, araştırma ya da bilimsel çalışma perdesi altında bölgeye sı­zarak nabızlarını yoklamaya çalıştılar. Halbuki buralar meçhul semtleri değildi. Dolayısıyla yeniden keşfedilecek bir şey yoktu. Müslümanlar daha önceleri kaynaklarında bu bölgelerle ilgili aydınlatıcı bilgiler kaydetmişlerdi.Bazı kimseler,her ne kadar hıristi-yan kaynaklarına dayanarak (bilerek ya da bilmeyerek) bu girişim­lere keşif adını verseler bile gerçek olan budur. Buna rağmen Mun-go park adlı bir gezgin Gambiya Nehrini izleyerek sözde bir keşif seyahatine çıktı ve H. 1210 yılma Nijer Nehrinin kıyısında bulunan Sigo kentine ulaştı. Sonra H. 1220 yılında ikinci bir seyahate çıktı. Ardından da bir çok keşif seyahatleri birbirini izledi. Özellikle Fransızlar tarafından Batı Afrika içlerine seyahatler yapıldı. Bura­lara açılan gezginler aslında, kıtadaki ülkeleri, yollarını ve güçleri­ni öğrenmek, bu topraklardaki zenginlik kaynaklarını incelemek, aynı zamanda bu kaynakları yağmalamak için yol ve imkanları araştırmak içsteyen casuslardan ve ülkeleri için bu alanda elçilik yapan elemanlardan başka kimseler değillerdi.

Keşif adı altında yapılan bu seyahatler aslında tasarlanan ge­niş çaplı emperyalist harekatın, sömürgecilik faaliyetlerinin ilk gi­rişimleriydi. Haçlılar bu seyahatleri her ne kadar bilimsel ve ev­rensel çalışmalar olarak niteliyor ve batı hayranları da bunu böyle kabul ederek onlara uyuyor iseler de esas gerçek, yukarıda anlatı­lan amaçlardan başkası değildi.

Falanı Kabilesinin ileri gelenlerinden ve Manding liderlerin­den bazı şahsiyetler bu Haçlı tehlikesini hissetmeye başlamışladı. Bu nedenle gözetleyici hıristiyan emperyalizminin tehlikesi karşı­sında durabilmek için bölgenin birliğini sağlamaya ve müslüman-ların saflarını sıklaştırmaya çalıştılar. Fakat artık önlerinde yeterli bir zaman kalmamıştı. Çünkü davranmcaya kadar, (yani bu şah­siyetler) safları birleştirmek amacıyla içeride mücadeleler verirler­ken dış tehlike onların üzerine baskın yaptı ve bölgeyi ele geçire­rek egemenliğini yaydı.Ondan sonra da hıristiyan emperyalist si­yasetini Afrikanin her karış toprağında uygulamaya koyuldu.

H. 1254 yılında Tukulor topluluğu içinde Hacı Ömer Folani adında bir lider sivrilerek H. 1271 yılında Kaarta toprakları üzeri­ne bir akın düzenledi. Burası ona boyun eğdikten sonra Folani'li Masma hükümdarı ile anlaşarak bu sefer de Sıgo Beyliği üzerine yöneldi. Fakat Masina hükümdarı düşüncesinden vazgeçti. Bu­nun üzerine Hacı Ömer, bu kez de batıya, Orta Senegal bölgesine doğru yönelmeye başladı.Ne var ki bu sırada Fransızların iç kesim­lere doğru ilerleyişi ve egemenliklerini bu topraklar üzerinde yay­maları Hacı Ömerin seferini devam ettirmesine engel oldu. Onun için Hacı Ömer tekrar doğuya dönerek H. 1278 yılında Sıgo Emir­liğini işgal etti ve H. 1279 yılında Masina'yı, 1280 de de Timbek-tu'yu aldı. Bu suretle Hacı Ömer'in egemenlik alanı genişledi.

Bir ara Bambara Kabilesi, Sıgoda Hacı Ömer'e karşı ayaklandı­lar. Onları Masina'da Folanilerin giriştiği bir ayaklanma izledi. Bu olaylar ise nihayet H. 1281 yılında Hacı Ömer'in öldürülmesiyle sonuçlandı. Ondan sonra oğulları yönetim üzerinde kavga etmeye başladılar. Birbirlerine karşı savaştılar. Bu durum ise anarşinin da­ha da yayılmasına ve müslümanlarm hıristiyan emperyalizmi kar­şısında zayıf düşmesine neden oldu. Dolayısıyla halk onlardan nefret etti. Nihayet Fransızların doğu yönünde ilerleyişleri sırasın­da bu kardeşlerin sonuncusu H. 1316 yılında Fransızlara yenilme­sinin ardından öldürüldü.

Vaktiyle Fransızlar Hacı Ömer'in giriştiği faaliyetlerden kork­muşlardı. Onun için iç kesimlere ve henüz müslümanlar güçlenip birbiriyle dayanışma içine girmeden doğrudan doğru ilerlemekte acele ettiler. Gerçekten de Fransızlar Afrika içlerine dalarak Hacı Ömer'in devletini ortadan kaldırmayı başardılar.

Bu gelişmeler karşısında Manding liderlerinden biri olan Sa-muri Tori de Fransız ilerleyişinden paniğe kapılarak, Hacı Ömer Devletinin güneyindeki dağınık kabileleri birleştirmeye çalıştı. Ni­tekim H. 1287-1307 yıllan arasında 20 sene müddetle çabalayarak onları birleştirmeyi başardı. Bunun nişanesi olarak H. 1300 yılında İmam unvanını takındı ve Fransızlara karşı direnmek için ortaya atıldı. Ne çareki Fransızlar onu yendiler. Çünkü Hacı Ömer bozgu­na uğradıktan sonra müslümanlar zayıf düşmüş güçlerini kaybet­mişlerdi. Müslümanların bir sorunu da şuydu: Direniş ve savaşın biri bitiyor, bir diğeri başlıyordu. Onun için çabalar birleştirilemi-yor, güç birliği yapılamıyor ve kabileler bir araya getirilemiyordu. Nihayet H. 1309'da Fransızlar Samuri Turi'nin başkenti olan Bi-sandoğa şehrini işgal ettiler. Sonra H. 1310 yılında da Sigo ve Tib-ketu kentlerini de ele geçirdiler.

Hükümdar Samuri tori, Volto Nehrinin yukarı tararlarına kaçtı ve H. 1316 yılında yakalanıncaya kadar da Fransızlara karşı fildişi sahilinin kuzeyinde direnişini sürdürdü. Yakalandıktan sonra Ga­bon'a getirildi ve H. 1318 yılında ölünceye kadar da burada kal-dı.İşte Fransızlar Batı Afrikamn büyük bir kısmına bu şekilde sa­hiplendiler. Ondan sonra sahillerde kurdukları merkezlerine dön­düler ya da başka tabirle sahildeki merkezlerinden çıkış yaparak başka yönlerde ilerlemeler kaydettiler. İçerideki kolonileriyle bir araya geldiler.

Ondan sonra civar bölgelerde veya daha iç kesimlerde bulunan şimdiki Senegal, Mali, Gine, Yukarı Volta, Fildişi Sahili, Togo ve Be­nin devletleriyle, daha sonra Orta Afrika'da girdikleri Nijer, Çad ve Orta Afrika gibi devletler onların egemenliği altına girdi. Bütün bunlar daha sonra Kamerun, Gabon, Kongo ve Mağnp topraklany-la birleşti. Öyleki diğer hıristiyan emperyalistlere, Gambiya'dan başka bir yer kalmadı. Burası da Senegal ülkesinin tam ortasında ve Gambiya Nehrinin her iki kıyısında uzanan bir bant gibi idi.

Burası İngilizlere kaldı. Gine-Bisau da H. 1297 de Portekizlile­rin bir sömürgesi haline geldi. Daha önceleri Portekizliler burada bulunan ve aleyhlerinde faaliyet gösteren müslüman kabilelerin yerine geçmek için putperest ve hıristiyan kabileleri bu bölgeye yerleştirmeye çalışıyorlardı. Ayrıca İngilizler H. 1206 yılında Siral-yun'da bir sömürge kurdular.

H. 1222 yılında burası Büyük Britanya İmparatorluğuna bağ­landı, ingilizler, satılmak için sevkedilen zencileri buraya nakledip kampa alıyorlardı. Nihayet H. 1290 yılında İngilizler de doğuya doğru açılmaya başlayarak, egemenlik alanlarına yeni topraklar eklediler. -Ancak bir sömürgenin alanı henüz 664 kilometrekareyi geçmiyordu. Geriye kalan ve toplam alanı yetmişikibin kilometre­kare olan topraklar himayeli bölgeler sayılıyordu. Fransız ve İngi­liz sömürgeleri arasındaki sınırlar H. 1313 yılında belirlendi.

ingilizler altın sahilinden iç kesimlere doğru ilerlemeye başla­dılar. Bu suretle de sahilde Sahil Sömürgesi adı altında bir bölge, Orta bölgede de bir himayeli alan oluştu.

Bunlar, Gana Devletinin bel kemiğiydi. İngilizler aynı zaman­da köle sahilinin de her yanma yayıldılar ve 1280 yılında Lagos'u da sömürgelerine eklediler. İngiliz ticareti, artık iç kesimlere doğ­ru yayılmaya başladı. Sonra bugünkü Nijerya'da bulunan ve Yoru-ba topraklarını da içine alan bir "himayeli alan" kurdular.

İngilizler kuzeyde bulunan Foloni liderlerini Fransızlara karşı İngiltere'nin korumasını kabul etmek için teşvikte bulundular. Bu­nu kabul ederlerse onları mevkilerinde bırakacaklarına, ve İslam Dini ile kuzeyde geçerli olan geleneklere karşı saygılı davranacak­larına dair söz verdiler. Bunun üzerine liderlerden bazıları İngiliz korumasını kabul etmeye razı oldular.

Bu suretle H. 1318'de İngiltere, Nijerya'nın kuzeyinde, "Kuzey himayeli bölge"yi kurdu ve İngiliz korumasını reddedebilecek li­derleri dize getirmek amacıyla bu bölgeyi mahalli askerlerden so-yutladı. H. 1321'de Kano'yu, H. 1324'de de Sokotu'yu işgal etti. "Kuzey Hamiyeli Bölie"nin yönetimi ise Folani liderlerinin elinde devam etmeye başladı. Ancak yönetimde İngiliz subaylar, onlara yardımcı oluyorlardı. Daha sonra Lagos sömürgesiyle "Güney Hi­maye bölgesi" birleştirilerek buraya "Güney Nijerya Sömürgesi ve Himayeli Bölgesi" adı verildi.

H. 1333 yılında İngilizler kuzey ve güney himaye bölgelerini birleştirerek bunu da Nijerya sömürgesi haline getirdiler. Birinci Dünya Savaşı ve 1335 yılında İngiltere, Almanya'nın kontrolü al­tında bulunan Kameruna bir kuvvet göndererek buranın batı ke­simlerini işgal etti ve Akvam Cemiyeti adına burayı yönetmeye başladı. Ardından, Kuzey ve Güney eyaleti olmak üzere iki parça­ya böldükten sonra Burayı Nijerya'ya bağladı. İşte İngilizlerin kontrol altında Nijerya Devleti bu şekilde peydahlanmiştır. [30]

 

Orta Afrika

 

Orta Afrika bölgesi, bugünkü Çad, Nijer, Kuzey Nijerya, Kuzey

Kamerun topraklarıyla Orta Afrika Cumhuriyetim kapsamaktadır. İslam dini bu bölgede tedrici bir şekilde yayıldı. Bazı ülkeler bura­daki küçük beylikler üzerinde egemenlik kurdular. Bu cümleden olarak Songay ülkesi doğuya doğru genişliyordu ve buralardaki li­derlere otoritesini kabul ettiriyor, ya da topraklarına tamamen el koyuyordu. Bu devletlerin en önemlileri şunlardır. [31]

 

Kanem Krallığı

 

Bu devlet Çad'ın kuzeydoğusunda varlık gösterdi. Bunu h. 183 yılında Kuzeyden bölgeye hicret edip yerleşen Seyf ailesi kurmuş­tur. Bu ülkenin hükümdarları H. 480 yılında müslüman oldular. Ülke bir zaman o kadar genişledi ki, bugünkü Çad topraklarının tamamını kapsadı. Tunus'taki Hıfsi Devletinin hükümdarları da Kanem Krallığına yardım ediyordu.

H. 789 yılında "Balala" adını taşıyan bir kavim buraya saldırdı. İki taraf arasındaki savaşlar yirmi yıl kadar sürdü ve bu savaşlar sı­rasında Kanem'den dört kral öldürüldü. Nihayet Kanem ülkesinin liderleri Çad gölünün diğer kıyısına, yani bugünkü Nijeryanm ku­zeydoğusuna kaçmak zorunda kaldılar. Burada oturmakta olan Sao topluluğundan yönetimi kaparak yeni bir devlet kurdular. Sonra Borno Kralı, (yani H. 877-910 yıllan arasında Borno'yu yö­neten) Ali Donama, Balala kavmine saldırarak onlara karşı üstünlük elde etmeyi ve yeniden Kanem'e dönmeyi başardı. Bu suretle Kanem ile Borno bölgeleri bir tek ülke haline geldi. Seyf Haneda­nı, bu ülkeyi yönetmeye başladı. Bu ülke, zamanla gelişti ve H. 979-1013 yılları arasında işbaşında bulunan ve îdris Alona olarak bilinen Üçüncü İdris döneminde kalkınmanın en uc noktasına ka­dar ulaştı.İşbu üçüncü İdris, Sadiler Devletinin hükümdarı, yani Mağrip sultam el-Mansur'un çağdaşıdır. îdris ona bey'at etti. Onun döneminde ülkenin sınırlan genişledi. Fakat ondan sonra her tarafı anarşi sardı. Yönetim çöktü. Bu sebeple yönetimi üstlen­mek üzere Şeyh Muhammed El-kanemi adında bir zat davet edil­di. Şeyh Muhammed H. 1225 yılında Seyf hanedanına son verdi.

Fakat Kanem Krallığı Fodi oğlu Osman döneminde Folanilile-rin çıkarı lehinde kaybedilmişti. Kanem'de yönetim, Şeyh Mu­hammed El-Emin'den sonra gerilemeye başladı. Bu fırsattan isti­fade eden Emir Rabih bu krallığı topraklarına kattığı gibi H. 1310 yılında Borno'yu da aldı. Ondan sonra Kongo'dan kuzeye doğru ilerleyerek egemenlik alanlarını genişletmeye çalışan Fransızlarla çatıştı. Emir Rabih, Diko kentini başşehir edinmişti. Burası Borno topraklarına düşmektedir. Yani günümüzde Çad'ın başkenti olan N-Djaminau [32] nın ikiyüz kilometre batısında bulunmaktadır.

Fransızlar bu bölge üzerine general Lami komutasında üç ha­rekat düzenlediler. General Lami daha sonra Emir Rabih'in intikal ettiği Kuseyri kentinin kapılarında öldürüldü. Aynı zamanda Emir' Rabih de bu meydan savaşında yara almıştı. Sonra azan yaraları­nın etkisiyle H. 1318 yılında öldü ve Fransızlar bölgeye girdiler.

Sonra Emir Rabih'in oğlu Fadlullah, cihad faaliyetlerini sür­dürdü ve Fransızlara karşı bazı başarılar da gerçekleştirdi. Ancak sonunda onlara yenik düşerek H. 1327 yılında öldürüldü. Ondan sonra direniş iki yıl kadar daha devam etti. Ancak Çad'ın kuzeyin­de H. 1329 yılında yapılan Ayncala Meydan Savaşı'nda direniş de tamamen bastırıldı. Bu suretle bölgenin tamamı Fransızların kontrolü altına girmiş oldu. [33]

 

Waddai Ülkesi

 

Waddai (vadday) ülkesi Çad'ın doğusuna düşmektedir. Buraya Hicri beşinci yüzyılda Arap asıllı Beni Hil Kabilesi|2)'nin baskısın­dan kaçan Tancur adında Afrika yerlisi olan bir kabile gelip yerleş­ti ve bu bölgeye egemen oldu. H. Onuncu yüzyıla kadar da ege­menliğini sürdürdü. Sonra bu sülalenin egemenlik alanı [34] Vaddai bölgesinin doğusuna doğru genişledi. Bu suretle de işbu Tancur Kabilesi buranın esas yerlisi olan Dacularla karıştılar, onlarla kay­naştılar. Bu iki kabilenin bir potada erimesinden, daha sonra For adım taşıyan yeni bir toplum meydana geldi.Bunlar zamanla güç­lendiler. Bu tarihlere kadar aynı kültürde erimemiş bulunan Tan-curları artık Darfor adını taşımakta olan ülkenin doğu bölgesin­den kovdular. Bunun üzerineTancur grupları batıya doğru göç et­meye başladılar ve Waddai bölgesinde yerleştiler.

Hicri onuncu yüzyılda İslam Dini buralara girdi. Bu bölgenin, İslamı kabul eden krallarının ilki H. 1030 yılında yönetimi üstle­nen Abdülkerim'dir. Ondan sonra yerine oğlu Urwa geçti ve yöne­timinin başkenti olmak üzere yeni bir şehir inşa ederek buna War ra adını verdi. Ancak daha sonra yönetim merkezi Ebişe kentine nakledildi. Burası Darfor yönetiminin egemenliği altına girmiş bu­lunuyordu. Ancak şehir onbirinci yüzyılın sonlarına doğru yeni­den bağımsız oldu. Ne varki çok geçemeden geriledi. Buna rağ­men Kral Sabun başta bulunduğu H. 1220- 1230 yılları arasında ül­kesini eski gücüne yeniden kavuşturdu.

Kral Sabun'dan sonra, önce kardeşi Muhammed Şerif Salih, sonra da oğlu Ali geçtiler. Devlet onların zamanında güçlendi. An­cak daha sonra hanedan üyeleri arasına ayrılık girdi. Fransızlar da bundan yararlanarak ayrılığa düşmüş olan taraflardan birine des­tek vererek işe karıştılar. Ondan sonra da duruma hakim oldular. Fakat Emir Rabih batıya doğru düzenlediği seferi sırasında H. 1299 da bölgeyi topraklarına kattı. Bu nedenle Wadday toprakları artık onun devletinin bir parçası haline geldi. [35]

 

Bagırmî Krallığı

 

Günümüzün Çad Devletinin, güneyinde bulunuyordu. İslam Dini onuncu yüzyılda buraya ulaştı. Bu ülkenin hükümdarları ara­sında İslam dinini ilk kabul eden şahsiyet Brimi (İbrahim) dir. Bu ülke H. 1165 -1200 yılları arasında yönetimin başında bulunan H. Mahmut Emin zamanında güçlendi. Onun döneminde İslam Dini bölgenin her tarafında yayıldı. Sonra H. 1221 yılında Bagirmi Kral­lığı Waddi Devletinin egemenliği altına girdi. Sonra Kanem Kralı Şeyh Muhammed El-Emi El-Kanemi H. 1221 yılında burayı ülke­sine kattı. Ondan sonra tekrar bağımsızlığına kavuştu ve 1265'te güçlendi. Sonra H. 1288'de VVaddai Kralı buraya saldırdı. 1310'da ise EmirRabih burayı aldı. H. 1318 yılında Fransızlar buraya girin­ceye kadar da bu topraklar Emir Rabih'in yönetimi altında kaldı.

Kuzeye doğru yönümüzü çevirdikçe Afrika'daki bu devletlerin küçüldüğünü görüyoruz.Orneğin bunların en ünlülerinden biri de Çad gölünün kuzeyine düşen Manga Krallığı idi. Aslında araziye çöl hakim oldukça ülkelerin daha küçüldüğünü görüyoruz. Zira vahaların arasına çok büyük alanlar giriyordu.O bakımdan, fayda­sızdır diye devletler bu araziler üzerinde nüfuzlarını yaymak için heveslenmezlerdi. Dolayısıyla bölgeye daha çok, küçük beylikler hakim bulunuyordu.

Sonraları Osmanlılar Çad'ın kuzey kesimlerine ulaştılar ve be­devi baskınlarına karşı bölgeyi korumak için buralarda kaleler in­şa ettiler. Bunlardan biri de Faya kalesidir. Daha başka kaleler de

vardır.

Emir Rabih'in öldürülmesinden ve bugünkü Çad arazisinin çoğunun Fransızlar tarafından kontrol altına alınmasından sonra müslüman yerli halkın işgalcilere karşı direniş hareketleri başladı. Fransızlar müslümanlara gözdağı vermek ve onları terörle sustur­mak için, ülkenin birçok yerlerinden dörtyüz kadar alim şahsiyet­leri toplayarak onları "VVaddai ülkesinin başkentine şevkettiler ve H. 1336 yılında bu değerli ilim adamları satırlarla feci şekilde par­çalanarak şehid edildiler. Fransızların bu vahşeti Kabkab Katliamı olarak tarihe geçmiştir. (Estirilen bu terör fırtınasına rağmen) Fransızlar H. 1348 yılma kadar ülkenin kuzey kesimleri üzerinde bir türlü kontrollerini koruyamadılar. Çünkü Sunisiler Fransız iş­galine karşı kahramanca direniyorlardı. Bugünkü Çad'ın kuzeyin­de Sünusilere ait bölgeye serpilmiş yüzden fazla Ribatt [36] vardı.

Orta Afrika'da ise H. Onuncu yüzyılda İslam Dini buralarda ya­yılmaya başladı." İslam davetçileri olarak Sunusiler ve Sudan'da Mehdi'nin temsilcileri buraya ulaştılar. Orta Afrika'nın kuzey ke­simleri Çad topraklarında varlık gösteren devletlere bağlıydı, H. 1307 yılında Fransızlar bölgeye girdiler. O zaman burası Obangi-Şa-ri adıyla biliniyordu. Yani bu alanı sulayan iki nehrin adını almıştı.

Burası 1324 yılında Çad topraklarına katıldı. Sonra H. 1328 yı­lında Orta Afrika dört bölgeyi de içine alan Fransız Ekvator Afri-kası'mn bir parçası oldu. Bu dört bölge ise, Çad, Obangi-Şari, Kongo ve Gabon'dur. Bu statü ikinci dünya savaşının sonuna ka­dar da böyle devam etti. Nijer'e gelince burada da birçok mahalli beylikler kuruldu. Çok kere Kuzey Nijer Tuareglerin, Güney Nijer ise Hausa Beyliklerinin egemenliği altına giriyordu. H. 921 yılında bütün bu alanlardaki beylikler Songay Krallığına bağlandı fakat Songay zamanla geriledikçe bu beylikler de bağımsızlıklarına ka­vuştular. H. 990 yılında Nijer'in kuzeyi Mağrıptaki Sadiler Devleti­ne bağlanmıştı. Ancak birbirlerine zıt olan bu Emirlikler, daha sonra ilk başlardaki durumlarına döndüler.

Folani kabileleri bu bölgeye akın etmeye başlayıp buradaki beylikleri özellikle Osman Dan Fodi zamanında egemenlikleri al­tına alınca bu sırada Garma Kabilesi de Nijer'in kuzey kesimlerine girdi ve Folanilerin karşısında direnmek için diğer bedevi kabile­lerle ve Tuaregleıie anlaştılar. Tuareglerin öncülüğü sayesinde de Folanilerin kuzey yönünde daha fazla ilerlemelerine engel olmayı başardılar. H. 1300 yılında ise Danhem adında bir İngiliz yarbayı ile Claberton adında bir İngiliz teğmeni güya Nijer Nehrinin yata­ğı hakkında bilimsel araştırma yapmak amacıyla Britanya hükü­meti tarafından bölgeye görevli olarak gönderilmişlerdi. Sürdürü­len bu keşif ve casusluk faaliyetlerinin yanısıra İngiltere H. 1308 yı­lında bölgeyi siyasi etkinlik alanı olarak Fransa ile bölüşmek üzere aralarında anlaştılar. Bunun sonucu olarak Nijer, Fransa'nın payı­na düştü. Fransa Nijer'in güney kesimleri üzerinde otoritesini kur­du. Bölgenin kuzey kesimlerine gelince burada Tuareg kabileleri işgalcilere karşı direndiler. Fakat her iki emperyalist ülke arasında­ki dayanışma sonucu direniş bastırıldı. Bu sayede de H. 1341 yılın­da Fransa, Nijer Bölgesi üzerinde tamamen otorite kurdu.

Nijerya'nın kuzeyine gelince bu bölgede birtakım Hausa bey­likleri yayılmıştı. Bunlar küçücük site devletleri gibi idiler. H. Ye­dinci yüzyıldan itibaren varlık göstermeye başladılar ve işte tam bu sıralarda da bu beyliklerin vatandaşları arasında İslam dini ya­yılmaya başladı. Bu yayılma bir beylikten ötekine değişik seyredi­yordu. Dolayısıyla bu devletlerden bazısına gecikmeli girerken ba­zısının halkı arasında ise tamamen yayılmış bulunuyordu. Aynı zamanda Folani Devleti kuruluncaya kadar Putperestlik de bu ül­kelerde yayılmasını halk arasında sürdürüyordu. Aynı şekilde ye­dinci yüzyılda Folani kabileleri doğu yönünde ilerleyerek bu böl­gede Hausa kabileleri arasına girerek yayıldılar. Dolayısıyla Hausa-lıların bu bölgeye sonraları yerleşen Hamilerden, Araplardan ve Zencilerden karışık bir toplum oldukları anlaşılmaktadır. Sonuç olarak bu değişik unsurların asırlar boyu süren ortak yaşamıyla iş­te bu hausa topluluğu ortaya çıkmıştır.

Hausa Beylikleri başlıca yedi emirlikten oluşuyordu. Bunlar, Hausa kabilelerini kapsıyordu. Bu emirliklerin her biri,devleti ku­ran hükümdarın oğullarından birinin adını taşıyordu. Bütün bu Hausa Beylikleri, güneye doğru uzayan Zariya hariç, günümüzün Nijerya ve Nijer Devletleri'nin, smırlarmakadar yayılmış bulunu­yorlardı. Bu emirlikler, şunlardı: [37]

 

1-Gobır Emirliği

 

Hausa Beylikleri arasında sahraya en yakın -ya da başka bir ifa­de ile- kuzeye doğru iç kesimlerden en uzak emirlik buydu. Bu emirlik Nijer'in güney kesimlerinden bir kısmını içine alıyordu. Bu bölgenin toprakları Afrika'nın diğer yerlerine nazaran daha verim­siz olduğu için halkı da diğer bölgelerdeki insanlara göre daha sert ve hırçın idiler. -Fakat siyasi düzen bakımından- diğer Afrika devlet­lerinden daha güçlü idiler. Bu nedenle komşu beyliklerin üzerinde otorite kurmuş bulunuyorlardı. Ancak bu beylik, zaman zaman do­ğuda Borno, batıda ise Mali ve Songay ülkelerinin egemenliği altı­na girdi. Müslümanlar batıdan kuzeyden ve doğudan onu kuşatmış durumda idiler. Bu nedenle gerek Mali krallığı yönünden, gerek ba­tıda Songay ülkesi yoluyla gerek kuzeyde bulunan göçebe ve Tuareg kabileleri aracılığıyla, gerekse doğu Borno tarafından İslam dini bu alanlarda yayıldı. Buna rağmen Folani Devleti kurulup İslam Dini burada her tarafa yayılmcaya bu ülkenin az sayılmayacak kadar halkı henüz putperest dinleri üzerinde kalmış bulunuyorlardı.

H. 1176-1187 yıllan arasında ülkeyi idare eden Kral Babari, Kab ülkesine bağlı bulunan beylikleri topraklarına kattı. Aynı za­manda Zamfara ülkesini de ele geçirdi ve yeni bir başkent kurarak buraya Kadava adını verdi. Kral Babari'den kısa bir süre sonra Go-bir Krallığ Hausa beyliklerinin en güçlü devleti haline geldi. Son­ra Kral Bao zamanında ve onun halefi olan Yenif döneminde Go-bir ülkesi, Folani Devletiyle savaştı ve nihayet Fodi oğlu Osman zamanında bu ülkenin içinde eridi. [38]

 

2- Dora Beyliği

 

Dora, Katsina ile Kano arasına düşmekte idi. Bu beylik Hausa Emirliklerinin tarihinde önemli bir rol oynamamıştı. [39]

 

3- Rano Beyliği

 

Bu da ikinci derecedeki beyliklerden biri idi.Her ne kadar de­mir üretiminde ün kazanmış idiyse de pek önemli bir beylik değil­di. Nihayet Kana Devleti'nin sınırları içine girdi. Ülkenin başına birbirlerinin peşisıra geçen kralların sayı bakımından çokluğuna rağmen bu devlet hiç de güçlenemedi. [40]

 

4-Zarya Beyliği

 

Hausa Beylikleri arasında güneye doğru merkezden en uzak ülkeydi. Diğerlerine nazaran çok daha geniş alanları kapsıyordu. Aynı zamanda Zegzeg ülkesi olarak da biliniyordu. Atlas Okyanu­su sahillerine kadar uzanan bölgeleri içine alıyordu. Folani Devle­ti kuruluncaya kadar İslam dini burada yayılamadı. Songay Sulta­nı Eşkiya Muhammed H. 921 yılında burayı egemenliği altına al­dı. Songay Devleti H. XI, yüzyılda ortadan kalkınca köle ticareti bu ülkede (yabancılar tarafından organize edilen) en önemli bir sek­tör haline geldi. Köleler buradan Atlas Okyanusu sahillerine sevk edilirlerdi. Burası H. Onüçüncü yüzyılın başlarında Folani Devle­tinin egemenliği altına girdi. Ondan sonra da İslam Dini bu ülke­nin her tarafına yayıldı. [41]

 

5- Katısına

 

Bu ismin, kentin kurucusu olan Canzama'nm karısının adı ol­duğu sanılmaktadır. Katisina halkı Sudanlılardan, Folanilerden, Tuareglerden ve Mandignîerden oluşuyordu. Bütün bu topluluklar sonraları artık yalnızca Hausa diliyle konuşuyorlardı. Katisina H. 921 yılında Songay krallığının egemenliği altına girdi. Sonra burada ticaret gelişti. Ardından Gobir'in egemenliği altına girdi. İslam Dini, buralara erken girmiştir. Islamın buraya girişi, hicretin seki­zinci yüzyılına rastlar. Katisina Kralı Sarken Muhammed Kora, Malili İslam alimlerinin davet ve irşadı sayesinde İslamı kabul et­ti. Ondan sonra da Katisina bir ilim merkezi haline geldi. [42]

 

6- Kano Emirliği

 

Burayı H. IX. yüzyılda Ranfa Hanedanı yönetiyordu. Muham­med Ranfa, bu sülalenin ilk kralı ve en ünlülerinden sayılır. Bu zat, saraylar,kaleler ve mescitler inşa etti. Ondan sonra yerine Mu­hammed Kuzuli geçti. Bu beylik Muhammed Kuzuli zamanında Songay krallığının egemenliği altına girdi ve bu dönemde ilim ve ticaretle ünlendi. H. XIII. yüzyılda ise Borno'nun egemenliği altı­na girdi. Ondan sonra da Folani Krallığına bağlandı. Kano ülkesi ilim alanında Katisina ile yarışıyordu. İslam Dini Kano'ya daha Önce girmişti. Buraya Mali'den gelen alimler vasıtasıyla İslam Dini daha sekizinci yüzyıldan beri yayılmıştı.

Vaktiyle Guda Hanedanı Kanoyu yönetiyordu. İslam Dini işte bunların zamanında ülkede yayıldı, bu hanedanın XI. hükümdarı­nın İslamı kabul ettiği söylenmektedir. Bu zat Osman zaman kavi­dir. Bu sıralarda müslümanlar, putperestlere karşı verdikleri müca­delelerde üstünlük kazandılar.Hükümdar Ömer zamanında Guda Hanedanı son buldu. Onların yerine, daha önce de anlattığımız gi­bi, ilkleri Muhammed Ranfa olan Ranfa Hanedanı işbaşına geldi. [43]

 

7-Bayram Beyliği

 

Bu da Hausa Emirlikleri arasında pek önemi olmayan ikinci sı­nıf bir emirlikti. Şimdilerde de Carancabas olarak bilinen isimle tanınıyordu.

Bu yedi beyliğin yanısıra Hausa Beylikleri kapsamına girme­yen yönetimler daha vardı. Bunlar, aralarında hiç bir bağ bulun­mayan çeşitli etnik topluluklardan oluşuyorlardı.Bunların da sayı­sı aynı şekilde yedidir. Birincisinden itibaren güneye ve batıya dü­şerler. Bunlar Nijer Nehrine daha yakındırlar.

Bugünkü Sınırlar Hausa Beyliklerine ait SınırlarBunların da sırayla adları şöyledir: [44]

 

1- Kab Beyliği

 

Bunlar Hausa ülkeleriyle Songay arasına düşmekte, Nijer­ya'dan Nijer'den, Benin'in kuzeyinden ve bugünkü Volta toprakla­rından bir kısmını kapsıyordu. Hausa emirlikleri, Songay krallığının egemenliği altına girdiği sırada Kab Beyliği bağımsızdı. Keza Mağ-rıptaki Sadiler Devleti Songay Krallığını ortadan kaldırdıktan sonra buraya giremediler. Bu nedenle Kab Beyliği Sadilerin diğer Hausa emirliklerinin topraklarına girmelerine de engel oldu. Kab Beyliği­nin bütün Hausa beylikleriyle arası bozuktu. Aynı zamanda Borno ile de ilişkileri iyi değildi. İslam Dini buraya Songaydan girdi. [45]

 

2-Yorib Beyliği

 

Bu beylik, Aşağı Nijer Nehrinin batısına düşmekte ve atlas Ok­yanusu sahillerine kadar topraklan yayılmaktadır. Yorublularm hiç bir denizcilik faaliyetleri olmadı. Onun için haçlı sömürgeciler H. IX. yüzyılın sonlarından itibaren gelip bu sahillere hakim oldu­lar. Yorublular iç kesimlerde şehirler kurmuşlardı. Bunların en ün­lüsü kuzeydeki İbadan ve güneydeki îbodan kentleridir. Ülkenin eski başkenti, Oyali idi. [46]

 

3- Nubi Emirliği

 

Nubi yine Aşağı Nijer Nehrinin Binevi Nehri ile kesiştiği yerde ve bu nehrin doğusuna düşen bir mevkide idi. Aynı zamanda Ni­jer Nehrinin güneyindeki toprakların bir kısmını da kapsıyordu. Halkı çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu. Bunlar Hausa dilini ko­nuşmuyorlardı. Ülkenin Cibril adında bir hükümdarı müslüman oldu. Bunun üzerine halk tepki göstererek onu devirdiler. Dolayı­sıyla XIII. yüzyılın başlarında bu ülke Folani Devletinin toprakları­na katılıncaya kadar burada putperestlik daha yaygındı. [47]

 

4- Zamfara Beyliği

 

Ülkenin batısına düşen Kab Beyliği gerileyince bu emirlik ku­rulmaya başladı. Fakat çok geçmeden bu da çöktü ve Gobir Beyli­ği burayı topraklarına kattı.

İslam Dini ise (buralar Songay krallığının egemenliği altına girdiği dönemde) yayıldı. Nihayet Zamfara Beyliği Folanilerin egemenliği altına girdi ve bu ülkenin, Sokoto Eyaletine dahil oldu. [48]

 

5- Yavri Beyliği

 

Bu beylik Nijer Nehrinin kıyısında bulunuyordu. Hausa Bey­liklerinden daha yeni bir oluşumdu. Halkının gelenekleri ve dili bakımından Hausa emirliklerinden ayrılıyordu. Burası Songay'm egemenliği altına girmedi ve H. 986'ya kadar da putperest olarak kaldı.

Ondan sonra kralı müslüman oldu ve îslamın yayılması için çalıştı. Daha sonraları sultan Sut işbaşına gelerek putperestliğe karşı savaş açtı ve îslamın yayılması için gayretler sarfetti. [49]

 

6- Barg Beyliği

 

Burası da Nijer'in batı kesimlerine düşüyor, Nijerya ve bugün­kü Benin topraklarının bir kısmını kapsıyordu. Halkı putperestti. Si­hirle çok uğraşırlardı. Folani Devleti kuruluncaya kadarda böyle de­vam ettiler. Bunlar vaktiyle Songay krallığının egemenliği altına gir­mişlerdi. Fakat hükümdar Muhammed Eskiya bunlara Islamı kabul ettirmek için başvurduğu yolların hiçbirinde başarılı olamadı. [50]

 

7- Garım Beyliği

 

Halkın toplumsal yapısı ve inançları bakımından Barglılara benziyorlardı. Folani yönetimi kuruluncaya kadar onlar da Barg halkı gibi putperest olarak kaldılar. [51]

 

Folanl Devleti

 

Bu devletin varlığı, kurucusu Fodi oğlu Osman'a dayanmakta­dır. Fodi sözcüsü ile Fakih (yani fıkıh bilgini, İslam hukukçusu) de­mektir. Esas adı Muhammed idi. Ayrıca taşıdığı Osman Dan adı içinde "Dan" kelimesi oğul demektir. Bu nedenle ona Osman Dan Fodi denilmekte idi ki bu, Fodi oğlu Osman demektir. Osman H. 1168 yılında Gobir Beyliğinin, kenar şehirlerinden olan Tıfıl Bel­desinde, dünyaya geldi. Arapça ve dini ilimlerde öğrenim gördü "cemaat" adında siyasi bir örgüt kurdu. Gobir, Kano, Zamfara, Kab ve Katisina gibi beyliklerin halklarından Hausa, Folani, Tu-areg ve Zenci kökenli birçok unsurları örgütüne aldı.

Bunlardan bazıları atalardan beri müslüman idiler. Bir kısmı ise daha yeni müslüman olmuşlardı. Osman, yirminci yaşma gir­diği H. 1188 yılında insanları İslama davet etmeye başladı. Halkı bu yüzden kendisine cephe alınca H. 1218 yılında, Gobir ülkesinin kenar bölgelerinden olan Kad diye bir yere göç etti. Arkadaşları da ona eşlik ettiler. Hausa hükümdarları, "cemaat" adlı bu örgüte karşı savaşmak üzere işbirliği ettiler. Gabir hükümdarı örgütü teh­dit etti ve onlara karşı harekat düzenledi. Tabiatıyla örgütün de bu durumda savunmaya geçmesi gerekiyordu.

Bunun üzerine "cemaat" örgütünün üyeleri kederde ve kı­vançta Osmanla beraber olacaklarına, onun emirlerine kayıtsız ve şartsız uyacaklarına dair söz verdiler ve ona biatta bulundular. Dolayısıyla Osman Dan Fadi kendisine bey'at edildiği H. 1219 yı­lından itibaren "Emirül müminin" unvanını aldı. Sonra Ahir Bey­liğinin hükümdarı, Osmanın hicret yurduna gelerek otoritesini ta­nıdı. Bu yüzden de beyliği ayakta kaldı. Buna karşı diğer beylikler ortadan kaldırıldılar. Osmanın en büyük destekçisi, kardeşi Ab­dullah'tı. Abdullah onun halifesi ve onun naibi idi. Osmanın diğer yardımcıları ise Abdullah'ın oğlu Muhammed ve arkadaşı Ömer Komovi idi.

H. 1219 yılında Şeyh Osman'a bey'at edildikten sonra çağrı ce­maatinin cihad faaliyetleri de başladı. Çağrı örgütünün üyeleri H. 1224 yılında Gobir'in başkenti Kadava'ya girdiler. Bunu ancak bizzat Gobir kralı Yenif'in komuta ettiği H. 1219 yılındaki ünlü Mey­dan savaşından sonra başarabildiler. Bu sırada bütün Hausa hü­kümdarları da Gobir Kralına destek olmuş ve kendi ülkelerinde bulunan bu örgütün üyelerine karşı savaş açmışlardı.

Bu savaş Keno Meydan Savaşı adıyla bilinmektedir. Çağrı ce­maatine gelince onların başına Şeyh Osman'ın kardeşi Fodi oğlu Abdullah geçti. Sonra bütün Hausa beylikleri fethedildi. Aynı za­manda Borno ve Adamava da fethedildi. Şeyh Osman H. 1230 yı­lında Sokuta şehrini başkent edindi ve H. 1232 yılında da öldü. Sonra yerine -aynı zamanda bir alim ve yazar olan oğlu Muham­med Bello geçti.

Muhammed Bello'nun hilafeti H. 1253 yılına kadar sürdü. İn­giliz gezgin Claberton onun döneminde bölgeyi dolaşmış, kendi­siyle bir araya gelmiştir. Claberton ülkede hakim olan güvenlik­ten, güvenli ortamdan ve Sultanın adaletinden söz etmektedir.

Muhammed Bello'dan sonra devlet geriledi. Emirülmüminin, Sokuto kentinde oturur, diğer bölgelerde ise Folanilerden yöneti­ciler bulunurdu, ingilizler, bu Folani kökenli yöneticilerle temas kurarak ülkenin İngiliz koruması altına girmesi konusunda onları ikna etmeye çalıştılar. Onların bir kısmı teklifi kabul edince bu adamları yanlarına alarak diğerlerine karşı savaştılar ve H. 1318 yı­lında da üstünlük elde ettiler. Bu sayede İngiltere "kuzey himaye­li Bölge" statüsü altında burada bir yönetim kurdu ve İngilizler H. 1321 yılında Kano ve Skoto'ya girdiler. H. 1324 'te de Borno'yu iş­gal ettiler. İngilizlerin kurduğu "Kuzey Koruma BÖlgesi"nin yöne­timi, Folani beylerinin elinde devam etti. Bu yönetimde beylere İngiliz subaylar yardım ediyorlardı. [52]

 

Doğu Afrika

 

Afrika'nın bu bölgesi Eritre'nin kuzeyinden Tanzanya'nın gü­neyine kadar uzanır. İslam Dini bu bölgeye çeşitli dönemlerde ya­yılmıştır. Daha çok sahillerde ve adalarda tutunmuş, vaktiyle So­mali'de az bir miktar hariç iç kesimlerde fazla yayılmamıştır. Bu sonuç, güney kesimlerde yerli halkın sayı bakımından az oluşu, ik­limin elverişsizliği, kesif ormanlarla bölgenin kaplı oluşu ve vahşi hayvanların yaygınlığı gibi sebeplerden kaynaklanmıştır.

Afrika'nın kuzey kısımları ile İslam Devleti arasında tarih bo­yunca sürekli ilişkiler bulunduğu için buraların İslam Devletiyle irtibatı vardı. Somali'nin güneyine düşen Afrika'nın güney kesim­lerine ise İslam Dini çağrı yoluyla yayılmıştır. Bu kesimlerin İslam Devletiyle irtibatı yoktu.Bu nedenledir ki bölgede adaların ya da sahillerin coğrafi durumlarına göre buralarda bir takım bağımsız beylikler kurulmuştu. Bunların kimileri o kadar küçüktü ki bir şeh­rin bazı kesimlerini ancak kapsıyorlardı. Çünkü yukarıda da anlat­tığımız gibi içerilere doğru genişleyerek durumda değillerdi. Bun­ların çoğu ticarete dayanıyorlardı. Ya da başkentleri önemli birer ticaret merkeziydi. İşte Doğu Afrika'daki devletçiklerin en ünlüle­rinden biri de Zengibar'dı. Bir tanesi de zenciler ülkesiydi. Burası H. IV yüzyılda kurulmuştu. Başkenti ise bugünkü Tanzanyanm güneyine düşen Kaloh şehriydi. Bura halkı, Mozambik, Malavi, Zambiya, Zimbabvı ve Kamer adalarında kurulan beyliklerde İsla-mm yayılması için çalışmışlardır.

Aynı zamanda diyebiliriz ki sahilde kurulmuş olan her büyük şehir, aslında ayrı birer emirliğin merkezi idiler. Ne yazık ki bu emir­likler kendi aralarında birleşmiş değillerdi. Bu da onların güçsüz kalmalarına ve bu taraflara akın eden (ilk haçlı emperyalistler ola­rak) Portekizliler karşısında fazla dayanmamalarına sebep oldu.

Portekizliler, müslümanların Endülüsten kovulmalarından sonra H. Onuncu yüzyılın başlarında bu beyliklerin aniden karşı­sına çıktılar ve H. 909'da Zengibar'ı 911'de de Kalvayı ele geçirdi­ler. Bu haçlılar kinlerinikusarak halkı öldürdüler, şehirleri yıktılar ve kaçırabilecekleri ne varsa alıp yağmaladılar. Bu topraklan yıl­larca sömürdükten sonra Osmanlılar, Omanlı Yarubiler gelip onla­rın karşısında direndiler. İngiltere de Portekizlilere karşı savaşı destekliyordu. Sebebine gelince Endülüs'te müslümanlara karşı İspanyolları ve Portekizlileri vaktiyle desteklemesine rağmen şim­dilerde Portekiz, tek başına İslam toprakları üzerinde sömürgeci­lik faaliyetlerine girişmekle güya diğer Avrupalı hıristiyan devletle­rin hakkını inkar etmiş oluyordu. Aynı zamanda İranlılar da Porte­kizlilere karşı yapılan savaşta rol aldılar. Ancak İran'la îngilterenin girişimleri körfez bölgesiyle sınırlıydı. Ama Osmanlılar Eritre ve Somali gibi Afrika'nın kuzeydoğu kesimlerine girmeyi başardılar.

Aynı zamanda Omanlı Yarubiler de Portekizlileri toprakların­dan kovmayı başardılar. Bu cümleden olarak H. 1050-1090 yıllan arasında yönetimin başında bulunan Yarub Hanedanından Sultan Bin Seyfe Maskatı Portekizlilerin elinden kurtardı. Aynı zamanda onun oğlu Seyf (1104-1123) de Afrikanın doğusunda bulunan Mambasa'yı Portekizlilerin elindenkurtardı. Ondan sonra Oman-lılann siyasi nüfuzu Afrika'nın doğusunda yayılmaya başladı. Do­layısıyla Afrika'nın doğusunda, Portekizlilerin boşluğunu bu kez Omanlılar doldurdu.

H. 1154 yılında Yarubilerin iktidarı sona erdi..Onların yerine bu kez de El-Busaidiler Hanedanı işbaşına geldi. Ancak yöneti­min bir aileden diğerine geçmesi sırasında meydana gelen boşluk­tan istifade eden Muhammed Bin Osman EI-Muzuği Doğu Afri­ka'da bağımsızlığını ilan etti. Fakat El-Busaidiler Afrika'nın doğu­su üzerinde ikinci kez nüfuzlarını yaymayı başardılar. Bu hadise-

ler sırasında yakalanıp zindana atılmış bulunan El-Muzuği hapis­ten kaçtıktan sonra Mambasa'ya tekrar döndü ve Mambasa Valisi Seyf Bin Halife'yi öldürüp H. 1160 yılında Oman'dan tekrar bağım­sızlığını geri almayı başardı.

H. 1195'te ise El-Busaidiler Hanedanı'nm kurucusu Ahmet Bin Sait öldü. Esasen Ahmed'in oğlu SaitH. 1191 yılından beri za­ten yönetimi kapmış ve başa geçmiş bulunuyordu. Ancak Sait ba­basından bir yıl önce H. 1194 de ölmüş, yerine ise oğlu Ahmet geç­mişti. Bunun üzerine amcaları Ahmet'le taht kavgasına tutuştular. Onlardan biri olan Seyf, Doğu Afrikaya sefer düzenleyerek Mam­basa kentini kuşattı. Buranın hükümdarı ise Ahmetten imdat iste­di Ahmed ona bir kuvvet gönderdi. Bunun üzerine Seyf kuşatma­yı kaldırıp Lamur kentine doğru yönelmek zorunda kaldı. İşte bu surette El-Busaidiler tekrar Doğu Afrikaya döndüler.

Bu durumda Mambsasa Şehri artık Ahmet'e bağlanmış oldu. Kardeşi Hamet de Zengibar'ı yönetmeye başladı. Amcaları Seyfe gelince o da Lamur'u kontrolü altına aldı ve burayı oğlu Bedr'e bı­raktı. Fakat küçük amcaları olan Sultan da Maskat sultanlığım eli­ne geçirmeyi başardı. Halbuki Ahmed Bin Said'in otorite alanı böylece Nezva kentiyle sınırlı kalmış oldu. Doğu Afrika ise Sulta­nın elinde kaldı. Sultan da H. 1259 yılında ölünce yerine oğlu Said geçti. Ondan sonra Omanda bir takım siyasi olaylar cereyan etti ki konumuzun bununla pek ilişkisi yoktur. Şu kadarını söylemek du­rumundayız: Said H. 1273'te öldü. Doğu Afrika ona bağlı idi. Arka­sında bir grup çocuğu kaldı. Bunlar babalarının tahtı üzerinde ih­tilafa düştüler. Bu sırada İngiltere kralının Hindistan Naibi Lord Kanang, bu kardeşler arasında arabuluculuk yapmaya çalıştı. Devleti parçalayarak Oman'ı Suveyni'ye verdi. Macit'te Doğu Afri-kayı aldı. Çocukların büyükleri bunlardı. Diğer kardeşlerse henüz küçük yaşta idiler.

H. 1275 yılında Suveyni, kardeşi Macit'in Doğu Afrika'daki topraklarını almak ve ikinci defa ülkenin birliğini sağlamak için buraya bir deniz filosu gönderdi. Fakat Bombay hükümdarı bu sı­rada bir gemi göndererek Suveyni'nin seferine engel oldu ve Filo­sunu Rasulhad açıklarında durdurdu. Çünkü İngilizler müslümanlarm girişebilecekleri herhangi bir birliği sağlama atılımlarına asla taraftar değillerdi. Çünkü parçaların birleşmesiyle kuvvet do­ğar ve ağırlığından heybet kapılır. Zengibar bu sırada yardım ol­mak üzere Oman'a her yıl bir para ödüyordu.

JVIacid Bin Said Afrika'nın içlerine doğru yayılmak niyetiyle devletinin merkezini Zengibar'dan sahil üzerindeki Darüsselam'a nakletti. Çünkü müslümanlarm Portekizlilere karşı koyamadıkla­rını görüyordu ve çünkü topraklan sadece sahil şeridi üzerinde bulunuyor, birbirlerinden kopuk, küçük beylikler ve emirlikler olarak dağınık duruyorlardı. Portekizliler müslümanlarm içine düştükleri hatalardan yararlanamadılar. Onlar kendi planlarına göre hareket ettiler, Zira Afrikamn iç kesimlerine dalmadılar. Nite­kim bizzat bu sebepten dolayıdır ki düşmanları olan, Omanlıların Osmanlıların ve İngilizlerin karşısında güç yetiremediler.Bunun üzerine müslümanlar, Afrikamn içlerine doğru ilerlemeye başladı­lar ve Tanganika gölünün kıyılarına kadar ulaştılar. Oradan da Za-ir topraklarına girerek burada yayıldılar.. Kurdukları merkezler, Kongo Nehri boyunca birbirini izledi. Müslümanların, o taraflarda bir valisi de vardı. Bu vali, kuzey Afrika kıyıları üzerinde bulunan Darusselam sultanının emirlerini burada uyguluyordu.

Macid Bin Said H. 1287'de öldü. Yerine ise kardeşi Bargaş geç­ti. O da kuzey Afrika ile Oman arasında yeniden birlik sağlamak is­tiyordu. Nitekim bu uğurda çabada sarfetti. Fakat başarıya ulaşa­madı ve otoritesi zayıfladı. Bu sıralarda Haçlıların etkinliği artmış, emperyalist Avrupalılar bölgenin topraklarını aralarında bölüş­meye koyulmuşlardı. Almanya, bir Portekiz sömürgesi olan -ya da başka bir isimle- Tanganika olarak bilinen Mozambike kadar Gü­ney kesimleri işgal etmişti. İngiltere, Kuzey sahillerini yada Kenya sahilleri olarak bilinen topraklarla Zengibar Adasını almıştı. Bu iki kıyı, İngiliz himaye alanı sayılıyordu.

Her ne kadar bu topraklar, bölgenin, sadece isimden ibaret olan sembolik hükümdarı Sultan Ragaş'ın sözde yönetim altında bulunuyor idiyse de -ki bargaş Zengibar sultanıydı- İngilizler kontrolü ellerinde tutuyorlardı.

Bargaş, H. 1306 yılında öldü. Yerine ise diğer kardeşi Seyit Ab­dullah Halife Bin Sait geçti. Devlet otoritesi onun döneminde da­ha da zayıfladı.Bunun üzerine devletler onun sultanlığını resmen bölüştüler. Almanya H. 1336 yılında ikinci dünya savaşı sırasında yenilgiye uğrayınca sömürgelerini Akvam Cemiyetinin denetimi altına koydu. Bunlardan biri de Tanganika idi. Sonra savaştan ga­lip çıkan müttefikler, bu sömürgeleri kendi aralarında paylaştılar. Bu cümleden olarak Tanganika İngiltere'nin payına düştü. Bu su­retle de sultanın buradaki şekilden ibaret olan halefi Abdullah, öl­düğü 1380 yılına kadar sadece sembolik bir hükümdar olarak kal­dı. Ölünce oğlu Celemşit geçti. îşte böylece Doğu Afrika'nın güney kesimi İngiltere'nin kontrolü altına girmiş oldu.

Doğu Afrika'nın kuzey kesimlerine gelince buralar Osmanlı imparatorluğuna bağlıydı. Fakat çok geçmeden Osmanlı Devleti gerilemeye başladı.Bu yüzden artık mahalli liderlerin yönetim dö­nemi başladı.Bu durum ise bölgede siyasi bir boşluğun meydana gelmesine yol açtı. Dolayısıyla güçlenen her emir ya da hükümdar artık gücünün yettiği yere kadar siyasi nüfuzunu yayma imkanına sahip oldu. Öyle ki Asir emirleri bile Dehlek, Zayla ve Barbara Ada­larım, H. 1249-1273 yıllan arasında topraklarına katma imkanını buldular.

Osmanlı Devleti gerilemiş bulunduğunu ve Kızüdeniz Sahille­ri üzerinde artık otoritesini devam ettiremeyeceğini görünce Se-vakin noktasından Babülmendup boğazına kadar olan sahillerden H. 1273 yılında Mısır lehinde vazgeçti. Ondan sonra da Mısır kuv­vetleri Somali kıyıları üzerinde ilerleyerek H. 1283 yılında Garda-foy Burnu'na ulaştılar. Buradan da iç kesimlere dalarak Harara gir­diler. Bunun üzerine Harar Sultanı Muhmamed Ali Bin Amdişse-kur H. 1293 yılında Mısır Hidivi lehinde tahtından vazgeçti. Mısır ordusu ise Somali sahillerinde güneye doğru ilerlemesine devam etti. Ta ki Coba Nehrine varıncaya kadar. Burada Zengibar Sultanı topraklarına girmiş bulundular.

Dolayısıyla Zengibar sultanı, Mısır ordusunun bu tecavüzünü protesto etti. H. 1295- yılında da İngiltere, Süveyten itibaren Ha-fun Burnua kadar tüm Doğu Afrika sahilleri üzerindeki Mısır egemenliğini tanıdı. Buna paralel olarak Mısırlılar aynı zamanda H. 1287 de Ugandaya ulaşıncaya kadar Nil vadisinde de ilerlemeye devam ediyorlardı. Bu sırada Ugandaya Ekvator Organizasyonu adı veriliyordu.

Mısırla Habeşistan arasında savaş patlak verdi.Ancak H. 1296'da girişilen üç savaşta Mısır yenildi ve bazı topraklardan vaz­geçti. Mısırın zayıf düştüğü ortaya çıkınca, büyük devletler bu böl­geyi aralarında bölüşmeye başladılar. Habeşistan, hıristiyan bir ülke olduğu için -tabiatiyle bölüşme sırasında- ona da bir parça verdiler. Bu bölüşmeye göre Fransa H. 1299 yılında kuvvetlerini Cibutiye, İtalya ise kuvvetlerini Asba limanına çıkardı.

Ahmet Arabinin ayaklanma hareketinden sonra ise İngiltere Mısırı işgal etti. Böylece Mısırın nüfuzunun altında bulunan böl­gelerde İngilterenin eline düşmüş oldu. Ayrıca Fransa Tunus'a da girdi. Halbuki İtalya burayı almak istiyordu. Ne varki Fransa elini daha çabuk tutmuştu. Bunun üzerine İtalya'da Doğu Afrika'ya yö­neldi. Tunusu işgal etme fırsatım kaçırmanın zararını bu şekilde kapatmaya bakıyordu. Bu amaçla İtalya Eritre'ye girdi ve Habeşis-tana kadar ilerledi. Fakat yenilgiye uğrayınca Eritre ile yetinmeye baktı. Bu sırada Sudanda Mehdililik hareketi başladı. Bunun üze­rine İngiltere H. 1302 yılında (hazırlanmış olan özel bir işgal planı­na göre) Sudanın boşaltılmasını emretti.

Bu emir üzerine Doğu Afrika sahilleri,buraları savunan bütün güçlerden arıtıldı. Ortalık boş topraklar üzerinde istedikleri gibi artık at oynatmaya başladılar. Aralarında anlaştıkları gibi her dev­let, kendi sine verilen payı aldı. Buna göre İngiltere Hatun Burnu­nun Cibuti sınırlarına kadar uzanan kuzey Somaliyi kaptı. Fransa Cibutiyi aldı. İtalya Eritre ile Hafun Burnundan Cuba Nehrinin de­nize döküldüğü yere kadar olan Güney Somaliyi işgal etti. Harar bölgesiyle Ogadin, Habeşistana verildi. Almanya'ya gelince önün payınada biraz önce bahsettiğimiz (İngiltere ile paylaşmış oldu) yerler düştü.

Bu bölüşmenin, bölgede yaşayan müslümanlar üzerinde çok kötü etkileri oldu. Buna bir tepki olarak molla lakabıyla bilinen Muhammed Bin Abdullah Hasan cihad ilan etti. Haçlı işgalcileri İslam topraklarından kovmak için bu zatın etrafında büyük kala­balıklar toplandı. Muhammed Bin Abdullah Somali Mehdisi oldu­ğunu ilan ettiği gün H. 1317 yılında direniş başladı.

Mehdi, taraftarların "dervişler" adını vermişti. Emperyalistle­re karşı giriştiği mücadele sonunda iç kesimler üzerinde kontrol kurmayı başardı. Ve bu bölge üzerinde H. 1317 yılından 1337 ye kadar yaklaşık yirmi yıl bu bölgeyi yönetti. İngilizleri sahilde dar bir bant içinde sıkıştırdı. Mehdiyi ele geçirmek için işgalciler, dü­zenledikleri dört harekatta da başarı elde edemediler. Fakat İngil­tere ondan sonra kuvvetlerini takviye etti ve iç kesimlere doğru ilerlemeye başladı.

İşte bu sıralardadır ki Muhammed Abdullah Hasan, (yani Mehdi) yenilgiye uğradı. Bu savaşların birinde de yaralandı. Bu yüzden teşkilatını yeni bir düzene sokmak için Ogadin Bölgesine çekildi. Fakat yarasının azması sonucu H. 1338 de öldü. Direniş, ondan sonra bir kaç ay daha sürdü. Fakat sonra İngilizler Somali-de bölüşme gereği olarak kendilerine ayrılan topraklar üzerinde denetimlerini kurdular.

İtalyaya gelince H. 1303 tarihinde Masu' limanını keza Erit-re'de Asab limanını kontrolü altına almıştın Ondan sonra tedrici bir şekilde Somalide denetimini yaymaya çalıştı. Sözde bölgeyi hi­maye edeceğine dair H. 1307 tarihinde Obya ve Micortin sultanıy­la bir antlaşma imzalamıştı. Buna rağmen bir türlü sahil bölgesine girmeyi ve buraları kontrolü altına almayı H. 1345 yılma kadar ba­şaramadı. Ancak bu tarihte çok güçlü bir hamle ile bölgeyi dize ge­tirdi. Aynı zamanda Harar bölgesinin halkı bütün bu aşama bo­yunca Habeşlilere karşı ayaklanmalarını sürdürdüler. [53]



[1] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/7-10.

[2] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/10.

[3] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/11-14.

[4] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/15-17.

[5] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/17-19.

[6] Tarih boyunca islam ümmetinin geneline aykırı düşünce ve İnanç yolla­rına saparak ayrılmış birçok topluluklar vardır ki işte dürzüler de bu kitlelerden biridir. îslam ilim literatüründe bu toplulukların tümü "Batıniler" adı altında toplanmaktadır. Batınîlik gizlicilik demektir. Bu adın onlara yakıştırılması, hem ilk adımlarında gizli birer Örgüt olarak varlık göstermeye başlamalanndandır; hem de Kur'an'm ayrıca birtakım gizli anlamlar taşıdığına inandıkları içindir. Dolayısıyla bu toplulukların meydana gelmesinde daima başlıca iki sebep var­dır. Biri siyasidir, diğeri ise felsefidir. Ancak bu iki sebepten hangisinin diğeri için ana faktör olduğu, bu topluluklardan her birine göre değişir.

Kanaatime göre dürziliğin temel sebebi felsefi olmaktan çok siyasidir. An­cak tasarlanan siyasi oluşumun belli bir felsefe üzerinde temellendirilmesi gere­kirdi ki işte bu da Dürzülikteki inanç modeli olmuştur. DÜrzilik, vaktiyle İs­lam'dan koparak ayrı bir din kimyiğine bürünen lsmaililikten peydahlanmışım

Bu akım miladi 1015 yıllarından itibaren Mısır'da başladı. İlk kurucusu Anuştigin adında Derez'li bir türktür. (Öl. 1019) Kaynaklarda, Muhammed Bin ts-mail ya da Mansur olarak geçmektedir. (Ancak Mansur-i Hallaç ile karıştırılma­malıdır.)

Anuştigin'in, Ali Bin Habbal adındaki bir şahıstan felsefi bilgiler aldığı ve karmaşık iç dünyasında bunları kendi düşünceleriyle yorumladığı sanılmakta­dır. Ayrıca Berzail adında türk asıllı Hazarlı bir musevi iie de arkadaşlık ettiğine bakılacak olursa bu adamın, böyie bir dini kurmaya başlarken nerelerden hare­ket ettiği tahmin edilebilir.

Dürzilik dinini kuranlar arasında Anuştigin'denb aşka Hamza Bin Ali ve El-Akhram lakabıyla anılan Ferganah Hasan adında bir türk daha vardır. İranlılar tarafından Mısır Fatımi Devletinin en üst kademelerine yerleştirilen bu adamlar aslında Fatımi hükümdarları gibi Ismaili Dininin bağlılarından idiler. Hamza Bin Ali hükümdarın başveziriydi. Mısır'da toplum, müslüman olduğu halde haik yoğun şii propagandalarının sonucu olarak depolitize edilmişti. Bu sayede Fatı­mi hükümdarları baştan beri devlet adamlarını müslümanlardan değil, İsmaili-lerden seçerlerdi.

Dürzilik dininin varlık gösterebilmesinde dönemin Fatımi hükümdarı El-Hakinı Biemrillah El-mansur'un kişiliğinin de büyük rolü vardır.

Ondört Fatımi hükümdarının altıncısı olan El-Hakim Biemrillah (H.375/M.966-H.411/M.1032) in kişiliği hakkında çeşitli rivayetler mevcuttur. Onun bir akıl hastası olduğunu ileri sürenlerin yanında son derece zeki bir kimse olduğunu, bu sayede tanrı olduğuna bir topluluğu inandırabildiğini de kay­detmiş olan tarihçilere ve tarih yorumcularına rastlanmaktadır. Nitekim ünlü Celalüddin Abdurrahman Es-Suyuti bu adamdan Tarih'uI-Hulefa adlı eserinde söz ederken "El-Hakim biemri iblis" diyerek ona lanet yağdırmaktadır ki bu da tarihçinin onu bir deli değil, bilakis bir akıllı olarak sorumlu tuttuğunu kanıtla­maktadır.

Fakat kaynakların hemen hepsinde anlatıldığı üzere El-Hakim'in bir hü­kümdara asla yakışmayan son derece rezil ve aşağılık davranış Örnekleri sergile­diğine bakılacak olursa bu şahsın akıllı bir kimse olduğuna inanmak güçtür.

El-Hakim'in saçını ve sakalını dervişler ve uyuşturucu müptelaları gibi uzattığı, çok hırpani kiyafetler içinde ortalığa çıktığı, eşeğe binerek dolaştığı, ta­rikat aymlerini seyretmek için hemen her gün çöle çıkıp dervişlere karıştığı, ba-raberinde bulunan saray muhafızlarına çırılçıplak soyunmaları için emir verdiği ve eliyle bu adamların penislerini çekiştirdiği tarihi kaynaklarda açıkça kayde­dilmektedir. Bu davranışlar ise akıl ve ruh sağlığına sahip hiç bir insan tarafın­dan yapılacak şeyler değildir.

El-Hakim ayrıca H.400 tarihinde zekat vermeyi, cuma ve bayram namazla­rına gitmeyi de yasakladı. Zaten peygamberlere ve ashaba sövüp saymak Fatımi-ler tarafından gelenek haline getirilmişti. El-Hakim'in yasaklan yukarıda anlatı­lanlardan ibaret değildi. Bu yasaklar arasında Mısır'ın mahalli yemeklerinden Mulukhiye de vardı. Bütün bu sapıklık ve saçmalıklar öyle bir darreye vardı ki bizzat El-Hakim'in kızkardeşi Sittülmülk onu öldürttü.

Akıl ya da ahlak gibi nimetlerden yoksun olan böylesi bir insanın nasıl olur­da devletin başında kalmasına bir toplum uzun zaman göz yummuş olabilir di­ye hayret edilecek olursa bunun sebebini esasen Ortadoğu'da yaşayan milletle­rin kalitesinde aramak gerekir. Bu kalitenin günümüze kadar olumlu yönde de­ğiştiğini gösteren tarihi bir belirti mevcut değildir. Bugünün ortadoğusunda top­lumlara musallat olmuş siyasiler bir çok yönden tl-Hakim Biemrillah'dan pek farklı değildirler. Buna paralel olarak eskiden beri şirk ve israiliyatm, her türlü sapık düşünce ve inanış biçimlerinin üzerinde temeilenen Dürzilik, İsmaililik, Nusayrilik, Kadiyanilik, Bahailik ve düzinelerce tarikatın yanı sıra çağımızda ko­münizm, ırkçılık, kapitalizm, Siyonizm, iaikçilik, heykeletaparlık ve demokrasi gibi çeşitli dini yada siyasi sapık rejimleri düşünce ve inanışlar, Ortadoğulu milletler tarafından en fanatik biçimleriyle benimsemiş, buna karşın insanlığa iki cihan mutluluğunu vadeden yüce İslam nizamı ile onu kavrama şerefine erişe­bilmiş olan asil müslümanları mahkum etmişlerdir. Bugün Afganistan'da, Tür­kiye'de, Mısır'da, Filistin'de, Suriye'de ve Cezayir'de bütün şiddetiyle cereyan eden kanlı boğuşmalar ve tüyler ürpertici katliamlar bu gerçeği açıkça kanıtla­maktadır.

Ortadoğu milletlerinde, tarihin içinden gelen dengesizliğin siyasi ve felsefi boyutlarda doğurduğu ortaçağ sorunlarından biri de "Dürzilik" olmuştur.

Dürzilerin inanışlarına gelince bunlar, Allah'ın, (Haşa!) altıncı Fatımi hü­kümdarı El-Hakim Biemrillah El-Mansur kılığında insan olarak yeryüzüne indi­ğine inanmakta ve bu adama tapmaktadırlar. Bununla beraber kendilerini Mu-vahhid (yani Allah'ı birleyen, onu tek ve ortaksız kabul eden ve ona şirk koşma-yan(!}) kimseler olarak sayarlar.

Dürzilere göre Allah, vaktiyle Adem'in rolünde ŞANTİL adıyla ortaya çık­mıştı. Ondan sonra da zaman zaman peygamberlerden Nuh, Hud, İbrahim, Şu-ayp, Musa, İsa, -Yunanlı bilginlerden Pithagoras-ve sahabilerden Selman-i Fani­si olarak yeryüzünde görünmüş ve nihayet El-Hakim Biemrillah kılığında son kez tecelli etmiştir.

Dürziler, aynen Nakşibendiler gibi İranlı patankalist olan Ebuyezid-i Bestami ile sahabilerden Selman-i Farisiyi birer kutsal şahsiyet olarak anarlar ki bu da Tür­kistan'da doğan Nakşiliğin, yine o bölgeden kopup gelen (Anuştigin'in kurduğu) dürzilikle aynı kaynaktan doğmuş olabileceği ihtimalini güçlendirmektedir.)

Dürzilerin, başta yahudilik ve hıristiyanlık olmak üzere İhvan'us-safa gibi yıkıcı örgütlerin inanışlarından, çeşitli din ve düşünce akımlarından ilham al­dıklarını söylemek mümkündür. Fal ve uğursuzluk gibi batıl şeylere inanmadık­larını ileri süren dürzüler cin ve melek gibi gerçeklere de inanmamaktadırlar.

Dürzülerin hemen hepsi arap asıllı oldukları halde dürzülük dini -kaderin bir cilvesi olarak- türkler tarafından kurulmuş ve tarih boyunca onlar tarafından yönlendirilmiştir. Nitekim Yavuz Sultan Selim'in Halep yakınlarına yerleştirdiği ve bu yörede güvenliği sağlamakla görevlendirdiği Canbulak Bey müslüman ol­duğu halde bu adamın soyu, zaman içinde dürzülerin kültürel potası içinde eri­di, sonraki kuşaklan tamamen dürzüleştiler. Bu ailenin devamı Lübnan'ın Say-da kentinde yaşamakta ve dürzü topluluğunun liderliğini üslenmektedir. Yakın geçmişte Lübnan olayları sırasında öldürülen ünlü siyaset adamı Kemal Canbu-lak ve oğlu Velid Canbulat hem bu ailenin, hem de dürzü toplumunun ileri ge­len şahsiyetlerindendirler.

İslam alimleri dürzüleri mürted {yani dinden dönme) yada kitabi olmayan müşriklerden saymakta, dolayısıyla kestiklerinin yenmeyeceği ve onlarla evleni-lemeyeceği görüşünü ortaya koymaktadırlar.

Dürzülerin, günümüzde büyük çoğunluğu Lübnan'da, bir kısmı Mağrıp'da, bir kısmı Suriye'de ve diğer bir kısmı da İsrail'de yaşamaktadırlar.

Dürzüler -tarih boyunca- İslam ümmetinin düşmanlarının safında yerleri­ni almışlardır. Haçlı savaşları sırasında istihbarat gibi Önemli ve aktif görevlerde hıristiyanlara yardım etmiş, bizzat haçlı ordularının saflarında müslümanlara karşı savaşmışlardır. Çağımızda da İsrail ordusunda çalışmış ve müslüman filis-tinlileri yahudilerle beraber katletmişlerdir!

18. vel9. yüzyılda hıristiyan misyonerlerin etkisinde kalan dürzilerden bir­çok kimse hiristiyanliğı benimsemiştir. Halen tüm dünyada sayılan üçyüzbini bulmaktadır. (Mütercim)

 

 

[7] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/19-26.

[8] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/26-27.

[9] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/28-29.

[10] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/30-31.

[11] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/32-34.

[12] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/34.

[13] Kiptiler, belki de Firavunlar devrinden beri Mısır'ın en eski yeriilerin-dendirler. Ve araplardan apayrı bir millettir. Kıptîlerin çoğu zamanla müslüman oldular. Geriye kalanlar ise hıristiyan bir azınlık durumundadırlar.

Tenleri esmer olduğu için yanlış benzetme ile Türkiye'de çingenelere kıptı demek bir gelenek olmuştur. Büyük ihtimalle bir çingeneye açıkça çingene de­menin onu rencide edebileceği düşüncesiyle bir kibarlık gösterisi olarak bu yo­la baş vurulmuştur. İşın ilginç yönü ise Mısırlı kıptilerin, türkler tarafından çin­gene olarak damgalandıklarının hala farkında bulunmuyor olmalarıdır! Nitekim arapların çoğu da cahil türkler tarafından zencilerle karıştırıldıklarını ve Türki­ye'de ırkçıların yıkıcı propagandaları sonucu siyah kedi ve köpeklerin "arap, arap!.." diye çağrıldıklarını -bereket versin- bilmemektedirler.

"Kipt" kelimesinin eski Yunancadaki "Koptos" tan değiştiği sanılmaktadır. Koptos sözcüğü ise kesilmiş, biçilmiş anlamına gelmektedir. Kiptiler çocuklarını sünnet ettikleri için Yunanlılar tarafından onlara bu ad yakıştınlmıştır. Bu keli­me sonraları Avrupalılar tarafından daha da değiştirilerek "Egipt" ve "Egypt" ol­du, ki bu kelime bugün Avrupa dillerinde Mısır ülkesinin adıdır.

Bir dönem Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri olan Butros Gali, bir Kıptîdir. [Mütercim)

[14] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/34-37.

[15] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/37-62.

[16] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/63.

[17] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/63-72.

[18] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/73.

[19] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/74-78.

[20] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/78-83.

[21] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/83-90.

[22] Bugünkü Fas (Mütercim)

[23] ) îdrisîler'i (yani Sa'dîleri) Hz. Peygamber (sav)'i emziren Hz. Halime'nm Beni Saad adındaki kabilesine bağlayanlar da vardır. Kimileri de bu ailenin, as­haptan Saad Bin Ubade El-Ensari'nin soyundan geldiğini ileri sürerler (Yazar)

[24] Çünkü hilafet makamı Osmanlı padişahı tarafından temsil ediliyordu. Bu temsil her ne kadar genelin bey'atine dayanmıyor ve islam şeriatı uygulan­mıyor idiyse de Osmanlı halifeleri kendilerini o gün için islam dünyasına kabul ettirmiştiler! Bu gücü tanımamak hem Osmanlı Devleti'ni öfkelendirmek, hem müslümanları birbirine düşürmek hem de küfür dünyasına koz ve fırsat vermek demekti.

Burada şu gerçeği kaydetmek gerekir ki: İslam ümmetinin iki önemli unsu­ru olan araplarla türklerin arasında bugün var olan uçurum, tarih boyunca yeni­lenmiş olan bu tür siyasi çarpıklıklar ve genelde hükümdarlar arasında cereyan eden kavgalar sebebiyle çağımızda korkunç boyutlara ulaşmıştır. Öyle ki bazı hayırlı girişimlere rağmen, her iki milletin cahil halk yığınları üzerinde, devlet ve iktidarların etkileri sonucu bu sorunun çözümlenmesi konusunda -ne yazık ki-herhangi bir olumlu gelişme gözlenmemektedir. Binaenaleyh ırkçı zihniyetlerle körüklenen düşmanlıkların sona erdirilmesi ve bu uçurumun biraz daha dara-tılması konusunda elden geleni esirgememek, gerek türkçe, gerekse arapça ko­nuşan her müslümanm yapacağı en önemli görevlerden biridir. Çünkü yakın ge­lecekte islam ümmetinin -Allah'ın izniyle- yeniden varolması ve ilahi nizamın ideal anlamda hayata geçirilmesi ancak bu gayretlerle mümkün olacaktır. (Mü­tercim)

[25] Bu kent, Türkiye'deki Bitiis iline bağlı Tatvan ilçesi değil, Mağrıpta bir şe­hirdir. (Mütercim)

[26] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/90-106.

[27] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/107.

[28] Sierra-Leone" şeklinde yazılır. (Mütercim)

[29] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/107-110.

[30] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/110-118.

[31] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/119.

[32] Okunuşu; Anjamina'dir. (Mütercim)

[33] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/119-120.

[34] Beni Hilal Kabilesi; Şimdiki Libya toplumunun atalarıdır, tik islam fetih­leri sırasında arap yarımadasından çıkıp buraya yerleşmişlerdir. (Mütercim)

[35] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/121.

[36] Eskiden İslam Devletinin sınır boylarındaki karakollara ve stratejik nok­talara verilen addır. Bu noktalarda nöbet bekleyen askerlere Munatıb denirdi.

Kuzey Afrika'da M. XT'inci yüzyıl ortalarında daha çok berberi dervişleri bu noktalarda nöbet beklerlerdi. Dolayısıyla zamanla bu bölgede mistik akımlara kapılan herkese Muratih denilmeye başlandı. Nitekim bu etkiyledirki Sanhaca Berberileri'nin sofuları tarafından kurulan devlete, Muratıbûn (muratıblar) adı verildi.

Ancak islam dinini tasavvufla dejene ettikleri için, müslümanlar tarafından kurulan Muvahidûn (muvahhitler) Devleti, murabıtlara karşı cihad ilan ederek onları ortadan kaldırdılar.

Türkler tarafından tasavvuf şemsiyesi altında kurulan birçok batini dinler­den Nakşibendilik askeri bir terim olan "rıbat"m eylemsel açıdan: Düşmanı gö­zetlemek, alarm halinde olmak gibi ifade ettiği anlamlardan hareket ederek bu terime başka yorumlar getirmiştir.

Türkistanlı Nakşi şeyhlerinin "Budizim"den aldıkları "Yoga"ya, arapça "rı-baf'm bir eşanlamlısı olan "rabıta" sözcüğüyle yeni biçimler vererek bu yeni bu­luşu daha sonra Nakşiliğin önemli bir kuralı haline getirmişlerdir.

Bu kurala göre mürit belli zamanlarda gözlerini yumarak şeyhinin siluetini hayalinde canlandırmaya çalışır ve sözde onunla her an berabermiş gibi alarm halinde yaşar. (Mütercim)

[37] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/123-126.

[38] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/126.

[39] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/127.

[40] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/127.

[41] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/127.

[42] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/127-128.

[43] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/128.

[44] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/128.

[45] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/130..

[46] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/130.

[47] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/130.

[48] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/131.

[49] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/131.

[50] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/131.

[51] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/131.

[52] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/132-133.

[53] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/135-141.