Hz. İbrahim (aleyhisselâm) - 4 . Bölüm

Bir sabah...

Hz. İbrahim (aleyhisselâm), karısı Hz. Hacer’e yolculuk için derhal hazırlık yapmasını söyledi. Birkaç gün sonra o, Hz. Hacer ve kucağında süt emen bebekleri İsmail uzun bir yolculuk için yoldaydılar.

Güvenilir olmayan kaynaklara göre Hz. Sâre validemiz çocuğu olmadığı için Hacer validemizi kıskanmış ve Hz. İbrahim’i Hacer’i uzaklara götürmesi için zorlamıştı. O da karısının isteğini yerine getirmişti.

Bu iddia hem Sâre validemize, hem de Hz. İbrahim’e atılmış bir iftiradan başka bir şey değildir. Çünkü Sâre validemiz, herkesin Hz. İbrahim’i terk ettiği bir dönemde ona iman etmiş gerçek bir mü’mindi. İmanı için vatanını terk etmiş, Hz. İbrahim’le birlikte ülke ülke dolaşmış Allah’ın güzel dinini anlatmıştı. Kıskançlık gibi duygular, basit ve karaktersiz insanların özellikleridir. Hâlbuki Sâre validemiz üstün ahlâklı, üstün karakterli bir insandı. Hem Hacer validemizi Hz. İbrahim’le evlendiren kendisi değil miydi? Sırf Hz. İbrahim’e çocuk versin diye evlendiren o büyük kadın nasıl olur da Hacer validemizi kıskanırdı! Hem Hz. İbrahim’e zorla kim iş yaptırabilir ki? O, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadığı gibi, O’ndan başka hiç kimseden de emir almaz.

Hacer validemizin ve biricik oğlu Hz. İsmail’in Arap yarımadasına götürülmesini bizzat Allah emretmişti. Bu işte büyük bir hikmet vardı. Allah, Hz. İsmail’in Arap yarımadasında bir peygamber olarak görev yapmasını istiyordu. İleride Hz. İsmail’le Hz. İbrahim Kâbe’yi inşa edeceklerdi. Onun da ötesinde ilâhi hikmet, Son Peygamber Hz. Muhammed’in (sallallahu aleyhi vesellem) Hz. İsmail’in soyundan gelmesini takdir buyurmuştu. İşte Kâinatın Efendisi olacak o Son Peygamber Mekke’de doğacaktı ve Allah, O’nun doğacağı ortamı önceden hazırlıyordu.

Yemyeşil çayırlardan, meyve yüklü bahçelerden geçtiler. Art arda çöller aştılar. Dağlar, ovalar birbirini takip edip durdu. Sonunda; ekinsiz, meyvesiz, susuz, çorak mı çorak ölü bir çöl vadisine vardılar. Vadide hiçbir hayat emaresi yoktu. Hz. İbrahim (aleyhisselâm) atından indi. Karısı ve çocuğunu da indirdi, onlara içinde biraz yemek bulunan bir bohça ve ancak iki üç gün yetebilecek azıcık su bıraktı. Sonra da arkasına bakmadan onları bıraktı gitti.

Hacer validemiz peşinden koştu:

- Ey İbrahim bizi bu ıssız, ölü vadide bırakıp nereye gidiyorsun? diyerek ağlamaya başladı.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) cevap vermek şöyle dursun, yüzünü dönüp bakmıyordu bile... yürüyordu. Hacer anamız yine sordu. O ise sustu, hep sustu. Sonunda Hacer validemiz bu davranışın Allah’ın bir emri olabileceğini düşündü. Yoksa Hz. İbrahim’in (aleyhisselâm) böyle davranması tabiatına tersti. Hz. Hacer sordu:

- Allah mı emretti?

- Evet...

İmanla dopdolu büyük bir gönle sahip anamız şöyle dedi:

- Bu emir Allah’ın emri ise O bizimle beraber demektir. Sen gönül huzuru içinde gidebilirsin. Allah bizi burada zayi etmeyecektir.

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) gözden kayboluncaya kadar yürüdü. Kendisini göremeyecekleri bir yere varınca mübarek ellerini semaya doğru açarak yüreğinden kopan şu sözlerle dua etmeye başladı:

- Yücelerden Yüce, her şeyi görüp gözeten Allahım! Ailemi bir tek yeşil yaprağın bile bulunmadığı kuru bir vadide, senin kutsal evinin yakınında bıraktım. Şüphesiz onların koruyucusu Sen’sin...

O zaman Allah’ın evi Kâbe, henüz inşa edilmemişti. Demek ki Hz. İsmail ve annesinin o bölgeye getirilmesinde gizli bir hikmet vardı. Annesinin kucağında bir bebek olarak bırakılan İsmail (aleyhisselâm), bir gün gelecek babası ile birlikte Kâbe’yi yapacaklardı. İlâhi hikmet medeniyetin bu vadide kurulmasını, Allah’ın evinin burada inşa edilmesini ve topyekün insanlığın namazlarında bu noktaya yönelmesini murat etmişti.

Hz. İbrahim, karısı Hz. Hacer’i kucağında bebeği ile birlikte ıssız bir çöl vadisinde bırakmış, insanları iman yoluna çağırmak için tekrar eski yurduna dönmüştü. Arkada kalan Hacer validemiz ise yavrusunu yeni emzirmişti. Güneş tepede bir ateş topu şeklinde ortalığı kasıp kavuruyor, insanda susama duygusunu uyarıyordu.

İki gün sonra suları bitti. Hacer anamızın da sütü kurudu. Ana-evlât şiddetli derecede susadılar. Yiyecekleri de bitmişti. Zor durumdaydılar. Çok geçmeden susuzluğu artan İsmail ağlamaya başladı. Anne onu bırakıp çevrede su aramaya koyuldu. Safa denilen bir tepeye varıncaya kadar yürüdü.

Tepenin üzerine çıktı, güneşten korunmak için bir elini alnının üstüne koydu ve ufka dikti gözlerini. Tek ümidi bir kuyu, bir insan, bir kervan görmek, bir ses duymak veya bir haber alabilmekti. Ama heyhat... Ufukları sessizlik ve kasvet sarmış, ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyordu.

Vakit kaybetmeden Safa tepesinden tekrar vadiye indi ve gücü tükenmek üzere olan bir insan edasıyla vadide koşturmaya başladı. Amacı karşı tepeye, Merve Tepesi’ne varmaktı. Tepenin üzerinden baktı baktı. Ama boşluktan başka bir şey görmedi gözleri... Boşluğa takıldı kaldı.

Çaresiz yavrusunun yanına döndüğünde onun daha da susadığını, susuzluğu arttıkça ağlamasının da arttığını gördü. İçi yandı, bitkin düşmüş annenin. Gücünü toparladı ve tekrar koştu Safa Tepesi’ne, ufku gözetledi, indi; Merve Tepesi’ne koştu hızlıca. Bir de oradan gözetledi.

Bu şekilde Safa-Merve arasında yedi defa gidip geldi anamız heyecanla. Kızgın çöl kumlarının üzerindeki koşturmasını seyretti iki mübarek tepe. O günden sonra hacılar için bir görev oldu Safa ile Merve arasında yedi kez gidip gelmek. Sırf o mübarek anamız Hacer’in hatırasını anmak ve sırf o mübarek peygamber Hz. İsmail’i hatırlamak için.

Yedi defa gidip gelmişti. Fakat görünürde kimsecikler yoktu. Çaresiz anne yorgun, bitkin, nefes nefese, susuzluktan çatlamış dudaklarla yavrusunun yanına döndü. Ağlamaktan ve susuzluktan sesi kısılmış yavrusunun yanına yığıldı anamız.

Her şeyi kuşatan ilâhi rahmet unutmazdı onları elbet. Bu manzaraya gönül dayanmaz ki! İlâhi rahmet nasıl dayansın. O, imkânsızı mümkün kılar dilerse.

Hz. İsmail ayağıyla kızgın çöl kumlarına vurdu ve derken su fışkırdı kuru kumlardan... Ölü topraktan hayat fışkırdı... Zemzem Suyu böyle doğdu. Durmadı sular, doldu, taştı. Ana-evlât iki insanı kanıncaya kadar doyurdu. Onlarla birlikte suya hasret kumları da suladı. Anne avuç avuç doldurup içiyor, yavrusuna içiriyor, kendilerini yalnız bırakmayan Sonsuz Merhamet Sahibi Yüce Allah’a şükrediyordu. Su gelince hayat geldi o topraklara... Yeni bir hayat başladı oracıkta.

Hayat anlamına gelen su, insanları o bölgeye çekti. Kafileler hâlinde insanlar gelip suyun etrafında yerleşmeye başladılar. Böylece yeni bir medeniyetin temelleri yavaş yavaş atılıyordu. İsmail (aleyhisselâm) da büyüyordu.

Allah, Hz. İsmail’i (aleyhisselâm) peygamberliğe hazırlıyordu. Bir peygambere yakışan edebi öğretiyordu ona. Yıllar sonra Hz. İbrahim ziyaret etti onları. Oğlu İsmail’i tarif edilmez derecede sevmişti. Allah, Hz. İbrahim’i (aleyhisselâm) büyük bir imtihana tabi tuttu. Rüyasında oğlu İsmail’i boğazladığını gördü.

Vahiy bazen peygamberlere rüya şeklinde gelir. Zaten peygamberlerin rüyaları sadık rüyadır. Emir gayet açıktı, canından çok sevdiği oğlunu kurban edecekti. Oğluna:

- Yavrum, rüyada seni boğazladığımı gördüm, sen ne diyorsun?

Üstün bir ahlâka sahip oğul şöyle cevap verdi:

- Canım babacığım, sana ne emredilmişse sen onu yap. Ben ise Allah’ın izniyle sabredeceğim...

Böyle işte... Evlât babasına, baba da Rabbine itaat görevini yerine getirmişti ve birlikte, el ele, gönül gönüle zorlu bir imtihana girmişlerdi.

Babanın ciğerparesini boğazlayacağı yere varmışlardı. Hz. İbrahim, Hz. İsmail’i yere yatırıp, bıçağını çıkardı. Tam boğazına dayayıp kesecekti ki Allah ona durmasını emretti. Oğlunun yerine büyük bir kurban hediye etti ona... Kocaman bir koç…

Allah onlardan razı olmuş, onları şereflendirmiş, rahmetiyle muamele etmişti. Bununla da kalmamış, bu büyük imtihanı geçerek Allah’a kayıtsız şartsız itaatlerini ortaya koydukları günü Müslümanlar için bayram kılmıştı. O gün Müslümanlar kurban kesecek, Allah sevgisi ve Allah’a mutlak itaat konusunda insanlığa eşsiz bir örnek sergileyen baba-oğul bu iki büyük peygamberin unutulmaz hikâyesini hatırlayacaklardı.

O gün yeryüzünde gerçek bir mâbet yoktu. Orada burada mâbetler vardı, fakat buralarda insanlar Allah’a değil, putlara tapıyorlardı. Onların mâbetleri görünüş itibariyle görkemli idi, ancak ruh ve mânâdan yoksundu. Bu yüzden İbrahim (aleyhisselâm) insanların Allah’a kulluk edecekleri bir mâbet inşa etmeyi düşünüyordu. Orası Allah’ın evi diye anılacaktı.

Nihayet Allah Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’e Allah’ın yeryüzündeki evi dediği “Kâbe”yi yapmalarını emretti. Kâbe, Kıyamet’e kadar bütün inananların namazlarında yönelecekleri kıblesi olacaktı. Baba-oğul hemen inşaata başladılar. Yakın-uzak dağlardan kayalar getirdiler. Derince bir temel açtılar ve ilk taşı koydular.

Günler günleri, aylar ayları takip etti, Kâbe’nin duvarları yükseldi ve o günden sonra insanların yöneleceği Kâbe tamamlandı. Kâbe, yeryüzünde insanlık için kurulan ilk mâbetti. Yeryüzünün en şerefli en kutsal mekânı orasıydı. İbrahim (aleyhisselâm), Kâbe’yi tavaf etmek isteyenler için bir başlangıç noktası düşündü. Bir işaret koymak istedi ve bunun inşaat sırasında kullanılan taşlardan ayrı bir taş olması gerektiğine karar verdi.

Bunun üzerine melekler ona siyah renkte bir taş olan “Hacerü’l-Esved”i getirdiler. Onu saygıyla öptü ve Kâbe’nin dış duvarlarından birinin üzerine koydu.

Nihayet Allah’ın evi “Beytullah”ın inşaatı bitmişti. Allah da o mâbede ayrı bir değer vererek, insanların oraya hac etmelerini, etrafında tavaf etmelerini, tavaf sırasında Rablerinin mağfiretini istemelerini emretti.

Bununla da kalmadı... Kâbe’de kılınan bir namazı diğer camilerde kılınan namazlardan yüz bin kat üstün kıldı. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail Kâbe’yi inşa ederlerken şöyle dua ediyorlardı:

- Allahım! Amelimizi kabul buyur. Sen her şeyi duyar her şeyi bilirsin. Allahım! Bizi Sana bütün benliğiyle teslim olanlardan eyle. Evlâtlarımızdan da Sana teslim olmuş Müslüman bir millet çıkar!..

Cenâb-ı Hak o iki kutlu insanın duasını kabul etti. Biz Müslümanlar’ı “Müslüman” sıfatıyla ilk defa anan Hz. İbrahim olmuştu. Hayatını Allah’a adamış o büyük peygamber vefat ederken arkasında iki evlât ve iki peygamber bıraktı: Hz. İsmail ve Hz. İshak. Kâinatın Efendisi Hz. Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) Hz. İsmail’in soyundan doğdu. Hz. İshak’ın soyundan da birçok peygamber geldi. Oğlu Hz. Yakup, onun oğlu Hz. Yusuf ve daha sonra, Hz. Musa, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya, Hz. İsa ve diğerleri...

Bu nedenle tarih onu “Peygamberlerin Atası” namıyla andı. Bir diğer sıfatı da “Halilu’r-Rahman”dı, yani Allah’ın has dostu. Allah onu sevdi. Bütün semavi dinlerin mensupları da sevdiler onu. Efendiler Efendisi Hz. Muhammed’in sevgisine gelince, o büsbütün farklıydı. Çoğu kez kendini Hz. İbrahim’e benzetir ve ona mensup olmakla iftihar ederdi.