127- İSLAMİ KAVRAMLAR.. 2

Ümmet2

Hilafet6

Kişi Olarak İnsan. 12

Toplum.. 17

Kadın. 20

Kardeşlik. 26

Ehl-Î Zimmet32

Dil37

Müslüman Ve Çevresi40

Şehir Ve Şehircilik. 44

Toprak. 46

İslam'a Çağrı47

Seçim.. 51

Yönetim.. 56

Yasama Ve Kaynaktan Araştırma. 59

Lüks Yaşam (Refah)61

Uygarlık. 67

Cihad. 71

Zafer75

Müslüman Kişinin Görevve Yükümlülükleri79


127- İSLAMİ KAVRAMLAR

 

Ümmet

 

Ümmet" [1], tarih boyunca tek bir inanç bağıyla birbirine bağlı olarak varlığını sürdüren fertlerin oluşturduğu insan topluluğu­dur. Dolayısıyla: Farklı kökenlerine, konuştukları farklı dillere, sa­hip oldukları farklı sosyal statülere ve farklı ekonomik seviyelere, icra ettikleri farklı mesleklere, keza yaşadıkları farklı zaman ve çağlara rağmen ümmetin tüm bireylerini tek bir şemsiye altında toplayan bağ işte bu ortak inanç bağıdır. Şu halde ortak inanç ku­rumu devam ettiği sürece ümmet de var demektir. [2]

Buna göre, Hz. Adem (as)'den, Hz. Muhammed {sav)'e kadar cağlar boyu gönderilmiş olan peygamberlerin tümüne ayak uy­durmuş, aynı zamanda kıyamet kopuncaya kadar son peygambe­rin hidayeti üzerinde yaşamaya devam edecek tüm insan toplu­lukları işbu uzun tarih şeridi üzerinde bir tek ümmet oluştururlar. Çünkü bu insanların tümü aynı şeylere inanmakta ve aynı sisteme uymaktadırlar. Bu sistem ise Allah'ın göndermiş olduğu peygam­berler tarafından getirilen aynı sistemdir.

Buna göre ümmet fertlerinin kulluk ettiği "Rabb" aynıdır, ku­rumsal inançları aynıdır. Bu sebeple hepsi birden Allah'ın emrine teslim olmuşlardır. Gönderdiği peygamberlere gönülden inanmış, yargısını itirazsız kabullenmiş, yaratıcılarına inanmış üzerlerine indirdiği bilgilere, emir ve yasaklara, meleklere, kitaplara, elçilere, ahiret gününe iman etmişlerdir; Peygamberlerinin getirmiş oldu­ğu nurlu ilahi sistemi uygulamışlardır..İşte, başka milletlerden bu özellikleriyle ayrılan ve bu uğurda yaşayan insan topluluğu üm­mettir.

îslâm ümmetinin bu anlamdaki tanımı Kur'ân-ı Kerîm'de ay­nen ifade edilmiştir. Burada belirtmek gerekir ki bu yüce Kitab-ı İlâhî aynı zamanda arap dilinin birinci derecede temel kaynağı da sayılmaktadır. Dilbilimcilerin tümü böyle söylemektedirler. Keza, gerek arapça konuşan müslümanlar, ya da arapça konuştukları halde başka dinlere mensup olanlar da bu gerçeği kabullenmekte­dirler.

Binaenaleyh gerek cahiliyetçi olsun gerek İslamcı olsun arapla-nn tümü ümmetin tanımını Kur'ân-ı Kerîm'den bu şekilde anla­maktadırlar. Ümmetimizin eskiden yaşamış olan büyükleri de böy­le ifade etmiş ve meseleyi böyle anlamışlardır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'e emsal oluşturacak bir diğer kaynak yoktur. O, öyle bir kitaptır ki, geçersizlik ne sonraları onun için sözkonusu olacak, ne de on­dan önceki geçmişte onu yalanlayan bir şey ortaya çıkacaktır.

"Gerçek şu ki Musa ve Harun'a kurallara uymakta titizlik gös­terenler için bir aydınlık ve uyarı olan -doğruyu yanlıştan ayırıcı-kitabı verdik. Onlar, özlerinde, yaratıcılarına candan saygılı ve onunla karşılaşacakları günün endişesini taşıyorlardı. İşbu Kur'an da kutsal bir uyarıdır; yoksa onu yalanlıyor musunuz?! Şu da bir gerçektir ki daha önceleri İbrahim'e de akılcı yeteneği ver­miştik; Biz O'nu tanıyorduk.

İbrahim babasına ve halkına:

- Şu tapınıp durduğunuz heykeller de ne oluyor?! diye çıkış­mış, onlar da:

- Babalarımızı bunlara taparken gördük, demişlerdi. İbrahim

-bu kez de-:

- Ciddi söylüyorum, sizler de babalarınız da düpedüz bir sa­pıklık içindesiniz, deyince:

- Peki sen mi gerçeği bize göstereceksin yoksa oyunbazlardan biri misin? diye karşılık vermişlerdi. İbrahim şöyle demişti:

- Esas yaratıcınız, göklerin de yerin de yaratıcısı olandır. On­ları o yaratmıştır. Buna tanıklık edenlerden biri de benim. Allah'a yemin ediyorum ki siz ayrıldıktan sonra putlarınıza bir oyun oy­nayacağım!

Nitekim tümünü parçalayıp -güya- baş vursunlar diye arala­rından büyüğünü sağlam bıraktı (sonra durumu farkeden) halk, tanrılarımıza bunu kim yaptı?! Mutlaka o, zorbalardan biri olma­lı dediler. Kimileri de:

- İbrahim denen bir gencin onları diline doladığını duymuş­tuk, deyince:

- O halde O'nu halkın gözleri önüne getirin de görsünler diye -aralarında- konuştular.

İbrahim gelince,

- Bunu tanrılarımıza sen mi yaptın İbrahim? Diye kendisine sordular. İbrahim:

- Şu büyükleri yapmış olabilir, binaenaleyh konuşabüiyorlar-sa varın onlara sorun diye cevap verdi {Bunun üzerine)

-  Zalimlerin ta kendileri bizzat sizlersiniz diye birbirlerini suçladılar. Sonra yine eski kafalarına dönüp O'na

- Bak İbrahim! Bu putların konuşamayacağını elbette ki bili­yorsun! Deyince İbrahim:

- O halde size hiçbir fayda ya da zarar veremeyen, Allah'tan başka şeylere mi tapıyorsunuz. Size de onlara da yazıklar olsun! Hiç mi aklınızı başınıza almayacaksınız! diye çıkıştı.

(Bu kez putçular birbirlerine):

- Yapacağınız bir şey varsa o da şu adamı ateşe verin de tanrı­larınıza yardım edin dediler. (İbrahim ateşe atılınca) biz:

- Ey ateş! İbrahim'e karşı serin ve zararsız ol, dedik. Ona karşı komplo kurmak istediler. Fakat gayretlerini boşa çıkardık. O'nu da Lut'u da cümle alem için mübarek kıldığımız yere ulaştırıp kurtardık. İbrahim'e, ayrıca İshak ve Yakub'u vererek O'nu Ödül­lendirdik ve onları faydalı birer insan yaptık; Onları, buyruğu­muzla doğruya ileten önderler yaptık. Faydalı işler yapmayı na­maz kılmayı, zekat vermeyi onlara öğrettik. Onlar bize (gerçekten içtenlikle) kulluk eden kimselerdi. Lut'a bir de yasa ve ilim verdik; O'nu (halkının) çirkin fiiller işlediği kasabadan kurtardık. Vakıa onlar günahkar bir topluluk idiler. (Böylece) Lut'u merhametimi­zin kapsamına aldık. Esasen o da iyi kimselerdendi. (Keza) Nuh da vaktiyle bize yakarmış, biz de onun duasını kabul edip hem ken­disini, hem de ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. Ayetlerimi­zi yalanlayan topluluğa karşı O'nu destekledik. Gerçek şu ki onlar çok kötü bir topluluk idiler; Nitekim tümünü suda boğduk.

Davud ve Süleyman ise halkın koyunlarının, içinde yayılıp (zarar verdikleri) bir ekin hakkında {bir ara) yargıda bulunuyorlarken biz onların verdiği hükme tanık bulunuyorduk. Esasen Süleyman'a, bu meselenin çözümünü anlamayı biz sağladık. On­ların herbirine yasa ve bilgi verdik. Davudia beraber Allah'ı yü­celterek ansınlar diye dağları ve kuşları buyruk altına aldık. İşte bunları biz yaptık. O'na sizi savaşta korumak için zırh yapma sa­natım Öğrettik. Şimdi artık şükreder misiniz? Mübarek kıldığımız yere doğru esen şiddetli rüzgarı, Süleyman'ın emrine biz verdik. Biz herşeyden haberdardık. Dalgıçlık ve daha başka işler de ya­pan şeytanlardan da O'nun buyruğu altına verdik. Onların tü­münü biz koruyorduk.

Eyyub da Rabbine şöyle yakarmışti:

"Allahım! Başıma bir bela geldi, (beni kurtar). Sen merhamet­lilerin en merhametlisisin.."

Biz de onun duasını kabul etmiş, sorununu çözümlemiş, O'na tekrar ailesini kavuşturmuş ve onlarla birliktekilere de ay­nısını yapmıştık. Bunu bir rahmet olarak ve içtenlikle kulluk edenlere bir hatıra olsun diye yapmıştık. (Ey Muhammedi) İsma­il'i, İdris'i ve Zülkifl'i de hatırla ki onların her biri -gerçekten- zor­luklara göğüs geren -mert- kimselerden idiler. Onları merhame­timizin kapsamına aldık. Nitekim iyi insanlardı.

Zünnun'a gelince: (Halkına) öfkelenip gittiği zaman O'nu sı­kıştırmayacağımızı sanmıştı. (Halbuki yönlendirmemizle balina tarafından yutulunca, baljğm içindeki) karanlıkta, senden başka ilah yoktur, sen yücesin, doğrusu ben yanlışlık yapanlardan biri oldum, diye yalvarmaya başladı. Biz de onun yakarışına karşılık verip kendisini kurtardık. İnananları -sonunda- işte böyle kurta­rırız. Zekeriya da öyleydi. Rabbim! Beni yalnız bırakma, sen va­rislerin en hayırlısısm diye yakarmış, biz de ona karşılık vererek, Yahya'yı kendisine bağışlamıştık; eşini, -ileri yaşma rağmen- do­ğurgan hale getirmiştik. Nitekim onlar da güzel davranışlarda yarışıyor, içten gelen arzularla ve ürpererek derin bir saygıyla bi­ze dua ediyorlardı. Namusunu koruyan Meryem'e de ruhumuz­dan üflemiş onu ve oğlunu cümle aleme bir mucize kılmıştık. İş­te (bütün peygamberlerin insanlık dünyasına Allah'tan alıp ifettikleri bu) tevhid dini hepinizin tek -ve ortak- dinidir. Ben de hepi­nizin Rabbiyim. O halde yalnızca bana kulluk ediniz."[3]

Bakınız, görüldüğü gibi, tarihte birbirlerinden çok uzak çağ­larda yaşamış bulunan, değişik kökenlerden gelen ve farklı diller konuşan bütün insanlar {yani peygamberlerin tümü ve onlara ila­hi mesajlar doğrultusunda inananlar) bir tek dine mensupturlar. (Hepsi m üs lüm andırlar ve hepsinin temelde dini İslâm'dır.) Çün­kü hepsi aynı gerçeklere inanmışlardır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Biz atalarımızı aynı din üzerinde bulduk -Aynı şeylere inan­dıklarını gördük- Dolayısıyla biz de onların izinde doğruyu bul­muş durumdayız, dediler.[4]

Bu demektir ki, kitleler hep: "Biz atalarımızı aynı şeylere ina­nan ve aynı yolu izleyen insanlar olarak biliyoruz. Binaenaleyh biz de onların yolunu izleyeceğiz." demişlerdir. (Bu da ümmet de­nen geniş topluluğun, aynı inancı paylaşan çeşitli kökenlere men­sup kitlelerinden oluştuğunu başka bir şekilde kanıtlamaktadır.) Yani ümmet, ortak inanç sayesinde birbiriyle irtibatlıdır. Ümmet kavramıyla, ortak inanç kavramı birbirleriyle ilişkilidirler. Fakat yüzyılımızın başında Avrupa'da birçok prenslikler bir araya gelerek aynı siyasi şemsiye altında birleşince bu kez tarih yazarları sözü edilen çeşitli etnik kitleleri birbirleriyle -sözde- kaynaştırarak or­tak noktalarda birliklerini savunarak onları bir tek devletin vatan­daşları şeklinde gösterme gayreti içine girdiler. Köken, dil ve gele­nek benzerlikleri açısından birbirlerine yakın topluluklar olarak onları nitelemeye başladılar. Bu malzemeler ise, sık sık işlenip propaganda edilerek, zamanla bu Avrupalı tarih yazarlarının, an­layışı yaklaşım ve yargıları doğrultusunda ümmet kavramı için ye­ni birtakım unsurlar haline gelmiş oldu.

Tabi Batı'da eğitim gören ve batı hayranlığına kapılan müslü-manlar da onların bu yaklaşımlarını benimsediler. Ondan sonra da anlayıp hazmettikleri bu metodla ümmet dediğimiz bu geniş toplumun varlığı için temel oluşturacak değerleri kendi elleriyle kendi anlayışlarına göre yeniden çizmeye başladılar, Buna göre de (Kur'an ölçüleriyle bilinen gerçek) ümmet, bir takım milletlere ay­rılmış oldu. Bu yeni tanımlamalardan kimine göre millet, ortak di­le dayanmaktadır. Fars Milleti, Arap Milleti, Türk Milleti gibi... ki­mine göre ortak geleneklere ve ortak antrepolojik özelliklere da­yanmaktadır, Bunlar da aynı milleti daha küçük birimlere ayır­maktadırlar. Suriye Milleti, Firavun (Mısır) Milleti, Mağrip Milleti, Afgan Milleti ve İran Milleti gibi... Bu böyle devam edip gidiyor.

Yine bu tanımlamalardan bir diğerine göre millet, aynı toprak parçası üzerinde yaşayan topluluktur; Bir diğerine göre aynı kö­kenden gelen topluluktur. Bir diğerine göre ortak tarihe sahip olan topluluktur; Bir başkasına göre ise aynı ekonomik kriterlerle birbi­rine bağlı kitlelerden oluşan topluluktur (ki bu tanımların hepsi hatalıdır).

Bu değerlendirmeler -maalesef- kesin ve sanki kabulü zorun-lu-olan gerçekler gibi algılandı. Ne var ki herkesin eğilimine göre bu değerlendirmelerde de farklı görüşler ileri sürüldü.

Örneğin şövenistler din olgusunu hiç hesaba katmamaktadır­lar. Dindarlar ise sadece bir tepki olarak dini esas almaktadırlar. Fakat bütün bu ihtilaflardan inanç ve dil gerçeklerinin temel kri­terlerini veren Kur'an'a baş vurulmamıştır.

Bu noktadan hareketle müslümanlar ne yazık ki kendi kimlik­lerini kazanamamış, onlarda, Kur'an'in belirlediği doğru inanca dayanan düşünce ve idealler oluşamamıştır.

Müslümanların -bu konuda- takındıkları tavırlar ise birer tep­kiden öteye gitmemiş bu tavırlar çeşitli faktörlerin sonuçlan ya da bazı görüşlerin diğer bazılarına tercih edilmesiyle kendini göster­miştir. Fakat bu yeni anlayışın malzeme ve unsurları olduğu gibi kabul görmüş ve benimsenmiştir, bu konuda kitaplar yazılmış in­sanlar da bu yazılıp çizilenler doğrultusunda yön tutmuş ve ço­cuklarına (yani yeni nesillere) böyle telkin etmişlerdir.

Ancak gerçek şudur ki ümmet kavramının belli bir toprak par­çasıyla ilişkisi yoktur. Bilakis yeryüzünün tümü, islâm ümmetinin çalışma alanıdır. Dolayısıyla müslüman bir kitle Allah'ın nizamını nerede hayata geçire bilirse işte orası ümmetin ilk karargahı ve di­renişinin ilk noktası olacaktır. Ondan sonra da ümmet, davet ve tebliğ ile İslâm düşünce ve kültürünü yaygınlaştırmak suretiyle ve cihadla çemberini genişletmeye çalışır. Ta ki İslâm, tüm yeryüzü­nü şemsiyesi altına alıncaya kadar.

Hal böyle olunca, İslâm fikriyatı tüm yeryüzüne yayılmadıkça ve insanlık dünyasının tümü, Allah'ın indirmiş olduğu şaşmaz ve . çağlarüstü nizamı hayata geçirmediği müddetçe ümmetin müca­dele görevi sürüyor demektir; Ümmetin omuzunda henüz çok bü­yük bir görev var demektir. O da tüm yeryüzünde Allah'ın nizamı­nı uygulamaya imkan buluncaya kadar mücadele etmektir.[5]

Ümmet kavramının kökenle de hiçbir ilişkisi yoktur. Nitekim aynı kökenden gelen insanlar değişik inançlara bağlı oldukları za­man aralarında meydana gelen kavgalar ve savaşlar daima çok da­ha şiddetli ve kanlı olur.

Bu cümleden olarak araplardan müslümanlarla onların bizzat soydaşları olan müşrikler arasında (yani Kureyşli müslüman ve müşrikler arasında) hatta amca çocukları arasında, kardeşler ve baba-oğul arasında bu kavgaların en şiddetlisi cereyan etmiştir. Nice vakitler iki kılıç birbirlerine karşı çekilmiştir ki bunların biri babanın, diğeri ise oğulun elinde bulunuyordu. Onların arasını farklı inançlar, değişik fikir ve ideolojiler ayırmıştı.

Bu savaşların, bu kavgaların nedeni, farklı inançlardan başka bir şey değildi çünkü artık köken birliği ne iki ayrı inanca mensup bulunanları ne de iki ayrı fikir ve ideolojiye bağlı kampları birbir­lerine bağlayabilmiş, aralarını bulabilmiştir. Çok kere insanlar ara­sındaki ihtilaflar her ne kadar önemsiz ve bu ihtilafların sebepleri de o derece basit olmuş ise de aynı kökenden gelmiş olmak bu olayları önleyememiştir.

Aynı kökten, aynı kabileden, aynı aşiretten ve hatta aynı aile­den gelmelerine rağmen farklı inançlara bağlı olan kamplar ara­sındaki savaşlardan, tarihin hiçbir merhalesi boş kalmamıştır.

Dilin de (İnanç kurumuyla olan bağından öte) ümmet kavra­mıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü dil, belli bir insan topluluğunun kendi aralarındaki iletişim ve haberleşme aracıdır. Bunlar aynı kökten gelmiş olabilirler. Aralarında özel birtakım, düşünce ve kültür bağları da olabilir. Fakat inanç, dil denen olgunun üzerinde etkilerini yapar.

Örneğin bugün arap kökenli olmayan müslümanlar bile (Kur'an'ın dili olduğu için) sürekli olarak arapça öğrenmeye özen gösterirler. Bu konuda biraz da tarihe baktığımızda görmüş oluruz ki İslâm tarihinin ilk dönemlerinde genellikle mütercimler arap-çadan farsçaya ve farsçadan arapçaya tercüme yapıyorlardı. Bu mütercimler tabiatıyla İslâm toplumu içinde yaşayan, ancak he­nüz mecusi dinine bağlı bulunan ve önemli hayat prensiplerinde pers milliyetinin etkilerini yaşayan kimselerdi. (İslâm devletininO bünyesinde üstlendikleri görevin önemine rağmen kendi milletle­rinin dilini geliştirip korumak için çaba sarfediyorlardı.

Bu gayretler Emevî Halifesi Abdülmelik b. Mervan zamanın­da, devletin resmi belgeleri a rap çalaş ti alıncaya kadar da devam etti. Keza çağımızda Suriye'yi işgal ettikleri dönemde Fransızlar da aynı şekilde hareket ederek, fransızca bilen ve inançlarını payla­şan hıristiyan araplar arasından mütercimlerini seçiyorlardı. Çün­kü bu mütercimler fransızlarla aynı dine mensup bulunuyorlardı. Dolayısıyla onların dilini çok daha iyi öğrenmeye özen gösteriyor­lardı. Halbuki düşünce ve kültür bakımından onlarla ilişkisi olmayan ve sosyal hayatta fransızlarla ortak bağları bulunmayanlar böyle bir özenti duymuyorlardı. Nitekim bütün sömürgeci devlet­lerin işgal ettikleri yerlerde izledikleri politika böyle olmuştur.

Bugün de kavga ve savaşların en çok cereyan ettiği bölgelere bakalım, görmüş oluruz ki bu kavgaların çoğu, aslında aynı kökten gelen ve aynı dili konuşanlar arasında patlak vermektedir. Çünkü bu insanlar, köken ve kültür bakımından kardeş olmakla beraber ideolojik ve felsefi konularda farklı şeylere inanmaktadırlar.

Bugün Filipinler'de Fatani'de, Hindistan ve Pakistan halkları arasında, Eritreliler ve Habeşliler arasında, Suriye'de, Afganis­tan'da, hatta Avrupa'da -yakın geçmişte- Doğu ve Batı Alman halkları arasında, keza, kuzey ve Güney Kore arasında, Asya'da da Kuzey güney Vietnam halkları arasında cereyan eden savaşların, kavgaların ve ihtilafların temel sebebi, taraflar arasındaki aykırı görüş, inanç ve ideolojilerden kaynaklanmıştır. Bütün dünyada cereyan eden kavgaların hemen tümünün temelinde bu sebep yatmaktadır.

Tarihin de (inanç kurumu ile olan belli düzeydeki bağından öte) ümmet kavramıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü tarih, esasen insan topluluklarını ırk ve dil gerçeklerinden daha fazla birbirine bağlayan bir faktör değildir. Meselenin aslına bakılacak olursa ger­çek tarih, ümmete ait olan tarihtir. Çünkü ümmetin fertleri, ortak inançla birbirlerine bağlıdırlar ve şu bir hakikattir ki inançları uğ­runa canlarını feda etmiş olan kahramanlar kendilerinden sonra o inanca sahip çıkanlar için birer örnek teşkil ederler. Sonraki nesil­lerin onlara ayak uydurması, onların çizgisinde yürümesi adeta bir zorunluk olmuştur.

Örneğin bu amaçla İslâm tarihinin ve özellikle raşid halifeler dönemine ait tarihin, ondan sonra da Emevi tarihinin bütün İslâm ülkelerinde Özenle okutulduğunu ve incelendiğini görüyoruz. Bu ülkelerde ders programlarını hazırlayan kadrolar tarafından İs­lâm'ın o ülkeye ne zaman ve nasıl ulaştığı, titizlikle incelenmekte­dir. İşte ancak bu suretle ele alman tarih İslâmî bir tarih olmuş olur. İslâm tarihinden önceki aşamalara gelince bunlar ikinci derecede bir önem taşır ve genellikle halk, tarihin bu kesitine pek önem vermez. Öyle ya, bugün Iraklı müslüman kişiyi sümerlere, Babilliler'e, Asurlular'a ya da Keldaniler'e bağlayan hangi tarihî bir bağ vardır?

Keza Suriyeli müslüman kişi, hangi bağlarla Finikelîler'e ya da Aramîler'e bağlanabilmektedir?

Mısırlı müslümanm Tutankamon'a ya da Firavunlara bağla­yan bir bağ var mı?

Arap yarımadası müslümanlarmı Tasım ve Cüdeys'e bağlayan hangi tarihi bağ vardır?

Fakat bütün müslümanlar örneğin Ebu Ubeyde Amir b. el-Cerrah'a gönülden bağlıdırlar. Kalpleri sanki bu kumandanın, bu büyük sahabinin komuta ettiği ordularla birlikte harekete geç­mekte, adeta onun kazanacağı zaferlerle gurur duymak için giriş­tiği savaşların sonucunu beklercesine hayat tarihini okumaktadır­lar. Keza sahabilerin giriştiği gazaları ve savaşları okuyan müslü­man gencin, bu esnada yüreği gururla doludur. Okudukça içinde kahramanlık duygulan şahlanmaya başlar. Öyle ki İslâm tarihini okuyan genç müslüman, cihad ordularını bizzat komuta ediyorca-sma ve mücahitlere cesaret ve moral veriyorcasına metinleri gür sesle okumakta, sesinin tonu değişmektedir.

Örflere, adet ve an'anelere, kavramlara ve düşünce biçimlerine gelince esasen bütün bunlar inanç kurumundan kaynamaktadır. Sosyal hayatın bu gerçekleri, ırkları ve dilleri ne olursa olsun aynı ümmetin mensupları arasında benzerlik gösterirler.

Modern çağda ekonomik faktör ya da ekonomik terim adı al­tında bilinen olaylara gelince bunlar, kitleleri ya da ümmeti oluş­turan, unsurları birleştiren şeyler değildir. Hatta diyebiliriz ki bun­lar, insan ilişkilerinin en zayıf ve en önemsiz unsurlarıdır. Öyle ki bunlar çok kere hayattaki etkin sebepler değil, bilakis terimsel dü­zeyde sınırlı kalırlar ve bu iktisadi faktörler, ifadelerini buldukları terimlerle beraber değişir onların ifade ettiği anlamlara uyar ve bu terimlerin farklı anlamlarına göre de dalgalanıp dururlar.

Esasen ekonomik faktörler kadar sık sık değişen bir şey de yok­tur.

Müslümanlar din ve inanç gerçeğinden başka herhangi bir faktörün, kitleleri ve halk topluluklarını bir noktada birleştirebile­ceğine inanmamaktadırlar. Özet olarak, ümmet öyle bir insan top­luluğudur ki aynı din ve inanç kurumuna bağlıdır.

Arapça olarak bu şekilde ifadesini bulan ümmet kavramına Kur'ân-ı Kerîm'de aynen böyle anlam vermektedir, ki Kur'ân-ı Ke­rim Allah Teâlâ'nm, kullarına göndermiş olduğu yüce kitabıdır.

"Ona son yakarışımız ise şudur: Alemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ'ya hamd olsun"[6]

 

Hilafet

 

Liderler, büyük önderler ve geniş imparatorlukların başındaki hükümdarlar, daima dünyaya birden fazla yöneticinin sığamaya-cağı noktasında ortak bir görüşe sahip olmuşlardır. (Onlara göre bütün dünyayı yalnızca bir tek adam yönetmelidir) [7]

Liderler bütün yeryüzünü tek başlarına şahsi hevesleriyle ve taşkinlıklarıyla doldurmak, her çeşit zevk ve arzularını doyuma ulaştırmak için bu görüşe sahiptirler. Örneğin Makedonyalı Büyük İskender bütün dünyaya egemen olma hayaliyle yaşıyordu. Haya­lini gerçekleştirmek amacıyla da doğuya bir sefer düzenledi. Keza hevesini almak için bir ara batıya da açıldı. Ancak her ne kadar o gün için bilinen dünya topraklarının birçok geniş kesimlerini ege­menliği altına alabildi ise de mukadder ecel gelip O'nu yakalayı-verdi. Roma Sezadan ve İran Kisraları da aynı hayallere kapılmış­lardı...

Müslümanlar ise İslâm'a çağrının her eksen üzerinde hareke­te geçmesi gerektiği görüşündedirler. Ta ki bu davet dünyanın her yerine yayılsın. İşte bu takdirde bütün insanlık dünyası artık bir tek halifenin yönetimine bağlanabilir. Bununla birlikte büyük İs­lâm devletinin eyaletleri başında yine (birer devlet başkanı statüsüne sahip olan) valiler bulunacaktır. Bunlar kendi eyaletlerinin sınırları içinde özerk ve yetkili olacaklar ve halifeyi bu bölgelerde temsil edeceklerdir. Şu var ki (tüm dünyayı egemenlikleri altına al­ma heves ve hayaline kapılan) cahiliyetçilerle (insanlık dünyasını İslâm'ın çağlar üstü evrensel ve şaşmaz ilahi nizamının şemsiyesi altında kardeşçe birleştirmek isteyen) müslumanların, -düşünce­lerini üzerinde temellendirdikleri- görüş arasında çok büyük fark­lar vardır. (Yani bir dünya devleti kurmak idealinde aynı şeyleri is­tiyor gibi görünmelerine rağmen cahiliyetçilerle müslümanların görüşleri arasında büyük uçurumlar mevcuttur.)

Dünyada yönetimlerin, zorbalar tarafından ele geçirilmesi ko­nusundaki heveslerin temelinde baş olmak, arzulan tatmin et­mek, şöhret kazanmak, otoriteyi baskı amacıyla kullanmak ve in­sanları çıkar sağlamak için köle niyetine çalıştırmak gibi amaçlar­dan başka bir şey yoktur.

Halifeye gelince o, (bu statüde kendisine belirlenen görev ve yetkiler çerçevesi içinde) bütün bu sayılanlardan tamamen uzak­tır. Çünkü her şeyden önce onun yetkileri Allah'ın kitabı ve elçisi­nin sünnetiyle sınırlıdır ki bu bir anayasıdır; Onunla (yukarıda zorbalarla ilgili olarak) sayılan heveslerin arasında bir engeldir. Dolayısıyla ne kendisinde bulunmayan bir yetkinin varlığını ileri sürebilir, ne de kendisini insanüstü bir varlık sayabilir. Hz. Pey­gamber (sav) dahi böyle bir iddiada bulunmamıştır. Nitekim bulu­namazdı da.

Allah Teâlâ bu konuda ona şöyle emretmiştir:

"Ey Muhammedi De ki: Ben de sizin gibi sade bir insanım. Ancak bana vahiy gelmekte (Allah'tan mesajlar inmektedir). Şunu bilin ki hepinizin ilahı birdir (aynıdır), içinizden kim Rabbine ak yüzle kavuşmayı arzu ediyorsa -bu dünyada- güzel işler yapsın ve rabbine yaptığı kullukta O'na kimseyi ortak koşmasın."1 Hz. Peygamber (sav) şöyle derdi:[8]

"Ben de bir kulum, binaenaleyh her kul gibi ben de yer içe­rim, her kul gibi otururum."[9]

Hz. Peygamber (sav)'in hanımı Ümmü Seleme'den nakledilen bir hadiste O'nun şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Ben de bir insanım. Sorunlarınızda hakemlik etmem için bana başvuruyorsunuz. Olabilir ki bazılarınız, karşıtlarına oran­la kanıtlarını çok daha inandırıcı bir dille anlatır, ben de dinledi­ğim bilgilere dayanarak onun lehinde karar verebilirim. Bu ne­denle kendisine müslüman kardeşinin hakkından vermek duru­munda bulunacağım kimseler, böyle bir şeyi asla almasınlar. Çünkü ben -bilmeden, farketmeden- bu hakkı birinden koparıp diğerine verirken, ona esasen bir parça ateş vermiş oluyorum!"[10]

Hz. Ebubekir (ra)'de halife seçildiği gün halka şöyle hitap et­mişti:

"Bakınız vatandaşlar! Ben bugün başınıza yönetici seçilmiş bulunuyorum, ancak sizin en hayırlınız (en üstününüz) değilim. Binaenaleyh iyi yönetirsem bana yardımcı olunuz; yok eğer kötü davranırsam beni doğru yola getiriniz."[11]

Cahiliyetçi bir yönetici böyle değildir. Cahiliyetçi lider, baskıcı­dır, kimsenin görüşünü almaz, hiçbir konuda ona karşı durulmaz, sözü kanundur, işareti kesin emirdir; istediği gibi davranır, canı neyi isterse öyle yapar. Her şey otoritesine bağlı dır ve iradesi altın­dadır. Halifeye gelince o, Allah'ın indirmiş bulunduğu kayıtlarla ve Rasulullah (sav)'in sünnetiyle sınırlıdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Öyle ise aralarında, Allah'ın indirmiş bulunduğu yasayla hükmet, sakın onların heveslerine uyma ve bu yasanın bir bölü­münü uygulamaktan seni alıkoymalarına karşı dikkatli ol. Eğer -bu yasayı- istemeyecek olurlarsa bil ki Allah, günahlarının bir kısmı yüzünden onları cezalandırmak istemektedir. Zaten insan­ların çoğu günahkârdır. Yoksa cahüiyet devrinin yasalarını mı is­tiyorlar? Allah'tan daha iyi bir yönetim sistemi koyan var mı?!"161

Hz. Peygamber (sav) de şöyie buyuruyor:

"Allah'a karşı gelmek pahasına kula boyun eğilmez! [12]

Hz. Ebubekir, devlet başkanı seçildiği gün şöyle demişti:

"Ben Allah'ın ve elçisinin emirlerine bağlı kaldığım sürece siz de emirlerimi yerine getirin, ancak ben eğer Allah'ın ve elçisinin emirlerine karşı gelecek olursam artık emirlerime uymak zorun­da değiliz.' [13]

Cahiliyetçi lider, egemenliği altında bulunan diğer milletlere karşı halkının daima baskın çıkmasını ister ve egemenliği altında bulunan yabancılara köle muamelesi yapar. Bu suretle de başta kalmak için, halkının desteğini kazanmaya çalışır.

Bu konuda, Yunanlılar'in Makedonyalı büyük İskender zama­nında egemenlikleri altına aldıkları milletlere karşı uygulanan yö­netimi; keza Romalılar'ın topraklarını ele geçirdikleri milletleri na­sıl köleleştirdiklerini; aynı şekilde perslerin bayrakları altında top­ladıkları milletlere ne kadar baskıcı bir yönetim uyguladıklarını, örnek olarak gösterebiliriz.

Hatta, modern çağda sömürgeci milletlerin, topraklarını işgal ettikleri ve yönettikleri halklara karşı nasıl davrandıklarını, bu cümleden olarak İngilizler'in, Fransızlar'ın, Ruslar'm, Hollandalı-lar'ın, İspanyollar'm, Portekizliler'in, Belçikalılar'in, Almanlar'm ve bütün emperyalist milletlerin, karşılarında yenilgiye uğramış halkları, -planlarım uygulamak amacıyla- nasıl kobay olarak kul­landıklarım, yeni yeni topraklar daha ele geçirmek ve ihtiyaç duy­dukları servetleri ve hammadde rezervlerini elde ederek diğer bir­çok halk kitlelerini de dize getirmek için, onları nasıl savaş cephelerine sürdüklerini bir an düşünelim. Halbuki bu emperyalistler kendi milletlerinin çocuklarını, kendi vatandaşlarını her türlü riskten koruyorlardı. Onlara bu, yenilgiye uğramış milletlerin yö­netimini bile teslim ediyorlardı. Bunu, kendi milletlerini korumak ve diğer milletler üzerindeki egemenliklerini sürdürmek için yapı­yorlardı.

Bu konuda dehşet veren bir olay da şudur: İngilizler Mısır'da giriştikleri el-Alemeyn savaşı sırasında, mayınlı arazide malzeme olarak kullanmak ve mayınların patlatılmasını sağlamak amacıyla acil olarak yeterli sayıda köpek bulamadıkları gerekçesiyle ordula-rındaki bir tümen Hintli askerleri gözden çıkararak bu mayınlı arazilere sürmüş ve onları büyük bir vahşetle imha etmişlerdi. Halbuki İslâm'da devlet başkam olan halifeye gelince ona bağlı halkların ve milletlerin tümü eşittirler. Etnik kitleler ve farklı kö­kenden gelen milletler arasında hiçbir ayırım yoktur. Nitekim Al­lah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sonra kendi aranızda tanışasınız diye sizleri farklı milletler ve kabileler haline getirdik. Bununla beraber Allah katında en üstün olanı­nız, Allah'ın koymuş olduğu sınırlara saygılı davranmakta duyar­lı olanınızdır. Şu bir gerçektir ki Allah (cc) her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. [14]

Hz. Peygamber (sav) de veda haccı sırasında halka karşı yaptı­ğı ünlü konuşmasında şöyle demişti:

"Ey Halk! Şunu bilin ki hepinizin Rabbi birdir (aynıdır.) Ata­nız da aynıdır. Hepiniz Adem'den türediniz? Adem ise topraktan yaratıldı. Bilmiş olunuz ki Allah katında en üstün olanınız Al­lah'ın koymuş olduğu sınırlara kaşı saygılı davranmakta daha çok titizlik göstereninizdir. Şunu da bilmiş olunuz ki Arap olanın, arap olmayana karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Bir üstünlük varsa o da Allah'a saygı göstermeye bağlıdır."

Başka bir rivayette de:

"Beyaz insanın siyah tenli olana üstünlüğü yoktur." demiştir. Ne ilginçtir ki Hz. Ömer döneminde Mısırlı bir kipti, Mısır va­lisi Amr b. el-As'm oğlu Muhammed'den dayak yemiş bunun üze­rine kipti bizzat halife nezdinde davacı olmuştu. Halbuki kipti şa­hıs, hem hiristiyan hem de -görünürde- ülkesi müslümanlar tara­fından fethedilmiş mağlup bir milletin çocuğuydu, aleyhinde da­vacı olduğu ve şikayet yapmaya kalkıştığı şahıs ise ülkede egemen olan ve bu ülkeyi fethedip yönetenlerdendi, (bizzat Mısır valisinin oğluydu) Şikayet ise devrin halifesi Hz. Ömer'in ta kendisine arze-dilmişti. Bunun üzerine Halife Hz. Ömer sırf bu şikayet üzerine Mısır'daki valisi Amr b. el-As'ı ve oğlu Muhammed'i birlikte Medi­ne'ye çağırdı.

Vali ve oğlu, Hz. Ömer'in huzuruna varınca Hz. Ömer şikayet­çi Kıpti'yi de çağırarak ona elindeki çubuğu uzattı: -Şu çubuğu al ve -soylu geçinen- bu adama vur bakalım diye emir verdi. Bunun üzerine kipti, Halife'nin elinden aldığı çomakla Mısır valisi Amr b, el-As'ın oğlu Muhammed'e bizzat babasının da gözü Önünde her tarafını yara bere içinde birakincaya kadar dehşetli bir meydan dayağı çekti. Kıpti vurdukça Hz. Ömer Ona:

- Vur şu soylu anne ve babanın oğluna diyor, onu cesaretlendi­riyordu. Muhammed ise darbeler altında iyice haşlandıktan sonra Hz. Ömer Kıpti'ye seslenerek:

- Şimdi de Amr'ın dazlak kafasına vur bakalım diye gürledi ve ardından da Amr'a hitaben:

- Allah'a yemin ederim ki oğlun senden gücünü aldığı için bu zavallı adamı dövme cesaretini kendinden bulmuştur, diyerek onu ağır sözlerle cezalandırdı. Hatta bu arada Kıpti, artık yaptığıyla ye­tinerek:

- Ya Emire'l-Mü'minin! Ben hakkımı aldım ve tatmin de ol­dum. Bana dayak atmış bulunan kimseden, -adaletiniz sayesinde-intikamımı almış bulunuyorum diyerek Mısır valisini adeta çatla-tırcasma topluluk huzurunda memnuniyetini ifade etti.

Cilt: 8

Ondan sonra Hz. Ömer Mısır valisi Amr'a dönerek Ona:

- Behey Amr! Anneleri tarafından özgür olarak doğurulmuş in­sanları ne zamandan beridir böyle köleleştiriyorsunuz! diyerek onu bir daha haşladı. Bunun üzerine vali Amr, Hz. Ömer'den Özür dileyerek bu olaydan esasen haberdar olmadığını anlatmaya çalış­tı. Ondan sonra Hz. Ömer tekrar Kıpti'ye dönerek:

-  Haydi bakalım şimdi uğurlar olsun, ama bak., bir kuşkun olursa mutlaka bana yaz diyerek ona güven verdi. İşte cahiliyetçi lider böyle davranmaz.

Cahili uygulamada yönetimin başındaki hükümdar, esasen bütün halkım kendi hizmetinde ve çıkarlarının sağlanmasında kullanır. Bazan bu, politik olarak öyle tezgahlanır ki halkın bizzat kendisi liderlerin çıkarı için adeta birbirleriyle yarışırlar. Ona ya­kın insanlar hizmetini yapmak ve amaçlarım gerçekleştirmek için birbirlerine karşı yarışırlar. Halifeye gelince O, tam tersine kendi­sini halkının hizmetine amade kılar ve kendisini aynı zamanda bu hizmetten sorumlu tutar. Düşünebiliyor musunuz. Hz. Ebubekir halife seçilmeden önce mahalledeki komşularına yardım ederek onların koyunlarını sağardi. Devlet başkanı olarak seçildikten son­ra birgün bir cariye O'na sesini duyururcasma:

- Artık komşularımız koyunlarımızı sağacaklar mı? diye pata­vatsızca konuşmuş, bu sözleri duyan Hz. Ebubekir hiç de alınma­mış, bilakis şu cevabı vermişti:

- Neden olmasın! Hayatıma yemin ederim ki koyunlarınızı yi­ne sağacağım. Umarım bugün sahip olduğum Önemli statü, daha önceki mütevazi tutumumu ve ahlâkımı değiştirmez.

Ondan sonra da Hz. Ebubekir gerçekten de komşularının -ara­da bir- koyunlarını sağarak onlara yardıma devam etti. Hz. Ebube-kir'in bu cariyeye:

- Kızım, koyunlarınızı güdeyim mi, ya da koyunlarınızı sağa­yım mı? diyerek hoşgörüsünü ifade etmiş ve üzerindeki heybetini bertaraf etmeye çalışmış olduğu söylenmektedir.

Aynı zamanda cariyenin, bu yoldaki isteklerini geri çevirmedi­ği de kaydedilmektedir.

Hz. Ali de şunları anlatmıştır:

"Hz. Ömer'in, birgün arazide koşup durduğunu gördüm. Gi­dip ona:

- Ya Emirelmü'minin nereye böyle acele acele gidiyorsun? diye sordum. Bana:

-  Beytülmal (devlet hazinesi) in sürüsünden huysuz bir deve kaçmış, onu aramaya çıkmış bulunuyorum, diye cevap verdi. Ben de hayretler içinde ona:

- Sen -gerçekten- yerine geçecek olan yöneticiye böyle bir Ör­nek davranış bırakarak onun perişan olmasına neden olacaksın dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer şu karşılığı verdi:

-  Hz. Muhammed (sav)'i peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki şayet Fırat kıyısında bir keçi bile kaybolsa kıya­met gününde bunun hesabı dahi Ömer'den sorulacaktır. İşte İs­lâm'daki halife örneği budur.

Cahili rejimin başındaki devlet yetkilisi ise, üzerinde kontrol kurduğu eyaletlerin ve vilayetlerin servetlerini merkeze çeker. Bu servetleri, esas halkının bulunduğu ve kendisinin de yetişip yaşa­dığı yönetim merkezine aktarır. Bunu sırf özel statüye sahip olan kendi halkı, diğer eyaletlerde ya da vilayetlerde yaşayan insanların sırtından geçinsinler diye yapar.

Hatırlamalıyız ki Roma devrinde Suriye bölgesinde üretilen ta­hıl, Roma Devleti'nin merkezine taşınıyordu. Sırf Bizanslılar ni­metler içinde yüzsünler diye bu yapılırken Suriye halkı açlık çeki­yordu. Cahili düzenin hakim olduğu yerlerde işte bu bir ana kural­dır. Emperyalistler de bu modern çağda aynı şeyi yapmış, sömür­ge haline getirdikleri ülkelerin servetlerini ve gelir kaynaklarını kendi ülkelerine nakletmeyi, sömürge halkmi ise fukaralığın, açlı­ğın ve hastalığın, şiddetli darbeleri altında inlemeye terketmişler-dir. Halife'ye gelince O, bütün vilayet ve eyaletlerin aynı ekonomik ve yaşam düzeyinde olması için bir eyaletten diğer bir eyalete, zo­runlu bir sebep olmadıkça ürünlerinin nakledilmesi, bu sebeple ülkenin bazı yerlerinde kıtlıkların ve felaketlerin yaşanmaması için imkanlarını seferber eder.

Tabi ki İslâm ülkesinin bir bölgesinde yetişen ürünlerin, bir başka bölgesine nakledilmesi böyle bir amaçtan sayılmaz. Bu an­cak bölgeler arası ticaret ve kâr amacına, bir bölgeden alman ürünlerden aynı ürünü yetiştiremeyen ve ondan yoksun bulunan bir diğer bölgenin yararlandırılması suretiyle refah düzeyinin yük­seltilmesi ve dengenin sağlanması amaçlarına yönelik olur.

Örneğin Akdeniz Bölgesinde yetişen zeytinin başka bölgelere nakledilmesi, Suriye'de yetişen meyvamn, Endonezya'da yetişen baharatın ve mesela Pakistan pirincinin, İslâm devletinin diğer bölgelerinde pazarlanması gibi... İslâm nizamı her tarafa hakim olduğu takdirde Hilafet makamının kurulması ile birlikte İslâm Devleti'nin bütün halkı ekonomik açıdan da rahatlayacaklardır. Çünkü insanlar bu büyük dünya devletinin bir bölgesinden diğe­rine çalışmak için kolayca geçebileceklerdir. Zira şu anda ülkeler arasında bulunan çeşitli engeller ve sınırlar artık bulunmayacak­tır. Nitekim bu katı sınırlar yüzündendir ki bazı ülkeler servete bo­ğulmuşken diğer bazıları açlık çekmektedirler.

Aynı zamanda zengin ülkeler fakir devletler üzerinde baskı ku­rabilmekte onları sömürmektedir. Bugün bile, bir ülkede açlık başgösterdiği zaman halk bu yüzden kırılırken, diğer memleket­lerde insanlar cennet ve nimetler içinde yaşamaktadırlar. Afetlere uğrayan ülkelerde de durum böyledir. {İlahi taksimatın gereği ola­rak) bazı yerlerde zenginlik kaynakları çok olur. Ya da toprakları, maden rezervleriyle ve servetlerle dolu olur. İnsanlar böyle yerler­de refah içinde yaşarken başka bir tarafa el uzatmaz yardım et­mez, Ya da diğer ülkelerde yaşayan insanlar buralara gelip yarar­lanma imkanı bulamazlar.

Nitekim sömürgeci ülkelerin durumu böyleydi. Bunlar, zayıf ve güçsüz ülkelerin zenginlik kaynaklarını yağmalayarak kendi Bu ülkeleri ise yoksulluğa t erke diyorlardı. Halbuki İslâm niza-mıyla yönetilen halkların bir özelliği de şudur: Devlete bağlı bütün farklı kitlelerin, (halkların ve milletlerin) ekonomik seviyeleri eşit

Olur [15]

Cahili düzende devlet başkanı, çok kere zor kullanılması ve kan dökülmesi yoluyla ya da tayin edilerek iş basma gelir. Her iki halde de halk böyle bir yönetim biçiminden memnun olmaz. Çünkü toplum siyasi arenadan uzak yaşamak durumunda kalır ve buna zorlanır.

Nitekim tarihlerde okuyoruz ki Sasani imparatoru Şireveyh, ba­bası Perviz'i ve ondan sonra da onyedi kardeşini öldürmüş, sadece sekiz ay kadar tahtta kalabilmiştir. Yerine geçen oğlu Erdeşir'de öl­dürülmüştür. Sonra Şehraz başa geçmiş, o da öldürülmüştür. Sonra imparatorun kızı Boran tahta oturmuş, onu da daha niceleri izle­mişlerdir ki her biri -ister babası ister kardeşi ister efendisi olsun-selefini öldürerek ancak yönetimi ele geçirebilrniştir. Olaylar böyle sürüp gitmiş, ta ki devletler ortadan kalkıncaya kadar.

Bizanslıların durumu da bunlarınkinden daha iyi değildi. Ni­tekim İmparator Fokas öldürülünce yönetim, onun emrindeki ko­mutan Herakleios'a geçti. Ondan sonra da yönetim hep bu şekil­de el değiştirip durdu. Ta ki onların da otoriteleri son buluncaya kadar. Yunanlılar Bizanslılar'dan önce, onlardan çok daha sapkın ve kendi aralarında daha kavgacı ve geçimsiz idiler.

Keza içinde yaşadığımız bu modern çağda da geri ülkelerde askeri devrimler sık sık birbirini izlemektedir. Liderler, komünist ülkelerde görüldüğü üzere ya kalabalık kitleleri arkalarına alarak, ya da çeşitli siyasi manevralarla birbirlerini devirip durmaktadır­lar. Veya liderler günümüzde demokrasi denilen çeşitli siyasi tez­gahlarla yönetimleri ele geçirmektedirler ki bu yöntemle baş vu­rulan oyunlar diğerlerindekinden daha az değildir. Demokrasilerdeki seçim sistemleri de dürüst değildir. Çünkü bu seçimlerde (va­tandaşın vicdanı, tarafsız ve objektif yargısı değil, bilakis) paralar siyasi oyunlar, liderlik rekabetleri ve otomobil konvoylarıyla dü­zenlenen etkileyici şovlar kitle psikolojisi üzerinde çok büyük rol oynar ve yönlendirici etki yapar.

Buna ilaveten sıradan, kültürsüz ve cahil kalabalıkların oyları ile aydın ve olgun insanların oyları bu seçimlerde eşit tutulmakta­dır. Halbuki İslâm nizamında Halifeyi "Erbab-ı Hallü akd" yani (çözücü ve bağlayıcı) olarak bilinen kültürlü, bilgili, tecrübeli, ilim ve irfan sahibi bir topluluk ya da bir danışma meclisi seçer. Bu şahsiyetler toplumun en bilgili ve en dirayetli üyeleri olurlar. Bu­rada dirayet sözcüğünden amaç, siyasi tecrübedir, gücü yerinde kullanabilme yeteneğidir ve duygusallığa yer vermemektir. Halkın genel görüşü bu şahsiyetlerin görüşü doğrultusundadır. Buna gü­nümüzde halkın gücü ya da halk potansiyeli denir. Bu, genellikle ilim adamları, üst düzey yöneticiler, bürokratlar ve yüksek rütbeli komutanlardan oluşur. Halife bunlar tarafından seçileceği gibi Hz. Ebubekir'in yaptığı .üzere onlara danışarak onaylarım aldıktan sonra birini de yerine seçebilir; ya da aralarından bizzat adlarını zikrederek belli bir grubu görevlendirir; -Hz. Ömer'in yaptığı gibi-Onlar da yeni halifeyi seçerler.

Halifenin, yerine geçmek üzere önceden birini belirlemesi ca­izdir. Hz. Ebubekir'in, Hz. Ömer'i seçtiği gibi. Ancak ashaptan bir gruba danıştıktan ve Hz. Ömer için onların görüşünü aldıktan sonra bu kararı vermiştir. Fakat "istihlaf" demlen bu yöntemde duygusallığın hiçbir rolü olmamalı, örneğin -caiz olmakla bera­ber- halife, oğlunu ya da yakınlarından birini belirlememelidir. Ni­tekim Hz. Ömer'e, yerine oğlu Abdullah'ı bırakması için tavsiye yapılınca, bu görüşü ortaya koyan Muğira b. Şa'be'ye:

"Allah canını alsın! Allah'a yemin ediyorum, sen bu tavsiyen­le aslında Allah'ın hoşnutluluğunu kazanmayı hiç de amaçlamış değilsin; Bizim aile olarak sizin yönetiminizde gözümüz yoktur. Bu işi zaten hiç sevmemiştim. Bir de ailemden bir başkasını mı şimdi bu işe bulaştırayım! Eğer gerçekten hayırlı bir iş idiyse işte aileden birimiz bunu yapmış bulundu. Yok eğer kötü idiyse Ömer'in ailesinden bir tek kişinin bu vebale girmiş olması ve Hz. Muhammed (sav)'in ümmeti hakkında sorgulanması yetiyor."

"Doğrusu çok yoruldum, ev halkımı nimetlerden yoksun bı­raktım. Eğer bunun ağır hesabından yakamı kurtarabilirsem -ki

ne günah ne de sevap istiyorum- işte o zaman mutlu olacağım.[16]

Yerine oğlu Abdullah'ı bırakması için kendisine tavsiyede bu­lunulduğu zaman Hz. Ömer istihlafla ilgili olarak ayrıca şöyle de­mişti.

"Hangi tercihi yapacak olsam her birinin daha önce örnekle­ri vardır. Nitekim yerime birini bırakmayacak olsam, işte Hz. Peygamber (sav) öyle yapmıştı. Yok birini seçecek olsam işte Hz. Ebubekir de böyle yaptı."

Hz. Ali'ye gelince, yerine oğlu Hasan'i bırakıp bırakmayacağı sorulduğunda:

"Bunu ne size tavsiye ederim ne de yapmayın derim. Siz da­ha iyisini bilirsiniz." şeklinde kısa bir cevap vermişti. Çekimserli­ğinin sebebi ise bu sırada Hz. Hasan seviyesindeki sahabilerin sa­yı olarak azlığı idi. Bu dönem, sahabilerin ve cennetle müjdelen­miş seçkin şahsiyetlerin sayıca çok oldukları Hz. Ömer zamanın­dan farklıydı.

Muaviye'ye gelince o, yerine oğlu Yezid'i bıraktı. Çünkü bunda devlet ve toplum için yarar görüyordu. Halbuki bu sırada henüz bir grup sahabi hayatta idiler ve Yezid'den -elbette ki- daha üstün kimselerdi. Ne var ki Muaviye İslâm toplumunda baş gösteren an­laşmazlıkların gelişmesinden ve Abdullah b. Zübeyir, Abdullah b. Ömer, Hasan b. Ali ve Abdurrahman b. Ebibekir gibi sahabilerin arasında da anlaşmazlık çıkıp müslümanların birbirlerine girme­sinden korkuyordu. Bu sahabilerin, dünya ve menfaat çamurları­na batmasından endişe ediyordu. Bu nedenle Halife (Muaviye), toplum adına yararlı olacağına inandığı için yerine oğlu Yezid'i bı­raktı. Ne yazık ki bu "istihlaf" yönetimi artık bir kural oldu ve duygusal eğilim sebebiyle, keza işbaşında otoriteyi koruyup aile ege­menliğini devam ettirmek amacıyla bu yöntem yerleşti. Tabi ki bu doğru değildir. Ancak müslümanların onayıyla ve bey'attan sonra bu tür hilafet de legal sayılır. Emeviler, Abbasiler ve Osmanlılar iş­te bu "istihlaf" yöntemiyle (yani önceden veliaht belirlemek sure­tiyle) işbaşında kalmışlardır.

İlk müslümanlar hilafetin bir fırsat olduğunu akıllarının ucun­dan bile geçirmemişlerdir. Nitekim oğlu Abdullah'ı yerine geçir­mesi konusunda Muğira b. Şa'be'nin Hz. Ömer'e yaptığı tavsiyeye karşılık, onun verdiği cevapta bu gerçeği açık şekilde görüyoruz. Aynı zamanda ilk müslümanlar hilafet makamını ele geçirmek amacıyla üstünlük yarışma girişmeyi de asla düşünmemişlerdir. Nitekim Said b. el-As, Hz. Ali'ye.

-  Ey Hasan'in babası. Ey Abdimenafoğulları! Yoksa liderlikte yenik mi düştünüz?! diyerek duygularını tahrik edince Hz. Ali Ona:

- Sen liderliği bir üstünlük yarışı olarak mı yoksa (seçim yoluy­la devralman) bir hilafet olarak mı görüyorsun? diyerek onun bu hizmet makamı hakkındaki yanlış görüşünü (sert bir ifadeyle) dü­zeltmeye çalışmıştı.

Bu cümleden olarak ilk müslümanlar bazı komutanların siya­si heveskarlılarmdan ve ordularının onları sevip yüceltmesinden (ya da günümüzün deyimiyle) Askeri bir yönetimin toplum üze­rinde otorite kurmasından daima endişe ediyorlardı. Böyle bir yö­netimin baskısından ve hilafet makamına görüşlerini zorla kabul ettirmesinden korkuyorlardı. Hz. Ömer'in, Halit b. Velid'i, Şam or­duları baş komutanlığından uzaklaştırmasında bu kanaatin açık etkileri vardır. İşte bu noktadan hareketledir ki biri davranıp hali­fe olduğunu ilan etmeye kalkışırsa hemen öldürülmelidir. H. Pey­gamber uzun bir hadisinde bu konuda şöyle buyurmuştur:

"(Bir halife varken) bir diğeri gelip onunla makam kavgasına girişecek olursa -sonradan gelenin- hemen boynunu vurunuz."[17]

Bilindiği üzere İslâm'ın daha ilk dönemlerinde (genç sahabi-lerden) Hz. Abdullah b. Zübeyr (ra) halife seçilmişti. Emeviler'den Mervan b. el-Hakem ona karşı baş kaldırdı. Sonrada oğlu Abdül-melik b. Mervan bu ayaklanmayı devam ettirdi ta ki hilafet maka­mını Hz. Abdullah b. Zübeyr (ra)den koparıp alıncaya kadar. Bu­nun üzerine halktan biat de alarak Abdullah b. Zübeyr Hazretle­rinden sonra halife oldu.

Hiç kuşku yok ki Abdülmelik'ten önce meşru halife Hz. Abdul­lah b. Zübeyr (ra) idi. Gerek Mervan b. el-Hakem, gerekse oğlu Ab-dülmelik b. Mervan birer isyancı terörist idiler. Fakat halk bugün bu meseleyi yanlış biliyor, hilafet makamının Mervan'a ve oğlu Abdülmelik'e ait olduğunu, Abdullah b. Zübeyr hazretlerinin ise isyancı olduğunu sanıyorlar.

Abdülmelik'in -sözde- meşru halife sıfatıyla onu ortadan kal­dırdığına inanıyorlar. Bu yanlış anlama, şu noktadan kaynaklan­maktadır. Vaktiyle yönetim Emevi ailesinin elindeydi. Dolayısıyla bunun böyle devam etmesi düşüncesi yayılıp tutunmuştur. Bu se­bepledir ki Hz. Abdullah b. Zübeyr Emevi ailesinden olmadığı için sapkın görülmüş, hareketi olağan dışı sayılmıştır.

Daha sonraki dönemlerde İslâm dünyasında birden çok hali­fenin ortaya çıkması olayına ise pek ciddi bakılmaz. Bu sorun, İs­lâm Devleti'nin, zayıf düşmesiyle birlikte îslâmî yönetim sistemi­nin bazı ana kurallarının, uygulamadan kaldırılmasının bir sonu­cudur.

Halife olabilmenin şartlan ise şunlardır: Müslüman olmak, akıllı olmak, buluğa ermiş bulunmak duyuları normal olmak ve bilgi bakımından yeterli olmak. Ayrıca güçlü olmak gibi bir şart, bu kurallar arasında sayılmamış olmakla birlikte hiç kuşkusuz o da örtülü olarak aranır. Çünkü bazı şahsiyetler vardır ki gerçekten -yukarıda sayılan şartların tümüne sahip bulundukları halde ira­deleri zayıf olduğu ve başkalarına çok çabuk inandıkları için üm­meti sevk ve idare etme yeterliliğinden yoksundurlar; ya da insan­ların baş vurdukları hileleri siyasi manevraları bilmez, çok çabuk kandırılırlar.

Şu olaydan ders çıkarmak gerekir: Ebuzer adındaki ünlü saha-bi Hz. Peygamber'den, yönetim işlerinde görev almak için istekte bulununca O 'na:

"- Ya Ebazer! Sen -insanların ısrarı karşısında yumuşayan- za­yıf birisin. Halbuki devlet işlerinde yöneticilik esasen bir ema­nettir.

- Altından çıkılmadığı takdirde ise rezalet ve pişmanlık sebe­bi olur. Ancak onu hakkıyla üstlenenler ve kendilerine düşen gö­revleri yerine getirenler hariç."[18]

Halifenin, Kureyş topluluğu içinden seçilmesi şartına,ve bu şarta kaynaklık eden. Hz. Peygamber'in "Liderler ancak Ku-reyş'ten olur." sözüne gelince, islâm tarihinin ilk dönemlerinde halk (gerçekten de) Beytullah'uı civarında yerleşik bulunan ve onu koruma misyonunu üstlenmiş olan Kureyşten ancak liderlerin çı­kabileceğini kabul ediyordu. Çünkü Kureyş kabilesi tüm arap top­luluklarının belli zamanlarda buluşup toplandıkları bir mevkide bulunuyordu. Arap kabileleri Hac yapmak üzere Mekke-i Müker-reme'ye gelirlerdi. Aynı zamanda Kureyşliler soy bakımından arapların en orta seviyedeki bir kabilesinden idiler. Hz. Peygamber (sav) de bu kabileye mensuptu ve bu dinin elçisiydi. Allah'ın kita­bı Kur'ân-ı Kerîm- O'na inmişti. O da bunu insanlara ulaştırmış, emaneti yerine getirmiş, ümmeti öğütlemişti. Dolayısıyla arapla-rm, bu kabileden başkasına yönetimin dizginlerini teslim etmesi zordu. Nitekim Mekke'li göçmenler Hz. Ebubekir'in devlet başka­nı seçildiği gün Medine'de Beni Saide ailesinin toplantı yerine bu gerçeği gözlediler.

Fakat Kureyşîiler dahil, genel olarak araplar, fetihler sırasında zamanla Arap yarımadasından çıkarak dağıldılar. Birçok arap ka­bileleri fethedilen memleketlere gidip yerleşti. Bu suretle de arap­lar bölündüler, yayılıp parçalandılar. Kureyş'ten de birçok kimse çeşitli çevrelere dağılıp yerleştiler. Hatta fethedilen ülkelere göçüp gittiler. Örneğin Emeviler Suriye'de yerleştiler. Sonraları Dımışk'ta devletleri ortadan kalkınca onlardan bir kısmı Endülüs'e gitti. Bir kısmı da Afrika taraflarına yollanarak dağıldılar. Abbasoğulları Devleti kurulunca bu kez Ehl-i Beyt'ten (Hz. Peygamber'in yakın­larından) birçok aileler gelip Irak'ta yerleştiler. Onlardan bazı gruplar H. 145 yılında Medine'de patlak veren Muhammed Zi'n-Nefs'iz-Zekiyye hareketinin ardından Taberistan' a, Mağrip tarafla­rına ve Afrika ortalarına doğru harekete geçtiler.

Keza onlardan bazı gruplar da H. 169'da cereyan eden Fakh meydan savaşından sonra Medine'den ayrılarak dağıldılar. İşte bu şekilde Kureyşliler, hatta Hz. Peygamber'in yakınları, dünyanın o gün için bilinen birçok uzak yerlerine dağılıp gittiler.

Sonra şunu da biliyoruz ki şehirlerde yaşayanlar medeni haya­tın bir sonucu olarak neseplerini unuttular (kimlerin soyundan geldiklerini, atalarının kimler olduğunu bilmez oldular). Bugün bildiklerimiz, düşünüp tahmin ettiklerimiz bunlardır. Bununla birlikte birçok kitleler fetihlerden sonra arap oldukları kompleksi­ne kapıldılar, Kureyş kabilesinden olduklarını ileri sürdüler; hatta Hz. Peygamber (sav)'e ve araplara olan olağanüstü sevgiden dola­yı Ehî-i Beyt'ten olduklarını bile iddia ettiler. Sözde onların bu soy­dan geldiklerini kanıtlayan şecereler [19] uydurdular.

İslâm dünyasında bu tür şecereler öyle çoğalmıştır ki bunların gerçeğini sahtesinden insan ayıramamaktadır. Gerek buna, gerek İslâm'ın eşitlik prensibine gerekse Allah'ın koyduğu ölçülere bağlı­lık gösterenler hariç, milletler, cemaatler ve kabileler arasında ayı­rım yapılamayacağı kuralından hareketle hilafet konusunda Hz. Peygamber'in şu hadisine tutunabiliriz:

"Başınıza bir köle bile geçecek olursa Allah'ın kitabı ile sizi yönettikçe onun sözünü dinleyin ve ona itaat edin."[20]

Hz. Enes b. Malik Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Söz dinleyin ve amire itaatta bulunun. Allah'ın kitabı ile sizi yönettiği müddetçe başı, bir kuru üzüme benzeyen Habeşli zenci bir köle bile olsa onun emirlerini yerine getirin [21]

îşte Osmanlılar buna dayanarak müslümanlann yönetimini üstlenmişlerdir ki bu dayanak sağlamdır. Yani soyu ve rengi ne olursa olsun hilafet makamına geçebilecek şartlar kendisinde mevcut olan her insan hilafet görevini üstlenebilir.

Bir kişinin hilafet makamında kalabileceği süreye gelince bu, sınırlı değildir ve ölüm, delirme, açıkça küfre sapma (yani İs­lâm'dan çıkma) hilafetin fonksiyonlarını yerine getirememe halle­riyle, görevine engel olacak bir nedenin oluşması dışında halifeye verilmiş olan oyların geçersizliği söz konusu değildir. Gerçek hila­fet fonksiyonlarını yerine getirememe (yani yetersizlik) hali yo­rumlanabilecek esnekliktedir. Fakat ümmetin kendisine bu görevi yüklediği kimse aslında siyasi hırsa kapılmamalı, yetersizliğini sezdiği anda bunu açıklaması ve işten el çekmesi gerekir. En doğ­ru davranış budur.

Fakat (tarihi gerçeklere baktığımızda) en zayıf, en güçsüz ve en son halifelerin bile hilafet makamına, daha doğrusu yönetim diz­ginine yapışıp kaldıklarını görüyoruz. İslâm tarihinde ve İslâm kaynaklarında hilafet süresinin sınırlandırıldığına ilişkin bir kanıt yada bir örnek yoktur. Bu da seçimlerin yapıldığı ülkelerde mey­dana gelen siyasi ve sosyal sarsıntıların İslâm ülkesinde cereyan etmemesi içindir.

Bugün çağdaş dünyamızda bu sarsıntılara, bu çalkantılara sık­ça tanık oluyoruz. Hem sonra halifenin görev süresini sınırlandır­dığımız takdirde ümmeti, onun zaman içinde kazanmış olduğu tecrübelerden, gücünden, dinamizminden ve sahip olduğu dü­şünsel olgunluğundan yoksun bırakmış olacağız. Buna ek olarak zaten bir halifeden diğerine siyasi eğilimin değişmesi çok zordur. Çok şeffaf bir çizgi üzerinde siyaset devam ettiği sürece devletin ya da ümmetin rejimi kesinlikle değişikliğe uğramaz. Çünkü İslâm'ın yönetim şeklinde herhangi bir karışıklık ve günümüz rejimlerinde olduğu gibi bir aldatmaca, bir düzenbazlık ve bir göz boyama yok­tur. Sadece bir şahıstan öbürüne bir takım siyasi görüş farkları var­dır. Tabiatıyla biz her ne kadar yaklaşıklığa taraftar olsak bile illaki Ibu farklar ortaya çıkacaktır.

Örneğin Hulefa-i Raşidin efendilerimiz (ra) ki onlar ümmetin en üstün bireyleri idiler, peygamberlik okulunda eğitilmiş bulunu­yor uygulamada hemen hemen aynı çizgide yürüyorlardı. Buna rağmen siyasette bazı genel noktalarda birbirlerinden farklı görüş­lere sahip olduklarını görüyoruz. Örneğin Hz. Ebubekir danışıyor. Ondan sonra karar veriyordu. Hz. Ömer'se danışıyor ondan sonra uyguluyordu. Hz. Ömer sahabilerin Medine dışına çıkmalarını ya­saklamıştı.

Hz. Ömer sahabilerin vaktiyle Hz. Peygamberle birlikte giriş­miş oldukları cihad hizmetlerini onlar için yeterli sayıyordu. Hz. Osman ise sahabilerin Medine'den ayrılmalarına izin verdi. Hz. Ali onları yanına alıyor ve görevlendiriyordu. Hz. Ömer valilik görev­lerini Öncelikle sahabilere veriyordu. Hz. Osman ise sahabi olup olmamaya bakmadan en güçlü kimselere görev verirdi. Hz. Ali'de güçlülere görev verir ve onları çok ağır bir şekilde sorgulardı. Hz. Ebubekir aynen Hz. Peygamber (sav) 'in yaptığı gibi ehl-i beyt'i la­yık oldukları yerlere koyardı. Hz. Ömer ise onlara yönetimde önce­lik verir, halktan diğerlerini Hz. Peygamber (sav)'le olan beraber­liklerini de hesaba katarak savaşlarda bulunanları ve Mekke fet­hinden önce ehl-i Bedr'i, Mekke fethinden sonra da diğer savaşla­ra katılanları öne alırdı. Raşit halifeler döneminde işte,bu örnek­lerde görüldüğü üzere böyle basit görüş farkları vardı.

Onlar Raşit oldukları halde böyle farklı siyasi görüşler ortaya koymuş olduklarına göre halifelerin sık sık değiştiği çağlarda görüş ayrılıkları olmaz mı?

Sonuç olarak diyebiliriz ki görüşleri daima İslâm ümmeti tara­fından birer genel kural olarak kabul edilen bu ümmet önderleri Raşit halifelerin hiçbirinin devlet başkanlığı süresi sınırlandınl-mamıştır. Bilakis herbiri ölünceye kadar bu görevde kalmıştır. Ke­za onlardan sonra da bütün halifeler bu yolu izlemişlerdir. Bunun­la beraber Raşit halifelerin bazı davranışları ölçü alınamaz. Her­halde onlar İslâm nizamına uymuş, kendiliklerinden bu nizama aykırı bir şey ortaya atmamışlardır. Bu çizgiden sadece Yezid'in oğ­lu ikinci Muaviye farklı davranmıştır. Bu zat kendinde yetersizlik sezerek mevkiini danışma meclisine bırakmıştır.

Müslümanlar toplanıp İslâm'ın sağlam sistemine uygun bir şekilde başlarına istedikleri birini seçsinler diye sorunu müslü-manlara bırakmıştır. Müslümanların geriledikleri dönemlere bak­tığımızda halifelerin makamlarından devrilerek alaşağı edildikle­rini gözlerine mil çekildiğini, öldürülüp parçalandıklarını görüyo­ruz ki bu dönemleri {yukarıda da işaret ettiğimiz gibi) ciddiye al­mıyoruz. Çünkü uygulama artık İslâm'ın sağlam çığrından çıkmış bulunuyordu. Bu dönemler ise hicretin üçüncü yüzyılının yarısın­dan sonra başlamıştır. [22]

 

Kişi Olarakİnsan

 

Allah Teâlâ insanı en güzel biçimde yaratmıştır. Onun terki­binde (organlarının yerli yerine konmasında) takviminde (genel görünümünde, şekil ve biçiminde) tadilinde (vücudunun bölüm­leri arasındaki uyum ve dengede) birer güzellik vardır. Bunu böyle takdir etmiş, böyle irade buyurmuş olmakla hiç kuşku yok ki yüce Allah'ın insanoğluna karşı bir keremi (bir özel muamelesi vardır.) Bu da insanın, Allah nezdinde çok Önemli bir yere, yüksek bir iti­bara sahip olduğunu ve kainat nizamı içerisinde bir ağırlığı bulun­duğunu kanıtlamaktadır. Allah'ın ona karşı olan özel ilgisi ise insa­nın bu çarpıcı yaradılış ve terkibinde (varlığının akıllara durgun­luk veren konstrüksiyonunda) ortaya çıkmaktadır. Gerek son dere­ce dakik ve karmaşık biyolojik yapısıyla gerek donatılmış olduğu eşsiz akıl melekesiyle, gerekse hayretler içinde bırakan ruhî ve ma­nevî yönleriyle insandaki bu çarpıcı tablo ortaya çıkmaktadır. [23]

"Biz insanı en güzel biçimde yarattık.[24]

Allah Teâiâ'nın insana yüklediği çok büyük görevi onun izniy­le yerine getirmesi için: Yaratma, oluşturma, analiz ve sentezde; cazibeyle yörüngeye oturtma ve evirip çevirmede; zenginlikleri ve potansiyel güçleri, servet ve hammaddeleri çıkarmada ve bütün bunları hazır ve işlenmiş hale getirmede ilahî irade işbu yerküre­nin dizginlerini işte bu yeni varlığa teslim etmek istemiş bu alan­da dilediği gibi davranmakta onu serbest bırakmış tır[25]

Allah Teâlâ beşer cinsinden bu yaratığı birçok varlıklara oran­la üstün kılmıştır. Onu -anlatılan bu çarpıcı güzellikteki dış görü­nümüyle, balçık ve ilahî nefha (denilen ruhun) birleşiminden olu­şan bu harika doğasıyla üstün kılmıştır. Bu suretle Allah Teâlâ bu bünye içinde gökle yerin esprilerini bir araya getirmiştir. Bilmedi­ği meçhulleri keşfedebilmesi, yerin servetlerini işleyebilmesi, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilmesi ve bu suretle de doğ­ru yolu izleyebilmesi; içinde kötülük bulunacağını tahmin ettiği her şeyden uzak durabilmesi için akıl melekesiyle donatarak onu üstün kılmıştır.

Allah Teâlâ insanın doğasına birtakım yetenekler yerleştirerek onu yeryüzünde hilafet görevini yapacak yeterliliğe sahip kılmıştır ki insan işte bu yetenek ve yeterlilik sayesinde yeryüzünde deği­şiklikler yapmakta, üretmekte, sentez ve analiz yapmakta ve bu suretle de hayat için lazım olan olgunluğa erişebilmektedir.

Yeryüzünde doğanın üstün güçlerini onun emrine vermiş, gök sistemlerinde ve uzayda bulunan güçlerin yardımıyla ona imdat göndermiştir. Varlık âleminin onu karşıladığı görkemli törenle, içinde meleklerin bile secdeye kapandığı kortejle ağırlayarak yüce yaratıcı bu insanı üstün kıldığını ilan etmiş, onu ağırlamıştır. Böy­lesi bir yüceltmeyi (tüm aşamalarıyla), ulu katından yeryüzüne ka­lıcı olarak indirmiş bulunduğu kitabında (yani Kur'ân-ı Kerim'in-de) da ilan etmiştir. [26]

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin meleklere:

"- Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim dediği[27]nde O'na:

"- Orada anarşi çıkaracak, kanlar dökecek birini mi var ede­ceksin? Oysa biz seni övgünle yüceltiyor ve seni sürekli kutsuyo-ruz, dediler. Allah onlara:

"- Kuşkusuz ben bilmediklerinizi bilirim diye cevap verdi.

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

"Gerçek şudur ki Adem'in çocuklarını (yani insanları) bece­rikli kıldık onların karada ve denizde gezmesini sağladık, onları yararlı gıdalarla besledik. Yarattıklarımızın pek çoğundan onları üstün kıldık."[28]

Allah'ın, insanı üstün yaratmış olmasının ve onu becerilerle donatmasının kanıtlarından bazıları da şunlardır: İnsan kendi gö­zünde de değerlidir. İzlediği yönün ve işlediği fiilin sorumluluğu­nu yüklenmektedir. İşte bu meziyetlerinden dolayıdır ki Allah Te­âlâ onu çalışma dünyası olan bü âlemde emanetçi kılmıştır. El-betteki iyi ya da kötü işlediklerinin karşılığım görmesi ve yaptıkla­rının meyvelerini hesap gününde devşirmesi yani (cezaya çarptı­rılması ya da ödüllendirilmesi) Allah'ın şaşmaz adaletindendir.

Allah katında değerli olan, Allah tarafından önemsenen ve yer­yüzünde üstün kılınan bu insan (ki yeryüzü onun emrine verilmiş, çalışması için hazır hale getirilmiştir) saygın olmalı ve hayatı koru­ma altına alınmalıdır. Çünkü büyük kainat toplumunun içinde in­san, temel yapı taşıdır. Onu öldürmek en büyük cinayettir ve tüm insanları öldürmeye eş değerde sayılmıştır. Uğradığı ölüm tehlike­sinden onu kurtarmak ve hayatının devamı için çalışmak ise tüm insanlığı ihya etmeye eş değerde sayılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır:

"Bu yüzden İsrail oğulların a şu yasayı koyduk:

"Kim birini öldürmeye ya da anarşi çıkarmaya karşılık değil {de boşuna) bir insanı Öldürecek olursa bütün insanları öldür­müş gibi olur; ve kim de onu kurtarıp hayata kavuşturacak olur­sa bütün insanları diriltmiş gibi olur. Gerçek şu ki elçilerimiz ka­nıtlarla onlara geldi. Sonra buna rağmen ortalığı anarşiye boğan yine onlar oldular/"[29]

Said İbnü'I-As, Hz. Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste Hz. Pey­gamber (sav)'in şunu söylediğini nakletmektedir:

"Kişi, yasak olan bir kanı dökmediği (suçsuz bir insanı öldür­mediği) sürece dininde devamlı bir ferahlık içindedir."[30]

Hz, Ömer'in oğlu Abdullah'tan da şu hadis rivayet edilmiştir:

"Kişinin, içine kendini atıp da bir türlü kurtulamadığı talih­sizliklerden biri de haksız yere kan dökmektir."[31]

Bilindiği üzere bir mü'mini haksız yere öldürmenin cezası (bu dünyada) Ölümdür, ahirette ise cehennemdir. Şu var ki yanlışlıkla ölüme sebebiyet verenin suçu nisbeten hafiftir ve tazminatla tela­fisi mümkündür. Çünkü olay yanlışlıkla cereyan etmiştir. Hatanın cezası ise mümin için kaldırılmıştır. Hz. Peygamber şöyle buyur­maktadır:

"Allah, ümmetimin yanlışlıkla ya da unutarak yaptıklarını af buyurmuştur." Yanlışlıkla insan öldüren -keffaret olarak- mü'min bir esirin özgürlüğünü bağışlar, öldürülen kişinin ailesine de bir tazminat öder ve Allah'a yakararak yaptığından pişman olur, tevbe eder af diler.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"- Yanlışlık hariç, bir mü'minin, diğer bir mü'mini öldürmesi asla olacak şey değildir. Bir mü'mini yanlışlıkla öldüren kimse­nin, mü'min bir tutsağı özgürlüğüne kavuşturması ve öldürülenin ailesine bir tazminat ödemesi şarttır; sadakaları olsun diye almazlarsa hariç. Öldürülen (mü'min kişi) eğer size düşman bir topluluktan ise (manevi tazminat olarak) mümin bir esirin, öz­gürlüğüne kavuşturulması gerekir. Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir millettense ailesine bir tazminat ödenmesi ve -yine-mü'min bir esirin özgürlüğüne kavuşturulması lazımdır. Bula­mayan ise -affedilmesi için- Allah'tan tevbe niyetine peş peşe iki ay oruç tutar. Allah Teâlâ ilim ve hikmet sahibidir. Kasıtlı olarak bir mü'mini katledenin cezası ise sonsuza dek cehennemdir. Al­lah Teâlâ ona karşı öfkelidir. Ona lanet etmiş ve ona korkunç bir işkence hazırlamıştır.[32]

Müslüman kişi katil olmadığı, dininden dönmediği ve zina yapmadığı sürece onu öldürmek helal değildir. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır.

"Allah'ın bir olduğuna ve benim onun elçisi olduğuma tanık­lık eden hiçbir müslümanm -şu- üç şeyden birini işlemedikçe öl­dürülmesi helâl olamaz: Dul zinakâr (yani dulken zina eden}, ca­na can (yani insan öldüren), topluluktan ayrılarak dinini terke-den."[33]

İnsanın canına kıymak yeryüzünde büyük fesat ve anarşiye yol açacağı için, eğer bir grup insan suçsuz yere birisini zulmen öldü-rürlerse hepsi birden ölüm cezasına mahkum olurlar. Bu nedenle­dir ki Hz. Ömer şöyle diyor:

"Eğer San'a kentinin halkı -tutalım ki- bir insanı suçsuz yere öldürecek olursa, hepsini birden idam ederim."

Allah Teâlâ'mn:

"Ey İnsanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık; Aranızda tamşasınız diye sizleri kabilelere ve -ayrı ayrı- milletlere ayırdık. Ancak Allah katında en üstün olanınız. Allah'ın koymuş bulun­duğu sınırları çiğnememekte en duyarlı davrananınızdir." Diye buyurduğu üzere insanlar -yukarıdaki- takva ölçüsü hariç, eşit ol­dukları için, İslâm toplumunda (yani-islâm nizamının uygulandı­ğı ülkede) farklı sosyal sınıflar olmaz. İnsanlar kanlan bakımından da birbirlerinden farklı değildirler. Bu nedenle kan tazminatında birinden diğerine herhangi bir fark yoktur.

Kısasta da bir kimse ile bir diğeri arasında fark yoktur. Sumra b. Cundub'tan rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediği anlatılmaktadır:

"Kölesini öldüreni öldürürüz; Kölesini sakatlayanı sakatlarız." Bir diğer rivayette ise: "Kölesini hadımlaştıranı hadımlaştırırız." [34]

Efendinin, kölesi ile olan bağı, açısından âlimler (müctehit hu­kukçular) arasında çok basit bazı görüş farkları varsa da genel ku­rallar -yukarıda açıklandığı üzere- aynıdır.

Tabiatıyla {insan canı) çok büyük değer taşıdığı ve kişi, kendi­ne değil, ümmete ait olduğu için sırf görevlerden kaçmak, vermek­te olduğu yaşam ve mücadele sınavından kurtulmak amacıyla ha­yatına veremez. Kişi böyle bir yetkiye sahip değildir.

Ebû Hureyre'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediği nakledilmektedir.

"Kim bir uçurumdan kendini atar ve canına kıyarsa o kimse cehennem ateşinde sonsuza dek yuvarlanıp durur; Ve her kim ki zehir içerek canına kıyarsa o insan elinde zehiriyle birlikte ce­hennemde kalır; Keza kendini bir demir parçasıyla öldüren in­san da elinde demiriyle birlikte cehennem ateşine girerek onu karnına saplayıp durur ve sonsuza dek cehennem ateşinde ka­lır." (!)

Allah katında çok değerli olan, işte bu insan (denen varlığın) zulme uğramaması lazımdır. Allah Teâlâ -elbetteki- zalimleri sev­mez ve zalimler onun verilmiş bir vadine nail olamayacaklardır, yaptıkları zulmün karşılığında cehennemle cezalandırılacaklardır.

"İbrahim, Rabbi tarafından bir takım emirlerle denenmiş, o da bu emirleri yerine getirmişti -bunun üzerine- Allah ona:

- Seni insanlara önder kılacağım dedi. Oda:

- Ya soyumdan olanlara (ne yapacaksın?) deyince,

- Zalimler benim verdiğim sözden faydalanamaz, buyurdu."[35]

"İnanıp da güzel işler yapanlara gelince onlara ödülleri verile­cektir. Allah zalimleri sevmez[36]

"Onlardan kim ki "Ben Allah'tan başka bir ilahım" diyecek olursa işte onu cehennemle cezalandıracağız. Zulmedenlerin ce­zasını işte böyle veririz."[37]

"İnsanlara baskı yapan ve ortalıkta hiç yere anarşi çıkaranlara karşı durulmalıdır. İşte bunlara can yakıcı işkence vardır."[38]

Ebuzer'den rivayet edilen bir kudsi hadiste Hz. Peygamber (sav) Allah Teâlâ'dan şunları nakletmektedir:

"Ey kullarım ben zulmetmeyi kendime yasaklamış bulunuyo­rum. Aynı zamanda aranızda da onu yasakladım. Öyleyse birbiri­nize zulmetmeyiniz."

Zulüm denen muameleden biri de insanları aşağılık hale getir­mek, onların özgürlükleri üzerinde baskı kullanmak, ihtiyaç duy­dukları maddeleri azaltmak ve onları dışına tasam ayacakları sınır­lı alanlarda kısıtlı tutmaktır.

Esasen Allah katında kendisine çok büyük değerler verilmiş bulunan bu insan (denen varlık) aşağılanamaz, onunla alay edile­mez, korkutulamaz, terör ve dehşetle ürpertilip sindirilemez ve namusuna dokunulamaz.

"Ey iman edenler içinizden bir grup, bir diğerini alaya alma­sın. Olaki (alaya almanlar) diğerlerinden daha hayırlıdırlar. Keza bir grup kadın diğer bir grubu alaya almasın. Olaki (alaya alınan­lar) diğerlerinden daha üstün olurlar. Mimiklerle birbirinizi aşa­ğılamayınız, birbirinize çirkin lakaplar takmayınız; iman etmiş olduktan sonra birbirinize bu isimleri takmak ne kadar da çir­kindir. Tevbe etmeyenler ise zalimlerin ta kendileridir. Ey iman edenler zanna kapılmaktan çok sakınınız. Gerçekten de zannın bazısı günahtır. Sır araştırmayınız, birbirinizi çekiştirmeyiniz. İçinizden biri, ölmüş kardeşinin etini hiç yemek ister mi? Halbu­ki bundan iğrenirsiniz. O halde Allah'ın koyduğu sınırlan çiğne­memek için çok duyarlı olunuz. Allah tevbeleri gerçekten kabul eden ve rahmetle muamele edendir."[39]

Hz. Ebu Hüreyre (ra) Rasulullah (sav)'tan rivayet ettiği bir ha­diste şunları nakletmektedir:

'Aman ha! Zanna kapılmaktan sakınınız. Zan, sözlerin en ya­lanıdır, sır araştırmayınız, çirkin amaçlarla yarışmayınız, birbiri­nizi kıskanmayınız, birbirinize kin bağlamayınız, birbirinize sırt çevirmeyiniz, Allah'ın kullan olarak kardeş olunuz."[40]

Başka bir hadisinde de şöyle buyurmaktadır:

"Müslüman, müslümanin kardeşidir, ona zulmetmez, onu sorunlarla başbaşa terketmez ve onu aşağılamaz." Sonra Hz. Pey­gamber göğsünü işaret ederek: "İşte takva buradadır." Şunu bilin-ki kişinin, müslüman kardeşini aşağılaması ona günah olarak yeter artar bile; Müslümamn her şeyi, kanı, malı ve namusu diğer bir müslümana yasaktir."[41]

İslâm, kişinin isteklerine engel olmaz. Örneğin, insan eğer maddi açıdan ruhsal açıdan ve eğilim olarak yeterli imkanlara sa­hipse birden fazla kadınla evlenebilir. Eş olarak seçmiş bulunduğu kimseyle birlikte yaşamanın mümkün olamayacağım gördüğü zaman da boşanabilir. Çünkü insanların yapıları birbirine uymaya­bilir, mizaçları birbirine ters gelebilir. Dolayısıyla yaşam, eşlerin ikisi için de cehenneme dönüşeceğine, her biri kendisine uygun bir yaşam tarzını bulabilir ve umulur ki kocaya boşamayı yasakla­yan başka dinlerin aksine, Allah Teâlâ koyduğu bu İslâm nizamı sayesinde onların herbirine daha hayırlı birer eş nasip eder. Du­rum ve şartlar ne olursa olsun, aralarındaki sorunlar ne kadar bü­yük olursa olsun Allah bu imkanı bahşedebilecek güçtedir.

Eşlerin boşanmasını yasaklayan (muharref} dinlerin mensup­ları arasında bu nedenledir ki mefsedet (yani çirkin fiiller) meyda­na gelmiş, rezalet ve hayasızlık yayılmıştır. Çünkü bu toplumlarda kişi, birden fazla kadınla ilişki, kurmakta, fakat bu kadınları helal eş değil, metres olarak kullanmaktadır. Çünkü onların dinleri bir­den fazla kadınla evlenmeyi yasaklamıştır. Bu da toplumda çeşitli sorunların yaşanmasına neden olmuştur.

Keza İslâm nizamına göre akdın da kocası ölünce tekrar evle­nebilir. Nitekim İslâm toplumuna baktığımızda kadının birden çok evlendiğine şahit oluyoruz.

Bu cümleden, tarihte örnek olarak görüyoruz ki Umeys kızı Esma, vaktiyle Hz. Ali'nin kardeşi Cafer b. Ebu Talip'le evliydi. Ca­fer, Mu'te savaşında şehit olunca Esma bu kez Hz. Ebubekir'le ev­lendi. Hz. Ebubekir de vefat edince Hz. Ali ile evlendi. Her üçün­den de çocuk doğurdu. Her üçüyle de mutluluk ve refah dolu bir beraberlik sürdü. Gerçek sevgi sayesinde bu berabelikler korundu.

Bir ara Cafer b. Ebu Talib'in oğullarından biri ile Hz. Ebube-kir'in oğlu Muhammed (Cafer mi yoksa Ebubekir mi daha üstün diye) tartışırlar. Esma ikisinin de annesidir.

Hz. Ali de bu tartışmaya şahit olur ve onlara:

-  Bunu anneniz Esma'dan sorun, der. Onlar da sorarlar. Esma şu cevabı verir:

- Ben, ne Cafer'den üstün bir delikanlı ve ne de Ebubekir'den üstün bir orta yaşlı gördüm. Bu kez Hz. Ali söze karışarak:

- Peki söyler misin Esma, beni onların yanında nasıl buluyor­sun? deyince ona da:

- Esasen üç üstün insanla yaşadım ki sıra itibariyle sen onlar­dan sonra geliyorsun ve Allah'a yemin ediyorum ki eğer böyle de­ğil de (senin onlardan üstün olduğunu ileri sürerek) değişik bir ifa­de kullanacak olursam seni darıltmış olacağım, der.

Başka bir Örnek olarak el-Haris Kızı Ümmü Hakîm, vaktiyle Ebu Cehil oğlu İkrime ile evliydi. İkrime Ecnadîn Savaşında şehit olunca Ümmü Hakim bu kez Halid b. Said b. el-as ile evlendi. O da Marc es-Suffar'da şehid olunca Ömer b. el-Hattab'la evlendi.

Keza Zeyd b. Amr b. NufeyTin kızı Atike de vaktiyle Hz. Ebube-kir'in oğlu Abdullah ile evliydi. Taif'te isabet alarak ölünce Ati-ke'yle Hz. Ömer evlendi. Hz. Ömer de vefat edince Zübeyir b. el-Avam onunla evlendi. O da şehid olunca Hz. Ali Atike'ye evlenme teklifinde bulundu. Fakat Atike bu teklifi kabul etmedi. Ona karşı isteksiz olduğu için değil, bilakis {daha önceki kocaları gibi) onun da vurulacağından korktuğu için bu teklifi reddetmişti. Nitekim Hz. Ali de Atike ile evlenmediği halde vuruldu.

Kadının kocası da ölebilir. Bu durumda {bazılarının zannettiği gibi) sırf kendisine bakmak için değil aynı zamanda bir hayat ar­kadaşı olarak da kocaya ihtiyacı olabilir. Şu halde kadın evlenmek istediği zaman buna hakkı vardır. Bazı dinlerin mensupları arasın­da görüldüğü üzere kimse O'nun bu isteği karşısında engel olarak duramaz. Nitekim bu toplumlarda, kadının, kaybederek arkasın­dan dul kaldığı kocasının hatırasını koruyabilmesi için evlenmesi­ne engel olurlar.

Ancak İslâm nizamının, insana bahşettiği bu üstünlüğün, ona vermiş olduğu bu özgürlüğün de bir sınırı vardır. Zira hiçbir yerde sınırsız özgürlük yoktur. Bilakis insanın hürriyeti başkalarının hürriyetinin bittiği yerde başlar. Aynı zamanda din ve inancın izin verdiği kadarla sınırlıdır.

Kişi çirkin sözler kullanamaz, başkasına lakap takamaz, kim­seye sövemez, lanetleyemez, çekiştiremez başkasının ırz ve namu-

suna dil uzatamaz, toplumun inançlarına saygısızlık edemez. Evinde dahi {komşularını rahatsız edecek şekilde) gürültü ede­mez, radyo ve televizyonun sesini yükseltemez. Civarındaki insan­ların huzurunu kaçıramaz. Çünkü bu tür davranışlardan biri nef­retin yayılmasına, düşmanlıkların genel bir hal almasına, insanın yaşadığı ortamda çirkin söz ve ifadelerin yerleşmesine sebep olur.

Kişi İslâm ümmetinin çıkarlarına zarar verebilecek, ya da üm­met düşmanlarının çıkarlarına hizmet edebilecek, müslümanların sırlarını Öğrenmelerine yarayabilecek herhangi bir davranışta bu­lunamaz, bu doğrultuda bir tavır koyamaz. Bu konuda sözlü dav­ranışlar için geçerli olan her şey yazılı davranışlar içinde geçerlidir.

Kişi, toplumu' [42]'rahatsız edecek biçimde giyinme hakkına sa­hip değildir. Erkeğin kadın, kadının da erkek kıyafeti giymesi gibi. Keza kişi toplumun yabancı olduğu giysi türlerini de giyemez,-vü-cudunun birçok yerini göstererek çıplak dekolte kıyafetlerle geze-mez, tahrik edici yerlerini açarak özgürlük adına caddelerde kırı-tamaz. Bütün bu davranışlar İslâm toplumunda yasaktır.

Ebu Hureyre (ra) Hz. Peygamber {sav)'in kadın gibi giyinen er­keğe ve erkek gibi giyinen kadına lanet ettiğini nakletmektedir.[43]

Kişi özgürlük adına caddeleri işgal edip bu gibi genel alanlar­da bina kuramaz, insanların yollarını bu şekilde kapatamaz, inşa­atını çok yükseltip etrafın ışık ve havasına engel olmaz, yollar üze­rinde kazı yapamaz, suların halka ulaşmasını Önleyemez.

Keza müslüman kişi İslâm ümmetinin ürünlerini ümmet düş­manlarına satamaz, yaşadığı muhitte düşmanların ürünleri lehin­de propaganda ve reklam yapamaz. Ümmetin ihtiyacı varken kü­für diyarında yatırım yapamaz. İleride kafirlerin istifade edebile­cekleri şekilde onların para ve sermayelerini getirip İslâm toprak­larında yatırım projeleri için işletemez.

Müslüman kişi bir sorumluysa, yönetimi altında bulunanların prestijini kıramaz; bu suretle onların Özgürlüklerini bastıramaz, îslâm'a çağrı ve mesaj verme -daimi- faaliyetlerini sekteye uğrata-maz, seyahat hürriyetini kısıtlayamaz, her şahsî isteğine boyun eğer hale gelsinler diye; aynı zamanda bu sayede onların üzerinde sıkı bir otorite kurabilmek, sonra da işsiz güçsüz bırakıp, ihtiyaçla­rı peşinde koşuşturan fırın kapılarında, durak ve istasyonlarda zo­runlu gıda maddelerinin satış yerlerinde pasaport ve vize başvu­rularında, kuyruklarda beklemeye onları mahkum ederek perişan hale getiremez, onları fukaralaştıramaz. Çünkü halk perişan oldu­ğu zaman diktatöre boyun eğer hale gelir, toplumu zulümden, toprağı zorbalardan koruyamaz. Özgürlük hiçbir zaman köle ve esirlerin eliyle gerçekleşemez. Şu halde özgürleştirme imkanına sahip olabilmek için her şeyden önce özgür olmak gereklidir.

Bu bağlamda yine İslâm şeriatının saptadığı bazı müeyyideler vardır ki bu müeyyidelerle kişi olarak (konumuz olan) değerli in­sanın özgürlük sınırları çizilmiştir. Şüphe yok ki ümmetin mutlu­luk ve esenlik içinde yaşamasını sağlamak amacıyla kişiler olsun tüm toplum olsun diğerlerinin de çıkarlarını korumaktan başka bir nedenle kişi özgürlüğü sınırlandırılmamışlar.

Müslümanlar gerileyince İslâm nizamında buna paralel olarak halkalar birbiri ardına kopmaya başladı; halk, dini vecibelerini ih­mal eder oldular. Bu çöküşle beraber düşmanlar da onlara baskın çıktılar. Sonuç olarak zayıf düşenler (müslümanlar), güçlü olanla­rı (ehl-i küfrü) örnek almak durumunda kaldılar. Bu gelişmenin de etkisiyle zorbalar, kitleler üzerinde egemenlik kurdular. Ahlaksız­lık odaklarının başındaki insanlar cemiyette söz sahibi oldular. Dolayısıyla ahlâksızlık yayıldı. Günümüzde halk arasında çirkin sözlerin, çeşitli sövgülerin, çekiştirme ve lanetlemelerin yayıldığı­nı görür olduk. Bugün insanlar birbirinin ırz ve namuslarına dil uzatmakta, meskenlerin içinde gerek gürültü çıkararak gerekse radyo ve televizyon gibi iletişim araçlarının seslerini yükselterek başkalarının dokunulmazlığını hiçe sayarak etrafa eziyet vermek­te, çirkin sözler sarfederek toplumun inançlarına karşı saygısızlık yapmaktadırlar.

Keza bazı kimseler, söz ve davranışlarıyla tavır ve tutumlarıyla adeta düşmanlara değer vermekte, müslümanları ise çiğnemekte, onlara ait sırların ortaya serilmesine hizmet etmektedirler. Bazı kimseler çirkin ve İslâm örfüne aykırı giysilerle dolaşmakta, kimi erkekler kadın kılığına ve bazı kadınlarda erkek kılığına girmekte, neredeyse çıplak gezmekte ve özellikle kadınlar bunu özgürlük adına yapmaktadırlar.

İnşaatlar oldukça yükseltilerek, halkın hareket alanları olan caddelerin ve yolların dokunulmazlığı çiğnenerek, İslâm'ın yasak­ladığı şeylerin ticaretini yaparak, ümmet düşmanlarına ait malla­rın reklam ve propagandası yapılarak müslümanlara ait servet ve paralarla küfür diyarında yatırım yapılarak ya da kafirlerin parala­rıyla (finans kaynaklarıyla) müslümanlara ait yatırım projeleri ger­çekleştirilerek ümmete zarar verilmektedir. Günümüzde İslâm şe-riatine uygun olan ya da şeriatın zorunlu emri olan birçok şey, ya­bancı yahut çirkin sayılmaktadır. Tabiatıyla İslâm düşmanlarının, düşünce ve kültürlerinin etkisiyle bütün bunlar -maalesef- yerleş­miştir. Bu da müslümanlarm günümüzde içine düştükleri çökün­tünün bir sonucudur. Bu çöküntünün sosyal hayatta görülen so­nuçlarından bazıları da şunlardır:

Kadının dul kaldıktan sonra evlenmek istemesi durumunda, onun kendisini sırf geçindirecek biriyle evlenmek istediği sanıl­maktadır (Yani onun, erkeğin evlenmek isterken amaçladığı şeyle­ri düşünmediği sanılmaktadır). Halbuki kadın da sırf kendisini ge­çindirecek biriyle evlenmekten çok, erkeğin evlenmekten amaçla­dığını düşünmesi doğru olmaz mı? Çünkü fıtrat da bunu böyle ge­rektirmektedir ve eğer dul bayanla, kayınbiraderi evlenecek olur­sa birçok dedikodulara konu olacaktır.

Nitekim Hz. Ali'nin daha önce (yengesi olan, Cafer'in dul eşi) Umeys kızı Esma ile evliliği -yukarıda- inceledik. Böyle bir soru­nun olmadığını gördük.

Eğer günümüzde dul bir bayan (değil kayınbiraderi ile) koca­sının bir arkadaşı ile dahi evlenecek olsa birçok dedikodulara ko­nu olacaktır. Sonra, ashabın, arkadaşlarının dul kalan eşleriyle evlendiklerini görüyoruz. Bu tür evliliklerde esasen vefat eden şah­sın geride bırakmış olduğu emanetlere sahip çıkmak, geride kalan eşi, himaye altına almak, ona değer vermek ve İslâm'ın bu konuda istediklerini gerçekleştirmek gibi çok önemli hedefler vardır. Bu­gün insanların bazıları, dul bayanların evlenmemelerine taraftar­dırlar. Halbuki bu, Onu rağbet duyduğu şeyden uzaklaştırmakta­dır ve insanın fıtratına da aykırıdır. Nitekim bu tür baskılardan bir­çok ahlâksızlıklar sonuçlanmakta ve toplumu etkilemektedir.

Keza kadınla ilgili olarak sözkonusu edeceğimiz çok evlilik meselesi ve daha birçok konuyu düşmanlar işlemekte ve bunlar­dan sebep İslâm'ı suçlamaktadırlar. Özet olarak denebilir ki, İslâm toplumunun çökmesiyle birlikte Allah'ın değer vermiş bulunduğu bu insan denen üstün yaratık bugün tamamen tesadüflere terke­dilmiş ve ihmal edilmiştir.

Mevcut şartların ve ümmetin içine düşmüş olduğu çöküntü­nün, uğradığı geri kalmışlığın sonucu olarak; keza üzerinde ege­men olan haçlı-siyonist dünyasının kültürü etkisiyle bugün müs-lümanlar arasında tutunan düşünce ve yaklaşım biçimleri yüzün­den materyalist uygarlık ölçüleri dünyaya hakim olmuş ve bu öl­çüler -ne yazık ki- evrensel değerler olarak kabul görmüştür. Bü­tün bu kavramlar, bu düşünce ve yaklaşım biçimleri eğer İslâm inancına aykırı ise reddedilmesi gerekir. Çünkü eğer böyle ise bunların ucunda tüm dünyanın mutsuzluğu ve yıkımı vardır. Ge­rek Allah tarafından üstün kılınan insanla ilgili değerleri, gerekse onu yüceltmek üzere konmuş olan yasaları ancak ashabın ve Hz. Peygamber (sav)'in anladıkları şekilde anlar, bu ölçülerin dışında olanları kabul etmeyiz.

Öyle ise bu ölçüleri bizler uygulamaya koymalıyız ki insanoğ­lu mutluluktan nasibini alabilsin ve tüm insanlık dünyası refah, doyumluluk ve barış içinde yaşayabilsin. [44]

 

Toplum

 

İslâm toplumu, müslümanlardan, zimmet ehlinden ve onlara bağlı topluluklardan oluşur. Bunlardan başka (diğer dinlere men­sup kitleler) bu topluluğun içinde bulunamazlar. Çünkü İslâm yö­netim sistemi putlara tapanların, müşriklerin ve (Hz. Ali, Adiy b. Müsafir, el-Hâkim Biemrillah ile Ağahan gibilerini tanrılaştıran) yani insan cinsine kulluk eden diğer müşrik grupların İslâm diya­rında ve müslümanlar arasında yaşamalarına izin vermez.

Bu grupların, aşağıdaki yollardan birini seçmekten başka çare­leri yoktur. Binaenaleyh ya İslâm topraklarım terkederler; ya (Mu­sevilik ve Hıristiyanlık gibi) kitaplı dinlerden birine veya bu dinler­le eş değerde sayılan mecusiliğe, ya da İslâm dinine girerler; veya­hut silahı seçerler.

Şu halde İslâm toplumu birçok dinlere bağlı çeşitli gruplardan arı ve sade bir toplumdur.

Toplum, kendi bireylerinden bir şahsa (daha önce kişi olarak insan konusunda sözünü ettiğimiz) sınırlar içinde bir özgürlük ta-nımakdır. Çünkü eğer bu hürriyeti ondan esirgeyecek olursa onun yaratıcılık gücünü yitirmesine sebep olacak, hayata bağlanma duygularını öldürecek, -karnını doyurabilmek için- usanç duyacağı her işi yapmaya onu zorlayarak kendisine boyun eğdirecek ve nihayet her zorbanın ve özentiyle bünyeye sokulmuş her yabancı unsurun karşısında dize gelecektir.

Toplum, insanın var oluşuyla birlikte onun ruhunda doğal ola­rak bulunan mülk edinme hakkını kişiye tanımalıdır. Nitekim ço­cuk, sevdiği şeyi hemen kapıverir ve malıdır diye hevesle sahiplen­diği şeyleri gizlemeye çalışır. Eğer ona engel olursanız, onu yarala­mış ve size karşı içinde olumsuz duygular beslemesine neden ol­muş olursunuz. Şayet onunla aranızda büyük bir yakınlık bağı yoksa bu kez onun bu duygulan ciddi bir kin düzeyine ulaşabilir. İşte bu sebepledir ki, bireylerinin arası daima açık olsun ve birbir­lerini sevmesinler diye vatandaşlarından mülkiyet hakkı yasaklan­mış olan ülkelerde çocuklara işte böyle muamele edilmektedir.

İlgili yönetimler dize gelmiş bulunan bölgeler üzerindeki kontrollerini sürdürmek ve devlet adamlarının, devletin mülkiye­tinden yararlanabilmeleri amacıyla bu yönteme başvurulmakta­dır. Bunlar, kendileri için doğal bir hakmış gibi devletin mal varlı­ğını istedikleri gibi kullanır, refah içinde yaşarlar; Büyük bir İsrarla da dağıtırlar. Halbuki toplumun geriye kalan bireyleri çok kötü şartlar içinde birer zavallı olarak yaşarlar. Bütün bunlara ilaveten, hak ve Özgürlüklerinin bir bölümü kısıtlanan insanın yaratıcı yete­nekleri zamanla körelir, morali çöker, verimi azalır, imkan ve ener­jisinden ancak azım kullanır. Bu nedenlerle verdiği ürün de az olur.

Buna bağlı olarak ümmetin elde edeceği ürünün miktar ve se­viyesi düşer. Kaynaklarına sahip olduğu halde iletemediği için; ye­dek stokları varken bunları kullanamadığından; elinde potansiyel güç bulunmakla beraber bundan yararlanmadığı için başka, mil­letlere muhtaç duruma düşer. Bütün bu olumsuzluklar ise istenen geçim ve rafah düzeylerini yakalayamamış olan fukara vatandaş­ların ve sömürülen kitlenin hesabına işler, fatura onlara çıkar.

Şu varki aynı zamanda kişinin mülkiyeti, özgürlük adına bir zulüm aracı da olamaz. Toplumun gücünü kendi şahsi çıkarı uğru­na kullanamaz ta ki faiz ve İslâm'da ticareti yasak olan malların alım satımıyla elinde bir servet toplanmış olsun; ondan sonra da toplumun tümünü kendi özel işlerinde kullanabilsin; Başkalarının omuzlarına basa basa yükselsin ve bütün ipler eline geçmiş olsun. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktan":

"Kim ticari spekülasyon yaparsa hataya düşmüş olur." [45]

Allah Teâlâ da şöyle buyurmaktadır:

"Faiz yiyenler, aynen cin çarpmış gibi mezarlarından kalka­caklardır." Faiz de ticaret gibidir, dedikleri için böyle olacak. Oy­saki Allah ticareti serbest, bırakmış, faizi ise yasaklamıştır. Bina­enaleyh rabbinden gelen öğüt üzerine kim vazgeçecek olursa (bu yasaktan) önceki (faizler) kendisine aittir ve işi Allah'a kalmıştır. Kim yeniden (faize) dönecek olursa işte onlar artık cehennemlik­tir; Sonsuza dek orada kalacaklardır. Allah faizi mahveder, sada­kaları ise verimli kılar. Allah inatçı kâfirlerin hiçbirini sevmez." [46]

Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Zulüm yaptıkları, insanları Allah'ın yolundan çevirdikleri, (men oldukları halde) faiz aldıkları ve haksız yollarla insanların mallarını yedikleri için vaktiyle serbest olan güzel şeyleri onlara yasakladık ve kafir olanlarına da acı veren bir işkence hazırla­dık." [47]

Keza İslâm, Kur'an'da yasaklanmış olan herşeyin satışını ve ti­caretini men eder. Alkollü içkiler, uyuşturucu maddeler ve domuz eti gibi... Bu maddeler haram yollarla kazanılan paralar için en bü­yük ticaret mallarıdır. Ve bu yollarla servet yapmak için en çok baş­vurulan araçlardır.

Toplum, yönetimde kendisini temsil ettirerek halka iş bulma­lı, miskinleşmeyi ve tembel tembel oturmayı yasaklamalıdır. Hz. Ebû Hureyre'den rivayet olunan bir hadiste Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:

"Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki içinizden biri ipini alıp sırtında odun taşıyarak onu getirip satması, elde ettiği parayla geçinmesi ve o parayla iyilikte bulunması onun bir ada­ma gidip -versin ya da vermesin- kendisinden bir şey dilenme­sinden daha hayırlıdır[48]

Kişi esasen kendinin değil bütün ümmetin malı olduğu için yönetim onu çalışmaya mecbur etmeli ve parası olduğu için ser­vetiyle yetinecek diye tembel tembel oturmaktan, ihtiyacı yok di­ye çalışmamaktan onu men etmelidir. Ümmetin ihtiyacı bulundu­ğu sürece kişi ne kadar ihtiyaçsız olursa olsun çalışmak zorunda­dır. Çünkü birey, toplumun malıdır. Ama ona işbulmak yönetimin görevidir.

Hz. Enes şunları naklediyor, diyor ki:

"Ensar'dan biri Hz. Peygamber'e gelerek ihtiyaç duyduğu bir şeyler istedi. Hz. Peygamber ona:

- Evinde hiçbir şey yok mu? diye sordu. Adam:

- Var ama şöyle: Bir bez var, bir kısmı ile üstümüzü Örtüyor, bir kısmını da altımıza seriyoruz. Bir tane de kap var; onunla su içiyo­ruz. Hepsi bu kadar.

Hz. Peygamber ona:

- Git bana onları getir dedi. Adam da gidip bu iki şeyi Hz. Pey­gamber'e getirdi. Allah'ın elçisi onları eline alarak orada bulunan­lara: "Kim bunları satın almak ister?" diye sordu. Adamın biri:

-  Ben bir dirheme alıyorum, dedi. Hz. Peygamber bu kez de kim bu fiyatı artırmak ister diyerek üç defa tekrarladı. Bunun üze­rine başka biri müşteri çıkarak ben iki dirheme alıyorum dedi. Hz. Peygamber de eşyaları ona vererek kendisinden iki dirhem alıp Ensarh adama verdi ve ona şu öğütte bulundu:

"Şimdi git bu iki dirhemden biriyle ailene yiyecek al, diğeriy­le de bir balta al ve bana getir."

Bunun üzerine Ensarlı adam gidip bir balta satın alarak getir­di. Hz. Peygamber bizzat eliyle bu baltaya bir sap takarak kendisi­ne şöyle dedi:

"Şimdi git odun kes ve götürüp sat. Haydi bakalım on beş gün bana görünme."

Bunun üzerine adam gidip odunculuk yaptı ve odununu sattı. On beş dirhem kazanmış olarak da döndü. Bu paranın bir bölü­müyle elbise, bir bölümüyle de yiyecek aldı. Hz. Peygamber ona:

-  İşte bu yaptığın, gelip dilenmenden daha hayırlıdır. Çünkü dilenmek kıyamet gününde senin yüzünde bir leke olur. Dilenmek ancak şu üç kişi için caizdir: Hiç bir şeyi bulunmayan yoksul kişi, çaresiz kalan borçlu ve çalışamayacak kadar izdıraplı hasta."

Biz, çalışmak için gerekli olan şartların ve çalışmaktan güdü­len amacın ne olduğu hakkında herhangi bir açıklamaya burada ihtiyaç duyacak durumda elbette değiliz. Çünkü bunlar herkesçe gayet açık şekilde bilinen şeylerdir. Ancak şunu belirtmek gerekir-ki bu şartlardan biri: yapılacak işin haram olmaması (yani İslâm dininin yasaklamış olduğu bir iş olmaması) toplum için zararlı bir faaliyet ya da ibadetten alıkoyan bir meşgale olmaması gerekir. Çalışmaktan amaç insanlara muhtaç olmamak, tembellikten sa­kınmak ve sakındırmak, Allah'ın kullarına yararlı olmak ve Allah'ın insanlar için mubah kılmış olduğu temiz şeylerden yararlanmak ve rızıklanmak olmalıdır.

Kişi artık çalışamaz duruma geldiği zaman, devletin onu, baş­kasına el açtırmayacak şekilde geçindirmesi lazımdır. Keza toplu­mun tümü, yönetimi temsilen, bireye gençliğinde iş bulmaktan ve yaşlandığı zaman da onu korumaktan sorumludur.

Hz. Ömer birgün çok yaşlı ve gözleri görmeyen bir dilenciye rastladı. Ona arkadan koluna dokunarak:

- Sen hangi kitap ehlindensin? diye sordu. Yaşlı adam:

- Yahudiyim, diye cevap verdi. Bu kez Hz. Ömer:

- Peki neden dileniyorsun? Seni dilenmeye zorlayan sebep ne­dir? diye sorunca.

- Devlete ödemek zorunda olduğum cizye vergisi için gerekli parayı bulmak, geçinebilmek ve yaşlılık, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Ömer bu yaşlı adamın elinden tutarak onu evine gö­türdü. Kendisine birşeyler ikram ettikten sonra onu devlet hazine­sinin kahyasına göndererek ilgiliye:

-  Buna ve benzerlerine sahip ol, onları gözet. Vallahi biz bu adam hakkında hiç de insaflı davranmamışız. Gençliğinin meyva-larmı yemişiz, yaşlanınca onu yalnızlığa terketmişiz. Bunun üzeri­ne beytülmahn (yani devlet hazinesinin kahyası) ona zekat dışın­da tahsil edilmiş mallardan birşeyler verdi. Çünkü gayrimüslimle­re zekat verilmez.

Bilinmelidir ki İslâm yönetim sisteminde devlet, -ulaştırma, eğitim, aydınlatma ve yaşam için gerekli tüm medeni ihtiyaçları birey için hazırlamak zorundadır. Hz. Ömer şöyle derdi:

"Allah'a yemin ediyorum ki eğer Fırat kıyısında bir katır bu­lunacak olsa Ona bile neden yol yapmadı diye Allah'ın Ömer'i hesaba çekeceğinden korkuyorum."

Tabiatıyla yaşam için gerekli olan medeni ihtiyaçlar her zaman aynı değildir. Bilâkis değişen zamanın şartlarıyla birlikte bu ihti­yaçlar da çeşitlilik arzeder. Örneğin eskiden yollar sadece basit şe­kilde ulaşım için hazır hale getirilirken günümüzde (asfalt gibi çe­şitli fenni maddelerle) döşenmektedir. Eskiden zeytin yağı ile çalı­şan kandiller kullanılırken bugün aydınlatmada elektrik kullanıl­maktadır. Böylece gelişmeler birbirini izlemektedir. Öyle ki gele­cekte daha neler kullanacağımızı şimdiden kestirememekteyiz. Vatandaşlar için gerekli olan bütün bu medeni ihtiyaçları devlet hazırlar. Bu onun görevidir.

Vatandaşlar üzerinde bir ayrıcalığa sahip olmamaları ve onla­rı ezmemeleri için bu konudaki sorumluluğu ne devlet başkanı, ne de devlet adamları kişisel olarak üstlenemezler. Onlar bu görevleri, sadece halka hizmet etmek için yüklenmişlerdir. Onlar da halk­tan aşağı olmasa bile onların düzeyinde yaşamak durumundadır­lar. Nitekim Hz. Ebubekir devlet başkanı seçildiği gün şöyle hitap etmişti:

"Başınıza seçildim ama ben en üstününüz değilim. Dolayı­sıyla eğer sizi iyi yönetecek olursam benim emirlerime uyun. Yok eğer kötü yönetirsem beni uyararak gidişatımı düzeltin."

Hz. Ömer, halk, bulduğu bir gıda maddesini yiyip doyuncaya kadar ondan tatmazdı.

Utba b. Farkad'dan nakledildiğine göre bu zat Azerbaycan'a uğrayınca orada kendisine "Saruhan helvası" tabir edilen bir tatlı ikram edilmişti. Utba bundan biraz yiyince tatlı ve hoş bir yiyecek olduğunu gördü. Bunun üzerine:

-Vallahi ne güzel şey, Emirü'l-Mü'minin Hz. Ömer Efendimize bu tatlıdan bir miktar hazırlasak ne iyi olur dedi. Nitekim bu hel­vadan iki küfe dolusu hazırlatarak deveye yükledi ve iki kişiyle be­raber Hz. Ömer'e yolladı. Bu iki görevli helvayı Hz. Ömer'e sunun­ca kapların ağzım açarak.

- Bu nedir? diye sordu. Adamlar:

-  Helvadır, efendimiz. Dediler. Hz. Ömer tadınca lezzetli hoş bir şey olduğunu gördü. Elçiye:

- Peki müslümanlar bu tatlıdan yolculukları sırasında doyası­ya yiyecek kadar bulabiliyorlar mı? diye sordu. Adamlar:

- Hayır, diye cevap verince Hz. Ömer:

- Öyleyse hayır, ben de yemem dedi ve helva küfelerini geri çe­virdi. Ondan sonra da Utba'ya özet olarak şu mesajı yolladı:

"Selamdan sonra,

İşbu tatlı ne senin ne de ananın yapabildiği bir şeydir. Yolcu­luklarında ne yiyip doyuyorsan müslümanları da onunla doyur, tamam mı!"

Yine Hz. Ömer'e (devlet başkanlığı sırasında) Yemen'den bir miktar harmani [49] gönderilmişti. Bunları teker teker halka dağıttı. Sonra konuşma yapmak üzere mimbere çıktı. Bu sırada üzerinde bu harmanilerden iki tane vardı. Halka hitaben:

- Beni dinleyiniz! diye konuşmaya başlar başlamaz. Ashaptan Selman-i Farisî Hazretleri hemen ayağa kalkarak:

- Hayır! Andolsun ki seni dinlemeyeceğiz. Vallahi de seni din­lemeyeceğiz! diyerek Hz. Ömer'in konuşmasını kesti. Bunun üze­rine Hz. Ömer:

- Neden, ey Abdullah'ın babası? diye sorunca, Selman:

- Bak ya Ömer! Sen dünyaya sahiplenmekle bize üstünlük tas­lıyorsun. Herbirimize birer harmani dağıtırken sen iki tane aldın ve ikisini birden giymiş olarak mimbere çıkmış bize hitap ediyor­sun! diye onu sert bir dille uyardı.

Hz. Ömer bu sırada kalabalık içinde bulunan oğlunu arayarak.

- Ömer'in oğlu Abdullah nerede? diye seslendi. Oğlu

- Buradayım efendimiz! diye cevap verince Hz. Ömer:

-  Söyler misin (oğlum) şu üzerimde bulunan iki harmaniden biri kime aittir? dedi. Abdullah

- Benimdir, deyince Hz. Ömer Selman'a dönerek:

- Bak ey Abdullah'ın babası! Sen biraz acele ettin. Doğrusu es­ki elbisemi yıkamıştım. Abdullah'ın harmanisini ödünç olarak al­dım, giydim. Hepsi bu kadar. Bunun üzerine Selman:

- İşte şimdi konuş, seni dinleriz ve emirlerine de boyun eğeriz, dedi.

îşte böyle... Her ne kadar toplumun birey üzerinde bir otorite­si varsa da onun yetkisini smırlandırabiliyor, onu sorguluyorsa da kişiliğini eritmiyor. Şu halde bireyin dokunulmaz bir şeref ve haysiyeti vardır, sınırları tayin edilmiş bir özgürlüğü vardır, toplum üzerinde hakkı hukuku vardır, sorgulama yetkisi vardır. Yönelttiği sorulara cevap verilmesi hakkı vardır. Şu halde İslâm'ın yönetim sisteminde kişi ile toplum arasında bir denge mevcuttur.

Bu denge sayesinde bireyin özgürlüğü, toplumu rahatsız ede­cek şekilde çığırdan çıkamaz. Toplumun da otorite ve yetkisi, bire­yin kişiliğini eritemez, egemenlik aletiyle onu ezemez. İslâm dev­letinde sorumluluk makamındaki insan ise hem toplumun hem de bireyin -aynı şekilde- hizmetindedir. İkisine karşı ne üstünlük taslayabilir, ne de ayrıcalığa sahip olabilir.

İslâm dünyasında -anlatılan- bu yönetim sistemine aykırı bir düzen, bir rejim varsa böyle bir rejim İslâm'ı temsil edemez. Bila­kis ona ters düşer. Nitekim zaman içinde, Allah'ın emirlerinden ve İslâm'ın öğretilerinden uzaklaşmak suretiyle bu aykırılık kademe­li olarak gerçekleşmiştir. Raşid Halifelerin dönemi sona erer ermez müslümanlar peyder pey çözüldüler, taki bugün ileri sürdükleri­mizle yaptıklarımız arasındaki uçurum -zaman içinde- oluştu. İs-lâmdan bu şekilde uzak düşmeye ek olarak bir uzaklaşma daha vardır ki o da Allah düşmanlarının bugün İslâm toprakları üzerin­de büyük etkinliğe, itibar ve saygınlığa sahip olmuş bulunmaları­dır. Bu sayede yandaşlarını yüksek mevkilere oturtuyor, kendileri­ne ters düşenleri ise alaşağı ediyorlar. İşte bu nedenledir ki gerçek­leşmesi için gayret sarfedip durduğumuz bireyle toplum arasında­ki dengeyi sağlayan ve İslâm'ı temsil eden gerçek tabloyu İslâm dünyasında bir türlü göremiyoruz. [50]

 

Kadın

 

Allah Teâlâ her şeyi çift yaratmış, insan cinsini de erkek ve ka­dın olarak yine çift yaratmıştır. Soyun korunmasını ve devamını bu iki unsurla birlikte sağlamıştır. Kadın ve erkeğin herbirine, yek diğerinden farklı yetenek ve imkanlar vermiş ve bunları (geniş bo­yuttaki) doğal yaşamada, işlevde ve ortak ev hayatında herbirine yüklenecek görevlere uygun hale getirmiştir. Öyle ki herbirinin iş­levsel görevi diğerininkini tamamlamakta bu suretle de her ikisi­nin birbirini tamamlayan görevleriyle hayat bir bütünlük kazan­maktadır.

Allah Teâlâ ilahi hikmetiyle karı ile koca arasına merhamet ve sevgi bağını koymuş, {onları birbirlerine bağlamıştır.) onlardan bi­ri olmadan diğeri tekbaşma tabiattaki işlevsel görevini yapamaz. Örneğin ikisinden biri bu görevden çekildiği zaman soyun yürü­mesi duraklar, beşer unsuru biter ve hayat sona erer. Keza onlar­dan biri doğal görevini ve yükümlülüğünü yerine getirmekten çe­kilecek olursa ya da diğerinin doğal görevini üstlenmeye kalkışırsa ortalığı anarşi sarar işler birbirine karışır ve toplum mutsuzluğa boğulur.

Bilindiği üzere erkek unsuru, kadına oranla daha güçlü bir be­denle yaratılmıştır. Zorluklara dayanır. Çünkü işinde meşakkat vardır. Evinin dışındadır, (gerektiğinde) hem gece, hem gündüz dondurucu soğukta, yakıcı sıcakta çalışır. Araba sürer, çarkları çe­virir (makine çalıştırır) çift sürer. Kömür, maden ve taş ocakların­da ter döker, ormanlarda çalışır. İşte bu yaratık öyle bir doğaya sa­hiptir ki hayatının bir bütünlük kazanabilmesi için kendisinden daha zarif ve daha güçsüz yapıya sahip bir eşle ortak yaşamayı se­ver. Doğasındaki güçlülük faktörüyle kendisinden daha zayıf ve güçsüz unsura karşı koruyucu kanatlarını germek, ona bağlanmak (beraberliğin) mutluluk ve sağlığını onda yakalamak, pürüzsüz ve arı bir yaşam sürmek için erkek kadını sever.

. îşte bu nedenledir ki erkek unsuru, erkekleşmiş (zarifliğini yi­tirmiş kadına karşı eğilim duymaz, güçlü kuvvetli kadım istemez ve yapısında sertlik bulunan bir ortakla hayatını birleştirmeye rağ­bet duymaz.

Kadın da zarif, ince nazik ve yumuşak bir doğayla yaratılmış­tır. Zorluğa dayanamaz. Zahmetli işlere karşı sabrı yoktur. Ona sa­kin bir ortam ve ince işler daha uygun düşer ki bu da ev hayatında ancak oluşabilir ve belli bazı meslek ve çalışmalarda olabilir. Aynı zamanda kadın öyle bir doğaya sahiptir ki hayat arkadaşının güç­lü, ortağının sert olmasını ister. Bu ortağın ona sevgi ve yakınlık göstermesini {üzerine kanatlarım gerip onu korumasını) arzu eder. O da bu arkadaşının yapısındaki katılığı, cilveleriyle yumu­şatmayı, yorgunluğunu paylaşarak gidermeyi sever. Dolayısıyla bu şekildeki beraberlikle denge sağlanmış olur. Çünkü yumuşaklığı, incelik ve zarafeti seven bir duyguyla donatılmış güçlü bir bünye ile gücü seven (sert doğaya sahip bir arkadaşın beraberliğini yeğ­leyen) zarif ve yumuşak bir bünyenin birlikte oluşu vardır bu den­genin temelinde.

İşte yaşam bu dengenin üzerinde doğrultusunu bulur ve in­san, bu iki unsurunun birlikteliği ile gerçek bütünlüğünü kazanır. Dikkat edilecek olursa kadın, kadınsı erkeği sevmez ve kadınlara özenen erkeklerden nefret eder.

İşte Allah Teâlâ'nın, insanları üzerinde yaratmış olduğu bu do­ğa sebebiyledir ki, kadın güçlü erkeğiyle ve cesur silahşörüyle da­ima gurur duyar; büyük kapasiteye ve sağduyuya sahip olan, zor anlarda kendisine sığınılabilen dışarıdaki işinde yolculuklarında ve seyahatlerinde güçlü kişiliğinin kendisini tehlikelerden koru­duğu erkeğin üzerinde kadının daha çok dikkati yoğunlaşır.

Bu nedenledir ki erkek gizlenmeye ve sıkı örtünmeye ihtiyaç duymaz. Bilakis daha açık ve ortadadır, hemcinsleriyle daha sıkı temas halindedir. Yeryüzünü şen ve bayındır hale getirmek, çevre­yi kalkındırmak yeraltı zenginliklerini ortaya çıkarmak, servetleri­ni değerlendirmek ve yatırım yapmak için daima araştırma duru­mundadır.

Kadın cinsinin ise bütün gücü onun -erkeğe oranla- daha za­yıf ve güçsüz olmasında gizlidir. Ona karşı duyulan rağbet, onun daha ince ve nazik olmasına bağlıdır; Ona karşı olan istek onun daha çok dişi olmasında gizlidir. Kadın çok daha latif, çok daha za­rif, ince ve cilveli olduğu zaman erkek de -buna bağlı olarak- onu daha çok sever.

îşte güçlü erkeklerin kendi aralarında kadınla ilgili kavgaları­nın sebebi de burada yatmaktadır. Dolayısıyla -bu kavgaların kö­rüklenmemesi bakımından- kadının ön plana çıkmaması gerekli­dir. Onun, tahrik edici sözler karşısında yumuşamaması lazımdır ki gönlünde kötü niyet besleyen kimse kendisine karşı heveslen­mesin, o da yabancının hevesine uymasın ve -alakası olmayan -uzak kişilere karşı duygusal davranmak durumunda kalmasın. Ka­dının, inceliğini, zarafet ve güzelliğini gizlemesi ve cilve yapma­ması gerekir. Kadın için örtünmenin aslı esasisi budur.

Ona bu konuda güvence sağlayan şey ise ev ortamıdır. Ancak kadın, çalışmak için ya da herhangi bir ihtiyaç için dışarı çıkmak zorunda kaldığı zaman çok sakin, ağır başlı ve örtülü olması la­zımdır; Bilimsel çalışma, eğitim, öğretim, doktorluk hemşirelik ve alışveriş gibi hizmet ve amaçlarla yapı ve doğasına uygun işler için ev dışına çıkmalıdır. Erkeklerin karşısına ve özellikle tek erkekle yalnız kalmaktan korunmalıdır.

Aynı zamanda dışarıdaki işi, evde bulunmadığı sıralardaki evin iç durumuyla bir çelişkiye sebep olmaması ve zamanlama bakımından uygun olması gereklidir.

Kadın ile erkeğin farklı ve doğalarının birbirlerini tamamlama­sıyla denge nasıl oluşuyorsa onların -yine birbirini tamamlayan-farklı iş ve meşgaleleri ile de ayrıca denge oluşmaktadır. Örneğin erkeğin işi evin dışındadır ve bu işte eşya ve olaylara karşı müca­dele vardır; bir hareket ve hengâme vardır; diğer erkeklerle çekiş­me ve rekabet vardır; bir cümbüş ve karışıklık vardır. Öyle ise er­kek, evinde sükunet ve rahatlık bulmalıdır, işinde karşılaştığı zor­lukların yorgunluğunu üzerinden atacak, terini silecek nazik şef­katli ince ve latif bir el bulmalıdır. Kadının, evdeki işine gelince bu­nun Özelliğinde bir sakinlik bir monotonluk vardır. Kadın ev işle­rinde yorgunluk hissedince çocuklarla oynaşarak ev hayatının ge­reklerini düzene koyarak dinlenme imkanı bulur.

İşte bu noktadan hareketle, tabiattaki bu denge ve birbirini ta­mamlayan kadın erkek ilişkisini hesap eden îslâm hayat sistemi, erkeğe verdiği hakların aynısını kadına da vermiştir. Tüzel kişilik, mülkiyet, evlenmede görüş açıklamak, mal üzerinde tasarrufta bulunmak ve şahitlik yapmak gibi hayatın her alanında İslâm, er­kek gibi kadına da haklar vermiştir. Aynı zamanda erkeklere yükle­miş olduğu ibadet ve görevleri ona da yüklemiştir. Dolayısıyla ka­dın ile erkeğin her biri yaptıkları işlerden, eda ettikleri görev ve yü­kümlülüklerden başardıkları hayırlı işlerden sorumludurlar. On­lardan biri diğerinin yükünü yüklenmez, günahını üstlenmez.

Kadının kendine özgü kişiliği ve adı vardır. Bunu değiştirmek ve (kocasının ailesi sosyal mevki bakımından ne kadar yüksek olursa olsun} kocasının soy ismini alması mümkün değildir. Nite­kim Huvaylit kızı Hz. Hatice, (insanlık dünyanın en şereflisi olan Hz. Muhammed (sav)'le evlendikten sonra dahi) soy ismini değiş­tirmemiştir. Bilakis Hatice binti Huvaylit olarak kalmıştır. Kendisi de bizzat bu soy ismini korumuştur. Aynı zamanda o devirdeki bü­tün kadınların -evlendikten sonra da- adları ve soyadları olduğu gibi kaldı. Bugün müslümanlarm yaşadığı bazı ülkelerde kadınla­rın soyadları kocalarının soyadlarıyla değiştiriliyorsa bu, Hıristi­yanların ve özellikle Avrupalılar'ın etkisinde kalmaktan başka bir şey değildir ve bunda İslâm'a aykırılık vardır aynı zamanda kadı­nın hakkını hiçe saymaktır.

İslâm hayat sisteminde erkeğin sahip olabileceği her şeye ka­dının sahip olma hakkı vardır. Toprak, ev, dükkan ve her çeşit mal gibi... Ancak şart olan, bunları helal yoldan kazanmış olmaktır. Ke­za mülkiyetinde bulunan mal varlıkları üzerinde hiç kimse onu ta­sarruftan men edemez, kocası ya da bir yakını onu bu konuda zor­layamaz.

Şurasını bilmek gerekir ki bugün medeni birer ülke oldukları­nı ileri süren bazı devletlerde kadına, kocasına danışmadan mal varlığı ve gayri menkulleri üzerinde tasarrufta bulunmasına izin verilmemektedir.

Keza kendi mihri üzerinde de istediği gibi tasarrufta bulunabi­lir ve mirastan da belli bir paya sahiptir. Her ne kadar -İslâm hu­kukuna göre- onun payı erkeğin payının yarısı ise de o, bu hakka sahiptir. (Onun mirastan erkeğin yarısı kadar yararlanmasının se­bebi ise) erkeğin onun nafakasını sağlamakla yükümlü bulunma­sından kaynaklanmaktadır. Çünkü kadın kocasını geçindirmek zorunda değildir. Ailenin işlerini geçim ve düzenini sağlamak ve onu korumak erkeğe aittir. Bu konuda kadına düşen önemli bir so­rumluluk yoktur. Bu durum ise kadının mirastan erkeğin yarısı ka­dar bir pay almasını gerektirmektedir. Dış görünüş itibariyle bu farklılıkta esasen bir eşitsizlik yoktur. Bilakis tam bir denge vardır. Çünkü evlenen kadınla kocanın mirastan herbirinin aldıkları pay­lar toplam olarak kadının erkek kardeşiyle birlikte, yada kocanın, karısıyla birlikte mirastan aldıkları paylara tamamen eşittir.

Ayrıca erkek evlenirken nikahladığı kadına "mihr" denen bir para öder halbuki kadın böyle birşey ödemez. Erkek karısına ve çocuklarına masraf yapar. Halbuki kadın böyle bir harcama yap­mak durumunda değildir. Hatta ve hatta kadın bebeğini emzirme­yi reddederse erkek ona baskı yapamaz aksine çocuğa ücretli dadı tutmak zorundadır.

Kadın da erkek gibi şahitlik yapabilir. Fakat kadınlık fıtratının gerektirdiği bir duygusal eğilime sahip olduğu için kadın daima zayıf tarafı tutar ve güzele meyleder. Ayrıca duygusallık ona hayat­taki bazı gerçekleri unutturur.

Bu nedenledir ki iki kadının birden yapacakları şahitlik bir tek şahitliğe, ya da bir erkeğin şahitliğine eşit sayılmıştır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Erkeklerinizden iki şahit tutun eğer iki erkek bulunmazsa gözünüzün tutacağı kimselerden olmak şartıyla bir erkekle iki kadını şahit gösterin ki onlardan biri -daha sonra- yanılacak olursa diğeri ona hatırlatsın. Şahitler çağırıldıklarında sakın ola-ki gelmemezlik etmesini er." [51]

Aslında bu, kadını şahitlik konusunda rencide etmek anlamı­na gelmez. Bilakis bu, kadının doğasmdaki duygusallık nedeniyle onun şahit olduğu olayı unutabileceğinden kaynaklanan bir endi­şeyi yansıtmaktadır.

Allah'ın kadını erkekten farklı yaratmış olmasının bir neticesi olarak onun ibadeti de erkeğinkinden daha azdır. Çünkü kadın ay­lık "regl" halleri yaşar. Halbuki erkekte böyle bir şey yoktur. Dola­yısıyla kadın bu periyodlar sırasında namaz kılmaz ve kılınmayan bu namazlar affa uğrar. Kadın bu namazları kaza etmez. Çünkü namazın yükümlülük süresi, ergenlik çağından ölünceye kadar -akli denge bozulmadıkça- devam eder.

Nitekim fenalık geçirenler bayılanlar unutanlar ya da zorla alı­konulanlar namazı kaza etmek zorundadırlar. Fakat oruca gelince onun belli bir zamanı vardır. O da mübarek ramazan ayıdır. Kadın hayız sırasında orucu da namaz gibi bırakır. Fakat sonra bu borcu­nu kaza etmek zorundadır. Görüldüğü üzere kadın erkekten daha az ibadet eder. İki kadının şahitliği de bir erkeğin şahitliği hük­mündedir.

İşte Hz. Peygamberin "Kadınların, akılları ve dinleri eksiktir"

sözü bu gerçeği açıklamaktadır. Bu söz onları aşağılamak için de­ğil bilakis bir gerçeği ifade etmek için söylenmiştir.

Ebû Said el-Hudri (ra) şu hadisi rivayet etmektedir. Diyor ki:

"Hz. Peygamber kurban bayramı sabahı -başka bir rivayete göre ramazan bayramı sabahı- namazgaha giderken bir grup kadı­nın yakınından geçti.

Onlara şöyle seslendi:

- Bakın kadınlar! Çoğunuzun cehennem halkından olduğunu size gösterirsem inanır mısınız? (Kadınlar telaş içinde):

- Neden Ya Rasulallah?! diye sorunca Hz. Peygamber şu cevabı verdi:

- Çünkü çok söversiniz ve yakınlara nankörlük edersiniz. Siz­den, aklı ve dini daha eksik olan kimse görmedim; Her biriniz en tutarlı bir erkeğin bile aklını başından alabilir."

Bunun üzerine kadınlar:

- Peki dinimizin ve aklımızın eksik yönü nedir, ya Rasulallah? diye sorunca Hz. Peygamber şöyle konuştu:

- Kadının şahitliği erkeğin şahitliğinin yarısı değil mi? Kadın-

lar:

- Evet diye cevap verdiler. Hz, Peygamber:

-  İşte kadının aklının noksanlığı budur, dedikten sonra bu kez de:

- Kadın hayız gördüğünde namazı ve orucu bırakmak zorunda değil mi? diye sordu. Kadınlar yine onu doğrulayarak:

- Tabi ya Rasulallah diye cevap verdiler. Hz. Peygamber

- Kadının dinini noksanlığı da budur, dedi."[52]

Buna rağmen gerçekleri kavlamaktan ve objektif düşünmek­ten uzak kimselerin belki de anlamakta zorluk çekecekleri bu tes­pitlerle birlikte Hz. Peygamber çok kere kadınların korunmasını onlara sahip çıkılmasını tavsiye buyurmuştur.

Bu cümleden olarak şunu söylemiştir:

"Kadınları birbirinize tavsiye ediniz, onlar elinizde esirdir-ler."[53]

Hz. Ayşe de şu hadisi rivayet etmektedir:

"İçinizde en hayırlınız aile halkına iyilikyapamnızdır. Ben ise içinizde halkıma en fazla iyilikte bulunan bir kimseyim. Arkada­şınız öldümü artık onun yakasını bırakınız[54]

Yani biri öldüğü zaman artık onun kötü yanlarını anlatmayı­nız. Bunu örnek olarak aktardık aslında. Hz. Peygamber (sav)'in kadınları tavsiye eden hadisleri çoktur.

Kocasını seçmekte kadının tercih hakkı vardır. Çünkü bir ömür boyu o kocayla yaşayacak olan kendisidir. Kocasına gönlünü verecektir. Ebû Hureyre {ra} Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediğini nakletmektedir:

"Dul, açıkça ifade etmedikçe bakire ise izin vermedikçe ev-lendirilemez."

Hazır bulunanlar Hz. Peygamber (sav)'e:

- Bakirenin izni nasıl olur ya Resulallah? diye sorunca:

-  Kendisine teklif edildiğinde (reddetmez) sadece susarsa bu onun teklifi onayladığı anlamına gelir."[55] diye cevap verdi.

Buna göre bir kimse eğer kazını zorla evlendirecek olursa böy­le bir evlendirme geçersizdir.

Muhaddislerden Müslim hariç, bir grubun rivayet ettiği bir ha­diste Hansa binti huzam el-Ensari adındaki sahabiyye Hz. Pey­gamber (sav)'den şunları nakletmektedir:

"Dul bir bayanı, babası zorla evlendirdi. Kadın bu evlilikten memnun değildi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)'e gelip durumunu anlatınca Allah'ın elçisi onun nikahını fesh etti." Yani ni­kah sözleşmesini iptal etti.

Ayrıca Ebû Davud ve İbni Mace'nin, Abdullah b. Abbas'tan ri­vayet ettikleri bir hadiste: bir cariyenin, Hz. Peygamber (sav)'e ge­lerek babasının kendisini zorla evlendirdiğini anlatması üzerine Hz. Peygamber (sav)'in onu serbest tercihi ile yönlendirdiğini nak­letmem ektedirler.

İslâm dini, gerek bakire gerekse dul olsun, ergin ve akıllı kadı­na istemediği kimse ile evlenmeyi reddetme özgürlüğünü vermi-tir. Ne babasının, ne de velisinin, kadını istemediği biriyle zorla evlendirme hakkı vardır. Hatta kadının, duygusallığı yüzünden bu konuda çok kötü bir yanlışlık yapmaması için İslâm Dini velinin evlendirme yetkisiyle kadının red veya kabul etmekteki özgürlü­ğünü birlikte şart koşmuştur. Bu suretle de kızları, velilerinin zor­lamasından korumuştur. Aynı zamanda kadınlar, sosyal seviye ba­kımından da kendilerine denk olmayan erkeklerle evlenmeyi red etme Özgürlüğüne sahiptirler.

Kadın, kendisine teklifte bulunan kimseyle evlenip evlenme­me hakkında sahip olduğuna göre, damat adayını görüp ona bak­ma (ve inceleme) hakkına da sahiptir. Tabiatıyla bu hak damat adayı için de söz konusudur.

İbni Mace Nikah babında şu hadisi rivayet etmektedir: "Bir keresinde adamın biri Hz. Peygamber (sav)'e gelerek ona, filanca kadına evlenme teklifinde bulunduğunu anlattı. Hz. Peygamber (sav) kendisine:

"- Peki ona baktın mı? (yani yüzünü görüp onu inceledin mi) diye sordu. Adam:

- Hayır, deyince, Hz. Peygamber, ona gidip kadını görmesini emretti.

Çiftlerden, cenini karnında taşıyan, kadın olduğu için birden çok erkeğin onun rahmine sperm bırakması, ya da onun birden çok erkekle düşüp kalkması -İslâm'ın koyduğu disiplin açısmdan-mümkün değildir. Çünkü bu tür ilişkiler, dünyaya gelecek olan çocukların soylarında karışıklığa, hakların kaybolmasına ve yanlışlık sonucu mahremlerle evlenmeye yol açar. Keza kadın bir yıl içeri­sinde ancak bir defa doğum yapabilir. Bu nedenle bir kadının, bir­den çok erkekle evlenmesinin mantıklı bir yanı yoktur. Halbuki er­kek birgün içinde bile birkaç kadını aşılayabilir (yani hamile bıra­kabilir). Dolayısıyla biz müslümanlar, neslin çoğalmasını istediği­miz zaman, ya da felaketler sonucu yitirdiğimiz insan kaybının ye­rini doldurmak için veya İslâm ümmetini çevreleyen şartlar gerek­tirdiğinde bir erkeğin birden çok kadınla evlenmesinde yarar ola­bilir.

Evet İslâm'da çok evlilik (birden çok kadınla evlenmek) yaşan­mıştır. Çünkü buna gerektiğinde şiddetli ihtiyacımız vardır. Sebe­bine gelince: örneğin delikanlılar genellikle kendilerinden yaşça küçük kızlarla evlenmektedirler. Bu da bir süre sonra koca bula­mayan kızların birikmesine neden oluyor.

Tutalım ki yirmibeş yaşındaki delikanlılar yirmi yaşındaki kız­larla evleniyor olsun, bu gidiş elbetteki bir süre sonra koca bula­mayan kızların birikmesine neden olacaktır. Bu birikme ise mev­cut olan kuşak içinde dört posta evlilikten sonra yani bu konuda­ki hesaplamalara göre sekiz yıl sonra meydana gelecektir. İşte bu birikmiş olan gecikmeli kızlardan birkaçının bir erkekle evlenme­sinden başka bu sorunu çözüme kavuşturacak çare yoktur. Aksi halde bu durumun olumsuz sonuçları toplumun aleyhinde ortaya çıkar. Böyle bir sonuca ise hiç bir müslüman razı olmaz, hiçbir akıllı insan bunu onaylamaz. Fakat çok evliliğe baş vurulmaz ise bu kötü sonuç fiilen meydana gelir. Bu da toplumda kokuşmanın, çözülüp dağılmanın nedeni olur. Toplumda bunalımlı bir kadın kitlesi oluşur ve bu sayı gittikçe artar.

Nitekim bu durum, çok evliliğin bulunmadığı ülkelerdeki du­rumla benzerlik göstermektedir. Bu görüntü her ne kadar ahlâk­sızlık cümbüşü ve erkeklerin metreslerle yaşaması gibi perdeler arkasında zaman zaman gizli kalabiliyorsa da gerçek bundan iba­rettir ve hiçbir müslüman böyle bir rezaleti kabul edemez. Buna ek olarak genellikle erkeklerin, yakıtını oluşturdukları savaşlar ev dı­şında çalıştıkları için erkeklerin kurban gittiği kazalar, çok tehlikeli ve zor işler esnasında meydana gelen felaketler ve ormanlarda, kömür ve maden ocaklarında, gemilerde, demir yollarında, tünel kazılarında barajlarda ve taş ocaklarmdameydana gelen yangınlar, çökme ve patlamalar sırasında genellikle erkekler telef olmaktadır. Tabiatiyle erkeklerde bu şekilde sayıca uğranılan kayıplar sonucu, kocası olmayan kadınların sayısı gittikçe artış gösterir. Bu ise so­nucun daha da büyümesine neden olur. Bu sorunu ise ancak çok evlilik çözümleyebilir.

Çok evlilik sayesinde ve kadının da onayının zorunlu olmasın­dan hareketle cinsel sorun kendiliğinden çözümlenmiş olur. Hat­ta (diyebiliriz ki) gerçek İslâm toplumunda cinsel sorun esasen yoktur. Bu bir gerçektir, kuru bir iddia değildir, hakikatin ta kendi­sidir, sadece laf değildir. Buna bir örnek göstermek istediğimiz za­man, günümüzün sistemleri arasında aramamalıyız. Bilakis ilk İs­lâm toplumuna dönmeliyiz.

Kocasız birçok kadının, evli erkeklerle evlenmek istedikleri bir gerçektir. Bütün hayatları kocasız geçmektense bunu tercih edi­yorlar. Allah'ın, bünyelerinde yaratmış bulunduğu cinsellik içgü­düsünü bile farketmeden sadece yalnızlıktan ve tatsız bir hayattan başka bir olaya sahne olmayan evlerinde tek başlarına yaşamak­tansa avunabilmek pahasına hayatlarını evli erkeklerle birleştir­meyi tercih ediyorlar. Tabi ki yalnız başlarına yaşadıkları takdirde kendilerine orada yardımcı olacak birini bulamayacaklardır.

Keza birçok kadın vardır ki annelik duygusundan yoksun kal-maktansa kumalarla birlikte yaşamaya katlanmaktadır. Buna kar­şın eğer bazı kadınlar kendilerini aldatarak Avrupa hıristiyanhk düşüncesinin etkisi altında bunu reddetmeye kalkışıyorlarsa, as­lında onlar yaratılmış oldukları doğaya bu suretle ters düşüyorlar. Çünkü cinsel arzunun, cinsel içgüdünün varlığını onlar da kabul etmekte, keza annelik duygusuna inanmaktadırlar. Zira bu iki duyguyu, Allah Teâlâ insanın ruhuna işlemiştir.

Kadının ihtiyaç duyduğu şeyler sadece mal ve maddi yardım değil. Her ne kadar yaşayabilmek için bu maddi şeyler temel ihti­yaçlar ise de o, bunlardan başka manevi birtakım şeylere de ihtiyaç duyar ki bunlar ruhsal yön için son derece gereklidir. İnsan ru­hu bunları elde etmeden istikrara kavuşamaz, rahat edemez doyu­ma ulaşamaz. Bu manevi ihtiyaçlar ise erkeğin beraberliğidir ve gençlik günlerinden çok, yaşlılıkta göreceği şefkat, nezaket ve say­gıdır. Yaşlı insana gösterilen yakınlık sevgi ve takdir duyguları özel­likle onun çok ileri yaşlarında büyük önem taşır. İşte bu yaşlarda karı ile kocanın birbirlerine karşı gösterecekleri sıcak ilgi ve bera­berlik, başkaları tarafından gösterilemez. Onun için kadın, özellik­le yaşlılık günlerinde kendisine sahip çıkacak ve avutacak şefkatli bir kocaya muhtaçtır. Kadın kaybettiği kocasının boşluğuna ve acısına karşı {sırf cemiyet baskısı altında) zorlanarak sabredip da­yanmaya kalksa bile ileride erkeğin beraberliğine şiddetle ihtiyaç duyacağı bir gerçektir.

İlk İslâm toplumunda müslümanlar kadını, sevdiği hiçbir şey­den yoksun bırakmazlardı. Bir kadın kocasını kaybedip iddeti bi­ter bitmez hemen evlenme teklifinde bulunurlardı. Eğer teklin ka­bul ederse bu, mutlaka o kişiyi istediği içindi. Yok eğer reddederse bu da kendi özgür iradesi ve hevesi doğrultusunda olurdu. Bazan da birini istemediğini rahatça bizzat ifade ederdi. Bunun üzerine bir diğeri gelir ona evlenme teklifinde bulunurdu. Yani özgürlüğü tamamen elindeydi ve karar ona aitti.

Bu sayededir ki müslümanlar toplumlarım rezaletlerden ve bunalımlı kadınların çoğalmasından koruyabildiler. Aynı zaman­da kadına o dönemde kolayca evlenme imkanı verildiği için bu, onlara çok sayıda genç insan temin etmede bir yardım kaynağı ol­du. İşte bu gençlerden meydana gelen ordular sayesinde çok geniş topraklan fethederek inançlarını dünyaya yaymayı, uygulamakta olan zulüm düzenlerini yıkmayı ve medeniyetlerini kurmayı başa-rabildiler. (Evliliği kolaylaştırmanın bir sonucu olan) genç nesilde­ki artış olmasaydı. İlk müslümanlar - savaşların yiyip tükettiği- in­san sayısının azlığı yüzünden bu başarıları gösteremeyeceklerdi. İşte bu toplum içerisinde kadın, hak ve özgürlük olarak istediği her şeye nail olabilmiştir.

Bu konuda o toplumdan bazı kadınları örnek gösterebiliriz.

Hz. Peygamber (sav) 'in halasının oğlu Ebu Seleme Abdullah b. Abdil'esed el-Mahzumi, hicretin dördüncü yılı başlarında Uhud savaşında yaralandıktan sonra ölünce--ki yarası bir ara iyileşmeye yüz tutmuş sonra tekrar azmış ve ölümüne sebep olmuştu-. Aynı zamanda kuzeni olan bu zatın ölmesiyle ortada kalan aileyi Hz. Peygamber düşünmeye başladı. Aileye bakacak Allah'tan başka kimse yoktu. Dul kalmış bulunan eş, henüz yirmisekizinci yaşını bile doldurmamıştı. Seleme ve Ömer adlarında iki erkek çocuk ile Zeynep adında bir kız çocuğu öksüz kalmışlardı. Bir rivayete göre Rukiye adında ailenin bir kız çocuğu daha vardı.

Hz. Peygamber (sav) Ebû Seleme'nin ölümü üzerine bu aile­nin geçimini ve bakımını üzerine almayı düşünüyordu. Onları ai­lesinin içine almaktan bu aile için daha iyi bir şans olamazdı. Hz. Peygamber (sav)'e aile olmaktan ne daha büyük bir üstünlük, ne de (Hz. Peygamber gibi geçim ve bakımlarını üzerine almış bir ai­le reisiyle eşit düzeye gelmiş olmaktan ötürü) daha fazla saygı top­lamak mümkündü.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) Ümmü Seleme ile evlendi. Bu evlilik ona bütün müminlerin anası olma statüsünü kazandırdı.

Şimdi de Ümmü Seleme'nin bu evlilik hakkında anlattıklarını dinleyelim. Diyor ki:

"İddetim sona erince birgün deri tabaklarken Hz. Peygamber (sav) gelip bana evlenme teklifinde bulundu. Ben de elimdeki işi bırakarak onun bu teklifini kabul ettim. İçinde hurma lifleri bu­lunan tabaklanmış deriden bir minder koydum. Üzerine oturdu ve beni -Allah'ın emriyle- kendine istedi. Sözünü bitirince ona:

"Ey Allah'ın elçisi! Ben çok kıskanç bir kadınım. Bu nedenle olabilir ki hoşuna gitmeyen bir davranışımı görürsün -bana gü­cenirsin- Allah da bu yüzden beni -korkarım- ağır bir cezaya çarptırır. Hem sonra ben artık yaş bakımından da olgunlaşmış biriyim, çocuklarım da var..." diye söylendim.

Hz. Peygamber (sav) şöyle konuştu:

"Kıskançlık diye söylediğin huyu, dilerim Allah Teâlâ değiştirir. Yaşlandım, dediğine gelince ben de senin gibiyim. Çocukların ise benim çocuklarım dır." Bunun üzerine:

"Öyle ise durumumu Allah'ın elçisine havale ediyorum (nasıl emrederseniz öyle olsun)." dedim. Hz. Peygamber (sav) de beni nikahladı."[56]

Bir örnek daha vermem herhalde yeterli olacaktır. Çünkü ilk İslâm toplumu işte böyle idi.

Hz. Ömer'in amcası kızı Atike Binti Zeyd b. Amr b. Nufel el-Adeviyye'yi, Hz. Ebubekir'in oğlu Abdullah nikahlayarak evlen­mişlerdi. Aralarında büyük bir aşk vardı. Abdullah Taif'te -çarpış­malar sırasında- yara alınca karısıyla arasındaki bu aşırı sevgi yü­zünden, ölürse kendisinden sonra evlenmemek üzere Atike'den söz aldı. Başkalarına ihtiyaç duymayacak kadar ona bol miktarda mal ve servet de bırakmıştı. Tabiatıyla böyle bir sözleşme meşru değildi. Nitekim öldükten ve iddeti bittikten sonra amcası oğlu Hz. Ömer Atike'ye evlenme teklifinde bulundu. Bunun üzerine Atike kocasına vermiş olduğu sözü Hz. Ömer'e hatırlattı. Ancak Hz. Ömer bu sözleşmenin doğru olmadığına dair onu ikna etti. Atike de Hz. Ömer'in evlenme teklifini kabul ederek evlendiler.

Ne var ki Hz. Ömer suikaste uğrayarak hançerlendi ve üç gün sonra vefat etti. Hanımlarının iddetleri de bir süre sonra bitti. Emirü'I-Mü'minin hazretlerinin ortalıkta kalan çocuklarına kar­deşlerinden ve arkadaşlarından başka kim bakabilirdi ki? Nitekim bu kez de Atike'yi Hz. Zübeyr b. el-Avam istedi. Atike kabul edin­ce evlendiler. Halbuki Atike, Hz. Zübeyr'in, üç kadınla daha evli bulunduğunu biliyordu. Bununla beraber, birlikte mutlu yaşadı­lar. Yaklaşık onüç yıllık beraberlikten sonra Hz. Zübeyir de öldü­rüldü. Bunun üzerine iddeti sona erince bu kez Atike'yi Emirü'I-Mü'minin Hz. Ali istedi.

Ancak Atike önceki kocaları gibi Hz. Ali'nin de öldürüleceğin­den endişe ederek teklifini kabul etmedi. Aslında Atike Hz. Ali'yi istemediğinden değil bilakis -kapıldığı batıl inançla- onun da diğer kocaları gibi öldürülmesinden korkuyordu. Çünkü daha önce evlendiği üç kocası da öldürülmüşlerdi. Tabiatıyla bu yanlış bir inançtı ve böyle bir inanca kapılmak doğru değildir.

Nitekim, Hz. Ali, Atike ile evlenmemesine rağmen öldürüldü. İşte ilk İslâm toplumunda erkekler böyle yaşıyor ve amaçlarım gerçekleştirebiliyorlardı. Herşeye rağmen Allah'ın rahmetine ka­vuşmuş bulunan kardeşlerinin ailelerine de bakıyor ve onların ge­çimlerini üstleniyorlardı. Aynı şekilde kadınlar da gayet özgürce ve herhangi bir engelle karşılaşmadan amaçlarını gerçekleştirebili­yor, çocuklarının bakım ve yetiştirilmesi konusunda bu görevi üst­lenecek biriyle isteyerek hayatlarını birleştirebiliyorlardı. İlk İslâm toplumu çok saf ve sağlam idi. Günümüzdeki toplumların karşı­laştığı sorunlardan uzak idi.

Çok evlilikten sözederken burada özet olarak boşanma hak­kında da bazı bilgiler vermeliyiz.

Adamın biri bir kadınla evleniyor, sonra birlikte yaşamayı bir türlü sürdüremiyorlar, ya birinin, ya da her ikisinin olumsuz dav­ranışlarından ötürü artık aralarındaki ortak yaşam çekilemeyecek hale geliyor ve bir cehennem hayatına dönüşüyor. Bu sorun nasıl çözümlenebilir?

Çözüm için iki şık vardır ki, üçüncü bir yol yoktur. Bunlardan biri boşanmadır ki, İslâm bunu tercih etmiştir. Öbürü ise, birinin diğeriyle ne duygu, ne de sevgi ve aşk bakımından hiçbir ortak yanları kalmadan isimden ibaret olan evliliği devam ettirmektir. Bu ise hiçbir zaman ikisinden birinin, diğerine karşı yapay bir sev­gi gösterisiyle dahi bakmaması, hatta her ikisinin de günah işleye­rek, -erkek metresiyle yaşarken, karısının bunu görmezlikten gelip göz yumması, ya da kadın, aşıklarının ağuşunda yaşarken kocası­nın hiç oralı olmaması- pahasına sürdürülen bir evliliktir.

Düşünün ki bunlar sevgilileriyle geçirdikleri gece hayatının yorgunluğu içinde ve sabahlara karşı ancak gelir evde buluşurlar. İşte modern ve çağdaş toplumlarda sahte Yahudiliğin ve Hıristi­yanlığın etkisini yaşayanlar tarafından tercih edilen evlilik, şekli budur. Bu tür evlilikte boşanma yoktur. Bir kadının ya da bir erkeğin sevmediği biriyle ve baskı altında yaşamaya razı olacağına, yü­züne bakmak bile istemediği halde onunla beraberliğini sürdür­mek arzusunda olabileceğine inanmak güçtür.

Evet birbirlerinin eğilimlerine ve vicdani inançlarına nasıl ka­tılabilirler? İşte bu yüzdendir ki, bazı Hıristiyan ülkelerinde inanç­larına aykırı olmasına rağmen boşanmak meşrulaştırılmıştır. Bu da, boşanma yasağının sahte ve hayat kanunları ile uyuşmaz oldu­ğunu kanıtlamaktadır.

Cahiliyet Devrinde kadın, aynen bir mal gibiydi. Hayvanı duy­guların doyuma ulaştırılmasında bir araç olarak kullanılıyordu. İs­lâm gelince kadına hakkını verdi. Fakat İslâm'ın çocukları (müslü-manlar) gerileyip düşmanları onlara karşı üstünlük kazanınca ka­dını yeniden aşağılık düzeylere düşürmeye heveslendiler ve onu bir lezzet aracı haline getirdiler; açık saçıldık, erkeklerle düşüp kalkma ve sokak malı durumuna düşürmek suretiyle özgürlük adı­na kendisine sosyal bir konum vererek onu aldattılar. Aslında ka­dın bu suretle özgürlüğünü yitirmiş ve sözde çıkarlarının kayba uğramaması bahanesiyle doğal gereksinimlerinden yoksun bıra­kılmıştır.

Çok evliliğin ve boşanmanın yasaklanması sözde kadm-erkek eşitliği sloganı ile kadına indirilmiş bir darbedir. Bugün kadın, er­kek gibi dışarıda ve ağır işlerde çalışarak (cahiliyet devrinde oldu­ğu gibi) inlemektedir. Kadın ihmale uğramış, en ucuz bir mal yeri­ne konmuştur. Öyle ki erkek, ona olan ihtiyacını giderdikten son­ra onu sokağa bırakabilmektedir. Bu durum içerisinde sözüm ona ikisi de heveslerini almış oluyorlar. Ne var ki, her ikisi de gençlik­lerini ve tazeliklerini yitirdikten sonra sırf bir lokma ekmek bula­bilmek için en aşağılık işlerde bile çalışmaya katlanıyorlar.

Son olarak evlerde gereksiz yere, ihtiyaç fazlası hizmetçilerin çalıştırılmasına da özet olarak değinmek gerekir. İleride refah ve lüks yaşam konusunu işlerken inşaallah bu nokta üzerinde de du­racağız. Evlerde hizmetçi çalıştırmak, aslında, ailelerin kimlikleri­ni yitirmelerine, ümmetin canlılığını ve zindeliğini kaybetmesine neden olmuştur. Bu durum toplumu tabakalara ayırmıştır. Hiz-

metçi kullanma geleneği refah düzeyinin yükselmesi, lüks yaşam, zenginlik ve yoksullukta üstünlük yarışının bir sonucu olarak ce­miyet hayatına girmiştir. Evin hanımının rahatını sağlamak ve hiz­metini görmek amacı da bunda etkili olmuştur.

Ancak gerçeğe bakılacak olursa bu gelenek, aileler için bir ta­kım dertlere ve sorunlara kaynaklık etmiş, toplumu yozlaştırmış, hayatı sancılı hale getirmiş, birçok yuvanın yıkılmasına neden ol­muştur. İster erkek, isterse kadın olsun evlerde hizmetçilerin bu­lunması evdeki genç kızlar ve delikanlılar için büyük tehlikeler oluşturur.

Gerek erkek ve gerekse kadın hizmetçi eğer belli bir yaşın üze­rine çıkmışlarsa (yaşlanmışlarsa) bu tehlikenin oranı azalabilir. Aksi halde daha büyük sorunların çıkması kesindir. Ancak hizmet­çiler henüz belli yaşta iseler (gençseler) onların yaşadıkları aşın cinsel arzulara da işaret etmek gerekir ki, bu hal çok geneldir. Ar­zularını doyuma ulaştıramamış olmak bu hizmetçilerde efendile­rine karşı düşmanlık duygularının gelişmesine de neden olur. Bu ise -toplumda hizmetçi sayısı çoğaldığında- ümmet bünyesinde birtakım sosyal patlamalara neden olabilir. Nitekim bunun bir benzeri olan zencilerin Abbasiler zamanında giriştikleri ayaklan­ma ile mal ve kadın ortaklığı esasına dayalı bir ideoloji ile patlak veren Karmatîler isyanı hizmetçi çalıştırmanın sonuçlarıdır.

Bu sorunlar; genellikle hizmetçilerin ev sahiplerine ve özellik­le kadınlara karşı giriştikleri taciz, sarkıntılık ve hırsızlıklar gibi münferit olaylardır. Bu tür kişisel eylemler -vaktinde tedbir alın­madığı takdirde- kısa sürede gelişecek ve toplumu sarabilecek bir yangının habercisidir

Diğer yandan toplumun bir kesiminin işgücünden yoksun ka­lıyoruz. Bunlar (ev işlerini hizmetçilere havale eden) kadınlardır. Ev hanımı, temel görevi olan çocuk yetiştirmeyi ve ev işlerini hiz­metçiye bırakınca kendisi ne yapacaktır?!

İşte bu yüzdendir ki toplumun bir kesimi işsiz kalmış olacak­tır. Halbuki ev hanımı aslî görevini yerine getirmiş olursa toplum­da insana düşen işlerin yarısı bu suretle görülmüş olacaktır. Çünkü ailede evin içiyle ilgili işler kadına, dışıyla ilgili işler ise erkeğe aittir. İslâm düşmanlarının ileri sürdükleri gibi ev içi işlerinin tem­bellik, çocuk terbiyesiyle meşgul olmanın da işsizlik anlamına gel­diği tezleri doğru değildir.

İkinci bir nokta da şudur ki, aslında biz bütün kadınların evli olmasını, ev hanımı ve çocuk sahibi olmalarını, namuslarıyla ya­şamalarını, toplumda farklı sınıfların bulunmamasını istiyoruz. Ne var ki insanlık düşmanı güçler bir kısım kadınların profesyonel hizmetçi olmalarını, geriye kalanlarmsa bu hizmetçilerin omuzla­rı üzerinde yaşamasını istiyorlar. Aslında bu çevreler, köleleştir-dikleri bu kadınlarla arzularını doyuma ulaştırmak isterler.

Şu bir gerçektir ki ümmet, lüks yaşam aşamasına girdiği tak­dirde yıkılmaya yüz tutar, başka toplumlar onun üzerinde ege­menlik kurmaya başlar, ümmetin meydana getirdiği uygarlık ze­vale erer, onun yerini ise başka medeniyetler işgal eder. [57]

 

Kardeşlik

 

Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları, kardeşliği gerçek anlamıy­la kavramış (ve hazmetmişlerdi). Bu kavramın ifade ettiği şey iman kardeşliğidir. (Aynı kutsal değerlere ve evrensel gerçeklere inan­makla oluşan kardeşliktir). Sahabüer bu kardeşliğin bütün gerek­lerini yaşamlarında uyguladılar ve bunun sonucu olarak da güven ve bolluk içinde, sevgi ve gönül rahatlığıyla dolu mutlu bir hayat geçirdiler. Bu hayat biçiminden de birliğin ve ruhsal doyumun parlak ışıkları doğdu.

Esasında kardeş, kan bağı ve soy birliği olan öz kardeş değildir. Nitekim çok kere kardeş, yapısında, gidişatında olayları değerlen­dirmesinde ve hayata bakış açısında bizzat öz kardeşinden farklı düşünmekte olabilir. Her biri Öbür kardeşinin yeğlediği yoldan çok uzak bir çizgiyi izlemekte olabilir. Bazen de kardeşlerden biri diğe­riyle kavga edebilmekte, hatta her biri, karşılıklı savaşan iki ayrı kamp içinde yerlerini alabilmektedirler. Gerçek kardeşliğe gelince, gidişat ve ahlâkta, hayata bakış açısında büyük ölçüde benzerlik­ler vardır. Bunun içindir ki araplar eskiden beri şöyle derler: "Ana­nın doğurmadığı nice kardeşin vardır." Bundan amaçlan da seni tam anlamıyla seven ve hayatın birçok yön ve doğrultusunda se­ninle uzlaşan kimsedir.

Kişinin doğal yapısını terbiye eden, onun davranış biçimlerini disipline sokan hayatta üstleneceği rolü belirleyen ve üzerinde yü­rümesi gereken çizgiyi aydınlatan şey din ve inanç olduğu için ay­nı inancı paylaşanlar kardeş sayılırlar. Onlar kendi akraba ve öz kardeşlerinden daha çok aralarında anlaşabilir birbirlerine karşı daha çok doğru ve samimi davranabilir, birbirlerini daha çok seve­bilir, birbirlerini daha çok koruyabilirler. Neden olmasın! Çünkü hepsi aynı davranış biçimini benimsemiş, aynı görüşü paylaşmış insanlardır. Omuzlarına yüklenmiş olan davanın aynı olduğuna inanmaktadırlar ve aynı dinin mensuplarıdırlar. Din ise yaşam bi­çimini belirleyen yoldur.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak ve ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin ara­sını bulunuz ve Allah'ın koyduğu kuralları çiğnememe duyarlılı­ğını gösteriniz, umulur ki rahmete nail olursunuz.[58]

Hz. Peygamber (sav) de şöyle buyuruyor:

"Hiçbiriniz, kendi canı için sevip istediği bir şeyi aynı zaman­da mümin kardeşi için istemedikçe gerçek anlamda iman etmiş olmaz. [59]

Şu halde doğru ve samimi bir müslüman kendi zevk ve çıkarı için neyi seviyor, neyi diliyorsa mutlak surette müslüman kardeşi için de aynı şeyi arzu eder. İşte bu sayededir ki ilk İslâm toplumu, birbirine kenetlenmiş insanlardan oluşuyordu. Bu toplumun bi­reyleri arasındaki sıkı dayanışma sayesinde -halkın bir bölümü ci-had hizmetleri için cephelere koşarken hiçbir aksama meydana gelmiyor, bir genel açlık ya da herhangi bir felaket yaşandığında yine toplumun iç kesimi büyük ölçüde olumsuz etkilenmiyordu.

Gayrimüslim milletlerde bugün bir toplumsal sorun cereyan edince hemen fuhuş yaygınlaşmaya başlar. Açlık ve ekonomik sı­kıntılar yüzünden, özellikle kıtlık ve pahalılık yaygın bir hal almca çeşitli kötülükler artar, zengin fakiri sömürür; bir felaket yaşandı mı güçlü zayıfı ezer. Halbuki bunun tam tersi olarak ilk İslâm top­lumunda aileler arasında, hatta yöneticilerle vatandaşlar arasında sıkı bir yardımlaşma vardı. Bilakis günümüzde sorumlular refah ve nimet içinde yüzerlerken bunun sonucu olarak azmaktadırlar. Buna karşın halk perişanlık içinde yaşamaktadır. Bu yüzden günü­müz toplumlarında, soy, tabaka çıkar, parti veya sözümona birlik ve beraberliği sağlayan herhangi bir ilişki varsa hemen çözülüve-rir. Herkes kendi başının çaresine bakmaya çalışır ve tek başına mücadelesini sürdürür.

İslâm'da soy bağı (yani akrabalık) iman kardeşliğini güçlendi­ren bir unsurdur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

"Sonra iman edenler, hicret edenler ve sizinle beraber cihad yapanlar, işte onlar sizdendir. Akraba olanlar ise Allah'ın kitabı­na göre birbirleri için daha önceliklidirler. Allah her şeyi çok iyi bilir." Akrabalıktan başka, iman kardeşliğini güçlendiren bir diğer faktör yoktur. Eğer akrabalar arasında din farkı varsa akrabalık hiçbir önem taşımaz. İslâmı kabul etmemiş olan yakınlar, müslü­man akrabalarından uzak dururlar. Eğer şirk üzerinde iseler İslâm devletinin sınırlan dışında kalırlar; Kitap ehli iseler, İslâm vatanın­da oturabilirler, fakat İslâm çemberine teğet olan bir başka çem­berin içinde kalırlar ki bu iki çember birbirlerine girişmezler.

Şimdi de İslâm'ın getirmiş olduğu ve Hz. Peygamberin arka­daşlarının kavradığı anlamdaki uygulamalı İslâm kardeşliği ile il­gili bazı tarihi örneklere bakalım:

Hz. Peygamber (sav) Medine'ye hicret ettikten sonra, kaynaşıp bir kütle haline gelsinler diye bütün müslümanları ikişer ikişer kardeş ilan etti. Ancak bazı kimselerin sandığı gibi sırf maddi alan­da birbirlerine yardımcı olsunlar diye Ensar'la muhacirleri kardeş­lik sözleşmesiyle birbirlerine bağlamak istememişti. Bununla be­raber kardeşliğin sonucu olarak yardımlaşma oldu. (Sırf maddi çı­karın ön planda tutulmadığı şundan da anlaşılmaktadır.)

Örneğin Hz. Peygamber (sav) ile amcası oğlu Hz. Ali kardeş ol­dular. Halbuki ikisi de muhacir idiler (yani Mekke'li göçmenlerden idiler.) Keza amcası Hamza ile kölesi Zeyd b. Harise'yi kardeş ilan etmişti; İkisi de Mekke'li göçmenlerden idiler; Zübeyir b. el-Avam ile Abdullah b. Mes'ud el-Huzeli'yi kardeş ilan etmişti; Onlar da Mekkeii göçmenlerdendi; Bilal b. Rabbah ile Abdullah el-Khus'umi'yi kardeş ilan etmişti; îkisi de Mekkeii idiler.

Hz. Ali'nin kardeşi Cafer'le Medine'li Muaz b. Cebel'i kardeş ilan etmişti. Halbuki Cafer Habeşistan'da gurbetteydi, {aralarında bir yardımlaşma sözkonusu olamazdı.) Bütün bunlarla beraber Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer kardeş olmuşlardı ki her ikisi de Mek­keii göçmenlerden idiler. Keza iki Medineli müslüman arasında da kardeşlik akdi yapılmıştı.

Eğer amaç sırf ekonomik olsaydı bir Mekkeii göçmenle birkaç Medineli'nin kardeş olması gerekirdi. Bu suretle ancak Medineli-ler, Mekkeii göçmen kardeşlerine en iyi şekilde yararlı olabilirler­di. Çünkü Medineliler sayı olarak daha çok idiler ve Mekke'li göç­menlerin üç katını oluşturuyorlardı. Eğer amaç ekonomik alanda yardımlaşma olsaydı. Bu kardeşlik sözleşmesi hiç değilse Medi­ne'li zenginlerle Mekkeii yoksul göçmenler arasında yapılacaktı. Çünkü Medineliler arasında da yoksul insan vardı. Bununla bera­ber Mekkeii göçmenler arasında da Hz. Ebubekir ve Hz. Osman gibi zenginler vardı.

Ancak Ensar'm, Muhacirler'e gösterdiği yakın ilgi ve bazı cö­mertlik örnekleri, tarihçilerin bu olaya sadece ekonomik açıdan bakmalarına ve bu kanaatla meselenin üzerinde durmalarına ne­den olmuştur. Bu ise oryantalistlerin, konuyu böyle ele almalarını ve ekonomik açıdan incelemelerini sonuçlandırmıştır. Nitekim bunlar, bu meseleden, müslümanların her alanda maddeyi ön planda tuttukları sonucunu çıkarmaktadırlar. Bizler de onların ile­ri sürdüklerini işin aslını, esasını inceleyip öğrenmeden bilinçsiz bir şekilde tekrarlayıp dururuz.

Her halükârda muhacirleri ve ensarı kapsamı içine alan bu kardeşlik sözleşmesi, iman kardeşliğini güçlendirmiş oldu; Akra­balık ve soydaşlık ilişkilerinden geriye kalan çökeltileri de zayıflat­tı. Örneğin birbirlerinin akraba ve yakınları olan Mekkeii göçmenlerin artık Medineliler'den kardeşleri vardı. Keza Medineliler de göçmen Mekkeliler arasında kardeşlere sahip olmuşlardı. Böylece sadece iman kardeşliği geçerliliğini koruyabiliyordu.

İşte burada konunun taşıdığı önem bakımınan Hamza b. Ab-dülmuttalib'in Uhut savaşından önce din kardeşi Zeyd b. Harise için yazdığı vasiyetname ile, Hz. Ömer devlet düzeninde yazılı uy­gulamayı başlatınca Bilal b. Rabbah'm, payına düşecek olan gani­metlerden, din kardeşi Abdullah b. Abdurrahman el-Hus'umi le­hinde vazgeçtiğine dair düzenlediği belgeyi düşünmeliyiz.

Ensar'm (yani Medineli müslümanların) din kardeşliği konu­sunda Abdurrahman b. Avf şunları kaydetmektedir.

"Hz. Peygamber (sav) Beni ve Saad b. Rabi'î kardeş ilan etmiş­ti. Saad, birgün bana dedi ki:

- Ben Ensar içinde serveti çok olan biriyim. Binaenaleyh malı­mı yarıyarıya seninle bölüşmek istiyorum. Aynı zamanda iki karım var. Bak hangisini beğenirsen onu boşayayım. îddeti sona erip he­lal olunca alır evlenirsiniz."

Ona dedim ki hayır buna gerek yok. (Ben tüccar bir adamım). Bana sadece pazarı, piyasayı gösterin yeter. Nitekim bana Kaynu-kaoğulları pazarım gösterdiler. Ben de gittim ilk alışverişte hemen bir miktar lor ve biraz da yağ satan alarak kâr ettim;"[60]

Bu kardeşlik önce teorik olarak başladı. Ondan sonra da yuka­rıda örneklerini verdiğimiz gibi maddi alanda uygulamaya kondu. Bilindiği üzere can dediğimiz şey, bazılarınca maddeden de (yani para ve servetten de) çok daha pahalı ve değerlidir. Buna rağmen o günün savaşları sırasında olup bitenlere bir göz atalım ve kişinin müslüman kardeşini kurtarmak için canını nasıl seve seve tehlike­ye attığını görelim. Ayrıca dinini yıkılmaktan korumak için babası­nı, öz kardeşini ve yakınlarının tümünü nasıl feda ettiğini gözleye-lim. Müslümanların bizzat ailesine.

Bilindiği üzere Ensar ve muhacirlerden oluşan müslümanlarla Kureyş müşrikleri arasında cereyan eden Büyük Bedir savaşı bu iki tarafın birbirlerine karşı verdikleri ilk savaştır, ki Kureyş ordusu, muhacirlerin babalarından ve yakınlarından oluşuyor, kan ve soy bağı, yakınlık, köken birliği, aynı yerde doğup büyümüş olmak, ay­nı çıkarlara sahip olmak ve toprak birliği gibi, din bağından başka her türlü ilgiyle birbirlerinin can ciğeri olan kimselerden meydana geliyordu.

Bedir savaşının cereyan ettiği gün müşriklerden Utba b. Rabia müslümanlan teke tek dövüşe davet etti. Önce müslümanlar ara­sında bulunan oğlu Ebû Huzeyfe öne atılarak onunla dövüşmek istedi. Fakat Hz. Peygamber (sav):

- Sen geri dur! diye emir vererek (başka silahşörleri öne çıkar­dı). Buna rağmen babası Utba b. Rabia öldürülürken genç sahabi Ebû Huzeyfe de öne atılarak babasına darbe indirmiş, katledilme­sine yardım etmişti. Bu manzarayı seyreden ablası Utba kızı (Ebû Süfyan'm karısı) Hind'in dudaklarından, kardeşi Ebu Huzeyfe'yi kötüleyen şu mısralar dökülmüştü:

"Behey şaşı ey dişlek, Ey uğursuz sünepe, Dini en aşağılık, Sefil Ebu Huzeyfe!

Hiç utanmadın mı sen Silah çektin babana O seni büyütmüştü Atmamıştı yabana."

Mübareze denen teke tek döğüşün sonunda ilk önce Ebû Hu-zeyfe'nin babası Utba b. Rabia, Ondan sonra Şeybe (yani Ebû Hu-zeyfe'nin amcası) ve Utba'nm oğlu Velid (Ebû Huzeyfe'nin karde­şi) öldürüldüler. Utba'nm cesedi sürüklenip çukura atıldığı sırada Ebû Huzeyfe'nin benzi solmuştu. Hz. Peygamber (sav) ona:

- Yoksa babanın uğradığı sonuçtan üzgün müsün? diye sorun­ca Ebû Huzeyfe:

- Allah'a yemin ederim ki hayır, fakat babam isabetli görüşe sa­hipti, hoşgörülü ve saygın bir şahsiyetti, Ben, Allah'ın, onu İslâm şerefine erdireceğini umuyordum. Fakat böyle kötü bir sonla gitti­ğini görünce sırf bu yüzden üzüldüm." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) Ebû Huzeyfe'ye dua etti ve inşaallah sonuç bizim için hayırlı olmuştur, buyurdu.

Aynı şekilde Hz. Ebubekir de oğlu Abdurrahman'a seslenmiş, onu döğüşe çağırmıştı. Abdurrahman o gün müşriklerin safında bulunuyordu. Babası ona:

-  Ulan pis herif! hani benim malım servetim! diye haykırınca Abdurahman sadece şu mısralarla cevap veriyordu:

"Bir silahtan bir de attan başka bir şey kalmadı. Ve seni gebertecek bir kılıç var ey bunak!"

Sonra Abdurrahman babasını teke tek döğüşe davet etti. Hz. Ebubekir öne doğru atılmak isterken Hz. Peygamber (sav) kendi­sine engel olmaya çalışarak:

- Ey Ebubekir! Bizi varlığından yoksun etme. Bilmiyor musun ki sen benim gözüm ve kulağım gibisin."

Keza Bedir günü, -büyük sahabilerden- Ebu Ubeyde'nin, Ku­reyş saflarmdaki babası da oğlunun üzerine yürüyerek onu öldür­mek istiyordu. Babasını caydırmak için Ebû Ubeyde yüzünü çevi­rerek çekilmek istediyse de adam ısrar etti.

Bunun üzerine Ebû Ubeyde dönerek babasını öldürdü ve Al­lah Teâlâ şu âyet-i kerîme'yi indirdi:

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir toplumun, -babalan, oğullan, kardeşleri ve akrabaları bile olsa- Allah'a ve onun elçisi­ne, düşmanlık edenlere sevgi beslediklerini göremezsin. Onlar var ya, Allah gönüllerinin içine imanı yazmış ve onları kendi ta­rafından bir moralle desteklemiştir.

Allah onları altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacak, orada ebediyyen kalacaklardır. Allah onlardan memnun, onlar da Allah'tan hoşnutturlar. Onlar Allah'ın partisidir. Şunu çok iyi bilin ki, başarıya ulaşacak olanlar Allah'ın partisidir.[61]

İşte görüyorsunuz, baba, oğul ve amca çocukları arasındaki kan ve soy bağı en güçlü bağlar olmasına rağmen, hiçbir kaynaştı­rıcı unsurla mukayese edilemeyecek kadar güçlü olan din kardeş­liği ve iman bağı karşısında çözülmüş yıkılmış ve yok olmuştur. Çünkü iman bağı kalbe yerleşmiş bulunan sarsılmaz bir inancın sonucudur. Halbuki diğer bağların tümü, duyguya, çıkara, hevese veya akrabalığa dayanır.

Hz. Ömer bir keresinde sahabilerden Asoğlu Said'e rastlayarak onunla şöyle konuşmuştu:

- Bana darginmışsın gibi görüyorum seni. Babanı -Bedir sa­vaşında- ben öldürdüm sanıyorsun, öyle değil mi? Bak, eğer ba­banı ben öldürseydim senden hiç özür dilemezdim. Aslında (se­nin baban As'ı değil), ben dayım Muğira oğlu, Hişam oğlu As'ı öl­dürdüm. Babana gelince O, boynuzuyla bir şeyler araştıran öküz gibi etrafı yokluyordu. Ben onu görünce yönümü değiştirdim. Ondan sonra amcası oğlu Ali üzerine yürüdü ve onu öldürdü." Hz. Ömer'in bu konuşmasını dinleyen Said ise şu cevabı verdi:

- Ne Önemi var ki, eğer onu öldürmüş olsaydın o zaten yanlış yoldaydı. Doğru yolda olan sendin!"

Yine Bedir savaşının cereyan ettiği gün, Kureyşliler'den alman esirler arasında -sahabilerden- Mus'ab b. Umeyr'in -anne baba bir- öz kardeşi Ebû Aziz b. Umeyr b. Haşim de vardı. Onu esir alan zat ise Ensar'dan Ebû Yüsr adında biriydi. Esir düşen Ebû Aziz adındaki bu adam, Nadr b. el-Haris'ten sonra müşriklerin sanca­ğını taşıyan kişi idi. Kardeşini yakalanmış olarak gören Mus'ab, onu esir almış bulunan arkadaşına:

- Onu sıkı tut -sakın bırakma- annesi çok zengindir. Belki oğ­lunu elinden kurtarmak için sana -iyi bir- tazminat öder!" deyin­ce bu sözlerden çok incinen Ebû Aziz, kardeşi Mus'ab'a dönerek:

- Ey kardeşim! Benim hakkımdaki tavsiyelerin bu mu?! diye dert yanınca Mus'ab:

- Kardeşim sen değil, işte şudur!" diyerek onu esir alan arka­daşını gösterdi.

Bedir savaşı sona erince esirlere nasıl bir muamelede bulunul­masına ilişkin, Hz. Peygamber (sav) ashabına danıştı. Onlardan Hz. Ebubekir gibi bazıları tazminat önerdiler. Bu istişare sırasında Hz. Ebubekir şöyle konuştu:

"Ey Allah'ın elçisi! Bu adamlar aslında amca çocuklarımız ya­kınlarımız ve kardeşlerimizdir. Ben, onlardan tazminat alıp (ken­dilerini serbest bırakmana) taraftarım. Böylece onlardan alacağı­mız para, kâfirlere karşı bizim için hem bir güç kaynağı olacak, hem de olabilir ki {bunlar sağ kurtulup gidince), Allah onları hi­dayete erdirir {İslâm'a girerler) ve bize destek olurlar." Hz. Ebube-kir'in bu görüşüne karşın Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Saad b. Muaz ve Hz. Abdullah b. Ravvaha gibi bazı sahabiler ise esirlerin öldürül­mesine taraftar idiler. Nitekim Hz. Ömer şöyle diyordu:

"Vallahi ben Ebubekir'le aynı görüşte değilim. Benim görü­şüm şudur: Bana izin verin esirler arasındaki şu akrabamın boy­nunu vurayım, Ali'ye de izin verin o da kardeşinin boynunu vur­sun. Ta ki müşriklere karşı gönlümüzde hiçbir yakınlık bulunma­dığını Allah'ın huzurunda ortaya koymuş olalım. Çünkü esir al­mış bulunduğumuz bu adamlar müşriklerin kodamanları öncü­leri ve liderleridirler."

Yukarıdaki olaylara baktığımızda duygusallığın ısrarla bir ke­nara atıldığını, dava uğruna akrabalık bağlarından tamamen vaz­geçildiğini; kabilecilik fanatizmiyle, bütün olanaklara başvurarak kabileciliği savunmak ve onunla gurur duymak ondan sonra da doğru ya da yanlış yolda olsun daima aileyi savunmak ve aile ismi­nin yüceltilmesi uğrunda can vermek gibi.cahiliyet toplumunun tüm değer yargılarına karşı meydan okunduğunu görüyoruz.

Keza, iman kardeşliğine olağan üstü önem verildiğini, İslâm'ı korumak ve dinin mesajını yaymak amacıyla Allah yolunda cihad edildiğini tesbit ediyoruz ki bütün bu düşünceler yenidir. Bunları islâm ortaya atmıştır. Bu bakış açıları, cahiliyetin kurallarını bir kenara iterek onların içinden sıyrılan ve İslâm'la birlikte bütün ba­şarı ve zaferlerini gerçek ve temel sebebi olarak İslâm'ın getirdiği kurallara inanan ilk müslümanlar için bu düşünceler yeni davayı oluşturdu. Bu nedenledir ki İslâm'ı omuzlayacak gücü kaybettikçe müslümanlar ruh ve ahlâk planında daima gevşediler. Tarihte kay­bettikleri heybet ve üstünlükler Önemini kaybetti. Devlet zevale erdi. Bu sonuçlarla birlikte cahili yaklaşımlar yeniden hortladı ve yayılmaya başladı. Hiç kuşku yok ki cahiliyet ve islâm'dan biri ge­liştikçe öbürü bu gelişme oranında çökmeye yüz tutar.

Hicretin altıncı yılında müslümanlarla Beni'l-Mustalik kabile­si arasında bu kabileye ait bir su kenarında savaş cereyan etti. Hz. Peygamber (sav) suyun kenarında karargahını kurmakta iken ar­kadan ordu için su taşıyacak adamlar geldiler. Bu sırada Hz. Ömer'le beraber ücretle tuttuğu bir delikanlı da vardı. Bu genç, Gı-faroğulları kabilesinden Cahcah adında biriydi. Hz. Ömer'in atma bakıyordu. İşbu Cahcah, ile Hazreçliler'in müttefiki olan Cüheyne kabilesinden Sinan b. Vabr, su yüzünden kavgaya tutuştular. Cü-heyneîi genç, Medineli müslümanlara Cahcah da Mekkeli göçmen müslümanlara seslenerek her biri taraftarlarını imdada çağırdı. Bu olayı seyretmekte olan (münafıkların başı) Abdullah b. Ubey b. Se-lul öfkelenmeye başladı. Yandaşlarından bir grup da yanında bu­lunuyordu. Bunlardan biri de Zeyd b. Erkam adında bir delikanlıy­dı. Abdullah b. Ubey şöyle saçmalıyordu:

"Bunu da mı yaptılar?! Bak hele, bizim topraklarımızda bize karşı düşmanlık güdüyor ve bize üstünlük taslıyorlar. And olsun ki Kureyş'in bu ayak takımı için söylenecek en uygun söz şudur: "Besle kargayı oysun gözünü." Fakat Allah'a yemin ederim, Medi­ne'ye döner dönmez bu sefer -kozumuzu paylaşacağız- güçlü olanlar güçsüzleri mutlak surette şehirden çıkaracaktır."

Sonra Abdullah b. Ubey yandaşlarına dönerek onlara şöyle haykırdı:

"Bakın işte başınıza kendi ellerinizle bu dertleri açtınız. Bu adamları memleketinize soktunuz. Mallarınızı onlarla bölüştü­nüz. Bakınız Allah'a and olsun ki eğer ellerinizdeki imkanları on­lardan esirgeyecek olursanız sizin yurdunuzdan bu adamlar tek­rar defolup gideceklerdir!"

Münafıkların başı Abdullah b. Ubey b. Selul'un bütün bu söy­lediklerini Zeyd b. Erkam dinliyordu. Bir anda İslâm kardeşliği duyguları kabardı. Hemen gidip Hz. Peygamber'e bütün bunları anlattı. Hz. Peygamber düşmanını tam bu sırada dize getirmiş ve savaşın gailesinden henüz yeni boşalmış bulunuyordu.

Hz. Ömer de tam bu sırada Hz. Peygambe'in yanında hazır bu­lunuyordu. Hz. Ömer Hz. Peygamber'e:

- Ey Allah'ın Elçisi! Abbad b. Büşr'e emret, gidip onu hemen gebertsin, dedi. Fakat Hz. Peygamber:

- Nasıl olur Ömer! Halk demezmi ki Muhammed şimdi de ar­kadaşlarını öldürüyor?! -Bu olmaz- Fakat çağrı yap ordu sefere hazırlansın.

Hz. Peygamber bu emri verdiği zaman sefere çıkılacak saatler değildi. Ancak Rasulullah'm talimatı üzerine ordu kalkış yaparak harekete başladı.

Zeyd b. Erkam'm, duyduklarım gidip anlattığını anlayan Ab­dullah b. Ubey, Allah'ın elçisine giderek ona, nakledilenleri katıy-yen söylemediğine ilişkin yeminler ederek Hz. Peygamber (sav)'i ikna etmeye çalıştı. Abdullah b. Ubey adındaki bu adam taraftar­ları arasında saygın bir kişiydi. Hz. Peygamber (sav)'in, sırada ya­nında bulunan Ensar'dan bazı sahabiler de ona:

- Ey Allah'ın elçisi! Olabilir ki sana bu sözleri nakleden delikan­lı yanılmıştır. Belki de adamın söylediklerini tam olarak aklında tutamamış, yanlış aktarmıştır, diyerek Hz. Peygamber (sav)'i yatış­tırmaya çalıştılar.

Hz. Peygamber (sav) ayrılıp hareket etmeye başlayınca Medi­neli ashaptan Useyyid b. Hudayr, Ona yaklaşarak kendisini, yakı­şan bir üslupla selamladıktan sonsa:

-  Ey Allah'ın elçisi çok uygunsuz bir saatte hareket ettin. Hiç böyle bir saatte sefere başlamazdın! diyerek sözlerine başladı. Hz. Peygamber ona şu soruyu yöneltti:

- Arkadaşınızın neler söylediğini hiç duymadın mı? Useyyid:

- Hangi arkadaş ya Rasulallah? diye sorunca Hz. Peygamber:

- Abdullah b. Ubey, diye cevap verdi. Useyyid b. Khudayr:

- Peki Abdullah b. Ubey ne demiş? diye sorunca Hz. Peygam­ber:

- Güya Medine'ye döner dönmez güçlüler güçsüzleri şehirden çıkaracak diye tehditler savurmuş." dedi.

Bu sözleri duyan Useyyid, Hz. Peygamber'e şunları söyledi:

- Ey Allah'ın Elçisi! Allah'a yemin olsun ki isteyecek olursan asıl sen onu çıkarabilirsin. Vallahi gerçekte güçsüz ve sefil odur, üstün olansa sensin.

Ondan sonra da sözlerine şunları ekledi:

- Ey Allah'ın Elçisi! Onu hoşgör. Çüpkü Allah seni bize gönder­diği sırada halkı onu artık kral ilan etmek üzereydiler. Nitekim ba­şına geçirecekleri krallık tacının boncuklarını ipe dizmeye bile başlamışlardı. Bu nedenle de seni, tahtım elinden alan biri olarak görüyor.

(Babasıyla adaş olan) Abdullah b. Ubey'in ğlu Abdullah, bu olup bitenleri kısa zamanda haber almıştı. Bu sahabi, genç bir mümindi. İslâm gerçeğini çok iyi anlamış ve hazmetmişti. İçinde yaşadığı bu topluluğun bütün bireyleriyle olan iman kardeşliğini de çok iyi kavramış bulunuyordu. Halbuki babası bu topluma (bencilliği yüzünden) ters düşüyordu. Genç Abdullah Hz. Peygam­ber'e gelerek ona şu ricalarda bulundu:

- Ey Allah'ın elçisi! (babam) Abdullah b. Ubey'i idam etmek is­tediğini duydum. Sana anlatılan bir olay üzerine bu kararı almış olduğunu öğrendim. Eğer gerçekten infaz yaptiracaksan bana emret babamın kellesini hemen huzuruna getireyim. Allah'a ye­min ediyorum Hazreç kabilesi içinde babasına, benim kadar say­gı gösteren biri yoktur. Korkarım birine emredersin gidip baba­mın infazını yapar, ben de onu öldüren kişinin halk arasında gez­mesine dayanamam, günün birinde gider, bir kâfirin intikamını almak için bir mü'mini öldürürüm ve bu suretle cehennem ate­şine girerim!

Bu genç sahabiyi dinleyen Hz. Peygamber ona:

- Bilakis biz ona hoşgörüyle bakarız ve aramızda bulunduğu sürece kendisiyle iyi geçinmeye çalışırız." diye cevap verdi.

Hz. Peygamber (sav)'in ordusu dönüşte Medine'ye girmek üzereyken Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah kılıcını çekerek şeh­rin giriş kapısına dikildi. Askerler önünden geçerek şehre giriyor­lardı. Bir ara babası da tam kapıdan içeriye girmek üzereyken oğ­lu ona:

- Sen geri dur bakalım! diye sert bir uyarıda bulundu. Babası Abdullah'a:

- Vahlar olsun oğlum! Sana ne oluyor! deyince oğlu:

- Allah'a yemin ederim ki Hz. Peygamber (sav) izin vermedik­çe buradan içeriye adımını atamazsın! Çünkü üstün ve aziz O'dur, asıl zelil ve aşağılık sensin, anladın mı! diye babasını haş­ladı. Sonra Hz. Peygamber (sav) gelince -ki o daima ordusunu ar­kadan izler, geride kalmış bulunan özürlülere, kaybolanlara ve yardıma ihtiyaç duyanlara bu suretle destek olmak isterdi- Abdul­lah b. Ubey yaklaşarak oğlunu şikayet etti. Oğul Abdullah ise:

- Ey Allah'ın Elçisi! sen izin vermedikçe bu adam şehre gire­mez dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber izin verdi. Abdullah ba­basına dönerek:

- Bak! Hz. Peygamber (sav) izin verdi. Şimdi artık şehre gire­bilirsin dedi. İşte bu suretle Abdullah, insanlık dünyasının tanık olduğu en güçlü bağı aşarak imamyla yücelmiş ve yükselmiş oldu.

-Bu bağ, arkabalık bağıydı.- Abdullah bu en yakın insanla olan ba­ğı dahi ayaklarının altına almıştı ki bu bağ her insan oğlunun gön­lünde çok güçlü olan babayla oğul arasındaki kan bağıdır.

Kadınların da bu alanda erkeklerden geri kalmayan bir rolü vardır. Bir örnekte şudur: Ebû Süfyan, Hudeybiye barışının deva­mım ve ciddi uygulamasını sağlamak amacıyla, aynı zamanda sü­resini uzatmak için Mekke'den çıkmış Medine'ye gelmişti.

Ebû Süfyan, Kureyşliler'in de destek ve cesaretlendirmelerinin sonucu olarak müttefikleri olan Bekroğullarmın Huzaa kabilesine saldırmalarına karşı müslümanlarm tepki göstermesinden korku­yordu. Çünkü Huzaa kabilesi müslümanlarla antlaşmak idiler. Ebû Süfyan bu amaçla Medine'ye gelince -Hz. Peygamber'in hanı­mı olan- kızı Ümmü Habibe Ramle'nin evine misafir oldu. İçeri girip Hz. Peygamber'e özel olan minderin üzerine oturmak iste­yince kızı Ümmü Habibe, minderi hızlı bir şekilde kaparak üzeri­ne babasının oturmasını engelledi. Babası:

-  Kızım! Anlamıyorum minderi mi bana yakıştırmadın, yoksa beni mi mindere yakıştırmadın, diye yakınınca kızı Üm­mü Habibe:

- Hayır {Bilakis seni mindere yakıştırmadım). Çünkü bu, Hz. Peygamberin minderidir; sen ise pis bir müşriksin. Bu nedenle de Hz. Peygamber'in minderinin üzerine oturmanı istemedim

diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Süfyan öfkelenerek:

- Be hey kızım! Vallahi de sen benden ayrıldıktan sonra aklı­nı oynatmışsın, diye karşılıkta bulundu.

İnsan psikolojisi zaman zaman bazı zaaflar gösterir. Dolayısıy­la müslüman kişi bir diğer müslüman kardeşiyle anlaşmazlık içine girebilir. Mümin bir cemaat bir diğer mümin toplulukla kavga edebilir. Fakat çok geçmeden imanlı kişi -uyarıldığı takdirde- he­men kendine gelir. Keza mümin topluluk uyarılmca saldırganlığı­nı bırakabilir. Ancak devam edecek olursa vazgeçinceye kadar sal­dırgan tarafa karşı önlemler alınır. Fakat iki taraftan hiçbirinin imansızlığına bu gerekçeyle hükmedilemez.

Hz. Enes b. Malik (ra), Hz. Peygamber (sav) 'in şu sözlerini nak­letmektedir:

"Müslüman kardeşine, zalimde olsa mazlum da olsa yardım

et." Bu sırada adamın biri şunu sorar:

- Ey Allah'ın elçisi! müslüman kişi mazlum olduğu takdirde

(yani saldırıya uğradığı zaman) ona yardım ederim. -Bunu anla­dım- Fakat saldırgan olduğu zaman ona nasıl yardım edeyim?!

Hz. Peygamber şu cevabı verir:

- Ona engel olursun ya da başkasına zulmetmekten onu cay­dırırsın. İşte saldırgan kardeşine yapacağın yardım böyle olur.

Ebuzer el-Gıfarî de şunları anlatmaktadır: "Adamın birine sövdüm, anasına küfrettim. [62] Bunun üzerine Hz. Peygamber bana şunu dedi:

"Ya Ebazer! Sen öyle bir adamsın ki, sende hala cahiliyet dö­neminin alışkanlıkları bulunmaktadır. Esasen bu köleler sizin kardeşlerinizdir. Allah onları yetkinizin altına koymuş (Onları si­ze emanet etmiş). Binaenaleyh kimin elinde müslüman kardeşle­rinden böyle bir emanet varsa ona yediği şeyden yedirsin, giydi­ği kaliteden giydirsin; onlara güçlerinin yetmediği işleri yükle-meyin, şayet yükleyecek olursanız onlara yardım edin [63]

Müslümanlar arasındaki bu güçlü iman kardeşliğini yahudiler bir ara kabilecüik ve soy ayırımı ile yıkmak istediler. Müslümanlar arasında fitne uyandırmaya çalıştırdılar. Bir keresinde yahudiler-den Şa's b. Kays adında bir adam Evs ve Hazrec kabilelerine men­sup bir grup müslümanm yakınından geçiyordu. Vaktiyle düşman olan bu iki kabilenin bireyleri için ortam arı duru bir hale gelmiş, yaşam bütün güzellikleriyle onlara gözükmüş İslâm dini cahiliyet ruhunu onlardan söküp attıktan sonra artık kardeş olmuşlardı. Şa's adındaki yahudi bunu görünce içi daraldı. Bu manzaradan ra­hatsız oldu.

Bunun üzerine gidip bir yahudi, gencini çağırarak ondan bu topluluğun yanında oturmasını ve yıllar önce aralarında patlak veren Buas savaşından söz etmesini hatta daha önceki günlere ka­dar giderek Evs ve Hazreç kabilelerinin düşmanlık dönemini deş­mesini o sıralarda birbirlerine karşı söyledikleri kahramanlık şiir­lerini okuyarak onları tahrik edip birbirlerine düşürmesini istedi. Bu genç de aynı şeyleri yaptı. Nitekim bu müslümanlar bir an için îslâm kardeşliği bağını bir kenara itecek kadar gaflete düştüler. Hatta Medine dışında kapışmak için birbirlerini tehdit bile ettiler. Neredeyse fitne kopmak üzereydi.

Hz. Peygamber bu olayı haber alınca derhal topluluğun bu­lunduğu yere giderek onlara karşı şu konuşmasını yaptı:

- Ey Ensar topluluğu! Allah'tan korkun, ben henüz aranızda bulunuyorken ve Allah Teâlâ sizi İslâm şerefiyle şereflendirip yü-celtmişken, cahiliyetle olan bağınızı İslâm sayesinde koparmış iken, sizi küfrün tehlikesinden kurtarıp, gönüllerinizi birbirine bağlamışken, yeniden cahiliyet davasıyla mı hareket ediyorsu­nuz? Ensar topluluğu peygamberlerinin bu öğütlerini duyar duy­maz yeniden kendilerine geldiler. Akıllarını başlarına alıp Allah'ın nimetiyle yeniden kardeş oldular. Böylece şeytanın bütün vesve­seleri ve cahiliyet davası onların içinden sökülüp çıktı.

Bazen de müslümanlar arasındaki uzlaşmazlık ve kavgalar ge­lişebilir, fitne azabilir çatışma çıkabilir. İşte o zaman kargaşaya son vermek ve müslümanları uzlaştırmak yine müslüman kardeşlere düşen bir görev olur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Müminlerden iki topluluk çarpışacak olursa onların arasını bulunuz. Eğer taraflardan biri diğerine karşı zorbalık ediyorsa Allah'ın emrine teslim oluncaya kadar zorba tarafa karşı müca­dele ediniz. Vazgeçerse adaletle aralarını bulun ve adil davranın Allah adaletle davrananları sever."[64]

Bilindiği üzere din kardeşlerinin saflarında yeniden yerlerini almaları için zorba müslümanlara karşı silahlı mücadele meşrudur. Fakat (bu mücadelenin kafirlere karşı verilen silahlı mücade­leden farkı şudur.) Yaralıya karşı artık hamle yapılmaz, yani öldü­rülmez sadece etkisiz hale getirilir; keza alınan esir öldürülmez, si­lahını bırakıp vuruşmaktan vazgeçenler izlenmez. Aynı zamanda isyancı müslüman grupların, ganimet niyetine mallan alınmaz, kadın ve çoluk çocuklarına esir muamelesi yapılmaz. Çünkü amaç onları tamamen ortadan kaldırmak değil, tam tersine onları yeni­den topluma kazandırmak ve îslâm kardeşliği bayrağı altında di­ğer müslüm ani arla onları yeniden bir araya getirmektir.

İşte ilk müslümanlar olan Hz. Peygamber (sav)'in sahabileri ile onlardan sonraki iki kuşağın tümü İslâm kardeşliği kavramını bu şekilde anlamış ve hayata geçirmişlerdir. Bu sayede de hayatta­ki gerçek görevini yerine getirebilecek dayanışma içindeki sağlam toplumu meydana getirmeyi başardılar. Bu müstesna üç kuşak yeryüzünü kalkındırmak, insanları karanlıktan kurtarıp aydınlık­lara ulaştırmada gerçekten çok büyük rol oynamışlardır. Allah Te­âlâ sonsuza dek onlardan hoşnut olsun. [65]

 

Ehl-Î Zimmet

 

İslâm toplumu zımmileri [66] (yani kitaplı dinlerden olanları), aynı statüdeki (mecusi ve sabii) gibi vatandaşları ve bütün müslü-manlan kapsar. Bu nedenle İslâm toplumu içinde, bunlardan baş­ka dinlerden olanlar bulunmaz. Çünkü putlara tapanların, müş­riklerin ve örneğin -Hz. Ali'yi, Adiy b. Müsafir'i, el-Hakim Biemril-lah'ı ve Ağahan gibi kimseleri tanrılaştırarak insana tapanların İs­lâm toplumu içinde oturmalarına izin verilmez.

Bu gibi müşrik toplumların üç seçenekleri vardır: Ya İslâm top­raklarını terketmek, ya kitaplı dinlerden birine girmek (mecusi di­ni ve İslam dini de bunlardan sayılır) ya da silaha sarılmak. Dola­yısıyla denebilir ki İslâm toplumu çeşitli din ve inançlara mensup kamplardan uzak ve arı bir toplumdur.

Zımmiler, İslâm toplumu içinde özel bir sosyal sınıfı oluştur­mazlar (Bazıları böyle olmasını candan isterler!). Ancak Zımmîle-rin belli bir sosyal smıf oluşturmamaları, İslâm hayat nizamında sosyal katmanların bulunmamasındandır. Aynı zamanda onlar özel bir kamp ya da cemaat değillerdir. Bilakis toplumun bir par-çasıdırlar.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) gayrimüslim vatandaşların hak­larına saygılı olunmasını öğütlemiştir. Cüveyriye b. Kudama et-Temîmî diyor ki, Hz. Ömer'e:

- Efendimiz! Bizi biraz öğütler misiniz? dedik, şu cevabı verdi:

- Allah Teâlâ'nm zimmetinize emanet ettiği (gayrimüslim va­tandaşların) haklarına saygılı olunuz."

Abdullah b. Ömer de Hz. Peygamber (sav)'in şunları söylediği­ni naklediyor:

"Kim sözleşmeli (zimmi) bir vatandaşı öldürecek olursa cen­net kokusunu asla alamayacaktır. Halbuki cennetin güzel koku­su kırk yıllık mesafeden alınabilecek cazibeye sahiptir."

Abdullah b. Mes'ud da Hz. Peygamber (sav)'den şu hadisi riva­yet ediyor:

"Kim bir zımmiyi rahatsız edecek, üzecek olursa, onun düş­manı benim ve ben kime düşmanlık edecek olursam kıyamet gü­nünde hakkımı ondan almaya çalışırım."

Kitap ehli, sırf cizye vergisini öder ödemez müslümanlarm ko­ruması altına girmiş olurlar. Ancak eğer müslümanlar onları koru­yamayacak duruma düşecek olurlarsa. -Hz. Ebu Ubeyde'nin Homs halkına yaptığı gibi- tahsil etmiş oldukları vergiyi tekrar kendilerine iade ederler. Hz. Ebu Ubeyde Homslular'ı düşman sal­dırısına karşı koruyamayacağım anlayınca böyle yapmıştı. Homs halkı kitaplı vatandaşlardan İdiler.

Fakat Ebu Ubeyde'nin bu örnek davranışını eşi görülmedik çok adaletli bir tutum olarak buldular. Böyle bir muameleyi sade­ce müsîümanlar yapabilir diye duymuşlardı. Bu olumlu etkiyle ge­ri verilen vergilerini almadılar ve "Sizin adaletinizi, aynı dine mensup bulunduğumuz Bizans Kralı Herakleius ile ordusundan daha çok seviyoruz. Bize bir askeri güç ve komutan veriniz, on­larla birlikte şehri Herakleius'un ordusuna karşı savunalım!" de­diler. Bu nedenledir ki -doğrusunu Allah bilir- ancak ehl-i kitaptan alman cizye vergisi esasen onları korumaya karşılıktır.

Kitap ehl-i cizye vermeyi kabul etmekle müslümanlarla sözleş-miş sayılırlar. Sözleşme ise zimmette bir haktır ve bunun gereği olarak müslümanlarm güç ve otoritesini kabul ederek bu otoriteye boyun eğmek, İslâm'a çağrı faaliyetlerine engel olmamak, düş­manlarla gizlice ilişki kurup vatan hainliği yapmamak, müslüman­larm sırlarını ve istihbaratım düşmanlara açıklamamak, düşman saflarında müslümanlara karşı çarpışmamak, domuz eti ve alkollü içkiler gibi yasaklı maddelerin ticaret ve alış verişini yapıp müslü-manları bu sebeplerle üzmemek gibi birçok kurallara uyma karşılı­ğında müslümanlar zimmi toplulukları korumayı üstlenirler.

Zımmiler ayrıca Hz. Peygamber (sav)'e dil uzatmamak zorun­dadırlar. Aynı zamanda İslâm topraklan üzerinde yeni kiliseler ku­ramazlar, haçlarını yüksek yerlere koyamazlar, kiliselerde yada meydanlarda ayinler düzenlerken seslerini yükselterek müslü-manları huzursuz ve tedirgin edemezler. Bütün bunların dışında onlar da İslâm toplumunun bir parçası diri ar. Onlara herhangi bir eziyet yapılamaz, onlara zarar verilemez; aşağılanamazlar; devlet başkanlığı makamı hariç hiçbir işte faaliyetleri engellenemez. Bü­tün bu saydığımız şeyler arasında kitap ehli'nin haklarını çiğne­mek anlamına gelen hiçbir şey yoktur.

Onlar müslümanlar tarafından koruma altına alınmaya karşı­lık cizye vereceklerdir. Müslümanlar ise zımmi vatandaşların öde­dikleri bu cizye vergisi karşılığında kendilerini tehlikeye atarak dış saldırılara karşı savunma ve cihad görevini üstleneceklerdir. Zım­miler bu hizmetlerin dışında kalacaklar, hatta müslümanlarm ko­ruması altında bulundukları sürece savunmadan ve vatan toprak­larını himaye etmekten sorumlu olmayacaklardır. Toprakların asıl sahipleri olan müslümanlar bu hizmetlerden sorumlu olacaklar­dır. Bu hizmetlerin karşılığı olarak şehit düştükleri ve düşmana karşı savaştıkları zaman Allah katında mertebelere ve sevaba nail olacaklardır. Kitab ehli ise bu gerçeklere inanmamaktadırlar.

Dolayısıyla tutalımki bu gibi sebeplerle öldürülecek olsalar dahi herhangi bir mertebe ve sevap kazanamayacaklardır. Çünkü sevap sırf çarpışmanın ve silahlı mücadelenin bir karşılığı değil bi­lakis kesin ve içten olan imanın karşılığıdır. Nitekim nice adamlar ideallerinin ve amaçlarının gerçekleşmesi için sırf milli gayret, kahramanlık, vatan savunması, yurtseverlik yada desinler diye düşmanla çarpışarak öldürülmüşlerdir. Buna rağmen hiçbir sevap ve Allah katında hiçbir mertebe kazanmamışlar, bilakis cehen­nemliklerden olmuşlardır.

Şu halde zımmi vatandaşlar savunma ve cihad faaliyetlerine katılmamaya karşılık vergi ödemiş olurlar. Ne ilginçtir ki imanın zayıfladığı, cihadın tamamen yok olduğu ve savaşların tümünün sadece ve sadece diktatörlerin ve yönetim kadrolarının sırf çıkar­ları uğrunda yapıldığı günümüzde insanların çoğu zorunlu asker­lik uygulamasının bulunduğu ülkelerde belli bir para ödemek su­retiyle askerlikten sorumlu tutulmamayı istiyorlar. Dolayısıyla se­vap kazanma düşüncesi ortadan kalkınca savaş konusunda müs-lümanlarla zımmiler arasında hiçbir fark kalmamış olur. Hiç kuş­kusuz can yerine mal ödemek insan nefsi için en uygun şeydir. Ni­tekim kitap ehli vatandaşlar esasen bunu yapıyorlar. (Yani cihad sevabına inanmadıkları için cizye Ödeyerek canlarını koruyorlar). Bu uygulama ise onların istek ve çıkarlarıyla çakışmaktadır.

İslâm devletinde zımmiler cizye, müslümanlar ise zekat ve sa­daka öderler. Kitab ehli (zımmi vatandaşlar) zekat ve sadaka öde­me durumunda değillerdir. Çünkü zekat ve sadaka İslâm'la ilişki­lidir. Kitab ehli ise İslâm dininin bağlıları değillerdir ki bu ödenek­leri vermek durumunda olsunlar. Ancak müslüman olurlarsa bun­ları ödemek zorunda kalırlar. Elbetteki toplumun bir kesimi olan zımmiler hiçbir şey ödemezken müslümanlarm hem zekat verme­si hem de cihad görevlerini (diğer kesimin yerine) üstlenmesi doğ­ru olmaz. İşte bu nedenledir ki müslümanlarm zekatına karşılık zımmi vatandaşlar da devlete cizye ödemek zorundadırlar.

Çok gerçekçi bir nokta da şudur ki, İslâm toplumu içinde ya­şayan kitap ehli vatandaşlar sahiden içinde yaşadıkları topluma içtenlikle bağlı bile olsalar müslümanlarm safında düşmana karşı asla savaşmayı sevmezler. Çünkü müslümanlarm savaştığı karşıt cepheler genellikle hıristiyan ve yahudi olurlar. Dışarıdaki Hıristi­yanlar ve Yahudiler ise daima müslümanlara karşı işbirliği içinde­dirler; aynı zamanda İslâm toplumunun belli bir kesimini oluşturan hıristiyanların ve yahudilerin de din kardeşleridirler. Bu ne­denledir ki din bağlarına karşı duyulan saygıdan ötürü içerideki hıristiyan ve yahudiler -tabiatıyla- dışarıdaki dindaşlarına silah çekmek istemezler. Gerçek bu ise de onları içeride dış saldırılara Karşı koruyan ve aynı topraklar üzerinde birlikte oturan müslü­manlara karşı içtenliklerini bozmamalıdırlar ve İslâm düşmanları­nın saflarında müslümanlara karşı silah kullanmamalıdırlar.

Bu bilgiler kitap ehlinin cizye ödemesi ile ve müslümanlarm safında cephelerde çarpışm amal arıyla ilgili şeylerdi. Böyle olması çok doğaldır. Bunda onların hukukunun çiğnenen bir yanı yoktur. Bilakis böyle olmasında onların beklentileri ve çıkarları vardır. İn­san hak ettiği bir şeyden yoksun bırakıldığı zaman onu istemeye kalkışır. İçinde zararı bile olsa insan engellendiği şeyin peşinde olur. Düşmanlar, bu konuyu dillerine dolayarak etrafında şüphe­ler uyandırmaya çalışıyorlar. Aslına bakılacak olursa savaşa katıl­maları istendiği zaman muaf tutulmayı ister ve birçok mazeretler ileri sürerler. Ayrıca açıkça niyetlerini ifade edecek olsalar din kar­deşlerine karşı silah çekemeyeceklerini ifade edeceklerdir. İnsa­noğluna zorunlu bir görev yöneltildiği zaman muhakkak bir baha­ne ileri sürmeye çalışır ve bu görevi bir aşağılanma olarak görür. Bu zorunluluk kaldırılıp diğer insanlara eş tutulduğunda ise statü-. sünün bu şekilde devam etmesini arzu eder.

İşte bu nedenledir ki, cizye vergisi, esasen ehl-i kitaba boyun eğdirmek ve İslâm nizamı karşısında onları dize getirmek anlamı­nı taşır. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a ve ahiret gününe inanmayan, Allah'ın ve elçisinin ya­saklarını tanımayan ve hak din olan İslâm'ı din edinmeyen ehl-i kitaptan kimselere karşı savaşınız. Onlar, karşınızda küçülerek size elleriyle cizye vergisi ödeyinceye kadar bu savaşınıza devam ediniz.[67]

Zımmi topluluk tarafından zamanla bir takım isteklerin ileri sürülmemesi ve İslâm nizamına karşı bir takım protestolara kalkışılmaması için bunun böyle uygulanması lazımdır. Ancak bu uy­gulama her halükarda düşmanların eleştirilerini engellemez. On­lar illaki iftira ve yalanlarla İslâm'a dil uzatacaklardır. Onların ka­lemleri güç yetirdikçe gerçekleri çarpıtacaktır ve insanları aldat­maya çalışacaktır.

Zımmiler'in İslâm'a çağrı faaliyetlerine {îslâmlaştırma faali­yetlerine) karşı direnmemeleri gerektiği koşuluna gelince bu da çok doğaldır. Mademki hakim unsur müslümanlardır ve madem­ki uygulanan rejim onların hayat sistemidir. Aynı zamanda ma­demki güvenlikten onlar sorumludur. Şu halde müslümanlann sürdürecekleri îslâmlaştırma faaliyetleri son derece doğaldır. Bu­nunla birlikte îslâmlaştırma çabalan hiçbir zaman kitap ehline za­rar vermez. Onların inançlarına dokunmaz. Çünkü müslümanîar zaten Hz. Musa ve Hz. İsa'nın Allah tarafından gönderilmiş birer peygamber olduklarına Allah'ın onları kendi milletleri olan İsra-iloğulları'na elçi olarak gönderdiğine, Tevrat'ı Hz. Musa'ya, İncil'i Hz. İsa'ya indirdiğine inanmaktadırlar.

Bir peygambere inanan bir milletin ona dil uzatması, onun hakkında kötü konuşması mümkün değildir. Kim bunu yapacak olursa herşeyden önce kendi inancına ters düşmüş ve çok büyük günah işlemiş olur. Hem sonra bir kimse Allah tarafından gönde­rilmiş olduğuna inandığı bir kitaba saldıramaz. Bunu yaparsa çok büyük günah işlemiş olur. Dininden ve imanından kuşku duyulur, îsrailoğulları'nın Allah tarafından onlara indirilen Tevrat'ı ve İn­cil'i değiştirdiklerine inanmakla beraber hiçbir müslüman onların peygamberlerini ve kitaplarım inkar etmeye kalkışamaz.

Zımmiler'le İslâm devleti arasındaki sözleşmenin şartlarından biri olan "hainlik yapmamak" koşuluna gelince bu konuda ehl-i kitap ile müslümanîar aynı durumdadırlar. Yani bu koşul her iki kesim için de sözkonusudur. Dolayısıyla şemsiyesi altında yaşadı­ğı devlete karşı kim hainlik eder, düşmanlarla temas kurar, onlar­dan birini saklar yani düşmanlara yataklık eder, müslümanların sırlarım ve istihbaratını onlara bildirir veya onlarm safında müslü-manlara karşı savaşırsa bu insan, ister müslüman, ister hıristiyan, ister yahudi yada isterse mecusi olsun hiç farketmez ve böyle bir kimse derhal yargılanır ve hak ettiği cezaya çarptırılır. Öyle ise İs­lâm devletinde din farklarından ötürü hiçbirinin diğerine göre ay­rıcalığı yoktur.

Ehl-i zimmet sözleşmesinde ki "müslümanlara eziyet etme­mek" koşuluna gelince, esasen bu madde, komşuyu incitmeme ve onu sevmediği bir şeyle yüzyüze getirmeme kabilinden bir ahlâk müeyyidesidir. Nasıl olmasın?

Örneğin domuz eti ve alkol gibi dini rencide eden bir madde­yi müslümanm hayat alanı içine sokmak çok kötü bir şeydir. Aynı şekilde müslümanlann da kitap ehline zulmetmemeleri ve kendi­lerine yasaklanan şeyleri onlara da yasaklamamaları için, İslâm hayat sistemi gayrimüslim vatandaşların ayrı mahallerde yerleşti­rilmesini öngörmektedir. İşte bu takdirde müslümanların mahal­lerine götürüp satmadan ve ortalıkta gezdirmeden, domuz eti ve alkol gibi maddeleri kendi mahallerinde kullanabilirler.

Yine ehl-i zimmet sözleşmesinde öngörülen "Hz. Peygam-ber'e dil uzatmamak" koşuluna gelince bu da komşuya eziyet ver­memek, onun inançlarına saygı göstermek ve muamele-i bilmisil (görmek istediği muamelenin aynısını yapmak) gibi bir ahlâk mü­eyyidesidir. Tabiatıyla bir müslüman en azından kedi inancının gereği olarak Hz. Musa ve Hz. İsa'ya dil uzatamayacağı için ehl-i kitap da Hz. Muhammed (sav)'i aşağılayıcı hiçbir söz söylememe-li ve bu anlamda hiçbir fiil işlememelidir.

Müslüman kişi zaten Hz. İsa'nın ve Hz. Musa'nın Allah tara­fından gönderilmiş birer peygamber olduklarına inanmakta ve peygamberler arasında ayırım yapmamaktır. Zira Allah Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuştur:

"Elçi (Hz. Muhammed) kendisine Rabbi tarafından indirilen­lere inanmıştır. Bütün müminler de Allah'a, onun meleklerine, onun kitaplarına ve onun elçilerine inanmışlardır; ve derler ki biz Allah'ın elçileri arasında ayırım yapmayız. Duyduk, boyun eğiyoruz günahları mağfiret eden sensin ey Rabbimiz! Son dönüş sanadır."

Kiliselere, havralara ve gayrimüslim mabetlerine gelince, bun­lar daha gayrimüslimlerle barış yapılmadan önce hangi durumda iseler aynen kalırlar. Ondan sonra îslâm siyasi düzenine bağlanır­lar. Ehl-i kitab, cizye vermeyi kabul eder. Eğer müslümanlar fet­hettikleri yere zorla girecek olurlarsa, orada bulunan ibadethane­leri halifenin uygun göreceği hertürlü amaçlarla kullanabilirler. Eğer barış yoluyla girecek olurlarsa, ibadethaneler olduğu gibi ka­lır. Fakat bunlara yenileri eklenemez. Çünkü fetihten sonra artık o topraklarda İslâm hayat sistemi yürürlüğe girecektir.

Tabiatıyla artık ülkenin efendisi müslümanlar olduğuna göre ehl-i kitabın üstünlük gösterisinde bulunmaya, bunun belirtisi olarak örneğin kiliselerin zirvelerine haçlarını asmaya haklan ol­maz. Çünkü bunlar yürürlükteki sistemi temsil ediyor anlamına gelir. Keza çan seslerini de yükseltem'ezler. Zira bu da uygulan-. makta olan siyasi rejimi temsil eder anlamdadır. Aynı zamanda müslümanlara karşı meydan okuma anlamını da taşır ki başka bir rejim elbetteki bunu kabul etmez ve aynı zamanda iyi komşuluk ilişkilerine, müslümanların ve İslâm'ın egemen olduğu gerçeğine de aykırıdır.

Kitap ehli müslümanlarla yapmış oldukları sözleşmelerine bağlı kaldıkları sürece güven, gönül rahatlığı yaşam rahatlığı ve sü­kunet içerisinde yaşama olanağını bulurlar. Müslümanlar da onla­rı korumaya devam eder. Aksine kitap ehli sözleşmelerinin şartla­rından herhangi birini çiğnemeleri halinde müslümanlara karşı silah çekmiş düşmanlar sayılırlar. Bu takdirde müslümanlar onla­rı kovabilir yada öldürebilirler. Müslümanların bir barış ortamı oluşturarak onları affetmeleri de olasıdır. Hiç kuşku yokki kişisel ihlaller sadece şartları ve kuralları çiğneyen kişiye özel bir cezayı ancak gerektirir. Toplu ihlallar ise istisnasız bütün topluluğun ce­zaya çarptırılması için yeterli sebebi oluşturur. Bu gayet doğaldır ve bu şekilde davranmak adalettendir.

Kitap ehli için öngörülen cizye vergisini ancak gücü yetenler öder. Dolayısıyla henüz buluğa ermemiş bulunan erkek çocuklar, kadınlar ve kendilerini sırf ibadete vermiş olan rahipler (din adamları) cizye vergisini ödemekle yükümlü değildirler. Bazı islâm hukukçuları sırf topraklarına bağlı olan ve herhalde askeri bir faaliyetle ilişkisi bulunmayan çiftçilerin de cizye vergisinden so­rumlu tutulmaları görüşünü ileri sürmektedirler. Cizye vergisi sey­yanen de alınmaz (yani herkesten eşit miktarda alınmaz). Yoksu­lun, zenginin ve orta halli zımminin, ödeyecekleri kişisel cizye miktarları farklıdır. '

Keza ehl-i kitaptan bir kimse ileri yaşlılık, hastalık, maluliyet ve benzeri sebeplerle cizyesini veremeyecek duruma düşerse bu kimse sorumlu tutulmaz. Bilakis devlet ona yardım etmek zorun-da'dır.

Bilindiği üzere Hz. Ömer birgün yaşlı bir yahudi dilenciye rast­lamış ona:

- Seni bu işe (yani dilenmeye) zorlayan nedir deyince Yahudi:

-  Cizye, ihtiyaç ve yaşlılık diye cevap vermişti. Hz. Ömer de ona bir miktar ihsanda bulunduktan sonra götürüp beytülmal kahyasına:

- Buna ve benzerlerine sahip ol, Allah'a yemin ediyorum ki bu adam hakkında hiç de insaflı davranmamışız; gençliğinin meyva-larını yemiş, yaşlanınca da onu ortalıkta bırakmışız, diye duygula­rını dile getirmişti.

Zımmi vatandaşlardan birinin İslâm'a aykırı bir fiil işlemesi halinde müslüman sanılarak sorumlular tarafından hakkında iş­lem yapılacağı endişesiyle -İslâm nizamına göre- Kitap ehline özel kıyafetler (belli giyim şekilleri) belirlenmelidir. Onların, müslü­manlara benzememeleri gerekir.

İslamm, yalnızca müslümanlara özgü bir yaşam ve yönetim biçimi olduğu gerekçesiyle düşmanlar, müslümanlarla beraber yaşayan zımmileri, bu rejimi reddetmek için daima kışkırtmışlar­dır. Müslümanların, kitap ehlinden farklı bir dine inandıklarını, (sözde azınlıkların din ve inançlarını hiç hesaba katmadan) kendi rejimlerini uygulamaya çalıştıklarını, bu rejimin ise -ister yahudi ister hıristiyan olsun- kitap ehlinden kimsenin inanmadığı İslâm dininden kaynağını aldığını ileri sürerek bu tahriklerini yapmışlardır. Halbuki kitap ehli İslâm dinine inanmıyor, onu bir iman siste­mi ve bir din olarak kabul etmiyor olsalar bile, bütün isteklerine cevap veren en mükemmel bir yönetim şekli olduğuna göre -ki asırlarca onun gölgesinde mutlu ve rahat yaşamışlardır- onu bir din değil sadece siyasi bir rejim, bir yönetim şekli olarak kabul et­seler ne kaybederler? Nitekim hiçbir yönetim şeklinin şemsiyesi altında bu mutluluğu ve rahatı yaşamamışlardır.

Örneğin onların dışarıdaki din kardeşleri dünyanın birçok yer­lerinde, çeşitli yönetim şekillerinin gölgesinde yaşıyor ve bu yöne­timleri sürekli şekilde eleştiriyorlar. İstedikleri refah ve özgürlüğü vermediği için bu rejimleri kötülüyorlar. İkide bir değişikliğe uğra­dığı, yeniden düzenlendiği için bu sistemlerden şikayet ediyorlar. Bu kanunlardan biri şayet onlara hayatın bir alanında bazı avan­tajlar getiriyorsa da birçok avantajı ellerinden aldığını söylüyor, yakmıyorlar. Halbuki İslâm'ın yönetim şekli, ellerindeki hiç bir im­kanı kısıtlamadan onlara çok daha büyük avantajlar sağlıyor; aynı zamanda diğerleri gibi sıkça da değişmiyor.

Şu halde müslümanlar bu yönetim şeklini din diye niteliyor ve ona bu yönüyle ağırlık vererek uygulamaya çalışıyor olsalar bile azınlıkların bunu siyasi ve idari bir rejim olarak kabul etmelerini engelleyen bir şey var mı?

Esasında bu konuda büyük önem taşıyan nokta tarihi sorun­dur. Çünkü tarihe baktığımız zaman kitap ehlinin, İslâm nizamı­nın şemsiyesi altında -bütün isteklerini gerçekleştirerek- asırlarca nimetler içinde yaşadıklarını görüyoruz. Çünkü müslümanlar vaktiyle güçlü idiler. Ehl-i kitap azınlıklar, devletle olan sözleşme­lerini çiğnedikleri zaman çok kere müslümanlarm hoşgörüsüyle karşılık buluyor affa uğruyorlardi. Böylece sık sık affa uğramak su­retiyle görmüş oldukları güzel muameleye karşılık, devlete artık is­yan etme alışkanlığından vazgeçeceklerine, bunda daha da ileri giderek sözlerinden caymada hep ısrar ettiler. Bu davranışlarını ise güçlü ve saygın oldukları şeklinde yorumlayıp sunardılar. Müs­lümanları zayıf gördükçe de İslâm düşmanlarıyla işbirliği içine girdiler, ayaklanma gösterilerinde bulundular.

Nitekim bu (içerideki yahudi-hıristiyan) azınlıkların, haçlı sa­vaşları sırasında haçlılarla birlikte rol aldıkları, aynı şekilde Moğol-lar'a yardım ve yataklık ettikleri tarihi birer gerçektir. Müslüman­ların gerilemesiyle birlikte onların hıristiyan ülkelerle gizli temas­ları daima sürmüştür. Sömürgecilik faaliyetlerinin yani ekonomik haçlı savaşlarının başladığı döneme kadar tutumları böyle devam etmiş, bu dönem başlayınca bu kez içeride İslâm düşmanlarına -ekonomik alanlarda- destek olmuşlardır, onlara (bu alanlarda ya­rarlı olabilecek kimlikler içinde) gözcülük ve casusluk yapmışlar­dır. Hala da bu niyet ve faaliyetlerini sürdürmektedirler.

İçerideki bu yahudi ve hıristiyan azınlıklar madem ki tarih bo­yunca şimdiye kadar daima sözleşmelerini çiğnemiş, müslüman-lara hainlik yapmışlardır, şu halde bizimle onlar arasında artık hiç bir bağlayıcı anlaşma ve zimmette bir hak yoktur. Onlar artık kar­şıt bir cephedir. Dolayısıyla müslümanlar onları topraklarından artık kovabilir ya da Öldürebilirler. Ne çare ki müslümanlarm ge­rilemiş (ve kendi yurtlarında bile azınlık durumuna düşmüş ol­maktan dolayı) bunu yapacak mecalleri yoktur.

Aynı zamanda bizzat müslümanlarm kendileri çığırdan çık­mış, İslâm dışı yollara sapmış, şovenizmi (ırkçılık ve milliyetçiliği), sosyalizmi ya da kapitalizmi kendileri için yaşam sistemi olarak seçmişlerdir. Ne yazık ki bu suretle de dinlerinden uzak düşmüş­lerdir. Bununla beraber eğer biz yeniden hayata kavuşur, -ümmet olarak- çağlar üstü İslâm hayat sistemini yürürlüğe koyacak olur­sak, içimizdeki yahudi ve hıristiyan azınlıklar da eğer bu alışkan­lıklarım sürdürecek olurlarsa iki seçenekleri kalır: Ya topraklarımı­zı terkederler veya silaha sarılırlar!

Müslümanlar ilk asırlarda savaş sonraları bir takım köle ve ca­riyeler edinirlerdi fakat bugün böyle bir şey artık bulunmadığın­dan bu konuyu işlemek için bir neden bulamıyoruz/[68]

 

 

Dil

 

Her ümmetin mutlak surette ortak bir dili vardır. Ümmetin bi­reyleri bu ortak dille birbirleriyle haberleşirler ve bu dili kullana­rak ibadetlerini yerine getirirler. Keza ümmetin geçmişteki büyük­leri tarafından geriye bırakılmış eserleri ve fikirleri, gerçekleştir­dikleri başarı ve zaferleri daha sonrakiler yine bu dili kullanarak gelecek kuşaklara naklederler. Ümmet, şayet çok büyükse tabi­atıyla mensupları bu ümmetin meydana getirdiği halklara ve mil­letlere göre birden çok dil kullanıyor olabilirler.

Daha Önce de tanımlandığı gibi ümmet, tarih boyunca aynı din ve inanca bağlı insan topluluğudur. Birçok milletler -doğaya uygun olduğu için- İslâm gibi belli bir dine bağlı olabilirler. Bu, ba­zen de savaşlar ve gerçekleştirilen geniş fetihler sonucu olabilir; bazı hallerde, Brahmanizm gibi ticari ilişkiler sonucu ya da otorite kullanarak hıristiyanlık gibi yayılan dinler olabilir. Bazen de bir din sadece bir milletle sınırlı kalabilir.

İslâm ümmetin gelince, bu ümmetin mensupları dünyada çok geniş bir toprak parçası üzerinde yayılmış bulunmaktadırlar. Bu ümmetin kapsamı içine bir çok milletler girmektedir. Bu milletle­rin her birinin, bireyleri tarafından haberleşme ve iletişimde kul­landıkları kendilerine has mahalli dilleri vardır. .

Bu ümmet, tabiatıyla aynı dine bağlı olduğu için, bir tek dil ile bu dinin ibadetleri eda edilmekte, Allah'ın kitabı ve Hz. Peygam­ber (sav) 'in hadisleri de aynı dille okunmaktadır ki o da Arapça'dır. Dolayısıyla Arapça'nın, ümmetin ortak dili olması bakımından tüm ümmet bireylerince bilinmesi gereklidir. İslâm ümmetine da­hil bulunan milletlerin herbirine özgü bir dil bulunduğundan, el-betteki her milletin fertleri kendi mahalli dilini kullanacak ve onu öğrenecektir. Fakat aynı zamanda bunların din ve ibadet dili ola­rak Arapça'yı da öğrenmeleri gereklidir.

Çünkü müslümanlar ibadetlerini bu dille yapmaktadırlar. Ke­za Hz. Peygamber (sav)'in hadisleri de ancak bu dille incelenebilir ve okunabilir, ki hadisler İslâm'da yasamanın ikinci kaynağı sayı­lırlar. Aynı şekilde fıkıh ve İslâm hukuku da ancak bu dille okunup, incelenebilir. Çünkü bütün fıkıh mezheplerine ait kaynaklar Arap­ça yazılmıştır. Bütün bu kaynakları okuyup incelemek için araç olarak tercüme yeterli değildir.

Şu halde İslâm ümmetine dahil olan her milletin iki ayrı dili var demektir. Bunlardan biri günlük haberleşme, eğitim öğretim ve yönetim dilidir ki bu dil, o milletin kendi öz lisanıdır. Ayrıca din ve ibadet dili vardır ki o da Arapça'dır. Bu nedenle Arapça, müslü-man milletlerden herbirinin ikinci dilidir.' [69]

Arap milletine gelince istisna olarak bir tek dilleri vardır. Üm­metin dinle olan bağları güçlü bir şekilde devam ettiği sürece din ve ibadet dilinin zamanla yozlaşıp kaybolmasından endişe edile­mez. Bilakis bu dil sürekli olarak genişler ve gelişir. Hatta bazı ül­kelerde din ve ibadet dili zaman içinde o kadar gelişir ve tutunur ki oradaki halkın mahalli dili gerilemeye ve yavaş yavaş yok olma­ya yüz tutar.

Nitekim İslâm devleti, yükselişinin zirvesini bulduğu dönem­lerde bazı müslüman devletlerini dilleri Arapça'nın.yanında geri­lemiş zayıflamıştır. Örneğin Farsça, Afganistan'daki Peştuca ve Türkçe tarihte bu durumları yaşamış, sonuç olarak güçlü Arapça bu milletlerin resmi dili haline gelmiştir. Tabiatıyla bu çok iyi bir sonuçtur. Çünkü müslüman milletlerin mahalli dilleri bu durum­da ikinci dil haline gelirler.

Bazı milletler de vardır ki esasen kendi anadili yoktur. Bu mil­letin bireyleri yabancı dille konuşurlar. Bu da sömürge dilidir. Sö­mürgeciler egemen olunca kendi dillerini zorunlu şekilde konuşu­lur hale getirmişlerdir. Bugün batı Afrika'da ve orta Afrika'da: Sene­gal, Mali, Çad, Nijer, Fildişi Sahili, Orta Afrika, Dahomey ve Gi­ne'de konuşulmakta olan Fransızca gibi... Keza Gambiya, Siralyun (Siera-leone), Nijerya ve Tanzanya'da konuşulmakta olan İngilizce gibi. Aynı şekilde Gine-Bisao'da konuşulan yabancı dil gibi... ki bu ülkede Portekizce konuşulmaktadır. Esasen basit bir gayretle bu ülkelerde Arapça resmi dil haline gelebilir.

Çünkü bu ülkelerin herbiri birçok kabileleri kapsamaktadır. Bu kabilelerin herbirine özel mahalli dili vardır ve bu diller çok kü­çük topluluklar tarafından konuşulmaktadır. Hausa, Folani ve Manding gibi çeşitli mahalli dillerin yanı sıra Arapça, bu ülkelerde yaygml aşabilir.

İşin en doğrusu Arapça çok geniş, zengin ve evrensel değerde bir dil olduğundan aynızamanda din ve ibadet dili olmasından ötürü -ki bu dili öğrenmek esasen zorunludur- bu milletlerin Araplaşması gereklidir.

Bazı müslüman milletlerin kendilerine has dilleri vardır. Fakat bu dilleri yazıda kullanmak için alfabeleri yoktur. Tabiatıyla bu, o dillerin bilimsel açıdan zayıf düzeyde olduğunu göstermektedir. Bu durumda yapılacak en isabetli şey -eğer koruyabileceklerse-Arap harflerini kullanmalıdırlar. Çünkü bu şekilde bir alfabe kulla­nımı hem Arapça'yı hem de mahalli dili öğretmekte kolaylık sağlı-yacak, her iki halde de aynı harfler kullanılmış olacaktır.

Nitekim İslâm devletinin yükselme dönemlerinde bazı millet­ler kendi mahalli dillerini (ister Farsça gibi medeniyet dili olsun, ister Türkçe gibi uygarlık dili olmasın) kaynaklarını Arapça yaz­mışlardır. İranlılar, Türkler, Endonezyalılar, Filipin ve Fatani gibi güneydoğu Asya'da bulunan halkların yaptığı gibi.

Bu ülkelerde Farsça, Urduca ve Fatanice hâlâ Arap harfleriyle yazılmaktadır. Mustafa Kemal ilk girişimde bulunduktan ve Arap alfabesini kaldırıp yerine latin alfabesini koyduktan sonra sömür­geciler de onu örnek alarak îslâm topraklarının diğer bölgelerinde aynı şeyi yaptılar. Örneğin Hollandalılar Endonezya'da, Ruslar da Orta Asya'da aynı şeyleri yapmışlardır. [70]

 

 

 

 

 

Müslüman Ve Çevresi

 

Hz. Peygamber (sav) cahili bir ortamda yetişmiş idi. Aldığı va­hiy doğrultusunda çağrısını yalnız başına yapmaya başladı. îlk yıl­larda Mekke toplumuna göre ancak çok küçük orandaki bir grup ona iman ettiler. îşte bu küçük topluluk, ileride büyüyen koskoca ümmetin çekirdeğini oluşturdular. Bu çekirdek grup, o günkü -kendine özel- ortam içinde yaşamını sürdürüyordu. Farklı dinden bir toplumun içinde yaşayan her müslüman, kendi değerlerini öl­çü alarak (her şeye rağmen) değişik bir yaşam biçimini seçmek zo­rundadır. İşte bu çekirdek'grubun kendi toplumu ile ilişkilerini ne şekilde sürdürdüğünü incelenecek olursa bundan çıkan sonuç, müslüman azınlıkların, İslâm davetçilerinin, inançları bastırılmış kişilerin ve aynı halktan İslâm'a düşman bir azınlığın yönetimi al­tındaki müslüman çoğunluğun kendi toplumu ile ilişkilerini ne şekilde sürdürecekleri hakkında bize bir tablo sunacaktır.

İlk İslâm cemaati, cahili toplumu oluşturanların yalnızca Mek­ke halkından ibaret olmadığını bilmiyorlardı. Oysa (Mekke de da­hil) Arap Yarımadasında yaşayan halkın tümü yine ayrı bir cahili toplumu oluşturuyordu. Ondan sonra da bütün dünya bu cahili-yeti yaşıyor ve Arap yarımadasını her taraftan çevreliyordu. Cahili yaşam tarzı her ne kadar bölgeden bölgeye birtakım farklılıklar gösteriyor idiyse de aynı ortak özelliklere sahipti. Cahili hayat bi­çiminin genel özellikleri ise: Yönetimin, paranın, şöhretin, nüfuz ve kuvvetin, saygınlık ve yüksek makamın, ya da Allah'ın indirme­diği bir dinin insanlar üzerindeki katı baskıydı. Böyle bir toplum­da kahin (din adamı) Allah adına insanlar üzerinde baskı kullanı­yor ve insanlara musallat oluyordu. Onun adamları, diktatörlerin aynen yaptıklarını yapıyorlardı. Cahili hayat biçiminde birçok çar­pık ilişkiler aynı zamanda birleşebiliyordu.

Genellikle diktatörler, Allah'ın emretmediği şeyleri insanlara emrediyor, heveslerine, şehvetlerine ve çıkarlarına göre çeşitli yasalar ve kurallar çıkararak güçsüz ve yoksul toplulukları sömü-rüyor, namuslara tecavüz ediyorlardı. Hatta zaman zaman bu zu­lümleri toplumun tümüne reva görüyorlardı. Nitekim bilindiği gibi eskiden zalim diktatörler istedikleri sayıda erkekleri köleleş-tiriyor, arzu ettikleri genç kızlardan istediklerini seçiyor, istedik­leri miktarda insanların ellerinden mallarını alıyor, istedikleri kimseleri yine istedikleri kimselere ezdiriyorlardı. Bütün bu yap­tıklarını da kendileri için ilahlar tarafından bağışlanmış haklar olarak, ya da statülerinin gereği olan yetkilerinden sayıyorlardı. Dolayısıyla cahiliyet dönemlerinde insan kalabalıkları aynen bi­rer koyun sürüsü gibiydiler, işbirliği içinde olan bir sürü kurda yem oluyorlardı.

îşte insanların izlediği ve onlar tarafından alışılagelmiş olan bu yaşam biçimi ya da ilahlar tarafından kendilerine verildiğini veya hayata geçirmekle yükümlü tutulduklarını ileri sürdükleri sistemin tümü cahili hayat tarzını oluşturuyordu. Cahiliyet, diğer bir tanımla: kliklerin ve baskın grupların hevesleri, şehvet ve çıkar­ları doğrultusunda yürürlüğe konan yaşam biçimiydi. Bir başka anlatımla da Allah'ın istemediği yasalardı.

Öyle ise insan tarafından yaşanan yapay kanunların tümü ca­hili sistemi oluşturur (yukarıdaki tanımlardan böyle bir sonuç çı­karabiliriz). Ve kim bu kanunları hakem kabul edecek olursa o da cahili bir insandır. Çünkü cahiliyet sistemi, Allah'ın istemediği bir yasayla insanları yargılar. Yoksa cahiliyet kavramı, bilginin zıt an­lamlısı olan cahillik demek değildir. Çünkü Allah'ın indirmiş bulunduğu yasalarla hükmetmeyen toplumlar, ne kadar yüksek bilgi düzeylerini yakalamış ve ne kadar bilimsel kalkınma ve ilerleme kaydetmiş olurlarsa olsunlar yine de cahilidirler.

Eski toplumlar bu kavramı ya da bu terimi reddetmiş ve bu aşağılayıcı nitelikle damgalanmayı kabul etmemişlerdir. Bu mer­tebeden daha yüksekte olduklarını sanmışlardır. Çünkü (-sözü-mona- bunlar bilgili ve uygar toplumlar idiler) onlarda kültür ve ilim vardı; dolayısıyla onlara nasıl cahil denebilirdi? Bu milletler kendilerini böyle görürlerken halkın ne korkunç sefalet içinde bu­lunduğuna ve ne ağır zulüm altında inlediğine, baskın grupların heves ve şehvetlerine göre koydukları kanunlarla onların üzerine nasıl çöreklendiğine bakmıyorlardı.

Eski toplumlar bu kavramı ya da bu terimi nitelik olarak red­dettikleri gibi günümüzün modern toplumları da aynen ve daha güçlü bir şekilde, daha şiddetle bunu reddetmektedirler. Onlara göre bilim ve uygarlıkta bunca çarpıcı ilerlemeler kaydetmişken, bilimsel alanda bu kadar büyük mesafeler alıp daha önce insanlık dünyasının asla ulaşamamış olduğu ileri aşamaları yakalamışken nasıl olur da bu toplumlar cahili olarak nitelenirlermiş (?!) Özellik­le son yıllarda bu milletler çok hızlı bir şekilde geliştiler ve geniş sıçramaların bir yıllık zaman bile almayan bir tanesiyle gerçekleş­tirilen hedefleri, insanlık dünyası kendi uzun tarihi boyunca ger­çekleştirememiştir. Dolayısıyla bu milletler cahiliyet kavramının yorumunda yanlışlık yapmış bu kavramı bilgi kavramının karşıtı olarak algılamış ve bu şekilde nitelendirilmeyi alay konusu yap­mışlardır.

Fakat şimdi bu modern toplumlara bir göz atalım: Görmüş oluruz ki yoksulların kemikleri, tıka basa yemekten iştahları kesil­miş bir azınlığın çarkları arasında Öğütülmektedir. Bu azınlık ise, ezdikleri kalabalıkların iniltilerini bir müzik gibi dinleyerek dans etmektedirler. Onların feryatlarına karşılık zevk duymakta ve coş­maktadırlar. Uçaklar batıdan doğuya kalabalıklar halinde sarışın dilberleri taşımakta, mutlu azınlıklar bu kadınların vücutlarını sa­tarak ticaret yapmaktadırlar.

Keza gruplar halinde uzak doğunun sarı ırkından yine uçaklar dolusu kızlar getirilerek zenginlerin evlerinde hizmet yapsınlar di­ye bu adamlara satılmaktadır. Bunun yanında -silah fabrikaları ça-lışsın ve silah tüccarlarının keseleri dolsun; zengin ülkeler daha da zenginleşsin diye- milyonların kafa tasları üzerinde savaşlar patla-olmaktadır. Bizzat bu amaçlarla geri kalmış ülkelerde askeri dev­rimler düzenlenmekte, sınıflar arasında kavgalar körüklenmekte­dir. Bir avuç mutlu azınlık sınırsız nimetlerin içinde yüzsün, ya da sözde kadın ve ticaret özgürlüğü adına kızlar peşkeş çekilsin diye kurulan sofralarda her gün milyonlarca insan içki ve uyuşturucu kullanmaktadır.

Bugün yüzbinlerce müslümanm gözleri bizzat kendi yurtla­rında güneş ışığım bile görememektedir. Bunlar kendi etraflarında olup bitenleri bile bilmemektedirler. Bunlar zindanların karanlık köşelerinde sindirilmiş bulunmaktadır. Tek günahları "Rabbimiz Allah'tır" deyip bunu açıkça söylemiş olmaktır. îşte bu sebeple ce­zaya çarptırılmışlardır. {Günümüzün ileri milletlerinde görüldüğü gibi) bilim ve uygarlık düzeyi ne kadar yükselmiş olursa olsun an­latılanlar cahiliyetten başka birşey değildir. Aslında cahiliyet keli­mesi ile ifade edilmek istenen kavram İslâm'ın getirdiği bir tanım­lamadır.

Bu tanıma göre cahiliyet, Allah'ın istemediği bir yönetim biçi­minin uygulamasını anlatır ki bu yönetim biçimi zalim ve baskıcı bir muameleye götürür, insanları bilinçsizce yuvarlanacakları bir uçurumdan aşağı atar. Bu insanlar cahili bir hayat sisteminin kur­banı olarak içine yuvarlandıkları pis ve kokuşmuş suların içerisin­de debelenip dururlar.

İşte hevesleri ve şehvetleri doğrultusunda Allah'ın istemediği şekilde hükmedenlerin yasaları böyledir. Cahili düzenin sonuçları ve cahiliyetin ta kendisi işte budur.

Allah Teâlâ .şöyle buyurmaktadır:

"Cahiliyet düzenini mi istiyorlar? Bütün içtenliğiyle inanmış bir topluluk için Allah'tan başka en iyi yönetim biçimi belirleyen kim olabilir ki?!"

İlk müslüman azınlık işte bu cahili toplum arasında yaşadı. Sonra bütün dünya insanları arasında tek ve başka bir topluluk ol­duklarının farkına vardılar. Tabiatıyla bu, onların farklı bir doğaya sahip oldukları, insanlardan ayrı bir çamurdan yaratıldıkları anla­mına gelmiyordu. Onlar Yahudiler'in kendilerine yakıştırmış ol­dukları "Seçkin kavim" ya da Allah tarafından üstün kılınmış mil­let değillerdi. Elbetteki dünya hayatında insanlar eşittir ve üstün­lük ancak Allah'ın ölçülerine göredir. Çünkü bütün insanlar Adem'in soyundan gelmişlerdir. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:

"Ey İnsanlar! Sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi ta-nışasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz ise kuralları çiğnememekte en duyarlı olanınızdir."

Esasen üstünlük iman ölçüleriyle olur, Allah'ın koyduğu sınır­ları çiğnememekle kazanılır (ki bunu da Allah'tan başka kimse bil­mez). Dünyada ise eşitlik esastır. Dolayısıyla ilk müslüman azınlı­ğın, kendisine tüm insanlık dünyasında tek ve ayrı bir topluluk olarak bakması, benimsemiş olduğu farklı inanç, farklı tasavvur ve düşünce, fraklı ahlâk ve gidişat, farklı ibadet ve farklı insan ilişkile­ri açısından idi. Şu halde bu topluluk, içinde yaşamış olduğu halk kalabalığından gerçek anlamda farklı bir küme idi.

Cahili toplum arasında yaşayan ilk müslüman azınlık, aslında kendi halkına bir acıma gözüyle bakıyordu, sarhoşluklarından bir türlü uyanamayan, hayatta -zevk ve ilişki olarak- zulümden ve şehvetten başka bir şey bilmeyen günlerini gün ettikleri ya da zul­mettikleri zamanın dışında hayattan haberdar olmayan o şımarık ve zalimlere, acıma duygularıyla bakıyorlardı. Halbuki bu azınlı­ğın karşısında olan müşriklerin kalpleri kaya gibi sertti. Acıma di­ye bir şey bilmiyorlardı.

Aşağılık bir ruh yapısına sahip idiler; ırza ve namusa tecavüz etmek onlara zevk veriyordu. Cahili toplum arasında yaşayan bu ilk müslüman azınlık, aynı toplum içinde zalimler tarafından sefil duruma düşürülmüş ve ezilmiş olan zavallılara, zorbalar tarafın­dan köleleştirilmiş, hizmet ve şehvetlerine alet edilmiş vücutları darbeler altında parçalanmış, itilip kakılmaktan porsumuş ve sin­miş, aşağılanmaktan moralleri çökmüş, hayattan ümitleri kesilmiş zavallı insanlara da acıyor, {onları bu durumlarda ve çaresizlik içinde gördükçe yürekleri parçalanıyordu). Bu küçük müslüman küme, bütün topluma acıyor, bu toplumun iyi yönde değişmesini arzu ediyordu. Bunun için de halkı İslâm'a davet ediyordu (Bu kahraman azınlığın sabırla, yüksek moralle ve eşsiz erdemlerle do­lu örnek mücadelelerinin mutlu sonucu olarak) gün geçtikçe te­miz ruhlu ve yumuşak yürekli insanlar İslâm dinine giriyor, böyle­ce müslümanlarm sayısı gittikçe artıyordu.

Katı yürekli insanlara gelince bunlar çağrıyı reddediyor, alçak ruhlu rezil tipler de çağrıyı ve çağrıda bulunanları alaya alıyorlar­dı. Bu inat ve küstahlığa rağmen, bu kınama ve alaya alma tavırla­rına rağmen müslümanlar yine de -doğru yolu bulacaklarım uma­rak- kendi toplumlarına acıyorlardı.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) şöyle dua ederdi: "Allahım! Hal­kımı doğru yola ilet, onlar gerçeği bilmiyorlar."

Aynı zamanda müslümanlar stratejik olarak cahiliyetçilerin duygularını harekete geçirmeye çalışıyor, mantıklarına sesleniyor­lardı. Ne var ki müslümanlarm bu yaklaşımı karşıtlarındaki bü-yüklenme ve küstahlaşma duygularını kabartmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu nedenledir ki ilk müslüman azınlık tüm dünya insanları arasında özel bir küme olduklarım anlamışlardı.

Bu cahili toplum arasında yaşayan müslüman azınlık, halkın ileri gelenleri tarafından Hz. Peygamber'e karşı -zaman zaman-terbiyesizce davranışlara varan eylemlere aşağılık bir gözle bakmı­yordu. Halbuki bu tür bir muamele, mümin kişiye dayanılması en zor olan bir şeydir. Din kardeşlerine -O gün için bilmen- işkence çeşitlerinin her türlüsünü uygulamalarına rağmen küfrün elebaşı­larına yine de kinle bakmıyorlardı. Halbuki Yasir'in hanımı Sü-meyye gibi bazı arkadaşları işkence altında can vermiş, şehid ol­muşlardı. Durum bununla kalmamış, müslümanlar yurtlarını ter-kedip iki kez Habeşistan'a göçmek zorunda kalmışlardı. Orada gurbet ve kovulmuşluğun perişanlığım yaşamışlardı.

Bilindiği üzere gurbetçi daima işkence altındadır. Ne konak­larken rahattır, ne de yolculuk sırasında...

Cahiliyetçilerin, müslümanlara karşı zulüm ve baskılan o de­receye vardı ki Kureyş müşrikleri, Haşim ve Muttalip oğulları'm Ebu Talip mahallesinde çembere alarak onlara ambargo koydular. Bu yüzden müslümanlarm uğradığı perişanlık o raddeye vardı ki karınlarını ağaç yapraklarıyla ve otlarla doldurmaktan başka çare­leri kalmamıştı. İşte bütün bu acılara rağmen müslümanlar yine de terbiyelerini bozmuyor, örneğin Ebu Cehil'e, bu çirkin lakapla hitap etmiyor, Ona:

"- Ey Hakem'in babası!" diye sesleniyor, çağırıldıkları zaman davetlerim reddetmiyorlardı.

Nitekim bir keresinde Hz. Peygamber (sav) -belki yola gelir umuduyla- küfrün elebaşılarından Ukba Bin Muayyıt adındaki komşusunun davetini kabul etmiş, evine yemeğe gitmişti. Çünkü müşrikleri saymamak onları aşağılamak bu baskın zâlimlerin bü­yük tepkilerine neden olabilirdi. Tabiatıyla bu tepkilerin de İslâm'a çağrı faaliyetlerine karşı olumsuz etkileri olabilirdi. Nitekim bu gayretler hüsrana uğratılabilirdi. Çünkü henüz İslâm tutunama­mıştı. Bu nedenle müslümanlarm gösterdiği iyi niyet ve iyi ilişki­ler, esasen "hikmet" diyebileceğimiz çok ince bir anlam taşıyordu. En ideal metod buydu. İşte yine bu nedenledir ki ilk müslüman azınlık -tüm dünya insanları arasında- üstlendikleri rol itibariyle özel bir küme olduklarını farkediyorlardı.

Bu cahili toplum arasında yaşayan müslüman azınlık, öfkesini bastırmaya çalışıyor, her türlü itilip kakılmaya karşı dayanma ça­bası veriyor, cahiliyetçilerin baskıcı davranışlarına karşı herhangi bir tepki gö s t eriniyorlardı. Halbuki Hz. Peygamber (sav)'in, hatta büyük sahabilerinden birinin, küçük bir işareti bile, onların küfür elebaşılarından birini yok etmesi için yeterliydi. Fakat onlardan hiç kimse böyle bir şeyi Mekke döneminde aklının köşesinden bi­le geçirmiyordu. Çünkü böyle bir olay, İslâm davasını tamamen yok edebilirdi. Bu ise İslâm'ın lehinde olamazdı. Dolayısıyla ezi­yetlere karşı dayanma gücü göstermek, öfkeyi bastırmak -dava uğruna- bütün zorlukları sineye çekmek ve istenmeyen çetin şartla­ra karşı insan nefsinin üstün gelmeye çalışması, İslâm tarihinde bu aşamanın belirgin bir özelliğidir. İşte yine bu nedenledir ki ilk müslüman azınlık tüm dünya insanları arasında üstlendikleri rol itibariyle özel bir küme olduklarını farkediyorlardı.

Bu cahili toplum arasında yaşayan müslüman azınlık, içinde yaşadığı halkla ilişkilerini, fiilleriyle ve davranışlarıyla değil, men­sup olduğu İslâm'ın Ölçülerine göre ve kendi ahlâkî değerlerine göre düzenliyor ve sürdürüyordu. Hz. Peygamber (sav) bu azınlık için en güzel örnekti. Aynı zamanda toplumun kanaat ve vicda­nında da Hz. Peygamber (sav) en doğru bir örnekti. Cahiliyetçiler bile onun hakkında "Biz onun hiç yalan söylediğini görmedik." diyor, bu gerçeği ikrar ediyorlardı.

Dolayısıyla Hz. Peygamber (sav) toplum içerisinde güvenilir bir şahsiyetti. Onun evi hem düşmanlarının, hem de arkadaşları­nın emanetlerini sakladıkları güvenilir bir yerdi. Çünkü düşman­ları bile emanetlerim teslim edebilecekleri ondan daha güvenilir bir kimse tanımıyorlardı ve onun hakkında şunu söylüyorlardı: "Biz ondan hiç bir hainlik görmedik."

Hz. Peygamber (sav) akrabalarla daima ilişkilerini sürdürür. Çaresizlerin dertlerini üstlenir, yokluk içinde olanlara kazanç sağ­lar, zavallıları barındırır ve haklı olanlara uğradıkları saldırılarda taraf olurdu. Sahabileri de (Allah'ın rızası onların üzerine olsun) ona her konuda uyarlardı.

Düşmanları onlardan son derece nefret etmelerine rağmen, sahip oldukları bu faziletler nedeniyledir ki onlara daima gıpta ve takdirle bakarlardı. Nitekim bu öyle çarpıcı bir tablodur ki gittikçe müslümanlarm sayısındaki artışta büyük bir faktör olmuştur. Çünkü kafirler müslümanlardan daima iyi şeyleri görüyor ve iyi şeyleri duyuyorlardı. Müslümanların ahlâk ve gidişatında erdem­lere tanık oluyorladi. Bütün bunlar ise müşrikleri müslüman ol­maya özendiriyordu. İşte yine bu nedenledir ki ilk müslüman azınlık tüm dünya insanları arasında üstlendikleri rol itibariyle özel bir küme olduklarını fark ediyorlardı.İlk müslüman azınlığın, tüm dünya insanları arasında -üstlen­dikleri rol itibariyle- çok özel bir küme olarak kendilerini gitgide daha fazla hissetmeleri, Kureyş müşriklerinin onlara karşı sergile­dikleri tutum ve tavırların bir sonucudur. Ancak bu farkediş sade­ce his ve duygu planında sınırlıydı. Eyleme dönüşmüş bir ayırım değildi. Çünkü eğer bu müslüman azınlık, böyle bir şey düşünüp toplumdan soyutlanmış olsaydı. Üstlendiği görevi asla yerine geti-remiyecek ve aynı zamanda Hz. Peygamber'in Öğretilerine de ters düşmüş olacaktı. Çünkü Hz. Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

"İnsanların arasına karışan ve onların her türlü eziyetlerine karşı göğüs geren mümin, insanlardan kaçan ve bu suretle onla­rın kötü ilişkilerine karşı dayanmaya çalışmayan müminden çok daha üstündür."

Nitekim eğer Hz. Peygamber (sav), Kureyşliler'den kaçıp bir köşede gizlenmiş olsaydı (Allah'ın insanlara bildirilmek üzere ken­disine indirdiği emaneti yerine getirmemiş olacak ve dolayısıyla da) emanete hainlik yapmış olacaktı; ilahi mesajları topluma ve insanlara bildirmemiş ve ümmeti öğütlememiş olacaktı. Tabiatıy­la böyle bir kaçıştan dolayı onun, Allah'ın bu ümmete gönderdiği elçisi ve peygamberlerin sonuncusu olması olanak dışı kalacaktı. Öyle ya, gizlenerek hiç bir zaman evrensel bir davanın mesajlarını insanlara iletmek mümkün olabilir mi?!

Göç konusuna gelince'bu, ancak ilahi yasaların, üzerinde uy­gulandığı bir ülkeye yapılabilir. Nitekim Medine'de İslâm devleti kurulunca müslümanlarm artık buraya göç etmeleri kesin bir zo­runluluk haline geldi. Daha sonraları Mekke halkı Allah'ın dinine girince buradan başka bir yere gitmek artık ilk başlardaki Hicret (yani zorunlu göç) anlamını taşımıyordu. Dolayısıyla Mekke'den başka yere göçmekten dolayı sevap kazanmak da artık söz konusu değildi. "Fetihten sonra Hicret yoktur"  [71]

Sonuç olarak diyebiliriz ki İslâm devleti kurma çalışmalarını organize etmek amacıyla ancak bir yerden diğer bir yere göç etmek vacip olur. Hz. Peygamber (sav) ve dava arkadaşlarının, Al­lah'ın emirlerini uygulamak ve İslâm devletini kurmak amacıyla Mekke'den Medine'ye yaptıkları göç gibi...

Hicret, ancak vicdana yapılan baskılar sonucu ve müslüman kişinin, reva görülen işkence ve eziyetlere artık dayanamaması ha­linde baş vurulan bir çaredir. Kendilerine yönelik baskı ve işkence­ler şiddetlenip Hz. Peygamber (sav), beşeri gücüyle onları koruya­mayacak durumda kalınca ilk müslümanlarm Habeşistan'a yap­tıkları göç gibi...

Bu gerçekten başka göçü zorunlu kılan diğer bir neden yoktur. Müslüman kişinin görevleri olarak çağrı vardır, cihad (İslâmlaştır-ma gayret ve faaliyetleri) vardır. Zorluklara karşı dayanma ve di­renme vardır.

Abdullah b. Abbas'ın naklettiği bir hadiste Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır:

"Fetihten sonra artık hicret yoktur; Ancak cihad vardır, niyet vardır. Binaenaleyh mücadele için çağrıldığınızda hep birlikte atılınız!" [72]

O halde hicret diye adlandırabileceğimiz ne bir kaçış, ne bir gizlenme şekli vardır; Ne de mecbur olmadıkça bir toplumu bira-kıp ona benzer bir diğer topluma giderek sığınmak vardır. Dinimiz değiştirilecek, Allah'a kulluk yapmamıza engel olunacak bir baskı altına girmekten korkarak ancak göç yapabiliriz. Öyle ise müslü­man kişi ibadetlerini yapabildiği ve Allah'ın dinine çağrısını sür­dürebildiği müddetçe bulunduğu yerde kalması gereklidir. Bu ko­nuda küçük toplumun büyük toplumdan farkı yoktur. Yakın top­lum için sözkonusu olan şartlar uzaktaki toplum için de aynen ge­çerlidir. Toplumun konuştuğu dil ve geldiği köken ise hiç önemli değildir.

Halkın çoğu, îslâm dinine bağlı ise ve bunların da çoğu ya da bir bölümü eğer ibadetlerini yapabiliyor!arsa, İslâm'ın (cemaat,bayramlar ve cumalar gibi) belirgin emirleri toplu olarak yapılı­yorsa, buna rağmen Allah'ın emrettiği hayat sistemi (yani İslâm şeriatı) uygulanmıyor ve Allah'ın indirmiş bulunduğu hükümlerle yargı icra edilmiyorsa; acaba biz böyle bir topluma kâfir diyebilir

miyiz?

Hayır, biz böyle bir topluma kâfir de diyemeyiz aynı zamanda böyle bir toplumu müslüman da sayamayız. Çünkü müslüman toplum, Allah'ın şeriatını hayata geçiren toplumdur. Böyle bir top­lum ise bunu uygulamaktadır. İşte bu nedenle böyle bir topluma ancak cahili bir toplum diyebiliriz. Bu, İslâm'ın getirdiği bir terim, İslâm'ın getirdiği bir tanımlamadır. Topmumun bireyleri bu adı reddetseler bile daha önce de anlatıldığı gibi cahiliyet deyimi, bil­ginin zıt anlamı olarak algılandığından bu tepkilere rağmen toplu­mun adı budur.

Şu halde içinde yaşamakta olduğumuz toplumlar kâfir değil­lerdir. Dolayısıyla yukarıda anlattığımız gibi zorunlu nedenler ol­madıkça bu toplumların içinden çıkıp başka yerlere göç edemeyiz. Bu şart, müslümamn her türlü aşağılanmaya boyun eğdiği anla­mına gelmez. Fakat zorluklara karşı göğüs germesi ve Allah'tan za­fer gelinceye kadar çağrıyı sürdürmesi ve güçlü olması yani gücü­nü ve moralini yitirmemesi gerekir.

İlk müslüman azınlık gerçekten her türlü olumsuzluklara kar­şı sabrettiler ve her türlü eziyetlere karşı dayanma ve direnme gü­cü gösterdiler. İslâm'a çağrıyı var güçleriyle sürdürdüler; ta ki sayı-' lan gittikçe arttı yandaşları gittikçe çoğaldı, kısa zamanda güçlen­diler, hazırlandılar ve ellerinden geldiğince güçlerini birleştirerek düşmana karşı önlemler almaya başladılar. Ondan sonra da Al­lah'tan emir geldi. Allah Teâlâ elçisinden Medine'ye göç etmesini istedi. Çünkü Hz. Peygamber (sav)'in artık taraftarları çoğalmıştı.

Nihayet Medine'de İslâm devleti kuruldu ve bu devlet kısa za­manda güçlendi, sonra Allah'tan zafer geldi. Müslümanlar düş­manlarına karşı üstünlük kazandılar. İslâm dini doğudan batıya her tarafa yayıldı. Böylece Allah'ın güzel kelimesi (çarpıcı emri) harika bir şekilde yerine gelmişti.

"Ey Muhammed (sav)! Elbetteki senden önce gelen peygam­berler de yal ani anmişl ardı. Fakat onlara mal edilen yalanlara karşı dayandılar. Sonra onlara işkenceler yapıldı. Ancak zaferi­miz gerçekleşinceye kadar sabrettiler. -Bilinmelidir ki- Allah'ın kelimelerini değiştirecek yoktur. Elbette ki sana eski peygamber­lerin haberleri de gelmiş bulunmaktadır."[73]

îşte müslüman kişinin kendi çevresiyle olan ilişkileri ve üslû­bu böyle olmalıdır. [74]

 

Şehir Ve Şehircilik

 

İlk müslüm ani arın şehir ve şehircilik anlayışı, içinde hiçbir karmaşıklık bulunmayan basit ve sağlıklı bir anlayıştı. Bu anlayış­la onların inancı arasında paralellik vardı ve hayata bakış açılarıy­la çakışıyordu. Aynı zamanda bu anlayış şehircilik planlamasında da rol oynuyordu. Böyle bir şehrin atmosferinde ise müslümanlar ferahlık ve psikolojik doyum içerisinde yaşıyorlardı.

Aslında o zamanlarda şehir, çölün ortasında çadır olarak bili­nen, göçebelere ait konutun biraz daha gelişmiş biçimindeki ev­lerden oluşuyordu. Çadırın esasen şu özellikleri var; kenarları ra­hatlıkla yukarıya kalkabiliyor, bu sayede çadırın içine temiz hava girebiliyor, şayet içeride yükselmiş bir ısı varsa bunu hafifletiyor ve içerideki hava çok seri bir şekilde dışarıya boşalabiliyor. Bu arada eğer daha önce çadırın kenarlarının yere tesbit edilmiş olmasın­dan dolayı içeride hapsedilmiş ağır bir hava varsa bu sayede he­men tahliye olma imkanım buluyor.

Yemek hazırlama işine gelince bu da çadırın biraz ötesinde açık bir alanda yapılıyordu. Bundan ötürü de yemek kokusu diye ortada bir şey bulunmaz ve tabiki çevrede bulunanları rahatsız et­mezdi. Göçebe insanın gereksinim duyduğu kahve gibi şeyler ise çadırın yakınında ve hemen önünde hazırlanırdı. Bu sayede ev sa­hibi olan bedevi, çok rahatlıkla hem bu istediği şeyleri yiyip içebiliyor, hem de misafirlerine ve ziyaretçilerine ikram edebiliyordu. Dolayısıyla sağlık açısından çadır, diğer her tip konuttan daha üs­tün ve daha elverişliydi.

İslâmın yayılmaya başladığı ilk dönemlerde şehir, genellikle tek katlı evlerden meydana geliyordu. Koruyucu etki yaptığı için gündüz güneş tepedeyken ikinci katı, ışınların neden olduğu yük­sek ısıyı hafifletmesi için daha sonraları tek katlı evler çift katlı ko­nutlara dönüştü. Aynı zamanda akşama doğru bu kez ikinci kat başlayan esinti ile serinlik kazanıyordu. Konutu civar evlerinden ayıran açık bir alan vardı. Bina, bu konumuyla aynen çöl ortasın­daki bir çadırı anımsatıyordu. Buna ek olarak konutun iç kesimin­de de odalarla çevrili bir açık alan daha vardı. Burası dış çevreye kapalı bir konumda idi. Evin hanımı özgürlüğünü burada yaşıyor, mutluğunu burada buluyordu.

İçeride bulunanları dışarıya göstermesin ve mahremiyeti ko­rusun diye evin pencerelerinin tümü iç bahçeye açılıyordu. Elbet-teki aynı nedenle konut dış alanlara açılan pencerelerden de yok­sun olurdu. Tabiatıyla evin dış cephelerinde pencere bulunmazdı. Caddeler genel olarak genişti. Evlerin arasını ise caddelerden da­ha az genişlikte sokaklar ayırırdı. Şehrin birçok yerlerinde yapı bu­lunmaması, ayrıca caddelerin, sokakların arasında, konutların iç­lerinde ve dış cephelerinde boş alanlar bulunması, keza yapıların çok yüksek olması havanın doğal bir şekilde sirkülasyonunu sağlı­yordu. Şehirdeki bu konum ise çöldeki kabile çadırlarından oluşan küme ile benzerlik gösteriyordu ve günümüzün modern şehirle­rinde yaygın olan hastalıkların daha az görülmesini sağlıyordu. Çünkü modern şehirlerinde binaların yüksekliği nedeniyle hava­da hareket olmaz. Ayrıca yapıların yüksekliğine oranla caddelerin dar oluşu da havanın hareketsiz kalmasında rol oynar.

Evin dış cephesindeki açık alanda mutfak araç gereçleri ve bu­na bağlı öte beri bulunurdu. Evin dış kapısı, bir cömertlik belirtisi olarak açık tutulur. Evin sahibi de iç kapıya yalın bir yerde sedir üzerinde otururdu. Önünde şerbet ibriği ve bardaklarla akşama doğru komşularını ve ziyaretçilerini karşılardı.

Şehrin ortasında, -tüm kent halkının- haftada bir kez toplan­dıkları bir merkez cami ile, her mahallede o semtin büyüklüğüne uygun birer mescit olurdu. Bu mescitler yaşlı ve hastaların, zorlan­madan gidip içinde ibadetlerini yapabilecekleri mesafelerde nis-beten sık olurlardı. Mahalleler de buralarda yerleşik bulunan kabi­le ya da büyük aşiretlerin adlarını alırlardı. Bayramlarda ise kent­teki bütün müslümanlar namazgaha [75] çıkarlardı ki bu alan genel­likle şehir dışında olurdu.

Her kabilenin, belli bir semtte oturmasının toplumdaki askeri ve sosyal hayat üzerinde bir takım büyük etkileri olurdu. Çünkü bu konum, cepheye gidecek mücahitlerin -gerektiğinde bir tek posta halinde toplanmasını kolaylaştırıyordu. Böylece herhangi bir aksama ve gecikme olmadan birlikte gidip zamanında sıcak te­masa girebiliyor ve -kabileler arasında daha çok yararlılık göster­me gayretleri ile- kahramanlıklar sergilenebiliyordu. Çünkü bir kabilenin adamları, herhangi bir otoriteye, "tarafınızdan askere celb edildik" demekten çekiniyor, çağrı yapılınca kendiliklerinden hemen cephelere koşuyorlardı.

Bu, tabiatıyla eskiden böyle idi. Ancak günümüzde de kabile ve aşiretlerin ayrı semtlerde oturmaları yararlı olabilir. Çünkü semt halkı akraba olurlarsa bu durumda müslüman kişiye sık sık yapması gereken üç ödev düşer: Birincisi İslâm kardeşliği, ikincisi komşuluk, üçüncüsü ise akrabalık bağlarının gereği olarak ilişkile­ri sürdürmektir. Bu yararlardan biri de, mahalleye yabancı bir kimse girdiği zaman hemen sezilir. Çünkü mahallede herkes birbi­rini tanımaktadır. Onun için kimse bir başkasına saygısızlık ede­mez, haddini aşamaz, yük kızartıcı bir suç işleyemez.

Keza mahallede oturan kimse de yakışıksız bir davranışta bu­lunamaz. Çünkü herkes birbirleriyle akrabadır ve herkes birbirini tanımaktadır. Elbetteki kızlar ve kadınlar da böyle yerlerde çok daha güven içinde olurlar. Aynı zamanda mahallelilerden biri cami­ye gelmediği zaman hemen anlaşılır ve eğer hasta olduğu sapta­nırsa cemaat ona "geçmiş olsun" demeye, şifa dilemeye gider. Kim olursa olsun hastayı ziyaret etmek sünnet olmakla beraber -yakın­larının topluca oturduğu böyle bir mahalle örneğinde- ziyaret, ak­rabalık bağından ötürü daha da gerekli olur, vacip olur. Eğer ce­maate gelmeyen mahallelinin, namazı hafife aldığı sezilirse -bu tehlikeli- tutumundan ötürü önce uyarılır ve öğütlenir. Eğer çok zorunlu bir mazeret ve ihtiyaçtan dolayı ise kendisine yardım edi­lerek ihtiyacı giderilir.

Ne var ki günümüz dünyasında, devleti yönetenlerle halk ara­sında büyük uçurumlar oluştuğu ve devletin gücü, halktan bir ta­bana dayanmadığı için, akrabaların (aynı kökenden gelen unsur­ların) ya da birbirleriyle anlaşan sosyal kümelerin aynı mahalleler­de yerleşmesinden iktidarlar daima korkmaktadır. Çünkü bu tür oluşumlar iktidarlara karşı tehlike olmaktadır. Bu nedenle yöne­timler böyle kümeleşmeleri hemen dağıtmaya gayret göstermek­tedir. Çünkü böyle kümeleri dağıtmak, ahlâksızlığın yaygınlık ka­zanmasında büyük rol oynar.

Kimsenin kimseyi tanımayacağı, dolayısıyla -Otokontrol me­kanizması ortadan kalkacağı için- kimse kimseden çekinip utan­mayacak, akraba, yakınını görüp yüzü kızarmayacak, akraba ol­mayan da -hiç değilse- mahallenin yaşlısını görüp ona saygı gös­termek zorunda kalmayacaktır. Bugün modern şehirlerde gördü­ğümüz manzara budur. Bu şehirlerde komşu komşusunu tanıma­maktadır. Ev sahibi, yanıbaşmda kimin oturduğunu bilmemekte­dir. Bugünün hükümetleri, eskiden beri belli semtlerde oturan sü­lale topluluklarından da korkmaktadır. Dolayısıyla bu topluluklar­dan kurtulmak için, çevre düzenlemesi, planlama, yol, altyapı ve sosyal tesisler için istimlak bahaneleriyle bu gibi mahalleler par­çalanmakta, halkı dağıtılmaktadır.

Eski İslâm şehirciliğinde kentin merkez camiinin hemen ya­nında, yönetim binası, (vilayet binası kaymakamlık vs.) ve çarşılar yapılırdı. Kentin merkezinden dışarıya çıkan caddeler sınırlıydı ve genellikle dört tane olurdu. Yani her cadde bir yöne doğru giriş çıkışı sağlardı. Müslümanların kurdukları ilk şehirlerde bu taksima­tı görüyoruz. Kentin emîri, merkez noktasında bir cami ile yanıba-şında bir yönetim binası kurardı. Ondan sonra da kentin (henüz boş bulunan) alanının, her bölümü üzerinde konutlarını kursun­lar diye kabilelere ayrı ayrı yer verirdi. Basra, Küfe, Fustat ve Kay-ravan kentleri böyle kurulmuşlardır.

Eskiden insan sayısı az ve toprağın değeri düşük olduğu için şehirler yatay olarak büyüyordu. Fakat günümüzde nüfus artmış, alanlar daralmış, toprak değer kazanmıştır. Elbetteki bu kez de şe­hirlerin dikey olarak büyümesi, yani yapılarda kat sayılarının artı­rılması gerekir. Bu alternatif, teorik olarak doğru gibi gözüküyor. Fakat en basit bir inceleme ve araştırma bile bugünkü şehircilik anlayışında büyük ölçüde bilgisizlik ve tedbirsizliğin etkili olduğ-nu ortaya koymaktadır. Çünkü kaşla göz arasında birçok şehirlerin büyüdüğünü, yapıların büyük bir hızla yükseldiğini görüyoruz. Tabiatıyla bu gelişmeye paralel olarak arsa fiyatları da yükseliyor, halk yer darlığından şikayet ediyor, tşin kötüsü bu yapılaşmalar hep tarıma elverişli topraklar üzerinde gelişiyor.

Devlet ise bu kez tarım arazisinin daralmış olmasından sebep inlemeye başlıyor. Bu toprakların yok olup gittiğinden yakmıyor. Sonra bakıyoruz, şiddetle gereksinim duyduğumuz bu üzerinde yapılaşmaya gidilen güzelim toprakların, aslında hiç bir işe yara­mayan kırsal ya da dağlık bölgeye sadece bir kaç kilometre uzak­lıkta olduğunu görüyoruz. Hal böyleyken biz tutuyor, işe yarama­yan bu alanları bir kenarda ihmal ediyoruz. Buralarda yapılaşma­ya gideceğimize, öte yandan bizim için hayat kaynağı olan tarım­sal topraklan değerlendirip üzerinde birçok projeler gerçekleştire­ceğimiz yerde onları yapılaşma ile berbat ediyoruz. Nitekim bakı­yoruz, Dımaşk, Kahire ve İslâm dünyasında daha birçok kentler bu akibete uğramıştır.

Bütün bu anlatılanların ışığında denebilir ki, ideal bir İslâm kentinde halk, sabah namazını kıldıktan ve işlerinin başına gittik­ten sonra hayat, sabahın erken saatlerinden itibaren kımıldamaya başlar. Bu hareket öyle namazından biraz sonra kısa bir süre için duraklar. Çünkü bu saatlerden itibaren ikindi ezanına kadar halkbiraz dinlenir ve (kaylule) denen gündüz uykusu alır. İkindi nama­zından sonra tekrar günlük işlerine kaldıkları yerden devam eder­ler ve çalışma, güneş batıncaya kadar sürer. Bu saatten sonra var-diye ile çalışan kurum ve kuruluşlar hariç, yaklaşık olarak hayat durur.

Akşam namazı kılındıktan sonra akşam yemeği yenir ve yatsı namazından sonra da halk artık istirahate çekilir. Herkes evinde­dir. Yaklaşık olarak şehirde artık hayat durmuş olur. Bekçilerden ve mesela acil bir hastayı ziyarete giden, ya da çok Önemli bir sebep­le bir yerde gecikmiş olmak gibi mazereti olanlar hariç, sokaklarda kimsecikler bulunmaz. Tabiatıyla ortalığın sükûnet bulması için iletişim araçları (radyo ve televizyonlar) yayınlarına erken son ve­rirler. Böylece halkın yeterli bir şekilde dinlenebilmelerine ya da aile içinde yapmak durumunda oldukları birtakım ödevlerini yeri­ne getirmelerine imkan tanımış olurlar. Onlar da bu sayede rahat bir uyku almış ve dinlenmiş olarak ertesi gün işlerinin başına dön­me olanağını bulmuş olurlar.

Böyle ideal bir İslâm kentinde camilerde (daha doğrusu ma­halle mescitlerinde) cemaat, hastalık ve rahatsızlık sebebiyle na­maza gelememiş olan arkadaşlarını toplu olarak ziyaret ederler, akrabalık ilişkisini sıcak bir şekilde sürdürür ve ihtiyaç sahiplerine yardım ederler. Komşu daima komşusunun durumunu sorar. So­nuç olarak şunu söyleyebiliriz ki şehir, oturanlanyla bir bütündür. Aslında her mahallesi büyük bir aile demektir. İslâm toplumu, bi­reylerinin birbirlerini sevmeleri ve dayanışma içinde olmaları ba­kımından bir bütünlük göstermelidir. Ya da Hz. Peygamber (sav)'in söylediği gibi:

"Müminler, birbirlerini karşılıklı olarak sevmek, birbirlerine acımak ve ilgi göstermek bakımından, bir yeri ağrıdığı zaman bütün organlarının da aynı şekilde ağrıyan yerin uykusuzluk ve ızdırabına katıldıkları bir tek vücuda benzerler."

İslâm kentinde, gece gündüz, müptelalarını bekleyen (bar, pavyon, gazino ve diskotek gibi) eğlence yerleri ile kahvehaneler bulunmaz. Sadece istirahat saatleri ile bu vakitlerden biraz öncesini ve biraz da sonrasını kapsayan dinlenme zamanları (ve dinlen­me yerleri) vardır. Keza İslâm kenti Allah'ın haram kıldığı her türlü ilişkilerden, her türlü yasaklı maddelerin alışverişinden ve halkın rahatım bozan, gürültü, anarşi ve törenlerden uzak ve arıdır. [76]

 

Toprak

 

Allah Teâlâ toprağı yaratmış ve ezeli iradesiyle onun üzerinde var edeceği (insan denen) yaratık için vaktiyle bu toprakta uygun yaşam şartlarını da hazır hale getirmiştir. Ondan sonra bu mahlu­ku (yani insanı) yaratmış ve ona yarayışlı olan maddeleri bu top­raktan elde edebilmesi için çeşitli yetenekler ve güçler ihsan et­miştir. Değişmeyen yasalar çerçevesinde bu toprak üzerinde bir­çok değişiklikler yapmak üzere ona kabiliyetler bahsetmiştir.

Aynı zamanda Allah Teâlâ, yeryüzünü insana âmâde kılmış, insanın emrine boyun eğer hale getirmiştir. Dolayısıyla ne toprak, ne de ondaki hayat sistemlerinden biri serkeşlik eder. İçinde bulu­nan her şey, Allah'tan bir nimet ve ihsan olarak bu yaratığın yaşa­mı için uygun bir şekilde sürüp gider.

Bu nimetler sürekli olduğu için, akışın monotonluğu içinde in­san belki bunun pek farkına varmaz ama gerçek budur. Bu nimet­lerden bazıları da Allah Teâlâ'nın, toprağın kucağına emanet etmiş olduğu rızıklar ve servetlerdir.

Keza yer kürenin, içinde yüzmekte olduğu uzaya, koymuş bu­lunduğu yararlı şeylerdir. İnsanoğlu Allah'ın; kendisine verdiği akıl sayesinde bu nimet ve servetleri keşfedip devirler boyu kazandığıdeneyimlerinden yararlanarak onları elde etme gücüne sahiptir. Allah'ın koymuş bulunduğu hayat kanunları değişmez, Sünnetul-lah değişikliğe uğramaz.

Allah Teâlâ insanoğluna akıl verdiği için -ki insanların rengine, ırkına ve dinine bakılmaksızın insan insanın cinsindendir- bu rab­bani bağış sayesinde insanların tümü esasen eşittirler. Ancak on­lardan bir bölümünün aklı, iman etmelerine kılavuzluk edebilmiş, onlar da (Allah'a ve mesajlarına inanmışlardır ki) Allah katında ödülleri vardır. Onların bir bölümü ise Allah'ın nimetlerini ve var­lığım inkar etmişlerdir ki onların da kıyamet günü Allah tarafından çarptırılacakları cezaları vardır.

Dünya hayatına gelince herkes burada bir çaba vermektedir ve herkes işlediğinden sorumludur. Yeryüzü hem kâfir hem müs-lüman için dize getirilmiştir. Herkes onu işlemek ve ondan yarar­lanmak için akimi kullanmakta ve sebeplere sarılmaktadır. Dolayı­sıyla çaba harcadıkça sonuçlar elde eder ve daha kaliteli ürünlere ulaşır. Buna karşın tembellik ettikçe de ihtiyaçlarını karşılayamaz ve başkalarının sırtından geçinmek durumunda kalır. İşte bu, Al­lah'ın varlık ve hayat için koyduğu sistemdir. Allah'ın sistemi ise değişikliğe uğramaz.

İslâm, insanı çalışmaya özendirmiş ve yeraltı, yerüstü zengin­liklerini ortaya çıkarmak için onu gayretlendirmiştir. Yer ise zaten bütün insanlara boyun eğecek duruma getirilmiş, emrine sunul­muştur. Öyle ki yeryüzü, kimseden kendini korumaz, kimsenin yüzüne kapılarını kapamaz. Allah'ın koymuş olduğu tabiat kanun­ları da her kesin emrindedir. Herkes için aynı değişmezliği göste­rir. Bu yasalar nasıl konmuşsa aynen geçerliliğini, değişmezliğini korumaktadır. Akıl melekesi de bütün insanlara bahşedilmiştir. Kişiye sadece akimi çalıştırması ve Allah'ın bu varlık aleminde, eş­ya ve olayların özünde bloke ettiği tabiat yasalarının sır ve özellik­lerini çözüp anlaması gerekmektedir. İşte ancak bu şekilde daha Öncekilerin ulaştığı bilgi ve bilim düzeylerinden yararlanması, bu bilgi birikimlerini anlayıp onlara birşeyler daha eklemesi bu saye­de de yeryüzünün zenginlik ve servetlerini araştırıp çıkarması mümkün olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Yeryüzüne -karşınızda- boyun eğdiren odur. O halde yerin omuzlan üzerinde dolaşınız ve onun rızkından yiyiniz; dönüş onadır." Hiç kuşku yok ki sebeplere sarılan ve akılcı yolu izleyen kimse amaca ulaşır. Tabiki Allah dilerse...

İlk müslümanlar dinlerinin onlara yüklediği sorumluluktan hareket ederek çalıştılar, çabalar sarfettiler. Sonuç olarak da yeryü­zü onların karşısında dize geldi ve o gün için bilinen tabiat kanun­larının elverdiği oranda, ayrıca tecrübe ve uzmanlıkîarıyla eski bil­gilerine ilave ettikleri yenileri sayesinde yeryüzü ve dünya, hazine­lerini onların önüne serdi. Onlar da o gün için çok çarpıcı sayıla­bilecek yeni şeyler buldular. Birkaç kuşak sonra müslüm ani ardan artık kimisi gaflet uykusuna daldı, kimisi Önlemsiz tevekkül safsa­tasına kanarak rızkın çalışmadan da elde^edilebileceğini, yerdeki bereketli kaynakların yorulmadan da fışkırabileceğini sandı.

Tabiatıyla bu yaygınlık kazanmış bir cehaletten, egemen ol­muş bir bilgisizlikten başka bir şey değildi. Aynı zamanda bu ka­fayla -daha önceki kuşakların asla yapmadığı karanlık yorumlarla Allah'ın kitabını yorumladılar. Onlardan Önceki ilim erbabının söylemediklerini yüce Kur'an'a mal ettiler.

"Eğer şu memleketlerde ki yerleşik halklar inanıp kuralları çiğnememiş olsalardı, göklerden ve yerden onların üzerine bere­ket kapılarını açacaktık. Fakat -gerçekleri- yalanladılar, biz de onları bu yaptıklarından dolayı ağır cezalandırdık." [77]

Şu halde yalnızca inanmak yeterli değildir. Çünkü inananların üzerine ne gökyüzü altın yağdırır ne de yeryüzü gümüş fışkırtır. Öyleyse mutlak surette çalışmak ve araçlara sarılmak, amaca ulaş­mak için gereklidir, şarttır. Elbette ki inanmadan çalışmak da asla yeterli değildir.

İman, hakka, gerçeğe ve iyiye doğru itici; safsatadan, sapma­dan, zulümden ve yanlış yolu izlemekten alıkoyucu bir güçtür. İla­hi takdirin bir cilvesi de şudur ki Allah'ın düşmanları bazen budünyada Allah'ın nimetlerini elde edebilirler. Bu onlar için, Allah'a iman etmedikleri ve onun ihsanını dile getirmedikleri için bir sı­navdır.

Bugün müslümanlar gerileme, tembellik, "tedbirsiz tevekkül" bilgisizlik ve çalışmadan oturmak gibi eğilimler gösterirlerken on­ların dışındaki milletler atılmaya, çalışmaya, ilme, doğru yöneli­yorlar. Bu nedenledir ki onlar ilerlediler ve büyük ilmi projeler hü­nerler ve eserler sergilediler. Bu yüzden de müslümanlara alaycı ve aşağılayıcı gözlerle baktılar. Sonra müslümanlarda uyandı, geri kalmışlıklarını görünce düşmanlarına özenip İmrendiler, soluya­rak peşlerine takılmaya başladılar. Düşmanlarını hak edemedikle­ri kadar gözlerinde büyüttüler. Kendilerine ise küçük bir gözle baktılar, aşağılık kompleksine kapıldılar. Bu nedenle batıdan gelen her şeyi güzel, müslümanlara ait herşeyi ise kötü görmeye başla­dılar. Bundan da batı taklitçiliği doğdu.

Allah Teâlâ ahiret hayatının mutluluğunu isteyen ve bu yolda çaba harcayanlara ahireti, dünyayı isteyip bu amaçla çalışanlara da dünyayı verir. Yani Allah insanlara çalıştıkları doğrultuda amaçladıklarım gerçekleştirir. Dolayısıyla insanlar, harcadıkları çaba ve sarıldıkları araç ve sebeplere göre değişik değişik ve fark­lı düzeylerde başarı sergilerler; sonra insanların tümü inançları­na göre yaptıklarından sorumlu tutulurlar ve hesaba çekilirler. Bunun sonucu olarak da hem cennet hem de cehennem insan­larla dolacaktır.

"Kim bu çabucak geçiveren dünyayı dileyecek olursa ona, ya­ni dilediğimiz kimseye istediğimiz kadarını verir, sonra da onu kınanmış ve yoksun bırakılmış olarak gireceği cehenneme ata­rız. Keza her kim ki ahireti dileyecek ve imanlı bir kimse olarak kendine yaraşır bir çaba ile o gün için çalışırsa işte onların çalış­maları makbuldür. Hepsine; hem bu dünyayı isteyenlere hem de ahireti isteyenlere Rabbinin ihsanından fırsatlar veririz. Rabbi-nin iyilikleri kısıtlanmış değildir." [78]

Evet Allah'ın verdiği nimetler sadece imanlılarla sınırlı değil­dir. Kâfirlerle de sınırlı değildir. Bu nimetler insanlar arasında an­cak harcadıkları çabaya kullandıkları bilimsel araçlara ve izledik­leri sistem ve yollara göre farklı düzeylerde olur.

Bu noktadan hareketledir ki gelişmiş ve zengin ülkeler çalış­mayı bilimsel sistemlere oturtan, düzenleme ve planlama yolları­nı izleyen, kalkındırıcı projeler üreten ve yapılanmanın gereksi­nim duyduğu ekonomik kalkınma için bilimsel ve pratik metodla-rı hazır hale getirirler. Geri kalmış ülkeler ise bilim ve teknoloji bu­lunmadığı ve bilgisizlik yaygın olduğu için bilimsel sistemleri uy-gulayamamakta, dolayısıyla bu ülkelerde devlet bu alanları ihmal ettiği ve sadece baskın güçlerin çıkarlarına hizmet ettiği için haya­ti Öneme sahip projeleri gerçekleştirememektedir. Bu da sonuç olarak düzenleme ve planlama çalışmalarını daima aksatmıştır.

Bütün bunlardan daha kötüsü, geri kalmış olan bu ülkelerde İslâm ümmetinin serveti ve ekonomisi bu ülkelere tebelleş olmuş ve uzun yıllar servetlerine musallat olmuş tiranlıkla sürdürdükleri yönetimleri boyunca baskın klikler, zümreler ve cuntalar tarafın­dan yağmalanmıştır. Yönetim süreli ve kısa geçse bile başka bir klik iş başına gelince var gücüyle bu servetleri daha da yağmala­mış ve yurt dışına kaçırmıştır. Öyle ki müslümanların servetlerinin kaçırıldığı bu ülkeler, yağmacılar tarafından getirilen bu paralarla kalkınmış zengin olmuştur.

Şunu çok iyi bilmek gerekir ki eğer Allah Teâlâ yalnızca mümin kullarına nimetlerini ihsan etmiş olsaydı - ki bazıları böyle sanı­yor- yeryüzünde kim var kim yok herkes iman etmiş olacaktı ve sırf bu zenginlikleri elde edebilmenin psikolojik baskısıyla Allah'a inanmaya kendilerini zorlamış olacaklardı. Öyle bir durumda ise ibadetleri kendilerni yaratan Allah'a değil mal için olacaktı. Dola­yısıyla bu nimetlere karşı onların ne Allah'a yapacakları bir şükür ne de bu iyilikleri dile getirmek gibi bir sebep bulunacaktı.

Şu halde Allah'ın insanlara yaptığı ihsan ve iyiliklerin tümü bir hikmete (isabetli bir ilahi projeye) dayanmaktadır. Bu ise haktır, gerçektir. Aynı zamanda insanın bir kanıta dayanarak inanması,inanmayanın da kendince bir kanıta dayanarak inanmaması için Allah bu sistemi böyle kurmuştur.

Bir cephesiyle gerçek böyleyken Allah Teâlâ ilahi hikmetiyle müminlere iyilikte bulunacağını hak ile vadetmiştir,

"O ülkelerin halkları Allah'a iman edip O'nun koyduğu sınır­lara karşı saygılı kalmış olsalardı onların üzerine göklerden ve yerden bereket kaynaklarını fişkırtacaktık."

Şunu çok iyi bilmek gerekir ki iman meselesi hayattan soyut­lanmış sırf bir kulluk meselesi değildir. Bilakis iman, hayat gerçeği ile içice olan bir fenomendir. İman, (Allah'ın yeryüzünde iradesini ilâhi mesajlarla konmuş yasalar çerçevesinde gerçekleştirerek) kalkınma ve ilerleme için sahibini iten manevi bir güçtür. İman, sahibini göklerin ve yerin bereketlerini kazanması için öne atıl­mak üzere iter. İman, sahibini harekete geçiren bir faktördür. Çün­kü mümin hareketle emrolunmuştur. Hareket ise üretimi sonuç­landırır, hayatın ilerlemesini, gelişmesini ve devamlı suretle ve­rimli olmasını sağlar. [79]

 

İslam'a Çağrı

 

İnsanlar birbirlerine karşı zor kullandıkları, adalet yerine, güç egemen olduğu, halk iktidarı, demokrasi, askeri yönetim (özgür, yönlendirici ya da) cahili gibi çeşitli adlar altında, insanların he­veslerine göre biçimleri belirlenen beşerî yasalar hayatı geçirildi­ği zaman, durum ve şartlar elbette ki Allah'ın indirmiş olduğu çağ­lar üstü şaşmaz hayat sisteminin çizgisi dışında sürüp gidecektir. İşte böyle durumlarda adaleti gerçekleştirmek ve zulümden el etek çektirmek için müslümanlarm insanları, ilahi sistemi uygula­maya ve güçlü kimselerin, güçsüzler üzerinde baskı kurmamaları için onları İslâm şeriatına uymaya çağırmaları gerekir.

Hiç kuşku yok ki onların çağrısına asla kulak verilmeyecek, üs­telik saldırıyla karşılık görecektir. Çünkü İslâm'a çağrı, zalimlerin, diktatörlerin ve tiranların çıkarlarına aykırıdır, tağutların baskıla­rına karşıdır. Keşke sorun, yalnızca onların İslâm'a yapılan çağrıla­ra kulaklarını tıkamakla sınırlı kalsa!

Fakat ne çare ki zalimlerin tutumu bunu aşmakta ve iş, İslâm davetçilerini imha etmeye davalarını henüz yayılıp güçlenmeden hüsrana uğratmaya kadar vardırılmaktadır.

İşte bu raddelerde hikmetli stratejilerle hareket etmeli, gerek çağrı davasının, gerekse çağrıyı yapan İslâm mücahit ve mürşitle­rinin herhangi bir toplu öldürme girişimine hedef olmamaları içinen isabetli bir yol izlemeli ve risklerden korunmalıdır. Dikkat edin, Hz. Peygamber (sav)'in Mekke'de çağrıya başladığına bir bakalım. Bugün gerek İslâm ülkelerinde gerekse İslâm'a ve müslümanlara karşı savaş bayrağı açmış bulunan memleketlerde, gerek açık, ge­rekse kapalı ifadelerle, sözde iman edildiğine ilişkin ortaya konan tavrı ve ağızla söylenenleri bir kenara koyacak olursak, cahili bir sürüden ibaret olan o günkü kalabalıkların, içinde bocaladığı du­rum, bugün dünyanın birçok yerlerinde egemen olan kargaşa or­tamlarından pek farklı değildi.

İşte bu şartlar içinde Hz. Peygamber (sav) 'in çağrı görevim ye­rine getirirken izlediği yola bir göz atalım ve biz de onun hidayet yolu üzerinde yürüyelim (Aynı görevi yaparken onun şaşmaz çiz­gisini izleyelim). Çünkü önderimiz ve liderimiz odur.

Hz. Peygamber (sav) bu görevi yerine getirmeye çalışırken üç perspektifi olan bir anayol izlemiştir. Bunlardan biri eğitimdir, bi­ri yönetimdeki zümre ile doğrudan bir sıcak çatışmaya girmemek­tir, bir diğeri ise, çağrı faaliyetlerini koruyacak, onun gelişip yayıl­masını sağlayacak bir çevre, güvenli bir alan bulmaktır. Bu üç pa­tika da birbirlerine paralel olarak ve dengeli bir şekilde devam et­mişlerdir. Çünkü bu tali yollardan birinin, diğer çizgiler üzerinde­ki ilerlemeyi engellememesi gerekirdi. Nitekim öyle oldu.

Hz. Peygamber (sav) ilk önceleri örgütlediği dâva arkadaşlarıy­la, Safa tepesi yakınında bulunan el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın evinde, Said b. Zeyd b.Amr [80] in evinde ve başka sahabilerin evle­rinde gizlice buluşuyordu. îman etmiş olan arkadaşlarını eğitiyor, onlara Allah'ın kitabını öğretiyor, Allah'tan inmiş olan âyetleri on­lara okuyor ve onları doğru yola yönlendiriyordu.

Allah'ın sistematize ettiği ve her şeyi yasalarına göre yarattığı doğaya tıpatıp uyan ve insanın sağduyusu ile de paralellik göste­ren İslâm'a çağrıyı benimseyenlerin sayıları ise gün geçtikçe art­maya devam ediyordu. Bu topluluk içindeki birey, insan ilişkilerinde, doğrulukta, Hz. Peygamber (sav)'in emirlerine bağlılık gös­termede, işkencelere karşı dayanmada, çağrının başarıya ulaşma­sı için şiddet ve zorluklara göğüs germede ve başına gelenlerden dolayı herhangi bir tepki göstermemek konusunda en ideal müs-lüman tipini canlandırıyordu. Çünkü müslüman kişi, bunları yap­madığı takdirde çıkacak sonucun, çağrı faaliyetlerini, güç bakı­mından eşit bulunmayan müslümanlarla müşrikler arasında pat­layacak savaşın içine çekeceğini çok iyi tahmin ediyordu. Bu ise çağrının ve çağrıyı yapanların yok olması demekti. Nitekim bu yanlışlık asırlardır yinelenmektedir. Ancak sahabilerin izlediği peygamberi mücadele metodu ve hikmetlerle dolu olan bu sis­tem, başkalarının da İslâm'a girmesinde ve kısa zamanda müslü-manların sayısının çoğalmasında çok etkili olur.

Şu da çok kesin bir gerçektir ki Hz. Peygamber (sav), çağrısını ve davasını sürpriz engellere çarpmaktan daima büyük bir duyar­lılıkla korumaya çalışmış, bu nedenle de Mekke'nin liderleriyle ve zenginleriyle onu karşı karşıya getirecek olaylara engel olmuştur. Hz. Peygamber (sav) şahabı kardeşlerinden, onlara, arkadaşlarına ve hatta bizzat kendisine ne yapılırsa yapılsın, asla tepki göster­memelerini istiyordu. Nitekim kendisi çok kere işkenceye uğramış aşağılanmış ve kişiliği ile alay edilmiştir.

Keza sahabileri çok şiddetli işkencelere uğramışlardır. Buna rağmen ne onlar ne de Hz. Peygamber (sav) hiçbir şey yapmamış­lardır. O, sadece arkadaşlarını dayanmaya çağırıyordu, şiddete karşı göğüs germelerini öğütlüyor ve sahabilerine, eski peygam­berlerin ve arkadaşlarının dava uğrunda neler çektiklerini anlatı­yordu. Sahabilerden Habbab b. el-Eret şunları söylüyor, diyor ki:

"Bir keresinde, uğradığımız saldırılardan ve çektiğimiz çileden yakınmak için Hz. Peygamber (sav)'e gittik. Kabe'nin gölgesinde hırkasına dayanmış oturuyordu. Ona:

- Peki artık bize Allah'tan yardım istemiyecek misin, bize dua etmiyecek misin? diye yakardık. Bize şu cevabı verdi:

- Bakınız! Sizden önceki (dava sahiplerinden) birini alır götü­rür, bir çukur kazıyıp içine atarlar, sonra da bir bıçkı getirip kafasının üzerine koyarak onu ikiye bölerlermiş; ya da demir dişli tarak­larla vücudu taranarak eti kemiği birbirinden soyulurmuş. Bütün bunlar onu dininden döndürmezmiş. Allah'a yemin ederim ki o, bu mücadeleyi başarıya ulaştıracaktır. Öyle ki bir süvari, San'a'dan Hadramut'a tek başına gidecek -koyunun yambaşındaki kurttan bile endişe etmeyecek-, Allah'tan başka hiç kimseden korku duy­mayacaktır. Fakat siz çok acele ediyorsunuz."[81]

Mahzumoğulları kabilesi, Ammar b. Yasir'i, babasını ve anne­sini her gün Mekke dışına çıkarıyorlardı. Bunlar müslüman olmuş bir aileydi. Öğle saatlerinde, hava iyice kızınca, onlara, alev gibi kızgın kumların üzerinde işkence yapıyorlardı. Nitekim Ammar'm annesi Sümeyye'yi bu şekilde şehid ettiler.

Hz. Peygamber (sav) bu korkunç durumu görürken bile "Sab­redin, eyYasir ailesi! Size cennet vadedilmiştir." demekten başka bir çare bulamadı. Keza müslümanlar da göz yaşları dökmekten ve yürekleri eriten acılar çekmekten başka bir şey yapmıyorlardı.

Halbuki eğer Hz. Peygamber (sav) İslâm'a çağrı davasını koru­mak adına karşıt bir eyleme girişmiş olsaydı, -ki bazıları böyle sa­nıyor, ya da böyle olmasını istiyor- Eğer Hz. Peygamber (sav), göz dağı olsun ve artık kimse müslümanlara işkence yapmaya cesaret edemesin; böyle bir şeyi artık göze alamasın diye karşıt bir eyleme girişmiş olsaydı, hiç bir zorluk çekmeden, arkadaşlarından birine emreder, Örneğin -elinden, müslümanların bizar olduğu- Ebû Ce-hil'i; ya da ezilmiş müslümanlara her türlü işkenceyi reva gören Ümeyye b. Halefi ya da bir başka sadist ve küstah Mekkeli lideri derhal Öldürmesi için görevlendirebilirdi. O sahabi de hiç tereddüt etmeden gidip bu adamları hemen öldürebilirdi. Hatta en seri bir şekilde infazı gerçekleştirerek, Hz. Peygamber (sav)'in bir emrini yerine getirdiği için bunu Allah'a bir kulluk bile sayabilir, o sadist zalimlere karşı bir kin ve yaptıklarının bir intikamı olarak gerçek­leştirebilirdi. Fakat Allah'ın elçisi, dâvanın zarar görebileceği endi­şesiyle, bu zalim ve sadist Mekke müşriklerinin, dava arkadaşlarına ve her zaman müslümanlara azgın köpekler gibi saldırıp onla­rı yok etmelerinden korkuyordu.

İşte bu nedenledir ki Hz. Peygamber (sav), müşriklerin eziyet ve işkenceleri gittikçe şiddetlenmesine rağmen dayanma gücü göstermiş kötülüklere karşı -ilk aşamalarda stratejik olarak- göğüs germeye çalışmıştır. Dâvanın geleceği bakımından bütün bunlara katlanmış, yoksa teslimiyetçilikten sebep,ya da (haşa!) koktuğu için böyle yapmamıştır.

Müslümanlar, düşmanların kurmaya çalıştıkları komplo plan­larını bozmak ve onları şaşırtıp ellerinden fırsatı kaçırtmak için bu dayanma gücünü gösteriyorlardı.

Halbuki bugün nice militan tipler vardır ki yönetmekte olduk­ları hareketin (topluluğun ve dâvanın) üzerine belaları şimşek gi­bi çekmiş, bunu da bir mertlik sanmışlardır (!) Nice aldatılmış ga­fil kimseler vardır ki bağlı bulundukları mücadele kampının fela­ketine neden olmuşlardır Nice nice lider kılıklı caniler vardır ki bu mevkilerini arkadaşlarının kafatasları üzerinde ancak kurabilmiş­lerdir. Hz. Peygamber (sav) bunların hiçbirini yapmamıştır.

Şu halde Hz. Peygamber (sav), miras olarak arkasında ne bı-rakmışsa biz de onu bırakmak durumundayız.

O, Medine'de bir devletleri oluşuncaya kadar müslümanlara, silah kulanma izni vermemiştir. Ancak devlet kurulunca artık si­lahlı mücadelede düşmanla yüz yüze gelindi.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Üzerlerine savaş açılanlara, uğradıkları haksızlık nedeniyle karşıt savaşa girişmeleri için izin verilmiştir. Elbetteki Allah on­lara yardım edebilecek güçtedir. Onlar başka bir şey için değil, "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere yurtlarından ko­vulanlardır.

Eğer Allah insanların bazısını, bazısıyla defettirmeyecek ol: saydı (belalı bazı kimselerin tehlikesini diğer bazı kimseler aracılı­ğıyla defetmeyecek olsaydı) içinde Allah adının çokça anıldığımanastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp gidecekti. Al­lah elbette ki dinine yardım edenlere yardım edecektir. Hiç kuş­kusuz Allah güçlüdür, azizdir." [82]

Onun için hiç unutmamalıyız ki biz müslümanlar bugün, -te­orik olarak- inanmış gibi görünen cahilî bir toplum içinde henüz "Mekke devri"ni yaşamaktayız. Fakat her şeye rağmen Allah ka­tından inmiş bulunan her emri uygulamak zorundayız.

Hz. Peygamber (sav) mücadelesi boyunca aynı zamanda çağ­rısını koruyacak güvenli bir yer bulma çabasını da sürdürüyordu. Çağrının böyle bir yerden yayılması ve halkı tarafından da destek­lenmesi şarttı. Arkadaşlarının felaketlere uğradığını gördükçe bu­nun kaçınılmaz gereğini düşünüyordu. Bir ara dikkati Habeşistan üzerine yöneldi ve arkadaşlarına:

"Habeşistan'a gitseniz iyi olur. Orada bir kral var ki kimse onun yanında zulme uğramamaktadır. Orası doğruluk ülkesidir. Çektiğiniz acılardan Allah sizi kurtarıncaya kadar orda kalırsı­nız." Bunun üzerine müslümanlar Habeşistan'a iki kere göç ettiler. Fakat orası hoşlarına gitmedi. Çünkü küçük bir azınlık idiler. Sayı­lan sekseni geçmiyordu. Azınlıklar daima yabancılık hisseder, özellikle dini ve dili farklı olan bir azınlık, toplum içinde soyutlan­dığını, dışlandığını sanır.    .

Nitekim bugün bile Habeşistan'da yaşayan müslümanların durumu böyledir. Üstelik Hıristiyan din adamları müslümanlara karşı tepki gösteriyorlardı. Habeşistan Necaşisi onlara ilgi göster­diği halde müslümanlar bu olumsuzlukları yaşıyorlardı. Bir ara bu göçmen müslümanlar tüm Mekke halkının İslâm'a girdiğini duyar duymaz hemen davranıp memleketlerine döndüler. Fakat Mek­ke'ye ulaşır ulaşmaz, aldıkları haberin doğru olmadığını gördüler. Bununla beraber onlardan hiç kimse, Mekke'li liderlerden birine sığınmadan evine giremedi. Bazıları ise gizlice girdiler.

Göçmen müslümanların Mekke toplumu içindeki hayatı yine eski durumuna döndü. Hz. Peygamber (sav) ise belki Sakıyfoğulları'ndan destek bulur diye Taife gitti. Ne çare ki orada engellerle ve kovulmayla karşılaştı. Çok üzgün ve moralsiz olarak tekrar Mek­ke'ye döndü.

Hz. Peygamber (sav) bu kez de etkinliklerin düzenlendiği za­manlarda gidip kendini kabilelere takdim ediyor, bu kabilelerden bazıları belki kendisini destekler diye onlara davasını anlatıyordu. Fakat Kureyşliler hep onu izliyor, onunla bu kabilelerin arasına gi­rerek çeşitli iftira yalan ve dedikodularla onun ve davasının aley­hinde çalışıyorlardı.

Ne var ki bir hac mevsiminde Yesrib (Medine) hacılarıyla bir araya gelerek Kureyşliler'in gözlerinden uzak bir yerde onlarla gö­rüştü. Onlara davasını anlattı. Bu Medine'li grub da Hz. Peygam­ber (sav)'i iyice anlayarak ona iman ettiler ve gelecek hac mevsi­minde Akabe denilen yerde tekrar kendisiyle buluşmak üzere ona söz verdiler. Nitekim bir sonraki yıl bu randevu gerçekleşti.

Buluşma sırasında Hz. Peygamber (sav)'in amcası Abbas da yeğeni ile birlikteydi. Abbas henüz müslüman olduğunu açıkla­mamıştı. Hz. Peygamber (sav)'in güvenliğini sağlamaları için bu Medine'li gruptan kesin söz aldı. Ondan sonra Medine'liler, Hz. Peygamber (sav) 'in kederde ve kıvançta bütün emirlerine bağlı ka­lacaklarına, eşlerini ve çocuklarını korudukları gifoi -eğer Medi­ne'ye gelecek olursa- onu da aynen koruyacaklarına ilişkin söz verdiler ve ona bey'atte bulundular.

Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (sav) Mekke'de bavskı altında yaşayan sahabilerine, Yesrib'e göç etmeleri için izin verdi. Onlar da gerek gruplar halinde gerekse -Kureyşliler'den korktukları için-gizli olarak teker teker Medine'ye göç etmeye başladılar. Göç eden müslüman kişi eğer dokunulamaz kadar güçlü ya da çok cesur ise bazen de herkesin gözü önünde Mekke'den çıkıyordu. Hemen bü­tün sahabilerin Mekke'yi terk etmesinden sonra Allah'ın elçisi ile arkadaşı Ebubekir'de nihayet Medine'ye göç ettiler. Hz. Peygam­ber (sav) burada müslümanları ikişer ikişer kardeş ilan etti. Böyle­ce Medine'deki İslâm topluluğu kenetlenmiş bir tek kütle haline geldiler ve ilk îslâm devletinin çekirdeğini oluşturdular. Burada artık gizlice Öğütlenmelerine gerek yoktu. Çünkü çoğunluk artık iman kardeşi olmuşlardı. Nitekim bir ülkede İslâm yasaları uygu­landığı zaman orası otomatik olarak bir İslâm devletine dönüş­müş ve bütün müslümanların sorumluluğunu üstlenmiş olur.

Düşmana karşı savaşmak için eğitim konusuna gelince Hz. Peygamber (sav) zamanında silahlar sıradan şeylerdi. Erkekler çok erken yaşlarda silah taşımaya başladıkları için onu kullanmayı çok iyi bilirlerdi. Bugün de ortam ve şartlar çok müsaittir. Fakat yuka­rıda da anlatıldığı üzere eğitim, düşmanı şaşırtma stratejileri ve düşmanla müslüman mümkün, olduğunca yüzyüze gelmemek yani sıcak temas ve fiili durumlar yaşamamak için sözü edilen ku­ralları çiğnememek gerekir.

İslâm mücahitleri için gerekli olan dövüş eğitiminin süresine gelince işaret etmek gerekir ki çok kere bu işi yapanlar acele edi­yorlar ve meseleler de bu yüzden çarpıtılıyor. Eğitim gören müca­hitler ise eğri büğrü yollardan eğitimini bitiriyor (yani sağlam ve güvenilir sistemlerle yetiştirilmeden cephelere yollanıyorlar). Do­layısıyla bunların çoğu düşmanlarının pusulalarına düşüp kurban gidiyorlar. Sebebi ise yeteri kadar korunamadıkları içindir.

Halbuki Hz. Peygamber (sav) onüç yıl süreyle her türlü işken­celere, acı ve ızdıraplara göğüs gererek mücadelesini sürdürürken sahabilerini de koruyordu. Dava arkadaşlarına verdiği sağlam ter­biyeye, her türlü zorluklara ve müsait olmayan şartlara karşı di­renç gösterebilecek ehliyetli ve temkinli unsurlar yetiştirmesine rağmen yine de bu uzun süre içerisinde devlet kuramadı.

Eğer Medine'ye göç olmasaydı; Medine'li Ensar topluluğu Mekke'li göçmen müslümanlara destek vermemiş olsalardı ve İs­lâm hayat sistemi Medine'de egemen olmasaydı İslâm'a çağrı fa­aliyetleri Mekke'de Allah bilir daha ne kadar sürecekti.

Hz. Peygamber (sav) bu aşama için bir süre belirlemiş değildi. Çünkü elinde değildi. Ona düşen görev, İslâm'a çağrı yapmak ve çalışmaktı. İşin sonu ise Allah'ın elindeydi. Çünkü O ancak istedi­ğine yardım eder.

Nitekim Hz. Peygamber (sav) sahabileri, zafer ve kurtuluş için ondan dua diledikleri her seferinde onlara "fakat çok acele edi­yorsunuz." diyordu. Dolayısıyla biz müslümanlar her şeyden önce çağrı yapmakla ve Allah rızası için çalışmak ve bu çalışmada da sa­mimi olmakla mükellefiz. Sonuçlara ve eğitimin olgunlaşmasına gelince bu yalnızca Allah'ın elindedir. Biz eğer çalışırsak harcadı­ğımız çaba ve gösterdiğimiz içtenlik kadar sevap kazanırız. Çok kere acele etmek, işin hüsranla sonuçlanmasına sebep olur. Çün­kü çalışmalar doğal şekilde tamamlanmamıştır da ondan. Acele etmek bazen insanın yok olmasına bile neden olabilir. Çünkü he­nüz iki ayağı üzerinde duramamıştır.

Örneğin birileri diyebilir ki: Hz. Peygamber (sav) zamanında müslümanlar aynı şehirde oturuyor, aynı merciye başvuruyorlar­dı; kültür kaynaklan aynıydı. Hatta İslâm devleti genişledikten sonra dahi ışınlama ve yönlendirme konusunda Medine yine mer­kez olmayı koruyordu. İslâm devletinin merkezi Dımaşk'a, Bağ­dat'a, Kahire'ye ya da İstanbul'a nakledilince de İslâm birliği ge­rek halifeliğin kişiliğinde gerekse kültür kaynağının aynılığında devam ediyordu. Fakat bugün durum değişmiştir. Çünkü siyasi sı­nırlar İslâm topraklarını bölmüş bu nedenle de müslümanlar ara­sında çeşitli görüş ayrılıkları meydana gelmiş. Hedefler farklılık göstermiştir. Öyle ki her ülkede düzen ayrı bir yön tutturmuştur.

Bu söz doğrudur. Fakat bizim yine de kapsamlı bir bakışla ko­nuya eğilmemiz gerekir. Bugün İslâm dünyası Allah'a şükürler ol­sun ki birçok ülkelerin varlığıyla ortada bir gerçektir. Bununla bir­likte bir çok organizasyon, İslâm dünyasındaki îslâmî hareketler arasında bağlantı kurmak onları birbiriyle tanıştırmak müslü­manlar arasındaki halkaların pekiştirilmesi için faaliyet merkezle­ri kurmak üzere çaba harcamaktadırlar.

Tabiatıyla bizim de sağlam bir İslâmî noktadan hareket ederek bu gelişmelere ayak uydurmamız ve Özellikle ırkçılıktan ve kamp­çılıktan uzak, çok uzak durmamız lazımdır.

Bizim esasen şöyle düşünmemiz gerekir.

1) Her İslâmî hareket genel islâmî çalışmanın bir parçasıdır.

Bütün müslümanların katıldıkları genel hareketin bir parçasıdır. Bu insanlar ırkları ve dilleri ne olursa olsun bu hareketleri ayrı ay­rı yerlerde başlatmışlardır. Şu halde bütün ülkelerdeki İslâm! hare­ketler aynı çizgidedir.

2) İslâm cemaatlerinden her biri müslümanların bir bölümü­dür/ [83] tümü değildir. Bu cemaatlerden sadece biri İslâm için çalışıp diğerleri bu çalışmanın dışında kalmamaktadır ki suçlanarak bu çemberin dışında bırakılmış olsunlar. Ne yazık ki bu tutumun so­nucu olarak dünyadaki İslâm cemaatleri birbirleri aleyhinde ço­ğalmıştır. Halbuki İslâm birdir ve aynıdır. Bu cemaatler bu yüzden dayanışmayı kaybetmişlerdir; ırkçılık kampçılık ve çatışmalar geli­şip gitmiştir. Ne yazık ki îslâmî faaliyetler alanında bu yanlışlıkla çok şeyler olmuş, bazıları inadında da ısrar etmiştir.

Şunu da çok iyi bilmek gerekir ki hangi cemaat olursa olsun ve ne kadar önemli bir cemaat olursa olsun hiçbir zaman bunların bir tanesi bile dünya müslümanlarımn yüzde birini temsil etme­mektedir. Dolayısıyla her cemaat, müslümanların tamamı değil, ancak bir kısmı olarak kalacaktır.

3) Yapılacak çalışmaların "müminler ancak kardeştir" âyet-i kerîmesinin ifade ettiği çerçeve içerisinde sürmesi gerekir. Bu su­retle müslüman toplum içinde herkes birbirine yardımcı olacaktır. İslâmî anlamıyla her müslüman diğer müslümanların kardeşi ol­duğundan, birinin diğerini desteklemesi aynen kendi ülkesindekikendi şehrindeki ve kendi mahallesindeki müslüman gibi ona yar­dımcı olması vaciptir.

Sırf hemşehrisiyle, ya da vatandaşlık bağlarıyla bağlı olduğu kimseyle işbirliği içinde olabileceğini sananlar İslâm kardeşliğini böylesi çirkin, grupçu bir anlayışla ırkçı sosyalist bir yaklaşımla yorumlayanlar hatalıdırlar. İslâm kardeşliği bir grup veya örgüte girenin oradaki üyelerle kurduğu arkadaşlık ilişkisi gibi değildir, keza hemşeriler veya aynı devletin vatandaşlığını taşıyanlar ara­sındaki ilişkiler bütünü de müslüman kardeşliği olmadığı gibi her­hangi bir bağla irtibatlı olanlar arasındaki yakınlık da mü'minlerin kardeşliği değildir.

4) Egemen güçlerin kucağına düşüp onlara dalkavukluk ede­rek yandaşlarının, sözde zorbaların zulmüne uğramaması için edindikleri rezil konumlarını İslâm'ın hizmetinde imiş gibi bir yo­rumla aklamaya gayret edenlerin takındıkları uzlaşmacı tavırlara sapmadan, çalışmalar sırf İslâm uğruna yapılmalıdır.

5} Sözde İslâm'ı temsil ettiklerini ileri süren, ancak İslâm'ı ya­şamayan kimselerin etrafında değil, bilakis İslâm'ın etrafında top­lanmak ve örgütlenmek gerekir. İnsanlar, nihayet bu dünyadan çeker giderler, ancak yaptıkları geride kalır. İnsanlar yanlışlık da yapabilirler, doğru da davranabilirler, İslâm ise sağlamdır ve kuş­kuya neden olan hiçbir yanı yoktur. Biz insanlara, İslâm'a uygun hareket ettikleri kadar ancak değer veririz. İslâm'a ters düşenlerin ise karşısında dururuz. Her eylem, onu işleyenin amaçlarına ve gi­dişatına göre değerlendirilir.

6) İlim erbabıyla her alanda danışma içinde olunmalıdır. Kar­şılıklı tavsiyeleşmeli. Düşmanların komplo ve planlarım boşa çı­karmak için karşılıklı düşünce bilgi ve sistem alışverişi yapmalıdır.

Bu çizgi izlenerek yapılacak her iş, elbetteki sağlıklı ve samimi olacaktır. Umarız müslümanların gayretleri Allah tarafından kabul görür. İşte o zaman zafer için dua etmeye hak kazanmış oluruz ve zafer Allah tarafından bize ihsan edilmesi gerekli olur. Zira Allah Teâlâ: "Müminleri zafere ulaştırmak üzerimize bir haktır." bu­yurmaktadı[84]

 

Seçim

 

Seçim sistemi -bazı kimselere- halkın en ideal temsil edildiği alternatif olarak gözükmekte, bazıları da konuyu abartarak seçime dayanan yönetim şeklinin İslâm nizamındaki "Şura" sistemine en yakın idare biçimi olduğunu saymaktadır. (Alim kisvesine bürün­müş) bazı kimseler de bu yolda fetva vererek seçime dayalı yöne­tim şeklinin bizzat İslâm nizamı olduğunu ileri sürmektedirler. Bu adamlar seçimin, çoğunluğun görüşünü yansıttığım, dolayısıyla çoğunluğu temsil eden kesimin toplumu yönetir olması ve azın­lıkta kalanların da onlara uyması gerektiğini savunuyorlar. Sözde halk yönetimi ya da başka adıyla "demokrasi" bu imiş.

Olan şu ki, bugün bilim ve teknoloji alanında Batının kaydet­tiği başdöndürücü ilerlemelere bakarak onun -siyasi yönetim biçi­mi olarak- ortaya koymuş bulunduğu bu yaklaşıma aldanan bir­çok insan vardır.

Geri kalmışlığın bir sonucu olarak da bu insanlar aşağılık duy­gusuna kapılmış bulunmaktadırlar. Bunlar batı uydusu taklitçi bir yolu izleyerek Avrupa'da egemen olan herşeye çarpılmış oldukları için körü körüne batıya uymayı seviyorlar.

Tabiatıyla insan sevdiği şeyi daima yüceltir, hatta onda bulun­mayan üstün nitelikleri varmış gibi kabul eder.

İşte bu yaklaşım, alim kisvesi içinde bulunan bazı kimselerin, batıdaki sistemleri -faydalı olup olmamasına bakmaksızın- İslâm dünyasında da uygulanması konusunda davetiye çıkarmasını so­nuçlandırmıştır. Bu adamlar batıdaki yönetim biçimlerini ve da­yandıkları sistemleri İslâm'a en yakın idare şekilleri olarak nitele­mektedirler. Halbuki bu görüş bilgisizliğin ta kendisidir.

Azınlıktan ve çoğunluktan amaç insanların durumları bu ise peygamberlerin ve Allah elçilerinin üstlendikleri rol nerede kala­caktır?

Tarih boyunca gelmiş geçmiş liderlerin ve ıslahatçıların üst­lendikleri görevler ve yaptıkları işler ne olacak?

Peki bunlar, kendilerine verilen görevler ve üstlendikleri ödev­lerle bir kenara atılarak terk mi edileceklerdir?

Bunların getirdiği birikimleri, insanlık bugün ne yapacak, bunları nasıl işleyecektir?

Bu seçkin insanlar, yoksa vaktiyle çağdaşı oldukları cahillerin ve genelin heveslerine göre mi hareket etmeliydiler ya da ne yap­malıydılar?

İslâm'da azınlık ve çoğunluk diye birşey yoktur. Fakat İslâm'a göre hak ve batıl vardır {Yani gerçek ve gerçek olmayan vardır; doğru vardır, yanlış vardır).

Hak ve gerçek öyle bir şeydirki, savunucusu bir kişi bile olsa ona uymak zorunludur. Batıl (gerçek olmayan) ise bütün toplum tarafından savunulsa ve uygulamaya konsa bile ona baş kaldırmak ve onu bir kenara itmek her kesin görevdir.

Nitekim peygamberler ve Allah'ın elçileri hakka doğruya ve gerçeğe insanları çağırırlarken yalnızdırlar. Tek başlarına bu dave­ti üstlenmekte ve insanlara yalnız başlarına çağrı yapmaktadırlar. İçinde yaşadıkları toplumun tümü, çıkarları ve hevesleri uğruna onlara karşı mücadele eder, bâtıla tutunarak onlarla savaşır. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (sav)'in şahsında bu konuda bizi şöyle ay­dınlatmaktadır.

"Ey Muhammedi Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak sanıya uymakta ve yalandan başka şey söylememektedirler."[85]

Hz. Peygamber (sav) ilahi elçilikle gönderilip kendisine vahye-dilen mesajları iletmekten sorumlu tutulunca emrolunduğu şey­leri açık ve çarpıcı bir şekilde ilan etti. Ne var ki Arap dünyası üze­rinde sahip oldukları liderlik ve sürdürdükleri zevkleri ellerinden çıkacak diye kapıldıkları korku yüzünden Kureyşliler Hz. Peygam­ber (sav)'in karşısına dikildiler. Ayak takımını Hz. Peygamber (sav)'e karşı kışkırtarak ona saygısızlık ettiler. Bir çok put yerine, "Allah birdir" dediği için onunla alay ettiler. Atalarının kulluk etti­ği putlara perva etmediği için onunla eğlendiler. Hz. Peygamber (sav)'in söylediklerine "Sırf iftiradır ve uydurmadır." dediler, "böyle şeyleri şimdiye kadar hiç kimse duymadı" diye her tarafı velveleye verdiler.

Allah Teâlâ onların bu saldırılarını şu şekilde anlatmaktadır:

"Sâd. Şanlı Kur'an'a and olsun ki o kâfirler ileri sürdüklerinin tam tersine bir küstahlık ve parçalanmışlık içindedirler. Onlardan önce de nice kuşakları yok ettik. O zamanlar feryat ediyorlarlardı. Halbuki artık kurtulma fırsatını kaçırmışlardı. Aralarından kendi­lerine bir uyarıcının gelmesine şaşmışlar ve "bu çokyalancı bir si­hirbazdır, bütün ilahları bir tek ilah halinemi getirdi? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir," demişlerdi. Onlardan ileri gelenler: "Yürüyün Tanrılarınıza bağlılıkta direnin sizden istenen sadece budur. En son dindede böyle bir şey duymamıştık, bu ancak uydurmadır."[86]

"Bilakis! Biz atalarımızı bu dine bağlı olarak bulduk, biz de onların izindeyiz. -İşte böyle- senden önce hangi memlekete bir uyarıcı -bir peygamber- göndermişsek mutlaka oranın sosyetesi: Biz atalarımızı bu din üzerinde bulduk biz de onların izindeyiz, d emişlerdir.[87]

Dolayısıyla hal böyle olunca Kureyşliler'in tutumu karşısında ne yapmalıydı. İslâm'a çağrıyı bırakıp -çoğunluktadırlar diye- pu­ta tapanların görüşlerine uygunmu hareket etmeliydi yoksa karşı­sında direnen ve ona savaş ilan eden çoğunluğa perva etmeyip hak ve gerçek uğruna kendisine iman etmiş bulunan azınlığın ya­nında mı yerini almalıydı?

Hiç kuşku yok ki taraftarları ne kadar az olursa olsun yine de hakkın ve gerçeğin yanında yer almak, batıla karşı savaş açıp taraf­tarları ve destekçileri ne kadar kalabalık olursa olsun onunla mü­cadele etmek üzere yola devam etmek gerekiyordu.

Ne yazık ki zaman içinde insanların akıllarına bid'at ve hura­felere karşı bir eğilim girdi. Bilgisizliğin yaygınlık gösterdiği oran­da bu hurafeler ve batıl inançlar da çoğaldı. Birçok kimseler bun­ları dinin özünden şeyler olduğu zannına kapıldılar. Gittikçe bu sanı kesin inanca, varsayımlar zihinlerde gerçeklere dönüştü. Bu­nun üzerine büyük ıslahatçı şeyh Muhammed b. Abdulvahab ha­rekete geçerek insanlara doğruları açıklamaya başladı. Onlara di­nin ne derece uzağına düştüklerini gösterdi.

Allah'a içtenlikle kulluk etmiş kimselerin (yani halk arasında evliya olarak kutsanan saygın kişilerin) artık ölüp gitmiş oldukları­nı, onlardan, imdat isteyen kimselerin yakarışlarına artık cevap verecek durumda olmadıklarını, darda kalıp yardım isteyenlere asla yardım edecek bir olanağa sahip olmadıklarını dua ve yakarı­şın sadece ve yalnızca Allah'a yapılması gerektiğini, esasen zorda kalıp ona dua eden kimseye yalnızca Allah'ın yardım edebileceği­ni, başındaki belanın ancak Allah tarafından def edilebileceğini, bu nedenle de tepki gösterdiler ve yatırlar üzerindeki türbelerin yıkılması gerektiğini ortaya koydu.

Tabiatıyla alışkanlıklarını bırakamayan insanlar bütün bun­ları büyük bir tuhaflıkla karşıladılar, bunu İslâm dinine karşı bir cinayet ve dinden bir uzaklaşma olarak saydılar. Çünkü bu türbe­lerin içinde yatan insanlar, onlara göre dokunulmazlığa sahip ev­liya ve salih kimselerdi; kerametleri vardı, böyle bir şey nasıl ola­bilirdi?!

Bu nedenle halk yığınları şeyh Muhammed b. Abdulvahab'a

karşı şiddetle cephe aldılar. O da bu nedenle sık sık yer değiştir­mek zorunda kaldı ta ki zaman geldi, Allah Teâlâ ortamı onun çin müsait hale getirdi.

Ona yardım edecek ve davasına rehberlik edecek kimselerin varlık göstermesini takdir buyurdu. Düşmanları ise sırf aleyhinde­ki dedikodulara dayanıp sözde dine yeni şeyler ilave ettiği zannı­na kapılarak ona karşı savaş ilan ettiler: Halbuki o, yeni bir şey uy­durmamış İslâm'a herhangi birşey ilave etmemişti. Bilakis O, ger­çeği açıklamış, hak yolu aydınlatmıştı.' [88]

Eğer bu ıslahatçı önder, döneminin cahili çoğunluğu karşısın­da susup öteden beri gördükleri ve yaşadıkları batıl inançlara alı­şan genele boyun eğmiş olsaydı esasen yabancı öğretiler bu şekil­de ancak islâm'a girmiş olacak islâm'ın arı gerçekleri birer efsane­ye dönüşmüş olacaktı. Sonuç olarak şunu vurgulamak gerekir ki din ne çoğunluğu ne de azınlığı tanır. Çünkü bütün ümmet Kur'an'm kesin "nas"lan karşısında boyun eğmek zorundadır.

Avrupa, vaktiyle karanlık bir cehaletin içerisindeydi. Sonra ba­zı insanlar yavaş yavaş aydınlanmaya başladılar. Bazı bilginler ye­tişip çeşitli deneyler yaptılar ve belli bir takım bilimsel sonuçlara ulaştılar. Ne var ki akıllara musallat olan ve halk üzerinde büyük bir etkiye sahip bulunan kilise adamları (yani ruhban sının) bu bil­ginlerin ulaştıkları gerçekler karşısında paniğe kapıldılar. Dolayı­sıyla onlara karşı cephe aldılar. Onların bilimsel çalışmalarını dine karşı saygısızlık olarak nitelediler. Bununla da yetinmiyerek cahil halkı onlara karşı kışkırttılar ve devlet yöneticilerine de onları şi­kayet ettiler. Bunun üzerine bilime hizmet etmiş olan bu şahsiyet­lerden güya dine karşı geldiği gerekçesiyle birçok kimseler öldü­rüldü.

Bu gelişmelerden sonra bu kez de kilise adamlarıyla bilginler arasında mücadele başladı. Ta ki bir zaman geldi liderlerden bazı­ları ilim adamlarını desteklediler. Bu suretle kiliseyle bilim arasın­daki halka koptu ve nihayet kilise, bilimin karşısında hüsrana uğ­radı. Bilim ise egemen oldu. Ondan sonra bilimsel deneyler yapıl­maya başlandı ve bunlar uygulanmaya kondu. Böylece uzun ka­ranlık dönemlerden ve gafletten sonra Avrupa silkinerek uyandı. Sonuç olarak yine şunu ifade etmek gerekir ki bilimsel gerçekler çoğunluk ya da azınlık diye bir ayırım tanımaz bilimin tümü bi­limdir. Öyle ki bir tez, bilimsel deneyden geçip kesinlik kazansın diye yapılan bilimsel çalışmaların tümü bir bütündür. Ta ki ona aykırı olan şeyler ortaya çıkıncaya kadar.

Başka bir örnek vermek gerekirse:

Bir zamanlar Yahudiler Filistin'e dadanmaya başlamışlardı. Haçhlar'ın da yardımıyla nihayet bu topraklara yerleşerek yerlihalkı yurtlarından kovdular ve bölgeyi gaspettiler. Sonra da yayıl­macı faaliyetlerini sürdürebilmek için komşu ülkelere karşı saldı­rılara başladılar. Bunun üzerine komşu ülkeler de mecburi asker­lik sistemini getirerek gençlerini silah altına almak zorunda kaldı. Halk önce bu sistemi memnuniyetle karşıladı. Fakat uygulamaya geçilince bu kez firar olayları başladı. Herkes bedel ödeyerek as­kerlik yapmaktan kurtulmak istiyordu.

Nihayet (bu güçlü eğilim karşısında) devlet mecburi askerlik sistemini bedelli askerliğe dönüştürmek zorunda kaldı. Bir süre sonra halkın çoğunluğu bu uygulamayı eleştirir oldular. Çünkü herkes çıkarma bakıyor ve kendi kişisel sorununu düşünüyordu. Herkes ülkenin meselesini ve ümmetin çıkarlarını adeta birlikte ihmal ediyordu. Bütün bunlara baktığımızda acaba çoğunluğun görüşüne uyarak mecburi askerlik sisteminin kaldırılmasına taraf­tar olalım da bu suretle ümmeti tehlikeye mi atalım, yoksa azınlı­ğın görüşüne mi uyalım. İşte buradan da anlaşılıyor ki ümmetin genel çıkarı çoğunluk ve azınlık diye bir ayırım tanımaz. Ümmet esasen çıkarının gereği olan kurallara kendisi uymalıdır.

Bazı kimselerin, zorunlu askerlik konusunda değişik görüşleri var. Bunlar çoğunluğun askerlikten kaçındığını reddediyorlar. Fa­kat ailenin bir çocuğu askere gittiğinde evde meydana gelen hü­zünlü havaya, bedelli askerliğe karşı olan eğilime ve askerlerin ter­his olurken duydukları sevince bakarak ikna olmaktadırlar.

Bilmemiz gereken bir nokta daha vardır ki o da şudur: Kişinin kendisiyle başbaşa bulunduğu sıradaki düşünceleri onun emsal­leriyle oturup konuştuğu sıradaki düşüncelerinden farklıdır. Hal­kına karşı ya da bir kalabalığa karşı kişinin açıkça haykırarak söy­lediği şeyler esasen yalnız basma iken düşündüğü şeylerden çok kere farklıdır. Nitekim medyada, halk adına yapılan açıklamalara; ya da büyük kalabalıkların ve toplumun birlikte ifade ettiği fikirle­re bakılacak olursa bütün halkın zorunlu askerlik yapmayı ve gö­nüllü olarak cephelere koşmayı desteklediğini görüyoruz.

Toplumsal söylemlerde herkesin vatan borcu uğruna canını seveseve vermek istediğine tanık oluyoruz. Eğer gerçek bu ise ohalde neden herkes buna rağmen bedel ödeyerek askerlik yapma­mayı istemektedir, neden vatandaşlar cephelere gitmekten kaçı­nıp silah altındayken bile kışlalarda ve askeri bürolarda şehrin içinde askerliklerini yapmak istiyorlar; neden askere gitmemek için beş.yıl yurt dışında çalışmanın yollarını araştırıyorlar ve ne­den ailenin bir çocuğu askere gittiği zaman evdekiler üzüntüye ka­pılıyor?

Belki bazı kimseler bütün bunların, imanın zayıf olduğu, cihad ortamının bulunmadığı nedenlerine bağlayarak ayrıca bu duru­mun, egemen olan sosyal ve kültürel şartlardan, kişinin fıtratmda-ki korunmacı eğiliminden kaynaklandığını ileri sürüyor olabilirler. Bahaneler bahaneler... Bütün bunlar kişisel görüşlerdir. Bu düşün­celer ve daha başka türlüsü de hepsi kişisel çıkarları anlatmakta­dır. Ancak ümmetin çıkarı mecburi askerliği gerektirmektedir. Herhalükârda biz durumun ıslahından ve cihad mekanizmasının yeniden çalıştırılmasından yanayız.

Din, ilim ve ümmetin çıkarları madem ki çoğunluğa azınlığa bakmıyor şu halde çoğunluğun görüşüdür diye biz neye Önem ve­rebiliriz, neyi araştırabiliriz, hangi konu üzerinde konuşup onu çok önemli sayabiliriz. Bazı kimseler şunu sorabilirler. Neden bu sözlerinizle bilimi ayrı, ümmetin çıkarlarını da ayrı olarak ifade et­tiniz? Halbuki bilim de ümmet çıkarlarının kapsamı içindedir. Ce­vap olarak derim ki ben aslında bu iki kavramı birbirinden ayırmış değilim. Fakat konuyu gerektiği kadar açıklığa kavuşturmak ve tar­tışmayı kolaylaştırmak bakımından bu iki kavramı ayrı ayrı ifade ettim. Gerek yönetimde, gerek politikada gerekse örgütlenmede seçimin gerçek değeri hakkında bir yargıya varabilmemiz için, ço­ğunluğun seçim olayında nasıl bir değer ifade ettiğine bakalım.

Bilindiği üzere toplum bireylerinin tümü gerek bilgi ve kültür bakımından gerekse olgun bir dünya görüşü bakımından eşit sevi­yelerde değildirler. Hatta (dünyanın neresinde olursa olsun) top­lumun çoğu bu konuda istenen düzeyin daha gerisindedir. Hal böyle olunca bütün toplumu oy kullanmaya çağırdığımız zaman herkesi kültür, bilgi, deneyim ve dünya görüşü açısından aynı dü­zeyde tutmuş oluruz. Hatta açıkça ifade etmek gerekirki dünyaolaylarını sahip olduğu uzmanlık bilgileri sayesinde analiz edebi­len, bilim alanında önemli yere sahip olan bir ilim adamıyla bu dünyadan habersiz, eşya ve olayların sebep ve sonuçları hakkında hemen hiçbir bilgiye sahip bulunmayan kuru bir cahili aynı dü­zeyde tutmuş oluruz. Öyle bir cahilki oyunu para karşılığında ya da herhangi bir çıkar için kullanabilen bir tip olur. Peki hangi akıl bu eşitliği onaylayabilir ve hangi mantıkla böyle bir seçimden sağ­lıklı sonuçlar alınacağına inamlabilir.

Çoğunluk bilgi, kültür, deneyim ve erdemler açısından daima istenen seviyenin gerisinde bulunduğundan bu büyük kitleyi ak­rabalık, arkadaşlık ve dostluk ilişkileriyle duygusal yönlerden yak­laşarak parayla, politik yollarla baskılarla ve nihayet göz dağı vere­rek korkutarak yönlendirmek pekâlâ mümkündür. Seçim mevsim­lerinde adayların sırf kazanabilmek için ne büyük hilelere baş vur­duklarını hepimiz görüyoruz. Şu halde seçim sonuçları halkı tem­sil edenlerin değil, tam tersine daima parayı ve serveti temsil edenlerin başarısıyla sonuçlanır.

Nitekim Amerika Birleşik Devletler i'nde zenginlerin paraları­nın, seçim dönemlerinde ne büyük roller oynadığını hepimiz bili­yoruz. Bu paraları temsil edenler, sırf kapitalizmi ve -bizzat kendi deyimleriyle- "kapitalist düzeni ayakta tutmak" için seçimlere gi­riyor ve kazanıyorlar.

Keza yahudi oylarının, îsraili para ve silahla destekleyen ve amaçlarının gerçekleştirmesine yardım eden Amerikan siyaseti­nin ayakta durabilmesi için ne kadar büyük rol oynadığını da bili­yoruz. Öyle ise nerede halkın oyu? Nerede halk iradesi ve halkı kimler yönetiyor? Acaba halk mı kendi kendini yönetiyor, yoksa para, ya da (uluslararası kampların kapalı kapılar ardından pazar­lık yapıp üzerinde uzlaştıkları) siyaset mi onları yönetiyor?

Bugün Sovyet İmparatorluğunda' [89] yandaşları ülke halkının % 50'sini geçmeyen komünist partisi, yönetimi elinde tutmaktadır. Bununla beraber parti, bütün halka musallat olmuş durumdadır.

Adaylığını koyma hakkına sahip olanlar yalnızca komünist partisi üyeleridir. Parlamento ve büyük üyeler sadece onlardan oluşur. Rus politikasını çizenler ve istedikleri kadar para kullananlar bun­lardır. Dolayısıyla komünist partisi ileri gelenleri kapitalistlerin en büyükleriyle boy ölçüşmektedirler. îşin ilginç yanı şu ki, gerek ko­münistler, gerekse kapitalistler demokrasiyi uyguladıklarını {ya da başka bir deyimle) halk yönetimini en geniş anlamıyla hayata ge­çirdiklerini ileri sürüyorlar.

Eğer bu dediklerinde her iki taraf da samimi iseler, ne zavallıy-mış bu demokrasi denen şey yok yalan söylüyorlarsa, yalan üzeri­ne kurulu bir düzene de "yazıklar olsun!" demek yaraşır.

Gerçek şu ki halk, Rusya'da demokrasi adına ezilmektedir. En öncelikli halklardan ve en küçük özgürlüklerden bile insanlar en­gelleniyor. Mülk edinmek inanmak ve ibadet etmek yasaklıdır. İn­sanların inançları ve kutsal değerleri çiğnenmekte, küçümsen-mektedir. Öyle ki eğer vatandaş, ortodoks hıristiyanlardan değilse komünist geçinse bile -şayet dindarsa- mutlaka aşağılanır.

. Sözde demokrasiyle yönetilen Rusya'da durum böyleyken, yi­ne demokrasi ile yönetilen Amerika Birleşik Devletleri'nde kapita­list zümre mide fesadına uğramıştır. Siyaset meydanında rol oyna­yanlar ise kapitalistlerdir. Yoksullar ise sefalet ve perişanlık içinde yaşamaktadırlar.

Keza Sovyetler Birliği'nde Ortodoks hıristiyan olmak koşuluy­la Rus kökenli vatandaşlar birinci sınıf, onların dışındakiler ise üçüncü, hatta dördüncü sınıf vatandaş sayılmaktadırlar. Müslü­manların ise hangi sınıfa dahil edildikleri belli değil. Herhalde un­surların en sonuncusu sayılmaktadırlar. Aynı şekilde Amerika Bir­leşik Devletleri'nde hıristiyan beyazlar birinci sınıf, diğerleri ise daha aşağı sınıftan sayılmaktadırlar. Ayrıca Amerika'da beyazlarla siyahlar arasında ırk ayırımı yapılmaktadır.

Sovyetler Birliği İmparatorluğunda ülke yönetimini tekelinde tutan, sadece buradaki komünist partisi değildir. Bilakis komüniz­min egemen olduğu bütün ülkelerdeki komünist partileri ile -ken­di deyimlerine göre- gerek gelişmiş olsun gerekse geri kalmış olsun, tek parti'ile yönetilen ülkelerdeki egemen sınıf birlikte bu yö­netimi paylaşmaktadırlar. Bu ülkelerde halk üzerinde otorite ku­ranlar parti üyeleridir. Devlet, burjuvalar arasında bir yağma ma­lıdır. Bütün bunlardan sonra da demokrat olduklarını, ülkelerinin, demokrasi ile yönetildiğini ileri sürüyorlar. Sebebi de şudur "se­çim" diye uydurdukları bir sistemle, partileri için belirledikleri üyeleri "parlamento" adını verdikleri bir yerde topluyorlar. Ondan sonra da bir yerden talimat alıp onu oy birliği ile kabul ediyorlar, ya da oturum, kurul toplantısı diye adlandırılan birleşimlerde ko­nan imzalarla -sözde- karara bağlıyorlar.

İşte demokrasi diye söylenen yönetim biçimi budur. Bu kamp­lardan herbiri-kendi rejimi adına şarkısını söylüyor ve onun en ideal yönetim biçimi olduğunu ileri sürüyor ise de bunu hiç bir sağduyu kabul edemez.

Devletin yönlendirici rolünü, yönetimlerin tehditleri altındaki vatandaşların kapıldığı korkuyu ve altında ezildikleri baskıyı da unutmamak gerekir. Bu nedenledir ki zaman zaman tarafsız hü­kümetler -bir önlem olarak- seçimleri denetlerler, bununla bera­ber yine de seçim, egemen güçler tarafından yönlendirilmekten kurtulamaz. Genellikle de devletin Öngördüğü şekilde seçimler so­nuç verir.

Şu halde -yukarıdaki örneklerde de görüldüğü üzere- madem­ki ideal bir yönetim biçiminin kurulması için azınlık ve çoğunluk ayırımının hiçbir değeri yoktur; mademki halk iktidarı denilen ve demokratik olduğu ileri sürülen yönetim biçiminin hiçbir kıymeti yoktur; Ve mademki halen dünyada geçerli olan seçim sistemleri­ne dayalı yönetim biçimleri -adil bir düzen olmaktan çok uzaktır-ve ne kendisi bir işe yaramaktadır, ne de böyle bir düzene ayak uy­durmanın bir yararı vardır.

Özet olarak seçim diye uygulanan sistem esasen sistemsizlik üzerine kuruludur. Şu halde işe yarayan yönetim biçimi hangisi­dir, ve böyle bir yönetim biçiminin uygulaması nasıl olur? Hemen ifade edilmelidir ki insan dünyasında gerçek anlamda adaletin ku­rulabilmesi için gerekli olan yönetim şekli İslâm'dır. Çünkü –bütünkainatı yarattığı gibi- insanı da yaratan ve ona yarayışlı yasaları vahyeden Allah Teâlâ'dır. îşte insanlığın, gelişme ve ilerlemesini sürdürdüğü tarihin her aşamasında ona yarayan en ideal yönetim biçimi bu ilahi nizam olmuştur. Esasen bazı benzerliklere rağmen şöyle bir fark vardır: Bir aygıt icat eden bir kimse hiç kuşkusuz o aygıtı başkalarından çok daha iyi bilendir. Çünkü o cihazı kuman­da etmesini ve bakım şeklini belirleyen ve şu kadar süre sonra ya­da şu aşamalardan sonra o aygıt üzerinde meydana gelecek deği­şiklikleri bilen yine o'dur.

İslâm'da yönetim biçimi "şura" sistemine dayanır. Allah Teâlâ Hz. Peygamber (sav)'e şöyle hitap etmektedir:

"Ey Muhammed! Sen onlara şefkat göstererek yumuşak dav-randm. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç kuşkusuz etrafın­dan dağılıp gideceklerdi. Şu halde onları bağışla ve -Allah tarafın­dan da- bağışlanmaları için dua et. -Kamuya ait- işlerde onlara danış. Kararım kesin olarak verdiğin zaman ise Allah'a dayan -ve amacını gerçekleştir.- Çünkü Allah kendisine sığınanları sever." [90]

Yine Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Onlar -yani müslümanlar-Rablerinin çağrısına uydular ve namazı kıldılar. Onların -kamu ile ilgili meselelerde- işleri aralarında danışma ile çözümlenir; ve kendilerine verdiğimiz nziktan -başkaları için- de harcarlar. [91]

Yalnız burada açıklamak gerekir ki "Şûra", toplumun her bire­yine danışmak demek değildir. "Şûra" sisteminde kamu yönetimi ile ilgili olarak yalnızca ilim erbabına, deneyimli insanlara ve uz­manlara danışılır. Bununla birlikte görüşünü ortaya koyan ve bir düşünce sunan herkese de ayrıca kulak verilir. Ancak şu var ki yö­netimde devlet ve kamu işlerini ilgilendiren meseleler de kendile­rine danışılan kimseler sadece "erbab-ı hall-ü akid"dir. Yani ilim adamlarından ve uzmanlardan oluşan danışma meclisi üyeleridir.

İşte halifenin danışacağı, görüş ve düşüncelerini alacağı kim­seler bunlardır. Halife ondan sonra kendi görüşünü ortaya koyarve uygulanmasını emreder. İslâm nizamının (İslâm yönetim biçi­minin) temelini seçim (ve seçimle iş başına gelen parlamento ve hükümetler) değil "erbab-ı hall-ü akid"dir. Yani hilafet danışma meclisidir. İslâm nizamında toplumu yönlendirmenin ve yasama­nın temeli günümüz örfündeki parlamentolar değil, işte bu meka­nizmadır.

Şûra erbabı yani hilafet danışma meclisi üyeleri, İslâm devle­tinin homojen olarak her yerinden ve ilim erbabı arasından seçi­lir. Bu seçimde ne isteğe, ne adaylık koymaya, ne politik amaçlar­la para harcamaya, yer vardır; ne taraftar kazanmak için propa­gandalar yapmaya, ne partizan kazanmaya ne de maddi çıkar sağ­lamaya ilişkin yandaş çoğaltmaya kabile ve akraba kullanmaya ge­rek vardır. Bu seçimin temeli iman (ilim ve ahlâk) dır. Çünkü îslâ-mî yönetimde Şûra meclisine seçilenlerin çoğu bu meclise üye olarak seçilmeyi ve başkente gitmeyi bile istemezler. -Halkın bas­kısı altında seçildikleri için- zorlanarak bu teklifi kabul ederler ve genelin çıkarı için bu görevi üstlenirler.

Ancak zorlandıklarında bu görevi alırlar. Ondan sonra uygun gördükleri doğrultuda görüş açıklarlar, ya da İslâm'ın temel kural­larından yasalar çıkarırlar. İslâm meclisi üyeleri, kişisel çıkarları ve hevesleri doğrultusunda değil, kendilerini seçenlerin çıkarı, men­sup oldukları kabile ve aşiretin çıkarları ya da devlet politikası ge­rektirdiği için değil, özgür iradeleri ile görüş beyan ederler. Bazen üyelerin içtihatları arasında farklılıklar ve İslâm kaynaklarından yasa çıkarmaya çalışırlarken öngördükleri tasarımlar arasında uz­laşmazlıklar olabilir.

Bu durumlar, Emirülmüminin (müslümanlarm efendisi) hali­fe hazretlerine ya da başkanına veya bugün için uygun gördüğü­müz sıfat ve unvan altındaki müslümanlarm başbuğuna sunulur. Tabiatıyla o da görüşlerden birini diğerine tercih edecektir. Ancak çoğunluğun ya da azınlığın görüşüdür diye bir ölçüye itibar etme­yecektir. Sadece doğruya en yakın olduğunu tahmin ettiği görüşü ya da toplum için daha yararlı olan görüşü onaylıyac aktır. Bütün bu anlatılanlar iki temel noktayı hükme bağlamaktadır: Birincisi Allah'ın kitabına ve Rasulallah'ın sünnetine dayalı olan İslâm nizamıdır. Zira hiç bir yargının, gerekçe -ne olursa olsun- bu kaynakla­rın dışına çıkması meşru olamaz. Çünkü bu takdirde îslâm anaya­sasına aykırı olur. îkinci temel nokta ise imandır. Çünkü içtihat so­nucu üyelerin görüşleri arasında bir uzlaşmazlık ortaya çıktığı za­man ölçü olarak başvurulan şey ve temel yönlendirici farktör bu konuda imandır. Burada esasen anlatılmak isteyen şey şudur ki: Yasamada başvurulan kaynaklar ve itici faktör aynı olduğuna göre görüş farkları çok büyük olmaz. Çünkü devlet başkanı da çoğu za­man ilim adamıdır. Dolayısıyla görüşler genellikle çakışır ve bir­birlerine paralellik gösterir.

Demokrasilerdeki seçim sistemi ve bu sistemin getirdiği israf; parayla oy satmalmak, halka baskı yapmak, devlete çelme takıp bocalamasına neden olmak gibi spekülasyonlar; Ayrıca sırf seçimi denetlemesi ve toplumun herhangi bir ideolojik doğrultuda yön­lendirilmesine engel olması için zaman zaman geçici olarak hükü­metlerin kurulması, seçim sonuçları ortaya çıkıncaya kadar ülke sorunlarının sonraki tarihlere ertelenmesi, seçimi kazanan siyasi kampın devlet politikasını değiştirmeye kalkışması, bakanlıklarda ve devlet kademelerinde "temizlik" diye nitelenen, kadroların de­ğiştirilmesi gibi felaket denebilecek birçok olumsuzluklar, İslâm şûra sisteminde yoktur.

Yeni bir siyasi kampın seçimi kazanmasıyla birlikte bu kampın belirlediği politikadan piyasalar da etkilenir. Meclis içinde çekiş­meler ve kavgalar başlar. Kişisel hevesler ve çıkarlar hükmünü ic­ra eder. Siyasi kazançlar elde etmek, yönetimi ele geçirmek ve benzeri birçok çirkin amaçlar gibi uğrunda rezil araçlara başvuru­lan sonuçların hepsi demokrasilerdeki seçimlerde vardır. Çoğun­luk ve azınlık konusuyla halk yönetimi dedikleri şçyler de bu siste­min etkisi altında oluşur. [92]

 

Yönetim

 

Her ümmetin belli bir yönetim biçimi vardır ki ümmet bu çiz­gi üzerinde yürür. Bu yönetim biçiminin yasaları, sorumlu kişinin yetkilerini belirler, ona ödevlerini açıklar, yönetim yolunu aydınla­tır, yönetim metodunu ve otorite kurallarım koyar...

Keza her ümmet için sosyal bir yaşam biçimi vardır. Bu yaşam biçimi, ümmetin bireyleri arasında egemendir. Ve genellikle o üm­metin inançlarından kaynağını alır.

Aynı şekilde ister bireyleri tarafından kurulmuş olsun, ister başka bir milletinkinden alıntı olsun, ya da ikisinin sentezinden meydana getirilmiş olsun her ümmetin bir de kendisi için tercih ettiği bir ekonomik sistemi vardır.

Genel olarak (sosyo ekonomik) sistemle siyasal rejim arasında uyuşmazlık olabilir. İster kaynak, ister yasama yöntemi bakımın­dan olsun, ikisi arasında hiçbir ilişki bulunmayabilir. Çok kere iki­si de insan eliyle yazılıp çizilmiş birtakım kurallardan oluşur.

Bu nedenle her rejim, yani devletin hem yasası, hem de sosyo­ekonomik sürekli olarak değişebilir. Çünkü bu yasalar, onları ta­sarlayanların hava ve heveslerine rağbet ve şehvetlerine göre kon­muşlardır.

Dolayısıyla yasamayı yapanlar değişince, kanunların, sistem ve rejimlerin de buna bağlı olarak değişmesi kaçınılmaz olur. Bu­radan da anlaşılıyor ki (öteden beri ileri sürüldüğü üzere çağın gereği ve değişen ortam ve şartların doğal sonucu değil, yukarıda açıklanan faktörlerin yapay etkisi altında) insan eliyle çiziklen-miş anayasalar, rejimler, sitemler ve kurallar sürekli olarak deği­şip durur.

İkinci bir nokta daha vardır ki o da bu yapay yasalarla toplu­mun inanç ve kutsal değerleri arasında hiçbir bağın bulunmayışı­dır. Örneğin toplumun inancı zinayı yasaklamaktadır. Oysa dinin yasaklamış olduğu zina, yalan, aldatmak ve adam öldürmek gibi suçları işlemekten devletin başında bulunanları engelleyecek hiç­bir şey bulunmamaktadır. Bununla birlikte, propagandalarına ya­rayan "Sezar'in hakkını Sezar'a, Allah'ın da hakkını Allah'a ver." sözünü slogan olarak kullanmakta, Sezar'dan sosyal yaşamı, Al­lah'tan da ibadeti ya da kiliseyi amaçlamaktadırlar. Onlara göre ki­şi, kilisede ya da ibadethanede istediği kadar ibadet edebildiği gib ikilisenin dışında da istediğini işleyebilir.

Ayrıca pek de rağbet bulmuş olan şu batıl, asılsız ve uydurma deyimi de söyleyip dururlar:

"Din Allah'ın, vatan ise herkesindir.[93]

Bu cümle de hemen hemen bir önceki cümlenin anlamını ver­mektedir. Bu da aslında şu demektir: Allah'a istediğin şekilde iba­det et. Vatanın ise dinle, ibadetle herhangi bir ilişkisi yoktur. Dola­yısıyla vatan toprakları üzerinde yaşayanlarla birlikte sende vata­na hizmet etmelisin. Vatandaşların kimisi isterse puta tapsın, ki­misi buzağıya tapsın kimisi insanlardan birine tapsm ya da propa­ganda yaparak parayla, kadınla başkasını dininden çıkarsın veyaisteyenler küfrü gerektiren sözler sarfetsin, küfre saptıran yazılar yazsınlar; herkes özgür olduğu için sen hiçbir şey yapamayacak­sın, "Din Allah'ın vatan ise herkesindir." sözünden dolayı kılını kapırdatamayacaksin! [94]

Hayır, İslâm ümmeti, vicdanında bağlı olduğu anayasa ve yö­netim şekli bakımından ve izlediği sistem açısından bütün üm­metlerden farklıdır.

Her şeyden önce İslâm ümmetinin idealindeki yönetim biçimi onun dininden ve inancından kaynağını almaktadır. Bu (öyle bir ilahi kurumdur ki) gerek bireyin gerekse toplumun yaşamım en dakik şekilde düzenlemiş, onun dünyaya geldiği günden öleceği güne kadar yaşamının her noktasını irdelemiş, kendisiyle başbaşa kalmasından, eşiyle yaşadığı en mahrem meselelere kadar her şe­ye el atarak sorunlara -doğal- çözümler getirmiş, kişinin müslü­man kardeşiyle bütünleşmesinden toplumun en karmaşık konu­larına, sosyal ve ekonomik hayatın en zor yanlarına kadar her şeyi inceden inceye'değerlendirmiştir. İkinci bir nokta daha vardır ki o da bu yönetim biçiminin bizzat Allah tarafından belirlenmiş oldu­ğu gerçeğidir. Bunun anlamı şudur:

1- İslâm şeriatı, insanların hava ve heveslerine alet edilmek­ten, belli bir kişinin, bir topluluğun, bir örgütün, bir milletin, bir rengin, bir ırkın veya belli bir kıtada oturanların kaydırılmasında sömürü aracı olarak kullanılmaktan son derece uzaktır.

2- Sabittir. Yani zamanla ve çevreye göre değişmez.[95]

3- Alternatifi yoktur, içinde çelişki yoktur.

4- însan hayatı için en elverişli olan yönetim ve yaşam biçimi­dir. Çünkü yaratıkları yoktan var eden ve içinden peydahlandıkla­rı doğa ile hepsini birlikle yaratanın bizzat kendisi onlar için en ya­rayışlı yasaları indirmiştir. Zira Allah Teâlâ yarattığı insanların me­selelerini doğasını ve onların -ortak- doğal eğilimlerini hikmetiyle en iyi bilendir. Onlara karşı şefkatlidir.

Dolayısıyla Allah'ın belirlemiş olduğu yaşam ve yönetim biçi­minden başkası insanlara yaramaz. Çünkü bunun dışındaki sis­temler, eğilimleri farklı, çıkarları eşit olmayan, istek ve iştahları de­ğişik yaratıklar tarafından öngürülmüştür. Nitekim bu yapay sis­temlerin herbirinden ayrı bir yönetim ve yaşam biçimi ortaya çı­kacaktır ki biri diğeriyle çelişecek ve ancak onu düzenleyenin ya da yönlendirenin heveslerine uygun düşecektir.

5- İslâm şeriatı (yani İslâm'da yönetim ve yaşam sistemi) bir bütündür. Dolayısıyla onun bir yanı, bir diğer yanım tamamla­maktadır. Bu nedenledir ki onun bir cephesini ihmal ettiğimiz ya da kabul etmediğimiz zaman bu sistemde bir arıza meydana gel­miş olur. Çünkü sistem, belli destekler üzerinde kurulmuş olan bir yapıya benzer. Bu yapının desteklerinden birini altından çektiği­miz, hatta duvarlarından bir tuğla bile aldığımız zaman hiç şüphe­siz o binada ya denge, ya da biçim bozulacaktır.

Aynı şekilde, örneğin toplumda çıplak gezenler bulunduğu za­man halkın ahlâkı bozulacak ve bunun olumsuz sonuçlan toplu­ma yansıyacak, belki de sorun gelişecek ve ülke ekonomisini bile etkileyebilecektir. Zamanla bu olumsuzlukların sonuçları topluminancının üzerinde de kendini gösterebilecektir ki İslâm'ın emirle­rine uymak esasen bu inancın bizzat gereğidir.

6- İslâm şeriatının bütün emir ve yasakları birbirleriyle bağ­lantılıdır. Onun bir öğesini diğerlerinden ayırmak mümkün değil­dir. Dolayısıyla şu mesele dinidir, bu ise dünyevidir diyerek olayla­rı ve sorunları bu yargıyla birbirinden ayıramayız. Çünkü önce şu­nu bilemek lazımdır ki dünyanın karşılığı din değil, ahirettir ve çünkü din kavramı, hem dünyayı hem de ahireti kapsamaktadır.

Keza şu mesele ibadetle ilgilidir şu da sosyal ya da ekonomik meseledir diyerek yine bir ayrım yapamayız. Çünkü müminin meşru olarak attığı her adım ibadettir (dini bir anlam taşır). Allah'a kulluktur. Nitekim kişi Allah'ın koyduğu sınırlara uygun hareket etmek için titiz davranmayı ve Allah'ın emirlerine uymayı, onun hoşnutluğunu kazanmayı amaçladığı sürece onun yemek yemesi Allah'a kulluk sayılır; iffetli ve namuslu kalmayı amaçladığı müd­detçe eşinin ağzına koyduğu her lokma sadaka sayılır. Dolayısıyla toprağı işlemek ve yeryüzünü kalkındırmak ibadettir, aileyi geçin­dirmek için çalışmak ibadettir. Allah yolunda küfür ehline karşı ci-had etmek ibadettir. Akraba ve yakınlara sahip olmak onlarla ilgi­lenmek ibadettir. İster sosyal, ister ekonomik ya da ister idari bir konu olsun kişinin içtenlikle ve Allah'ın emirlerine boyun eğmek amacıyla yaptığı her iş ibadet sayılır.

7-İslâm şeriatı aynı zamanda imanı bir kurumdur. Yani vic­danda var olan inanılan, saygın bir kurumdur. Müslüman kişi Al­lah'a inandığına, Kur'an'ı Kerîm'e Allah katından vahyedilmiş bir kitap olarak iman ettiğine, içindeki ayet ve hükümlerin esasen uy­gulanmak ve hayata geçirilmek üzere indirilmiş bulunduğuna, amaçsız ya da eğlence olsun diye veya sırf ibadet için değil, bilakis gereğince çalışmak ve hükümlerine bağlı kalmak üzere gönderil­miş olduğuna, aynı zamanda Hz. Muhammed (sav)'in de Allah'ın elçisi olduğuna ve vahiy olarak bildirdiklerinin kendisine ait değil, Allah'ın sözleri olduğuna inandığı için müslüman kişi, İslâm'ı, bir yönetim ve yaşam biçimi olmasının yanında bir din olarak da be­nimsemek durumundadır. Allah Teâlâ Hz. Peygamber (sav) için şöyle buyurmaktadır:

"Batarken yıldıza andolsun ki arkadaşınız (Muhammed) sap­mış ve sapıtmış değil; O havadan konuşmaz, onun söyledikleri kendisine vahyedilenden başka bir şey değildir. Çünkü bunları ona güçlüklerin güçlüsü öğretmiştir."[96]

Şu halde Hz. Peygamber (sav)'in sözü ve emri mutlak surette uygulanması ve gerçekleştirilmesi gerekli olan birer yasadır. İşte bu olgu, müslüman kişinin vicdanında kesin bir imandır. Bu ima­nın belirlediği bir kural da şudur ki:

Müslüman kişi Hz. Peygamber (sav)'in sözünü ve emrini bir kenara itecek ve ondan yüz çevirecek olursa küfre sapmış (yani İs­lâm dininden çıkmış) olur.

Keza İslâm'ın kesin kurallarından bir kısmına inanmak bir kıs­mına ise inanmamak; İslâm'ın belirlediği sistemin dışına çıkarak Allah'ın istemediği biçimlerde ona ibadet etmek yine küfürdür (İs­lâm'dan çıkmadır). Bütün bu sapmalardan toplum da sorumludur.

Müslüman kişi ise bu durumlarda İslâm'ın, kendi temel kural­ları içinde uygulanmasını istemek ve bu doğrultuda çağrı yapmak zorundadır. Çünkü kişi, otorite kullanmak durumunda olmadığı için tek başına İslâm'ı toplum hayatına geçirmekten sorumlu de­ğildir. Bununla beraber elinde güç ve otorite bulunan müslüman kişi, birinci derecede sorumludur.

Keza böyle bir kimseye yardım ve destekte bulunmayan müs-lümanlar da sorumluluktan kurtulamazlar.

Müslüman kişi ibadetin İslâm'da temel bîr unsur olduğuna, ancak İslâm'ın tümünün de ibadetten oluşmadığına, örneğin İs­lâm ceza müeyyidelerinin de İslâm'ın bir parçası olduğuna, ancak bu boyutuyla İslâm'ın yönetim ve yaşam biçiminin sosyal, ekono­mik ve siyasi alanlarda uygulanan rejimin tümünü; aynı zamanda dışarıdaki müslümanlarla ve İslâm düşmanlarıyla düzenlenen iliş­kilerde uyulması gereken bütün kuralları; -ve sonuç olarak- ortaya çıkacak protokolleri; antlaşmaları; cihad faaliyetlerini; sınırlarınbelirlenmesini ve yönetim şeklinin tatbikini de kapsar. İslâm ya^ şam ve yönetim sisteminin hangi cephesi olursa olsun, biri uygu­lanırken diğer yanı (ne kadar basit ve önemsiz gibi görünse bile) uygulanmadığı takdirde bu, İslâm nizamını sekteye uğratmak ve ona kötülük yapmak demektir. Böyle bir uygulama aynı zamanda İslâm'ı uygulamamak anlamına gelir. Şu halde uygulamanın İs­lâm'ı bir bütün olarak kapsaması şarttır. [97]

 

YasamaVe Kaynaktan Araştırma

 

İslâm ümmetinin -esasen- bir anayasası vardır. Onun dışında ayrıca bir yasa edinmek elbetteki caiz değildir. Çünkü bu yasa Al­lah katmdandır (Allah Teâlâ bu yasayı koymuş ve vahyetmiştir). İnsan denen varlığı, Allah Teâlâ yaratmıştır. Binaenaleyh insanlara yarayışlı şeyleri o çok daha iyi bilmektedir. Dolayısıyla onların ha­yatına uygun olan yasaları kendisi takdir etmiş ve indirmiştir. Bu yasalar manzumesi ya da ilahi nizam sabittir. Zamanla -şartlardan etkilenmediği için- değişmez. (İhtiyaca cevap vermemek gibi ha­şa! bir yetersizliği olmadığı için de) farklı çevre ve mekana göre de­ğişikliğe uğramaz. Çünkü şeriatın temel yasalarında her çağa ve her yere uygun kuralları araştırıp bu kuralları (geçici ya da kalıcı olarak hükme bağlamak ve ictihadlarda bulunmak gibi) "istinbat" denilen bir özellik vardır.

Bu temel yasalar Allah tarafından konuldukları için -tabiatıy­la- hiç kimsenin çıkarlarına ya da heveslerine uyularak yaşanmış değillerdir. Keza insan oğlunun çeşitli mizaç ve eğilimlerine ve bu eğilimlerdeki kusur ya da aşırılıklara göre de yaşanmamışlardır. Aynı zamanda çevre ve mekanlara göre çelişki ve uzlaşmazlık gös­termezler.

İşte insanlık tarihi boyunca değişik çağlarda ve çeşitli devletler tarafından insan eliyle düzenlenen yapay kanunlarla yüce İslâm şeriatı arasındaki bariz farklar bunlardır. Çünkü yapay kanunlar, onları koyanların heves ve amaçlarını (komplekslerini ve zaafları­nı) yansıtırlar. Onun için de bu yapay kanunlar çok geçmeden kö­relirler, sakat oldukları hemen belirmeye başlar.

Ondan sonra bir diğerleri çıkıp bu yasaları aceleden eleştirir­ler ve onları iptal ettirip yerlerine başka yasalar teklif ederler. Bu yeni yasalarda yarar olduğunu ileri sürerler. Ne varki bunlar da, koyucularının ortadan kalkmasıyla birlikte çok geçmeden değişti­rilirler.

Çünkü bunlar yalnızca koyucularının çıkarlarına uygun düşer­ler. Dolayısıyla onlar ortadan kalktı mı koymuş bulundukları yasa­ların da sağlayacağı faydalar sona ermiş olur. İşte çağlar boyu, ya­pay kanunlar böyle sürüp gider.

Yüce İslâm şeriatına karşı gösterilen her haddini bilmez dav­ranış, İslama karşı isyan bayrağını açmak demektir (Dolayısıyla bu gibi küstah insanlara hiç perva edilmez). Nitekim Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (sav)'e, bu tiplere karşı izleyeceği tutumu şöyle açıkla­mıştır: "Sonra seni bir anayasaya sahip kıldık, sen buna uy, (bu­nun değerini) bilmeyenlerin havasına uyma [98]

Çünkü Allah'ın indirmemiş bulunduğu her hüküm, küfürdür, sapıklıktır, fısktır [99] )ve zulümdür. Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmak­tadır:

"Bir önceki kitabı doğrulamak ve onu da kapsamak üzere sa­na da Kur'an'ı indirdik. Öyle ise aralarında Allah'ın indirmiş bu­lunduğu -anayasa- ile hükmet sana gerçek olarak gelen bu yasa­yı bırakıp onların havalarına uyma. Her ümmet için bir anayasa ve bir sistem koyduk. Allah dileseydi -gelmiş geçmiş- siz bütün insanları bir tek ümmet haline getirebilirdi. Fakat sizi sınamakiçin böyle yaptı. Öyle ise iyi şeyler yapmak (hayırlı amaçları ger­çekleştirmek için) birbirinizle yarışınız. Hepinizin dönüşü Al­lah'adır. Uzlaşamadığınız konularda o, sizi bilgilendirecektir."

"Sana şu emri veriyoruz: İnsanlar arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların havalarına uyma. Allah'ın sana indirmiş bulunduğu hükümlerin bir bölümünden bile seni saptırmamala­rı için dikkatli ol! Eğer yüz çevirirlerse bilmiş ol ki -bu davranışla­rı yüzünden- Allah günahlarının bir kısmını onların başına bela etmek istemektedir. Nitekim insanların bir çoğu zaten sapkındır."

"Yoksa onlar cahiliyet döneminin yönetim şeklini mi arıyor­lar? Kesin inanmış bir millet için, Allah'ın koyduğu yönetim biçi­minden daha iyisi var mı?" [100]

Bilindiği üzere Allah Teâlâ her ümmete bir elçi göndermiş ve ona, ümmeti arasında uygulamak üzere bir anayasa koymuştur. Nihayet son elçi olarak tüm insanlık dünyasına Hz. Muhammed (sav)'i göndermiş, onun elçiliği bütün elçiliklerin sonuncusu ve hepsinin kapsayıcısı olmuştur. Aynı zamanda önceki şeriatleri yü­rürlükten kaldırmıştır. Hz. Peygamber (sav) bütün peygamberle­rin en sonuncusudur.

Bu böyle olduğu için de O'nun getirmiş olduğu şeriatin, hem kıyamete dek yürürlükte kalması, hem de insan yaşamının kayde­debileceği her türlü gelişme ve ilerleme aşamalarında da geçerlili­ğini koruması gerekir. Nitekim gerçekte olan da budur. Yani İslâm şeriatı çağlarüstü niteliğini daima korumuş ve koruyacaktır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Dini [101] doğru uygulayın ve onda ayrılığa düşmeyin." diye din olarak -Allah'ın- Nuh Peygamber'e öğütlediğini, sana vahyettiği-mizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya öğütl ediğim iz kuralları -Allah-size yönetim biçimi olarak yaşadı. Fakat -uymaları için- çağrıda bulunduğun bu yönetim şekli, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi. Allah, kendisine boyun eğecekleri seçer ve kendisine yönelenleri de doğru yola iletir. [102]

Her peygamberin ümmeti, ona devlet ve hukuk düzeni olarak Allah tarafından indirilen yasaların tümüne aynı zamanda bir din olarak inanmak ve bağlanmak gibi bir sorumluluk yüklenmiştir. Bu yasalara -inkar ederek- karşı gelmek de küfür sayılmış {yani dinden çıkma olarak mahkum edilmiştir.)

Allah Teâîâ şöyle buyurmaktadır.

"Biz, içinde doğru yola kılavuzluk eden ve ışık tutan bilgilerin bulunduğu Tevrat'ı indirdik. -Emrimize- boyun eğen peygamber­ler, yahudileri onunla yönettiler. Allah'ın kitabını korumakla gö­revli dindar bilginlerle din adamları da onunla yargılarlardı. Öy­le ise (Ey yahudi hahamları) [103] halktan korkmayın, benden korkun ve âyetlerimi birkaç paralık çıkarla değiştirmeyin. Allah'ın yasa­larıyla hükmetmeyenler, kâfirlerin ta kendileridir."

"Onlara, cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, di­şe diş ve yaralamaya karşılık da kısası ceza olarak yaşadık. Kim bağışlayacak olursa bu, onun günahlarına keffaret olur. Allah'ın yasalarıyla hükmetmeyenler ise zalimlerin ta kendileridir."

"Onların peşisira -kendisinden önce inmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak- Meryemoğlu İsa'yı seçtik; ve Ona da:- İçinde doğru yola kılavuzluk eden ve ışık tutan bilgilerin bulunduğu İn­cili- kendisinden önce inmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak verdik. İncil erbabı, Allah'ın onda indirmiş olduğu yasalarla hük­metsinler. Allah yasalarıyla hükmetmeyenler ahlâksız günahkar­lardır. [104]

Allah tarafından insanlığa gönderilen îslâm mesajı, daha önçekileri yürürlükten kaldırdığı için onların (yani Tevrat ve İncil'in) hükümleriyle yönetmek ve yargılamak artık sona ermiş bulun­maktadır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm, önceki semavi kitapları da kap-samaktadır. Dolayısıyla insanlar, İslâm nizamına uymak ve Al­lah'ın Kur'ân-ı Kerîm'de indirmiş bulunduğu ve Hz. Peygamber (sav)'e gönderdiği (çağlarüstü şaşmaz) ilahi yasalarla yönetmek ve yönetilmek üzere sorumlu tutulmalıdır.

İslâm mesajı, hayatın serpilme, gelişme ve ilerleme aşamaları­na paralel yürüyen {doğal ve temel) yasalar koyduğu için bu yasa­lardan içtihat ve yorumlarla çıkarılan tali yasalarda (kurallarda ve müeyyidelerde) insanoğlunun yaşamında daima ortaya çıkan, ekonomik, sosyal ve idarî her yeni meseleye elbetteki uygun düş­mek gibi esnek bir özellik vardır.

İşte ilim erbabının, İslâm'ın temel kurallarından istinbat yo­luyla kaynaktan araştırıp içtihatta bulunarak ortaya çıkardıkları yasalar bunlardır. Bu ise hayatın gelişmeleriyle birlikte yürüyen bir gerçektir. Çünkü çok kere daha önce mevcut olmayan yeni yeni şeyler meydana çıkar. Bunlar hakkında ilim erbabının görüşlerini ortaya koymaları elbetteki bir zorunluk olur. Örneğin "Mudaraba" sistemiyle çalışan bankalar, kasko sigortası, müslümanlarm küfür ülkelerine ait topraklardan îslâm topraklarına geçiş durumları ve pasaport mevzuatı gibi... Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Eğer meseleyi peygambere ya da aralarındaki yetki sahibi kimselere götürürlerse işin iç yüzünü anlayanlar onun ne oldu­ğunu bileceklerdir."[105]

İslâm'ın yönetim ve yaşam sistemi Allah tarafından belirlendi­ği için alternatifi olmayan tek ve içindeki hükümler arasında aykı­rılık ve çelişki yoktur. Dolayısıyla îslâm nizamı bir bütündür. Bu nedenledirki sistemin bir bölümünü hayata geçirip diğer bölümü­nü bir kenara bıraktığımız zaman düzenin dengesi bozulmuş olur ve sistemin esasen her öğesi bir diğerini tamamladığı için böyle bir durumda aksamalar ortaya çıkacaktır. Sistemin bütünlük esprisini bilmeyen cahiller ya da -bilmezlikten gelen- İslâm düşman­ları ise İslâm şeriatının hükümleri arasında birtakım çelişkiler bu­lunduğunu ya da her cephesiyle uygulanabilir olmadığım sanıyor­lar. "Hâlâ Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi ki eğer O, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı içinde birçok tutarsızlıklar bulacaklardı!"[106]

Şu halde -en doğru olan şey- İslâm'ın yaşam ve yönetim siste­mini (yani yüce şeriatı) bir bütün olarak uygulamaktır. Taki insan­lık dünyası gerçek mutluluğu yaşayabilsin ve insan olarak değeri­nin ne kadar yüksek olduğunu anlayabilsin. Yoksa İslâm'ın ruhani cephesi olan- ibadetleri yerine getirip onun yaşamı düzenleyen ekonomik sosyal ve idari yasalarını hayata geçirmemek ya da din devlet diye bir ayırım yapmak Allah'ın emrine aykırıdır. Böyle bir tutumda açık bir küfür vardır. Birçok kimseler de böylesinin doğ­ru olduğunu sanırlar. Hatta -müslümanlan yöneten- bazı sorum­lular bile: "İşte ibadetlerimizi yapıyor, toplu ibadetlere katılıyor, halkı da buna çağırıyoruz. Keza İslâm ceza yasaları da uyguluyo­ruz, dolayısıyla biz İslâm yönetim sistemini hayata geçirmiş bu­lunuyoruz." diyorlar{!) Şunu tekrar etmek istiyoruz.

İslâm bir bütündür. Onun ruhani cephesini alıp hayatı düzen­leyen cephesini bir kenara atmak mümkün değildir. İslâm hem Al­lah'a kulluktur, hem de hayat düzenidir. İslâm komple bir yaşam biçimidir. Bu bakımdan ibadetle hayatı birbirinden ayırmak mümkün değildir. Keza -önemine rağmen- İslâm ceza yasalarını uygulamakla İslâm'ın, tümünün hayata geçirilmiş olduğunu ileri sürmek mümkün değildir. [107]

İslâm'ın bir bütün olarak uygulanması şarttır. Çünkü halen toplumumuzda kadın erkek karışıklığı ve çıplaklık sürüp gidiyor-ken zinaya İslâm'da öngörülen (had) cezasını nasıl uygulayalım?

Ülkede açlık, yoksulluk ve sefalet genel bir durum almışken biz hırsızın elini nasıl keselim? Topluma musallat olmuş insanlar hal­kın, millet ve memleketin şerefini yağmalayıp duruyorlarken, za­vallı yoksulun biri küçük bir şey çaldı diye onun elini nasıl kese­lim? Ülkede iktidarda olanlar, dünyada doğu ve batının süper güç­leriyle işbirliği yapıyor, onların emrinde çalışıyorlarken vatan ha­inliği suçunun cezasını nasıl infaz edebiliriz? Bunlar sosyal, eko­nomik ve siyasi alanlarla ilgili sadece bir kaç örnektir.

Şu halde bilinmelidir ki İslâm hayat sisteminde Allah'ın yasa­ları egemendir. (Bunlar temel yasalardır, "nas"lardır.) İlim erbabı insan hayatında ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmak için işte bu "nas"lardan içtihatlarıyla hükümler çıkarırlar.

Keza ilim erbabından bir komisyon, (bir heyet ya da bir kon­sey) de bu içtihatları izler ve yeni yeni ortaya çıkan sorunlara çö­züm olmak üzere İslâm'ın temel kurallarından çıkarılan yorumla­rı inceler ve karara bağlar. [108]

 

Lüks Yaşam (Refah)

 

Bir millet kendine belli bir hedef seçtiği ve o hedefe ulaşmak için ciddi bir şekilde uğraş verdiği zaman varlık gösterir. Ondan sonra da amacını gerçekleştirmek üzere yola koyulur. Bazan bu hedefler -insancıl bir amaç ya da evrensel bir ideal değil- birtakım maddi çıkarlardan ibaret olur. Moğollar'mki gibi. Onlar bozkırla­rından bir anda taşarak -güzergahları üzerinde- neye rastladiysa-lar, soydular, yağmaladılar bol ganimetler ele geçirdiler, aradıkla­rından daha fazlasını elde etmek için insanları öldürdüler. Yaş ku­ru ne varsa her şeyi yok ettiler, yeşeren mahsulleri, süt veren me­meleri kuruttular, şehirleri yakıp yıktılar ve düşmalarmm yararla­nabileceği her türlü beslenme ve direnme aracını ortadan kaldır­mak için ayakta duran bütün eserleri kesip biçtiler...

Bu tür saldırılar düşmanı, ya kaçmak ya da teslim olmak zo­runda bırakır. Nitekim Moğollar bu suretle -düşmanlarının sırtım yere getirerek- varlık gösterdiler. Bir devlet kurdular fakat uygarlık alanındaki gerilikleri nedeniyle bu devleti devam ettiremediler. Ayrıca köklü bir uygarlığa sahip olan (İslâm ümmetini yok etmek üzere gelen Moğollar her ne kadar onları savaş alanlarında yenil­giye uğrattı iseler de) bu ümmetin içine düşerek onun -çok kısa bir süre içinde- dinini kabul ettiler ve hemen potasında eriyerek onun bir parçası oldular.

Bazan da bir milletin hedefleri savaşmaktan öteye gitmez. Bu, ya saldırı olur, ya savunma amaçlı veya kurtuluş mücadelesi ya da (birinin diğeri tarafından girişilen tecavüzlerine karşı durması gi­bi) Avrupa devletlerinin şu anda karşılıklı olarak gösterdikleri tep­kiler şeklinde olur, ki bunlardan biri aslında bir diğerim dize geti­rip onun topraklan üzerinde egemenlik kurmak istemektedir. Ya da başkaları tarafından toprakları işgal edilmiş olan güçsüz devlet­lerin işgalden ve ezilmekten kurtulmak ve bağımsızlık kazanmak için çaba harcaması ve elinden gelen her türlü imkanı ortaya koy­ması şeklinde olur.

İslâm ümmetine gelince o, evrensel iman ve idealiyle varlık göstererek ortaya çıkmış, Allah'a inanmaları için tüm insanlığa çağrıda bulunmuştur. İslâm'ı yaymış; zulüm ve baskılara son ver­mek, toplumları karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, kula kul ol­maktan kurtarıp insanların, yalnızca Allah'a kul olmalarım sağla­mak, yozlaşarak gerçek kimliklerini yitirmiş eski dinlerin baskısın­dan onları kurtarıp İslâm'ın adaletli ortamına kazandırmak, dün­ya gailelerinin şiddet ve darlığından çıkarıp onları ferahlığa kavuş­turmak için ülkeler fethetmiştir. İslâm ümmetinin büyük ve evren­sel bir ideali vardır. O, gerçekleşmesiyle birlikte her şeyin bittiği küçük ve maddi hedefler üzerinde durmamıştır.

Bir ümmet, hedeflerine ve amaçlarına doğru hareket etmeye başladığı zaman istediğini gerçekleştirmek için her çareye baş vu­rur ve aradığını elde etmek için de herşeyini ortaya koyar. Eğer iç­tenlikle imkanlarını kurban eder fedakarlık yaparsa ve davasına bağlı kalarak mesafe almaya çalışırsa zafer elde etmeye ve başarı kazanmaya başlar. Ondan sonra da gelişme, açılma, yapılanma ve kalkınma aşamalarını tamamlar. İlk hareketi sırasındaki yolu izle­diği sürece bu ilerleyişinde devam eder.

Ne var ki insanlık dünyasında ümmet (ya da millet) olarak kendisine düşen görevi artık yerine getirmiş olduğuna, binaena­leyh rolünün bittiğine ve amacına ulaşmış bulunduğuna inanacak olursa bir millet mutlaka pasifleşir, dinlenme periyoduna girer ve vaktiyle ne fedakarlıklar yaptığını, ideali uğruna ne değerler kur­ban ettiğini unutur ya da ümmetin başarılar sergilediği dönemdeemek veren, yorulan, bina eden ve her şeyini ortaya koyan nesil tükenmiş, yerine geçen yeni nesil ise refah ortamında, önceki ku­şakların neler çektiğinden tamamen habersiz olur. Çünkü bu nesil kendini nimetler içinde bulmuştur, eski kuşaklar tarafından eki­lenlerin meyvalarını devşirmektedir. Halbuki İslâm ümmetinin amacı, yeryüzünün tümü üzerinde Allah'ın yüce şeriatını hayata geçirmedikçe tam anlamıyla gerçekleşmiş olmaz; Zulüm ve baskı­ların kökünü kazımadıkça, sömürü ve köleleştirme düzenlerinin hepsine son vermedikçe ümmetin görevi sona ermiş olmaz. Bu nedenle İslâm ümmetinin görevi süreklidir. Ümmetin çalışmak­tan ve mücadele vermekten başka bir şey tanımaması ve asla ra­hat yaşamı düşlememesi gerekir.

Süper güç olmuş ümmetin (refah ortamında yaşayan) yeni ku­şağı farklı bir döneme girmeye başlar. Böyle bir kuşağın efendisi diktatörlerdir. Nesil hazırcıdır. Her taraftan nimet ve ganimetler ayağına kadar gelir. Başka milletler onun hizmetindedir. Bu döne­min çocukları tarım, sanayi, öğretim ve inşaat gibi çeşitli sektör­lerde hatta kendi evinin özel işlerinde bile sırf dünyasal amaçlarla insanları kullanmak için elindeki servetleri harcar. Bu paralar üze­rinde istediği şekilde tasarruf eder. Ümmet bu düzeylerde lüks ya­şam dönemine girmiş sayılır ki işte bu aşama artık çökmenin baş­langıcıdır.

Yapılanma ve kalkınma aşamaları artık geride bırakılmış üm­metin güçsüz düşeceğini, sonra da hayata veda edeceğini adeta ilan eden gerileme başlamıştır. Düşmanların artık ümmete galebe çalacağı belirtileri ortaya çıkmıştır. Çünkü ümmetin mensupları artık başka toplumlara karşı direnebilecek enerji ve ataklığa sahip değildirler. Çünkü refah içinde yaşamaya alışmışlardır. Kendi be­şeri güçleriyle herhangi bir işi artık beceremiyor olmakla, işçi ve hizmetçilere dayanarak yaşamakla gevşeyip hamlamışlardır. Ata­larının (kendi bilek güçleriyle de katılımda bulunarak yaşadıkları) aktif yaşam biçimine yeniden dönüp o dönemi ihya etme imkanı­na da artık sahip değildirler.

İşte bu noktadan hareketle İslâm hayat sistemi, (israfı körükle­yen, insan enerjisinin kullanımında dengesizliklere yol açan, birkesimin yıpranmasına bir diğer kesimin ise hantallaşmasına ve buna bağlı olarak ahlâk kurumunun yozlaşmasına neden olan) lüks yaşam biçimini, reddetmekte, insanlara, her türlü şartlarda yaşayabilme alışkanlığını kazandıran basit yaşam biçimim öner­mektedir.

Allah'ın kitabında sekiz yerde lüks yaşam biçimi sözkonusu edilmekte bu sekiz yerin hepsinde de hayatın bu şekli kötülen-mektedir.

îşte Allah'ın bu konudaki âyetleri:

1-  "Sizden önceki kuşaklardan aklı başında olanların, orta­lıkta anarşi çıkaranları engellemesi gerekmez miydi? Fakat kur­tarmış olduğumuz, onlardan pek az kişi ancak böyle yaptı. Zul­medenler ise kendilerine verilen lüks yaşama kapılıp şımardılar ve suçlu olup çıktılar." [109]

2- "Bir kenti yok etmek istediğimiz zaman oranın lüks yaşa­yanlarım yönlendiririz, orada günah işleyip dururlar. Orası da "yok ol!" sözünü hak etmiş olur. Biz de orayı darmadağın ede-

riz."' [110]

3- "Boşuna kaçmayın! Lüks yaşamınıza ve evlerinize dönün, (yani siz yaşamınıza bakın!) nasıl olsa -birgün- hesaba çekilecek­siniz." [111]

4-  "Halkından refah içinde yaşattığımız o inkarcı ve ahiret buluşmasını yalanlayan grup (Onun için) diyordu ki: "Bu da sa­dece yediğimizden yiyen, içtiğimizden içen adamın biridir." [112]

5-  "Nihayet refah içinde yaşayanlarını darlığa düşürdüğü­müzde feryadı basarlar. [113]

6- "Biz nereye bir uyarıcı gönderdiysek, oranın şımarık zen­ginleri hemen (karşı çıkarak): "Biz, sizin getirdiğiniz mesajı redde­diyoruz." derlerdi." [114]

7-  Senden önce de nereye bir uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın şımarık zenginleri: "Biz atalarımızın -belli- bir dine uyduk­larını gördük, -binaenaleyh- biz de onlara uyarız." demişlerdir." [115]

8- "Aslında onlar daha önce de bolluk içinde azmışlardır. [116]

Refah içinde yaşayanlar genellikle zevk, safa ve eğlenceye da­ha çok dalarlar. Sapmaya daha yatkın olurlar. Hatta sapıkların ba­şım çekenler, onların ilk safları arasında bulunanlar, sonlarını hiç düşünmeyenler onlardır. Çünkü servet, insanı başkaları üzerinde egemenlik kurmaya, zevk ve safaya dalmaya özendirir, günah işle­me yollarını kolaylaştırır. Nefis bu ortamda şımarır, manevi değer­leri küçümsemeye ve çiğnemeye başlar; onlara önem vermez. Sa­hip olduğu mali imkanlarla gösteriş yapar. Aynı zamanda başkala­rının hak hukuk ve namusunu da çiğneme cüretini göstermeye başlar. Bu durumlarda malına güvenir, insanlara vereceği zarar zi­yanı malıyla tazmin etmeye çalışır. Çünkü lüks yaşam ve refah içinde bulunan insanlara göre para demek her şey demektir. Bu anlayışla da toplumda insanlar arasındaki doğal ilişki dengeleri bozulur. Nefis artık her rezaleti kabullenmeye alışır.

İnsan belki de kişi olarak temelde çok iyi niyetli ahlâklı ve din­dar olabilir. Ne var ki mal, mülk para ve servet bolluğu onu, etra­fında olup biten gerçekleri göremeyecek hale getirebilir. GÖzönü bürüyebilir. Bu durumda insan, etrafında sadece düşündüklerini görebilir. Çünkü varlıklı insan daima lüks yaşayanları, sosyeteyi, onlardan nüfuz sahiplerini taklit etmeye, onlardan tefecilik yoluy­la ticari spekülasyonlarla liderlik mevkilerini ele geçirmekle, ku­mar, zina, haram ticaret işletmeleriyle kazanç elde edenlere öze­nir, zenginliğiyle büyüklenip böbürlenerek onları taklit etmek ister. Evine hizmetçiler getirir. Evi kadın erkek hizmetçilerle doldu­rur. Para onu kör eder, gözünü bürür. Öyleki evde çalışan hizmet­çi ve kahyaların ne haltlar işlediklerini, bu hizmetçi gençlerle ken­di karıları, ya da hizmetçilerin kanlarıyla kendi genç oğulları ara­sında ne biçim ilişkiler dönüp durduğunu bilemez.

Hiç kuşku yok ki (cinsel arzu denilen) bu eğilim, Allah tarafın­dan insan doğasına aşılanmıştır. (Ancak lüks yaşam ve aşırı refah­la birlikte körüklenen bu eğilim, yine lüs yaşamın bir sonucu ola­rak kurulan bu tür bir iç düzenle mikrop gibi) aileye bulaşarak onu kokuşturur. Üstelik aile reisi bu ahlâk enfeksiyonunu nasıl geliştir­diğinden de haberdar olamaz, ailenin her tarafı adeta vıcık vıcık kurtlanır, aile reisi bunun yine farkında olmaz, hatta bu ahlâksız­lık böcekleri ailenin potası içinde yüzmeye başlarlar, aile reisi yine vurdum duymazdır. Evi artık ahlâksızlık yuvası haline gelmiş ol­masına rağmen o, bu tutumu ile çok iyi şeyler yaptığı ve aile halkı­na rahat bir yaşamın zevkini tattırdığı, onlara hizmet ettiği kanı­sındadır.

Her şeye rağmen eğer o, ailesini bu durumdan kurtarmaya ni­yetlenecek ve eski temiz geçmişine dönmek isteyecek olsa bile bu­nu asla beceremeyecektir. Çünkü bir kere aile halkının vücutları gevşemiş (rahatlığa alışmış ve hantallaşmıştır.) Böyle bir ailenin bireyleri artık çalışacak bir vücut ve ahlâk formuna sahip değildir­ler. Çocukların çalışmaya artık niyetleri yoktur. Çünkü çalışmaya alışık değillerdir. Böylece felaket başlamış olur.

Ondan sonra çökmüş bulunan islâm ümmetini yeniden yapı­landırmak için cihad edecek kahramanlık ruhuna sahip insanları, çalışacak elemanları, nereden bulup getireceksiniz?

Ümmeti yeniden eski canlılığına kavuşturabilecek, onu geliş­tirip kalkındıracak idealistleri nasıl sağlayacaksınız?

Çünkü aşırı refah ve lüks yaşam üzerine kurulu bir düzenin çarpıklığına onları vaktiyle kurban etmiş bulunuyoruz.

İslâm, lüks yaşam biçimine ve aşın refaha karşıdır. Sistemini, aşırı bolluk ve israf içinde yüzen, tüketici bir zümrenin müslümantopluluk içinde oluşmasına izin vermeyen temeller üzerinde kur­muştur. İslâm'ın ortaya çıktığı ilk dönemlerde hizmet elemanları çoktu. Köleler büyük bir sayı oluşturuyordu. Savaşlar da köle elde etmek için büyük kaynak oluşturuyordu. Fakat İslâm, hizmetçi ça­lıştırmak için bir takım sınırlar belirlemiştir. Aynı zamanda köle sistemini ortadan kaldırmak için bir mekanizma kurmuş, bir köle­nin (yani evde eğitilen esirin) özgürlüğünü bağışlamayı büyük gü­nahlara keffaret ve Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için başvuru­lan bir yol saymıştır. Bu Özendirici nedenlerle çok büyük sayılarda köle azad edildiği (esirlerin özgürlüğü bağışlandığı halde) sık sık girişilen savaşlar yine bu açığı kapatmaya yardım ediyordu.

Bununla birlikte toplumda yine belli sayıda köle bulunuyordu. Fakat İslâm, mensuplarına çalışmayı ve hizmetçilerine, işçilerine şefkat göstermeyi, onlara iyi muamelede bulunmayı, haklarını ödemeyi farz kılmıştır. İmanı da bu konudaki davranışlar için bir ölçü kabul etmiştir.

Hz. Ali şunları anlatıyor diyor ki:

"Hz. Peygamber (sav) Fatıma'yı benimle evlendirince çeyiz olarak onunla birlikte bir çul (kilim), içi hurma Iifleriyle dolu de­riden bir yastık, iki tane el değirmeni bir tas ve iki testi gönder­mişti."

"Hz. Ali birgün Hz. Fatıma'ya şöyle dedi:

- Vallahi su taşıya taşıya göğsüm ağrıyor. Allah Teâlâ (bu sıra­larda) babana epey köle nasip etmiş, kalk git -bize- ondan hizmet­çi iste. Hz. Fatıma da:

- Vallahi el değirmeni kullanmaktan benim de ellerim parça­lanmış bulunuyor, diyerek yakındıktan sonra Hz. Peygamber (sav)'e gitti. Hz. Peygamber (sav):

- Yavrum! Bir şey için mi geldin? diye sorunca Hz. Fatıma:

-  Sadece hal hatırını sormaya geldim dedi ve utancından bir şey istemeden döndü. Hz. Ali ona:

- Ne yaptın? diye sorunca.

-  Utandım, ondan bir şey isteyemedim, deyince bu kez ikisi birden Hz. Peygamber (sav)'e gittiler. Hz. Ali şunları söyledi:

-  Ey Allah'ın elçisi! Vallahi su taşımaktan göğsüm ağrıyor. Pe­şinden Hz. Fatıma da:

-  Benim de ellerim, el değirmeni kullanmaktan parçalanmış bulunuyor. Allah Teâlâ sana çok sayıda köle nasip etmiş ferahlık vermiş. Bize de lütfedip (onlardan birini) verseniz nasıl olur diye istekte bulundu. Hz. Peygamber (sav) şu cevabı verdi.

- Vallahi ben, açlıktan karınları bellerine yapışmış olan "Suffa ehli"ni [117] bırakıp size hizmetçi veremem. Çünkü onlara harcayacak bir şey bulamadığım için bu köleleri satıyorum. Elde ettiğim para­ları onlar için harcıyorum."

Bunun üzerine Hz. Ali ile Hz. Fatıma eliboş evlerine döndüler. Sonra Hz. Peygamber (sav) onları ziyaret etmeye geldiğinde bir de ne görsün, ikisi yorganlarının altına girmişler. Fakat öyle bir yor­gan ki başlarım örttükleri zaman ayakları açıkta kalıyor, ayaklarını örttükleri zaman bu sefer de başları dışarıda kalıyor. Hz. Peygam­ber (sav)'in eve girdiğini görünce yerlerinden fırladılar. Fakat Hz. Peygamber (sav) onlara:

- Yerinizde kaim (rahatsız olmayın), bakın benden istediğiniz şeyden çok daha hayırlı bir işi size tavsiye edeyim mi? diye sordu.

-  Elbette dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

-  Bana Hz. Cebaril'in öğretmiş olduğu bir kaç kelimeyi size söyleyeceğim. Her namazdan sonra on kez "Subhanallah", on kez "Elhamdülillah", on kez de "Allahuekber" deyin. Ayrıca yatağınıza

girdiğinizde otuzüç defa "Subhanallah", otuzüç defa "Elhamdü­lillah", otuzüç defa da "Allahuekber" deyin."

Hz. Ali diyor ki:

"Allah'a yemin ederim Hz. Peygamber (sav) bunları bana Öğ­rettiği günden beri -bu dersi bir kere olsun- terketmiş değilim. îb-nü'1-Kavva' bir keresinde ona: "Sıffîn savaşının cereyan ettiği ge­ce de mi bu derse ara vermedin?" diye sormuş Hz. Ali de ona şu cevabı vermişti:

"- Siz Iraklılar'ın Allah belâsını versin! Evet Sıffîn gecesi bile bu derse ara vermedim anladın mı!"

Şimdi düşünün insanlık dünyasının efendisi Hz. Muhammed Mustafa (sav) dünyada en çok sevdiği biricik kızı Hz. Fatıma'ya bi­le hizmetçi tahsis etmemiştir ki, Hz. Fatıma bu ümmetin hanıme-fendisidir.

İslâm, müslüman kişiden, bizzat kendisinin de çalışmasını ve kendi kendini emek sarfetmeye özendirmesini istemektedir. Mik-dam (ra) Hz. Peygamber (sav)'den şu hadisi rivayet etmektedir:

"Kişi, elinin emeğiyle kazandığından daha temiz bir lokma yemiş olamaz. Çünkü Allah'ın elçisi Davut, sadece elinin emeğiy­le kazandığını yerdi."[118]

Urva b. Zübeyir de Hz. Ayşe'den şu hadisi nakletmektedir:

"Hz. Peygamber (sav)'in arkadaşları kendi kendilerininin iş­çileri idiler. (Kendi işlerini bizzat kendi elleriyle görürlerdi). Bu nedenle -terden- kokarlardı. Öyle ki "Yıkansanıza be adamlar! di­ye uyarı bile alırlardı."

Şu varki eğer gerçekten evde özel hizmetçi çalıştırmak her­hangi bir sebeple mutlaka gerekiyorsa İslâm, bunlara yardımcı olunmasını, yapamayacakları işlerden sorumlu tutulmam al arını, evin efendisi ne yiyorsa onlara da aynı şeyi yedirmesini, ne giyi­yorsa aynı şeyden giydirmesini emretmektedir. Yine ashaptan Ma'rur (ra) şunları anlatmaktadır: "Bir keresinde Rabza denilen yerde Ebuzer (ra)'e rastladım. Sırtında kumaştan bir harmanî var­dı, hizmetçisinin de sırtında aynı kumaştan bir harmanî vardı. Se­bebini sordum, şunu söyledi: "Bir keresinde adamın birine (yani bir köleye) sövdüm. Annesine dil uzatarak onu aşağıladım. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav) bana şöyle dedi:

- Ey Ebuzer! Annesine dil uzatarak mı ona sövüyorsun?! Sen hâlâ cahiliyet ahlâkını taşıyan bir adamsın. Halbuki bunlar sizin hem kardeşleriniz, hem de hizmetçilerinizdir. Allah onları elinizin altına koymuş (hizmetinize tahsis etmiştir.) Binaenaleyh kimin emrinde bir hizmetçi varsa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve onlara güç yetiremeyecekleri işleri yaptırmayınız. Şa­yet ağır bir görev verirseniz -böyle bir durumda- onlara yardımcı olunuz.

İslâm, bu konuda müeyyide ve şahit olarak imanı göstermiştir. Dolayısıyla zengin müslümanlar sahip oldukları güçlü iman saye­sinde servetlerini Allah yolunda harcarlar. Bu nedenle belli şahıs­ların elinde servet birikmez para, servet ve zenginlik tekeli kurul­maz. Tabiatıyla aşın zenginlik oluşamayacağından insanların için­de fesat ve kötü niyet de mayalanma imkanı bulamayacaktır. Bi­lindiği üzere Hz. Osman (ra) ve Hz. Abdurrahman b. Avf, sahabile-rin ileri gelenlerinden ve zenginlerden idiler. Fakat sürekli olarak (toplumda ihtiyaç sahiplerine) iyiliklerde bulunuyor, sadaka dağı­tıyorlardı. Hz. Ebubekir de öyleydi. Keza Hz. Peygamber (sav) 'in. diğer varlıklı sahabileri ve tarih boyunca zengin müslümanlar da böyle hayırsever idiler.

"Hz. Ebubekir (ra) tanınmış bir tüccardı. Hz. Peygamber (sav)'e ilk vahiy indiği sırada kırkbin dirhem parası vardı. Bu pa­rayla (İslâm'a girdikleri için işkence edilen müslüman) kölelerin hürriyetini satın alır, onları özgürlüklerine kavuşturur, müslü-manlarm güçlenmesini sağlardı. Medine'ye beşbin dirhem pa­rayla gelinceye kadar hep böyle yaptı. Mekke'de yaptıklarını son­ra Medine'de de sürdürdü."

"Hz. Ebubekir deve, at ve silah satınahr, Allah rızası için mü­cahitlere dağıtırdı."[119]

Abdurrahman b. Habbab şunları anlatıyor, diyor ki:

"Bir ara Hz. Peygamber (sav), darlık çeken orduyu donatmak için halkı teşvik ediyordu. Hz. Osman ayağa kalkarak:

-  Ey Allah'ın elçisi! Belleme ve semerleriyle birlikte yüz deve bana ait (orduya Allah rızası için yüz deve bağışlıyorum) dedi. Sonra Hz. Peygamber (sav) aynı şekilde orduya yardım etmeleri için halkı özendirmeye devam etti. Bunun üzerine Hz. Osman tek­rar ayağa kalkarak bu kez de:

-  Ey Allah'ın elçisi! Belleme ve semerleriyle birlikte Allah yo­lunda ikiyüz deve bana ait dedi. Hz. Peygamber (sav) halkı yine özendirmeye devam etti. Hz. Osman tekrar ayağa kalkarak.

- Ey Allah'ın elçisi! Belleme ve semerleriyle birlikte Allah rızası için orduya üçyüz deve bağışlıyorum, dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav)'in minberden inerken: "Osman bunu yaptıktan sonra artık onun üzerinde bir günah, bir sorumluluk yok, Osman bu -iyiliği- yaptıktan sonra artık onun üzerinde bir günah bir so­rumluluk yok." deyip durduğunu duydum. [120]

Sahabeden el-Ahnef b. Kays (ra) anlatıyor diyor ki:

"Hac niyetiyle çıktık, Medine'ye geldik; hacca gitmek istiyor­duk. Biz konakladığımız yerlerde yüklerimizi indirmek üzereykenadamın biri geldi. Halkın camide toplandığını ve panik içinde ol­duklarını haber verdi. Biz de fırlayıp gittik. Baktık ki halk camiin kuyusu üzerinde toplanmış (Kalabalık nedeni ile sıkıntı ve izdi­ham var.) Hz. Ali, Zübeyr b. el-Avam, Talha ve Sa'd b. Ebi Vakkas da oradaydılar. Biz bu durumdayken Hz. Osman çıkageldi. Üzerinde sarı renkli bir örtü vardı. Başını onunla sarmıştı.

- Ali, Zübeyir, Talha ve Sa'd buradalar mı? diye seslendi. Hazır bulunanlar:

- Evet, dediler. Bunun üzerine onlara:

- Allah aşkına biliyor musunuz ki Hz. Peygamber (sav) bir ara, "Filankeslere ait ağılı kim satın alacak?" diye sormuştu da ben git­tim onun yirmibin (bir rivayete göre yirmibeşbin) dirheme satı-n aldım.

Sonra Hz. Peygamber (sav)'e gelip haber verdim. O da bana:

- Bu arsayı mescidimize bağışla sevabı senin olsun, dedi. Allah için söyleyin bu doğru değil mi? Hep bir ağızdan:

- Doğrudur, dediler.

Sonra Hz. Osman (ra) tekrar:

- Allah aşkına biliyor musunuz ki Hz. Peygamber (sav) birgün: "Amma kuyusunu kim satmalacak?" diye sordu da ben gittim şu kadar para verip onu satınaldım ve gelip Hz. Peygamber (sav) 'e:

-  Kuyuyu şu kadar para karşılığında satınalmış bulunuyorum dedim. O da öyle ise bu kuyuyu müslümanların su ihtiyaçları için bağışla sevabı senin ölsün dedi. Ben de öyle yaptım. Allah için söy­leyin bu da doğru değil mi? diye sordu. Yine hep bir ağızdan:

- Vallahi de doğrudur! dediler. Sonra Hz. Osman tekrar sordu:

- Allah aşkına bilmiyor musunuz ki Hz. Peygamber (sav) bir­gün halkın yüzüne bakarak "Darlık çeken orduyu kim donatırsa Allah onu af buyursun -günahlarım bağışlasın.-" diye dua edince gittim orduyu donattım. Öyle ki orduda bir gem ve yular bile eksik kalmadı. Allah için söyleyin bu da doğru değil mi? diye sordu.

Yine hazır bulunanlar hep bir ağızdan,

- Evet doğrudur, dediler. Bunun üzerine Hz. Osman:

- Allahım şahit ol, Allahım şahit ol, Allahım şahit dedi.

Zühri de şunları naklediyor: "Avfoğlu, [121] Hz. Peygamber (sav)'in tavsiyesi üzerine dörtbin tutarında malının bir bölümüy­le bağışta bulundu. Sonra kırkbin dinar bağışladı. Sonra bağışta bulunduğu malları beşyüz atla taşıdı. Sonra tekrar beşyüz hay­van yükü kadar mal bağışında bulundu; malının tümü ticaret mahsulüydü." Yine zührî anlatıyor, diyor ki: Abdurrahman b. Avf, Hz. Osman'a kırkbin dinar karşılığında bir yer satmıştı. O da bu araziyi Zühreoğulları kabilesinin yoksullarına, Mekkeli göçmenle­re ve mü'minlerin analarına [122] dağıttı." [123]

Bu cömertlik ve hayırseverlik, gerçek müslümanlar arasında devam etmiştir. Çünkü ilk müslümanlar zenginlikten ve bolluğun genellikle neden olduğu ahlâk çöküntüsüne uğramaktan endişe etmiyorlardı. İlk müslümanlardan sonra aynı üstün örnekleri ver­miş kimseler yaşamış olsun ya da olmasın bu pek önemli değildir. Çünkü aslında bizim örnek almamız gereken şahsiyetler Hz. Pey­gamber (sav)'in yüce sahabileridir (onun dâva arkadaşlarıdır). İs­lâm'ı en iyi anlamış bulunan ve onu hem yaşayarak hem de uygu­layarak hayata geçiren bu eşsiz şahsiyetlerdir.

Hz. Ömer ve Hz. Osman devrindeki ilk fetihlerin sürdüğü gün­lerde îslâm Devleti'ne servetler akıyordu. İnsanların ruh derinlik­lerine kadar işlemiş olan iman da o zamanlar çok güçlüydü. Zen­ginlik, müslümanları olumsuz yönde pek fazla etkilemiyordu. Do­layısıyla servetler hep hayırlı yollarda ve meşru amaçlarla harcanı­yordu. Hz. Osman döneminin sonlarına doğru fetih hareketleri duraklamaya başlayınca servet akışı da ona paralel olarak yavaşla­dı. Fakat müslümanlarm ahlâk ve tutumlarında fazla bir değişiklik olmadı.

Emevîler'den Velid b. Abdülmelik zamanında iç durumların is­tikrara kavuşmasından sonra fetihler yeniden hareketlenince onunla birlikte servet ve köle akışı da tekrar hız kazandı. Hatta bu akış, ilk aşamadan daha geniş biçimde cereyan etti ve yaygınlaşan bu zenginlik, az da olsa bu aşamada din bakış açısından bir gevşe­meyle beraber kendini gösterdi. Her şeye rağmen bu etki genel ya­şama yansımadı.

Sonra Abbasi Devleti kuruldu. îlk halifeler otoriteyi iyice elde tutabilmek için verdikleri çetin mücadelelerin sonucu olarak baş­langıçta bolluğun, servet ve zenginliğin toplum ahlâk üzerinde pek olumsuz etkileri görülmedi. Ondan sonra da fetihler tama­men kesintiye uğradı, halk kişisel yaşamına yöneldi. (İnsanlar bü­tün toplumu ilgilendiren olaylardan ve gerçeklerden çok kendi özel hayatına daha önem vermeye başladılar.) Hilafetin parçalan­masının bir sonucu olarak bünyeden kopmalarla küçük devletçik­ler oluştu. Halk yere yapıştı, tembelleşti ve rahatı arar oldular. So­nuç olarak da lüks yaşamın, sosyetik hayatın belirtileri ortaya çık­maya başladı. Müzik yaygınlaştı, sazlı sözlü eğlenceler çoğaldı. Bu gelişmeye de uygarlık adı verildi. Başlayan bu yozlaşmayla birlikte ise îslâm ümmeti yavaş yavaş yok olmaya yüz tuttu.

Abbâsîler'in orta dönemlerinde Irak'ın güneyindeki çiftlikler­de çalıştırılmak üzere Somali'den büyük sayılarda zenci getirilmiş­ti. Zamanla bu sayı çoğaldı. Bu insanlar, yorgunluk, sefalet ve pe­rişanlıklarla dolu bir hayatın içinde yaşıyorlardı. Efendileri ise sal­tanatlı sedirlere kurulmuş kanlan ve cariyeleriyle birlikte sefa sü­rüyorlardı. İşçisi kızgın güneşin alnında buram buram ter dökerekçalışırken efendi serin gölgeliklerde keyif çatıyordu. Tabiatıyla bu durum, işçi üzerinde büyük bir nefret uyandırdı. Çünkü işçi çalışı­yor, üretiyor fakat ürettiğinden yoksun kalıyordu. Başkası için bu dayanılmaz sefaleti çekiyor ve bütün enerjisini tüketiyordu.

Bu nedenle de içinde iş sahibine karşı kıskançlık ve düşmanlık duygulan kabarıyor ve büyüyordu. Aynı zamanda gördüğü bu ni­metlere kendisi sahip olmadığı için galeyana geliyordu. Kimsesi de yoktu. Bu, aynı zamanda gençliğin hızı, zıpırlığın çığırdan çık­ması ve ırkçılığın hortlamasıydı. Gizli faaliyetleriyle İslâm ümme­tini yıkmak için komplo kurmaya çalışan kötü niyetli insanlar da bu gelişmeleri kullandılar.

Sonuç olarak tarihe zenci isyanı olarak geçen olaylar patlak verdi. Bu olaylar bölgeyi altüst etti. Ardından Karmatilik hareketi patlak verdi. Irkçı yönü ve mal sömürüsü bakımından bu da zenci ayaklanmasından farklı değildi. Bu kez Karmatilik, malın ve kadı­nın ortaklığı ilkesine davetiye çıkardı. Çektikleri perişanlığa ve se­falete karşı duydukları şiddetli tepki nedeniyle manevi değerleri ayaklar altına alan cahil yoksullar da bu çağrıya kapıldılar. Çünkü baskılar şiddetli patlamalara neden olur.

Ümmetin gözleri bu dönemde uyukluyordu. Göz kapakları ar­tık sarkmıştı. Neredeyse uykuya teslim olmak üzereydi. Nitekim zafer şarkıları söylemeye başlayan haçlı askerlerinin sesleriyle an­cak uyanabildi. Hafifçe silkinerek onları İslâm topraklarından ko­vabildi. Henüz uykusuna tekrar dalmadan bu sefer de Moğol çete­leri onu biraz kımıldattı. Fakat Moğollar geldikleri gibi ümmetin potası içinde hemen eridiler.

Sonra İslâm ümmeti derin bir uykuya daldı, ta ki yakın geç­mişte bu kez sömürgecilik adı altında haçlılar yeniden İslâm top­rakları üzerinde egemenlik kuruncaya kadar. Haçlılar bu gelişle­rinde İslâm yurdunu tekrar işgal ettiler. Toplumu etkileri altına al­dılar ve müslümanlara yeniden bir ruh ve canlılık gelebilir, yeni­den silkinebilirler diye korkarak ümmette geriye kalmış bir iman pırıltısı daha varsa onu da söndürmek için komplolar üretmeye başladılar.

Haçlılar bu amaçla çeşitli planlar ortaya koydular ki bunlardan biri de şimdi işlemekte olduğumuz lüks yaşam konusudur.

Bu îslâm düşmanları, (sömürgeciliğe alternatif olarak daha başka fırsatlar keşfedip İslâm topraklanndan çekilirken) mahalli yönetimlerin başına getirdikleri zümreleri refaha boğdular ve -özellikle- şu hedefleri gerçekleştirmek için bütün dikkatlerini top­ladılar:

1- Gözleri hiçbir şeyi görmesin {hiçbir gerçeğin farkına varma­sınlar diye) yönetimlerin başına getirdikleri bu klikleri ahlâksızlık girdabında boğmak: Gerçekten de biz müslümanların oturduğu memletlerdeki lüks yaşam biçimlerine baktığımızda başka ülke­lerde bunların eşine ve benzerine rastlamamız mümkün değildir. Bugün ülkelerimizin sosyete evlerindeki kalabalık kahya ve hiz­metçiler, işçiler, uydular; bu evlerde tüketilen hesaba sığmaz yiye­cek ve içecekler; müsrifçe dağıtılan hediye ve ödüller; bunlara bağlı olarak düzenlenen sazlı sözlü rezil eğlenceler dünyanın bir­çok ülkelerinde yoktur.

2- Düşmanların hedeflerinden biri de halkın çoğunu taklit yo­luyla bu rezaletlerin içinde boğmaktır. Çünkü insanlar daima baş­larındaki ileri gelenleri ve toplum üzerinde etkili olan kimseleri örnek alarak onlara benzemeye özenir.

3- Bütün bu rezaletleri eninde sonunda İslâm'a maletmek ve nedenlerini onun içinde aramak. Çünkü tertiplenen bu komplo-lardaki figüranlar sözde müslümamdırlar. Bunlar İslâm için çalış­mıyor olsalar bile (en azından kafa kağıdı müslümandırlar.) Ger­çekte ise bu (oynatan ile oynatılan) kamplar birbirlerinin karşıtı­dırlar.

4-  Bütün bu işlenenlerin arkasında yapılan zulümleri ve İs­lâm'a bu nedenle sürülen lekeleri ve düşman ülkelerde propagan­da edilen kötü imajları da unutmamak gerekir.

5- Yahudi ve haçlılar gibi îslâm düşmanlarına, İslâm aleyhinde propaganda yapmalarına, yandaş bulmalarına, ülkenin servetleri­ni sömürmelerine, mahalli yönetimlerin başındaki nüfuz sahibiçevrelerin gaflet içinde bocalayıp bu gerçekleri görmeye imkân bulmamalarına alet olmak ve bu durumu sürdürmek.

Lüks yaşam içindeki insanlar, dünyanın zevk ve safasını sür­meye baktıkları, ahiret için hiçbir hesap ve hazırlık yapmadıkları, Allah'ın verdiği nimetlerden dolayı şükretmedikleri, herhangi bir cezaya çarpılmaktan hiç korkmadıklan, bu nedenle de zulüm yap­maktan çirkin suçlar işlemekten ve haram yemekten çekinmedik­leri ve Allah'ın takva sahiplerine vadettiği en güzel cennet nimet­lerine, dünyanın geçici süs ve arzularını tercih ettikleri için yüce

Allah bu şımarmış insanlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirler ateşe yaklaştırıldıktan gün -onlara denirki:- dünya hayatınızda bütün güzel şeyleri telef ettiniz, -orada- bu nimetle­re safa sürüp onları tükettiniz. Ortalıkta haksız yere büyüklük taslamanızdan ve sapmanızdan dolayı bugün aşağılayıcı bir iş­kence ile cezalandırılacaksınız. [124]

 

Uygarlık

 

Uygarlık, insana hizmet eden ve refah içinde yaşamasını sağ­layan çeşitli araçların gelişmesine denir. Uygarlık, gerek bu araçla­rm çeşitli şekilde gelişme kaydetmelerine gerekse insana hizmet kavramının farklı anlamlar kazanmasına göre değişmektedir.

Örneğin materyalistler gelişmenin, kalkmma ve ilerlemenin tek nedeni olarak araçları görüyor, zevk ve safa sürme arayışların­da olmak, günü gün etmek, arzuları doyuma ulaştırmak özel çı­karlar sağlamak, geniş çevreler üzerinde itibar kazanmak ve ün­lenmek gibi kişisel ve maddeci amaçların tümünün, temelde in­sanlığa hizmet kapsamına girdiğini kabul ediyorlar.

Bu amaçların gerçekleşmesi hangi yollarla olursa olsun ve hangi sosyal değişimleri sonuçlandırırsa etsin, yani isterse bir top­lumun tamamen yıkımına, ya da bir ümmetin tüm bireylerinin öl­dürülmesine neden olsun, uygarlık anlayışının bundan ibaret ol­duğunu ortaya koyuyorlar. Müslümanlara gelince onlar, eğitici (manevi) ve maddi araçların birlikte ancak gelişme ve kalkınma ortamını meydana getirebileceğine inanıyorlar.

Şu var ki bunlardan ikincisinin (yani maddi araçların) manevi araçlar olmadan bir yarar sağlayamayacağına da inanıyorlar. Ayrıca müslümanlar, toplumun esenlik içinde kalmasına (genel için) sağlıklı ve olumlu sonuçların elde edilmesine özen göstermek şar­tıyla amaçlara ve arzuların doyumuna dürüst ve namuslu yollarla ulaşmanın ancak insanlık için hizmet kapsamına girebileceğini kabul ediyorlar. Dürüst ve namuslu olmayan yollara baş vurarak amaçların gerçekleşmesine çalışmak ise olumsuz işlerdendir, top­luma zarar verir, onu parçalar ve kaydetmiş bulunduğa tüm ilerle­meleri ve geliştirilmiş sistemleri ortadan kaldırır. Bu suretle de meydana getirilmiş olan uygarlığı yıkar.

Esasen araç ve sistemlerin geliştirilmesi insanların, hayata ba­kış açılarının sonuçlandır ve hayattaki görevlerinin açıklamaları­dır. Aslında din de bunu sunmaktadır.

Fakat materyalist görüşler kişiye, sahip bulunduğu bütün araç ve sistemleri -doğuracakları sonuçlara bakmaksızın- arzularını doyuma ulaştırmada kullanmayı legal saymaktadır; ya da toplu­mun, bireyi sıkarak (onu baskı altına alarak yönlendirmesine) ve bütün kişiliğini eritmesine göz yummaktadır. Halbuki (materyalist düzenlerde) kişi, hiç bir engel tanımaksızın hayvansal eğilimlerin dizginini salıverme hakkına sahiptir. Dolayısıyla (bu tür yaşam ve yönetim biçiminin egemen olduğu yerlerde) herkes inandığını uy­garlık diye nitelemektedir.

İslâm'a gelince herkes için -eşiğinde durması gereken- bir sı­nır koymuş, toplum sağlıklı kalabilsin ve hayattaki rolünü yerine getirsin diye sosyal olayların ve toplumsal gelişmelerin sonuçları­nı değerlendirmiştir.

Öyle ise Uygarlık: -esasen- din kurumunun, kendi bağlarına yaşamın özel bir projesi olarak sunduğu ürünlerden biridir ve onların, -işbirliğiyle- bu projede üstlenmiş oldukları görevlerin bir açıklamasıdır. İşte bu görevden hareketle kişi çalışmaya ve fa­aliyet göstermeye itilir ki gelişmeler bundan doğar, ilerlemeler kaydedilir ve uygarlık bu şekilde oluşur.

Hayata (doğaya, varlıklara ve olaylara) bakış açılarında, beşe­riyetin bu dünyadaki görevini değerlendirmede ve insanların ger­çek mutluluğa nasıl erişecekleri konusunda farklı görüşlere sahipçeşitli dinler bulunduğu için -tarih boyunca- türlü uygarlıklar oluşmuştur. İnsanoğlu yeryüzünde mirasçı sayılmış olduğu için elbetteki onu hakkıyla kalkındırması ve kendisine verilmiş olan bu görevi tam anlamıyla yerine getirmesi gerekir.

İslâm, insanı dünyada yönetime karşı, ahirette de -onu yeryü­züne mirasçı kılan Allah Teâlâ'ya karşı sorumlu tutmuş, ona bu gö­revi yüklemiş, göklerde ve yerde ne varsa emrine vermiş ve üzeri­ne gizli aşikar her türlü nimeti yağdırmıştır. Onun için insan yer­yüzünde çalışmak, (büyük işler başarmak) işlenmemiş topraklan ihya etmek ve toprakta bulunan zenginlik ve servet kaynaklarını en iyi şekilde değerlendirmek durumundadır.

Nitekim insanoğlunun, bu yöndeki çalışmalarının sonucu ola­rak tarım ve ona bağlı toprak işletmeciliğinin her türlü şeklini kap­sayan, sanat, ticaret ve ulaştırma gibi ilgili ekonomik araçları da içine alan bir tarım uygarlığı oluştu. İslâm tarihi boyunca görüyo­ruz ki insanların seyahat güvenliğinden, onların bu seyahatlerde temel ihtiyaçlarını sağlamaktan devlet sorumluydu. İslâm uygarlı­ğından kalan son izler bu hizmetlerle ilgilidir.

Devlet eskiden yaklaşık 40 km.lik aralıklarla güzergahlar üze­rinde binalar yapardı. Yolcular bu tesisler de konaklar ve karşılık­sız olarak yiyecek, içecek ve uyku gibi ihtiyaçlarını giderirlerdi. Hatta yolcuların konakladığı birinci binanın bitişiğindeki ahırda yolcunun hayvanına da yem verilir ve dinlendirilirdi. Eskiden bu 40 km.lik mesafeye bir ölçü olarak merhale denirdi. Bu mesafeyi yolcu birgün içinde normal olarak katederdi. Güzergahlar üzerin­de devlet tarafından kurulan bu tesislere "han" adı verilirdi.

Han ise kral ya da emîr demektir. Tatarlar ve Türkler dönemin­de bu tesisler devlet büyüklerinin (yani hanların) talimat ve emir­leriyle kurulduğu için bu ilgiyle sözkonusu tesislere -Türkçe bir sözcük olan- "han" adı verilmiştir (Günümüzde yalnız Suriye top­raklarında bile): Hanyunus, Hanarnaba, Hanşeyh, Hanzinnun, Hanmislun, Hanşeyhun, Hanelbattih ve daha bir çok yolcu hanla­rının binaları hala ayaktadır. Bunlar şehirler arası ana güzergahlar üzerinde bulunmaktadır.

Aynı şekilde misafir ve yolcuların dinlenmelerini sağlamak için şehirlerin içinde de bu tesislerden bulunurdu. Şehir içindeki bu yapılar iki katlı olurlardı. Üst kat yolculara, alt kat ise hayvanla­ra ait olurdu. Fakat yolcular, bu tesislerde üç günden fazla kalma hakkına sahip değillerdi.

Şehirlerin içindeki bu dinlenme tesislerinin izleri diğerleri gi­bi mevcut bulunmaktadır ve yine Han adıyla anılmaktadır. İçinde bu tip hanların bulunmadığı hemen hiçbir kent yoktur. Örneğin Kahire'deki Halil han, Dımaşk'taki paşahan gibi... Hatta yolculara ve seyahatteki tüccarlara hizmet etmeye bu söylenenlerin de çok ötesinde önem veriliyordu.

Nitekim bazı kentlerde "esvapevleri" adı altında giysi temizle­me ve onarma yerleri bulunurdu. Eğer yolcunun elbisesi yırtılmış ya da deforme olmuşsa karşılığında hemen kendisine yeni bir el­bise verilirdi ve eski elbiselerden başka kendisinden bir karşılık alınmazdı.

İslâm, insana birinci derecede önem verdiği için onu onurlan­dırmış, sağlığına özgürlüğüne aklına ve düşüncesine ilgi göster­miştir. Bu sebeple de bütün bunların kaynağı olan iman ve inancı­na önemli bir yer ayırmış, ruhunda ve iç dünyasında yerleşen her türlü efsaneleri batıl inançları şüpheleri ve ilgili bütün şaibe ve hu­rafeleri söküp atmaya çalışmıştır; bu sebeple de cahillerin ancak aklına musallat olabilecek falcılık sihirbazlık ve şarlatanlık gibi şeylerden onu korumaya çalışmış, aklını özgürleştirmiştir. Müslü­man kişinin hareket ve canlılığını, özgürleşme isteğini kısıtlayan bütün engelleri kaldırmış bu suretle de İslâm insanı karanlıklar­dan zulümden ve uranlığın baskılarından kurtarmıştır. Şu bir ger­çektir ki İslâm nerede bir zulüm görmüşse ona karşı savaş ilan et­miştir. Kaynağı ne olursa olsun her türlü karanlık düşüncelere kar­şı savaş bayrağını açmıştır.

Sağlık açısından da İslâm insanın ruh ve beden sağlığına za­rarlı olan zehirleri sarhoş edici ve keyif verici bütün maddeleri ha­ram kılmış, keza insanı intihar etmekten ve başkalarını öldürmek­ten yasaklamış, bu cinayetleri işleyenleri cehennem ateşi gibi enağır bir cezayla tehdit etmiştir. Keza İslâm toplum bireylerinin sağlığıyla da son derece ilgilenmiştir. Vaktiyle İslâm devleti, her türlü hastalığa duçar olanları kabul eden ve onlara gereken bütün ilaç, tedavi ve ilgiyi sunan hastaneler inşa etmişti. Öyleki hastanın, iyileştikten sonra da evine kadar esenlik içinde ulaşmasından bile sorumluydu.

İslâm, insana sağlığına verdiği bu değerin yanında hayvana da bu önemi vermiştir. Hayvana karşı merhametli ve ilgiyi kurumâş-tırmış, hayvanın sağlıksız olması halinde insanların zarar ve eziyet göreceklerinden yola çıkarak onu himaye etmiştir. Bu amaçladır ki artık çalışamaz durumda mecalsiz kalmış oldukları için sahipleri tarafından terkedilen hayvanlara özel alanlar ayrılırdı.

İslâm devletinde insanların sağlığı hakkında duyulan endişe nedeniyledir ki bu hayvanların ölüp bir yerde kokuşmasından se­bep etrafa yayılacak fena kokulardan halkın rahatsız olmaması ve insan sağlığını tehdit eden hastalıkların yayılmaması için o devir­lerde terk edilmiş hayvanlar için bu özel alanlar ayrılıdı. {Bugünkü belediyecilik hizmetlerinden çok daha insancıl, çok daha uygar bir düşünceyle) terkedilmiş hayvanlara ayrılan bu alanlarda çayır ve yem de bulunurdu.

Dolayısıyla hayvan, kendi kendine otlar ve yaşamını sürdürür­dü. Ayrıca çok bitkin olup yerinden kımıldayamıyacak hayvanlar için de ağıl ve ahır gibi özel birimler yapılırdı. Halktan birinin hay­vanı böyle bir duruma düştüğünde ilgililere haber verir, onlar da gelip hayvanı alarak bu bakım ve rehabilitasyon alanına götürür­lerdi. Hayvan ölürse bu kez de yırtıcı hayvanlar ondan yararlansın diye çok uzaklara çöle götürülüp bırakılırdı ya da gömülürdü.

Bütün bunlar İslâm uygarlığının ayakta olduğu günlerde İs­lâm'ın ve müslümanlann hayvana ne kadar büyük bir acıma duy­gusu ile yaklaştığım ve insan sağlığına ne derece önem verdiğini açıkça göstermektedir.

Bu hayvan rehabilitasyon merkezlerinden biri de günümüzde Dımaşk Uluslararası Fuarı'mn kurulduğu yerde bulunuyor ve "Marcu'l-Haşiş" adını taşıyor.

İslâm toplum bireyleri arasında eşitlik gözetmeye özen göster­miş, zengin, fakir, köken, çevre, mevki, oturduğu yer, sanat ve meslek gibi sosyal konumlara göre hiçbir ayırım yapmamış, halkın sosyal sınıflara, tabakalara bölünmemesi toplum bireyleri arasın­daki bağların çözülmemesi insanlar arasında kin ve düşmanlık duygularının körüklenmemesi ve genelde bugünkü toplumlarda meydana gelen katmanların oluşmaması için îslâm, toplum un­surları arasında fark gözetmemiştir. Çünkü İslâm, toplumun gene­line insan nazarıyla ve temelde hepsinin aynı kökenden gelmiş ol­masına bakar.

Hz. Peygamber (sav): "Ey insanlar! Hepiniz Adem'in sayım­dansınız. Adem ise topraktandır. İçinizde Allah katında en üstün olanınız ise Allah'ın yasalarına uymakta duyarlık gostereniniz-dir.[125] demiştir.

İslâm, vatandaşlar arasında adaletin yayılmasına da önem vermiş, bu amaçla vatandaşların, zekatlarım İslâm Devleti'ne öde­melerini emretmiştir. Çünkü îslâm Devleti'nde yönetim, toplanan bu zekât gelirlerini kendi insiyatifi ile yoksullara dağıtır. Ta ki zen­gin kişi zekatını doğrudan yoksullara verirken onların başına kak­masın. İslâm, sadaka vermeyi karşılıklı olarak sevgi göstermeyi komşular, akrabalar ve daha sonra da bütün müslümanlar arasın­da karşılıklı sevgi ve yardımlaşmanın yayılmasını emretmiştir.

Hz. Peygamber (sav) bu konuda şöyle buyurmuştur:

"Müminler, birbirlerine karşı sevgi göstermede, acımada ve güzel duyguların alışverişinde birçok organları bulunan aynı vü­cuda benzerlerki bu organlardan biri uykusuzluk ya da bir ağrı­dan şikâyetçi olduğu zaman diğer bütün organlar onun bu rahat­sızlığına -ister istemez- katılırlar."

İslâm Devleti, vatandaşlarına iş sağlamaktan maluliyet {sakat­lık) ve yaşlılık hallerinde hangi dinden olduklarına bakılmaksızın onlara emeklilik yardımlarında bulunmaktan sorumludur.

İslâm, adalete çok önem vermiş, bu konuda hiç kimsenin sos­yal mevkiini hesaba katmaksızın eşitlik gözetmiştir. Dolayısıyla İs­lâm nizamında halife de şeriat karşısında toplumun sıradan bir ferdidir, gerektiğinde kadının (hakimin) karşısında dikilmek zo­rundadır; yargı gerekirse onun lehinde, gerekirse aleyhinde hük­münü verir. O, toplumda üstünlüğü olan bir kimse değildir.

Hz. Ebubekir devlet başkanı seçildiği gün aynen şunları söyle­mişti:

"Ey halk! Bakınız başınıza seçilmiş bulunuyorum. Ancak en hayırlınız (en üstününüz) değilim. Eğer güzel yönetirsem beni destekleyin, kötü yönetecek olursam beni doğru yola iletiniz..."

îslâm, hiç kimseyi gücünün yetmediği bir işten sorumlu tut­mamış, ona, taşımayacağı bir yükü yüklememiş, günümüzde bü­tün toplumlarda olduğu gibi kompradorların ve kodamanların özel işlerinde ya da devlet çiftliklerinde çalışmak zorunda bırak­mamıştır. Ancak sorumlu tutulan şahsın ya da tüm müslümanla-rın genel bir çıkarı söz konusu olduğu zaman bu yapılmıştır.

İşte bu uygarlık anlayışı iledirki müslümanlar tarih boyunca zarif ve çarpıcı köşkler heybetli saraylar ve koskocaman camiler yapmamışlardır. Bunu bir kin ortamı oluşmasın, vatandaşlar yö­neticilerine ya da zenginlere nefret ile bakmasın diye yapmamış­lardır. Eğer İslâm tarihinde bu tür gelişmeler meydana gelmiş ise bu, ancak İslâm'ın, müslümanlarm ruh derinliklerinden yavaş ya­vaş çekildiği son dönemlere rastlamıştır.

İslâm, yönetim mevkiinde bulunan idarecilerden vatandaşla­ra karşı alçakgönüllü olmalarını, onlara karşı makam ve mevkile-rinden sebep büyüklük taslamamalarını istemiştir. İslâm, esasen bütün müslümanlardan bu tutumu istemiş ise de devlet adamla­rından daha ciddi bir şekilde bu kuruma bağlı olmalarım emret­miştir. Çünkü onlar daha büyük sorumluluklar taşımakta ve daha ciddi uyarılar almayı haketmektedirler.

Eğer İslâm'ın, toplum yönetiminde önem verdiği noktaların hepsi burada açıklanmaya çalışılacak olursa hiç kuşku yok ki sözçok uzayacak ve anlatılanlar ciltler dolusu olacaktır. Bizim ise ko­numuz esasen bu değil ancak genel bir fikir sunmaktır. Bu da bizi özet olarak şu noktaları öğrenmeye götürecektir:

1- İslâm uygarlığı insancıl bir uygarlıktır. Dolayısıyla sırf mad­di temellere ve amaçlara dayanan diğer bütün uygarlıklardan çok büyük bir farkla ayrılmakta ve onları birer uygarlık değil sadece birtakım sanat, bilim ve folklor ekolleri saymaktadır.

2- İslâm uygarlığı, İslâm dininden kaynağını alan ve kendi ori­jinal kimliği ile varlık gösteren bir uygarlıktır. Bu nedenle kendi­sinden Önce mimari, bilim ve sanat alanlarında oluşan uygarlık (?) adı altındaki gelişmelerden tamamen farklı bir -evrensel- gerçek­tir. Dolayısıyla hiçbir değeri olmayan son derece basit bazı ayrın­tılar hariç, İslâm uygarlığı kendisinden önceki gelişmelerden asla etkilenmemiştir.

Avrupaiilar'ın, onlardan ders almış batı hayranlarının ve or­yantalistlerin geveleyip durdukları üzere sözde İslâm uygarlığının, Yunan, Roma ve eski uzakdoğu milletlerine ait ilimler birikimin­den yararlandığı, onlara ait kitapların tercüme edildiği ve müslü-manlar tarafından bunlara bazı şeyler daha eklenerek sonraları tekrar Avrupalılar'a bu birikimlerin ulaştırıldığı, dolayısıyla onla­rın, temelde kendilerine ait olan bu altyapıyı müslümanlardan al­dıktan sonra atalarının çizgisinde yürüyerek bugünkü batı mede­niyetini kurdukları, müslümanların ise bu geçişte yalın bir aracı olmaktan başka rolleri bulunmadığı yolundaki savların tam tersi­ne İslâm uygarlığı arı ve kendine özgüdür. (Avrupalılar'm bu savı­na göre) bazı batılılar, -en iyisi- müslümanların katkılarına bak­madan bugünkü Avrupa medeniyeti aslında Yunan ve Roma uy­garlıklarına yeniden dönüş demektir, diye ortaya bir görüş bile at­maktadırlar. Bunu da, sırf bu aslı esası olmayan iddialarını kanıt­lamak, savlarının doğru olduğunu ortaya koymak için yapmakta­dırlar.

Haddizatında İslâm uygarlığı insanın hayata bakış açısından ve onun evrensel rolünden kaynağını almaktadır. İnsana ruh yü­celiği kazandırmayı, topluma mutluluk ve refah sağlamayı amaçlamaktadır. Halbuki diğer bütün uygarlıklar tamamiyle maddidir, insanın maddeye bakış açısından, arzularını doyuma ulaştırmak­tan, sürmek istediği zevkleri ve keyifli bir yaşamı gerçekleştirmek­ten, ünlenmek, heybetli ve saltanatlı binalar kurmak, itibar ve say­gınlık kazanmak gibi amaçlardan hareket etmektedir.

3- İslâm uygarlığı Hz. Peygamber (sav)'in devlet başkanlığı dö­neminde ve Raşid halifelerin yönetimleri sırasında, yani Hicri 1-41 yıllan arasında zirveye ulaştı. Halk o dönemlerde tam bir mutluluk ve bolluk içinde yaşadı.

İslâm toplumunda bireyler bir tek vücut gibiydiler. Organla­rından biri rahatsız olduğu zaman diğer yerleri de bu ağrıya katı­lan, bu sancıdan rahatsız olan bir vücut gibi idi. O dönemde eser­ler, kitaplar, incelemeler, araştırmalar ve materyalistlerin ön plan­da tuttuğu, baş köşeye oturttuğu tercüme hareketleri henüz başla­mamış olmasına rağmen insanlar rahattı, mutluydu, bolluk için­deydi ve uygardı. Çünkü o dönemde yaşayan müslümanlar en yü­ce değerlerle ilgileniyor, yukarıda sayılanlardan çok daha büyük değerlere önem veriyorlardı.

Onlar her şeyden önce eğitimi ön planda tutuyorlardı. Çünkü uygarlığın, üzerinde temellendirileceği altyapı budur. Sonra kişi eğer özgür değilse, rahat yaşadığını hissetmiyorsa, içinde yaşadığı toplumun bireyleriyle ilişkileri iyi değilse onun için mutluluk söz-konusu değildir.

Nitekim daha sonra (hemen başlayan) bilimsel çalışmaların, inceleme ve araştırmaların hepsi, işte bu ilk müslümanların mey­dana getirdiği şanlı -iman ve ahlâk uygarlığının- meyvasıdır. Eğer müslümanlar bu uygarlığın -iman ve ahlâk planındaki- temelleri­ni daha önce atmamış olsalardı bu ilim ve gelişme daha sonra as­la kendini gösteremeyecekti. Çünkü gerçekte bilimler ve sanatlar uygarlığın bizzat kendisi değil, uygarlığın meyvasıdırlar.

İster çölde bir çadır, ister köyde basit bir ev ya da kentte çok heybetli bir saray olsun, kurulan yapının mutlak surette bir amacı vardır. Yapının içine konan sergi ve mobilya iç cephesinde yapılan dekor binadan ayrı şeylerdir. Mobilya ve dekor binanın ne kendisidir, ne de binanın yaptığı görevi yapar. îşte bilim, sanat ve ben­zeri şeyler de böyledir. (Yani uygarlığın kendisi değillerdir.) Dola­yısıyla uygarlığın insan mutluluğu ile ilgili insancıl bir amacı var­dır. Sanatsal yönler ise başka şeylerdir.

Nitekim atom bombası çok büyük bir ilim ve bilgi birikiminin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Fakat insanoğlunun hizmetinde kullanılmadığı takdirde hiçbir zaman uygarlığı simgelemez. Bila­kis insanlığı yok etmek için kullanıldığı zaman -uygarlığı simgele­mek şöyle dursun- yıkıcı bir araçtan başka birşey değildir. Örneğin ikinci Dünya Savaşı'nda üzerine atom bombası atılan Hiroşima kentinin halkına atom bombasının, uygarlığın bir meyvesi oldu­ğunu söyleyecek olsak bizi kınayacaklardır. Çünkü atom bombası yüzünden bu insanlar çok büyük acılar tatmışlardır.

Batılılar ve genelde bütün materyalistler şöyle diyorlar:

"islâm uygarlığı Abbasi devrinde Hicri dördüncü yüzyılda yükselişinin en uç noktasını bulmuştur."

Onlar, aslında bu ifadeyle meseleye maddesel ve sanatsal açı­dan önem verdiklerini vurgulamak istiyorlar. Çünkü müslüman-ların yaşamına terennüm, müzik, dişinin olduğu kadar erkeğin de konu olduğu gazel sanatı, askerin halk yönetimine el koyması bu dönemde olmuştur. Irkçılık bu dönemde boynuzlarını göster­miştir. Aynı zamanda görkemli yapılar, köşk ve saraylar bu dö­nemde inşa edilmiştir. Arapça'ya tercümeler yine bu dönemde yapılmıştır.

Bütün bunların bu dönemde yapıldığının vurgulanması aslın­da İslâm uygarlığına maddi bir nitelik mâledip bu uygarlığın te­melindeki manevi altyapıyı terk ve inkâr etme gayretlerini ortaya koymaktadır. Halbuki İslâm manevî değerlere çok büyük bir önem vermiştir.

Batılıların bu şekildeki yorumu, aynı zamanda İslâm'ın maddi yönden insana önem verdiği kanaatini sergilemekte, diğer bir yönden de erkek ve kadına karşı aşk duygularının işlendiği gazel sanatı, sazlı ve sözlü müzik, cariyelerle birlikte yaşanan debdebelihayat ve halk üzerinde kurulan sıkı yönetim gibi özelliklerle İslâm uygarlığı nitelenmektedir; Dolayısıyla bütün bu seviyesizlikler hi­le ve planlarla İslâm'a mal edilmektedir.

4- Eskilerin ve yenilerin tanık olduğu köşkler, saraylar, kale be­denleri, piramitler, heybetli mabetler ve tiyatrolar gibi asırlar boyu ayakta kalabilmiş görkemli yapılara müslümanlar birer uygarlık eseri olarak asla bakmamışlardır. Çünkü temelde bu binalar in­sanların mutluluğu için yapılmamış bilakis angaryada çalıştırılan milyonlarca ezilmiş insanların yorgunlukları, canları ve kanlan üzerinde kurulmuştur. Bu yapılar, insanlara güçlerinin yetmediği yükler yüklenerek kurulmuştur. Nice zavallı kimseler efendisine ait sarayın inşaatında çalışırken can vermiştir. Ve nice kimseler bir kale bedeninin, bir surun ya da bir abidenin yapımı sırasında yıkı­lan enkazın boşluğunda mahsur kalmış, feryad ederek imdat iste­miş ancak hiç kimse dönüp yüzüne bile bakmadığı için oracıkta can vermiştir.

Avrupalılar ve onların görüşünü paylaşanlar işte bunu halen ayakta duran bir sanat eseri saymaktadırlar. Halbuki hiçbir uygar­lık, insana layık olduğu değeri ve Allah'ın insana yakıştırdığı yeri ona vermedikçe ve insanlığa hizmet etmedikçe uygarlık sayılmaz. Buna karşın eğer kurulurken insanın baskı altına alınmasına, kö-leleştirilmesine ve ezilmesine neden olmuşsa böyle bir uygarlık olsa olsa ancak zulüm ve uranlığın eserlerinden biri olabilir. Zu­lüm ise Allah'ı inkârdır. Hem sonra eğer uygarlık bir meyva ise o meyva ne kadar tatlı ve iri olursa olsun lezzeti yoksa -ki zulmün meyvası leziz olamaz- insan bu meyvayı yiyemez. Böyle bir meyva ne kadar göze çarpıcı gözükse de meyvalardan sayılamaz ve insa-nalara da hizmet edemez.[126]

 

Cihad

 

Cihad, İslâm'ın farz kıldığı (kesin olarak emrettiği) kıyamet gü­nüne kadar geçerli kalacak bir görevdir. Allah'ın insanı yeryüzüne mirasçı bıraktığı günden beri kendilerine verilen temel rolü yerine getirebilmeleri için müslümanların bu görevi mutlak surette yap­ması şarttır. Cihad, hiç bir zaman kesintiye uğramaz, meğer ki İs­lâm, bütün yeryüzünü kapsamış olsun, güven, gönül rahatlığı ve barış her yerde egemen olmuş olsun, ya da hayat sona ermiş ol­sun. Cihad, müslüman kişinin Allah katında işleyebileceği en ha­yırlı ve en üstün eylemdir.

Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır.

"İşin başı İslâm'dır, -çatısını ayakta tutan- direği namazdır, en üst mertebesi ise cihaddır."

Başka bir hadisinde şöyle buyurmaktadır:

"Allah yolunda mücadele verirken ayaklan tozlanan kişiyi Al­lah Teâlâ asla ateşe atmayacaktır."

Bir diğer hadisinde de şöyle buyuruyor:

"İki göz vardır ki onlara ateş değmiyeçektir: Biri Allah korku­suyla yaşaran, diğeri ise Allah yolunda nöbet bekleyen gözdür."

Bir diğer hadisinde yine şöyle buyurur:

"Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak yolunda bir gece nöbet tutmak, gecesi namazla gündüzü ise oruçla ihya edilmiş bin ge­cenin ibadetinden daha üstündür."

Cihadın yüksek mertebesini anlatan daha birçok hadisler vardır.

Cihadın amaçlan ise şunlardır:

1- Yeryüzünde yalnızca ve yalnızca Allah'a kullak edilmesinin sağlanması ve Allah'a şirk koşulmaması. İşte bu sebepledir ki yal­nızca Allah'a ibadet etmedikleri sürece kâfirlere karşı mücadele et­mek müslümanlar için kesin görevdir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Haram aylar sona erince Allah'a ortak koşanları nerede bu­lursanız öldürün; onları yakalayın, hapsedin ve her pusu yerinde onları oturup gözetleyin. Eğer tövbe eder, (pişman olur) namazı kılar, zekatı verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah ba­ğışlayıcı ve merhamet edicidir."[127]

İşte böylece, yeryüzünde şirk devam ettiği sürece cihad emri de sürekliliğini korur, Kitap ehline (yani yahudi ve hıristiyanlara) gelince eğer kitaplarını henüz değişikliğe uğratmadıkları dönem­deki doğru inançlarına bağlı iseler; ve mecusiler de Allah'a kulluk ediyor ve ona ortak koşmuyorlarsa bir tek şartla onlara karşı silah kullanılamaz. O şart da şudur:

Elleriyle İslâm devletine cizye vergisini verecek, bu vergiyi öderken de kendilerini küçük görecek (müslümanlara saygı göste-recek)lerdir. Aynı zamanda bu gayrimüslimler müslümanlar tara­fından ileri sürülecek olan şu şartlan da kabul edeceklerdir: Müs­lümanların sırlarını ifşa etmeyecek, dış güçlere istihbarı bilgiler sızdırmayacaklardır; İslâm düşmanlarına herhangi bir şekilde yar­dım etmeyecek, onlarla işbirliği yapmayacaklardır. İslâm düşmanlarından birinin sığınma isteğini kabul etmeyecek, onları evlerine almayacaklardır. İslâm devletinin -zımmilere serbest, ancak müs­lümanlara yasak kıldığı- alkollü içkileri ve müslümanlara haram olan diğer maddeleri fıkıh otoritelerinin belirlediği sınırlar dışında ve açıkça kullanmayacaklardır. (Bu maddeleri gizlice kullanabilir­ler.) Çünkü bu zımmiler dinlerini terk etmeye zorlanamazlar. On­lar müslümanlann zimmetinde bir emanetirler ve onların koru­ması altındadırlar.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Dinde zorlama yoktur. Doğruluk, sapıklıktan ayrılıp ortaya çıkmıştır. Kim tağutu kınayıp Allah'a inanırsa gerçek şu ki o kim­se kopmak bilmeyen bir kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bi­lendir.[128]

İşte burada görüldüğü gibi İslâm toplumu içinde yaşayan gay­rimüslimler Allah'a inandıkları ve O'na ortak koşmadıkları sürece din konusunda zorlanamazlar. Fakat ortalıkta müşrikler bulunur­sa onlar ya İslâm'ı, ya kitap ehlinden birinin dinini ya da İslâm yurdundan çıkmayı seçinceye kadar baskıya uğrarlar.

2- Cihadın amaçlarından biri de zulmün ve baskının her tür­lüsünü yeryüzünden kaldırmaktır. Bu nedenle zalimlere (diktatör­lere, tiranlara, cuntacılara, kliklere, baskıcı zümrelere, mafyaya ve baskıcı bütün rejimlere) karşı silâhlı mücadele vermek, onlara kar­şı nerede olurlarsa olsun cihad etmek, müslümanlann kesin göre­vidir.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Size ne oluyor ki Allah yolunda ve; "Ey Rabbimiz! Halkı iş­kenceci olan şu kentten bizi çıkar, tarafından bize bir koruyucu gönder ve bize bir yardımcı ver." diyen ezilmiş erkek, kadın ve ço­cuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?!"

"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tağutun yolunda (azgınların emrinde) savaşırlar. Öyle ise şeytanın yandaşlarına karşı savaşın, çünkü şeytanın hilesi zayıftır

3-  Cihadın bir amacı da İslâm'a çağrı ve İslâm'laştırma faali­yetlerine karşı çıkan engelleri ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla İs­lâm'ın yayılmasına karşı duranlara ve onların yönettiği toplumun bireylerine kadar islâm çağrısının ulaşmasına engel olanlar silahlı mücadeleye hedef olmalidılar, onlara karşı cihad sürdürülmelidir. İslâm'a çağrı faaliyetlerine izin verildiği ve müşrik toplum, İslâm'ı kavrayıp onu kendi din ve inançlarıyla karşılaştırdığı (onu tartış­ma bilincine eriştiği) takdirde bu toplumun bireylerine istedikleri dine girmeleri için kendilerine izin verilir. Yani ehl-i kitaptan her­hangi birinin dinini ya da mecusilik gibi aynı kategorideki bir dini kabul etmek şartıyla veya -daha önce söylediğimiz gibi- İslâm di­nini seçmeleri için kendilerine izin verilir.

4- Cihadın bir amacı da müslümanları, dinin emir ve yasakla­rını oyuncak haline getirmekten (istedikleri şekilde yorumlayıp onları çarpıtmaktan ya da hafife almaktan) korumaktır. Örneğin (bu tür tehlikeli gelişmelerin sonucu olarak) zekât vermekten ka­çınabilir, ya da dinin kesin emir ve yasaklarına uymama cüretini gösterebilirler.

İşte Hz. Ebubekir bu anlamdaki cihadı da yaparak İslâm dev­letine zekât vergisini vermemekte direnenlere karşı (amansız bir mücadele vermiş) silahla çarpışmıştır. (Ashab'm ileri gelenleri ta­rafından) ona:

"Hz. Peygamber (sav): Allah'ın bir, Muhammed'in de Allah'ın elçisi oğluna tanıklık edinceye kadar insanlara karşı silahlı mü­cadeleyi sürdüreceğim. Eğer bunu derlerse -dinin- hakkını ver­memeleri durumu hariç, kanlarını ve mallarını bana karşı sağla­ma almış olurlar." dediğini hatırlatarak:

"Sen insanlara hangi yetkiyle silah çekiyorsun?!" diye Hz. Ebubekir (ra)'i uyaranlara şu cevabı vermiştir:

"İşte zekat dinin hakkıdır. Binaenaleyh Allah'a yemin ederim ki vaktiyle Hz. Peygamber (sav)'e -Hz. Peygamber'in devlet baş­kanlığı döneminde- ödemek durumunda oldukları zekattan bir keçi yavrusunu bile vermemekte direnirlerse onlara karşı bu tu­tumlarından sebep savaşacağım."

5- Cihadın bir başka amacı da müslümanları ehl-i kitab'a ve mecusilere karşı sürekli mücadelede tutmaktır. Ta ki müslüman olmak ya da cizye ödemekten birini seçsinler. Çünkü bu iki seçe­nekten birini kabul ettikleri takdirde artık müşriklere yardım et­mek onlara müslümanlarm sırlarını vermek gibi ihtimaller orta­dan kalkar.

Şimdiye kadar anlatılan bütün bu durumlarda cihad "farz-ı ki-faye"dir. [129]

Çünkü müslümanlarm bir kısmı vaktiyle bu görevi hakkıyla yerine getirmiş, zaferler gerçekleştirmiş ve düşmanlara üstün gel­mişlerdir. Bu suretle sorumluluklarının gereğini yapmışlardır. On­lardan yalnızca bir kesimin bu ödevi yapmış olmasında toplum adına bir yeterlilik vardır.

Şu var ki cihad görevini üstlenmiş olan kesim eğer üstünlük el­de etmek için yeterli bir güce sahip değilseler ya da düşman onla­rı yenilgiye uğratmışsa veya İslâm toprakları genel anlamda düş­man saldırısına uğramışsa bu durumda cihad etmek farz-ı kifaye olmaktan çıkar, farz-ı ayn olur. Ve müslümanlar zafer kazanmcaya kadar gücü yeten herkesin Allah yolunda mücadeleye katılması kesin bir şart olur.

Müslümanların, uğrunda her zaman ve gerektiği her yerde ça­lışmaları ve hazırlıklı olmaları şart olan cihadın amacı işte budur. Dolayısıyla cihad görevi, bu anlattığımız şartların devam etmesi halinde hiçbir zaman duraklam ayacaktır. Cihadın sırf Allah yolun­da (Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak) uğruna yapılıyor olabilmesi için bu görevi yerine getirirken başka bir amacın güdülmesi de şarttır. Çünkü Allah Teâlâ kendisi için içtenlikle yapılmamış olan amelleri asla kabul etmez.

Şu halde toprak için (yani vatanseverlik duygularıyla ve sırf va­tan savunması amacıyla) düşmana karşı savaşmak; veya ırkını ko­rumak için savaşmak cihad sayılmaz.

Nitekim Hz. Peygamber (sav)'e: "Kişi cesaret gösterisiyle, ırkı­nı, milletini, vatanını savunmak amacıyla ya da desinler diye sa­vaşırsa bunlardan hangisi Allah yolunda cihad sayılır?" diye sorulunca Hz. Peygamber (sav) şu cevabı vermiştir: "Kim ki Allah'ın mesajı üstün gelsin (Allah'ın istediği yaşam ve yönetim biçimi yeryüzünde egemen olsun) diye çarpışırsa işte o cihaddır."

İlahi mesajın yeryüzünde her tarafa ulaştırılması için verilecek mücadele şartının yanında bir şart daha vardır ki o da cihad çalış­malarını ancak ve ancak Allah'a iman etmiş bulunan müslüman­lar tarafından yapılmasıdır.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Allah müminlerden canlarını ve mallarını, cenneti onlara vermek üzere satın almıştır. (Bunun karşılığında) Allah yolunda savaşanlar, öldürecekler ve öldürüleceklerdir. Bu, Allah'ın, Tev­rat'ta, İncil'de ve Kur'an'da üstlendiği bir vaaddir. Kim Allah'tan vaadinde çok daha iyi durabilir? Öyle ise O'nunîa yaptığınız bu alış verişinizden dolayı sevinin. Gerçekten bu büyük başarıdır.[130]

Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Sizi acı işkenceden kurtaracak kârlı bir işi size öğütliyeyim mi? Allah'a ve elçisine inanın mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bunu kavrarsanız sizin için en iyisi budur. Böyle yapın ki Allah günahlarınızı bağışlasın ve altlarından ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerinde gü­zel evlere sizleri koysun. Büyük başarı işte budur. Seveceğiniz birşey daha var ki o da Allah'tan bir zafer ve yakın gelecekte bir fetihtir. Öyle ise mü'minleri müjdele.[131]

Bu âyet-i kerîmede mü'minlere, yani bu Kur'an'a ve yalnızca Allah'a inanan mü'minlere ve O'na şirk koşmayanlara seslenil-mektedir.

Böylece görüldüğü üzere cihad yapmak müslüman kişiden başka kimseden kabul edilmeyen bir görevdir. Eğer müslümanlar günün birinde içinde bulundukları çetin şartlardan dolayı ya da herhangi bir sebeple müslüman olmayan topluluklardan yardımistemek zorunda kalırlarsa bu insanların müslümanlarla birlikte verecekleri savaş, cihad sayılmaz. İslâm'a inanmadıkları ve Allah yolunda çarpışmadıkları için bu girişimlerine cihad denmez. Bila­kis müslümanlarla aralarındaki çıkarlara dayalı bir işbirliğidir. Ay­nı zamanda onların savaş sırasında öldürülenlerine de şehit de­meyiz. Çünkü şehitlik mertebesi yalnızca mü'min olan müslü-manlara özeldir. [132] Dolayısıyla madem ki bunlar iman etmemekteve İslâm'daki bu mertebeye inanmamaktadırlar. Şu halde öldürü­lünce şehit sayılmazlar.

Hadis olarak bu konuda bize ulaşan ve Hz. Peygamber (sav) tarafından: "Namusu uğruna ölen kişi şehiddir, malı uğruna ölen şehiddir, toprağı uğruna ölen şehiddir." sözlerine gelince burada­ki şehitlik mertebesi de yine içtenlikle mü'min olma şartına bağlı­dır. Dolayısıyla bir putperest eğer saldırganlara karşı kendini savu­nurken öldürülürse biz böyle bir kimseye hiç şehit diyebilir miyiz? Çünkü bu kimse ne Allah'a inanmakta, ne şehitlik mertebesine inanmaktadır; ne de böyle bir inançla herhangi bir ilişkisi vardır.

İşte İslâm'daki cihad ve cihadın amacı, şartları ve sonuçlan bunlardır.

İlk müslümanlar bu anlamda cihad yaptıkları için, dünyanın kapıları ardına kadar yüzlerine açılmıştı. Müslüman milletler bu sayede hayatın zevkini tattılar. İslâm'ın serin gölgesinde asırlarca safa sürdüler. Bolluk ve rahatlık içinde yaşadılar. Ondan sonra bir zaman geldi ki müslümanlar cihadı ihmal ettiler, tembelleşip oturdular. Bunu gören diğer milletler onlara karşı savaş açtılar, topraklarını işgal ettiler ve onları ezdiler. Bu yüzden müslüman-larda bir ezilmişlik ruhu (bir aşağılık kompleksi) başgösterdi. (çö­küş dönemine girilince) İlkin müslümanlar yenilgiye uğradı, top­rakları işgal edildi. Buna'rağmen düşmanlarını küçümsediler, mademki müslüman idiler herhalde üstünlük onlarda kalacaktı. On­lardaki bu ruh -bir süre- sıçrayıp durdu. Dolayısıyla direniş göster­diler. Nitekim cihad sancağı yeniden dalgalandı. Allah'ın yardı­mıyla zafer kazandılar. Bu sayede haçlılar İslâm yurdundan kovul­du. Müslümanlar böylece biricik Kudüs'lerini ve topraklarını tek­rar kurtarıp geri almış oldular.

İlk yenilgiden sonra müslümanlar bu kez de moğollar karşı­sında ikinci bir yenilgiye uğradılar. Buna rağmen (Yine moralleri­ni yitirmediler. Mademki Allah'a ve ahiret gününe inanıyorlardı şu halde) yine onlar üstün idiler ve zafer kazananların kendileri ol­ması gerekiyordu. Bu asil ruh direnişinin sonucu olarak (nihayet işgalci moğollar, yendikleri bu milletin dinini kabul etmek duru­munda kalarak) müslüman oldular ve bizzat kendileri İslâm'a çağ­rı görevini üstlendiler. Ondan sonra da (otuz yıl bile geçmeden) müslümanların potasında eriyip gittiler. Aynı zamanda yerlisi çok seyrek olan (Türkistan ve Maveraünnehr gibi) memleketleri dol­durarak buralarda çoğunluğu oluşturdular ve günümüze kadar da İslâm'a çağrı görevini sürdürerek yaşadılar. Öyleki vaktiyle Çarlık Rusyası ve daha sonra da komünist rejim onlar üzerinde egemen­lik kurmasına rağmen bunu devam ettirdiler.

Müslümanların tarihte uğradığı üçüncü yenilgi ise daha önce­ki yenilgilerden (ifade ettiği anlam bakımından) farklı oldu. Çün­kü bu kez müslümanlar düşmanlarının karşısında artık kendileri­ni küçük görmeye başladılar. Bu yenilgide onlarla eşit olmadıkla­rını hissettiler. Çünkü bir ordu giriştiği bir meydan savaşında ye­nilgiye uğrayabilir, ancak her şeye rağmen savaşı biraz daha sür­dürebilecek imkanlara henüz sahipse; birinci turda kayıplar verse bile, ikinci turda atak yapabilecek imkanlarını henüz koruyor ola­bilir. Ama eğer ordu moralini kaybetmiş maneviyatı çökmüş ise, kendisini düşmanının karşısında güçsüz görüyorsa böyle bir ordu her şeyden önce yenik düşeceğine peşin olarak hükmetmiş sayılır. Aynı zamanda namusunu savunmakta olduğu ümmetin de düş­man boyunduruğu altına girmesini kabul etmiş sayılır.

İşte düşmanla girişilen bu en son meydan savaşında ümmeti­mizin başına gelen budur.

İslâm ümmetinin esasen uğradığı en büyük zarar, cihad ruhu­nun kaybedilmiş olması, hıristiy ani arın, yahudilerin ve mürtedle-rin ümmet kuvvetleri arasına alınması, ondan sonra da yenilmiş-lik düşüncelerinin ortaya çıkmasıdır. Ki bu faktörler düşmana kar­şı verilen savaşa mühürünü basmış ve halkın ruhuna boyasını ver­miş oldu. Özet olarak diyebiliriz ki, bu konuda yenilmişlik deyimi bile bizim yaşadığımız gerçekleri yansıtmak için yeterlidir.

Müslümanlar özellikle son dönemlerde yabancıların karşısın­da geri kaldıklarına, güç, bilim ve uygarlık alanında onlardan çok geri olduklarına, onların seviyesini yakalayabilmek için peşleri sı­ra adımlarını izlemek zorunda olduklarına sözde bilim yarışında ilerleme kaydetmek ve -kendi ifadeleriyle- ülkelerini kalkmdar-mak için onları taklit etmek durumunda olduklarına iyiden iyiye inanmaktadırlar. Bütün felaket ve musibetleri üzerimize çeken se­bep işte bu aşağılık duygusu ve yenilmişlik ruhudur. Evet bilim alanında onlardan geri olabiliriz.

Fakat ilerlemek ve kalkınmak için başvurulacak yol onları izle­mek değildir. Bilakis onların karşısında hiç de aşağılık duygusuna kapılmadan, (dinimizden kaynağını alan sosyal yaşam biçimimiz­den tamamen farklı bir niteliğe sahip olan) onların sosyal yaşantı­sını örnek almadan bilim kaynaklarından yararlanmamız müm­kündür.

Bizim yaşam biçimimiz -toplantılarımızda, kadınlı erkekli ka­rışık hayatımızda ve sabahlara kadar süren eğlence alemlerimiz­de, onların çizgisini izlemek suretiyle; keza giyim ve kuşamda ha­yatımız düşmanlarımızı örnek almakla onlara özenmekle sürüp gidiyor. Bununla beraber biz bunları İslâmla çelişmeyen birtakım ayrıntılar olarak meşrulaştırmaya çalışıyoruz.

Ne yazık ki birtakım çirkef insanlar ve zaman zaman siyaset adına ya da takiyye yaparak konuşan politikacılar (yani bu) men­faat odaklarından bazı cahil kimseler bu tür yargıları ortaya koy­makta, bu imajı yerleştirmektedirler. Esas amaçlan geri kalmışlık imajım ön plana çıkarmak ve bu durumu müslümanlara kabul et­tirmektir. Burada ortaya çıkan büyük sorunlardan biri ise buadamlardan başkasının hakim olamadığı medya tarafından bu yı­kıcı propagandaların yapılmasıdır.

Düşmanlar İslâm'ın kılıç zoruyla yayılmış bulunduğunu ve eğer zorlama olmasaydı İslâm'ın bu kadar geniş bir alana yayılmış olamayacağını imaj haline getirmişlerdir. Yenümişlik ruhuyla ezik­lik duyanlar ise bu savlamaya karşı İslâm'ın kılıç zoruyla yayılma-dığını, dinde zorlama olmadığım, müslümanlarm yalnızca saldırı­lara karşı ancak tepki göstermek ve bağımsızlıklarını korumak için silaha sarıldıklarını ileri sürüyorlar; heybetlerini koruyabilmek için saldırıya karşı saldırıyla cevap vermenin en uygun bir yöntem olduğunu söylüyorlar.

Fakat biz diyoruz ki hayır, İslâm'a çağrı görevinin yerine getiri­lebilmesi ve İslâm mesajının insanlık dünyasına iletilebilmesi için gerektiğinde zor kullanılabilir. Bu suretle ancak mesajın amaçlan korunabilir, onun yayılmasına, insanların bu mesajla tanışmaları­na engel olan güçler ortadan kaldırılabilir. İşte bu amaçla başvu­rulan güce Allah yolunda yapılan cihaddır. Aslında her haklı dava­yı koruyacak bir güç seferber olması lazımdır. Aksi halde batıl ide­olojiler şımaracak ve hakka karşı küstahlaşacaklardır.

Yine bu ezilmişlik ruhunun kompleksli insanları, izinde ol­dukları hıristiyan efendilerinin çocuklarını orduya ve silahlı kuv­vetler taraflarına almakla efendilerini memnun etmeye çalışıyor­lar. Halbuki eskiden ordu, cihad sancağını taşıdığı gerekçesiyle gayrimüslimlerin İslâm ordularına katılma istekleri asla kabul edilmiyordu. Fakat bu kompleksli (müslümanımsı)lar bu konuda­ki gerekçelerim şu şekilde meşrulaştırmaya çalışıyorlar; diyorlarki: Gayrimüslim vatandaşları korumaya karşılık vaktiyle onlardan cizye vergisi tahsil edilirdi. Halbuki şimdi bizzat kendileri de sa­vunmaya katılmayı kabul ediyor ve vatanı korumada bize yardım­cı oluyorlarsa aslında onların bu tutumu bizce makbuldür. Dola­yısıyla artık cizye ödemek durumunda değildirler.

Ancak biz diyoruz ki bu tez doğru değildir. Aslında cizye ayrı şeydir, askerlik hizmetinden muaf tutulmak üzere bedel ödemek de ayrı şeydir. Dolayısıyla yahudi, hıristiyan ve mürted unsurlarınİslâm ülkelerinde silahlı kuvvetlerin saflarına alınmaları doğru de­ğildir. Çünkü biz her an onların dindaşlarının hedefi bulunuyoruz. Onlara karşı cihad ediyoruz. Ve onlar da her türlü yöntemle bize karşı savaşıyorlar.

Şimdi de sözü şu şekilde bitirelim ya da özetleyelim:

1- Allah yolunda cihad, geçerliliğini kıyamet gününe kadar ko­ruyacaktır. Müslümanlar Allah'ın izniyle günün birinde evrensel rollerini üstlenmeye hazırlanacak olurlarsa İslâm'ın mesajını ko­rumak ve dışta yayılmasını sağlamak, içerde de sapıklara kaşı onu koruma altına almak için cihad sancağını tekrar dalgalandırmak gerekecektir.

2- Allah yolunda cihad etmek yalnızca ve yalnızca mü'mirile-rin yapacağı bir görevdir. Cihad hizmetlerinde kafirlere karşı diğer kâfirlerden ancak bir şartla yardım kabul edilebilir. Bu da onların müslüman olmayı kabul etmeleridir. Buradan hareketle müslü-manlar ehl-i kitabın, mürtedlerin ve müslümanlardan yolunu şa­şırmış sapıkların cihad faaliyetlerine katılma isteklerini kabul ede­mezler. Aynı zamanda İslâm kanunlarının onlara uygulanması ge­rekir.

3- Mü'min olanlar ve bununla birlikte ilahi mesajın insanlığa ulaşmasını ve İslâm nizamının yeryüzünde hayata geçirilmesini amaçlayanlar hariç, günümüzde patlak veren savaşlar sırasında ölenlerin hiçbiri şehit sayılmaz.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'ın dini­ne yardım edecek olursa -O'nun vahyettiği yönetim ve yaşam bi­çimini yeryüzünde hayata geçirmek için mücadele verecek olur­sa- Allah Teâlâ da ona yardım edecektir. Allah güçlüdür ve aziz­dir. Allah'ın dinine yardım edenler ise öyle kimselerdir ki yeryü­zünde onlara imkan tanıdığımız zaman namazı kılar, zekatı ve­rir, iyiyi-doğruyu, güzeli ve faydalı her işi her eylemi -emreder- ve öğütler -ler; kötülükten- her türlü yararsız, çirkin zararlı fiil ve eyemlerden- sakındırırlar, işlerin sonucu ise Allah'a aittir." [133]

 

Zafer

 

Hak ve gerçek olan her davanın hareket kazanabilmesi (yayılıp tutunabilmesi) için mutlak surette onu destekleyecek bir güce ih­tiyaç vardır. Aksi halde batılın taraftarları, o davayı, kuvvetlenme­mesi için bastırmaya çalışırlar.

Keza davayı tanıtacak mesajın topluma, insanlara ulaşabilme­si için de o mesajı koruyacak yine bir güce ihtiyaç vardır.

Hak ile batıl arasındaki çekişme eskidir.

Batılın yandaşları daima bir araya gelir, hakkın ve hakseverle­rin aleyhinde işbirliği yaparlar. Hak dâva ise, onu omuzlarında ta­şıyanların sahip oldukları güç oranında ancak ortaya çıkabilir, var­lık gösterebilir. Allah yolunda mesaj verenlerle karşıtları arasında­ki kavgalar da çok eskidir.

Çıkarcılar, zevk ve şehvet esirleri, itibar düşkünleri ve nüfuzlu insanlar daima haklı davanın mesajı karşısında durur ona engel olmaya çalışırlar. Çünkü hakkın ve haklının başarısında onların ve çirkef işlerin peşinde olan herkesin kaybı vardır.

Hz. Peygamber (sav)'e, vahiy inince halkım imana davet etti. Onlardan çıkarları ve sömürme hevesleri olmayanlar iman ettiler. Azgın şehvetlere ve doyumsuz arzulara sahip olmayanlar ancak onun davasına gönül verdiler.

Kureyş toplumu içinde otoritelerininin zevalinden korkan, kö­le ve cariyelere sahip, çoğunluğu oluşturan nüfuzlu elit tabaka ise ona karşı çıktılar. İslâm ise kulların kullara musallat olmasına in­sanların bir bölümünün bir diğer bölümünü baskı altına alması­na, onları sömürmesine engel olmaktadır. İnsanlara zulmeden servet sahipleri de İslâm davasına karşı çıkıyorlardı. Çünkü İslâm zulmü önler, insanların birbirlerini sömürmesine engel olur.

Keza yüksek itibara zenginlik ve güce sahip olup bu imkanlar­la insanların namusunu çiğneyenler de İslâm'a karşı çıkıyorlardı. Bu adamlar İslâm'ın mesajını aldıkları günden beri, bu yeni dinin, (bu yeni yaşam ve yönetim biçiminin) insanların birbirlerine ça­mur atmasına birbirlerinin namus ve haysiyetiyle oynayıp bu re­zaletin çamuru içinde tepinmesine izin vermeyeceğini anlamış­lardı.

Dolayısıyla Kureyşliler'in çoğu ve özellikle liderleri İslâm dava­sına karşı durmakla yetinmediler, bilakis bu davaya gönül vermiş olan, şahsiyetlere karşı eylemsel düşmanlıklarda yaptılar, güç ye­tirdiklerine işkence yapıyor, onları alaya alıyor, aşağılıyorlardı. Müminleri dinlerinden döndürmek için onlara boykot uyguluyor­lardı. Müslümanlar ise Önceleri gerek vücutlarına yapılan işkence­lere, gerekse kendilerine uygulanan ekonomik psikolojik ve mane­vî işkencelere karşı sabır gösterip dayanmaktan başka çareleri yoktu. îslâmî atağa hazırlıklar olgunlaşıp Allah'ın emri gelinceye kadar yapılabilecek tek şey o gün için bundan ibaretti.

İslâm'a çağrıyı üstlenen azınlığın Mekke'de (müşriklere karşı) silaha sarılacak ya da direniş gösterecek güçleri yoktu. Bunu yapa­mazlardı. Çünkü eğer böyle bir girişimde bulunmuş olsalardı. Mutlak surette savaşı kaybederlerdi. Ve çünkü İslâm'ın bu ilk ço­cukları henüz yeteri kadar eğitim görmemişlerdi. Dolayısıyla nefis ve maneviyat planında mükemmel bir hazırlık içinde olmayan bu müslüman azınlık kendilerini zafere götüremeyecek bir savaşa gi­remezlerdi.

Müşriklere karşı direnmek İslâm'a davet faaliyetlerini tama­men yok edebilirdi. Hz. Peygamber (sav) aslında İslâm'a davet çalışmaları için güvenli ve davetçileri Kureyş müşriklerinin eziyetle­rinden koruyacak, yeryüzünde ilahi nizamın uygulanmasını ko­laylaştıracak bir yer arıyordu. Işınlama merkezi ve hareket noktası olmak üzere bu yerde İslâm mesajını yaymak için hazırlanıyordu. Tabiatıyla İslâm'ın yolu üzerinde engel oluşturan herkese karşı di­renmeye ancak o zaman hazırlanmak mümkün olabilirdi.

İşte Hz. Peygamber (sav) bu amaçladır ki Taife gitti. Fakat ora­da reddedildi. Bu sefer de davasını kabilelere anlatmaya çalıştı. Fakat onlara Kureyşliler'in etkisi altında Hz. Peygamber (sav)'in yoluna engel oldular. Ancak sonunda Allah Teâlâ O'na Medine'yi hazırladı. O da ashabını buraya yolladı. Sonra kendisi de oraya göç etti. Orada ilk İslâm devletini kurdu ve direklerini tesbit edip erka­nım kurmaya başladı.

Elbetteki harekete geçilince Kureyşliler'le fiili bir şekilde çatış­mak, onlarla sıcak temasa girmek kaçınılmaz olacaktı. Bu neden­le, Mekke ve Medine güçlerinin karşılaşması halinde zafer elde et­mek için önceden hazırlanmak gerekiyordu ki bu karşılaşma kaçı-ılmazdı. Sonra müslümanlarla şirkin dünyadaki diğer üsleri ara­sında meydana gelebilecek karşılaşma için de yine hazırlıklı ol­mak gerekirdi ki zaten her yerde zulüm egemen bulunuyordu. Ku­reyşliler'in dışındaki diğer bütün şirk ve zulüm odakları da İslâm davasının karşısına dikilecek onun yayılmasını sınırlamak ve beşi­ğinde onu boğmak için uğraşacaklardı. Bu da yine kaçınılmazdı.

Zafer, esasında dört ana noktaya bağlıdır. Bunlar:

Hazırlıklı olmak, davaya içtenlikle inanmak, çalışıp bu çalış­mada da titizlik göstermek ve zaferi Allah'tan dilemektir. Bu dört şeyden birini ihmal etmek zaferin kaybedilmesine neden olabilir ve mücadeledeki sevabı da götürebilir.

Bu dört noktanın en birincisi hem maddi hem manevi cephe­de tam anlamıyla hazır olmaktır. Maddi bakımdan hazırlıklı ol­mak, savaşa girişilecek günde insan oğlunun elinde bulunan en son model silahlara sahip olmak ve aynı zamanda dünyada bili­nen en son savaş ve mücadele stratejilerini de bilmekle olur.

İnsan güç olarak yeterli sayıda asker bulundurmak, gıda açı­sından gerekli yiyecek stoklarına ve kaynaklarına sahip bulunmak; savaşmaktan gerçek amacın ve sonuçlarının ne olduğunu bilmek, savaşçılara kahramanlık ruhu aşılamak bakımından da manevi olarak hazırlıklı olmak şarttır. Şu bir gerçektir ki Allah yolunda öl­dürülmenin şehitlik olduğuna inanan müslümanlardan daha yük­sek morale sahip bir ordu yoktur. Müslümanlar inanırlar ki şehit­lik mertebesinin mükafatı cennettir. Cennetin ise yalnızca eni göklerle yer arası kadardır.[134]

Aynı zamanda müslümanlar, şehitlerin sonsuza dek cennette olacaklarına inanırlar; Keza sağ kalmanın da düşmanlara karşı za­fer olduğunu, Allah'ın nizamım yeryüzünde hayata geçirmek, düş­manların ruhunda heybet uyandırmak, onları ürpertmek olduğu­nu biliyorlar ki bu da düşmanın yenilgisini hazırlar.

Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve savaş ama­cıyla eğitilmiş atlar (savaş araçları) hazırlayın. Bununla Allah'ın düşmanını (aynı zamanda) kendi düşmanınızı ve daha bilmedi­ğiniz, ancak Allah'ın bildiği diğer düşmanları da korkutmuş olur­sunuz. Allah yolunda (düşmana karşı verilen silahlı mücadele sı­rasında) ne harcarsanız -karşılığı- tam olarak size ödenecektir. Haksızlığa asla uğratılmayacaksınız." [135]

Müslümanlar sırf müslüman oldukları için (mücadele verme­den) zafer elde edemezler. Çünkü İslâm, öyle bir dindir ki mucize­lerle zafer elde etmeye çalışmaz. Her ne kadar mucizeler meydana gelmiş ise de böyle bir yola başvurulmaz. Bu iş teyidle (yani her defasında Allah'ın, göklerden saflar halinde meleklerden ordular göndermesiyle) de olmaz. Teyid'in örnekleri varsa da böyle bir beklenti ile düşmana karşı savaşa girilmez. Bilakis zafer insan eliy­le (insanın harcayacağı çabayla) ve daha önce düşmana karşı çokiyi hazırlıklar yapmakla ancak kazamlabüir. Her insan gibi müslü­man da (doğal imkanlarla hazırlanmalıdır.)

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Eğer sana karşı komplo kurmak isterlerse korkma, Allah sa­na yeter. Nitekim yardımıyla seni ve müminleri vaktiyle destek­leyen o dur. [136]

Şu var ki Allah Teâlâ'nın Hz. Peygamber (sav)'e vermiş olduğu bu destek, Onun mükemmel bir şekilde hazırlanmasından, gerek­li tedbirleri tam olarak almasından ve Allah'a tevekkül ettikten sonra olmuştur.

Şu bir gerçektir ki Bedir savaşının cereyan ettiği gün melekler­den ordular inmiş ve müslümanlarla birlikte (müşriklere karşı) sa­vaşmışlardır. Gelecekteki savaşlar için de onlara moral vermişler­dir. Meleklerin Huneyn ve Uhud'da da müslümanlara destek ver­dikleri söylenmektedir. Fakat onlardan sonraki savaşlarda bu des­teği vermemişlerdir.

Bununla beraber müslümanlar yine de İslâm tarihinin ilk aşa­malarındaki savaşların çoğunda zafer kazanmışlardır. Çünkü em-rolundukları şekilde hazırlanıyor, emrolundukları gibi çarpışıyor ve Allah'a tevekkül ediyorlardı. Dolayısıyla Allah Teâlâ da onlara zafer nasip ediyordu.

Haddizatında Allah (cc) yalnız bir melek göndererek de İslâm düşmanlarının ayaklarının altından yeri bir anda çekip onları -emrederse- yerin dibine hemen batırabilir, ya da -peygamberler tarafından ona yakarılırsa- onların üzerine yeri hemen kapatabilir. Bununla beraber, müslümanların safında savaşmak üzere Allah Teala binlerce melek indirmiştir.

Şöyle buyurmaktadır:

"Vaktiyle mü'minlere diyordun ki: Rabbinizin imdadınıza üç bin melek göndermesi yetmez mi?"

"Elbette, eğer sabreder kuralları çiğnemekten sakınırsanız, onlar şu anda üzerinize gelecek olsalar, rabbiniz size nişanlı beş-bin melekle yardım edecektir."

"Allah vermiş olduğu bu sözü size sırf müjde olsun ve gönlü­nüzü rahatlatsın diye yaptı. Yardım yalnız daima aziz ve hikmet sahibi olan Allah tarafındandir."(41

{savaş sırasında müslümanlan desteklemek üzere Allah (cc) tarafından indirilen) meleklerin sayısındaki çokluktan amaç (sayı­nın çoğalmasıyla doğru orantılı olarak daha fazla) güç sağlamak değildir. Çünkü Allah (cc)'m göndereceği bir tek melek sayesinde, hatta onun (melek göndermeden) vereceği bir emir ya da bir işa­retle bile gerekli olan güç elde edilebilir. Şu var ki meleklerin yar­dıma gönderilmesinden amaç, müminlerin aslında mucize ile za­fer kazanılmayacağına (bilakis güç kullanarak ancak düşmana karşı mücadele verilmesi gerektiğine) inanmaları içindir. Çünkü eğer üstünlük yalnızca bir melekle elde edilecek olsa bunun da mucize olduğu ortaya çıkacaktır. Nitekim melekler de savaşa fiilen katılmışlardır. Ancak meleklerin katılımına rağmen Allah'ın emri olmadıkça zafer yine de elde edilemez.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Siz, vaktiyle rabbinizden imdat istiyordunuz. O da: Ben im­dadınıza ard arda bin melek göndereceğim, diye duanızı kabul etti. Allah, bunu sırf size moral olsun ve gönülleriniz huzura ka­vuşsun diye yaptı. Zafer ise yalnızca Allah tarafından dır. Allah aziz ve hikmet sahibidir."[137]

Şu halde zafer Allah'ın elindedir. Hazırlanmak ise tedbir almak babından bir şey ve müslümanların bütün imkan ve güçlerini bir araya getirmeleridir. Bu, aynı zamanda Allah Teâlâ'nm vereceği destek, ancak müslümanların hazırlık yapmalarından sonra olur, hazırlık yapılmadan, doğrudan ilahi destek beklenmez demektir. Allah (cc)'[138] vereceği destek ise zaferdir, müminlere yardımdır.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Rabbin meleklere vahyediyordu ki: Ben sizinle beraberim. Siz müminleri sabitleştirin (direnmelerini sağlayın) ben ise kâfir­lerin yüreklerine korku salacağım; Vurun boyunlarını, vurun on­ların her bir parmağını. Sebep: Çünkü onlar Allah'a ve elçisine karşı geldiler. Gerçek şu ki Allah cezayı şiddetle verendir. Siz işte şimdi tadın onu. Ayrıca kâfirler için ateş işkencesi de vardır.[139]

Şunu da hemen söyleyebiliriz ki müslümanlar hiçbir zaman sayıya bağlı olarak çok oldukları için ya da üstün silahlara sahip bulundukları için zafer elde etmemişlerdir. Bilakis iman ve içten­liklerinden aldıkları güçle ve Allah (cc)'ın yardımıyla düşmanları­nı daima yenmişlerdir. Hz. Peygamber (sav)'in değerli sahabileri-nin her münasebette dile getirdikleri gerçek de işte budur. Şimdi bu konuda Abdullah b. Ravvaha'yı ele alalım:

İmparator Herakleius komutasında yüzbin kişilik bizans ordu­sunun Balka Bölgesinde, Muab denilen yere ulaştıklarını müslü­manlar haber aldıktan sonra Abdullah b. Ravvaha Mute Sava-şı'ndan önce onları cesaretlendiriyor, onlara moral vermeye çalı­şıyordu. (Çünkü şartlar çok ağırdı). Hıristiyan araplardan Lakhnı, Cüzam, Bahra, Beliy ve el-Yakiyn kabileleri de yüzbin kişilik bir kuvvet olarak Bizanslılar'a katılmışlardı. Bu suretle Bizans Ordu-su'nun sayısı ikiyüzbini bulmuştu. Halbuki müslümanlar üçbin kişiden bile fazla değillerdi. Abdullah b. Ravvaha bir ara ayağa kal­karak şu konuşmayı yaptı:

'Arkadaşlar! Allah'a yemin ederim ki nefret ettiğiniz şu ölüm varya, bizzat uğrunda yola çıkıp aramakta olduğunuz şeyin ta ken­disidir, ki o da şehitlik mertebesidir. Şunu biliniz ki biz ne sayıyla, ne güçle, ne de çoklukla elaleme karşı savaşıyoruz. Bilakis yalnız­ca Allah'ın bize bir ihsanı olan bu dinle onlara karşı koyuyoruz. Öyle ise haydi davranın. Sonuç ise mutlaka şu iki güzel şeyden bi­ri olacaktır. Ya zaferdir ya da şehitlik mertebesidir."

Bunun üzerine Abdullah b. Ravvaha'yı dinleyenler:

- Vallahi de Ravaha'nm oğlu doğru söylüyor, dediler ve ordu hedefin üzerine atıldı.

Esasen zafer Allah'ın elindedir. Bu ise imamî bir gerçektir. Müslümamn, aklının, herhangi bir nedene takılmaması için de onun her halükarda iyi hazırlanması ve çok çalışması şarttır. Fakat onun sırf kendi imkan ve gücüyle zafer elde etmesi mümkün de­ğildir. Çünkü temelde üstün gelmek sırf Allah'ın elinde olan bir şeydir. Tedbir almaktan başka bir çareye baş vurmak durumunda olmayan insanın ise elinde hiçbir şey yoktur.

İkinci noktaya gelince bu da mücahit kişinin (yani savaşçı müslümamn) bütün içtenliği ile Allah'a yönelmesidir. İslâm'da sa­vaşın tek ve temel amacı ise, Allah'ın sözünün yeryüzünde üstün olmasıdır. (Yani Allah Teâlâ'mn vahyettiği Kur'an'la belirlenmiş olan yüce İslâm şeriatının hayata geçirilmesidir.) Aksine savaş, di­ğer herhangi bir dünyevi amaca yönelik olmamalıdır; ta ki müslü-man savaşı zafer elde edebilsin ya da şehitlik sevabına nail olabil­sin. Ashaptan Ebû Musa şunları anlatıyor, diyor ki:

Hz. Peygamber (sav)'i ziyaret eden bir adam O'na:

"Kimi var ki ganimet için savaşa gider, kimisi, desinler diye, kimisi de ordudaki önemli yerinin göze çarpması için savaşa ka­tılır. Bunlardan hangisi Allah yolunda bulunmuş sayılır?" diye sordu. Hz. Peygamber (sav):

"Kim sırf Allah'ın sözü üstün olsun diye çarpışırsa, işte O, Al­lah yolunda cihad etmiş sayılır," diye cevap verdi.

Şu halde müslüman kişi bir liderin, bir kralın, bir partinin, bir kitlenin, bir ırkın ya da bir devletin egemenliği uğrunda savaşa-maz; Aynı şekilde baştakini devirip yerine bir diğerini geçirmek, li­derin birini öbürüne tercih etmek, partinin birini diğerinin yerine işbaşına getirmek ya da cahili bir yönetim şeklini bir başka cahili sistemle değiştirmek gibi amaçlarla da müslüman kişi savaşamaz. Fakat müslüman kişi yeryüzünün her yanından zulmün kazınma­sı, dikta düzenlerinin bertaraf edilmesi, nerede olursa olsun cahili yönetim biçimlerine son verilmesi için ancak savaşır ve müca­dele eder. Dolayısıyla yeryüzünün tümü müslüman için çalışma alanıdır.

Müslüman kişi bir toprağı, bir memleketi ele geçirmek ve ora­yı sömürüp servetlerini işletmek zenginliklerini yağmalamak, hal­kını kendi hizmetlerinde çalıştırmak, orayı kendi ticareti için bir pazar haline getirmek ve ürettiklerini pazarlayacak bir mekan yapmak için değil, bilakis insana özgürlüğünü kazandırmak ve onu kula kul olmaktan, onu mala, paraya, şehvete ve sömürüye tapmaktan kurtarmaktır.

Müslüman kişi, ne kapitalist ne komünist, ne ekonomik ne de sosyal herhangi yapay bir dünya düzeni için de savaşamaz. O, an­cak Allah Teâlâ'mn belirlediği sistemin yeryüzünde uygulanması. İlahi hükümranlığın insanlık tarafından kesin şekilde kabul edil­mesi için ancak savaşır ve mücadele eder. İşte niyeti, düşüncesi ve ideali bu olan müslüman kişi ancak Allah (cc)'m takdir buyuraca­ğı destek ve zaferi haketmiş olur. Bu niyet ve amaçla savaştığı sıra­da öldürülecek olursa şehitlik mertebesine erer.

Üçüncü noktaya gelince bu da amel ve takvadır.[140]

Çünkü sırf maddi olarak hazırlanmak yeterli değildir. Bunu mümin olsun kâfir olsun her savaşçı yapar. Aynı zamanda yalnız­ca niyet etmek ve amacı, ideal edinmek de yeterli değildir. Bunun­la birlikte çalışmak, çabalamak ve uğraşmak da gereklidir. Hare­ketten soyutlanmış olan iman ve inançta da hiçbir yarar yoktur. Evet iman hali, küfür halinden ayrıdır, fakat hareketsiz bir iman yürekle iyice yerleşmiş bir iman sayılmaz. Çünkü eğer iman sağ-lamsa, yürekle birlikte bütün organlar da iman edecek, eylem de yürekteki imanı kanıtlayacaktır. Dolayısıyla kişi, Allah'ın tüm emirlerini yerine getirmiş, yasakladığı her şeyden sakınmış ve ge­rek gizli gerekse aşikar durumlarda Allah'tan daima korkmuş ola­caktır.

İşte bu şekilde yaşayan mü'min ancak gerçek bir mü'mindir.

Eğer müslümanlar böyle olursa Allah'ın takdir buyuracağı za­feri hak etmiş olurlar. Çünkü yaratıcılarına karşı yükümlü oldukla­rı görevleri yerine getirmekle Allah'ın dinine yardım etmiş (ve bu dinin yeryüzünde hayata geçmesiyle gerçekleşen zafer uğrunda her şeylerim ortaya koymuş olacaklardır.)

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Eğer Allah'ın dinine, (onun yeryüzünde uy­gulanmasını emrettiği yaşam ve öynetim biçimine, hayata geçiril­mesinde) yardımcı olursanız, Allah'da size zafer nasip eder ve (düşman karşısında) ayaklarınızın üzerinde durmanıza yardım eder." [141]

Şu halde Allah'ın vadettiği zafer, mü'minlerin kendi içlerinde (kendi ruhlarında, niyet ve kalplerinde) Allah'ın dinine yardım et­meleri şartına bağlıdır. Allah'ın vadettiği zafer gerçekleşip mü'minler de inançlarına içtenlikle bağlılıklarını sürdürecek olur­larsa Allah Teâlâ bu kez onları sapmalardan sapıklıklardan ve lüksyaşam sevdasından koruyacak onları yeryüzünde egemen ve hü­kümran kılacaktır.

Müslümanlar hazırlıklarım tamamlayıp niyette ve çalışmada içtenlikle davranarak yükümlülüklerini yerine getirdikleri takdirde Allah Teâlâ onların zafer dileklerini gerçekleştirir. Allah'ın değiş­meyen yasalarına göre artık müslümanlara bu şartlar içinde zafer nasip olur.

Şurası çok ilginçtir ki Hz. Peygamber (sav) Bedir Harekâtı sıra­sında askerlerini savaş düzenine koyup komuta çardağına dönün­ce yanında yalnızca Hz. Ebubekir (ra) vardı. Başka hiç kimse yok­tu. Allah'ın elçisi işte bu sırada ellerini kaldırarak (vaktiyle) ona za­fer vadetmiş bulunan Allah Teâlâ'ya yakarmaya başladı. Şöyle di­yordu:

"Allahım! Şu küçük birliği eğer bugün yok edecek olursan yeryüzünde artık ibadet edilmez olursun."

Bu yakarışlara tanık olan Hz. Ebubekir (ra) dayanamayarak:

"Ey Allah'ın elçisi! Yakarışlarına ara ver. Şu bir gerçektir ki Allah Teâlâ sana verdiği sözü yerine getirecektir."

Nitekim Allah'ın vadettiği zafer, gerçekleşti. Bedir günü hak ile batılı birbirinden ayıran bir fasıla oldu. Bu suretle müslümanlar ilk dönemlerinde girdikleri bütün savaşlardan başarıyla çıktılar. Ne varki emrolundukları görevleri ihmal etmeye başlayınca zamanla dengeler bozuldu ve yenilgi adeta onlara yapışan bir marka haline geldi. Öyle ki -Allah korusun- bu kez de müslümanlar dinlerine karşı olan güvenlerini yitirmeye başladılar.[142]

 

Müslüman KişininGörevve Yükümlülükleri

 

İslâm kendi mensuplarına hayattaki temel görevlerini açıkla­mıştır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyurmaktadır:

"Ben, yalnızca bana kulluk etsinler diye cinleri ve insanları yarattım. Ben onlardan azık istemiyorum; Beni beslemelerini de istemiyorum. Aslında -herkesi- geçindiren ve çok güçlü olan O'dur. [143]

Bu âyetteki kulluk sözünden anlaşılan yalnızca (namaz, oruç, hac vb. gibi) rutin ibadetler değil, bilakis daha geniş boyutta bir kulluk anlamı bulunmaktadır. Bunu da beş ayrı şıkta açıklamak mümkündür:

1- Rutin ibadetleri yerine getirmek: Hz. Ömer'in oğlu Abdullah şunları anlatıyor, diyor ki: Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurdular:

"İslâm beş temel üzerinde kurulmuştur: Allah'ın bir olduğu­na ve Hz. Peygamber (sav)'in de onun elçisi olduğuna şehadet et­mek, namaz kılmak, zekat vermek, hacca gitmek ve ramazan orucunu tutmak. [144]

Ancak bunları doğru ve içtenlikle Allah'ın sırf hoşnutluğunu kazanmak şartıyla yapmak, dünyevi bir amaç güderek, korkudan ya da herhangi bir nedenle yapmamak. Hz. Ömer (ra) da şunları naklediyor:

"Hz. Peygamber (sav)'in şöyle dediğini dinledim: "Ameller ni­yetlere göredir. -Dolayısıyla- kişi neye niyet etmişse ona göre (Al­lah tarafından) yargılanır. Bu nedenle Allah'a ve elçisine -taraf ol­mak için- göç edenler bu niyetle göç etmiş olmanın mükafatına nail olurlar. Yok dünyevi bir amaçla ya da göz koydukları bir ka­dınla evlenmek için göç edenler de bu niyetlerine göre karşılık alırlar. [145]

Tabiatıyla, akrabalarına karşı sevgi ve ilgi bağlarını kesmemek, anne ve babaya karşı gelmemek, suretiyle ve zina, şirk, yalan yere şahitlik, haksız yere can almak, sihirle uğraşmak, riba (faiz) yemek, suçsuz ve hiçbir günahkarlıktan haberi olmayan namuslu kadın­lara ahlâksızlık suçlamasında bulunmak, yetim malı yemek ve İs­lâm devletinin ordusunda silah altındayken cepheden firar etmek gibi çok büyük günahları işlememek şartıyla ancak kulun yapaca­ğı ibadet Allah katında makbul olabilir.

2- Müslüman kişinin temel yükümlülüklerinin başında Al­lah'ın indirmiş bulunduğu vahye ve Hz. Peygamber (sav)'den sağ­lam ve mütevatir şekilde nakledilmiş olan gerçeklere bir bütün olarak kemal derecesinde inanmaktır. Çünkü iman etmeden hiç­bir söz ve eylem geçirli değildir. Aynı zamanda Allahtan gelmiş olan mesajların tümünü -bir zorunluk yokken- yorumlamadan teslim etmek ve kabullenmek Allah'tan gelmiş bütün bilgilere tam olarak iman etmektir.

Esasen bu bilgiler içinde gizli bir şey yoktur. (Sanıldığı yada ileri sürüldüğü gibi) âyetlerin bir iç, bir de dış anlamı diye bir şey yoktur. Hakikat ve şeriat olmak üzere farklı manalara geldiği yo­lundaki sözlerin aslı yoktur. Bütün bunlar açık bir küfürdür. Nitekim İslâm düşmanlarının etkisi altıda ve onlar tarafından müslü-manlar arasında yapılan propagandalar yüzünden birçok batınî kamplar oluştu. Sahtekârlar ve şarlatanlar da amaçlarına ulaşmak için bu tür sözleri kullandılar. Sonuçta gerek gafil müslümanımsı-ları aldatma faaliyetlerinde, gerekse doğrudan İslâm'a karşı girişi­len saldırılarda Kur'ân-ı Kerîm hakkındaki spekülatif yorumlar tehlike oluşturdu.

3- Müslüman kişinin sorumluluklarından biri de dünyaya va­ris olma misyonundan hareketle yeryüzünü kalkındırmaktır ki bu ideal, toprağın türlü servetlerini işlemek için faaliyetlerde bulun­mayı, yeraltı zenginliklerini, çıkarmayı, bilimsel çalışmalarla, di­namizmle yeni yeni buluşlarla ve bu yolda yararlı sonuçlar elde et­mekle yaşam düzeyini yükseltmeyi gerektirmektedir. Nitekim İs­lâm yurdunun dışında bilimsel bir gelişme ya da yeni bir buluş kaydedildii zaman bunu aralarında yaymak ve aynısını gerçekleş­tirmek için müslümanlarm da bu gelişmelerden kendilerine yete­cek ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadarını almaları kaçınılmaz bir görevdir. Bu, müslümanlar için bir farz-ı ayndır. Bunu yapma­dıkları takdirde ise yapmaya gücü yetenlerin tümü ya'da sorumlu­lar günahkar olurlar.

Yeryüzünün kalkandınlmasmda ihmalkar davranmak, tem­bellik etmek ve azla yetinmeye çalışmak son derece tehlikelidir. Çünkü böyle bir tutum, yeryüzünün kalkındırılması ve insan türü­nün dünyaya varis olması konusundaki Allah emrine aykırıdır. Ay­nı zamanda böyle bir tutum izlemek müslümanları geri bırakma­ya ve üretim güçlerini zayıf düşürmeye dene olur. Nitekim İslâm düşmanları, zühdü (yani azla yetinerek bir lokma bir hırkayla ya­şama anlayışını) daima müslümanlar arasında yaymaya çalışmış, vaktiyle müslümanlar arasında fitnelerin patlak verdiği (İslâm ta­rihinin ilk dönemlerinde) bu kavgalardan uzak durmaya çalışan­ları örnek göstererek onları dünya hayatından soğutmuş, dünya­dan el etek çekmeye özendirmişlerdir.

Zühd anlayışının tutunmasıyla birlikte sonuç olarak bu geliş­menin ardından batınilik düşünceleriyle karışan bir takım mistik akımlar yayılmaya başladı. Onunla pekişerek lokma hırka geçinenmiskin tiplerle kafasını öne eğip kamburunu çıkarmış cahillerden oluşan tembel bir zümrenin peydahlanmasına neden oldu. Hal­buki bu iki tip de nereye gideceğini kestirememekte, hangi doğrul­tuda yönlendirildiğini bilememekte idiler. Aynı zamanda bu batı-ni-mistik düşünce ortamında İslâm'ı içeriden yıkmayı planlayan ajanlarla şehvetlerine tapan, cinsel arzularının karşısında dize gel­miş ve bu arzunun peşinde sürünen sapıkların ya da maddenin kulu olmuş paraya tapan ve çıkar peşinde koşuşturan insanlar or­taya çıktı, işte bu kanaldan da bazı tasavvuf çul ara ibahiyecilik dü­şüncesi bulaştı. Dayanışma adı altında (günah ve yasak tanıma­yan ilişkiler kurularak) sözde hizmet propagandası yapıldı. Ondan sonra da sufilik bu amaçdan hareket ederek başını aldı yürüdü.

İslâm düşmanları birtakım batini kampların kurulmasına önayak olarak İslâm'ı içenden infilak ettirmek amacıyla komplolar kurdular. Bunun sonucu olarak herhangi bir yolla sufilik ortaya çıktı ya da batıniler sufi kamplarının içine sızarak onları kendileri­ne doğru yönlendirdiler. Nitekim tasavvufçuların ileri gelenlerin­den bazılarının sözleri, onların temelde batmîlerle aynı çizgide ol­duklarına işaret etmektedir. Aynı zamanda tutum ve davranışla­rında da her iki kampı birbirine bağlayan kanıtlar vardır.

4- Müslümanların yine evrensel anlam taşıyan görev ve yü­kümlülüklerinden biri de îslâmî esaslara dayalı bir yönetim şekli­ni kurmak ve bu suretle Allah'ın emrettiği sistemi hayata geçir­mektir; Kur'ânî müeyideleri uygulamak, yine İslâm'ın temel kural­larından ve İslâmî sistemden hareketle ekonomik sosyal ve idari birçok alternatifler geliştirmektir.

5- Müslümanların bir diğer temel görevi de zulüm ve baskıyı, insanların köleleştirilmesini ve onların çeşitli ahlâksızlıklara, şeh­vetlerin sebep olduğu rezaletlere batmalarını önlemektir.

İşte bu görev ve yükümlülükleri yerine getiren her müslüman, uğrunda var olduğu amacı gerçekleştirmiş olur. Bundan kaçman ise varlığının gereği olan ödevini iptal etmiş sayılır ki onun varlığı boş ve amaçsız kalır. Bu varlığın birinci derecedeki değeri (olan kulluk görevinin) kaynağını aldığı yüce anlam da ortadan kalkmışolur. Sonuç olarak kişi, insanlık değerini tamamen yitirmiş olur. Bu suretle de hayvansal bir yaşam tarzı içine girer ki yer yüzünü anarşiye boğmak pahasına bile olsa artık onun tek amacı yemek, içmek, çiftleşmek ve arzularım doyuma ulaştırmaktan öte bir şey değildir.

Müslüman kişinin yine Önemli görevlerinden bazıları da, dü­şüncesini açıkça ortaya koymak, amirin (yöneticinin) öğütlerini dinlemek, emirlerini yerine getirmektir.

Temimü'd-Darî'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (.sav) şöyle buyurmaktadır:

"Din öğüt dinlemektir; din öğüt denilmektir; din, Allah'ın, müslümanları yönetenlerin ve tüm genelin öğütlerini dinlemektir.

Cünade b. Ümeyye de şunları anlatmaktadır. Diyor ki: Ubade b. es-Samit'in ziyaretine gittik, hastaydı. Şöyle konuştu, dedi ki: "Hz. Peygamber (sav) bizi davet etmişti. Biz de gidip ona biatte bulunduk. Bize üstleneceğimiz sorumlulukları şu şekilde kabul et­memizi telkin buyurdular:

"Kederde ve kıvançta, darlıkta ve ferahlıkta sözlerimi dinle­yip emirlerine boyun eğeceğinize, beni kendinizden önde tutaca­ğınıza, çok açık bir küfür (yani İslâm'dan çıkma suçunu işlediğine dair elinizde Allah'tan açık bir kanıt bulunmadıkça işin ehline (ya­ni başınızdaki yöneticilere) karşı siyasi rekabete girişmeyeceğini­ze dair biat ettik (deyiniz.)" [146]

 



[1] islam düşünce yapısında Ümmet kavramının yeri çok önemlidir.

Islamm evrensel boyutlarından biri de ümmet kavramında gerçek ifadesini bulur. Çünkü ümmet kainatın bütünlüğü içinde insanlık dünyasını Allah'ın mutlak ve sınırsız hükümranlığına bağlamak; dünyada bir tek kişinin bile mut­suz yaşamaması için bütün insanları en geniş anlamıyla ırklar üstü bir dünya kardeşliği şemsiyesi altında toplamak; zulmün her türlüsünü ortadan kaldırarak yeryüzünü Özgür bir dünyaya dönüştürmek ve kökeni, ırkı, rengi, kültürü, dili ne olursa olsun beşer cinsine yüce şeriatın şaşmaz adaleti karşısında eşitlik sağla­mak üzere Kur'an'ın önerdiği en büyük organizasyondur.

Bu organizasyonu gerçekleştirmek -ümmet düşmanlarının ileri sürdüğü gi­bi- bir ütopya değildir. Müslümanlara Allah tarafından yöneltilmiş bir ideal, bir dava, onlara yüklenmiş bir görev ve uygulanmış bir sınavdır. Dolayısıyla müslü-manlar bu organizasyonu hangi çapta gerçekleştirebilirlerse ümmet olma şere­fine o kadarhk bir oranda sahip olmuş olurlar. Dünya miislümanlan kendi ara­larında organize olmadıkları (yani islam ümmetini yeniden ihya etmedikleri) takdirde insanlar üzerindeki zülüm ve baskılar devam edecektir. Bundaki so­rumluluk ise tüm müslümanlara ait olacaktır Dolayısıyla dünyada işlenen cinayetlerin, gaspedilen hakların, çiğnenen değerlerin, yağmalanan servetlerin, kirletilen namusların vebalini paylaşma­mak için dünya müslümanları, ümmeti yeniden hayata kavuşturmak zorunda­dırlar.

İslam düşmanlarının en büyük hedeflerinden biri de, müslümanların üm­met olma idealini her çareye baş vurarak sabote etmektir. Bu amaçla müsİü-manlar arasında ırkçılık, ölücülük, laiklik, tarikatçılık ve demokrasi gibi sapık düşünce ve ideolojilerin propagondasına çok büyük ağırlık vermektedirler. Çün­kü bu düşünce ve ideolojilerin hepside insanları farklı kitlelere, partilere, kamp­lara, fraksiyonlara, lobilere ve sosyal sınıflara bölmek, ya da tarafsızlık sloganıy­la uyuşturarak onları, din namus, vicdan, utanç ve haysiyet gibi her türlü ahlak ve disiplin kayıtlarından soyutlayarak dejenere etmek için kurulmuş birer şeyta­ni tuzaktır.

Ümmet bilincine sahip olma duyarlılığını bir suç gibi gören ve şerefli rnüs-lümanlara bu yüzden "ümmetçi" diyerek sözde onları aşağılamaya çalışan bazı gafiller vardır. Bunların, ümmet bilincine sahip olmayan bir müslüman düşünü­lemeyeceğini bilmeleri gerekir. Müslümanlar, bu tür suçlamalarda bulunanlara ancak şairin şu sözleriyle cevap vermeyi uygun görebilirler:

Duydum bana kelp demiş Tahir,

İltifatı sözlerinden zahir;

Mezhebim Malikidir Zira,

Mezhebimde Kelp Tahir.

Kısaca ifade etmek gerekir ki; her müslüman ümmetçidir, ümmetçi olma­yan yoktur, çünkü olamaz. (Mütercim)

[2] Aslında bu çok öziü İfade, ümmetin, insanlık tarihi boyunca sürekli var olduğu anlamını vermemektedir, ki doğrusu da budur. Çünkü peygamberlerin gelişleri arasında zaman zaman fetret dönemleri yaşanmıştır. Son peygamber olmasına rağmen Hz. Muhammed (sav)'den sonra da yine kopukluk baş göster­miş İslam ümmeti ne yazık ki tekrar tarihe gömülmüştür. Ancak İslam'ın dünya üzerindeki kalıcı mührü ve derin izleri sayesinde ümmetine yeniden canlanma gayretlerine tarih tanıklık etmiştir. Nitekim çağımızda da böyle bir sevindirici gelişme gözlenmektedir.

Çok küçük bir azınlık bile olsalar müslümanların dünya üzerinde her za­man varlıklarım sürdürebilmeleri, kıyamet kopuncaya kadar ümmetin yeniden ihya olabileceği şansına sahip olduğumuzu hatırlatmaktadır. Dolayısıyla üm­metin mecut olmadığı dönemlerde bile bu ideal dünya müslümaniarının yüre­ğinde her zaman yaşamış, bu dâva tartışılmış ve gündemde tutulmuştur.

Yazarın yukarıda: "Ortak inanç kurumu devam ettiği sürece ümmet de var demektir." sözünden ümmetin günümüzde var olduğu anlamını çıkarmak mümkan değildir. Sadece ortak inanç kurumunun devam ediyor olması ümme­tin var olduğu anlamına gelmez. Çünkü ümmet yalnızca aynı şeylere inanan ve bu değerlerden hareket etseler bile aynı ilkeleri birbirlerinden bağımsız olarak uygulayan dağınık bir topluluk değil, aynı zamanda dünya çapında organize bir kitledir. Şu halde bir topluluğa ümmet denebiîmesinin şartları:

1- Ortak inanç kurumuna bağlı olmak

2- Siyasi, Sosyal ve ekonomik alanlarda organize olmuş bulunmaktır.

İslam ümmeti bu anlamda günümüzde mevcut değildir. Sonuç olarak diye­biliriz ki ümmet yoktur, ama müslümanlar dünyada dağınık ve serpilmiş halde vardır. (Mütercim

[3] Enbiya sûresi, ayet 48-92.

[4] Zuhruf sûresi, âyet 22

[5] Kanaatimizce burada ümmetten amaç dünyadaki dağınık müsiüman-lardır. Çünkü ümmet henüz yapılanmamış, dünya müslümanlan dağılalı beri henüz organize olamamışlardır. İiahi nizamı hayata geçirebilmek için müslü-manlarm yapması gereken daha çok şey vardır ki bunların başında ve herşeyden önce dünyada bir islam devleti kurmaktır. Halbuki müslümanlar günümüzde adeta Mekke devrini yaşamaktadırlar; Birbirlerinden kopuk ve dağınıktırlar, ara­larında işbirliği ve dayanışma için gerekli elverişli ortam henüz oluşmamıştır.

Siyonist -Haçlı ittifakının islam toprakları üzerindeki işbirlikçileri olan müslümanımsi çoğunluk tarafından sıkı bir çember içinde tutulmakta büyük tehlikelerle burun buruna yaşamakta ve her gün sayısız kayıplar vermektedirler. (Mütercim)

[6] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/175-187.

[7] Bu da onlardan herbirine göre kendisinden başkası değildir (Mütercim).

[8] Kehf sûresi, âyet 110

[9] Hz. Ayşe (ra)'dan rivayet edilmiştir

[10]  Buhari-Müslim

[11] tbn Kesîr, el-Bidaye ve'n-Nihâye

[12] Şerhu's-Sünneh, el-Bağavi 10/44.

[13] İbni Kesîr, el-Bidaye ve'n-Nihaye

[14] Hucuraî Suresi; Ayet, 13

[15] Burada amaçlanan, toplum fertlerinin ekonomik açıdan eşitliği değildir. Çünkü bu eşitlik sadece rejimle sağlanamaz ancak adaletli uygulamalarda yakla­şıklık temin edilebilir. Amaçlanan, toplumlararası refah eşitliğidir (Mütercim).

[16] Taberi Tarihi

[17] Müslim-tmaret (Emirlik) Babı

[18] Müslim-Imaret (Emirlik) Babı

[19] ŞECERE (Soyağacı): Belli kişi ve aiİeierin, atalarını gösteren kronolojik liste. Bu tür listeler arasında -yazarın da söylediği gibi- düzmece olanlar çoktur. Ancak gerçek şecereler de vardır.

Şecere düzenlemenin nedenleri ise çeşitlidir. Bazen kişi "Safkan" olduğunu {yani belli bir sosyal sınıftan geldiğini ve genelin üstünde bir ayrıcalığa sahip ol­duğunu) anlatmak için böyle bir belgeyi ortaya koyma gayretini gösterir ki bu gayret, İslâm ahlâk ve anlayışına tamamen aykırıdır. Esasında "safkan" özelliği, seçkin cinsin avantaj ve veriminden yararlanmak amacıyla, Örneğin Holstein ve Montafon inekleri, Legorn horoz ve tavukları ile İngiliz ya da arap atı gibi cins hayvan türlerinin belirlenmesinde ancak aranabilir.

Tanışmak ve kendini tanıtmak amacıyla kişinin, dinini, kültürünü ve tarihi­ni paylaştığı topluma dayandığını söylemesi çok kere gerekli hatta zorunlu ola­bilir. İslâm'ın ve bilimin kabul ettiği budur. Ancak gerek şecereye dayanan soyca üstünlük davasının, gerekse şovenist düşünceyle güdülen ırk üstünlüğü davası­nın ne İslâm'da ne de bilimsel anlayışta yeri vardır. Bu nedenledir ki "Ne mutlu Türküm diyene" ve "Bir Türk dünyaya bedeldir." gibi sözlere bizzat Türkler bile daima gülüp geçmişlerdir Şecere denilen belgeler doğu ülkelerinde -daha çok- soyluluk yarışında bir araç olarak kullanılır. Tanınmış kişi ve aileler, toplumdaki statülerini koruyabil­mek veya misyonlarını sürdürmek için bu tür belgelere dayanmaya, bunları bir amaç olarak kullanmaya eskiden beri çalışmışlardır. Bu grupların en belirginle­ri ise özellikle tarikat şeyhliğini üstlenmiş olan aile ve şahıslardır. Tarikat şeyhli­ği statüsü son asırlarda oluştuğu için tarihte çok yeni bir gelişmedir.

Ancak Seyyitlik unvanını korumak için Haşimiler hemen her çağda soy şe­cerelerini muntazam olarak düzenler ve devrin resmi otoritelerine onaylatırlar-di. Bu Özelliğe sahip şecereler parmakla sayılabilecek kadar azdır. Geriye kalan­lar ise aile içinde yazılıp çizilen ve rivayetlere dayanan şecerelerdir. Bu aileler gerçekten seyyit ya da, şerif bile olsalar ellerindeki şecereler bunu bilimsel açı­dan kanıtlayacak özellikte değildir.

Esasen İslâm hukukunda Haşimi Hanedanı'nın belli bir statüsü olduğu için bu aileden gelenlerin adları vaktiyle özel nüfus kayıtlarına geçirilirdi. Çünkü bunlara, zekat, fitre ve adak gibi ödenekleri kabul etmek yasaktır.

Ne büyük bir ilahi tecellidir ki bu aileden gelen insanlar zamanla diğer top­lulukların içinde erimiş ve sünnetullah hükmünü icra etmiştir. Bu suretle hem sosyal bir sınıfın oluşma imkanı ortadan kalkmış, hem de Hz. Peygamber'in bu torunları, İslâm'ın yardım kurumlarının şemsiyesi dışında kalıp perişan olmak­tan kurtulmuşlardır. Ayrıca tüm ümmetin manevi atası olan Hz. Muhammed gi­bi evrensel bir şahsiyetin belli bir aileye maledilerek küçültülmesi ve çoğunlu­ğun bu şereften yoksun bırakılması ihtimalleri de böylece ortadan kalkmıştır. Çünkü zaten her insan temelde peygamberzadedir (Peygamber torunudur.) Çünkü her İnsan Hz. Adem'in soyundan gelmektedir ki Hz. Adem ilk insan ve ilk peygamberdir (Mütercim).

[20] Müslim İmaret (Emirlik) Babı

[21] Buhari

[22] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/189-208.

[23] Fizilali'l-Kur'an

[24] Tin sûresi, âyet 4

[25] Fizilali'l-Kur'an.

[26] Fizilali'l-Kur'ân

[27] Bakara sûresi, âyet 30

[28] Isra sûresi, âyet 70.

[29] Mâide suresi, âyet 32

[30] Buhari.

[31] tbni Mace

[32] Nisa sûresi, âyet 92-93

[33] Bu hadisi Abdullah b. Mes'ud rivayet etmiştir

[34] Ebû Davud, Tirmizi ve Neseî.

[35] Bakara sûresi, âyet 124.

[36] Al-i İmran sûresi, âyet 57

[37] Enbiya sûresi, âyet 29.

[38] Şura sûresi, âyet 42

[39] Hucurat sûresi, âyet 11-12

[40] Buharı - Müslim

[41] Müslim-Buhari

[42] Ebudavud

[43] Hiç kuşku yok ki bu sözlerle amaçlanan toplum İslâm ümmetidir (Mü­tercim

[44] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/209-222.

[45] Müslim-Mesâkât: Gıda maddelerinin ticaretinde ihtikar babı

[46] Bakara sûresi, âyet 275-276.

[47] Nisa sûresi, âyet 160-161

[48] Buhari, Müslim (Aynı zamanda İmam Malik Muvatta'da rivayet etmiştir.)

[49] Harmani: Saygın kişilerin eskiden giydikleri bol bir giysi türü (Mütercim)

[50] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/223-231.

[51] Bakara sûresi, âyet 282

[52] Buhari, Müslim, Ebû Davud... (Buhari Hayız Babı).

[53] İbni Mace, Nikah babı

[54] Tirmizi

[55] Buharı, Ahmed ve her dört Sünen'in sahipleri

[56] Es-Sımt'us-Semin

[57] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/233-250.

[58] Hucurat sûresi, âyet 10

[59] Buhari-Müslim

[60] ve kabilesine karşı nasıl din kardeşinin safında yer aldığını anlayalım:

 

[61] Mücadele Suresi, Ayet: 22

[62] Ebuzer'in; "Birine sövdüm" dediği adamın, onun kölesi olduğu anlaşıl­maktadır. (Mütercim)

[63] Buhari

[64] Hucurat sûresi, âyet 9

[65] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/251-267.

[66] Ehl-i Zimmet" terkibi bir İslâm hukuku terimidir. Müslüman olmayan vatandaşlar aniamına gelir. Bunun yerine "Zımmîler" de denir, tekili zımmîdir (Mütercim).

[67] Tevbe Suresi, Ayet; 29

[68] Belki yazarın ele aldığı açıdan değil, fakat bir başka açıdan köle konusu­na açıklık getirmek pek lüzumludur. Bilindiği üzere islam düşmanları zaman za­man bazı konulan gündeme getirip bunları dillerine dolayarak islamı suçlama­ya çalışırlar. Bunlardan biri de kölelik konusudur. Aslında kölelik, islamdan çok daha önceleri bütün dünya milletleri arasın­da kurumlaştınlmış bir toplum gerçeğiydi. Güçlü insanlar güçsüzleri aynen hay­van kabul ediyor, onları alıp satıyor, ırzlarını kirletiyor, işkence ediyor ve hatta is­tekleri zaman öldürebiliyorlardı. Köle denilen insanın yaşamını ve özgürlüğünü teminat altına alan hemen hemen hiç bir müeyyide yoktu.

Kölenin hayatı ve geleceği tamamen efendisinin elindeydi. Eski çağlarda Roma diktatörlerinin ve Mısır Firavunlarının emriyle yapılan piramitlerin, tapı­nakların, sarayların, barajların ve benzeri büyük tesislerin inşaatında yüzbinler-ce köle kırbaç altında çalıştırılmış, bunların çoğu, bu ağır işlere dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdir. Hatta stratejik önemi olan yapıların inşaatında ça­lıştırılan köleler, bu tesislerdeki sırları başka kimselere sızdırmasınlar diye suç­suz yere hunharca öldürülmüşlerdir. İnsanlık tarihi bu cinayetlerin meçhul kal­mamış olan maalesef ancak çok azını belgeleyebilmiştir.

İşte islam devletinin kurulmasıyla beraber kölelik kurumunun bu şekli müslüman toplum içinde hiç bir zaman oluşmamıştır. Islamın köleliğe yeni bir düzenleme getirdiği ve kölelere belli haklar verdiği yolundaki kanaatlar da yan­lıştır. Bilakis îslam, kölelik kurumunu hiç bir zaman tanımamıştır. Ancak Isla­mın esirler için yaşadığı statü, onun kölelik sistemini tanıdığı şeklinde yorum-lanmasıyla bu yanlışlık doğmuştur.

Bilindiği üzere tarihin her döneminde ve dünyanın her yerinde savaş esir­leri için belli yasalar uygulanmış ve çok kere esirler ellerine düştükleri düşman­ları tarafından insanlık dışı muamelelere uğramışlardır, insan hayatının, şerefi­nin, hak ve haysiyetinin korunması amacıyla kurulmuş olan günümüzün ulus­lararası dev organizasyonlarının bile her türlü çabalarına rağmen insanlık dün­yasının yarısından çoğu kominizm ve kapitalizm gibi çarpık ve zalim sistemlerin elinde hâlâ köleliğini sürdürmektedir.

Milyarlarca insan, tarihin en rezil yönetim biçimi olan demokrasi ile bugün uyutulmakta, sömürülmekte ve özgürlük sloganlarıyla aldatılmaktadır. Hiç bir rejim, hiç bir yönetim biçimi, laikliğin, demokrasinin ve parlementer eşkiyahk sisteminin, insan şeref ve haysiyetini çiğnediği, onu ruhsuzlaştırdığı kadar de­ğerleri tahrip etmemiştir, özellikle son yıllarda Filistin ve Afganistan'a, (körfez savaşında} Irak'a, Azerbaycan'a ve Bosna-Hersek'e karşı tüm küfür dünyası ve içerideki işbirlikçileri tarafından müslüman esirlere reva görülen zulüm, işken­ce ve katliamlar ortaçağı aratmayan vahşet örnekleriyle doludur. Bu olaylar sıra­sında esir alınan müslümanların çoğu ya esir kamplarındaki kötü hayat şartları­na dayanamadiklan için, ya da işkence altında can vermişlerdir.

Islama gelince onun çağlar üstü adil kanunlarında esir kampı diye bir şey yoktur. Savaş sırasında sağ olarak ele geçirilen düşman askerleri İslama göre mür cahitlere dağıtılarak evlerde ailenin sıcak ortamında eğitilirler. Böylece esir, ait olduğu müslüman ailesinin, çok kısa süre içinde bir ferdi haline gelir ve bu sa­yede toplumla sürekli temas etme avantajlarından da yararlanır. Bu cümleden olarak esaret ve gurbetin duygusal etkilerinden nisbeten kurtularak sosyal yat-' kınlığa sahip olduğu.oranda müslüman halka entegre olma imkanlarını elde et­miş olur. Örneğin müslüman halkın konuştuğu dili öğrenir, mesleki yetenek ve tecrübelerini geliştirir, arkadaş edinir...

Müslümanın elindeki esir bu durumuyla (günümüzde bile en acımasız şe­kilde uygulanan) esir kampının dışa kapalı atmosferindeki sıkıntılardan, baskı­lardan ve stresten uzak, herkesle haşir neşir ve ferah bir hayat yaşar. Onun, top­lumun diğer bireylerinden tek farkı Islamın esirler hakkında belirlemiş olduğu kurallar içinde muamele görmesidir. Bu kurallar elbetteki ona birinci sınıf va­tandaşın sahip olduğu haklan vermez. Islamın bu konudaki isabet ve haklılığı tartışılamayacak kadar açıktır. Çünkü esir, her şeye rağmen İslama ve müslü-manlara silah çekmiş, islam devletini ortadan kaldırmayı amaçlamış olan ya­bancı bir unsurdur. Ele geçirilerek etkisiz hale getirilmiştir. Dolayısıyla rehabili-te edilip savaşın şokundan kurtarılincaya kadar onun nasıl davranacağını kestir­mek mümkün değildir.

Toplumun güvenliği açısından onun gözetim altında bulundurulması ve belli bir rejime tabi tutulması şaşmaz adaletin burada Özetlenemeyecek kadar birçok haklı gerekçelerine dayanmaktadır ki islam bunun en insancıl yöntemini bulmuştur. Bu insanın, sıcak aile ortamında psikolojik olarak eğitilmesini, ko­runmasını, bununla beraber toplumu, onun emeğinden yararlandırmasını Ön­gören yüce İslam şeriatı, aslında ona en büyük iyiliği yapmıştır. Dolayısıyla onun, bu kadarlık ilgiyi çok büyük bir nimet sayması gerekir. Çünkü her şeyden Önce etrafı tel örgülerle çevrili bir alanda ve tektip bir elbise içinde tutsağı hap­seden zalim rejimlerden farklı olarak islam, onu aileye emanet etmiştir. Esirin efendisi, ona yediğinden yedirmek, giydiğinden giydirmek zorundadır. Esire, gücünün üzerinde bir iş yaptırmak, onu dövüp sövmek, hakaret etmek, hatta kalbini kırmak bile yasaktır. Esasen merhamete muhtaç olan bu insanın, efendi­sini şikayet etmek yada onunla mükâtebe yapmak (yani belli bir tazminat karşı­lığında özgürlüğünü ondan satınalmak) İçin şeriatta yollar her zaman açıktır.

îslam şeriatı, esirin özgürlüğünü bağışlama hak ve yetkisini efendisine ver­miş ve esiri özgürlüğüne kavuşturmayı Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için en büyük vesilelerden saymıştır. Bu cümleden olarak çok büyük günahların keffa-reti olmak üzere Kur'an-ı Kerim esir bağışlamayı emretmiştir. {Örnek: 4/92-4/92-4/92-5/89-58/3-90/13)

îslamın esirle ilgili olarak ortaya koyduğu bu en insancıl bakış açısını ne ya­zık ki düşmanlar görmezlikten gelmiş ve î si amin güya köle sistemini koruduğu­nu ileri sürerek yüce şeriata dil uzatmışlardır. Üzülerek kaydetmek gerekir ki özellikle Türkiyeli meal yazarları da köle kavramını esirle karıştırarak esirin îs-lamdaki farklı ve insancı! statüsünü ortaya koymakta acizlik göstermişlerdir. Son derece kalitesiz bir eğitim sisteminin uygulandığı Türkiye'de ilahiyatçıların gerek arapçaya hakim olamamaları, gerekse islam fıkıh uzmanlarının yok denecek ka­dar azalmasıyla bu ve benzeri sorunların ortaya çıktığı ihtimali büyüktür.

Nitekim arapçada hepsi de yerine göre: kul, köle ya da tutsak anlamına ge­len "Ahd", "Rakiyk", "Rakabe" ve "Esir" sözcüklerinin kavram olarak nerede ve hangi ifade kalıbı içinde ortaçağ sistemindeki "Köle" anlamına, ya da İslami sis­temdeki "Esir" anlamına geldiğini pek ayırt edememişlerdir. İslami haklı çıkar­mak için -güya- vaktiyle cahiliyet döneminden îslamı döneme zorunlu olarak sarkan ve kısa sürede ortadan kaldırılması pek kolay olmayan köleliği toplum hayatından zaman içinde silmek isteyen islamm bu amaçla bir süreç başlattığıyolunda tutarsız yorumlar yapan bir kesim de vardır. Oysa toplum hayatında kö­leliğin var olduğunu kabul etmek ve bu kurumun bir yandan varlığının devamı­na adeta yardımcı olmaya çalışırken, diğer yandan onu ortadan kaldırmayı amaçlıyor gibi gözükmek İslama yakışmayan bir çelişkidir.

Şunu çok iyi bilmek gerekir ki İslam, köle kavramından anlaşılan hemen hiç bir yanı onaylamamış , bilakis dış dünyada geçerli bir kölelik sistemi varsa -ki her devirde çeşitli şekilleriyle vardır- işte onu yıkmayı hedeflemiştir. Çünkü bas­kı ve zulme dayanan her türlü yönetim ve muamele şeklini ortadan kaldırmak İslamın temel amaçlarmdandır.

Dolayısıyla bu insanlık dışı kurumun varlığına göz yummak hele onu za­man içinde ortadan kaldırmayı amaçlamak gibi bir yolla köleliğin bir süre daha devam etmesine fırsat vermek, islam için asla düşünülemeyen bir hedeftir.

Ancak şu kadarını söylemek mümkündür ki, tüm insanlık dünyasında şaş­maz adaletin hakim olacağı güne kadar zulmün egemen olduğu her köşede kö­lelik de geçerliliğini koruyacak, buna karşın islam da egemen olduğu her yerde bu düzene karşı daima savaş ilan edecektir.

Dolayısıyla savaşın yaşandığı her devirde esir de bulunacak ve yukarıda an­latıldığı gibi esir için özel bir ıslah ve rehabilitasyon rejimi uygulanacaktır. Bu re­jimin terminolojisinde her ne kadar esir erkeğe köle, esir kadına da cariye dense bile bu kavramların, kafalara yanlış propagandalarla yerleştirilmiş bulunan kla­sik çahiüyetçi kölelikle hiç bir benzerliği yoktur.

Çünkü her türlü cahilî anlayışa göre köle: güçlü bir kimsenin, yada bir zor­ba takımının, herhangi bir gerekçeye dayanmadan ülke içinde veya dışında üze­rine mal gibi el koyup istedikleri şekilde emellerine alet ettikleri insandır.

Islamdaki esir ise yalnızca savaşta ele geçirilerek etkisiz hale getirilen ve ai­lenin şefkat dolu kucağında özel bir rejimle eğitime tabi tutularak ıslah edilme­ye, toplum ve dolayısıyla insanlık için yararlı bir unsur haline getirilmeye çalışı­lan yabancı insandır.

İşte bu nedenledir ki İslam tarihi boyunca milyonlarca esir zamanla toplu­mun birer doğal bireyi haline gelmiş, islam diniyle şereflenmiş ve hatta islam or­dularının saflarında kendi milletlerine karşı kahramanca savaşmışlardır, islam tarihi, bu kutlu yolda şehid olmuş yüzbinlerce mühtedi müslümanın kahraman­lık örnekleriyle doludur.

Özet olarak belirtmek gerekir ki eski çağın insanlık dışı sistemlerindeki kö­lelikle islamdaki esir rejimi arasında -yukarıda da açıklandığı üzere- hiç bir ben­zerlik bulunmamasına rağmen ne yazık ki bu fevkalade insanî ve şefkat dolu uy­gulama zaman içinde yozlaşmış, islamın bütün çarpıcı güzellikteki değerleri gi­bi esir rejimi de yakın geçmişte bir hayli çarpıtılmış idi. Oryantalistlerin, Yahudi ve Hıristiyan yazarlarla onları örnek alan toplumumuzdaki batı hayranı müşrik­lerin, dillerine dolamaya çalıştıkları kölelik işte bu çarpıtılmış olan uygulamadır. Bu konudaki gerçekleri öğrenmek hiç de zor bir iş değildir. İslam kaynakları, kı­yamet kopuncaya kadar her konuda olduğu gibi bu gerçeği de açık şekilde kanıt­lamakta, zaman zaman patlak veren savaş sonralanndaki esir kamplarında ya­şanan insanlık dramı tekrar etmemesi için de bu şefkat kurumunun yeniden fa-aleyete geçirilmesi için en ideal sistemi sunmaya devam etmektedir.

îslamın esir rejimine dil uzatarak bunu insanlık şeref ve haysiyetiyle bağ­daşmaz gösterek Laik ve Demokrat putperestler aslında dönüp önce kendi uy­gulamalarına bir bakmalıdırlar.

Ölmüş adama dilekçe yazmak, heykel karşısında ibadet etmek gibi çağdışı bir kafayla yaşayan ve terörist diye damgaladıkları binlerce insanı -sırf bu çağdı­şı kafaya boyun eğmedikleri için- evlerinde basarak onları öldüren şeref ve hay­siyetten yoksun insanların İslama dil uzatmaya haklan yoktur (Mütercim

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları:/ 8269-283.

[69] Yazarın da özet olarak işaret ettiği gibi Arapça islam ümmetinin hem iba­det dilidir hem de ortak haberleşme dilidir.

Şunu hemen kaydetmek gerekir ki islam ümmetinin, bu açıdan sahip oldu­ğu şansa hiç bir ümmet sahip olamamıştır. Çünkü müslümanlardan önce yaşa­mış olan ümmetlerden hiç birinin ortak bir dile sahip olduğuna ilişkin herhangi bir kanıt yoktur.

İslam ümmetinin gelmiş geçmiş bütün ümmetlerden çok belirgin farkları vardır. Bunların başında:

1- Süreklilik gelir. Yani dünya durdukça -zaman zaman kopukluklara rağ­men- müsiümanlar ümmet niteliğini daima koruyacaklardır.

2- Ümmetin kitabı (yani Kur'an-ı Kerim) hiç bir zaman Zebur'un, Tevrat'ın ve İncil'in akıbetine uğramayacak, hiç bir zaman değiştirilemeyecektir.

3 - Kur'an-ı Kerim hafızalarda da korunacaktır. Yani her zaman yazılı nüsha­lar halinde mevcut bulunacağı gibi, geçmişte olduğu üzere gelecekte de diğer semavi kitapların aksine her ırktan yüzbinlerce müslüman tarafından ezberle­necektir. Bilindiği üzere diğer semavi kitaplar, mensupları tarafından ezberlenme­mi şlerdir.

4- İslam ümmetinin ortak bir dili vardır. Bu da arapçadır.

Arapça,' İslamdan önce de çok mükemmel bir haberleşme, yazı ve edebiyat diliydi. Cahiliyet döneminin parlak şiirleri ve dünya edebiyatının birer şaneseri olan Muallekât-ı Seb'a (yedi askılar) bu gerçeğin en büyük ve canlı kanıtlarıdır. Kur'an-ı Kerim'in bu dille inmiş olması, arapçanm o dönemde zirveyi yakaladı­ğını ve dünya dillerinin tümünü geride bırakmış bir olgunluğa eriştiğini kanıtla­maktadır.

Gizemli duyguların derinden kıpırdanişlârmı, insan iç dünyasının bütün fe­nomenlerini, aşıkların iniltisinden, mazlumların feryadına kadar sevgilerin, coş­kuların, ızdırap ve elemlerin her türlü içsel dalgalanışlarmi çarpıcı bir şiir ahen-giyle terennüm eden arapça, Allah'ın sesten münezzeh olarak yüceler yücesi ka­tından yansıyan kutsal sözlerini Hz. Peygamber'in tertemiz kalbine kendi engin ifadeleri içinde taşıma şerefine nail olmuş bir dildir. Yani arapça, ilahi vahyin di­lidir. Arapça, ilim, edebiyat ve uygarlık dili olarak tarih boyunca günümüze ka­dar önemini daima korumuş ve koruyacaktır.

Arapçanm diğer bütün dünya dilleri arasında sahip olduğu ayrıcalıkları şu şekilde Özetlemek mümkündür.

1- Kelime hazinesi bakımından dünyanın en zengin dillerinden biridir. Bu dildeki eş anlamlıların her biri -yerine göre- diğerlerinden farklı bir mana verdi­ği için, insanoğlu anlatmak isteyebileceği bütün duygularını en içnce ayrıntıla­rına kadar arapçayla dile getirme imkanına sahiptir.

2- Bir kelimenin -konuya göre- bulunduğu her ifade kalıbı içinde ayrı ve güncel bir anlak kazanması, insan zihnini adeta yönlendirmekte ve ona sınırsız yorumlama imkanları sunmaktadır.

3-  Diğer dillere oranla daha az kelimeyle daha çok şey anlatma özelliğine sahiptir. Bu nedenle arapça kullanımı, konuşma dili olarak zaman açısından; ya­zı dili olarak da hem zaman, hem de harcanacak malzeme açısından çok daha ekonomiktir.

4- Arapça zaman aşımına uğramamış, hem değişmemiş, hem de gittikçe zenginleşmiştir. Diğer dillerin tersine 1500 yıl önce konuşulduğu ve yazıldığı şekliyle günümüzde de aynen kullanılmaktadır. Bununla beraber bütün çağdaş kavramların anlatımı, -hiç bir dilden alıntıya gereksinim duyulmadan- çok yön­lü- türeme özelliğine sahip arapçanm doğurgan etimolojisi sayesinde mümkün bulunmaktadır.

5- Arapçanın dil ve edebiyat kuralları başta Hz. Ali ve Ebu'l-Esvet Ed-Duelİ olmak üzere, Sibeveyh, îbni Cînni, El-Ahfeş, Kessaî, Ebu'lalâ El-Mazinî, Halil Bin Ahmed ve daha nice bilginler tarafından 1400 yıl Önce konarak sağlam te­mellere oturtulmuştur.

6- Tarihin her döneminde arapça hem evrimsel yozlaşmaya, hem de düş­manların oyunlarına karşı İslam alimleri tarafından daima titizlikle korunmuş­tur. Günümüzde ise bu koruma işini -uluslararası bir boyut içinde Arap Birliği Teşkilatı üstlenmiştir. Arapların her türlü perişanlıklarına ve dağılmışlıklarına rağmen bu organizasyona bağlı olan birimlerden "Arap Kültür ve Bilim Örgütü" bütün arap ülkelerinde çıkan yayınları günlük olarak denetlemekte ve -kasıtlı ya da kasıtsız olsun-arap diline yönelik her türlü yanlışlık ve olumsuzluklara karşı önlem almakta, gerekirse yaptırım uygulamaktadır.

7- Bütün arap ülkelerinin ortak bir alfabesi vardır. Basit sokak dili hariç, ha­yat, kültür ve bilim dili olarak bütün arap dünyasında gramatik "Fusha" arapça-sı kullanılmaktadır.

8- "TC" hariç, -İsrail de dahil olmak üzere-dünyanın bütün ülkeleri, vahyin inmesinden 50 yıl sonra hemen arapçayla ilgilenmeye başlamış ve günümüze kadar bu ilgiyi kesintisiz olarak sürdürmüşlerdir. Dünyanın ünlü kütüphaneleri arapça kaleme alınmış yazma ve matbu eserlerle doludur. Ünlü oryantalistler ve ilim adamları daima arapçayla haşir neşir olmuş, bu dili çok ileri düzeylerde öğ­renmeye özen göstermişlerdir. Keza başta Avrupa ülkeleri olmak üzere -dünya­nın önemli merkezlerinde bulunan üniversitelerde arap dili ve edebiyatı kürsü­leri kurulmuştur. İslam milletleri arasında en yaygın dillerden biri olan türkçe bile Birleşmiş milletler tarafından kabul görmezken arapça uluslararası önemli bir ilim, uygarlık ve kültür dili olarak tescil edilmiştir. Arapların yıllardır kanını içen israil'de bile bir çokyahudi, arapçayı ana dili gibi konuşabilmektedir.

9- Miladi 1258'de Bağdat kütüphaneleri, Hülagu ordusu tarafından yakılıp külleri Dicle'ye savurulmasmâ rağmen dünyanın yazılı ilim ve kültür mirası için­de arapça kaleme alınmış olan kaynaklar, taşıdıkları bilimsel ve tarihi değer ya­nında sayı ve hacım açısından da ön sıralarda yer almaktadır.

Farabi, İbni Sina, Ibni Heysem, Îbni'n-Nefis, Îbni Haldun Harizmi ve daha nice bilginler tarafından yazılmış olan ve Avrupa'nın önemli ilim merkezlerinde asırlarca ders kitabı olarak okutulan eserlerin tümü arapçadır. Bu bilginler ara­sında Zemahşeri gibi türk asıllı büyük ilim adamlarının sayısı, tahmin edildiğin­den çok fazladır. Bütün bu gerçeklere rağmen arapça 70 yıldır "TC" tarafından boykot edilmiştir. Vaktiyle arapça yasaklanırken Sevr Antlaşmasıyla "TC'yi ade ebedi terörist" iian eden ve günümüze kadar bu kanaatini hiç değiştirmemiş bulunan İngilizlerin ve Fransızların dili okullara mecburi ders olarak kondu. Müslümanlara yapılan manevi işkencelere bu suretle bir yenisi daha eklenmiş oldu.

Bu yasak ancak yıllar sonra 20.03.1992 günü çıkarılan ve 21177 sayılı resmi gazetede yayınlanan bir yasayla kaldırıldı. "TC" tarihine bir kara leke olarak ge­çen bu yasağın insan haklan ve adalet terazisinde hiç bir açıklaması yoktur; Ay­nen İngilizce, Fransızca ve Almanca gibi bir dil olan arapçanın islamla özdeşleş-tirilerek yasaklanmasının da hiç bir mantığı yoktur. Türkiye'de arapça öğrenme­yi imkansızlaştıran dört büyük engel vardır. Bunların hepsi de birbirleriyle ilin­tilidir. Bu engelleri sırayla özetlemek gerekirse,

Birincisi : "TC'nin siyasi anlayışı ve devlet politikasıdır. Türkiye'de devlet politikasını belirleyen unsurlar vardır. Bunlar genelde önplana çıkmadıkları için toplum, devleti yönlendiren faktörlerin, gizli kliklerin ve elit örgütlerin farkında değildir. Bunların başında Selanik yahudileri gelmektedir.

Bağışlanırsa burada belki konunun az çok boyutlanm aşabilecek bazı bilgi­lerin verilmesinde -toplumun aydınlanması bakımından- yarar vardır.

Selanik yahudiler, köken olarak Hazar türklerinin soyundan gelmektedirler. Müslümanken Miladi VII. yüzyılda Museviliği seçen Hazarlar, bu gerekçeyle Ab­basi imparatorluğu tarafından devletleri yıkılınca Doğu Avrupa'ya ve Balkanlara dağıldılar. Zamanla Selanikte odaklasan bu toplumun döküntüleri, türk kökenli olma avantajından da yararlanarak, topluma ve hatta devlet kademelerine sızdı­lar. Kısa sürede, tanzimatın ilanıyla birlikte yönetimi kısmen ele geçirdiler.

Birinci Dünya savaşının neden olduğu kargaşadan yararlanarak Osmanlı Devleti'nİn yıkılışını içeride çabuklaştırdılar. Böylece Abbasiler'in, Selçuklular­dan sonraki doğal halefi sayılan -İslam ümmetinin tek temsilcisi- müslüman os-manlılan ortadan kaldırmak suretiyle Hazarlar'ın intikamını almayj başaran Se­lanik yahudileri 1923'te "TC'yi kurduktan sonra Türkiye'li müslümanlarm üzeri­ne bir kabus gibi çöktüler. 1400 yıl boyunca îslam yurdu üzerinde yükselen eza­nı arapçadır diye değiştirdiler.

Halbuki müslümanlarm yönetimi altında yaşadıkları asırlar boyu zaman içinde onların din ve inanç Özgürlüğüne hiç bir kısıtlama getirilmemiş, ibadet şekilleri üzerinde herhangi bir düzenleme yapılmamıştır. Arapça konuşan müs-lümanlara karşı Türkiye'!i müslümanlar arasında nefret uyandırmak için her ça­reye baş vuran Selanik yahudileri bu iki kardeş millet arasındaki en büyük bağı oluşturan Kur'an-ı Kerim diiine bu kez e! attılar. Fakat dünyadaki özgürlük hareketleri karşısında daha fazla direnemeyerek geri adım atmak zorunda kaldılar. Yüce Allah bu gizli yahudi örgütünün, Anka-ra'daki kuklalarına yıllardır kanlı bir belayı da musallat edince 20.03.1992 tari­hinde arapça yasağını kaldırdılar.

Ancak göz açtırmadan 70 yıl süren bu terör, Türkiye'li müslümanlarm vic­danı, sosyal düzeni, düşünce biçimi ve kültürel kurumlan üzerinde onanlmaz yıkımlara neden oldu. Örneğin bugün Türkiye'de arapçayı bir arap entellektü-eli düzeyinde konuşabilen, yazabilen ve anlayabilen kimselerin beş kişiyi bile geçmediği araştırmalarla saptanmıştır ki bunlardan bazıları gizli istihbarat ser­visinin elemanlarıdır ve özel olarak yetiştirilmişlerdir. Buna karşın, LE FİGARO Gazetesi'nin köşe yazarları kadar Fransızcayı, yazı ve konuşma dili olarak ba­şarıyla kullanabilen; Bir Oxford profesörü düzeyinde ingilizceye hakim olan in­san sayısı Türkiye'de arapçayı mükemmel konuşup yazanlara oranla bir hayli kabarıktır.

Selanikli Yahudiler tarafından arapçaya karşı haksız yere yetmiş yıl boyun­ca estirilen bu terör fırtınasının, Türkiyeli müslümanlar açısından sonuçları çok ağır olmuştur. Bunları kısaca üç noktada özetlemek mümkündür:

a) Türkiye'li müslumanlarla arapça konuşan müslümanlar arasında büyük bir kopukluk ve iletişimsizlik doğmuştur. Bu da ümmeti yeniden ihya etme dâ­vasını sekteye uğratmış, dolayısıyla bu ideal doğrultusunda gerek Türkiye'de, ge­rekse arap ülkelerinde müslümanlar tarafından harcanan yoğun çabalar birleş-tirilememiştir. Türkiye'yi yöneten Hazar yahudileri ise batıdan ve -dindaşları olan- israil'den de destek alarak Amerikancı arap diktatörler ve onları arkaplan-da yönlendiren Lübnan'lı hıristiyan arapiaria birlikte bu topluluktan yararlan­mış, dünya müslümanlarınm başına çoraplar örmüşlerdir.

b) Son zamanlarda arap ülkelerine açılan türk müteahhitlik ve ticaret firma­ları, kaliteli mütercimler bulamamış, bu yüzden ikili ilişkilerde tahmin edileme­yecek boyutlarda skandallar, yanlış anlamalar ve her iki tarafın da uğradığı mil­yonlarca dolar değerinde maddi zararlar meydana gelmiştir.

c) Türkiye'de bu yüzden din konulan çağdaş gelişmeler karşısında sağlıklı bir şekilde İşlenememiş, türkçe konuşan ilahiyatçılar uluslararası Islami Fo-rum'larda diğer islam ülkelerinin delegasyonu arasında son derece sönük kal­mışlardır.

Bütün bu sorunlar ölmüş taparlık, ırkçılık, tarikatçılık ve Laiklikle birleşerek ümmet bilincinin müsîümanımsı toplum arasında yayılma eğilimini engelle­miştir. Arapçanın Türkiye'de sorun olmasında rol oynayan dört temel faktörden, İkincisi: Şövenist kafa yapısıdır. Hiç bir bilimsel açıklaması bulunmayan ırkçılığın Kur'an-ı Kerim diline karşı ortaya koyduğu tavır son derece haksız, bağnaz ve saldırgandır. Bu kafa yapısı, arapçanın türk kültürüne bin yıldır yap­tığı katkıyı inkar etmiştir.

Esasen Türk milletinin kendine özgü bir alfabesi ve istikrarlı bir dili yoktur. Bugün bile türk dünyasında çeşitli alfabeler kullanılmaktadır. Birbirleriyle anla-şamayacak kadar farklı ağızlar ve lehçeler kullanan türkler az değildir. Bu sorun, tarih boyunca çözümlenememiştir. Irkçı ideolojiler, türkleri birleştirmekten da­ima aciz kalmış ve kalacaktır. Dolayısıyla türk âlemi îslam ümmetinin bütünlü­ğü içinde birleştirebilecek tek güç islam'dır. îslamm ise dili, Kur'an-ı Kerim'in, yani vahyin dilidir.

Irkçılar Selanikli Yahudilere kanıp arap alfabesini kaldırarak yerine çok da­ha yabancı bir alfabeyi (yani latin alfabesini) getirmiş, üstelik Sevr'de islam top­raklarını parçalayan düşmanları alkışlarcasına, onlara ait alfabeyle birlikte batı kaynakları her türlü seviyesizliği de kabul etmişlerdir.

Cahil halk yığınları uzun yıllardır bu odaklar tarafından yönlendirildikleri için İslam'ın ve onun mesajını ileten Kur'an dilinin evrenselliğini kavramaktan yoksun kalmışlardır. Arapça konuşan müslümanlar, Kur'an-ı Kerim'i doğrudan anlayabildikleri için şovenİst arap diktatörleri tarafından desteklenen -haşa!-(Allah'ın, bir arap ilahı olduğu yolundaki) propagandaları hiç bir zaman ciddiye almamışlardır. Buna karşın Türkiye'de halkın bu olanaktan yararlanmasına şid­detle engel olunduğu için İslam, bu ülkede evrensel kimliği içinde algılanama-mış, Kainatın yüce Rabbi, zihinlere adeta bir türk tanrısı olarak yerleşmiştir. Tür­kiye'deki ırkçı kafa yapısı, islam dinini, "Türk-îslam sentezi" şeklinde çarpıtma­ya çalışırken islamm ırklar üstü diline karşı şimdi de her türlü düşmanlığı yap­maktan geri durmamaktadır. Bu gayretlerin elbette ki halk üzerinde yıkıcı etkisi büyüktür.

Türkiye'de arapçanın önündeki dört büyük engelden,

Üçüncüsü de sakat eğitim sistemidir. Türk eğitim mekanizması her bakım­dan çok ilkeldir. Bizzat eğitim uzmanları da bu gerçeği kabul etmektedirler.

Arapçanın karşısında Milli Eğitimden kaynaklanan sorun, aynı zamanda bütün yabancı diller İçin de sözkonusudur. Türkiye'de devlet tekelindeki eğitim kurumlarında ve Üniversitelerde yabancı dil öğrenmek adeta imkansızlaştırıl-mıştır. Bu sorunun kısa vadede çözümlenmesi ise hayal gibi görünmektedir.

İmam Hatip Liselerinde okutulan arapça, cenaze imamlarının bile İşine ya­ramaktan uzaktır. İlahiyat Fakültelerinde öğretilen arapça ise sınırlı bir ruhbanı yet dilinden ibarettir. Bu nedenle en başarılı ilahiyatçılar bile üç beş basit cüm­leyle dertlerini arapça dile getirmekten acizdirler.

Türkiye tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı koltuğuna oturmuş hiç bir adam, Kur'an-ı Kerim dilini, (günlük hayat dili olarak kullanmak şöyle dursun) bir arap bedevîsiyle dahi anlaşabilecek kadar öğrenebilecek kadar öğreneme­miştir!

Arapçanın karşısındaki; Dördüncü engel ise, ruhani fanatizmdir. Bir tari­katlar cenneti olan Türkiye'de özellikle -tutucu bir ruhani örgüt olan- Nakşiben­di Tarikatı, ülke çapında sahiplendiği Kur'an Kursları kanalıyla yüzbinlerce genç üzerinde kendi ilkel ve karanlık sistemini uygulamaktadır. Onlara -güya- İslami ilimler alanında özel eğitim yaptırmakta, îslamın ilahi mesaj dili olan arapçayı öğretmektedir. Ancak nasıl ki Fıkıh, Tefsir, Hadis, Siyer ve Kelam gibi ilimler bu kurslarda tarikatın özel yorumlan doğrultusunda verilmeye çalışılıyor ve çarpı­tıyorsa arapça da Osmanlı döneminden kalma son derece köhne yöntemlerle okutulmaktadır. Bu kurslarda okuyan öğrencilere sadece gramer kuralları ezber-letilmektedir. Bu medreselerde belli bir müfredat programı yoktur. Öğrenci ile hocanın birlikte belirledikleri bir kitaptan dersler izlenir. Bazan onbeş yıl kadar zaman alan bu çabaların sonunda öğrenci ne arapça öğrenmiş olur, nede çağın kültürünü almış olur. Bu trajedi günümüzde bütün hızıyla devam etmekte, bu sakat gidişe ise hiç kimse dur dememektedir.

Dünya müslümanları Kur'an-ı Kerim'i Allah'tan İndiği şekliyle anlayabil­mek, birbirleriyle rahat haberleşebilmek bu sayede homojen bir islami anlayışa ve sağlam bir islami anlayışa ve sağlam bir ümmet bilincine sahip olabilmek İçin arapçayı, çağın her türlü teknik imkanlarından yararlanarak bilimsel yöntemler­le öğrenmek durumundadırlar. Bu mesele, bütün dünya müslümanlannm zim­metinde ciddi bir sorumluluktan Dolayısıyla bu konuda ne kadar gecikirlerse ümmetin yeniden hayat bulması ve yüce islam şeriatının insanlığa vadettiği mutluluğun yaşanması da o kadar gecikecektir. (Mütercim)

 

[70] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/285-293.

[71] Buhari-Cihad Babı

[72] Buhari-Cihad Babı

[73] En'am sûresi-Ayet: 24

[74] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/295-306.

[75] Namazgah: Fıkıhta "Musalla" diye geçer. Hz. Peygamber (sav) dönemin­de ve onu izleyen ilk asırlarda her islâm kentinin dışında bayram namazlarının kılındığı belirlenmiş açık bir alandı. Ne yazık ki bu kural daha sonraları ihmal edilmiş ve unutulmuştur (Mütercim).

[76] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/307-315.

[77] El-Âraf Suresi, Ayet; 96

[78] îsra Suresi, Ayet; 18-20.

[79] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/317-322.

[80] Said b. Zeyd b. Amr (ra) dünyada cennetle müjdelenmiş on büyük saha-biden biridir ve Hz. Ömer'in eniştesidir. (Mütercim)

[81] Buhari, Ebu Davud, Nesei

[82] Hac sûresi-Ayet: 39-40.

[83] Yazarın burada kısaca İSLAM CEMAATLERİ dediği kümeler: İslam üm­metini yeniden ihya etmek amacıyla dünya müslümaniarmi birlik ve beraberli­ğe çağıran; cahil müslümanımsi kalabalıklara ve bütün müşrik sürülerine, isla-mm mesajını iletmeye çalışan; yeryüzünde zulmün, uranlığın ve her çeşit sömü­rünün kökünü kazımak üzere yüce İslam şeriatının hayata geçirilmesi uğrunda cihad ederek evrensel islam davasına gönül vermiş bulunan müslüman toplu­luklardır.

Bunları Türkiye'deki tarikat örgütleriyle karıştırmamak gerekir. Bilindiği üzere eski şirk dinlerinin öğretilerini İslamla sentezleyerek çeşitli mistik inanış­lara dayanan bu örgütler arasında özellikle Nakşibendîlik, patankalist düşünce biçimiyle, Budizm'den aldığı "rabita"sıyla ve "Hûş derdem, nazar berkadem..."le başlayan onbir erkanıyla İslama boyanmış Hint kaynaklı bir meditasyon siste­midir. (Mütercim

[84] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/323-333.

[85] En'am Suresi, ayet; 116.

[86] Sad Suresi, ayet; 1-2

[87] Zuhruf Suresi, ayet; 22-23

[88] Yazarın yukarıda Muhammed bin Abdülvahhab'ı överek, lehinde ortaya koyduğu kişisel düşüncesi ile bu eserin evrensel boyutlarındaki konusu arasın­da bağ kurmaya çalışması duygusal bir çabadır.

Çünkü bu şahıs ve öğretileri her şeyden önce hâlâ bir tartışma konusudur.

Ayrıca onun islamı yeniden ihya ettiğine ilişkin ileri sürülen tez, en az şu so-ruİari gündeme getirmektedir.

1- İslam ümmetinin yeniden yapılanması uğrunda gerek kendisi, gerekse Vahhabiler olarak tanınan yandaşları birbuçuk asırdır tarih sahnesinde cirit at­tıkları halde ne gibi hizmetler yaptılar ve insana tapma inancına karşı direnmek­ten başka şimdiye kadar hangi başarıları sergiledirler?

2- İslama hizmet etmek için bir yandan -sözde- batıl inanışlara bid'at ve hu­rafelere karşı savaşırken diğer yandan kutsal topraklara musallat olmuş dikta­törlerin yanında yer almak, islam dünyasını ezmeye, hatta yutmaya çalışan Amerika, Avrupa ve îsraille işbirliği halindeki Aramco'cuları desteklemek gibi içine düştükleri çelişkileri Vahhabiler nasıl açıklayacaklar?

Ayrıca arap Vahhabiler, karşılıklı can düşmanı oldukları Nakşibendi Türk­lerle 1970'lerden beri son derece içli dışlı bir ilişki içindedirler. Halbuki Nakşi­bendi Tarikatı islamı içeride tahrip etmeye çalışan en tehlikeli örgütlerin başın­da gelmektedir.

Üstelik 1816-1818 yılları arasında Osmanlı orduları tarafından onbinlerce Vahhabi öldürülmesine rağmen askeri çabalarla çökertilemedikleri için bu kez Halid Bağdadi adında Iraklı bir Nakşibendi şeyhinin önderliğinde başlatılan ta­rikat çalışmalarıyla Vahhabiliğe karşı 150 yıldır Türkiye'de devlet desteğinde yo­ğun bir mücadele verilmektedir.

Özellikle 12 Eylül ihtilalinden sonra "TC'ye tamamen entegre olmuş bulu­nan ve ellerindeki bankalar, sigorta şirketleri gibi büyük tröstler, holdingler ve Medya ile laik müşriklerin yanında yer alan Nakşibendiler, Türkiye'li müslüman-lara karşı çok büyük bir tehlike oluştururlarken Vahhabilerin onlarla ticari alan­da işbirliği yapması ve büyük sermaye ortakları kurması sermaye ortaklan kur­ması, dünya islam birliği idealine karşı ne derece samimi olduklarını ortaya koy­maktadır. (Mütercim)

[89] Yazarın bu eseri kaleme aldığı yıllarda SSCB henüz ayaktaydı (Mütercim)

[90] Al-i îmrân sûresi, âyet: 159

[91] Şura sûresi, âyet: 38

[92] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/335-348.

[93] Türkiye'de müşriklerin, islâm'ı aşağılamak için, ellerindeki güçlü iletişim araçlarıyla ve devlet imkanlarıyla İslâm'a hergün yağdırdıkları binlerce aşağıla­yıcı sözlerin bir benzeri olan bu cümle de, Ürdün, Irak, Suriye ve Tunus gibi ba­zı arap ülkelerinde İslâm düşmanı bir kesim tarafından sık sık tekrarlanmakta­dır. Bu ülkelerin sınır kapılarında, otobanların kenarında ve önemli güzergahlar­da bu sözleri taşıyan dev levhalar görmek mümkündür (Mütercim)

[94] Yazar burada laik toplum anlayışına dokunmaktadır.

Laiklerin ileri sürdükleri sav budur, ancak uygulamada bu anlayış hiç bir za­man bir toplumun mutlu, başarılı ve sürekli olmasını sağlayamaz.

Çünkü toplum bireylerinin birlikte yaşayabilmesi bazı ortak değerlere (as­gari müştereklere) sahip olmaları ve bu değerlere -aynı zamanda- içtenlikle bağ­lı bulunmaları sayesinde ancak mümkün olabilir. Bunların başında ise din ve inanç birliği gelir. Çünkü böyle olmadığı takdirde manevi değerlere karşı toplum bireylerinin her birinin tavrı, öbürlerinkine göre son derece farklılık gösterir; bi­rinin gerçek ve saygıdeğer diye inandığı şeyi, bir diğeri batıl, gerçek dışı ve saç­ma diye niteleyebilir, hatta onu aşağılayabilir. Üstelik bu değer yargıları birer dogmaya, birer "nass"a dayanıyorsa onları zorla ya da yasal yaptırımlarla değiş­tirmek de mümkün değildir.

Örneğin Yezİdiler Allah'ın (haşa!) şeytana haksızlık ettiğine inmiyor ve Al­lah'a inat olsun diye şeytana tapıyorlar. Peki Allah'ın şaşmaz adaletine ve tartışıl­maz otoritesine inanan müslüman, hatta hıristiyan ve yahudi bir kimse bile bir yezidiyle nasıl huzur içinde birlikte olabilir?

Çok daha yaygın olan bir örnek verelim:

Bilindiği üzere puta tapmak puta herhangi bir şekilde saygı göstermek, ya­ni açıkçası -canlı olsun cansız olsun- fani bir şeyi tanrılaştırmak (ki Allah'tan başka her şey fanidir) onu ölümsüzleştirmek, ona karşı saygı duruşunda bulun­mak, ölmüş bir kimsenin, türbesi, mezarı, heykeli ya da mozolesi karşısında hu­şu içinde durarak tapınmak ona dilekçe yazmak, ona hitap ederek bilgi sunmak, ona karşı yakarışta bulunmak, İslama göre Allah'a karşı işlenebilecek suçların en affedilmez olanı ve en büyüğüdür.

Nitekim Hz. Muhammed (sav)'İn, hayatında en çok korktuğu şey ölümün­den sonra mezarının tapınak haline getirilmesiydi. Bu yüzden özellikle türkler-de böyle bir eğilimin gittikçe artması üzerine Vahhabi araplar, ondokuzuncu yüzyılın başlarında Mekke ve Medine'de bulunan bütün türbeleri yıkıp yerle bir etmişlerdir. Belki aşırı bir saygısızlık olmasın, ya da islam dünyasında büyük tepkiler uyandırmasın diye sadece Hz. Peygamber (sav)'in türbesine dokunma­mış, ancak onu bir tapmak olmaktan korumuşlardır. Vahhabilerİn büyük çaba­larının bir sonucudur ki bugün dünya müslümanları Hz. Muhammed (sav)'i Al­lah'ın merhametine muhtaç bir kul olarak tanımakta ona selavat getirmek sure­tiyle Allah'ın onu ödüllendirmesini dilemektedirler.

Çünkü islamda "tevhid" esastır ve dinin en büyük ve temel direğidir. Sebep ne olursa olsun, insanın Ölüsünü veya dirisini (ya da Allah'tan başka herhangi bir şeyi) ölümsüzleştirmek gibidir! Nitekim Allah Teala, böyle bir suçu işleyen kim­seyi asla affetmeyeceğini Kur'an-ı Kerim'de ilan etmiştir. (4/48-116) Ha! böyle olunca Allah'a karşı Ölçü ve tarife sığmayan bir saygıyla dolu olan müslüman kisinin, putperest bir insanla yanyana oturması, onunla birlikte çalışması, onun yüzüne bakması şöyle dursun, onunla aynı toprak üzerinde aynı bayrak altında yaşaması nasıl mümkün olabilir? Tamamen ayrı dünyalarda yaşayan bu iki insa­nın herhangi bir gün düşünce ve ülkü birliği içinde olabileceklerine kim inana­bilir? Ortak bir düşman karşısında bu iki insan, birlikte aynı tavrı alabilirler mi? Çok kere onlardan biri diğerine karşı ortak düşmanla işbirliği içine bile girebilir, tran islam devrimi öncesi, kamplar arasındaki dayanışma, bunun en canlı Örne­ğidir.

Şimdi sormak gerekir:

Birinin, son derece saygı duyduğu bir şeye, diğerinin aşağılık gözüyle baktı­ğı, birinin tanrı diye taptığı şeyi diğerinin köpek, hatta bit ya da pislik böceği gi­bi iğrenç gördüğü insanlardan oluşan hangi toplum, nasıl ayakta durabilir, nasıl uzun Ömürlü olabilir?

Bazı kimseler, tarafsız bir anlayış doğrultusunda insanların, eğitimle ve yo­ğun propagandalarla şartlandırılarak zaman içinde birbirlerine katlanabilir ha­le getirilebileceklerini belki savunabilirler. Ancak bunun dünyada bir örneğini gösteremezsiniz. Tarih denen şeyin hep aynı örneklerle tekrar etmesi bunu ka­nıtlamaktadır. Devletin sık sık yıkılması ve haritaların göz açıp kapayıncaya ka­dar değişmesi genellikle bu sorundan kaynaklanmaktadır.

İşte İngiltere ve Kuzey İrlanda örneğindeki protestan-katolik çatışması. Çünkü çok kere bir ülkede herkesin işinde gücünde olduğunu, ortalıkta aç ve pe­rişan kimselerin pek bulunmadığını gördüğünüz bir sırada her şeyin birden de­ğiştiğine, dengelerin altüst olduğuna ve ortalığın bir kıvılcımla karıştığına tanık olursunuz. Araştırdığınızda sorunun ne sosyal ne ekonomik nede siyasi bir se­bepten kaynaklandığını anlarsınız. Ve yine işte Hindistan örneği. Hinduların en az bir kaç yüz müslümanı öldürmediği hiç bir kurban bayramı geçmemiştir. Çünkü hindular, hayvanlara tapmakta, onları kutsal ve dokunulmaz saymakta ve onlara ibadet etmektedirler.

Müslümanlar ise bu hayvanları (yani hinduların tanrı bildikleri inekleri ve danaları) Allah rızası için boğazlayarak ibadet ederler. Böylesine aykırı inanışlar içindeki bu insanlar, aynı ülkenin vatandaşları olarak nasıl birlikte ve huzur için­de yaşayabilirler, birbirlerine nasıl güvenebilirler? Nitekim asırlar boyu böyle bir ortam sağlanamamıştır.

Türkiye örneği bundan pek farklı değildir. Hatta bu ülkede zıt inanışlara sa­hip iki cepheden biri Allah'a ibadet ederken diğeri inek kadar bile yararı olma­yan bir şeye tapmaktadır. Tabiatıyla okumuş ve aydın geçinen bir sürü insanın insan şerefine aykırı bir inanış içinde olması ve böylesine çağdışı bir hurafeye inanması müslüman topluluğun mantığını zorlamakta ve özellikle üç noktada onlara son derece manevi sıkıntı vermektedir.

Birinci: Faniye tapmanın Kur'an-ı Kerim'de çok ağır suçlanmış olması yö­nünden putperestlerin Allah'a karşı büyükbir küstahlık örneğini sergilemesidir Ki bu aynı zamanda müslümaniarın şeref ve namusuna adeta küfretmek anla­mına gelir.

İkinci: Faniye tapmak, ölüyü tanrılaştırmak, bilime, hayat kanunlarına, sağ­duyuya ve mantığa karşı savaş açmak demektir. Halbuki tslam insanın şerefi ka­dar akla ve ilme büyük yer verdiği için aydın geçinen bir insan kitlesinin bu hu­rafeye inanması, üstelik bu saçma inanç uğruna ülkenin ekonomisini sarsacak boyutlarda mezar, türbe, heykel ve mozole gibi şeylere para harcaması, bütün bu masrafların da müslümaniarın ödediği vergilerden karşılanması Allah'a karşı korkunç bir suç oluşturduğu gibi müslümaniarın da hem maddi hem manevi haklarını çiğnemek anlamına gelmektedir. Üstelik bu suç yasalarla desteklendi­ği ve dayatıldığı İçin müslümanlar üzerinde büyük bir gerilim meydana getir­mektedir.

Üçüncü bir sorun daha vardır ki bütün bu putperestlerin ve arka planların-daki Selanik yahudilerinin tümü, doğan çocuklarım müslüman olarak nüfusa geçirmek suretiyle müslümanları şaşırtmak için aklı ve hayali zorlayıcı spekülas­yonlara başvurmaktadırlar.

Adeta iki dinli gözüken bu azınlık, bir yandan Islamı günlük hayatta yaşa­mamakla, diğer yandan ise kendi putperest dinlerine bir takım devlet törenleri süsü vermek suretiyle müslümanlara karşı çok tehlikeli komplolar kurmakta, bunu da bilimin karşısında yalanlanmış ve iflas etmiş ipe sapa gelmez bir Fran­sız megolomanisi olan Laiklik dedikleri şeyle açıklamaya çalışmaktadırlar. Aslın­da zaman içinde uydurmuş oldukları bu hilenin ne kadar işe yarayacağını önü­müzdeki yıllar ortaya çıkaracaktır, (Mütercim)

[95] Yazarın, değişmezliğine işaret ettiği, islamm temel yasalarıdır. Örneğin kişi, mahremleriyle (yani doğurduğu ya da doğurulduğu kimselerle, keza karde­şiyle, halasıyla, teyzesiyle, gelıniyle, süt kardeşiyle...) ebediyyen evlenemez. Is-lamda zaman, mekan ve şartlara göre değişebilen şeyler, içtihatların gerekçeler­le öngördüğü meselelerdir. Kürtaj, kasko sigortası, hava parası, organ nakli vs. gibi... (Mütercim)

[96] Necrn sûresi, âyet: 3-5

[97] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/349-357.

[98] Casiye sûresi, âyet 18

[99] Fısk ya da fasıldık; Suçluluk kural çiğneyicilik ve günahkarlık anlamına jelen bir fıkıh terimidir. (Mütercim)

[100] Maide Suresi, Ayet: 48-50

[101] Din kavramı, Yusuf sûresi, âyet 76'da olduğu gibi burada da kanunlar manzumesi hukuk düzeni ya da devletin yönetim biçimi anlamlarına gelmekte­dir (Mütercim).

[102] Şura sûresi, âyet: 13

[103] ftu âyet Hz. Peygamber (sav) zamanıdaki yahudi hahamlarına hitap et­mektedir (Mütercim).

[104] Maide sûresi, âyet: 44-47

[105] Nisa sûresi, âyet: 83

[106] Nisa Suresi, ayet: 82

[107] Yazarın bu taşlaması -hiç kuşkusuz- Suudî rejimine yönelik ağır bir eleştiridir. Çünkü Suudi patronları hırsızın elini kesmek ve kısas uygulamakla İs­lâm şeriatini hayata geçirdiklerine müslümanların İnandığını sanıyorlar!  (Mü­tercim)

[108] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/359-365.

[109] Hud sûresi, âyet 116.

[110] tsrâ sûresi, âyet 16

[111] Enbiya sûresi, âyet: 13

[112] Müminim sûresi, âyet: 33

[113] Müminim sûresi, âyet: 64.

[114] Müminun sûresi, âyet: 64

[115] Zuhruf sûresi, âyet: 23

[116] Vakıa sûresi, âyet: 45

[117] Suffa Ehli, ya da Ashab-ı Suffa: Hz. Peygamber (sav)'in denetim ve yöne­timindeki ilk islam medresesinin öğrencilerine denir.

Genellikle hali vakti yerinde olmayan kimselerden idiler. Sayıları 400-500 arasında değişirdi. Ünlü sahabi Hz. Ebu Hureyre bunlardandır. Abhabı Suffa'mn geçim ve harcamalarını Hz. Peygamber ve zengin sahabiler sağlarlardı. Hz. Pey­gamber onları kabilelerin eğitiminde görevlendirirdi. (Mütercim)

[118] Yukarıdaki hadis-i şerifte Hz. Davud'un örnek gösterilmesinin nedeni şudur:

Hz. Davut hem bir peygamber, hem aynı zamanda devlet başkanıydı. Sahip bulunduğu saygın kişilik ve özel statü, ilahi elçilik yanında üstlendiği devlet yö­netimi gibi ağır görevlerden başka onun, geçimini sağlamak için ayrıca bir sanat ve meslek icra etmesi pek kolay şey değildi. Ne var ki o, her şeyden önce bir pey­gamber olarak taşıdığı sorumluluktan, sahip bulunduğu meziyet ve faziletlerden hareketle bizzat kendi elinin emeğiyle geçinmek istemiştir. Bu tertemiz niyetin hem bir ödüiü hem de katı yürekli inanmazlarm ikna edilmesi için Allah Teâlâ O'na demiri yumuşatmıştı. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de Sebe' sûresininin, onun­cu âyetinin sonunda: "Biz ona demiri yumuşattık." buyurulmaktadır. Bu sayede Hz. Davut demiri elleriyle hamur gibi yoğurarak zırh ve çeşitli araç gereç yapıp satar, bu suretle geçinirdi (Mütercim).

[119] Tabakat-ıEbûSaad

[120] Tirmizî, Hz. Osman'ın Menkıbeleri

[121] Abdurrahman b. Avf ı kastetmektedir (Mütercim).

[122] Müminlerin Anaları; Peygamber Efendimiz (sav)'in iffetli ve tertemiz hanımlarıdır.

Kur'ân-ı Kerîm'de Ahzab sûresinin altıncı âyetinde Allah Teâlâ Hz. Peygam­ber (sav)'in hanımlarım böyle nitelemiştir.

"Peygamber, müminlere canlarından bile ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir" buyurarak Hz. Peygamber (sav)'in hanımlarını saygın kılmıştır. Ay­rıca aynı surenin eiliüçüncü âyetinde de:

'Allah'ın elçisini incitmeniz ve kendisinden sonra onun eşleriyle evlenmeniz kesinlikle yasaktır." buyurarak oniar için çok ayrıcalıklı bir statü belirlemiştir.

Bu nedenle çağdaşları olan müslümanlar onlara hiçbir zaman hizmette ku­sur etmemiş ve genelde İslâm tarihi boyunca bu imaj günümüze kadar sürmüş­tür. Bugün bile müslümanlar örneğin "Hz. Hatice annemiz", ya da "Hz. Ayşe an­nemiz" diyerek onları saygı ve derin bir sevgiyle anmaktadırlar (Mütercim)

[123] Taberânî ve Ebû Nâim.

[124] Ahkâf sûresi, âyet: 20

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları: 8/367-383.

[125] Veda hutbesinden

[126] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları:8/385-395.

[127] Tevbe sûresi, âyet: 5.

[128] Bakara sûresi, âyet: 256

[129] Farz-ı Kifaye, bir fıkıh terimidir.

İslâm'ın kurumlaştırdığı çok Önemli kavramlardan biri de "Farz-ı Kifa­ye" dir. Ne var ki kötü amaçlı yorum ve propagandaların, sakat yaklaşımların sonucu olarak İslâm'ın manevi değerlerinden birçoğu gibi "farz-ı kifaye" kav­ramı da yozlaştırılmıştır. Fıkıhtaki anlamı çarpıtılmamış olmakla beraber üze­rinde ciddiyetle durulmamıştır. Mevcut fıkıh kitaplarında geleneksel yaklaşım­larla bu kavram kısa tanımlarla geçiştirilmiş bu nedenle de çok geniş olan ala­nı daraltılmıştır. Dolayısıyla dikkatlerin bu kavram üzerinde yoğunlaşmasına bilerek ya da bilmeyerek engel olunmuştur. Bu yüzden müslümanm yaşamın­da bu kavramın nerelerde sözkonusu olduğuna ilişkin birçok kimsenin günü­müzde hemen hemen hiç bilgisi yoktur. Örneğin kayıp bir şeyi bulan kimsenin bu şeyi (sahibine ulaştırıncaya kadar) onu koruma altına almak, değerlendir­mek ya da şeriat mahkemesine havale etmek gibi bir sorumluluk taşıdığını, bunun da islâm'da farz-ı kifaye olduğunu bilen insan sayısı toplumumuzda yok denecek kadar azdır.

Bilindiği üzere islâm'da farz, kesin emir demektir ve:

1- Farz-ı ayn,

2- Farz-ı kifaye olmak üzere ikiye ayrılır.

Farz-ı ayn: mükelleflere şartlan çerçevesinde -istisnasız olarak- yöneltilmiş olan, Allah'ın kesin emirleridir Adaletle hükmetmek, emaneti ehline vermek ve borç ödemek gibi...

Farz-ı kifaye ise, mükelleflerden bazılarının yapmasıyla diğerlerinden dü­şen kesin emirlerdir. Selamlanan bir grup insan arasından birinin selâmı alma­sı, islâm devletinden vatandaşların bir bölümünün askerlik yapması gibi...

Farz-ı kifaye Örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Ve gerek kişinin, gerek­se toplumun hayatında homojen olarak yaygındır. Ne var ki başta içimizdeki İs­lâm düşmanları olmak üzere yozlaşmış din anlayışının temsilcileri olan din adamlarınm kaleme aldıkları kitaplarda farz-ı kifayeye örnek olarak hep cenaze namazı gösterilmiştir. Yani îslâm dini tamamen ruhanileştirilmiştir. Hıristiyan­lık nasıl bir kilise dini seviyesine düşürülmüş ve sosyal hayattan soyutlandırılmış ise aynen o şekilde İslâm da bir cami dîni haline getirilmiştir. Daha doğrusu vak­tiyle cami sosyal hayatın yönetim merkezi iken zaman içinde kavramların yoz-laştırılması ile birlikte o da ruhani bir kimliğe büründürülmüştür. İşte bu yüz-dendirki aslında tüm evreni kucaklamakta olan din ve onun sosyai yaşam üze­rindeki egemen yeri adeta inkâr edilmiştir (Mütercim)

[130] Tevbe Suresi, ayet; 111

[131] Saf Suresi, ayet; 10-13

[132] Yazarın ifade ettiği gibi islamda şehitlik mertebesi, (gerçek mümin olan) müslüman kişi için ancak sözkonusudur. Şehitlik tamamen İslama ait olan bir kavramdır. Dolayısıyla, Yahudilikte, hrıstiyanlıkta, herhangi bir şirk di­ninde, ya da demokrasi ve laiklik gibi islam dışı küfür rejimlerinde şehitlik di­ye bir şey yoktur.

Yukarıda sayılan din ideoloji, düşünce ve yönetim biçimlerinde amaç uğru­na ölmek belki bir başarı bir özveri diye nitelendirilebilir ve kutlanabilir. İslama ve müslümana göre bunların hiç bir geçerliliği yoktur. Dolayısıyla bu şekilde öl­menin şehitlikle hiç bir ilişkisi yoktur.

Eu ilgiyle önemle hatırlatmak gerekir ki müslümanlan en acımasız yollarla sindirmek, onları demokrasi ve laiklik gibi şirk düzenlerinin potasında eritmek için müşriklerin baş vurduğu sinsi komplolardan biri de günümüzde onların şe­hitlik gibi islami kavram ve değerleri kullanmalarıdır. Müslümanlara karşı sür­dürülen yoğun kültür savaşının tipik bir taktiği olan yozlaştırma çabaları içinde şehitliğin -birlikte yaşadığımız islam düşmanları tarafından sık sık kullanılması toplum üzerinde canlandırıcı etki yapmaktadır, tç düşmanlarıyla bir yol ayırımı­na gelmiş bulunan müslümanlar tarafından bu sinsi çabaların, amaca ulaşma­dan boşa çıkarılabilmesi için her şeyden önce onların bu sorunla ilgili olarak ay­dınlanmaları gerekir.

Bilindiği üzere şehitlik ya da "şahadet": ilahi mesajların toplumlara iletil­mesi ve Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de insanlık için öngördüğü yaşam ve yönetim bi­çiminin hayata geçirilmesi uğrunda çarpışırken öldürülmekle kazanılan yüce bir mevkidir. Şehitliğin tanımı budur.

Şu halde şehitlikte iki önemli nokta vardır:

1- Mümin olmak, yani Kur'an-ı Kerim'e bir bütün olarak inanmak.

2- "îlâyi kelimetullah" uğrunda can vermek.

î'îayi kelimetullah: Allah'ın emri olan islam hayat düzenini egemen kılmak, yüce şeriatı hayata geçirmek demektir. îşte ancak bu uğurda çaba harcarken; bu yüce ideal uğrunda çarpışırken öldürülen insan şehittir. Ancak bu iki noktanın çok iyi anlaşılması şarttır. Aksi halde günümüzdeki laik müşrikler ve putperest islam düşmanları sırf İslama ait olan bu kavramı ve daha bir çok islami değerle­ri sömürmeye devam edecek, üstelik müslümanlan ezmeye çalışırken bile bu değerleri onlara karşı kullanacaklardır.

Laiklik eğer müslümanların sandığı gibi bir din düşmanlığı değilse en azın-dan-bizzat laiklerin inandığı ve tanımladığı gibi: "dinde tarafsızlıktır. Ancak unutulmamalıdır ki dinde tarafsız olan ve hiç bir dini diğerine tercih etmeyen; dinler arasında, hatta din ile dinsizlik arasında hiç bir fark gözetmeyen kimse, yani laik insan, herhangi bir dine ait olan değerleri laiklik ideolojisi uğrunda kul­lanma hakkına sahip değildir. Şehitlik ise sırf İslama ait olan bir kavram ve an­cak müslümanm Ödüllendirilebileceği yüce bir mevkidir. Şu halde laik-demok-ratik-putperest müşrikler bu kavramı kullanamaz, nüfus kayıtlarına yazdırdıkla­rı "İslam" sözcüğünün arkasına sığınarak bu hileye kimseyi inandıramazlar, ilim, ahlak ve mantık yasaları karşısında bu çok büyük bir çelişkidir.

Dolayısıyla laik rejimin teorisyenleri, kanun koyucuları, yasama ve yürüt­me organları, ilgili kurum ve kuruluşları bu fahiş yanlışlığı en kısa zamanda düzeltmelidirler. Çünkü karşıtlarıyla hesaplaşırken öldürdükleri müşrik ya da müslüman kimselere "ölü olarak ele geçirildi veya öldürüldü" derken kendile­rine "şehit oldu" (?!) demeleri çok büyük bir skandaldir ve müslüman kitleyi son derece rencide etmektedir. Onların üzerindeki gerilimi gittikçe arttırmak­tadır! (Mütercim)

[133] Hac sûresi, âyet: 40-41

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları:8/397-409.

[134] Bu açıklama Al-i İmrân sûresinin 133ncü âyetiyle Hadİd sûresinin 21. âyetinden mülhemdir (Mütercim)

[135] Enfâl sûresi, âyet: 60

[136] Enfal sûresi, âyet: 62

[137] AH Imrân sûresi, âyet: 124-126

[138] Enfal sûresi, âyet: 9-10

[139] Enfal sûresi, âyet: 12-14

[140] Amel kelimesinin Arapça sözlük anlamı çalışmak demektir ve bu kelime Kur'ânî bir terimdir. Şu varki Türkiye'de Islâmî kültürün yozlaşmasıyla birlikte bu terimin ne ifade ettiğini anlayan insanların sayısı gittikçe azalmaktadır.

Bu kelime Kur'ân-ı Kerîm'de daha çok "Salih amel işlemek" şeklinde bir ifa­de kalıbı içinde geçer. Bu da "yararlı işler yapmak" demektir.

Takva da Kur'ânî bir terimdir. Ne yazık ki Türkçe meal ve tefsir yazarları bu terimin hakkını pek verememişlerdir. Çünkü bu yazarların hemen tümü "Tak-va"yı (Allah korkusu) yada (Allah'tan korkmak şeklinde tercüme etmişlerdir. Bu kopyecİ zihniyetle Kur'an'ın önemli birçok ifadeleri, terim ve deyimleri çarpıtıl­mış, ya da anlaşılmaz kalıplarla nakledilmiştir.

Özellikle son zamanlarda doğrudan Kur'ân-ı Kerîm'le yüzyüze* gelmek gibi çok sevindirici bir yöneliş içine girmiş olan, Türkçe konuşan müslümanlarm karşısına bu sakat tercümenin bir sorun olarak çikmas; üzücüdür.

"Takva" teriminin gerçek anlamda ne demek olduğuna gelince, bu kelime esasen Arap sözlüğünde, korunmak demektir. Dolayısıyla takvalı davranmak: Yanlış zararlı ve yasak şeyleri yapmamak -elbetteki bir müeyyide olarak- Al­lah'tan korkmaya bağlıdır. Fakat sırf bu çağrışımla kelimeye, asıl anlamı yerine -ilgiyle hareket ederek- dolaylı bir anlam vermek- doğru olur mu? Kur'ânî bir terim ofan "Takva": gerçekte Allah'ın koymuş bulunduğu kural­ları ve sınırları bilerek çiğnemekten korunmak demektir. Bu konuda çok daha ti­tiz davranmaya "verâ" denir (Mütercim).

[141] Muhammed sûresi, âyet: 7

[142] Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları:8/411-421.

[143] Zariyat sûresi, âyet: 56-58

[144] Müslim-Buhari

[145] Buharı, Müslim, Ebû Davut, Tirmizi, Nesei, İbni Mâce ve Ahmed b. Han

[146] Buharı; Fitne babı; Müslim; İmaret babı

Mahmud Şakir, Hz. Âdem'den Bugüne İslam Tarihi, Kahraman Yayınları:8/423-427.